96

41. sayımız

Embed Size (px)

DESCRIPTION

41. sayımız

Citation preview

Page 1: 41. sayımız
Page 2: 41. sayımız

Muhterem Okurlar,

Yaz, dinlenme dönemidir. Bu dönemde okurlarımız okumalarında ken-dilerini yormayacak edebî türlere yönelirler. Yazar ve şairlerimiz ise bir şekilde eksik bıraktıkları okumalarını, yazılarını, şiirlerini tamamlamaya çalışırlar.

Özellikle taşrada dergi çıkaran bizler, bu dönemde “dosya” konusunu bir kenara koyar, takipçilerimizin yöneldikleri üzerinde durmayı tercih ede-riz. Ama hakkını vererek…

Buna rağmen 41. sayımızı pek serbest bırakmış sayılmayız. İki gezi yazımız var. İsmail Çetişli Hocamız Balkan Seyahati İzlenimleri’ni anla-tıyor. Mahir Adıbeş Hocamız Şam-ı Şerif’i. “Seyahat sonunda iki şeye şiddetle ihtiyacımız olduğunu bir kez daha idrak ettim.” diyor, Sayın Çetişli “…birincisi; her vatandaşımızın mutlaka ve mutlaka Osmanlı-Türk coğ-rafyasını gezip görmesi ve tanımasıdır. İkincisi birinciye bağlı bir sonuç: Ne yapıp edip sınırlarımız dışında yüzümüze tutulacak bir aynada, kendi gerçeğimizi görüp idrak etmek. O zaman içeride ne kadar yersiz, ne kadar anlamsız, ne kadar gülünç, ne kadar basit ve ne kadar çocukça işlerle, çekişmelerle, didişmelerle ömür tükettiğimizi daha iyi fark edeceksiniz.”

Batıdan doğuya bize bir perspektif çizdiren gezi yazılarımızdan sonra üç söyleşi: Söyleşilerimizde gündemde olan, yeri geldiğince gündem be-lirleyen fakat okur halkasının genişlemesini popülist tavırdan uzak, kalıcı olandan yana kullanan iki yazar, bir şairimiz; İskender Pala, Sadık Yalsı-zuçanlar, Nurullah Genç… Bu isimlerden sonra söyleşiye dair bir şeyler demeye gerek görmüyor, yalnızca okumanızı arzuluyorum.

Tarık Özcan kalemiyle şiirin dilini kanatırken Nazım Payam, Lütfi Par-lak farklı pencerelerden roman okurluğu ve teması üzerinde durdu. M. Naci Onur’un “Harput ve Elazığ’a Dair Kaynak Eserler” isimli çalışması dileriz bütün illerimiz için bir örnek, lisans tamamlama ve yüksek lisans tezi çalışmasına kaynak olur.

41. sayımızda bazı şairlerimizin şiirleri alışılmışın dışında. Heyecan-lanmanız, hislenmeniz için biraz dikkatli okumanız gerekebilir. Necati Kanter’in, Osman Koca’nın, Seher Keçe Türker'in hikâyeleri de öyle.

Malum üslubuyla Şinasi Gülaçtı, Güler Yüzlü Yazılar’ının 17’ncisinde tarih ve savaş konusu üzerinde duruyor.

Bu yıl ilk defa “Elazığ İyilik Yapıyor” kampanyası çerçevesinde Fırat Üniversitesi Eğitim Fakültesinin katkılarıyla “1.Ulusal İyilik Sempozyumu” düzenlendi ve her yıl sonbaharda yapılan “Hazar Şiir Akşamları” haziran-da gerçekleştirildi. Ayrıca yine Ağın Haber Gazetesi’nin katkılarıyla düzen-lenen “Ağın Kültür ve Sanat Şenliği” ‘Habervitrin’imizde yer almaktadır.

“Türk Edebiyatı ve Türkülerimiz” dosyasının yer alacağı 42. sayımızda buluşmak ümidiyle Allahaısmarladık.

Bizim Külliye

Page 3: 41. sayımız

NAZIM PAYAM

Roman okurluğumuzda güven zafiyetine, zaman ve zevk kaybına uğramamak, “roman” adına sunulan duygu ve düşünce virüslerini kendimize yaklaştırmamak, tercihimizi kullanmak; her konuyu irdeleme hakkına sahip roman yazarları kadar biz okurların da en tabii hakkı.

Edebiyatın oluşturduğu at-mosferi paylaştığım dostlar,

romana tereddütlü yaklaştığımı, pek okumadığımı sanırlar. Oysa edebiyat zevki almış, okuma alışkanlığı edin-mişlerin roman okumaması mümkün mü? Abraham H. Lass; “100 Büyük Roman” anlatısında, özet, teknik,

kritik, karakter analizlerine yazar biyografi lerini de katarak hazırladığı anlatısında, “Roman Nasıl Okunur?” sorusuna “Niye roman okuyacağız?”ı ekleyerek şu cevabı verir: “Bir sayfayı çevirir, bir başkasının dünyasına gireriz”. Lass “100 Büyük Roman” özetini, en az 1000 roman okuduktan sora çıkarmış ise -ki öyledir- onun bir cümleye sığdır-dığı birikimini yabana atamayız.

İnsan tecrübesine bir sayfayı çevirerek girme-mizin ne kadar göz kamaştırıcı olduğunu yalnızca Lass söylemiyor, edebiyat yolculuğunda kendini okumaya adamış birçokları benzer görüşü payla-şırlar. Eleştirmen Memet Fuat; romancının üstün-

3ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 4: 41. sayımız

lüğü, edindiği dünya görüşünü kültür düzeyine çı-karabilmesinde, insanların bilinçlenmesine, dün-yanın değiştirilmesine yardımcı olmasında, deme-si; günümüz romanında imzası bulunan Mehmet Niyazi’nin, zamanla hayatı monotonlaşan insanın okuyacağı romanlarla tekrar hareket ve heyecan kazanacağını belirtmesi bir kalem ışığı gerçeğidir.

Roman okumanın faydalarını bir iki paragraf-tan onlarca sayfaya çıkarabiliriz. Fakat ‘şöyle veya böyle önümüze konulan, elimize tutuşturulan her roman okunmalı mı?’sorusu roman okurluğumuzla ilgili düşüncelerimizi yoklamaya yetecektir. Hem, bu sorunun cevabı, bulunduğumuz yanlış okuma adreslerinde oyalanmamızı veya yıllar sonra edi-neceğimiz pişmanlığımızı da engelleyecektir. Ro-man okurluğumuzda güven zafiyetine, zaman ve zevk kaybına uğramamak, “roman” adına sunulan duygu ve düşünce virüslerini kendimize yaklaş-tırmamak, tercihimizi kullanmak; her konuyu ir-deleme hakkına sahip roman yazarları kadar biz okurların da en tabii hakkı. Okur, roman zenginli-ğinden seçiciliğiyle kazanır.

Elbette ateşi yüksek iki aşk romanı ile bir sevgili peydahlamaya, okuduklarından kendine ait olma-yanı üstünde taşımaya, gazete sütunlarının siyasi/dinî çizgileriyle yazılmış romanlardan bilinçlen-meye kalkan okurdan değilim. Hatta yığın roman-larına karşı umursamazım. Ama yine de “her ro-man okunmalı mı?” sorusunu evimin anahtarı gibi yanımda taşırım. Samimi okur için okumalarında kendine edineceği bazı ölçütlerin kaçınılmazlığına inanır, seçerek okurum romanlarımı.

Okuyacağım romanın konusuyla, serüveniyle yetinmem; diline, perdeleri aralayışına, geleceğin tasarılarına okuru nasıl hazırladığına bakarım. Okumanın her türden tecrübeye kazanımlar sağla-yacağını umduğumdan yazarımın tutku ve beğeni-lerine dikkat ederim. Fikrini insanların rahatlıkla benimseyeceği kahramanlarına söyleten yazarın yönlendirmesini hafife alamam.

‘Okundu’ ve ‘okunacak’ mührümü vuracakla-rım, birikim ve ölçütlerim neticesiyledir. Roman-larımız yaşanmışı daha anlamlı, anlaşılır, daha seviyeli kılmalı, eğlendirmesinde, sezdirmesinde insan tecrübesini zenginleştirmeli. Öfke, ayrılık, yalnızlık, çaresizlik nöbetlerini çoğaltmamalı. Her okuduğumuz, başka romanların, başka okumala-rın, başka sevgilerin prangalarını vurmalı. Yaşanı-

lacakta onurlu bir seçime öncelik vermeli. Benim romanlarım fikir, duygu, tip yoksunu

olmamalı, sığ hiç olmamalı, dilin mayınlı tarlasın-da seke seke yürütmemeli okurunu. Romanımın yazarıyla kalem kardeşliğine, yoldaşlığa yeltenme-liyim. Kendilerini paraya, şöhrete sömürterek ka-lemi, konuyu, okuru istismar eden romanlar niye benim romanlarım olsun ki. Benim romanlarım benden, ben romanlarımdan dolayı bir ayrıcalık taşımalıyım.

Bir başkasında durulmakEdebiyatın sihirli değneğini kendisine dokun-

duranların iyi yazarlar, iyi romanlar olduğunu söyleyen Ali Çolak “Tadı Damağımda” adlı yazı-sında (Periyi Uyandırmak Ötüken Yay. 2000) bir de itirafta bulunuyor: “Kucak kucak okuduğum “İslamî” romanlardan bir cümlecik bile kalmamış-tır aklımda. Hafızamın arşivini, damağımın tadını yokluyorum, nafile! O romanlardan bir zerrecik tat yok… Neden? Çünkü edebiyat yoktu onlarda. Dil yoktu. Dile saygı yoktu.”

Sanatsız, dilsiz roman okurunu sukut-ı hayale uğratır. Okuyacağım romanın ilkin iç dünyamın dengelerinde bir incelemeye uğraması, yazarıyla, bir iki sayfasıyla tartılması, daha önceleri oku-duklarıma eş değer veya bir iki adım önde olması, yeryüzünde bulunan güzel seslerin sesime karı-şacağını ummamdan, edebiyatı aracı kılarak ha-yatın güzelini aramamdan. Sabahattin Eyüpoğlu da ‘Mavi ve Kara’sında sanatçıdan beklentilerine şu cümlelerle değiniyor: “Sanatçının bir evliya ol-masını, dünyadan elini eteğini çekip güzellik ya-ratmanın mutluluğuyla yetinmesini mi istiyorum? Hayır; dünyamızın en çok onun dünyası olmasını istiyorum, ama sanatçımın sanatçı kalması, insan-lığın en temiz sesi olması şartıyla.”

Sağlıklı okur, keşfedilmiş yazara referans ol-duğu kadar okunacak esere de referanstır. Roman tercihimde kitap dostlarının tavsiyelerine uymakta bir sakınca görmem. Anlatılanlarda zenginleştirici yolları açabilenlerle bir kitabı paylaşmak, bir anı-yı paylaşma zevki veriyor bana. Hele kitap dostu kalem tutmayı beceriyorsa onun önerisi bir an için ölçütlerime ekleniverir, tercihimi kolaylaştırır. Tartmalar, ölçütler, tavsiyeler sonrası okuyacağım roman, beni yanıltmayan roman, bütün bedenimi üstüne örteceğim, bütün uzuvlarımla sahiplenece-

4ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 5: 41. sayımız

ğim romandır. Sahiplenmek, mutlu ediyor insanı. Sahiplendi-

ğimiz hemencecik kendimizden bir parça oluve-riyor. Ali Çolak’ın bahsettiği o “edebiyatın sihirli değneği”ni çok zaman yakınımda, sahiplendiğim-de ararım. Yazarımın kalemine dâhil oluşum, kah-ramanlarıyla kader ortaklığım, eksilmeyen mera-kım hep bundan. İyi okurlar gibi ben de “ilk günün tazeliğiyle, hatta okunduğu zaman ve mekânların izleriyle” saklarım romanlarımı. Onları ödünç vermek için “ okur”unu beklerim.

Kırk yıl önce okuduğum, roman okurluğum-da ilk göz ağrım “Kodin”di. “Kodin”, Panait Istrati’nin. Varlık yayınları arasında küçük boy olarak çıkmıştı. Kahramanın trajik sonu bana o eseri unutturmadı, dönüp kapağını da açamadım bir daha. Yine Knut Hamsun’ın “Açlık”ı, Yakup Kadri’nin “Yaban”ı, Peyami Safa’nın “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu” Reşat Nuri Güntekin’in “Çalı-kuşu”, çocukluğuma, açlığı, aşkı, kaçışı tattıran ilklerimdir.

Cengiz Aytmatov, Beyaz Gemi’deki Çocuk ve Mümin Dede’ye, biz okurları için hayal kırıklığı yaşatmıştır. Aytmatov’un, her okuru, kaybedil-miş ülkü, insanda nasıl bir kara boşluk bırakır, bunu, bu eserde samimiyetiyle hissetmiştir. Ernest Hemingway’ın o İhtiyar Balıkçı’sı da farklı; fakat öylesine derin tahammül izi bırakır, mücadele azmi tazeler okurlarında. Kendi denizine açılmakta te-dirgin tanışların kulağına âdeta şunları fısıldar: “ Uyuma, hadi yoluna git. Talih daha çok gülebilir sana.”

Büyük eserler birbirinin devamı, tamamlayıcı-sı olarak ilerliyorlar. Sonraki yıllarda insan bunu da fark ediyor. Okumalarla edinilen genişlik ve derinlik bu devamlardan… Yalnız, her vaktin, her yaşın romanları farklı. Vaktinden önce bağlantıları kuramıyor insan, öteki olarak kalıyor. Dönüp bir daha okumak gerekiyor “Huzur”a davet eden böyle eserleri. Yaşımızla tecrübemizle denkleşen eserler, büyük eserler bizi kanatlandırır, en üsten bakmaya zorlar, dersem pek yanılmış sayılmam.

İvo Andriç’in “Drina Köprüsü”ne kendimi kap-tırdığımda, ruhumun hangi sınırlar çizdiğini şimdi nasıl anlatayım. “Drina Köprüsü” ile Balkan çö-zülüşüne tanık olmuş, Osmanlının bütün çözülüş-lerine, terk edilişine nasıl kederlenmiştim. ‘Drina Köprüsü’ tesiriyle; tarihi romanların bugünü dü-

nün gerçeğine ilintileyerek tarih bilinci uyandır-mada tarihî kaynaklardan daha etkin olabileceğini şimdi bir kez daha düşünüyorum. Şimdi bir kez daha tarihî belgelerin sınırlarını zorlayanın tarihî romanlar olduğuna inanıyorum.

Yeteneğin şaşılığı Romancının konusu bir şekilde yaşadığımız

konu, yarattığı tipler içimizde, mazimizde yaşayan tiplerdir. İyi roman bizi sevdiğimiz tiplerle yüzleş-tirir. Her yüzleşmede heyecanımızdan, merakı-mızdan ilköğretime yeni başlayan çocuklara dönü-şürüz; okul çantasını başucuna, yastığının yanına koyan çocuklara…

Toplumda umulmadık yaraların açılmasında, zihin bulanıklığında, siyasi ve sosyal çalkantılar-da nice okurların hafızalarına bir belge niteliğiyle siper alan sorumsuzca yazılmış dinî, tarihî, siyasi romanların payı küçümsenemez. Konusunu laçka-laştıran, ucuzlatan, törpülenmemiş ferdi meylimi-zi sosyal hayata salarak kalın, koyu taraftar edin-diren piyasa romanlarının kirli hayalleri, toplum bünyesine sinip üredikçe aklımızı yutan birer dev oluvermeleri kaçınılmaz.

Bizler için yalnızca, okur değerlerini bir şeylere takas etmeye meyal, ‘dil’ fukarası piyasa romanla-rı mı tehlike? Ya yazarın edebî yetkinliğini olum-suz işlemesi… Yoz tiplerini roman sayfalarından sokağa çıkarması… Ya birikimiyle dediğim dedik, çaldığım düdük, baskıcı, zalim kral hükmünü sü-ren “ben”inin köleleri… Bana göre bir eserde ya-zarımızın edebî kimliğini referans almamız kadar sosyal bilinç yeterliliğini de göz ardı edemeyiz. Etmemeliyiz. Toplum çatlaklarını genişleten tit-reşimler, bir ‘edebî eser’de, başlangıcında pek de ciddiye almadığımız bir amaç, bir eylem gücünün sarsıntısı değil mi?

Okur olarak, kurgusunu düşman göstermeye, düşman belletmeye kurmuş, hırslı, kinli, ruh kar-maşası yaşayan yazarlardan uzak durmak, ama anlayarak uzak durmak, dünyada sayısız, sınırsız kardeşlik, bu kadar temizlik varken, ‘arkadaş ben senin kirini taşımayacağım’, demek, gerekiyor ba-zen.

Temkinli okumalarımla, titiz seçimimle hoşgö-rümü genişletmeye, zenginleşmeye çalışıyorum; her romana nişan almayışım, okuyacağıma mev-zilenişim bundan.■

5ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 6: 41. sayımız

Kanser misin nesin, çek git başımdanSakın yanlış bir iş yapma, aman ha!Yazılacak gül gibi kitaplarımSöylenecek şiirlerim var daha.

Gel sana bir Sivas türküsü öğreteyimBir Kerkük türküsü söyleyelim beraber“Ömrüm ömrüm!” diye diye “Yâr!” diye diyeAnlarsın o zaman yaşamak nedirKolay kolay kıyamazsın kimseye

Diyelim ki alıp götürdün beniNe olacak yani, ne değişecekBeti bereketi mi artacak yeryüzününKanatlanıp uçacak mı hep börtü böcek?

Anlatsam zulmünü her kese bir birSen bile utanırsın kendi kendindenArtık ne okumak ne bir tek şiir… Yaşayıp gidiyordum, şurda gönlümceSayılı kaç günüm kaldı kim bilir?

YAVUZ BÜLENT BÂKİLER

KANSER

Sanma ki ben senden korkan biriyimHa bugün, ha yarın, ölüm mukadder.Bir kız torunum var; dünya güzeliKi şimdi burada ne söylesem azSabah akşam bir gül gibi elimde eliOnu gözyaşlarıyla bırakıp gelsem olmaz

Durup durup diyorum ki: Ay havarİçimde tarifsiz bir sıkıntı var.Savuşsam buralardan, dolaşsam diyar diyarAma olmaz, biliyorum vaktim dar.Bu kaçıncı böyle hüzünlü baharTadı kalmadı suların zerre kadarHangi fırın ağzındandır bu rüzgâr Ay havar! Ay havar! Ay havar!

Kanser misin nesin, çek git başımdanSakın yanlış bir iş yapma, aman ha!Yazılacak gül gibi kitaplarımSöylenecek şiirlerim var daha!

6ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 7: 41. sayımız

Mehmet Âkif Ersoy Fikir ve Sanat Vakfı ile Uluslararası Novi Pazar Üniversitesi’nin ortaklaşa düzenledikleri Uluslararası Mehmet Âkif ve Balkanlar’da Kültür ve Düşünce Hareketleri ve Yeniden Yapılanması Sem­pozyumu vesilesiyle Balkanlar’daki Osmanlı coğrafyasının küçük bir kısmı-nı ilk defa görme imkânım oldu. 24 Mayıs 2009 Pazar günü saat 13.25’te İstanbul Atatürk Hava Limanından başlayan yolculuğumuz, 31 Mayıs 2009 Pazar günü saat 17.00’de yine aynı mekânda sona erdi.

Gezip gördüğümüz topraklar, İkinci Dünya Savaşından sonra kurulan eski Yugoslavya’nın (Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti) 1992’den itibaren dağılması sonucu oluşan yedi yeni devletten (Bosna-Hersek, Sırbis-tan, Hırvatistan, Makedonya, Karadağ, Slovenya, Kosova) üçüne (Sırbistan, Kosova, Makedonya) aitti. Hemen belirteyim ki, bölge hâlâ bir barut fıçısı gibi. Onca farklı ırk, din, dil ve kültürün iç içe geçtiği ve sınırların çoğu yerde masa başında çizildiği bir coğrafyada, küçük bir kıvılcımın büyük bir yangına sebep olması içten bile değil. Dün ve bugün olduğu gibi, yarın da

izle

nim

leri

İSMAİL ÇETİŞLİ*

* Prof. Dr., Pamukkale Ü. Fen Ed. Fak.

Seyahat sonunda iki

şeye şiddetle ihtiyacımız

olduğunu bir kez daha idrak ettim. Bunlardan

birincisi; her vatandaşımızın

mutlaka ve mutlaka

Osmanlı-Türk coğrafyasını

gezip görmesi ve tanımasıdır...

Balk

an s

eyah

ati

7ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 8: 41. sayımız

çıkabilecek bir yangında en büyük acıyı yine Müs-lümanlar yaşayacak.

Uçağımız, 24 Mayıs Pazar günü saat 14.05’te Belgrad Havaalanı’na indi. Zaman darlığı sebebiy-le Belgrad’ı sadece otobüs turu sınırları içinde gö-rebildik. Önce Tito yönetimi, ardından da savaş gö-ren Belgrad, çıplak gözle görülebilen bir perişanlık içinde. Osmanlı döneminin bu ünlü şehrindeki pek çok ata yadigârı eserden bugün pek azı ayakta kala-bilmiş; daha doğrusu Sırplar tarafından bırakılmış.

Belgrad şehir turundan sonra, Sırbistan sınır-ları içinde kalan Sancak bölgesinin merkezi Novi Pazar’a (Yeni Pazar) doğru yola çıktık. Dağlar ara-sındaki oldukça dar ve yetersiz yollardaki uzun bir yolculuktan sonra, ancak gecenin ilerleyen saatle-rinde şehre ve kalacağımız yere varabildik. Bölge coğrafyasından hafızada kalan temel nitelikler; yer yer ovalarla karşılaşılmasına rağmen genelde dağlık bir bölge olması, Anadolu bozkırına göre çok daha fazla yağış alması sebebiyle yeşillik ve ormanlık olması, hemen her şehrin (Belgrad, Yeni Pazar, Prizren, Üsküp) ortasından bir nehrin geç-mesi şeklinde sıralanabilir.

Novi Pazar, Kosova-Karadağ-Sırbistan sınır-larının kesiştiği bölgede 50.000 nüfuslu bir şehir. XV. yüzyılın ortalarında, Saraybosna’nın da kuru-cusu olan İsa Bey İshakoviç tarafından kurulmuş. Sırbistan sınırları içindeki Sancak’ın önemli mer-kezi olan şehrin ortasından Raşka Nehri geçiyor. Halkın yüzde sekseni Müslüman. Bu sebeple sık sık minarelerle karşılaşıyorsunuz ve bu minareler-den yükselen ezan sesleri, size âşına bir beldede olduğunuzu hatırlatıp yabancılık tedirginliğinden kurtulmanıza vesile oluyor.

Bugün Sırbistan sınırları içinde kalan Yeni Pa-zar merkezli Sancak bölgesinde 400.000 Boşnak yaşıyor. Toplam 2.000.000 civarında olduğu söy-lenen Boşnak nüfusun bir kısmı Karadağ’da, bir kısmı ise Bosna-Hersek’te kalmış.

Yeni Pazar’da ev sahibimiz genç, ama dinamik Uluslararası Novi Pazar Üniversitesi idi. 2002’de Müftü Muammer Zukorliç’in önderliğinde kurulan özel üniversitenin beş-altı fakültesinde (İlâhiyat, İktisat, Bilgisayar, Filoloji…) 4.000 civarında Boşnak, Sırp, Hırvat, Türk, Arnavut asıllı öğren-ci eğitim-öğretim görüyor. Üzücü bir durum, üst sınıflarda çok az öğrencisi bulunan Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nün talep yetersizliği yüzünden

kapanma aşamasına gelmiş olması.Pazartesi sabahı Uluslararası Novi Pazar Üniver-

sitesi rektörü Prof. Dr. Mevlüt Dudiç, Burdur Meh-met Âkif Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. M.Zeki Yıldırım ve Mehmet Âkif Ersoy Fikir ve Sa-nat Vakfı Başkanı Mehmet Cemal Çiftçigüzeli’nin konuşmalarıyla başlayan sempozyum, iki gün boyunca iki salonda yapıldı ve oturumlarda top-lam 35 civarında bildiri sunuldu. Sempozyum’a Türkiye’deki 18 farklı üniversiteden katılımcıların yanı sıra Bosna-Hersek, Kosova, Makedonya, Ar-navutluk ve Sancak’tan da katılımcılar mevcuttu. Bildirilerin yüzde doksanı Mehmet Âkif’le ilgiliy-di. Öğrenci ağırlıklı dinleyicilerin Türkçe bilme-meleri sebebiyle konuşmalar Boşnakça’ya çevrildi. İşin üzücü tarafı Başnokça’da Âkif ile ilgili bir satır bilgi veya tercüme edilmiş bir mısraın olmaması. Dolayısıyla Sempozyum, bu konudaki ilk ciddi faaliyet olması sebebiyle sevindirici bir teşebbüs oldu. Mehmet Âkif Üniversitesi ile Uluslararası Novi Pazar Üniversitesi arasında işbirliği protoko-lü imzalanması ise, geleceğe yönelik ümitlendirici güzel bir adım.

Başta Novi Pazar Üniversitesi Rektörü ol-mak üzere üniversite çalışanları canla başla Sempozyum’un verimli geçmesine gayret ettiler. Son derece sıcak ve samimi bir duyarlılık içinde kusursuz bir ev sahibi olmaya çalıştılar. Buradan emeği geçen bütün dostlara (Müftü Muammer Zu-korliç, Rektör Prof. Dr. Mevlüt Dudiç, Prof. Dr. Metin Izeti, Enes Akbulut, Bünyamin Bey ve di-ğerleri) bir kez daha şükran duygularımı ifade et-mek isterim.

28 Mayıs Perşembe günü sabah erkenden Yeni Pazar’dan ayrılıp Kosova’ya geçtik. Çünkü bir za-manlar Yeni Pazar’a bağlı olan Âkif’in babasının köyü Susişa, şimdi Kosova sınırları içinde. Amacı-mız Mehmet Âkif’in Susişa’daki akrabalarını ziya-ret etmekti. İpek’ten sonra ana yola 5-6 km içerde bulunan Susişa, 100 haneye yakın bir dağ köyü. Köyde ilk karşılaştığımız eser, mezarlık içindeki yıkık cami oldu. Camiyi Mehmet Âkif’in dedesi yaptırmış. Oğlu Tahir’i de camiye imam olsun diye İstanbul’a tahsile göndermiş. Ancak Tahir Efendi, bir daha geri dönmemiş. Hatta Mehmet Âkif çok sonraları köyünü ziyarete gidip amcaoğullarını İstanbul’a götürmek istediğinde amcaları; “Tahir gitti dönmedi, bunlar da dönmez” diyerek oğulları-

8ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 9: 41. sayımız

nın İstanbul’a gitmelerine izin vermemişler.Mehmet Âkif’in akrabalarının bir kısmı

Arnavutluk’ta bir kısmı Bursa’da yaşadığından Susişa’da birkaç aile kalmış. İstiklâl Marşı şairi-mizin yaşayan en yakın akrabası 85 yaşlarındaki amcasının torunu Adem Mulay. Yaşlı adam, bizle-ri içten bir samimiyetle karşıladı; izzet ü ikramda bulunmak için çırpındı; sorularımızı cevaplandırdı. İlerleyen yaşına rağmen Adem Mulay’ın tek arzusu Türkiye’yi görebilmek.

TİKA (Türk İşbirliği ve Kalkınma Ajansı)’nın Susişa köyünün okuluna bir kat ilâve edip onarması ve Mehmet Âkif adının verilmesi; duvarlarda yer yer Âkif’in resimlerinin bulunması sevindirici bir durum.

Aynı gün akşama doğru Prizren’deyiz. 100 bin nüfuslu tam bir Osmanlı şehri olan Prizren’deki 30 camiden 26’sı Osmanlı eseri. Yüzünüzü hangi yöne çevirseniz ata yadigârı bir cami, medrese, türbe, han, hamam gibi tarihî yapılarla karşılaşıyorsunuz.

29 Mayıs Cuma günü sabah erkenden yağışlı bir havada Priştina yolundayız. İlk olarak yol üstünde-

ki Murad Hüdavendigar Türbesi’ne uğruyoruz. Os-manlı İmparatorluğu’nun Rumeli’yi fethinde bü-yük başarıları olan ve savaş meydanında şehit olan (1389 yılında yapılan 1. Kosova Meydan Muhare-besi) tek Osmanlı padişahı Murad Hüdavendigar’ın türbesi son derece temiz ve bakımlı. Hemen karşı tepede Gazi Mestan Türbesi var. Üçgenin diğer ucunda ise Murad Hüdavendigar’ı kalleşçe hançer-leyen Sırp Miloş adına dikilmiş Sırp anıtı.

Kosova’nın başkenti Priştina, inşa hâlinde Ba-tılı bir şehir. Amerika Birleşik Devletleri’ne du-yulan minnettarlık, bütün Kosova’da olduğu gibi Priştina’da da adım başı karşınıza çıkıyor. Şehirde Türk Konsolosluğunu ve TİKA şubesini ziyaret ediyoruz.

30 Mayıs Cuma sabahı erkenden Kosova’dan Makedonya’ya geçiyoruz. Şardağları’nda bu Mayıs ayının son günü bir sürprizle karşılaşıyoruz. Çisele-yen yağmur çok geçmeden kara dönüşüyor. Böyle bir atmosfer altında otantik bir dinlenme tesisinde güzel bir kahvaltı yapıyoruz. Makedonya sınırında-ki can sıkıcı bekletilmeye rağmen Üsküp’ü görme-

9ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 10: 41. sayımız

nin dayanılmaz arzusu var hepimizde. Ancak önce Kalkandelen şehrine uğruyoruz. Türk-İslâm sana-tının nefis örneklerinden Alaca Cami ve zayıf da olsa hâlâ işlevini sürdüren Harabati Dede Tekkesi ziyareti.

Belgrad, Yeni Pazar, Prizren, Priştina, Kalkandelen’den sonra nihayet Üsküp’teyiz. Yah-ya Kemal’in Türk ve Müslüman şehri, “Yıldırım Bayezid Han diyârı” Üsküp. Ne tarafa dönseniz bir cami, bir medrese, bir çarşı, bir hamamla karşılaşa-cağınız tam bir Osmanlı ve Müslüman şehri Üsküp. Böylesi bir atmosferde Yahya Kemal’in “Kaybolan Şehir”deki mısralarını hatırlamamak ve hayıflan-mamak mümkün mü?

Vaktiyle öz vatanda bizimken, bugün niçinÜsküp bizim değil? Bunu duydum, için için.

Kalbimde bir hayâli kalıp kaybolan şehir!Ayrılmanın bıraktığı hicran derindedir!

Çok sürse ayrılık, aradan geçse çok sene,Biz sende olmasak bile, sen bizdesin gene

Gezimiz, Üsküp’ten tekrar Prizren’e dönüş ve 31 Mayıs Pazar günü Priştina Havaalanı’ndan saat 14.35’te İstanbul’a hareketle son buluyor.

***

Gezi boyunca olduğu gibi, sonrasında da kal-bime hâkim iki temel duygu var; hüzün ve gurur. Hüznüm, XIV. yüzyılın ikinci yarısından itibaren fethettiğimiz ve tam beş yüz yıl üzerinde yaşadı-ğımız bu coğrafyayı, XX. yüzyılın başında terk et-mek mecburiyetinde kalmış olmamızdan. Zira bu coğrafya sıradan bir “toprak” değil. Tam beş yüz yıl kanımız, canımız, alın terimiz, göz nurumuzla taş taş, ilmik ilmik işleyip bizim kıldığımız bir va-tan. Hüznüm ve kahroluşumun daha önemli bir se-bebi, mecburi ayrılıktan sonra geçen yüz yıl içinde bu coğrafyayı unutuşumuz ve unutturuluşumuzdur. Çünkü o vatan topraklarında nice “evlâd-ı fatihân” yadigârı güzelim eserlerin yanı sıra nice ırkdaş, dindaş ve gönüldaş bırakmışız. Bizim vefasızlığı-mıza rağmen onlar bizi unutmamışlar ve hâlâ geri döneceğimiz günü bekliyorlar. Sancak bölgesinin genç müftüsü ve Uluslararası Novi Pazar Üniver-sitesi Rektörü’nün sürekli tekrar ettikleri “anne-

evlât” teşbihi çerçevesinde dile getirdikleri samimi bağlılık duyguları karşısında insanın sarsılmaması mümkün değil.

Diyorlar ki; “Annemiz, bir gün içinde bulundu­ğu mecburiyet karşısında evâadını terk etti. Biz bu topraklarda yetim kaldık. Yüz yıldır da yetim ol­manın sıkıntı ve acılarını yaşıyoruz. Bugün şartlar değişti. İstiyoruz ki anne artık evlâdını tanısın ve bağrına bassın. Biz annemizi seviyoruz. Bir evlât olarak ondan sadece sevgi ve şefkat bekliyoruz.”

Hiç şüphesiz bu cümleler, şikâyetçi bir gönlün değil, kırık ve buruk bir gönlün samimi duygu ve dileklerini ifade ediyor. Elbette “evlât”ların sitemi-ni anlıyor; kırgınlıklarının acısını yüreğimde hisse-debiliyorum. Ya annenin duyguları?

Evlâtların bu yakıcı cümlelerini dinlerken Refik Halit Karay’ın “Gözyaşı” isimli hikâyesini hatırla-dım. Bir anne için evlâtlarını kaybetmenin ne büyük acı olduğunu dile getiren o güzel hikâyeyi... Refik Halit, hikâyesini yazarken anne-evlât ilişkisinde hangi anlamı esas aldı bilemem, ama bana hem ger-çek hem de mecazi anlamda yorumlayabileceğimi düşündürdü. Bilmeyenler için özetleyeyim:

Rumeli topraklarını kaybetmemizin son büyük darbesi olan Balkan Harbi başlayınca, düşman sı-nırına yakın Serfice bölgesindeki köylere bir akşa-müstü “Düşman geliyor!” cümlesinin sebep olduğu bir korku yayılır. Çünkü bu gelen düşman, “din ve ırz düşmanıdır”; “Müslüman erkeği süngüleyecek ve Müslüman kadını kirletecek”tir. Bütün köy halkı gibi Dul Ayşe de yaşlı atı ve üç çocuğu ile kaçmak zorunda kalır. Beş yaşındaki oğlu Ali’yi atının ter-kisine bindirmiş, üç yaşındaki kızı Emine’yi bir ku-şakla atının eğerine bağlanmış, bir yaşındaki oğlu Osman’ı da kucağına almıştır. Ancak Dul Ayşe, yağmurlu ve karanlık bir gecede yaşanan kaçışında önce atını kaybeder; ardından da birer birer çocuk-larını. Hikâyenin gerisini Refik Halit’in dilinden dinleyelim:

“Evvelâ çöken, sonra da başını uzatıp yan üstü uzanan, bir türlü kalkmak mecalini bulamayan at­tan iniyorlar; çarçabuk iniyorlar. Zi ra durmadan ilerleyen felâket kafilesinden ayrı düşmek Ayşe’ye hep sinden daha korkunç geliyor.

Fakat geride kaldığını anlayıp bir müddet sıkı yürüyünce artık bu üç çocuğu birden taşımak, sü­rüklemek imkânı kalmadığını görüyor, hem koşu­yor, hem düşünüyor: İkisini olsun kurtarmak için

10ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 11: 41. sayımız

birini feda etmek, hafiflemek lâzımdır. Hangisini? Ayşe, yanında diz kapaklarına kadar çamurlara

bata çıka yürümeye çalışan Ali’nin minimini elini bırakmak istemiyor. Boyuna dolanan me calsiz kol­ları da çözmeğe cesareti yoktur. Kucağındaki ıslak, hareket siz, sessiz bohça ona zaten cansız gibi gö­rünüyor. Belki kendiliğinden, soğuktan, sudan, ha­vasızlıktan, ezilmekten ölmüştür. Ananın bir ümidi budur: Yaşamadığını anlayarak, azapsız, kundağı bir tarafa, en az ça murlu, en az batak yere bırakı­vermek...

Bütün o kıyamet içinde, elinden tuttuğunu ve omuzlarında taşıdı ğını sürüklerken kucağındakine eğiliyor, dinliyor... Ses işitmemek, ha reket duyma­mak ümidiyle dinliyor ve yavrusunun kısık kısık, ılık ılık ağladığını duyuyor, “eyvah!” diyor.

Bu sırada, ilerleyen kafile, selin batıra çıkara, vura çarpa sürük lediği bir enkazdan başka bir şey değildir. Karanlığın içinde düşerek, çamurlara gö­mülenler, üstüne basılarak ezilenler çoktur. Ayşe, hâlâ yükünü atmaya razı olamıyor. Yüzü ve vücu­du belki de, yağmurdan faz la soğuk döktüğü terle ıslanmıştır. Soluk soluğadır. Dizlerinde, ayaklarını çamurdan çekebilecek kudret gittikçe azalıyor, kol­larında ve boynunda öyle bir kesiklik, bir uyuşma, bir karıncalanma, nihayet bir duymayış var ki.. Gözlerini kapıyor, sol kolunun açılıp yükünü, kendi­liğinden, bıraktığını ancak yarı anlayabiliyor.

Şimdi göğsünün üstünde başka bir yük, daha ağır, fakat daha sı cak, daha canlı, soluyan ve sarı­lan birini hissediyor: Ali, gemi azıya almış, bir atın arkasından, üzengiye takılı çekilen bir ceset gibiy­di, yürümüyordu, yüzükoyun, elinden anasına bağlı, sürükleniyordu. İşte o, şimdi, bağrının üzerindedir. Uzun bir hasretten sonra birbirlerine ka vuşmuşlar gibi sokuluyorlar, belki seviniyorlar. Kaçma hâlâ devam edi yor, yağmur ve çamur da beraber...

Böyle birkaç saat mi, yoksa birkaç dakika mı yine koşuyorlar; koşuyoruz sanıyorlar. Ayşe tüke­niyor, demin yolda bıraktıkları at gibi yere uzanı­vereceğini anlayarak, haykırarak, birini imdadına çağırmak istiyor. Yine koşuyor ve birden, acayip bir hafiflik, bir canlılık duyu yor, ileriye hamle ediyor.

Neden sonra anlıyor ki boynundan sarılan zayıf, ufak kollar artık yoktur; Emine de dökülmüştür.

­ Çık sırtıma Ali, diyor, iyice sarıl, sıkı sarıl, sa­kın gevşeme!

Ve böyle, kanının son ateşini yakarak, kayıp düşerek, yine kalka rak, yine yuvarlanarak yağmur, ter, gözyaşlı yüzünü yıkaya yıkaya, bi teviye, mola vermeden, yürüyor. Ali’sini kurtarmış olmak sevin­ciyle. Öbür felaketlere katlanıp ümit içinde yürüyor, kafileye yetişiyor, ka filenin önüne geçiyor, kafileyi geride bırakıyor ve seher vakti ay yıl dızlı bir ıslak bayrak çekili küçük bir kasabaya varıyor. Yükünü bir cephane sandığının üstüne indiriyor:

­ Kurtulduk Ali, diyor. Kalk Ali! Ali kalkmıyor, kımıldamıyor. Ayşe, saatlerden

beri bir ceset taşıdığını anlamıyor, anlamak iste­miyor, hâlâ:

­ Kalk Ali, kurtulduk Ali. Diyor, gülümsüyor, mütemadiyen, geceki yağ­

mur gibi dökülen coş kun gözyaşları içinde gülüm­süyor.” (Gurbet Hikâyeleri, İnkılâp ve Aka, İstan-bul, 1965, s.26-27)

Dul Ayşe, o günden sonra bir daha ağlayamaz; ağlamak istese de gözlerinden yaş gelmez. İşte evlâtlarını -terk eden değil- kaybeden annenin hâli. Sanırım evlâtlar annelerini anlayacaklardır.

***Gurur duygusunun sebebine gelince. Türkiye

Cumhuriyeti sınırları dışındaki bu küçük coğrafya-da ırkdaş, gönüldaş ve dindaşlarınızla karşılaşmak; tarihinizin önemli bir kısmını teşkil eden dönemle-rin çok somut delilleriyle yüz yüze gelmek ve söz konusu tarih sebebiyle sıcak ve samimi bir alâkaya muhatap olmak, elbette sizi mutlu ediyor ve gurur-landırıyor. Kosova’daki Türk Birliği komutanının yaşadıklarına dair anlattıkları, bu duyguları daha da perçinliyor. Çünkü her türlü etkinliklerde Türk Birliği komutanı, yabancı bir asker değil, ev sahibi muamelesi görüyor. Türkçe bilmeyen bir ana, sa-dece üniformasındaki ay yıldızlı bayrak sebebiyle gelip ona kendi evlâdı imiş gibi sarılabiliyor.

Seyahat sonunda iki şeye şiddetle ihtiyacımız olduğunu bir kez daha idrak ettim. Bunlardan bi-rincisi; her vatandaşımızın mutlaka ve mutlaka Osmanlı-Türk coğrafyasını gezip görmesi ve tanı-masıdır. İkincisi birinciye bağlı bir sonuç. Ne yapıp edip sınırlarımız dışında yüzümüze tutulacak bir aynada, kendi gerçeğimizi görüp idrak etmek. O zaman içeride ne kadar yersiz, ne kadar anlamsız, ne kadar gülünç, ne kadar basit ve ne kadar çocuk-ça işlerle, çekişmelerle, didişmelerle ömür tüketti-ğimizi daha iyi fark edeceksiniz.■

11ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 12: 41. sayımız

Bir dost bağına girdik!... Halep, Humus, Hama’da gezilecek yerler belli, gerisi bildik şehirler. Şam-ı

Şerif öyle mi? Her tarafında tarih her yanında insanın geç-mişinden izler var! Her tarafında biz varız, biz, yani Os-manlı... Kökler burada toprağa sıkı sarılmış. Nereye gitsek karşımıza bir iz çıkıyor; bazen bir cami, mescit türbe, bazen han, hamam, köprü, kapalı çarşı, bedesten. Hepsinin üze-rinde Osmanlının tuğrası var hâlâ canlı!... Cami avlusunda akan kurnalar bile Türkiye’dekilerin aynısı. İnsanlar farklı mı? Hayır, hiç yabancılık çekmezsiniz çarşıda pazarda do-laşırken. Suriye halkı sanıldığı gibi içine kapanık, yabani değil, oldukça sıcak cana yakın insanlar. Kendine güvenen bir toplum, ürkek ve tik üzerinde değiller. Hırsızlık, kaptı-kaçtı yok denecek kadar az. Nemelazımcılık henüz buralara uğramamış. Gecelerinde insanlar sokaklara güvenle çıkabi-liyor, evinin bahçesinde gezer gibi.

Suriye’nin başkenti Şam, aynı zamanda Arap dünyası-nın en eski ve kalabalık şehirlerinden birisidir. Şam, Arapça “Dimeşk” ismiyle anılır. Daha doğrusu Şam ismini Türk-ler kullanmış üstelik oraya olan meftunluklarından dolayı Şam-ı Şerif diye anmışlardır. Osmanlı, “İlle de Şam ille de Şam” demiş. Büyük ihtimal Şam’da çok sayıda sahabe mezarının olması, Kerbela şehitlerinin burada bulunması da bu isimin verilmesinde etkili olmuştur. “Dimeşk”, ismi ise cinayet işlenen ilk yer anlamına gelmektedir. Kabil’in kardeşi Habil’i öldürmesi olayı Şam’ın hemen yanı başın-

Şam ismini Türkler kullanmış üstelik oraya olan meftun-luklarından dolayı Şam-ı Şerif diye anmışlardır. Os-manlı, “İlle de Şam ille de Şam” de-miş. Büyük ihtimal Şam’da çok sayıda sahabe mezarının olması,

MAHİR ADIBEŞ

12ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 13: 41. sayımız

daki dağın üzerinde olduğu için bu ismin verildiği rivayet edilmektedir. Burada Türklere olan ilgiyi gördükten sonra “Ne Şam’ın şekeri ne de Arap’ın yüzü” sözünü bizim söylemediğimize kanaat getir-dim.

Şam’a girdiğimizde sağ taraftaki dağların yük-sek yamacına kadar koyu tek renkli yerleşim yer-lerinin yayıldığını göreceksiniz. Buralarda her yıl bir iki defa çamur yağdığı için ya binaları bu renge boyamışlar ya da binalar çamurdan bu renge bu-lanmış. Bu dağların devamı güneybatı istikametin-de uzanıp giderken uzaklardan açık havada Golan Tepeleri’nin doğu uçları görülüyor; biz oradayken üzerleri karla kaplıydı. Kuzeyindeki dağların zirve-lerinde de yer yer kar vardı.

Şam-ı Şerif bir zamanlar Emeviler’in devlet merkezi olması itibarıyla sadece el yazma 400 bin-den fazla eseri barındıran Orta Doğu’nun en büyük kütüphanesi olan Esad Kütüphanesi’ne sahiptir. Nüfusu beş milyon civarında olan Şam’da görül-mesi gereken tarihî eserlerin arasında Emeviye Ca-misi ve Selahaddin-i Eyyubi’nin türbesi ilk sırayı alır. Kanuni Sultan Süleyman’ın Mimar Sinan’a yaptırdığı Süleymaniye Külliyesi, Hamidiye Kapa-lı Çarşısı ve Hicaz Demiryolu İstasyonu kentteki belli başlı Osmanlı eserleridir.

Zeyd ibn-i Sabit anlatıyor: “Biz bir gün Rasu-lullah (s.a.v.)’in yanındaydık. Rasulullah; ‘Şam’a ne mutlu!’ buyurdular. Ben ‘Bu mutluluk nedeni nereden geliyor ey Allah’ın Resulü?’ diye sordum. Buyurdular ki: ‘Çünkü Rahmanın melekleri onun üzerine kanatlarını geriyorlar.”

Suriye ve özellikle Şam şehri, tarih boyunca bir-çok medeniyete ev sahipliği yapmış, birçok önem-li olaylara sahne olmuş, bunun yanında da önemli şahsiyetleri toprakları üzerinde ağırlamıştır.

Müslümanlar tarafından “Mübarek Şehir” olarak kabul edilen Şam ve civarında peygamber-ler, birçok sahabe, İslam alimi ve evliya türbesi bulunmaktadır.

Dört mezhebe dört mihraplı Emeviye Camisi

Şehrin en büyük en eski ve görkemli camisidir. Yerinde çok eski tarihlerde Jüpiter tapınağı varmış, havra, sonra kilise olmuş, İslam fetihlerinden sonra mescide dönüşmüş. Hâlâ içinde arkalarda bir taraf-ta, vaftiz kuyusu orijinal yapısı ile duruyor. Şehir

Müslümanların eline geçtikten sonra kilisenin önce yarısı satın alınıp cami yapılmış, böylece uzun yıllar camiyle kilise yan yana faaliyet göstermiş. Şehirde Hristiyan kalmayıp, kilise cemaatsiz kalın-ca daha sonraları diğer yarısı da camiye katılmış. Sonraki yıllarda yapılan tadilatlarla genişletilerek bugünkü hâlini almış ve tamamı cami olarak kul-lanılmaya başlanmıştır. Müslümanlar tarafından kı-yamete yakın Hz.İsa’nın yeryüzüne ineceği rivayet edilen ‘Ak Minare’ bu camiye aittir. Camide ayrıca, Hz.Yahya Peygamberin kabri ile İmam-ı Hüseyin’in Kerbela’da kesilen ve Şam’a getirilen mübarek baş-larının defnedildiği ve ziyaret edildiği bölüm bu-lunmaktadır. Avluda bulunan, sekiz sütun üzerine yükselen hazine kubbesi, kamu hazinesini korumak amacıyla Abbasiler döneminde yapılmıştır. Cami-nin ilginç yönlerinden biri de, dört farklı mezhebi temsilen, Osmanlı mimarisiyle dört mezhep için dört tane mihrap yapılmış olmasıdır. Yakın zamana kadar dört mihrapta dört mezhepten imamlar durur-muş. Günümüzde imam yalnız Hanefi mezhebine ait mihrapta namaz kıldırıyor. Caminin çok fazla ziyaretçisi oluyor. Çok temiz ve bakımlı bir cami.

İnsanlar, “Hz. Hızır, burada namaz kılmış!” diye camideki Hızır Makam’ına önem veriyor. Aynı şe-kilde, Hud Aleyhisselam’ın makamına da ilgi var ama Hz. Hızır’ın makamı belli Hud Aleyhisselam’ın makamı tam olarak bilinmiyor…

Ünlü İslam âlimi İmam-ı Gazali meşhur eseri İhya-u Ulumid-din’i bu camide kaleme almıştır. Ay-rıca Bediüzzaman Said Nursi ünlü Şam Hutbesi’ni (Hutbe-i Şamiye) 1911 yılında bu camide irad et-

Emeviye Camisi’nin iç kısmı

13ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 14: 41. sayımız

miştir. Üstad otuz beş yaşında gittiği Şam’da yedi ay kalmış ve herkes tarafından tanınmıştır. Onun için konuşmasını böyle büyük cemaat merakla din-lemiştir. Said Nursi, sözlerine şöyle başlar: “Ey bu Cami-i Emeviye’de bu dersi dinleyen Arap kardeş-lerim!.. Ben haddimin üstünde, bu minbere ve bu makama sizi irşad etmek için çıkmadım. Çünkü size ders vermek haddimin fevkindedir. Belki, içinizde yüze yakın ulema bulunan böyle bir cemaate kar-şı benim durumum; medreseye giden bir çocuğun misâlidir ki o sabi çocuk, sabahleyin medreseye gi-dip, akşam da pederine gelerek dersini izah eder; tâ doğru ders almış mı, almamış mı? Babasının irşad ve tasvibini bekler.”

Emeviye Camisi’nin kapladığı yaklaşık on dö-nümlük alanda ayrıca Selahaddin Eyyubi Türbesi, Hz.Hüseyin’in kızı Seyide Rukiye Camisi, Türk Şehitliği ve turistik eşya satan birçok dükkân bu-lunmaktadır.

Daha önce hiç kimseye adı konulmayan peygamber

Mezarı, Emeviye Camisi’nin içindedir. Öldü-rüldükten sonra başı getirilip buraya defnedilmiştir. Caminin ortasında bulunan türbesinden ziyaretçile-ri eksik olmuyor. Kur’an’da adı geçen peygamber-lerden biri. Yüce Allah tarafından, Kur’an’da: “Ey Zekeriyya! Sana Yahya isminde bir oğlanı müjde-liyoruz. Bu adı daha önce kimseye vermemiştik” (Meryem, 19/7) ayeti ile haber verildiğine göre; Yahya, Zekeriya’nın oğlu idi. Hz. İsa’dan altı ay önce dünyaya gelmiştir. Dolayısıyla, Hz. Musa’nın şeraitiyle amel eden peygamberlerin sonuncusu-dur. Küçüklüğünden itibaren saygılı ve ibadet ehli olduğu Kur’an’da şöyle haber verilmiştir. “(O’na çocukluğunda): Ey Yahya! Kitabı kuvvetle tut! (de-dik). Henüz çocukken ona hikmeti verdik (Tevratı öğrettik). Tarafımızdan (ona) bir kalp yumuşaklığı ve (günahlardan) temizlik (verdik). O, çok mutta-ki idi. Anasına ve babasına itaatli idi. Serkeş ve asi değildi. Dünyaya getirildiği gün de, öleceği gün de, diri olarak (kabirden) kaldırılacağı gün de, ona se-lam olsun!” Hz. Yahya’da, babası Zekeriyya pey-gamber gibi milleti tarafından şehit edildi.

Olur mu hiç, peygamberin torunun başı kesilir mi!

Hz.Hüseyin; Sevgili peygamberimizin (s.a.v.)’in

küçük torunudur. Rasulullah, onu ve ağabeyisi Hasan’ı çok sever, zaman zaman onlarla oyun bile oynardı. Bazen namaz kılarken Hz.Hüseyin ve Hz.Hasan onun mübarek sırtına çıkar, o da torunla-rı düşmesin diye dikkat eder, secdeyi uzatırdı.

Her hareketiyle peygamberimize benzeyen Hz.Hüseyin, Hicretin altmış birinci senesinde Kü-feliler tarafından hilafet vazifesini yüklenmek üzere çağırıldı. Aile efradını yanına alarak Küfe’ye doğ-ru yola çıktı. Ancak Muaviye’nin yerine halife olan Yezit’in gönderdiği kuvvetli orduları tarafından Hz.Hüseyin, Kerbela’da sıkıştırılarak şehit edildi. Vefatı sırasında elli yedi yaşında bulunuyordu. Mü-barek başının bulunduğu makam şu anda Şam’daki Emeviye Camisi’nin yanındaki özel bölümde ziya-ret edilmektedir.

Seyide Zeynep, peygamber efendimizin torunu, Hz. Ali ve Hz. Fatma’nın kızları, İmam-ı Hasan ve Hüseyin’in kız kardeşidir. Kabri (diğer bir rivayete göre ise makamı) Şam’daki Seyide Zeynep Camisi içerisindedir. Hz.Zeynep, Kerbela vakasını bizzat yaşamış, bütün yakınlarının ölümünü izlemiş, çok cefalar çekmiş, yüksek manevi makamlara sahip hanımlar arasındadır.

Kardeşi Hüseyin şehit edilip başı kesilince Zeynep tarafından Şam’a getirilmiş. Şam’da Hz. Hüseyin’in başının kesildiği söylenince Şam halkı inanmamış. “Olur mu hiç, peygamberin torununun başı kesilir mi!” demişler. Bunun üzerine Emeviye Camisi’nin yanında bir yer yapıp başı üç gün orada gösterilmiş. Sonrada hemen yanına mezarını yap-mışlar. Hz. Hüseyin’le birlikte Şam’a on altı şehidin de başı getirilmiş. Onlar Kerbela Şehitliği’nde bir arada bulunmaktadırlar. Sonradan oraya da türbe yapılmış. Günümüzde ziyarete açık tutulmaktadır.

Sesiyle milleti sokağa döken müezzin

Hz. Peygamber’e ilk iman edenlerden biri ve sonradan ona müezzin olan sahabi. İslam tarihinde unutulmaz yeri olan Bilâl-î Habeşî, aslen Habeşis-tanlıdır. Bilâl, İslamın ilk tebliğ yıllarında Ümeyye b. Halef’in kölesiydi. İslamın ortaya çıktığı yıllarda birçok kimse soylarının yüksekliğine, şirk toplumu içindeki nüfuzlarına bakarak kavim ve kabile taas-subuna düşmüş, İslama cephe almış ve sapıklıkta kalmışlardı. Bilâl b. Rebah gibi kimseler de zayıf ve acizliklerine rağmen hak davete uyup şirkten

14ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 15: 41. sayımız

kurtulmuşlardı. İşte Bilâl b. Rebah İslam davetine ilk icabet edenlerden biriydi. Hz. Bilâl’in doğruluk ve ahlâkı, İslama bağlılığı bütün çağdaşları tarafın-dan aynı derecede takdir edilmekte ve övülmek-teydi. Artık o, siyahi bir köle değil, ashabın ileri gelenlerinden ve İslam devletinin yönetiminde söz sahibi olan müminlerden biriydi.

Peygamberimizin ölümünde ezan okurken “Eşhedü enla ilahe illallah” demiş, arkasından “Eşhedü enne Muhammeden resulullah” diye-meyerek düşüp bayıldığı söylenir. Sonradan Hz. Ebubekir’e imamlık yapar ama bunu kendi isteğiy-le içinden gelerek yapmaz. Gitmek isterse de İmam bırakmaz. Bir gün namaz sırasında mescitte bağırır. “Ya Ebubekir, sen beni Allah için mi alıp azat ettin yoksa kendin için mi? Eğer Allah için azat ettinse bırak gideyim, artık dayanamıyorum.” Belli ki pey-gamberimizin ölümünden sonra artık Medine’de kalmak istememiş Ebubekir’in isteği ile müezzinlik yapmıştır. Bu olaydan sonra oradan ayrılıp Şam’a gelmiştir. Peygamber efendimizi bir gün rüyasın-da görür. “Bilal, neden ziyaretimize gelmiyorsun?” demektedir, Resul. Bunun üzerine Medine’ye git-miştir. Burada Hz.Hasan ve Hüseyin’in ısrarına dayanamayarak Medine’de sabah ezanını okumuş-tur. O gür sesiyle o kadar içten okumuş ki okuduğu ezanla Resulullahın hasretiyle tutuşmuş olan bütün ahali sokağa dökülerek Resulullahın sağ olduğu günleri hatırlamış ve sanki Resulullah kalkmış ta Bilal’e ezan okutmuşçasına herkes hıçkırıklara bo-ğulmuştur.

Tekrar Şam’a dönen Bilal-ı Habeşi Hz.’leri, 642 yılında Şam’da vefat etmiş, Ehli Beyt Mezar-lığı olarak bilinen (Bab’üs Sağir) mezarlığa defne-dilmiştir. Şimdi bu mezarlıkta türbesinde istirahat etmektedir.

Edison’un “üstadım” dediği Müslüman bilgin

İsmi, Ebu Bekir Muhammed bin Ali olup, ‘İbn-i Arabi’ ve ‘Şeyh-i Ekber’ lakaplarıyla meşhur ol-muştur. Dini ihya eden manasında Muhyiddin is-mini de almıştır. Ünlü mutasavvıf, 1165 yılında Endülüs’teki Mürsiyye kasabasında doğmuştur.

Mükemmel bir din ve fen ilimleri tahsili yapan Muhyiddin-i Arabi, kendisinden yüzlerce sene son-ra ortaya çıkacak olan telgrafın çalışma tekniğini bildirmiştir. Yüzyıllar sonra Edison’u dahi “üs-

tadım” demek mecburiyetinde bırakmıştır. Fatih Sultan Mehmed Han’ın İstanbul’u fethedeceğini ve Yavuz Sultan Selim Han’ın Şam’a geleceğini keşif yoluyla haber vermiştir.

“Şeceret-ün-Numaniyye fi Devlet-il-Osmaniyye” isimli eserinde; “Sin Şın’a gelin-ce, Muhyiddin’in kabri ortaya çıkar” buyurdu. Muhyiddin-i Arabi Hz.’leri Şam’da, kalbi para sevgisiyle dolu bir grup kimseye; “Sizin taptığı-nız, benim ayağımın altındadır.” dedi. Orada bulu-nanlar bu sözü anlayamadılar ve öldürdüler. Halk onu Şam’da bir yere defnetti ve büyüklüğünü an-layamadıkları için de kabrinin üzerine çöp döktü-ler. İki yüz yetmiş altı yıl sonra Osmanlı Sultanı Yavuz Sultan Selim Şam’a girdiğinde “Sin Şın’a girince benim kabrim ortaya çıkar” sözünün ne de-mek olduğun anladı ve araştırarak Muhiddin’i Ara-bi Hz.’lerinin kabrini buldu. Çöpleri temizleterek, kabrin üzerine güzel bir türbe, yanına cami ve ima-ret yaptırdı. Ayrıca Şeyh Muhiddin’in vefatından önce ayağını yere vurarak; “Sizin taptığınız benim ayağımın altındadır” buyurduğu yeri tespit ettirip orayı kazdırdı. Orada küp içinde altın çıktığı görül-dü. Bundan “Siz, Allah’ü Teala’ya değil de, paraya ve altına tapıyorsunuz.” demeyi kastettiği anlaşıldı. Denir ki Osmanlıyı zengin eden hazine budur. Hani o sultan demişti ya; “Ben hazineyi altınla doldur-dum, benden sonra gelenler bakırla doldursun bu imparatorluk yine zengindir.” Türbesini yaptırdığı yerin yanına camiyi de yaptırmış. Türbenin girişine koyduğu Osmanlı arması her girenin gözüne takılı-yor; Osmanlı buralarda var…

Bilal­i Habeşi’nin türbesi

15ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 16: 41. sayımız

Hamidiye Çarşısı1863 yılında Osmanlı padişahlarından Sultan

Abdülhamid Han tarafından yaptırılmıştır. Yapı olarak İstanbul’daki kapalı çarşıyı andıran Hamidi-ye Çarşısı yerli ve yabancıların en çok rağbet ettik-leri mekânlardan biridir. Genel olarak ipek kumaş, kadın giysileri, çeyizlik ve turistik eşyaların satıl-makta olduğu çarşı yaklaşık bir kilometre uzunlu-ğundadır. Sonunda bütün heybetiyle Emeviye Ca-misi girişi karşınıza çıkıyor.

Hicaz Tren İstasyonuBugün bile hayata geçirilmek için çaba sarf edi-

len Hicaz Demiryolu Projesini ilk olarak Osmanlı Padişahı Abdülhamid ortaya attı. Hicaz Demiryolu yapımına ise 1 Eylül 1900’de başlandı. Bu proje bir bakıma Bağdat Demiryolu hattının devamıydı. İki demiryolu birleşince İstanbul, Şam üzerinden Mekke ve Medine’ye bağlanacaktı. Proje, Hicaz ve Yemen’de Osmanlıyı güçlendirecek, Mısır’da Osmanlı nüfuzunu artıracak, askerleri bölgeye em-niyet içinde sevk etmek mümkün olacaktı. Hattın işçileri 7.500 civarındaki Osmanlı askerleriydi. De-miryolunda çalışan askerler bir yıl erken terhis edi-liyordu. Güzergâhta ray döşemenin yanında köp-rüler, istasyonlar, hastaneler ve telgraf merkezleri yapılmıştır. Şam’ın tam ortasında bulunan istasyon binası şu günlerde müze ama iki devlet arasında yapılan anlaşmayla bu demir yolu açılıp burası da yeniden aktif hâle geçeceği söyleniyor.

Suriyeli tacirlerin sahiplendiği sultan

Osmanlı mimarisinin güzel örneklerinden biri olan Süleymaniye Külliyesi, 1554 yılında Kanuni Sultan Süleyman tarafından Mimar Sinan’a yap-tırılmıştır. Külliye’ye 1566 yılında Süleymaniye Medresesi eklenmiştir. Son derece yalın ve abar-tısız bir iç mimariye sahip olan ve Mimar Sinan’ın “Kalfalık eserlerimden biridir” dediği külliye özellikle Türk ve diğer yabancı turistlerin uğrak mekânlarından birisidir. Avluda şu anda bir Askeri Müze bulunmasının yanı sıra külliye kısmında da turistik eşyalar satan bir kaç dükkânı mevcuttur.

Ayrıca Külliye içerisinde, 1926 yılında İtalya’nın San Romeo kentinde vefat eden son Osmanlı Padi-şahı Sultan Vahdettin’in mezarı da yer almaktadır. Son dönem Osmanlı padişahlarının torunlarından

bazılarının mezarlarının da içerisinde bulunduğu bu küçük mezarlık, sadece Türk ziyaretçilere özel olarak açılmaktadır. Mezarlığın bakım ve tadilat masrafları ise Türkiye tarafından karşılanmaktadır ama görülen o ki buraya şu ana kadar bir masraf yapılmamış. Buradaki köklerimiz bakımsız ve atıl kalmış.

Sultan Vahdettin, İtalya’da ölünce Türkiye’ye mektup yazıp Sultanın borçlarının ödenerek cena-zenin alınması istenirse de bu konuyla hiç ilgilenil-mez ve cevap da verilmez. Bunu Şam tacirleri du-yarlar. Aralarında para toplayıp Sultan Vahdettin’in İtalya’ya olan borcunu ödeyip cenazesini Şam’a getirerek Süleymaniye Camisinin bahçesine def-nederler. Koca Osmanlı İmparatorluğunun son padişahı Vahdettin sade bir mezarda istirahatına çekilmiş. Doğrusu, görünce gözlerim yaşardı. Gur-bette ölüm ne zormuş!... Hele yalnız ve kimsesiz olunca… Az Türkçe bilen gönüllü orta yaşlı bir adam ona türbedarlık yapmaktadır. Gel de sen şim-di Şam’ı sevme.

Cami ve külliye şu an bakımsız durumda hat-ta kubbe çökmek üzereyken Suriye Hükümeti de-mir iskele kurarak çökmesini engellemiş. 1993’te gittiğimde de aynı durumdaydı. Buraların bakımı ve tamiratı için 2007 yılında iki devletin anlaşma yaptıkları söyleniyor. Masrafları Türkiye karşılaya-cakmış ama şu ana kadar bir girişim yok. Biz me-zarların yanından ayrılınca türbedar demir kapıyı yeniden kapattı. Sultan kilitli, demir kapılar arka-sında yine yalnız kaldı… ■

Sultan Vahdettin’in mezarı.

16ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 17: 41. sayımız

Rüviyeti Baba

NECATİ KANTER

O bir divanedir. Divanelerin bir başka yönü de ibnü’l­vakt oluşlarıdır. Onlar için gelecek ve geçmiş yoktur. Anı yaşarlar. Yaratıcı ile bir ve beraberdirler.

Aralarında rint olanları da vardır.

Arada bir anasına uğrar, sonra sokaklara atardı kendini. Şair ruhluydu. Bir Bektaşi dedesi olan

ya da öyle bilinip öyle tanınan Rüviyeti Baba, ak sakalı ve ilerlemiş yaşına rağmen sinemada, tiyatroda vesair eğlence yelerinden çıkmazdı. Kılık kıyafeti, sözü soh-beti ve davranışı ile sıradışı bir insandı. Konuşurken, gözler onda, kulaklar ondaydı. Daha çok felsefeden, ta-savvuftan, ilahî ve mecazi aşktan bahsederdi. Hele hele Bektaşi nüktelerine ve nefeslerine hiç diyecek yoktu. Şarkılar, türküler, şiirler okurken, yanındakilerin çene-leri kısılır, dilleri tutulur, hayran hayran onu dinlerken ağızlar bir karış açıkta kalırdı. Genellikle şehrin hatırı sayılır ekâbirleri ile gezer, çoğu kez de ölçüyü kaçıran latifelerine katlanmak zorunda kalırlardı yol arkadaşla-rı. Eski, fakat daima ütülü siyah takım elbise ve beyaz gömlekle dolaşırdı. Göğsüne kadar uzayan sakalı, en-sesinden dökülen yağlı saçları, bakır rengindeki çehre-si, şahin bakışı ve çatma kaşları, hele yakasına taktığı kırmızı gül, ona ayrı bir hava verirdi. Havanın yağışlı günlerinde ya da kış mevsiminde başında leon şapka-sı, siyah eldiveni ve baston saplı şemsiyesi ile çıkardı sokağa. Duru Türkçesi, ses tonunun mükemmelliği ve diksiyonunun güzelliği ile dikkatleri üzerine çekmesini bilen, tuhaf görünümlü entelektüel bir insandı.

Geçen gün fazlaca tutup kafayı / Hülyalar dolu bir sevdaya düştüm

Vaktiyle buyurmuş ehl­i keramet Meyhane erleri bulur selamet

Başıboş gezenler çeker nedametOnünçün ben de bu deryaya düştümO. R. M.

17ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 18: 41. sayımız

Hele son kadehte buldum şifayı / Sevdalar dolu bir hülyaya düştüm

Akla yol vererek aldım cünunu / Bir yudum ne­şeye sattım fünunu

Sırtımdan atarak batıl zünunu / Yükseldim huzur­ı Mevlaya düştüm

Kalendermeşrep bir kişiliğe sahipti.Ayık gezmezdi. Özellikle de sarhoşluğunu kastederek, davranış-

larındaki aşırılığı ve İslami kurallara uymadığını, şer’i sınırları zorladığını söyleyenlere:

“Benim bu hareketim ve riyasız davranışlarım, kalbimin temizliğinin verdiği sarhoşluktur.” der, ardından da okurdu:

Mey gibi her bir haramın sekri olsaydı eğerOl zaman malum olurdu mest kim huşyar kim Gerek gördüğü zamanlar da bu dizeleri açıklar-

dı.(Haramlar içinde insanı sarhoş eden sadece içki-

dir. Eğer her günahın içki gibi mestliği söz konusu olsaydı, kimin sarhoş kimin ayık olduğu o zaman belli olurdu.)

Zühd’ün riya ve aldatmaca olduğunu söyler ve her fırsatta zahit geçinenleri yererdi. Rind, rindlik, harabat, harabati, mey, meyhane, sarhoş gibi söz-cükleri çokça kullanırdı. İçinde bu sözcüklerin geç-tiği şiirler söyler, rindliği ve kalenderiliği övmek-ten tuhaf bir keyif alırdı. Elbette Divan şiirinde bu kelimelerin tasavvufi anlamlar taşıdığı bilinir. An-cak Ruviyeti Babanın yaşamı bu kelimelerin zahir anlamı ile motamot aynıydı. O gerçekten rind’di, sarhoştu ve hatta tam bir ayyaştı. Özel toplantılarda bazen şiirler okur, kendinden geçerdi.

Yardan mahçur iken düştük diyar­ı gurbeteDehr gösterdi yine hicran hicran üstüne

Gözlerini kısar, romantik havalara girer, hüzün-lü bir ses tonu ile ağır ağır mırıldanırdı:

Sevgiliden ayrı kalmıştık, bir de gurbete düştük. Felek bize hicran üstüne hicran gösterdi, der sonra da devam ederdi Rasih’in meşhur şiirini okumaya.

Hem mey içmez hem güzel sevmez demişler

Eylemişler Rasih bühtan bühtan üstüne Benim için hem içki içmez, hem güzel sevmez

demişler. Vallahi de billahi de halt etmişler!... Üs-telik de ifira üstüne iftira etmişler, der, ardından gevrek bir kahkaha atardı. Hüzünlü şarkılar da söy-lerdi. Bazen de bu hüzünlü havayı dağıtmak için arkadaşlarına anlattığı fıkralarla neşeye boğardı onları.

Zaten Rüviyeti Baba bir kere sözü eline geçirdi miydi kolay kolay kimseye teslim etmezdi.

Harput’un ünlü şairlerinin şiirlerini de okurdu. Özellikle de Nüzhet Dedenin Sarhoş redifli şiirini dilinden düşürmezdi.

İzhar eden ol cür’a idi kenz­i hafayı Olsa nola, suğrası da kübrası da sarhoş

Kadıları, vaizleri müftüleri hayranSeccadevü, tesbihi de fetvası da sarhoş

Dünya edebiyatının gözbebeği olan Fars şairi Ömer Hayyam’dan rubailer okurken ağır ağır aya-ğa kalkar, elindeki kadehe diker gözlerini, sarhoş-luğun da verdiği çakır keyif bir eda ile kendinden geçerdi.

Hayyam sarhoşsun keyfine bakBir güzelle berabersin keyfine bakSay ki yoksun varmış gibi keyfine bak Hele bir de kafalar iyice cilalandı mıydı değme

keyfine!.. İşte o zaman Rüviyeti Baba en güzel, en neşeli türküleri okurdu. Hüzünlenince de ağlatma-sını bilen yine oydu…

Bazen dağıtırdı kendini!Gecenin birinde bir meyhane çıkışı, yalpa vura

vura evine doğru giderken iyice sıkışır. Ay bulut-ta… Ortalık zifiri karanlık… Ayağı bir taşa takılır. Sendeler, düşer. Elini kulağına atıp, “Makber”den birkaç mısra okur, sora ağır ağır kalkar. Bir duvar dibine abdest bozmak için yanaşır, ancak dakika-larca uğraşır, uçkurunu bağlamayı bir türlü becere-mez. Bekçi bağırır:

“Yine meyhaneden değil mi? Kart ihtiyar!..”

“Meyhaneye vardık ki saadet var içinde

18ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 19: 41. sayımız

Hazz ü heves ü sevk ü şetaret var içinde” “Yaşından başından da mı utanmıyorsun?!..

Hadi, bağla uçkurunu da çek git buradan!”Pişkin pişkin sırıtır, ardından da bağlaması için

bekçiye ricada bulunmaz mı? İşte o zaman bir kı-yamettir kopar! Aralarında çıkan kavganın sonu da karakolda biter.

Sabaha karşı namaza giden yaşlı bir adamın hayretle kendisine baktığını görünce:

“Sen Allahın evine, ben de kendi evime gidiyo-rum Sofi!.. bunda şaşılacak ne var ki?”

“Sabah sabah karakoldan çıktığını gördüm de!..”

“Doğru görmüşsün.”“Hayrola bi vukuat mı var?”“Var yaa!.. Uçkuru elden bırakanın sonu vuku-

attır, gideceği yer de karakoldur.”

Şedele Fehmi Efendinin her zaman fahri davet-lisidir Rüviyeti Baba. Bir gün havuz başında yapı-lan sazlı sözlü bir eğlence dönüşü, çok içtiğinden içi kavrulur.. Çeşmenin başına geçip daha önce so-ğutmak için koyduğu şişesinden birini içi su dolu zannı ile bir defada kafasına diker, sonra rakı oldu-ğunun fark etmesine rağmen şişenin dibini bulur.

Artık zil zurnadır! Sallana sallana evinin yolunu tutmuşken ağaç-

ların arasında bir bataklığa saplanır kalır. Hırıltılar-la inlerken bir yandan ağız dolusu küfürler savurur, bir yandan da şiirler okur, şarkılar türküler söyler. Umurunda bile değildir bataklığa saplanması!.. Kısa bir süre sonra da sızar. Oradan geçen bir grup insan Rüviyeti Babayı fark edip bataklıktan çıkarır. Ancak o yarı baygındır. Yüzüne bir kova su boca ederler, o an gözlerinin araladığını görenler sorar:

“Baba!.. n’oldu, bu ne hâl?!..” Başını kaldırır, ciddi bir tavır takınır:

Ben şehid­i badeyem dostlar demim yâd eyle­yin

Türbemi meyhane enkazı ile bünyad eyleyin”

Gaslolunmaz ma ile gerçi şehidanı vegaYıkayın meyle beni, bir mezhep icat eyleyin.

Rıfat Dedenin temennisini Harput’ta söylenenin dışına taşırarak sarhoşluğunun da etkisiyle kendine

özgü makamı ile okur.

Müşip isimli mukallit; mukallit olduğu kadar da haşarı mı haşarı, muzip mi muzip bir arkadaşı vardı Rüviyeti Babanın. Çakıcızade Mehmet Efendinin oğludur.

Ehlikeyiftir. Saf, tertemiz, iyi niyetli, ciddi, çevresinde ağır-

başlı olarak tanınan bir anası vardır Müşip’in. Gül-lü Ana…

Bir gün kadıncağız baş ağrısından şikâyet eder, oğlundan ilaç getirmesini ister. Müşip de, peki ana der, zulasından çıkardığı şişesine bir kadeh rakı ko-yarak ilaç diye verir.

“Ana!.. Avrupa’dan yeni gelmiş bu ilaç.. Hani senin başın olur olmaz zamanlarda ağrır ya… dün eczanede otururken sen aklıma geldin, ben de pa-halı ucuz demeden aldım. Biraz acıdır; bir defada içersen on dakika bile geçmeden hiç bişeyciğin kalmaz!..”

Oğluna dua eder:“Acı olsun gadan alam.. biz ne acılar gördük!

Rahmetlinin bana çektirdiğini it çektirmedi. Ondan da acı olamaz ya!..”

Şişeyi diker kafasına, soluk bile almadan dibini bulur!

Suratını buruştururken seslenir:“Hele gadan canıma bi üsgüre soğuk su ver.. na-

sıl da cigerim yani…” Deli oğlan suyu uzatırken kıs kıs güler!.. “Ya.. sana demedim mi acı?”“Olsun oğul, biber de acı ama…”!.. Güllü Ana mutfağa girer, başındaki ak tülbenti

omuzları üzerine atar, teşti yere indirir, yanı başına bir leğen un, bir de elek alır, başlar elemeğe.

Bir de türkü tutturmaz mı?

İndim yârin bahçesine gül açılmış gül güleYanakları al al olmuş haber verin bülbüleBen seni sevdim seveli düştüm dilden dile

Allah Allaaah!.. Keyfi yerindedir yaşlı kadının.Müşip, mutfağın aralı kapısından girince ne

görsün? Her tarafa savrulan unlarla mutfak bem-beyaz... anası ayağa kalkmış bir yandan eliyor, bir yandan göbek atıp söylüyor!..

19ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 20: 41. sayımız

Yürü yürü yavaş yürü cahilim aklım giderVallahi dost hilafım yok yüreğim yanmış tüter

Uzun uzun bakar, kendi kendine mırıldanır Mü-şip.

“Hem de ne yanmış!..”“Ana, etrafa saçıyorsun!.. Teştin içine niye ele-

miyorsun unu?”“Oğul oğul…"der yaşlı kadın "her yer teşt!”. Müşip’in önce yüzü genişler, yavaş yavaş maka-

rayı koyuverir, ardından da ellerini birbirine çarpıp basar kahkahayı… Kasıklarını tutar, gözlerinden yaş gelinceye değin güler.

Anası seslenir:“Müşip, gadan alam daha yok mu gâvurun bu

ilacından?”!.. O günden sonra “darbımesel” olan bu sözü en

çok da Rüviyeti Baba kullanır.“Ya hu!.. Baba!.. İbadet de kabahat da gizlidir

derler, sen şişe elinde, olur olmaz yerde dolaşmaya başladın. İçilecek yer var, içilmeyecek yer var!..”

Gülerek karşılık verir.

Kirpinin takdirleriyle dopdoluIrayıp hünerle otuz dokuzuRengin, “aln’ak – yüz temiz” KülliyemizKırk dedi, Âbidemiz Külliyemiz…

ORHAN KOLOĞLU

KIRK DEDİK TARİH DÜŞÜRDÜK

“Bizim Müşip’in anası ne demiş? ”Orada bulunanlar, bir ağızdan:“Oğul oğul, her yer teşt.” !..Rüviyeti Babanın ölümünden bir gün sonra Tu-

ran gazetesinin üçüncü sayfasında kısa bir baş sağ-lığı yazısının altında Osman Remzi Memişoğlu'nun imzası ile sunulan bir mersiyeyi okur Elazığ halkı.

Dervişlik postunu verip mezade /Ahiret derdin­

den oldum azade Dergâha düşürüp bir melekzade / Meyve­i lütfu­

nu yağmağa düştüm Vaktiyle buyurmuş ehl­i keramet / Meyhane er­

leri bulur selametBaşıboş gezenler çeker nedamet / Onunçün ben

de bu deryaya düştüm

Çekerek içimden bir ya sabura /İmdada yetişti “Ent­el­gafur”a

Atladım sıratı “Nasran nasura”/ Destursuz cennet­i ulaya düştüm■

20ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 21: 41. sayımız

şeyhim yolcular pervanesinisır çözülür gölge yanar ay üşür hatıralar kan güller kırmızı

muhacir sevdalar mukim ağrılargam makamında hicran şarkılarzaman emanet bize çilehanede

adın rüyadır uzak yetilmezaynalar sarhoş dervişler miskin beyhude küldür ateşte canan

yağmur ölür gözlerinde çaresizşehrayin kararsız ritimler aksak aşkta bahtına yenik mehlika

melal sızar saçlarına inceden nadan sevgili mahir ayrılıkhatıralar kan güller kırmızı

AKSİ ŞİİR*

KALENDER YILDIZ

*Bizim Külliye'den not: şiir sağdan sola da okunabilir.

21ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 22: 41. sayımız

Elma kabuğu, saç, kemikElma sulu, saç kızıl, kemik horozunduÇakı ağaç saplı, tarak gümüştü.(Maharetim kâfi olsaydı çakının ve tarağın resmini çizerdim)

(öncesine dönelim)

Hava sıcak, ağaç altı serinken,Elma soyuldu.Kuşluk vakti dere kenarındaSaç ıslandı.Karşı köyün avcıları uğradı:Horoz kesildi.

(tahmin edelim)

Ağacı diken… beyliğindendi.Çakı yumurtayla alındı.Tarak usta işiydi (kıymet bilene hediye).O sabah horozun son güneşiydi.

13.YÜZYILDA GÜNDELİK HAYAT

(çöplerden başlayalım)

SEVAL KOÇOĞLU

22ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 23: 41. sayımız

Dil kendilik olgularını barındıran yuva ve şairin tek barınağıdır. Şair, yurt olarak dilin dünyasını

tercih etmiştir. Kuşun ağaçla gökyüzünün arasını dol-durma çabası, şair de dille gökyüzünün o arasını dol-durma gayretine dönüşür. Her iki varlığın eyleminde de varlığı aşma hazzı ve tehlikelerden beri kalma anlayışı vardır. Kuşun kavgası kör doğayladır. Barınma içgüdüsü yüksekten yana tavır alır. Şairin kavgası ise genel dilin kör doğasıyladır. Çünkü genel dil, doğası gereği yutucu-dur. Konuşulan her şeyi dilin mutlak karanlığına doğru sürükler. Genel dil, kaosu besleyen karanlık nehirdir. Benzerlik ilişkileri, kullanılan dili itici, anlamsız ve bi-teviye bir hâle düşürür. Bir bakıma dolup boşalan bir kap konumuna sokar.

Şair, dili kendisinin yapmalıdır. Çünkü dil, şaire rağ-men vardır. Şairin dışındaki bu dil, şairden önce ve sonra da var olacaktır. Bu dil, şiirin dışındadır. Şiir, kendi di-lini kendisi üretir. Ve her özgün şiirin kendisine ait özel bir dili vardır. Bir bakıma her şiir kendi dilini yapar. Bu dil dinamik, diyalektik, üretici ve uzuvlaşmış bir özelli-ğe sahiptir. Şiir, genel dilin dışındadır.

Şair, her şiirinde yeni bir dille karşımıza çıkar. Bu dil, her okuma edimiyle birlikte anlam üreten bir dildir. Kısacası her şiir yeni bir üretim biçimi ve yeni bir dil demektir. Özgün bir şiir, dilin doğasına ters düşer. Genel dili ısırarak ve onu yadsıyarak kişiliğini kurar. Çünkü o

TARIK ÖZCAN

Şuurun, dinamik suskunluğu; ruhun, diyalektik kıpırtısıyla birleşerek dil cevherini beyaz sayfanın sonsuzluğunda mutlak bir parıltıya dönüştürür. Bu içkin parıltı, insan ruhunda yankısını bulur. Bunun için şiir, dilin kendisini bulma sürecindeki yankısıdır.

23ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 24: 41. sayımız

genel dilin doğasına karşı alınmış ve seçilmiş bir tavırdır. Bilinçli bir karşı görüdür. Tıpkı şeytanın insanın doğasına ters düşmesi ya da insan doğasını kışkırtması/ aldatması gibi şiir dili de genel dile ters düşerek, onu aldatarak kendi var oluşunu çizer. Bir bakıma genel dili aldatarak, onu sınayarak, ısırarak ve onun canını yakarak kendi var oluş serüvenini gerçekleştirir.

Modern şiir, yeni görüntüler yaratan üretici bir şiirdir. Bu görevini geleneksel dilin yasalarını kır-makla başarılı bir biçimde yerine getirir. Bu kırma işi yeni bir anlam ve yeni bir görüntü yaratmak için şairin denediği bilinçli bir edimdir. Yapıyı teme-linden sarsan ve bozan bu eylem, yeni bir yaratma eylemidir ve şiirin yorgun düşen klasik normlarına karşı alınmış bir tavırdır. Şairin bu tavrı, bilinçli bir eylemdir. Aynı zamanda eski şiir ağacına karşı atıl-mış bir taştır. Atılan taş, onun doğasını sarsacak ve içten yeni bir dil yaratıcı ayaklanmayı başlatacak-tır. Bunun için modern şiir, geleneksel şiire karşı bir başkaldırıdır ve yapı bozucudur. Onun formülü şu iki kelimeyle izah edilebilir: Yıkmak ve yap-mak. Çağın ihtiyaçlarına cevap veremeyecek kadar yorgun düşen ve bitevileşen biçimleri yıkarak/gün-demden kaldırarak günümüz insanın ihtiyaçlarına cevap verecek yeni türleri ve biçimleri yaratır. Or-han Veli’nin ifadesiyle; “yeni zevke yeni vasıtalar-la” ulaşır.

Tüketim, şiirin doğasına aykırıdır. Modern şii-rin en büyük özelliği üretici olmasıdır. Onun işlevi yeni diller, yeni görüntüler üreterek sürekli gün-demde kalmaktır. Bunun için değişmemekte ısrar eden genel dile yaslanamaz. Modern şiirin dili ço-ğul okumalara müsaittir. Modern şiirin okuyucusu nispetinde bir iç ka(y)naması vardır. O, nehrin ana kaynağıdır. Kendi ruhumuzun dinmek bilmeyen sürekli kımıldanışı ve ürpertisidir. Özünde sürekli bir ka(y)nayış ve kımıldanma vardır. Tanpınar’ca bir uzuvlaşmadır o. Aradığını bulan okuyucunun ruh ürpertisidir şiir.

Ruhun tek bir hâli şiir olamaz. Şiir, genel dile olduğu gibi alışılmış insan tabiatına da aykırıdır. Bunun için şiir uysal değildir. Şiir, aykırıdır. Bu aykırılık, ruhun sonsuzluk iştiyakını tatmin edecek kadar zengin bir kıpırtıdır. Şiir, var oldukça dil ve anlam üretecektir. Onun doğası, tekdüzeleşmeye karşıdır. Onun anlam ve dil üretmesi sorgulana-maz. Bu, onun varlığının ve mahiyetinin bir ne-

ticesidir. Var olmak istiyorsa üretici olmak mec-buriyetindedir. Şiir, değişerek gelişir ve gelişerek değişir. Özünde dilin bu diyalektik kıpırtısını bula-mayan hiçbir şair, kara zamanın karşısında tutunma şansına sahip değildir.

Şiir, mutlak bir suskunluğu kabul etmez. Tanpınar’ın ifadesiyle “Şiir, dinamik bir suskun-luktur ve tıpkı bir yılan gibi salt kendi yalnızlığına çöreklenen rûhun mutlak parıltısıdır.” Bu yalnızlık biraz sonra kendi iç dinamiklerini harekete geçire-rek ejder kesilecektir. Şuurun, dinamik suskunluğu; ruhun, diyalektik kıpırtısıyla birleşerek dil cevheri-ni beyaz sayfanın sonsuzluğunda mutlak bir parıltı-ya dönüştürür. Bu içkin parıltı, insan ruhunda yan-kısını bulur. Bunun için şiir, dilin kendisini bulma sürecindeki yankısıdır.

Şair, dilden koparmak istediklerinin azamisini koparır. Şiir, dilin kendi iç üretkenliğinin sonsuz sayıda çeşitlendiği bir üretim biçimidir. Bir bakıma dil sonsuz sayıda bileşimleri girerek bu doğurgan-lığını gerçekleştirir. Dilin rahmi şairin bilincidir. Parıltı hâlindeki bilinç, kendi yankısını buluncaya kadar arayışını sürdürür. Yankısını bulan ses, tamlı-ğını kazanmış ve dilden dilediğini koparmıştır. An-cak bu kopuş dilin bütün sınırlarını ve imkânlarını zorlayan bir kopuştur. Buradaki zorlama tabiri aza-mi kelimesine eş değer olarak düşünülmelidir. Aksi takdirde öz şiirde olması gereken rahat söyleme il-kesine ters düşmüş oluruz.

Şiirin doğası, dilin doğasına aykırıdır. Çünkü dil, yasa koyucu ve usçudur. Bir bakıma da buyur-gandır. Şiirse genel dilin bu yasa koyucu tavrına karşı bir ayaklanmadır. Bu karşı koyuşuyla kendi-sini var etmiştir. Hatta bir önceki kendi geleneğini kırarak ve hep yeni kalarak serüvenini sürdürür. Şiir, kendi var oluşunu genel dilin ve bir önceki şiir anlayışının yasalarını bozarak gerçekleştirir. Bu eylem, yeni bir dil bulmak adınadır.

Şiir, şiirden önce dilin dünyasında yoktur. Ken-disine özgü özellikleriyle bir defaya mahsus yazı-lır ve tamamlanır. Bunun için her şiirin kendisine özgü bir dili vardır ve her şiir tamamlanmış yeni bir dildir. Şiirin dili genel dilin içinde değil, üstünde-dir. Valery’nin ifadesiyle şiir, bir üst dildir. Bu üs-tünlük mevkiden daha çok dili kullanma biçiminde yatmaktadır. Bu sebeple şiir diline ait çözümleme-lerimizi genel dilin içerisinde aramak yerine; şiirin kendi dil örgüsünde aramalıyız.■

24ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 25: 41. sayımız

Genellikle daha başarılı öğrencilerinin de-vam ettiği ülkemiz okullarının Türkçeden

başka dillerle öğretimini sürdürmesi, muhalif gö-rüşlere rağmen, artarak devam etmektedir. Yabancı dille eğitim ilköğretime kadar indirilmiştir. Üniver-sitelerimizin eğilimi ise, palazlanınca taksit taksit yabancı dille öğretilen derslerin miktarını artırarak tamamen Türkçe dışında bir dille, daha doğru bir ifadeyle -birkaç istisnası hariç- İngilizce öğretime geçmek şeklindedir.

Yabancı dilde eğitim-öğretim taraftarlarının ge-rekçesi şöyle özetlenebilir:

Türkçe ile bilim yapmak mümkün değildir, çün-kü ne yeteri kadar Türkçe yayın ne de bilim faa-liyetlerinde kullanılacak kadar terim vardır. Oysa çağdaş medeniyet seviyesine ulaşmak için bilimde ilerlememiz gerekir. Bugün geçerli ortak bilim dili İngilizcedir. Bu söylenenler kısmen doğrudur. Ama yanlışı, doğrusundan fazladır. Bunları biraz açarsak gerçekler daha yakından görülebilir.

Türkçe yayın miktarı azdır. Bilhassa ileri tekno-loji konusundaki yayınlar ve temel eserler olmak üzere birçok bilim dalında, hatta her dalda, Türkçe yazılmış eserler bulunmamaktadır. Bazı temel eser-ler Türkçeye çevrilmiş olsa da tamamen tercüme kokmaktadır. Son yıllarda Türkçesi daha düzgün tercümeler bulunmakla beraber terimlere genellikle

AHMET ULUDAĞ

dokunulmadığı görülmektedir. Türkçe makalenin az olmasının başındaki sebep, yanlış yükselme po-litikalarıdır. Mesela, doçent olabilmek için gerekli şartların başında, yani doçentliğe müracaatın ön şartı, bilim dallarına göre değişiklik göstermekle beraber, belli sayıda makalesinin beynelmilel tara-ma kuruluşunun (ICI) listesinde bulunan dergilerde ve/veya yabancı dergilerde yayınlanmış olmasıdır. Peki, ICI listelerinde bizim dergimiz yok mu, insan-lar onlarda yayınlasın denilebilir. Bu listelerde de Türkiye kaynaklı bilim dergileri vardır ama bu der-gilerimizin de dili İngilizcedir. Kısaca bilim alanın-da temayüz edebilmek için İngilizce (veya başak bir yabancı dil) yazmak mecburiyeti vardır. Bu da bilim adamlarımızın Türkçeyi terk ederek ağırlıklı olarak İngilizce bilim makalesi yazmasına sebep olmak-tadır. Bu şartlar yeterince yabancı lisan bilmeyen öğrencilerimizin eldeki ile yetinmesi sonucunu do-ğurmaktadır ki, bilim ve teknoloji alanında gelişme-mizin önündeki önemli engellerin başında gelmek-tedir. Türkçe yazılmayınca Türkçenin tabii bir şekil-de gelişmesi ve bugünün bilim ve sanat anlayışını ifade edebilecek seviyeye gelmesi de engellenmiş olmaktadır. Tercümeler ise tabii akışla gelişmemiş Türkçenin yetersiz kalmasından dolayı sindirilme-miş bir çabanın sonucu gibi görünmektedir.

Çağdaş medeniyeti yakalamak için bilimde iler-

25ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 26: 41. sayımız

leme temel şarttır. Sanki başkaları, yani yabancı dilde öğretime karşı çıkanlar, istemiyormuş gibi bir havayla dile getirilen bu fikir üzerinde yoruma ge-rek olmadığı kanaatindeyim.

Bazı terimlerinin Türkçesinin olmadığı da doğ-rudur ama ilânihaye bunun böyle devam edeceği de söylenemez. Terim yapmanın yol ve yöntemi bilin-mektedir. Bazen Türk Dil Kurumu veya başka ku-ruluşların çabasıyla suni olarak terimler üretildiğini görmekteyiz. Bu tür terim yapma yöntemi kullanı-labilir terimler yerine dayatılan terimlerin doğması-na sebep olmaktadır ve bu tip terimler yerine bozul-muş İngilizcesinin kullanılması devam etmektedir. Bu yollarla yapılan terimlerin bir kısmı ise zaten İn-gilizcesinin bozulmuş bir şekilde yazılmasından ya da terimin bire bir tercümesinden ibarettir. Oysa bi-limde Türkçe kullanılsa, her şuurlu bilim adamı da, kendi dalında yeri geldiğinde yazdıklarının içinde Türkçe terimler kullansa, bunlar bir şekilde zaman-la ayıklanarak herkesin üzerinde mutabık kaldığı te-rimler ortaya çıkacaktır. Bazı meslek erbabının ise yabancı terimleri bilhassa kullandığı dikkati çek-mektedir. Bu sanki o kişiyi halktan üstün kılan bir davranış biçimidir. Memleketin başarılı insanlarının tahsil ettiği tıp alanında halkın kullandığı kelime-lerden de geri gidilerek İngilizce veya İngilizceden bozma terimler (bunların çoğu bazılarının iddia et-tiği gibi Latince değildir, sadece iki dil arasındaki benzerlikten dolayı böyle zannedilebilmektedir) kullanıldığını görmekteyiz. Görüldüğü gibi Türkçe bilim eseri yazılmaması, Türkçe terim kıtlığını da gündeme getirmektedir.

Türkçe bilim yapılamayacağı ise tamamen bir hezeyandır, batı karşısında ezilmişliğin tezahürü-dür. Siz Türkçenin elini kolunu kanun, tüzük ve yönetmeliklerle bağlayacaksınız, sonra da Türkçe bilim yapılamaz diyeceksiniz. Buna kargalar da güler… Bilim alanında çağdaş seviyeyi yakalaya-madığımız ve ana dilimizde bilim eserlerimizin az olduğu yorumu doğrudur ve bu durum, bizi, bilim-de başka dilleri kullanmaya iten ana sebeplerdendir. Değerli bilim adamlarımızın ellerindeki bu kadar az kaynağa rağmen ortaya koydukları çabaları göz ardı etmemeliyiz. Burada daha fazla yayının ve paten-tin yabancı dille öğretim yapan kurumlarda olduğu itirazı karşımıza çıkabilir. Bunun cevabı ise basittir hem öğretici, hem öğrenci hem de imkân olarak işin kaymağı bu kurumlardadır. Taşradaki Türkçe öğ-

retim veren bir üniversitenin kaynakları (insan ve eşya olarak) bunlarla kıyaslanamaz. Bu da Türkçe-nin yetersizliğine bağlanamaz; belirtildiği gibi kay-nakların yetersizliği/yeterliliğinin bir tezahürüdür.

Bilim dilinin İngilizce olduğu ise külliyen bir al-datmacadır. Bilimin bir dili yoktur, bilim faaliyetle-rinde iletişim bugün hâkim medeniyetin liderliğini yapan milletin dili ile yapılmaktadır. Osmanlı aydın-ları o zamanın hâkim dili Fransızcayı kullanmışlar-dır. İşgaller bazen bir dilin mecrasından çıkmasına sebep olabilmektedir. Uzun süren Fransız yönetimi İngilizcedeki hukuk terimlerinin Fransızca olma-sına sebep olmuştur. Atalarımızın anlayışı sonucu Arapça ve Farsça bilim, kültür ve sanat hayatımızda derin izler bırakmıştır. Bugün sadece biz değil, lisan konusunda daha muhafazakâr ve bilinçli olan Fran-sız ve Alman bilim adamlarının da İngilizce yazdı-ğını görmekteyiz. Buna rağmen kendi dillerinde de eserler vermeye devam etmektedirler. Baktığımızda kendi dillerinde terimler kullandıklarını görmekte-yiz ama iletişimde İngilizceyi kullanmaktadırlar.

Anlatılanları özetlemeden önce şunu da hatırlat-makta fayda vardır:

Bilim dili Türkçe meselesi, içerisinde hiç ya-bancı kökenli kelime bulunmayan bir dil yaratma meselesi değildir. Bilimi ana dilinde yapmak su-retiyle, hem maddi hem de manevi (kültür, sanat) alanda kalkınma meselesidir. Şu gerçekleri de göz önünde tutarak Türkçemizin ve kendimizin ge-lişmesi yolunda yürüyüşümüze devam etmeliyiz: Türkçe yayın miktarı azdır. Çağdaş medeniyeti ya-kalamak için bilimde ilerleme en başta gelen şarttır. Bazı terimlerinin Türkçesinin olmadığı da doğrudur ama bunun ilânihaye olacağı söylenemez. Türkçe bilim yapılamayacağı ise tamamen bir hezeyandır, batı karşısında ezilmişliğin tezahürüdür. Bilim di-linin İngilizce olduğu ise külliyen bir aldatmacadır. Bilimin bir dili yoktur; bilim faaliyetlerinde iletişim bugün hâkim medeniyetin liderliğini yapan milletin dili ile yapılmaktadır.

Yabancı dilde öğretime talebin artmasının ruhu-muzda gittikçe derinleşen karmaşayla birleşmesinin sonucu olarak, ülkemizin önde gelen bilim kurum-larının yabancı dille öğretime yönelmesini, ancak dil meselesini bir vicdan mesuliyeti olarak algılayan insanlarla/bilim adamlarıyla önleyebiliriz. Belki de bu suretle selin önünden bir dal parçası alabiliriz, geleceğe köprü olsun diye…■

26ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 27: 41. sayımız

Savaşın romanları denilince akla ilkin tarihî romanlar gelir. Ancak her tarihî romanda

harp olmadığı için makalemizi; mevzusu savaş olanlardan birkaçıyla oluşturduk ve böylece hataya karşı duyarlılığın bilince dönüşmesini sağlamaya çalıştık. Çünkü tarih, bizimle geçmiş arasına giren ve bizi köksüzlükten ve öksüzlükten kurtaran bil-gidir[1]

Tabii, hayat söz konusu olunca yönetenleri dü-şünmemek olmaz. Çünkü her hâlimize, her şeyi-mize onlar karar verir. Shakespeare’nin deyimiyle yaşadığımız dünyada; “Liderlerin bazıları büyük olarak doğar, bazıları sonradan büyüklük kazanır, bazıları da zorla büyütülür.” Galiba en şerlisi sonda kalanlar... Çünkü devin omzuna çıkan cüceler; ken-dilerini efsane kahramanı sanınca savaşlar yaşan-maya, savaşın romanları yazılmaya başlamış olur.

a) Savaş nedir? Savaş; nedir, ne değildir sorusuna kesin cevap

vermek mümkün değildir. Hz. Peygamber Tebük Seferinden dönerken “Küçük cihattan büyük ciha-da döndük” sözü bu belirsizliği, biraz olsun somut-laştırmaya çalışır. Çünkü insanoğlu, güçsüz olduğu

1. Tarihte Destana Akan Duyarlılık­Sadık Tural

zaman kendini mağdur, güçlü olduğu zaman ken-dini muzaffer kabul eder. Bu sebeple “büyük balı-ğın küçük balığı yutması hakkı” diyerek kuvvetli olmakla zorbalığı karıştırır.

Bu tavrı, biraz da şartların zorlaması olarak dü-şünmek lazım. Çünkü her dönemde görülen kurak-lık, kıtlık, tehdit, göç… bir anlamda savaş demek-tir. Dolayısıyla tabiat şartlarına göre hareket etmek mecburiyetinde kalanlar, zamana direnmek için hazırlıklarını yapmak zorundadır. Dirse Han’ın[2] verdiği toyda; “Oğlu olmayana mevki yok, kızı ol-mayana kımız yok, oğlu kızı olmayana iltifat yok.” demesi, bu hazırlığın devlet eliyle yapıldığına işa-rettir.

Behramoğlu Balak[3] Romanında, benzer du-rumları görmek mümkün. Artuk Bey, torunu ol-duğunda: “Varlığın sevincim, yiğitliğin güvencim, kumandanlığın övüncüm ve beyliğin geleceğim ol-sun.” deyip sevinmişti. Bu sebeple bıyıkları terler terlemez silah eğitimine başlayan Balak da arzula-nan güce ulaşınca gurura kapılmış ve Menbiç Kale Kumandanı Hisan’ı küçümseyip zırhsız dolaşırken kaleden atılan okla şehit olmuştu.

2. Dede Korkut Hikayeleri­Orhan Şaik Gökyay3. Behranoğlu Balak­Lütfi Parlak

LÜTFİ PARLAK

27ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 28: 41. sayımız

Aynı gururu: “Gökte bir Tanrı var, dünya üze-rinde de bir hükümdar olmalı”[4] diyen Timur’da, “Ben ki sultanların sultanı, kralların kralı ve Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi…” diyen Sultan Süleyman’da, “Bu dünya iki hükümdara az bir hü-kümdara çok” diyen Yavuz’da, “Dünyanın bir tek efendisi olmalı.” [5] diyen Cengiz Handa… görmek mümkün. Zaten savaş denilen bela da bu sebeple ortaya çıkmaz mı?

Koç ölürken etrafında dolanan kurdun bayram etmesine benzeyen bir hâdise de Gençosman[6] ro-manında yaşanır. Koyun Ağa, saldırgan Rüstem Ağa ile uyuşamayınca bulunduğu diyarı terk etmek zorunda kalır. Çünkü ikide bir Bihruz’un: “Ağam otlak parası istiyor, süt, peynir ve yün hakkı isti-yor… Hazırlanması gerekenler, yarın akşama ka-dar ambara teslim edilecek.” demesi, onu canından bezdiriyordu.

Aynı zorluk romanın bir başka bölümünde: “Ömer Ağa, Alevi değildi ama senelerdir burada yaşıyor, Aleviler de Sünniler de onu kendilerinden biri sayıyordu. Ancak İran, bölgeyi casuslarıyla ka-rıştırınca mezhep farklılıkları derinleşiyor ve dola-yısıyla Ahıskalı Dede için gene göç görünüyordu. Pekiyi nereye kadar? Tatar eşkıyası tarafından öl-dürülünceye kadar…

Bu durum Yemen Romanında[7] şöyle anlatılı-yor: “Savaş, öldürme sanatıdır. Onun kalemi, kılıç; mürekkebi kandır. Düşman ise hayalen oluşturul-muş bir kavramdır. Çünkü insan, tanımadığı bir kimseye nasıl hasım olabilir? Ama savaşta öyle olmuyor. Birileri düşman diyorsa, sen de ona kur-şun sıkmak zorundasın.” İşte savaş nedir sorusunun cevabı.

b) İnsan savaşa neden ihtiyaç duyar?

Acaba savaş ihtiyaç mıdır, yoksa fantezi midir? Bilinmez ama her mücadelenin bir sebebi vardır elbet. Dolayısıyla kavganın azını ihtiyaç, çoğunu fantezi saymak lazım gelir. Çünkü aykırılık, cen-netteki yasak meyveyi yiyen Âdem babamızdan; öldürmek ise onun çocuklarından bize miras kal-mıştır. Bu sebeple uyumsuzluğun ve kavganın; aç-

4. Osmanlı Tarihi­Lamartine5. Cengiz Hana Küsen Bulut­Cengiz Aytmatov6. Gençosman­Lütfi Parlak (Baskıda)7. Yemen­Lütfi parlak

lıktan, tokluktan; âlimlikten, cahillikten; zalimlik-ten, mazlumluktan… çıkabileceğini bilmek gerek.

Kendisini Allah yerine koyan Firavunların veya Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi olduğunu sanan hükümdarların başlattığı muharebeleri, ih-tiyaç saymak çok zor. Hâliyle: “Savaşı, onun ne olduğunu bilmeyen ve hiçbir zaman ateş altında bulunmayanların”[8] çıkardığı tezini kabul etmek gerekir. Yoksa başkalarının felaketi üzerine saltanat kurma, normal insanların işi değildir. Dolayısıyla kılıçların vereceği kararın her zaman kanlı olacağı gerekçesiyle savaş aleyhtarlığı yapmanın da prob-lemleri çözmeyeceği bellidir. Çünkü Budist Uygur-lar, kan dökmeyi günah sayıp askerliği bırakınca Kırgızlar tarafından yok edilmişti.

Kavga, genellikle fantezidir. Tarih bunun örnek-leriyle doludur. Şehit olmadan Alpaslan’ın vasiyeti üzerine; her sabah askerlerin gelip sarayın önünde üç defa;“Mağrurlanma padişahım, senden büyük Allah var!” demesi bundandır. Çünkü kendisi; “Bir tepe üzerinde dururken ordumun azametinden ve askerimin çokluğundan altımda yerin titrediğini hissettim. Bana kimsenin kudreti yetmez… diye gururlandım. Bu gurur beni öldürdü.” diyor. İşte bu vasiyetle oğluna o zalim illeti hatırlatmaya çalışı-yor.

Yapılan tespitlere göre mücadelelerin bir se-bebi de taht kavgasıdır. Bilhassa Melikşah döne-minde bu türden yapılan çekişmeler, Behramoğlu Balak’ta uzun uzadıya anlatılır. Sökmen Bey’in: “Balak oğlum! Güçsüz ve zayıf olduğumuza ina-nırlarsa dostlarımız bile bizi kaale almaz. Ama kuvvetli olduğumuza inanılırsa herkes dostumuz olur.” dediğini unutmamak lazım. Tavsiyeye uyan yeğen, Kılıçaslan’ın dul eşi Ayşe Hatunla evle-nince mücadelesiz bir hükümdarlığa konmuş ve kendi kuvvetleriyle birleşen Malatya ordusu da devlerle uğraşacak güce kavuşmuş olur. Ancak iş bununla bitmez… Bu sefer de kader onun karşısına Bedirhan’ı çıkarır. Balak’ı ortadan kaldırırsa eski hayallerine ulaşacağı düşüncesiyle ihanete başlar. Sezilince kaçıp kendini Fırat’ın azgın sularına atar. Kürşat gibi, Celalettin Harzemşah gibi intihar eder ama ihanetin gölgesinden de kurtulamaz.

Silvan’da ölüm döşeğine yatmış olan amcasına giden Balak, kendisiyle hesaplaşırken vefa kelime-

8. Unutulanların Dışında Yeni Bir şey Yok­Osman Pamukoğlu

28ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 29: 41. sayımız

sini yargılar. Çünkü insan; işe yaradığı sürece se-venleri ve dostları oluyor, işe yaramaz hâle gelince bir çukura gömülüyordu. Gerçi yeni neslin yolunu gene de onlar çiziyor. Çünkü Sökmen Bey çocukla-rıyla birlikte Balak’a: “Evlatlarım! Sizler bu boyun kumandanları olarak daha nice savaşlara katılıp bir İslam mücahidi olarak ya şehit olacaksınız ya da gazi…” vasiyetini yapmıştı. Öyleyse gidilecek yol belirlenmişti.

Pekiyi vasiyete uymak zorunda olan Balak’a karşılık Haçlılar haksız mıydı? “Size derim: İnsa-noğlunun etini yiyip kanını içmedikçe kendinizde hayat hakkı bulamayacaksınız.”[9] emri karşısında Hristiyanlar ne yapabilirdi? Ya Müslümanlar! “Fit-ne kalmayıp yalnız Allah’ın dini kalana kadar on-larla savaşın.” [10] fermanı gereğince müminler, boş durabilecek miydi? Bu şartlarda mücadele bitebilir miydi?

c) Savaşın ortaya çıkardığı vahşetHangi devirde veya hangi ülkede olursa olsun

savaş, netice itibarıyla vahşettir. Bu durum, eski gladyatörlerin; seyircileri eğlendirmek için dağdaki aslanları, zorla getirip öldürmesine benzer. Hâlbuki şartlar insanı çekiç yaptığı gibi örs de yapabilir. Öyleyse kişinin; güçlü olduğu zaman yaptıklarına hak, güçsüz olduğu zaman kendisine yapılanlara haksızlık deyip şikâyet etmesini anlamak mümkün değildir. İşte savaşın romanlarında yansıtılmaya çalışılan budur. Yoksa felaket saatlerinde herkesin birer yetim olduğunu bilmeyen mi var?

Bu konuda bir yazar, mezarlığa sığınan birliğe top atan düşmana karşı: “Bu ölüler ikinci kez öldü-rüldüler. Ama mezardan püskürtülen cesetlerin her biri bizden birine siper olup canımızı kurtardı.”[11] diyerek sevinir. Ancak aynı kişi bir yerde de: “Sün-gü artık eski önemini yitirdi. El bombaları ve kü-reklerle saldırmak daha tutuluyor. Ucu bilenmiş bir kürek daha kullanışlı. Kürekle boynun alt yanına vurdunuz mu adamın göksü yarılıveriyor.” diyerek vahşeti derinleştirmede akıl veriyor. Bunlar, biraz evvel top mermilerinden yakınan insana yakışıyor mu? Cevabı, savaşın romanlarında bulmak müm-kün.

Aynı konuda bir generalimiz de: “Dünyada in-

9. Yuhanna İncili10. Enfal Suresi ayet 3911. Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok­E. M. Remarkue

sanlardan başka bir canlı türü var mıdır ki gençle-rine silah verip onlara kendi cinslerini nasıl öldür-mesi gerektiğini öğretsin ve öldürme işini iyi yaptı diye onu kahraman ilan etsin.”[12] diye sorguluyor. İşte insan bu olunca dehşeti tasvir de romancılara kalıyor. Behramoğlu Balak’taki; “Soluk bir renge bürünmüş ova, kanları kapkara donmuş cesetler-le dolmuştu. İniltiler arşa yükseliyordu.” ifadesi, başka neyin tasviri olabilirdi? Ama aynı romanda: “Bedenim işe yaramasa da gözlerim ve kulaklarım sağlamdır.” diyen kolsuz Karatekin’in çete savaşla-rına katılmak için ağlamasına ya ne demeli? Demek insan; ölüye ağlasa da öldürme, hoşuna gidiyor. Yoksa savaş mukadder olunca aslan bile kendini sineklere karşı korumak zorundadır.

Tahrik de bazen çekişmeyi derinleştirebiliyor. Çünkü esir düşen Josselin yalvaracağına Balak’a: “Ben galip gelseydim derhal seni parçalatır, kurt kuş yesin diye her parçanı bir dağa attırırdım.” diyerek onu kışkırtmaktan geri kalmıyor. Tabii ne-ticede kendisi de taze bir deve derisine sarılıp di-kildikten sonra güneşe bırakılıyor. İşte savaş, işte savaşın romanı…

Bu işte yanlış telakkilerin etkisi yok mudur? Çünkü Müslüman “Allah, Allah…” diye düşmana hücum ederken kâfir de “Hurra, Hurra…” diyerek rakibine saldırıyor. Yani her iki taraf; aynı Allah için, onun yaratıklarını öldürüyor. Bu sebeple zin-dandan kaçan Josselin’ın dikkat çeken emri: “Yana-bilecek her şey, kül veya kömür hâline getirilsin.” Aynı konu Gençosman romanında: “Rüstem Ağa-nın “Hücummm!” emri üzerine obaya saldırdık. Çoluk demedik, çocuk demedik, yaşlı demedik, genç demedik… Hepsini kılıçtan geçirdik. Eşya ve davarları topladık ve aynı kabilenin katırlarına ve eşeklerine yükledik.” şeklinde dile getiriliyor Bu durumun insani olan yanını söylemek mümkün mü?

Bağdat fethine katılan Gençosman’ın şahade-ti de aynı romanda şöyle tasvir ediliyor: “Gözleri açıktı ama dolan kumlardan mı, hiçbir şeyi görmü-yordu. Kulakları sağlamdı ama dolan kandan mı, hiçbir şeyi duyamıyordu. Çünkü can çekişiyordu. Husrev Paşa yere diz çökmüş; eliyle, kopan başa yapışmış kumları siliyordu…” Adına kahraman-lık desek de şu yaşananlara güzel deyip sevinmek

12. Unutulanların Dışında yeni Bir Şey Yok­Osman Pamukoğlu

29ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 30: 41. sayımız

mümkün mü?Savaşın şuurları bozan etkisi, surların önünde de

kendini gösteriyordu. Çünkü deliğin ağzına yığılan cesetten tepeyi aşabilmek için ileri atılan Yeniçe-riler, kan pıhtısıyla birbirine yapışmış bedenleri; kolundan, bacağından, boynundan… çekip; ileriye-geriye fırlatıyordu. Ama bu sefer de kendi ölüleriy-le yeni bir tepe oluşturup geçidi tıkıyorlardı. Çünkü surdan atılan top, tüfek, ok, kaynar su… aynı anda bir çok askerin şehit olmasına sebep oluyordu.

Yemen romanında da insanı, insan olduğuna pişman eden birçok sahne göze çarpıyor: “Kale-nin bulunduğu tepede bir gürültü koptu. Top sesine benzemeyen, tüfek sesine hiç benzemeyen bu gü-rültü acaba neyin nesiydi? Sesler, karanlığın için-de kaybolmuş vadiyi sallarken hiçbir şey anlaya-mamıştım… Sabah kendime gelip elimle taşı yana itince baskıdan kurtulan bacağımdan kan fışkırma-ya başladı. Kanı durdurmak için bir yandan tek elle yırtılan elbisemle bacağımı bağlarken diğer yandan yaralarıma konan sinekleri kovmaya çalışıyordum. Bedevilere yenildim ama bunlara yenilmemeliy-dim.”

Bu romanın bir de hastane tasvirleri var ki yürek yakacak cinsten: “Zamana bağlı olmayan hıçkırık-lar, ahlar, vahlar… diğer koğuşlardan bize, bizden onlara doğru ağır ağır gelip gidiyordu. Kimi ağıta benziyordu, kimi iç parçalayıcı çığlığa… Koğuş alabildiğince doluydu. Hepsi de ağır yaralıydı. Ce-rahat kokuları, ilaç kokuları… genzimi yakıyordu. İniltiler, hırıltılar… beynimi zonklatıyordu. Daha kötüsü, yanımızda ölenlerin cesetleri kaldırılırken çektiğimiz iç parçalayıcı acılar, geride kalanları deli divane ediyordu.”

Ya ardından gelen tutsaklık? “Altımız kum, etrafımız tel örgü ve başımızda süngülü nöbet-çiler… Yetim çocuklar gibi birbirimize sokulup kumların üzerine çömelmişiz. Bu esnada kendimi kafese konmuş yırtıcı bir hayvan gibi hissetmeye başladım ama yırtıcı da değildim ki. Onlar kükrü-yor, pençelerini uzatıyor, dişlerini gösterip hırıltılı sesler çıkarıyordu. Hâlbuki ben, küçük bir kuzudan daha masumdum. Ne sesim çıkıyordu, ne sedam.”

Savaşın romanlarında hep kötüler ön planda-dır: “Cellatlar kollarını sıyırmış, darağacı yerine ortaya büyük bir deve getirmişlerdi. Hayvanın hörgücüne bağlanan iplerin uçları ilmek edilip idamlıkların boynuna geçirilmişti. Deve kalkınca

sallanıverdiler.”[13] Pekiyi suçları neydi? Sefer es-nasında emre uymadan çocuk yapmak ve çocuğun saklanmasına yardımcı olmak…

d) Netice

Tarihte işlenen vahşetler ortadayken kavgaların devam etmesini anlamak çok zor. O. Pamukoğlu’nun deyimiyle muharebelerde;“Sadece ve sadece anne-ler kaybediyor.” olmalı ki krallar veya hükümdarlar olanları umursamıyor. Yavuz Sultan Selim; “Zafer güzeldir ama yolu mezarlıktan geçer.” demesine karşılık seferden vazgeçmemiştir. Balak Gazi, ken-dine değen oka: “Bu ok, bütün Müslümanları kat-letti.” diyene kadar gazayı bırakmamıştır…

Savaş, zalim bir sanat olduğu için yaptıkların-dan dolayı kahramanları kınamamak lazım. Meh-met Sait, yakalanan esire: “Yemen’i İngilizlere kar-şı korumaya geldik ama siz bize düşman oldunuz. Onların yapamadığını siz yapıyorsunuz. Bu insafa sığar mı?” dediğinde tutuklu Arap: “Biz, sizden yardım istemedik ki…” cevabını vermişti. Kendi kendime düşündüm. Ben de esir olabilirdim. Onlar bana: “Buralarda işin ne, ne arıyorsun?” deselerdi ne cevap verirdim? Çünkü burada işim de yoktu, bir şey aramak için de gelmemiştim.

Aynı kahraman, bir köy aramasında bu iç ça-tışmayı daha kuvvetlice hisseder. “Ölüm yatağına yatan ve iki gözünü, kin ve korku ile üzerime di-ken kadına bakınca nenemi hatırlardım: Bu kadın, neneme ne kadar benziyordu? İyice yaklaştım. Korkudan gövdesini geriye çekiyordu. Kâbuslu bir rüyadaymış gibi dehşet içindeydi. Korkmaması için silahımı yere bırakıp öyle yaklaştım. Neneme benzeyen bu kadının zorla elini tutarak öptüm, öp-tüm… Kendimi tutamayıp ağladım. Hâlbuki şimdi-ye kadar katillik, ruhuma bir sancı gibi saplanmıştı. Şimdi o melun duygudan eser yoktu.” Söylenenleri düşünüyorum; savaşın romanları olmasaydı çe-kilen bu vicdan azabını kaydetmek mümkün olur muydu?

İşte bu sebeple insanın aczini, kinini, nefreti-ni, merhametini… ele alan savaşın romanlarından birkaçını birlikte işlemeye çalıştık. Salgın hastalık-lardan daha beter olan lüzumsuz çatışmaların sa-dece ve sadece insanlara acı verdiğini hatırlatmak istedik. Gün döner harman olur, yazılanlar belki işe yarar dedik…■

13. Cengiz Hana’a Küsen Bulut­Cengiz Aytmatov

30ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 31: 41. sayımız

Gelenekten beslenerek yaşadığı devri iyi okuyan ve geleceği görebilen sanatçı sayısı

her devirde az bulunur. Millî kültür anlayışına sa-hip Yahya Kemal, Tanpınar, Necip Fazıl gibi kültür adamları bunun nadir örneklerindendir. Yaşadığı toplumdan kendisini ve çevresini soyutlamaya çalış-madan ‘gerçekçi’ sanat anlayışını sürdürmek Türk toplumunun gelişmesi yoluna kendini adamak de-mektir. Türk milletini millî değerlerinden, özellikle de dinî kimliğinden soyutlamaya çalışan ve edebî de-ğeri olsa da, Türk insanını anlatmayan eserler veren anlayışa hizmet etmiyorsanız, yalnızsınız demek-tir. Tanzimat’tan bu yana, ideolojinin güdümündeki edebiyatımız; kimliksiz bir Türk portresi çizerken, edebiyatın sosyolojik gerçekliği boyutunu görmez-den gelerek hiç var olmamış bir Türk toplumu fikrini aşılamaya çalışmıştır. Çok az da olsa bu kültür em-peryalizmine karşı, yalnız kalmak pahasına direnen kültür adamları da bulunmuştur.

Babam Mustafa Miyasoğlu da işte o yalnızlardan. Kültür ve sanat anlayışını takip edebildiğim son 8-10 yıldır şu gerçeği gördüm ki, babam da o uzun ve zor-luklarla dolu yolu, o çetin davayı seçmişti.

Bu yazıyı kaleme alma sebebim, 34 yıl önce ya-yınlanan ilk romanının yeniden basılmasıyla duydu-ğu heyecanın beni de duygulandırmasıydı. Babamın

EMRE MİYASOĞLU

Büyük sanatçılar; fanteziler dünyasında gezinenler değil, içinde yaşadığı toplumun gerçeklerini kendine ve kendi milletine doğru bir şekilde itiraf edebilenlerdir. Ve yine büyük sanatçılar yol verirler topluma. Her şey anlayışa bağlıdır, siyaset de, ekonomi de, tarih de.

31ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 32: 41. sayımız

her kitabı benim için çok değerli, fakat “Kay-bolmuş Günler”in onun olduğu kadar benim de gönlümde ayrı bir yeri var. Roman kahramanı Beşir Güner, beni, bir gün devamını kaleme al-mayı ciddi ciddi düşündürecek kadar etkilemiş-tir. Buna cesaret edebilecek yetkinliğe ulaştığı-mı düşündüğüm zaman belki “Beşir Güner’in Oğlu” doğacak. Kendi çıtasını yükseğe çıkarışı bu ilk romanıyla olmuştur babamın ve bu her yazara nasip olacak şey değildir. Akçağ Yayın-ları, babamın yıllar önce yazdığı beş eserini ye-niden yayınlayarak bir anlamda tozlu raf lardan sıyrılıp şöyle bir silkinmelerini, kendilerini ha-tırlatmalarını sağladı. Bunlar babamın önemli çocuklarından Kaybolmuş Günler, Necip Fazıl Kısakürek, Dede Korkut Kitabı, Güzel Ölüm ve Bir Aşk Serüveni…

Kültür emperyalizminin kuklası olan ideo-loji temelli edebiyata hiç paye vermezken, hida-yet misyonu yüklenen, bakış açısı kısıtlı akıma da kendini kaptırmayan isimlerden biri olarak çağdaş bir millî sanatçı portresi çizmiştir Mus-tafa Miyasoğlu. “Bu dava hor, bu dava öksüz, bu dava büyük!” diyen Necip Fazıl’ın takip etti-ği çile dolu o mukaddes davaya kendini adayan bir nefer de Miyasoğlu idi. Nitekim Türkiye’de,

Üstad’ı en iyi anlayan ve anlatan isim olarak babam, kapsamlı ve bu konuda bir başyapıt sa-yılabilecek “Necip Fazıl Kısakürek” portresini kaleme alarak bunu kanıtlamıştır. Sağlığında Necip Fazıl’a yaranmak için eteklerinden ay-rılmayan, ama vefat ettikten sonra onun sanat, siyaset ve hayat anlayışını anlamaktan uzak ol-dukları için Necip Fazıl’ı inkâr veya görmezden gelme furyasına kendini kaptıranlardan olma-mıştır. Bir anlayışın körü körüne savunucusu ya da muhalifi olmak gibi fanatizmi her zaman eleştirmiş, millî bir şuur geliştirmenin yolunun önce hakiki anlamda anlamaktan geçtiğini bi-lerek okumuş, yazmış, anlatmış biridir babam. Üstad’ı doğru anlayabilmek için okunması el-zem olan kitapların başında gelen Necip Fazıl Kısakürek kitabı bu bakımdan çok önemlidir.

Kıbrıs Harekâtı’nı iskeletine oturttuğu ro-manı Güzel Ölüm’de, Cumhuriyet’in ilk sava-şının yaşandığı devirdeki Türk toplumunun kı-rılma noktalarını anlatır. Bu roman da pek çok bakımdan dikkat çekicidir ve Türk romancılı-ğında önemli bir yeri vardır.

Bir Aşk Serüveni ise, Pancur adlı hikâyesinden 22 yıl sonra, bu hikâyenin karak-terlerinin gerçek dünya ve kurgu dünyasındaki

32ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 33: 41. sayımız

gelişmeleri ve değişimleriyle birlikte yeniden şekillenmiş bir eser. Bir yazarın kahramanları-nı ne kadar gerçek hissettiğini ve onlarla ilişki-sinin hiç bitmediğini gösteren bu durum, yaza-rın ve eserinin samimiyetini gösterir. Özelde de “ben”in zamanla değişimi hissedilir ve kişinin kendisini gerçekleştirmesi gerçeğine dayanır. Bu romanda aşkın yalnızca dünyevi boyutla sı-nırlı olmadığı, bir de manevi boyutu olduğu da işlenir.

Türk toplumunun iyi anlaşılabilmesi ve kimliğimize yaraşır bir gelecek çizebilmemiz için, siyasi ve sosyal gelişmeleri farklı pers-pektif lerden objektif bir şekilde gözlemleyebil-memiz gerekiyor. Büyük sanatçılar; fanteziler dünyasında gezinenler değil, içinde yaşadığı toplumun gerçeklerini kendine ve kendi mille-tine doğru bir şekilde itiraf edebilenlerdir. Ve yine büyük sanatçılar yol verirler topluma. Her şey anlayışa bağlıdır, siyaset de, ekonomi de, tarih de… Anlayışı sağlıklı yönlendirecek şey ise, bilgi ve şuurdur. Yüzlerce yıl insanlığa âdil bir yol gösteren ecdadımız, beyliği hizmette gördüğü gibi, sanatın halka, dolayısıyla Hakk’a hizmet olduğu gerçeğini de bilerek azimle ça-lışması, nihai başarısının sırrıdır.

Edebiyat, hayatın pertavsızıSanatı, özellikle de edebiyatı “Okurun algı-

larını bilmek ve ona göre davranmak” şeklin-de anlayarak bir tür müşteri odaklı pazarlama yöntemine başvurmak kısa vadeli “satış” başa-rısından başka bir şey getirmez. Edebiyat cami-asını da işgal eden bu maddeciliğin if lah olmaz kapitalizminin, gerçek sanatçıları bir süreliği-ne de olsa geri plana atması kültür hainliğidir. Hiçbir toplumda okuyucu yazarını yönlendir-mez, yazar okuyucusunu yönlendirir. Bu da bir milletin millî değerlerini savunan samimi dehalarının sayısıyla ilgilidir. İşte babam Mi-yasoğlu, kırk yılı aşkın bir süredir emek verdi-ği sanat alanında millî ve entelektüel duruşun izinde, doğru olanı yapmış ve eserlerinde sami-miyetini ön planda tutmuş az sayıdaki sanatçı-larımızdan biridir.

Bu açıdan baktığımda, çektiği sıkıntıları da düşünerek, sanat hayatında geçen 40 sene-

sinin, babam için ne kadar çetin bir mücadele devresi olduğunu idrak ediyorum. Osmanlının son döneminde başlayıp Cumhuriyet yıllarında hızlanan ve günümüzde doruk noktasına ulaşan ‘kendi kültürünü inkâr etme’ rüzgârına kapıla-rak Türk insanına yabancı eserler veren, yoz-laşma ideolojisi kuklalarından ya da bilmem ne ödülü alma uğruna özünü satanlardan biri olmadığı için onunla iftihar ediyorum.

Sanatta kırk yıl, gerçekten çok uzun bir süre. Özellikle de bir sanatçının, millî bir kül-tür ve sanat anlayışından hiç vazgeçmeden, be-nimsediği entelektüel Müslüman kimliğinden hiç kopmadan, aynı çizgide yürüyebilmesi açı-sından uzun bir süre. Türk toplumunun millî ve manevi değerlerini sanat anlayışına temel alan bir edebiyat adamı için, bu süreçte meydana ge-len çeşitli siyasi ve kültürel krizlerin ‘değişim’e zorlamasına karşı direnmek zor iş. Popülizmin etkisiyle zaman geçtikçe kalitesini yitiren sa-nat dünyasında, kelimenin tam anlamıyla dim-dik durabilmek de gerçekten takdire şayan bir meziyet.

Mustafa Miyasoğlu’nu en iyi anlayanlardan biri belki de benim. Her şey önce insanın kendi içinde olacak elbette, ama edebiyat aşkını bana aşılayan da, edebiyatın bir heves ya da yalnız-ca ciddi bir iş olmadığını anlamama yardımcı olan da kendisi. Edebiyatın, hayatın yavanlı-ğına, anlayışsızlığa, boyutsuz yaşamaya karşı bir başkaldırı, saf iyiliğin arayışı, yaratılışın estetiğini arayan bir pertavsız olduğunu onun rehberliğinde öğrendim. Babamdan bahseder-ken, ona olan sevgimden dolayı subjektif bakı-yor olabilme ihtimalimi yok eden de, gerçekleri görebilme yetimi edinmemdeki eşsiz rehberli-ğidir. “Beylerin şerefi kendi malı değildir” der-ler. Gerçek bir sanatçı, artık bir birey olmaktan öte, milletinin temsilcisi, eğitimcisi ve ona kar-şı sorumluluğu olan kişidir. Sanat da, her bir taş parçasını başka bir mimarın yerleştirdiği manevi bir şaheserdir. Kendisini bu bilinçle ye-tiştiren kişinin, ancak yarınlarda adı rahmetle anılacaktır. Yazdığı her cümlede bir milletle bütün olduğunu hissederek hiçbir zaman so-rumluluğunu unutmamıştır Miyasoğlu. Ve bu yüzden, bu bilinçle eserleri okunmalıdır.■

33ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 34: 41. sayımız

Klasik dönemi günümüze aktarırken hangi metotları kullanı-yorsunuz, ne gibi güçlüklerle karşılaşıyorsunuz?

Klasik zamanlar bu çağın ne usulüne ne eşyasına ne de bakış açısına pek fazla uygun; onun için çağları atlatıp modernitenin içine katabilmenin çeşitli yolları var. Bir sefer tarihten bahsediyorsak, gü-zel sanatlardan bahsediyorsak, edebiyattan bahsediyorsak hepsinin ayrı ayrı o dönemdeki muhtevalarının, zenginliklerinin bu güne ruh ve mana olarak aktarılması önemlidir. Yoksa şekil olarak aktarmak bu çağda Osmanlı kaftanı giyerek sokağa çıkmak gibidir. Onun için işin manasını ve ruhunu aktarabilirsek kıyafetler değişebilir, her çağ-da değişebilir. Gök kubbenin altında duran bir kıyafet yoktur ama duran bir insan vardır. İyiler ve kötüler, güzeller ve çirkinler hep durur. Güzelliklerin devamı ve yahut iyilerin ve iyiliklerin devamı için yapacağımız çalışma diğerinden daha zordur. Çünkü o zaman gayret ister, emek ister, ter akıtma ister, şimdi klasik zamanları şiir için konuşacak olursak; mesela kasideler çağı kapanmıştır. Bugün kaside yazılarak kimseye bir dert anlatılamaz, bir yere de varılmaz. Ayrıca kaside yazarsanız kimse de sizi anlamaz bu çağın dilini kullanan, bu çağın şiirini esas alan bir kaside mazmunu, bir kasi-de ruhu, bir kaside manası gerekir bize. Bir gazel yazılabilir; çünkü gazel dünyanın en güzel formudur; iki dizeyi yan yana getirmek şiir için en eski çağlardan beri en güzel formdur; ama sırf şekil bir ga-zel formu olarak kullanılmaktadır. Ama gazelin içeriği 15. yy’daki gibi olursa bugünkü insana hiçbir şey veremeyebilir. Bugünkü in-sanın istediği şey daha öncekilerin söylediklerinin harmanlanarak

İ S K E N D E R P A L Aile klasik kültür üzerine

ÖMER KAZAZOĞLU

"...on sekiz bin kelimeyle yaşayan adam hayatı bin sekiz yüz kelimeyle yaşayan adama nazaran on

kat fazla yaşar, on kat fazla algılar, on kat daha güçlüdür, on kat daha acı çeker bu böyledir. "

Takdim1958 Uşak doğumlu. İ.Ü. Ede­

biyat Fakültesi'ni bitirdi (1979). Divan Edebiyatı dalında doktor (1983) ve doçent oldu (1993). Ede­biyat araştırmacısı olarak çeşitli ansiklopedi ve dergilerde bilimsel ve edebî makaleler yayınladı. Or­taokul ve liseler için ders kitapları yazdı. 1982 yılında teğmen rütbe­siyle intisap ettiği Deniz Kuvvetle­ri Komutanlığı bünyesinde çeşitli görevlerde bulundu ve denizcilik tarihi araştırmaları yaptı. !998 yı­lında profesör oldu. 2009’da Uşak üniversitesi öğretim üyeliğine geçti. Evli ve üç çocuk babasıdır.

Eserlerinden bazıları: Şairle­rin Dilinden, Edebiyat Divanı, Ah! Mine’l­Aşk, Müstesna Güzeller, Ef­sane Güzeller, Aşina Güzeller, Dört Güzeller, Perişan Gazeller, Leyla ile Mecnun, Şiirler Şairler Meclis­ler, Kahve Molası, Babil’de Ölüm İstanbul’da Aşk, Ayine, Tavan Arası ve Katre­i Matem .

34ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 35: 41. sayımız

yeniden söylenmesidir belki. Bana zaman zaman şöy-le bir soru gelir: “Ben bir şair olmak istiyorum, şiir yazmak istiyorum, bana öneriniz nedir?” ve benden şu cevabı beklerler: “Osmanlıca öğren, gazelleri, ka-sideleri oku, onları hatmet, onları taklit et, Fuzuli gibi yaz.” Fakat ben böyle söylemem. Fuzuli gibi yazma-nın devri kapandı. Ama Fuzuli gibi söylemenin devri kapanmadı. Sözün muhtevası Fuzuli’den olursa o za-man aynı sözü Orhan Veli gibi söylerseniz daha etkili olur. Tıpkı bugün için yeni müzik aletleri icat etmek gibi... Bu, musikiyi sadece zenginleştirebilir, değişti-remez; içine yeni bir saz katar. Düşünceme göre; iyi bir şair olmak için önce kişinin kendisine bakması ge-rekir. Allah onu gerçekten bir şair ruhuyla mı yarattı, şairane bir eda var mı kendisinde, yoksa yeteneksizin teki mi? (Bunu haddini bilme anlamında söylüyorum) Kendisini bir şair gibi hissediyor, düşünüyor ve şiirler de yazıyorsa, şiir bilgisiz yazılmaz. Fuzuli: " İlim bir kiyl-ü kâl imiş." derken aslında ilimsiz şairin temel-siz olduğunu da söyler. Onun için şöyle davranması lazım: İyi bir şair, güzel bir şiir formu yakalamak için Yunus Emre’yi okumalı, Karacaoğlan’ı okumalı, bir de Nedim’i okumalı. Yunus Emre’yi okuyarak Tekke Şiirindeki bütün güzellikleri, Karacaoğlan’ı okuyarak Halk Şiirinin içindeki bütün estetik boyutu, Nedim’i yahut Baki’yi okuyarak Divan Şiirinin içindeki ihti-şamlı dünyayı hazmetmeli. Okuduğu her şiiri: "Bu şiir nasıl söylenmiş, ben olsaydım bunu nasıl söyler-dim, bu şiiri söyleten neydi, bu şiir bu çağda nasıl söy-lenir?..." gibi sorgulayarak okur, Yunus divanını bir kere hatmetderse, sonra Karacaoğlan’ın şiirlerini bir kere hatmerse, sonra Nedimin şiirlerini hatmederse, ardından oturup kendi şiirlerini yazarsa Nobel Ödülü ayağına gelir Siz isimleri değiştirin. Ben Yunus dedim siz deyin Pir Sultan Abdal, ben dedim Karacaoğlan, siz deyin Âşık Ömer, ben dedim Nedim, siz deyin Fu-zuli... Yani bir Tekke şairini bir Divan şairini bir Halk şairini öğrendiği zaman bütün Türk şiirinin geleneğini öğrenmiş olur. İşte o zaman ruhunu kazanır, kıvama gelir sözleri. Kelimelerinin her biri bir medeniyeti ifade etmeye başlar, şimdiki gibi üç yüz, beş yüz keli-meyle şiir yazılmaz. Bunları ifade etmeye başladıktan sonra yeni söylediği şiir ister vezinsiz olsun, ister ka-fiyesiz olsun, adam gibi şiir olur.

Gök kubbenin altında Yunus'un sesi yedi yüz yıl-dır yaşıyorsa Fuzuli’nin sesi beş yüz yıldır yaşıyorsa Karacaoğlan’ın sesi üç yüz elli yıldır yaşıyorsa bun-lardan ilham alan şiir üç yüz elli yıl yaşar. Rahmetli

Barış Manço bir şey yapardı; bütün Batılı enstrüman-ları kullanarak doğulu ruhla bir şarkı bestelerdi.Yapıl-ması gereken belki budur. Batının bütün imkânlarını kullanarak, teknolojisini kullanarak, bilgisayarını kul-lanarak doğunun ruh zenginliğini yeniden insanlara sunabiliriz. Batıda ancak böyle var olabiliriz. Çünkü batı dediğimiz dünya, şu anda doğunun içinde var olan her şeye muhtaç. Bugün doğuya ait hangi çizgi-yi, hangi deseni, hangi yemeği ihraç edecek olursanız olun batıda karşılık bulur; Çünkü batı, elindeki tüm değerleri tüketti ve doğunun elindeki değerlerle bir yerlere varmanın peşinde; bunun için hiç durmadan Bağdat’a gelmek istiyor, hiç durmadan Afganistan’a gelmek istiyor, hiç durmadan İran’a gelmek istiyor ... Bütün bunların altında bir de kültürel sebep var, sade-ce petrol sadece su kavgası değil.

Biz bize ait klasik değerlerimizi yeniden ürettiği-mizde alıcısı her yerde hazırdır. Ancak yeniden üret-menin yolu yorucu bir yoldur. Ben çeyrek yüz yılımı verdim; bir başkası mimaride, bir başkası, tarihte, bir başkası başka bir alanda bunları yeniden üretip sun-malıdır.

Klasik Dönem medeniyetinin malzemesini gü-nümüze aktarırken ister istemez bir dil sorunu or-taya çıkıyor. Klasik dönem dilini günümüz çağdaş yapısına nasıl oturtalım?

Bunun kolay bir yolu var; o da hiç durmadan oku-mak... "Dilimiz değişti, biz eski malzemeyi günümü-ze taşıyamıyoruz." demek mazeret değildir.

Fuzuli 16. yy.’da on sekiz bin kelimeyle konuşu-yordu, üç dilde eser yazdı. Arapça, Farsça ve Türkçe. Tıp kitabı, astronomi, hadis, din ve ahlak kitabı yaz-dı. Mesnevi yazdı, şiir yazdı. İslam tarihi yazdı, siyer yazdı. On sekiz bin kelimeyle konuşan, altı farklı tür-de kitap yazan büyük babanızı şikâyet etmek ilerle-mek değildir.

Halk üç yüz, beş yüz kelimeyle konuşuyor. Her bir öğretmen; kimya yahut matematik öğretmeni olma-dan Türkçe öğretmeni olmak zorundadır. Bu sorum-luluğu taşımayabilir; ama buna çare arayan insanların bu sorunu önce kendilerinin hâlletmesi lazım.

"Çocuklarımız kitap okumuyor, acaba onlara na-sıl kitap okutsak?" Bir tek yolu var. Çocukların sizi göreceği şekilde kitap okumak. Yani gözlerimizi kendimize çevirip önce kendimize bakmalıyız. Dil problemi var mıdır? Bence yoktur. Neden yoktur? Eğer biz istersek bu çağda büyük dedelerimizin di-

35ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 36: 41. sayımız

lini pekâlâ anlayabiliriz; ama elli kişi anlayabiliriz, ama seksen kişi anlayabiliriz, asıl önemli olan biz bu seksen kişiden biri olmaya niyetli miyiz? Biz onlar-dan biri olmaya niyetlenmeden bu konuyu kıyamete kadar durmadan tartışsak bir çözüm bulamayız. On sekiz bin kelimeyle konuşan Fuzuli’nin küçük küçük torunu bugün onu bin sekiz yüz kelimeyle anlamaya çalışıyor. Ne kadarını anlar? Onda birini. Aynı hesabı şöyle yapalım: Hayatı on sekiz bin kelimeyle yaşa-yan bir adam hayatı bin sekiz yüz kelimeyle yaşayan adama nazaran on kat fazla yaşar, on kat fazla algılar, on kat daha güçlüdür, on kat daha fazla acı çeker. Bu böyledir. Şimdi biz diyoruz ki: "Bu adam benim anla-yamadığım şekilde yazmış." Aslında şöyle söylemek lazım: "Ben büyük dedemi anlayamıyorum. Onda mı bir fazlalık var yoksa bende mi bir eksiklik var?" Biz kendimizdeki eksikliği kabul etmiyoruz. O, bize göre eksiklik değil ya! O bizim anlayacağımız şekil-de yazsaydı ya diyoruz. Şimdi hiç kimse bana Harf Devrimini, Osmanlıyı anlayamayışımızın bir sebebi olarak gösteremez. Anlamak istiyor muyuz, istemiyor muyuz? Soru bu. Ben gözlerinizi yıkayın, yeniden görün, diyorum. Çünkü gözlerimiz kirlendi ancak bu şekilde kendi eksiklerimizi görürüz.

İnsanlar eksiklerinin farkına varıp üzerlerine dü-şeni eksiksiz yapmaya çalışsalar problem kalmaz. Formül şu: Ne yaparsanız yapın sevgilinize göstere-

cekmiş gibi yapın. Birisi resim yapsa, birisi fotoğraf çekse, "Ben bunu sevgilime göstereceğim." derseniz eksiksiz yaparsınız, en azından hatalı yapamamak için gayret sarf edersiniz.

Şimdi sevgiliniz bin sekiz yüz kelimeyle konuşsa siz bu bin sekiz yüz kelimeyi öğrenmeye hevesli olur musunuz, olmaz mısınız? Yüce Sevgilimiz bizden ne-ler istiyor. neler... Her öğrendiğimiz her inandığımız şey için ona biraz daha yaklaşacağız. Peki, orda niye bu kuralı uygulamıyoruz? Dil sadece kaçış bence. İs-teyen herkes bu dili öğrenebilir.

Türkiye’de şöyle bir anlayış var: Şu sıralar okullar kapandı, tatil... Üç tane yan yana ev düşünün, şöyle bir konuşma geçiyor iki hanım arasında: "Çocuk yo-ruldu, bırak azıcık dinlensin. Kafasını dolduracak o eski yazılarla falan, doğru mu? Peki ama çocuklarımı-zın İngilizce öğrenmesi için para veriyoruz, çaba sarf ediyoruz, çocuklarımızın ömürlerinden bir yılı hiç durmadan onlara zehir ediyoruz ve yüz tane İngilizce kelime öğrendiği zaman da; "Benim oğlum şu kadar kelime öğrenmiş." deyip seviniyoruz. Beş yüz tane Osmanlıca kelime öğrense Fuzuli’yi anlayacak. Niye öğretmiyoruz? İngilizce öğrenmek ayrı bir şey, Türk-çeye sahip çıkmak diline sahip çıkmak ayrı bir şey. İngilizce öğrenirken harcadığımız gayreti Osmanlıca öğrenmek için de göstermeliyiz.

Eğer biz bu kültürü, bu medeniyeti yeniden inşa

36ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 37: 41. sayımız

etmek istiyorsak, bunu sokaktaki insanların hepsine Osmanlıca öğretelim manasında söylemiyorum, bu-nun sancısını çekenlere söylüyorum.

Ben gençken:"Bu dünyayı kurtarmalı, bu dünya kötüye gidiyor, mahvolacak." diyordum, bu yüzden anarşinin pençesinde, sağ-sol kavgasında kaç yılımı harcadım. İnsan dünyayı kurtarmaya heveslenir genç-ken, orta yaşlara gelince ailesini kurtarmaya hevesle-nir, yaşı elliyi bulunca da der ki:" Kendimi nasıl kur-tarabilirim?" Keşke bunu tersine çevirebilsek. Yani yirmili yaşlarda; kendimi nasıl kurtarabilirim ki desek ve yirmili yaşlarda kendimizi kurtarsak. Kırk yaşında ailemiz bize bakarak kurtulmuş olacak. Aileler kurtu-lunca atmış yaşına gelince ülkeler de kurtulacak. Söy-lemek istediğim şu: "Biz bu soruyu kıyamete kadar sorup durmayalım, buna bir çözüm bulalım." Kendi-mizi kurtarırsak çevremizdeki insanlar kurtulacak ve bizim çocuklarımız çok daha iyi işler yapacak. Bunlar çoğaldığında her şey kendiliğinden olacak. Geriye dönelim manasında algılamayın bunu. Ne kadar Os-manlıca kelime bilirseniz düşünceniz o kadar artar, siz yine anlatacağınızı bugünkü dille anlatın; "Bugünkü dil yetmiyor." diyorsanız siz zihninizi geliştirdikçe o dile yeni bir anlayışı, yeni bir zemini siz getirirsiniz.Bazen benim yazdıklarımı anlayamadığını söyleyen şikâyet eden okuyucular oluyor. Diyorum ki:"Sen de anlama?" Bir yazarın görevi okuyucunun seviyesine inmek değildir. Okuyucunun seviyesini yükselterek kendi seviyesine yaklaştırmaktır. Benim bütün der-dim bu. Biz bir şeye karar verirsek bu halkalar hâlinde çoğalacaktır.

Çalışmalarınızda özellikle arşivci bir metot izli-yorsunuz. Divan kültüründe de soyut somut iç içe geçmiş olduğundan ifadesi biraz güç. Bize eserleri-nizin oluşmasındaki bu süreçten bahseder misiniz?

Şimdi Osmanlı yahut atalarımız müşahhas olanla hiç ilgilenmezler. Müşahhas olanla ilgilenenler sanat-çılardır. Onlar:"Somut olanı nasıl güzelleştirebiliriz ?" kaygısı taşırlar. Mimarı, dülgeri, araba ustası bunlar zanaat; zanaat somut olanla uğraşır. Hâlbuki insan so-yut olana özlem duyan bir varlıktır. Ben insanı bileşik kaplar gibi düşünüyorum. Kimya laboratuvarlarındaki bir U bileşik kabının içine bir sıvı koyduğunuzda, iki taraf da eşit durur. Ama bir tarafa baskı yaparsanız di-ğer tarafta su yükselir ya da bir taraftan çekerseniz di-ğer taraftan azalır. Allah da insanı yaratırken U bileşik kabındaki gibi yaratmış ve ortadan da bölmüş. Bana

göre izafi olarak, demiş ki:"Bir tarafı madde olsun, bir tarafı mana olsun." İnsanda madde ile mana dengesi ya da soyut ile somut dengesi yüzde elli ile yüzde el-lidir. Divan Şiiri tam yüzde ellinin ortasında durur ve somut örnek vererek soyut olanı anlatır. Divan Şiiri-nin başka bir derdi yoktur: Tabiata bakar,çiçeği görür, ağacı görür; tekkeye bakar, meclise bakar insanları görür, eğlenceyi görür ve somut olana bakarak soyut olanı anlatmaya başlar. Bu bir elyazması kitabın içine minyatür çizmek gibi bir şeydir. Eskiden elyazması kitapları yazanlar hikâyeyi anlatır, derdini döker sonra da kitabın bir yerinde boşluk bırakırdı. Bu şu demek-ti: "Buraya nakkaş ya da ressam benim anlattıklarımı çizsin."Nakkaşa giderdi kitap.Nakkaş kitabı okurdu, oraya bir nakış çizerdi. Minyatür resim sanatı sözün daha iyi anlaşılması için icat edilmiş bir sanat... Resim somuttur fakat gayesi soyut olana anlam katmaktır. Bu, şu demektir: Ey okuyucu bak! Yukarıdan beri okuduğunu hâlâ anlamadıysan şu resme bak, anla." Mesnevilerdeki minyatürler de bu demektir.

Şimdi gelelim soyut somut dengesine. Divan Şii-rinin hayatı ne kadar iyi anlattığı o U bileşik kabında-dır. Somut olan tarafımızı yüzde elli olarak algıladığı-mızda; karşımıza etimiz, derimiz, kaşımız, gözümüz, tırnağımız çıkar. Görebildiklerimiz ve dokunabildik-lerimiz maddemiz ama bu biz değiliz, sadece yüzde ellimizdir. Bu yüzde elliyi temsilen insanda, bir organ var: Mide. Midenizi iyi beslerseniz, ona iyi bakarsa-nız gelişmeniz devam eder. Maddesini kabul ettirmiş U bileşik kabının diğer yarısı olan mana üç organla temsil edilir: Duygularımız, hislerimiz, anlayışla-rımız. Tam manasıyla titreyişimizle bir gönül, kalp değil. O inanmamız teslimiyetimiz ve hakkaniyetimiz için... Bir ruh; düşüncemiz, fikrimiz, üretmemiz için... Bir akıl.Akıl da insanın mide gibi bir organıdır, gönül de insanın mide gibi bir organıdır, zihin de insanın mide gibi bir organıdır. Bunların tamamına 'can' de-nir. Madde kalıptır. Şimdi diyelim ki siz bir işletme-cisiniz. Ben işletmeci değilim ama iyi bir işletmeciliği şöyle görürüm: Eğer bir beyaz eşya dükkânım olsaydı en iyi beyaz eşyalardan, televizyonlardan, bilgisayar-lardan getirip vitrine güzelce yerleştirirdim. Mağaza-nın içine de en iyilerinden koyar, satıldıkça bir sonraki modeli getirirdim. Bu da bana kâr ettirirdi. Bakın biz mide denen mağazamızı da işte böyle işletiyoruz. Bu işi biliyoruz yani. En güzelinden, en lezzetlisinden, en yenisinden koyuyoruz, tükendikçe yeniden koyuyo-ruz. İnsanı oluşturan mideden başka üç mağaza daha

37ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 38: 41. sayımız

var. Mide, maddemizi temsilen tek mağazamız; ama manamızı temsilen üç tane var. Allah mana mağa-zasını önemsiyor. Kimin kalıbı Allah’ın makbuliyeti içerisinde gönlünden daha ileridir ki? Kim daha ya-kışıklı diye iyi bir kul sayılabilir, kim kör ya da topal diye kötü kabul edilebilir? İyilik, kötülük, güzellik, kul olma tüm bunlar manaya ait olan mağazalarda.

Birinci mağazamız zihin mağazası: Kitap oku-muyoruz, okumadığımız için içindekileri bir oturuşta bir seferde tüketiyoruz. Sonra yenisini koyamıyoruz, beyinler iflas ediyor ve müflis birer insan olarak öm-rümüzün sonuna kadar da tekrar bu mağazayı işlete-lim gibi bir kaygımız da olmuyor. Sonra bizim bir de gönlümüz var: Bizler anne ve babalarımıza onları sevdiğimizi söyleyemeden onlar ölür gider, bizler de arkalarından ağlarız. Hangimiz söyledik: "Hanım, seni hakikaten çok seviyorum." Bize kayıp gibi gelir. Biz sevgilerimizi çoğaltamıyoruz, gönlümüzün için-deki sevgiler kısır, çok az. Çok olanı da gösteremi-yoruz. Zaten sevgilerimizi çoğaltamadığımız için kaş çatmalarımız, öfkelerimiz insanları yerle bir ediyor, darmadağın ediyor. Sabahleyin işe gidiyoruz insanlar bizden kaçıyor. Bir kibir bir kibir... Küçük dağları biz yarattık hesabı. Peki, ruhumuzu da birileri cendere altında tutuyor. Hayır, buna inanmayacaksın, böyle yapmayacaksın. Ruhumuz iflas etmiş, gönlümüz, iflas etmiş, zihnimiz iflas etmiş. Sonra diyoruz ki: "Mad-de ile manayı dengede tutamıyoruz." İşte Divan Şiiri tutturuyor, Divan Şiiri bize bu açıdan da lazım, ma-naya dikkat çekebilmek için. Biz manadan ibaretiz, hiç kimse maddesiyle var olmuyor, o gidiyor toprak oluyor. Ruhi’nin bir beyiti var : "Sanma ki ey efendi altın ve gümüş isteyecekler; Altın ve gümüşün fayda vermediği yerde kalb-i selim isterler."

Bugün kalbimizi bir kenara koyacağız, gönlümü-zü çiğneyip üstünden geçip yaşayacağız. Sonra eğitim sistemimizi düzelteceğiz, çocuklarımız büyük insan-lar olacak. Yok böyle bir şey!

Katre i Matem’de bir düzen var: "mesnevi, lale, mesnevinin ebcedi..." bu geleneksel anlamda bir an-latış değil, roman da değil ama tatlı bir anlatı. Evet Katre i Matem nasıl başladı?

Babil’de Ölüm İstanbul’da Aşk!ı yazmayı kurgu-ladığımda kendime şunu sordum: "İskender Pala, sen bir romancı değilsin, ne işine senin roman yazmak?" Sonra dedim ki:"Benim romana ihtiyacım yok ama Divan Şiirinin romana ihtiyacı var." Kendim için yaz-

mış değilim Divan Şiiri için yazdım. Sonra bir gün geldi Divan Şiirinin bir müzikale ihtiyacı oldu, bir görsel tasarıma ihtiyacı oldu, bunları da yaptık. Son birkaç yıldır İstanbul gözlerimin önünde acı çeker bir hâlde yaşadı. Neden lale geldi İstanbul’a? Lalenin bir romana ihtiyacı vadı, İstanbul’un bir romana ihtiyacı vardı. Ben romancı değilim, tarih beni romancı olarak kaydetmeyecek ama İstanbul’un romana ihtiyacı var-sa ben bunu yazarım, yazmazsam vebal olur, yazmaz-sam kimse İstanbul’u, laleyi benim yazdığım tarzda yazamaz. Başkaları başka türlü yazabilir.

Şu günlerde İstanbul’un lale ile bütünleşen bir ta-rafı var. 1729 yılını anlatan bir roman yazdım. 1729 yılı İstanbul’un bütün tarihi boyunca, gök kubbenin altında, güneşin onu gördüğü her gün içerisinde, 1729 yılından daha güzel görmedi. Öyle bir şehirdi ki; Boğaziçi’nde yalılar, köşkler, kasırlar; Haliçte Sada-bad, bağlar, bahçeler ve bostanlar… O güzelliği anla-tabilmek için o yılı seçtim. O yılda olup bitenleri an-latabilmek için de bu yılla olan izdüşümlerini seçtim. Katre i Matem, Osmanlının Ergenekonudur. İçinde bugüne dair ne varsa o gün de vardı. Osmanlının bu günümüze en çok benzeyen yılıdır o yıl. Çünkü iyiler ve kötüler, fakirler ve zenginler orada daima çatışma hâlindedir, bugün olduğu gibi.

Katre i Matem’i 66 soruda tamamladım. Çünkü lale ile ilgili bir medeniyet birikimini anlatmak isti-yordum, okuyucu da bunu gayet iyi anladı. Bugün Hollanda’da kurulan lale borsası inşallah yakın za-manda İstanbul’a da kurulur. Çünkü o, İstanbullu ev-den kaçan kızımız geri dönmeli, oralarda namus bela-mızdır. Şimdi Katre i Matem’i bir mesnevi formunda düzenledim. Mesnevileri bilirsiniz monoton bir şiir akışı vardır. Belirli bir vezinde beş bin, on bin, elli bin tane beyit alt alta dizilidir. Şair, o monotonluktan çı-kabilmek için arada sırada bir gazel, bir murabba yer-leştirir. Okuyucu sıkılmıştır aynı sesleri duymaktan. Ne kadar güzel olursa olsun bir süre sonra bıktırır. Bu yüzden aralara farklı şiirler serpiştirir. Ben de bunları derkenarlarla yaptım; konunun akışı devam ederken araya farklı hikâyeler sıkıştırarak.

Katre i Matem elli bininci nüshaları satıyor bu günlerde. İyi gidiyor iyi de gidecek inşallah. Bu arada korsanı da yetmiş bin sattı. Onları da imzalatıyorlar. Geçen gün iki çocuk korsan kitap getirdi imzalatmaya ben de korsan imza attım.

İskender Bey, aramızda olup düşüncelerinizi bi-zimle paylaştığınız için teşekkür ederiz.■

38ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 39: 41. sayımız

S A D I K Y A L S I Z U Ç A N L A Rile tarih ve edebiyat üzerine

YASEMİN GÜL GEDİKOĞLU-FATİH YÜKSEL

Her konu gibi, tarih de edebiyatın malzemesi olarak yazarların hem kişilikleri hem de

kültürleri dolayısıyla farklı açılardan yorumlanabilir. En kötüsü, kısa vadeli yarar umuduyla, propaganda amacıyla

yazılanlardır.

TakdimSadık Yalsızuçar 1 Aralık 1962’de Malatya’da doğ-

du. 1970 yılında Malatya Melekbaba İlkokulu’ndan, 1978 yılında Dörtyol Deneme Lisesi’nden ve 1983 yılında da Hacettepe Üniversitesi Türk dili ve edebi-yatı bölümünden mezun oldu. 1985-1987 yılları ara-sında Sivas’ta edebiyat öğretmenliği yaptıktan sonra 1988'de TRT’ye geçti. 1988’den bu yana TRT Anka-ra Televizyonu’nda prodüktör olarak çalışmaktadır.Evli ve bir çocuk babasıdır.

Eserlerinden : Şehirleri Süsleyen Eser (1985), Gerçeği İnciten Papağan (1992), Kış Uykusu (1996), Güzeran (1999)Roman: Yakaza (1992), Dem (2009), Masal: Mavi Kanatlı Bir Kuş (1991), Düş Bahçesi (1996), Kerem ile Aslı: Âşıklık Ne Müşkil Hâldir (2001), Mem ile Zin Gözyaşlarının Aydınlığında (2001), Araştırma-İnceleme: Rüya Sineması (1994), Düş, Gerçeklik ve Sinema (1996), Televizyon ve Kut­sal (1998), Geçen Gün Ömürdendir (1999), Tarafsız­lık Masalı (1999), Dünyanın Orta Yeri Sinema, Ha­yat Müzikle Devam Eder, Derleme: Yeni Şiir Antolo­jisi (1985), Çeviri: Kelile ve Dinme, Beydeba (1998), Bostan ve Gülistan, Sadî-i Şirazî (1988), Dede Kor­kut Hikâyeleri (1999), Siyasetnâme, Nizamülmülk (1999), Mahzen­i Esrâr, Molla Câmi (1999).

Öykü, ne yazık ki edebiyat dünyasında hak-kında en az konuşulan edebî türlerden biridir. Şiir ve roman edebiyat zemininde her zaman faz-laca yer işgal etmesine rağmen aynı şeyi öykü için söyleyemiyoruz. Bunun belirli sebepleri olduğu düşünüldüğünde siz nelere dikkat çekersiniz?

Biz, bilinen ilk şiirsel metinlerden itibaren, öyküleyerek anlatma eğilimini görüyoruz insa-noğlunda. Kutsal metinlerin tümünde “kıssa” tabir edilen bir yapı karşımıza çıkıyor. Kuran’da, geç-miş toplulukların öyküleri, ibret olması bakımın-dan anlatılıyor. Bu, aynı zamanda bize bir insanlık tarihi resmi de sunuyor. Öykü dilini, geçmişten bugüne insanlar gündelik yaşamlarında da kulla-nıyorlar.

İki tanıdık yolda karşılaşıyor ve “Nasılsın, ne var ne yok?”la birlikte bir öykü anlatımı başlıyor. Attar, Sadi, Mevlânâ gibi üstadlar öykülerle anla-tıyorlar meramlarını. Öyle sanıyorum, insanoğlu, hem dünyada varoluş hikayesini bir “hikâye” for-

39ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 40: 41. sayımız

mu içinde küçük parçalar halinde üretmeyi seviyor hem de kendi öyküsü olsa bile, anlatırken, “öteki-leştirerek” anlatıyor. Bir tür epik bir dil üretiyor öyküyle. Bu konuda daha pek çok spekülasyon yapılabilir.

Öykü, ‘romana geçişte bir ‘ara tür’ değildir. Ama, öykü yazarları genellikle roman da yazmış-lardır. Bunun istisnaları vardır kuşkusuz, ne ki, öykü ile roman arasında önemli bir ayrım vardır. Öykü, esasında insanoğlu kadar kadim bir anlatım tarzıdır. Sözün sultanı şiirdir ama, öykü de masalla şiirin arasında bir yerde durur ve bir beyan biçimi olarak son derece yaygın ve yaşlı bir dildir. Öykü, daha çok bir anı, bir süreci, bir imayı, bir durumu anlatır. Roman ise, daha oylumlu ve kapsamlı ol-manın yanı sıra, sosyolojik bir boyuta da sahiptir. Öykünün yapamayacağı bir şeyi yapar roman, bir toplumsal kesiti, bir tarihsel süreci, bir macerayı anlatır. Gerçi bu tanımlar da sorunludur. Romanın doğuşundan bugüne çok şey değişti. Özellikle yet-mişlere gelindiğinde bireysel perspektif kırıldı ve daha kolektif semboller üzerinden, daha mitik bir anlatım tarzı yeğlenmeye başlandı. Latin Ameri-ka romancılarının açtığı bu çığı, sonradan Eco ve Rüşdi gibi yazarlarla daha da dönüştü. Roman, gi-derek, daha ‘yağmalayıcı’ ve her şeyi anlamsızlaş-tırıcı kalemlerce iyiden iyiye evrildi. Anlamsızlığa vurgunun merkeze alındığı bu ortamda, roman, Enis Batur’un Acı Bilgi örneğinde olduğu gibi sü-rekli bir değişim ve açılımlar içinde. Öyküye gelin-ce, bu dil bize, gündelik yaşamdan, en kişisel de-neyimlere kadar hemen her alanda ‘kullanışlı’ im-kanlar sunar. Öyküde de bir dönüşüm yaşanmıştır, yaşanmaktadır, ama bu, romandaki kadar değildir. Öykünün geleneksel formları kutsal metinlerdeki kıssa ve mesellerdir. Bu anlatılarla modern öykü arasında epeyi bir açı farkı var ama, esas itibariyle, anlatı aynı eksende gelişmiştir. Bu anlamda bakıl-dığında, benim, Yakaza adlı tek ‘roman’ıma roman da denmez. O da bir tür öyküsel katlardan oluşan epizodik bir metin olarak okunmalıdır.

Öykü sizin için ne anlam ifade ediyor? Sizi öykü yazmaya sevk eden etkenler nelerdir? Öykü yazmaya ne zaman başladınız?

Çocukluğum sinema ortamında geçtiğinden, görsel bir anlatım tarzı öykü dilime alttan alta ege-men oldu gibime geliyor. Ben öykü anlatmanın en masum şey olduğunu sanırdım. Oysa, zamanla gördüm ki, mesele öykü anlatmaktadır. Yani bir şeyleri anlatmakta değil, öykü anlatmaktadır. Bu bir nevi imgesel veya olgusal bir anlatım biçimi, bir dil olarak bende ortaya çıktı. Edebiyatı tanıma-ya başladığımda, yalnızlıktan, aşktan, yoksulluk-tan canım yandıkça öyküler anlatıyordum. Uzunca bir süre bunları gizledim. Sonra, öykü yazdıkça kaçtığım acıların çoğaldığını fark etmeye başla-dım. Ama yine de bir acıyı anlatabiliyorsanız onu alt etme bakımından bir imkân önünüze açılabili-yor. Öyleyse, en kolay yaptığım şeyi, yani öykü anlatmayı sürdürecektim. Nitekim de öyle oldu. Neyi anlatmak istesem bunu o tanıdık, hep yaptı-ğım yolla, öyküyle anlattım. Bu, bende bir tutuma dönüştü, Heidegger’in dediği o kendi yüreğine bü-külmek vardır ya, öykü yazmak da bende kalbime yönelmenin bir yolu hâline geldi zamanla.

Öykülerinizde şiirsel ifadelere ve şiir formuna rastlamaktayız. Öyküleri dizeler hâlinde yazmak ya da kafiyeli kelimeleri satır sonlarında kullan-mak gibi. Genel manada bakıldığında öykücülü-ğünüzde şiirden faydalandığınız söylenebilir mi? Şiirin öykünüze ne gibi getirileri olduğunu düşü-nüyorsunuz?

Doğrudur, öykülerimde hep şiirsel bir yan var-dır. Bu, esasen, öyküde çok dikkat edilmesi gere-ken bir şeydir. Abartılınca çekilmez hâle gelebilir. Kararında, yalın, samimi olmalı.

Öykülerinizdeki kişileri ya da kurguyu oluştu-rurken kendi hayatınızdan mı yola çıkıyorsunuz yoksa tamamen hayal gücünüzün zenginliklerin-den mi faydalanıyorsunuz?

40ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 41: 41. sayımız

İkisi de diyebilirim. Ama canım çok yanınca daha çok yazıyorum. Yaşamadan, tatmadan yazdı-ğım pek az öyküm vardır.

Herkesin Batı’ya yönelmeyi tercih ettiği bir dönemde yaşıyoruz. Sizin öykülerinize baktığı-mızdaysa Doğu kültürünün derin izlerine rastlı-yoruz. Bu sadece köklerimizin bağlı olduğu top-raklara bir vefa borcu ödemek için midir yoksa farklı bir sebepten bahsedebilir miyiz?

Hem vefa, hem de irfanın Doğu’da oluşundan-dır. İrfan, kelamdır, kendini bilmektir, cevherdir, özdür, mayadır. Anadolu, güneşin doğduğu yer de-mektir. Güneş, hakikattir. Biz, kendi bilgelik gele-neğimizden besleniriz. Bu muazzam dünya ile iliş-kilerimiz modern zamanlarda örselenmiş de olsa, bu bağları yeniden güçlendirmek zorundayız.

Çocukluk ve gençlik yıllarınızda okuduğunu-zu belirttiğiniz Kemalettin Tuğcu, İsmail Heki-moğlu ve Nezihi Polat gibi yazarların eserleriyle

büyümenizin yazın hayatınıza ne gibi tesirleri olmuştur?

Benim yazıyla, edebiyatla uğraşmamda, ön-celikle babamın işlettiği sinemalarda seyrettiğim yüzlerce filmin etkisi vardır diye düşünürüm. Son-ra özellikle anneannemin anlattığı masalları ha-tırlıyorum. Çok güzel anlatırdı. Böyle yerel ama zengin bir sözlükle, canlı, canlandırarak, sanki yaşıyormuş gibi, bir meddah gibi anlatırdı. Ninni çok söylerdi. Ninnisiz uyuduğum vâki değil nere-deyse.

Tabi, bir de bizim ailemizde bir kırılma, bir de-ğişim de yaşanmıştır. Dedem dervişti, Demokrat-lara ilgi duyuyordu, seçimlerde onlara oy veriyor-du. Babamla bir kırılma olmuş. Babam, alkol kul-lanır, sinema işletirdi, sinema ile uğraşıyordu. Bu yüzden dedemle aralarında bir gerilim daima oldu, bir zaman çok soğudular, görüşmediler. Dedemin üzüntüsünü şimdi daha iyi anlayabiliyorum. Tabi evladı, atamıyor satamıyor, ama kendisinden çok farklı bir yolu seçtiği için de kahroluyor.

41ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 42: 41. sayımız

Ben ve kardeşlerim bu gerilimin içinde büyü-dük. Dayım, son kabadayılardandı, Malatya’nın. Fırtınalı bir yaşamı oldu. Teyzelerim o muhafaza-kar ortamda kısmen cüretkar idiler vs. Bu çelişki ve acılar içinde büyüdük. Tabi bütün bunlar bir şeyler anlatma, öyküler yazma isteğini hareketlen-dirmiş olabilir.

Söz ettiğiniz yazarlar arasında ise en çok Tuğ-cu beni etkilemiştir. Hekimoğlu İsmail’in romanı-nı lisede iken okumuştum.

Her sanatçı kendisine göre bir sanat tarifi yapmıştır. Siz de “Sanat, insan ile Allah arasında bir gizdir” diyorsunuz. Yaptığınız bu tariften yola çıkarak sanat anlayışınız hakkında daha detaylı bilgi verebilir misiniz?

İnsan eksiklerini gediklerini tamamlıyor, ken-dini muhasebe ediyor ve yazı çileli bir şey ol-duğundan aynı zamanda bir riyazet yolu gibi, insanın kendisini bir anlamda disipline etmesini zorunlu kılıyor. Ayrıca, bu, Heidegger’in bilge bir Japon dostu Hishamatsu’nun dediği gibi bir gei-do üzerinde yürümesini de sağlıyor. Kökene dönme, insanın eklerinden, yüklerinden kurtulması ve ru-hun dairesine doğru girmesi sanat yoluyla müm-kün olabiliyor. Heidegger, düşünmenin felsefe yoluyla düşünmenin imkanlarının tıkandığını, bu-nun belki şiirle mümkün olabileceğini söylüyor-du. Rilke, Goethe ve Hölderlin’le ilgilenmesinin, şiirin özüne ilişkin yazmasının nedeni bu. Sanat, kuşkusuz böyledir, insanı tekmil eder, belirli bir kemal yoluna çeker, belki de bir yol, bir yordam arama çabasıdır. Necatigil bunu, insanın yalın, -e, -de, -den hâlleri olarak da ifade eder, hasret, gurbet ve hikmet burçları biçiminde de. Zaman ve varlık kürevi olduğundan ve feleklerin dairesi burçlarla isimlendirildiğinden, hikmeti de bir yetkinlik dü-zeyi, bir sır olarak düşünürsek doğru.

Ödül alan eserlerinize baktığımızda her iki-sinin de mistik ögelerle kurulu olduğunu görü-yoruz. Kitaplarınızı bu metafizik olgularla oluş-

turmanızda Doğu kültürünün ve tasavvuf öğreti-sinin yerinin büyük olduğunu düşünüyoruz. Bu eserlere ödülü getiren ya da eserleri önemli kılan sizce kurgularda bulunan bu ögeler olabilir mi?

Bizler, modern zamanlarda gelenekle bağı kop-muş bahtsız insanlarız. Muazzam bir irfan gelene-ğimiz vardı, bir birikimin içinden geliyoruz. Ama, kutsalla bağlarımız zayıfladı. Daha maddeci, dün-yevi bir yere doğru geldik.

Geleneksel tasavvuf geride kaldı. Eski formlar, eski kalıplar yok artık. Modernleşen yaşam içinde bilgece yaşamak çok güç. Kendimizi korumak, ta-savvufun geleneksel yollarını bu yeni hayat içinde farklı biçimde yaşamak durumundayız. Tasavvuf ile mistisizmi, metafiziği de karıştırmamak lazım. Bunlar farklı şeyler. Bizim modernleşme anlayı-şımız, daha çok Batılaşma olduğu için tasavvuf geleneğinde de bunun sonuçları beliriyor. Dola-yısıyla başka başka yolları, yöntemleri tasavvufa taşımaya çalışıyoruz, karıştırıyoruz. Doğrusunu isterseniz ben planlar yaparak yazmıyorum. Zuhu-rata tabi oluyorum. Karşıma ne çıkarsa, içime ne doğarsa onu anlatmaya çalışıyorum.

Çocuk edebiyatı alanında kaleme aldığınız eserlerinizde Doğu Edebiyatının önde gelen sa-natçılarından, Mevlana ve Sadi Şirazî gibi, ilham aldığınızı biliyoruz. Manevî değerlerin ön plana çıktığı bu eserlerin çocuklar için yazıldığı düşü-nüldüğünde onların dimağlarına ve yüreklerine dinî ve tasavvufî öğretilerle seslenerek daha bi-linçli ve İslam’ı öğrenerek yetişen bir kuşak ya-ratmada öncü olduğunuz düşünülebilir mi?

Hayır hayır estağfurullah…Bendeniz birkaç masal kitabı yazdım sadece. Çocuk edebiyatını pek bilmem. Bu alanda çok değerli Mustafa Ruhi Şirin gibi, Mevlana İdris gibi yazarlar var.

Ödül de alan Rüya Sineması adlı eserinizi yazarken sinema işletmecisi olan babanız Abdur-rahman Yalsızuçanlar’dan ve çocukluk yılları hatıralarınızdan ilham aldığınızı söyleyebilir mi-

42ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 43: 41. sayımız

yiz? Eserler gerçek hayata ne kadar çok yasla-nırsa o derece başarı getirir düşüncesi ile ilgili fikirleriniz nelerdir?

Tabii… İnsan büyük oranda çocukluğudur. Ba-bam sinema işletmeciliği yaptı uzun yıllar. Benim edebiyata, öyküye, romana ilgi duymamda, sinema ile uğraşmamda bu çok etkili oldu. Esasen benim çocukluk yıllarım çok renkli, zengin bir dünyada geçti. Bende hem babamın işlettiği, özellikle yaz-lık sinemalarda seyrettiğim filmler hem de hayal sinemam çok fazla dokunaklı, komik ve maceralı hikâyelerle doludur. Çocukken rüyasız uykum ol-madığını söyleyebilirim. Hayalin sınırlarının bu denli geniş olduğunu çocukluğuma dönüp bakın-ca biraz anlayabiliyorum. Sonradan İbn Arabî ve Bediüzzaman’dan, hayal’in bir ‘âlem’ bir ‘berzah’ olduğunu öğrendiğimde çok şaşırmadım diyebili-rim. Gerçek dünyadan çok, o büyülü, sinemasal âlemde geçmiş çocukluğum. Bu, yaşamımın tümü-ne sirayet etti sonra. Daima gerçeklerden, gerçek-liklerden kaçtım; hayale, rüyaya, düşlere sığındım, onların daha gerçek olduğunu düşündüm. Şimdi, yavaş yavaş yokuşu inerken bu duygum daha çok güçleniyor, görüyorum.

Melekbaba sinemamızda makinist Yusuf amca-nın feci bir şekilde can verdiği o yangını bugün-müş gibi hatırlıyorum. Seyrettiğim filmlerin adeta her karesini hatırlıyorum. Dayılarımın, teyzele-rimin düğünlerini... İlkokulumuza bilhassa kışın giderken, sabahları dizimize, belimize kadar kara gömüldüğümüzü... Kolumuzun altına sıkıştırılan birkaç meşe parçasının sınıfın sobasında çıtır çı-tır yanışını, el ve ayak parmaklarımızın buzlarının ikinci üçüncü derste ancak çözülüşünü... Okula giderken geçtiğim Issız Ceket (Patika)’nın cinle-rini, o tuhaf, gizemli seslerini... İlkokul aşklarımı, onların acılarını, sızıları... Her şeyi hatırlıyorum. Unutamadığım bir başka şey, dedem... Kadirî idi, babaannem de öyle. Akşamları mutlaka ben-dir çalar, açık zikir yaparlardı. Babaannem çok cezbeli olduğundan kendini tümüyle kaybeder,

başını duvara çarpar, yazmasının altından kan sızardı. Yatışması uzun sürerdi. Dedem daha de-netimliydi, öyle hatırlıyorum. Mütevazı yaşı-yorlardı. Genellikle saç sobadan çıkarılmış meşe korunda (mangalda) pişirilen soğanlı bulgur aşı ve ayran... Dedem riyazet ehliydi. Az şekerle tat-landırılmış suya, kuru tandır ekmeği batırır yerdi. Ama tuhaf bir huzur, bir sükunet vardı içlerinde. Evleri de öyle. İki küçük odalı, bir sofalı, toprak zeminli, kerpiçten, toprak damlı bir evde yaşı-yorlardı. Ben de dört yaşına kadar orda yaşadım. Hafızamı zorladığımda, çocukluğumun diple-rinde hep o evin ve dedemlerin anıları canlanır. Ne bileyim işte, ölümler, ağıtlar, düğünler, bay-ramlar, bolluklar, yokluklar, aşklar...la dolu bir hayat.

Bunlar var benim rüya sinemamdaki perdede. Benim yazıyla, edebiyatla uğraşmamda, öncelikle babamın işlettiği sinemalarda seyrettiğim yüzlerce filmin etkisi vardır diye düşünürüm. Sonra özellik-le anneannemin anlattığı masalları hatırlıyorum. Çok güzel anlatırdı. Böyle yerel ama zengin bir sözlükle, canlı, canlandırarak, sanki yaşıyormuş gibi, bir meddah gibi anlatırdı. Ninni çok söyler-di. Ninnisiz uyuduğum vaki değil neredeyse. Tabi, bir de bizim ailemizde bir kırılma, bir değişim de yaşanmıştır. Dedem dervişti, Demokratlara ilgi duyuyordu, seçimlerde onlara oy veriyordu. Ba-bamla bir kırılma olmuş. Babam, alkol kullanır, sinema işletirdi, sinema ile uğraşıyordu. Bu yüz-den dedemle aralarında bir gerilim daima oldu; bir zaman çok soğudular, görüşmediler. Dedemin üzüntüsünü şimdi daha iyi anlayabiliyorum. Tabi evladı, atamıyor satamıyor, ama kendisinden çok farklı bir yolu seçtiği için de kahroluyor. Ben ve kardeşlerim bu gerilimin içinde büyüdük. Dayım son kabadayılarındandı Malatya’nın. Fırtınalı bir yaşamı oldu. Teyzelerim o muhafazakâr ortamda kısmen cüretkâr idiler vs. Bu çelişki ve acılar için-de büyüdük. Tabi bütün bunlar bir şeyler anlatma, öyküler yazma isteğini hareketlendirmiş olabilir.■

43ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 44: 41. sayımız

N U R U L L A H G E N Çile şiir üzerine

KEMAL BATMAZ

Madem biz bir İslâm medeniyetinin insanlarıyız neden her vadide şaşkın şaşkın gezen şairlerle onun

karşısında gezen şairleri bir araya getirip bir poetika yazmıyoruz? Benim poetikam oradan başlayacak.

TakdimNurullah Genç 9 Eylül 1960, Horasan, Erzu­

rum doğumludur. 1979’da Erzurum Üniversitesi’ne

başladı.1983 de İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’nden mezun oldu. Ertesi yıl aynı üni­versitede asistan,1990’da doktor,1995’te doçent ve sonra Profesör unvanlarını aldı. Şu anda Kocaeli Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesinde Öğretim GörevlisidirŞiir ve roman dalında çeşitli ödüller sahibi. Onun tanınmasını sağlayan 1990 TDV Naât­ı Şerif Bü­yük Ödülüdür.

Kitapları İntizar Başarı Bedel İster Zirveye Götüren Yol: Yönetim Müpteladır Gemiler Benim Denizlerime Yürüyelim Seninle İstanbul’da Aşk Ölümcül Bir Hülyadır Yağmur Rüveyda Gül ve Ben Hüznün Lalesidir Dünya Sensiz Kalan Bu Şehri Yakmayı Çok İstedim Birkaç Deli Güvercin

Nurullah Genç aldığı eğitim ve akademis-yen kişiliği ile şairliğine neler katmıştır.

Bu soruya insanın gerisindeki var oluş ger-çeği ile bakmak lazım. Çünkü insan hayatında, adım adım tecridilik var. Bebek, çocuk, genç, olgun yaş, ihtiyarlık sonra ölüm… Hayatın başlangıcı ve bitişine baktığımız zaman haya-tın kendisi Allah tarafından verilen bir nimet olmakla birlikte bir öğretidir de. Ya iyi şeyler öğrenirsiniz ya kötü şeyler. Ama eğer öğrenme-ye ayarlıysanız her yenilik size bir şeyler katar. Bu anlamda benim çocukluk yıllarımla mevzu-ya girmek lazım. Çünkü altı ve dokuz yaş arası köy odalarında, büyüklerimizin dizinin dibinde geçirdiğimiz yıllar çok öğretici olmuştur bizim için. Benim hem bilmeden divan şiirine hem halk şiirine, halk müziğine, âşık müziğine din-leyici ve izleyici olarak adım attığım yıllardır. O yıllarla birlikte şiir, sanat, edebiyat bende şe-killendi.

İlkokulu bile olmayan bir köy düşünün. Ama o köyün yaşayanları, dedeleri, orta yaşlıları arif-ler hatta köy münevverleri, köy aydınları var. Onların içinde bazıları aralıksız 30 yıl kitap okumuşlar. Edebiyatı biliyorlar, divan edebiya-tından haberdarlar, halk edebiyatını biliyorlar.

Madem biz bir İslâm medeniyetinin insanlarıyız neden her vadide şaşkın şaşkın gezen şairlerle onun

karşısında gezen şairleri bir araya getirip bir poetika yazmıyoruz? Benim poetikam oradan başlayacak.

44ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 45: 41. sayımız

Erzurum’da kış geceleri uzun geçer. Akşam namazından sonra bir araya gelinir, yatsıdan son-ra da bir arada kalınarak günde 3–4 saat kültür sohbeti yapılır. Bu inanılacak gibi değildir, bu-günkü şartlarda tahayyül edemezsiniz. Çünkü bugünkü şartlarda benim köyümde o yok, kal-madı artık. Nasıl ki Harput’ta birçok şeyi kay-betmişsek köylerimizde de birçok şeyi kaybettik. İnsanlarımızın dokusundan ve hafızasından da birçok şeyi kaybettik. O zaman Siyer-i Nebi’yi okumak için bir araya gelirlerdi köylüler, babam, amcalarım, komşularımız… Okudukları, Siyer-i Nebileri, Muhammediyeleri ara verip şiir soh-betleri yaparlardı. Çocuk hâlimizle şiir dinlerdik. Altı yaşından dokuz, on yaşıma kadar dört yılım Karacaoğlan’dan Dadaloğlu’ya kadar örnekleri dinlemekle geçti. Ben Fuzuli diye bir şairin oldu-ğunu yıllar sonra öğrendim ama çocukluk günle-rimde “Beni candan usandırdı cefadan yar usan­maz mı?” mısrasının yer aldığı “usanmaz mı?” redifli gazelini köylülerden makamla dinledim. Gazel şeklinde okuyarak, söyleyerek dinlettiler bize bunları. Kerem ile Aslı hikâyelerini, Kö-roğlu destanlarını, Âşık Sümmanî, Âşık Şenlik hikâyelerini dinlettiler bize. Battal Gazi destanı-nı, Peygamber’in hayatını anlatan kitapları man-zumeler şeklinde okudular.

Şiiri, önce kafiye ile kafiyeli bir işmiş şeklin-de algılayarak kendi iç dünyamıza oturttuk, nak-şettik. Sonra kafiyenin de ötesinde bir derinliği olduğunu anladık. Ve okul hayatı; İmam Hatip Lisesi, İşletme Fakültesi sonra adım attığımız akademisyenlik… Bir taraftan akademik haya-tın çalışmalarını örmeye çalışırken öbür taraf-tan şiirin, sanatın, edebiyatın o engin derinliği-ne, gizemli, esrarengiz sırlarına doğru yolculuk yapmaya gayret ettik. İkisinden gelen bilgiler bir yerde buluştu aslında. Çünkü hayat bir bütündür. Hayatı parçalayarak bir tarafını ayrı diğer tarafını ayrı düşünemezsiniz. Bu yüzden bana zaman za-man soruluyor: “İşletmecilikle sanatı, şiiri, ede-biyatı bir araya nasıl getiriyorsunuz?” diye. Ben de onlara şunu söylüyorum: “Beden nasıl oluş-muş ki? Bir tarafında fiziki bir yan var sonra kim-yası var, biyolojisi var, fizyolojisi var, psikolojisi var, sosyolojik bir hâli var. Bu beden nasıl bir şey ki insanın bedenini, kendini, nefsini bilmesi; Rabbini bilmesi ile eş değer kabul edilmiş bizim

kültürümüzde. Dolayısıyla hayata mütemmim bir realite olarak yaklaşırsanız, değişik alanlar-dan, dış dünyadan size gelen bilgilerin tamamını mütemmim olan tamamlanmış cüzün parçasını - çünkü o tamamlanmış olan da bir başka bütünün parçası- onun içinde değerlendirebilirsiniz. İşte benim akademik hayatımdan elde ettiğim bilgi-ler: Sosyoloji okudum psikoloji, davranış bilimi okudum, antropoloji, yönetim organizasyonu, ekonomi okudum. Bütün bunlardan elde ettiğim bilgiler şiirde, sanatta, edebiyatta bir anlam ifade etti benim için.”

İktisatta “tasarruf teorisi” vardır. Ben, tasar-ruf teorisini edebiyatın dünyasına nasıl uyarla-rım diye düşündüm. Parite kuralı vardır, 80’e 20 kuralı. Problemlerin % 80’ini insanların %20’si oluşturur şeklinde. Gelirin % 80’i nüfusun %20’sine dağılır, diyor. Dünyada böyle âdil olmayan bir dağıtım vardır. Ben bunu şiirlerimde farklı şekillerde kullandım. Siz eğer değerlendirmeyi bilirseniz Allah’ın var ettiği her bilgiyi En Bü-yük Sanatkâr’ın yansıması şeklinde düşünürse-niz kendi sanatınızda bir yerde kullanabilirsiniz. Bu mantıkla hem sanat geçmişim hem akademik geçmişimden gelen bilgiler bende bir yerde mez-cedip karıştırıldı başka şeylere ve şiire dönüştü.

Sayın Hocam, ekonomide bir piyasa var. Ne-ticede sanat ve şiirde de bir piyasa var. İkisini karşılaştırıp değerlendirir misiniz?

Ekonominin piyasa kavramı sanatımızı mah-vetti. Sanat ve edebiyatta çile vardır, karşılık bekleme ve bu işin piyasasını düşünme yoktur. Para kazanayım, zengin olayım, evimi geçindi-reyim mantığı da yoktur. Eğer hakikaten sanat-çıysa kişi, eser verebilecek noktaya gelmişse onu ortaya koyar. Ondan sonrası yok. Artık o eserle muhatap olanların problemidir bu, ya da onların derdi olmalıdır. Yoksa bir hesapla şunu yapayım, bunu elde edeyim, şunu ortaya koyayım, şu neti-ceye ulaşayım demez. Bunu yapan kişi noksanlık içerisindedir. Ancak bunu söylemek edebiyatın ürünlerinin bir ekonomik piyasa içerisinde alıcı bulmasına, okuyucu bulmasına mani değildir. O ayrı bir konu. Onu tüccarlar hesap edecek. Bu işin ticaretini yapanlar, yayıncılar gibi... Sanat eserini yüceltecekler, iyi sunacaklar. İnsanlara onun de-ğerli olduğunu reklamlarla kabul ettirecekler. Bu

45ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 46: 41. sayımız

da bir derinlik meselesidir. Yayıncılıktaki derinlik edebiyatın piyasasının

derinliğini gösteriyor. O derinlik ne kadar zayıfsa yayıncı da piyasanın derinliği de bir o kadar azalı-yor. İktisatta şöyle bir kural vardır: “Kötü para iyi parayı piyasadan sürer, kovar.” ya da “İyi parayı yastık altına atar.” diye… İyi parayı çıkarmazlar piyasaya, hep kötü ucuz parayı kullanırlar. Gümüş para ile altın paranın tedavülde olduğu dönemde altın para tamamen piyasadan çekilmiş. Eğer bu anlamda bakarsanız edebiyatın böyle bir proje-ye dönüşmesi maalesef kötü eserlerin, popüler, sadece günübirlik tüketime yönelik eserlerin ön plana çıkması anlamına gelir. Hakikaten derinliği olanın, güzel olanın, naif olanın arkada kalması anlamına geliyor. Ben bundan bizarım.

Bakın; şiiri, eserleri piyasada olan, okunan, defalarca baskı yapmış birisi olarak söylüyorum. Bundan rahatsızım ben. Çünkü eğer geleceği ol-mayacaksa; bir şiir, bir sanat eseri eğer bayatla-mayacaksa gelecek nesiller onu bilmeyecektir. O sadece bugün o sanatkâr hayatta olduğu sürece bilinecektir. Onun yedeğinde taşıdığı bir yük gibi o eser taşınacak. Ama o öldükten sonra gidecek, kalmayacak. Çünkü gönüllerde yer etmeyecek, çünkü taşınmayacak; çünkü estetik bir tarafı yok, tarihî bir zenginliği yok, kültürel bir zenginliği

yok... Kelimelerin sadece sözlük anlamlarından yola çıkılarak yazılmış eserler olarak karşımıza çıkacak. Istılahi anlamlarıyla kelimelerin kulla-nıldığı bir eser değil ise, şiir değil ise bu piyasada bugün çokça dönüp durabilir. Bu bizi aldatmama-lı. Hakiki, derinliği olan, zenginliği olan; biraz üzerinde düşünülmesi gerekli olandır. Biraz de-rinliğine inilmesi gerekli olandır. Bu ise bugünkü piyasa şartlarında çokça yakasından tutulup sah-neye çıkarılacak bir eser gibi duyulmuyor, görül-müyor. Onun için maalesef ekonomi bizim ede-biyatımızın piyasasından çok olumsuz etkilemiş durumda. Bu olumsuzluluklar gerçek eserlerin ön plana çıkmasına, hakikatin ön plana çıkmasına biraz mani oluyor. Ben bunun için Nurullah Genç olarak yıllardır mücadele ediyorum.

Balık bilmezse Halik bilir. Hiçbir şey bekle-yerek yazmayın. Bir şey kazanmak maksadıyla yazmayın, kazandırmak maksadıyla yazın. Şiir, sanat, edebiyat kazanmak maksadıyla değil ka-zandırmak maksadıyla yazılır, gelecek nesillere bir şey bırakmak maksadıyla yazılır.

Edebiyattan şiirden yola çıkılarak Osmanlı dö-neminin iktisadı incelenmiştir. Yani şiir aynı za-manda bir kültürel zenginliktir. Bunu vermiyorsa bir şiirden siz topluma ait değeri de, sosyolojik bir değeri, iktisadi bir değeri alamıyorsanız- ki

46ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 47: 41. sayımız

bugün yayınlanan şiirlerin %99’unda belki bunu alamazsınız-bir anlam ifade etmiyor yazılanlar. Ama piyasa maalesef gördüğünüz gibi işte gü-nübirlik, şairi ile birlikte var olabilecek eserlere daha fazla meylediyor. Bu da işin kötü tarafı…

Demek ki edebiyatın piyasası ile ekonominin piyasası arasında müthiş bir ilişki varmış…

Size şunu da söyleyeyim, bunun toplumsal seviye ile de ilgisi var. Ben sonuçta iktisatçı bir akademisyenim. Geri kalmış toplumlarda sanat ve edebiyat da geri kalıyor. Geri kalmış toplum-larda özdeşleşme duygusu fazla oluyor. Aşağılık kompleksi fazla oluyor. Sanat ve edebiyatta da fazla…

Benim şairlerimin, benim edebiyatçılarımın kompleksinden az mı çekiyoruz yıllardır. Kendi-sini Batı şiiri özentisi içinde bulduğumuz az mı şair var Türkiye’de? Başka bir medeniyetin şii-rini birebir taklit eden az mı insan var? Son 50 yıl içinde Türkiye’de yazılmış şiirlerin istatistik-sel analizini çıkarsanız ve gerçekten bir inceleme yapsanız benim medeniyetimin, kültürümün, şiir geçmişinin damarlarından, yataklarından, zen-ginliğinden, hazinelerinden beslenen şiir oranı Batı şiirinin dokusundan beslenen şiir oranı kar-şısında ne kadar kalır? 80’e 20 kuralı dediğim bu… %80’i meyletmiş şiirler olarak karşımıza çıkacaktır.

Daha başka bir şey söyleyeyim: Şu anda is-tisnaları hariç tutmak lazım, onlar mutlaka ki var ama büyük çoğunluk, Türkiye’de şu anda yayın-lanan edebiyat dergilerindeki- sağ ve sol edebiya-tı birlikte söylüyorum- şiiri alın, şairlerinin ismini silin, hepsine aynı ismi yazın. Bakalım bir tane farklı şiir çıkacak mı karşınıza? Bu mu edebiyat? Şair kendine has bir sesi söyleyerek insanlara mal eden kişidir. Ahmet Haşim ile Yahya Kemal’in sesi benzer mi birbirine. Necip Fazıl, Faruk Na-fiz her biri ayrı bir ses… Bunu yapabilen, kendi şiirini var edebilen kişi gerçek şairdir. Kalabile-cek olan da odur diye inanıyorum. Ama siz alıp, büyük dergiler de dâhil - ki ben bunu yaptım- on-larca şairin ismini silip tek bir adamın adını yazıp okuttuğunuzda. “Çok güzel hepsi birbirine benzi-yor…” diyorsa insanlar, orada bir problem vardır. Onun için derdimiz epeyce fazla.

Türk şiirinde kendinizi dâhil ettiğiniz bir yer

var mı?Ben kendimi hiçbir yere dâhil etmiyorum.

Öyle bir derdim de olmadı. Şu akım bu akım diye de hiç düşünmedim. Başkaları yapsın. Beni ilgi-lendirmiyor.

Ben Çanakkale’nin Çan ilçesinde bir şiir prog-ramına çıktım. “Nurullah Genç Şiir Dinletisi” yapmışlar. Yaşlı bir adam geldi bana: “Ben sizi Servet-i Fünun şairi biliyordum.” dedi.

Birileri tasnif edebilir, bir yerlere sokabilir. Hayır, o değil önemli olan, şairin kendisine nasıl baktığı önemlidir. Kendisi bilinçle yazıyor mu, o önemlidir. Edebî cereyanların pek çoğunu bi-lirim. Ben Divan şiiri, Halk şiiri, destanlarımız da dâhil olmak üzere-şiir geçmişinden kopmuş ve bugünün toplumsal hakikatini bir tarafa iten ve de hakikaten çözülmüş, yerle yeksan olmuş dünyamızın hakikatlerini bir tarafa iten-bunların hepsini kendisinde toplamış bir şiiri yazmanın peşindeyim. “Ben kendimi nereye koyuyorum?” diye düşündüğümde. Ben hayatta olmadığım za-manlarda, bu ülke insanının bu ülkede doğacak yaşayacak olan insanların geleceğine sanat adı-na küçücük de olsa; bir damla, bir iz bırakabilir miyim? Bunun peşindeyim. Birileri beni şair bile saymayabilir. Bunun bir önemi yok. Çünkü ben başkaları beni tasdik etsin diye yaşamıyorum. Ben bir şeyler yazıp ortaya koyayım, bu benim sadakayı cariyem olsun. Milletimin edebî tereke-sine bir şey eklesin, gayreti içerisindeyim. Bunu becerebilirim, beceremem ayrı… Ama benim derdim bu… Onun için nerede durduğumu da çok önemsemiyorum.

Bu aynı zamanda sizin şiir poetikanız olarak da anlaşılabilir mi?

Söylediğim poetikadan belki bir küçük çiz-giydi. Ama ben şiir poetikamı yazacağım zaten. Büyük çapta bir kitap şeklinde çıkmasını planlı-yorum, hazırlığını da yapıyorum.

Şiir poetikası için insanın yaratılışına gitme-niz lazım. Yaratılışla başlar. Ta cennetten sürgüne gitmek lazım… Şiirin, sanatın, edebiyatın baş-langıcı orasıdır. Şeytan Hz. Havva ile Hz. Âdem’i nasıl kandırdı? Aklıma hep o geliyor. Belki şiir okuyarak kandırdı. Neden Kur'an-ı Kerim’deki şairlerle ilgili ayeti çokça dikkate almıyorsunuz? Madem biz bir İslam medeniyetinin insanlarıyız

47ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 48: 41. sayımız

neden her vadide şaşkın şaşkın gezen şairlerle onun karşısında gezen şairleri bir araya getirip bir poetika yazmıyoruz? Benim poetikam oradan başlayacak. Şöyle mi zannediyor şairler; yazdık-ları şiirin bir harfinden bile hesaba çekilmeyecek-lerini mi zannediyorlar. Ben bir şair olarak Hz. Peygamber ile Ashab arasındaki bir konuşmayı hiç unutmuyorum. Ashabdan biri soruyor: “Bu zerre kadar hayır zerre kadar şer de olsa insan ne yaptığını bilecektir. En küçükleri de mi bilinecek-tir?” diye. “Evet, en küçükleri dahi bilinecektir.” cevabını alınca, o da “Vay anamın ağladığına…” diyor. Şimdi acaba yazarlarımızın anası nasıl ağ-layacak yazdıklarından dolayı, takıntılarından dolayı, böbürlenmelerinden dolayı, kibirlerinden dolayı. Kendilerini büyük bir varlıkmış gibi be-yan etmelerinden, şımarık yürümelerinden dola-yı. Bunların hepsi ortaya koyulacak. Çünkü Allah (cc) Kur'an-ı Kerim’de açık ve net; şımarık yü-rüyenleri, kibirle yürüyenleri sevmem, diyor. Bir inançlı şairin, bir Müslüman şairin bunu dikkate almaması büyük bir isyandır. Bunların hepsi o potikada olacak. Bunlara uygun da yaşamaya ça-lışıyorum ama yanlışlıklarımız da olacaktır tabi.

Günümüz Türk şiirini ve sanatını nasıl de-ğerlendiriyorsunuz? Karşılaştırma şansınız oldu mu Batı sanatı ve şiiri ile?

Erdoğan Alkan’ın “Şiir Sanatı” adlı kitabını okuyordum. Son 60–70 yıl içerisindeki büyük bazı şairler de dâhil Fransız şiirinden nasıl etki-lendiğimizi, bazı büyük şairlerin bazı şiirlerinin Fransız şairlerinin nasıl kopyası olduğunu, nasıl birebir çevirisi olduğunu izah ediyordu. Bazıları şaşırabilir, “vay be!” diyebilir. Şaşırmıyorum ben, daha önce söylediğim gibi geri kalma ve çözülme hakikaten millet olarak ekonomik anlamda, siya-si, sosyal, kültürel anlamda düşüşümüz ve geriye gidişimiz sanat ve edebiyata da yansımıştır. Biz kendimize sadece musikide düşman olmadık, şiir

ve edebiyatta da düşman olduk. Kendi geçmişi-mize, eserlerimize ne kadar değer verdiğimizi, bundan elli altmış sene önceki ders kitaplarımıza baktığımızda görüyorsunuz. Biz Roma tarihine, Yunan tarihine ve felsefesine hangi değeri ver-mişsek Fransız şiirine de aynı değeri vermişiz. Almışız, başımızın üstüne oturtmuşuz. Ben şuna karşı değilim: Okumak, öğrenmek, yararlanmak ayrı şeydir. Onun meczubu olmak, o düşüncenin pervanesi olmak, onun etrafında dönmek ayrı şey... Biz elbette ki dünyadaki bütün gelişmele-ri sanatta ve edebiyatta takip edelim. Kendimizi zenginleştirmenin bir vasıtası, ilmin bir uzantısı olarak görelim ama unutmayalım ki edebiyat de-ğer yargıları ile var olur. Ve her edebiyatçı kendi değer yargılarını şiirine, sanatına, hikâyesine mi-lim milim dokur. Boşluktaysa boşluğunu yazar, loşluktaysa loşluğunu yazar, taşlıktaysa taşlığını yazar… Eğer bir değer yargısı normu varsa o nor-mu yansıtır eserine. Bizim değer yargılarımız ve normlarımızla örülmüş bir şiirin, bir hikâyenin, bir romanın ne zaman çok daha güçlü şekilde ya-zılacağını hep merak edip duruyorum. Çok daha güçlü şekilde dememin sebebi de bizim bir geç-mişimiz var. Yani Divan edebiyatının devasa bir doruğu var, o doruğun üstüne bir şeyler koyarak yazmak anlamında söylüyorum. O yüzden bizim sanatımızla Batı sanatını karşılaştırdığımızda du-rum pek iç açıcı değil. Biraz daha özdeşleşmiş, kendini onun içinde kaybeden ve bizim edebiya-tımız açısından da kaybolmuş şairlerimiz, akım-larımız var. Bunlar ne zaman hakikatte tam ola-rak anlaşılır, 100 sene sonra bizim insanımız iyi-ye doğru giderse bunlar edebiyatımızın neresinde kalır, çok emin değilim.

Konuşmalarınızda zaman zaman “güçlü şiir” söylemini kullanıyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?

Şiir sanatının ruhuna uygunluk… Çok açık

Mesela 17 şiir kitabım olmuş 14’ünü “Mahrem ve Münzevi” adıyla bir araya getiriyorum. Birçok şiirimi ve birçok şiirimden de mısraları attım. “Bunu ben mi yazdım?” dedim, yırttım. Ona ulaşmanız lazım: Şiirinizin en son hâline…

48ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 49: 41. sayımız

ve net bir şey söyleyeyim: Her şair kendisinin Molla Kasım’ı olmalı, kendisini okuyup değer-lendirebilmeli. Tecdidilik dediğimiz budur. Yıl-larca önce yazdığı bir şiiri okuyup “Burada hata yapmışım, burada bir noksanlık var.” diyebilmeli sanatçı. Okumanın yaşı yok. Şairlerin en büyük problemlerinden biri de bir süre sonra okumama-ları, kendilerini geliştirmemeleridir. Bir büyük şair televizyonda: “Ben kendimden küçükleri okumam.” diyordu. Böyle şey olur mu? Okuya-caksınız ki gelişmeleri bilesiniz. Geçmişi okuya-caksınız ki neler yazmışlar onu bilesiniz. Okuma-dan kendinizi geliştiremezsiniz. Ben eminim ki okumayı becerebilen her sanatkâr gittikçe gelişir. Kendi yazdıklarına baktığı zaman da noksanlık-larını görür. Düzeltmelerini yapar. Belki atar bir şiirini, bir daha almaz kitabına. Ben bunun böyle olması gerektiği kanaatindeyim ve güçlü şiirin de zaman içinde törpülendiği hâlde, rendelendiği hâlde dokusu kalan, mısraları kalan şiir olduğuna inanıyorum. Eğer şair kendi şiirine yeniden dö-ner, “Bu mısra olmamış.” deyip olmayan kısmını atar, olan kısmını tutarsa güçlü şiir odur. Çünkü ilk anda bunu fark edemezsiniz. İlk anda tamam-lanmış olmuyor sizin bilgileriniz. Şimdiye bakı-şınız, kültür yeterliğiniz tam olmuyor. O zaman da sınırlı bakıyorsunuz. Sınırlı baktığınız yerden kurduğunuz bir mısra daha sonra daha geniş bir perspektiften baktığınızda zayıf bir mısra olarak gelebiliyor size. Değerlendirip yeniden üzerini çizebiliyorsanız, geriye kalandır güçlü şiir. Bunu böyle düşünüyorum. Ben kendimce bu çalışmala-rı yapıyorum.

Mesela 17 şiir kitabım olmuş 14’ünü “Mah-rem ve Münzevi” adıyla bir araya getiriyorum. Birçok şiirimi ve birçok şiirimden de mısraları attım. “Bunu ben mi yazdım?” dedim, yırttım. Ona ulaşmanız lazım: Şiirinizin en son hâline… Belki 20 sene sonra baktığımda “Mahrem ve Münzevi”de de eksiklikler görecem bu günkü ba-kışımla baktığım için ama onun da sonu yok, bir yerde noksanlığı ile kalacak.

Şiir akşamlarının katkısı nedir şiir piyasası-na?

Bundan on beş yirmi sene önce katkısı oluyor-du belki ama şimdi katkısı olduğuna inanmıyo-rum. Çünkü genel bir çark hâline geldi bu. Sürek-

li aynı şeyler tekrar edilip duruyor. Şimdi sadece şiir akşamları ile şiiri takip eden biri şiiri bu kadar bilecek. Ama şiir bu kadar değil, bundan daha bü-yük bir şey. Şiir akşamlarının şairlere de bir kö-tülüğü var, sahneye çıkıp şiir okumak insana bir tatmin duygusu yaşattığı için alkışlandığı için al-kıştan sonrası yoksa kişide bütün hayatı boyunca sahneye çıkıp alkışlanmak “Vay be şairmiş, şiiri varmış!” diye tasdik edilmek varsa, ondan sonra-sı şair için de bitiyor. Hâlbuki böyle değil, bu işin yüzyıllar sonrası var. Hayatta kaldığınız sürece, kıyamet kopmadığı müddetçe, bu topraklarda ya da dünyada yaşayacak insanların daha sonra ya-şayacakların dünyasına hitap etmek var. Öyle bir şey koyacaksınız ki ortaya 100 yıl sonra okundu-ğu zaman da sizin o zamanki hâlinizle yaşamayı becerebilecek bazıları. Bunu gerçekleştirdiğiniz zaman ayrı bir sonuçla karşılaşırsınız. Ama şiir şölenleri ve şiir programlarının iki sebepten şiir piyasasına fazla katkısı olduğu kanaatinde de de-ğilim artık: 1-Bu programı hazırlatanların yani belediyelerin 2- Programa katılanların vücut is-patına dönüştüğü için.

“Nasıl olur?” demeyin. Ben zaten bir “organi-zasyon” hocasıyım. Biraz da o gözle bakıyorum. Sürekli yenileyerek, üzerine bir şeyler koyarak, farklılaştırarak; hatta öyle bir hâle getire ki şiir akşamlarına katılan bir kişi beyni zonklayarak çıksın. Yorgunluktan, terden, bunalımdan sı-caktan değil, arada anlatılanlardan dolayı beyni zonklasın ve öyle ağrısın. Bu noktaya getirerek bunu güzelleştirebiliriz. Yoksa bir fasit daireye dönüşmüş durumda şiir programları. Böyle ina-nıyorum ben. Birileri buna “hayır!”diyebilir.

Sayın hocam, konuşmamızın başında halk kültüründen etkilendiğinizden bahsettiniz. Tür-külere de çok yakın olduğunuzu biliyoruz. “Şii-riniz ve türküler” dersek neler söylersiniz?

Çalamıyorum, söyleyemiyorum ama çok sevi-yorum. Çocukluğumda söylüyordum, yakınlığım ondandır.

Çocukluğumun kış gecelerinde bir şiir okuma faslı vardı bir de türkü söyleme faslı… Düşünün yarım saat, 40 dakika şiir üzerine konuşuluyor-du. Benim halk şairi olan rahmetli bir amcam vardı. 1000’in üzerinde şiiri vardır. 30 yıl babam ile beraber köyde kitap okumuşlar. Benim rah-

49ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 50: 41. sayımız

metli babam Niyazi-i Mısrî Divanı'nı ve Alvarlı Efendi’nin gazellerinin tamamını ezberden okur-du. Fuzuli şiirlerinin %70’ini ezberden okurdu. Düşünün, o ağır şiirleri ezberlemişti. O ortamda bir de türküler, gazeller söylenirdi. Ben Kerem türkülerini, Karacaoğlan şiirlerini bolca ezberle-yip elimi kulağıma atıp makamla söylerdim o za-man. Daha altı yaşındayken amcamın oğlu benim kulağıma fısıldardı, ben de makamla söylerdim. Türküleri henüz tam bilmiyordum. Sonra gitmiş babama demiş ki “Bu çocukta şair kabiliyeti var. Murat Çobanoğlu’nun yanına götüreceğim, bana izin ver.” Çobanoğlu, Reyhanî henüz popüler olmuş. Babam demiş: “Niye?” Amcamın oğlu da: “Bu müthiş halk şairi olur, âşık olur. Çünkü benim unuttuğum kısımları, Kerem’in şiirini uy-gun şekilde tamamlıyor.” demiş. O unutunca ben de uydurur söylerdim. Babam; “Ben onu İmam Hatip’te okutacağım.” demiş. Durumu bana da söyleyince o benim içimde bir ukde olarak kaldı. Bir ara saz alıp öğrenmeyi de düşündüm. Yakın-lığım bu şekilde.

Dinlediğim müziklerin %80’i türküdür. Uzun hava dinlerim bol bol. Sonraları türkülere dair metinleri okuyunca ne devasa bir geçmişimiz ol-duğunu gördüm. “Her türkümüz bir romandır.” der, Ahmet Hamdi Tanpınar. Gerçekten de öyle-dir. Bizim trajedilerimiz, komedilerimiz, dram-larımız, inancımız… Düşünün ayete, hadise tel-mihte bulunan türkülerimiz var. Bunlardan uzak duramayız. Bunların bizim şiirimizde bir yeri ol-ması lazım. Ya sesi ile olur ya kültürel zenginliği ile olur ya da o halk kültürü dediğimiz kültürün daha üst kesime taşınması ile ilgili olabilir. Ama benim türkülerle çok yakın bir ilişkim oldu zaten. Ve etkilendim, çokça etkilendim. Ama şiirimde, burası halk şiirinden etkilenmedir diye çok net tespit edebileceğiniz bir şey değildir bu. Seste bulursunuz. Ben kendi şiirime baktığım zaman türkülerin sesini birtakım yerlerde gösteririm size. Vardır yani, o ses etkilemiştir bizi.

Hocam sizin bir de fotoğraf merakınız var? Bu yönünüzü öğrendikten sonra şiirleriniz be-nim zihnimde daha farklı bir noktaya yerleşti. Çünkü o an’dan, ayrıntıdan zaman zaman bir şiirin çıktığını, çıkabileceğini fark ettim. Siz bu konuda neler söyleyeceksiniz.

“Fotoğraf görüntünün şiiridir.” der bir düşü-nür. Ama çekebilene. Ben ilk fotoğrafa başla-dığım zamanlarda bir fotoğraf sanatçısı hem de bana hocalık yapmış bir arkadaş Osman Karade-niz, kulakları çınlasın, dedi ki: “Hocam bakın, fo-toğraf çekmek fotokopi çekmek demek değildir. Gördüğünüz şeyi aynen yansıtmanız anlamına gelmez. Fotoğrafın da bir şiiri vardır, o şiiri yaka-lamaya çalışın. O farklılığı yakalayın.” Portre mi çekiyorsunuz. Her insanın yüzünde bir şiir vardır. O yüzdeki şiiri her zaman okuyamazsınız. O bir andır. O anı yakalayıp çektiğinizde yakalayabi-lirsiniz o şiiri. Her çektiğiniz yüz portre değildir. Buna dikkat edin. Manzara fotoğrafı mı çeke-ceksiniz, sadece manzaradaki güzelliğe değil, o manzaradaki ayrıntıya, kompozisyona, grafiğe dikkat edin. Bunlar bir şiirin alt öğeleridir. Yani şiirde de bir kompozisyonun olması lazım. Hatta bir şiirde bir grafik bulup çıkarabilirsiniz ortaya, çünkü çizgiler vardır şiirde. O yüzden fotoğrafla şiiri ben birbirinden çok farklı görmüyorum. Bi-risi gözünüzle kalbinizin buluşup bir teknolojik vasıtayla test etmeye tespit etmeye çalıştığınız bir sanat olarak karşınızda duruyor. Diğerinde ise gözünüz içeriye dönüyor. O dışa dönen gözünüz iç dünyanıza dönüyor. İç dünyanıza dışarıdan gelen görüntülerle şiiri ki o görüntüler kültürel görüntülerdir, psikolojik görüntülerdir, yüzlerdir, simalardır, tarihî olaylardır vs. Onlarla bir şiirin fotoğrafını arıyorsunuz içinizde aslında.

Gerçek her şiirde fotoğrafik bir taraf vardır. Bana bir şiir söyleyin size oradaki fotoğrafı söyle-yeyim. Çünkü mutlaka bir betimleme vardır ora-da. Şiir ile ilişkisini bu anlamda düşünmek lazım. Ben şimdi acaba 50 tane şiir gibi fotoğraf çeke-bilir miyim ömrümce? Ama en iyi şiirlerim kadar başımın üzerine asabileceğim 50 tane fotoğraf çekebilir miyim, diye yakalamaya çalışıyorum. Fotoğraf sanatının şiirime şiirimin de fotoğraf sanatına katkı sağladığına inanıyorum, ayrıntıyı yakalamak açısından. Mesela az önce otobüsle gelirken camdaki sivrisineğin fotoğrafını çektim ve aklımdan: “Camdaki sivrisineğin şiirini yaza-bilir miyim?” düşüncesi geçti. İşte bu fotoğrafın şiire şiirin de fotoğrafa katkısını gösterir.

Hocam Bizim Külliye dergisi okurları ve kendi adıma size çok teşekkür ediyorum. Sağ olun. ■

50ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 51: 41. sayımız

Ören çarşılardan gelirim alışveriştenYıkık sütunlar sarılı dalgınlığımaDil döker durur tezgâhta zakkumlar,Çiçekler sunup cesedinden kraliçelerin

İnatçı kemerlerin ayakları dibinde,Parçalanmış taçların parıltısından,Yeşili sızıyor kertenkelenin,Ağusu kralların şarap tasından

Baş üzverlik adlar ve buyruklar,Kazınmış taşlara ve devrilmişBütün muhafızlar uyuklar,İniltisi ayakta efendilerin

Kulakların gök kubbenin seyir defterindeKanar yüreğim suskun çeşmeler başındaEsrik yellerde kokusu nice çılgınlığınAradım durdum nice mezar taşında,Yalın sevmelerin kibirsiz türküsünü

Şiirler alır saltanatlar satarım,Düştükçe yolum ören şehirlereEsir pazarında nice tahtı sergileyen,Esirler görürüm bir satırlık sevgiye

Sen ey dili kekre kayaların tezgâhtarı,Kaldır pembe örtülerini pişmanlığın üstündenHayalinle fikri solan güller için,Söyle saklısını kökünde barınan zehrin

ZAKKUM*

*Şairimizin bu yılki Uluslararası Struga Şiir Akşamlarında okuduğu şiir.

YAHYA AKENGİN

51ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 52: 41. sayımız

MUHACİR

Haydi gel bir akşamüzeri,Elinde kan gülü:Hüzün!..Hüzün!.. Nasıl da ateş saçıyor gözlerim?Dalıma konan titrek, sırlı dikenlerCan suyum,Çıplak tenimde akşam... Bu sırrı çözmeliyimHer şeyi yeniden/ yorumlamalıBilmeliyim sözü kime,Rengi kime çalmalıyım... 2.Gece ışıyan yerde azapYıldızların oğlu bozan uykumu Gözümü okşayan/ düş de olsaKemikten eşiklere sıkıştıran yolumu

Dinle, söylüyorum sırrımı:e r i y o r u mBoşlukta saklayarak çoğalışımıy ü r ü y o r u mMuhacirim içime doğru... 3.Beynimi yedi şafak Gökte yunmuş bulut yokNe de güneşin sabrı 4.Bunca yoktan sonra düştüm yollaraIşık ışık akıyor sokaklar yorgunİlk adım onun’çin… Maiden sızan sedef Kanayan FerhadGeceye dönen simya…

ÖZCAN ÜNLÜ

Gözüm güneşle kardeş,Çözdüm sırrını gitmenin Doğduğum sabahaBeyaz bir tuvalGibi yansıyor yüzüm,Gitmelere u s a n ı y o r u m…

52ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 53: 41. sayımız

Sabah yörük yurdudur Alabildiğine gecesiz ve hürYağmur toplar seslerden Dağıtır güneşlereDağlara dağıtır,Kuşlara gökyüzüne Yalnız bir şehir kalır

Kuşluğunda selvi,dalında rüzgar Ve gün bu yurdun ırmağında yıkanır

Öğle bey konağıdırDenizler öpmeden güneşiBu hanede geçen yazıGelen hayal büyütürTaşların gözlerinde dolunay, yıldızlar Mavi bir tablo gibiHüznün ikindisine yürür

İkindilerdir göçebe akşamların habercisiVe ikindilerdir karanlıktan en fazla korkan

ÖMER KAZAZOĞLU

GÜN SÖZLÜĞÜ

Akşam mum bilmecesidirDeniz soluğunda ayı eritir Böyle başlamıştı büyüsü Şarkısını gül yaprağına yazmadan önceŞehirler dağıldı geceyeŞehirler büyüdü Büyüdü yalnızlık Yatsı bir çocuk ölümü kadar yalnızAşktan sonrası kadar uzak

Gece kaf dağıdır Çağı kapatmaya görsün Anka’nın gözleri Tarihe kör diye geçer tutanaklardaGecesinde ateşe ve aşka paha biçilmez Baştan çıkarır dolunay Başa getirir takvimlerTutuklanırsa leyla tutuklanırsa uykularımız

Seher hatimedir meleğin sessizliğineVe şafak yeni bir rüyaya

53ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 54: 41. sayımız

Sitare

OSMAN KOCA

Tarlanın öte yakasından seğirterek geliyor Encam. Düşen toprak rengi, ter kokulu poşusuna aldırma-dan... Minicik ellerindeki değneği gelişigüzel savurup, avazı çıktığı kadar bağırıyor bir yandan:

“Aneey, aneeey! Gelmiştir işte!..”Gök gözlü, kumral saçları örgülü, gün yanığı bronz yüzlü Encam. Bildik âlemi, birkaç dönümlük top-

rağa mahkûm; altın kafesteki bülbül, tıpkı makûs yazgısı gibi. Oya işlemeli, bahtı gibi rengi kara çemberi, koşarak çıkardığı rüzgârın ensesinde. Takılmış ardına, gölgesini takip ediyor tatlı telaşla. Yumruk büyük-lüğündeki yüreğini çatlatırcasına, ay yüzünü patlatırcasına, yıldızlara inat kayarcasına, uçarcasına koşuyor Encam. Özgürlüğünün sayılı daireleri arasında gidip geliyor ve bir yandan tazelemeye çalışıyor tükenen nefesini:

“Aneeey, canım aneey, bahtım aneey! Geliyooo işte! Dedimdi sana... Dediydim...Yanakları al al Encam. Tozu toprağa, umudunu kaskatı boğazına katarak kuş hafifliğiyle çırpınan kal-

bini anacığına sunarak koşuyor... Zilan, ocağın başında. Bulgura su katacak birazdan. Briketler arasında kıyametler koparan bebeği sus-

turmanın başkaca çaresi yok. Tek gözlü oda, ocağın buhuruyla gözlerini puslandırıyor bebenin. Zilan’ın gözleriyse yangın yeri, ocağın kendisi...

İşi başından aşkın Zilan. Tek parelik fistanı kir yağ içinde. Genç kızlığından hediye. Fakat o, rengini bile hatırlamaz şimdi. Ersiz er meydanında, bir kadın başına, Encam’ına ablalık, bebesine analık eder. Ha-tıraları kahır yüklüdür. Sol göğsü kesilmiştir sütten, kıtlık illetten. Kızlığından arda kalan bir tek kadınlığı. O da mahrem kesiktir, uluorta yerinden...

Bulgurunu elekten, umudunu kahpe felekten geçiren Zilan. Koca yatağında küsmüş oyuncaklarına, henüz oyun çağında. Elleri nasır, sırtı kambur bağlamış. Doğum sancılarında yitirmiş dişlerini. Alnı kırış kırış, esmer yüzü zalim damarlarla çizili, düşleri ateşle çevrili. Bekleyeni yoktur hem, hem beklediği çok-tur beklentilerine ilaveten. Saçları kar renginde, kar güzelliğinde Zilan...

Mukadder hayatın muvakkat durağında kimsesiz, sahipsiz Zilan. Dargınlığı takvimlere değil, icat ede-ne. Unutmuştur ağlamasını. Bilse, hatırlasa ne fayda! Ağlayacak tuz kalmamıştır ki ciğerlerinde. Tövbeler edip Allah’a, karıncalar katar aşına.

Kundaksız, kuru toprakta ağlar bebe; anacığına nispet edercesine. Sanki dilini bilir, duygularını seslen-dirir. Görseniz; ne mütebessim ve ulvidir. Ama suyu sütten, gündüzü geceden, anayı babadan ayırt etmez. Dünyaya geldiğine bin pişman gibidir de, anacığına belli etmek istemez. Babasını attaya gitmeden önce, o da döl yatağında görmüştür ilk ve son kez...

Yıldızı bol gecelerde, karanlığı yaran ayışığını sine sine çeker “sine”sine. Adı için, erini bekler anacı-ğı.

54ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 55: 41. sayımız

Toprağın kokusuna, babasının yokluğuna alışkın bebe. Dilindeki bağın çözülmesini, babacığının evine dönmesini bekler, derviş sabrı içinde, mütevekkil. Bilir ki; “yıldız”ları çok sever anacığı. Uzanamasa da elleri, gözleri kuyruklarına değer. Bilir ki; eri geldiğinde “sitare” olacaktır ismi...

Çivit mavisi gözleri, yıldızlara kayan Zilan. Ekmeği keder, suyu heder Zilan. Baba ocağına izin vermez töreler. İzbe bir köyde, köyle aynı metruk kaderde. Yorgun vakitlerde söyleyecek türküsü, yitik iklimlere hicret edecek ülküsü dahi yoktur. Dişlileri döner de zalim dünyanın, o kaypak çarktan bile mahrumdur...

Encam’ının buhurları dağıtan sesini duyanda, solgun üç adımda, kendini yele verip dışarı çıkıyor Zi-lan. Güneş yüzünü yakmıyor. Ellerini siper ederek bakmıyor ötelere. Başının düştüğü yerde, ışık tayfları raksa durmuş. Şavkıyan alnını çorak toprağa vurmuş. Kırık bir heyecan gönül coğrafyasında... Buğulu gözlerini yatırıp ıraklara, güpegündüz yakılan yıldızları kucaklar gibi açıyor kucağını...

Ömrünün lekesiz -ter ü taze- çığırtkanlığına nazire edercesine koşan ve koştukça çatlayan dudaklarını apak teriyle sulayan Encam. Dokuz yıllık harcırahında baba sevgisine muhtaç Encam. Şeffaf kanatlarını açıp kelebek edasıyla süzülüyor. Neşesine diyecek yok. O minicik, o körpecik aklından nice nice büyük düşünceler, rengârenk cümleler geçiyor. Yaldızsız ve şatafatsız. Öylesine çocuksu öylesine yalnız. Mutan-tan ama kifayetsiz sitemiyle, sahibi olduğu sese uşaklık etmenin ölgün lezzetini tadıp toprağı incitmeden hızlı hızlı yürüyor ve bir yandan:

“Aneey!” diye haykırıyor. “Dedimdi sana. Geldi işteee!”Sözcüklerin merhametindense, değişmeyen ve asla ve kat’a değişmeyecek olan kavramların kokusuna

sırnaşan Sitare. Yakup’un Yusuf’u, Hacer’in İsmail’i bebe. Depreşen tarifi muhal duygularını acıyla yutup bir çarşaf gibi örtüyor ruhunu. O mukaddes lisanın merhametiyle kirpiklerini aralıyor. Gözleri nemli, kalbi elemli. Birazdan kırkikindi yağmurları bastıracak. Bilir ki; göğsünün bam teli, tam o esnada uğultularla kıvranacak. Nar rengi gözleri ilişmese de, ezansız kulakları kutlu seferin ayak seslerini dinleyecek.

“Sitare! Vakit ünleme vakti.” Sitare dertli. Süt kokulu ağzı; elbet bir gün dile gelecek... Zilan’ı kucaklıyor Encam’ın çıplak, cılız kolları. Kalbi küt küt Encam. Azıcık nefeslenir ise konuşacak

ve kim bilir belki bir daha hiç susmayacak. Cemre; havaya, suya, toprağa küsedursun, Encam’ın bayram-larda bir daha boynu bükük kalmayacak. Utanç duvarlarını yıkıp simetrik iki heceyi “ba-ba” doyasıya koklayacak, ölmeyesiye yaşayacak...

Başı dumanlı, gönlü hazan Zilan. Okşuyor kızının örselenmiş saçlarını. Tomurcuk damlalar birikiyor alnında. Sımsıcak sevgisini, ılık nefesiyle üfürüyor etrafa. “Misk ü amber” değil, halis muhlis tezek hava-ya savrulan. Konuşamamanın ıstırabıyla çöküyor. Bir çatlayan toprağa, bir çatlamaya hazır kızına bakıp müşterek iki bedeni küstürmek istemiyor. Hürriyetine mukabil sözcüklerin bağrı yanıp tutuşuyor:

“De hele baham, ne ki derdin?”Ne değil derdi Encam’ın. Dert de ne ki?“Baboo geliiy aneey, babooo!..”Yok yok konuşmayacak Zilan. Bir dokunsan ağlayacak...Dört askılı miğfer görüyor önce, akabinde kağnı arabası. Büyücek bir sanduka var kızağında. Ar dama-

rı sızlanıyor. Nazlı bir gelin gibi sırça saraysız barakasına siniyor. Penceresiz, başlıksız, katlıksız tek gözlü hanesine kuruluyor iyicene. Yapboz briketlerden birini söküp hareminden, gelenleri seyrediyor bir süre. Sitâre göğsünün sol köşesinde. Encam eşikte...

Matruş dört simadan biri, beraberindekilere bağırıp bir şeyler emrediyor. Tek koşumluk arabada, kağ-nı bir başına, insanca riayet ediyor. Sırtındaki kambur hafiflerken, asaletine halel gelmiş gibi ezildikçe eziliyor. Kadersizliğine yanıyor için için. Tonlara bedel gövdesinin, gizemli bir buyrukla beniâdeme esir oluşuna sevgiden öte nefret duyuyor. Bu esnada küçük kızla konuşuyor sesi gür adam. Eline bir kâğıt tu-tuşturup sinekkaydı suratını güneşe sunuyor güzelcene. Dört matruş çehre; sandukadan nöbetini devralıp çekip giderken, toz kümeleri karışıyor havaya.

Zilan merakta, Encam ayakta, bebe kundakta, sanduka toprakta.Koşaradım bir nefeste, içeri girip elindeki buruş buruş ıslak kâğıdı uzatıyor Encam. Ama okuyamaz ki

Zilan. Okul yüzü görmemiş anası gibi Encam. Gülen gözleri öyle berrak, sözleri şeker kıvamında nâk: “Bah aneey! Babamı uyandırmaya gıyamamışlar. Ne dersin ahşama uyanır mı?...”

55ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 56: 41. sayımız

Ne desindi Zilan ne cevap versindi şimdi? Ne dövünmeye mecali, ne ağlamaya takati kalmış. Yutku-nur, söyleyemez. Boğazı düğümlenir, dillendiremez işte. Korkusu ateşe girmek değil! Ardında Encam’ı, kucağında bebesi.

Titrek adımlarla dışarı çıkıyor Zilan. Haykırmak geliyor içinden. Ahıyla dumanlansın istiyor gök. Za-rıyla kıyamete dursun yer. Benzi acı bir tebessüme, genzi kekremsi hüzne çalıyor.

Zilan önünde kapının, Encam arkasında. Sitare merhabasında hayatın, eri veda havasında...Toprağın sadakatiyle, toprakla aynı kaderde Zilan. Çukur gözlerinde hasret duman duman. Gökte gü-

neş, sükûnetini bozmadan akıyor. Gözleri Zilan’ın sandukada, Nemrud’un alnı yasta. İki hazin çizgi süzü-lüyor kalem kaşlarından. Siması gülgûn, feleğin ahı tutmuş bir kere. Yarınlarının diğer adı yangın Zilan’ın. Tükenmişliğin kutbu, kutupların öte adresi... Meryem orucunda yitik sesi...

Okşuyor babasının ağarmış saçlarını Encam, şeffaf elleri nurdan. Çenesine bağlı, kara yazgılı çaputu kokluyor. Yokluyor babacığını. Uyanacağı o mesut ânı kolluyor. Aşina tek türküsü var Encam’ın, nakarat-sız. Ayakları çıplak, kalbi revnak kalkıyor yerinden. Baba sevgisi derinden. El yordamıyla düşüyor yola. Uyansın istiyor babacığı, açılıversin gayrı gözleri. Kucaklansın diliyor Encam. Doyasıya öpülmek. Bir gülse babacığı, bir kendine gelse; sözü var, Yılanboğan Tepesi’ne varacak, çocuksu nefesini Allah’ına sunacak Encam...

Kundağı toprak bebe, anacığının sol memesinde. Sağ gözü, yıldızsız gökte. Bir dilek tutacak, arayıp bulacak, yıldızların kuyruğunu kırpacak, içeri giriversinler diye kundağını bir çeyiz gibi onlara sunacak. Henüz tanıyamasa da harfleri, sözler onu tanıyacak. Hazır babacığı gelmişken bir de adı “Sitare” olacak.

Yazgısı felekten menkul Zilan. Eri, ermiş diyarında. Ermemişken “Murad”ına. Sabrın sonu felaket Zi-lan. Çiçekler gülücüklere hasret. Gülden kafeslerde cam kırığı düşleri. Zilan esrik, Zilan yitik, Zilan bitik! Örgüsüz saçları aynalardan azade. Teni Zilan’ın kefenden beyaz pek ziyade...

Gayrı başkaca da haceti kalmamış. Onca yıldan kâm almamış. Göçecek, ille de terki diyar edecek. “Servi”ye andı var bir kez. Dönse de kahpe felek, Zilan andından dönmeyecek. Kederini yüreğine göme-cek, yaralarına tezek tozu ekecek. Andı var ya Zilan’ın; kahpe feleğin dölsüz rahmine, peygamber çiçeği dikecek.

Lakin önce Murad’ı. “Murad”ıyla muradından arta kalan tohumları hayın bağçesine serpecek. Zula-sında yaftası hazır sılanın. Kırkı çıkanda Murad’ının, dağlara çıkacak. Kayalıkları mesken tutacak. Bilir ki; sabırsızlıkla beklemektedir Nemrud. Zilan’ın pörsük eteği hâkî; Nemrud’un neftî. Zilan bir çıksın yola, Nemrud da ne ki!...

“Servi”nin gölgesini tırnaklarıyla kazıyan anacığına bakıyor Encam, bir de uykusu ağır babacığına. Bir duysa “Kehf”i, babası bilecek kimdir Yemlihâ. Nergis her ne vakit kulağına fısıldarsa, o da eşlik edecek babasının sandukadan barakasına.

Ama ne bilsin Encam? Saksağanların niye çığırdığını, çığırtılar arasında anacığının nasıl çıldırdığını? Aklı küçük, gönlü büyük Encam. Dizlerini dövmeyecek. Kaderine sövmeyecek. Babacığının mosmor ya-naklarına “fıstık” yapacak. Doyasıya öpüp koklayacak. Söz verdi Allah’ına. Babası bir uyansın, bir daha asla yalan konuşmayacak. Üstelik karınca yuvalarını da taşlamayacak.

Başı göklerde Sitare. Yağmur kokuyor tel tel saçı. Gözbebekleri ondan bebek. Duygularını sağanak sele verdi verecek. Yanıyor can damarı. Peynir niyetine kanıyor ağzı. “Servi ile sanduka” arasını tavaf eden anacığının melaline bakıp ağlıyor. İsmail kadar şanslı değil belki, ama o denli mübarek teni. Tırmalıyor çenesini. Sızlıyor bir nefeslik kalbi. “Sitare”, sitare olalı böyle bir acı, böyle bir sancı görmedi.

Yokluğun yok olduğu koğuşlukta, yerle gök arası bir boşlukta, hayatı can pazarının riştesinde Zilan. Yalnızlığın, unutulmuşluğun, kahrolunmuşluğun coğrafyasında Zilan. Narin gövdesini atıp bir kıyıya, “Murad”ını hele bir ısmarlayıversin öte yakaya, tırnaklarını al köpüklerle boyayacak. Günahın su komaz çamurunda yunacak. Hele bir bulsun çerağı, zalim dünyanın gözüne sokacak.

Nokta hükmünde, tırnak mesabesinde elbet onun da bir öyküsü var. Okuyup yazamasa da; tercüme-i hâlini, hazin sergüzeştini ilkin “Murad”ına, ahir “servi”sine anlatacak. Hatırında “Murad’ıyla servi”si bir zira. İkisi de; konuşamamanın sabrıyla Zilan’a yol tutup yâren olacak...

Ahdi var Zilan’ın... Güneş, bir daha üstüne doğmayacak!...■

56ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 57: 41. sayımız

Belediye otobüsünden yuvarlanır gibi indi. Cadde, akşamüstü kalabalığı içindeydi ve telâşlı insanlar etraflarına bakmadan yürüyordu. Ağaçların yaprakları güneşle oynaşırken araba trafiği sel gibi akmaya devam etti. “Dur durağı yok bu şehrin. Gelen gidiyor, gelen gidiyor” derken duraklar, kadının aklına başka şeyleri getirdi. “Rahatlık yeri değil bu âlem, imtihan alanıdır. Ölmek için doğduk bu âleme ve birgün herkese “Son durağa geldin, in aşağı bakalım” denecek. İmtihanın nasıl geçti deseler, hâlim nicedir” diye geçirdi içinden derin bir nefes alarak.

Yaşlı görmüyordu kendini, değildi elbette. İşini yapabiliyor, kendine gül gibi bakıyordu. Hareketli, sağlıklıydı, sorunu yalnızlıktı. Aslında görünürde bir yalnızlığı da yoktu. “Ağaç-lar, gökyüzü, kuşlar bana arkadaş. Seccadem, tespihim, Kur-an‘ım bana yetiyor. Allah’tan başka ne isteyebilirim?“ derdi çoğu zaman. Ne var ki gerçeği kendisi biliyordu. Neşeli, gülen yüzlü görünmesine rağmen içi kan ağlardı. Bir türlü kendisi olamadığını düşündü yolda giderken. “Neden, neden kendim olamıyorum? Neden rol yapmak zorundayım? Hayır, hayır bu ben olamam. Ne olduğunu bilmediğim bir gariplik hissediyorum içimde. Kendime yabancıyım. Ah bir eski durumuma dönebilsem, pısırıklığımdan, sessizliğimden kurtulabil-sem, nerede o bolluk! İpin ucu kaçtı bir kere, tutabilene aşk olsun, içi beni yakar, seni” dedi içinden.

“Hanımannemin kızıydım. Saygı içinde sevgi dolu günler geçirdik hep birlikte. Onları memnun ettim, ne derlerse yaptım, hiç karşılık vermedim, Allah şahit, onlar da benim için aynı duyguları taşıdı. Bir dediğim iki olmazdı. Ektiklerimin karşılığında neler biçiyorum! Yoksa bunların nedeni narkoz mu? Narkozun insanın bünyesini değiştirdiğini duymuştum. Bazı bünyelerde kişiliklerin bozulmasına bile neden olduğunu söylüyorlar. Ben de apandisit

Çimdik'ten Dürtü'ye

SEHER KEÇE TÜRKER

Ellerinden öpelim, mutlu kılalımAdayız hepimiz olmaya dede, nine

57ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 58: 41. sayımız

ameliyatı olmuştum yoksa onun için mi böyle pısırık, sessiz biri oldum? Ben, ben değilim, artık dayanamayacağım… En iyisi huzur evi mi dinlenme evi mi diyorlar böyle bir yer bu-layım, Bulayım nereden? Evden kaçarak değil ya! Öyleyse nasıl yapacağım?” Makbule Ha-nım, düşünceler yumağı hâlinde kalabalık caddede yürümesini sürdürürken duyu organlarını dünyaya kapatmış, hiçbir şey görmüyor, duymuyordu. Aniden acı bir fren ve çığlık sesleri ile kendine geldi. “Teyze, ne yapıyorsun?” diye biri kolundan çekip kaldırıma sürükledi. Uğultu hâlinde kulağına gelen sesleri önce anlamadı. Taksi şoförü başını camdan çıkararak öfke içinde “Önüne baksana teyze, başımızı belâya sokacaksın. Yürümesini bilmiyorsan evinde paşa paşa otur” dedi. Makbule Hanım hiç aldırış etmedi söylenenlere. Olay sanki onun başına gelmedi. Dalgınlığından silkelendi, yapacağı birşey yoktu, yürümesine devam etti. Ayakları onu terminale getirdi. Uyurgezer durumda biletini aldı ve bekleme salonuna doğru ilerledi. Otobüsü vaktinde gelirse on beş dakikası vardı. Boş bulduğu sandalyenin ucuna tünemiş gibi oturdu. Ruhunun sesini dinledi bir süre, iç sıkıntısı devam ediyordu, kendini iyi hissetmedi, yalnızlığı, içinde kıyamet kopardı. Sanki dünyada bir o ve gökyüzü vardı. Bu sırada önündeki sandalyede oturan kadının iştahla yediği simidin yanık susam kokusu burnuna geldi ve onu hareketlendirdi. Acıktığından değil birşey yapmış olmak için yerinden kalktı, dışarıya çıktı. Oralarda bir yerde simitçi bulacağından emindi. Tahmin ettiği gibi köşede simitçi çocuk, sehpasına özenle dizdiği simitlerinin başındaydı. Susamları hafif yanık bir simidi aldı, salona döndü. Biraz önce simit yiyen kadınla gülüştüler. “Ne güzeller değil mi çıtır çıtır” dedi Makbule Hanım. “Evet, acıkınca da gözüme daha güzel göründüler” diye cevap verdi kadın. Karşılıklı konuşmalar devam edecekti ama otobüs geldi. Aslında konuşmak istemiyordu, aklından geçenleri, iç huzursuzluğunu anlayacaklar diye az konuş-maya, iyi ilişkiler içinde olmaya çaba gösterirdi elinden geldiğince.

Makbule Hanımın yeri otobüsün orta sıralarında pencere kenarıydı, yanı boştu. Bu duru-ma hem memnun oldu hem olmadı. “Biri olsaydı, biraz laflardık” diye geçirdi içinden. Sonra da “Amaan, boş ver, konuşup da ne yapacağım, bakarsın boşboğazlık edebilirim. Böylesi daha iyi” dedi kendi kendine. Otobüs hareket ettiğinde de onun gözleri çoktan kapanmıştı.

Uyandığında ihtiyaç molasında olduklarını anladı. Çay içmek niyeti ile yuvarlanır gibi otobüsten indi. Bekleme salonunda konuştuğu kadının bir başına oturduğunu görünce yanına gitti. Çaylarını yudumlarken havadan sudan konuşmaya başladılar. Öteki kadın “Ankara’ya mı gidiyorsunuz?” diye sordu kibarca. Makbule Hanım “Hıı, evet” dedi. Deyişinde öyle bir tuhaflık vardı ki merak etmemek mümkün değildi. Öteki kadın “Ankara’da mı oturuyorsu-nuz, gezmeye mi gidiyorsunuz?” dedi. “Nerede oturduğumu bilmiyorum. Ankara, İstanbul arasında iki ayda bir gidip gelirim” dedi Makbule Hanım kadının yüzüne bakmadan. Öteki kadını daha çok merak sardı. “İyi iyi, gezmeyi seviyorsunuz. İmkân olduktan sonra neden olmasın canım!” dedi. Makbule Hanım “Dışarıdan öyle görünüyor ama bana hiç gezme gibi gelmiyor, ben, Çimdik’ten Dürtü’ye gidiyorum” dedi. Öteki kadın kendini tutamadı, güldü. “Çimdik’ten Dürtü’ye” lâfları komik geldi, merak içinde sordu: “O da ne demek?” Makbule Hanım ağzından kaçırdığı bu sözlerden utandı, yüzü hafifçe pembeleşti.

Bolu Dağlarının çam kokulu havası, yolcuları her zaman olduğu gibi canlandırdı. Çoğu, çam kokulu serin, temiz havayı ciğerlerine çekmek için yolun kıyısında volta attı. Bazıları telefon kuyruğunda bekledi, bazıları aheste aheste çayını yudumladı, bazıları kıtlıktan çık-mış gibi yemekle meşguldü. Makbule Hanım, yolculuk boyunca uyumuş, ne etrafla ne de insanlarla ilgilenmişti. Bu çam kokulu mola yerinde de hiçbir şey onun dikkatini çekemedi. İçinde kendini yaşadı ya da yaşayıp yaşamadığının kararını vermeğe çabaladı. Bildi bile-li yalnızlıktan hoşlanmamıştı fakat yalnızlık, birgün aniden kapısını çaldı, içeri girdi, bir daha çıkmadı. Zaten, yolculuk arkadaşı bulma isteğinin nedeni buydu, sohbet istiyordu. Her

58ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 59: 41. sayımız

konuşmanın sohbet olmadığını biliyordu, kendi düşüncelerine uygun, kafa dengi bir kişi, sadece bir kişi olsa ona yeterdi.

Birkaç kez yutkundu Makbule Hanım, bakışlarını başka yerlere çevirdi, bir an kaçacak yer aradı, buhar olup uçmayı, toz olup savrulmayı istedi. Bunları birkaç saniyede düşündü ve sonra “boş veer“ dercesine yüzünü kadına döndü, gözlerini uzaklarda tutarak, kararlı bi-çimde kesik kesik anlatmaya başladı “Size komik gelebilir, ortada komik olacak bir durum görünmüyor. Allah bağışlasın iki oğlum var. Sıra ile ikişer ay evlerinde misafir olurum. İkisinde de odam var, ayakaltında gezinmem. Zaten buna izin de vermiyorlar ya. Odamda otururum, namazımı kılar, tespihimi çekerim, Kuran-ı Kerim okurum. Oğlumun arkadaşla-rından bazıları beni severler, görmek, hatırımı sormak isterler. Ne olsa eskiye dayanan bir geçmişimiz var, bir zamanlar ben de genç bir anneydim, çocukların arkadaşları evimize ge-lir giderlerdi. Arkadaşlarımız, aile dostlarımız vardı. İşte o eski dostlardan bazıları beni gör-mek istedikleri zamanlarda mecburen yanlarına çağırırlar. Biraz otururum zira gelinim “çok konuşma” diye tembih eder her seferinde. Konuşmamı beğenmiyormuş, köylü konuşması yapıyormuşum da! Bundan sonra konuşmamı nasıl değiştireyim? Konuşmam gerektiği za-man yani misafirler birşey sorarsa gelin hemen yanıma oturur, çaktırmadan bana bir çimdik atar. Bu “kısa kes” anlamına gelir. Ankara’daki de beni kolu, ayağı ile masa altından dürter, işte böyle kardeş. Çimdik’ten Dürtü’ye, Dürtü’den Çimdik’e gidip gelirim. Siz buna gezme mi diyorsunuz?” Öteki kadın güldüğü için mahcup oldu, ne diyeceğini şaşırdı. “Şimdiki gençler böyle. Onları hoş görüp idare edip gideceği” gibi birşeyler söyleme gereği duydu. Kadının ne söylediği Makbule Hanım için önemli değildi, cevap vermeyi düşünmedi. Çek-tiğini kendisi bilirdi, durumunu dışarıdan bakmakla kimse değerlendiremezdi.

Bu arada anlaşılmaz bir lisanla otobüsün hareket edeceğini bildiren duyuru yapıldı. Ya-vaşça oturdukları sandalyeden kalktılar. Makbule Hanım, içtikleri çayın parasını vermek için kasaya doğru yürürken garson “Çaylar şirketten teyze” deyince hafif bir gülümseme ile teşekkür etti.

Yerine otururken uyumaya devam etme isteğindeydi Makbule Hanım. Yıllardır içine at-tığı sıkıntıları depreşti, konuşmakla yeni bir sıkıntı durumu meydana getirdi. Onları içinden sökemedi. Sıkıntıları Allah’tan geldi ve onu Makbule Hanım yaptı, sıkıntıları ona hastı. “Yaradan, zorluğu sevdiği kullarına verir, bunun sonunda benim hayrıma olan iyi bir durum olgunu biliyorum” diye kendini teselliye çalışırken eski günlerden biri düştü önüne; kuzi-nenin üstünde demlenen çayın buhar ile odanın ortasında çocukları yıkadığı leğenden gelen sabunlu buhar buluştular ve Makbule hanımın gözlerinde acı veren bir yaş oldular.

Ankara Terminaline geldiklerinde düşüncelerini bir kenara bırakarak uykulu, kısık göz-lerini açtı, yükü yoktu, bir küçük çantası vardı o da yanındaydı. İçinde torunları için aldığı hediyeleri bulunuyordu. İnerken kolaylık olsun diye bagaja vermemişti. Yolun karşısında bekleyen oğlunu ve arabasını hemen gördü. Otobüsün basamaklarından yuvarlanır gibi ken-dini aşağı attı. Huzur evi de dinlenme evi de aklından uçtu gitti. Yol arkadaşı ile bile ve-dalaşmadı. Birden gözleri parladı, heyecanlandı. Biraz önce ayakları geri geri gidiyordu, oğlunu görünce annelik duyguları dillendi ve başka duygular yoktu artık. “Aman Hasanım, benim için buralara kadar gelip yorulmasın” diye geçirdi içinden ve kendini gayri ihtiyari yola attı. İşte olanlar oldu. Bu sefer şanslı değildi. Kolundan tutup kenara çeken olmadı. Kaşla göz arasında geri manevra yapan koca otobüsün tekeri altında kaldı. Artık onun için zaman durdu, şehrin alaca karanlığında kıyameti koptu. Oğlunun “Anne gelme, anne dur” diye bağıran sesi geldi kulağına ve bunlar duyduğu son sesler oldu.■

59ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 60: 41. sayımız

Bundan önceki yazımız ‘tarih’ üzerineydi.Tarihle ilgili kocaman kelamlar eyleyip ‘Zul-

mün bayrağını dalgalandıranın Tanrı’nın rüzgârı değil, İblis’in nefesidir.’ dedik. Lakin hiç kimse bir “alo” ile bizi tebrik etmedi. Ya bu sözümüzü yavan buldular ya da İblis’in kutsal topraklardaki mümin kulların taşları altında kalıp geberdiğini düşündüklerinden sözümüzü ciddiye almadılar.

Biz “savaş”ı da yanına katarak yine “tarih” diye-ceğiz.

Şimdi birileri çıkıp “Sen kim, tarih kim kardeşim!” derse hem gücenir hem gocunurum vallahi.

Çünkü yarım asrı devirmiş, harekât ve muhtıralara muhatap bir neslin mensubu olarak, “devlet memu-ru olamaz” şerhiyle devlet kapısına üç adımdan fazla

"...yarım asrı devirmiş, harekât ve muhtıralara muhatap bir neslin mensubu olarak, 'devlet memuru olamaz' şerhiyle devlet kapısına üç adımdan fazla yaklaştırılmayan bir vatandaş olarak, öğrencilik yıllarında Ayasofya’yı işgal edip illegal namaz kılan bir Müslüman olarak, sigara, çay, şeker, margarin, petrol, tüp gazı gibi zaruri ihtiyaç ürünleri kuyruğundan eli boş çıkmayan bir fert olarak ben canlı bir tarihim."

yaklaştırılmayan bir vatandaş olarak, öğrencilik yıl-larında Ayasofya’yı işgal edip illegal namaz kılan bir Müslüman olarak, sigara, çay, şeker, margarin, petrol, tüp gazı gibi zaruri ihtiyaç ürünleri kuyruğundan eli boş çıkmayan bir fert olarak ben canlı bir tarihim.

İşi biraz daha ciddiye alalım.İnsanlık tarihi denince akla -adına din deyin, mil-

let deyin, sınıf deyin, ne derseniz deyin- bir mücadele gelir. Bu mücadelenin iyileri kötüleri, haklıları haksız-ları, zalimleri mazlumları hep vardır… olacaktır da. Ancak tarih, kalemini hep kazananlardan hep kahra-manlardan yana yontar. Ama öyle sanıyorum ki tarih 21. yüzyıldan itibaren kazananların yanı sıra kaybe-denleri, mertlerin yanı sıra namertleri, kahramanların yanı sıra alçakları da yazmaya başlayacaktır.

ŞİNASİ GÜLAÇTI

60ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 61: 41. sayımız

Savaş hilesi dışında arkadan vuranların sayısı karşıdan vuranların sayısını aştığı an, savaş sözünü ettiğimiz mantık ve mantalitesini kaybederek cibilli-yetsizleşecek, mücadele anlam ve asaletini yitirecek, ölümler aleladeleşecektir.

Çanakkale Savaşı’nı düşünün… Haklı olan, sa-vunmada olan biziz, netice itibariyle sevinen taraf da biziz, zafer bizim. Kazanan yalnız biz değiliz, insan tarafımız… Kanlı Sırt’ta birbirine sigara atan hasım-lar. Yani aleladelikten eser yoktur.

Yemen’de kaybeden biziz, kazanan karşı taraf. Ama aleladelikten eser yoktur.

Doksan Harbi’nde kaybeden yine biziz, ama ale-ladelikten eser yoktur.

13.4. 1 Ağlarım ser-i nuvişt-i Bağdad’a

Irak’ta patlamalar: 75 ölü, 310 yaralı…Bağdat hâlâ yanıyor. Gün geçmiyor ki bir alev,

ana yüreğinin acısıyla harlanmasın. Ne diyordu Süleyman Nazif:Bir musibettir ki ehl­i İslâma,­Bir musibet ki hârikul’âde­Yaşıyorken de…Can verirken deAğlarım ser­i nuvişt­i Bağdad’a

De ki: ­ Ey mefharı sema­yı IrakYine İslâm elinde mâtem var,Bulunur, deste deste, her yer de,Kara bahtın gibi siyah siyah saçları(Dicle ve Ben, Nişantaşı, 6 Mart 1917)1917’den 2009’a Irak’ın tarihinde değişen ne?Bahtı da saçları gibi yine simsiyah… Harputlu Hacı Hayri’nin mısralarında olduğu

gibi:Zülfün görenlerin hep bahtı siyah olurmuş Tek zülfünü göreydim bahtım siyah olaydıYa da Nazım Payam’ın şiirindeki gibi:Ben Gecenin teninden bir ten aldım kendimeSonra olanlar oldu kemikle kaldım(Gecenin Teninden Bir Ten Aldım Kendime)

Siyah, ayıp ve günahları ancak bizim gözümüzde örter, Tanrı’nın indinde ise asla!

Bağdat’ın baht genetik bir hâl mi ki yıllardır ka-dınlarının gözleri erkeklerinin tenleri gibi siyahtan esmere gidip geliyor?...

Geçme lâkayd önünden ey DicleHürmet et mâtem­i muazzamına

Nüfus kütüğünde “Dini: İslam” yazan hiç kimse bu yangına kayıtsız kalamaz.

Şairin de söylediği gibi “Çöllerinde yüz bin genç yatıyor ve hepsi de “Bağdad’a kurban”dır.

Kimse kayıtsız kalamaz; çünkü “Kâh mecnun’un kâh Fuzuli’nin devr ile nevbet beklediği” diyardır.

Ateist olduğunu söyleyen ve kendisine nüfusun-daki İslam ibaresini niçin kaldırtmadığını soranlara, “Allah varsa benim Müslüman olmadığımı zaten bili-yor.” mealinde bir cevap veren müteveffa Aziz Nesin dahi, yaşasaydı bu zulme karşı çıkardı. Toprağı bol olsun, moda söyleyişle “ışıklar içinde yatsın.” “Nur içinde yatsın.”dersek anısına saygısızlık etmiş olu-ruz.

13.5.1 Anılar defterinde gül yaprağı gibi unutuldum

Anılardan ve tarihten ille de savaştan bahsedince söz dönüp dolaşıp merhum Cahit Zarifoğlu’[1]na da gelmeli.

AnılarNe çok dostun vardiyen şaire. Edebiyat dünyamızın sağ cenahında oturan Za-

rifoğlu, ne mutaassıp ne muhafazakâr. Gönlünden geçeni yazan, zehir zakkum mısralarıyla tüylerimizi diken diken ederken müstehcen ötesi mısralarıyla gözlerimizi belerten, savaş nidalarıyla at ve kılıç ara-tan bir şair.

13.5.2 Tezgâhın altındaki meyd in Amerika

Rahmeti Hocamız Mehmet Kaplan’lık bir şair.Mağara, karanlık, ışık, su… Gerisini siz getirin

daha: Ana rahmine dönüş…“Aşkla şehvet, veliyle Zerdüşt, sevgiliyle fahişe,

varlıkla yokluk, zaman ve ölüm, geçmiş ve gelecek arasında zikzaklar çizip durur şair… Açlık, varoluş, aşk, zaman, savaş hep iç içe örgütlenmiştir.”[2] der kendisini en iyi tanıyanlardan Rasim Özdenören.

1. Cahit Zarifoğlu, Şiirler, Beyan Yay. İstanbul 1989.2. ­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­, age. s.11

61ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 62: 41. sayımız

Kadınımla bir hayvana benziyordukSaçaklı üç katlı üç ayaklıbir hayvanı (Boğuyorduk Yoruyorduk Ağırlıyor­

duk) aramızda(Çoğalmak)Gerisini yazmayalım, tahmin yürütün.

İşte aydın’ın köşkü’nün başçayır köyüSay bakalım videolu kahvehaneleriSofular mollalar yatsıya gitsin heleTezgahın altından porno meyd in’AmerikaMeyd’in fransa almanya (Büyük Su)Eh, memleketimden insan manzaraları. Mısraların muhatabı olanlar hariç, Başçayır köy-

lülerinden özür diliyor ve kendilerini sayfamızdan selamlıyoruz.

13.5.3 Bitmez bir kartal çubuğu tüttürmek

Ama biz savaş ve tarihten söz edecektik. Devam edelim.Bütün azalarını harbe çağırSofran açılsın elin şehit ballarından alsın……Arkadaş Şimdi yalnız savaş(Afganistan Çağıltısı)Şu mısra çok düşündürdü beni :Aynı kafa ayağımızın bodrumundaBaşımızı savaşlardan alabiliyor muyuz sanki! “Bu

kafa ne zaman köreldi?” sorusunun cevabını da zor buluruz. Anlaşılan doğu ile batı arasındaki fikir cere-yanı bizi fena çarptı. Bir ayağımız doğuda bir ayağı-mız batıda, Boğazlar altımızda, fiziki yapımız değişti. Orta Çağ’dan Yeni Çağ’a geçmeseydik keşke mi di-yelim. Hissimizle doğulu kaldık ama fikrimizle bütün insanüstü ve dahi tabiatüstü faaliyet ve gayrete rağ-men batılılaşamadık.

Orda şehitler AfganDerler ki gel iman armağanıyla boyan(Yıldızlar Üstlerinde)Uçan Kartal’ın şefliğinde savaş boyası sürünen

Kızılderililer canlandı. Belki burada “Allah’ın boya-sıyla boyan.”ayetine (Bakara; 138) telmih de var ama bizim ona gücümüz yetmez. O Nedenle başka mısra-ları getirelim yanına da sözlerimiz askıda kalmasın:

/Ben şair olarak

Bitmez bir kartal çubuğu tüttürüyorum(Akşam Sofrasında Yedi Kişilik Aile)

Batılılar bizden bahsederken özellikle iki yönü-müze dikkat çekerlermiş: Savaşçı ve teşkilatçı.

Orta Asya Türklerinin barış günlerinin savaş gün-lerinden daha az olduğu iki bilinmeyenli denklem de-ğil ki.

Divanü Lügat’it-Türk’e şöyle bir göz gezdirelim. Kitabın müellifi bile kendini överken “… Türk-

lerin en iyi kargı kullananıyım.” demekten kendini alamaz.

Yaz ve bahar tasviri, av oyunları ve savaş at ba-şıdır:

Öpkem kelip ogradım /Arslanlayu kökredimAlplar başın togradım /Emdi meni kim tutar

Ya eserde geçen atasözleri:Tolum anutsa kulun bulur / Tolum unutsa bulun

bolur(Silâh hazırlayan tay da bulur/ Silâhı unutan tutsak

olur[3].)

Yagını aşaklasa başka çıkar(Düşman küçük görülürse başa çıkar.)

13.5.4 Hapitiki Habitakü TâküMedeniyet nasıl kurulur?Yeni Dünya’da Kızılderilileri, Afrika’da Karade-

rilileri yok ederek.Sarıderililer hususunda alt komisyon çalışmalarını

sürdürüyor. Bu noktada edebiyatımızın sol cenahında mevzi-

lenen, zaman zaman bıkkınlık veren bir hümanizmay-la dünya tarihini resmeyleyen merhum Fazıl Hüsnü Dağlarca’ya kulak verelim:

Neden dedim yanımdakineNeden Fransa AfrikasıHâlâElbet, dedi, uygarlık götürüyoruzDin taşıyoruz ışıldayan haçlar üstünde Bizimle olabilir o yerlerin uyanmasıVe yavaş yavaş Hapitiki Habitakü Tâkü……

3. Şükrü Kurgan, İzahlı Eski Metinler Antolojisi, Maarif Matbaası, Ankara1943.

62ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 63: 41. sayımız

İşte sana yeni Tanrının duası,İnsan derilerinden davulların(Fransa Afrikası, Batı Acısı’ndan)

Adamlar haklı. Bunca insan aç ve açıklıktan, has-talık ve demokrasizlikten ölürken Batılı elbette kayıt-sız kalamaz. Biz hay huy ederken onlar çelik kanatlı kuşların çoktan uçurmuşlardır insanlık adına.

13.5.5 Filistin sınav kâğıdı mümin kulun önünde

Filistinliler için sağlı sollu yazmayan çizmeyen mi kaldı ülkemizde!

Cahit Zarifoğlu’ndan zorlu iki mısra:Filistin sınav kâğıdı Her mümin kulun önünde(Soru İşaretlerinden Biri)Bu iki mısradan sonra dememizi beklerdiniz?Evet, diyebilmek için bir mazeretimiz olmalıydı.Sınıfta kaldıkMürekkebimiz kurudu da

dersek belki yanlış söylemiş ama yalan söylememiş oluruz. Mürekkebimiz kurumuş olabilir lakin Filistin, Kenan Elleri hep kanayan bir yaramızdır, bir yanımız-dır; yanlış söyledik bir yarımızdır. Kudüssüz bir Mu-seviyi düşünürüm de bir Müslümanı düşünemem. Bu da benim yanlışım.

Veya ilk mektep çocukları gibiElektrikler kesildi deDers çalışamadımmı diyelim gözlerimizdeki bebeklerden utanma-

dan. Şairin sözü namluda:Bilirim aydınlık içinKaranlık da gerekli (Beyaz Camlar)Bu necip millet -devleti çok şey yapıyor Kenan

Elleri için- hiçbir şey yapamasa da yönünü İslamın ilk yıllarında olduğu gibi Kudüs’e çevirip dua eder. Şairin ifadesiyle “duasını ertele”mez. Filistin’i Filis-tinlileri her şeye rağmen, Güney Kıbrıs’ı ziyaret edip haklı davalarında yanında olduğunu söyleyen uydu üssünden idare edilen uyduruk idarecilerine rağmen sevmeye devam ediyor.

Ve nihayet şairin şu duasına hepimiz “amin!”diyelim:

AllahımYol boyunca

Tarih boyuncaBaşıboş bırakma bizi(Böyle Ol Böyle Söyle)

14.1.1 Savaşlar çıkmak için âdeta bahane arar

Tarih= Savaş gibi bir Emin Oktayvari bir formül kâğıt üstünde bile ne sevimsiz duruyor.

Hiç kimse ‘savaşa evet, barışa hayır’ deme hakkı-na sahip değildir. Savaş son çare olmalıdır. Bir doktor ilaçla tedaviden ümidini kesip neştere sarılırsa, mil-letler de hukukla sulhtan umudunu kestiği an silaha sarılır.

On litrelik beyaz boyayı grileştiren yarım litreden daha az bir kutu siyah boya dahi değildir.

Öngörülerin hüsnükabul gördüğü bir ortamda bil-gisayar denilen planlı programlı ama aynı zamanda ruhsuz yaratıkların işgal ve gölgesi altında nefes tü-ketmekle meşgulüz.

Senaryoların ardı arkası kesilmiyor.Kıyamet teorilerinin ardı arkası kesilmiyor.Ölümü nasıl alırdınız efendim?Salgın bir hastalıkla mı? Gittikçe ısınan dünyayı

basan suda boğularak mı? Kara delik tarafından bir lokmada yutularak mı? Her gün biraz daha genişleyen evrenle birlikte bir balon gibi bumlayarak mı? Meteor yağmuruna tutularak mı?

İki büyük dünya savaşı görmüş olan dünyamız üçüncü büyük savaşa hazırlanıyor.

Dünya silah ticaretini elinde tutan ülkelerin, Bir-leşmiş Milletlerin en gözde ülkeleri olduklarını söyle-mek bu iddiamızı ispat için kâfidir sanırım.

14.1.2 2020 yılında dünya onuncusuyuz

Öngörü ve senaryo lafını boşuna etmedik.“Önümde kristal kürem yok.”diyen bir zatın, Ge-

orge Friedman’ın[4] öngörüsü bu da.2020 yılında Türkiye dünyadaki ilk on ekonomi

arasına girecekmiş.(s.194)“2030’lu yıllarda ABD, Türkiye’yi bölgesel çıkar-

ları için bir tehdit unsuru olarak görecektir.” (s.198)Türkiye ABD’yi bölgesel çıkarları için tehdit un-

suru olarak görme hakkına sahip mi?Bunu bana sormayın, televizyonlarda boy boy çı-

4. George Friedman, Gelecek 100 Yıl (21.Yüzyıl İçin Öngörüler), Pegasus Yay. İst.2009, s. 258 vd.

63ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 64: 41. sayımız

kan strateji uzmanlarına sorun. Bir “çuval laf”tan son-ra soruyu başka bir soruyla karşılayıp iadeli taahhütlü göndereceklerdir bana. Bir de pembe karta “alındı” yazıp imza atmak zorunda kalacağım.

Siz en iyisi Olasılıksız romanının yazarı Adam Fawer’a sorun. O, başını sallamadan daha mantıklı ve makul bir cevap verecektir size.

14.1.3 Süveyş Kanalı Türklerin kontrolünde

Civcivli bir öngörü bizi bir hayli keyiflendirdi:“Türkiye’nin lider Müslüman güç konumunu kul-

lanarak Mısır’a girmesi ise kırılma noktası olacak… Süveyş Kanalı’nın kontrolü Türkiye için başka ola-naklar açacak…Ardından Kızıl Deniz’in ötesine ge-çecek, Hint Denizi havzasına ulaşacak, petrol rezerv-leri üzerindeki hâkimiyetini pekiştirecek.” (s.121 vd.)

Vallahi ağzından bal damlıyor George kardeş.Lakin bizi “lider Müslüman” olarak kaç İslam ül-

kesi kabul eder?İsviçre bankalarında milyon dolarları yatanlar

mı?Sıkıştıklarında eteğimizden tutanlar mı?Her dönüşte arkamızdan atanlar mı?Filistin, Yemen, Irak, İran, Afganistan, Pakistan…

gibi ülkeler dünya gündemine geldiğinde bizim mil-letin yüreği titremez mi!

Hazır Hint Denizi havzasına gelmişken Japonlarla da ikili görüşmelerimiz olsun. Biz baklava ikram ede-riz, onlar bize suşi ikram ederken de muhabbeti dem-leriz. ABD’den, NATO’dan ve BM’den unutmayalım AT ile İMF’den habersiz bir şeyler planlarız Mesela, dünyayı nasıl idare ederiz gibi. Ancak bu bölüm ‘düş­man kazanma sanatı’na yönelik.

“Türkiye, Polonyalıların, Hintlilerin, İsrail’in ve her şeyden çok ABD’nin korkusu hâline gelecek.”(s.214)

İşte size tatilde okuduğum bir kitaptan alıntı:[5]

“Luther, Türkleri, Tanrı tarafından Hıristiyanlığı tedib (terbiye, eğitim) tecziye (cezalandırma) ve ıslah için gönderilmiş millet sıfatıyla selamlıyordu.”

Müellifin iddiasına göre Fatih olmasaydı, yani İstanbul’u alarak Orta Çağ’ı kapatıp Yeni Çağ’ı baş-latmasaydı, Ortodoksluğu Katolikliğin elinden hiçbir kuvvet kurtaramazdı.

Yorumsuz…

5. Orhan Dündar, Medeniyetlerin Aşil Topuğu, Keçiyolu Yay., Ankara 2003, s.132.

14.1.4 Dünya Savaşını Türklerin müttefiki olan Japonlar başlatacak

Üçüncü Dünya Savaşı ne zaman patlak verecek?Cevap gelsin. “Üç Battle yıkımının, 2050 yılında 24 Kasım saat

5’te yapılması planlanacaktır. Bu Şükran Günü’nde ABD’deki çoğu insan büyük bir öğünü sindirmekle uğraştıktan sonra şekerleme yapacaktır…”

24 Kasım bizde aynı zamanda Öğretmenler Günü…

Savaşı bize sen mi öğretiyorsun yoksa öğretme-nim. Hâlbuki sen her yıl en az bir kere coplanmayı öğretirdin bize…

Devam edelim. “İşte o an Japonlar saldırıya geçe-cektir. Battle Stars’ı hedef alan füzeler öğlene doğru ateşlenecek…. Washington güvenlik ekibi yemekte olacağı için zamanında harekete geçmek imkânsız olacaktır.”

Şimdi gelelim işin en şen şakrak yanına.“Japonlar 4.40 gibi Türkleri neler olduğu konu-

sunda bilgilendirecektir… Türkler, Japonların mütte-fikidir ama Japonlar son ana kadar onlara detaylı bilgi vermeyecek çünkü Türklerin onlara kazık atmasını istemiyorlardır. Fakat Türkler bir şeylerin olduğunu bilecek.”

Vay vay! Bu senaryo da bir şeyler yanlış.

Amerikalılar fast-food’cular. Yani ayaküstü 1. yemek yerken kola içer, müzik dinler ve… Bizim için deseniz doğru. Milletimiz ‘yaşamak için ye-mek’ ile ‘yemek için yaşamak’ ilkesi arasında gelgit hâlindedir. Kararımız henüz kesinleşmedi.

Türkler başkalarına 2. kazık atma-tabirimi ma-zur görün- hususunda sınıfta kalır. Çünkü biz bu işi aramızda yaparız. Esnaf ve zanaat erbabımız genelde 1 yatırıp 10 kazanma temayülündedir. İşverenimiz 8 saatlik iş süresini küçük bir çalımla 10 saatin altına hiç düşürmemiştir maazallah ve maşallah. “Bu iş yerinde asgari ücret uygulanır” tabelası emeğe saygılı işvere-nimizin nazar boncuğu, devlet-i aliye adına bir şeyler koparmaya gelen vergi memurlarının ser-levha-yı bî-çaresidir. Bir enstantane: Kayserili vatandaş arabasına “Bu arabada dünyanın en pahalı benzini kullanılıyor” yazısını asınca arkasına ilkin vergi memurları düş-müştür…

Gayet iyi gidiyoruz.“Aynı zamanda Türkler yıllardır Japonlarla bir-

64ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 65: 41. sayımız

likte yaptıkları savaş planına göre hedeflere kendi saldırılarını başlatacaklardır… Çoğu hedef ABD ve Missisipi’nin doğusu olacak….”

Vahim bir yanlış daha.3. 2050 yılının iktidar parti ya da partileri olan ..P

ile .P ile demokrasimizin “açık oy gizli tasnif” siste-minin kapanmasından sonra değişmez anamuhalefet partisi olan ..P vekilleri klasik dost ve müttefik ABD dururken ne diye gitsin de elin Japon’una sarılsın ki? Hem biz- bu satırları yazan kişi de dâhil olmak üzere- Missisipi’nin haritada yerini bile gösteremeyiz.

Amma…Son zamanlarda adı yol’a çıkan haritalar peş peşe

sıralanmaya başladı. Bu gidişle belki ileride dünya çapında bir numara “yol haritası” uzmanları çıkarırız. Bizi kimse “geometri” ile oyalayamaz.

“Türkler aynı zamanda ana bir güç olmasa da Polonya blokuna ve Hindistan’a saldıracaktır. Koa-lisyonun amacı ABD ve müttefiklerini askeri açıdan bırakmak olacaktır.”

Durup dururken batıda Polonya ve doğuda Hindistan’ı da başımıza sardı mı!

Bu senaryo hiç hoşuma gitmedi.

14.1.5 İlli millet idim, ilim şimdi hani?Biz en iyisi kendi işimize bakalım.Mısır’ı, Süveyş Kanalı’nı, Hint Okyanusu’nu fi-

lan unutalım.Kendi coğrafyamızda barış ve huzur içinde yaşa-

yalım. Milletimin ne başına bir iş gelsin ne ayağına bir taş değsin.

Gerisi,Mevlâ görelim neyler /Neylerse güzel eyler.Tarihle başladık savaşla devam ettik; Cahit

Zarifoğlu’nun duasına benzer bir duayla bitirelim bari mübarek Ramazanı da fırsat bilerek. İçinizden gelmi-yorsa aşağıdaki duaya amin demeyin.

Tanrı’m bizi ilsiz, bizi kağansız bırakma!Bütün Turan illeri dâhil Türkiye’mizi Türk’süz,

minarelerimizi ezansız, evladımızı izansız, ocakları­mızı dumansız bırakma Tanrı’m!

Bizi kanunsuz töresiz, bileklerimizi güçsüz, gökle­rimizi süssüz, insanlarımızı yüzsüz bırakma Tanrı’m!

Ey zamandan ve mekândan münezzeh olan, bu dünyada Türk’ü zamansız ve mekansız bırakma!

Amin!■

Severim geceyi gündüze katıpKara saçlarına serperim gülapKonuşsana yârim şefkatle bakıpTakıver özüme layık güzel ad Ey yâr sakın bana yan bakmaHem de deme: “İsmin Güzel-Abat”Yok. El için değil ol ismi banaMuska dek boynuma asmak için tak Her bakışımda muskacığımaSenin aşkın(ın) türküsünü söylerimSeverim kalbimin bütün aşkıylaSonra sevgi kulesine çıkarım Kulede görürüm sevgi yaylasınHem bakarım narin yazın nakşınaArzularım gökyüzünde dans etsinYanıp tükenmeyen coşkun aşkıma

OĞULABAT BAYRAMOVA

AŞKIN TÜRKÜSÜ

65ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 66: 41. sayımız

Gündüz güneş taklit eder gözleriniGece yüzünü aySenden her dem çera görünür

Adının alfabesiyle geçerim yüzlerin arasındanSuretin yoksa vitrinlerin camındaSokaklar tenha görünür

Kimden tevarüs etmiş bu güzellikOturanda şirin kalkanda leylaGözlerim aynada şehla görünür

Kar lekedir senin beyazındaBir ben dahi konsa tenineBurdan beyza görünür

Seni seven kulun kahret yedi ceddineNamerdim sitem edersem Çün her kelamın dua görünür

En güzel yerini biçip bin bir dilberinSana benzettik diyelerVallahi iftira görünür

Sana yönelişte açılır yedi kapıdan ilkiSesinde kevser şırıltısıGölgende tuba görünür

Çığlık çığlığa açsa da cümle rengi Kuruttum alını morunu üstüme sinmez dünyaBana bundan sonra bir veda görünür

KURUTTUM ALINI MORUNU ÜSTÜME SİNMEZ DÜNYA

Necati'ye nazire

MAHMUT BAHAR

66ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 67: 41. sayımız

Öldüm sana gel gel diye bir anlayabilsenGösterdiğim ısrar niye bir anlayabilsen

Aslın benim ufkun ben ilin ben vatanın benGörsen bunu bir sâniye bir anlayabilsen

Farkında mısın sanmıyorum böyle sevilmekKısmet mi ki her fâniye bir anlayabilsen

Sen benden olan sen ve de benden çalınan senSen hırsıza ikrâmiye bir anlayabilsen

Sensiz geçen ömrüm bana baştan başa mâtemGünler ise hep tâziye bir anlayabilsen

Bir anlayabilsen ne asilsin ve ne safsınKul olmadasın âdiye bir anlayabilsen

Gel cân gibi rahmet gibi iftar gibi gel gelÖldüm sana gel gel diye bir anlayabilsen

GAZEL

ÖMER DEMİRBAĞ

67ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 68: 41. sayımız

Canı tenden çıkarıp toprağa vermektir ölüm,Ebedî âleme can postunu sermektir ölüm.

Kabri boydan boya kaplar bir ölüm velvelesi,Yâr için göğsünü her güçlüğe germektir ölüm.

Yücelir katbekat Allâh’a adanmış her ömür,Boşa geçmişse hayat, nefsini yermektir ölüm.

Sanmayın can suyu kalmaz kuruyan gül dalının,Yeniden kutlu başaklarca yeşermektir ölüm.

Bir ışık müjdesi vardır yüce Rabbin kuluna,Açılan pencereden menzile ermektir ölüm.

Hakk’ı mutlak bilip aşkıyla bezenmişse gönül,Allah adıyla açan gülleri dermektir ölüm.

ÖLÜM GAZELİ

YUSUF DURSUN

68ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 69: 41. sayımız

İHSAN YAŞA

Köyden şehre yerleşenlerin elbette ka-zandıkları var ama biz bugün kaybet-

tiklerinden söz edeceğiz.Mesela fedakârlık duygusu…Maddi sıkıntıdan mıdır başka bir sebepten

midir, bilinmez ama şehirde oturanlarda bu duygunun zayıf olduğu muhakkaktır. Üstelik fedakârlık duygusu sadece maddiyat ile alâkalı bir şey de değil. İşin manevi boyutu da var. İn-sanın, sıkıntılı bir tanıdığının yanına gidip onu dinleyerek sıkıntılarının çözümü konusunda fikir yürütmesi, dertlerini ve üzüntülerini pay-laşması da bir nevi fedakârlıktır. Üstelik bunun için herhangi bir maddi harcamaya da gerek yoktur. Ama nedense bu da yapılamıyor. Acaba vakit mi az, çekingenlik mi var, yoksa “neme lazımcılık” gibi bir zihniyetten dolayı mı? Belli değil. Şair Karakoç’un şu mısraları köy hâline ne güzel uymuş:

İsteyen soframızdan bal kaymak börek alsınİsteyen yüreğine bedel bir yürek alsınSebep her ne ise, maalesef köylerdeki bu gü-

zel haslet şehirlerde yavaş yavaş yok oluyor.

İnsanlığın şahıslarda aradığı hususiyetleri şu cümle ile de özetlemek mümkün: Sağlam bir ruhsal yapı ve geleneksel kültürle bütünleştirilmiş evrensel değerlere sahip bir fikrî kişilik.

69ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 70: 41. sayımız

İlişkilerdeki samimiyet ve sıcaklık da…İnsanlar arasındaki münasebetler köylerde

veya kasabalarda daha samimi ve candandır. Meselâ hal hatır sormak kuru ve klişe bir laftan öte, dertleşmek, hâlleşmek ve paylaşmak arzu-sunu faş etme anlamına gelir. “Biz buradayız, danışacağın, dayanacağın, güç alacağın, bir ye-rin vardır.” manasındaki bir selamlaşmadır bu. İlişkilerdeki bu fark selamlaşmadaki ses tonun-dan, hal ve hatır sorma esnasındaki yüz ifade-sinden de belli oluyor. (Gerçi nezaketen de olsa hâlen şehirlerde devam eden selamlaşma ve hâl hatır sorma görgüsü de yok olmak üzere ya!)

Felâketler karşısındaki mukavemet gücü…Allah korusun, ölüm, yaralanma veya başka

türlü önemli bir vukuat karşısında, köylüler mü-tevekkil bir anlayışa sahip olduklarından dolayı daha soğukkanlıdırlar. Saçını başını yolma, ona buna saldırma, kırıp dökme gibi taşkınlıklar yapmazlar. Birkaç günlük taziye faslından son-ra “ne olursa olsun hayat devam eder” espri-si içinde işine gücüne dönerler. Âdeta kıyamet kopmuş, her şey bitmiş, yaşamanın anlamı kal-mamış gibi bir çöküntü olmaz. “Veren de, alan da Allah. Felâketleri getiren de, salaha kavuştu-ran da o…” tarzındaki düşünceleri onların da-yanma gücünü artırmaktadır.

Kentlerdeki kişilerde tevekkül, tefekkür ve kanaatkârlık gibi hususlarda gerileme var. Bel-ki de günlük telâşe ve koşuşturmanın etkisidir. Nasıl para kazanacağım, nerede eğleneceğim, nereye takılacağım derken bir de bakar ki gün bitmiş, ay bitmiş hatta ömür bitmiş. Ezelî ve ebedî meseleleri hatırlayacak vakti ve takati kalmamıştır artık.

Şehirdeki insanın kayıplar hanesinde başka şeyler de var. Fakat bu kısmı fazla uzatmadan, sonuçlara bakalım.

Saldırganlık, geçimsizlik, kavga, çalma, okuldan kaçma, kötü arkadaşa uyma, baş kal-dırma, sorumsuzluk tarzındaki davranış bozuk-luklarının kırsal kesimlerdeki çocuklarda daha az görüldüğünü biliyoruz. Keza soygun, şiddet, sabotaj, ırza geçme, fuhuş, yaralama, cinayet, hırsızlık, terörist faaliyetler, uyuşturucu ve al-kol bağımlılığı şeklindeki suçların da gene kü-

çük yerleşim alanlarında yetişen kişilerde daha az rastlandığı muhakkaktır.

Bütün bu davranış bozukluklarının altın-da yatan sebepler hem kişilik hem de kültürle alâkalı olduğu için insan kişiliğinin teşekkülü ile ilgili bilgileri hatırlamak lazım.

Psikiyatri uzmanı Prof. Dr. Atalay Yörükoğlu’nun kitabında kişilik (benlik) oluşu-mu şöyle anlatılır:

Kişilik üç bölümden oluşur: Alt benlik (id), benlik (ego) ve üst benlik (süper ego). Alt benlik doğuştan gelen ve bedende var olan ilkel dürtü­lerdir. Bilinçdışıdır. Üst benlik; kişiyi uyaran, dizginleyen, yargılayan ve cezalandıran (ayıp, günah ve suç gibi) faktörlerdir. Benlik (ego) ise alt benlik ile üst benlik arasında düzenleyici ve dengeleyici rol oynayan bölümdür. Kişinin dışa yansıyan, görünen hâlidir. Alt benlikten gelen dürtüler ile çevrenin tesirliyle oluşan üst benlik arasında arabuluculuk yapar. Tabii bunu ya­parken dış gerçekleri hesaba katar. İçten gelen ihtiyaçlarla dış şartları ( kültürü) dengelemeye uğraşır. Başka bir ifade ile benlik insanın çevre­siyle uyumunu sağlayan ruhi aygıttır.

Demek ki Türk-İslam düşünce tarihinde nefsi emare olarak bilinen alt benliğe insanlar kendilerini teslim edemezler. Her istediğini, her yerde yapamazlar (hayvanlardan farkı) Eğitim, öğretim, aileden aldıkları terbiye ve edindikleri kültür (üst benlik) onları engeller. Bu ilmî ve-rileri konumuza indirgediğimizde durum şudur: Köylerde ayıp, günah, suç gibi üst benlik fak-törleri daha kuvvetlidir. Dolayısıyla bireylerin iç dürtülerinin emrinde olarak hareket etmeleri, toplumun genel kurallarının dışına çıkmaları daha fazla kısıtlanmıştır. Bunun neticesin-de kırsal kesimde yaşayan insanların davranış bozuklukları, ayıp veya günah sayılacak fi-illeri azalmış, suç işleme oranları asgari sevi-yeye indirilmiştir. Köy veya geleneksel kültür ile yetişmiş insanlarda üst benlik faktörlerinin kuvvetli olmasından dolayı suç işleme oranla-rının ve davranış bozukluklarının düşük olması şüphesiz memnuniyet vericidir. Ancak aynı se-beplerden kaynaklanan olumsuz gelişmeler de olmaktadır; Meselâ, köydeki gençlerde, hür ve

70ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 71: 41. sayımız

bağımsız düşünme yeteneği ile girişimcilik ve yaratıcılık ruhunun yeterli olmaması…

Şehirde insanları değerlendirme ölçüleri de değişiktir. Kişilerin iyi ve uyumlu giyinip giyinmediğine, konuşma aksanına, bilgisine, görgüsüne bakılır. Köyde ise bunlardan ziyade kişilerin özüne, iç dünyasına, huyuna bakılır. Köydeki insanların dikkat ettiği hususlardan birisi de kişinin başkalarının yanlışlıklarına ve kusurlarına tahammül edip edemeyeceğidir. Ayrıca acı veren olaylar karşısındaki direnç, yokluk halindeki idrak, genel manadaki irfan, izan ve feraset gibi özellikler kırsal kesimde önem taşır.

Her üç meziyete sahip, yani hem yukarıda belirtilen davranış bozukluklarını göstermeyen hem de kendi başına düşünüp karar verebilme kabiliyetini ve girişimcilik ruhunu taşıyan, aynı zamanda da gönlü zengin olan gençlik nasıl ye-tişecek?

Kanımca böyle bir gençliğin yetişmesi için çağımızın evrensel değerleri ile geleneksel kül-türümüzün makul unsurlarını birlikte ve denge-li bir şekilde, küçüklükten başlayarak çocukla-rımıza telkin edilmesi ve benimsetilmesi gerek-mektedir. Ayrıca kişilerin sağlam ve uyumlu bir ruh yapısına sahip olmaları için yapılacak pek çok şeyin olduğunu bilmek lazım. Kişilik teşek-külünün büyük ölçüde ilk altı yıl içinde gerçek-leştiğini de belirtelim.

İnsanlığın şahıslarda aradığı hususiyetleri şu cümle ile de özetlemek mümkün: Sağlam bir ruhsal yapı ve geleneksel kültürle bütünleştiril-miş evrensel değerlere sahip bir fikrî kişilik.

Bunun için her şeyden önce göz önünde bu-

lundurulması gereken en önemli husus şudur: İnsanlar bebekliğinden itibaren, özenle ve dik-katle yetiştirilmeli; onların dengeli, uyumlu, sağlam bir ruh yapısına kavuşmaları sağlanma-lıdır. Normal ruh yapısına sahip olanlar, içer-den gelen dürtülerle dış şartlar arasında uyum sağlayabildiklerinden iç çatışmaların ortaya çıkmasına fırsat vermezler. Her şeye rağmen uyumsuzluk olur da iç çatışma ortaya çıkarsa, o takdirde ruhî dengenin bozulmasına fırsat vermeden gerekli savunma mekanizmalarını devreye sokarak en az zararla kurtulmayı başa-rabilirler. Bu kabiliyeti gösterecek kişilik yapı-sına sahip olmaları gerekir. Yani insanın ruhî yapısının, alt benliğin kimi dürtülerini bastı-rarak veya erteleyerek, kimi dürtülerine de yol vererek benliği doyuma ulaştırmak suretiyle iç çatışmaları önleyecek ve aynı zamanda genel ahlakî kuralları da makul seviyede tutacak bir özellikte olması lazım.

İşte asıl mesele buradadır. Böylesi sağlam bir ruhî ve fikrî kişiliği oluşturmanın yolu nedir?

Galiba bütün bilimler, fikir nazariyeleri ve felsefi görüşler bu sorunun cevabını aramakta-dır. Zira tarif edilen ruhî ve fikrî kişilik yapısına sahip insanlar, problem çıkarmadığı gibi ortaya çıkmış problemleri de çözmeyi başarabilirler. Mutlu olmayı ve tatmin edici bir hayat tarzını geliştirmeyi becerebilirler. En zor şartlarda bile psikiyatrik dengesini bozmadan, saldırganlık veya hırçınlık belirtilerini göstermeden çıkar bir yol bulabilirler. Mesut, mütevekkil, huzurlu, dünyevi nimetleri ciddiye alan ama uhrevi ha-yatı da göz ardı etmeyen fertlerden oluşmuş bir toplum meydana getirmek ancak bu şartlarda mümkün olabilir diye düşünüyorum.■

insanın ruhî yapısının, alt benliğin kimi dürtülerini bastırarak veya erteleyerek, kimi dürtülerine de yol vererek benliği doyuma ulaştırmak suretiyle iç çatışmaları önleyecek ve aynı zamanda genel ahlakî kuralları da makul seviyede tutacak bir özellikte olması lazım.

71ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 72: 41. sayımız

Şiirini sağlam temeller üzerine oturtmuş, kendine mahsus bir şiir dili oluşturmuş şairlerin içini kendileri doldurdukları

imgeleri vardır. Bu imgeler aynı zamanda o şairin ruh halinin şifre-sidir. Şiirin anlamını ve şairin yüreğinden geçenleri çözmek, biraz da imgelerinin ruhuna sirayet etmekle mümkündür. Zira imge; “ki­şinin, mensubu olduğu toplumun, cemiyetin, cemaatin değil, kişi­nin kendi kaderini yaşamasıyla belirir. Ve en açık biçimiyle de bu bağlamda tezahür eder. İmge, kendi yazgısına yönelen insan, tıpkı şiirde bir araya gelerek uzlaşıma dönüşen uzaklık ve çatışkılar gibi, kendini kabullenme noktasında kendisiyle barışıklığa yönelir. İşte bu bağlamda imajinasyon, yazının içsel pratiği şeklinde karşımıza çıkmaktadır” [1]

Dış dünyadaki kalabalıklardan kaçıp devamlı kendi iç dünyasın-da yaşayan, iç dünyasını çoğaltan Hasan Akçay’ın, sanatı ve hayatı gerçeklikten daha çok, şiirindeki imgeliriyle barışıktır. Bu anlamda Akçay’ın şiirinin açılımına ya hayatından (özellikle de çocukluğun-dan) ya da imgelerinden hareketle ulaşabilirsiniz.

Hasan Akçay’ın şiirinin anahtar sözcüğü hüzündür. Ama şair hüznü ortaya koyarken, yaşadığı coğrafyanın bütün imkânlarından faydalanır. Hüznü, gece gündüz, bahar-kış, deniz-sahil, bekleyen-beklenen anlamında, Karadeniz’in o çılgın dalgalarının sahili döv-düğü gibi yürekleri döverek adeta anlatır. Onun şiirinde her şairin beceremediği güçlü bir lirizm vardır. Şiiri, deniz ve doğayla iç içe geçen bir yaşamının bilânçosudur adeta. Doğanın sesi, denizin sesi,

1. İsmail Süphandağı, Şiir ve Mutlak, Sh.76, İz Yay. 1999, İst.

Akçay, aşka bir de farklı bir anlam yükler. Aslında aşk, istemenin, almanın, sahip olmanın getirdiği bir duygudur. Ama Akçay’da aşk, almanın değil vermenin adıdır. Almak istemez, çünkü aldığı zaman bu bencillik olur.

MEHMET KURTOĞLU

72ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 73: 41. sayımız

gecenin, yıldızların, mevsimlerin döngüsü onun şii-rinde ahenkli bir sese ve sözcüğe dönüşür…

Şairin “Gül Şafaklı bir Özlem” adlı kitabının aynı isimli ilk şiiri dikkatli bir şekilde irdelendiğinde, şeh-rin karşısına doğayı, hafakanın karşısına inancı, buna-lımın karşısına hüznü koyduğunu görürüz. Akçay’ın şiirindeki hüzün, karamsarlıktan doğan bir hüzün de-ğil, “Ben hüzün peygamberiyim” diyen efendimizin “Az gülüp çok ağlayan” ve Müslüman olmanın ge-tirdiği bir durumdan kaynaklanır. Gül Şafaklı Bir Öz-lem, Üstat Necip Fazıl’ın “Çile” kitabındaki birçok şiirine göndermelerle dolu bir şiirdir. Bence şair bunu bilinçli olarak yapmıştır. Özellikle Necip Fazıl’ın fikir çilesi çektiği yıllarda yazdığı ve eski adıyla Senfonya olan Çile şiirini eksen almış gibidir. Zira o şiirde insa-nın kendisiyle hesaplaşması vardır ve bu hesaplaşma metafizik ürpertilerle anlatılır. Arayışta olan insanın şiiridir. Yine Kaldırımlar şiirini ise bohem yaşadığı yıllarda yazılmıştır. Üstadın şiirleri varoş sancısı çe-ken bir ruhun şiirleridir. Bu anlamda Hasan Akçay’ın gençlik dönemi diyebileceğimiz şiirlerinde varoşsal bir kaygı vardır ve bu kaygı onu Necip Fazıl’ın ruh iklimiyle buluşturur. Üstadın şehirde çektiği varoşsal sancıları Akçay doğada yaşar…

Üstadın şiiri şehrin şiiridir. Hasan Akçay’ın şiiri doğa şiiri. Ama Akçay, insanın varoşsal sancılarının yaşadığı yerin yalnız şehir olmadığının altını çizer ve insan her yerde insandır gerçeği doğrultusunda, bir varoşsal sancı şiiri oluşturur. Onun imajlarında bu ruh birlikteliğini daha iyi görülür. “Bu yalnız­lık şehrinde her şey karmakarışık”[2], “Günahlar birer gölge kovalıyor kaçtıkça”,[3] “Gözüne mil çektirmiş heveslerin ateşi”[4] “Aynalar ötesinde he­sap sordum kendimden”[5] , “Su akar en derinden toprakla sarmaş dolaş”[6] “Beynimde sürer gider

2. Deliler köyünden bir menrzil aşkın Her fikir içimde bir çift kelepçe/çile/sh.17/N.F.3. Esmer bir kadındır ki, kaldırımlarda gece Vecd içinde başı dik hayalini sürükler Simsiyah gözlerine bir an gözüm değince Yolumu bekleyen genç, haydi düş peşime der. Kaldırımlar/N.F.4. Gözüne mil çekmiş bir ama gibi evler, Kaldırımlar/N. F. 5. Aynalar söyleyin bana, ben kimim?/Çile/sh.19/N.F.6. Su akar yokuşlardan hep basamak basamak Benimse alın yazım yokuşlarda susamak/Sakarya/sh.398/N.F.

sorularla bir savaş”[7] “Aşamam öteleri”[8] “Elle­rimden günahın yağmurları akıyor”[9], Çilesini çe­kenden aşk manası sorulur”[10] “Gölge gibi üstümde dolaşan el senindir”[11], “Hangi mevsime koşsam şaşırıp kalıyorum”[12] “Ölüm beyaz bir melek tü­keniyor korkuda”[13] “Asıl vatandan uzak içimiz­dedir gurbet”[14] “Ben bile yabancıyken aynalarda kendime”[15] “bir rüyadır bu hayat, dünya söylenmiş yalan”[16]

Görüldüğü gibi Akçay’ın şiirinde de metafizik ürperti fazlasıyla vardır ama bu ürperti Necip Fazı-lın şiirinde olduğu gibi şehir eksenli değildir. Şair, yalnızlığı seven ve yalnızlıktan beslenen bir kişiliğe sahiptir. İç dünyanın zenginliği, dış dünya ile uyum sağlayamadığından hep bir gelgitler yaşamaktadır. Çocukluğunun geçtiği doğal ortam, onun şiirinde bir aksesuar olarak yer alır. Aşk ve hüzün adamı olan şairin şiirinde çocukluğunun büyük bir izi vardır. Çocukluğunu büyük ve kadim şehirde geçirmemiş olmasına rağmen, şiirlerinde çok güçlü varoluşçu (Eksiztansiyalizm) mısralara rastlamaktayız.

7. Gördüm ki ateşte cımbızda yokmuş Fikir çilesinden büyük işkence/Çile/sh.18/N.F.8. Öteler öteler, gayemin malı Mesafe ekinim, zaman madenim/Çile/sh.20/N.F.9. Bu yağmur kanımı boğan bir iplik Tenimde acısız yatan bir bıçak Bu yağmur, yerde taş ve bende kemik Dayandıkça çişil çişil yağacak/ Bu Yağmur/sh.298/N.F.10. Çile şiirinin bütünü kastediyor şair.11. Senin gölgeni içmiş, onun gözbebekleri Onun taşı erimiş, senin kafatasında” kaldırımlar/sh.157/N.F.12. Akrep nokta nokta ruhumu sokmuş Mevsimden mevsime girdim böylece/Çile/sh.18/N.F.x Geçti geçti mevsimler Süpürüldü takvimler Gidenlerden kalan şey Duvarlarda resimler/ Geçti geçti/sh.232/N.F.13. Akıl bir çürük diş, at, kurtulursun Ölmemenin olsa gerek ilacı/Eski Rafta/sh.116/N.F. Ayrıca Necip Fazıl’ın “Ölünün Odası” adlı şiiri tamamen ölümün soğuk ve korkulu yüzünü anlatır. Bakınız sh. 11814. Yolcu benmişim gibi Bir gemi demir aldı Ey her yerin garibi Vatan ırakta kaldı/Iraklarda/sh.230/N.F.15. Aynalar söyleyin bana, ben kimim?/Çile/sh.19/N.F.16. Bir bardak suda çalkandı dünya Söndü istikamet, yıkıldı boşluk Al sana hakikat al sana rüya İşte akıllılık, işte sarhoşluk/Çile/sh.17/N.F.

73ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 74: 41. sayımız

Şair Karadeniz’in şirin bir köyünde doğmuştur. Doğanın kucağında geçen çocuklukta hep bir bahar özlemi vardır. Zira iklim olarak Karadeniz hep yağ-murludur. Ya yemyeşil ağaçlar ya da sararmış eylül yaprakları arasında hüzünlü renklere bulanır kalbi. Akçay’ın şiirinin köklerini köyde geçen çocukluk anılarında aramak gerekir. “Çocukluğumun ağaç dal­larında, toprak yollarında geçtiği köy… O köyde bir ev yılların hüznünü yaşar en izbe köşelerinde. Dört bir yanındaki meyve ağaçları arasında adeta kaybol­muş gibi duran bu ev, uzaktan bakıldığında bir kuş yuvasını andırır. Ağaçların yeşil saçlarını bir oyana bir bu yana çekiştiren rüzgârlar da olmazsa bahar da yüzünü hiç kimseye göstermeyecektir. Bütün mevsim­lere karşı aldığı farklı tavırlar vardı bu ahşap evin. Baharda gülümser gibi dururken, kış mevsiminde adeta onunda soğuktan benzi solardı. Bu soğuk sol­gunluk evin içindeki kirişlerden tutun dışarıda ken­dini gösterebilen tahtalara kadar yansırdı. Hemen hemen her yüreğin bir avuç kor taşıdığı bu evde hiç yangın çıkmadı… Yüreklerin küllenmiş birer mangal olduğunu çocukluğumdan sonraki yıllarda daha iyi anlayacaktım.”[17]

Akçay’ın da dediği gibi sonradan kendini dizeler-de açığa vuracak bu doğallık ile şairin hüzünlü ruh hali onun şiirinin temelini oluşturacaktır. Şairin hü-zünlü şiirler yazmasında yaşadığı bu doğal ortamın mı, yoksa bizatihi kendinden kaynaklanan bir halet-i ruhiyeden mi kaynaklandığı sorusuna gelince; bura-da bu iki unsurun iç içe geçtiğini, birini diğerinden ayırmanın mümkün olmadığını, doğanın mı hüznünü beslediği, yoksa yüreğinin mi yaratılıştan hüzne me-yilli olduğu sorusu hep havada kalacaktır.

Akçay’ın hüzünlü ama lirik bir şiiri olduğunu, imgelerini doğadan seçtiğini söylerken, bu sözcük-lere yüklediği anlamı atlamak, onun şiirini çözümle-mede bir eksikliktir. Özellikle Gül Şafaklı Bir Özlem şiirinde oluşturduğu imgeler ve onlara yüklediği an-lamlarla Necip Fazıl’ın soru olarak ortaya koyduğu mısralarına bir cevap netliğindedir. Mesela Necip Fa-zıl özellikle çile’de sorular sorarken, Akçay cevaplar bulmaya çalışır. Üstad şehri öne sürer, Akçay doğa-yı… Necip Fazıl’da yağmur “kanı boğan iplik, tene saplı bir bıçak, vucuda batan kemik” iken Akçay’da “günahların döküldüğü” anı sembolize eder. İmgeler aynı ama yüklenen anlamlar farklıdır.

17. Hasan Akçay, Çocukluğumun Gökyüzünde Beyaz Bir Bulut, Suhan Dergisi, Sh. 29, sayı 16, ocak­şubat 2007

Her şairde olduğu gibi hasan Akçay’ın şiirinde de aşk önemli bir yer tutar. Ama Akçay, çift anlamlı verir aşkı. Onun şiirinde ilahi aşk ile beşeri aşk iç içe veril-miştir. İsteyen şiirini beşeri aşk olarak anlamlandıra-bilir, isterse ilahi olarak… Bu şairin, şiir dilini oluştur-madaki gücünü gösterir aynı zamanda. Akçay, aşka bir de farklı bir anlam yükler. Aslında aşk, istemenin, almanın, sahip olmanın getirdiği bir duygudur. Ama Akçay’da aşk, almanın değil vermenin adıdır. Almak istemez, çünkü aldığı zaman bu bencillik olur. Ancak kendini sevgiliye verdiği, teslim olduğu, hatta İsmail gibi adadığı anda aşk, gerçek anlamını bulur. Âşıklar sevgiliyi elde etmek ister ama şair adanmak ister! Ve şöyle der:

“Bakışına sığındım çağır beni, al beniYangınlar ortasında kalmışım kurtar beniBitsin artık bu melal seven bir yar say beniBu izbe gecelerin girdabı yutar beniSensizlik ülkesinde hayatın yok albeniRuhun zindanında iken neylesin saray beni”[18]

Türk şiirinde doğayı şiirine konu edinin bütün şairler onu, hüznün imgesi değil, coşkunun imgesi yapmışlardır. Akçay’ın şiirinde ise, doğa hüzün ile birlikte tasvir edilmiştir. Şair, doğayı anlatır, doğayı hüzünlü duygularla tasvir eder ama doğadan kaçıp şehre sığınmak gereği de hissetmez. Bence Akçay’ın şiirinin önemli yanlarından biri de şiirine kattığı bu hüzünlü doğa tasviridir. Özellikle lirizmin zirveye çıktığı şiirlerinde, doğa hüznü coşkunlaştırır adeta. Şair, şiirde hüznü o denli içselleştirmiştir ki, acı çek-mek zevk almakla özdeşleşmiştir. Tabi hüzün, aşkın insana verdiği sarhoşluk gibidir. Örneğin “Ay Yaralı Bu Akşam” şiirinde:

“Dokunma denizime açıkta gemiler varHüzündür adım şimdi sor yeminler söylesinSus… Konuşma, öyle dur ortasında geceminGül kırılır içimde ne zaman ufka baksamAy yaralı bu akşam”[19]

Lirizmin ve duygunun doruğa ulaştığı bu şiirde, şair adının hüzün olduğunu söyler ve şiirinin diğer anahtar sözcüklerini de sıralamış olur: gece, akşam…

18. Hasan Akçay, Gül Şafaklı Bir Özlem, Sh.16, Birey Yay.2000, İst.19. Hasan Akçay, age. Sh.111

74ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 75: 41. sayımız

Tabi burada en özgün imge hiç kuşkusuz “gül kırılır içimde” benzetmesidir… Susmak, içine dönen insa-nın, içinde fırtınalar kopan yalnızların, mısralar yazıp en güzel sözün hasretini içinde çeken şairlerin sığına-ğı… “Söylenmedik sözlerin hasreti dudağımda” de-dirten susmak! Akçay bu şiirinin tek mısrasında tam üç kez arka arkaya susmayı ifade eden sözcük kul-lanır: “sus/konuşma/öyle dur” Doğa biraz da içine dönmek değil midir?Akçay’ın şiirinde geceyi içsel-leştiren Ahmet Haşim’in duyarlılığı görülür. Hüznü karşılayan sözcükler içinde; gece, akşam, karanlık, hüzün, hasret, özlem, yalnızlık, yolculuk, ayrılık vs…

Bir şair düşünün, “Gülüş Şehri” şiirinde söken hıçkırıklarla dizelerini oluşturuyor. Akçay şiirinde hüznü o denli içselleştirmiştir ki, hemen hemen bütün şiirlerinde dönüp dolaşır hüznü anlatır. Bu şair için bir farklılık olduğu kadar bir handikaptır da... Farklı şekillerde anlatmış olsa da aynı konu etrafında şiiri-ni oluşturması onun, daha farklı konulara açılmasını engellemektedir. Şiirlerinde bazen Yunusça söyleyişe rastlamak mümkündür. Yunus rahatlığıyla söylediği şiirlerin yanında yoğun doğa tasvirleri ve imgeliriyle oluşturduğu şiirlerinde inançlı bir şairin çağa karşı so-rumluluğu ve inancının verdiği günah korkusu işlenir. Özellikle “günah” kavramı Müslüman’ca bir duyarlı-lıkla ele alır. Özellikle “Kar” şiirinde, kar’ı kullanma-sı anlamlıdır. Kar; beyazı, masumiyeti, saflığı ve gü-nahsızlığı sembolize eder. Akçay’ın şiirinde “günah” kavramını bu siyah/beyaz ikircilliğiyle verir.

“Senin gelinliğinde benimse kefenimde Yol boylunca ikilik kıvrılır gider akarÇiçekten yaprak yaprak fal olur dökülür kar…

”[20]

Kar beyazdır, sevgilinin gelinliği, şairin kefeni de beyazdır. Gelinlik, tıpkı kefen gibidir. Çünkü gelin-likte masumiyet, saflık ölür. Aşkın, cinsellikte ölü-müdür gelinlik. Şair, sevgilinin gelinliğiyle kefenini aynı mısrada anması aslında masumiyetin ölümüne işarettir. Gelinlik gerdektir, ilk günahtır. Bu yüzden sevgiliye kavuşmak günah işlemektir. Belki de şair, bu yüzden diğer mısralarında karın yağmamasını is-ter ve “Ne olursun ruhuma, yüreğime yağma kar” [21]deyi yakarır. Çünkü kar gelinliği ve ölümü anım-

20. Hasan Akçay, age. Sh.3521. Hasan Akçay, age. Sh.35

satmaktadır şaire. Karın simsiyah günahların üzerine örttüğünü ve

beyaza boyadığını belirterek şöyle der:“Binbir günah sıkışık küçücük bedenimdeHer günah kara leke pişmanlıklara bakarSilmek için bu rengi, üstüme yağıyor kar”[22]

Sezai Karakoç, Monna Roza şiirinde “Ben gü­nah kadar beyaz, sen tövbe kadar karasın” der. Bu felsefi söylem, günah ve tövbeyi tersinden okuma-dır. Günah işleyen adam tövbe eder, günahların-dan arınır, masumlaşır(beyaz) ama henüz günah işlememiş adam, her an günah işlemeye arzuludur, içinde ukde vardır, günaha meyillidir ve bu yüzden kirletilmiştir(karadır).

Akçay, hüznü imgeleştirirken, onu çağrış-tıracak tüm sözcükleri şiirinde kullanmaktan çekin-mez. Hatta mutluluk, sevinç ifade eden sözcükleri dahi hüzünle birlikte anmaktan hoşlanır. Mazoşist bir eğilim gösterir. Örneğin kavuşmak sevinci, mutlulu-ğu sembolize ederken, bunu tam tersi bir kavram ile ifade eder: “Kavuşsam, bir kavuşsam günün bittiği akşam”[23] Akşam hüzün, kederdir. Kavuşmak ise se-vinç mutluluk. Sevinçli anlarını hüzünlü vakitlerde yaşamak ister…

Ahmet Haşim gibi hüznü içselleştiren şair, melal, izbe geceler, zindan, duman, hıçkırık, ney sesi, çile, daralan derya, diyar, gün batsın, ruhun zindanı, iş-kence evi, tükenen ömür, bitmeyen yokuş, ufuk, suya yazılan murad, ölüm, görünmeyen kıyılar, gidenler, uzaklar, hasret, ağlamak, günah, suskunluk, durgun-luk, korku, düş, rüya, eylül, kor, ateş, kırılan gül, inen gün, sonsuz uzaklık, iniş, yokuş, gölgeler, yalnızlık, şafak, acı, hazan, yorgun vurgun, kül, yangın, solan tomurcuk, yitmek, kaybolan sevda, darağacı, yara, merhem vs birçok sözcüğe “hüzün” anlamını yük-ler. Zira şairin varoluş nedenidir hüzün. Hüznü bu denli içselleştiren şairin en büyük başarısı ise, yuka-rıda belirttiğimiz gibi gerek seçtiği sözcükler gerekse kurduğu imgeleri hüzün ve doğayla birleştirebilme becerisidir. Doğanın sunduğu imkânları bu denli hü-zünle yoğurarak kendine mahsus bir şiir dili oluşturan Akçay’ın, şiiri bireysel ve hüzünlü bir şiirdir. Özellik-le şairinin hayatından ayrı düşünerek bu hüznü açık-lamak mümkün değildir. ■

22. Hasan Akçay, age. Sh.3523. Hasan Akçay, age. Sh.7

75ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 76: 41. sayımız

Tanzimat sürecinde başlayan edebî hareketlili-ğin en önemli noktalarından biri hiç şüphesiz

dergilerdir. Dergiler, edebî faaliyetlerin sergilendiği ve edebî hareketlerin şekillendiği yerler olması ne-deniyle vazgeçilmezdir. Şair ve yazarların kendilerini ifade ettikleri, kendilerini görünür kıldıkları dergiler, bu anlamda önemli bir misyon üstlenirler. Dergilerin bu misyonlarında, edebî kaygı ve sanatsal içeriği ko-ruma arzusu hep ön planda olmuştur. Bu nedenle de dergi yayıncılarına ve dergi yayın yönetmenlerine bü-yük görevler düşmektedir.

Her şeyden önce dergilerin, edebî ürünlerin ilk ser-gilendiği ve okurla ilk buluştuğu yerler olduğu düşü-nülürse, bu işin ciddiyeti daha iyi anlaşılır. Ancak şunu belirtmek gerekir ki, dergicilikte İstanbul ve Anadolu farkı hemen göze çarpar. Bu farklılık, dergilerin çev-resinde bulunan şair ve yazarlardan kaynaklanmak-tadır. Metropol dergileri bir noktada hazır kalemler-le okurlarına açılırken taşra dergileri kendi yazar ve şairlerini yetiştirmek zorunda veya çevresindekileri gözetmek durumundadırlar. Bu da çoğu zaman taşra dergilerini gerçek edebî ürünlerle yüzleştirememekte-dir. Oysa Anadolu’da çıkan pek çok derginin taşıdığı

"...sanat-edebiyat misyonundan kopuş, bugünün bazı dergilerinin dar bir çerçevede kalmasına ve dergilerin edebî zemin ve platformdan uzaklaşmasına neden olmaktadır."

BEYHAN KANTER

76ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 77: 41. sayımız

edebî ve sanatsal kaygı asla göz ardı edilemez.

Bu taşra dergilerine, Türkiye Yazarlar Birliği ödülünü de almış olan Bizim Külliye bir örnektir. Derginin Genel Yayın Yönetmeni Nazım Payam, “Taşra Dergileri ve Türkçe” başlıklı yazısında, Taşrada eli kalem tutanların yerel dergilerle di-limize, sanatımıza, kültürümüze, hizmet şansı yakaladıklarını ve merkez-taşra bütünlüğüne hizmet ettiklerini ve metropol dergilerinden daha bir gayret içerisinde olduklarını vurgular.

Bu ifadelerden hareketle Anadolu’da çıkan dergilerin hepsi iyidir diye bir yargıya da varmak istemiyoruz. Elbette misyonunu unutan ya da tam anlamıyla edebî kaygı taşımayanları da var-dır Anadolu’da; İstanbul’da olduğu gibi… Bu, derginin çıktığı yerle ilgili değil, dergilerin ya-yın yönetmenlerinin edebî bir derginin görev ve sorumluluklarından yoksun oluşları ve yerelliğin arkasına fazlaca sığınıp “mahalli” kalmalarının sonucudur.

17. Hazar Şiir Akşamları etkinlikleri kap-samında bir panelle gündeme getirilen “Sanat-

Edebiyat Dergiciliği” dergi sorunlarının de-ğişmezliğini bizlere bir kez daha göstermiştir. Çeşitli dergilerin genel yayın yönetmenlerinin konuştuğu bu panelde, dergi çıkarırken yaşanan sıkıntılar, dergi okurlarıyla paylaşıldı.

Panele başkanlık eden Bizim Külliye Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Nazım Payam, taşrada iyi bir dergi çıkarmanın sorunlarından bahseder-ken dergi çıkaranların daha büyük zorluklarla karşılaştıklarını, zorlukların hâlli hususunda da maalesef yalnız kaldıklarını belirtti. “Merkez-taşra” ayrımcılığını birebir yaşayanlardan olma-sına karşın Bizim Külliye dergisinin bu anlayı-şı kırdığını, bu başarının oluşmasında yerelliği zenginleştirmenin sanatı, edebiyatı bir şehirli gibi düşünmelerinde okurlarına yardımcı oldu-ğunu ve bunda Türkçeye hizmet etme sevdası-nın önemli bir rol oynadığını ifade ederek Bizim Külliye’nin taşra ile merkez arasındaki farkı, sa-dece mesafe boyutuna indirgeyen titiz tutumları sayesinde on yılı geride bıraktıklarını vurguladı.

Uzun yıllardır Türk Edebiyatı dergisine hiz-

17. Hazar Şiir Akşamları kapsamında edebiyat dergilerinin işlevlerinin tartışıldığı bu panelde; katılımcıların daha çok dergi çıkarma sorunlarına değinmeleri, hâlâ kültür ve sanata hizmet etmenin öyle pek de kolay olmadığını bizlere göstermiştir

İl Kültür Müdür Tahsin Öztürk, Elazığ Valisi Muammer Erol

77ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 78: 41. sayımız

met eden Belkıs İbrahimhakkıoğlu, Türk kültü-rünün devamlılığını amaçlayan Türk Edebiyatı dergisinin siyaset üstü, cemaatler üstü olduğunu vurguladı. İbrahimhakkıoğlu’nun çizdiği bu çer-çeve, aslında bir edebî derginin en temel özel-liğidir. Zira sanat-edebiyat misyonundan kopuş, bugünün bazı dergilerinin dar bir çerçevede kal-masına ve dergilerin edebî zemin ve platformdan uzaklaşmasına neden olmaktadır. Türk Edebiyatı dergisinin başarısı ve kalıcılığı da, sanırım bu il-kelere bağlılıkla mümkün olmuştur.

Oysa dini tebliğ etmek için edebiyatı araç olarak kullanan ya da siyasi bir kaygıyı her şe-yin üstünde tutan dergiler, belli bir okur kitlesini aşamadıkları gibi yitip gitmekten de kurtulamaz-lar. Edebiyatı besleyen dergilerde temel gaye edebilik olmalıdır.

Türk Cumhuriyetleri arasında bağ oluşturma mekiği dokuyan Kardeş Kalemler dergisinden Yakup Deliömeroğlu, dergilerinin misyonunun; Türk dünyasındaki şair ve yazarlar arasında köp-rü kurmak, edebî bağı kuvvetlendirerek edebi-yatta birlik sağlamak olduğunu söyledi. Kardeş Kalemler dergisinin Türk dünyasında bir boş-luğu doldurduğunu vurgulayan Deliömeroğlu, Türkçenin önemi üzerinde dururken edebiyat birliğinin yakalayacağı başarıyı kimselerin kü-

çümseyemeyeceğinin, buna rağmen karşılaştık-ları zorluklarda yalnız kaldıklarının altını çizdi.

1978 yılında kurulan Erciyes dergisinden Nevzat Türkden, aynı millete ve aynı kültüre hizmet yolunda sanat ve edebiyat dergiciliğin-deki fikir ihtilaflarının sükûnetle çözülmesi ge-rektiğini vurguladı. Yine Kayseri’den Türkiye’ye ses veren Berceste’den İbrahim Şahin, Anadolu dergilerinin karşılaştıkları güçlükleri anlatırken Berceste’nin dağıtım sorununa değindi.

Panelde en etkileyici konuşmalardan birini de Temrin dergisi Genel Yayın Yönetmeni Uğur Uzunok yaptı. Uzunok, edebiyat dergilerinin amacının sadece edebiyat olması gerektiğini vur-guladı. Temrin dergisinin, kısa zamanda edebiyat dergiciliğinin sorumluluğunu aldığına dikkat çe-ken Uzunok, ayrıca sanat ve edebiyatla dokun-mak, dürtmek ve sarsmak amacında olduklarını, bir okul olma anlayışından yola çıktıklarını, bu nedenle de karşılaştıkları güçlüklerin diğer der-gilerden biraz farklı olduğunun belirtti.

17. Hazar Şiir Akşamları kapsamında edebi-yat dergilerinin işlevlerinin tartışıldığı bu panel-de; katılımcıların daha çok dergi çıkarma sorun-larına değinmeleri, hâlâ kültür ve sanata hizmet etmenin öyle pek de kolay olmadığını bizlere göstermiştir.■

Yakup Deliömeroğlu (Kardeş Kalemler dergisi), Nazım Payam (Bizim Külliye dergisi), Belkıs İbrahimhakkıoğlu (Türk Edebiyatı dergisi), Nevzat Türkden (Erciyes dergisi)Yakup Deliömeroğlu (Kardeş Kalemler dergisi), Nazım Payam (Bizim Külliye dergisi), Belkıs İbrahimhakkıoğlu (Türk Edebiyatı dergisi), Nevzat Türkden (Erciyes dergisi)

78ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 79: 41. sayımız

Doğu’nun güzel şehri Elazığ, haziran ayında oldukça anlamlı bir etkinliğe ev

sahipliği yaptı. 20- 21 Haziran 2009 tarihlerinde İl Milli Eğitim Müdürlüğünün Elazığ Valiliği hi-mayesinde gerçekleştirmiş olduğu “Elazığ İyilik Yapıyor” kampanyası çerçevesinde Fırat Üniver-sitesi Eğitim Fakültesinin katkılarıyla “1.Ulusal İyilik Sempozyumu” düzenlendi. Ülkenin dört bir tarafından akademisyenler, eğitimciler ve dinleyiciler bu güzel etkinliğe katılımları veya sunumları ile ayrı bir güzellik kattılar. Sempoz-yumun iki günü iyilik bilincinin önemi üzerine karşılıklı görüş ve bilgi alışverişlerinin gerçek-

leştirilmesi ile dolu dolu geçti. İyilik gibi güzel bir değerin yaygınlaştırılmasında örnek şehir durumuna gelen Elazığ, güzellikleri ile de mi-safirlerini oldukça etkiledi. Sunumlarımız için Muğla’dan gelip iki günümüzü geçirdiğimiz gü-zel Elazığ, ayrılırken gönüllerimizde güzel bir anı olarak kalmaya başlamıştı bile.

Okullarda gerçekleştirilen “iyilik” merkezli çalışmaların gerek sözlü gerekse poster bildiriler biçiminde sunulduğu sempozyumun önümüzdeki yıllarda gerçekleştirilmesi planlanan çalışmalara yardımcı olacağı düşünüldüğünde, bu etkinli-ğin önemi daha iyi kavranacaktır. Aynı zamanda

Doğu’nun güzel şehri Elazığ, haziran leştirilmesi ile dolu dolu geçti. İyilik gibi güzel

Elazığ'ın "İyilik Melekleri"

ÖMER KEMİKSİZ

79ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 80: 41. sayımız

yapılan çalışmaların paylaşılması da farklı şe-hirlerin ve farklı okulların da bu tür çalışmalar yapması bakımından faydalıdır. Eğitim-öğretim faaliyetlerinin önemli aşamalarından biri “değer öğretimi”dir. Yarının geleceği olan çocukları-mıza bilgiyle birlikte millî ve manevî değerleri vermek, onları hem eğitim hem de öğretim ba-kımından donanımlı bireyler olarak yetiştirmek, günümüzde eğitim kurumlarına düşen önemli görevlerdendir. Bununla birlikte bu değerle-rin sadece okullarda verilmesi dışında topluma yaygınlaştırılmasına da çalışılmalıdır. Okullarda gerçekleştirilecek değişik projelerle toplum ba-zında sürdürülecek çalışmalar, teorik bilgilerin pratiğe dökülmesine zemin hazırlayacak ve orta-ya somut olarak faydalı ürünler çıkacaktır. Nite-kim sempozyumun açılışında, Elazığ’daki okul-larda yapılan etkinlikler neticesinde öğrencilerin duygu ve düşüncelerini yansıtan mektuplardan sunulan örnekler, yapılan çalışmaların amacına ulaştığını göstermesi bakımından oldukça mani-dardı. Bu çalışmaların sadece belli bir yerle değil de bütün ülkeye yayılmasını amaçlayan İl Milli Eğitim Müdürlüğü de asıl hedefini şu cümlelerle dile getirmekteydi: “İlimizdeki okullarda devam eden bu çalışmanın daha da olgunlaşıp okulları­

mızın dışına taşarak kapsayıcı bir çalışma hali­ne dönüşmesi, bilim adamlarının ve Milli Eğitim Bakanlığı temsilcilerinin görüşleriyle mümkün olacaktır. Böylelikle bu çalışma başka illerde de uygulanabilecek yeterliliğe kavuşacak, belki de tüm Türkiye’ye dalga dalga yayılarak ulusal bir iyilik ikliminin oluşmasına zemin hazırlayacak­tır.”

Sempozyumda sunulan sözlü bildirilerde öğrencilere iyilik bilincini kazandırmada ve bu bilincin onlarda olgunlaştırılmasında müzikten edebiyata, okuldan aileye olmak üzere çeşitli bilim dallarının ve kurumların üstlenebileceği görevler üzerinde durulurken poster sunumlarda ağırlıklı olarak teorik bilgilerden ziyade uygu-lamaya dökülen çalışmalar tanıtıldı. Elazığ’daki okulların yapmış olduğu çalışmaların sunulduğu posterleri bu çalışmalara bizzat katılan öğrenci-lerin sunması ise etkinliğin bir başka güzel tara-fıydı. Poster stantlarını dolaşırken onlarla yaptı-ğımız konuşmalarda ne kadar mutlu ve heyecan-lı oldukları gözlerinden okunuyordu. Yaptıkları çalışmaların semeresini almak onları son derece sevindirmiş ve ileriki yıllar için bu çalışmaları sürdürme konusunda cesaret ve inançlarını ar-tırmıştı. Öğrencilerin gözlerindeki ışık, hepsinin

80ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 81: 41. sayımız

birer iyilik meleği olduğuna dair bir emareydi. Neler yapmamıştı ki Elazığ’ın güzel çocukları? Kimi okullar kendilerine kardeş okullar edin-mişler ve okullar arasında gönül köprüleri kur-muşlardı. Bazıları huzurevi, çocuk yuvası gibi kurumlarla irtibata geçmiş, hem yaşlıları hem de kimsesiz çocukları çeşitli aktivitelerle sevindir-miş ve onların hayır duasını almıştı. Farklı alan-ları ağaçlandırarak çevrelerine güzellik katan öğrenciler de iyiliğin başka bir boyutunu gözler önüne sermişlerdi. Kısacası onlar iyilik yapmak için ellerine geçen her fırsatı değerlendirmişler-di. Zaten sempozyumun en önemli iletilerinden biri şuydu: “İyilik yapmak için her zaman, uy-gun zamandır. İyiliğin nicelik olarak çok büyük olmasına gerek yoktur. Bizim çok ufak şeyler gözüyle baktığımız nice çalışmalar aslında çok önemli birer iyiliktir. Çevremizde iyilik yapabi-leceğimiz birileri muhakkak vardır.”

Günümüzde tüketim toplumu durumuna gel-miş olmanın olumsuz sonuçlarından biri olan al-maya ve kazanmaya dönük anlayışın terk edildi-ği ve vermenin güzelliklerinin yaşatıldığı “İyilik Projesi” çalışmasında öğrencilerdeki fedakârlık ve yardımseverlik duygularının üst düzeye çıktı-ğı yapılan sunumlarda sık sık dile getirildi. Fark-lı derslerde iyilik anlayışına yönelik metinlerin işlenmesinin somut olarak tatbik edilmediğinde herhangi bir anlamı olmayacağı düşüncesi de dile getirilen bir başka önemli konuydu. Yine sunulan bildirilerde, insanın özünde iyiliğin do-ğuştan gelen bir değer olduğu ve yaşam süresin-ce farklı yer/ zamanlarda uygulamaya döküldüğü fakat bunun için de kişiye eğitim-öğretim yoluy-la bu bilincin kazandırılması ve model olunması gerektiği ortaya çıkan düşüncelerden biri olarak hafızalarımıza kazındı. Ülkenin dört bir yanında birbirlerinden habersiz olarak teorik ve uygulama

bazında iyilik merkezli çok güzel uygulamalara imza atan akademisyen ve öğretmenlerin ortaya koydukları fikirler, önümüzdeki yıllar için bir umut ışığı oldu. Sempozyum süresince, sunum aralarında fikirlerini paylaşma imkânı bulan de-ğerli bilim insanları, kıymetli eğitimciler “iyilik melekleri” yetiştirme yolunda gelecek planlarını yapmaya başlamışlardı.

Etkinlik için Elazığ’a gelen bütün katılımcı-lara ellerinden gelenin en iyisini yapmak için her türlü fedakârlığı gösteren Valilik, Milli Eğitim Müdürlüğü, Rektörlük başta olmak üzere çeşitli kamu kurum ve kuruluşları da bu davranışlarıyla iyiliğin güzel taraflarını konuklarına gösterdi-ler. Sempozyum dışında gerçekleştirilen çeşitli gezi ve sosyal etkinlikler Elazığ’ın tanıtımında önemli bir yer tuttu. Veda anında misafirlerin aziz diyar Elazığ’dan mest olmuş şekilde ay-rılmaları, ilk fırsatta yine ziyarete geleceklerini ifade etmeleri tek kelimeyle “iyilik” paydasında buluşmanın bir sonucuydu belki de.

Bu yıl ilki gerçekleştirilen ulusal sempozyu-mun önümüzdeki yıllarda daha da genişletile-rek sürdürülmesi “iyilik melekleri”ni artırmada önemli bir yer tutacaktır. Elazığ’dan yakılan iyilik ateşinin bütün ülkeyi hatta ülke dışını bir meşale gibi aydınlatması en büyük dileğimizdir. Elazığ, bu alandaki ilk bilimsel sempozyuma imza atmanın haklı gururunu yaşıyor. Kim bilir, belki önümüzdeki yıllarda farklı iller de bu tür etkinliklerin tanıtımı için böyle sempozyumlar düzenlerler. Ulusal çapta başlayan bu çalışma-ların uluslararası düzeyde başlatılması ve millet-ler arasında iyilik köprülerinin kurulması hayal değildir. Eminim, iyilik bilincinin bütün ülke-ye/dünyaya yayıldığı ve iyilik meleklerinin kol gezdiği bir ülkede/dünyada hayat çok daha güzel olacaktır. ■

Ülkenin dört bir yanında birbirlerinden habersiz olarak teorik ve uygulama bazında iyilik merkezli çok güzel uygulamalara imza atan akademisyen ve öğretmenlerin ortaya koydukları fikirler, önümüzdeki yıllar için bir umut ışığı oldu.

81ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 82: 41. sayımız

Edebiyatın, musikinin ve tarihin aynı mekânda buluşarak beden gibi canlı, ruh gibi sonsuz

olduğu Hazar, damarlarını Orta Asya’nın besle-diği, suyun söze, sözün şiire dönüştüğü bir içten-lik mekânına dönüşüyor. K. Popper’in dediği gibi “Tabiata ve tarihe bir maksat ve bir mana sokan bizleriz.” Zira ne Hazar’ın ne tarihin biçtiği rolün maddesel anlamda önemi yoktur. Fakat onlara ruh kazandıran, anlam yükleyen, binlerce kilometreden ve onlarca farklı ülkeden gelerek yatağını bulan ne-hir gibi mutlulukla akan insanları tek bir coğrafya-da birleştiren “biz” duygusudur.

Mahallikten ulusallığa, ulusallıktan uluslar ara-sı boyuta ulaşan Hazar Şiir Akşamları’nın 26–28 Haziran tarihleri arasında 17.si gerçekleştirildi. Her sene bir mümtaz şahsiyetin onuruna düzenlenen şiir akşamlarının 17.si ismiyle müsemma Necip Fazıl onuruna yapılması şiir akşamlarını daha anlamlı kıldı. 17. Hazar Şiir Akşamları’nın bir milletin te-fekkür dünyasına ve şiir anlayışına yön vererek “üs-

EMRAH GÜRSU

tat” unvanını kazanmış olan “Necip Fazıl” anısına yapılmasının önemi büyük. Çünkü o kaleleri zapt edilmemiş bir mütefekkir. Şiiri kendine amaç değil, araç edinmiş bir şair. Şiir ki mutlak hakikati arama işidir. Şair ki gaibi kurcalayan çilingir. Necip Fazıl hakkında en yetkin ediplerden biri olan Mustafa Miyasoğlu’nun tesbitleri yerindedir: “Üstad bu top-lumun kendisini bulmasında ve tarihi misyonuna yeniden kavuşmasında her şeyi önceden söyleyecek ve gaiplerden ses getirircesine çarpıcı bir üslupla eserler verecek ‘beklenen sanatkâr’dır.”

15.si Cengiz Aytmatov, 16.sı Bahtiyar Vahapza-de gibi usta isimlerin anısına yapılan Hazar şiir ak-şamlarının son büyük halkası Necip Fazıl oldu.

Azerbaycan, KKTC, Türkmenistan, Özbekistan, Kırgızistan, Kazakistan gibi Türk diyarlarından bir-çok kardeşimiz bu şiir şölenini, şiir akşamlarını ay-dınlatmak için yüreklerinde kıvılcımlarla geldiler. Ve birleşen tüm kıvılcımlar şehri aydınlatan kora dönüştü.

82ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 83: 41. sayımız

25 Haziran günü akşam Fırat T.V. de Vehbi Vakkasoğlu’nun şiirleriyle Necip Fazıl’ı tanıtması ve arkasından kürsübaşı programı ile ilk etkinlikler başlatıldı. Ertesi gün 26 Haziran’da Prof. Dr. Turan Yazgan’ın adının bir caddeye verilmesiyle başlayan etkinlikler, halkın büyük bir coşkuyla katıldığı ve önde mehter takımı arkada büyük bir kalem ve ke-lam ordusuyla “şairler yürüyüşü” ile devam etti.

Öğretmenevinin önünde Elazığlı şairler adına Mithat Yılmaz, Türkiye’den şairler adına Cemal Safi, Türkiye dışından katılan şairler adına Azer-baycanlı Elçin İskenderzade, Türksoy Genel Müdü-rü Duysen Kasseinov, F.Ü. Rektörü Fevzi Bingöl, Elazığ Belediye Başkanı Süleyman Selmanoğlu, Elazığ Valisi Muammer Erol konuşmalarıyla Hazar Şiir Akşamları’nın önemine dikkat çektiler.

“Hatıralarla Üstad” adlı panelde Necip Fazıl’ın Sakarya şiirini Rıdvan Dağlar seslendirirken, otu-rum başkanlığını Ahmet Tevfik Ozan’ın yaptığı pa-nele Prof. Dr. M. Sayım Tekelioğlu, Servet Kabaklı, Bekir Oğuz Başaran, Mustafa Miyasoğlu, Vehbi Vakkasoğlu ve İsa Kocakaplan katılarak, üstad ile olan anılarını anlattılar. Özellikle Bekir Oğuz Başaran’ın üstadın defin işlemlerini anlatması ken-dini ve dileyenleri hüzünlendirdi.

Akşam programında ise açtığı okullarla Orta Asya’nın eğitim fatihi olarak görülen, iktisat ala-nında yaptığı çalışmalarla dikkat çeken, Türk Dün-yası Araştırmaları Vakfı Başkanı Prof. Dr. Turan Yazgan’a Vali Muammer Erol tarafından “Türk Dünyası Hizmet Ödülü” Belediye Başkanı tarafın-dan adına açılan caddenin beratı, Türk Edebiyatı Vakfı Başkanı Servet Kabaklı ve İskender Pala ta-rafından “Türk Dünyasının bilgesi” beratı takdim edildi.

Verilen ödüllerin hemen ardından sazıyla sözü-nü birleştiren sazıyla sözüne ahenk, sözüyle sazına anlam katan Erkan Oğur ve İsmail Hakkı Demir-cioğlu uzun zaman hafızalardan silinmeyecek bir konser verdiler.

27 Haziran cumartesi günü ise Necip Fazıl, ilçe-lerimizde akademisyen, şair ve yazarların katılımıy-la çeşitli yönleriyle anlatıldı. Aynı saatlerde Öğret-menevinde ise oturum başkanlığını Bizim Külliye dergisinin genel yayın yönetmeni Nazım Payam’ın yaptığı ve Türk Edebiyatı, Temrin, Berceste, Kardeş Kalemler, Yenises, Kümbet, Kümbetaltı, Ay Vakti ve Yüzakı dergilerinin katılımıyla dergilerin ya-

yın çizgisi ve yayın ilkelerinin anlatıldığı bir panel gerçekleştirildi. Hemen ardından İskender Pala’nın “Şiirinin Sultanları” (Sultans of Poetry) adlı sergisi açıldı. 36 Osmanlı padişahının 26’sının şair olduğu ve her birinden bir şiirin bulunduğu sergi sanatsever-ler tarafından büyük takdir topladı. Aynı gün Prof. Dr. Ahmet Buran’ın başkanlığını yaptığı ve Prof. Dr. Mehmet Törenek , Mustafa Miyasoğlu, Doç. Dr. Galibe Hacıyeva, Eşgane Babayev, Mesud Akhtar Shaikh gibi Necip Fazıl hakkında derin bilgiye sa-hip olan isimlerin katılımıyla, Necip Fazıl’ın şairlik, yazarlık, tiyatro yazarlığı ve mütefekkir yönlerinin irdelendiği bir panel düzenlendi.

Hazar’ın akşamla, akşamın şiirle buluştuğu eşsiz dakikalar yaşandı. Çeşitli coğrafyalardan gelerek 17. Hazar şiir akşamlarına renk katan şair-lerimiz şunlardır: Abdullah Satoğlu (Türkiye), Ali Akbaş (Türkiye), Almas Temirbay (Kazakistan), Altynbek İsmailov (Kırgızistan), Ayşegül Dinçbaş (Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti), Ayşen Dağlı (Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti), Bahtiyar Aslan (Türkiye), Bedrettin Keleştimur (Türkiye), Bolat Mağazoğlu Sagındykov (Kazakistan), Cemal Safi (Türkiye), Çolpan Çetin (Tataristan), Doç. Dr. Ga-libe Hacıyeva (Nahçivan/Azerbaycan), Dolgormaa Sainbayar (Moğolistan), Ecaterina Ganeva (Gaga-vuz), Elçin İsgenderzade (Azerbaycan), Erol Tufan (Makedonya), Esat Kabaklı (Türkiye), Esentur Kı-lıçev (Kırgızistan), Farida Butaeva (Özbekistan), Gazi Özcan (Türkiye), Güldeniz Ekmen Agiş (Tür-kiye), Gülşen Yılmaz (Türkiye),

Hasan Ahmet (Gümülcine), Karani Arda (Türki-ye), Mahym Rozyyewa (Türkmenistan), Metin Önal Mengüşoğlu (Türkiye),Muhammed Ali Eşmeli (Türkiye), Mutalip Beppaev (Kabardey- Balkarya), Nurettin Gür Ozanoğlu (Türkiye), Nurullah Genç (Türkiye), Özcan Ünlü (Türkiye), Slave Dýmoske (Makedonya), Şemsettin Küzeci (Kerkük), Şeref Yılmaz (Türkiye), Türkeş Avşarlı (İran), Yahya Akengin (Türkiye).

Hazar Şiir Akşamları, tarihte, fikirde, kültürde ve dilde birliğin ve ortak şuurun ortak bir sese dö-nüşmesidir. Türk Dünyasında Türkçe'nin yankılan-masının sembolik bir ifadesidir.

Çeşitli Türk lehçelerinde söylenen şiirlerle dil kervanımız coğrafyalarda yürüyecek, birbiri-mizi hissedebildiğimiz, anlayabildiğimiz ölçüde Anadolu'da konuşlanacaktır.■

83ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 84: 41. sayımız

Ağın Haber Gazetesi’nin organize ettiği 2009 Ağın Kültür ve Sanat Şenliği, 7–8–9 Ağus-

tos 2009 tarihlerine damgasını vurdu. Şenlik 7 Ağustos Cuma günü Niyazi Yıldırım

Gençosmanoğlu Kültür Merkezi’nde düzenlenen açılış töreni ile başladı. Törende Ağın Kaymakamı Soner Zeybek, Ağın Belediye Başkanı Mustafa Yen-tür ve Ağın Haber Gazetesi adına Lokman Öztürk bir konuşma yaptı. Konuşmalarda, böyle bir şenliğin Ağın’da yapılıyor olmasının verdiği övünç ve mutlu-luk dile getirildi.

Organizasyon adına yakışır bir açılıştan sonra kültür, sanat ve şenlik kavramlarının mükemmel uyumu ve “kültür” başlığının tecessüm ettiği “Neden Okuyoruz?” başlıklı konuşma ile devam etti.

Adnan Binyazarın yaptığı “Neden Okuyoruz?” konulu konuşma dünü, bugünü ve yarını temsil eden, her yaştan izleyicinin yer aldığı salonda büyük ilgi gördü. Programa yediden yetmişe kadın-erkek her-kesin büyük ilgi göstermesi özellikle belirtilmesi gereken ve Ağın’ı anlatması açısından önemli bir durum... Ağın’da en sıradan durum okumuş olmak olduğundan en meşhur yönü zihninizi beslemeye yö-neliktir.

Binyazar bu bölgedeki sarı otların bile kendisine büyük heyecan verdiğini belirterek konuşmaya baş-

ladı. Konuşmada birçok tespit gönül sıcaklığı ile dile

getirildi Adnan Binyazar tarafından: “İcat eden bir toplum olmayışımızdan, Türkiye ile Batı ülkelerinde kişi başına düşen kitabın karşılaştırılması ve aradaki uçuruma, aydınlanmanın toplumun kendisinden baş-laması gerektiğinden, asıl kimliğin dil ile kazanılaca-ğına kadar…

Organizasyonun ikinci oturumunda Ağın’ın yetiştirdiği iki büyük isim (Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu-Fethi Gemuhluoğlu) ile bu isimlerin yetişmesini hazırlayan tarihi, siyasi, sosyal ve ekono-mik yapı “Ağın Kültürünü Mayalayan İnsanlar ve Eğitime Adanmış Hayatlar” konulu panelle dinleyi-cilere sunuldu.

Panel, Prof. Zafer Gençaydın’ın başkanlığında Galatasaray Üniversitesinden Prof. Dr. Füsun Üstel, Fırat Üniversitesinden Prof. Dr. Ahmet Buran, Elazığ Kültür ve Turizm Müdürü Tahsin Öztürk’ün konuş-macı olarak katılımı ile gerçekleştirildi.

Tahtasız Hoca’nın torunu olan Prof. Dr. Füsun Üstel’in yaptığı konuşmada; Ağın tarihinde yer alan ve eğitimi, adaleti, cesareti, azmi ve tevazuu ortaya koyan Tahtasız Hoca gibi insanların farklı kişilikleri ortaya koyularak Ağın’ın ayırıcı özellikleri dile geti-rilmeye çalışıldı.

NAMIK YUSUF

84ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 85: 41. sayımız

Prof. Dr. Ahmet Buran, Ağın’da kullanılan, yaşa-yan dilin özelliklerine değinerek Ağın Yöresi Ağzı üzerine bir sunum yaptı.

Elazığ kültür Müdürü Tahsin Öztürk ise mekânlar ile kişilikler arasındaki ilişki üzerinde durarak Ağın’ı farklı bir açıdan anlatmaya çalıştı.

Oturum Başkanı Prof. Zafer Gençaydın Ağın’ın iki önemli şahsiyeti üzerine yapılacak toplantılarda bu hususların uzmanlarınca ifade edileceğini belir-terek katılımcılara ve izleyicilere teşekkür ederek paneli tamamladı.

Cuma günü akşam Kemaliye Belediyesi Halk Oyunları Ekibi ve Fasıl Heyeti’nin gösterileri şenli-ğin ilk gecesini sanatları ile süslediler.

8 Ağustos Cumartesi günü sabah toplantısı Niya-zi Yıldırım Gençosmanoğlu’nun Kişiliği ve Sanatı’na ayrılmıştı. Elazığ Valisi Sayın Muammer Orhan’ın da katılımı ile gerçekleştirilen Panelde Oturum Başka-nı Olarak Mehmet Nuri Yardım, konuşmacı olarak; Yard. Doç. Dr. Emin Sezer, Şair Nazım Payam, İsa Kocakaplan, Şair Olcay yazıcı; Gençosmanoğlu’nun şiirlerini seslendirmek üzere ise; Şair Bestami Yaz-gan ve Şair Yusuf Dursun katıldı.

Katılımcılardan Yard. Doç. Dr. Emin Sezer “kah-raman” tipi üzerinde durdu. Gençosmanoğlu’nun şiirlerinde ortaya çıkan kahraman tipini Mehdi Ergüzel’in hazırladığı metni sunarak ifade etmeye çalıştı.

İsa Kocakaplan şiirleri teknik açıdan ele alarak Gençosmanoğlu’nun bir sanatçı olduğunun unutul-maması gerektiğini belirti.

Olcay Yazıcı Gençosmanoğlu’nun destanlarla beraber evrensel insan gerçeğini de yakaladığını, bu gücü de Yesevî dergâhından günümüze taşıdığını be-lirtti. Bu sebeple bir ihya medeniyetini dile getirdiği-ni, Doğu medeniyetini anlattığını belirtti.

Nazım Payam, Ağın’ın aydınları ile bilindiğini bunun devam etmesinin önemli bir sorumluluk oldu-ğunu belirtti.

Yusuf Dursun ve Bestami Yazgan okudukları Gençosmanoğlu şiirlerinin bir mana ses bayrağı ol-duğunu ve bir milletin bu bayrak altında binlerce yıl oturduğunu ifade ederek gönül saraylarımızın mima-rı olduklarını vurguladı Gençosmanoğlu gibi şairle-rin.

Gençosmanoğlu’nun kardeşlerinin de katıldığı panelde şairin kardeş kişiliği de gözler önüne serile-rek zor olanı nasıl kolaylaştırdığı belirtildi.

Cumartesi günü yapılan ikinci oturumda ise yine Ağın’ın yetiştirdiği önemli isimlerden biri olan Fet-hi Gemuhluoğlu anılarak Ağın’ın Elazığımız, bölge kültürü ve Türkiye için ne kadar önemli bir yere sa-hip olduğunun resmini çizdi.

“Fethi Gemuhluoğlu’nu Anarken” konulu otu-rumda Şerif Aydemir bir açılış konuşması yaparak katılımcıları tanıttı. Fethi Bey’in oğlu Mehmet Ali Gemuhluoğlu tarafından babası tanıtıldı. Malatya Valisi D.ç. Dr. Ulvi Saran’ın konuşmasından sonra, Oturum Başkanı Mehmet Nuri Yardım sırasıyla; Metin Eriş, Emin Işık, Emin Sezer, Nazif Gürdo-ğan ve Sadık Yalsızuçanlar’a söz verdi. Mehmet Ali Gemuhluoğlu’nun yaptığı teşekkür konuşması ile oturum tamamlandı.

Ağın Kültür ve Sanat Şenliği 8 Ağustos Cumarte-si günü saat: 20.00’da Selahattin Alpay’ın da katıldığı müzik, tiyatro ve ödül töreni ile tamamlandı.

Bu organizasyonu hazırlayan Ağın Haber Gazete-si yetkililerine Yazı işleri Müdürü Lokman Öztürk’e ve Yayın Danışmanı Şerif Aydemir’e Türkiye’ye mal olmuş bu insanları kendi memleketleri olan Ağın’dan seslenerek yeniden gündeme getirdikleri için teşek-kür ederiz.■

85ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 86: 41. sayımız

Harput’un tarihinin çok eskilere dayandığı kay-naklardan tespit edilmekte, buna paralel olarak

kültürünün ve hayat tarzının da aynı derecede eski ol-duğu sonucuna varılmaktadır. Bu bakımdan kadim bir kültür varlığına sahip Harput ve onun varisi Elazığ ile ilgili kaynak görevini görecek yayınlanmış eserler ile dergi ve gazeteleri gözler önüne sermek önemli bir gö-revi ifa etmek manasına gelir.

Herhangi bir dalda meydana getirilen eserler, ele alınan konu hakkında geniş bilgi ihtiva etmesi yönün-den değer taşır. İçeriği itibariyle o konunun daha iyi an-laşılmasını temin ettiği gibi, başka dallara ışık tutması bakımından da önemlidir. Bir araştırmacı, ortaya konan eserlerde kendine yarayacak bilgileri arar bulur. “İğ-neyle kuyu kazmak” diye bir deyim vardır. İşte bu de-yime uygun olarak; edebiyatla, şiirle meşgul olan araş-tırmacı, tarihî eserin bir yerinde şair olan kişinin şiirine rastladığında, onunla ilgili o ana kadar bilinmeyenleri ortaya koymaya başlamak için bir anahtar bulmuş de-mektir.

Aynı tarzda, şairin divanındaki bir gazelde veya za-manımız şairlerinin birinin şiirinde, tarihî hâdiseye ait işaret varsa ve tarihle ilgili bilgiler veriyorsa, tarih araş-tırmacısı için o şiir, mücevher kıymeti taşır. İşte biz de Elazığ’la, Harput’la ilgili yazılmış ve neşredilmiş olan eserleri, Elazığ’da çıkmış ve çıkmakta olan dergi ve gazeteleri burada sıralamak ve onlarla ilgili az da olsa bilgi vermek suretiyle, araştırma ve inceleme yapacak olanlara yardımcı olmak ve bu konulara ilgi duyan ki-şilerin dikkatlerini çekmek ve bilgi sahibi olmalarını te-min etmek istedik. Bununla beraber, yayınlanmış olan eserlerin bizim için bir değer olduğunu, bu değerleri bir bütün hâlinde gözler önüne sermeği amaçladık.

Bu eserleri zikretmeden etmeden önce, Harput hak-kında kısa bilgi vermek yerinde olur kanaatindeyim.

Kerkük, Urfa, , Harput ve Azerbaycan Bakü’yü bir at nalı şeklinde düşünürsek; dil itibariyle, hatta örf ve âdetlerinin benzerliğiyle, bu at nalı içerisinde yer alan saydığımız vilayetlerin hemen hemen hepsi birbirine çok benzer. Bu bakımdan at nalını elimizde sıkıştırdı-ğımız zaman, iki ucun birleşmesi bizi asıl çıkış yerimiz olan Orta Asya’ya, yani köklerimize götürür.

Harput kelimesinin oluşumuyla ilgili, eskiden beri ortaya atılan görüş ve rivayet şudur. Kar-pert diye ta-bir edilen iki kelimeden meydana geldiği, “kar”ın taş, "pert"in de kale manasında olduğu, böylece kar-pet’in de “taş kale” anlamında kullanıldığı kaydedilmekte , zaman içerisinde ağızlarda söylene söylene bugün te-laffuz ettiğimiz şekline dönüştüğü belirtilmektedir.

Hurrilerden, Hititlerden, Urartulardan, Romanlılar-dan Araplara oradan da Artukoğullarına, Selçuklulara daha sonra da İranlılara ve 1514’lerde Osmanlılara ge-çen Harput’un böyle bir tarihî seyri var. 110 yıl evvel Harput’u düşündüğümüzde, 30 bin nüfusunun olduğu-nu görürüz.

11 tane mahalle mektebi, 7 tane İlkokul, 1 Sultani, 1 Rüştiye, 1 Darü’l – Muallimin yani öğretmen okulu, 1 tane Yüksek İslam Enstitüsü, 1 Bayındırlık Okulu, 1 İpekböcekçiliği Okulu’nun varlığını kayıtlardan öğre-niyoruz.

Böylece Harput’u bu şekliyle aktardıktan sonra, asıl konumuz olan “Harput ve Elazığ’a Dair Kaynak Eser-lere” geçmek istiyorum.

Kaynak eserleri meydana getirenler, büyük gayret sarf ettiler, gönüllerinden geldiği gibi şevkle ve arzuyla Elazığ’a, Harput’a hizmet ederken kalemlerini kullan-

"Harput ve Elazığ'a dair kaynak eserler"

M. NACİ ONUR

86ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 87: 41. sayımız

dılar. Hepsinin gözüne, eline, zihnine ve gönüllerine sağlık diyorum. Bu eserleri şu şekilde sıralayabiliriz.

Sunguroğlu, İshak: Harput Yollarında İstanbul - 1959

Rahmetli İshak Sunguroğlu’nun hazırlamış olduğu ve ilk baskısının 1959 yılında, daha sonra Elazığ Kültür ve Tanıtma Vakfınca 2. baskının yapıldığı 4 ciltten mü-teşekkil bir eserdir.

1.ciltte; Harput tarihi, 2.ciltte kültür hareketlerine dair bilgiler, okullar,

âlimler, mutasavvıflar, şairler ve hattatlar yer alıyor.3.ciltte, Harput folkloru, musikisi, oyunları,

hikâyeleri ve kıyafetleri var.4.ciltte ise Harput’ta evlenme, düğün, doğum, ölüm,

âdetler, sünnet, bayram, hac, kış ve yaz eğlencesiyle il-gili bilgiler yer alıyor.

Kısacası, gerçekten İshak Sunguroğlu kendi haya-tını, Harput’un bu folklorik araştırmalarına vakfetmiş, maddi manevi bütün varını yoğunu bu uğurda sarf et-miştir.

Aydoğmuş, Günerkan: Harput Kültüründe Din Âlimleri, Elazığ-1998

Günerkan Aydoğmuş’ın hazırladığı bu eser, Elazığ’da 1998 yılında yayınlanmıştır. Eser, 3 bölüm-den müteşekkildir.

1.bölümde, Harput’taki müderrisler ( profesörler ), müftüler ve diğer dinî şahsiyetlere yer verilmiştir.

2. bölümde, mutasavvıflar ve bunların türbeleri,3. bölümde, şehit türbeleri yer almıştır.

Memişoğlu, Fikret: Harput Halk Bilgileri, Elazığ-1995

Fikret Memişoğlu’na ait olan bu eser, Elazığ’da 1995 yılında basılmıştır, Harput’un folkloru, edebiyatı ve kültürü ile ilgili geniş bilgi ihtiva etmektedir.

Ardıçoğlu, Nurettin: Harput Tarihi, Ankara - 1997 Eski Turizm Bakanı Nurettin Ardıçoğlu’na ait bu

eserin, 2. baskısı Ankara’da 1997 yılında yapılmıştır.Başlangıçtan 17. yüzyıl dâhil; Harput’un tarihî, re-

simlerle okuyucuya sunulmuştur.

Kısaparmak, Fatih: Dil Folklorü Açısından Harput Ağzı:

Fatih Kısaparmak tarafından Harput ağzı geniş şe-kilde irdelenmiş, Kerkük manileriyle Harput manileri karşılaştırılmış, mukayese edilmiş ve birbirine son de-rece benzedikleri tespit edilmiş, yorum getirilmiş ve arkasına da bir sözlük ilave edilmiştir.

Memişoğlu, Fikret: Harput Ahengi, İstanbul-1996Fikret Memişoğlu tarafından yazılmış, İstanbul’da

1966 yılında basılmıştır. Harput’un ve Elazığ’ın meş-

hur çalgıcıları, bestecileri ve türkücüleri anlatılmış, ma-halli makamlara örnekler verilmiştir.

Aksın, Ahmet: 19. Yüzyılda Harput, Elazığ-1999 Doç. Dr. Ahmet Aksın tarafından Elazığ’da 1999

yılında yayınlanmıştır. Harput ve bu beldenin idari şek-li, mahalleleri, nüfusu, sosyal yapısı, iktisadi durumu şeklinde, 5 bölümde incelenmiştir.

Güler, Zülfü: Elazığ Ağzı, Elazığ-1992Yrd. Doç.Dr. Zülfü Güler tarafından Elazığ’da 1992

yılında yayınlanmıştır. Harput-Elazığ ağzının Türkçe içindeki yeri incelenmiştir. Atasözleri, hikâyeler ve ma-sallara yer verilmiş, mahalli kelimeler ve bunların ma-naları sözlük şeklinde eserin sonunda yer almıştır.

Elazığ Müftülüğü: Dünü ve Bugünüyle Harput, Elazığ.1998

2 ciltten müteşekkildir. 24 ve 27 Eylül – 1998 ta-rihlerinde Elazığ Müftülüğünün tertiplediği sempoz-yumdaki Harput’la ilgili sunulan tebliğleri ihtiva eder.

Buran, Ahmet: Elazığ Ağızları, Elazığ-2003 Prof. Dr. Ahmet Buran tarafından Elazığ’da, 2003

tarihinde yayınlanmıştır. Elazığ ağzıyla ilgili ilmî bir eserdir. Eserin sonunda sözlük ve onu takiben de Elazığ ağzına has dualar, beddualar, deyimler ve tabirler yer almıştır.

Memişoğlu, Fikret: Harput Divanı, Ankara-1995Fikret, Memişoğlu tarafından hazırlanmış, ancak

başka bir kurumca Ankara’da 1995’de basılmıştır. Harput’ta yetişmiş şairler ve şiirleri hakkında geniş bil-gi bulmak mümkündür.

Ünal, Mehmet Ali: 16. Yüzyılda Harput Sancağı, Ankara-1989

Prof. Dr. Mehmet Ali Ünal tarafından Ankara’da 1989 yılında bastırılmıştır. Harput’a sancaklık unvanı-nın verildiği 16. asırdaki idari taksimat ile idare şekli ve bağlı olan vilayetler hakkında çok geniş bilgiler vardır.

Günay, Umay: Elazığ Masalları, Erzurum-1975 Prof. Dr. Umay Günay tarafından Erzurum’da, 1975

yılında basılmıştır. Elazığ’dan derlenmiş olan masallar, kişilerin künyeleri verilmek suretiyle Elazığ ağzı özel-likleriyle yazıya geçirilmiştir.

Açıkses, Erdal: Amerikalıların Harput’taki Misyo­nerlik Faaliyetleri, Elazığ-2003

Bu eser de Doç.Dr. Erdal Açıkses tarafından 2003 yılında basılmıştır. Misyonerlerin Harput’taki faaliyet-leri, konsolosluk, misyonerlik, eğitim ve sağlık başlık-larıyla ele alınmıştır.

87ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 88: 41. sayımız

Onur, M.Naci: Harputlu Divan Şairleri, İstanbul-1988

Dr. M. Naci Onur tarafından hazırlanmıştır. 9 tane Harputlu Divan şairinin hayatı incelenmiş ve şiirlerin-den örnekler verilmiştir.

Onur, M. Naci: Harputlu Rahmi Divanı, Ankara-1996

Dr. M. Naci Onur ve İbrahim Kavaz’ın müştereken 1996 yılında hazırlanan ve Ankara’da basılan eserde, Hoğulu (Yurtbaşılı) Rahmi’nin hayatı, edebî kişiliği ve eseri tanıtılmış, divanı Türk harfleriyle verilirken, şiir-lerin tamamı nesre çevrilmiştir.

Onur, M. Naci: Harputlu Şair Hacı Hayri Bey, İstanbul-2004

Dr. M. Naci Onur tarafından 2004 yılında İstanbul’da basılan bu eserde, şairin hayatı, edebî kişiliği, şiirleri ve bu şiirlerin nesri verilmiştir.

Onur, M. Naci: Harputlu Şair Mustafa Sabri Efen­di, Elazığ­ 2007

Dr. M. Naci Onur tarafından hazırlanan eserde şa-irin hayatı, edebi şahsiyeti, şiirleri ve bu şiirlerin nesre çevrilmiş ve bir kitap hâlinde Elazığ’da 2007 yılında neşredilmiştir.

Ayrıca, aşağıda sadece yazarlarını ve isimlerini, ba-sılış yeri ve tarihlerini vereceğimiz eserler ile dergi ve gazeteler de Harput’a ve Elazığ’a dair önemli bilgileri ihtiva etmeleri yönünden, müracaat edilecek kaynaklar arasında yer almaktadır.

Görkem, İsmail: Elazığ Efsaneleri, Elazığ-2006Katı İ. Ekrem: Elazığ Fıkraları, Elazığ- 2005Coşkun, Fikret: Harput Ezgileri, Elazığ-1997Çakmak, Yücel: Türkülerimiz Öykülerimiz, Elazığ-

2005Yılmaz, R. Mithat: Şiir Şiir Elazığ, Elazığ-2006Demirel, Yurdal: Pulutlu Halil Efendi, Elazığ

-2006Demirel, Yurdal: Bulutoğulları, Elazığ-2006Gökçe, Orhan: Olaylar ve Fıkralarla Biyografi,

Elazığ-2005 Demirtaş, Feyzullah: Mirdasi Hükümdarları­

Palu ve Eğin Hükümetleri ve Çermik Beyliği, İstanbul- 2005

Çarsancaklı, Ziya: Hatıralardan Bir Demet­Dert Yumağı, İstanbul-2002

Yapıcı, Süleyman: Palu-Tarih, Kültür, İdari ve Sos-yal Yapı Ankara-2004

Septioğlu, Hüsamettin: Palu ve Şeyh Ali­yi Septi Hazretleri, Elazığ- 2004 Bican, Zekeriyya: Sekizinci Şehir, Elazığ’a Harput’tan İnciler 1 Ankara-2005

Güler, Meftune: Harput Efsaneleri, Elazığ-2000Kacar, Şükrü: Bu Toprağın Yaşayan Ozanları 1. cilt

Elazığ-1993Kacar, Şükrü: Bu Toprağın Yaşayan Ozanları 2. Cilt

Elazığ- 1995

Kacar, Şükrü: Bu Toprağın Yaşayan Ozanları 3. cilt, Elazığ-2002

Ekici, Savaş: Elazığ Harput Müziği, Ankara-2009Kacar, Şükrü: Damdaki Saksağan, Elazığ- 2000Demirel, B.Ali: Doğu Anadolu Çıkmaz Sokak,

Elazığ-1995Demirel, B.Ali: Elazığ’da Sanayi, Elazığ- 1998Komisyon: Mamuratü’l­Aziz Vilayet Salnameleri ,

(çeşitli tarih) Kılıç Orhan-Hüseynikoğlu, Ayşegül: Elazığ Bibli­

yografyası, Elazığ-2003Aydoğmuş, Günerkan: Ak Topraklar Üzerinde Bir

İlçe, Ağın Elazığ- 1992Elgiad Yayın I:Anılarla Elazığ(Fotoğraflar) Elazığ-1992Fırat Üniv. Yayını: Tarih İçinde Harput, Elazığ-

1992Kutlu, Muhtar: Şavaklı Türkmenlerde Göçer Hay­

vancılık, Ankara-1987Buran, Ahmet: Elazığ İli Ağızları, Elazığ-2003Gülensoy, Tuncer- Elazığ Yöresi AğızlarındanBuran, Ahmet: Derlemeler, Ankara- 1994 Memişoğlu, Ferhan: Elazığ Kılavuzu, Elazığ-1977Binici, Muharrem: Elazığ­Harput Turizm Rehberi

-ElazığBaşaran, Hanifi: Elli Yıl Öncesinin Elazığ Çocuk

Oyunları, Ankara -1993 Sivrikaya, Sabahattin: Notalarıyla Elazığ Yöresi

Halk Oyunları Müzikleri, İstanbul- 2002Özel, Gönül: Elazığ El Sanatları, Elazığ- 2008Elazığ Valiliği: Notalarla Harput Musikisi (2 cilt)

Elazığ- 1999Turhan, Salih -Taşbilek, Şemsettin: Elazığ­Harput

Havaları, Ankara- 2009Bican, Zekeriya: Sekizinci Şehirde İz Bırakanlar 2

Ankara-2009Danık, Ertuğrul-Balaban, Mustafa: Harput Gezi

Rehberi, Elazığ - 2004Komisyon: Elazığ Mutfak Kültürü, Elazığ-2003Demirel, Yurdal: Tarık Tahiroğlu’nun Hatıralarıyla

Elaziz’den Elazığ’a, Elazığ- 2007Çakmak, Yücel: Türkülerimiz Öykülerimiz, Elazığ­

2005Payam, Nazım-Döner, Sıtkı: Elazığ Eğitim­ Öğre­

tim Tarihi, Elazığ-1998 Elaziz Ticaret ve Sanayi Odası: Elaziz’de İktisadi

Umran ve Refah Adımları(Büyük Türk Cumhuriyeti-mizin 10.Yılında) Elazığ- 1933

Günel, Sadi: Üçayak- Revü­Müzik­Oyun­Söz, İstanbul-1936

Arsunar, M.Ferruh: Elaziz Halk Türküleri ve Oyun­ları, İstanbul – 1936

Arsunar, M.Ferruh: Elaziz Bakırmadeni Kazası Halk Türküleri-İstanbul- 1936

88ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 89: 41. sayımız

MAHALLİ GAZETELER1925 YILINA KADAR ÇIKANLAR

Mamuratü’l-Aziz gazetesi:Elazığ’da ilk matbaa, taş baskısı olarak Vali Hacı

Ahmet İzzet paşa zamanında 1866’da Müzlef-zade Rıza Efendi tarafından kurulmuş, Süleyman ve Ali Efendi-lerin yardımıyla işletilmiştir. Bu matbaada ilk olarak Kaside-i Bürde’e’yi şerh eden Ömer Nami Efendi’nin Manzume-i Naimiye isimli eseri basılmıştır.1883’te de Matbaa Müdürü Hacı Ömer Bey’in gözetiminde Mamuratü’l-Aziz gazetesi yayınlanmaya başlamış, 1914 yılında kapanmıştır.

Şark gazetesi:1918 yılında Mevlüt Apaydın tarafından çıkarılan

bu gazete, daha sonra Aziz Bey’e devredilmiştir.

Satvet-i Milliye:1922 yılında yayın hayatına başlamış, vilayetle ters

düştüğü için kısa zaman sonra kapanmıştır.

Yeni Mefkûre1923’te Süleyman Sırrı Bey tarafından iki sene sü-

reyle çıkarılmıştır.

1925 YILINDAN SONRA ÇIKANLARTuran gazetesi:

Merhum İhsan Turan terefından 1926 yılında çıkarı-lan bu gazete en uzun ömürlü gazete unvanına sahiptir.

Kürsübaşı gazetesi:İstanbul’daki Elazığlılar tarafından 1944 yılında mi-

zah gazetesi olarak çıkarılmıştır, yılda bir defa derneğin düzenlediği gecelerde okunmak ve dağıtılmak üzere çı-karılmaktaydı, uzun bir süredir yayınlanmamaktadır.

Harput gazetesi: 1949 yılında Tercüman Gazetesi eski yazarlarından

rahmetli Ali Rıza Alp tarafından çıkarılmış, ancak ömrü az olmuştur.

Doğu postası:1946 yılında eski Turizm Bakanı Nurettin Ardıçoğ-

lu tarafından çıkarılmış, bunun da ömrü kısa olmuştur.

Elazığ gazetesi:1951 yılında Necip Bingöl tarafından çıkarılan bu

gazete, yayın hayatına 1991'de son vermiştir.

Uluova gazetesi:Muhsin Parlar ve Şevket Çeçen tarafından 1953 yı-

lında çıkarılan bu gazete, şu anda Aydın Meral’in sahip-liğinde yayın hayatını sürdürmektedir.

Yeni Harput gazetesi:1955 yılında Dursun Çolakoğlu tarafından çıkarıl-

mış, bir müddet sonra Yılmaz Özgül kardeşlere devre-dilmiş, 1970’li yıllarda da yayın hayatı sona ermiştir.

Elazığ-.Harput Sesi gazetesi :Zamanın Elazığ Valisi Vefik Kitapçıgil’in gayreti

ile 1957 yılında yayın hayatına başlamış, ancak valinin Elazığ’dan ayrılmasıyla yayını son bulmuştur.

Son Söz gazetesi:1961 yılında çıkmaya başlamış, daha sonra yayın

hayatından çekilmiştir.

Yeni Çağ gazetesi:Yunus Çelik tarafından kurulmuş ve 1995 yılında

yayın hayatına başlamış ve devam etmektedir.

Günışığı gazetesi:1997 yılında İbrahim Taşel tarafından çıkarılmış ve

hâlen çıkmaktadır.

Fırat gazetesi:Kemal Ergun Aslan tarafından 1984 yılında kurulan

gazete yayın hayatını sürdürmektedir.

Elazığ Birlik Haber gazetesi: Aydın Meral tarafından 2002 yılında kurulmuş ve

hâlen yayınlanmaktadır.

Ayışığı gazetesi:Mustafa Feyzi Özer tarafından 2004 yılında kuru-

lan gazete hâlen çıkmaktadır.

Günebakış gazetesi:2006 yılında Gülden Türk tarafından kurulmuş,

günlük olarak neşredilmektedir.

Yeni Ufuk gazetesi: 2007 yılında neşriyata başlamış, bir müddet sonra

yayın hayatına ara vererek, 2009 yılında yeniden gün-lük olarak çıkmaya başlamıştır.

El-Aziz gazetesi: Mahmut Nacar tarafından 1998 yılında kurulan bu

gazete yayın hayatını haftalık olarak sürdürmektedir.

Keban’ın Sesi gazetesi:Hüsamettin Kaya tarafından kurulan bu gazete de

1995 yılında yayına başlamış ve üç ayda bir neşredil-mektedir.

Karakoçan’ın Sesi gazetesi:2008 Yılında Tahsin Aydın tarafından kurulan ve

89ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 90: 41. sayımız

devam eden gazete, haftalık olarak yayınlanmaktadır.

Yeni Elazığ gazetesi:1998 yılında kurulmuştur ve yayını devam etmek-

tedir.

Elazığ Ticaret gazetesi:Elazığ Ticaret ve Sanayi Odası tarafından 1996 yı-

lında kurulan ve on beş günde bir yayınlanan gazete-dir.

Fırat İletişim gazetesi:F.Ü.İletişim Fakültesince 2003 yılında çıkmaya

başlamış ve 2005'te yayın hayatı sona ermiştir.

Fırat Haber gazetesi:Fırat Üniversitesi tarafından 1985 yılında kurulan

gazete ayda bir çıkmaktadır.

Harput gazetesi:Ahmet Fethi Arslan tarafından 1996 yılında yayın

hayatına başlamıştır.

Nurhak gazetesi:1972 yılında kurulan Nurhak Gazetesinin şimdiki

sahibi N. Rıdvan Kaya’dır. Gazete günlük olarak çık-maktadır.

Palu’nun Sesi gazetesi:Veysel Doğan tarafından 1999 yılında kurulan ga-

zete aylık olarak çıkmaktadır.

DERGİLERBaşkan Dergisi:Mehmet Topal yönetiminde 2004 yılından beri ya-

yın hayatını sürdürmektedir ve ayda bir defa çıkmak-tadır.

Bizim Külliye dergisi:İzzetpaşa Vakfı adına Vakıf Başkanı Nihat Eriş’in

imtiyaz sahibi olduğu ve İzzetpaşa Vakfı tarafından 1999 yılından beri çıkarılan kültür ve sanat dergisi, üç ayda bir yayınlanmaktadır.

Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü dergisi:

Sosyal Bilimler Enstitüsünün, senede iki defa çıkar-dığı bilimsel bir dergidir.

Fırat Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü dergisi:

Fen Bilimleri Enstitüsünün, her altı ayda bir yayın-ladığı bilimsel nitelikteki bir dergidir.

Sağlık Bilimleri Enstitüsü dergisi:Enstitünün, sağlıkla ilgili yazıları ihtiva eden bilim-

sel dergisidir ve altı ayda bir yayınlanmaktadır.

Fırat dergisi:Vali Abdulkadir Bey zamanında, Fırat Mecmuası

adıyla 3 sayı çıkan bu dergi, valinin Ankara’ya tayinin-den sonra çıkmamıştır.

Sesimiz dergisi:Elazığ öğretmenler Derneği tarafından 1963 yılında

çıkarılan bu dergi, bir müddet sonra, maddi sıkıntı do-layısıyla çıkamamıştır.

Yeni Fırat dergisi: Fikret Memişoğlu tarafından 1965 yılında yayın-

lanmaya başlayan dergi 36 sayı çıkmış ve 1968 yılında, yayın hayatı son bulmuştur.

Altan dergisi: Elazığ(Elaziz) Halkevi tarafından ve Vali Tevfik

Gür zamanında önce Çığır, sonra da Altan ismiyle, 22 Şubat 1935 tarihinden itibaren çıkarılmaya başlan-mış ve 48. sayısı ile 29.İlkteşrin. 1939 yılında kapan-mıştır. Bu dergiyle ilgili geniş bilgi, Fırat Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Arş Gör. Yavuz Yalkır’ın Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi Şubat. 2007 tarihli ve 166. - 171. sayılardaki makalelerinden temin edilebilir.

Elazığ’ın Sesi Harput dergisi: Elazığ İlim ve Kültür Derneği’nin bir yayın organı

olarak yılda bir defa 1978 yılında çıkmış ve 1979 yılı sonunda kapanmıştır.

Hedef dergisi: Önce “Gakkoşa Hedef – Maziden Atiye” ismiyle

1979 yılında yayın hayatına başlayan ve aylık çıkan bu dergi, bir iki sayı sonra ismini değiştirerek, sadece He-def olarak neşredilmiş, bir yıl devam etmiş, daha sonra da kapanmıştır.

Bütün bu bilgilerin yanı sıra Harput’un ve Elazığ’ın kültürüne ait istifade edeceğimiz eserlerden “Hazar Şiir Akşamları Güldestesi ” de ayrı bir önem taşımaktadır. Hazar Şiir Akşamları programlarına katılan şairlerin, özgeçmişleri ile şiirlerinden örnekleri içeren bu eser-lerin editörlüğünü ve programların organizatörlüğünü Şener Bulut yapmıştır, şu ana kadar yapılanlara ait 14.15 ve 16. 17. “Hazar Şiir Akşamları Güldestesi” ha-riç, diğerlerinin hepsi kitap hâlinde yayınlanmıştır.

Bir ilim, kültür ve irfan şehri olan Elazığ’da bu eser-lerin çıkması bizler için iftihar vesilesidir. Daha nicele-rinin de bu kervana katılmaları, en hâlisane duygu ve temennimizdir.■

90ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 91: 41. sayımız

Yiğit Kulabaş’ın “Zamanya” adlı ilk romanının ardından ikinci romanı

“Saatsiz Ülke” temmuz ayı içerisinde ki-tapçılarda yerini aldı. İlk kitabında okuyu-cuların dikkatini zaman kavramı üzerine çeken ve kitabı bir ilke imza atarak internet ortamında hazırlanan web sayfasıyla inte-raktif olarak destekleyen yazar, ikinci ro-manıyla birlikte yine karşımızda.

İlk kitabının gördüğü beğeni ve olumlu eleştirile-rin ardından yazar ikinci romanı olan Saatsiz Ülke’de de zaman kavramını işlemeye devam etmekte. İnsan-ların hayatında önemli bir yere sahip olan “zaman” kavramının sorgulanması, aslında insanı ve evreni anlamlandırma çabasından başka bir şey değil. Sa-atlere kurulmuş bireylerin gündelik yaşamlarında bir koşturmaca içerisinde geçen yaşamlarına sıkı bir eleştiri getiren yazar Yiğit Kulabaş, ikinci kitabı olan Saatsiz Ülke ile bu eleştirinin dozunu artırarak sürdürmekte. İşlenen temanın zaman kavramı gibi dikkat çekici bir hususta olması münasebetiyle insan-ların dikkatini çekmeyi başaran yazar, ilk kitabının devamı niteliğinde kaleme aldığı ikinci kitabında ilk kitabının gölgesinde kalmış gibi.

Saatsiz Ülke tek başına ele alınması gereken müs-takil bir eser olması gerekirken adeta Zamanya’nın devamı niteliğinde ve devam niteliğindeki kitapla yeni tanışan okuyucular için bu durum çok büyük bir sıkıntı yaratmakta. Kitap, kendi içinde bağımsız bir olay barındırsa da sürekli Zamanya’ya yapılan gön-dermeler okuyucuyu eserin iç dünyasından kopar-makta. Karakterlerin bireysel gelişim ve değişimle-

rinin Zamanya’da yer alması, Saatsiz Ülke’de kahramanları tanıma süreci eksik kalmakta. Bu söylediklerimiz kitabı bağımsız olarak düşünmemiz-den kaynaklanmakta. Ancak gerek yayınevi gerekse yazar bunun aksini ispat edecek bir söyleme yer verme-mektedirler. Bu sebeple ilk olarak Zamanya’da yer alması gereken ancak

eserin yayınlanma sürecinde kitaptan çıkarılmış bir bölümün genişletilerek yeni bir kitap olarak karşımı-za çıktığını düşünmek mümkün.

Ayrıca eserin dünyasında yer yer monologların fazlalığı romanın akıcılığına sekte vursa da işlenen temanın ilginçliği kitabı okunur kılmakta. Kimi za-man okuyucuya bilgi verici bir mahiyet kazanan eser akabinde birden hızlanan temposuyla durağanlığını kırmaya çalışmakta. Tüm bunlara rağmen “Saatsiz Ülke”de zaman kavramının temel sorunsal olarak tartışıldığı ve okuyucuların zihninde saatlerin işle-mediği bir dünyanın nasıl şekilleneceği ile ilgili soru işaretlerine yer verilmesi açısından oldukça akıllıca düşünülmüş ve insanları düşünmeye sevk eden bir roman.

Günümüzde yayınlanan birbirinin kopyası kitap-ları okumaktan sıkılan okuyucular için alternatif bir roman. Hayatın sürekli programlanmış bir düzende sürdürülen sıkıcı tekrarı karşısında değişiklik arayan-lara önce Zamanya ve akabinde Saatsiz Ülke’nin iyi geleceği kanaatindeyim.

Saatsiz Ülke, Yiğit Kulabaş, Everest Yayınları, İstanbul 2009

Saatsiz ülke

AHMET FARUK GÜLER

iğit Kulabaş’ın “Zamanya” adlı ilk romanının ardından ikinci romanı

cuların dikkatini zaman kavramı üzerine çeken ve kitabı bir ilke imza atarak internet

rinin Zamanya’da yer alması, Saatsiz Ülke’de kahramanları tanıma süreci eksik kalmakta. Bu söylediklerimiz kitabı bağımsız olarak düşünmemiz-den kaynaklanmakta. Ancak gerek yayınevi gerekse yazar bunun aksini ispat edecek bir söyleme yer verme-mektedirler. Bu sebeple ilk olarak Zamanya’da yer alması gereken ancak

91ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 92: 41. sayımız

FATİH YÜKSEL

Edebiyatımızda Hüzün Edebiyatımızda hüzün en yaygın temalardandır. Ayrılık, gur-

bet ve ölüm konuları işlenirken hüznümüz anlatılmıştır. “Edebi-yatımızda Hüzün” Türk edebiyatının son 200 yıllık geçmişindeki hüzün haritasını ortaya koyuyor. Erken ölen şair ve yazarlar, ço-cuklarını ve yakınlarını kaybeden edebiyatçılar, türlü hastalık-larla, sıkıntılarla mücadele eden yazı erbabı, bu kitapta önümüze çıkıyor.

Edebiyat araştırmalarıyla tanınan Mehmet Nuri Yardım, ben-zeri az olan bu eserinde melankolik ruhlu, bunalıma düşmüş, se-razat kişilerin yanı sıra, yaşadığı acılara rağmen direnç göstere-rek ayakta durabilen, ümidini ve coşkusunu kaybetmeyen kalem ustalarına da dikkat çekerek,

1815’ten günümüze kadar uzanan bir hüzün haritasının sınır taşlarını işaretliyor.

İsteme adresi: Yağmur Yayınevi; Cağaloğlu Yokuşu, Narlı-bahçe sk. No: 1 Özhekim İşhanı Kat: 2/23 Eminönü / İstanbul

Kaybolmuş Günler (Roman)“Kaybolmuş Günler”, Türkiye Yazarlar Birliği tarafından iki

defa yılın romancısı seçilen Mustafa Miyasoğlu’nun ilk romanı. Bu eserde yazarımız gelgitlerin yaşandığı ve fırtınalı dönemlerin, sancılı günlerin anlatıldığı 60 sonrasında ortaya çıkan üç nesli bir arada anlatmaktadır.

Kaybolmuş Günler, daha ilk baskısının yayınlandığı yıl içeri-sinde Milli Kültür Vakfı Armağanı(1975) kazanmıştır.

İsteme adresi: Akçağ Yayım Pazarlama A.Ş. Tuna Cad. No:8/1

92ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 93: 41. sayımız

Kızılay – Ankara, 2009.

İslam Tarihinde İktisadi Uygulamalar (İnceleme)

Nevzat Ülgen, bu eserinde İslâm Tarihi içe-risinde kurulmuş devletlerin ekonomik yapısını inceliyor. Her ne kadar kitabın başlığında İslâm Tarihinde İktisadi uygulamalar denilse de kitabı incelediğimizde yazarın Anadolu’da varlıklarını sürdüren Ön Tarihteki kavimlerin kurduğu dev-letlerin ekonomik yaklaşımlarından bahsettiğini görmekteyiz. Bu da esere artı bir değer katıyor.

İsteme adresi: Elif Ofset Matbaacılık, Gazi Cad. Horasan Sok. No:8/A Elazığ, 2009.

Yıldız Gözlü Melek Yüzlü Şiirler (Şiir)

Son yıllarda çocuk edebiyatıyla dikkat çeken Yusuf Dursun “Tatlı mı Tatlı Duam Kanatlı” eserinden sonra, şimdi de “Yıldız Gözlü Melek Yüzlü Şiirler” adlı kitabı ile yine küçük okuyu-cularının huzurunda.

“Yıldız Gözlü Melek Yüzlü Şiirler”in her ke-limesi çocukların sözlüğünden özenle seçilmiş, sevgiyle yoğrulmuş, insanî değerlerle bezenmiş, böylece çocukların kendini ifade etme şansını onlara yakalatmış. Yalnız çocuklara mı?

“Gök kuşağında yatan, Yıldızlara can katan, Her an gözümde tüten Çocukluğum nerdesin?”İsteme adresi: Nesil Yayınları, Sanayi Cad.

Bilge Sok. No:2,34196 Yenibosna –İstanbul, 2009.

Bilge Terzi M. Said Çekmegil (İnceleme)

Metin Önal Mengüşoğlu yakından tanıdığı M. Said Çekmegil’i anlatıyor Bilge Terzi kitabında. Çekmegil’in kişiliğinde tanık olduğu, son alaylı mütefekkirin ilginç hayat ve düşünce serüveni-ni bütün boyutlarıyla yansıtıyor. Çok az yazarın yakalayabileceği bir içtenlik ve duyarlılıkla Said Ağabeyini anlatıyor. Mengüşoğlu, ona duyduğu sevgiyi dile getirirken onun fikir dünyasının te-mellerini de ortaya koyan bir sorumluluk bilin-ciyle hareket ediyor.

İsteme adresi: Bilge Terzi M. Sait Çeme-gil, Beyan Yayınları, Ankara Cad.49.34112 Cağoloğlu-İstanbul, 2009,

Bir Ayşe Akay Antolojisi“Kırmızı Hayaller”

Şair ve yazar Ayşe Akay’ın “Kırmızı Hayal-ler” adlı eseri Hikâyeler, Denemeler, Eleştiri, Makaleler, Mülakat ve Şiirler bölümlerinden oluşmaktadır. Edebiyatçı olup da şiire mürek-kebi damlamayan insan var mıdır acaba! Ayşe Akay’ın da bu eseri daha çok şiir ağırlıklı. Za-ten kitabında: “İşte şiir benim parçam, evladım. Şiire kardeşler verdim: Denemeler, öyküler, ma-kaleler.” sözüyle şiire olan bağlılığını göstermiş, mensur türlerle şiirin ilişkisini kardeş gibi de-ğerlendirmesi de kitabın içeriğine yansımıştır.

Kitaba ismini veren “Kımızı Hayal” adlı hikâye çocukluk ve aile temlerini yansıtırken, denemelerinde lirik bir üslup dikkat çekiyor. Şiirlerinde ise özellikle “Ona Dair” bölümün-de manevi sığınağın eşiğinde dolaşan insanın, nesneden özneye dönüşme çabasını dini imge-lerle görüyoruz. Kendi ifadesiyle “Geçici itibar peşinde olmadan kâinattaki muhteşem ifadeyi sökmek ister.” Genç yazarımız da bu ifadeyi sökmek için bir arayış içine girerek, mana ikli-mine dalmıştır.

İsteme adresi: www.ayseakay.net

Ruşen Ali Cengi (Şiir)Yaşar Bedri imzalı kitap insanı kendi kabu-

ğuna götüren dizelerden oluşuyor. 80 sonrası şiirimizin önemli kalemlerinden biri olan Yaşar Bedir’inin “Ruşen Ali Cengi” adlı kitabında, Şair günlük konuşma dilinden ustalıkla yararla-nıyor, yer yer kültür dilinin peşinde olsa bile… Kemal Özer'in tespitini tekrarlarsak Yaşar Bedri "Çağrışımı kültürel birikime götüren sözcükler-le günlük yaşamın en son ortaya çıkardıklarını arkaik deyişlerle yerel söylemi çağdaş anlatım teknikleriyle meseleleri bir bileşim içerisin-de kaynaştırarak" veriyor. Bedri'nin bir şiirini "Hece Taşları"nı örnek olarak sunuyoruz. Kitap, Mor Taka Yayınlarından çıkmış.

İsteme Adresi: Mor Taka Kitaplığı, Fatih Mah. Zübeyde hanım cad. kırklar apt. altı, 23 Trabzon, 2009■

93ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 94: 41. sayımız

karanlıktan daha sesiz ne olabilirkendi uçurumuna düşüyorsa kar

babamı gördüm yorgundu üşüyordubelki ağrı belki Sarıkamış belki hiçbir yeryanmamıştı daha istasyonun feneridiyelim ki abim terhis ol(a)mayacaktıkonuşmayacaktır koma hatıralarını

karanlıktan daha sesiz ne olabilirdağın titremesi ürperen bozkır çıldır(t)an yankı-Çöz atın eğerini dağlara sal diyor babamkaranlıktan daha karanlık ne olabilirkendi uçurumunu aşındırıyorsa kar

bu kibir çok değil mi ayrılığaçok değil mi şiirin adaklı piyadesineah gayb’oldum beni korku emzirsin benihece taşında kıvranan anlamlı sözler

babamı gördüm tipiye karışıyorduelini tuttum soğuktu sözü sözden pektibizi eksiltmesin dedi bunca acı bunca talansaçaktan çözülenler koca bir ömürmüşkoca bir yalan

sis örttü babamı her yer kar revanhece taşımış bozkırı bekliyorduvedalaştık hiç konuşa(a)madangeliyordu sessizliğin yankısı-neden indirdin acını dağdan.

HECE TAŞLARI*

YAŞAR BEDRİ

* Yaşar Bedri'nin Ruşen Ali Cengi kitabından

94ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 95: 41. sayımız

BenSüzülmüş balçıktan bir kervana dâhildimSonra olanlar oldu kemikle kaldım.

Mahkûm bir çilingirden sorguladım yolumuBütün hatam bu, ne sorduysam ona sordum.Sustur şu kalbini, dedi,Sustur ve kapat konuşan gözlerini Koyun kırkar gibi kırk sözlerini

Bütün hatam bu, Ona sordum, silindimOndandır, toz duman oluşu dağların Evvel yağmurun çıkagelişi, sonra rüzgârın Ondandır, kibritten bir ormanı yakışım

BenKırık testiden akan ayrılığa dâhildimSonra olanlar oldu kemikle kaldım.

Ateş urbamdır, dedi, çilingir Dökülmüş kandandır kalemTaif’ten Çanakkale’ye, Dicle’yeEbu cehiller bilir,Zift dökülür, mucurla örtülür vefam

Bütün hatam bu, Ona sordum, çilingireOndandır, her parçamı yama gibi taşırımBabadan oğul’a geçmez duam ondanMememde ekşi süt, devemin hörgücü ondan

BenKitabın söylediklerini hatırlayana dâhildimSonra olanlar oldu kemikle kaldım.

Bütün hatam bu, Mahkûm bir çilingirden sorguladım yolumuElimi tut, dedi banaVe soluma geç, unut, Sana okunanları, senin okuduklarını

Harfleri, elifi dedi, kül yataklarına göm,Bir ölüyü gömer gibi göm yazılmış olanıGünah, dedi, açılmayanı açmaktır insanaGünah dediğin zeytinin ham haliİncirin içi,

Ben Gecenin teninden bir ten aldım kendimeSonra olanlar oldu kemikle kaldım

BEN GECENİN TENİNDEN BİR TEN ALDIM KENDİME

NAZIM PAYAM

95ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9

Page 96: 41. sayımız

96ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 9