189
AHLAK FELSEFESİ İÇİNDEKİLER MUKADDİME BİRİNCİ OTURUM TABİİ FİİL VE AHLAKÎ FİİL AHLAKİ DAVRANIŞIN DEĞERİ AFFETME VE BAĞIŞLAMA HAKK BİLİRLİK VE VEFA HAYVANLARA ACIMA DUYGUSU SIRRÎ SIKTÎ'NİN SÖZÜ: MEKARÎMU'L AHLAK DUASI HACE ABDULLAH ENSARÎ'NİN SÖZÜ PAZARCI VE MALİK EŞTER ŞAMLI ADAM VE İMAM HÜSEYN (AS) MEKARİMU'L AHLAK DUASININ BAŞKA BİR KISMI KUR'AN'IN MÜMİNLERİN KÖTÜLÜKLERİNİ YAYMAKTAN ŞİDDETLİ BİR ŞEKİLDE NEHYEDİŞİ BAZI KONULARDA GIYBET ETMEK CAİZDİR. İBN-İ SÎRÎNİN YANLIŞ SÖZÜ VE GAZALÎ'NİN YANILGISI İKİNCİ OTURUM ATIFÎ (ŞEFKAT) TEORİSİ VE İSLAM FELSEFECİLERİNİN TEORİSİ ATIFÎ (ŞEFKAT TEORİSİ) İNSANIN DAVRANIŞINDAKİ BAŞLANGIÇ VE HEDEF HİNT AHLÂKI BU GÖRÜŞÜN ELEŞTİRİSİ a) Her Muhabbet (Sevgi) Ahlak Değildir. b) Ahlak Başkasını Sevmekle Sınırlı Değildir. İSLAM FELSEFECİLERİNİN GÖRÜŞÜ -İRADE ARZU (MEYL) VE İRADENİN FARKI VİCDANCI GÖRÜŞ KUR'AN'IN VİCDAN HAKKINDAKİ GÖRÜŞÜ KANT’IN GÖRÜŞÜ ÜÇÜNCÜ OTURUM VİCDANCI GÖRÜŞ ACABA İNSAN ZİHNİNDEKİ HER ŞEY TECRÜBELERDEN Mİ KAYNAKLANMAKTADIR? NAZARÎ AKIL VE AMELÎ AKIL KANT'A GÖRE VİCDANIN HÜKMÜ VİCDAN AZABI AHLAKÎ VİCDAN VE SAADET ACABA KEMAL (OLGUNLUK) SAADETTEN AYRI MIDIR? VİCDAN VE İNSAN İHTİYARININ İSPATI VİCDAN VE NEFSİN SONSUZLUK (BEKA) İSTEĞİNİN İSPATI İMAM SADIK (AS)'DAN BİR HADİS a) Felsefenin Tahkiri b) Kemal ve Saadet Arasındaki Fark c) Vicdan Hükümlerinin Tümü Mutlak Değildir MASLAHAT GEREĞİ YALAN

AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

  • Upload
    others

  • View
    11

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

Page 1: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

AHLAK FELSEFESİ

İÇİNDEKİLER

MUKADDİME

BİRİNCİ OTURUM

TABİİ FİİL VE AHLAKÎ FİİL AHLAKİ DAVRANIŞIN DEĞERİ AFFETME VE BAĞIŞLAMA HAKK BİLİRLİK VE VEFA HAYVANLARA ACIMA DUYGUSU SIRRÎ SIKTÎ'NİN SÖZÜ: MEKARÎMU'L AHLAK DUASI HACE ABDULLAH ENSARÎ'NİN SÖZÜ PAZARCI VE MALİK EŞTER ŞAMLI ADAM VE İMAM HÜSEYN (AS) MEKARİMU'L AHLAK DUASININ BAŞKA BİR KISMI KUR'AN'IN MÜMİNLERİN KÖTÜLÜKLERİNİ YAYMAKTAN ŞİDDETLİ BİR ŞEKİLDE NEHYEDİŞİ BAZI KONULARDA GIYBET ETMEK CAİZDİR. İBN-İ SÎRÎNİN YANLIŞ SÖZÜ VE GAZALÎ'NİN YANILGISI

İKİNCİ OTURUM

ATIFÎ (ŞEFKAT) TEORİSİ VE İSLAM FELSEFECİLERİNİN TEORİSİ ATIFÎ (ŞEFKAT TEORİSİ) İNSANIN DAVRANIŞINDAKİ BAŞLANGIÇ VE HEDEF HİNT AHLÂKI BU GÖRÜŞÜN ELEŞTİRİSİ a) Her Muhabbet (Sevgi) Ahlak Değildir. b) Ahlak Başkasını Sevmekle Sınırlı Değildir. İSLAM FELSEFECİLERİNİN GÖRÜŞÜ -İRADE ARZU (MEYL) VE İRADENİN FARKI VİCDANCI GÖRÜŞ KUR'AN'IN VİCDAN HAKKINDAKİ GÖRÜŞÜ KANT’IN GÖRÜŞÜ

ÜÇÜNCÜ OTURUM

VİCDANCI GÖRÜŞ ACABA İNSAN ZİHNİNDEKİ HER ŞEY TECRÜBELERDEN Mİ KAYNAKLANMAKTADIR? NAZARÎ AKIL VE AMELÎ AKIL KANT'A GÖRE VİCDANIN HÜKMÜ VİCDAN AZABI AHLAKÎ VİCDAN VE SAADET ACABA KEMAL (OLGUNLUK) SAADETTEN AYRI MIDIR? VİCDAN VE İNSAN İHTİYARININ İSPATI VİCDAN VE NEFSİN SONSUZLUK (BEKA) İSTEĞİNİN İSPATI İMAM SADIK (AS)'DAN BİR HADİS a) Felsefenin Tahkiri b) Kemal ve Saadet Arasındaki Fark c) Vicdan Hükümlerinin Tümü Mutlak Değildir MASLAHAT GEREĞİ YALAN

Page 2: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

DÖRDÜNCÜ OTURUM

GÜZELLİK NAZARİYESİ GÜZELLİK NAZARİYESİ: ACABA GÜZELLİK TARİF EDİLEBİLİR Mİ? GÜZELLİK MUTLAK MI YOKSA NİSBÎ MİDİR? GÜZELLİĞİN AŞK VE HAREKETLE İLGİSİ GÜZELLİK, CİNSEL ARZUYA BAĞLI GÜZELLİĞE ÖZGÜ DEĞİLDİR GAYR-İ MAHSUS GÜZELLİK KUR'AN'IN FESAHATİ ALİ'NİN (AS) SÖZÜNÜN GÜZELLİĞİ AKILCI GÜZELLİK EFLATUN'UN GÖRÜŞÜ

BEŞİNCİ OTURUM

TAPINMA NAZARİYESİ AÇIK ŞUUR VE GÖRÜNMEYEN ŞUUR KULLUK NEDİR? ACABA KULLUK, İNSANIN BİLEREK YAPTIĞI KULLUĞA MI ÖZGÜDÜR? AHLAKÎ DUYGU ALLAH'I TANIMA DUYGUSUNDAN AYRI DEĞİLDİR. AHLAKIN DOĞRU OLAN YÖNÜ AHLAK, İBADET VE KULLUK KATEGORİSİNDENDİR AHLAKIN SADECE ALLAH'A KULLUK MEKTEBİNDE YORUMU MÜMKÜNDÜR İBADETİN MERTEBELERİ

ALTINCI OTURUM

NEFSİN KERAMETİ: İSLAMÎ AHLAKIN MİHVERİ İNSAN RUHUNUN DÜNYASI NEFSİN TAHKİR VE YÜCELTİLMESİ SÜNNET VE HADİSTE «NEFS» KELBİYUN VE MELAMİYYE SA'Dİ VE BAZI MUTASAVVUFLARIN YANILGISI İMAM HÜSEYNİN (A.S.) SÖZLERİNDE NEFSİN BÜYÜKLÜK VE İZZETİ İMAM SADIK VE ALİ (a.s) SÖZLERİNDE NEFSİN İZZETİ ACABA İNSAN İKİ NEFSE Mİ SAHİPTİR? HAİDGER'İN GÖRÜŞÜ NEFSİN BÜYÜKLÜĞÜ KONUSUNDA İMAM HÜSEYNİN (as) BAŞKA SÖZLERİ

YEDİNCİ OTURUM

"BEN" VE "BEN ÖTESİ" ACABA "BEN"İ HOR GÖRMEK Mİ GEREKİR YOKSA SAYGI GÖSTERMEK Mİ GEREKİR? İSLAM'IN GÖRÜŞÜ DERUNİ (İÇSEL) ÇATIŞMA ASLÎ OLAN "BEN" VE BEN ÖTESİ OLAN "BEN" KENDİNİ HATIRLAMA (KENDİNİ BULMA) MEVLANA'NIN SÖZÜ "BEN'İNİ KAYBETMİŞ CİMRİ MEVLANA'NIN BENZETMESİ İNSAN RUHU, AHLAKÎ DUYGULARIN KAYNAĞI VE MANEVİYATA AÇILAN BİR KAPIDIR. MATERYALİSTLERİN GÖRÜŞÜ SARTRE'IN SÖZÜ MARKSİST'LERİN GÖRÜŞÜ

Page 3: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

BU GÖRÜŞÜN ELEŞTİRİSİ

SEKİZİNCİ OTURUM

KENDİNİ TANIMA KENDİNİ TANIMA, ALLAH'I TANIMAYA VE AHLAKA BAŞLANGIÇTIR ALLAH'I TANIMA KONUSUNDA İNSAN NEFSİNİN ÖĞRETİLERİ TABİAT ÂLEMİ DEVAMLI BİR AKIM VE BİR TEK HAREKETTİR ACABA "BEN" DEĞİŞİR Mİ? BEHMENYAR VE İBN-İ SİNA'NIN HİKÂYESİ SABİT BİR HAKİKAT OLARAK "BENİ TANIMA, ALLAH'I TANIMAYA GİRİŞ ALLAH'I TANIMAK İÇİN BİR AYETTİR MATERYALİZME BAĞLI TAASSUP MORRİS MATTERLÎNG'İN SÖZÜ ZEKİ ÇOCUK VE OKUL HİKÂYESİ TEVBE ACABA AHLAKÎ TEMAYÜLLER! İLHAM EDEN TOPLUMUN RUHU MUDUR? MATERYALİST DÜŞÜNCELERİN KAYNAKLANDIĞI YER SARTRE'IN "GERÇEK BEN" HAKKINDAKİ SÖZLERİ İNSANIN, ÖZGÜRLÜĞÜ İLE ALLAH'IN VARLIĞI ARASINDAKİ İLGİ İNSAN, "OLMAK İSTEYEN" BİR ŞEYDİR

DOKUZUNCU OTURUM

ASRIMIZDAKİ MANEVÎ VE AHLAKÎ BUHRANLAR BİR DÜŞÜNCENİN NAZARÎ VE AMELÎ DEĞERİ GERÇEK OLMAK FAYDALI OLMAYA EŞİTTİR MANEVÎ BUHRAN, ASRIMIZDAKİ EN BÜYÜK BUHRANDIR İNTİHARLARIN ARTIŞI DİNLENME VAKİTLERİNİN BOŞ GEÇMESİ SİNİRSEL HASTALIKLARIN VE RUHÎ BUNALIMLARIN ARTMASI ŞEFKATİN AZALMASI AÇLIK MESELESİ YAŞAM YERLERİNİN KİRLİLİĞİ MESELESİ TOYNBEE'NİN ÖRNEĞİ BÜYÜCÜ VE CİN HİKÂYESİ İLMİN KAYNAĞI: SİYANTİZM İDEOLOJİ AYDIN GÖRÜŞLÜLÜK DİNİN BAĞIŞLADIĞI İRFAN!

EK:1 -A-KOMÜNİZM AHLAKI DİYALEKTİK MANTIK TOPLUMUN TEKÂMÜLÜ MARKSİZM’E GÖRE TEKÂMÜL ANLAYIŞI DEVRİM: AHLAK ÖLÇÜSÜ FERDÎN ASLİYETİ VE TOPLUMUN ASLİYETİ ÖZGÜRLÜK VE EŞİTLİK BU GÖRÜŞÜN ELEŞTİRİSİ

EKİ -B-AHLAKTA BENLİK MESELESİ İNSANOĞLU NEDEN AHLAKA VE TERBİYEYE İHTİYAÇ DUYAR?

Page 4: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

İKİ ÇEŞİT AHLAK AHLAKÎ FAZİLETLERE BAĞLILIĞIN TEMELİ ALLAH'I TANIMA AHLAKIN TEMELİDİR "BEN" VE "KENDİNE TAPMA"NIN ÇEŞİTLERİ a) Kişiselden b) Aile "Ben"i c) Milli "Ben" GUSTAVE LE BON' UN SÖZÜ BENLİKLE MÜCADELE'NİN İKİ ÇEŞİDİ ALLAH, AHLAKÎ FAZİLETLERİN TEMELİ İMAM HÜSEYN (A.S.) VE AHLAKÎ FAZİLETLER

EK:1 -C-AHLAKÎ FİILERİN ÖLÇÜSÜ TABİİ DAVRANIŞ VE AHLAKÎ DAVRANIŞ DOSTAYEVSKİ'NİN SÖZÜ AHLAKÎ DAVRANIŞIN ÖLÇÜSÜ NEDİR? KANT’IN GÖRÜŞÜ EFLATUN'UN GÖRÜŞÜ FİLOZOFLARIN GÖRÜŞÜ RUSSELL'IN GÖRÜŞÜ BAYEZİD VE ALLAH İDARECİ ADAM VE YARDIMCISININ HİKÂYESİ

EK: 2 RUSSELL'IN AHLAK EKOLÜ

Page 5: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

Orijinal adı:

Felsefe-i Ahlak

MURTAZA MUTAHHARİ

Çeviri:

M. Recai Elmas

www.islamkutuphanesi.com Ailesi

Tarama & Tashih: Muhammed ÇİÇEK

eKitap: Muhammed H.İPEK

Akademi Yayınları 19

Dizgi:

Aycan Grafik

Baskı:

Yıldızlar Matbaası

Cilt:

Çiftçi Mücellithanesi

Kapak:

Aycan Grafik

Kapak baskısı:

Orhan Ofset

Tashih:

Ahmet Çiçek

Fevzi paşa Cad. No:57 Kat4

Tel: 521 20 21 Fatih/İSTANBUL

İstanbul-1990

Page 6: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

MUKADDİME

Elinizdeki kitap, mütefekkir şehit üstat Murtaza Mutahhari'nin "Ahlak

Felsefesi" adındaki on iki oturumluk bir konferanstan ve iki bölümlük bir

konuşmasından oluşmaktadır. Kitabın büyük bir kısmını teşkil eden birinci bölüm,

üstadın 1351 Hicrî-Şemsî (1972 Miladi) yılında Tahran'ın bir mescidinde yaptığı

dokuz konuşmadan müteşekkildir. Aslında bu bölüm on konuşmadan

oluşmaktadır, ama ne yazık ki ilk konuşmanın bantları elimizde yoktur. Fakat bu

konuya bir eksiklik getirmemektedir. Zira ikinci oturumda, üstat şehit, birinci

oturumun bir özetini tekrarlamaktadır. "EK" adı altındaki ikinci bölüm, üstadın

değişik zaman ve mekânlarda yaptığı üç konuşmasından müteşekkildir. İlk

konuşmanın, yani "Komünizm ahlâkı"nın kesin tarih ve yeri belli değildir. Fakat

Üstadın bu konuşmayı hayatının sonlarında yaptığı kesindir. İkinci konuşma

"Ahlâkta benlik meselesi" ismini taşımaktadır. Bu konuşma 1339'da (1960) Tahran

Üniversitesinde yapılmıştır. Bu konuşmanın da bantları mevcut değildir ve

düzenlenmesi, o dönemde banttan çıkarılan ve üstadın gözetiminde yazımı ger-

çekleşen metin üzerinden alınmış ve şekillenmiştir. "Ahlaki davranışların ölçüsü"

başlıklı kısım, bu bölümün üçüncü ve kitabın son konuşmasıdır. Bu konuşma da

Üstadın hayatının sonlarında ve dini ilimler öğrencilerinin merkezinde yapılmıştır.

Elbette bu konunun başlangıcı -ki tabii davranış ve ahlaki davranışın tarifi konu-

sundadır- bir dereceye kadar birinci bölümün ilk konuşması olma ihtiyacını

karşılamayabilir.

Burada birkaç noktaya değinmeği gerekli görüyoruz.

1- Elinizdeki kitap sırf nazari ahlak konusunu kapsamıyor.

Aksine amelî ahlak konusunda da çekici ve akıcı konulan içeriyor. Nazari

ahlak ve amelî ahlakın ikiz gibi oluşu bu kitabın önemli özelliklerindendir.

2- Şehid Üstad çoğu konuşmalarının sonunda, yerinde olması açısından

musibet konusunu da zikretmektedir ki konunun içeriğiyle irtibatsız da değildir.

Musibetlerin zikredilmesi hazfedilmemiştir.

3- Konuşmaların adları -on ve on birinci konuşmalar hariç-tanzim eden

tarafından konulmuştur.

4- Şehid Üstadın ahlak felsefesi ve İslamî ahlak etrafında tuttuğu epeyce notu

vardır. Allah'ın izniyle notlar serisinde basılacaktır.

5- Daha önce şehid Üstad'ın adıyla "Ahlak felsefesi" adlı bir kitap

mesullerden izinsiz olarak başka bir yayınevi tarafından basılmıştır. Söz konusu

kitabın düzenlemesinde gerekli dikkat gösterilmemiş, düzenlemesini yapan kişi,

üstadın konularını kendi kalemiyle yazmış ve üstadın sözlerinin aslı ortadan

Page 7: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

kalkmıştır. Ayrıca söz konusu kitap elinizdeki kitabın son iki konuşmasını

almamıştır. Bundan dolayı kitaba itibar edilmez.

Başka birisi tarafından basılan "Fıtrat", "Tevhid" ve "Tanıma" gibi kitaplar da

aynı bu şekildedir. Bu kitaplar mesul olmayanlar tarafından Üstad'ın adıyla

basılmıştır. "Şehid üstad Murtaza Mutahhari'nin eserlerini yayın komitesi" söz

konusu kitapların doğru ve kâmil metinlerinin tedviniyle uğraşmaktadır ki yakın

bir gelecekte Allah'ın yardımıyla basılacak ve elbette atılan adımlarla bundan

sonra üstadın eserlerinin basımında böyle düzensizliklerle

karşılaşılmayacaktır. Yüce Allah'tan başarı ve yardım diliyorum.

Şehid Üstad Murtaza Mutahhari'nin

eserlerini yayın komitesi (Mart-1987)

Page 8: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

BİRİNCİ OTURUM

TABİİ FİİL VE AHLAKÎ FİİL

Page 9: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla

Hamd tüm varlıkları yaratan âlemlerin Rabbi olan Allah'a olsun. Salât ve

selam Allah'ın kulu, Resulü, Habibi, sırrının koruyucusu, risaletinin tebliğcisi,

efendimiz, nebimiz, mevlamız, Eb-il Kasım Muhammed'e ve O'nun tertemiz

masum Ehl-i Beytine olsun. Lanetlenmiş şeytandan Allah'a sığınırım.

"Ey Resulüm! Bağışlama yolunu tut, iyiliği emret, cahillere

aldırış etme!" (A’raf: 199)

Önce, normal ve tabii fillerin karşıtı olan bir insanın fiillerinden "Ahlakî"

olarak adlandırılan bir parça arz ettim. Akla şöyle bir soru gelebilir: Ahlâk ve bir

fiilin ahlakî olmasının manası nedir? İnsanın bir hareketinin ahlakî olarak

adlandırılması nasıl olur? Ve yine arz ettik ki her ne kadar başlangıçta bu sorunun

çok basit bir soru olduğu ve cevabının kolay olduğu farz ediliyorsa da, bu

konuyu derinlemesine araştırdığımızda ahlaklı olma sırrının ne olduğu sorusunun

cevabının bu basitlikte olmadığını, aksine fikri konuların en müşkülü ve beşerin

felsefî konularının en karışığı olduğunu ve birkaç bin yıl öncesinden ta

günümüze kadar henüz dünyadaki felsefecilerin hiçbirinin üzerinde ittifak

edebilecekleri bir görüş bulamadıklarını göreceğiz. Biz, önce ahlaki

mertebelerde ahlaklı olma melekelerini açıklamak yerine, mesela, "Eflatun ahlaklı

olma melekeleri hakkında ne söylemiştir?" "Aristo ne söylemiş", "Epikür ne

söylemiş", "Gazali ne söylemiş," "Günümüz dünyasında Avrupa'da felsefecilerin

her biri ne söylemiş" demek yerine, ilk önce onun çok açık, basit konularını

zikredelim, daha sonra detaylarıyla uğraşalım. Zira ahlakî fiil konularının

aydınlanmasından önce detaya inmek iyi bir şey değildir. İlkönce ahlaki fiillerin

kabul edilmiş konularından, "İsar"dan, yani başkasını kendisine tercih etmek,

kendisinin zahmet çekip başkasının rahat olmasını istemek, İslam dünyasının iç

ve dışındaki küçük tarih kalıplarındaki misalleri ve başka ahlak anlayışlarından

da, yani başkasının derdiyle dertlenmekten de söz ettik. Şimdi bu konu ile ilgili

başka örneklerle tekrar uğraşmak istiyoruz. Bunların tümü meselenin tam olarak

aydınlanmasını istediğimiz içindir. Misalleri zikretmeden önce, sizin bu konunun

önemini anlamanız için bir konuyu açıklamam gerekir.

AHLAKİ DAVRANIŞIN DEĞERİ

Ahlaki davranışlar dediğimiz davranışların normal davranışlardan farkının;

övülmeğe, güzel demeğe layık olduğunu görüyoruz. Diğer bir tabirle beşer bu tür

davranışlar için bir değer biçer. Ahlaki davranışın tabii davranıştan farkı, ahlaki

davranışların her insanın vicdanında bir değere sahip olmasındadır. Yani, değerli

ve paha biçilmez bir davranıştır ve insan bu davranışın bir değer taşıdığını

düşünür. Bu değer, bir işçinin çalıştığı iş karşılığı layık olduğu değer ve karşılık

türünden değildir. Zira maddi değerler adaleti sağlar, işçi yaptığı işin karşılığı

olarak bir miktar para veya mal alır. Oysa bu değer, para ve malla

Page 10: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

hesaplanmayacak kadar üstün bir değerdir. Kendisini başkaları için feda eden bir

komutanın işi, bir değere layık bir davranıştır. Fakat onun bu davranışının

değeri maddi değer türünden değildir. Mesela şöyle diyoruz: Falan işçinin yaptığı

işin değeri 25 tümendir ([1])

. Mimarın 90 tümen, mühendisin 150 tümen, bir

başkasının 500 tümen ve çok daha yüksek olabilir. Örneğin şöyle denilir: Falan

zat geldi, petrol kuyusunu düzenli bir şekle soktu, yaptığı işin her bir saati için

5.000 tümen değer biçtiler. Kısacası, hesaplama işi maddi değerler için söz

konusudur.

Ahlaki davranışlar ise insanın zihin ve vicdanında bir değer ve kıymete

sahiptirler. Bu tür davranışlar çok değerlidir, fakat onun değer şekli, maddi

değerlerden -ölçü istenildiği kadar yüksek tutulsa dahi- farklıdır. Bu, başka bir

değerdir. Maddi değerlerin çok üstünde olan bir değerdir. Ali'den (a.s)

naklettiğimiz vecizeler için, "Ali'nin bu davranışını hesaplayın da kaç milyon tümen

veya kaç milyar dolar değerinde olduğunu görün" diye bir şey söylenemez. Bu tür

davranış, dolar ve tümenlerle hesaplanamaz. Elbette bir değer ve kıymeti vardır,

fakat değerinin türü maddi değerlerden farklıdır.

İnsanoğlunun yaptığı işler arasında bir kısım işler var olduğu ve bu işlerinin

bir değer ve kıymete sahip bulunduğu, bunların da maddî değerlerden farklı bir

değer türü olduğu kesinleştikten sonra akla şöyle bir soru gelmektedir: Bu

değerler nasıl ifade edilir? Yani hangi felsefeyle, hangi mekteple insanoğlunun

ahlâkî davranışları için bu değer ve kıymetleri ifade edebiliriz? Başka bir ifa-

deyle insanoğlunun davranışının ahlaki değerine hangi mektep tefsir, açıklama

getirebilir ve te'yid edebilir? Acaba bütün mektepler bu tip davranışları ifade

etmeğe kadir midirler? Mektebin bizzat kendisi buna kadir midir? Hayır,

mekteplerin hepsi buna kadir değildir. Şimdilik bu konuyu genişçe açıklamak

istemiyoruz. Bunu şunun için açıkladık: Zihniniz şimdilik, ahlaki değerleri

hangi mektebin ifade edebileceğine ve hangi mektebin ifade etmeğe kadir

olmadığına hazırlıklı olmalıdır. İfade etmeye kadir olmayan mekteplerin bazı

açıklamaları vardır, ama yüzlerine gözlerine bulaştırırlar, üstelik utanç bile

duymazlar, inkâr edip şöyle derler: "Aslında "ahlak" kolay bir kelimedir. Ahlaki

davranış iyi kalpliliktir, akıllı insan ahlaki davranışlar peşinde koşmaz, tatlılık ve

lezzet peşinde gider. Dünyada fayda ve lezzetten başka hiçbir şey mantıklı

değildir." Bu yine iyi çünkü: "Ben, sonucunun bu olduğu bir mektebe

sahibim" der açıkça. Fakat mekteplerden bazıları, dünya görüşleri, felsefe ve

düşüncelerinin esası az önceki ile aynı neticeyi vermesine rağmen, yani aynı yere

varmasına rağmen kendi gerçek yüzlerini göstermezler, hatta tam tersini yaparlar.

Şöyle derler: "Biz de ahlaki değerlere sahibiz ve insanlık için bir değer sistemine

inanıyoruz. Fakat hangi mekteple?!". Bunlar, senin düzenlediğin şekle girme-

yenlerdir. Yine de biz bu konuyu daha sonra açıklayacağız.

Şimdi davranışlardan bazılarının ahlaki olması için başka misalleri ele

alalım.

Page 11: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

AFFETME VE BAĞIŞLAMA

Bu, başlı başına bir konudur. Bu konuda Peygamber (s.a.a) Efendimizin de

bir hadisi vardır:

"Üç şey büyüklük ahlakındandır. Senden ilişkisini kesenle ilişki kurman,

seni herhangi bir şeyden yoksun bırakan kimseyi bağışlaman ve sana zulmeden

kimseyi affetmendir."

Sözgelimi bir insan, size karşı bir hata, bir kötülük veya bir cinayeti irtikâp

eder. Elbette burada yapılan hareketin bir kısmı şahsınızla, diğer bir kısmı da

toplumla ilgilidir. Buna şöyle bir misalle açıklık getirebiliriz: Katil birisi gelip bir

insanı öldürür, bu hareketin hem cinayetle ilgili yönü, hem de toplumsal yönü

vardır. Söz-konusu ettiğimiz şey ise, bir hareketin toplumsal bir ilişkisinin

olmayışı ve toplumda bir hakkın doğmayışıdır. Şöyle ki: Size birisi bir töhmette

bulunmuş, yalan isnat etmiş, gıybetinizi yapmış ve buna benzer davranışlarda

bulunmuş olsa ama bu davranışlar toplumsal değil, ferdi meseleler olsa, işte siz,

size bunları yapanı bağışlayıp affedersiniz. O şahıs bağışlamanın tam zıddı olan

kötülüğü yapmaktadır. Siz ise bağışlar ve önemsemezsiniz (vazgeçersiniz). İşte

bu davranış normal davranışların üstünde, ahlakî bir davranış olarak

nitelendirilmektedir ve çok kahramanca bir davranış türüdür.

HAKK BİLİRLİK VE VEFA

Bir diğeri de insana ihsan ve iyilik yapmaktır. İnsanın bunun karşısında iki

tür tepkisi olabilir. Birincisi: Anladıktan sonra artık, "sinek köprüden

gelmiş"([2])

tabiri gibi asla özen göstermez, unutur, onun işiyle bir ilgisi kalmaz ve

hiç mi hiç önemsemez. İkincisi bu davranış karşısında ömrünün sonuna dek,

hakşinaslık yapar. Yapılan iyiliği asla unutmaz, teşekkür eder ve vefa gösterir

(karşılığını vermeğe çalışır). Yirmi yıl geçse bile, eğer o şahıs herhangi birihtiyacı

için yanma gelmişse, hemen "iyiliğin karşılığı iyilik değil midir?(Rahman: 60) -ki

bu Kur'an'ın da zikrettiği fıtri ahlakın bir aslıdır- ayeti gereğince onun ihtiyacını

gidermeğe ve ihsanda bulunmağa koşar. İşte bu davranış, ahlaki bir davranıştır.

HAYVANLARA ACIMA DUYGUSU

Hatta bir dereceye kadar murdar olan hayvanlar da buna dâhildir. Onların

bu murdar oluşu, pis oluşu onlara acınmasına engel değildir. Mesela köpek, diş

etlerinde veya vücudunun her yerinde bulunan kuduz mikrobundan dolayı onun

murdar olduğunu söylüyoruz. Yani ona çok tehlikeli bir mikrobu taşıyan

herhangi bir şey gibi yaklaşır ve öyle davranırız. Fakat bu, onun aynı şekilde

acıma duygusundan mahrum olmasını gerektirmez. İnsan, aç ve susuz bir

hayvanı görür. Kimisi bunun karşısında ilgisiz kalabilir, bir başkası onunla

ilgilenip bakabilir. Şöyle bir hadis anlatılır: Adamın biri bir çölden geçerken

şiddetli susuzluktan dolayı diliyle nemli toprağı yalayan bir köpek görür. Orada

Page 12: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

da bir su kuyusu bulunmaktadır. Hemen ayakkabısını sarığına bağlayarak

kuyuya sarkıtır ve oradan su çeker. Daha sonra elleriyle o hayvancağıza su verir

ve susuzluğunu gidererek onu ölümden kurtarır. Böyle bir davranışın Allah

indinde değerli olduğu, güzel bir iş olduğu konusunda dönemin peygamberine

vahiy gelir:

"Allah o kişinin yaptığını beğendi ve mükâfat olarak onu

cennetine koydu."

Sa'di'nin "Bostan" adlı kitabında söz konusu ettiği (Hadis) budur:

Biri çölde susuz bir köpek gördü.

Hayatında böyle bir şey yapmamıştı.

Sa'di burada "Külahıyla su çekti" demektedir, fakat hadiste "ayakkabısıyla

su çekti" ifadesi vardır.

O övülen kişi külahıyla kuyudan su çekti

Ona ip olarak kendi sarığını bağladı.

Hizmet etmeğe hazırlandı ve kollarını sıvadı.

Güçsüz kalmış köpeğe azıcık su verdi.

Peygamber bu adamın durumundan söz etti.

Ki Allah onun günahlarının tümünü affetti.

Bu davranışın Allah indinde ve Allah'ın kullan nezdinde bir değere sahip

olmasının sırrı neresinde gizlidir acaba?

SIRRÎ SIKTÎ'NİN SÖZÜ:

"Sırrî Sıktî" adında bir arifin şöyle söylediği nakledilir: Ben söylemiş

olduğum bir Elhamdülillah sözünden dolayı otuz yıldır istiğfar ediyorum, Allah'a

yaptığım bir şükürden dolayı. Bu nasıl olur? Diye sorduklarında, O: "Benim

Bağdat'ta bir dükkânım vardı. (Bu hikâyeyi de Sa'di şiir şeklinde yazmıştır). Bir

gün Bağdat'taki falan çarşıda yangın çıktığı ve dükkânların yandığı haberi

geldi. Dükkânının yanıp yanmadığını görmek için derhal oraya gittim. Adamın

biri bana "Senin dükkânına ateş sıçramamış" dedi. Ben de "Elhamdülillah" dedim.

Daha sonra kendi kendime şöyle düşündüm: Acaba sadece sen mi varsın bu

dünyada?" Daha sonra dört dükkânın yandığı ve benim dükkânımın yanmadığı,

yani başkasının dükkânının yandığı söylendi. Bundan dolayı

"Elhamdülillah" dedim. Bunun manası; Elhamdülillah ki benim dükkânım

yanmamış da başkasınınki yanmış. O halde ben şuna razı olmuş oluyorum:

Onun dükkânı yansın da benimki yanmasın. Sonra kendi kendime, "Ey Sırrî!

Yoksa sen Müslümanların üzüntüsünü gönlünde dahi olsa paylaşmıyor musun?"

diye söylendim. (Burada Peygamber (s.a.a)'in şu hadisine işaret edilmektedir:

Her kim, yardımının Müslümanların hizmetine olmasını düşünmeksizin sa-

bahlarsa, Müslüman değildir.([3])

Ve işte ben otuz yıldır söylemiş olduğum o

Page 13: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

"Elhamdulillah"tan dolayı tövbe ve istiğfarda bulunmaktayım." Peki, bu neyin

nesidir?

MEKARÎMU'L AHLAK DUASI

"Sahife-i seccadiyye hem sened açısından hem de içerik açısından çok

muteber bir dua kitabıdır. Şia âlimlerinin İslam'ın ilk asrından beri kendisine

büyük bir değer verdikleri bu kitap, Zeynu'lâbidin Ali b. Hüseyn'e (selamullahi

aleyhi) aittir. Hicri birinci asrın sonlarında ve hicri ikinci asrın başlarında bir

kitap şeklinde elden ele dolaşan bu kitap Kur'an'dan sonra tek kitaptır. Nehc-

ül Belağa da kitap halindedir, fakat Nehc-ül Belağa, halk arasında değişik

şekillerde olan Ali'nin (AS) hutbelerini, mektuplarını ve kısa sözlerini

içermektedir. Seyyid Rıza dördüncü asırda bu değişik mecmuaları toplayıp bir

kitap haline getirdi. Usul-i Kafî, dördüncü asırda bir kitap halinde toplanmıştır.

Diğer kitaplar da Usul-i Kâfi’den önce yazılmıştır. İmamların bazen

kendilerinden söz ettikleri rivayet kitaplarından olan Fatıma'nın (s.a) Mushafı

ve Ali'nin (AS) kitabı ise, bugün elimizde mevcut değildir. Böylece, Kur'an'dan

sonra ilk önce kitap şeklinde var olan ve bugün de elimizde mevcut olan en eski

şia kitabı Sahife-i Seccadiye'dir. Zeyd b. Ali b. Hüseyn hazretleri Emevilerle

yaptığı savaşta şehit düşünceye kadar bu kitap O'nunla birlikteydi. Kendisi bu

kitabı bir başkasına teslim etti. Kitabın iki nüshası vardı. Bu sahifenin başlangıcında

yazılıdır. Sahife-i Seccadiyye çokça duayı içine almaktadır. Ben, şuanda Sahife'nin

değeri hakkında konuşmak istemiyorum. Çünkü bu bizi asıl konumuzdan

uzaklaştırır. Sahife-i Seccadiyye'nin dualarından birisi "Mekanm-ül Ahlak" duası

olarak adlandırılan, yani büyüklük ahlakı duasıdır.

Önce, Peygamber-i Ekrem Efendimizin buyurmuş olduğu -Ehl-i Sünnetin

rivayet ettiği şekilde- şu hadisi okudum: "Mekarimu’l ahlâkı tamamlamak için

gönderildim "([4])

-Şia'nın rivayet ettiği şekilde- efendimiz şöyle buyurmuştur: "Size

mekarimu'l ahlâkı tavsiye ediyorum, Rabbim beni onunla gönderdi."

Bu iki hadis her ne kadar Peygamber Efendimizin dilinden iki ayrı yerde

ifade edilmişse de kapsadığı konu itibariyle ikisinin de aynı olduğu

görüşündeyiz. Bu duanın ismi "Mekarim-ül Ahlak" duasıdır. Galiba duanın bir

cümlesinin şöyle olmasından dolayıdır: "Ve bana yüksek dereceli ahlakı

bağışla." Eğer bizler bu (uzun) gecelerde bir fırsat bulur da bu güzel ve değerli

dualardan bazı kısımları sizlere okuyabilirsek çok yerinde bir iş yapmış oluruz.

Zira İslam'ın ahlakî mektebinin tanıtılmasının en iyi örneklerinden

birisi, Mekarim-ül Ahlak duasıdır. Bundan dolayı, yıllardır içimde taşıdığım

arzulardan birisi de bir vaktini bulup bu duaları Farsçaya tercüme etmek ve

özellikle de onları şerh etmek, bu değerli dualardaki felsefe ve incelikleri

açıklamak, farsça bilen halkımızın istifadesine sunmaktır. Bu benim taşıdığım

arzularımın bir kısmıdır. Allah Teâlâ’dan bana bu yardımı bağışlamasını

diliyorum ve Ali b.Hüseyin'in (s.a) bizzat mukaddes vücudunun, Allah Teâlâ’dan

Page 14: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

bu yardımın benim için var olmasını istemesini diliyorum. Şimdi ben bu duanın

bir kısmını bu tür örnekler için okuyorum. Bu mazmunları işiten herkesin ve

arzusu böyle olmak olan her insanın -elbette böyledir ve İslam’ın insanının böyle

olması gerektiğini öğretmektedir.- Göz önünde bulundurması gerekir, bu insan

kendi kendine sorar: Bu davranışların bu kadar değer ve kıymet kazanması

nasıl olur? Bu duanın her bir kısmı salâvatla başlar. Hazret; Hz. Peygamber ve

O'nun âline bir salâvat yollar, daha sonra birkaç cümlelik bir dua eder. İki defa

salâvat yollar. Şimdi bu duadan bir bölüm okuyalım:

Yüce Rabbine şöyle yalvarır: "Rabbim! Peygamber ve O'nun âline salât ve

selam olsun, bana hile yapan yani görünüşte iyilik yapan fakat kendi aralarında

gizli olarak bana kötülük yapmak isteyen kimselerle mücadele etmem için bana

yardım et. Beni terk edip yalnız bırakan kimselere, beni arayıp sormayan, artık

yanıma gelmeyen dostlara mükâfatlarını avuçlarına koymam için bana yardım et.

Nasıl mı? Onlar beni terk etmelerine, iyiliği terk etmelerine karşılık ben, iyilik ve

ihsanda bulunayım. Beni mahrum bıraktığı şeyden ben ona bir mükâfat olarak

bağışlayayım. Benden ilişkisini kesen herkese mükâfatlar vereyim. Sıla-i Rahim

(akrabaziyareti) 'nin ve dostluk ilişkilerinin kesilmesini isteyen dost ve akraba-

larla ilişki kurayım. Benim mükâfatım ancak şudur: Onlar bu ilişkiyi kesmeye

çalışıyor bense ilişki kuruyorum. Onlar arayı bozmağa çalışıyor ben ise arayı

bulmağa çalışıyorum. Ve benim gıybetimi yapanlara, arkamdan kötülüğümü dile

getirenlere karşı muhalefet edeyim. Gıybetimi yapanlara yapacağım muhalefet;

onların arkasından iyiliklerini dile getirmektir. Devamlı onların iyi olduklarını

söylemektir. Halkın yaptığı iyiliklerden dolayı kendilerine teşekkür edeyim ve

yaptıkları kötülüklerin karşısında da göz yumayım."

İnsan için bu nasıl bir istektir? Şu halde bizler bundan da öte bir isteklere

sahip olalım mı yoksa olmayalım mı, bu tip davranışlarda bulunalım mı,

bulunmayalım mı, acaba bu davranışlar övülmeğe değer mi, değmez mi? Bunlar

değerli mi, yoksa değersiz mi? Şayet değerliyse nasıl bir değere sahip? Böyle

davranan bir insan görüşümüze göre acaba bir kahraman mı yoksa değil midir?

Evet kahramansa bu kahramanlık nasıl bir şeydir? Bu kahramanlığın sun nerede

yatmaktadır? İşte cevabını ileride vermek için üzerinde durduğumuz soru budur.

Bu tip davranışların, düşüncelerin, niyetlerin, irade, sevgi ve muhabbetin ahlaki

olma esprisi nerede yatmaktadır?

HACE ABDULLAH ENSARÎ'NİN SÖZÜ

Bir söz vardır, Abdullah Ensarî'ye ait olduğu söylenir.

Şöyle demektedir: "Kötülüğe karşı kötülük yapmak köpekliktir." Bir kişi

bir adama bir kötülük yapar, bu adam da o kişinin kötülüğüne karşılık kötülük

yaparsa, işte bu, köpeklere özgü bir davranıştır. Çünkü eğer bir köpek başka bir

köpeği ısırırsa, diğeri de onu ısırır.

Page 15: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

"İyiliğe karşı iyilik yapmak eşekliktir." Bir kişi bir adama bir iyilik yapar,

bu adam da, onun yaptığı iyiliğe karşılık iyilik yaparsa, bu da önemsenecek bir

davranış değildir. Bilmiyorum gördünüz mü, yoksa görmediniz mi? Herkesin

benim gibi görmüş olacağını zannederim: Bir eşek başka bir eşeğin ensesini

kaşıdığı zaman, o da hemen diğerinin ensesini kaşır. Kendi ensesini kaşıyan -ki

bu kaşıma onun hoşuna gider- eşeği görünce O da hemen arkadaşınınkini

kaşımağa başlar.

"Kötülüğe karşı iyilik yapmak Hacı Abdullah Ensari'nin işidir." Buna

benzer bir dörtlük de vardır:

"İyiliğe karşı kötülük yapmak, biz İran halkının işidir."

Emiru'l Mü'min'e ait olduğu söylenen şöyle bir şiir de vardır:

"Çokça cahil insan, sefihlikleriyle kötülüğümü dile getirir. Ben, onlara cevap

vermekten utanırım."

Buradaki "Sefih" deli manasına değildir. Herhalde "akli olgunluğa

ermemiş" kişi manasınadır. Bu şiirde eğer "sefih "in yerine akli olgunluğa sahip ve

bir hedefe sahip olan bir kimse olursa, onun davranışının toplumsal bir yönü

ortaya çıkar ve artık ondan vazgeçilecek yer yoktur.

"Cahiller, kendilerine laf atarlarsa, kendilerine "selâm" deyip ge-

çerler." (Furkan: 63)

Emiru'l Mü'minin işte böyle demek istiyor.

Öyle insanlarla karşılaştım ki henüz akli bir olgunluğa erişmemişler, kendi

cahillik ve bilmezlik yüzleriyle karşıma dikilip benim kötü olduğumu söyler ve

bana hakaretlerde bulunurlar. Ben ise, bu cahil insanlara cevap vermekten

tiksinirim.

"O kendi sefahat, cehalet ve dedikoduculuğunu artırır.

Ben ise, kendi Hilmimi arttırmaktayım.

Benim sözüm ud ağacı gibidir.

Ki onu ateşe attıklarında ateş yaktıkça

Onun kokusu daha güzel bir şekilde etrafa yayılır." ([5])

Burada hilm'in de ahlaki bir değerinin olduğu vurgulanmaktadır. Şu şiir de

O'na aittir:

"Ben bazı şahsiyetsiz kimselerin yanından geçerken bana hakaret ederler.

Ben kendi kendime derim ki onun maksadı ben değilim."

Page 16: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

PAZARCI VE MALİK EŞTER

Malik Eşter'in hikâyesini hepiniz duymuşsunuzdur: "Çok kuvvetli ve iri

yapılı biri olan Malik, Küfe çarşısından geçiyordu. Orada da pazarcı bir çocuk

oturmaktaydı. Malik'i tanımıyordu. Çocuk bir çöp bidonunu aldığı gibi Malik'in

üstüne doğru boşalttı. Malik, hiçbir şey demeden kalktı ve gitti. O gittikten sonra

adamın biri o pazarcıya: Kendisine bu şekilde hakaret ettiğin, alaya aldığın kişinin

kim olduğunu biliyor musun? diye sordu. O: "Kimdi?" diye sorunca adam:

"Emiru'l cund ve Ali b. Ebi Talib'in komutanıydı" dedi. Pazarcı titreyerek: "Benim

hakkımda bir karara varmadan gideyim de ondan özür dileyeyim." diyerek

Malik'in peşinden koştu. O'nun camiye girip namaz kılmağa başladığını gördü. İki

rekât namaz kıldı. Namazını bitirinceye kadar sabretti. Selam verdikten sonra

hemen yanına koşup özür dilemeğe başladı: Ben sana terbiyesizce hakaret eden

adamım tanıyamadım... vb. sözler söyledi. Malik: Allah'a yemin ederim ki ben şu

anda mescide gelmek niyetinde değildim, başka bir yere gidiyordum. Allah'a

yemin ederim ki ben camiye, iki rekât namaz kılmak ve senin için dua edip Al-

lah'tan günahlarını affetmesini ve seni hidayetine erdirmesini dilemekten başka

bir şey için gelmedim."

Acaba bu davranışa ne ad verilir? Bu çok yüce ahlakî bir değerdir. Temiz

imamlar hakkında bu tür hikâyelere ve kıssalara maşaallah çok fazla sahibiz.

ŞAMLI ADAM VE İMAM HÜSEYN (AS)

Şimdi anlatacağımız kıssa hem İmam Hasan'a, hem de İmam Hüseyn'e

nispet edilmiştir. Naklettiğimiz rivayet İmam Hüseyn (as) hakkındadır:

İsam b. Mustalık adında Şamlı bir adam Medine Mescidi'ne geldi. Heybet

ve celal sahibi([6])

bir adam gördü. Gözleri onun üzerinde kaldı. Dedi ki: "Orada

oturan kimdir? Şahsiyetli biri olduğu anlaşılıyor." Hüseyn b. Ali bin Ebi

Talib([7])

olduğunu söylediler. Ali'nin oğlu Hüseyn olduğunu duyunca şöyle dedi:

"Allah'a daha yakın olabilmem için gideyim de O'na birkaç hakaret dolu

söz söyleyeyim. Geldi ve İmam'ın karşısına dikilerek gücü yetinceye kadar Emirel

Mü'minin ve İmam Hüseyn'in kendisine hakaret etti, nefret yağdırdı. İslam'ı

sizler harap ettiniz, siz münafık insanlarsınız vb. laflar etti. İmam bu adamın

yüzüne baktı ve onun gaflete düşürülmüş birisi olduğunu yüzünden

anladı. Adamın sözleri bitince imam şöyle dedi: "Acaba sen, Şamlı mısın? Adam

"evet" dedi. İmam: "Biliyorum, Şamlılar hep böyledir. Fakat yine de siz bizim

şehrimizde yabancı birisiniz, misafirimizsin, gel bizim eve gidelim de misafirimiz

ol. Sana ikramda bulunalım, eğer yol azığın azsa sana yol azığı verelim..." dedi.

Adam şöyle diyor: "O an beni bir hal aldı, bir an yer yarılsın da içine girip yok

olayım istedim."

Page 17: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

Zamanın birinde Şamlı bir adamla Kufe’li bir adam bir kahvede

oturmuş namaz konusundaki bir mesele üzerinde konuşuyorlardı. Kûfeli, "benim

söylediğim doğrudur" dernek için şöyle dedi: Ben Ali'nin şöyle şöyle namaz

kıldığını gördüm." Şamlı şaşkınlıkla şöyle dedi: Allah Allah! Yoksa Ali namaz da

mı kılıyor?!" Bu bedbahtlar, bu Şamlılar işte bu kadar iğfal edilmişlerdi.

MEKARİMU'L AHLAK DUASININ BAŞKA BİR KISMI

Sahife-i Seccadiyye'den size okuduğum bu kısımların çok yüce ahlaki

değerlere sahip olduğunu görmekteyiz. Şimdi de Sahife-i Seccadiyye'nin başka bir

kısmını sizlere okuyayım.

İmam Peygamber'e ve O'nun ehline salât ve selam söylediği bölümden

sonra yüce Allah'a şöyle yalvarır:

"Allah'ım! Beni salihlerin sahip oldukları süslerle süsle, takva sahiplerinin

elbisesini üstüme ser."

Bu cümleler, Salihlerin süsünün ne olduğunu ve hangi şeylerin salih

kimseler için süs olduğunu, hangi şeylerin muttakiler için güzel elbise olduğunu

açıklamıyor. Zira bizim tanıdığımız salih ve muttaki kimselerle İmam Seccad'ın

burada açıkladıkları çok büyük bir farklılık arz eder.

"Allah'ım beni salihlerin, süsüyle süsle ve takva sahiplerinin güzel elbisesini

üstüme ser."(kendisinin, salihlerin süsü ve muttakilerin elbisesinden ne anladığını

halkın bilmesi için de şöyle buyurmaktadır) "Adaletin yayılmasında." işte

salihlerin süsü ve muttakilerin güzel elbisesi adaleti yaymalarıdır.

"Gazaplandığım zaman önünü tutayım", Yani kızgınlık anında bu kızgınlığıma

galip gelebileyim ve kızgınlığımı dindireyim. Nasıl bir "dindirme"? Öyle bir

dindirme ki insanın herhangi bir şeyden gazaplanmasını dindirmekten öteye

kalbinde dahi taşıdığı kin ve nefreti yok etmektir. Tıpkı hararet altında eriyen

buz parçası gibi bu kin ve nefretin erimesidir. Muttakilerin elbisesi ve salihlerin

süsü, işte bu kin ve kızgınlığı içlerinde yok etmeleridir.

"Aralarındaki ateşi söndürebileyim."

Yani iki mü'min arasında var olan savaş, kargaşa, ihtilaf ve fitne ateşini

söndüreyim. Bizler ne yapıyoruz? Aralarındaki ateşin daha da fazlalaşması için

odun getirip ateşi daha da canlandırıyoruz? İmam'ın yaptığı bu değil. Nerede iki

kardeş arasında bir kızgınlık ateşi görse hemen onu söndürmeğe çalışıyor.

"Müminler ve Müslümanlar arasında barış ve sevgiyi sağlayayım. Halkın

kötülüklerini, insanların ayıp ve hatalarını örteyim."

Page 18: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

(Bunların tümü ahlaki konuların içinde yer alır, içinde herkesin hakkının

var olduğu toplumsal konuları kapsamaz. Bu yaptırımlar mekarimu'l ahlak

duasında da var olan yaptırımlardır.) insan şu konumda durabilmelidir: İnsanları

daha güzel tanıtan, birbirlerinin yanında Müslümanlara hüsnü zan (iyi niyet)

beslesin, insanların iyiliklerini orada burada anlatsın, kötülüklerini ise -hatta

gerçekleşmiş olan kötülüklerini dahi- örtüp saklasın, gizli yönlerini açığa

vurmasın. İşte bu, İslami bir vazifedir: Halkın iyiliklerini açıklamak, kötülüklerini

ise saklamak... Eğer bir insanın ufacık bir iyiliği varsa ve bu insan halkın kendisini

bu iyiliği ile tanıdığını görüyorsa, işte bu, onun benliğinde var olan kötülüklerin

azalmasına ve yok olmasına bir sebeptir. Bunun tersine, eğer bir insanın hem

iyilikleri hem de kötülükleri varsa ve halkın onu sadece kötü-lükleriyle tanıdığını

görürse, onun iyi olan şahsiyeti ve yaptığı iyilikler kesilir, yani yavaş yavaş kötü

adam olmağa doğru gider.

KUR'AN'IN MÜMİNLERİN KÖTÜLÜKLERİNİ YAYMAKTAN ŞİDDETLİ

BİR ŞEKİLDE NEHYEDİŞİ

İşte Kur'an'ın fevkalade şiddetli bir şekilde, Müslümanların kötülüklerini

(Kur'an'ın tabiriyle: Fuhşiyatlarını) hatta açık bir şekilde işlenmiş kötülüklerini

bile yaymaktan nehyedişi bundan dolayıdır:

"İnananlar içinde fuhşiyatın yayılmasını isteyenler için çetin bir azab

vardır." (Nur: 19)

Bu ayet hakkında yapılan iki tefsirden birisine göre ifade: "Müslümanlar ve

müminler hakkında kötülükleri yaymayı sevenler" anlamındadır. Allah göstermesin

bir şahısta bir sürçme meydana geldiği haberi alınsa, ben doğrulan söylerim, yalan

ise yazıktır. Bir hadiste şöyle denilmiştir: "Eğer birisi mü'min kardeşi hakkında töh-

mette bulunursa, tuzun suda eridiği gibi iman da onun ruhunda erir, yok olur; o şahıs

için iman diye bir şey kalmaz artık." Eğer doğru olursa bu ona söyler, o bir başkasına

söyler, böylece bu (töhmet) her tarafa yayılır. Eğer yalan olursa -ki doğrusunu

Allah bilir- İşte Kur'an'ın asla istemediği budur. Gıybet etmek neden haramdır?

Elbette kötülüğü icat ettiği için. Gıybet etmek, kötülüklerin açıklanmasının aynısı

olduğu içindir, yani gerçekleşmiş kötülükleri açığa vurmaktır.

BAZI KONULARDA GIYBET ETMEK CAİZDİR.

Tekrar belirteyim ki bazı konularda gıybet etmek caizdir -ki bu tip konular

toplumu da ilgilendiren konulardır.- Halis bir niyetle yapılan gıybetler

bunlardandır: Örneğin, adamın biri bir başkasıyla bir şirket kurmak istiyor. O

adam hakkında siz bir bilgiye sahip olduğunuz için size geliyor, onun durumu

hakkında sizinle görüşüyor. Acaba bir süre beraber kaldığınız bu adam nasıl

birisidir? Ben onunla bir iş yapmayı düşünüyorum veya kızımı ona vermek

Page 19: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

istiyorum veya kızını oğluma almak istiyorum gibi şeyler söylüyor. Burada

ortada olan istişaredir, danışmadır. Burada istişare söz konusu olduğu için sizin

gerekli konularda bilgi vermeniz caizdir, hatta şarttır. Bu adam şöyledir veya

böyledir diye gerçeği söylemelisiniz. Veya başka birisi tarafından size

zulmedilmesi konusunda olsun, yani birisi hakkınızı elinizden almışsa. Burada

siz, ya ağzınızı kapatıp hakkım elimden alındı demeyeceksiniz -ki bu durumda

hakkınız yok olur- Veya eğer söylemek isterseniz gıybet etmiş olursunuz. Fakat

bu gıybet caizdir.

"Allah, kötü sözün açıkça söylenmesini sevmez, ancak zulmedilen hariç.

(Zulme uğrayan kimse feryat edip zalimin kötülüğünü söyleyebilir, ona beddua

edebilir.)" (Nisa: 148)

Ben bunları, özellikle kendimizi ifrat ve tefritlerden korumamız için

söylüyorum. Biz Müslüman toplumun eksiği tarihin de hikâye ettiği hata şudur:

Bizler, -özellikle biz İranlılar- ya tamamıyla o tarafa düşüyoruz, ya da bu tarafa,

orta yolda duramıyoruz. Ya daima gıybet eden bir halk oluyoruz veya Haccac'ın

gıybetini dahi caiz görmeyen bir duruma düşüyoruz.

İBN-İ SÎRÎNİN YANLIŞ SÖZÜ VE GAZALÎ'NİN YANILGISI

"İbn-i Sîrîn", Hicri ikinci asırdaki Müslüman İran âlimlerinden biridir.

Adamın biri, İslam dünyasında kan dökücü ve zalim olarak tanınan Haccac'ın

kötülüklerini İbn-i Sîrîn'in yanına gelip anlatmağa başlamış. İbn-i Şîrîn: "Gıybet

etme, şu anda senin yaptığın gıybetin günahı Haccac'ın günahından daha fazladır.

Benim, Haccac'ın gıybetini yapan birisini dinlemeğe vaktim yok" diyerek adamı

susturur. Bu değersiz bir sözdür. İşin asıl ilginç yanı, Gazalî'nin de, bukadar

büyüklük ve azametine rağmen bu hikâyeyi nakletmesi ve onu teyit etmesidir.

Bu yanlış bir şeydir. Bizim Gazali'yi büyük bir insan olarak, yani fevkalade

mütefekkir bir insan olarak tanımamıza rağmen bu söz yanlıştır. Büyük

insanların büyük hataları da olur. Gazali'nin büyük yanlışlarından biri de, İbn-i

Cevzî'nin deyimiyle, konuların çoğunda şeriatı tasavvufla karıştırmıştır.

Gazali'nin tasavvuftaki bir ifrat noktaları, bazen onun İslam fıkhının dışına

çıkmasına sebep olmuştur. Aşağıdaki sözünde şöyle dediği gibi:

"îbn-i Sîrîn doğru söylemiştir, o adamın Haccac'ın gıybetini yapmaya hakkı

yoktur, Haccac Müslüman’dı."

Acaba eğer Haccac'ın gıybetini yapmak caiz değilse o halde bu dünyada kimin

gıybetini yapmak caiz olur?! Şu halde bizim de gece gündüz minberde Yezid b.

Muaviye'nin gıybetini yapmamamız gerekir. Çünkü biz onun zulmünü

açıklıyoruz. Allah, bizzat kendisi Firavn'ın gıybetini yapmıştır. Nemrud'un

kötülüğünden söz etmiş, Karun'un kötülüğünden söz etmiş, Bel'am Baura'nın

kötülüğünden söz etmiş ve buna benzer yüzlerce kişilerin ve kavimlerin

Page 20: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

kötülüklerinden söz etmiş, İsrailoğulları kavminin tümünün kötülüğünden söz

etmiştir. Hayır, bunlar gıybet değildir. Artık o tarafa da düşmeyin.

Hazret'in tabiri şu idi: İyiliklerin açıklanması, ayıpların örtülmesi. Bunların

tümünü şunun için açıklıyorum: İnsanın kendi istekleri bu tip istekler olunca

büyütülmeğe değerdir. Düşünceleri bu tip düşünceler olunca büyütülmeğe

değerdir. Böyle bir amele sahip olan bir kişi büyütülmeğe değerdir. Böyle

yatkınlıkları olan bir kimse kahramanca bir yapıya sahiptir, çok değerli, kıymetli

ve önemli bir yapıya sahiptir. Bu değerliliğin kökeni nerede yatıyor? Bu düşünce

ve davranış nereden ve nasıl değer kazandı? Bu değerliliğin kökünü bizler elde

etmeliyiz.

Değişik mekteplerin (ekollerin) ahlaklı olmanın sırrını göstermek için

davranışlar ortaya koydukları ve görüşler ileri sürdükleri yer burasıdır. Yarın

akşamdan itibaren bu ekollerin görüşlerini ele alacağız. Hangi ekolun, ahlaklı

olmanın sırrını nerede aradığını ayrı ayrı inceleyeceğiz. Bunun sonunda da İslam

mektebinde ahlaklı olmanın sırrını incelemeği istiyorum. İslam'ın bu yüce değer-

lerin sırrını nerede ve hangi şeyde gördüğünü anlayacağız. Bundan da öteye,

İslam'ın ahlakî davranışları nasıl ele aldığını ve bu davranışların İslam

mektebiyle nasıl olgunluğa erdiğini -elbette ki bütün ekollerin içinden bu ekolle

olgunluğa sahip olur-, aynı şekilde başka ekollerin, özellikle maddî felsefelerin,

ahlaki değerleri nasıl ele alabildiklerini ve teyit edebileceklerini göreceğiz.

Ya Rabb! Gönüllerimizi iman ve Kur'an nuruyla münevver kıl.

Ya Rabb'. Ruhlarımızdan kin, nefret ve kıskançlığı hemen ve lutfunla çıkar.

Ya Rabb! Bizi kendi İslam’ını gerçek anlamıyla tanıyanlar eyle.

"Allah'ım! Hepimizi kendi görevlerimizi tanıyanlar eyle, Müslümanlara

bütün cephelerde yardım et. Bütün Müslümanlara, gerek manevi ve ahlakî,

gerekse dış cephelerde yardım et. Allah'ım! Lütfunla yardım ve zaferi bizlere

bağışla.

Ya Rabb! Ölülerimize mağfiret eyle!

Allah salâvatla birlikte Fatiha’yı okuyana merhamet eder."

Page 21: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

İKİNCİ OTURUM

ATIFÎ (ŞEFKAT) TEORİSİ VE İSLAM FELSEFECİLERİNİN TEORİSİ

Page 22: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

Rahman ve Rahim Allah'ın adıyla.

"Hamd, bütün varlıkları yaratan âlemlerin Rabb'ı olan Allah'a mahsustur.

Salât ve selam Allah'ın kulu, resulü, habibi, günahlardan arındınlmış, Allah'ın

sırrını koruyan, risaletini tebliğ eden efendimiz, peygamberimiz, Ebu'l Kasım

Muhammed'e ve onun günahlardan arındırılmış tertemiz ve güzel yakınlarının

üzerine olsun. Lanetlenmiş şeytandan Allah'a, sığınırım."

"Affı (kolaylık yolunu) tut, iyiliği emret, cahillere aldırış etme" (A’raf:

199)

Kısaca insan davranışlarının iki tür olduğundan söz etmiştik: Birincisi,

övülmeğe değmeyen, kahramanca sayılmanın ve aferin demeği gerektirmeyen

tabii, normal ve geleneksel olarak yapılan davranışlar. İkincisi; insanların

övmeğe layık gördükleri, o davranışlarda bulunan kimseleri övdükleri ve onları

bir çeşit kahraman olarak tanıdıkları davranışlardır. İşte biz bunlara ahlaki

davranışlar diyoruz. Şimdi herhangi bir işin, davranışın ahlaki olma sırrının ne

olduğu konusuna geldik. Herhangi bir iş, davranış nasıl ve hangi şekilde ahlaki

bir renge bürünür ve tabii, normal davranışlardan farklılık arz eder? Başka bir

deyişle, ahlaki olmanın ölçüsü nedir? Burada çeşitli görüşler mevcut olup biz ilk

önce bu görüşleri nakledeceğiz, sonra bu görüşlerden hangisinin doğru hangisi-

nin yanlış olduğu veya herhangi bir görüşün bir kısmının doğru, diğer bir

kısmının ise yanlış olduğunun mümkün olup olmadığı üzerine konuşup

eleştiriler yapacağız.

ATIFÎ (ŞEFKAT TEORİSİ)

Ahlaki olma melekeleri hakkında en eski görüşlerden biri de atıfi görüşüdür.

Bazıları ahlaki olma sırrını beşerin şefkatinde görmektedirler. Şöyle

demektedirler: Normal ve yapıla gelen işler, insanın kendi isteğiyle oluşan sebep

ve tabii isteklerden meydana gelen işlerdir (davranışlardır) ye bu davranışlardan

amaç; kişinin kendisine bir faydanın dokunması veya bu kişinin bir lezzet alma-

sıdır. Bu tür istek ve temayüllerden kaynaklanan ve bu tür amaçları taşıyan her

davranış normal ve yapıla gelen davranışlardır. Halkın yapmakta olduğu birçok

davranış gibi davranışlar ahlaki değildir. Sabah erken kalkıp maaş almak ve bu

maaşla geçimini sağlamak, işe giden bir işçinin yaptığı normal ve yapıla gelen bir

iştir. Aynı şekilde görevi yöneticilik olan veya bir şirkette çalışan bir memurun

işi veya ticaret ve menfaat peşinde koşan bir tüccarın yaptığı iş, kendi şahsi ve

hayatıyla ilgili olduğu sürece ve kendişahsına bağlı bir eğilimden dolayı çalıştığı

sürece, amacı; kendisine zevk ve sefanın dokunması veya kendisinden

kalkmasını istediği bir sıkıntının giderilmesi (bir insanın kendisinde vuku

bulan bir hastalığın veya tehlikenin giderilmesi için doktora müracaat etmesi gibi)

olduğu sürece tabii ve normal işlerdir. Ahlakî davranış öyle bir iştir ki kişisel

eğilimlerden daha üstün atıfelerden, yani, sevgiden de öte atıfelerden

Page 23: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

kaynaklanmaktadır. İnsanların ahlaki davranışları öyle davranışlardır ki, o

insanlar başkalarını da severler, yani sadece kendilerini sevmezler. Başkalarının

hayatlarıyla da tıpkı kendi hayatları gibi ilgilenirler, başkasına dokunan birfayda

ve lezzetten dolayı sanki bu fayda kendilerine dokunmuş ve kendileri bir lezzet

duymuş gibi sevinirler. Elbette bunun bazı dereceleri vardır. Bazen sevginin

dışındaki atıfeler bazı insanlarda öyle yükselir ki, başkalarına bir fayda veya

lezzet sağladıklarında kendilerine fayda sağlamaktan daha çok sevinirler. Yani

başkalarını örtmeye kendilerinin örtünmesinden daha çok sevinirler, başkalarına

yedirmekten kendilerinin yemesinden daha çok lezzet alırlar, başkalarını huzura

kavuşturmaktan kendilerinin-huzur ve rahata kavuşmasından daha çok

hoşlanırlar.

İNSANIN DAVRANIŞINDAKİ BAŞLANGIÇ VE HEDEF

İnsandaki her davranışın bir başlangıcı bir de gayesi vardır. Yani insanda,

kendisini bir işe yönlendiren bir duygu, bir eğilim, bir yaptırım vardır. Eğer bu

olmasaydı insanın o işi başlatması mümkün değildi. Kişiyi harekete geçirici,

yönlendirici bir faktör veya bir korku olmaksızın insanın bir işi başlatması

imkânsızdır. Her işin bir hedefi, amacı vardır, insanın yaptığı her işte kavuşmak

isteği bir amaç ve hedefi vardır. Ahlaki iş, öyle bir iştir ki başlangıç açısından,

insanın kendisine bağlı olmayıp başkasına bağlı olan bir eğilimden doğar. Bunu da

sevginin dışındaki atıfe olarak adlandırıyoruz. Buna göre insanın amacı, hayrın

kendisine dokunması değil, başkalarına dokunmasıdır. Bu görüşe göre, tabii fiil,

"Kendi" ve "Ben" dairesinin dışında değildir. "Ben" ve "Kendi"ne bağlı

olan eğilim ve arzu, bu hayrın aynı "Ben" ve "Kendi"ne dokunmasını ister.

Hayvanlar da böyledir. Fakat ahlakî fiil, hem eğilim yönünden"Kendi" dairesinin

dışındadır, yani bu eğilim aslında "Kendi"ne bağlı değildir, başkasına bağlıdır.

Hem de amaç yönünden "Kendi" dairesinin dışında olmaktır. Çünkü amaç hayrı

kendisine değil de kendisinden başkasına ulaştırmaktır. O halde ahlaklı

insan, "Kendi" dairesinden ayağını çekmiş ve kendinden başkasına ulaşmış

insandır. Bu, ahlakta, muhabbeti ahlakın temel unsuru olarak kabul edip anlatan

ekoldür. Onun nazarında ahlak muhabbete, sevgiye eşittir. Ahlakını bu temel

üzerinde kuran ahlaklı öğretmen, kendisini muhabbetin yayıcısı olarak bilir ve

tanır. Bu nazariyenin bir kısmı, tüm dinler arasında ve dünyadaki felsefi

ekollerin çoğunda müşterek bir nazariyedir. Herhalde bizler dünyada muhabbeti

sevgiyi tavsiye etmeyen hiçbir dine rastlamadık. Bizim haber ve hadislerimiz

arasında şöyle bir cümle vardır:

"Kendi için sevdiğin şeyi başkaları içinde sev, ve kendin için beğenmediğin şeyi

başkaları için de beğenme" ([8])

(Bu içerikteki sözlerden birçoğuna sahibiz.) Dinler

Tarihiyle ilgili bir kitapta, dünyadaki büyük dinlerin tümünde bu tavsiyenin var

olduğunu okumuştum. Bunun elbette olması gerekir. Orada var olan şey, bu ekol

Page 24: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

ve dinlerden bazılarının muhabbet yönlerinin daha ağır basmasıdır, yani

ahlaklarının en ağır yönünü, mihverini, sadece ve sadece muhabbet

oluşturmaktadır, bundan başka bir odak noktalan yoktur. Fakat diğer dinlerden

bazılarında, muhabbet, onların ahlaki unsurlarından bir unsurdur. Ahlaklarında

bununla birlikte başka unsurlar da mevcuttur.

HİNT AHLÂKI

Hint ahlakı, atifî ahlakıdır, yani Hint ahlakının tek dayanağı, sevgidir

(atıfedir). Hıristiyanlık ahlakının da tek dayanağının sevgi ve muhabbet olduğu

söylenebilir. Gandi'nin kendi adına yayınlanan "Budur benim dinim" adlı bir

kitabı vardır. Avrupalı biri de bu kitaba çok geniş bir mukaddime yazmıştır.

Gandi: "Ben Upanişadları([9])

araştırmakla üç temel esasa vardım" demektedir.

Birinci esas, bütün dünyada bir iyilik, bir tanıma mevcuttur ve o da zat'm

tanınmasıdır. (Tercümede "zat" kelimesini yazmışlar. Ben, "zat" kelimesi yerine

"nefs" kelimesinin tercüme edilmesi gerektiği konusunda kesin bir iddiayı

savunuyorum.) Âlemde sadece bir iyilik mevcuttur, o da nefsin iyiliğidir, yani

kendini tanıma. Marifet konusunda Hint kültürünün dayanağı, nefsin marifetidir,

yani, insanın kendisini tanıması gerektiğidir, kendini keşfetmelidir. Hinduizm’in

bütün riyazetleri([10])

de bu konuya ulaşmak içindir. Herhalde, şimdi bu esası

anladım diyebilirsiniz. Yani, bütün dünyada bir marifet ve bir tanıma vardır ve o

da kişinin kendisini tanıyıp keşfetmesidir.

İkinci esas şudur: Kendisini tanıyan herkes Allah'ı ve dünyayı tanımış

demektir. (Zat'ın marifeti değil de nefsin marifeti olarak tercüme edilmesi

gerektiğini iddia etmemiz işte bundandır.) Bu da doğru bir sözdür. O'nun

söylediği bu iki esas Peygamber-i Ekrem ve Emiru'l Mü'minin sözlerinde vardır.

Emiru'l Mümin'in Nehcül Belaga'sında değil, fakat Amudî'nin Gurer ve

Durer'inde vardır. Burada Emiru'l Mü'minin şöyle buyurmaktadır: "Kendini

tanımaher türlü tanımadan daha faydalıdır." ([11])

Bu şu demektir: Kendini tanıyan

herkes hem Allah'ı hem de dünyayı tanımıştır. Peygamber (saa) ve Emiru'l

Mümi'ninin sözlerinde bu manayı içeren hadisler çoktur: Kendini tanıyan Allah'ı

tanımıştır.

Gandi'nin, "Ben bu üç esası upanişadlar 'ı incelediğim esnada keşfettim " dediği

üçüncü esas ise şudur: Bütün dünyada bir güç ve bir iyilik mevcuttur bunun

dışında ise bir şey yoktur. O güç, üzerinde egemen olan güçtür. Kendisine hâkim

olan herkes -O'nun tabiriyle- bütün cihana hâkim olmuş demektir. Ve bütün

dünyada tek bir iyilik vardır. O da kendisini sevdiği gibi başkalarını sevmektir.

(Gandi'den nakletmiş olduğum tüm deliller bu bir cümleden ibarettir.) Hint

ahlakının "sevmek" temeli üzerinde kurulduğunu söyleyebiliriz. Hıristiyanlıkta da

iddia ettiklerine bakılırsa, ahlak sevgi üzerine bina edilmiştir. (Doğulu olan

Hintlilerin, yalan ve nifakları daha azdır. Batılı olan Hristiyanlar ise, genellikle nah

Page 25: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

tersinden çakarlar. Onlar hakkında "iddia ettiklerine bakılırsa" tabirini kullan-

mamız bundan dolayıdır.) Hıristiyanlık propagandacılarının her zamanki sözü

şudur Bizler, sevgi tebliğcileriyiz; Mesih (İsa), sevgi peygamberiydi, sevginin

öncüsü, aşkın öncüsü, şefkatin öncüsüydü. Nitekim şöyle demektedirler: Eğer

birisi yüzünün sağ tarafına bir tokat vurursa, ona sol tarafını da çevir.

Bu nazariyenin özeti; ahlak, yani iyilik yapmak, muhabbet beslemek,

başkalarını sevmek manasınadır. Acaba bu nazariye doğru mudur yoksa doğru

değil midir?

BU GÖRÜŞÜN ELEŞTİRİSİ

a) Her Muhabbet (Sevgi) Ahlak Değildir.

Bu nazariyenin yüzde ellisi doğru, yüzde ellisi doğru değildir. Bu nazariyede

tenkit edilecek yerler vardır. Bir tanesi sudun Her muhabbet ve sevgi ahlâk kabul

edilemez. Tıpkı övülmeğe ve methedilmeğe layık olup da ahlak sayılmayan işler

gibi. Methedilmeğe layık olan her davranışın ismi ahlâk değildir. Güçlü bir

bileğe sahip olan bir kahramanın işi övülmeğe değerdir. Fakat bunun ismi ahlak

değildir. Ahlakta, beğenilen ve kazanılan unsurlar, yani fıtrî olan şeylerin

dışındaki unsurlar yatmaktadır. Eğer bir işin başlangıcı insan için fıtrî, tabii ve

doğuştan gelen bir şey ise ve insan onu okumamış ve kendi isteğiyle elde

etmemişse, o iş, azamet ve ululukla övülmeğe değer olabilir, ama ahlak değildir,

anne ve babanın çocuğuna karşı olan sevgisi, özellikle annelik sevgisi gibi. Bir

annenin çocuğuna karşı olan sevgisi çok yüce ve çok büyük bir duygudur,

övülmeğe değer bir duygudur, ama annenin yavrusuna karşı göstermiş olduğu o

çok büyük sevgi duygusunun ahlaki bir davranış olduğuna delil gösteremeyiz.

Bu sevginin, başkasının çocuğuna, örneğin komşusunun çocuğuna karşı

göstereceği sevgiden farksız olduğunu söyleyemeyiz. Bu duygular, sevginin

dışında bir duygudur, ama bu, kendi çocuğuna özgü değildir. Buna ilave olarak o

bu duygulan öğrenip kazanmamış, kendi isteğiyle elde etmemiş, tam tersine

yaradılışa hâkim olan kanunlar, işlerin düzgün bir şekilde yürümesi için bu çok

güçlü duygulan ona vermiştir. Zira eğer böyle olmasaydı hiçbir anne kendi

çocuğuna hizmet etmezdi. Bundan dolayı Annenin duygulan, bir atıfeden kay-

naklanan başkasını sevmeye dayalı duygulardır ve "Kendi", yani "Ferd"

dairesinin dışındadır, fakat bu duyguları ahlakî duygular ve annenin davranışını

ahlak olarak adlandıramayız. Babanın duygulan, akrabalık duygulan, vatandaş

sevgisi ve milliyet sevgisi de bu türdendir. İnsanın kazanmadan elde ettiği

duygular ahlak sayılamaz.

b) Ahlak Başkasını Sevmekle Sınırlı Değildir.

Başka bir tenkit: Ahlak dairesi başkasının sevme sınırından daha geniştir.

Bütün ahlak anlayışları, yani tüm mukaddes işler insan sevgisiyle birlikte

başkasını sevme türünden değildir. Başka bir çeşit, yani yücelik, büyüklük, övgü,

Page 26: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

takdir, takdis ve aferine değer bir takım işler silsilesi vardır insanda, fakat bunlar,

başkasını sevmeğe bağlı değildir. İnsan, işar (cömertlik) ve ihsanı (iyilik) takdis

ettiği gibi, o işi de takdis eder. Tıpkı Arapların "İbâü'd deymî" olarak tabir

ettikleri zillete boyun eğmemek" gibi. İnsanlar bir tehlikeyle karşılaştıktan ve işleri

dağınıklığa uğradığı zamanlarda zarara tahammül etmeleri ve izzetlerini

korumaları için veya mala ve cana gelecek bir zarara tahammül edemeyecekleri

için zillet ve alçaklığa boyun eğme konusunda farklıdırlar. Tarihte öyle insanlarla

karşılaşıyoruz ki canlarını feda ediyorlar, fakat zillete boyun eğmiyorlar. "El -

Mevtü evla min rukûbi'l âr"([12])

denilir. Yani ölüm, insanın zillete boyun

eğmesinden daha iyidir. Emiru'l Mü'minin; şöyle buyurmaktadır:

"Muzaffer olarak ölmenizdedir hayat. "([13]

)

Gandi şöyle diyor: "Dünyada sadece tek bir iyilik mevcuttur o da, başkalarını

sevmektir." Hayır, dünyada, başkalarını sevmekten başka iyilikler de mevcuttur.

Bunlardan biri de az önce verdiğimiz örnektir.

c) İnsan Severlik Düşüncesi:

Üçüncüsü, insanın muhabbeti, açıklanması gereken bir kavramdır. Bu

kavramı genellikle "başkalarını sevme" şeklinde açıklamışlardır. Biraz daha ileri

gidenler ise, "insanı sevme" demişlerdir. İlk önce tenkit edilmesi gereken şey:

Niçin insanı sevme? Canlıları sevme dersek daha iyi değil mi? Gerçekten insan bin

hayvana karşı şefkat gösterebilir. Tıpkı hadiste anlatıldığı gibi, susayan

köpeğin susuzluğunu gideren, ayakkabısını (kovasını) kuyuya sarkıtarak

güçlükle su çekip köpeğin su ihtiyacını gideren şahsın yaptığı iş "insanı

sevme" olmadığı için ahlakî değil midir? Acaba insan sadece insanları mı sevmeli,

diğer canlıları sevmemeli mi? Aksine Sa'di'nin de dediği gibi her şeyi sevmeli:

Dünyada, dünyanın kendisinden memnun olduğu kimseden memnunum.

Bütün aleme aşığım çünkü alemin tümü O'ndandır.

Şahidim saki olduğu için bu zehiri irademle içiyorum.

Bu sıkıntıyı sevinçle çekerim çünkü ilaç da O'ndandır.

Niye sadece "insanı sevme" diyelim? Şüphesiz "canlıları sevme" demeliyiz.

O halde "insanı sevme" kavramının tefsire ihtiyacı vardır. Zira bu, eğer birazcık

ifrata kaçılırsa insanı sevme adı altında "imana düşman" anlayışı çıkar. Bu nasıl

olur?

İnsandan maksat nedir? Acaba insan bir başı, iki kulağı olan bir hayvan

mıdır? Bu bir başı, iki kulağı olan hayvanı gördüğümüz her yerde, "bu insandır,

insanoğlunun babası Âdem’in soyundandır' mı diyelim? İnsanoğlunun babası

Âdem’in soyundan olan her şeyi ister Lumumba olsun, isterse Musa Çumbe

olsun- çünkü ikisi de bu yönden eşittirler- sevmeli miyiz? Yoksa insandan

maksat her insan değil mi? Ne kuvvetli insan, ne de insanın zıddı olan insandır.

Page 27: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

Belki de insanlık sahibi insandır maksat ve "insanı sevme," insanlığın sevme, yani

insanlık değerlerini sevme açısındadır. Her insan, insanlık değerlerine sahip

olduğu ölçüde sevilmeğe, insanlıktan uzaklaştığı ölçüde de -velev ki bu

görünüşte diğer insanlar gibi olsun- düşmanlığa layıktır. Görünüş itibariyle

Cengiz, Yezid b. Muaviye ve Haccac b. Yusuf da insandırlar. Fakat insanlık de-

ğerlerinin kendilerinde olmadığı, insan karşıtı olan insanlardır. Ohalde "insanı

sevme" kavramının tefsire ihtiyacı vardır. İnsanı sevme, yani insanlık değerlerine

sahip olan her insan sevilmeğe layıktır. Yine insanlık değerlerine sahip olmayan

her insan, insanlık değerlerini elde etmesi için sevilmeğe layıktır. Bir insan-ı

kâmil, insanlık değerlerini yok eden bir insanı da sever, fakat sadece

karnını doyurmak için onu seviyor değildir. Onu bundan kurtarmak ve insanlık

değerlerine kavuşturmak için sever. İşte biz Peygamber'in(sav) Rahmet'un

li'lâlemin olması, yani ister kâfir ister mü'min olsun bütün insanlar için rahmet

olması bundan dolayıdır.

Şimdi, bunun ahlak konusunda söylenmiş bir ölçü olduğunu ve bu ölçünün

kâmil olmadığını görmüş bulunuyoruz. Bunu yüzde yüz yok etmiyoruz, fakat

kâmil bir ölçü değildir. Bu ölçüde gerçeğin tümü değil de bir kısmı vardır.

İSLAM FELSEFECİLERİNİN GÖRÜŞÜ -İRADE

İnsanlık ahlakı ölçüleri konusunda başka bir görüş daha vardır ve o da irade

görüşüdür. Bu görüşün biraz açıklanması gerekir. Her ne kadar benim açıklamam

zorsa da, açıklık getirmeye çalışacağım. "Her hayvanın iradeli olarak hareket

ettiği, falan yere gitmek için irade ettiği (istediği) ve oraya isteğiyle gittiği,

insanın da hayvan gibi iradesiyle hareket ettiği" bilinmektedir. Fakat bu yanlıştır.

Hayvanlarda var olan arzu ve istektir. İnsanda da bir takım arzu ve istekler

vardır. Fakat insanda, hayvanda bulunmayan bir "irade" vardır. İrade akılla yan

yanadır, aklın olduğu her yerde irade vardır, aklın olmadığı yerde irade de

yoktur. İnsan iradesiyle hareket edebilir, ama bazen de iradesiyle hareket etmez,

arzu ve isteğine göre hareket eder. Hayvan daima arzu ve isteğiyle hareket eder.

ARZU (MEYL) VE İRADENİN FARKI

Arzu ve irade arasındaki fark nedir? İnsandaki arzu, harici bir şeye

kavuşmağa çalışmaktır. İnsan açtır, sofraya yemek getirirler, kendinde yemeğe

doğru bir arzu hisseder. Yani insanın içinde kendisini yemeğe çeken bir kuvvet

vardır veya bu kuvvet, insanı kendisine doğru çeken yemekte de olabilir. Arzu

(meyi), insanı harici bir şeye doğru çeken harici bir etken ile insan arasındaki

cazibe ve çabadır. İnsan veya hayvan acıkınca kendisinde yemek yeme arzusu

belirir. Susayınca da su içme arzusu belirir. Cinsel arzu, karşı cinse meylettirir.

İstirahat etmekte kendi başına bir arzudur. "meyl" arz ettiğim gibi cazibedir,

çekici bir kuvvet gibi. İnsanda peyda olunca onu harici bir şeye doğru sürükler.

Anne sevgisi de kendi başına bir arzudur. Hatta insanlık sevgisi de bir arzudur.

Page 28: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

Örneğin insan çaresiz bir insanla karşılaştığı zaman kendisinde o çaresiz kişiye

yardım etme duygusu belirir, yani kendisinde ona yardım etme arzusu doğar.

Ama irade içsel bir duygudur, dışsal değil. Yani dış dünya ile insan

arasındaki bir ilişki değildir, bunun tersidir. İnsan, yapacağı işleri düşünür,

tartışır, en uzak ihtimalleri, doğacak sonuçları derin bir şekilde düşünür, aklına

göre işin iyi ve kötü yönlerini birbirleriyle ölçer, daha sonra iyinin ve doğrunun

hangisi olduğunu teşhis eder. İşte o zaman, arzusunun istediği değil de aklın

kendisine emrettiği şeyi yapmaya iradesiyle yönelir. İnsanın, aklının kendisine

yaptırdığı ve kendisinin de iradesiyle yaptığı işlerin çoğu içinde taşıdığı arzu ve

isteğe terstir. Perhizli olan bir kişi düşünelim. Sofraya oturmuş, önüne çok güzel

yemekler serilmiş. İçindeki arzu, onu, o güzelim yemekleri yemeğe iter. Fakat o

esnada düşünün eğer ben bu güzel yemekleri yersem ne olacak? Bundan dolayı

da arzusunun tersini yapar ve yemez. Başka bir değişle, onun yapısı ilaçtan nefret

eder. Sadece ilaca arzu duymamakla kalmaz, bu arzunun tam tersini taşır. Fakat

işin muhasebesini yapınca, ilacın alınması gerektiğini maslahat olarak görünce

ilaçtan nefret etmesine ve isteksizliğine rağmen o ilacı almaya karar verir, irade,

bütün nefsanî arzuların ve nefsanî arzuların karşıtlarının, yani nefret

ve korkuların kontrol altına alınması demektir. Arzunun tersi olan korku, insanı

kaçmağa sürükler. Fakat irade bazen korkuyla da mücadele eder. "Yerinde dur,

bunun ismi kahramanlık olur" der.

O halde irade, insandaki bütün arzu ve istekleri, çekicilikleri, nefretleri,

korkulan, cesaretsizlik ve ürkeklikleri kontrolü altına alan ve bir arzunun veya

başka bir şeyin insanı kendi tarafına çekmesine engel olan bir kuvvettir. Akla

şöyle der: "Ey değerli akıl! Gel otur da bu işin bir muhasebesini yap, hepsinin

içinden hangisi mutlu bir sonuca vardırır, maslahat hangisini ister? Maslahat han-

gisini gerektiriyorsa bana söyle de yapalım."

Bu nazariyeye göre, ahlakî davranış, bir arzunun tasallutundan doğmayan -

velev ki bu arzu muhabbet düşüncesi de olsa- ve arzunun tersi olan bir şeyin de

tasallutundan doğmayan bir davranıştır. Yani eğer siz mecbur kalan bir insan gibi,

muhabbet düşüncesinin tesiri altında kalırsanız bu ahlakî değildir. Örneğin

bazen acıma duygunuz kabarıyor, kendinizden geçiyor ve bir iş yapıyorsunuz.

Size "Bu işi niçin yaptınız?" diyorlar, siz: "Acıdım" diyorsunuz. Bu, insanın zaaf

noktasıdır. Eğer muhabbet düşüncesi akıl ve iradenin ihtiyarında ise, bir yerde akü

iradeye, "şu ferdi arzuyu izle", başka bir yerde de "izleme" der. Bu, bütün arzular

konusunda böyledir. Ben açım, yemeğe ihtiyacım var, bu durumda yemek yemek,

maslahattır. İrade, bu konuda arzuya izin verir, ben yemeği arzuma göre bir yere

kadar yiyorum. Geride birkaç lokma bir şey kalmış, irade hemen ortaya atılıyor

ve yeter diyor. Bundan fazla yersen rahatsızlık doğar, her ne kadar yemeği

arzuluyorsan da yeme. Ve ben artık yemiyorum. İnsanı sevme düşüncesinde de

bu böyledir. Çoğu konularda atıfe (acıma duygusu) bir hüküm verir, akıl ve irade

ise başka bir hüküm verir. Atıfe, acıma duygusudur, insanı açındırır. Ama akıl ve

Page 29: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

irade uzak ve geniş düşüncelidir. Bu konuda Kur'an'da bir ayet ve Sa'di'nin bir

şiiri vardır. Ayet, zina eden erkekler ve zina eden kadınlarla ilgilidir:

"Zina eden kadın ve zina eden erkeğin her birine yüz değnek vurun,

Allah 'a ve Ahiret gününe inananlar iseniz Allah 'ın dinini uygulama ko-

nusunda sizi, onlara karşı acıma duygusu tutup engellemesin.

Mü'minlerden bir gurup da onlara yapılan azaba şahid olsun. "(Nur: 2)

Allah, zina eden kadın ve zina eden erkeği cezalandırın, değnek vurun ve

müminlerden bir gurup da bu manzaraya şahid olsun diyor. Oysa Kur'an, katil

birisinin cezalandırılması esnasında birçok insanın içinin sızlayacağını ve bu

cezayı uygulamaktan vazgeçilmesinin iyi olacağını düşüneceğini biliyor. Bu, ani

bir duygudur. Böyle bir şeyin olması ve her katilin cezadan muaf tutulması

halinde bunun peşinden, cinayet üstüne cinayetlerin meydana geleceğini

düşünmez. Burada atıfe (acıma duygusu), cezalandırmayın diyor. Akıl ve

maslahat ise cezalandırın diyor. Buradaki atıfe, başkasını sevme atıfesidir,

kendini sevme atıfesi değil. Fakat atıfe, kendi başına hareket edemez. Atıfe,

acıma duygusudur, insanın elinden tutup, bu işi yapma der. Akıl ve maslahat

ise burada sertlik yanlısı olup "sen anlamazsın, sen sadece yakını görürsün, uzağı

göremezsin, eğer uzağı da yakın gibi görebilseydin böyle bir karar vermezdin"

derler. Kur'an şöyle buyuruyor:

"... Zina eden o ikisi için Allah 'in dininde merhamet ve şefkate kapıl-

mayın." (Nur: 2)

İlahi cezaların ortada ve bütün beşeriyet için maslahat olduğu yerde bir an

bile acıma duygusu söz konusu olamaz. Sa'di bir beytinde şöyle der:

Keskin dişli kaplana acımak koyunlara zulümdür.

Çok güzel söylemiş. Bir kaplana acımak, işin mantıki, maslahat, akıl ve

irade yönünü ele almaksızın sergilenen atıfi bir tavırdır. Koyunlarımızı yemiş

olan bir kaplanı düşünelim. Acaba biz bunu cezalandırmalı mıyız yoksa serbest

mi bırakmalıyız? Eğer yakın bir görüşe sahip isek ve sadece kaplanı görüyorsak,

ona acır ve serbest bırakırız. Yok, eğer uzak görüşlü isek cezasını veririz. Eğer

dünyada bir kaplandan başka canlı yoksa bu atıfe (acıma duygusu) doğru bir

atıfedir. Ama gözümüzü açıp da diğer tarafa bakacak olursak bu kaplana olan

acıma hissimizin yüzlerce koyun karşısındaki sertliğe eşittir. Atıfe, artık

başkasının sertliğini gerektiren bu acımayı gösteremez. Her şeyi birbirine bağlı

olarak hesaplayan akıl ve maslahattır. Bu atifenin arkasında bir sürü sertlik,

merhametsizlik, acımasızlık görüyoruz.

Buna benzer bir başka konu da hırsızlık cezasına yönelik sözlerdir. Hırsızın

elinin kesilmesi bir acımasızlıktır, insanlığa ve insan sevgisine yakışmaz. Hırsız,

hırsızlık yapsa da elini kesmemeliyiz, onu bırakalım da terbiye edelim. Sonucunu

Page 30: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

her zaman dünyada gördüğümüz terbiyeler. Hayır, böyle değildir. Sonuç her

zaman gördüğümüzün aynısıdır. Eğer; "Bundan sonra hırsızın eli şu yerden

kesilecektir" şeklinde bir kanun çıkarılırsa ve bir hırsızın eli kesilirse, artık hırsızlık

tohumu kökünden sökülmüş olur. Nitekim şimdi hırsızlık yapmak için ne

cinayetler, ne katliamlar işlendiğini görüyoruz.' Yani hırsızlığın bizzat kendisi

fevkalade büyük cinayet ve katliamları gerektirmektedir. Bu ekol, ahlakî

olmanın ölçü ve temelinin atıfe değil, aksine akıl ve irade olduğunu

söylemektedir. Buna göre atıfenin de akıl ve iradenin emri altında kendi işinin

yürütmesi gerekir. Yoksa eğer atıfeyi ahlakî davranış adı altında kendi başına

bırakırsanız, ahlakî davranışların tersi davranışlar yapar, İslam

felsefecilerininüzerinde ayrılığa düştükleri ahlakta şu sorun var: Kamil ahlak, ak-

im güçlülüğü ve iradenin güçlülüğü esası üzerine kurulan bir ahlaktır. Ferdî

arzular, çeşitli istekler ve iştiyakların tümü akıl ve iradenin kontrolü altında

olmalıdır. Bu nazariyeye göre gerçek ahlak, akıl ve iradenin tüm vücudu üzerinde

hâkim olduğu kimsenin ahlakıdır. Elbette insan vücudunda ferdî şefkatten başka

şefkatler de mevcuttur, fakat bunlar insan vücudunda akıl ve iradenin kontrolü

altında kendi yerinde açılan çeşmelerdir. Bunun gibi, buna benzer kamil insanlar,

bazen öyle işler yapıyorlar ki sonsuz naziklik içinde şefkat besliyorlar, insan

bunların oradaki ruhi yapılarını görünce bunun gülden daha nazik, nesim

rüzgarından daha güzel olduğunu anlıyor. Fakat aynı insanı başka bir yerde öyle

bir sertlikle görüyorsunuz ki, dağ bile o sertlikte olamaz. Bir yerde yüz

insanın başını bir koyun gibi kesiyor ve gönlü hiç kıpırdamıyor. Başka bir yerde

küçücük bir manzarayı görmekle öyle kendinden geçiyor ki asla zapt edilmeğe ve

kontrol altına alınmaya gelmiyor. Yoksa Ali b. Ebi Talip böyle değil miydi? Eğer

bir insan sırf şefkatinin tesiri altında kalıyorsa, şefkati mantıksız ve kör

olduğundan, o insan bütün konularda böyle olmalıdır. Fakat şefkat kaynağı

vücudundaki akıl ve iradesinin ihtiyarında olduğu zaman bir yerde ruhu böylebir

letafet, naziklik ve yüceliği gösterirken başka bir yerde onun hiç titremeksizin

sonsuz bir sertlik ve acımasızlık içinde olduğunu görürsünüz.

Bu nazariyeye göre ahlâk, yani akim ve iradenin insan vücudu üzerindeki

hâkimiyeti, kişisel ve toplumsal arzulan kapsayan tüm arzuların akıl ve iradenin

ihtiyarında olduğu anlamına gelmektedir. Buna göre, "Ahlak" bu mektepte akıl ve

iradenin hâkimiyetine dönüşmektedir. Açıkladığımız bu görüş, İslam

felsefecilerinin görüşüdür, İslam’ın görüşü değil. Bundan dolayı İslam’ın görüşü

başka, İslam felsefecilerinin görüşü ise başka bir konudur. İslam felsefecilerinin

söylemiş oldukları sözlerde İslami meseleleri kâmil bir şekilde açıklamış olmaları

elzem değildir. Gerçeğin bir kısmını söylemiş olabilirler. Bu nedenle bunları

İslam adına açıklamam doğru olmaz.

Üçüncü görüşü de kısaca açıklayayım.

Page 31: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

VİCDANCI GÖRÜŞ

Vicdancı görüş ahlakı, ne Hinduizm ne Hıristiyanlık ne ahlakının kabul ettiği

şefkati ve ne de bu felsefecilerin söyledikleri akıl ve irade olarak ele alır. Ahlaki

vicdanî ilhamlardan ibaret olarak değerlendirir. "Vicdan" kelimesini çok

işitmişsinizdir. Bazıları, Allah Teâlâ’nın insanın içinde akıl ve şefkatin dışında

olan bir güç yarattığını, bunun insana ilham veren bir güç olduğunu, yani

insanın kendi içinde insana emreden ve şöyle yap böyle yapma diyen bir güç

olduğunu söylerler. Bu güç akla bağlı değildir. Akıl, daha çok kazanmaya dayalı

bir iştir ve bu kişisel bir davranıştır. Allah Teâlâ her insanı, bir vicdanla birlikte

yaratmıştır ve bu vicdan pek çok konuda -her şeyde değil- insana ilham eder.

Ahlaki davranışlar olarak adlandırdığımız davranışlarda vicdan insana ilham

eder, bu işi yap, şu işi yapma der. Ahlaki davranış vicdandan ilham alan bir

davranıştır. Tabii davranış vicdanla ilgili değildir, tabiatla ilgilidir; yemek yemek,

su içmek vb. davranışlar gibi. Fakat ahlaki davranış insan tabiatıyla ilgili

değildir, insan vicdanıyla ilgilidir, insanın kendi içinden aldığı emirle ilgilidir-

KUR'AN'IN VİCDAN HAKKINDAKİ GÖRÜŞÜ

Kur'an, insanın birtakım kişisel ilhamlarla mücehhez olduğu konusunda

sessiz kalmamıştır. Mübarek şems suresinde şunu okuyoruz:

"Güneşe ve onun aydınlığına and olsun. Onu takip ettiği zaman

aya andolsun. Güneşi ortaya çıkardığı zaman gündüze andolsun. Onu örttüğü

zaman geceye andolsun. Göğe ve onu yapana and olsun. Yere ve onu yuvarlayıp

döşeyene and olsun. Nefse ve onu şekillendirene, Ona bozukluğunu ve

korunmasını ilham edene and olsun..." (Şems: 1 - 8)

Bu yeminin sonu şöyledir; insan ruhuna ve onu şekillendirene yemin olsun ki

Allah Teâlâ insan ruhuna hangi davranışların kötü olduğu, hangisinin fısk ve

fücur olduğu, hangisinin yapılmaması gerektiği ve hangisinin takva ve iyi olduğu

ve yapılması gerektiği konusunda itaat ve isyan yollarını ilham etmiştir.

Aşağıdaki Kur'an ayeti inince:

“...İyilik ve takva üzerinde yardımlasın, günah ve düşmanlık üzerinde

yardımlaşmayın...” (Maide: 2)

Rasûlulah'ın huzuruna Vabise isminde bir adam geldi ve: "Ey Allah 'ın

Resulü! Bir sorum var" dedi. Resulullah: "Ben sana sorunun ne olduğunu söyleyeyim

mi?" dedi. Adam "buyur" deyince, Resulullah: "Sana "birr ve takva"yı ve ism ve udvan

"ın ne olduğunu açıklamam için geldim" dedi. Adam, "Evet ya Resulullah! Bunun için

gelmiştim' dedi. Hz. Peygamber'in (saa), parmaklarını birleştirerek Vabise'nin

göğsüne vurduğu ve şöyle buyurduğu rivayet edilir:([14])

Page 32: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

"Ey Vabise! Bu fetvayı kendi gönlünden al, kalbinden al, kalbinden al." ([15])

Yani, Allah bu bilgiyi bir ilham şeklinde her insanın kalbine ilham etmiştir.

Mevlana'nın da aynı hadisi şiirle dile getirdiği bir şiiri vardır.

Kur'an'ın diğer bir ayetinde şöyle deniliyor: "... Ve onlara hayırlı işleri

vahy ettik..."(Enbiya: 73)

Tefsiru'l Mizan'da çok güzel bir hüküm vardır. Deniliyor ki, Allah, "hayırlı

işler yapmalarını vahyettik" buyurmamıştır.

Eğer böyle olsaydı bu vahiy normal bir şey olurdu. Yani onlara emir verdik

denseydi. Fakat şöyle buyrulmuştur: "Ve onlara hayırlı işleri vahyettik." işin

kendisini vahyettik, yani işin kendisini onlara ilham ettik.

KANT’IN GÖRÜŞÜ

Dünyada bazı kimseler vardır, hem doğu dünyasında, hem de batı

dünyasında. Bizim doğudaki İslam toplumunda ve gayr-i İslami batı toplumunda

insanda bağımsız vicdanın olduğuna inanan ve bu düşüncede olan birçok insan

vardır. Bunlar, Allah'ın insanoğluna böyle bir vicdanı bağışladığına inanırlar.

Bunlardan biri de meşhur Alman filozofu "Kant"tır. Kant dünyanın en büyük filo-

zoflarından, akıl ve düşünce konusunda Aristo ve Eflatun'a eşit biri ve çok büyük

bir filozof olarak tanınmaktadır. Kant'ın "Nazarî akıl" konusunda bir kitabı ve

"Ameli akıl" konusunda da bir kitabı vardır. Ahlak, ahlakın kökeni ve ahlak

felsefesi bölümü adı altındaki kısımda "Ameli ahlak"tan söz etmiştir. Sözlerinin

en önemli yanı da "Amelî hikmet" ve "Amelî ahlak" konulan hakkındadır. Kant,

kendi felsefesinde ahlaki fiili, yani insanın bir teklif olarak kendi vicdanından

aldığı fiili savunmaktadır. Ahlakî fiil, yani vicdanın yap dediği, insanın da niçin ve

nasıl demeden, bir hedef veya amaç için değil sırf vicdanın emir ve buyruklarına

itaat için yaptığı fiillerdir (davranışlardır.) O halde ahlaki fiil (davranış) vicdanın

buyruklarından doğan davranışlardır. Kant'ın, vicdan ve insanın iç yüzüyle ilgili

birçok sözü vardır. Onun -ya kendi vasiyetiyle veya başkalarının seçtiği- mezar

taşının üzerine yazılan bir sözü vardır. Çok değerli bir sözdür, şöyle demiştir:

"İnsanı her zaman şaşkınlığa zorlayan ve bunları araştıran herkesin şaşkınlığını

arttıran iki şey vardır: Birisi, başımızın üstünde yer alan yıldız dolu gökyüzü, diğeri de

iç dünyamızda yer alan vicdandır."

Aslında bu mektepte ahlak, Allah Teâlâ’nın her insana vermiş olduğu

insanın fıtrî vicdanıdır.

Psikolojide insan vicdanı veya vicdanlarıyla ilgili, bizim sözlerimize uygun

olan bir tabirle, insanın fıtratında hangi şeylerin olduğu konusunda insanın fıtri

davranışları ile ilgili uzun bir bahis vardır. Bu konunun dört yönü vardır. Birincisi

Page 33: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

hakkı arama vicdanı veya ilim vicdanı: Acaba insan, ilmi ilmin kendisi için mi

seviyor? Yani, araştırma fıtratı ve arzusu için mi yaratılmıştır? İkincisi, ahlaki

vicdandır: Acaba insan iyi davranış fıtratı üzerine mi yaratılmıştır? Onu iyi iş

yapmağa davet edecek ve iyiye yönlendirecek bir vicdan mı verilmiştir ona?

Üçüncüsü; güzellik vicdanıdır: Acaba herkes vicdanı, güzelliği tanıma ve güzelliği

isteme fıtratı üzerine mi yaratılmıştır? Dördüncüsü; tapınma vicdanı, yani dinî

vicdan: Acaba her insan, yaratılış ve fıtrat, tapma, Allah'ı isteme, Allah'ı sevme ve

Allah'a tapma hesabıyla mı yoksa başka bir şey için mi yaratılmıştır? Kant ahlakî

vicdan meselesini esas almıştır.

, Bu nazariyenin görüşüne göre ahlâk, insana vicdanı tarafından ilham

olunan kesin ve açık kanun ve emirlerdir. İnsanlar niçin cömertlik yapar? Diye

sorarsanız, bu vicdanın emridir derler. Delil yok, niçini, nasılı yok, vicdan

emretmiş deyip işin içinden çıkarlar. İnsanlar niçin haktanırdırlar Derler ki Hak

tanıma, vicdanın bir ilhamıdır. İnsanlar niçin intikam almaktan çok bağışlamaktan

hoşlanırlar? Niçin intikam alacakları yerde bağışlıyorlar? Diye sorsanız, bu,

vicdanın emridir derler. İnsanlar niçin zillete boyun eğmeği can vermekten daha

ağır kabul edip de zillete boyun eğmeyeceğim diyorlar? Vicdanın emridir derler.

Onlara göre vicdanın emrinden başka bir şey yoktur. (Bundan başka bir şey

bilmiyorlar).

Musibet konusunda birkaç söz zikretmek istiyorum: Defalarca işitmiş ve

duymuşsunuzdur. Bildiğiniz gibi Kerbela hadisesinde, Seyid-üş Şüheda'nın

mukaddes şahsında onun arkadaşlarının ve ehl-i Beytinde gözle görülen eşsiz

ahlaktan biri şu ahlaki durumdur: Biz zillete boğan eğmeyiz, bedenimiz zincire

vurulabilir, boyunlarımız ağır demir halkalar altında parçalanabilir, yaralanıp

kanımız akabilir. Fakat ruhumuz hiçbir şekilde zilletin, alçaklığın yükü altına

girmez. Esirlerimiz kadın dahi olsa zillete boyun eğmeyiz.

Esirleri, Ziyad'ın oğlunun meclisine getirdiler. Ehl-i Beyt kadınları, bazı

ashab kadınları, hizmetçiler ve kölelerin tümü Zeyneb'in etrafında sanki halka

oluşturmuşlardı. Hz. Zeyneb bu şekilde İbn-i Ziyad'ın sarayına girdi. Zeyneb, çok

yüce bir kadındı. O esnadaki yüceliği daha yüce idi. Zeyneb içeri girdi ve selam

vermedi. İbn Ziyad bu hadiseden sonra kendisince bunları ezdiğini, kuvvetlerinin

tümünü yok ettiğini, artık bunların teslim olmaları gerektiğini ve şimdi de özür

dileme ve kayırma zamanı olduğunu düşünerek bu olaydan sonra biraz bekledi.

Zeyneb'in az da olsa rüşvet amacıyla kendisine bir selam vermesini bekledi.

Fakat Zeynebböyle bir rüşveti dahi vermedi. İbn-i Ziyad bundan rahatsız

oldu. Onların ruhunun parçalanamayacağını, yok olamayacağını bilmiyordu.

Zeyneb oturunca, O, büyük bir gurur ve kibirlilikle, "Bu kibirli kadın kimdir? Yani

bize ne diye selam vermedi? (Başka bir rivayete göre: Bu yabancı kadın

kimdir?)" dedi. Ona kimse cevap vermedi. Sorusunu tekrarladı. Yine kimse cevap

vermedi, üçüncü veya dördüncü tekrarından sonra kadınlardan biri: Bu, Ali'nin

kızı Zeynep'tir([16])

İbn-i Ziyad rezillik ve alçaklığa

Page 34: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

başlayarak: "Allah'a hamdolsun ki sizi rüsva etti ve yalanınızı ortaya çıkardı. Allah'a

hamd olsun ki benim dert ve kinimi kardeşine nisbetle giderdi." ([17])

Ve buna benzer

yaralayıcı sözler söyledi. Zeynep konuşmağa başladı ve şöyle buyurdu: "Allah 'a

hamd olsun ki şehadet izzetini bize nasip etti, yine Allah 'a hamd ederim ki nübüvveti

bizim aileye verdi. Rüsvaylık fasık ve facir (yalana, fitneci, fesatçı) lere mahsustur.

Şehadet rüsvaylık değil iftihardır. Yalanı hakikat ehli değil, fasık ve facirler söyler.

Yalan bizim evimizden uzaktır. Ey Mercane'nin oğlu Allah seni kahretsin." ([18])

Bu "Mercane'nin oğlu" kelimesi o zaman bir terkibdi.

Çünkü "Mercane" kötü bir kadındı. Sen Mercane'nin oğlusun denilince İbn-i

Ziyad ve orada bulunanların aklına bu konu geldi. İbn-i Ziyad şöyle dedi: "Siz

hala konuşuyor musunuz?! Hala başınızı eğmediniz mi?!" Durum öyle bir noktaya

gelir ki, cellat gelsin de şu kadının boynunu uçursun diye emreder. Zeyneb ise

Zeynelabidinle konuşur. O da Zeyneb'e aynı şekilde cevap verir. İbn-i

Ziyad:"Cellât gelsin de şu gencin boynunu uçursun" der. Zeyneb, ansızın yerinden

kalkıp Zeynelabidin'i kucağına alıp şöyle söyler: "Allah 'a yemin ederim ki

Zeynebin boynu vurulmadan bunun boynu vurulamaz." İbn-i Ziyad baktı ve şöyle

dedi: "Sübhanallah şu merhamete bak. Ben şimdi görüyorum ki eğer bu gencin

boynunu vurmak istersem önüne şu kadın boynunu vurmalıyım."

Ya Rabb! Kalplerimizi iman nuruyla nurlandır, ahlakımızı Kur'ani bir ahlak

yap, gönüllerimizi ahlaksızlıklardan temizle, bütün Müslümanlara izzet ve Kur'an

talimleriyle tanışıklık bağışla, dünyadan ayrılmış anne ve babalarımıza

merhamet eyle. (Âmin).

-------------- [1]- Tümen, İran'ın para birimidir. Günümüzde (Temmuz, 1990) 1 tümen yaklaşık 20 TL.'dir. [2]- Farsça bir atasözü [3]- Usul-i Kâfi, c.3 bab258, s.239, hadis 5/ Sefinetü’l Bihar, c.2, s.273 [4]- Sefinetu'l Bihar, c. 1, s. 411/Muhaccetü'l Beyda, c. 4, s. 121/ İlmul Yakın, sh. 439 [5]- Ali'ye (as) nisbet edilen divan, sh. 11 [6]- Heybet ve celal sahibi olduğunu söylememiz olağanüstü bir şey değildir. Tarih de böyle yazmaktadır. Muaviye

döneminin de adamın biri Şam'a gitmek istedi. Adama Medine'de Hüseyn b. Ali'yi görünce ne

şekilde davranacağını söylemek isteyen Muaviye şöyle dedi: Eğer Peygamber Mescidi'ne gidersen, sonsuz bir

celalet ve büyüklükle ve falan şekilde oturmuş, insanların etrafında toplandığı, heybetinin bu insanları kuşattığı -ki

bu gözle görülür ve kalben hissedilir- şu, şu alametlere sahib birisini görürsen bil ki o Hüseyn b. Ali'dir [7]- Muaviye, Şam'da otuz yıl süresince Ali'nin (as) aleyhinde propaganda yaptı ve ne yalanlarda bulundu. Şam

halkı Ali'ye İslam'dan nasip almamış bir kişi olarak bakmaktaydılar [8]- Nehcu'l Belağa, sh. 921,3. mektup [9]- "Upanişadlar": Hinduizm dininin birkaç bin yıl öncesinde yazılmış en eski kitaplar mecmuasıdır. Dünyanın

önemli kitaplarından sayılır. Büyük üstadımız Allame Tabatabai, bir kaç yıl önce bu kitabı mütalaa ettiği zaman çok

hayret etmişti. Bu kitapta fevkalade derin manalar bulunduğunu söylüyordu. Bu gün de Batı dünyası bu kitaba büyük

önem vermektedir [10]- Riyazet: Az yiyip, az uyuma ve sürekli ibadet ederek nefsi terbiye etmek suretiyle nefsi kırma (Çev.) [11]- Gurer ve Durer, Amudî, sh. 768, fasıl, 80, Hadis 151 [12]- Luhuf, sh. 119, Nefeu'I Mehmum, sh. 187 [13]- Nehcu'l Belağa, 51. hutbe, sh. 138 [14]- Tefsir'ul Mizan, cilt, 5, sh. 190'da Vabise'nin şöyle dediği yazılıdır: "Hz. Peygamber üç parmağını birleştirdi

ve..."

Page 36: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

ÜÇÜNCÜ OTURUM

VİCDANCI GÖRÜŞ

Page 37: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla

Hamd, bütün varlıkları yaratan âlemlerin Rabb'ı olan Allah'a mahsustur.

Salât ve selam Allah'ın kulu, resulü, habibi, günahlardan arındırılmış, Allah'ın

sırrını koruyan, risaletini tebliğ eden efendimiz, peygamberimiz Ebu'l Kasım

Muhammed'e ve O'nun günahlardan arındırılmış temiz ve güzel yakınlarının

üzerine olsun. Lanetlenmiş şeytandan Allah'a sığınırım.

“Nefse ve onu şekillendirene, ona isyan ve itaatini ilham edene

and olsun” (Şems: 7 – 8)

Şimdi, ahlaktaki vicdan nazariyesi konusuna geldik. Bu insanın ahlâkî fiil,

düşünce ve kararlarının "vicdan" adında bir şeyden kaynaklandığını savunanların

görüşüdür: Bu görüşün dünya filozoflarının en büyüklerinin birinden çıktığını

göz önüne almalıyız. Buna ilave olarak bu nazariye, bakmaya değer bir görüştür.

Bütün bunlara ilave olarak eğer bir görüş gerçekten teveccühe şayan olarak kabul

edilirse insanın buna boş yere nakletmesi, sonra da kabul etmesi veya eleştirmesi

doğru değildir. Bundan dolayı değerli dinleyicilerimizin izniyle bu gece bu görüş

hakkında bazı açıklamalarda bulunmak istiyorum. Dinleyicilerin bu tip konuların

açıklanmasına karşı olmadıklarını aksine istediklerini zannediyorum.

ACABA İNSAN ZİHNİNDEKİ HER ŞEY TECRÜBELERDEN Mİ

KAYNAKLANMAKTADIR?

Bu görüş öncelikle Kant'ın ve dünyadaki diğer bazı filozofların savundukları

başka bir görüş üzerine kurulmuştur. Açıklamak istediğimiz nokta, dünyada

yaygın olan şu meseledir: Acaba insan zihninin tüm muhtevası, insanın fikrî,

zihinsel ve vicdanî sermayelerinin tümü insanın his ve tecrübelerinden mi

kaynaklanmaktadır? Yani acaba insanda var olan bütün fikir, düşünce ve duygu-

lar dünyaya geldiği ilk başlangıçta hiçbir şekilde mevcut değil de, insan her neyi

elde etmişse sadece beş duyu organı olan göz, kulak, doku, tat ve koku yoluyla mı

elde etmiştir. Yoksa bir takım hükümler, başlangıçtan beri insan zihniyle birlikte

mi olmuştur? Kimileri şuna inanırlar: İnsan zihninde hiçbir şey yoktur ki daha

önce hissetmemiş olsun. İnsanın bütün zihinsel ve fikrî birikimi bu duyu

organlarının kapılarından zihne girmiştir ve bunun dışında bir şey yoktur. Bu

kimselerin görüşüne göre, insan zihni başlangıçta boş olan bir depo

mahiyetindedir. Beş kapıdan (veya daha çok; tabi eğer duyu organları beşten fazla

kabul edilirse) bu depoya eşya boşaltılır ve depo dolar. Fakat dolan bu depoda bu

kapıların herhangi birisinden girmeksizin var olan hiçbir şey yoktur. Bu

depoda bu kapılardan girmeyen bir şey yoktur.

Başka bir görüş de, "insanın zihin deposunda var olan şeyler iki kısımdır,

bir kısmı bu göz, kulak, koku, dokunma, tat vb. kapı ve pencereler yoluyla

gelmiştir. Diğer bir kısmı da evveldendir, yani duyulardan önce zihnimizde

Page 38: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

vardır." diyenlerin görüşüdür. Kant, bu ikinci görüşü seçmiştir ve bizim tecrübe

öncesi gerçeklere sahip olduğumuza inanır. Bu, birinci mukaddime

NAZARÎ AKIL VE AMELÎ AKIL

Eskilerimizin de sık sık söylemiş oldukları diğer bir konu da şudur: İnsan

aklı iki kısımdır: Nazari kısım, Ameli kısım. Ve ya insan aklının hükümleri iki

kısımdır: Nazari ve Ameli, insan aklının fonksiyonlarından bir kısmı, var olan

şeylerin kavranmasıdır. Bunlara nazari akıl denilir. Diğer kısmı da yapmamız

gereken şeylerin kavranmasıdır, gerekli şeylerin kavranması. Buna da Ameli akıl

denilir. Kant'ın bütün felsefesi, nazari akıl ve ameli aklı birbirinden ayırmak

üzerinedir. Nazari akıldan hangi işler oluşur, ameli akıldan hangi işler oluşur

konusu üzerinde durmuştur. O, sonuçta şuna varır: Nazari akıldan fazla bir şey

oluşmaz, çoğu ameli akıldan oluşur. Bununla da vicdan meselesine ulaşır. Bu da

ikinci mukaddime

KANT'A GÖRE VİCDANIN HÜKMÜ

Üçüncü mukaddime: Kant şöyle diyor: Vicdan veya ameli akıl, önceden var

olan bir takım hükümlerdir. Yani duyu ve tecrübe yoluyla insana geçmemiştir,

insanoğlunun kader ve fıtratından bir parçadır. Örneğin "doğruyu söyle, yalan

söyleme" emri gibi. İnsanın doğru ve yalan hakkında bir tecrübeye sahip

olmasından ve doğru ve yalanın sonucunu görmesinden önce var olan bir emir-

dir. Vicdan insana; "doğru söyle, yalan söyleme" demektedir. Buna göre, vicdanın

verdiği emirlerin tümü, önceden var olan, fıtrî ve halkın değimiyle doğuştan

gelen emirlerdir, insanın duyu ve tecrübelerine bağlı değildir. Bu iddiaya göre

ahlakî emirlerin işlerin sonucuyla bir işi yoktur, kendisi bir esastır. Örneğin biz

şöyle deriz: "Doğru söyle." Sonra bunu delillendiririz: Çünkü eğer

insan doğruyu söylerse halk ona güvenir, sapıklığa, yanlış yola düşmez. Ayrıca

doğru söyleyen kişi iyi bir şahsiyet kazanır. Böylece doğruluğun sonucunu

açıklarız. Aynı şekilde şöyle deriz: "Yalan söyleme", sonra yalanın kötü sonucunu

açıklarız. Ahlakî vicdanın bu sonuçla bir işi yoktur, mutlak bir emirdir

demektedirler. Başka birdeyişle, maslahatla işi gücü olan akıldır. Ahlakî bir mesele

için gelip de delil ileri sunmamız yanlıştır, bunlara göre, "Ey insanlar! Emaneti

koruyunuz. Şundan bundan dolayı" deyip sonra emanetin önem, maslahat ve

faydalarını zikretmemiz, "Ey insanlar! İhanet etmeyin" deyip ihanetin

kötülüklerini anlatmamız, "Ey insanlar! Adil olun" deyip sonra adaletin önem ve

maslahatını anlatmamız, "zalim olmayın" deyip zulmün kötülüklerini beyan

etmemiz yanlıştır. Buna göre, maslahatın peşinden gitmek aklın işidir.

Akıl maslahatın peşinden gidince onun hükmü her zaman şartlı olur, yani her

zaman maslahatın hatırı için bir şeyi emreder. Bir yerde bu maslahatın ortadan

kalktığını görüyorsunuz. Maslahat ortadan kalkınca akıl da elini, verdiği

emirden çeker. Örneğin akıl, falan maslahat için emaneti koru der. Her hangi bir

yerde bu maslahat söz konusu olmadığında bu defa, hayır, artık burada emaneti

Page 39: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

koruma diyecektir. Ve ya falan maslahat gereği doğruyu söyle der. Bir ara bu

maslahat ortadan kalkınca, hayır artık doğru söyleme, burası yalan söyleme yeridir

der. Kant şöyle diyor: Ahlakçıların bazen ahlak kurallarının tersini yapmağa izin

vermelerinin sebebi, bunların vicdandan ilham almayı istememeleri, akıldan

emir almayı istemeleridir. Maslahatın peşinden giden bu akıldır. Vicdan

bu sözleri anlamaz, o, "doğruyu söyle" der. Kayıtsız şartsız mutlak bir emrin sonuç

ve etkisiyle bir işi yoktur. "Senin için kötü bir sonuç getirse de doğruyu şöyle, senin

için birçok faydalar sağlasa da yalan Söyleme" der. Onun (vicdanın) aslında böyle

sözlerle bir işi yoktur. Der ki; mutlaka doğruyu söyle ve mutlaka yalan söyleme.

(Şairin biri) şöyle, der:

"İçimde kimin hasta olduğunu bilmem.

Zira sen sessizim o ise figan ve kargaşa içindedir,"

Yüce Allah iç dünyamızda bize ahlakî emirler veren bir takım emirler ve

tekliflerle yüklü emredici bir güç yaratmıştır. Başka bir deyişle, insanoğlu

"Mükellef olarak (kendinden sorumlu olarak)" doğmuştur. Başkaları insanın ağır

bir göreve hazır bir halde doğduğunu, daha sonra sorumlu olmayı kabul ederek

doğduğunu savunurlar. Kant şöyle demektedir: "Beşer kesinlikle sorumlu

olarak doğmuştur. Sorumlulukları kendisiyle birlikte gelmiştir. (Elbette

maksat vicdani sorumluluklardan başka bir şey değildir, bu sorumlulukların bir

kısmıdır. O, sadece ahlaki sorumlulukları kastediyor.)" İnsan "Kendinden sorumlu

olarak gelmiştir" demek, insanın içine bir takım sorumluluklar konulduğunu, kendi

içinde bir emirleri yerine uygun olarak kendisine verecek bir güç bulunduğunu

söylemek demektir.

VİCDAN AZABI

Daha sonra şöyle denilir: Acaba pişmanlık acısını hiç tattınız mı? Hiç kimse

yoktur ki bir ahlaksızlık yapsın da daha sonra bunun acısını tatmamış olsun.

Adam gıybet eder, gıybet ettiği esnada hararetlidir, savaş esnasındaki bir insan gibi.

Savaş esnasında o kadar hararetlidir ki vücudu yaralarla dolduğu halde bunu

hissetmez. Fakat savaş bitip de durum normale döndüğünde yaralan yeni yeni

hissetmeğe başlar. İşte insan bir heyecanın sıcaklığı anında gıybet eder, tıpkı

Kur'an'ın tabiriyle "Kardeşinin ölü etini" yiyen aç bir insanın lezzet aldığı gibi

lezzet alır. Ama bu durum geçince kendisinden nefret edecek bir duruma gelir,

kendinden nefret ettiğini hisseder, kendisini parçalamak ister, kendisini

ayıplar ve serzenişte bulunur. Bu gün buna "Vicdan azabı" denilmektedir. Bu

apaçık bir gerçektir. Dünyadaki cinayetkar insanların çoğu bir anlık da olsa

vicdan azabı çekerler, tümü demiyorum çünkü ben böyle bir istatistiğe sahip

değilim, ama bunun tersine bir delile de sahip değilim. Dünyadaki cinayetkarların

çoğu çok şiddetli bir takım sarhoşlukları adet edinmişlerdir, afyon, eroin, içki ve

kumar gibi bir takım uyuşturucu şeylere veya başka şiddetli sarhoşluklara

yakalanmışlardır. Bu, kendinden kaçıp kurtulmak içindir. Kendinde şunu

Page 40: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

hissetmektedir: Eğer kendinde ise, kendi kendine acı çeker, içi sanki yılan ve

akreplerle doludur ve bu yılan ve akrepler onu ısırmaktadır. Tıpkı şiddetli bir

hastalıktan dolayı inleyen bir hastanın bu sıkıntıları hissetmemek için

damarlarına morfin vurulması gibi, daha çok cinayetkar ve fasitlerde bulunan bu

sarhoşluk, uyuşturucu, içki ve kumarlar kendinden kaçıp kurtulmak için

yapılmaktadır. Kendinden kaçmak istiyor, bu nasıl bir bedbahtlıktır, insan

kendisini niye kendisiyle baş başa kalamayacak şekle sokar. Bunun tersi; salih

kimseler, takva sahibi kimseler, ahlak sahibi kimseler, her zaman vicdanlarının

sesine kulak veren ve itaat eden kimseler niçin kendilerini kendilerinden

(benliklerinden) uzaklaştırmaya çalışan her şeyden kaçarlar, gönülleri ister ki

kendilerinde olsunlar, kendileriyle baş başa kalıp düşünsünler. Çünkü içlerindeki

dünya dışlarındaki dünyadan gerçekten daha emindir. İç dünyaları, canavarların,

yırtıcı ve parçalayıcı hayvanların içinde kol gezdiği vahşi bir orman gibi olan

kimseler kendinden kaçar ve uyuşturucu maddeler tarafına yönelir. Fakat bu

tersliktir. Mevlana şöyle der:

"Kendinden (veya halktan) biran ayrı kalırsan

Boğazına kadar sıkıntı ve gamda kalırsın. "([19])

Özet olarak şöyle denilir: İnsanın kendi başına kalamayışı gerçek benliğini

kaybetmiş olmasındandır, bunların deyimiyle, vicdanıyla bir an dahi olsa baş

başa kalamadığından dolayıdır. Vicdan onlara şöyle der: Toprak başına (ölesin)

niye böyle yaptın? Böyle yapmaman gerekirdi.

Kant şöyle demektedir: Bu pişmanlık acılan, bu vicdan azapları nereden

gelmektedir? İnsanın içinde böyle bir emir olmamış olsaydı insan kendi

yaptığından razı olurdu ve hiç şüphesiz kendi iç âleminde rahatsız olmaz, dış

âlemden rahatsız olurdu. Fakat insan devamlı iç âleminden rahatsız olduğunu

hisseder. Bu iş şunun içindir: O güç önceden var olan, yani tecrübelerle elde

edilmeyen bir güçtür, mutlaktır ve aklın hükmü gibi maslahata bağlı değildir,her

şeyi kapsar ve her yerde tek doğrudur, benim için doğru olan sizin içinde aynı

ölçüde doğrudur, senin için doğru olan başkası için de aynı miktarda doğrudur.

Aynı şekilde zaruret ve zorlama, teslimiyeti kabul ermekten ayrıdır. İnsan kendini

başkasına teslim edebilir. Fakat vicdanını asla teslim edemez. İnsanın kendisini bir

zorbaya veya kötü bir işe teslim etmesi mümkündür. Fakat vicdan asla teslim

olmayacak bir şeydir. Dünya cinayetkarlarının en cinayetkarının vicdanı bile o

cinayetkara teslim olmaya, yani ona, "çok güzel, iyi bir iş yaptın" demeğe hazır

değildir. Hiçbir gücün kendisini teslim alamadığı Ebu Zerr'in iyiliği emir,

kötülükten nehyetmesi gibi kendi bildiği hüküm üzerinde durmuştur, iç âlemden

insana iyiliği emir ve kötülüğü nehyeder. Çoğu cinayetkarın işledikleri feci

cinayetler ve kendilerine geldiklerinde deli olacak kadar rahatsız olma -tarih bu

tip örneklerle doludur- deliliklerinin sim budur. O halde kendisinin pişmanlık

acısı, insanın gerçekten böyle bir vicdana sahip olduğu konusuna delildir.

Page 41: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

AHLAKÎ VİCDAN VE SAADET

Şöyle demektedir: Bu vicdan, yani ahlakı vicdan, insanı kemale (olgunluk)

davet eder, saadete değil. Saadet bir konudur, kemal başka bir konu. Kant, tek bir

güzellikten başka bir şey bilmediği için şöyle diyor: Bütün dünyada tek bir

güzellik mevcuttur, o da, iyi iradedir. İyi irade de, vicdanın emirleri karşısında

mutlak olana itaat etmektir. Şayet insanın vicdanının emirleri karşısında

mutlak olana itaat etmesi gerekirse, o halde onun emrine itaat etmek gerek ve

onun "mutlak olan" ına teslim olmak gerekir. Ahlaki vicdan işin sonucuna bakmaz

ve "ister senin için bir fayda ve lezzet olsun isler olmasın, sonuçta iyilik veya kötülük

olsun onu yap" derse o halde insanın saadetiyle (mutluluk) bir işi yok demektir,

çünkü saadet son tahlilde bir iyiliktir, oysa her lezzet iyilik değildir. Peşinde bir

eziyeti, sıkıntıyı getiren lezzet, güzellik değildir. "Saadet", yani güzellik kendisinde

ruhî, cismi, dünyevî ve uhrevî yönden hiçbir şekilde eziyet ve sıkıntı bulunmayan

her şeydir. "Şekavet", dert, sıkıntı ve eziyet demektir. Dert ve sıkıntıların tümünü

ve güzelliklerin tümünü -cismi, ruhî, dünyevî ve uhrevî yönlerin tümünü

kapsayacak şekilde –hesap etmek gerekir, hepsinden daha fazla güzellik

oluşturan şey saadettir. O halde saadetin temeli güzelliktir, fakat bu vicdanın

güzellikle bir ilişkisi yoktur, kemal (olgunluk) ile ilişkisi vardır. Diyor ki: Sen bu

işi yap çünkü bu, kemalin içindedir, başkalarının saadetini iste, çünkü bu, senin

kemalindir... Kant'ın kemal ve saadetin arasına fark koyduğu yer burasıdır ve bu

fikir onun zamanından bugüne kadar geçerliliğini korumaktadır. Zira

Avrupalılar da; Kemal ayrı bir konu, saadet ise ayrı bir konudur demektedirler.

ACABA KEMAL (OLGUNLUK) SAADETTEN AYRIMIDIR?

İslam felsefesinde kemal ve saadet konusu açıklanmıştır. Ebu Ali (Ibn-i

Sina) "işaret" adlı kitabında ve diğer bir kısım felsefeciler çeşitli yerlerde bu

konuyu açıklamışlardır. Onlar, saadetin kemalden, kemal'in de saadet'ten

ayrılamayacağına, kemal'in bir nevi saadet olduğuna inanmaktadırlar. Bunun

açıklamasını size daha sonra arz edeceğim. Fakat Kant, bu iki konuyu

birbirinden ayırmaktadır, daha sonra kendisi de, üstesinden gelemeyecek kadar

karışık olduğunu itiraf ediyor. Onun iddiasına göre vazifeyi güzellikten

ayırmalıyız, ahlakî saadet'ten ayırmalıyız. Hâlbuki dünyanın bütün felsefecileri

ahlakı, saadete bağlı olarak bilmektedirler. Örneğin, saadet konusunda çokça

bahseden ve bu konuda bir kaç kitap kelime almış ve "Tahsü-i Saadet" adlı kitabını

da bu konuda yazmış olan Farabi, kesinlikle ahlak ve saadetin birbirine

ikiz olduğunu söylüyor. Veya ahlaki kitaplar olan "Cami-us saadet" ve"Mi'racu's

saadet" sahibi gibi ahlakçılara göre; saadet kesinlikle ahlakın bir esasıdır. Fakat

Kant, ahlakın saadetle bir işi-gücü olmadığını, kemal ile ilişkili olduğunu söylüyor.

Sonra kendisi kendisine itiraz ediyor, şöyle diyor. Eğer ahlak saadetten ayrı olarak

görülürse, ahlakın işi çok zor olur; saadetten uzaklaşmaya inanan ahlaklı bir

insan kendi ahlakî duygularının emrini kabul etmelidir, bu ise çok zor bir iştir.

Diyor ki: zor olduğunu kabul ediyorum, fakat melekûta (melekler ve ruhlar

Page 42: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

âlemine) yükselmenin tek yolu, insanın kemal yolunu seçmesidir, saadet yolunu

seçmesi değil.

Burada çok açık bir açıklama vardır. Kant'a mademki melekûta yükselmekten

söz ediyorsun, acaba insan melekût-i a'la'ya (Ruhlar âlemine) yükselince,

saadetli midir yoksa şekavedi mi (mutlu mudur, yoksa dertli mi)? Diye sormak

gerekmez mi? Çaresiz olarak saadet hissi saadet olduğu anlaşılıyor. Yani

dünyanın maddî güzellikleri. O halde saadet kesinlikle kemalden ayrılamaz ve

Ebu Ali ve benzerlerinin söyledikleri gibi, saadet ve kemal'in bir birinden

ayrılması mümkün değildir. Kant da sonuçta bu ikisini birbirinden ayıramadı,

önün söylediklerini anlamamız için, "saadet" ten maksadının bizim eskilerimizin

"hissî saadet" dedikleri şey olduğunu söylemeliyiz. Zira bizim, eski filozoflarımız

da iki saadet olduğuna inanırlar: Hissî saadet ve gayr-i hissi saadet.

VİCDAN VE İNSAN İHTİYARININ İSPATI

Kant'ın –arz ettiğimiz gibi- felsefesinin en önemli kısmı ahlakî vicdandır. O,

nazarî akıl konusunda, yani bizim "ilahî felsefe ve hikmet" dediğimiz şey

konusunda ne kadar araştırma yapmışsa da sonunda şüpheye düşmüştür, yani bir

yere varamamıştır. Fakat ahlak âlemine gelince, burada her şeyin anahtarını

keşfettiği görüşüne varmıştır: Din anahtarını keşfetmiş, özgürlük ve ihtiyar (ser-

bestlik) anahtarını keşfetmiş, beka (sonsuzluk) ve nefsin ölümsüzlük anahtarını

keşfetmiş, miadın (Allah tarafından belirlenmiş zaman) anahtarını keşfetmiş,

Allah'ın varlığını ispat eden anahtarı keşfetmiştir. Devamla şöyle diyor ki: Eğer

biz nazari akıl –bugün "felsefe" dediğiniz şey- yoluyla insanın muhtar (serbest)

ve özgür olduğunu ispatlamak istersek yapamayız. Nazari akıl,

sonunda, kişinin "insan özgür değildir ve mecbur olan bir varlıktır" diyeceği bir yere

geliyor. Fakat derunî ve vicdanî bir konu olan ve insanın huzurî ilimle onu

keşfedeceği ahlakî his yoluyla insanın özgür ve serbest olduğu noktaya ulaşırız.

(Huzurî ilim, insanın kendi işindekini doğru bir şekilde görmesi, kendi içini doğru

bir şekilde anlaması demektir.) Yine diyor ki, Eğer biz felsefe yoluyla buna

girersek, sonunda insanın mecbur bırakılan bir varlık olduğu sonucuna varırız.

Fakat kendi ahlakî hissimize ve vicdanımıza danışacağımız zaman vicdanımızda

insanın özgür ve serbest olduğunu görürüz. Özgürlük ve ihtiyarı (serbestliği),

derunî his ve insanın iç dünyasıyla ispat ediyor.

Bu da yeni bir iddia değildir. Başka pek çok kimse de ihtiyarı derunî his

yoluyla ispat etmektedir. Mevlana şöyle der:

"Bunu mu yapayım yoksa onu mu yapayım diyen kim.

Bu, ihtiyarın (serbestliğin) delilidir ey güzel."

O halde Kant'ın görüşüne göre insan, vicdanının hükmüyle -felsefi

delillerin hükmüyle değil- serbest ve özgür bir varlıktır.

Page 43: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

VİCDAN VE NEFSİN SONSUZLUK (BEKA) İSTEĞİNİN İSPATI

Daha sonra, aynı yerden beka ve nefsin özgürlüğü meselesini ispat ediyor.

Siz de biliyorsunuz ki beşeriyetin önemli meselelerinden biri şu olmuştur: Acaba

insanın ruh veya nefsi, ölümden sonra baki, ölümsüz ve öbür âlemde mutlu veya

mutsuz mudur yoksa değil mi? İnsanın nefis veya ruhu insanın ölümüyle

tamamlanıp yok oluyor mu? Bu, dünyanın fikrî ve felsefî meselelerinden

en önemli olanıdır. Bu gün teknoloji açısından gelişmiş Avrupa dünyasına

gitseniz, hâlâ Avrupa'nın büyük filozoflarından bazılarının materyalist bazılarının

ise metafizik eğilimli olduğunu göreceksiniz. Kant, felsefenin delilleriyle beka' ve

nefsin özgürlüğünün ispat edilemeyeceğine inanır. Fakat insan vicdanı, nefsin

baki ve ölümsüz olduğunu, her zaman var olduğunu ve öbür âlemde mükâfat

veya ceza göreceğini söyler. Bunun delilinin şu olduğunu söylüyor:

İnsan vicdanı her an ona sadakati, emaneti, doğruluğu, adaleti emreder.

İnsan, sadakat, emanet, doğruluk, adalet ve benzerlerinin insanın dünya

hayatındaki amelinde kendisine bir mükâfat getirmediğini ve hatta bunların

dünyevî mükâfat, menfaat ve ücret elde etmede insan için bir engel olduğunu

görmektedir. Eğer insan bu engelleri, yani sadakat, emanet, adalet ve benzerlerini

ortadan kaldırırsa dünyevî mükâfat ve menfaatlere rahatlıkla ulaşır. Şu örneği

zikredeyim: Ali b. Ebi Talib ve Muaviye birbirlerine karşı yer alıyorlar. Ali, adaletin

yayıcısı, adam kayırmaya, rüşvete, yalan söylemeğe, hile yapmağa karşı bir

adamdır. Tüm siyaseti buesas üzerine kurulmuştur. Muaviye ise, bu vasıflardan

hiçbirini taşımayan birisidir. O, kendi hedef ve maksadına ulaşmak ister; bu eğer

adaletle daha çabuk oluyorsa adaletle, yok eğer adaletle olmuyorsa ayırımcılık,

rüşvet, halkın malını gasp, bundan alıp ona vermek, hile yapmak, kurnazlık,

yalan söylemekle işini yürütür. Zorbalıkla o muvaffak olur, Ali (AS) ise

yenilgiye uğrar.

Bütün insanlar, bunların insan için engel ve sınırlama getirdiğini

düşünmektedirler. Bununla birlikte yine de insanın içindeki duygular, sadakat,

emanet, adalet ve benzerlerini emreder. O, kendisinin verdiği emirlerden el

çekmez. Bu neden dolayıdır? (Kant) şöyle diyor: İnsanın, kendi içinde

kaybolmayan ve heder olmayan bu davranışların iyi sonucundan habersizce emin

olmaması muhaldir. İnsan vicdanı ve içyüzünün derinliğinde, bu itikat ve

iman habersizce bulunmaktadır. Fakat yine de zahiren inkâr eder. Diyor ki: Biz

gerçekten bir kıyametin olduğunu, bir miadın olduğunu, acaba ölüm sonrasından

bir haber var mı yok mu bilmiyoruz. Fakat insan habersizce kendi içinde bu

gerçeklere inanır. Bundan dolayı (insan) yüz defa doğru söyleyip de karşılığında

kötülük görse, adalet yapıp da karşılığında zulüm görse yüz birinci defa yine sa-

dakat ve adaletini bırakmaz. Bu, şunun içindir: Vicdan ve içyüzün derinliğinde

ve huzurî ilimle hayatın buraya has olmadığı, dünya döneminin, başka bir

doğuşun kendisini takip ettiği bir ceninin anne karnında yaşadığı dönem gibi

olduğu konusunu düşünür. (Bu değerlendirme Kant'ın kendisine aittir). O halde

Page 44: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

sorumluluk hissi, mükâfatlara inanmayı kapsar, yani nefsin ölümsüz ve bekasına

imanı kapsar. Nefsin ölümsüzlüğüne iman, yani ben bakiyim (ölümsüzüm) ve

mükâfatımı dünyadan alırım düşüncesi yok olmaz. Bunun kendisi yaratıcıya

imanı içerir. "Ben"in ölümsüzlüğüne iman, yaratıcıya imanı gerektirir.

İşte Kant'ın ahlakî vicdandan sadece ahlakî emirleri anlamakla kalmayışı

aksine bunun, tüm tabiat ötesinde onun felsefesinin temeli olduğu, özgürlük ve

serbestliği aynı yerden ispat ettiği,, nefsin beka ve ölümsüzlüğünü, ahiret alemini

aynı yerden ispat ettiği Allah'ın varlığını aynı yerden ispat ettiği yer burasıdır.

Bundan dolayı: "iki şey hayret vericidir ve hiçbir şey onların ölçüsünde insan için

hayret verici değildir. Birisi, başımızın üzerinde yer alan yıldız dolu gökyüzü, diğeri,

bizim içyüzümüzde yer alan vicdandır." diyor. Bu, onun insanın içyüzünde çok

şeyin olduğuna inanması ve usulden çok şeyi insanın içyüzünden ve batınından

keşfetmesindendir. Bazen âlim ve ariflerimiz veya onların bilginleri, "akıl"ın

yerine "gönül" kelimesini kullanıyorlar. Bu konuda "gönül"den maksat vic-

dandır. Kant, Russo'nun -Emil, İtiraflar, Toplumsal Kurallar adlı kitapların ünlü

yazan- Allah konusunda bir sözü olduğunu söylemiştir. (Russo) şöyle demiştir:

"Gönül" "kafa"nın anlayamayacağı bir mantığa sahiptir. Yani insan bazen

düşüncesinin asla ulaşamayacağı şeyleri kendi vicdanının hesabıyla düşünür.

Daha sonra şöyle diyor: Russo doğru söylemiştir. Paskal([20])

da: "Gönül

kendisi için kafanın, yani aklın kesinlikle habersiz olduğu delillere sahiptir." sözünden

dolayı doğru söylemiştir. Kant bunların sözlerinin doğru olduğunu

söylemektedir. Onun maksadı, insanın Allah'ın varlığının ispatı konusunda aklın

delilleri peşinde her zaman gitmesinin gerekmediğidir. Bunlar bir takım

delillerdir, fakat gönül akim delillerinin dışında delillere sahiptir. Gönül ve

içyüzün yolu, Allah'a doğru giden bir yoldur. Akıl yolu ise, Allah'a doğru giden

başka bir yoldur. Biri o yoldan gitmek ister, biri diğer yoldan.

İMAM SADIK (a.s)'DAN BİR HADİS

Bu konuyla ilgili olan ve sık sık kullanılan bir hadis aklıma geldi:

Adamın biri imam Sadık (a.s)'ın huzuruna geldi ve şöyle dedi: "Ben Allah'ın

varlığına hangi delille inanayım?" İmam, konuya vicdani yolla girdi ve şöyle

buyurdu: "Gemiye hiç bindiğin oldu mu?" adam "evet" dedi. İmam şöyle

buyurdu: "Her şeyden ümidini keseceğin bir şekilde kuvvetli bir rüzgârın estiği ve

denizin çok büyük bir dalgaya tutulduğu (veya geminin kırıldığı, delindiği)

durumuyla karşılaştın mı?" Adam, 'evet böyle bir durumla karşılaştım" dedi.

İmam: "O anda isterse seni kurtaracağı bir gücün olduğunu düşündün mü hiç?" dedi.

Adam "evet" deyince, İmam: "İşte o, Allah'tır. Senin bütün sebep, alet, araç ve

vasıtalardan ilişkinin kesildiği anda ister istemez senin ümitsizliğe düşmene elvermeyen

şey senin vicdanındır. Vicdanında gerçekten böyle bir şey olduğu için olduğuna

hükmeder. İsteğin, arzun bir işi başlatmaya taalluk edince sebepler ve müsebbiplerin

tümü onun karşısında bir şey değildir." diye buyurdu.

Page 45: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

Vicdanın görüşü olan bu görüş, arz ettiğim gibi seçkin bir görüştür ve

dayanağı atıfe, irade vecp akıl değildir, dayanağı vicdandır. Acaba bu görüş,

eleştirilmeğe gerek duyar mı duymaz mı?

BU GÖRÜŞÜN ELEŞTİRİSİ

a) Felsefenin Tahkiri

Bu görüş, birçok güzel ve değerli noktalan taşımakla birlikte eleştiriye gerek

duyar. Kendisinde bir takım eleştirilecek noktalar vardır, gerçekten de doğru olan

eleştiriler. Şimdi bir cümleyi arz ettikten sonra açıklamamız mümkündür.

Her şeyden önce bu görüşte, nazari akim ürünü, bizim tabirimizle "felsefe"

haddinden fazla küçük düşürülmüştür. Kant'ın "biz nazari akıl yoluyla bu

meselelerin hiçbirini ispat edemeyiz" sözü yanlıştır. Nazari akıl yoluyla da -vicdan

yolu ve ameli akıl yolunu inkâr etmiş olmayı istemeksizin- insanın özgürlük ve

serbestliğini ispat edebiliriz, hem nefsin beka ve ölümsüzlüğünü, hem

Allah'ın varlığını ve hem de ahlaki emirlerin kendisini ispat edebiliriz. İnsanın

vicdandan ilham aldığı emirleri, akıl da, şüphesiz vicdanın müeyyideleri olarak

onları te'yid eder. Büyük bir açıklamayı gerektirdiği için bu konuya

girmeyeceğiz.

b) Kemal ve Saadet Arasındaki Fark

Diğer mesele, kemal ve saadeti birbirinden ayırmaktır. Bu çok yanlıştır.

Kemal saadetten ayrı değildir. Her kemal bir çeşit saadettir. Saadet, yani mutluluk,

sadece hissi mutluluklara özgü değildir. Kant'a, söylemek gerekir: insan,

vicdanına ters düştüğü zaman şiddetli bir acıya kendi vicdanında hisseder

diyorsunuz. Bu doğrudur. Fakat nasıl olurda insan, vicdanına itaat etmediği za-

man acı duyar, ama itaat ettiği zaman daha yüce: daha büyük, daha güzel, daha

kalıcı ve daha ölümsüz bir lezzet ve mutluluk hissetmez?!

Bu takdirde, Kant'ın deyimiyle insan vicdanının emrine itaat etse de acı

hisseder, çünkü kendisi onu saadetten ayırdığını söylüyor. O halde ağır ve zor bir

iştir: Vicdanın emrine uyarsak acı duyarız, zorluk ve meşakkat manasındaki bir

acıyı duyarız, bunun tersini de yapsak daha kötü bir acı hissederiz. Şu halde, itaat

etsek de etmesek de her iki durumda da acı duyarız. Bunun bir manası yoktur ve

böyle bir şey imkânsızdır. Çünkü insan vicdanın emrine ters düştüğü yerde acı

çeker ve dert alır. İnsan vicdanın sesine kulak verip itaat ettiği zaman mutluluk

ve sevgi duyar. Açıklanamayacak kadar güzel bir mutluluk ve sevgi, cömertlik

yapıp ta bu cömertliğinden sonra içinde bir gül bahçesinin oluştuğunu

düşünen bir insan gibi, kendi acısını dostlarının rahatı olarak düşünen, başkasının

rahatı için acıya katlandıktan sonra insanın benzerini hiçbir diyecektir. Buradan

da onun söylediği saadetin hissî lezzette tadamadığı mutluluk ve lezzeti

vücudunda hisseden bir insan gibi. Bunlar birer delildir. İbn-i Sina, bu

Page 46: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

konuda "işaret" adlı kitabının sonuç bölümünde, "Eğer biz lezzeti sadece hissi

lezzette özgü kılarsak bu yanlıştır" başlıklı bir konu açmıştır. Daha sonra gayr-i

hissî manevî lezzetler hakkında misaller vermiştir. Bugünün psikolojisinde de bu,

çok belirgin bir konudur: Lezzet insan için hissî lezzete özgü değildir, hissî lezzet

genellikle organlara bağlı, dış bir güce bağlı bir lezzettir. Örneğin bir yemek,

insanın diline dokunur, dilin damarlarına dokunur ve bir lezzet ortaya çıkar. Veya

koku, dokunma ve işitme organlarının algıladığı başka lezzetler. Fakat duyu

organlarına bağlı olmayan bir takım lezzetler vardır. Örneğin kahramanlık

lezzeti gibi. Kahraman bir kişi kahraman olduğu ve el üstünde tutulduğunu

hissettikten sonra lezzet hisseder fakat bu lezzet, harici bir hissi gerektirmez, yani

dışa bağlı bir lezzet değildir. İnsan, halkı sevmekten lezzet duyar. Toplumun

kendisini sevdiğini ve halkın sevgilisi olduğunu düşünen bir kimse, sevgi his-

sinden lezzet duyar. Aynı şekilde bir âlim ilmi bir gerçeği bulmaktan lezzet duyar.

Nasiruddin Tusî hakkında da şöyle bir hikâye anlatılır: Bir mesele konusunda bir

zorlukla karşılaşınca meseleyi halledinceye kadar düşünmeğe başlardı. Bazen

gece yansında meseleyi açıklığa kavuşturunca öyle coşkulu biri duruma gelirdi

ki şöyle derdi: "Padişahlar, şehzadeler neredeler. Gelip görsünler ki benim şu

anda hissettiğim lezzet, onların hissî işlerden duydukları lezzetlerden daha çoktur."

Hüccetu'l İslam Seyyid Muhammed Bakır'ın zifaf gecesiydi. Gelinin yanına

gitmesi gereken zamana henüz vakit vardı. Mütalaa ile uğraşmağa gitti. Mütalaaya

(düşünmeye) öyle dalmıştı ki zifaf gecesinde olduğunu unutmuştu. O anda (sabah)

ezanını işitti. (Zavallı gelin de rahatsız oldu, beyin kendisini istemediğini,

kendisini görüp de beğenmediğini düşündü). Rahatsız oldu. Geldi ve yemin

ederek: "Vallahi ben mütalaaya öyle dalmıştım ki bu gecenin zifaf gecemiz olduğunu

unutmuştum." dedi.

Bu lezzet, ilim lezzetidir. Bunlar hissî lezzetler değildir.

Bundan dolayı lezzet meselesini vicdanî işlerden ayırmak mümkün

değildir. Elbette Ebu Ali Sina ve başkalarının yaptıkları ilmî ve felsefi açıklamalar

başka bir çeşittir. Her halükarda insanın bir şeyden lezzet aldığı an onun

dünyasının bir şeye kavuşmak istediği ve buna ulaştığına delildir. Lezzet daima

(bir şeye) kavuşmaktan doğar, elem ve dert ise insanın kavuşması gereken bir ke-

male kavuşmamasından kaynaklanır. Bundan dolayı kemal'in lezzetten ayırt

edilmesi -ki yavaş yavaş Avrupa felsefesinde "acaba insan kemali mi istemeli yoksa

saadet ve lezzeti mi?" sözü yaygınlık kazanmıştır- doğru bir söz değildir. Her

olgunluk, ister istemez bir tür lezzeti peşinde getirir. Velev ki bu, kemal’i isteyen

birisi kemalin peşinde gittiği zaman lezzetin peşinde gittiğini düşünmese

ve lezzetinde peşinde gitmediğini kabul etse bile. O, kemali kemalin kendisi için

aramaktadır. Fakat kemale kavuşmak, kendi kendine insan için lezzet doğurur.

Onun görüşünün büyük bir kısmının üzerinin çizilmesi gerektiği de bundandır.

c) Vicdan Hükümlerinin Tümü Mutlak Değildir

Page 47: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

(Kant'ın) zikrettiği o "mutlak olmak" meselesi de bizzat Avrupalılar

tarafından, "senin söylemiş olduğun vicdan hükümleri bu kadar da mutlak

değildir." şeklinde tenkit edilmiştir. Her ne kadar bizim kelamcı ve

usulcülerimiz "aklın hükümleri", "akli güzellik ve kötülük" adı altında bu söz ve

konuyu incelemişlerse de birbirlerine yakındırlar. Onlar, hükümlerden

bazılarının mutlak olduğuna inanmaktadırlar. Ve onların söyledikleri doğrudur.

Örneğin, şunu söylerler: Adalet, insanın ruhunda güzel olan mutlak bir hüküm-

dür. Zulüm, insanın ruhunda kötü olan mutlak bir hükümdür, ama doğruluk

mutlak bir hüküm değildir. Aksine kendi felsefesine tabidir ve doğruluk bazen

kendi felsefesini kaybeder. Kant'a şu itirazda bulunmuşlardır: Mademki sen

mutlak hükme bu kadar tabisin ve örneğin "doğruluk, vicdanın mutlak emridir,

maslahatla ilgilenmez" diyorsun farz edelim ki zalim bir deli eline bir bıçak almış,

öldürmek için zavallı birini arıyor, sana, "onun nerede olduğundan haberin var

mı?" diye soruyor. Sen burada bir cevap vermelisin, eğer susmak istersen seni

öldürecek, ne cevap vereceksin? Acaba haberim var mı diyeceksin yoksa haberim

yok mu diyeceksin? Eğer haberim yok dersen, bu durumda vicdan doğru söyleme-

lisin dediği halde yalan söylemiş olursun, eğer haberim var

dersen sana, "nerdedir?" diye sorar. Acaba onun nerde olduğunu gösterecek

misin yoksa göstermeyecek misin? Eğer gösterirsen gider ve onu haksız yere

öldürür. Acaba gerçekten insan vicdanı bu kadar mutlak mıdır? Sen mutlaka

doğruyu söylemelisin, sonuçlarla bir işin yok" mu diyor?

MASLAHAT GEREĞİ YALAN

Sa'di'nin de ele aldığı ve fıkhımızda var olan maslahat gereği yalan söyleme

meselesine gelince. Acaba maslahat gereği yalan söylemek fitne çıkaracak

doğrudan iyi midir yoksa değil mi? Sa'di; maslahatı sağlayacak yalanın fitne

çıkaracak doğrudan daha iyi olduğunu söylemektedir ve anlattığı o hikâye de

Sa'di'nin bu konudaki anlayışının güzel olduğunu gösteriyor. Hikâye şöyledir:

Adamın birini padişahın huzuruna getirmişlerdi. Padişah gidip boynunu

vurmalarını emretti. O, yaşayacağından ümidini kesince hakaretlerde bulunmağa

başladı. Fakat padişah duymadı, "Ne söylüyor?" diye sordu. Vezir, "...Öfkelerini

yutkunurlar, insanları affederler..."([21])

diyor." diye cevap verdi. Orada, bu vezirde

zayıf bir noktayı bulmak ve onu görevinden azlettirip onun yerine geçmek için

fırsat kollayan birisi şöyle dedi: "Padişah hazretlerimizin huzurunda yalan söylemek

bizim gibilere yakışmaz. O, padişaha hakaretlerde bulunmaktadır, sen Kur'an

okumaktadır mı diyorsun." Padişah: "Onun yalanı senin doğrundan iyidir," dedi.

(elbette bunlar gerçeğin söylenmesi için söylenen hikâyelerdir). Maslahatı sağla-

yacak yalan, fitne çıkaracak doğrudan iyidir, yani o, bir yalanla bir can kurtardı, sen

ise bir doğru ile bir canı daha çok tehlikeye atmak istiyorsun.

Acaba "maslahatı sağlayacak yalan fitne çıkaracak doğrudan iyidir" sözü

gerçekten doğru mudur? Burada başka size bir konuyu açıklamam gerekir.

Page 48: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

Maslahat sağlayacak yalan ile menfaat sağlayacak yalan arasında fark vardır.

Birçok insan maslahat için söylenen yalanı menfaat için söylenen yalanla

karıştırmaktadırlar veya karıştırmak istemektedirler. Maslahat için söylenen

yalan, kendi felsefesini bırakıp doğruluk felsefesini elde eden bir yalandır, yani

kendisiyle insanın bir hakikati kurtardığı yalandır. Fakat menfaat için söylenen

yalan, insanın kendisi için bir fayda sağlamak için söylediği yalandır. Maslahat

meselesini menfaat meselesiyle karıştırmamak gerekir. Maslahat, hakikatin odak

noktasıdır. Maslahat ve hakikat birbirinden ayrılmaz iki kardeştir. Maslahat,

kendi menfaatine riayet etmek değil, hakikate riayet etmektir. Kimileri yalan

söyler, ama kendi menfaatleri için. "Niye yalan söyledin?" diye

sorduğunuzda, "maslahata dayalı olarak yalan söyledim" derler. Kıymetsiz

parasının çoğalması için yalan söyler, "maslahat için yalan söyledim" der. Bu,

maslahat değildir, diğer bütün yalanlar gibi bir yalandır. Onun için maslahat

gereği söylenen yalan ile menfaat sağlamak için söylenen yalan birbirine

karıştırılmaması gereken bir konudur.

Diğer bir mesele ise Kant'ın söylemiş olduğu sözün gereğinin şu olduğudur:

Doğruyu, her zaman- sonunu düşünmeksizin -söylemeli, yalanı da asla -

sonucunu düşünmeksizin- söylenmemeli. (Çünkü ona göre vicdanın emri

mutlaktır ve o şartlı olan akim emridir, vicdanın emri eğer yoksa maslahat ve

benzeri sözlerle ilgilenmez.) Aynı şekilde başka guruplar da, daha çok

zerdüştiler, "Sadi kötüyü öğretmiştir" diyerek Sa'di'ye kötülük yaptığı iddiasında

bulunmuşlardır. Bizim fazilet sahibi kimselerden birinin yazmış olduğu bir

makale de, şunlar yazılmıştı: İngilizler Hindistan'ı istila ettikten ve buranın

medreseleri kendi idareleri altında idare edildikten sonra şöyle

demişlerdi: "Sadi'nin derslerini okutmayın, çünkü o, kötüyü öğretmiştir.

Maslahatı gereği yalan söylemek fitne çıkaracak doğrudan daha iyidir demiştir

ve bu, çocukları şimdiden doğruyu söylemekten alıkoyar." Şunların ne iyi insanlar

olduklarına bakın! Hint halkının durumuna o kadar acımışlardır ki çocuklarının

bu şekilde terbiye edilmelerini istememekte aksine onların doğru sözlü

olmalarını ve hatta maslahatı sağlamak için bile olsa yalan söylememelerini

istemektedirler. Fakat ilahi aşkla yoğrulmuş zeki ve akıllı kişiler, Sa'di'nin

derslerinin verilmesini engelleyen İngilizlerin bunun için değil de "Gülistan " in

önsözünde söylediklerinden dolayı olduğunu çabucak anladılar. Sa'di Gülistan'ın

da şunları söylemektedir:

Ey Gayb hazinelerinin cömerdi

Mecusi ve mesihîlere (Hıristiyanlara) vazife yaparsın

Dostları mahrum olarak nereye bırakıyorsun

Sen ki düşmanları görüyorsun.

Sen çocukların kafasına Hıristiyanların Allah düşmanı olduklarını

yerleştiriyorsun. Bunlar Hindistan'da Farsça öğrenim gören çocuklara bu

şiirinden dolayı Sa'di'nin derslerini vermeyin denmiyorlardı, Sa'di'ye kötü şeyleri

Page 49: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

öğrettiğinden dolayı, maslahat gereği söylenen yalan fitne çıkaracak doğrudan

iyidir dediğinden dolayı ders vermeyin, çocuklarınızı fesada uğratıyor, Sa'di'nin

talimatları asla dertleri gidermez! Diyorlardı.

Zerdüştiler de Sa'di'nin bu kelimesi için, "Onun sözleri

dertleri gidermez." demişlerdir.

İranlıların yüzde yüz iftiharı olan Sa'di, açık bir yüreklilik ve olgunlukla

zerdüşti ve Mecusilerin Allah'ın düşmanı olduklarını söylemektedir. Bundan

dolayı "Purdavud" ([22])

:"Sa'di bir işe yaramaz, maslahat gereği yalan söylemek fitne

çıkaracak doğrudan iyidir dediği için kötüyü öğretiyor" demiştir. Burada da ilahi

aşkla yoğrulmuş zeki ve akıllı kişiler, Sa'di'nin ayıbının bu olmadığını Hıristiyan ve

Zerdüştileri Allah'ın düşmanı olarak tanıtması olduğunu hemen anlamışlardı.

Bundan öteye bir şey demiyorlardı. Burada gönülleri Sa'di'ye karşı kırgın olsun

istiyorlardı.

Bunlara ilave olarak, bu tip sözlerin Kant ve böyle konuşan herkesin

ağzından çıkmasına çok şaşılır. İnsanın böyle bir şeye inanması nasıl mümkün

olur? İnsan doğruyu söylemeli velev ki bu doğru kendi felsefesinin tümünü

elinden alsa dahi, dünyadaki cinayetlerin kaynağı olacak doğruyu söylemek

gerekir. Dünyadaki cinayetlerin önünü alacak, canlan kurtaracak ve gerçekleri

ortaya çıkaracak yalanı söylememek gerekir! Acaba vicdan böyle bir hüküm verir

mi gerçekten?! Doğru ve yalan konusunda biraz tecrübe sahibi olan bir kimse

böyle sözlere kulak vermez. Bazen bu alanda çok tecrübesiz olan bir kısım

insanlar bazı sözleri söylerler, örneğin hayatında doğruluk görülmemiş ve her

aman yalan söyleyen bir insana, "acaba maslahat gereği yalan söylenebilir mi?" diye

sorarsanız. Hiçbir zaman yalan söylememek gerekir, asla yalan söylenemez"

diyecektir. Çünkü hayatında hiç doğru söylememiştir ki. Gerçekleşen bazı

konularda doğru söylemenin bazı kötülükleri doğuracağını görmüştür. Sözlerini

gerçekle uygulamamıştır. Fakat bu konuda tecrübeli olan, yani ömründe doğru

sözlü olarak tanınan bir kimse, bazı konularda kendi felsefesini elinden

alacak gerçekleşmiş bir doğrunun olduğunu anlar. İslam fıkhında da gıybet ve

yalan konusunda bazı istisnai kurallar vardır ve hak da budur.

Şöyle bir hikâye anlatılır: Adamın biri, bir kuşçu dükkânından -eski değerle-

iki Kırana bir horoz aldı. Horoz bu değerden daha çok değerli olacak bir

güzelliğe sahipti, evine gitti. Evine varınca karısı ona, "Bu getirdiğin şey

nedir?" diye sordu. Adam, "Horoz" dedi. Kadın, "Namuslu bir insanda mı evine

horoz getirir?!" dedi. Adamın karısı, derhal yüzünü kapatıp kendini gizledi

ve: "Ben erkek bir cinsin var olduğu bir evde yaşamaya asla razı değilim, bu evde ya

o olacak ya ben, artık evin köşesinden dışarı çıkmayacağım." dedi. Adam, "insana

horozun bir ayıbının olmadığı söylenmiştir" dedi. Kadın, "Hayır, namuslu bir kişi

horozu bile evine getirmez." Adam buna çok sevindi ve "Allah 'a hamd olsun, eşim ne

kadar da namuslu ve iffetli bir kadındır!" Horozu aldı ve kuşçunun yanına götürerek

Page 50: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

şöyle dedi: "Eğer mümkünse bunu al da iki Kıranımı geri ver." Kuşçu: "niye?" dedi.

Adam: "Herhalde bu horoz daha çok değerlidir iki Kıran ve iki

şahiye değer" Kuşçu:"Bizde sana iki şahiyi ikram ettik" Adam; "Hayır, yine de

istemiyorum " dedi. Kuşçu: "Her ne kadar benim sana yalan söylememin mümkün

olduğunu düşünüyorsan da gerçekten bunun değeri daha fazladır." dedi.

Adam, "Hayır, onun için de değil, fazla olduğunu biliyorum ama yine de

istemiyorum" dedi. Kuşçu: "Niçin istemiyorsun?" diye sordu. Adam: "Niçin

istemediğimden sana ne?" diye çıkıştı. O da inat etti ve "Sebebini söylemeyinceye

kadar horozu senden geri almayacağım" dedi. Adam: "iki kıranın yerine bana otuz

sahi ver" dedi. Kuşçu; "doğru söylemeyinceye kadar vermem." dedi. Adam: "Bana

bir kıran ver" dedi. Kuşçu: "Doğruyu söylemeyinceye kadar on sahi de desen kabul

etmem doğruyu söylemen gerekir" dedi. Adam gerçeği söyleyerek, "Benim eşim çok

iffetli ve namuslu bir kadındır, evde bir horozun bulunmasını kabul etmiyor" dedi.

Kuşçu hemen horozu aldı ve ona iki kıran vererek şöyle dedi: "Şu iki kıran'ı al fakat

senin eşinin kötü niyetli birisi olduğunu da bil, eğer kadın iffetli ve namuslu olsaydı bu

şekilde konuşmazdı, bu söz, kendisinden asla namus ve iffet bulunmayan bir kadının

sözüdür. Gerçekten iffet ve namuslu olan bir kadın, hiçbir zaman horozdan yüz

çevirmez."

Doğruluğun gerçekten kendi felsefesini yüzde yüz elinden alacağını

düşünen ve "insanın doğruluğundan dolayı kan denizi oluşsa da burada doğruyu

söylemek gerekir" diyen bir insanın hali tıpkı yüzünü horozdan çevirenin durumu

gibidir. Nihayet İslam bu konuda çok büyük bir inceliğe sahip başka bir söz de

söylemiştir: Ruhunun yalan söylemeğe alışmaması için, mecburiyetin

olduğu yerde aklına bir şey getir diline d': başka bir şey getir. Mecbur kalmadıkça

böyle bir şey yapamazsın. Arz ettiğim gibi menfaat gereği söylenen yalan ise

maslahat gereği söylenen yalanı birbirine karıştırmayın. İslam fıkhında şöyle

denilir: Gerçekten maslahatın olduğu ve bir doğruluktan dolayı toplum için bir

kötülüğün olacağı yerde (örneğin, düşmanın casusları mazlumları yakalamak için

ev ev dolaşmaktadırlar, sana soruyorlar. Sen, "ben doğru söyleyen bir insanın

onlara nerede olduklarını haber vermeliyim" diyeceksen, doğruyu söyleyen biri değil,

bir canisin) mecburiyetten dolayı, menfaat için değil maslahat için yalan söyle,

zihninin kirlenmemesi ve kötüyü adet edinmemek için zihnine başka bir şey

getir. Örneğin "görmedin mil" dedikleri zaman, "hayır" de, fakat

bu "hayır" dan maksadın zihninde taşıdığın başka bir şey olsun. Zihninin

yalan söylemeyi adet edinmemesi için zihninden bir şey geçirmeksizin yalan

söylemeğe kalkışma. Bunun ismi "Tevriye"([23])

dir. Emiru'l Mümi'nin (as)

Peygamber'in (sav) şöyle buyurduğunu nakleder:

"Kulun kalbi sağlam olmadıkça imanı sağlam olmaz ve dili sağlam olmadıkça da

kalbi sağlam olmaz."

Page 51: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

Şimdi, bazıları daima yalan söylemekte ve bu yaptıklarına da tevriye

demektedirler. Bu tip kişilere rastlamışızdır, benim bunlarla bir işim yoktur,

gerçeği söylemekteyim.

Bu anlattıklarımızın tümü Kant'ın görüşüne getirilen bir takım eleştirilerdir.

Yarın akşam inşallah güzellik nazariyesi üzerine, ahlakı, cemal ve

güzelliğin bir göstergesi olarak bilen kimselerin görüşü üzerine konuşacağım.

Allah'ım! Gönüllerimizi iman nuruyla nurlandır, bizleri mukaddes İslam'ın

gerçekleriyle tanıştır, bizleri İslam'ın ve Kur'an'ın değerini bilenlerden eyle.

Peygamber ve onun ehlinin değerini bilenlerden eyle. Ölülerimizden rahmetini

esirgeme.

Page 52: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

DÖRDÜNCÜ OTURUM

GÜZELLİK NAZARİYESİ

Page 53: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla

Hamd, bütün varlıkları yaratan âlemlerin Rabb'ı olan Allah'a mahsustur.

Salât ve selam Allah'ın kulu, resulü, günahlardan arındırılmış, Allah'ın sırrını

koruyan, risaletini tebliğ eden, efendimiz, peygamberimiz ebu'l Kasım

Muhammed'e ve O'nun günahlardan arındırılmış tertemiz ve güzel yakınlarının

üzerine olsun. Lanetlenmiş şeytandan Allah'a sığınırım.

"Allah adaleti, ihsanı, akrabaya vermeyi emreder. Fahşa (edepsizlik) dan,

münker (kötülük) den ve bağy (azgınlık)dan meneder. öğüt almanız için size

böyle öğüt verir."(Nahl: 90)

Ahlakı güzellik kategorisinde kabul edenlerin görüşü etrafında

konuşacağımızı kararlaştırmıştık. Size arz edeceklerimin mukaddimesinde küçük

bir noktayı hatırlatmalıyım. Bazılarının şöyle düşünmeleri mümkündür: Acaba

ahlak, sevgi (atıfe) ve muhabbetin bir çeşidi midir? İlim ve bilginin bir çeşidi

midir? İradenin bir çeşidi midir? Vicdanın bir çeşidi midir? Güzelliğin bir çeşidi

midir? Gibi görüşlerin bilinmesinin ameli açıdan ve toplumsal terbiye açısından ne

faydası vardır? Gerekli ve faydalı olan halkın yaşayışta faziletli ahlakla

ahlaklanmalarıdır, ister ahlakın hangi kategoriye girdiğini bilelim ister

bilmeyelim, ne fark eder? Bunlar, amelle ilgili bir sonucu olmayan bir takım ilmi

konulardan başka bir şey değildirler. O halde bu konuların ne faydası

vardır? "kurma " ([24])

, "gayn" la mı yoksa "Kaf" la mı okunur diye sorulduğunda

"Ne ğayn'ladır ne de kaf'la, et ve yağladır." şeklinde verilen cevaba benzer. Şimdiki

konumuz ahlâkın hangi kategoride olduğu üzerinedir. Bazılarının, ahlâkın sadece

amelî konunun dışında nazari bir konu olduğunu düşünmeleri mümkündür.

Fakat böyle değildir. Ahlakın hangi kategoride değerlendirileceği ve tek bir

kategoriye mi girdiğinin yoksa birkaç kategoriye mi girdiğinin taranıp bi-

linmesinin, ahlakı toplumda yaygınlaştırmayı ve tamamlamayı istememiz ve

nereden başlamamız gerektiğini bilmemiz konusunda çok büyük etkilere

sahiptir, bu tür şaşkınlıklara sahip olanlar vardır. Nasıl başlayacağını bilmeyen

insanlara rastlamak mümkündür. Düşünce tarzları Hintlilerin ve Hıristiyanların

düşünce tarzının aynısı olan kimseler şöyle demektedirler: Ahlak, sevgi

beslemek, muhabbet duymak, düşman olmamak, üzülmemek, kin

beslememektir. Toplumda ahlakı yaygınlaştırmak isterseniz muhabbeti ve sevgi

duygusunu toplumda fazlalaştırınız, üzüntülerin, nefret, kin ve düşmanlıkların

ortadan kalkacağı işleri yapınız, düşmanlıktan toplumdan kaldırınız ve

muhabbeti gönüllere yerleştiriniz, işte bu ahlaktır.

Bu tür insanlar böyle demektedirler. Fakat Sokrates gibi, ahlakı ilim

kategorisinde değerlendiren kimselerin söyledikleri başkadır. (Sokrates) şöyle

demektedir: Halka öğretiniz. Halkı bilinçlendiriniz, halk bilinçlenince, o bilgi

kendileri için ahlaktır.

Page 54: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

Bu düşüncenin temeli, her kötü ahlaklı insanın cahil olduğu için kötü

ahlaklı olduğudur. Kötü ahlakın kaynağı cahilliktir, o halde ilmi öğretmeniz

kâfidir. Öğretiniz, zira öğretmekte terbiye de vardır. Öğretim terbiyeden, terbiye

de öğretimden ayrı değildir. Artık, "üzüntüleri ortadan kaldırın, muhabbetleri

çoğaltın" demez de "Bilgileri çoğaltın" der. O halde bizim şunu bilmemiz gerekir:

Toplumun terbiyesi için acaba toplumun bilgisini mi artırmalıyız yoksa

düşmanlıkları ortadan kaldırmaya mı çalışmalıyız. Bilgiden bir iş çıkmaz mı?

Aristo’nun dediği gibi, "bilgiden tek başına bir şey çıkmaz, ona iradeyi eklemek

lazım." diyen kimse başka bir yol ileri sürmektedir. Ahlaktaki dayanağı insanlığın

fıtrî vicdan yönü olan kimse "her insanın içyüzünde insana iyi işleri yapmayı

emreden ve kötü işlerden alıkoyan ahlakın değerli bir münadisi vardır" demektedir.

Bu, "doğru söyle, yalan söyleme" nidası, bu "emaneti koru, ihanet etme" nidası

bu "cömertlik yap" nidası, bu "başkalarına karşı kendi hakkında insaflı ol" nidası,

herkesin içyüzünde vardır. Sadece başkalarının nida ve kargaşası yüksek olduğu

zaman insan kendi vicdanının nidasını işitmez. Örneğin şu anda içinde

yaşadığımız şu atmosferde eğer bir vaiz Allah'ın ayetlerini bizim için açıklamak is-

terse eğer bu atmosfer sakin ve sessiz olursa onun söylediklerini doğru bir

şekilde anlarız ve duyarız, yok eğer onun sesi gibi yüksek başka bir ses varsa veya

otomobillerin sesi de bir taraftan yükseliyorsa ya da yanımızda oturan birisi

konuşuyorsa artık biz onun sesini işitemeyiz. Bir sesin güzel bir şekilde işitilmesi

için karşısındaki sesleri susturması ve bastırması gerekir. Bu, görme konusunda

da böyledir. Bizler, toz, toprak ve dumanın olmaması şartıyla iyi bir şekilde

görürüz. Bu takdirde gözümüzün görebildiği kadar görürüz. Şayet toz, duman ve

toprak çoksa eşyayı net bir şekilde göremeyiz. Gerçekte görürüz, fakat bu toz ve

duman iyi görmemize izin vermez. Görmemiz için toz ve dumanı dindirmemiz

lazımdır. Sa'di'nin deyimiyle:

Hakikat, süslü bir saraydır.

Heva ve heves tozu dumana katmış

Görmüyor musun ki tozun kalktığı her yerde

İnsanı her ne kadar gören biri ise de gözü görmez.

Sen ağzına kadar hırsla doluysan da

Gaybi olan gönüldeki sır duyulmaz.

Ahlakın, vicdanın sesi olduğunu söyleyen kimselere soralım: Eğer toplumu

ahlaka doğru sürüklemek istersek ne yapmalıyız? O, "kişinin kendi vicdanının

sesini işitecek bir iş yapın" diye cevap verir. "Nasıl bir iş yapalım?" diye

sorduğumuzda, "başkasının sesini kısınız" der. O ses, her zaman vardır ve

susturulması mümkün değildir. "Muhalif olan ses ve kargaşa sizin duymanızı

engelliyor" denildiğinde de, "ahlakı, yani kendi kalbinin sesini dinle" demektedir.

Ahlakın güzellik kategorisinde olduğunu söyleyen kimse, "güzellik hissini

insanoğlunda yetiştiriniz" demektedir. (Daha sonra değineceğimiz açıklamaya

göre). İnsanoğlu, eğer mekarimu’l ahlakın güzelliğini, güzel ve yüce olan ahlakın

Page 55: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

güzelliğini hissederse kötü işleri yapmağa kalkışmaz. Kişinin yalan söylemesinin

sebebi, doğruluğun güzelliğini anlamamalarıdır. İhanet etmelerinin sebebi,

emanetin güzelliğini anlamamalarıdır. O halde kişinin zevkini eğitiniz, terbiye

ediniz. Zevk, güzelliğe bağlıdır. Kişinin hissî güzelliklerden başka güzellik

bilmeyeceği, aklî güzelliklere de önem verecek ve aklî güzellikleri işleyecek işler

yapınız.

Başka görüşlere sahip olanların da her biri, toplumdaki ahlak olgunluğu için

bir yol ileri sürmektedirler.

O halde bu konu, hiç bir ameli etkiye sahip olmayan sırf nazari ve felsefi bir

konu değildir, fevkalade ameli etkisi olan bir konudur. Buna ilaveten bizler bütün

bunları derin bir şekilde, büyük bir dikkatle ve geniş bir şekilde açıklamadıkça

İslam'ın ahlakî mektebini tanıyamayız ve dinimizin, ahlakı hangi temel veya

temeller üzerine kurduğunu göremeyiz.

GÜZELLİK NAZARİYESİ:

ACABA GÜZELLİK TARİF EDİLEBİLİR Mİ?

Ahlak konusundaki bir görüşün "ahlak güzellik kategorisindedir" şeklinde

olduğunu söylemiştik. Burada bazı sorular ortaya çıkmaktadır. Ahlak, güzellik

kategorisindedir denilen konunun aslına inebilmemiz için ilkönce bu sorulara

cevap vermeliyiz. İlk soru; "Cemal veya güzellik nedir? " sorusudur. Yani, cemal ve

güzelliği nasıl tarif edebiliriz ve mantıkçıların diliyle güzelliğin cins ve sıfatlan

nelerdir? Güzellik hangi kategoriye girmektedir? Acaba kemmiyyet

kategorisinde ve kemmiyyetlerin bir parçası mıdır? Acaba keyfiyyetin bir parçası

mıdır? Acaba izafe kategorisinde ve bir izafe midir? Acaba bir infial midir? Acaba

bir cevher midir? Ve buna benzer sorular. Ve ya bunları göz önüne almaksızın

formül ve ayni (gözlem) açıdan konuya bakalım, güzellik neden

yapılmıştır? Acaba güzellik için bir formül elde edilebilir mi? Acaba

kimyada maddi işler için formül belirlendiği gibi, örneğin suyun bileşiminin H2O

formülüne sahip olduğu gibi güzelliğinde tabiatta formülü var mıdır? Bilahare

güzellik nedir? Bu soru, henüz hiç kimsenin güzelliğin ne olduğuna cevap

veremediği bir sorudur. Belki de bazılarının düşüncesine göre bu sorunun cevabı

yoktur. Dünyanın gerçekleri arasında en yüce bir gerçek olduğuna dayanarak

onların ne olduğunu sormak doğru değildir.

O halde güzelliğin ne olduğu tarif edilebilir mi? Hayır, edilemez. Güzellik

kategorisinden olan fesahat bölümünde âlimler fesahatin gerçekte açık bir şekilde

tarif edilemeyeceğini söylerler. İdrak edilir ama vasıflandırılamaz. Dünyada,

insanın, varlığını idrak ettiği ama vasıflandıramadığı çok şey vardır. Güzellik de

bunlardan biridir. Eflatun, güzelliği tarif etmiştir. Onun tarifinin her şeyden önce

doğru bir tarif olduğu kendisinden anlaşılmıyor. İkinci olarak da olgun bir tarif

değildir. Şöyle demiştir: Güzellik, bütünün parçaları arasında bir çeşittir. Yani

Page 56: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

eğer bir bütüne sahip olursak, örneğin bir binanın kapı, duvar, temel, çatı ve diğer

bütün parçalarının belirli bir uygunluk içinde kullanıldığı gibi o "bütün" güzeldir.

Bir binanın güzelliği, parçalan arasında bir uygunluk olduğundan dolayıdır. Şimdi

bunun doğru olduğunu ve uygunluk, yani özel bir bağlılık var olduğunu farz etsek

acaba güzelliklerde bağlılığın (nisbetin) ne olduğunu açıklamak mümkün mü?

Örneğin suda “H” den ne kadar var. “O” dan ne kadar var denildiği gibi

burada bunun için de böyle bir şey söylenebilir mi? Hayır. Acaba bizim tarif

edebilmemiz gerekli mi? Hayır, gerekli değildir. Bir gerçeğin varlığım itiraf

etmemiz için Önce onu tarif etmemiz gerektiği konusunda hiçbir zaruret yoktur.

Eğer yapabilirsek tarif ederiz, yapamazsak, "asıl ve mahiyet açısından bilemeyiz

fakat vardır. Güzellik vardır. Fakat insan onu tarif edemez" deriz. İnsan elektrik

akımını tarif edemez fakat onun var olduğundan şüphe yoktur.

GÜZELLİK MUTLAK MI YOKSA NİSBÎ MİDİR?

Burada ortaya çıkan ikinci soru, "güzellik mutlak mıdır yoksa nisbi

mi?" sorusudur. Yani acaba o güzel olan şey, -bir insanın âlemde var olan birçok

şey gibi onun güzelliğini idrak edip etmemesini göz önüne almaksızın-

haddizatında güzel midir? Örneğin Demavend kalesi vardır ve bu çevredeki

kalelerin en yükseğidir, ister insan onu idrak etmesi için âlemde olsun ister

olmasın. O, haddizatında vardır. Acaba güzelde bulunan güzellik var olan açık bir

gerçek midir yoksa idrak edenle idrak edilen arasında gizli bir rabıta mıdır? Bir

insanın gözünde bir şeyin veya başka bir insanın (sevdiğinin) çok güzel olduğunu

görmektesiniz, hâlbuki başka insanlar onu hiç de güzel görmüyorlar. O halde bu tür

kişilerin söylediğine göre güzelliğin mutlak bir gerçek olmadığı anlaşılmaktadır.

Yani bir insanın başka bir insan gözünde çok güzel olması, başkasının gözünde ise

hiçbir güzelliğe sahip olmaması mümkündür. Mecnun'un meşhur hikâyesi de

böyledir. Mecnun'un, Leyla'sının nitelikleri üzerine bu kadar şiir ve gazel

söylemesi, Harun Reşid'in Leyla'nın dünyada benzeri bulunmayan birisi

olduğunu düşünmesine yol açmıştı. Harun Reşid, vahşi bedevilerden olan

Leyla'yı çölden getirdikleri zaman, bakmaya hiç değmeyecek yanmış siyah derili

basit bir kadın olduğunu gördü.

Mecnuna dedi ki: Bugün senin utanç günündür.

Zira Leyla 'dan daha iyi bir güzel bul.

Leyla her ne kadar senin gözünde bir huri ise de,

O 'nun azalarının her birinde bir kusur vardır.

Mecnun bu sözleri işitince çılgına döndü

O çılgınlıkla güldü ve şöyle dedi:

Sen, saçını görüyorsun Mecnun ise, saçının kıvrılışını

Sen kaşını görüyorsun Mecnun ise, kaşının işaretini

Eğer benim gözbebeğimde oturursan

Leyla 'nın güzelliğinden başka bir şey göremezsin.

Page 57: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

Bu kıssa güzellikteki nisbiyyeti açıklıyor. Yani onun için güzeldir, başkası

için güzel değildir. Şu da kendi başına bir konudur: Güzelliğin aşkı doğurduğunu

düşünen insanlara karşı olarak, bunun tersinin olduğunu, yani aşkın güzelliği

doğurduğunu söylemektedirler. Yani ilk önce güzellik yoktur ki daha sonra

güzelliğin etkisiyle aşk doğmuş olsun, ilk önce aşk meydana gelir ve sonra aşk,

güzelliği doğurur. Elbette bu, ifrata kaçan bir görüştür. Güzelliğin varlığını bütün

olarak inkâr etmek mümkün değildir.

Şimdi, acaba güzellik mutlak mı yoksa nisbi midir? Yine de bizim bu konuyu,

yani "güzellik mutlak bir gerçek midir yoksa nisbi bir gerçek midir?" konusunu

araştırmamızın konumuz açısından bir gerekliliği yoktur. Kesin olan şudur: Dış

görünüşte güzellik diye' bir şey mevcuttur. Güzelliğin yüzde yüz aşkın bir

sonucu olduğu ve aşkın aynı şekilde bir yerde meydana gelen boş bir gerçek olduğu

yaklaşımı doğru değildir. Aksine güzellik bir gerçektir. Nisbî bir gerçek olduğunu

farz etsek bile yine de kendi başına bir gerçektir.

GÜZELLİĞİN AŞK VE HAREKETLE İLGİSİ

Bu konu için bir mukaddime mahiyetinde olan üçüncü konu da şudur:

Cemal ve güzellik bir taraftan, cazibe başka taraftan, aşk ve istek diğer taraftan,

hareket diğer taraftan, övgü diğer taraftan, bunlar birbirlerine ikiz olan

gerçeklerdir, yani güzelliği meydana getiren yer, çekici bir güce de sahiptir.

Güzelin çekiciliği vardır. Güzelliğin var olduğu yerde aşk ve istek başka bir

varlıkta mevcuttur, hareket ve kımıldama mevcuttur, yani güzelliğin kendisi

hareket ve kımıldamanın gereğidir. Hatta ilahî felsefecilerin düşüncesine göre,

bu âlemde cevheriyye hareketine kadarki bütün hareketler ve tabiat âlemindeki

bütün kafileleri bir "tek" şeklinde harekete geçiren, esas aşkın doğurduğu bir

şeydir: "Maşukun, aşığı harekete geçirmesi ve sebebin, müsebbibi harekete geçirmesi

gibi." Böyle söylemektedirler. Bu konuda söylenecek söz çoktur.

"Vahşi Bâfıkî"nin, ([25])

"meyl (eğilim)" konusunda şiirleri vardır. Bu şiirler, meyi

ve çekiciliğin, âlemin bütün zerrelerinde var olduğu hakkındadır. Sonra,

filozofların buna aşk dediklerini söylemektedir. Her halükarda güzelliğin olduğu

her yerde cazibe (çekicilik) vardır, aşk ve istek vardır, hareket ve kımıldama

vardır, övgü ve yüceltme vardır. Güzellik, kendi peşinde övgü ve yüceltmeği

getirir.

GÜZELLİK, CİNSEL ARZUYA BAĞLI GÜZELLİĞE ÖZGÜ DEĞİLDİR

Şimdi, acaba güzellik, bir insanın güzelliğine mi özgüdür? Bu da, insanın

birbirine zıt iki cinsin, özellikle kadın cinsinden anlaşılan güzellik midir?

Ve "güzel" denildiğinde örneğin güzel bir kadının yüzü ve boyu mu anlaşılır?

Alemde bundan başka güzellik yok mudur?... Güzellikten doğru bir şey

anlamayan kimseler böyle düşünmektedirler. Hayır, tabiatta binlerce çeşit

güzellik mevcuttur, canlılar, bitkiler ve hayvanlarda, gökyüzünde, yeryüzü

Page 58: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

vedenizlerde binlerce çeşit güzellik vardır. Güldeki güzelliği idrak etmeyen kim

var?! Birçok kimse gülün sadece hoş kokusunu idrak edebilir, gözleriyle güzelliği

idrak edenlerin güldeki güzelliği onun hoş kokusundan daha çok idrak ettikleri

gibi, yani gülen gözle görülen güzelliği onun hoş olan kokusunun

güzelliğinden daha fazla ehemmiyetlidir. Güllerin güzelliği, ağaçların güzelliği,

ormanların güzelliği, denizlerin güzelliği, dağların güzelliği, insanın üstünde yer

alan gökyüzünün güzelliği, ufuğun güzelliği, seher vaktinin güzelliği, güneşin

doğuşunun güzelliği, batışının güzelliği, şafağın güzelliği gibi binlerce güzellik ve

hissî güzellik tabiat âleminde mevcuttur. Güzelliklere de sahip miyiz? Evet, onlar

da çoktur. Bu güzelliklerin tümü, insanın cinsî şehvetiyle ilgili olan güzelliklere

özgü değildir. Güzelliği cinsi şehvette idrak eden kimse hakikatte kesinlikle

güzelliği idrak etmez. Güzellik, sadece insanın cinsi arzusuna bağlı değildir ki bazı

insanlar "güzellik" i ani olarak, yani cinsi arzulara bağlı meseleler olarak

düşünsünler. Bu şekilde değildir. Tabiatın kendisinde binlerce çeşit güzellik

mevcuttur. Bizim şimdiye kadar söylediğimiz güzellikler, basiret ve görme

kuvvetine bağlı güzelliklerdi. Duyma, dokunma, koklama ve tatma ile de

güzellikler idrak edilir, aslında her histeki "iyi" güzel demektir.

Gözdeki "iyi" gözün güzelliğidir, kulaktaki "iyi" kulağın güzelliğidir. O halde şu

yanılgıya düşülmesin: Anlayışları çok zayıf güzelliklerden oluşan

kimselerin "güzellik" düşünceleri her zaman cinsi meselelere yöneliktir.

GAYR-İ MAHSUS GÜZELLİK

Bu anlattıklarımızdan daha ileri olarak, acaba hissedilmeyen güzelliklere de

sahip miyiz? Hissedilen güzellikleri, çoğunluk, halkın ittifakına yakın bir şekilde

idrak etmektedir. Acaba gayr-i mahsus güzelliklere ve manevî güzelliklerin en

küçüğü, insanın hayal gücüne, yani insanın zihnî şekillerine bağlı olan güzellikler-

dir. Fesahat ve belagatin güzelliği nerededir? Fasih ve beliğ bir ibare insanı niçin

kendine doğru çeker ve onu cezp eder? Sa'dî'nin şiir ve düzyazıları niçin insanı

cezp eder? Sa'dî'nin üzerinden yaklaşık yedi yüz yıl geçiyor. Niçin Sa'dî'nin o

kısacık sözleri hala dillerde tekrarlanmaktadır ve insan bu sözleri işitince

kendinden geçmektedir? Buna yol açan, güzelliktir. Peki, bu güzellik nedir? Acaba

güzellik, söz müdür? Hayır, sadece söz değildir, bu sözlerin manasıdır. Elbette

sözün de fesahatta yeri vardır, fakat sadece söz değildir. Bu sözlerin manası ile

zihnî manalar öyle güzel bir şekilde yan-yana yerleşmişlerdir ki insanın ruhunu

kendine doğru çekmekte ve onu cezp etmektedir. Hafız ve Mevlana'nın şiirleri de

böyledir. Hayalî güzellikleri düşünen kimseler bazen bu şiirlere kendilerini öyle

kaptırıp cezbeye tutuluyorlar ki kesinlikle kendilerinden geçiyor.

Merhum edib Pişaveri, çok değerli ediplerden ve eski ilim havzalarından

bugüne kalan birisi idi. Elbette ki biz onu görmedik, resmini gördük, Seyyid idi,

edebiyatta çok faziletli ve eşsiz bir kişiydi. Kendisi de bazen şiir söylerdi. Bir

kitapta merhumun şöyle dediğini okumuştum: Ömrümde iki defa bir şiirin

Page 59: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

okunması beni sarhoş etti, kendimden geçtim. Bir defa Hafız'dan bir gazel oku-

dum, onun tesirinde öyle kaldım ki kendimden geçtim. Ünlü bir gazeldir:

O gönül okşayan dostuma sığınarak şükrediyorum,

Eğer aşkın inceliğini anlıyorsan şu hikâyeyi dinle:

Ettiğim her kulluk karşılıksızdı ve bir minnetti.

Ya Rabbi! Kimseyi inayetsiz kimseye hizmetkâr yapma

Susamış dudaklara kimse su vermiyor.

Sanki dost değerini bilenler göç edip gitti bu şehirden.

Bu kapkaranlık gecede maksadımın yolunu kaybettim.

Ey hidayet yıldızı, bir köşeden çık ve görün.

Her ne yana gittiysem korkumdan başka bir şey artmadı.

Bu çölden ve sonsuz yoldan eyvah!

Bu yola nasıl bir son bulunabilir?

Zira daha başlangıçta yüzbinlerce, hatta daha fazla durak var.

Ey gönül! Kement gibi zülfüne dolanma

Orada suçsuz, cinayetsiz kesilmiş nice başlar görürsün.

Gözün, bakışıyla kanımızı içmekte ve sen bunu beğeniyorsun.

Ey sevgili! Katı dökücüyü korumak caiz değildir.

Ey güzeller güneşi! Aşktan gönlüm yanmakta

Bir an olsun, beni inayet gölgesine al, sığındır.

Beni kovduysan da ben yine de kapından yüz çevirmem.

Yârin cevrü cefası davalının sevgisinden iyidir.

Hafız gibi on dört rivayete göre Kur'an 'ı ezbere okusan da

Faydasız, feryadına yine aşk yetişir, aşk.

(Merhum Pişaverî) şöyle demiştir: "Ben bir defasında bu şiirleri okudum. Öyle

çarpıldım ki kendimden geçtim ve düştüm." Bir edebi kendisine bu şekilde çeken

şey, şiirin güzelliğidir. Bu anlattıklarımız bir edibin durumu ile ilgilidir. Arif olan

bir kişi eğer Hafız'ın şiirlerini okursa kesinlikle bu gazeli seçmeyecektir. O, arifane

gazelleri seçer. İrfanî bir zevke sahip olup da Hafız'ın aşağıdaki gazeli gibi irfanî

gazellerini okuyunca onun şiddetli etkisi altında kalmayacak çok az kişi vardır.

Yıllardır, gönül, Cem([26])

kadehini bizden ister dururdu.

Hâlbuki kendisinde olanı yabancıdan istiyordu.

Varlık âlemi ve mekân sedefinden bulunmayan inciyi

Deniz kenarında kaybolanlardan elde etmek istiyordu.

Allah, her durumda daima âşıkla beraberdir.

O Allah'ı görmüyor ve kendini O'ndan uzak sanıp "Ya rabb" diyor. Sorunumu,

dün akşam göz işaretiyle zorlukları halleden Muğanların pirine götürdüm.

Dedim ki: Hâkim sana bu dünyayı gören aynayı ne zaman verdi.

Page 60: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

Dedi ki: Bu gök kubbeyi kurduğu gün.

Dedi ki: Büyük bir komutan olan o dostun,

İşlediği suç, sırları açığa vurmaktı.

KUR'AN'IN FESAHATİ

Uzağa gitmemize ne gerek var? Kur'an'ın harikulade etkisi neredendir?

Güzellik ve fesahatinden Kur'an, insan ruhunun derinlikleriyle ilgili manaları ve

kendi ifadesiyle "müzekkir" oluşunu, yani insanın iç dünyasından çıkaracağı

manaları çok yapmacık ve basit ibarelerle açıklayabilirdi. Fakat Allah ve Resulü

-bu kitap Peygamberin ebedi mucizesi olduğu için- kendi gerçeklerini harikulade

güzelliklerle açıklamıştır. Acaba size göre, Kur'an'ın fesahati şimdiye kadar

halktan ne kadar gözyaşı döktürmüştür?! Kur'an'ın kendi ifadesiyle:

"... (Kur'an'ın ayetlerini) işittikleri zaman derhal ağlayarak çeneleri üstüne

düşer ve secde ederler..." (İsra: 107 - 109)

Gece yanlarında, Kur'an ayetleri halktan ne kadar gözyaşı döktürmüştür!

Dökülen bu gözyaşları şunun sonucudur: Bu çok güzel örtünün içindeki

manalar, bu güzel duygular insanın manevî dostluğunu kendi yetkisi altına alır

ve kendisine itaat ettirir.

"Resul'e indirileni (Kur'an'ı) dinledikleri zaman, gözlerinden yaş aktığını

görürsün. Zira O'nun gerçek olduğunu anlamışlardır." (Maide: 83)

ALİ'NİN (AS) SÖZÜNÜN GÜZELLİĞİ

Hazreti Zeyneb'in ifadesiyle: Beni Ümeyye, Ali'nin adının dünyada

anılmaması ve O'na ait bir sözün olmaması için yeryüzünün her tarafını ve

gökyüzünün ufuklarını tutmuşlardı. Ali'nin (AS) dünyada ölmemesinin temel

sebeplerinden biri (açıkça görülen tabii sebepleri söylemekteyiz) Ali'nin, son

derece güzelliği olan sözlere sahip olmasıdır. "Nehcu’l Belağa" gerçekten Nehcu'l

belağadır. (Nehcu'l Belağa: Belagatın açıklığı Çev.) Düşman bile Ali'nin

sözlerini anlamak ve ezberlemek ister. Arap fesahet ve belagatının ne kadarına

sahibiz. Ali'yle arası iyi olmayanlara bile "'Sen bu fesahat makamına nereden

ulaştın!" diye sorulduğunda, birisi, "Ali'nin söylediği hutbelerden yüz tanesini

ezberledim, sonra zihnim coştu da coştu" der. Bir başkası "Yetmiş hutbe

ezberledim" der. Bir diğeri "Başının ön kısmında saç bulunmayan adamın sözlerini

ezberleyerek!" der.

Abdulhamid çok ünlü bir kâtiptir. Mervan-ı Humar ismiyle tanınan

Emevilerin son halifesinin sarayında İranlı bir yazardır. Çok fevkalade bir

Page 61: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

yazardır. Nitekim şöyle demiştir: "Yazarlık, Abdulhamid 'le başladı, Ibnu’l Amid 'le

sona erdi." O, ya takiyye üzere veya gerçekten Ali (AS) ile arası iyi olmadığından,

kendisine, "Sen bu yazarlık mesleğini nereden öğrendin?"diye sorulduğunda

şöyle cevap verdi: "Başının ön tarafında saç bulunmayan adamın sözlerini

ezberlemekle" Düşman bile Ali'nin sözlerini ezberlemezlik edemiyordu.

"Nehc-ül Belağa", O, Seyyid Rıza'nın yapımıdır diyen kimselerin ve değersiz

sözleri ona yakıştıranların bakmaları gerekir: Mes'udî, Seyyid Rıza'dan yüzyıl

önce yaşamıştı. O herkesin kabul ettiği bir tarihçidir, Şii mi Sünni mi olduğu belli

değildir. Şii olsa bile bizim bugün olduğumuz şekilde bir Şii kesinlikle değildir.

Ali'ye (AS) az temayülü vardır, en azından Ali'nin düşmanı değildir. Onu Şii

saymak mümkün değildir. Seyyid Rıza'dan yüzyıl önce yazdığı Mürucu 'z Zeheb

adlı kitabında Ali'nin sözlerini naklettiği sözlerinden haberlerinden ve zühdünden de

bir parıltının zikri isimli başlık altında şunları söylüyor: "Şu anda Ali'nin dört yüz

seksen küsur hutbesi, halkın yanında mahfuzdur." Oysa Nehcu'l Belağa'da

olan hutbelerin sayısı iki yüz otuz dokuzdur. Yani Seyyid

Rıza, Mes'udî'nin açıklamış olduğunun yarısından daha az hutbe yazmıştır.

Ali'nin (AS) o harikulade fesahati, yani hakkında "yaratıcının sözlerinden

daha düşük, yaratılanların sözlerinden daha yüce" denilen sözlerinin o fevkalade

güzelliği bu sözlerin ortadan kalkmasına engel oldu, hâlâ da engeldir. Bu, çok

etkili bir sebeptir. O halde, şiir, fesahat, belagat, edebi nesir ve bunların tümü

güzellik kategorisine girer, fakat bunlar düşünsel güzelliklerdir, duygusal

güzellik değil, yani göz, kulak, doku, koku ve tada bağlı değildirler. Yalnız ve

yalnız insan düşüncesine bağlıdırlar.

AKILCI GÜZELLİK

Şimdi gelelim güzelliğin cinsi arzulara bağlı güzelliklere özgü olmadığı

konusuna. Bu güzellik, bu âlemde hissedilen her şeyde vardır. Sadece bu âlemde

hissedilenlere de özgü değildir, düşünsel manalara da bağlıdır, bir adım daha ileri

gidersek, bu anlatılanlardan daha yüce ve geniş anlamlan da mevcuttur: Makul

güzellik, yalnızca insan aklının idrak ettiği güzelliklerdir, insan duygusunun ve

insanın hayal gücünün idrak ettiği değil. Bu, daha yüce bir mertebe ve

zirvededir, buna aklî güzellik denilmektedir. Bunun karşıtı, aklî kirlilik ya da aklî

çirkinliktir. İslam kelamcılarından bir kısmının (Şia ve mü'tezile kelamcılarının,

eşariyenin değil) ve aynı şekilde İslam fakihlerinden bir kısmının yine Şia’nın ve

kelamı açıdan mütezilî olan bir grup ehl-i sünnet fakihlerinin) bazı işlerin akli

güzellik olduğuna, bazı işlerinde akli çirkinlik ve kirlilik olduğuna inanmaları

bundandır. Yani insanoğlunun iki çeşit işinin olduğunu iddia ederler: Bazı işler

kendi zatındandır. (yani) işlerin bizzat kendileri güzel ve cemal sahibidir,

azametlidir, cazibe ve çekiciliği vardır, hareketi meydana getirir, aşk ve ilgiyi

oluşturur, övgüyü doğurur. Bazı işler ise böyle değildir. Aslında konumuz,

insanın yapmakta olduğu bir kısım işlerin normal ve tabii işlerden farklı işler

Page 62: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

olduğu noktadan başlamıştı, insanoğlunun tabii ve normal işleri, övgü, medih ve

sitayişleri gerektirmeyen işlerdir. Fakat bazı işler de var ki kendilerinde sevinç,

azamet, yücelik ve büyüklük vardır, cemal ve güzellik vardır, kendi karşısında

tevazu, alçakgönüllülük ve güzelliği doğurur. Bu, görünüşte de böyledir. Bir

insanın, kendi toplumunun kurtuluşu için kendini feda ettiği, başkalarının rahatı

için meşakkate katlandığı halde övülmediğini gören var mı?! Kur'an-ı Kerim

Peygamber (SAA) hakkında şöyle buyurmaktadır:

"Andolsun, içinizden size öyle bir peygamber geldi ki, sıkıntıya uğramanız

ona ağır gelir, size düşkün, müminlere şefkatli, merhametlidir." (Tevbe: 128)

Sizin kendi cinsinizden sizler için bir peygamber geldi, O'nun bir özelliği de

sizin bedbahtlıklarınızın, hatalarınızın, tutulduğunuz cehalet ve bilgisizlikten

veya başka bir şeyden dolayı idrak edemediğiniz ve rahatsız olamadığınız

meşakkat, sıkıntı ve rahatsızlıklarınızın ona ağır gelmesi ve katlanmasıdır. Sizler

büyük bir bedbahtlık içindesiniz ve bunu idrak edemiyorsunuz. Fakat o bundan

sıkılır, rahatsızlığına karşı tahammül eder, eziyet çeker; sizin rahatsızlığınızın

eziyet ve acısını. İşte bu davranışın takdis, azamet, yücelik, büyüklük ve övgüye

değer olduğu açıktır.

Bu nazariyenin dediğine göre, ahlak mektebinde, insanoğlunun, ahlaki

davranışların manevi güzelliklerini anlayabileceği işler yapınız. Fedakârlık

güzelliği, direnme güzelliği, kendisi hakkında başkasına nispetle insaflı olma

güzelliği, affetme güzelliği, hilm güzelliği, tahammül güzelliği, bağışlama

güzelliği, kerem güzelliğini anlayacak davranışlarda bulununuz. Eğer bu

güzellikleri, duygusal güzellikleri anladığı gibi anlayabilirse bu takdirde bu

davranışlara doğru cezp olur. Örneğin güzel bir halıyı gördüğü zaman ona âşık

olur ve güzelliğine kapılır, ona asıl değerinden daha fazla bir değer verir. Niçin?

Çünkü onun güzelliğini anlamıştır. Öyle işler yapınız ki, halk üstün ahlakın

güzelliğini anlasın, güzellik konusundaki düşünceleri cinsel davranışlara bağlı

meselelerle sınırlı kılmasın, tabiatta var olan başka binlerce güzelliği,

hayali anlayan güzellikleri hissetsin, sonra daha yükseklere, zirveye çıksın, iyi

işlerin güzelliklerini, iyi davranmanın güzelliğini anlasın, bunlara karşılık olarak

kötü işlerin kötülüğünü, beğenilmezliğini ve çirkinliğini hissetsin. Bir iş yapınız

ki kesinlikle yalan onun nazarında kötü ve çirkin bir şey olsun. Kendi zevkinin

ondan nefret ettiği bir şey olsun. Dilinizi gıybet etmekten nefret edecek

şekilde ıslah ediniz. Acaba siz ahlakçıların, yani kendilerini tamamıyla terbiye

etmiş olan kimselerin dillerini, gıybetten nefret edecek, yalan söylemekten, halka

ihanet etmekten, halkın hakkına tecavüz etmekten, onlara zulmetmekten nefret

edecek bir duruma getirdiklerine inanıyor musunuz? Onların dili kesin olarak bu

davranışları beğenmez, istemez ve onları uzağa atar. Dilinizi düzeltiniz. Fakat aklî

dili düşünsel dili, manevî dili düzeltiniz. Dil düzelince insan da kendi kendine bu

şekle gelir. Bunun yolu nedir? Elbette bunun bir yolu vardır. Her fıtrî duyguyu

terbiye ile yetiştirmek çok güzel olur. Kendi hayatımızda dilleri, ağızlarında bir

Page 63: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

gonca gibi güzel olan nice insanlar görmüşüzdür. Dilleri Allah'ı zikretme ve

anlamaktan öyle lezzet bulur ki, hiçbir tabii yemekten ve cismi lezzetten o kadar

lezzet ve haz bulamaz. Böyle bir insanın dili; ibadetten lezzet bulan halkın hidayet

ve irşadından lezzet alan, halka ihanet etmekten nefret eden, gıybetten nefret

eden bir şekildedir. Allah ona, "ben seni gıybetlerinden dolayı

cezalandırmayacağım, doğru sözlülüğünden dolayı da

mükâfatlandırmayacağım. Şu andan itibaren sorumluluk üzerinden kalkmıştır,

sen özgür ve serbestsin, ister gıybet et ister gıybet etme" dese bile yine de gıybet

etmez. Çünkü onun dili, gıybet etmekten, töhmet altında bırakmaktan, fahşadan

(kötülükten), ve her türlü kötü işten nefret ederek, adaletin güzelliğini idrak

edecek, ihsanın güzelliğine idrak edecek, fuhşiyatın kötülüğünü anlayacak,

(Kur'an'ın ifadesiyle) bağyin kötülüğünü idrak edecek bir dereceye ulaşmıştır.

Kur'an'ın çok hayret verici bir ifadesi vardır: "Ma'rufve münker" demektedir.

Münker kötülük demektir.

"Allah adaleti, ihsanı, akrabaya vermeyi emreder. Fahşa (edepsizlik) dan,

münker (fenalık) den ve bağy (azgınlık) den meneder. Öğüt almanız için size

böyle öğüt verir." (Nahl: 90)

Buraya kadar anlattıklarımız İslam kelâmcılarının ve onların peşinden

fıkıhçıların "güzellik ve çirkinlik" bölümünde söylemiş oldukları şeylerdir.

EFLATUN'UN GÖRÜŞÜ

Bu konuda başka bir söz daha vardır. O da şudur: "aslında ahlak, ruha bağlı

olarak güzeldir, davranış haddizatında güzel olduğu için değil." Ahlak, insan

ruhunun, ruhun kendisi güzel olmasıyla ortaya çıkardığı haldir. Her ne kadar

davranış güzel ise de ruhun tabiatıyla güzeldir. Burada birinci görüş, "davranış

haddizatında güzeldir ve ruh kendi güzelliğini davranışından

kazanmaktadır." Şeklinde, bu görüşün zıddı ise "ruh güzeldir, davranış ise kendi

güzelliğini ruhtan kazanmaktadır." biçimindedir. Bu görüş Eflatun'a aittir.

Eflatun, Ahlakın temelini adaletin üzerine oturtmuştur. Yani, ahlakı adaletle eşit

görmekte, adaleti de güzellikle eşit görmektedir. Şöyle diyor: İnsanoğlu adaleti,

güzelliği ve hakikati tanımasına rağmen bunlardan hiçbiri tarif edilemez... Fakat

yine de adalet için eksik bir tarif elde etmeğe çalışmıştır: "Adalet, parçaların bütün

ile beraberliğinden ibarettir." demiştir. Hatta tarif ettiği toplumsal adalet ko-

nusunda da şöyle demektedir: Toplumsal adalet, her ferdin yapabildiği kadarıyla

çalıştığı ve kendi çalıştığının değerinde mükâfat alması demektir. Bütün fertler

böyle olmalıdırlar. Eğer toplum, bu tür fertlerden oluşursa o zaman bu toplumun

tüm parçaları birbirine uygundur. Yoksa birisi çok çalışır, bir diğeri az çalışır da

birincisinin çalıştığım karşılığı ikincisine verilirse veya biri aslında çalışmaz ve

fakat başkalarının çalıştığının karşılığını kendisine alırsa bu doğru değildir. Bu

takdirde, fertler adil olmadıkları gibi toplum da adil değildir. Adil olmayan toplum

güzel değildir, adil ve güzel olmayan toplum da kalıcı değildir. O (Eflatun)'nun

Page 64: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

adalet konusunda şöyle bir sözü vardır: "Ahlak, yani düşünceler, eğilimler, istekler,

irade ve kararlardan oluşan bir bütün olan insanın ruh sisteminin parçaları -bir

otomobil gibi- bir birileriyle uygunluk arz etmelidirler." Fakat demiştik ki,

uygunluğun kendisinin formülünün ne olduğunu kimse açıklayamaz. Şu kadarını

söylüyor: "Olgunluğun uygunluk, ölçü ve bütünlüğü insanın ruhi unsurları

arasındadır." Ona göre, başkasının kendisini çok yüce bir övgüyle methettiği bir

insan, insan-ı kâmildir, yani ruhi açıdan sonsuz derecede güzel olan bir insandır.

Bizim de söylediğimiz gibi, güzellik, kendisiyle beraber cazibe ve çekiciliği

getirir, aşk ve isteği doğurur, hareketi doğurur, övgüyü doğurur; öyle ki Ali'nin

(AS) özelliklerinden birisinin, bu insanın ruhunda olan melekutiliğin adalet, ölçü

ve olgunluğun bütünlüğü olduğunu görmekteyiz. Eskiden beri kâmil sıfatlı ve

zıtlıkları kendinde toplayan bir insandır. Safiyuddin Hıllî şöyle demektedir:

"Senin varlığında bütün zıtlar bir yerde toplanmış. Bundan dolayı sende benzer

olanlar bulunamaz." ([27])

Seyyid Rıza, Ali'nin (AS) bir sözü hakkında şöyle

demektedir: Birkaç yönlü bir sözdür ve bütün yönleriyle güzeldir. Ali, her alanda

söz söylemiş ve hep de güzel söylemiştir. Çünkü onun ruhu bütün alanları

kapsayan bir ruhtur, günümüz ifadesiyle birkaç boyutlu bir ruhtur. Sadece

birkaç boyutlu değil, tam tersine, birkaç boyutlu olmakla birlikte onun çeşitli

boyutları arasında bir çeşit ölçü ve uygunluk vardır. Ruhlarda ve akıllarda yer

etmesinin sebebi budur. Bu, artık göze, kulağa veya kokuya ya da tatmaya ve

bütün olarak duyu organlarına bağlı değildir, insanın ruhuna bağlıdır. '

Page 65: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

İnsanlar, Ali'nin güzelliğini tarif edemeksizin onu idrak ediyorlar, " güzellik

çekici olduğu için Ali'ye tutuluyorlar. On dört asır geçtiği -halde Ali'ye binlerce,

hatta milyonlarca insanın sevgi beslemediği, ona tutulmadığı bir asır yoktur. Ali'yi

sevmek niçin imandır? Çünkü Ali'yi sevmek, adil ve ölçülü bir ruha aşk beslemek,

kâmil bir insana aşk duymak, insanlığın olgunluğuna aşk beslemek ve Allah'ın

ve Resulü'nün davet ettiğine aşk beslemektir. Bu, şahsa tapmak değildir, hatta

şahsı sevmek de değildir, bundan daha yücedir. Gerçekte Ali'yi seven, "Ben

o büyük ruhun harikulade güzelliğini idrak ediyorum, O kâmil insanın adalet ve

ölçüsünü idrak ediyorum, ben insan-ı kâmilin manasını anlıyorum" diyerek kendisini

övmektedir. Bir adam ki, kendi döneminin tarihinin O'nu bütünüyle uzaklaş-

tırmasına, mazlumlaştırmasına eziyet etmesine rağmen yine de bu on dört asırlık

tarihin derinliklerinden O'na övgü sesinin yükseldiğini görüyoruz. Onu övenler,

sadece Şii olarak tanınanlar değildir. Ehl-i sünnetin dilinden de ona övgüler

yükselmiştir tarihin her sayfasında. Ve hatta sadece Müslüman olanların da

dilinden değil, kâfirler, Hıristiyan ve Yahudilerin de dilinden yükselmiştir. Bir

vicdana sahip olan herkes Ali'yi övmektedir.

İbn-i Şehr Aşub, Menakıb adlı kitabını yazdığı zaman şunu iddia

ediyordu: "Ben Menakıb yazdığım şu anda bin tane Menakıb kitabı (Hz. Ali'nin

menakıbı) mevcuttur." Ben o kitapların da müellifin kütüphanesinde olup

olmadığını veya en azından onların fihristinin elinde olup olmadığını

bilmiyorum. Bu, insanoğlunun fıtratından doğar. İnsanoğlunun fıtratının Yusuf un

(AS) güzelliği gibi bir güzellik karşısında cezp oluşu gibi. Zira Kur'an-ı Mecid,

Yusuf un kıssasını sonsuz derecedeki bir güzellik, fesahat ve belagat içinde

açıklamıştır. Gerçekten hayret vericidir:

"... Kadınlar Yusuf'u görünce onu gözlerinde büyüttüler (ona hay-

ranlıklarından ötürü) ellerini kestiler ve Allah için, hâşâ bu insan değildir; bu

ancak güzel bir melektir" dediler. "(Yusuf: 31)

Evet, Yusuf'un yüzünün insanoğlunun fıtratını kendine çekmesi gibi bir

insan-ı kamil'in manevi yüzü de insanoğullarını kendi fıtratının derinliklerinden

kendisine çeker.

Peki, ya Hüseyn b. Ali (a.s)! Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur:

"Hüseyin'e (AS) karşı mü'minlerin gönüllerinde gizli ve saklı bir sevgi

vardır. "([28])

Bu "gizli ve saklı" kelimesi büyük manalar taşır. Yani, mü'minlerin gönlünde

mevcuttur, fakat genellikle göremiyorlar. Bilmeden dahi olsa, Hüseyin'in sevgisi

her mü'minin gönlünde mevcuttur. Bazıları, Allah'ın bir sevgiyi dışarıdan kasrî

(zorla) ve cebrî bir şekilde mü'minlerin gönlüne yerleştirdiğini düşünebilirler.

Hayır, böyle değildir. Her mü'minin fıtratının derinliğinde Hüseyin'in ki gibi bir

yüceltme vardır. Eğer Hüseyn (AS) de olmasaydı, O'nun yerine başka bir Hüseyn

Page 66: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

olsaydı ve Onun yaptığı işin aynısını yapsaydı bu yönü böyle olurdu, yoksa

mü'minlerin tertemiz gönülleri O'nu nasıl övebilir ve sevebilirlerdi. Sadece bir

çocuğu olan bu bir tanecik çocuğu ölen bir kadın nasıl ağlar ise işte Hüseyin için de

öyle ağlamak gerekir.

Page 67: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

BEŞİNCİ OTURUM

TAPINMA NAZARİYESİ

Page 68: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla

"Hamd, bütün varlıkları yaratan âlemlerin Rabb'ı olan Allah'a mahsustur.

Salat ve Selam Allah'ın kulu, Resulü, günahlardan arındırılmış, sırrı

koruyan, risaletini tebliğ eden, efendimiz, peygamberimiz Ebu'l-Kasım

Muhammed'e ve O'nun günahlardan arındırılmış tertemiz ve güzel yakınlarının

üzerine olsun. Lanetlenmiş şeytandan Allah'a sığınırım.

"Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarat-

tım."(Zariyat: 56)

İnsanoğlunun ahlaki davranışları konusundaki görüşlerden biri

de "Kulluk" görüşüdür. Denilmektedir ki, insanoğlunun, tabii davranışlardan

farklı olan ve insanoğlunun tüm fertlerinde var olan, herkesin o davranışları

yüceltip övdüğü, şereflice ve insanca ve tabii davranışlardan daha üstün bildikleri

o bir takım davranışları küllük kategorisindedir. Bundan önceki gecelerde arz

ettiğim önceki görüşlerde bazılarının bu tip davranışları sevgi ve muhabbet

türünden bildikleri, bazılarının akıl, bilgi ve düşünce türünden, bazılarının güçlü

irade türünden, bazılarının insan vicdanının sesi ve bazılarının da güzellik

kategorisinden kabul ettikleri açıklığa kavuştu. Şimdi de şunu açıklayalım:

İnsanlığın, bu tür mukaddes davranışların tabiatı konusunda başka bir görüş de

vardır, o da, bu davranışların kulluk kategorisinde, Allah'a ibadet kategorisinde,

fakat bilgisizce bir ibadet kategorisinde olduğudur. Örneğin, ahlaki davranışları

güzellik türünden bilen o kimse şunu söylemekteydi: Güzellik, duygusal

güzelliklere özgü olduğu ve akla dayalı güzellik de güzellik olduğu için ahlaki

davranışta bulunan kişi akli güzelliği ahlaki güzellik zanneder ve bu

güzellik onu tıpkı ahlak dışı bir davranış olan kötülüğün kendisinden nefret

ettirmesi gibi kendine doğru çeker. Ahlaki davranışlarda güzellik cazibesi

türünden bir cazibe vardır ve ahlak karşıtı davranışlarda da güzellik karşıtı def

ediciler (iticiler) türünden bir def edici (itici) vardır.

Fakat bu görüş, hayret verici bir görüştür. Gariplik şuradadır: Ahlaki bir

davranışta bulunan bir kimse, hatta kendi uyanık şuurunda Allah'ı tanımayan ve

Allah'ın varlığını itiraf etmeyen veya faraza itiraf etse kendi uyanık şuurunda bu

davranışı Allah rızası için yapmasa ve bu davranışıyla Allah'a kulluk etmiş

olmasa bile onun ahlak davranışı bir tür Allah'a kulluktur, bilgisiz olarak yapılan

bir kulluk...

AÇIK ŞUUR VE GÖRÜNMEYEN ŞUUR

Bilgisiz olarak (cahilce) Allah'a kulluğun olması mümkün mü? diye bir

soru sorulabilir. Bunun cevabı şudur: Evet, hatta bizim bilgisiz olarak Allah'a

tanıdığımız yerler de vardır. Yani bütün halklar fıtratlarının derinliğinde -

günümüz ifadesiyle cahilce-kendi ilahlarını tanımaktadırlar. Toplum bireylerinin

Allah'ı tanıma konusundaki farklılığı haberdar olma aşamasındadır. Bu konu,

Page 69: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

her ne kadar dün, yani geçmiş asırlarda kendisine inanmak az müşküllü idiyse de

bugün ona inanmak çok kolaydır. Yani bugün bu konu ispata kavuşmuştur: İnsan

iki tür şuura sahiptir; açık olan şuur ve görünmeyen şuur, yani insanın

kendisinden haberdar olduğu ve bildiği şuur, diğeri ise kendi başına bir tür

haberlilik olan fakat insanın açıktaki şuurunun ondan habersiz olduğu şuur. Hatta

günümüz psikoloji bilginleri, insan şuurunun en çok kısmının insanın

görünmeyen şuuru olduğu ve en az kısmının da insanın, varlığını bildiği şuur

olduğu inancındadırlar. Örneğin, şayet biz iç dünyamıza müracaat eder ve iç

benliğimizin detaylarını kontrol edersek bir miktar duygu, bilgi, haber, eğilim,

kinler, sevgiler ve bu tür şeyler buluruz, daha sonra da bundan başka bir şeyin

olmadığını düşünürüz. Hâlbuki haberler, bilgiler, idrak edilenler ve

de düşünceler, duygular ve eğilimlerden çoğu kendilerinden habersiz

olduğumuz bir şekilde ruhumuzun derinliklerinde yer etmiştir. Yani, benim

ruhumun büyük bir kısmı sizinle konuştuğum "ben "den gizlidir. Ve sizin

ruhunuzun büyük bir kısmı sizin şu anda sözlerime kulak vermekte

olduğunuz "siz "den gizlidir. Misal olarak şöyle demektedirler: Eğer siz bir

karpuzu bir su havuzuna atarsanız o karpuzun kaçta kaçı suyun üstünde olur? Az

bir kısmı. Şayet onda dokuzu suya batmışsa onda biri dışarıdadır. Ya da eğer

büyük bir buz parçasını su havuzuna atarsanız onun kaçta kaçı suyun üstünde olur

ve kaçta kaçı suya batar? İşte insan şuuru da bu şekildedir. Açık olan kısım gizli

olan kısma nispetle daha azdır.

Âlem de aynı şekildedir. Kur'an'ın ifadesiyle şehadet âlemi olan bu tabiat

âlemi, gayb âlemi ve gizli gerçekler karşısındaki oran bundan çok daha fazla

değilse bile hemen hemen aynıdır. Bütün Samanyolu ve yıldızlan içine alan tabiat

âlemi ve sonunun nerede bittiğini bilmediği için insanoğlunun sonsuz feza dediği -

gerçekten de sonsuzdur- bu feza, bu âlemi içine olan bir âleme nispetle, yani

âlemin gizli olan kısmına nispetle çok küçüktür. Hadisin ifadesine göre şunun

gibidir: Bir yüzük bir çöle atılırsa, o yüzük sahraya nispetle nasıl kıyaslanabilir?

Hiç.

Şimdi, bilgisiz kulluk dediğimiz bu konu, yoksa kulluğun bilgisizcesi de mi

olur? gibi şaşkınlık doğurmasın. Vekil ve vasi istemeyen yaşayan bir kimse gibi.

Ben Allah'a kulluk etmeğimi düşünüyorsam asla Allah'ı kabul etmiyorum

demektir. Aynı şekilde siz, benim o ahlakî davranışım cahili bir kulluktur mu

diyorsunuz?! Bunun cevabı şudur: -Evet, sen çok şeyi bilmemektesin, baş-

latıyorsun ve kendini tanımıyorsun. Kendin, kendini tanımıyorsun.

Biz bu görüşün, "İnsanın ahlaki davranışlarının tümü bilgisizce Allah 'a

kulluktur." anlamına geldiğini söylemekteyiz. Bu konuyu açıklamak için bir takım

mukaddimeler arz etmeliyiz.

Page 70: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

KULLUK NEDİR?

Güzellik bölümünde de söylediğimiz gibi ilk soru şudur: Kulluk nedir?

Kulluğu tarif edin, cins ve sıfatlarını söyleyin, tahlil edin, onu meydana getiren

parça ve unsunları söyleyin. Eğer kulluktan maksat insanın kulluğa dair

davranışları ise, yani insanın kulluk adıyla yap^ğ1davranışlar (örneğin namaz

kılmak, oruç utmak, Hacca gitmek, dua etmek ve Allah için akrabayı ziyaret et-

mek gibi) eğer maksat insanın ibadete dayalı amelleri ise, bunun açıklaması çek

açıktır. İbadet, örneğin bunun bir çeşidi namazdır, namaz da bir takım sözler,

ameller ve niyetleri ihtiva eder; (bunlardan bazıları) rükû dur, secdedir, kıyamdır,

zikir ve başka şeylerdir. Fakat eğer kulluk bir gerçeklik ise, Allah Teâlâ tarafından

bizim için belirlenmiş bu ameller, gerçekte bizde var olan o hakikate o fıtrî

tecelliye şekil vermek ve kalıba sokmaktır. Başka bir ifadeyle, bizde var olan bir

gerçekten dolayı bizim için tayin edilmiş ve yapılmış bir kalıp ve şekildir, bizler

ister anlayalım ister anlamayalım, ister ona yönelmiş olalım, ister yönelmiş

olmayalım bizim fıtratımızın derinliğinde mevcut olan bir gerçektir. Evet, eğer

kulluk bu ise -k: bunu da kapsar- tarifi Öyle basit bir tarif değildir. Daha önce arz

ettiğim şekilde, filozoflar adaletin tarifini yapmaktan aciz kalmışlardır güzelliğin

tarifinden -ki onlara göre güzellik bir istektir- insanoğlunun isteklerini

açıklamaktan aciz kalmışlardır, hatta ilmin tarifini yapmaktan da aciz olduklarını

açıklamışlardır.

Eğer filozofların kitaplarını karıştırırsanız ilmin yüz çeşit tarifini görürsünüz.

Birisi, "ilim, istek kategorisindendir" diyor, bir başkası, "izafe

kategorisindendir" diyor, bir diğeri, "Asla hiçbir kategoride değildir " demektedir

ve... Tarif etmek kolay bir iş değildir. Tarif etmek için bir gereklilik de yoktur.

Biz, bir gerçeğin varlığını anlamak istediğimiz zaman, tarif edebilirsek ederiz,

edemezsek yok. Fakat güzelliği tarif edemediğimizde görüldüğü şekilde onun et-

raf ve kenarındaki başka şeyleri teşhis ederiz, kullukta da bazı işleri teşhis ederiz.

Kullukta, teveccüh vardır, takdis vardır (Takdis, bir gerçeği her çeşit

noksanlıktan ve noksanlıkla karışık her şeyden münezzeh bilmektir. Zira o gerçeği

tabirlerle şekillendirmek istediğimiz zaman;"Subhanallah" veya "Subhanallahi

Rabbiyel azim ve bihamdih" veya "Subhanallahi Rabbiyel a'la ve bihamdih" lafzıyla

ve hatta "Allahu Ekber" lafzıyla onu şekillendiririz. Yani onu her

çeşitnoksanlıktan, yokluktan, noksanlıkla karışık şeylerden münezzeh ve daha

yüce biliriz.) İbadette hamd ve övgü, kelimelerle yapılır (bir bülbülün gül

karşısında yer alınca kendisinde gülü övecek bir durum oluştuğu gibi, insan, o

gerçek ma'buda ibadet esnasında hamd eder). İbadette kendi küçük benliğinin

sınırından çıkma, küçük istek ve temennilerin sınırından çıkma, sınır ve vakit

vardır, başka bir ifadeyle ibadet esnasında insan, küçük temenni ve isteklerin

dairesinden dışarı çıkar. İbadette iltica vardır, başka şeylerden ilişki kesme vardır,

ibadette yardım isteme, güç alma ve yakarma vardır. İbadette gerçekten insan

bencilliğin, nefsine tapmanın, arzuların, temennilerin ve küçük işlerin

dairesinden uçup çıkar. Yakın olmanın manası da budur. "Namaz

Page 71: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

kılıyoruz" dediğimiz zaman "kurbeten ilallah "ı kastederiz. Bu lafız yaklaşma

değildir, aksine insanın gerçekten namaz esnasında bu küçük daireden Hakk'a

doğru uçuşudur.

O halde bizim kendimizi yorup ibadeti, yani insanın ruhi isteklerini tarif

etmeyi istememize gerek yoktur, fakat bütün bunlar ibadette mevcuttur. İnsan

halinin en büyük, en yüce, en şerefli en azametlisi insanın kendinde tuttuğu o

kulluk halidir.

ACABA KULLUK, İNSANIN BİLEREK YAPTIĞI KULLUĞA MI

ÖZGÜDÜR?

Diğer bir konu: Güzellik bölümünde söylemiştik, acaba güzellik -konudan az

haberi olan kimselerin düşündüğü şekilde- hayvanların cinsi isteklerine bağlı bir

iş midir ve sadece karşı cinse nispetle mi hissedilir? Ya çok geniştir, bütün tabiatı

kapsar, tabiattan daha yüce, fesahat, belagat, şiir ve diğer bölümlerde

değindiğimiz gibi zihni manaları kapsar. Ve ya bunlardan da daha öteye, akla da-

yalı güzelliği kapsar, duyu, hayal ve benzeri şeylerden daha üstün olan güzellikler

elbette daha üstündür dedik. Dua yaparken şunu okuduğumuzu görmektesiniz:

"Allah'ım senden istiyoruz, senin güzellik ve cemalinden istiyoruz" ([29])

İslam kelamcıları, Allah'ın sıfatları konusunda ıstılahlar kullanmışlardır:

Sübûtî sıfatlar ve selbî sıfatlar. Fakat başkalarının özellikle ariflerin kullandıkları

ıstılahlar, "Cemali sıfatlar" ve"Celali sıfatlar" ısılardandır. Sübûti sıfatların yerine

cemali sıfatları, selbi sıfatların yerine de celalî sıfatları kullanıyorlar. Bu, şunun

içindir: Cemal ve güzelliğin gerçeği oradadır. Burada olan şey, orada olan şeyden

bir cilvedir (tecellidir-çev.).

Bu konunun aynısı kullukta da vardır. Acaba kulluk insana mı özgüdür ve

Allah'a kulluk eden sadece insan mıdır? O da insanlardan bir kısmı mı? Hayır

dedik, ilkönce bazı insanların yaptığı bazılarının da yapmadığı o kulluk, bilerek

yapılan kulluktur. Bilgisizce her şey kulluk etmektedir. Belki de kulluk, âlemdeki

bütün varlıklarda mevcut olan bir gerçektir ve âlemde Hakk'a kulluk

etmeyen hiçbir varlık yoktur, anı şekilde bilmeden dahi olsa Hakk'a

kulluketmeyen bir insan yoktur bu âlemde. Sadece siz değilsiniz Allah'ı teşbih

eden, O'na hamd ve sena eden, bütün eşya Allah'ı teşbih eder, hamd ve sena

eder. Bu konuda bazı ayetlere kulak verelim:

"Göklerde ve yerde bulunan her şey Allah'ı tesbih etmiştir. O, azizdir,

hâkimdir" (Hadid: 1).

"Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah 'ı teşbih etmiştir. O, üstündür,

hikmet sahibidir." (Haşr: 1)

Page 72: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

"...göklerde ve yerde olanlar O'nun şanını yüceltmededirler. O, üstündür,

hikmet sahibidir." (Haşr: 24)

"Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ı teşbih etmektedir.

Mülk O'nundur, hamd O'nundur. O, her şeye kadirdir." (Teğabün: 1)

". ..O'nu övgüyle teşbih etmeyen hiçbir şey yoktur, ama siz

onların tesbihlerini anlayamıyorsunuz. " (İsra: 44)

Allah'ı tesbih etmeyen ve O'na hamd etmeyen hiçbir varlık yoktur, hiçbir

zerre yoktur bu âlemde. Siz insanlar onların teşbih, ibadet ve kulluklarını anlayıp

idrak edemezsiniz. Bu âlemde Hakk'ın zatına kulluk etmeyen hiçbir varlık yoktur.

Konunun içeriğinin çok geniş olduğunu elbette kabul ediyorum. Fakat Kur'an'ın

mantığının bu olduğunu arz etmek istemiştim. O halde, Kur'an'ın mantığına göre

kulluk, insanın bilerek yaptığı kulluğa özgü değildir. Zira insanların birçoğunda,

yapılan kullukların büyük bir kısmı eksiktir, kulluklar eksik yapılıyor. Örneğin

kıbleye karşı durmuş, iki rekât namaz kılacağız. Fakat ruhumuzun asla namazda

olmadığı, aksine başka, bir yerde değişik bir işle uğraştığı bir namaz kılıyoruz. Bu

durumda sadece görünüşte eğilip doğruluyoruz. Binyüz küsur yıl önce yaşamış

ünlü İslam filozofu Farabî'nin söylediği bir cümle vardır:

"Dönen bu gökyüzünün dönüşü, gökyüzünün namaz, kulluk ve ibadetidir,

sallanan bu yer de aynı şekilde, yağan yağmurun yağışı onun kulluğudur, akan suyun

akışı da onun ibadet ve kulluğudur."

Bu konudan da, çok geniş bir konu olduğunu kabul ettiğimiz için, sarf-ı

nazar ediyoruz, üzerinde fazla durmuyoruz. Bu kadarını şunun için anlatmak

istedim: "Her ahlaki davranış kendi başına bir kulluk hareketidir." dediğimiz zaman

hemen kendimizin sorumluluk üzere yaptığımız, bilerek yapılan kulluklar

anlaşılmasın. Her halükarda bunun kendisi bir gerçektir ve ehl-i batın, gönül

ehli kimseler; "eğer insan manevî olgunluklar makamlarına erişirse ve kalp gözleri

açılırsa âlemdeki tüm varlıkların teşbih ve hamd edişlerini anlar ve işitirler" görüşünü

savunurlar.

Âlemdeki zerrelerin tümü gizli bir şekilde

Sana gece-gündüz söylemektedirler.

Bizler, işitiriz, görürüz ve şuurluyuz.

Sizin gibi biz de mahrum değiliz ama sessisiz.

Zira siz cansız varlıklara doğru yürüyorsunuz.

Allah'ı bilen canınızdan niye mahrum kalıyorsunuz. ([30])

Demek ki şuur, insan ve hayvana özgü değildir. Otlarda da şuur vardır,

hatta otlara da özgü değildir. Cansızlarda da bir çeşit şuur mevcuttur. Bu konu

günümüz ilminde de açık olup savunucuları vardır. Bu görüşü savunanlar

Page 73: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

âlemdeki zerrelerin her birinin kendi varlığı nispetinde şuurdan pay sahibi

olduğuna inanmaktadırlar.

AHLAKÎ DUYGU ALLAH'I TANIMA DUYGUSUNDAN AYRI DEĞİLDİR.

"Ahlak, kulluk kategorisinden, fakat bilgisizce yapılan kulluk

kategorisindendir." denildiğini söylemiştik. Bu cümlenin manası şudur: İnsan

kalbi, fıtrat ve istek yoluyla Rabbini tanır. Bilinerek yapılan ve bilinmeyerek

yapılan kulluk için bir örneği zikretmemiz gerekirse bir bebeğin istek açısından

yaptığı hareket örneğidir:

Çocukların annelere karşı olan isteği gibi

Kendi dudaklarında olan isteyin sırrını bilmez.

Annesinden yeni doğmuş bir çocuk, daha gözlerini açmadığı ve kesinlikle

annenin varlığından haberi olmadığı, yani henüz zihninde annenin ne olduğu

hakkında bir bilgi'nin oluşmadığı, bir annenin de var olduğunu bilmediği birinci ve

ikinci gününde meydana gelen açlığından dolayı başım o tarafa bu tarafa sallar,

dudaklarını o tarafa bu tarafa büker. Her şeyden habersiz bu dudaklar, annenin

memelerini aramaktadır. Yani eğer kimileri bu çocuğa neyi aradığını soracaksa

hiçbir cevap alamaz, çocuk açıklamaya kadir değildir, kesinlikle zihni bunu elde

edememiştir. Henüz onun zihni açıklama ve işaretlerle bezenmemiştir.

Konuşabilse dahi yine de bu konuyu açıklayamaz. Ama habersizce var olan bir

şeye doğru gitmektedir, habersiz bir şekilde annenin memelerini aramaktadır.

Tabi bunlar insanda çok zayıftır, hayvanlarda daha kuvvetlidir. Hayvanlarda,

özellikle haşerelerde bu istek çok fazladır. İnsanlarda da meselelerin çoğunda bu

kadar istek vardır.

Şimdi, "ahlakî davranışlar kulluk kategorisindendir" sözünün manası nedir?

Dedik ki, insan, fıtrat gereği ahlakî davranışları şerefli ve yüce bilmektedir.

Çünkü kendinden bağışlayan biridir ve bu davranışı tabii mantıkla uyuşmaz. Hatta

bu manadaki amelî akıl mantığıyla da uyuşmaz. Yani insana; "kendini ve kendi

menfaatim korumalısın" diyen ameli akıl mantığıyla bir değildir, onunla uyuşmaz.

Bununla birlikte insan bu davranışları yapar ve bu davranışlarda bir çeşit şeref ve

azamet teşhis eder, büyüklük ve yücelik bulur, bu davranışları yapmakla

kendisini yücelttiğini hisseder. Cömertlik gibi, kendinden bağışlanma, insaf etme

gibi. İnsaf etme meselesi şaşırtıcı bir şeydir, insan bir rakiple karşı karşıya

geliyor; örneğin bir doktorun başka bir doktorla karşı karşıya olması gibi.

Ünlü, meşhur ve geçmişi olan bir doktor, bir hastalığın teşhisine yönelik bir görüş

belirtiyor. Diğer tarafta ismi az duyulan ve resmî olan genç bir doktor ortaya

çıkıyor o da bu konuda bir görüş belirtiyor. Orada hazır bulunan halk, bu konuda

iki ayrı görüşün olduğunu gördükleri zaman birinci derecede ünlü ve meşhur

olan, bu konuda tecrübe kazanmış bir doktorun görüşünü genç bir doktorun gö-

rüşü ile asla bir tutmazlar. Fakat bu ünlü ve meşhur doktor, o genç doktorun

Page 74: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

görüşünün doğru olduğunu anlıyor ve bunu açıklayınca konuyu idrak edecek ilk

kişi bu meşhur doktorun bizzat kendisi olacaktır. İşte insanın kendisini iki yol

ağzında gördüğü yer burasıdır: Acaba ben kendi şöhret ve şahsiyetime bir tekme

vurup yerle bir ederek, "bu bey benden daha iyi anlıyor, size verdiğim reçete yanlıştır,

doğru olan bu beyefendinin size verdiği reçetedir." mi diyeyim? İşte buna

"insaf" denilir. Bir zaman da kendi insafına bir tekme vurarak, "Bu sözler de

nedir? Git işine" der. Hastanın ölmemesi için kendi verdiği reçeteyi değiştirmesi

mümkündür, fakat bunu itiraf etmiyor aksine kendi yaptığına yöneliyor.

İnsan bu iki duruma sahiptir. Bazen insaf eder, dünyada böyle bir şey ne kadar

olur. Hadiste de "insanın ahlaki güzelliklerinden biri rakiplerine karşı insaf

etmesidir" denilir, insanda bilinmeden var olan bu hâl, İnsanın Allah'ı taraması

nedeniyledir ve fıtrî ve bilmeden ortaya çıkan, bir dizi mesele de Allah'ın İslam’ı,

yani Allah'ın kanunudur, İslam, Allah'ın kanunlarına teslim olmak

demektir. Allah'ın iki çeşit kanunu vardır. Bir çeşidi, insanın fıtratında yer alan

kanunlardır, diğer çeşidi, insan fıtratında olmayan, aksine o fıtrî kanunlardan

ayrılan ve sadece peygamberler yoluyla açıklanan kanunlardır. Peygamberler,

fıtrî kanunları te'yid etmelerine ilave olarak insan için başka kanunlar da

getirirler. İnsanın o derin ruhu, o fıtratı, o kalbinin derinliği kendine özgü bir

sezgiyle, bilgisiz olarak Allah'ı tanıdığı gibi Allah'ın bu kanunlarını da tanımak-

tadır. Allah'ın rızasını tanımakta ve davranışlarını fıtrî olarak Allah'ın rızasına

uygun olarak yapmaktadır. Fakat kendisi adımlanma Allah'ın rızasına uygun bir

yolda gittiğini bilmemektedir. Bunun için mesele açıktır ki, acaba bilgisizce

Allah'ın rızasına uygun yolda olan, ama bilgilice böyle olmayan bu tür

davranışların ecri var mıdır yok mudur? Örneğin bu putperestin -Hatem'i Taî

ve onun benzerlerinin yaptığı gibi- bu tür bir davranışın yapması mümkün

müdür? Biz bu konuda, bu tür davranışlarda bulunan kâfirler hakkında birçok

davranışlarda bulunan kâfirler hakkında birçok hadise sahibiz. Peygambere veya

imamlara sormuşlar: "Bu tür davranışlar Allah indinde ecirsiz midir?" Cevap

olarak: "Hayır, ecirsiz de değildir." demişlerdir. Ecirlerinin çoğunun insanın bile-

rek yaptığı davranışlarının karşılığı olduğu doğrudur, fakat insan, kendi ahlaki

duygusuyla cevap verdiğinden ahlaki duygu, Allah'ı tanıma duygusundan ayrı bir

duygu değildir. Bir grubun; "Allah 'ı tanıma duygusu bir duygudur, ahlakî duygu ise

başka bir duygudur." şeklinde düşünmelerinin aksine, ahlakî duygu, Allah'ı

tanıma duygusu ve Allah'ı tanımanın sorumluluğu duygusudur, yani insanın

onun varlığıyla fıtri İslam'ı anladığı bir duygudur. İnsan

fıtrî olarak "bağışlama "nın Allah'ın rızası gereği olduğunu anlar, Allah'ın

yarattıklarına hizmet etmenin, Allah'ın yarattıkları için fedakârlık yapmanın

ma'bud'un rızası gereği olduğunu fıtrî olarak anlar. Yine fıtrî olarak insafın

ma'bud'un rızası gereği olduğunu anlar, fıtrî olarak zillete ve alçaklığa boyun

eğmemenin ma'bud'un rızası gereği olduğunu anlar.

Page 75: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

AHLAKIN DOĞRU OLAN YÖNÜ

"Ahlakın kökü insanın vicdanındadır" diyen kişinin sözü, hem doğrudur hem

de doğru değildir. "Gerçekte insanın kalbi bunları ona ilham

etmektedir" manasında olursa doğrudur. Fakat insanın, "Vicdan, Allah'ı tanıma

duygusundan bağımsız bir duygudur" şeklinde düşünmesi manasında olursa doğru

değildir. Yaptığı şudur: Sorumluluğu bize yükleyeni tanımaksızın bizim

üzerimize bir sorumluluk yüklemektedir. Sorumluluğu yükleyen de

kendisidir. Kendisi bağımsız olarak bizim için sorumluluk belirlemektedir ve biz

onun sorumluluğunu bilmeliyiz.

Kant'ın açıklamasının eksiği sadece şu yöndeydi: Vicdanın sesini, insanın

kendi iç dünyasından kaynaklanan ve insanın iç dünyasının ötesinde olmayan

"sorumluluk belirle" şeklindeki bir sorumluluk olarak tanımlamak istemişti.

Hayır, insanın iç dünyası, sorumluluğu yükleyeni idrak ettiği gibi sorumluluğu

da idrak eder. Vicdan ve vicdana dayalı ilhamların tümü, insanın Allah'ı tanıma

fıtratından doğar. Kur'an'ın mantığı budur. Kur'an bu konuda şöyle demektedir:

"Nefse ve Onu şekillendirene, ona isyanım ve itaatim ilham

edene andolsun." (Şems: 7 - 8)

Buradaki takva (itaat), Allah'ın takvasıdır, başka bir şey değil, rücur (isyan),

Allah'ın hükmünden çıkmaktır, başka bir şey değil.

Aslında vicdan nazariyesi çok doğru bir nazariyedir. Fakat eksiği, bir adım

daha öteye gidemeyişidir ki şöyle diyebilsin: Bir kete, insanın hem yaratılmış

olması, hem de onda her şeyden bağımsız bir güç oluşması ve bu gücün de "senin

sorumluluğun budur" demesi mümkün değildir. Hayır, insan vicdanı temele ve

varlık âleminin tümüne bağlıdır. O, senin sorumluluğunu başka bir yerden

almıştır ve sana vermektedir. Gönlün koklama duyuşudur. Gönlün koklama

duyusu vardır ve onunla Allah'ı tanır, fıtrî şekilde Allah'ın yüklediği sorumluluğu

tanır. Nitekim biz bu ilhamlara "fıtrî İslam" diyoruz. "Onlara hayırlı işleri

vahyettik." (Enbiya: 73) "El-Mizan Tefsiri''nde anlatıldığı şekilde: "Hayırlı işler

yapmayı vahyettik." denmiyor ki bu ıstılahla sorumluluk açıklanmış olsun,

aksine "hayırlı işleri vahyettik"deniyor. Yani "Biz hayırlı işin bizzat kendisini halkın

kalbine ilham ve vahyettik." deniliyor. Kur'an,"biz her insanoğluna vahiy

gönderdik." demektedir. Herhalde umumiyet arz eden işlerden bir diğeri de

vahiydir. Güzellik ve kulluk umumiyet (genellik) arz ettikleri gibi Kur'an

mantığında vahiy de umumiyet arz eder. Acaba vahiy büyük peygamberlere

indirilen vahyin o özel şekline mi özgüdür? Peygamberlere indirilen vahiy, vahiy

derece sinin en kâmil olanıdır. Kur'an şöyle buyurmaktadır: Biz her insana vahiy

gönderdik ama şu sınır içerisinde:

"Ona isyanım ve itaatim ilham ettik." (Şems: 8)

Page 76: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

"Onlara hayırlı işler yapmalarını vahyettik." (Enbiya: 73)

Sadece her insana değil, aksine arıya da vahyettiğini söylemektedir:

"Rabbin bal arısına vahyetti." (Nahl: 68)

Sadece bal ansına ve hayvanlara da değil, bitki ve cansızlara da vahyettiğini

buyurmuştur Allah Teâlâ:

".. .ve her göğe emrini vahyetti..." (Fussilet: 12)

Normal bir insanla vahiy son bulursa artık Cebrail'in aracılığı (elçiliği)

başlamaz. Başka bir şekli vardır. Işık gibidir: Bir çıranın ışığı da ışıktır ve âlemi

aydınlatan güneşin ışığı da ışıktır. Fakat ışıktan daha fazla ışık vardır. Peygamber

efendimize nazil olan vahiy, âlemi aydınlatan güneşin ışığı gibidir, bütün insan

fertlerine gelen ilhamda birkaç mumluk bir çıranın ışığı gibi. Birincisi böyle bir

şey

Ama ahlakın güzellik kategorisinden olduğunu söyleyen görüş, acaba doğru

mudur değil midir? Hem doğrudur ve hem de doğru değildir. Doğru değildir,

çünkü manevi güzelliğin düşünülmesi aynı yerde sona erer, yani insan ruhu,

sadece manevi güzellikleri, doğruluk, emanet, cömertlik, iffet, cesaret, direnme,

insaf ve hilm gibi bir takım davranışları idrak etsin diye yaratılmamıştır. Yanlış

buradadır. O, habersiz olarak o güzellik bütününün Yüce Allah'ın zatı olan

güzelliğin kaynağını ve aslını idrak eder, neticede, istekleri ve mutluluğumuzun

yolu olan O'nun rızasının yolunu O istediği için ve fıtri olarak O'nun tarafından

bakarak gördüğü için güzel görmektedir. Aslında aklî güzellik, aklın

güzelliği ve çirkinliği, gerçekte kalbi güzellik ve çirkinliğe dönüşür. Akıl, idrak

kategorisindendir, duygular kategorisinden değil, isimlerinin, akli güzellik ve

çirkinlik olarak koyulduğu güzellik ve çirkinliğinin tamamı gerçekte kalbi güzellik

ve çirkinliktir. Çünkü hüsn, güzelliktir, kubh ise çirkinliktir ve bunlar duygu

kategorisindendir, akim işi olan idrak kategorisindendir ve duygu gerçekte kalbin

işidir. İnsan kendi habersiz fıtratında Allah'ın kendisinden istediği güzelliği anlar,

çünkü bu sorumluluğu kendi içinin derinliğinde Allah'tan olduğunu görür.

Allah'tan gördüğü her şeyi güzel görür. Aynı şekilde biz kendi açık şuurumuzda

Allah'ı tanıdığımız zaman Allah tarafından anladığımız her şeyi güzel görürüz.

(Şair) şöyle diyor:

Dünyada, dünyanın kendisinden memnun olduğu kişiden memnunum

Bütün aleme aşığım zira alemin tümü O'ndandır.

Ahlakı muhabbet kategorisinden kabul eden kimseler, birazcık daha ileriye

gitmelidirler. İnsanın, kendisinden bütünüyle farklı olan ve kendisi ile o şey

veya fert arasında hiçbir irtibat ve bağlılık bulunmayan başka bir şeyi veya bir

ferdi sevmesinin sonucu nasıldır? Bu sevgi hiçbir mantıkla şekillendirilemez. Fakat

Page 77: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

insan diğer insanları sever, hayvanları sever, başka eşyaları sever, kendisi için

sevdiği, o çeşit sevgi değildir. Hesabın dışında olan bir sevgidir. O şeyi kendi

şahsiyetinin bir parçası olacağı şekilde sever. Yani kendisine hizmet etmek istediği

şekilde onlara hizmet etmek ister. Onları kendi menfaatine kullanmak için seviyor

değildir. Aksine kendisini onların hizmetine vermek konumunda sever.

Niye? Acaba insanda meydana gelen bu olay, mantıksız bir iş midir değil midir?

Elbette mantıklıdır. Bunun mantığı da Allah'tır, fıtrî İslam'dır, ilahi

sorumluluktur. İnsan, kalbinin koku duyusuyla, gerçek mahbubunun onu ondan

istediğini hisseder, Onu sevmesi bu yöndendir. Bu nedenle ahlakın doğru

açıklaması işte bu kulluk nazariyesidir.

AHLAK, İBADET VE KULLUK KATEGORİSİNDENDİR

Bu nazariyelerin her biri sizin de gördüğünüz gibi gerçeğin bir kısmını ihtiva

eder, gerçeğin tümünü değil. Tümü gerçek olan şudur: Ahlak, ibadet ve kulluk

kategorisindendir. İnsan, Allah'a habersizce kulluk ettiği aynı ölçüyle habersiz

olarak da birtakım ilahi emirleri takip etmektedir. Bilgisiz olan şuuru bilgili şuura

dönüşünce -ki peygamberler bunun için gelmişlerdir- (Peygamberler, bizi kendi

fıtratımıza yöneltmek ve o bilgisiz şuuru ve fıtri işleri bilgili bir işe dönüştürmek

için gelmişlerdir) o zaman artık onun bütün işleri ahlaki olur, sadece belirlenmiş

bir takım işler; değil, uyuması da ahlaki bir iş olur, yemek yemesi de ahlaki bir iş

olur, yani bizim yaşam biçimimiz Hakk'ın verdiği sorumluluk ve rızası

esası üzerinde kurulduğu zaman, yememiz, uyumamız, yürümemiz, konuşmamız

özet olarak hayatımız ve ölümümüz, olduğu gibi tamamıyla ahlak olur, yani

bütünüyle mukaddes işler olur:

"Deki: Benim namazım, ibadetim, hayatım ve ölümüm hep âlemlerin Rabb'i

Allah içindir." (En’am: 162)

Her şey Allah için olur ve her şey ahlak olur.

Ahlak konusunda bir takım başka görüşler de vardır ve önce onları da

zikretmeyi, daha sonra kulluk nazariyesiyle uğraşmayı amaçlıyordum. Fakat

gördüm ki bunlar sözümüzü kendi asıl noktasından başka yere çevirecek. Çünkü

o nazariyeler, gerçekte şereflerin en şereflisini insandan almayı istiyorlardı ve

kesinlikle, gerçekten bir takım ahlaki ve şerefli işlerin de âlemde mevcut ol-

duğuna ve insanların maddi menfaatlere sahip olmayı istemeksizin o işleri, kendi

şereflerinin ve yüceliklerinin sıfatı için yapmalarına inanmalarını istiyorlardı.

Gerçekte bu manadaki Ahlakı inkâr etmektedirler. Bunun için bu görüşleri daha

sonra eleştireceğiz. Örneğin aklı "uyanıklık" kategorisinden kabul eden Bertrand

Russel'ın görüşü veya Marksizm’in ahlakı veya Egzistansiyalizm ahlakını

inşaallah anlatacağız. Fakat bunlar insanın şerefli olduğunu söyledikleri ve

insanlığa inandıkları durumda ahlakı zirvelerinden indirmişlerdir.

Page 78: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

AHLAKIN SADECE ALLAH'A KULLUK MEKTEBİNDE YORUMU

MÜMKÜNDÜR

Elbette şunu da arz etmeliyim: Bu manadaki ahlakı inkâr edenler bir yerde

kabul etmeğe mecburdurlar. Örneğin Bertrand Russel ulaştığı başka bir yerde

insanlık ve insani şereften dem vuruyor. Fakat onların felsefeleri hiçbir yönde

insanî şerefi te'yid edemez ve açıklayamaz. Ahlak meselesi, insani ve ahlaki şeref

meselesi Allah'a kulluk mektebi dışında başka hiçbir mektepte açıklama ve

te'yide kabil değildir. Onları açıklayabilecek tek mektep bu mekteptir ve insanın

varlığından bulunan bu ahlak ve ahlaki şerefin bizzat kendisi maneviyat

kapılarından biridir, yani insanı mana âlemiyle tanıştıran ve din alemine

inandıran kapılardan biridir.

İBADETİN MERTEBELERİ

Burada ibadet hakkında konuştuğumuz için başka bir konuya da değinmemiz

gerekir, o da şudur: Bir grup kendi kitaplarında "aslında din, ahlakla, ahlaki şeref

manasıyla şekillendirilemez, zira dinin manası şudur: İnsan Allah'a ibadet eder,

Allah'a yapılan ibadet sadece cehennem korkusu veya cennet arzusu

içindir." der, Sonra insanın maddi isteklerine yönelir: "O halde ahlaki davranış

şereflice Ur davranıştır, yani sadece o davranışın şeref ve yüceliği içindir." der.

İşte bu konuyu açıklayacağım.

Mukaddes İslam dini açısından ibadetin dereceleri vardır. İbadetin en

yücesi, bütün bu işlerden ayrı, bağımsız olan, yani kendisinde ne cennet arzusu ve

ne de cehennem korkusu olan bir ibadettir. Fakat aynı zamanda cennet arzusu

veya cehennem korkusu için yapılan ibadetler de ibadettir. Bunu biraz açalım:

Nehcu'l Belağa'da ve bizim birçok hadislerimizde bu konu mevcuttur.

Emiru'l Mü'minin Ali (A.S.) şöyle buyurmaktadır:

"Halkın yaptığı ibadetler üç çeşittir: Kimileri, Allah'a sevap arzusu için ibadet

etmektedirler, bu ibadet, ticaretçi bir ibadettir." ([31])

Yani bunlar Allah ile ticaret

yapmak istiyorlar, bir şey versinler, onun yerine daha fazla bir şey alsınlar. Bir

tüccar, alışverişlerde devamlı kendi asıl sermayesinden daha fazla bir şey -yani

bir şeyi asıl sermayenin bir miktar fazlasıyla- almak için bir malı verir. Hz. Ali;

bu ibadetin ticaretçi bir ibadet olduğunu buyurmaktadır. Kimileri dekorkudan

dolayı Allah'a kulluk etmektedirler. Ali buyurdu ki, "bu ibadet köleci bir ibadettir,

esirlerin ibadetidir." Evet, tıpkı esir bir kimsenin çalışması gibi. Esirler, kendilerine

yüklenen sorumluluğu Rablerinin kamçılan altında yerine getirirler. Bu esirler,

kendilerine yüklenen sorumluluğu yerine getirmedikleri takdirde kamçı

yiyeceklerinin korkusundan dolayı sorumlulukları yerine getirmektedirler. Fakat

kimileri de Allah'a şükür gereği ibadet eder, ya da bazı hadislerde geçtiği gibi

sevgi gereği ibadet eder. Yani, sadece Allah'ı sevdikleri için O'na ibadet ederler. O,

fıtratın gereğinde, bilinçli şuurunda yansımaktadır. Allah'a öyle bir şekilde ibadet

Page 79: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

etmektedir ki Allah'a kulluk etme fıtratı bunu gerektirmektedir. Allah'ı sevdiği

için O'na kulluk eder. Allah, cennet ve cehennemi yaratmamış olsaydı bile o, yine

de Allah'a kulluk edecekti:

"Allah 'ım! ben sana cehennem ateşinin korkusundan dolayı ibadet etmedim,

cennet arzusu için de ibadet etmedim, aksine sadece seni 'kulluk etmeğe layık'

gördüğüm için sana ibadet ettim." ([32])

Bu, "kulluk etmeğe layık" kelimesinin çok büyük manası vardır. Sadece

"Sen, sen olduğun için ve ben, ben olduğum" için sana ibadet ediyorum...

Âlemdeki şeylerin en tabiisi şudur: "Sen bir ma 'bud olasın, ben abid ve kulluk

eden". Bilmiyorum, siz yüce bir içeriye sahip "Kumeyl duası"nın muhtevasına

baktınız mı? Bu duayı başından ta sonuna kadar dikkatle mütalaa ediniz ve

Ali'nin ne söylediğini, âşıkane ve şükredici kulluğun manasını ve kendinden çıkıp

(başka bir âleme girmenin) manasının ne olduğunu görünüz. Ali'nin mantığında

en küçük bir karışıklık ve mübalağa yoktur. Özellikle Rabbi’ne yönelik

söylediklerinde bir mübalağaya rastlayamazsınız. Bu duada, asla tasavvur

edemeyeceğimiz bazı cümlelere rastlamaktayız. Cehennem ateşi konusunda

şunları söylemektedir: "Cehennem ateşi dünyadaki ateş çeşitlerinin hiç

birine benzemez, tüm yerlerin ve göklerin, onun karşısında güç yetiremeyeceği bir

ateştir." Devamla şöyle demektedir:

"Böyle bir azaba sabretme gücüne sahip olduğumu farz etsem de Sen 'in

ayrılığına sabrım yoktur, o hararetlerin karşısında direnme sabrına sahip olduğumu farz

etsem de senin yardımının benden kaldırılması ve lütfunun benden alıkonulması

karşısında nasıl sabredeceğim."

Ali, bunun sabrına asla sahip değildir. Kulluk gereği ibadet budur. İnsanın

makamı bundan daha yücedir. Bu Ali'ye (as) özgü değildir. Dünyada Hafız'ın

aşağıda değindiği dereceye ulaşan insanların sayısı çoktur:

Bizim içyüzümüzde başkası dost olarak yer almaz.

Her iki âlemi de düşmana ver zira bize dost olsan yeter.

Allah'ım gönüllerimizi iman nuruyla nurlandır. Kalplerimizi ve ruhlarımızı

faziletli ahlakla donat. Ölülerimize rahmetini bağışla.

Page 80: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

ALTINCI OTURUM

NEFSİN KERAMETİ:

İSLAMÎ AHLAKIN MİHVERİ

Page 81: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla

Hamd, bütün varlıkları yaratan Âlemlerin Rabb'ı olan Allah'a mahsustur.

Salât ve Selam, Allah'ın kulu, resulü, günahlardan arındırılmış, sırrını koruyan,

risaletini tebliğ eden efendimiz, peygamberimiz Ebu'l Kasım Muhammed'e ve

O'nun günahlardan arındırılmış tertemiz ve güzel yakınlarının üzerine olsun.

Lanetlenmiş şeytandan Allah'a sığınırım.

"Üstünlük, ancak Allah 'a, O 'nun elçisine ve mü'minlere mahsus-

tur." (Münafikun: 8)

Şimdiye kadarki anlattıklarımız, ahlaki temizliklerin diğer bir ifadeyle,

insanın mukaddes huylara eğiliminin kulluk kategorisinden olduğu

konusundaydı. Bu konu etrafında bazı açıklamalar yaptık. Şimdi ise, Kitap,

Sünnet ve din öncülerinin sözleri dâhilinde İslamî ahlakın özelliği hakkındaki

konuyu sunmak istiyorum. Daha önce şu konuyu arz etmiştim: Ahlakın hangi

kategoriden olduğu konusu sırf nazari bir konu değildir, her görüş sahibi

çaresiz olarak ahlaki eğitim ve öğretim konusunda bir noktanın üzerinde

durmalıdır. Örneğin ahlakı şefkat kategorisinden gören birisinin çaresiz olarak

tek dayanağı atıfe (şefkat) dir, bundan başka bir şey değil. İrade kategorisinden

olduğunu kabul eden birisi, başka bir nokta üzerinde durur, vicdan

kategorisinden kabul eden bir başkası bir başka nokta üzerinde durur ve bu

şekilde devam eder. Şimdi de İslami ahlakta daha çok hangi nokta üzerinde

durulmuş olduğunu anlamaya çalışmak istiyoruz. Bizler, eğer Kur'an-ı Kerim ve

din öncülerinin sözlerine, Nehcu'l Belağa'ya ve sair İslamî kaynaklara bakacak

olursak İslami ahlakta insan ruhundaki hanginoktaya parmak basılmış olduğunu

anlarız.

İNSAN RUHUNUN DÜNYASI

İnsan ruhu acayip bir dünyadır. Âlemdeki dünyaların en acayibi, ruh

dünyası ve insanın ruhudur. Bazen ben kendi kendime insan ruhunun sistemini

bir teyp sistemine benzetiyorum. Fakat sadece bir şeridi olup onun üstüne

konulduğunda tek bir şeritten ses çıkarabilen bir teyp değil, öyle bir teyp

düşününüz ki -belki bu tür teypler vardır- kendisinde onlara belki de yüzlerce şerit

bulunsun ve her şeritte bir ses kayıtlı olsun. Siz her bir düğmeye dokunduğunuzda,

o şeritlerden birisi dönsün ve özel bir sesi işitin. Örneğin bir düğmeye

dokunuyorsunuz Abdulbasit'in sesinden Kur'an okuyor, başka bir düğmeye

basıyorsunuz başka bir şerit dönmeye başlıyor ve örneğin bir hatip, dinî bir

konuşma yapıyor, başka bir düğmeye basıyorsunuz bu defa başka bir şerit

dönüyor ve örneğin bir şarkıcı şarkı söylüyor. Sizin hangi noktaya

dokunacağınıza bağlı.

Gerçekten insan ruhu da bu şekildedir. Yani yüce Allah, insanın vücudunda

değişik değişik güçler yaratmıştır. Bir zaman sonunda görüyorsunuz ki bir millet

Page 82: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

meydana geliyor, bu milletin tümü tek ağızlı, ağızlarından çıkan ses aynı, örneğin

söyledikleri, siyasi kahramanlıklar ve milliyetçi taassupluklardır, bundan

başka da bir şey yoktur ve sanki bu insanların vücudunda sadece bu şerit ses

çıkarıyor. Başka bir milleti görüyorsunuz ki onların ruhundan bir başka noktaya

dokunmanız neticesinde tümü zühd ve inzivadan dem vurmaktadırlar. Bir başka

millet başka bir şeyden dem vurmaktadır. Aynı bu şekilde her fert bir şeyden

dem vurur. Her ferdin vücudunda bütün bu güçler mevcuttur. Fakat bu

güçlerdenbir veya iki tanesine dokunulmuş ve onu seslendirmişlerdir, geriye

kalanı sessizdir. Her ahlaki mektep (ekol), beşer ruhunun hasletlerinden birine

parmak basmıştır.

Şimdi, acaba bütün bu düğmeler arasında kendisine dokunmamız halinde

bütün bu şeritleri döndürecek, onları harekete geçirecek ve birbirlerine uyumlu

bir şekilde kendiişlerini yapacak bir düğme var mıdır yok mudur? Bu da kendi

başına bir sorudur. Bir noktaya dokunmasıyla insan vücudunun bütün güçlerini

birbirine uygun olarak ve ifrat ve tefrite kaçmaksızın harekete geçireceği bir

noktaya dokunabilen her mektep (ekol) toplumsal bir mekteptir. Başka bir

konuya girmemiz ve daha sonra nasıl bir neticeye vardığımızı görmek için

anlattığımız bu konuyu yapısı itibariyle bir mukaddime olarak göz önüne alınız.

NEFSİN TAHKİR VE YÜCELTİLMESİ

Kur'an'da ve bizim İslamî metinlerimizde, içine girmediğimiz takdirde işin

içinde bir zıtlığın olduğunu düşünebileceğimiz bir mantıkla karşılaşmaktayız.

Örneğin Kur'an'da insan nefsinden, yani insanın kendisinden söz açılınca bazen şu

şekilde ortaya gelir: Nefsin hevalarıyla mücadele etmek gerek, nefisle savaşmak

gerek, nefs, kötüyü emreder,

"Kim Rabb 'inin makamından korkar ve nefsi kötü heveslerden

menederse (onun için) gidilecek yer cennettir." (Naziat: 40 - 41)

"Artık kim tuğyan (azgınlık) ederse ve dünya hayatını tercih

ederse, onun yeri cehennemdir." (Naziat: 37 - 39)

"Kendi heva ve hevesini tanrı edinen kimseyi gördün mü?" (Casiye:

23)

Aynı şekilde Yusuf un (as) dilinden nefsine bedbince bakan biri olarak

şöyle naklediliyor:

"Ben (böyle yapmakla) nefsimi temize çıkarmak istemiyorum.

Çünkü nefis daima kötülük emredicidir..." (Yusuf: 53).

Suçlama konumunda yer aldığı bu olayla ilgisi bulunmamasına, yüzde yüz

suçsuz olmasına ve hiçbir günah ve kusuru olmamasına rağmen yine de şöyle

Page 83: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

demektedir: "Ben böyle değilim" şeklinde söyleyerek kendimi tenzih etmek

istemiyorum, kendimi temize çıkarmak istemiyorum, çünkü nefsin insana

kötülüğü emrettiğini biliyorum... O halde bu ayetlerin karşılığı Kur'anda kendi-

sinden "Nefs" ve "Kendi" olarak söz edilen o şey, insanın ona "kötügörüşlü" bir

gözle ve bir düşman gözüyle bakması gereken ve onun musallat olmasına, hakim

olmasına engel olması gereken ve onu devamlı itaatli ve güçsüz olarak bırakması

gereken bir şeydir.

Buna karşılık biz Kur'an'da nefsin -ki bunun manası "kendidir- yüceltildiği

ayetlerle karşılaşmaktayız:

"Şu, Allah'ı unuttuklarından dolayı (Allah'ın da) onlara kendi ne-

fislerini -kendilerini- unutturduğu kimseler gibi olmayın..." (Haşr: 19)

Güzel! Eğer bu nefs aynı nefs ise her zaman unutulmuşluk içinde

olmasından daha iyi ne var.

"De ki: "Ziyana uğrayanlar kıyamet günü kendilerini ziyana sokan-

lardır..." (Zümer: 15)

Kendilerine söyle; ziyana uğrayanlar, bir serveti kaybetmiş ve yitirmiş olan

kimseler değildir. -Yani bu, küçük, önemsiz bir kayıptır-. Büyük kayıp insanın

kendi nefsini kaybetmesi, kendi kendisini kaybetmesidir, bugünkü

Egzistansiyalistlerin ifadesiyle, kendi benliğini kaybetmesidir. Servet, önemli

bir sermaye değildir. Bir insan için âlemdeki sermayelerin en büyüğü, insanın

kendi nefsidir. Şayet bir kimse kendini kaybederse artık her neye sahip olsa sanki

hiçbir şeye sahip değil gibidir. Zira Kur'an'da bu ifadede kullanılmıştır. Bu

konuda Kur'an'da, bir taraftan insanın kendisin unutmaması, kendisini

kaybetmemesi, kendisini satmaması gerektiğini vurgulamak üzere "kendini

unutmak", "kendini kaybetmek", "kendini satmak" türünden ifadeleri çok şiddetli

bir şekilde kötülenmiş, diğer taraftan, insanın kendi hevasıyla

savaşması gerektiğini, çünkü bu "benlik" in kötülüğü emrettiğini belirtmiştir. Özet

olarak Kur'an şöyle buyurur:

"Kendi hevasını ilah edineni gördün mü?" (Casiye: 23)

SÜNNET VE HADİSTE «NEFS»

Şimdi de Sünnet ve hadise bakalım. Örneğin Nehcu'l Belağa'ya bakalım. Bir

tarafta nefs ve nefsin istekleri şiddetli bir şekilde ve şaşırtıcı bir yergiyle

yerilmiştir, buna benzer yerler çoktur:

"Mü'minin kendi nefsi onun kötü niyetinin konusu oldukça sabahı geceye

götürmez, geceyi de sabaha getirmez" ([33])

Page 84: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

Her zaman kendi nefsine kötü niyetli bir şey olarak bakar, kendisini asla

güvenilmeyen ve devamlı bir kötülük yapabileceği düşünülen hain bir komşuya

sahip olan bir adam gibi görür. Ali (as) şöyle dernektedir: Mü'min her zaman

kendi nefsine; bir hain, kendisine güvenilemeyecek, kötü niyetli ve kötü görüşlü

bir kimse gözüyle bakmalı. Bu konuda gerek Arapça, gerekse Farsça

İslamî edebiyatta çok konuşulmuştan. Sa'di şöyle demektedir.

"Aydın görüşlü, mürşid, âlim olan şeyh bana su kenarında iki öğütte bulundu.

Birincisi nefsini hoş görmemen ikincisi başkasını kötü görmemendir.

Halka kötü bakmayın, kendinizi ise, hoş görüşlü, iyi görüşlü olarak

görmeyin.

Diğer taraftan, Nehcu'l Belağa'da nefs ve “kendi” nin (benliğin) sonsuz

derecede yüceltildiği ve güzel gösterildiği cümlelerle karşılaşmaktayız.

Ali (as.), değerli oğlu imam Mücteba'ya (s.a.) yazdığı vasiyetnamesinde şöyle

buyurmaktadır:

"Oğulcağızım! Nefsini bir kötülüğe duçar olmaktan uzaklaştır, ona saygılı ol, onu

yücelt, zira eğer kendi nefsinden bir şey kaybeder ve yitirirsen artık hiçbir şey onun

yerini dolduramaz. Eğer vücudunu kaybedersen, yeri doldurulur, mal ve servetini

kaybetmene ne ulaşır. Her neyini kaybedersen başka bir şey onun yerini doldurabilir

(Dedi ki: Değişen şeyin değeri yoktur.) Ama bir şey vardır ki onu kaybedersen onun

yerini artık hiçbir şey dolduramaz. Ve o da kendi nefsindir. Eğer kendi kendinden, kendi

benliğinden bir şey kaybedersen onun yerini dolduracak bir şey bulamazsın. " ([34])

Bu

konuya benzer bir şiir de imam Sadık'a (sa) aittir: 'Biharu'l Envar'da İmam Sadık'ın

hayatı anlatılırken bu şiiri okuduğu söylenmektedir.

"Ben, kendi nefsimle hiçbir varlığı karşılaştırmam. Nefsimle ilişkiye geçmek

istersen Rabb'imden başka hiçbir şeyi onunla karşılaştırmam." ([35])

Değiştirme konusunda sadece O'nu tutarım. O'nun dışında kendi bu

sermayemi ve kendi benliğimi kaybetmeğe, elden çıkarmağa hazır değilim.

Bütün dünya ve içindekilerini ve Allah'tan başka her şeyi bu nefis, güzel cevherle

değişmem. Buna benzer çok konu vardır, imam Seccad'dan (as) sormuşlar: Bütün

insanlardan daha ehemmiyetli olan kimdir? Şöyle cevap vermiş: "Bütün dünyayı

kendisiyle karşılaştırmayan kimsedir." ([36])

Yine Emiru'l Mü'mi-nin şöyle buyuruyor:

"Nefsini, canını ve kendisini kendi nezdinde yücelten, saygınlaştıran, kendi

nefsinin yardım ve büyüklüğünü ve gerçekte kendini idrak eden kimse için arzu ve

istekler çok küçük (bir şeydir), arzu ve isteklere muhalefet etmek ise küçük bir

iştir." ([37])

. Nefsin kerameti, nefsin izzeti, nefsin güzellikleri, nefsin saygınlığı,

yüceliği türünden tabir, ifade ve konulara maşaallah rivayet ve haberlerde sık sık

rastlarız. Zira bunların bir kısmını okumak gerekir.

Page 85: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

NEFSİN BÜYÜKLÜK VE İZZETİ, İSLAMÎ AHLAKIN MİHVERİ

Yaklaşık onüç yıl önce, Şa'ban ayının üçü münasebetiyle Yüksek Öğretmen

Okulu tarafından düzenlenen oturumdan benden Hazreti İmam Hüseyn (as)

hakkında bir konuşma yapmamı istediler. Orada "Ahlakta benlik meselesi" adı

altında bir konuşma yaptığımı hatırlıyorum.([38])

Ta o zamandan beri bende şu

düşünce oluştu ve daha çok araştırdıkça bu fikre daha çok inanmaya başladım:

İslamî ahlakta mihver ve ahlaki büyüklüğün etrafında dolaştığı o şey veya bu

akşamki oturumumuzda söylediğim ifadeyle; insanî ahlakın ihyası ve insanî ahlaka

doğru sevk etmesi için İslam'ın üzerinde durduğu insan ruhundaki o nokta, nefsin

keramet ve izzetidir. Bu konudaki ayet ve hadislerin bir kısmını az da olsa

size okumam gerekir. Bunları okumadıkça doğru bir şekilde tanıyamayız.

Nefsin izzeti (üstünlüğü): "Üstünlük, ancak Allah'a, O'nun elçisine ve

mü'minlere mahsustur". (Münafikun: 7) şeklindedir. Mü'min her zaman üstün

olmalıdır ve üstündür.

Peygamber-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

"İhtiyaçlarınızı izzet-i nefisle isteyiniz." ([39])

İnsan, başka insanlara ihtiyaç duyar. Acaba başka insanlara ihtiyaç duymayı

açıklamak güzel midir yoksa kötü mü? Bazı ekoller, güzel olduğunu

söylemektedirler. Özellikle, insanın ihtiyaç, istek ve zelil olmayı daha fazla

tekrarladıkça kendi nefsini daha fazla hor, zelil ve aşağılamış olması açısından iyidir

demektedirler. Nefsin kötülüklerden temizlenmesi için iyi olduğunu söylerler.

KELBİYUN VE MELAMİYYE

Eski Yunanda kendilerine "kelbiye" denilen bir grup vardır. Bunlar, ahlakta

zelillik ve aşağılanmayı tavsiye etmekteydiler, insan kendini aşağıladıkça bunların

görüşüne göre daha ahlaklı sayılırdı. Kelbiye'lerin dışında da dünyada bu tür

kimselere rastlamak mümkündü. Bizim tasavvufî (sufî) ahlakta da bu tür

sözler vardır fakat fazla değil, çünkü bunlar, İslamî ahlaktan etkilenmişler ve

nefsin izzet, üstünlük ve yardımları konusunda da çok konuşmuşlardır. Her

neyse, bunlarda insanoğlundan bir gruptur, konuştuklarında yanlışlıklar vardır.

Bazen bizim tasavvufî ahlakta bu İslamî tabirlerin zıddı görülmektedir. Bir

dönem, aslında kendilerine "melametîler" veya "melamiyye" denilen

tasavvufçu bir grup ortaya çıktı. Melamilerin tutum ve hareketi şuydu: "Nefs-

i emmareyi" zelil etmek için elimizden geldiğince kendimizi halkın karşısında

fakirleştirmeliyiz, küçük düşürmeliyiz. (Bugün kendilerine "miskin dervişler"

denilen kimseler de bu ismi o zamandan almış olabilirler.) Kimse bize bir değer

vermesin, görünüşte (gerçekte) nefsin üstünlük ve izzetini kaybedelim."

Page 86: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

SA'Dİ VE BAZI MUTASAVVUFLARIN YANILGISI

Ben defalarca, Sa'di'nin şu şiirinin doğru bir tabir olmadığını söylemişimdir.

Sa'di; çok faydalı nasihatlar söylemiş olmasına rağmen -ki bunları İslam

kaynaklarından elde etmiştir- sözlerinde bu tür şeylere de rastlanır.

Ben, ayaklar altında ezilen bir karıncayım,

Halkın sokmaktan dolayı inledikleri bir arı değilim.

Ben, insanların el ve ayakları altında ezilen, parçalanan bir karınca olmakla ve

halkın benim onları sokmam neticesinde inledikleri ve sızlandıkları bir arı

olmamakla iftihar ediyorum. Bu doğru bir düşünce değildir, bir Müslüman’ın

dilinin söyleyeceği şudur:

Ne insanların ayakları altında ezilen bir karıncayım.

Ne de insanların sokmamdan dolayı inledikleri bir arıyım.

Yoksa insanın ya karınca olması ya da arı olması kesin bir emir midir? Ne

karınca ol, ne de arı. Daha sonra şöyle söylemektedir:

Halkı incitecek bu güce sahip olmadığımdan dolayı

Bu nimetin şükrünü nasıl eda edeyim.

Benim kimseyi incitecek gücüm olmadığı için Allah'a şükrediyorum! İyi,

incitmeye gücünün olmaması bir maharet değildir, maharet; güce sahip olup da

incitmemendir. Bir Müslüman’ın dilinin söyleyeceği şudur:

Güce sahip olup da kimseyi incitmemekten dolayı

Bu nimetin şükrünü nasıl eda edeyim.

Bu tür görüşler, bazı melametiye ve tasavvufçu hareketlerin ahlakındaki

ifrat noktalarıdır. Zira İslam böyle bir şeyi asla kabul etmez.

Bazı kitaplardan nakledildiğine göre, çok iyi tanınan falan derviş şöyle

demiştir: "Ben üç zamanda, başka zamanların hepsinden daha çok sevinmişimdir.

Bunlardan biri; bir gün mescitlerin birinde çok hasta bir durumdaydım (Bu tür kişilerin

kimseleri de yoktu, genellikle gezgin kimselerdi) mescitte uyuyordum, şiddetli hararet

ve rahatsızlıktan dolayı hareket etmeğe gücüm yoktu. Mescidin hizmetçisi geldi

ve mescidde uyuyan herkesi uyandırıp kaldırdı. Yanıma gelip ayaklarıyla vurarak

"kalk!" dedi. Fakat benim kalkmaya gücüm yoktu. Birkaç defa bu tekmelemeyi

tekrarladıktan sonra ben yine kalkmayınca, geldi ayaklarımdan tutup çekerek beni

sokağa fırlattı. Onun nazarında o kadar alçaldım ki bu olay, bana ölü bir leşin çekilip

oraya götürülüp atılması gibi geldi. Nefsim kırıldığı için bu olaya çok sevindim.

Page 87: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

Başka bir zaman da, kış mevsimiydi. Postumla dolaşıyordum. Onda o kadar

bit gördüm ki bu postun yünü mü daha çok yoksa bitleri mi anlayamadım. Bu da

kendi nefsimi kırdığımdan dolayı çok sevindiğim anlardan biriydi.

Diğeri de, bir zaman gemiye binmiştim. Cambaz ve oyuncu adamın biri

oradakileri eğlendirmek için oyunlar yapıyordu. Oradakilerin tümünü kendi

etrafında toplamış onlara efsane anlatıyordu. Bir ara şöyle dedi: 'Evet, bir

zamanlar kâfirlerle savaşa çıkmıştık. Günün birinde birini esir aldım.' O esiri

nasıl götürdüğünü göstermek istedi. Etrafına bakındı, benden daha elsiz, ayaksız,

çapulsuz ve şahsiyetsiz birini görmedi, derhal yanıma geldi, sakalımdan tutarak

beni öne doğru çekerek, 'işte esiri böyle götürdüm' dedi. Oradakiler de kahkaha

atarak benim durumuma güldüler, işte ben bu durumuma çok sevindim."

Bunlar doğru şeyler değildir!

Bazılarının da ifrat sınırında olmaları mümkündür. Hatta bir ihtiyaçları dahi

olsa birine söylemezler, Peygamber (SAA) şöyle buyurmaktadır:

"İhtiyaçlarınızı isteyiniz, fakat nefsin üstünlük ve izzetini kaybetmeyin. "

İhtiyaçlarınızı dostluk ve arkadaşlıkla açıklayacağınız yerde, şerefinizin,

nefsinizin izzet ve üstünlüğünün parçalanıp kırılmayacağı yere kadar gidiniz,

nefsinizin izzet ve üstünlüğüne bir zararın gelmekte olduğu yerde durunuz,

ihtiyaçlı bir şekilde durmak ve sahip olmamak daha iyidir. Yine Nehcu'l

Belağa'da geçtiği gibi:

"Ölüm ve alçalmamak, azla yetinmek ve elini hiç kimsenin önüne

uzatmamaktır." ([40])

Ali (as), Sıffin'de okuduğu ve Nehcu'l Belağa'da yer alan hutbelerinin

birinde, zafer ve galibiyetten söze erken şöyle demektedir: "Başını eğerek ve

alçalarak yaşayacaksan, kesinlikle ölüm senin için ondan iyidir, zafer kazandıracak bir

ölüm bu tür bir yaşamaya binlerce defa tercih edilir".([41])

Ölüm, yeryüzünde dolaşıyor

olsan dahi başkaları karşısında başını eğmen, onlara mağlup olman ve alçalman-

dır. Yaşamak ise, toprağın altında olsan dahi muzaffer olmandır. Kur'an'da şöyle

buyrulmaktadır:

"İnanıyorsanız, mutlaka siz üstün geleceksiniz." (Al-i İmran: 139).

İMAM HÜSEYNİN (A.S.) SÖZLERİNDE NEFSİN BÜYÜKLÜK VE İZZETİ

İmam Hüseyn'den (as) fazlaca söz nakledilmemiş olmasıyla birlikte eğer

hesaplayacak olursak nefsin izzet ve üstünlüğü konusunda imamlar arasında

hepsinden daha tesirli sözleri olduğu görülecektir. Biharu'l Envar'da nakledilen

kısa sözlerinden birisi şudur:

Page 88: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

"Şereflice ölmek, alçaklık içinde yaşamaktan daha iyidir." ([42])

Başka bir ünlü sözü:

"Zillete boyun eğenlere yazıklar olsun" ([43])

Ne hayret verici bir söz! Kıyamet anma dek kendisinden hararet ve nur

saçacak, nefsin büyüklük, üstünlük, izzet ve şerefini yağdıracak sözlerinden

biridir.

Aşure gününde İmam Hüseyin bazen ata binip arkadaşlarıyla sohbet

ediyordu. Herkesin kendi sesini duymasını istediği bir sırada yüksekte olması için

bir deveye bindi (Minberde olup da mescitte bulunanlardan daha yüksek olan bir

kimse gibi Hz. Hz. Hüseyin'le birlikte olanlar da atlara binmişlerdi). Böylece

meydanın ortasında herkes onu görebilecekti. O zaman şu cümleleri

buyurdu: "Zillete boyun eğenlere yazıklar olsun! Biz nerde zillete boyun

eğmek nerde?! Aradaki fark yerle gök arası kadardır. Bizim Rabbimiz bize

zilleti yakıştırmaz, kucakları üzerinde eğitildiğimiz Ali ve Zehra 'nın kucakları bizim

zillete boyun eğmemize izin vermez..." Kıyamet gününe kadar dünyaya gelmiş

mü'minlere; "Siz Hüseyin için zillete boyun eğmeyi mi beğeniyorsunuz yoksa kılıcı

mı?" diye sorulursa veya böyle bir referandum yapılırsa dünyadaki mü'minlerin

tümü; "Biz kılıcı beğeniyoruz, zilleti değil." diyeceklerdir. Onlar, bizim alçak yapılı

kimselere itaat etmeği yüce insanların yattıkları yere, yani savaş alanına tercih

etmemizi beğenmez ve bize yakıştırmazlar.

İmamın Aşure günü söylediği sözlerden biri de şudur: "Hayır, Allah 'a yemin

ederim ki alçak bir insan gibi onlara biat etmeyeceğim ve de bir esir gibi

kaçmayacağım." ([44])

Şu da onun söylediği sözlerdendir:

"Doğruluk, izzettir (üstünlüktür), yalan ise güçsüzlüktendir." (İmamların

sözlerinde buna benzer ifadeler çoktur.) Tedricen açıkladığımız noktaların tümü

bu konudadır. Bu tür sözler çok büyük manalar taşır: Doğruluk, izzet olduğundan

ve bir insan izzet ve şerefin peşinde olduğundan dolayı doğruluğun peşinden git-

mek gerekir. Yalan, acizlik ve güçsüzlük olduğundan dolayı yalandan kaçınmak

gerekir. Yalan söyleyen bir insan kendi ruhunda acizlik, güçsüzlük ve alçaklığı

hissettiğinden dolayı yalan söyler. Yani bir insanın kendi ruhunda izzet, güç ve

şerefi hissetmesi ve kendi diline yalan bir sözü dolamaya hazır olması

imkânsızdır. Şu söz Ali'dendir:

"Gıybet, genellikle güçsüz kişilerin yaptığı bir iştir." ([45])

Yani şerefli, kuvvetli,

kendi ruhunda izzet, kudret, kuvvet ve şeref duygularını taşıyan bir insanın bu

izzet ve şerefi, onun böyle adi bir işi yapmasına izin vermez, halkın dedikodusunu

yapmasına izin vermez. Kendi vakitlerini gıybet etmekle geçiren ve onun bunun

arkasından konuşup dedikodu yapanlar; adi, zayıf, zavallı, zelil, aciz, güçsüz

insanlardır. Gıybet, acizlikten doğmaktadır.

Page 89: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

İMAM SADIK VE ALİ (a.s) SÖZLERİNDE NEFSİN İZZETİ

İmam Sadık (Tuhefu'l Ukul'da yazıldığı şekilde) şöyle buyurmuştur:

"Halkla muaşeret konusunda orta yolu takip et, halkın sana yakın olmaktan

hoşlanmayacak şekilde kızgın, sert mizaçlı, kötü ahlaklı, kötü sözlü, olma ve herkesin

seninle alay edeceği, seni küçük düşüreceği kadar da zayıf olma." ([46])

.

Mü'min kimse, başkasının nazarında küçük düşecek işleri yapmamak

zorundadır. "Vesail" adlı kitapta Ali'nin (as) şöyle buyurduğu yazılır:

"Kalbinde halka muhtaç olduğunu ve halka muhtaç olmadığını bir arada

tutmalısın."

Tek olan kalbinde birbirine zıt olan iki özelliği taşımalısın; "ben insanlara

muhtacım ve ben halka muhtaç değilim." (şeklinde bir düşüncede olmalısın.)

Kendimi hangi konuda muhtaç varsayacağım, hangi konuda ihtiyaçsız? (Ali)

şöyle buyurdu: "insanlarla konuşacağın, onlara bir şey anlatacağın zaman saygısızlık

etme, halka sert ve kötü, zedeleyici, yaralayıcı, incitici söz söyleme, insanların

ağızlarına düşecek sözleri söyleme, sözlerin yumuşak ve uyumlu olsun. İşte burada

onlara muhtaç olduğunu varsaymaksın. Ama ırz, namus, haysiyet ve izzetin ortada

olduğu yerde "Benim feleğe bile ihtiyacım yok." ([47])

demelisin.

Nehcu'l Belağa'da şunu okumaktayız:

"Zenginin fakir karşısında mütevazı ve alçak gönüllü olması ve kendisini Allah

'in rızası için küçük görmesi ne kadar güzel bir şeydir, bundan daha güzeli de fakirlerin

Allah'a olan güvenleri nedeniyle zenginlere minnetsiz olmalarıdır. Zenginin fakir

karşısında mütevazı olması ne kadar güzeldir ve fakirin zengine özenmeyişi ve Allah 'a

güvenmesi ne kadar daha güzeldir." ([48])

Ebu Hamza'nın duasında şunu okumaktayız:

"Beni kendisine teslim ettiği ve kendisini bana saygınlaştırdığı ve beni,

aşağılayacak insanlara muhtaç etmediği için Allah'a ne kadar şükretmeliyim" ([49])

Yine Nehcu'l Belağa'da çok hayret verici ve mana dolu sözlerden biri de

şudur:

"Bir adamın değeri, onun sahip olduğu himmetidir." Bir kimse sahip olduğu

himmet ve gayret ölçüsünde değerlidir. "Onun cesareti, erkeklik duygusuna sahip

olduğu ölçüdedir." ([50])

Cesaret, bilek gücü olarak anlaşılmasın, cesaret, bilek gücü

değil, kalp kuvvetidir. Korkaklık, küstahlık ve pervasızlığın karşıtı bir noktadır,

yani korkmamak ve aynı zamanda da ihtiyatsız olmamaktır. Her insanın cesareti,

ruhunda taşıdığı erkeklik (Kahramanlık) ruhu ölçüsündedir.

Page 90: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

"Onun iffeti, sahip olduğu namus ölçüsündedir." ([51])

Bu cümle çok hayret vericidir: Herkesin iffeti, sahip olduğu namus

ölçüsündedir, yani iffetli olmayan insanlar, iffetsiz kimseler namussuzdur.

Başkasının namusuna karşı iffet sahibi olmayan iffetsiz kimseler, eğer kendi

namuslarına karşı iffetli ve namuslu olsaydı, iffetli olmaması imkânsızdı. İffetsiz

ve temiz olmayan bir kimseyi nerede görürseniz, kendi namusu karşısında da

namus ve iffet duygusunun onda ölü bir durumda olduğunu biliniz.

Nehcu'l Belağa'nın başka bir yerinde de şöyle denilmektedir:

"Namus sahibi bir insan asla zina etmez." ([52])

Zina eden kimse namussuz demektir ve gerçekte başkasının da onun

namusuna zina etmesi halinde kendisi de fazla önem vermemiş olur.

Yine, imam Hasan'a yazdığı mektupta şöyle demektedir:

"Yavrucuğum! Sakın dünyada kimsenin kulu olma, zira Allah seni özgür

yaratmıştır." ([53])

Fransızların yayınladıkları insan haklan beyannamesinde, bu beyannamenin

kendisiyle başladığı ilk cümle şudur:

"Allah, insanları özgür olarak yaratmıştır."

Emiru'l Mü'minin, onlardan bin iki yüz yıl önce şöyle buyurmuştur:

"Asla kimseye kul olma, çünkü Yüce Allah seni özgür olarak yaratmıştır."

Şimdi de yavaş yavaş bunların tefsir ve açıklanmasına çalışalım.

ACABA İNSAN İKİ NEFSE Mİ SAHİPTİR?

Dedik ki; İslam'da bir taraftan nefisle cihat ve savaşma tavsiye edilmiş, hatta

nefsi öldürme, "ölmeden önce nefs-i emmareyi öldürün" tavsiyesi yapılmıştır, diğer

taraftan, baştan sona nefsin büyüklüğü, nefsin izzeti, nefsin güzellikleri, nefsin

hürriyeti ve buna benzer sözler yer almaktadır. Acaba insan iki nefse mi yani iki

benliğe mi sahiptir? Bir benliği öldürmekle görevli ve diğer benliği muhterem,

yüce ve saygın saymakla ve onu aziz, üstün göstermekle görevli iki "benlik"

sahibi midir? Eğer bu şekilde olursa o halde Psikolojinin "Şahsiyetin artışı" dediği

şeyi gerçek olarak kabul etmeliyiz, yani herkesin gerçekte iki "benlik", iki "ben" iki

"şahıs" olduğunu kabul etmeliyiz. Kesinlikle maksat bu değildir. Gerçekte bir

bedende iki ayrı "ben" yoktur, iki "şahıs" mevcut değildir.

Varsayımın biri şudur: İnsanda iki şahıs mevcuttur, iki "ben" mevcuttur,

birbirine karşı olan iki benlik mevcuttur; bu ikiliden birini zayıf düşürmek ve

Page 91: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

öldürmek, diğerini de muhterem saymak gerekir. Bu, bu şekilde değildir. Diğer

varsayım da şudur: İnsan iki "benlik" e sahiptir fakat iki aslî benlik manasında

değil, iki "ben" yan yanadır, belki de bir "gerçek benlik" ve bir de "benlik ötesi"

olan ama insanın bu "benlik "ötesi" ni "benlik" olarak düşündüğü bir "zanna

dayalı benlik" vardır. Böyle bir şey olur mu? "Evet, olur" demektedirler. "Ben"le

mübareze etmek gerekir dedikleri o "ben" hayali ve zanna dayalı olan "ben"dir,

sen o olduğunu düşündüğün, fakat o olmadığın şeydir. Gerçek ve aslî bir "ben"dir ki

"gerçek ben" odur. Gerçek ve aslî "ben"in insanda perdelerin arkasından

çıkıp görünmesi için zanna dayalı ve hayali "ben"i öldürmek gerekir. Acaba bu

şekilde midir? Hayır.

Bunu başka bir ifadeyle de söyleyebiliriz: Bir ben, aslî bir "ben"dir, diğer

"ben" de fer'i (aslî olmayan) ve kısmî "ben"dir.

HAİDGER'İN GÖRÜŞÜ

Burada başka birisinin bir görüşü vardır. O da bazılarının onu şu anda da

yaşamakta olan ünlü materyalist Alman filozofu Haidger'in görüşlerinden

sonuçlandırmak istemiş olmalarıdır.([54])

O bu konu üzerinde çok durmuştur:

İnsan iki "ben"e sahiptir: Ferdî, şahsî, cüz'î ben ve küllî ben. Yani örneğin ben bir

"ben"e sahibim ki o "ben"le bu fert (kişi) ve bu şahsım ve siz bir "ben"e sahipsiniz ki

o "ben"le, o özel yapınızla ve örneğin babanızın ve annenizin kim olduğu, yapılan,

durumları ve vasıflarının ne olduğunu belirleyen o özelliklerle o fert ve o şahsınız

"ben"i. Bütün insanların iç dünyasında var olan diğer bir "ben"dir. İnsani "ben"de

"külli ben", yani şahsî ve ferdî olmayan, "ben"dir. Yani örneğin bende şu anda

iki "ben" mevcuttur. Bir "ben" örneğin B'nin oğlu A olan ben, diğer "Ben" bende

var olan insandır. Siz de ayıtı şekilde iki "Ben"e sahipsiniz. Bir "ben", sizin ferdî

olan "ben"inizdir, biri de sizde var olan insandır. Başka kişiler de aynı bu

şekildedirler. Bu da bir varsayımdır. Kur'an'ın "Bir "ben'le savaşmak gerekir, diğer

"ben" ise üstün kılmak, saygınlaştırmak ve yüceltmek gerekir." diye

buyurduğunusöylemiştik. İşte bu "ben"in yüceltilmesiyledir ki yüceltici ahlakın

tümü insanda meydana gelir ve aşağılayıcı ahlakın tümü insandan uzaklaşır, eğer

bu "ben" büyüklük bulursa, kendi şahsiyetini yeniden elde eder ve insanda

meydana gelir, artık insana doğruluğu bırakıp yalanın peşinden gitmesine, izzeti

bırakıp zillete boyun eğme peşinde gitmesine, konuşmasında iffeti bırakıp gıybet

etmenin peşinde gitmesine ve bunun gibi şeylere izin vermez. Şimdi, acaba bu

«ben» küllî ve insanî olan "ben" midir yoksa başka bir şey mi? Bu soru; bizim bu

akşam bu iki "ben"in ne olduğu ve nasıl olduğuna yönelik yaptığımız açıklama ve

izahlar ev cevabını da yarın akşam size arz edeceğimiz bir sorudur.

Page 92: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

NEFSİN BÜYÜKLÜĞÜ KONUSUNDA İMAM HÜSEYNİN (a.s) BAŞKA

SÖZLERİ

İmam Hüseyin'in (as) bize ulaşan sözlerinde insanlığın izzet, şeref ve

büyüklüğünün revaşta olduğunu arz etmiştik. Bu tür sözlerin diğer imamlara

nispetle İmam Hüseyin'den daha fazla bize ulaşmasının sırrı, Kerbela

hadisesinin, İmam Hüseyin'in ruhunun bu esnada kendi görünüşünü bu sözler

aracılığıyla açıklamasının bir yeri olduğunda yatmaktadır. Bu konuda şöyle

yazılmaktadır:

Seyidû'ş Şüheda Kerbela'ya doğru gelirken orada bulunanlar defalarca O'na

rastlıyorlar. Onunla karşılaşan herkes de "Oraya gitme, hayati bir tehlike var

" diyorlardı, İmam da karşılaştığı bu insanların her birine bir cevap veriyordu.

Verdiği cevapların tümü şu beyandaydı: "Hayır, benim gitmem gerekir." Onlardan

biri imamla konuşurken şöyle demekteydi: "Maslahat yoktur, gitmeyin." İmam ise

şöyle buyurdu: "Ben sana, Allah Resulünün sahabelerinden birinin kendisini cihada

katılmaktan menetmek isteyen bir şahsa verdiği cevabın aynısını vereceğim." ve

Seyyidû'ş Şüheda şu şiiri okudu:

Gideceğim. Yiğit bir insan için ölüm, Hakk'ın yolunda cihad etmesi ve

Müslüman olarak çaba harcaması durumunda utanç değildir. (Niyeti Hakk olursa

ve Müslüman olarak mücahede ve cihat ederse ölüm onun için ayıp değil) ve salih

insanlarla, yardımlaşma, yoldaşlık ve dert ortaklığı ederse ve bunun aksine,

kendi yolunu helak olmuş bedbahtların, mücrim ve günahkârların yolundan

ayırırsa ölüm onun için utanç değildir.

Ben ya yaşarım ya da öleceğim. Bunun dışında bir şey yoktur. Benim

yürümekte olduğum bu yolun iki tarafı da benim için hayır ve saadettir. Eğer

hayatta kalırsam kötülüğe konu olmam, çünkü ben, ölümden kaçmadım ve bu

imtihandan muvaffak olarak çıktım, ölümden korkmadım ve hayatta kaldım.

Böyle bir hayat, benim için bir ayıp ve utanç değildir. Ölsem dahi kınanacak

değilim. Hayatta kalman ve burnunun yere sürtülme zillet ve bedbahtlığı senin

için yeterlidir. Artık bu hayattan daha büyük bir zillet ve bedbahtlık yoktur.([55])

İmam Hüseyin veya değerli babası Ali'ye (as) ait başka şiirler ve Emiru'l

Mü'min'e ait bir de divan vardır. Fakat bu şiirleri kendileri için söyledikleri

nakledilmiştir. Şöyle buyuruyor:

Her ne kadar dünya çok güzel ve sevilmeğe değer olarak sayılıyorsa da ahiret

evi binlerce derece daha yüksek ve daha büyüktür. Diğer âlemlerle tanışmayan

kişi dünyaya esir olur.

Eğer dünya malı ve serveti, sonuçta bırakıp gitmek içinse niçin insan hayatta

olduğu sürece cimrilik ve pintilik yapsın?! Niye yaşadığı sürece cömertlik ve eli

açıklık yapmasın, yardım edip zavallıların elinden tutmasın?!

Page 93: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

Eğer bu bedenlerimiz sonuçta ölecekse ve her ne kadar kendimizi kılıçlardan

uzaklaştırmaya çalışırsak da sonuçta bir sıtma hastalığı, bir mikrop bizi ortadan

kaldıracaksa, evet eğer bu beden ölmek için varsa o halde bu bedeni yüce

Allah'ın yolunda parça parça etmemizden daha güzel ne olabilir?!([56])

Şimdi sizler bu şiirleri kendisine terennüm eden bu kişinin ruhî yapısını

Kerbela'da bedeni parça parça olduğu zaman gözünüzün önünde şekillendiriniz.

Doğrusu bu, kendisini bir süsleyicinin ihtiyarına veren ve bu süsleyicinin onu

güzelleştirmekte olduğu bir insanın durumudur. O, sonuçta yere dökülecek olan,

şimdi ise Allah yolunda dökülmekte olan bu kanı, Allah yolunda yarılan alnı,

Allah yolunda zehirli oklara hedef olan ve ok saplanan bu göğsü gördüğü zaman

güzelliği hissediyor. Vücudunun ön kısmında, yüzlerce kılıç, ok ve buna benzer

silahların açtığı yaralar sayılmıştır, yani yüzlerce iftihar, yüzlerce süs, ziynet,

Hüseyin'in göğsüne yüzlerce iftihar nişanesi yapışmıştı. Bu yaralar, onun için

süstür, ziynettir, iftihar ve iftihar nişanesidir. Bir başkasının nazarında cinayettir. O

cinayet işliyor. Onun cinayeti, iftihara kardeşlik yaptığından dolayıdır.

Eba Abdullah (Hz. Hüseyin) son anlarını yaşamaktaydı. Haz-retin durmuş

olduğu yer çukur bir yer olduğu için ismini "Ölüm çukuru" olarak koymuşlardı.

Hazret oradan biraz uzaklaşınca Ehl-i Beyt onu göremiyor ve onun durumundan

habersiz kalıyorlardı. Son anlardı. Ağır yaralar, kanın akışı ve susuzluk İmam'a o

kadar galebe çalmıştı ki artık ayakta duracak hali yoktu. Gökyüzü kapkaranlık

kesilmişti onun gözünde. Düşman, onun hane halkının çadırına girmek istiyor,

fakat cesaret edemiyor ve "Hüseyin savaş hilesi yapıyor olmasın" diyorlardı.

Çünkü biliyorlardı ki eğer onun bedeninde kuvvet varsa hiçbiri O'nun karşısında

güç yetirip duramazdı. Birisi gidip onun mukaddes başını bedeninden ayırmak is-

tiyor, ama yaklaşmaya cesaret edemiyordu. Şöyle bir plan kurdular: "Hüseyin

namuslu birisidir, Allah'ın iffetli kuludur. Hayatta kendisini ev halkının çadırına

sokmaları karşısında bedeninde can olduğu sürece tahammül edebilmesi

imkânsızdır." dediler. Hüseyin'in yaşayıp yaşamadığının öğrenilmesi yolu,

ansızın askerlerin Eba Abdullah'ın ev halkının çadırına doğru hücuma geçmesi

idi. İmam hissetti bunu. Güçlükle dizlerinin üstünde doğruldu. Görünüşte kendi

kılıcına dayanıyordu. Kendisinin kahramanca feryadı o vadide yükseldi (orada

da namus ve hürriyetten söz etmektedir):

"Size yazıklar olsun ey Ebu Süfyan 'ın taraftarları! Benimle savaşıyorsunuz

ve ben sizinle savaşıyorum. Kadın ve çocukların ne kusuru vardır?! Eğer Allah'ı

tanımıyorsanız, eğer meada inanmıyorsanız dahi, bir insanın sahip olması

gereken o şeref nereye gitti?! Sizin hürriyet ve özgürlüğünüz nereye gitti?!" ([57])

Allah'ım! Gönüllerimizi iman nuruyla nurlandır, nefsimizi büyüklük, izzet

ve üstünlük süsüyle süsle, her çeşit hakaret, alçaklık ve zayıflığı bizden uzaklaştır.

Muhabbet, sevgi ve marifetinle gönüllerimizi aydınlat, bizleri İslam ve Kur'an'ın

Page 94: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

değerini bilenlerden eyle, Peygamber'in ve ailesinin değerini bilenlerden eyle, ölü-

lerimize mağfiret ve rahmet eyle!

Page 95: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

YEDİNCİ OTURUM

"BEN" VE "BEN ÖTESİ'

Page 96: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla

Hamd, bütün varlıkları yaratan âlemlerin Rabb'ı olan Allah'a mahsustur.

Salât ve selam Allah'ın kulu, Resulü, günahlardan arındırılmış, sırrını koruyan,

risaletini tebliğ eden efendimiz, Peygamberimiz, Ebu'l-Kasım Muhammed'e ve

O'nun günahlardan arındırılmış tertemiz ve güzel yakınlarının üzerine olsun.

Lanetlenmiş şeytandan Allah'a sığınırım.

"Kesin inanacak insanlar için arzda nice işaretler var. Kendi canla-

rınızda da öyle, görmüyor musunuz?" (Zariyat: 20 - 21)

Konuşmamız, İslami ahlakta İslam'a dayalı ahlaki öğretilerin tümünün temel

ve mihveri kabul edilebilecek bir mevzu olan konu etrafındaydı. Ve bizim

araştırdığımız kadarıyla İslami eserlerde hiç bir mevzu üzerinde, temel ve

mihver olarak bu mevzu ölçüsünde durulmamıştır. Bu konu, nefsin büyüklüğü

meselesidir. Geçen akşamki konuşmamızda sizler için yeteri kadar ayet ve riva-

yetler okudum. İslam'da nefsin izzet ve büyüklüğüne, nefsin değerli sayılmasına

çok ehemmiyet gösterilmiş olduğunu arz ettik o da Ali'nin (as) sözlerinde

kullanıldığı gibi: "Nefsi kendi nezdinde yücelten kimse için şehevî istekler çok

küçüktür."([58])

İfadeleri "Nefs" kelimesi ile kullanılmıştır. Kendisinde büyüklük

ve yücelik hisseden, kendi ruhunda büyüklüğü hisseden kimse için hayvanı şeh-

vetlere karşı muhalefet etmek kolaydır. Bunun zıddı olan nokta ise, İmam

Hadî'den (as) gelen bir hadiste buyurulduğu gibidir: "Nefsini alçaltan kimseye

güvenme" ([59])

. Eğer bir kişi kendi nezdinde kendini alçaltırsa, eğer bir kimse

kendiside büyüklük duygusunu kaybederse, yani kendisini büyük bir varlık olarak

hisetmiyorsa, -bu ifadeye yakın olan bugünkü ifadeyle- kendi ruhunda ahlakî ve

manevî bir şahsiyet taşımayan bir kimsenin şerrinden kork, onun şerrinden emin

olma. Emiru'l Mü'minin'in sözüne göre, eğer bir kimse kendi ruhunda yücelik ve

büyüklük duygusunu taşırsa onun için şehvetperestlik ve nefsin heva ve isteği

peşinde gitmek nefret edici bir iş, girmemesi kolay bir iştir. İmam Hadî'nin (as) sö-

züne göre, bunun tersi, kendisinde bu duyguları taşımayan bir kimse kendisinde

"Ben bir kimliğe sahibim, bir şahsiyetim var, bir şerefe sahibim, bir büyüklüğe

sahibim" duygusunu taşımayan bir kimse, bu duygulan kaybeden bir kimse her

şeyini kaybetmiştir ve onun şerrinden emin olma.

ACABA "BEN"İ HOR GÖRMEK Mİ GEREKİR YOKSA SAYGI

GÖSTERMEK Mİ GEREKİR?

Sonra şu soru ortaya çıkıyor: Bu nasıl oluyor ki İslam'da ahlaki açıdan, bir

taraftan nefs ve nefsin istekleriyle mücadele ve savaşma tavsiye ve te'kid edilmiş,

diğer taraftan da, bütün dayanaklar, "büyüklük duygusunu kendi nefsimizde

kaybetmemeğe çalışınız, zat ve nefsin saygınlığını kaybetmeyiniz." şeklinde nefsin

büyüklüğü üzerinde kurulmuştur? Bunlar nasıl olur da birbirine uyar?

"Nefs"in asıl manasının "Ben" olduğunu söylemiştik. "Nefs" insanın sahip olduğu

Page 97: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

"ben"dir. Acaba "ben"i yermek, aşağılamak ve küçük düşürmek mi gerekir.

Yoksa "ben"i yüceltmek ve saygılı saymak ve izzetini korumak mı gerekir? Acaba

bunların ikisi de bir tek "ben" midir? Bu, böyle olmadığına göre, acaba insanda iki

"ben" mi vardır ki ahlakî görüşe göre bunlardan biri ile mübareze etmek gerekir,

onu zincire vurmak özgürlüğünün önünü almak, alçaltmak, öldürmek gerekir.

Şairlerimizin ifadesiyle -her ne kadar bu ifade hadis ve rivayetlerde geçmemiş

olsa bile- onu öldürmek, ölü bir nefis yapmak, diğer beni de ihya etmek ve

yaşatmak mı gerekir? Bunun da, bu şekilde kabul edilmesi kabil değildir.

Herkesin biri-birinden ayn iki "ben"e sahip olmadığı açıktır. Acaba her

birimizin vücut ve yapımızda iki "ben" veya iki "nefs" mevcut mudur?! Böyle bir

şeyde kesinlikle yoktur. Sonra biz bu meselenin sadece İslam ve İslamî ahlakta

açık olmadığım, başkaları için de açık olduğunu söylemiştik. Zira bunlar insan

için iki "ben" aramışlar ve iki "ben" göstermişlerdir ki insan "ben"lerden aramışlar

ve iki "ben" göstermişlerdir ki insan "ben"de değildir, başka bir "ben"de vardır.

İnsanın şerefli, esaslı ve aslî "ben"i işte o "ben"dir. İnsanın nasıl iki çeşit "ben"e

sahip olduğu konusunun açıklanmasının sonunda, böyle bir şeyin olmasına

imkân yoktur demiştik. O halde bunu mecburen başka bir şekilde söylemek

gerekir. Biz ilk önce İslamî görüşü zikredeceğiz, sonra başkalarının görüşlerini

de açıklayacağız.

İSLAM'IN GÖRÜŞÜ

İslamî açıdan bu mesele hal olmuştur. İslamî açıdan insan diğer bütün

hayvanlar gibi bir hayvan durumunda görünüyorsa da aynı zamanda Kur'an'ın

ifadesiyle onda ilahî ruhtan bir nefes vardır, insan vücudunda ilahî melekutden

bir parça ve melekutî bir nur vardır. Bir insanın gerçek "ben"i o "ben"dir. İnsan

hayvanî "ben"e de sahiptir, fakat hayvanı "ben" insanda küçücük bir "ben"dir,

aslî ve gerçek "ben" değildir. İnsandaki aslî "ben" insanın sahip olduğu o melekutî

"ben"dir.([60])

Yani bir hayvanda o hayvanın gerçek ve hakiki "ben"ini teşkil eden

şey insanda küçük ve asalak "ben"dir. Ben yerim, içerim, yatarım, hatta yürürüm,

bunların tümü bir "ben"e bağlıdır, ama bunlar, bu "ben"in alt dereceleridir, işte şu

"ben": Ben yerim, içerim, susarım, acıkırım, vb. Ama aynı zamanda Ben düşünürüm

Allah'ı düşünürüm, başkalarını kendime tercih etmeği severim. Bunların tümü bir

"ben"dir. Ama bu "ben"in, dereceleri vardır. "Ben"in o çok yüce sözleri söylediği

yer, konuşmakta olan insan "ben"inin üst derecesidir ve hayvani

meselelerin konuşulduğu yer, onun alt dereceleridir.

DERUNİ (İÇSEL) ÇATIŞMA

Bir örnek vereyim: Şu, insanın özelliklerindendir: Onun "ben"leri arasında

bazen çatışma ve kargaşa baş gösterir. Bu çatışma, bazen akıl ve nefsin çatışması

olarak veya örneğin ahlakî irade ile nefsanî heva arasındaki çatışma olarak ifade

edilir. Her halükârda böyle bir çatışma insanda vardır ve hayvandaki derunî

çatışmanın bir manası yoktur. Şu tecrübe herkeste az veya çok mevcuttur,

Page 98: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

kimisinde daha az kimisinde daha çok: insan, tabii eğiliminin tersine bir iş

yapmayı kararlaştırır. Yani başka bir yöne isteklidir, ama bu isteğinin zıddını

yapmayı kararlaştırır. Çok basit bir örnek vereyim: Doktor, insana rejim

yapmasını söyler onu bazı gıda ve meyveleri yemekten meneder veya belirli bir

miktardan daha fazlasını yemesinin zararlı olduğunu söyler. Örneğin "sizde şeker

hastalığı var, falan şeyleri yeme" der insan bunu uygulamaya karar verir. Fakat istek

ve eğilim, kendi istediğini yapmaya çalışır. Sofranın başında, nefsanî istek, faaliyet

göstermeye başlar, insanın mene-dildiği bu yemekleri yemek ister. Bazen insan

alemi olarak kendi isteği karşısında kıyam eder. Yani ahlakî iradesi -diğer bir

ifadeyle aklı- nefsine galip gelir, her ne kadar gönlü istiyorsa da buna kulak

vermez. Bazen de aksi meydana gelmektedir, isteği ahlakî iradesine, diğer bir

ifadeyle, nefsi aklına üstün gelir, insan için bu iki durum öne çıkmaktadır. Veya

insan sabah erkenden kalkmayı tasarlar. Bunu ciddi olarak da kararlaştırır. Fakat

bir gece uyanıp sıcak yatağından çıkmak istediğinde ahlakî iradesi ona "hareket"

et der ama arzu ve isteği "çıkma" der. Bazen insan hareket eder ve isteğinin tersi

olan iş yazar. Bazen de isteğine göre hareket eder. Bu çatışmalar hayvanlarda

mevcut değildir. Hayvan o istekleriyle hayvandır, yapısıyla hayvandır. İsteğin

hükmettiği her yolu hayvan uygular. Hayvanda isteklerin tersini yapmasını

emredecek başka bir emredici mevcut değildir. Şimdi, bizim sonuç almak

istediğiniz şey başka bir şeydir, psikologların söyledikleri durumdur, insan kendi

içinde mütalaa edince hesapçı bir sözün de olduğunu görür. İçteki bu çatışma

neyle ne arasındadır? Bu çatışmanın kendisiyle kendisi arasında olduğu açıktır,

insanın kendi dışında değildir, insan boş bir şeyle çatışmaz, insanın içinde

birbiriyle çatışan ve insanın kendisinden olan iki güç vardır; biri, bu yemeği yeme

der, diğeri yemek ister. Şafak vaktinde biri, kalk der, diğeri kalkmak istemez. Biri

falan sözü söyleme der, diğeri o sözü söylemek ister (isteği yapmak ister). Bu

çatışma insanın içindedir. Fakat konu şudur: İnsanın tabii isteği onun ahlakî

üzerine zafer kazanınca ve yapmamayı kararlaştırdığı işi yapınca, insanı nasıl bir

hal alır? Utangaçlık hali ve yenilgi hali. Kendi kendine "ben yenildim" der, tıpkı

başka bir pehlivanla savaşması için savaş alanına gönderilip de yenilen bir

pehlivan gibi, gerçekten insan yenilgi hisseder. Bunun aksine, ahlakî irade tabii

istek üzerine zafer kazanınca, sofradan kalktığı anda, rejim konusunda bir zerre

kadar hata yapmadığını görünce, erkenden kalktığı o sabah, seher vaktinde

"sıcak yatağını terk etme" diyen isteğinin emrinin tersine sıcak yatağını terk

ettiğini ve kendi ibadetiyle uğraştığını görünce; zafer kazandığını ve

mutlu olduğunu hisseder. Bu, herkeste vardır. Böyle bir tecrübeyi kendi içinde

yaşamamış birini düşünemiyorum."

ASLÎ OLAN "BEN" VE BEN ÖTESİ OLAN "BEN"

Bu duygu, nedir insanda? Her iki halde, insan kendisi kendine yenilmiş ve her

iki halde insan kendisi kendine üstün gelmiş. Bundan dolayı o ne yenilgiyi

hissetmeli ne de zaferi hissetmeli veya daha kısa olarak bir yönden yenildiğini

hissettiği durumda diğer yönden zafer kazandığını hissetmelidir, böyle

Page 99: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

olmadığına göre insan, istekler ahlakî iradeye galip geldiği zaman, gerçekten

yenildiğini hisseder ve kendini eleştirerek, "başına toprak yağsın, şimdi ben bir hiç

olduğumu anladım" der, fakat ahlakî irade tabii isteklere galip geldiği zaman

başarılı olduğunu ve zafer kazandığını hissederek kendinden ümitli olur. İşte

burada, insan aslî "ben"in, gerçek "ben"in, kesin "ben"in aklın emri altında

bulunan o ahlakî irade olduğunu ve "ben"deki bu isteğin "ben"de bir araç

olduğunu, gerçek "ben"in o olmadığını, benim gerçek "ben"imin bu istek ve bu

tabiilik olmadığını, bunun "ben"i yenmekten habersiz olduğunu anlar. Bu duygu,

insanın kendi içinde sahip olduğu bir duygudur ve aynı duygudur ki insan onunla

"benim gerçek "ben "im, bu istekler ve bu tabiilikler değildir; ben, tüm bu isteklerle

yüklü olan bu tabiîlik değilim; bütün isteklerle yüklü tabiîlik, bu "ben"e kendilerinden

yararlanması için verilmiş olan araç ve vasıtalardır" şeklinde idrak eder. "Ben", karar

veren bir makamdır, akıl ve idraktir, bunları anlayan bir makamdır. Fakat tabiî

emirleri bana veren makam ise tanınmayan ve başkadır. O, ben değilim.

Şimdi şu konuyu ele alalım: Nefisle savaşmak gerektiğine göre, hangi nefisle

savaşmak gerekir? "Ben"le savaşmak gerekir, hangi "ben"le savaşmak gerekir?

Hangi "ben"i kendi başına bırakmamak ve meydanı ona boş bırakmamak gerekir?

O, aynı "ben"dir, gerçekte "ben" değil de "ben olmayan" hayvani "ben"dir. Yani

insanın içindeki tüm savaş ve çatışmalar; ahlakî ve zıdd-ı ahlakî açısından insanın

kendi ruhunun içinde var olan çatışmalar, gerçekte "ben"in "ben"le çatışması

değil, "ben"in "ben olmayan" la çatışmasıdır. Hayvani isteklerin üstün olduğu,

mutlak hükmetme olgusunun onlara bağlı olduğu ve akıl, irade ve fıtratın üstünün

örtülü olduğu, şehvet ve kızgınlıkların at koşturduğu yer, yani hayvanların sahip

olduğu garazın bulunduğu yerde, işte orada insanın aslî beni mağlup olmuş,

unutulmuş, kaybolmuştur ve gidip onu bulmak gerekir. Vücudunda hayvanî

duygulardan başka bir şeyin hükmetme yetkisine sahip olmadığı o insan gerçekte

hakiki benliğini, "gerçek ben"ini kaybetmiştir:

"Deki: ziyana uğrayanlar, kendilerini kaybeden kimselerdir..."

Kendini bu kumarda kaybetmiş, hem de en büyük kayıpla. O, kendini

unutmuş. Her zaman hatırında olan ve gözünde şekillenen şey nedir? Hangi şey

düşüncesine hükmetmektedir? Para, şehvet, yiyecekler, şaraplar, içecekler,

elbiseler... Bunların dışında başka bir şey vücuduna hükmetmektedir. O halde O

"ben" nereye gitti? Unutuldu. "Ben" yerine, "ben olmayan" ı "ben" sanıyor. "Ken-

disi "ben"imi kaybetmişim" diye düşünmüyor. İnsan hiçbir zaman kendisini

unuttuğuna inanmıyor. "Ben, kendimi mi unutmuşum?! Ben, daima kendimden

dem vuruyorum: Bu benim ki bu kadar paraya sahibim, bugün bu yemeği yiyen

ben kendimim." demektedir. Oysa Kur'an "ben" ini kaybetmişsin, O "ben" sen

değilsin, o başka bir şeydir, o senin tufeylî "ben"indir, o senin "asil ben"in

değil "tufeyli ben"indir:

Page 100: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

"Şu, Allah 'ı unuttuklarından dolayı (Allah 'in da) onlara kendi nefislerini

unutturduğu kimseler gibi olmayın." (Zümer: 15)

KENDİNİ HATIRLAMA (KENDİNİ BULMA)

Kur'an'da "Kendini unutma" adı altında açıklanan ve yerilen kendini unutma

meselesi budur. Bunun karşısında "kendini hatırlama" vardır: Ey insan! Kendini

hatırla, zira "Kendini hatırlamama" da "Allah'ı hatırlama"dan başka bir şeye

imkan vermez, yani Kur'an'ın mantığında bu ikisi bilirinden ayrı değildir; Allah'ı

hatırlamak, kendini hatırlamakta da vardır. Bu, ibadetin gerçeğini bulmak ve

"ben"i bulmak gerçeğidir. Fakat bu "hayvanı ben" değil, aksine o "hakiki ben", yani

"melekutî ben"dir. İnsanın kendini bulması, ibadet ve Allah'ı hatırlamadadır,,

kendini gerçekten bulur. Emiru'l Mü'minin Ali'nin (as) çok değerli bir sözü

vardır.

"Bir şeylerini kaybettiklerinde elleri ayaklarına dolanmış bir vaziyette

kaybettikleri şeyi arayıp da kendilerini (nefislerini) kaybettiklerinde bunu

aramaya koyulmayan insanlara şaşarım!" (Haşr: 19)

Örneğin yüzüğünü kaybeder, hemen onu bulmak için dolaşır, tarağını

kaybeder aramaya koyulur, eşeğini kaybeder bulmak için aramaya başlar. Bunlar,

nasıl olur da kendilerini kaybederler, fakat kendilerini bulmak için çalışmazlar?!

Ey zavallı! tarağını kaybettiğin zaman bütün varlığında; "nereye gideyim de

bulayım" diye koşuşturup duruyorsun, oraya buraya koşuyorsun, bir de kendine

bak bakalım acaba kendini bulmuş musun?! Eğer kendini kaybetmişsen kimden

işaret almayı istiyorsun? Niçin kendini bulma peşinde değilsin?'. Hayret edici bir

durum.

MEVLANA'NIN SÖZÜ

Her ne kadar tasavvufun aşırı öğretilerinde bu konuda söylenmiş olan kısa

ifadeler, nefisle savaşma adı alfanda söylemiş oldukları aşırılıklar bir dereceye

kadar nefsin büyüklüğünü zedelemişse de (mutasavvıf olan) birçok düşünür bu

manaları idrak etmişlerdir. Mevlana şöyle demektedir:

"Ey savaşta kendini kaybetmiş kişi"

Bundan maksat, derunî savaş, çatışma ve kargaşadır. Ey derunî savaşta,

istek ve arzuların üstün gelmesi sonucu gerçek "ben"ini kaybetmiş kişi.

"Sen başkalarını kendinden ayırmıyorsun"

Yabancıları kendinle karıştırıyorsun, yabancıları "ben" zannediyorsun ve

"ben"in o olmadığını biliyorsun, O sen değilsin. O "ben"in sen olduğunu

düşündüğün için kendini kendinden başkalarıyla karıştırmışsın.

Page 101: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

"Sen her ne şekilde bu benim diyorsan da vallahi O, sen değilsin.

Bazen insan gelip aynanın karşısında durur, kendisini görmekte olduğunu

düşünür...

Bir an tek başına kalırsan sen halktan

Boğazına kadar gam ve üzüntü içinde kalırsın.

Acaba kendini keşf mi yoksa kayıp mı etmişsin diye bir imtihan yapmak

istersen halvetlerde anlarsın. Şayet birkaç gün başka insanları görmezsen yalnızlık

seni mahveder. Daima başka insanları, başka eşyaları görmek istersin, çünkü

onların içinde kaybolmuşsun ve kendini onlarda aramaktasın. Sen eğer gerçek

"ben"ini bulmuş olsaydın, eğer kendi gerçek "ben"inle olman şartıyla yüz yıl dahi

halvette (yalnızlıkta) kalsaydın, senin için bir zerre üzüntüve sıkıntı meydana

gelmezdi.

"Ben" ve "Ben olmayan" meselesi kendi başına önemli bir meseledir. Bizim

din öncülerimizin sözlerinde bu konu, çok ve çeşitli ifadelerle işlenmiştir.

"BEN'İNİ KAYBETMİŞ CİMRİ

Emiru'l Mü'minin Ali'nin (as) cimriler konusunda oldukça manidar sözleri

vardır. Cimri, gerçek benliğini kaybetmiş, yani "ben" para ve servet olmuş

kimselerden çıkar. Para ve servetin, kendisi için asalet ve soyluluk getirdiği,

kendisi için bir hedef olduğu ve günümüz psikiyatristlerinin ifadesiyle para

içinde tespit ve değerlendirilen, yani para ve servete boğulan ve onunla şekillenen

bir insanın gerçek "ben"i para olmuştur ve paradan başka bir "ben"e sahip

değildir. Çünkü asıl "ben"ini kaybetmiş ve bu "ben" elinden çıkmıştır. Sonuç

şudur: Kendisini para için ister, parayı kendisi için değil. Yani canını, hayatını,

mutluluğunu ve ömrünü para için ölçü koymaktadır, fakat parayı kendi mutluluk,

saadet ve hatta ömrü için ölçü kılmaya hazır değildir. Ali (as) şöyle buyur-

maktadır:

"Servet, zenginlik ve muhtaç olmama peşinde koştuğu ve fakirlikten kaçtığı

halde yaşayışında fakirliğe tutsak olan ve bu zenginlikten uzak olan bir insana

şaşarım" ([61])

Bu konunun geniş bir açıklaması Nehcu'l Belağa'da mevcuttur. Yine şöyle

buyurmaktadır:

"Dünyada yoksullar gibi yaşar, ahiretteyse zenginlerin sorgusuyla sorguya

çekilir."([62])

Dünyada fakir, bedbaht ve miskin bir adam gibi yaşar, çünkü kendisini

paranın hizmetine vermiştir ve parayı kendi hizmetinde tutmaya hazır değildir.

Eski, yırtık pırtık elbiseler giyer, peynir ve ekmek gibi basit yemekler yer. Bu

Page 102: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

adama sormak gerekir, sen niçin böyle bir iş yapıyorsun? Cömertlik yapmak

istemez. Servetini kendisi için harcamasa bile başkaları için harcayan bir adam

olsaydı O, yine de cömertlerden olurdu. Fakat cimride söz konusu olan şey,

sadece toplamayı istemesidir. Emiru'l Mü'minin fakirliğin gerçekten ne olduğunu

soruyor. Fakirlik, bir şeye sahip olmamaktır. Birisinin bir şeyi olmayınca, güzel

yemek, iyi ev, iyi binek, güzel elbiseye sahip olmaz, (çünkü bir şeyi yoktur.) Fakat

sen bedbaht (olan kişi her şeye sahip olduğun halde) şimdi de bunlara tutsak

olmuşsun. Sen tüm ömrünü, peynir ekmek yemekle geçiliyorsun. Evet, fakir

olman ve peynir-ekmek yeme mecburiyetinde kalmaman için bunu yapıyorsun.

Oysa seri şimdi de ekmek-peynir yeme derecesine düşmüşsün. Fakir olmamak

için peynir ve ekmek yemeği istediğinden, bir ömür boyunca peynir ve ekmek

yiyen bir insan, benliğini kaybetmiştir. İnsanın kendini kaybetmiş olması,

gerçek "ben"ini kaybetmiş olması budur.

MEVLANA'NIN BENZETMESİ

Mevlana'nın çok güzel bir misali vardır: Farz edin ki, adamın biri kendisine

bir ev yapmak için bir arsa hazırlamış. Her ne sebeptense gündüzleri oraya ev

yapmaya gitmiyor. Gece olunca, işçi, usta, mühendis ve malzemeleri, kendisinin

içinde oturması için bir ev yapmak üzere oraya gönderiyor. Paralar harcıyor. Çok

süslü ve mükemmel bir ev yapıyorlar ve o da kendisi için çok güzel bir

ev yapıldığını düşünüyor. Gidip evine girmesi için hareket ettiği gün oraya gelip

baktığında bir de görüyor ki ev başkalarının arsasına yapıldı, ev yapılmış fakat

kendi arsasında değil, başkalarının arsasında. Kendi arsası ne durumda? Onun

arsası orada boş ve çıplak kalmış. Bu durumda insanı nasıl bir hal alır? (Mevlana

burada) şunu söylemektedir: Bu, kıyamete giren ve orada kendisini boş bir arsa

gibi gören adamın durumudur. Onun için çalışmamış olan, kendidir, onun için

çalışmış olan ise o değildir.

Başkasının arsasında ev yapma

Kendi işini yap, yabancının işini yapma

Kimdir yabancı, senin toprak olmuş vücudun,

Zira senin üzgünlüğün onun içindir.

Sen vücuda yağ ve tatlı verinceye kadar

Canın cevherini dolgun bulamazsın

Vücud Miski kokusu içinde yer bile bulsa öldüğü zaman onun iğrenç kokusu

ortaya çıkar.

Miski vücudun üstüne sürme, ruha sür Pak zülcelal (Allah)'ın ismi misk olur.

Bu bedeni daima güzel kokunun içine koysan da öldükten sonra daha iki

gün geçmeden pis kokmaya başlar ve halk onun pis ve iğrenç kokusundan kaçmak

ve onu iki metre derinliğindeki toprağın altına koymak mecburiyetinde kalırlar.

Page 103: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

"Şu, Allah'ı unuttuklarından dolayı (Allah'ın da) onlara kendi nefislerini

unutturduğu kimseler gibi olmayın." ([63])

İNSAN RUHU, AHLAKÎ DUYGULARIN KAYNAĞI VE MANEVİYATA

AÇILAN BİR KAPIDIR.

İslamî açıdan, insanın "gerçek ben"i herkeste bulunan o ilahî nefestir ve

insanın ahlakî duygusu bu "ben"den kaynaklanmaktadır. Eğer böyle bir "ben" -ki o

balçık değildir. Aksine ilahî ruhtur ve tabiat ve madde âleminden daha yüksek olan

âlemdendir- insanda olmasaydı ve eğer insanın gerçek "ben"i ve "gerçek benlik" i

olmasaydı, bedenî istek ve menfaatlerle şekillenmeyen bu ahlakî duyguların

hiçbiri insanda var olmazdı. Şimdi işin ilginç yanı şudur: Avrupa dünyasının,

ayrıca söz edilmesi gereken sebeplerle -şehevî arzular ve nefsanî istekler çok

miktarda mevcuttur onda- insanda melekutî ruhun varlığını kabul etmeyi gönlü

istememektedir. (Elbette bunların tümü böyledir demiyoruz, onlar arasında da

"ruhçu'' çoktur.) Diğer taraftan insanda onun maddi yapısıyla şekillenmeyen,

insanın maddî yapısının tersi istekler ve arzular olduğunu görmektedirler.

Şu çok açık ve nettir: Her zaman insan ruhu, beşerin maneviyatı için bir kapı

olmuştur. Aslında buradan "ben manevî bir hakikatim, ben ebedî olmaya layığım,

"ben" ölümsüz bir gerçektir ve ölümle "ben "in işi son bulmaz." şeklinde anlaması

gerekirken, bu sözü kar bul etmesi onun zoruna gitmektedir. Diğer taraftan insanda

iki çeşit temayülün var olduğunu, tabiî ve maddî temayüller ile

manevî temayüllerin yani maddî hesaplarla şekillenmeyen hesapların var

olduğunu inkâr edemez.

William James ilahî bir kişidir ve şu ana kadar kendisinden tercüme edinmiş

kitaplar, özelikle de "Din ve Ruh" adlı kitabı sonsuz derece güzeldir. O, çok

belirgin bir psikolog ve filozof idi. Kendisi dünyanın büyük âlimlerinden

sayılmıştır. Ölümünün üzerinden galiba altmış yıldan fazla geçmemiştir. O kitapta,

bu adil adam güzel bir söz sarf etmiştir. İnsanda maddi hesaplarla şekillenmeyen

bir takım istekler vardır, (net bir şekilde itiraf ediyor). Maddi istekler bizi madde

dünyasına bağlar, öyle olmalıdır. Bunlar, biz ve madde dünyası arasındaki

kanallardır. Örneğin, eğer bizde açlık güdüsü varsa, bu biz ve tabiat arasında bir

irtibat kanalıdır. Çünkü eğer bu güdü olmasaydı biz yemeğin peşine

gitmezdik. Daha sonra şöyle demektedir: Biz de, bizi doğaya bağlayan içgüdüler

mevcuttur. İşte bu, içgüdüler maddî doğamızla şekillenmez ve bizi başka bir

âleme bağlarlar. Biz, vücudumuzdan tabiat âleminin dışındaki başka bir âleme

giden yol ve delillere sahibiz insan kendi tabii güdüleriyle, tabiatıyla uyuşan bir

takım ihtiyaçları reva görmekte ve madde ötesi güdülerle, -William James'in

ifadesiyle-insanın maddî doğasının ötesinde olan ve onun maddî olmayan

gerçekleriyle uyuşan birtakım başka ihtiyaçları kaldırmaktadır, başka bir

ifadeyle, bu güdüler, insanda var olan bir takım manevî ihtiyaçları bertaraf etmek

için insanı maddî doğasının ötesine bağlar. Bu söz, hesaplı bir sözdür, fakat bunu

Page 104: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

kabul etmek istemeyen o kimselerin insanın maddi olmayan güdülerini nasıl

gördüklerine bakalım. Şöyle demektedirler: insan iki şeyi ister, ya faydaya, ya da

değere taliptir. Maddi güdülere fayda, manevî güdülere ise, değer denilir. İsmin

değişmesiyle gerçeğin değişebileceğini düşünürler. "insan bazen faydanın

peşinden gider, bazen de değerin -peşinden gider.' demektedirler. "Değer

nedir?" diye sorduğumuzda şunu söylemektedirler: Değer, insanın durumuna bir

faydası olmayan, insanın derdini gidermeyen, insanın hiçbir ihtiyacını ortadan

kaldırmayan, mantıkla da şekillenmeyen, mantığın zıddı, özetle mantık dışı olan

fakat içinde güzeli de taşıyan, örneğin cömertlik gibi özellikleri taşıyan bir şeydir.

Demek ki insanın cömertlik yapması mantıkî değildir. Mantıkîlik, insanın kendi

menfaati peşinden gitmesidir. İnsan aklı da aynısını ona söylemektedir;

menfaatin peşinden gitmek gerekir der. Fakat bir taraftan da insanda şu tür gü-

dülerin de olduğunu inkâr edemez: Fedakârlık güdüsü, kendinden geçme

güdüsü, adalet güdüsü, özgürlük güdüsü, insaf güdüsü, yumuşak huyluluk

güdüsü, tahammül etme güdüsü... Zira bunların çoğu aslında insanın maddî

menfaatleriyle şekillenmez. Diyorlar ki, evet şekillenmiyor, ama bunlar menfaat

değildir, değerdir, insan bir takım değerlere taliptir.

Değer nedir diyoruz. Değer, kıymet demektir.

Kıymet kendi başına bir şey değildir, insan herhangi bir şey için değer ve

kıymeti söz konusu eder. O şey nedir? Bir şey, insan gerçeğiyle irtibatlı olmadıkça

insan onun için değer biçemez. Böyle bir şey imkânsızdır.

İslam şunu söylemektedir. Şeylerin en değerlisi olan değerli bir şey vardır

sizde. Ve o da sizin melekuti ruhunuzdur. Daha önce alıntıladığımız hadislerde

"Pahalı" olarak dahi tabir edildiğini gördük. İmam Sadık şöyle buyurmaktadır:

"Pahalı nefsin değerini, onun rabbi kabul ederim." veya

İmam Seccad'a, "insanların tümünden daha büyük olan kimdir?" diye sorulduğunda

şöyle buyurmuştur: "Kendi nefsi karşısında hiçbir şeye önem vermeyen

kimsedir." İnsan gerçeklerin en pahalısını kendi içinde hisseder ve o, kendisinin

"gerçek ben"idir. Kıymet ona aittir. Onun için değer biçer çünkü değer biçtiği şey

kendisidir. Tıpkı kendi vücuduna değer verenin, aslında kendi ruhuna değer ver-

miş olması gibidir. Yüce ahlakî duygular, onların sözüne göre insanoğlu için birer

değerdir. Gönülleri, "Bunlar, manevi hayırlardır ve maddiyat da maddi hayırdır."

demek istemez. Bizim filozoflarımız maddiyata "İnsanoğlunun maddi

hayrı" demektedirler, maneviyata da "manevî hayır" demektedirler. Bu şekilde

konu anlaşılmaktadır. Zaten söylenmesi gereken söz de budur. Maddî hayır ve

manevî hayır demeleri zorlarına gider, çünkü mana ismi ve gerçek ortaya

çıkmaktadır, onlar ise bunu kabul etmeği pek istemezler. Diyorlar ki: "hayır",

maddî olan şeydir, ismi de menfaattir. Maneviyat nedir? O hayır değildir,

menfaat da değildir, sadece değer ve kıymettir, bir gerçek değildir. İslam ise,

bunların da hayır olduğunu söylemektedir; yapmakta olduğun ahlakî işlerle de

Page 105: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

hayrının peşindesin, fakat bu hayır, senin hayvanî tabiatının peşinde gitmediği bir

hayırdır, bu hayrın peşinde giden senin melekutî gerçeğindir.

İnsanın kendi ahlak ve ahlakî duygusunun, kendi mücerret ruhunu

tanımasına ve bu mücerred ruhu tanımasıyla gayb ve melekutî âlemden haberdar

olmasına açılan bir kapı olduğu yer burasıdır. Çünkü insan, gayb ve melekutî

âleminin bir ışığıdır. İşte buradan gayb ve melekutî âleminin bir ışığıdır. İnsan,

melekutî bir ruh olduğu için onun cinsi, yücelik cinsidir. Zira melekutî cins, bü-

yüklüktür. İnsan melekutî "beri'i hissettiği zaman bedeni aşağılamış olmaz:

"Nefsi kendi nezdinde yücelten kimse için şehevi istekler çok küçüktür." ([64])

Bu sözü defalarca tekrarladık. Kendi nefsinin büyük olduğunu hisseden hiç

kimse bedenini aşağılamış olmaz. Zira daha önce bu yönde birçok rivayet

nakletmiştik. İnsan, büyüklük âleminden ve büyüklüğün kendisi olan o "ben"ini

hissettiği zaman bedenine hakaret etmiş, onu küçültmüş sayılmaz. Bu, şöyle bir

adama benzer: Bu adam çok değerli bir tabloyu, örneğin Rafael'in

tablosunu görür, değerini idrak eder. Bu tabloya bir pisliğin, kirli bir şeyin bu-

laşmasına müsaade etmesi imkânsızdır. Çünkü onun büyüklüğünü, değerini

hisseder. İnsan kendisinin huzurî ilimle güçlülük âleminden olduğunu idrak

edince zaaf ve güçsüzlükten nefret eder. Yani kendi nefsinin büyüklüğünü

hissedince bedenî zaaf, alçaklık ve acizliği içine atmaz. Gıybet etmez, zira -daha

önce okuduğumuz bir hadise uygun olarak- gıybetin, acizlik ve güçsüzlük oldu-

ğunu hisseder. Kıskançlık beslemez, çünkü kıskançlığın acizlik ve güçsüzlük

olduğunu hisseder. Büyüklük taslamaz, çünkü büyüklenmenin nefsin

aşağılığından doğduğunu anlamaktadır, insan aşağılık bir nefse sahip olmadıkça

büyüklenmez:

"Bir kimse nefsinde aşağılık hissetmedikçe dünyada büyüklenmez, zorbalık ve

zulüm etmez."([65])

Kibirli insan gerçek "ben"ini bulamamıştır. Eğer ir\san gerçek "ben"ini

bulursa artık aşağılığı hissetmez, güçlülük ve büyüklüğü hisseder; büyüklenip

zorbalık yapmaz, çünkü bu davranış, ruhuyla uyuşmaz. İnsan niçin ilimden

hoşlanır da cehaletten nefret eder? Çünkü kendi gerçeği, gerçek benliği ilim

âlemindendir, ilmin kendisidir ve cehaletten nefret eder. Niçin "Cömertlik" insan

için, onların deyimiyle bir değer, bizim ifademizle manevî bir hayırdır? Çünkü

cömertlik, rahmet ve mutluluktur ve insan kendisinin rahmet aleminden

olduğunu, rahmet aleminden olmanın gereğinin de mutluluk vermek ve

mutluluğu yaymak olduğunu hisseder. İslam mektebinde tüm ahlakî duyguların,

"ben"ini bulmaktan ve "ben"inin gerçek duygusunu bulmaktan ortaya çıktığı şey

budur. Eğer insan gerçek benliğini bulursa -bunların deyimiyle- ahlakî ve ahlakî

olmayan değerlerin tümünün bir mana ifade ettiğini görecektir. Bundan sonradır

ki insan tüm İslamî haberlerin ahlak babında özel bir felsefeye sahip olduğunu,

Page 106: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

ahlakın İslam'da kendini bilme mihveri üzerine kurulduğunu, büyüklük

duygusunun gerçek benlikte olduğunu ve İslamî ahlakın bu temel esas üzerine ku-

rulmuş olduğunu görür. O halde, İslam açısından insanda gerçekten iki "ben"in

var olduğu, fakat insanda birbirinden ayrı ve bağımsız iki "ben"in var olması

şeklinde olmadığı anlaşılmış oldu. O iki "ben", "gerçek ben" ve tufeyli, "zanna

dayalı ben"den, yani gerçekte "ben olmayan" fakat insanın onu "ben" olarak

zannettiği şeyden ibarettir. ("Ben" ve "Ben olmayan"dan ibarettir.) Kendisiyle

savaşılması gereken ve bencilliklerin, kıskançlıkların, büyüklenmelerin,

şehvetlerin ve zulümlerin kendisinden çıktığı o "ben", insanın "gerçek ben"i

değildir. "Gerçek ben", fıtrî İslam'ın verdiği ilhamdır.

"Nefse ve onu şekillendirene, ona isyanını ve itaatim ilham

edene andolsun..."([66])

MATERYALİSTLERİN GÖRÜŞÜ

Başkalarının da -hatta maddecilerin de- bir insanın "ben"inin kendisinin

şahsi kimliğinin "ben"ine özgü kılınmayacağım söylediklerini belirtmiştik.

Aslında insan şahsiyeti öyle bir şeydir ki, hatta maddecilerin en maddecisi bile

insanın şahıs ötesi bir şahsiyete sahip olduğunu söylemektedir. Kaçınılmaz

olarak bunların da düşüncede insanın daha yüce ve daha büyük bir "ben"e

sahip olduğunu belirten bir görüş ileri sürmeleri gerekir. Nihayet, bu daha büyük

olan "ben" nedir? Sorusuna cevap verme konusunda başka sözler peşinde

gitmektedirler.

Bu ekollerden birisi bir söz söylemiştir ki, çok önemli felsefî meselelerle

bağlantılı olduğundan dolayı genel hatlarına ve reddine işaret etmek zorundayım.

Bu ekol insanda iki "ben"in var olduğunu söylemiştir: Biri ferdî (kişisel) "ben",

diğeri külli (bütünsel) "ben"dir. Ferdi "ben", kendini bir fert (kişi) şeklinde

hissettiğindir. Küllî "ben", bütün fertlerde var olan tabiî bütünlüktür, yani "in-

san"dır. Kişinin insan sever olması bu açıdandır. Yani kişinin insan sever olması

kendisinde biri cüz'î ve sınırlı "kişi ben"i ve diğeri bütünsel olan "insan ben"i

şeklinde olan iki "ben"in var olmasından dolayıdır.

Bu söz, çok yanlış bir sözdür. Küllinin (bütünlük)

manasını anlamamışlardır. Çok büyük filozoflar, özellikle İslam’a filozoflar

bütünlük ve tabiî bütünlük gerçeği konusunda çok değerli araştırmalar

yapmışlardır, Ebu Ali'den (îbn-i Sina) tutun da Sadru'l Müteellihîn'e kadar hepsi

bu konu üzerinde konuştukları için bizim mesele üzerinde durmamıza gerek

yoktur. Bunlar şu şekilde düşünmektedirler: insanda şerefli olan ve şerefliliği

hisseden o "ben", tekrar tabiattan çıkmayan başka insanların "ben"idir. Maddî

insanların aynısı. Denilir ki, benim kendimi hissettiğim yer, bu kurtarılması

gereken o murdar, pis "ben"dir. İnsanı hissettiğim yerde yinekendimi

hissediyorum, ama kendimi bütünsel insanın içinde hissediyorum, işte o,

Page 107: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

mukaddes "ben"dir. Biz de deriz ki; o bütünsel insan da diğer insanların aynısıdır,

onlardan başka bir şey yoktur, buna ilave olarak, kişi (fert) deki bütünsel (küllî)

insan, fertten başka bir şey değil, ferdin aynısıdır, aslında çok uzun bir hikâyedir.

SARTRE'IN SÖZÜ

Jean Paul Sartre gibi olan bazı kimseler başka bir söz söylemişlerdir. Diyorlar

ki, insanın "ben"i, "beni olmamak" tır. İnsanın bir "gerçek ben"i vardır, birde "ben

olmayan" mecazî bir "ben"i vardır, insanın "gerçek ben"i hiç "ben"e sahip

olmamasıdır. Sizin, insan için farz ettiğiniz her "ben"i, aslında onun için tabiat,

mahiyet ve huy olarak farz ettiğiniz şeydir. Aslında insan huysuz ve mahiyetsiz

bir varlıktır, kendisinin yok edicisi ve mutlak özgür bir varlıktır. İnsan cevheri,

her şeyden, hatta kendine bile sahip olmaktan mutlak özgürdür. Senin "gerçek

ben'in, "kendine sahip olmamak" tır. Sen bir "ben" buluncaya kadar kendi "gerçek

ben"ini kaybetmişsin.

Bu da bağlayıcı olmayan bir sözdür, fakat açıklanması ve aydınlatılması

gerekir, daha sonra inşaallah onun açıklanması ve aydınlatılmasına çalışacağız.

MARKSİST'LERİN GÖRÜŞÜ

Burada belirtilmesi gereken bir görüş de Marksistlerin görüşüdür. Bunların

da insanda iki "ben"in olduğunu teşhis etmekten başka bir çareleri yoktur

sonunda. Çünkü insandaki bu iki temayülü inkâr etmek mümkün değildir.

Bunlar şunu iddia etmektedirler: İnsanda kendisiyle savaşılması gereken,

murdar olan bir "ben", yani "özel ben" vardır. Bir de insandaki "değerli ben",

yani "ortak ben". Bunlar şu görüşü ileri sürmektedirler: insanoğlu üzerinden bazı

devreler geçmiştir. O devrelerde mülkiyet olmamış, işte bundan dolayı da "ben" ve

"biz" diye bir şey kullanılmamıştır. O dönemde insanlar arasında herhangi bir

duvar yoktu, bütün "ben"ler bir tek "ben"di ve o da insanoğlunun "ben"i idi. Bir

ailenin fertleri gibi. Zira bir "ben" onların tümünü şekillendirmektedir ve biz ona

"aile beni" demekteyiz. Bu sınırlı ben: Benim malım, benim elbisem, benim evim,

benim mülkiyet senedim vb. dediğimiz bu "ben", fertler arasına duvar çekmeye

yol açmaktadır. Bütün bu mülkiyetlerle insanoğlu fertleri birbirinden

ayrılmaktadır. Yani, önceden bir denizde toplanmış bir su hükmünde olan bu

fertler, Mevlana'nın deyimiyle, bunların tümü (mülkiyetler sonucunda küçük

sular şeklinde toplanmış) birbirleriyle ittihad (birlik) halindeydiler, elbette

Mevlana'nın maksadı bundan ayrı ve daha yüce bir mana ifade eder:

"Hepimiz bir tek cevher durumunda olduğumuz halde geniş idik. Bütün o

başlarla birlikte başsız ve ayaksız idik.

Güneş gibi bir cevher idik. Tıpkı su gibi saf ve grupsuz idik."

Page 108: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

Mevlana bunu irfani gerçekler konusunda söylemektedir. Marksistler ise,

toplumsal bir iş konusunda bunu söylemektedirler. Bunlar şöyle demektedirler:

Başlangıçta insanoğlu ortak bir yaşamı paylaşıyordu, insanoğlunun bütün

fertleri bir denizdeki su gibiydiler. Bu başsız mülkiyet geldi ve bu suyu parça

parça etti, araya duvar çekti ve parçalara ayırdı. İşte buradan "kişisel ben" ortaya

çıktı. Kendisiyle savaşılması gereken o "ben", "kişisel ben" ve "özel ben"dir. Siz

mülkiyetle savaşınız, ahlakın kötüsünü kökünden kazımış olursunuz. Ahlaktaki

tüm kötülüklerin kökü mülkiyettir. Ortaklığı sağlayın, böylece toplumsal bir "ben"

ortaya çıkarmış ve onun arkasında "toplumsal ben"e bağlı olan tüm ahlakî gü-

zellikler elde etmiş olursunuz.

BU GÖRÜŞÜN ELEŞTİRİSİ

Bu da daha çok bir şiire benzeyen bir sözdür. Şimdilik bunun sadece bir

yönünü sizlere açıklayacağım, eğer fırsatımız olursa daha sonra genişçe

açıklayacağız.

Bunlara bir soru soralım: Acaba insan fertleri araşma duvar çeken, yani

"ben"leri birbirinden ayıran o şey, sadece mülkiyete mi özgüdür? Acaba hayattaki

tüm nimetler, servetten doğan nimetlere mi özgüdür? Acaba insanoğlunun

hayatında başka nimetler de var mıdır? Bir arada yaşayan bir ailenin fertlerinin

mülkiyet açısından da birbiriyle ortak bir yanlarının olduğunu farz etsek bile, aca-

ba erkek ve kız kardeşler arasındaki "ben" ve "biz" tamamıyla ortadan kalkıyor

mu? Yoksa "ben" ve "biz"i icad eden başka şeyler mi vardır aralarında? Acaba bir

toplumda, hatta mal ve serveti ortak ve eşit bir şekilde dağıttığını iddia eden

komünizm toplumunda bile -ki böyle yapmamaktadırlar, sözde vardır, fakat

pratikte yapmıyorlar- mesken, makam, şöhret, dostluk ve güç gibi işler de eşit bir

şekilde taksim ediliyor mu? Acaba gerçekten falan çelik fabrikasında çalışan ve

ölmemesi için kendisine sadece bir ekmek veril-ne falan işçi örneğin Brejnev'in

sahip olduğu aynı güce sahip midir? Acaba insanoğlu için güç, esas değil midir?

İnsan serveti güce feda etmektedir. Kadın nasıldır? Acaba kadın konusunda da

ortaklığı sağlayabilmişler midir? Hayır, sağlamak istemişlerdir, fakat böyle bir

şeyin imkânsız olduğunu görmüşlerdir. Acaba o nimet değil midir? Ve buna

benzer başka binlerce nimet. İlave olarak, insanın ahlakî değerleri toplumsal

ortaklıklarla asla şekillenmeyen bir takım değerlerdir. Toplumsal ortaklığın en

son sınırı, herkesin servette birbiriyle eşit olmasıdır. Bunun, bir insanın, örneğin

kendisini savaşlarda diğer insanlar için feda etmesiyle ya da başka insanlara

nispetle gerçek karşısında insaflı olmasıyla ne alakası vardır? Bu konu hakkında da

inşaallah daha sonra bazı açıklamalar yapacağız.

O halde, İslamî açıdan insanın bütün ahlakî duygularının anası, "ben"in

içindeki ve kendi "gerçek ben"indeki büyüklük, şeref, izzet, güç ve yücelik

duygusudur. O da gerçek büyüklük, şeref, izzet, güç ve yüceliktir. Ve insanın

"gerçek ben"i Yüce Allah'ın Kur'an'da açıkladığı; "Ona ruhundan

Page 109: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

üfledim" ayetinin ta kendisidir. İslam'ın ahlakı açısından kâmil insanlar, yani

kendilerini başkalarından daha çok tanımış olan insanlar, şeref ve

büyüklüğü kendi zatlarında başkalarından daha çok hissetmişlerdir.

Daha önce de arz ettiğimiz gibi İmam Hüseyin'in kahramanlıklarının tümü

nefsin büyüklük, izzet, şeref ve yüceliği etrafında dönüp dolaşmaktaydı. Onun

iyiliği emir, kötülükten nehyedişi de bu tür duygulardan bir duygudur. Şöyle

buyurmaktadır:

Ey İnsanlar! Gözleriniz görmüyor mu? Yoksa siz iyiliklerin nasıl terk

edildiğini ve uzaklaştığını ve kendileriyle amel edilmediğini görmüyor musunuz?

Kötülüklerin nasıl revaç bulduğunu görmüyor musunuz? Müslüman olan bir

mü'min, şerefli olan bir insan, ölümü her zaman bu tür kötü tablolarla

karşılaşacağı ve hiçbir zaman insanlığın yüce, şerefli tablolarıyla

karşılaşmayacağı bir hayata tercih eder. Mü'min kişi, bu tür (kötü) şartlar

altında Rabb'ıyla yüzleşmeye rağbet eden bir kişi olmalıdır. Yani kesinlikle bu

dünyadan nefret etmeli ve ondan uzaklaşmalıdır. Veya İmamın başka bir

ifadesiyle:

"Mü'min, bu tür şartlarda Allah'a kavuşmaya rağbet etmelidir..." ([67])

Bu, insanda nasıl bir duygudur: Zorba ve zalimlerle yaşamak, gözümün

yanlızca zalimlere karşı kapanmasını isteyen, bunlarla beraber olmamı, onlarla

aynı yolda yürümemi isteyen bir hayat, benim için hayat değil, ölümdür,

sıkıntıdır. Benim için saadet; bu tür şartlar altında kalmaktansa ölmemdir. Bu tür

şartlar altında ölüm benim için saadettir.([68])

Aşura gününde çadırının kapışma gelip durarak çok yüce kız-kardeşine şöyle

hitap ediyor:

"Ey bacım! Süt emen çocuğu yanıma getir de ona veda edeyim. "([69])

Bu küçük çocuğun annesi orada olmasına rağmen, Eba Abdullah, kendisinden

sonra ev halkının başının Zeynep olduğunu göstermek istediği için kız kardeşine

sesleniyor. Zeynep gidip Eba Abdullah'ın süt emen küçücük çocuğunu getiriyor.

Hüseyin bu çocuğun yüzüne bakıyor. Birkaç gündür annesi su içmemiştir.

Bilindiği gibi, kadının, kendisinde bir rahatsızlık olduğu zaman artık, göğüsleri

süt vermez. Burada ise, değil bir rahatsızlık, kaç gün ve gecedir kadının boğazına

bir damla su girmemiştir. Bu durumda Eba Abdullah'ın bu küçücük çocuğunda ise

açlık ve susuzluğun ortaya çıkması kaçınılmazdır. Sevginin merkezi olan Hüseyin,

bu çocuğu öpmek için tutup kucağına alır. Düşman, kendi askerlerinden birine

emrederek, "Ne güzel bir hedef bulduğuna bak, eğer maharetini gösterebilirsen, nişan

al." der. Asker, Neyi nişan alayım?" der. Komutan, çocuğa nişan almasını söyler.

Çocuk, Eba Abdullah'ın ellerinde olduğu bir anda onun bir kuş gibi başının

kesildiğini ve el ve ayaklarını çırpmakta olduğunu görürler. Fakat Hüseyn'in o

Page 110: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

feryat ve bağırmayla yaptığı iş, avuçlarını kandan doldurup gökyüzüne doğru

savurarak şöyle söylemesidir:

"Allah 'ın rızası yolundadır ve Allah bunu görmektedir. "

Artık bu, Hüseyn için hazmedilemeyecek bir şey değildir.

Allah'ım gönüllerimizi iman nuruyla aydınlat, bizlere İslamî ahlakın en

yücesiyle yücelik bağışla, bizleri ahlakî rezilliklerden uzak tut. Kişisel, ahlakî ve

toplumsal izzeti bütün Müslümanlara ihsan et. Onları düşmanları üzerine

muzaffer kıl, bu toplumun meşru ihtiyaçlarını karşıla, ölülerimize rahmet ve

ihsanını bağışla.

Page 111: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

------------------ [19]- Mevlana, Mesnevi, sh. 345. [20]- Paskal, Avrupa’nın meşhur matematik üstatlarından biridir. Onun çok büyük bir üstat olduğu söylenir [21] - Al-i İmran, 134, (ayet Muttakilerin vasıflarını anlatır.) [22]- İsrailoğullarından bir padişahın ismidir (çev.) [23]- Tevriye: Hakikati gizleme (çev.) [24]- Kurma: Türkçeden Farsçaya geçmiş bir kelimedir. Türkçedeki kavurmanın karşılığıdır. Et ve yağdan ibarettir.

Farsçada baştaki kelimenin "ğayn" mı olduğu "Kaf" mı olduğu ihtilaflıdır. (Çev.) [25]- İranlı bir şair (çev.) [26]- Cemşit'in kısaltılmışı. Şehname'ye göre eski İran’da -Pişdadî'lerin dördüncü hükümdarı. [27]- Müntehe'l Amal, c. 1, sh. 113 [28]- Müstedrek 2/217, el-Lü'lü ve'l Mercan, sh. 38, Bihar, c. 43, sh. 272, çeşitli tabirler [29]- Mefatihu'l Cenan, sihir duası [30]- Mevlana, Mesnevi, c. 3, s. 218 [31]- Nehcu'l Belağa, babul hikem, 229. Hadis, sh. 1192 [32]- Biharu'l Envar, cilt 41,101. bölüm, sh. 14, Hz. Ali'den [33]- Nehcu'l Belağa, 175. Hutbe [34]- Nehcu'l Belağa, Kitab 31, bölüm 46, sh. 929 [35]- Biharu'l Envar, c. 75, sh. 135, bab. 21 [36]- Ehl-i Beyt İmamları, c.4, s.76 [37]- Nehcu'l Belağa, 441. söz [38]- Bu konuşma kitabın sonunda vardır [39]- Nehcu'l Fesaha, s. 64.325. hadis [40]- Nehcu'l Belağa, 390. söz [41]- Nehcul Belağa, 51. Hutbe [42]- Belağatu'l Hüseyn, sh. 141 [43]- Mektul-i Harezmi, c. 2, s. 7,8 ve Tuhefu'l Ukul, sh. 171 [44]- Ensabu'l Eşraf, 188/3 [45]- Nehcu'l Belağa, 453. söz, sh. 1297 [46]- Tuhefu'l Ukûl sh. 316 [47]- Tuhefu'l Ukul, sh. 201,21. hadis [48]- Nehcu'l Belağa, 398. söz [49]- Mefatihu'l Cenan, Ebu Hamza Samali'nin duası [50]- Nehcu'l Belağa, 44. söz [51]- Nehcu'l Belağa, 44. söz [52]- Nehcu'l Bulağa, 297. söz [53]- NehculBelağa,31. mektup, 45. bölüm

[54]- Gerçekten acayip bir şeydir. Bir gerçek bin dört yüz yıl öncesinde söylenmiştir. İnsanoğlunun yaptığı tüm bu

ilmi ve felsefi çalışmalar neticesinde ruhî meseleler konusunda daha yeni o (bin dört yüz yıl önce söylenmiş olan)

gerçeklerin bir kısmına ulaştığını görmekteyiz. Örneğin şimdi bu ölçüye kadar insanda iki çeşit "ben" var olduğunu

kısa bir şekilde teşhis etmişlerdir. Peki, bu iki çeşit "ben "i nasıl tarif etmek gerekir? Bazı tarifler yapmışlardır. Fakat

özet olarak söylenebilir ki bizim asrımız "ben"in peşinde dolaşma durumunda olan bir asırdır. Elbette bu söz

sakıncalıdır. Fakat bugün birazcık revaç bulmuştur. Kendinden habersiz olma, kendinden ayrılma meselesi; bugünkü

felsefede çok açık olan bir meseledir ve onu açıklayan ilk kişi Hegel olmuştur. Hegel'den bu yana bu

mesele açıklanmıştır ve şimdi de çok açıktır. Kur'an, bin dört yüz yıl önce şöyle buyurmuştur: "Kendini unutmak". Yoksa insan kendini, benliğini unutabilir mi?

İnsan, her şeyi, unutabilse de kendini unutamaz. Kendini kaybetmek ölmekle eş değerdedir. Yoksa insan kendini

unutabilir mi?! Fakat Kur'an şöyle buyurmaktadır: Evet, insan kendini unutur. Bu nasıl olur, daha sonra arz

edeceğiz. Her halükarda bugün, şu mesele açıktır ki insan kendini kaybediyor, kendini unutuyor, kendini satıyor, kendini

kendisiyle karıştırıyor. [55]- Ensabu'l Eşraf, 3/171 [56]- İbnu Asakir, 164, Maktul-i Harezmi, 1/223, Menakib, 4/72 [57]- Mattul-i Harezmi, c. 2, s. 33, Luhuf (tercümesi), sh. 120 [58]- Gureru'l Hikem ve dureru'l kelam, ikinci bölüm, s. 124,202. hadis [59]- Nehcu'l Belağa, 441. söz [60]- Tuhefu'I Ukul, s. 512,14. hadis

Page 112: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

[61]- Gureru'l Hikem ve Dureru'l kelam, 54. fasıl, 18. hadis [62]- Nehcu'l Belağa, 121. söz [63]- Nehcu'l Belağa, 121. söz [64]- Fi Rihabi Eimmeti Ehli'l Beyt, c. 4, sh. 76. [65]- Nehcu'l Belağa, 441. Söz [66]- Usulü Kafi, 13, sh. 426,17. Hadis [67]- Biharu'l Envar, c. 44, sh. 381 [68]- lbn-i Şehr Aşub'un Menakıb'ı, c. 4, sh. 110 [69]- Luhuf (tercümeli) sh. 117

Page 113: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

SEKİZİNCİ OTURUM

KENDİNİ TANIMA

Page 114: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla

Hamd, bütün varlıkları yaratan, alemlerin Rabb'ı olan Allah'a mahsustur.

Salât ve Selam, Allah'ın kulu, Resulü, habibi, günahlardan arındırılmış, sırrını

koruyan, risaletini tebliğ eden, efendimiz, peygamberimiz, Ebu'l Kasım

Muhammed'e ve O'nun günahlardan arındırılmış tertemiz ve güzel yakınlarının

üzerine olsun. Lanetlenmiş şeytandan Allah'a sığınırım.

"Kesin inanacak insanlar için yeryüzünde (Allah'ın varlığım ve kudretini

gösteren) nice işaretler vardır. Kendi canlarınız da öyle. Görmüyor

musunuz?" (Zariyat: 20 - 21)

Hem büyük peygamberler aracılığıyla insanoğluna tebliğ edilmiş ve hem

de dünyanın ünlü hikmet ehli (filozoflar) tarafından dile getirilmiş, değerini her

zaman korumuş belki de gitgide değeri daha çok anlaşılmış olan dünyanın

felsefi kaidelerinin en eskisi, "Ey insan! Kendini tanı" cümlesidir. Bizim rivayet

ve hadislerimizde bu ifade defalarca tekrarlanmıştır. Hem Resul-i

Ekrem efendimizden rivayet edilmiş, hem de değişik ifadelerle Emiru'l

Mü'minin Ali'den nakledilmiştir:

"Kendini tanıyan Rabb'ini de tanımıştır..." ([70])

Veya tanımasa da bu kaide vardır. Örneğin İmam Sadık'm Tu-hefu'l Ukul adlı

çok detaylı ve çok hikmetli sözler ihtiva eden eserinde, görünüşte Abdullah b.

Cündeb'in rivayeti olan bir hadisinde şöyle buyurmaktadır:

"Ey insan! Sen kendinin doktoru olarak kabul edilmişsin. (Senin iyileşmenin

işareti kendinle tanışmandır.) ve dertler sana açıklanmış, bu dertlerin devasına da

kılavuz kılınmışsın." ([71])

Amaç bu olduğu içindir ki bu ifade ve bu ifadenin benzeri sözler, beşeriyetin

büyüklerinin sözlerinde çokça anılmıştır. Yaklaşık iki bin beş yüz yıl önce yaşamış

olan Sokrat'ın kendinden sonra bakî kalan çok önemli sözü; "Kendini tanı"

sözüdür. Kendini fanıma meselesinin ne gibi bir önem ve değeri vardır ve hangi

maksatla tavsiye olunmuştur? İki maksat için tavsiye olunmuştur. Maksadın

birisi, Allah'ı tanıyabilmek için kendini tanımaktır. Daha önce asrımızda yaşamış

olan Gandi'den bir cümle nakletmiştim. Şöyle demekteydi:

"Ben Hint Toplumunun en eski dini ve irfanî kitabı olan "Upanişadlar" kitabını

mütalaa ettiğimde üç kaide kavradım. Bu kaideler, hayatımda uyguladığım kurallar oldu.

Biri,-dünyada tanınacak sadece bir şey mevcuttur, O da "ben "in tanınmasıdır, ikincisi;

her kim kedini tanırsa Allah 'ı ve dünyayı tanımıştır." O halde, birkaç binyıl

öncesinden kalma "Upanişadlar"dan da insanoğluna miras kalmış olan en

eski mesele ve öğütlerden birinin "kendini tanıma" olduğunu göstermekteyiz. Ve

Page 115: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

bu gün de -özellikle on dokuzuncu ve yirminci asırda- insan, insanı tanıma ve

insanla ilgili ilimler, beşerî ilimlerin en önemlisi ve en değerlisi sayılmıştır.

KENDİNİ TANIMA, ALLAH'I TANIMAYA VE AHLAKA

BAŞLANGIÇTIR

Şimdi, niçin "kendini tam" demişlerdir? Kendini tanımayla nereye

varacaksın? Başka bir ifadeyle "kendini tanıma" neyin başlangıcıdır? Bunu iki

maksat için söylediklerini belirtmiştik. Maksadın biri şudur: Eğer kendini tanırsan,

insanoğlu için ortaya konulmuş olan ve dünyanın var olmasının asıl sırrı olacak en

önemli meseleyi kavrarsın, yani Allah'ı idrak edersin. İkinci; kendini tanı

ki, hayatta ve dünyada ne yapman gerektiğini, nasıl davranman gerektiğini, yani

ahlak ve davranışı bilesin. Eğer kendini tanımazsan davranış ve ahlakının dünyada

nasıl olması gerektiğini, yani nasıl olman gerektiğini bilemezsin. Çünkü ahlak, bir

takım davranışlar olduğundan, "nasıl olmak" ve "nasıl olmalısın" sorusu, "nasıl

davranmalısın" şekline dönüşür. O halde, dünya sırlarının en büyüğünü anlamak

ve insanoğlunun düşüncesinde açık olan en önemli meseleyi, yani Allah'ı idrak

etmek için kendini tanımalısın, insanoğlunun, davranışlarında mübtela olduğu,

"ben nasıl olmalıyım? Nasıl davranmalıyım?" şeklindeki en önemli mesele, yani

ahlak için de kendini tanımalısın. Birinci bölümde; "İnsan kendini tanıyınca nasıl

Allah'ı tanımış olur?" konusu etrafında bir miktar açıklamalarda bulunmak

istiyorum.

Kur'an da "kendini tarama" konusuna ayrı bir yer açmıştır. Şu manadaki

Kur'an'da -ama sadece Kur'an'da- varlık alemi baştanbaşa, Allah'ı tanımak için

bir delil (ayet) ve derstir, yani Kur'an'ın yaklaşımı Allah'ı tanımak için insanın

yalnızca kendini tanıması gerektiği görüşündeki gibi sadece insana mahsus

değildir. Kur'an açısından, yaratılmış her şey, gökteki ve yerdekilerin tümünü

kapsayan tüm varlıklar, alemde var olan her şey, birer ayettir (delildir),yani yüce

Allah'ın varlığının işaret ve nişaneleridir:

"Göklerin ve yerin yaratılışında, gecenin ve gündüzün gidip gelişinde

elbette selim akıl sahipleri için ibret verici deliler vardır." (Al-i İmran: 190)

Bu tür ayetler Kur'an'da çoktur. Fakat Kur'an'ın, alemin tümünü Hakk

Teâlâ’nın kitabı olarak kabul etmesi durumunda bu kitab'ın satırlarından her bir

satır. O'nun müellifinin bilinmesine, ilim ve hikmetine delalet etmektedir, Kur'an

da insanın nefsi için ayrı bir hesap açmıştır. Yani Kur'an açısından bu fasıl, ismi

insan olan yaradılış kitabının fasıllarından insan için, örneğin ağaçların sahip

olduğu şeylerden daha yüce ve daha çok öğretilere sahiptir.

"Yeşil ağaçların yaprağı, akıllılar nazarında her sayfası Allah 'in tanınması için

bir defterdir." beyti doğrudur. Fakat insana her şeyden daha yakın olan insanın

nefs veya "ben"i, "O'ndan başka olmayan öğretilere sahiptir, insan nefsinin

hususiyetlerinden ve insan için olan bu öğretiler nedir? Elbette insan da her

Page 116: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

varlıkta olan yapılara sahiptir ve organik, fizyolojik ve bedensel vazifeler

yönünden ağaç yapraklarının yaratıcının bilinmesine delalet ettiği gibi, insanın

parmak veya tırnaklan da delalet eder, belki de insan bedenin kıllarının her biri

kılında ya da insan bedeninin damarlarının her bir damarında bir delil olma

özelliği vardır. Bu yönden insan diğer eşyalara benzemektedir, ama insan

nefsinin hususiyetlerinden olan öğretiler vardır. Nitekim Kur'an'ın da Allah'ı bilme

ve anlama açısından insanın nefsi için ayrı bir yer açmış olduğunu söylemiş-

tik. "Ayrı bir yer" dememizin sebebi şudur; örneğin şöyle buyrulmaktadır:

"Yeryüzünde yakin (kesin bilgi) ehli için ayetler vardır."

İnsanın da yeryüzünde olduğu ve yeryüzünün dışında olmadığı açıktır, fakat

insana yönelik olarak "Kendi nefsinizde" (Zariyat: 20 - 21) şeklinde bir hususiyet

bildirilmiştir. Veya başka bir ayette şöyle buyrulmuştur:

"Biz onlara ufuklarda ve kendi nefislerinde ayetlerimizi göstereceğiz ki O

'nun (Kur 'an) hakk olduğu onlara iyice belli olsun. " (Fussilet: 53)

Ufukların (dıştaki alemin) yeri ayrı bir yer olarak zikredilmektedir. İnsanın

ufukların bir parçası olarak zikredilebilirdi, fakat insanın "ben"i için ayrı bir yer

açılmıştır: "Sizin kendi nefsinizde"

ALLAH'I TANIMA KONUSUNDA İNSAN NEFSİNİN ÖĞRETİLERİ

Bu özel ders ve öğretiler nelerdir? Bu öğretiler oldukça fazladır. Benim, bir

müridim oldukça fazla bir murakabeden sonra -ki kalbinin kulağı ve gönlünün

gözü açılıyor ve iç dünyasıyla öte alemi müşahede ediyor- ibadet esnasında

meleklerin kendisiyle sohbet ettiği İmran kızı Meryem'in makamına ulaşacağı, ya

da Zekeriya (A.S.) gibi olacağı ve ister peygamberlerden olsun, ister pey-

gamberlerin dışındakilerden olsun bunların makamına ulaşacak irfanı öğretilerle

bir işim yoktur. Çünkü bu öğretiler, seyrü sülük edip murakabe yapmış ve

perdeleri kaldırmış kimselere özgüdür. Bunları eğer biz söylersek "biz böyle

değiliz" diyeceksiniz, onlar özel bir gruptur. Hayır, biz herkeste bulunan

meseleleri söylemekteyiz.

TABİAT ALEMİ DEVAMLI BİR AKIM VE BİR TEK HAREKETTİR

Bilim, günden güne tabiat aleminin devamlı hareket eden bir cereyan olduğu

konusunu daha çok kesinleştirmektedir. Yani, bu alemde hiçbir şey iki anda aynı

şekilde bulunmaz. Bunun safsata olduğunu söyleyebilirsiniz. "Biz dün bu mescide

gelip gördük, bu akşam görmekte olduklarımızın aynısıydı. Ne gibi değişiklikler

olmuş?" diyerek bunun safsata olduğunu söyleyebilirsiniz. Bunun cevabı çok

açıktır. Şayet bütün değişiklikler duyu organlarıyla hissedilen değişiklikler

olsaydı, mesele yoktu. Fakat duyu organlarımız, alemdeki değişiklikleri belirli

bir dereceye kadar algılar. Göz, kulak ya da dokumuz sadece iki sınır

Page 117: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

arasındakilerini algılayabilir, daha aşağıyı da algılayamaz, daha yukarıyı da

algılayamaz. Örneğin birisi bize, "Şu anda bu fezada bir ses mevcuttur-" dese, biz

kabul eder miyiz? "Bu sözler de ne?! Sen açık olan bir şeyin tersini söylüyorsun, benim

de kulağım var, hiçbir ses duymuyorum" diyeceğiz. Hayır, biz insanların kulakları

fezada dolaşan dalgalar arasında belirli bazı dalgalan algılar. Şöyle denilmektedir:

Eğer bir dalganın titreme oranı saniyede on altı binden daha az olursa kulağımız

onu algılayamaz. (O dalgayı almayan bir radyo gibi, o dalga mevcuttur, fakat biz

algılayamıyoruz, bir başka hayvan bunu duyabilir.) Ve şayet otuz iki binden daha

yüksek olursa sağır edici bir ses haline gelebilir, ama biz kesinlikle işitmeyiz, ama

bir hayvan o sesi duyar. Farenin, saniyede dört yüz bin titreşimli ses dalgalarını

işittiği söylenmektedir. Aynı şekilde gözümüz, alemdeki hareketleri belirli bir

dereceye kadar algılar. Yine, çok basit yer hareketlerim göz önüne alalım. İnsanın

gözü cisimlerin hareketini belirli bir hıza kadar, örneğin saniyede on milimetrede

bir algılar, fakat eğer hareket bundan daha yavaş olursa, o yine harekettir ama

insanın gözü onu algılayamaz. Örneğin saatin saniye göstergesinin

hareketini insanın gözü algılar, her saatte bir devir yapan yelkovanın hareketini de

eğer çok dakik olursa bazı gözler algılayabilir. Fakat saati gösteren akrep, siz bir

saat de baksanız, hareket edip etmediği konusunda bir zerre dahi hissedemezsiniz.

Fakat şu kadarını bilirsiniz ki bir saat önce örneğin yedi rakamı üzerindeydi ve

şimdi sekiz rakamı üzerindedir. Yavaş yavaş hareket etmiştir. Sizin gözünüzde

sakindir, yani gözünüz onun hareketini görmez, fakat aklınız size "bu hareket

ediyor. Çünkü bir saat önce yedi rakamı üzerindeydi şimdi ise sekiz rakamı

üzerindedir." der. Bu hareketin, gözünüzü yanılttığı ve bir anda sekiz rakamının

üzerine uçtuğu şeklinde olmadığını biliyorsunuz.

Alem bir cereyan üzerinde daimdir. Cevheriyye hareketini ispat eden zat ve

diğer hareketleri ispat eden kimseler, bizim ve sizin durgun bir şey şeklinde

gördüklerimizin tıpkı hızlı bir hareket halinde olan, fakat biz uzaktan baktığımız

için durgun olduğunu zannettiğimiz bir nehrin suyu gibi olduğunu ispat

etmişlerdir. Bir şeyin hareket halinde olmasının manası, o şeyin her miktarının za-

mandan bir an olmasıdır, sonraki anda değildir. Hareketin parçalan birbirinden

gizlidir. Fakat aynı zamanda alemin bütün bu hareketleri müşahhas bir intizam

içindedir.

ACABA "BEN" DEĞİŞİR Mİ?

Şimdi kendi bedenimiz üzerinde duralım. Bizim bedenimiz de devamlı bir

cereyandır, atoma ve atomu oluşturan zerrelere varıncaya kadar hücrelerden

oluşmuştur, vücut hücrelerinden bazıları her zaman ölür ve o hücrelerin yerine

yeni hücreler gelir. Ölmeyenlerin bedenleri de her zaman değişim içindedir.

Yani dikkatli bir bakışla hatta bir saat önceki vücut ile şimdiki vücut arasında fark

vardır. Eskiler, bedenin yedi senede bir defa değiştiğini söylemekteydiler. Fakat

dikkatlice bakıldığında bir saat önceki vücut bile şu saatteki vücut birbirinin aynısı

değildir, bir yıl önceki vücuda bile gitmeye gerek yok. Örneğin seksen yaşındaki

Page 118: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

bir insanda seksen yıl önceki vücut şimdiye kadar her geçen an değişmiştir. Eğer

(bunu söyleyen eskilere) çok dostça yaklaşırsak en az bir kaç defa değişmiştir

demeliyiz. Fakat "ben" nasıldır? Acaba "ben" değişmiş midir? Eğer yaşım elli ise

acaba gerçekten bugünkü "ben" elli yıl önceki "ben"in aynısı mıdır? Veya benim

düşündüğüm gibi ben o "ben"im, o "ben" gitmiş yerine başka bir "ben" mi

gelmiştir? Bunun cevabı şudur: Tabiat olan vücut her zaman değişim içindedir,

fakat "ben", tekâmül ve fazlalık meydana getirir, ama değişmez ve bozulmaz bir

"ben" onun yerine gelmez.

BEHMENYAR VE İBN-İ SİNA'NIN HİKÂYESİ

Bu hikâye herkes tarafından bilinmektedir: Ebu Ali Sina'nın, Azerbaycanlı

Behmenyar adında değerli bir talebesi vardı. O ilk zamanlarında Zerdüştî idi

(Zerdüşt sülalesindendi), fakat daha sonra Müslüman oldu. İbn-i Sina'nın bu

talebeyi keşfettiği söylenir; Bir gün İbn-i Sina bir fırıncıda oturuyordu. Küçük bir

çocuk olan Behmenyar geldi ve fırıncıya, "ateş tutuşturmak için biraz

ateşe ihtiyacım var. Bana bir kor ateş ver evimize götürmek

istiyorum." dedi.Fırıncı, "bu şekilde ateş götürülmez, git de ateşi koyacak bir tabak

getir." dedi. Bu çocuk aniden avucunu külle doldurarak, "ateşi bu külün üstüne

koy" dedi. İbn-i Sina bu çocuğun çok zeki olduğunu keşfetti. Anne ve babasının

yanına gitti ve "bu çocuğun böyle ortalıkta dolaşması yazıktır, onu benim yanıma

verin, gelecekte faziletli birisi olacak. " dedi.

Behmenyar, Ibn-i Sina'nın düşüncelerinin çoğunun kendisinden öğrenildiği

bir talebedir. Kendisi de "et-Tahsil" adında bir kitap yazmıştır. Bu kitabı herhalde

ilk defa ben bastım (İran'da ilk kez biz bastık). Büyük bir kitaptır. Onun, üstadı

Ibn-i Sina ile bir konuşması vardır. Behmenyar, her şeyin değişim halinde

olduğu, insanın sadece vücudunun değil, ruhunun da değişim halinde olduğu

inanandaydı. Bir andaki vücudun, daha sonraki bir anın vücudundan başka

olması gibi, şu andaki "ben"in de daha sonraki "ben"den başka olduğunu

söylüyordu. Bir gün üstadı İbn-i Sina ile bu konu üzerinde konuşuyordu. İbn-i

Sina; "böyle değildir. Vücut değişir, fakat "ben" değişmez, "ben" sabittir." diyordu.

O ise bunda ısrar ediyordu. Soru sorduğu bir defasında İbn-i Sina sustu ve cevap

vermedi. "Niye cevap vermiyorsun?" dedi. İbn-i Sina şöyle dedi: "Senin o anda

kendisine soru sorduğun İbn-i Sina, sonraki anda değildir. Önceki anda o soru soran

kimse de sonraki anda değildir. Sen, soru sorduğun her anda bir kişisin ve bir

muhatapla konuşuyorsun, sonraki anda sen başka bir kişisin ve o da kesinlikle yoktur. O

halde ne sen sonraki andasın ki cevap alasın ne de ben sonraki andayım ki cevap

vereyim." İşte burada Behmenyar artık sustu.

Page 119: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

SABİT BİR HAKİKAT OLARAK "BENİ TANIMA, ALLAH'I TANIMAYA

GİRİŞ

Eğer insan kendi, gerçek "ben"ini bir şahıs ve gerçek bir vahdet şeklinde tanırsa,

(söylemekte oldukları şu boş söz şeklinde değil: "ben" birbiri peşi sıra olan bir

takım tasavvurlardır. Ben, bir şey olduğumu zannediyorum. Ben milyonlarca

şeyim. Kesinlikle şu saatteki "ben" o saatteki "ben"den başkadır. "Ben", tıpkı hep

açılan bir ip topağı gibi birbiri peşi sıra gelen bir tasavvurlar topluluğudur, ip

topağından başka bir şey değildir. İp topağı hep açılmasına rağmen yine topaktır,

insan, bu tasavvurlar topluluğudur." Böyle bir sözü söyleyen bir kimse "kendi"ni

tanımamıştır.) Eğer insan "kendi"ni tanırsa onu bu akan tabiatta sabit bir gerçek

şeklinde görür, devamlı cereyan eden alemin de, birliği korunmuş bir gerçek oldu-

ğunu görür. Güneş, ay, yıldızlar ve yere, eğer kendi yapılan içinde onlara bakarsak

devamlı değişim halinde olduklarını görürüz. Fakat bir gerçek vardır, o da alemin

koruyucusu olan gerçektir. Tıpkı "ben"in vücudun koruyucusu olduğu, vücudun

kendi birliğini onun için korumuş olduğu ve vücudun şahsiyetinin insan ruhunun

gerçek şahsiyetiyle olduğu gibi alemin şahsiyeti de o değişiklik kabul ermeyen

tabiat ötesi gerçektir. Celaleddin-i Rumî şöyle demektedir:

Yaratıkları tıpkı su gibi saf ve duru bil

Onun içinde Zülcelal'in sıfatı parlar

Bu kanalın suyu birkaç kez hepten değişti

Ayın resmi ve yıldızın resmi ise hep yerinde kaldı.

ALLAH'I TANIMAK İÇİN BİR AYETTİR

İnsan nefsinin Allah'ı tanımayan bir delil olduğu konusundaki başka bir yön

de insanın manevî temayülleri meselesidir. "Nefsini tanıyana Rabbi’ni

tanır." William James'in çok değerli sözünü daha önce sizler için naklettim.

Elbette bu söz başkalarının da söylemiş oldukları bir sözdür, fakat O, çok güzel

bir ifadeyle söylemiştir. James, tecrübeli bir psikolog ve psikoloji -özellikle

din psikolojisini- tecrübelik ve sınama merhalesine sokmuştur. Bu adam yaklaşık

kırk yıl dine dayalı ruhsal tecelliyatlar üzerine ruhlar sınamıştır, yani ruhlan dini

açıdan muayene ve araştırma konusu etmiş, bunları da delillendirme ve

kıyaslama şeklinde değil, aksine tecrübe ve denemeye dayalı bir şekilde

araştırmıştır. Dünyanın bu büyük psikologunun kırk yıl zarfında manevî

temayüller açısından insan ruhunda elde ettiği tecrübenin sonucu şudur. "insan

vücudunda tabiat ve madde ile birlikte var olan birtakım temayüller olduğu, bunların

insanı tabiata bağladığı ve insanın bağlılık ve irtibatının temelinin tabiatla olduğu gibi,

maddi hesaplarla şekillenmeyen, aksine insanın tabiata bağlılığına bağlı olan hesapların

tersine bir takımbaşka temayüller de insanda mevcuttur, zira insanın tabiata

bağlılığı, insanın tabiattan ve kendi varlığının dışından pay alması ve faydalanması

içindir. Fakat bu temayüller bu sözlerle sınırlı kalmaz (şekillenmez), insan bu alemde

kendi varlığının maddî ve tabiî yönüyle sınırlı olmayan birtakım isteklere

Page 120: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

sahiptir." Devamlı şöyle söylemektedir: "Bunlar başka bir alemin var olduğuna ve

bu duyguların bizi başka bir aleme bağladığına delildir." Manevi ve ilahi ilhamlar,

Allah 'ı aramalar, iyiliği, hayrı ve maneviyatı aramalar her zaman insanoğlunda var

olmuştur. Bu eğilimle savaşmak veya onun yerine başka bir şeyi geçirmek kabil değildir.

Bu oturumun son gecesi olan yarın akşam inşaallah "Asrımızdaki manevi ve ahlaki

boşluklar" konusunda sizlere bir konuşma yapmayı düşünüyorum. Zira dünyadaki

bu materyalist dalgalanmaların oluşturduğu ve insanoğlunun fıtratıyla yapılan bu

savaşların oluşturduğu o çok büyük manevi ve ahlakî boşluklar, bugün insanoğlu

için kim bilir ne zorluklar meydana getirmiştir?

O halde başka bir yol, "Nefsini tanıyan Rabbi’ni tanır" olduğu için işte bu

eğilimler, insanın manevi bağlılıkları ve istekleridir.

MATERYALİZME BAĞLI TAASSUP

Dünyada ortaya çıkan ve kendi peşindeki insanoğlu için musibetler doğuran

bu Marksizm akımı, daha çok batı dünyasında, cahillikler, eşitsizlikler ve

kiliselerin zorbalıkları nedeniyle doğmuş çok şiddetli bir tepkidir. Şimdi biz,

kiliselerin cezalan üzerinde birazcık durmak istiyoruz. "Materyalizme Temayülün

Sebepleri" adlı kitapta bir dereceye kadar bu konu açıklanmıştır. Kiliselerin

cahillik ve bilgisizlikleri, Allah, kıyamet ve ruh hakkındaki yanlış açıklamaları,

eşitsizlik ve idamları, inançları kontrol edişi, özgürlük ve demokrasiye karşı

çıkışı, dünyayı şu duruma getirdii Ben, ya ilmi kabul etmeliyim ya da Allah'ı

(çünkü kilise, ilim ve Allah arasına zıtlıklar koymuştu), ya Allah'ı kabul

etmeliyim ya da iyi ve müreffeh bir hayatı, ya Allah'ı kabul etmeliyim ya da

özgürlüğü, ya Allah'ı kabul etmeliyim ya da demokrasiyi. Açıktır ki Allah'ı bir

tarafa ve insanoğlunun diğer yüzlerce fıtrî isteğini öbür tarafa koydukları zaman,

elbette bir grubun Allah'ın tarafını tutması mümkündür, fakat kesinlikle halkın

çoğunluğu diğer tarafı tutacaktır. Herhalde materyalizm akımı değişik

sebeplerden dolayı batı dünyasını sardı ve batı dünyasından da az-çok doğu

dünyasına yayıldı. Ve doğu dünyası, batı dünyasının içinde bulunduğu şartların

bizim içinde bulunduğumuz şartlardan ayrı olduğunu düşünmediler. Yavaş

yavaş materyalizmin faydalı olduğu taassubu, kilisenin dine karşı takındığı

taassuba benzer bir şekil aldı. Yani kilisenin var olan her zorluğa mantıksız ve

delilsiz bir şekilde dini öngörmek istediği şekilde, bunlar da var olan her zorluğa

materyalizmi öngörmek istemekteydiler. Materyalizmin ellerinden alınacağından

korkuyorlardı. Materyalizm ellerinden çıkmaya dursun -kendi ifadeleriyle-

hemen orta çağa döneceklerdi. Şöyle demekteydiler: "Eğer materyalizm elimizden

alınırsa bu, bizim ortaçağa dönmemiz demektir." Tabiattan ve insan nefsinden

insanoğlu için Allah'a doğru gitmek için açık olan tüm bu yollan zorla da olsa ka-

patmaya, tevil etmeye çalışmalarının, bu yolların inandırıcı olmadığını

göstermeye çalışmalarının sebebi budur. Onlara göre bu yolların tümü manevî

temayüllerin yoludur.

Page 121: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

MORRİS MATTERLÎNG'İN SÖZÜ

Şimdi sizlere iki örnek vereceğim:

Morris Matterling'in epeyce kitabı var. Bir kitabı balansı üzerine, bir başka

kitabı da böcek üzerine yazılmış, galiba bütün kitapları İran'da tercüme edilmiş.

Çünkü güçlü bir yazardır. Bu şahıs İran’da büyük bir filozof olarak anılır ve ün

kazanmıştır. Avrupa dünyasında edebiyat ve felsefeyi birbiriyle karıştırmıştır.

Edebiyat ve felsefenin birbirine karışması, zevkler ve düşünceler esası üzerinde

kurulu olan, yani insanın fikirlerinden çok zevkleriyle bağlantılı olan edebiyatı

zenginleştirip, felsefeyi fakirleştirdiğin-den dolayı bu karıştırma, Avrupa

edebiyatını zenginleştirmiş ve Avrupa felsefesini fakirleştirmiştir. Bu adamın

sahip olduğu şey, güçlü bir yazar olmasıdır. Ben defalarca söylemişimdir, eğer

bizim İranlı Muhammed Mes'ud Avrupa'da olsaydı kesinlikle çok ünlü bir filozof

olarak anılırdı, çünkü o kendi başına bir yazardı ve "Matterling" gibi edebiyat ve

felsefeyi birlikte dokuyabilirdi. Fakat İran'da bunlar hiçbir zaman bir filozof

olarak tanınmadılar ve tanınamayacaklardır da.

Balansının yaşamı çok hayret verici ve maddi açıdan

değerlendirilemeyecek bir yaşamdır. Bu hayvan, bu şaşırtıcı maharet ve bilgilere

nasıl sahip olmuştur? Bu konunun yorumlandığı hiç olmamıştır. Kur'an da

açıkça şöyle buyurmaktadır.

"Rabb 'in bal arısına vahyetmiştir." (Nahl: 68)

Bu, bir çeşit gaybî ilhamdır. Bu hayvanın içinde, Kur'an, hem balansı

konusunda hem de kannca hakkında şaşırtıcı açıklamalarda bulunmuştur. Bu iki

haşere bugün tanınmışlardır ve fevkalade bir hayrette tanınmışlardır. Karınca

hakkında bundan daha yüksek açıklamalar yapılmıştır. Zira, Süleyman (A.S.)

karıncaların vadisine vardığı zaman bir karınca şunları söyledi: (Aslında

karıncanın bal arısından daha yüksek bir anlayış ve idraka sahip olduğu, hatta

kancalar arasında konuşma, haber verme, uyarma ve söz alışverişi olduğu

anlaşılmıştır. Bu konu elli yıldır daha yeni keşfedilmiştir):

"Karıncalar vadisine geldikleri zaman bir karınca: Ey karıncalar, dedi,

yuvalarınıza girin Süleyman ve orduları farkında olmayarak

sizi ezmesinler" (Neml: 18)

Fakat yüce Allah'ın kendisine kuşların ve bunların dışındaki şeylerin dilini

bilme özelliğini verdiği Süleyman (A.S.)bunu anlıyor ve o karınca ile konuşuyor.

Bugünkü ilim ispat etmiştir ki karıncalar, başlarının üzerindeki tellerle dalgaları

gönderiyorlar ve dalgalar aracılığıyla gönderilen bu haberi alıyorlar, bu yoldan

da kendi içlerindeki mesajı birbirlerine iletiyorlar. Kur'an bu konuyu, bu hayvanın

hiçbir okul görmediği ve hiçbir ders okumadığı halde bunları bildiğini

açıklamaktadır. Binlerce defa araştırılmıştır, bunlar arasında bir eğitim-öğretim

Page 122: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

yoktur ve örneğin batanlarının mühendis olanları kendi talebelerini yetiştirmek

için bir fen fakültesi kurmamışlardır, belki de mühendis olan yavrular

mühendis olarak doğmaktadırlar. Kur'an, bunu çok olgun bir serahetle açık-

lamaktadır:

"Rabbin bal arısına vahyetti." (Nahl: 68)

Vahiy, ilahî bir ilhamdır. "İlahi vahiyden başka bir şey de olabilir" şeklinde

bu konuya ayn bir cevap verebilecek kimse çıkmamıştır insanoğlu içinde.

Morris Matterling, bunların tümünü söylüyor, fakat bu bilgilerin nereden

geldiği konusundaki şaşırtıcı yere gelince, "bu bilgileri ona arı kovanı

vahyediyor." demektedir. Allah için düşünün de bu sözlerin ne kadar ahmakça

sözler olduğunu görün! An kovanının içinde bu bal arılarından başka bir şey

yoktur. Eğer bu halanlarını alacak olursak kovan cansız bir yığından başka bir şey

olmaz. Kovan'ın ruhu da ne demek?! Kovanın ruhunun bunlara ilham ettiğin

söylüyor. Peki, kovanın ruhunu nereden anladı? Mademki an kovanının ruhu

arıların ruhundan daha yüksek değildir, niçin bunu söylüyor? Allah meselesi

ortaya gelmesin ve kendisine şöyle denilmesin için söylüyor; "Morris Matterling

beyi O halde alemde kesinlikle bir ilah vardır. Tıpkı A örneği gibidir. Yani en

başta A, onun peşinde B, onun peşinde C, onun peşinde D ve onun da peşinde E

gelir, böylece binlerce sorumluluk ve artık sen Morris bey kendi istediğin

şekilde hareket edemezsin, gönlün nasıl yaşamak istiyorsa o şekilde özgür

yaşayamazsın."

ZEKİ ÇOCUK VE OKUL HİKÂYESİ

Anlatılır ki çok zeki bir çocuğu okula gönderdiler.

Öğretmen ona, "Yavrucuğum A de" dedi. Çocuk konuşmadı. Öğretmen, "bu çok

basit bir şey A de" diye tekrarladı. Çocuk yine söylemedi. Öğretmen her ne kadar

söyle dediyse de, o söylemedi. Başkaları geldi, annesi ve babası

gelerek, "Yavrucuğum! Çok zeki bir çocuk olan sen, çok rahat bir şekilde A dersin.

Haydi, A de" diye söyledilerse de çocuk yine söylemedi. İşin sonunda, "niye

söylemiyorsun?" diye sordular. Çocuk şöyle cevap verdi: "A demekle iş bitmiyor, A

dedikten sonra bana, 'B de' diyecekler, B'yi der demez hemen 'C de' diyecekler, C'yi de

söylesem bu sefer, 'D de' diyecekler. Bundan dolayı başta A demiyorum ki sonucundan

rahat olayım, şayet A diyecek olursam, artık buradan oraya gidinceye kadar benim,

gençlik yıllarımın okulda harcanması gerekeceği demektir."

Şimdi bu beyefendi de Allah düşüncesinin ortaya gelip konuşulmasından

kaçtığı için "bal arısına vahiy eden kovanın ruhudur" demektedir.

Page 123: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

TÖVBE

İnsanın manevi temayülleri hiçbir maddi hesapla şekillenemez. Daha önce

açıkladığımız bu temayüller kişi açısından ziyan ve zarar üzerine kurulmuştur:

Kendi canını topluma feda etmek, "haklı olan odur, ben değilim" şeklinde

başkalarının çıkan için insaflı olmak, adil olmak, başkalarının hakkına tecavüz

etmemek, kendi aleyhinde kıyam etmek ve dinde ismi "tövbe" olan kendi

aleyhindeki isyanı kendi aleyhine kızıştırmak... Bir zamanlar bu konudaki

Kur'an ayetlerini bir araya toplamıştım. Kur'an mantığının şu mantıkla aynı

olduğunu gördüm: Kendi aleyhine inkılâp ve isyan gerçekleştirmektedir, bir

inkılâpta var olan bütün özellikleri, kapsayan kendine karşı, kendini sorgular,

kendini cezalandırır. Ali (as) ne güzel buyurmuş: Birisi huzuruna geldi ve şöyle

dedi; "Estağfurallah rabbi ve etubû ileyh". Adam " tövbe" yi yani istiğfar kelimesini

diline almak istedi. Ali (as) ona çıkıştı ve şöyle buyurdu: "Git karşımdan, kaybol.

Annen senin yasını tutsun, git de öl. Sen gerçekten istiğfarın ne olduğunu biliyor

musun? Muhakkak istiğfarın çok yüksek dereceleri vardır." ([72])

Hazret daha sonra

istiğfarı açıkladı: Geçmişteki siyah ve karanlık işlerden kâmil bir pişmanlık,

geçmişteki günahlara bir daha dönmemek için kesin kararlılık, ölmüş, ortadan

kaldırılmış olan insan haklarını edası. Daha sonra insanın kendine karşı yapacağı

inkılâp ve isyanı ve kendini cezalandırma manasını kapsayan iki cümle söyledi:

Artık, bu vücudunda günahlardan örülmüş bu mübarek(!) etleri eritip yok

etmelisin. Haramlarla yoğrulmuş bu etler, cambazlık ve sihirbazlık meclislerinde

bitmiş etler, başıboşlukla ikiz doğmuş bu etler, bunların tümünü atman ve yok

etmen gerekir, yeni bir et yeşermeli. Artık bundan böyle tıpkı günahlardan aldığın

lezzet gibi bu bedeninin kesin itaatinden da İzzet almalısın. İşte

bu, "Tövbe" olur. Dünyanın tüm tövbe edenleri böyle olmuşlardır, her zaman

böyleleri de olacaktır.

Merhum Hacı Mirza Cevat Ağa Melikî Tebrizî, zamanımızdaki marifet

ehlinin büyüklerindendi. Merhum elli iki yıl önce dünyamızdan göçmüştür,

mezarı Kum'dadır. Kum'a her gidişimde bu büyük zatın kabrini ziyaret etmeği

arzu ediyorum. Yazılarının birinde mana ehlinin büyüklerinden olan değerli

üstat merhum Molla Hüseyinkuli Hemedani şöyle yazmaktadır: Bir

bey, merhumun huzuruna geldi ve merhum ona tövbeyi verdi. Kırk sekiz saat

sonra geldiğinde biz onu tanıyamadık, yüz ve kıyafet olarak öyle değişmişti ki biz

bu adamın kırk sekiz saat önceki adam olduğuna inanamadık.

Ben bunu insanoğlunun özellikleri açısından söz konusu ediyorum. Yolu

tövbe yolu olan molla Hüseyinkuli Hemedani'nin dergâhında tövbe eden bu beyin

bu değişikliği, bir anda diğer tarafa dönmesi ve kendi aleyhinde isyan ve kıyama

başlayıp inkılâp yapmasıdır, bu değişiklik nasıl anlatılır? Kim, "kim"e karşı isyan,

kıyam ve inkılap yapıyor? İnsanoğlu için ders ve ibret olan bunlardır, büyük bir

ibret.

Page 124: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

"Eğer insan nefsini tanırsa Rabbini tanımış olur".

Bu güçlü temayüller nereden ortaya çıkıyor? Kök ve kaynağı nerededir? Bir

tanesi tövbe olan ahlakî temayüller babında başka temayüller de vardır. Zira

bunlar bir kişinin menfaatiyle asla uyuşmaz ve ismi sadece topluma ve

insanoğluna hizmettir. Örneğin, toplumun baki kalması için kendini yok etme,

toplumun refahı için kendini mahrum bırakma, toplumun huzura kavuşması

için kendini sıkıntıya atma gibi. Bunların hiçbiri maddî hesaplarla şekillenmez.

ACABA AHLAKÎ TEMAYÜLLER! İLHAM EDEN TOPLUMUN RUHU

MUDUR?

Şimdi, bu temayülleri açıklamak istedikleri zaman ne söylemektedirler?

Kimileri,"vahyeden, toplumun ruhudur, toplumun ruhu -bu işi yap- şeklinde insana

ilham etmektedir" demektedir. "Toplumun ruhu ilham eder." İfadesinin manası

şudur: Toplumun ruhukandırıyor, kandırmaktan başka da bir anlamı yoktur.

Tıpkı balansı konusunda "bal arısına vahiy gönderen ve ona bu karmaşık

işleri yaptıran arı kovanının ruhudur" diyen şahsın söylediğine benzemektedir.

Manevi temayüller konusunda at koşturamayan bu bey, "vahyi göndermekte olan,

toplumun ruhudur" demektedir. Toplum nedir? Toplum, fertlerin özel bir bağla

bir arada bulunması demektir. Fertlerden bağımsız bir varlığa sahip olmayan

toplumun itibarî varlığı, ruhu bulunmayan itibarî bir varlığı söz konusudur.

Ruha sahip olduğunu farz edelim, toplumun ruhu bunu nereden aldı da ilham

etti? Diğer bir ifadeyle ne zaman kendine toplumun ruhunu ilham etti?

İlahiyatçıların söylemiş oldukları, "insanoğluna ilham eden Yüce

Allah'tır" sözünden dolayı şöyle demektedirler: Hiçbir ameli karşılıksız

bırakmayan adaletli olan Allah'ın "Güzel iş yapanlara daha güzel karşılık ve

fazlası var." (Yunus: 26) ayeti gereğince, Allah'ın insanoğluna böyle bir işi

söylemesi, yani, "Ey insanoğlu! Sen kendi saadetini, kendi varlığını bir hiç ve boş için

feda et" demesi imkânsızdır. Aksine bunun arkasında mükâfat vardır. Vahyi

gönderen o gerçek, yani Allah açısından bu iş hikmetli bir iştir ve mükâfatsız

değildir. Fakat "herhangi bir gaib yoktur" dediğinizi zaman, "başkalarını

kurtarmak için kendini ateşe at" diyerek insanoğluna bedbahtlık ilham eden

toplumun ruhu olduğunu söylemiş oluyoruz. Kendini ateşe attıktan sonra gider

de gidersin ve iş biter. İşte bu, toplumun ruhunun kandırmasıdır.

MATERYALİST DÜŞÜNCELERİN KAYNAKLANDIĞI YER

Daha önce de arz ettiğimiz gibi korkulan şundandır: Sakın materyalizm

ortadan kalkmasın, böylece Allah ve din gelip de bu görüşlerin açıklamasını

gerektirmesin. Kimileri şöyle demektedir: Eğer Allah ve din gelirse o zaman sahip

olmak istediğim davranış özgürlüğü ne olacak? Bir grup da şöyle demektedir:

Sakın ortaçağ dönemi dönmesin. Eğer materyalizm demezsek, bunun manası,

ortaçağın geri dönmesini kabul ediyoruz demektir... Aslında bu söz yine de

Page 125: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

Avrupalılar için çok şaşılacak bir şey değildir, bizim halkımız için şaşılacak bir

şeydir. Şaşılacak şey şudur ki, bizim halkımız da bazen ortaçağdan söz etmektedir.

İran da ortaçağı konuşmaktadırlar! Ortaçağ Avrupa’ya aittir. Avrupa için ortaçağ,

çöküş dönemi demektir. Onlar için ortaçağ olan o dönem, senin için yükselme,

medeniyet ve kültür dönemidir ve senin iftiharındır. Bin yıl öncesi, yani Ebu

Reyhan Birunî, Ebu Ali bin Sina, Farabi, İbn-i Rüşd, İbn-i Heysem ve

benzerlerinin dönemi insanlığın kültür ve medeniyetinin en parlak dönemlerinden

biridir ki bu da senin malındır. Sen ne diye onun tarihini kendine bağlıyorsun?!

Onlar "biz ortaçağın geri dönmesini istemiyoruz!" demektedirler, senin için eğer

ortaçağ geri dönerse sonsuz bir iftihardır. Bugünde eğer dünyada bir Ebu Ali Sina

var olsa hemen heykelini dikerler, eğer Ebu Reyhan Birunî var olsa ayağını

öperler, onlar; "Ortaçağ" diyorlar, bizler de; "evet ortaçağ" diyoruz.

Onlar "Ortaçağ dönmesin" diyorlar, bizler de; "Ortaçağ dönmesin" diyoruz.

Onların ortaçağı vardır fakat bizim kesinlikle ortaçağımız yoktur. Elbette bizim

de çöküş dönemimiz vardır, fakat bizim çökme dönemimiz onların ortaçağına

yakın değildir. Bizim için onların ortaçağı kendimizin yeni çağımızdır, yani bu son

beş-altı asır, onların ortaçağ demiş oldukları dönem değil. Onların ortaçağ dönemi

bizim medeniyet, yükselme ve kültür dönemimizdir, bizim iftihar dönemimizdir.

Özet olarak, Allah ve dine dönüş korkusundan kendisinden kaçtıkları

mesele "ben" meselesidir. Bize verilen süre geçtiği için birkaç cümleyle

özetleyelim. Bu mesele de bugün aydınlanmıştır. "Ben" hakkında verdiğimiz

açıklamalar Kur'an'dadır. İslam alimlerinden birinin sözü değildir ki "belki bugün

başkalarından ezberlemiş olabilir" diyelim. Hayır, bin dört yüz yıl öncesinden

beri Kur'an'dadır. Bugün daha yeni olarak bu meseleye vakıf olabilmişlerdir.

Eğer "birisi bir başkasından almıştır dememiz bir kural ise, "bunlar Kur'an'dan

almıştır." dememiz gerekir. Bunlardan almış olması mümkün olmayan, bin dört

yüz yıl önceki Kur'an'dır. O mesele, insanın kendini kaybetmesidir. İnsanın

kendini unutması ve kendinden başkasını kendisi sanması meselesidir. Ve ahlak,

insanın kendi asil "ben"ini ve gerçek "ben"ini bulmasına dönüştür. İnsanın

"gerçek ben"inin ne olduğu konusunu daha evvel bir miktar açıklamıştık.

SARTRE'IN "GERÇEK BEN" HAKKINDAKİ SÖZLERİ

Kimileri insanın "gerçek fen "inin kendine sahip olmamak ve özgürlük

olduğunu söylemişlerdir. İnsan bu dünyada özgürdür, hatta özgürlükle özdeştir.

İnsan sadece özgür bir varlık değil hatta özgürlükle özdeş bir varlıktır. Şaşılacak

yer şurasıdır ki insanın hürriyet ve özgürlüğünden merdiven kuracakları yerde,

alem de bir ilahın olduğu konusunda (Eğer sadece tabiat ve madde

olsaydı özgürlüğün insan için manası olmazdı ve alemde tabiat ve maddenin

zorlamasından başka bir şey olamazdı. İnsanın özgürlük ve serbestliğinin

kendisi, "Kendini tanıyan Rabbini tanır" ifadesini doğrulayan ifadelerden biridir.)

Sartre bey şöyle demektedir: "Ben insanın özgür olduğu nedenine dayanarak bir

ilahın var olması gerekmediğini iddia etmekteyim. Çünkü eğer bir ilah var olsa insan

Page 126: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

artık özgür olamaz. " Nasıl? İnsanın çok hayret edeceği bir söz söylemektedir,

gerçekten bunlar bu kadar habersiz ve cahil midirler?! Şöyle demektedir: "Eğer

bir ilah olsa bunun manası şudur; ilahın bir zihni vardır ve önceden benim huyumu

kendi zihninde tasavvur etmiştir. Eğer ben ilahın zihninde tasavvur olmuşsam özgür

olamam, aksine mecbur olmalıyım, ilahın zihnindeymişim şeklinde

olmalıyım.". Acaba "zihin "in ilah için gerçekten manası var mıdır?! O ilah

değildir, O, Sartre'ın içinde ilah ismini koyduğu bir varlıktır.

İNSANIN, ÖZGÜRLÜĞÜ İLE ALLAH'IN VARLIĞI ARASINDAKİ İLGİ

"Kaza ve kader" meselesi bin yıl öncesinden hal olmuş bir meseledir.

İnsanoğlunun özgürlüğüyle en küçük bir zıtlığı olmayan, aksine insanın

özgürlüğünden söz edebilecek olan sadece Allah'ın, kaza ve kaderin

gerekliliğidir. İnsan ilahî bir nefes olduğundan dolayı tabiatın zorlamasından

özgürleşebilir. Ama insanın bu endamla kalması ve insan iradesinin kesinlikle bu

atom ve benzerlerinin hareketinin bir semeresi olması kaydı sayesinde insan

"mecbur"luktan başka bir şeye sahip olamaz. Sartre şöyle demektedir: "İnsan

özgür bir iradedir." Ona sorarız: İradenin kendisi nereden ortaya çıkmış? Eğer

insanın fikir ve iradesi tabiat ve maddenin cebrî huyu olsa artık özgürlüğün ne

manası kalır? Birisi kalkıp şöyle söylese: Ben insanın doğaüstü bir güce sahip

olduğuna inanıyorum -yani insan doğanın egemenliği altında değil, doğa insanın

egemenliği altındadır- ve doğayı, asıl ve ruhu ayrıntı görmüyorum. Bu takdirde

insanda iki gücün bulunduğuna inanıyor demektir: Doğa ve doğaüstü. İnsan

tabiat üzerinde hâkimiyet kurabilir ve kararlan atomların hareketlerinin aynısı

olmayıp başka bir şey olabilir, tabiatı değiştirip ona gelip gelebilir. "İnsan özgür-

lükten başka hiçbir 'ben'e sahip değildir." sözü ne demektir?! Elbette insanın

hiçbir tabiat ve huya sahip olmaması sözünde bir dereceye kadar doğruluk payı

vardır. Bu gece bu konuyu İslam felsefesiyle, açıklamayı amaçlamıştım.

Onun "Varlığın asilliği" asilliği adı altında söylediği konuyu İslam

âlimleri "Varlığın asilliği" adıyla tanımlamamaktadırlar. Fakat başka bir adla

onun sözlerinin bir kısmını söylemişlerdir. İnsanın kendisi kendi

varlığını oluşturur, insanın kendisi kendi varlığını seçer diyerek onun sözlerine

yakın sözler söylemektedirler. Yani insan, tabii eşyalar gibi değildir. Tabiatta olan

şey, olması istenen aynı şeyin arasından ayrı olarak yaratılmış olduğu şeydir. Fakat

bunun manası insanın huy, fıtrat ve tabiatını kaybetmesi demek değildir, aksine

bu, insan huyunun böyle bir huy olduğu, insanın huy ve "ben"e sahip olmayışı

manasınadır. Diğer bir ifadeyle insanın "ben"i öyle bir "ben"dir ki böyle bir isteğe

sahiptir, insanın "ben"i olmadığı için böyledir şeklinde değil.

Bu konuşmayı dün akşam söz verdiğim ve bu geceyi mutlak sessizlikle

geçirmemek için sadece çok kısa bir şekilde iki konuyu arz edeceğim.

Page 127: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

İNSAN, "OLMAK İSTEYEN" BİR ŞEYDİR

Alimlerimiz, "insanın düşünen bir şey veya insan olmak isteyen bir şey

" olduğu konusunda Sartre'den çok daha iyi konuşmuşlardır. İslam filozofları

içinde Sacîru'l Müteellihin bu meseleyi hepsinden daha iyi söz konusu etmiştir.

Bu konu Kur'anî bir köke sahiptir: Kıyamette çeşitli suretlerde haşr olunacak

insan dışındaki her varlık kendi kendisidir.

"O gün sura üflenir bölük bölük gelirsiniz." (Nebe: 18)

Halkın sadece bir grubu insan olarak haşr olunacak, diğer grupları ise

değişik hayvanların suretlerinde haşr olunacaktır. İnsan "insan olmağa" mecbur

değildir, aksine kendini insan yapabilir, kendini bir kurt, köpek, domuz veya

horoza da dönüştürebilir. Ta ki kendisi için bazı melekeler kazanmış olsun.

İnsanın düşünen bir varlık olduğu konusunda Molla çok güzel söyler:

Ey kardeş! Sen hepten düşüncesin

Senin tüm varlığın kemik ve damardır

Eğer düşüncen gül ve gül bahçesi olsaydı

Ve eğer ateş küresinde bir diken olsaydın

Eğer Molla'ya "insan nedir?" diye soracak olursak, "düşünen bir şeydir."

diyecektir. "Ben kimim?" diye soracak olursan, "ne hakkında düşündüğünü bana

söyle sana kim olduğunu söyleyeyim, eğer gerçek hakkında düşünüyorsan, sen bir

gerçeksin, Allah hakkında düşünüyorsan Allah'ın bir misalisin, Ali hakkında

düşünüyorsan Alisin, bir köpeğin işi olan bir iş hakkında düşünüyorsan sen bir

köpeksin. Ne düşündüğünü söyle ki sana ne olduğunu söyleyeyim " der.

"İnsan her neyi isterse ve her neyi severse odur" konusuna rivayetlerimizde

çokça yer verilmiştir. Şöyle denilmiştir.

"İnsan bir taşı sevecek olursa taşla haşr olunacak" ([73])

Kıyamet gününde sevdiği taşla birlikte haşr olunacak, çünkü o da taş olacak.

İnsan her neyi severse o şey olacaktır.

Horasanlı bir adam uzak bir yoldan yorgun düşmüş bir vaziyette İmam

Bakır'ın (as) huzuruna geldi. (Ehl-i Beytin aşkı onu çekmişti) Yolu yaya bir

vaziyette kat ettiği için ayakkabılarının dibi yıpranmıştı ve ayaklan yoldaki

yarıklara girip çıkmaktaydı. Topuklarında büyük miktarda çatlaklar oluşmuştu.

İmamın huzuruna büyük bir aşk ve ilgiyle geldi. Bilahare kendi maksadına

ulaştığı için Allah'a şükretti. Daha sonra kanamış çatlak ayaklarını ona gösterdi

ve şöyle arz etti: Ey Resulullah'ın torunu! Beni Horasan'dan buraya kadar siz

Ehl-i Beyt'in muhabbetinden başka bir-şey getiremez. Bunun üzerine İmam şu

Page 128: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

cümleyi söyledi: "Her kim her neyi severse onunladır, kendi gerçeği onunkinin aynısı

olur ve onunla haşr olunacaktır."

Şair şöyle demektedir:

Eğer bir cevher madenini arıyorsan sen madensin

Eğer bir canı arama peşinde isen, sen bir cansın.

Sen eğer bir hazineyi, yerin altındaki bir madeni ve bir cansızı arıyorsan sen

cansızsın, eğer can istiyorsan, can ve mana peşinde dolaşıyorsan sen cansın.

Ben konunun gerçeğini açıklamaktayım.

Her neyin arayışı -peşinde isen, sen osun.

Her neyi arıyorsan işte sen osun. O halde bu şaire "Ben neyim?" diye soracak

olursak, "Senin ne olduğunu söylemem için bana neyi aradığını söyle." diyecektir.

Söz verdiğim gibi yarın gece inşaallah bu materyalizm eğilimlerinin sonucu

olan "Günümüz dünyasındaki manevi ve ahlaki boşluklar" konusunda sizlere

bazı açıklamalar yapacağım.

Ehl-i Beyt'i, İbn-i Ziyad'ın sarayına getirdiler. Yazdıklarına göre Zeynep,

olgun bir yapıya ve yüce bir mertebeye sahipti. Kadınların, etrafını sardıkları ve

etrafını bir yüzük kaşı gibi ihata ettikleri bir durumda Ziyad'ın oğlunun sarayına

girdi. îbn-i Ziyad, diğer kadınların bir hizmetçi yığını gibi etrafını tuttukları bu

yüce tertemiz kadının kim olduğunu biliyordu. Zeyneb'in girip de onu se-

lamlamasını bekliyordu. Fakat Zeyneb selam vermedi. Zeyneb şunu ispat etmek

istedi ve ispatladı da: "Ey Ziyadın oğlu! Sen zannetme ki bedenlerimizi parça parça

ettiğin veya esir aldığın ve zincirlere vurduğun zaman ruhumuzu da esir alabileceksin.

Bizim ruhumuz in- : sanlığın en sağlam ruhudur, kendini kaybetmemiş bir ruhtur, ilahî

bir ] nefestir. Bizim ruhumuz küçülecek bir ruh değildir, ruhumuz ölümlü değildir,

ruhumuz zincire vurulmaya gelmez." Zeyneb bunları söyleyerek selam vermedi.

Ibn-i Ziyad kızdı ve "Bu gururlu kadın kimdir? " diye sordu. Kimse cevap

vermedi, iki üç kere bunu tekrarladı. Sonunda birisi, "Bu, Ali b. Ebu Talib'in kızı

Zeynep'tir." ([74])

diye cevap verdi. Orada Zeynep, Ziyad'ın oğlunu öyle mahkûm

etti ki Ziyad'ın dili tutuldu ve kurtulacak tek yolu celladı çağırmak oldu. Başka bir

yolu yoktu, "bunların hala konuşacak dili var! Boyunlarını derhal vurun!" dedi.

Zeynep Yezid'in sarayına girerken de aynı şeref ve yüceliği gösterdi. Yani

bu esaret menzilinin prangaları yine de Zeyneb'i ezemedi, Zeyneb'in ruhunun

direncini kıramadı, aksine orada daha da yüceldi. Hazreti Zeyneb'in Yezid'in

sarayında yaptığı konuşmanın dünyada benzeri olmayan bir konuşma olduğuna

inanınız. Biz sadece bu konuşmanın bir cümlesini söyleyeceğiz.

Şöyle buyurdu: "Ey Muaviyenin oğlu! Elinden gelecek her kötülüğü yap, elinden

gelen her işi ardına koyma, fakat şundan emin ol ki, bu nur, sönecek bir nur değildir. Bu

Page 129: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

dünyada ölecek olan sensin ve senin gücün ve saltanatındır, kalacak olan da benim

kardeşimdir. Alemdeki muttakilerin tümüne ilham verecek olan benim kardeşimdir,

dünyayı kendisine aşık edecek, kendisine bağlayacak olan da benim

kardeşimdir." ([75])

Bu emin olma ne demektir? İnsanoğlunun fıtratına emin olmadır.

Allah insanoğlunu hakikati isteyen bir yapıda yaratmıştır. Arap belagat, fesahat

ve dilbilimcilerinden olan Yezid, Zeyneb'in mantığı karşısında çok geri kaldı ve

gayr-i İslami ülkelerin büyük elçileri, ordu komutanları ve ülkenin büyükleri

orada hazır bulundukları için çok utandı. Her ne kadar Zeyneb'in susmasını

istiyor idiyse de Zeynep susmuyordu. Sonuçta cinayetkarca bir tedbire

başvurdu. Kendi kendine "bu kadının şefkatini kızdırayım, ancak sevgisi

yoluyla dilini tutabilirim." dedi. Ben artık Yezid'in nasıl bir cinayet işlediğinden

söz etmeyeceğim. Fakat şu kadarını belirteyim, Yezid'in saray hizmetkârlarına

öyle kızdı ki şöyle feryat etti: Ey Yezid! bu çocukları bırak, Allah'a yemin ederim

Peygamberin o dudakları öptüğünü gözlerimle gördüm.

Allah'ım gönüllerimizi iman nuruyla aydınlat, kalplerimizi ve ruhlarımızı

İslam ahlakının güzellikleriyle donat, ruhlarımızı kirlilik ve pisliklerden temiz tut,

kendinin ve peygamberlerinin sevgi ve şefkat nurlarını gönlümüzde aydınlat,

ölülerimize merhamet et.

Page 130: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

DOKUZUNCU OTURUM

ASRIMIZDAKİ MANEVÎ VE AHLAKÎ BUHRANLAR

Page 131: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla

Hamd, bütün varlıkları yaratan alemlerin Rabbı olan Allah'a mahsustur.

Salât ve Selam Allah'ın kulu, resulü, günahlardan arındırılmış, sırrını koruyan,

risaletini tebliğ eden, efendimiz, peygamberimiz Ebu'l-Kasım Muhammed'e ve

O'nun günahlardan arındırılmış tertemiz ve güzel yakınlarının üzerine olsun.

Lanetlenmiş şeytandan Allah'a sığınırım.

"Köpük yok olup gider, insanlara yararlı olan ise yeryüzünde kalır. "

(Ra’d: 17)

Bu gece, içinde bulunduğumuz asrın manevi ve ahlaki buhranları hakkında

konuşacağımızı vaat etmiştik.

BİR DÜŞÜNCENİN NAZARÎ VE AMELÎ DEĞERİ

Evvela kısa bir mukaddime arz edelim, o da şudur: Her inancın değeri iki

çeşittir: Biri nazarî değer, ikincisi de alemi değer. Bir inanan nazarî değeri, o

inanan hakikat ve gerçekliğe bağlılık ölçüsüdür. Felsefî, toplumsal veya evrensel

bir görüşün nazarî değeri, bu görüşün gerçeklikle bağlantılı olup olmadığıdır. Bir

görüşün gerçeklikle bağlantısının olup olmadığının anlaşılmasının yolu; tecrübe,

deneme, müşahede ve akla dayalı demlendirmelerdir.

Örneğin Batlamyus şöyle demişti: Yeryüzü alemin merkezidir. Gezegenler

birbirleri üzerinde yer almışlardır ve yeryüzünün etrafında dönmektedirler. Daha

sonra bilim adamları gelmiş ve bu görüşü değiştirmişlerdir. "Batlamyus fikrinin

nazarî değeri" nedir, yani acaba gerçekten yer küresi merkez midir ve yıldızların

tümü onun çevresinde dönmekte midirler, yoksa değil mi? Acaba nazarî değer

Batlamyus fikrine mi aittir, yoksa değil mi? Nazarî değer, yerküresinin alemin

merkezi olmadığı ve güneşin merkez olduğu, onun da alemin merkezi değil bizim

güneş sistemimizin merkezi olduğunu söyleyen "Kopernik"in fikrine mi?

"Ameli değer"in manası şudur: Bizim şimdilik bunlardan hangisinin hakikat

ve gerçekliğe mutabık olduğuyla bir işimiz yoktur. Amelde bunlardan hangisi

insanoğlu için daha faydalıdır? Acaba o inanç mı insanoğlu için daha kârlı ve

faydalıdır yoksa bu inanç mı? Veya bu açıdan bir farkları yok mudur? O

cümleden, örneğin dini inançlar vardır. Dinin ilk esası, Allah'ın varlığı ve O'nun

birliğidir. Bunun iki değeri vardır. Birisi, "Nazarî değer", yanı gerçekten ve

hakikaten de konu bundan ibarettir, yani delil, burhan ve ispat da aynı konuyu

pekiştirmektedir ve hakikat da budur. Diğeri ise, "ameli değer"dir. Yani bu inanç

insanoğlunun hayatında hangi tesirleri bırakır? Acaba böyle bir inanç

insanoğlunun faydası için midir yoksa değil midir?

Page 132: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

Bir bütün olarak din, iki açıdan söz konusu edilmelidir ve söz-konusu

edilmektedir. İki yoldan söz konusu etmek mümkündür: Biri, dinin nazarî

değeri, yani gerçek oluşu ve hakikat oluşu, "Kelam" ilmi bu konunun üstesinden

gelmektedir. Kelam ilmi -özellikle eski kelam- ameli değerle ilgilenmez, sadece

nazarî değerin peşinden gider, örneğin Allah'ın birliği, nübüvvet, adalet,

imamet ve mead konularını delillendirme peşindedir. Bunların gerçek olduğu

konusunda bir delil zikreder. Fakat amelî değer şudur: Şimdi biz gerçek olmayı

elde etmişiz veya etmemiş miyiz? Konusunu daha kapsayıcı olarak bu fikir ve

inancın bu imanın insana ne verdiği konusu üzerinde durmalıyız. Yani insan

hayatında ne etkile bıraktığı konusu üzerinde duralım.

İkinci konu şudur: Acaba bir fikrin veya inanan baki kalması onun nazarî

değerine mi bağlıdır yoksa ameli değerine mi yoksa her ikisine de mi bağlıdır?

Eğer bir inanç insanoğlu arasında baki kalmak istiyorsa; her iki değere sahip

olması veya bu iki değerden birine dahi sahip olursa bu onun baki kalması için

yeterli midir? Veya hiçbirine de sahip olmazsa baki kalabilir mi ve baki

kalmak, nazarî değer ve amelî değerlerden hiçbirine dayanmaz mı? Yanibir

fikrin, bir inanan gerçek olmaması, insanoğlunun faydası için olmaması ve

bununla birlikte her zaman içinde baki kalması mümkün müdür? Bu sorunun

cevabını sonra vereceğim.

GERÇEK OLMAK FAYDALI OLMAYA EŞİTTİR

Bundan böyle bunların arasını ayırmak mümkün müdür? Yani bir inanç ve

imanın gerçek olup da insanın zararına olması ve bir başka inanç ve imanın boş

olup ta insanın faydasına olması mümkün müdür? Hayır. (Kendi asıl konumuza

ulaşmamız için çok kısa bir şekilde anlatıyorum) Kur'an'ın görüşü şudur:

Gerçek olmak veya nazari değer, hayırlı olmakla, yani ameli değerle aynıdır,

birbirlerine eşittirler. Gerçek olan her şey, hakikat üzerine kurulu olan her inanç

ve iman insanoğlunun zararına değildir. Bir inancın, imanın doğru olması,

gerçek olması fakat insanların ona inanmaması, hatta bunun aksi, boş olan

şeylere, insanoğlunun hayrının zıddı olan şeylere inanması doğru değildir ve

insanın hayrı bunun hilafındadır. Bunun tersi: Bir inanç, bir iman temelsiz ve

boştur, fakat boş ve temelsiz olmasıyla birlikte insanoğlu için iyidir ve eğer insan

bunlara inanırsa bu inanç onun faydasına olur. Hayır, böyle değildir. Boş bir

sözün, batıl bir kelimenin bir zaman zarfında bazı kimseler için -herkes için değil-

faydalı olması mümkündür, ama bu, Kur'an'ın "batıl" dediği ve "insanın faydasına

değildir, devam da etmez." dediği şeyin aynısıdır. Hakkın -yani gerçeklik ve

gerçek olmak- hayırla, yani faydalı olmakla eşit olduğunu anladığımız zaman

ikinci sorunun cevabı da aydınlanacaktır ve hiç kimse; "bir şeyin gerçek olup da

zararlı olması nasıl olur?" veya "bir şeyin faydalı olup da gerçeklikten ayrı olması

nasıl olur?" şeklinde bir şey söyleyemez. Hayır, bizim iki şıktan başka bir yolu-

muz yoktur; Ya bir inanç ve iman gerçektir ve aynı zamanda hayır da vardır veya

boştur ve beşeriyet için zararlıdır. O halde soru şu şekilde söylenmeli: Acaba boş

Page 133: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

ve zararlı olan, gerçek ve hayırlı olanla, baki kalmanın tanınması açısından, eşit

midir? Veya dünyada bir bedende olduğu gibi, eğer artık bir uzuv olarak ortaya

çıkarsa yaratılışın uygun öğeleri onu yavaş yavaş hazfeder, inanç ve iman

konusunda da binlerce boş ve batıl inancın insanoğlu arasında ortaya çıkması ve

bir süre güçlü olarak da kalması mümkündür. Fakat yaratılış gayesi yavaş yavaş

onu tasfiye eder ve onu ortadan kaldırır. Bu, Kur'an'ında ifade ettiği hakk ve batıl

savaşıdır. Zira Kur'an, "batılın bir hızlılığı vardır fakat bir müddet sonra gücü

ortadan kalkar, Hakk, yani gerçek ise, fayda ve hayırla eşit olduğundan dolayı her

zaman için kalıcıdır" der.

Okuduğumuz ayetin faydası şudur:

"Köpük yok olup gider, insanlara yararlı olan ise yeryüzünde kalır. " (Ra’d: 17)

Bu ayet, Kur'an'ın apaçık mucizelerindendir. Yani muhteva açısından öyle

yüce bir zirvededir ki bir insanın -okumamış dahi olsa- kendi fikriyle böyle

konuşmasına imkân yoktur. Hakk ve batıl için bir örnek zikrediyor. Dağlara ve

derelere yağınca bir sel oluşturan yağmur suyunu örnek getiriyor. Selin akışı bir

köpük oluşturur. Sonra köpük selin tüm üstünü kaplar, zahiri gören bir insan,

gerçek olan suyun boş ve batıl olan köpüğe mağlup olduğunu zanneder. Fakat

Kur'an, "hayır, köpük gider, su ise kalır", demektedir. Suyun sözü hakkın

sözüdür. Köpüğün sözü ise batılın sözüdür. Hakk, faydalı olduğundan dolayı

baki kalır. Yani Kur'an burada hakkı faydalı olana eşit kabul etmiş ve

ayırmamıştır. Bu, "asrımızdaki manevi buhranlar" hakkında bir mukaddime

olarak arz etmek istediğimiz bir konuydu. Aslında bu konu hakkında daha geniş

bir zamanda konuşmak gerekir.

MANEVÎ BUHRAN, ASRIMIZDAKİ EN BÜYÜK BUHRANDIR

Fakat şimdi geniş bir şekilde arz edeceğim gibi bugün dünyadaki ince

görüşlü kimseler şu inceliği görmüşlerdir: Şu anda beşeriyet toplumunda, özellikle

de sözde ilerlemiş ve teknoloji toplumlarında hüküm sürmekte olan en büyük

buhran manevî buhrandır, örneğin siyasi buhran veya iktisadî buhran değildir.

Elbette dünyada siyasi buhranların kaynaklandığı yerler vardır. Örneğin Arap-

İsrail olayları veya Çin-Sovyet sınır anlaşmazlığı ve daha bir sürü olan bunun gibi

örnekler. Dünyadaki enflasyon meselesi gibi iktisadî buhranlar da vardır. Bu

buhranlar, şimdilik haledilmeyecek meseleler olarak telakki edilmiyor. Hatta on

yıl önceki dünya savaşlarının tehlikesi şimdikinden daha fazlaydı. Henüz kendisi

için bir çare bulunmayan halledilemeyecek buhran manevî buhranlardır, yani ne

iktisada bağlıdır, ne siyasete bağlıdır ve ne de sanata bağlıdır, insanlığın manevî

yönlerine bağlıdır. Şimdi, bunları sizler için tek tek arz edeceğim. Bugün hüküm

Page 134: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

sürmekte olan buhranlardan bazıları, buhranın kendisi manevî bir içeriğe sahip

değildir, fakat onun kökü manevî yönlere dayanır.

İNTİHARLARIN ARTIŞI

Bugünkü dünyanın günden güne artan önemli sorunlarından biri de

intiharlardır. Araştırmalar neyi gösteriyor? İntiharların asıl kökeni nerededir?

Acaba örneğin fakirliklerden dolayı mıdır? (Zannedersem bugünkü fakirliklerin

kendisinin de iktisadî kökleri değil manevî kökleri vardır). İntiharlar daha çok

nerelerde artıyor? Fakir ve mahrum bırakılmış ailelerde mi? Eğer böyle

olsaydı meselenin başka bir şekli olurdu. Yoksa değil mi, maddi açıdan hiçbir

boşluğu olmayan ya da daha az olan yerlerde mi artmaktadır? Manevî

yönlerdendir, yani hayattaki başıboşluk duygulan, kendi ifadeleriyle başıboşluk

yollan, o halde ben, niçin yaşıyorum? Ne için bu dünyaya gelmişim? Bu hayatın

faydası nedir? Bu naziklik vaziyeti ve hayatın sorunlara karşısında direnme

gücünün yokluğu çeşididir. Yani eski dünyada kesinlikle sorun sayılmayan ve

hiç kimsenin bir saat dahi uykusuna dalmadığı çok basit bir sorun bugünün insanı

için "başka bir yol yoktur, kendimizi bu hayattan kurtarmalıyız" dediği yerde son

bulmaktadır. Burada bazı emareler vardır. Ben kendim bu emareleri yayınlayan

kendi gazetelerimizden bunların bir kısmını kesmiş ve "Hicab" gibi kitapla-

rımızdan bazılarında nakletmişimdir. Bu emareler göstermektedir ki teknoloji

açısından daha çok ilerlemiş olan ve maddî refah açısından daha ileri olan

ülkelerde intihar olayları daha fazladır. Araştırmalar, manevî boşluklar ve ruhî

doyumsuzlukların yokluğundan başka bir mesele olmadığını ispatlamaktadır.

DİNLENME VAKİTLERİNİN BOŞ GEÇMESİ

Bugün çok açık olan diğer bir mesele de, dinlenme vakitlerinin boş kalması

meselesidir. Çok ilerlemiş ülkelerde, teknik ve makinenin ilerlemesi neticesinde

işçinin iş saati azalmış, maaşı da nispeten yükselmiştir, elbette bu yönden işçinin

ücretinin yükselmesi ve iş saatinin, ruhundan ayrı kaldığı anlarının azalması

sevindirici bir durumdur. Fakat buna karşılık kendisi için dinlenme

vakitleri ortaya çıkmışta. Bu boş vakitleri neyle doldursun? Bu, bugünkü

dünyada bir sorundur, boş geçen vakitlerini hangi yollarla dolduracak? Ortaya

getirdikleri yollar, kendini unutma yollarından başka bir şey değildir. Zira insan

kendine geleceği yerde yine de bir boşluk hissetmektedir. Sinema, tiyatro vb.

gibi yollar şehevi yollardır ve insandaki boşluğu gidermeye yeterli değildir.

SİNİRSEL HASTALIKLARIN VE RUHÎ BUNALIMLARIN ARTMASI

Gün geçtikçe artan ruhî hastalıklar, sinirsel bunalımlar meselesi, hatta

ismine medeniyet hastalıkları dedikleri hastalıklar hakkında yapılan istatistikler

neyi göstermektedir? Acaba ruhsal hastalıklar geçmişte mi daha çoktur, yoksa

şimdi mi? Geçmişte istatistikler yapılmamaktaydı diyebilirsiniz. Fakat ilerlemiş

ülkeler, yaklaşık iki yüz yıldır istatistiklere sahip bulunmaktadırlar. Oradaki

Page 135: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

istatistikler özellikle göstermektedir ki insanoğlu ilerledikçe ve maddî refah

açısından yükseldikçe sinirsel hastalıklara ve ruhsal bunalımlara daha çok

yakalanmaktadır. Sinirsel hastalıklar kapsayıcıdır. Bazı sinirsel hastalıklar

ruhsal bunalımlara yol açmaz, genellikle barsak yaraları ve mide yaralan (ülser)

gibi cisimsel hastalıklara yol açar. Nitekim bu hastalıkların daha çok

sinirsel rahatsızlıklar sonucunda meydana geldiği söylenir ve bu hastalıklara

"medeniyet hastalıkları" ismini koymuşlardır. Yanlış anlaşılmasın, buradan yola

çıkarak refahı azaltmak gerekir sonucuna varmak istemiyoruz. Hayır, refahın

azalmasının veya yükselmesinin bir tesiri yoktur, menşei başka bir şeyin

yokluğudur. Bir zaman gelip de bazı kimseler benim, "insanlar refah içinde

oldukları için ruhsal hastalıklara tutulmuşlardır, o halde halkın fakirlik

içinde yaşaması kendisi için daha iyidir" dediğimi düşünmesinler, söylemek

istediğim sözlerimden böyle bir sonuç çıkarmasınlar. Hayır, şunu söylemek

istiyorum: Halk refah içinde olduğu ve bu sinirsel hastalıklar ve rahatsızlıkların

ortaya çıkmaması gerektiği halde bunlar yine de vardır ve geçmişten daha çoktur,

geçmişteki insanlar iktisadi yokluklara daha fazla duçar olmalarına rağmen şimdi-

ki insanlardan daha mutluydular.

GENÇLİK İSYANLARI, HİPPİLİK

Başka bir mesele, gençlerin tuğyan ve isyan meselesidir. Allah'a şükür ki

henüz aramızda böyle şeyler yok denilecek kadar azdır, tabi yok da değil, o var

olan miktar da başkalarını maymunvari bir şekilde taklit etmektir. Gerçekten

bizim gençlerimizde böyle tuğyan hareketleri yoktur, fakat onların böyle

yaptıklarını duydukları zaman, "biz de böyle yapalım" demektedirler. Hippilik,

bugünün medeniyetine sırt çevirmektir. Bütün imkân ve vasıtalara sahip olduğu

halde hayatın her şeyine hatta temizliğe bile sırt çevirmiştir. Medeniyetin tüm

ilerleme ve güzelliklerine ve tüm yollara sırt çevirmiştir. Normal bir elbiseyi

giymeği kabul etmez. Yeni bir pantolon kendisine verilirse ilkönce onu yırtar daha

sonra giyer. Ayağına eskimiş bir çarık alır. Yerin altına girip orada yaşa-

maktadırlar. Kendilerini uyuşturucu şeylerle tatmin etmektedirler. Zira hippilik,

hippiliğin detayları ve çare yollan ve temellerinin ne olduğu konusu, zaman olsa

iki-üç oturumda konuşabilecek kadar kendi başına bir konudur ve bugünkü

dünyanın en önemli konularındandır. Hippi neslinin kendisine göre bir fikri,

üstelik esaslı bir fikri de vardır, o da "batının bugünkü bu medeniyeti boştur"

görüşüdür. Belki kendisi bu boşluğun nerede olduğunu doğru açıklayamaz.

Acaba makinenin zayıflılığı ve makine mi boştur? Niye makine boş olsun?! İlim

mi boştur? İlim, boş olamaz. Fakat şu kadarım anlıyor ki bugün medeniyet adıyla

var olan şey boştur. Hippilik, bu neslin boş gördüğü medeniyete sırt çevirmesidir.

Doğu blokuna, özellikle de uzak doğuya yöneldiklerini görmektesiniz. Uzak

doğuda, Hintliler arasında bir maneviyat bir irfan mevcuttur. Gidip oralarda

kendilerini doyurabilmeyi görmek istemektedirler. Yapıcı bir şeyi olmayan bu

makine, sanat ve teknikten gidip orada bir şey var mı yok mu görelim

demektedirler.

Page 136: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

ŞEFKATİN AZALMASI

Diğer bir mesele, şefkatin azalması meselesidir. İnsanlar, makinelerin

parçalan halini almışlar. Bu insanoğlunda çok korkunç bir fakirliktir. Anneler

çocuklara karşı muhabbet hissetmemekte, aynı şekilde çocuklar da annelere ve

babalara karşı, kardeşler birbirlerine karşı, komşular birbirlerine karşı,

vatandaşlar birbirlerine karşı ve nihayet bir insanın başka bir insana karşı

muhabbet duygusu beslememektedir. Bugün var olan bu mesele çok önemli bir

meseledir, bu konuda nice hikâyeler yazılmıştır.

Bizim çok faziletli ve alim dostlarımızın biri bir kaç yıl önce ülser hastalığına

yakalanmıştı. Avrupa ülkelerinden birine gitti. Oğlu orada olduğu için hem

oğlunu görmek ve hem de orada tedavi olmak için o şehre gitmişti. (Geldikten

sonra) şöyle anlatıyordu: Bir gün ben ve oğlum bir lokantada idik. Ben daha yeni

hastaneden taburcu olmuştum. Bir masaya oturmuştuk, oğlum terbiyeli bir şekilde

kalkıyor ve bana hizmet ediyordu, çay getiriyor, kahve getiriyordu, hep etrafımda

dolaşıyordu. Elli-Altmış yaşlarında görünen bir karı-koca da karşı tarafta

oturmaktaydılar. Karşımızda oturmuş hep bize baktıklarını gördüm. Bu arada

oğlum geldi ve tekrar gitti. Onunla konuştuklarını gördüm, ona sorular soruyor-

lar o da cevap veriyordu. Daha sonra oğlum geldi ve "bana şunu sordular" dedi:

Senin böyle hizmet ettiğin adam kimdir? Benim bir hizmetçi olmam gerektiği ve

yaptığım bu iş karşılığında para alacağımdan şüpheleri yoktu. "Bu adama böyle

hizmet etmene karşılık ne kadar para alıyorsun?" diye sordular. Ben de, "bu, benim

babamdır" dedim. Onlar ise, "iyi, baban olsun, yoksa insan babası için bedava

olarak mı iş yapmalı?!" dediler. Ben şöyle dedim: Sonuçta bu, benim babamdır.

Ben burada okuyorum. Benim okuma paramı ve harçlığımı o İran'dan

gönderiyor. Bunu söyleyince ağızları açık kaldı ve şöyle dediler: Bu, çalışıyor,

gönderiyor, sen harcayasın diye öyle mi? Ben de; "Evet" dedim. İnanmıyorlardı.

Yavaş yavaş anladılar ve şöyle dediler: "Evet, biz de karı-kocayız, bir oğlumuz, bir

de kızımız var, oğlumuz falan yerde, kızımız da falan yerde ve biz şu anda burada

iki yalnız kişiyiz." Fakat daha sonra oğlum tahkik ettiğinde ortaya şu çıktı: "Biz

otuz yıl önce birbirimizle güzel bir şekilde tanıştık ve birbirimize karşı aşık

olduğumuz hissini taşıdık. Dedik ki bir müddet birbirimizle ilişki kuralım,

eğer ahlakımız birbiriyle uyuşursa evleniriz. Böylece otuz yılımız

geçti, çocuğumuz da yoktu. Bu flört dönemimiz otuz yıl sürdü ve bir yere de

ulaşmadı."

Şefkatin azalması meselesi, dünyada şaşırtıcı bir meseledir. Onlar da

insandır ve fıtrat açısından bizim gibidirler. Bizler de bir gün Allah göstermesin

bu tip insanlara dönüşebiliriz. Bu akşam gazetede gözüm bir resme ilişti,

gerçekten hayret ettim, insan insanlığını kaybettiği zaman makinenin bir parçası

gibi olur. Mısır'da bir uçağın düştüğü ve doksan iki kişinin öldüğü

yazılıydı. Havaalanındaki görevli; örneğin pilota haber vermek değil de ha-

vaalanlarının trafiğini düzenlemek olan bir kişi şöyle demiştir: "Evet, ben uçak

Page 137: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

geldiği zaman ve yüksekliği yaklaşık iki bin metre olduğunu ve üç bin beş yüz

metreden az olmaması gerektiğini görüyordum ve uçağın geleceğinin de uzun

sürmeyeceğini biliyordum." Demişler ki: "Niye söylemedin?". O da şöyle demiş:

"Bu, benim vazifem değildi, ben bu işle sorumlu değildim, beni başka bir iş için

görevlendirmişlerdi, ben kendi işimi yaptım." Çok güzel, sen bu işte görevli

değildin, fakat insandın. Demiş ki: "Eğer şu anda haber versem -haber

verebilirdim- pilot, kendisini bütün yolcularla birlikte kurtaracağını biliyordum,

fakat haber vermedim." Şefkat azlığının insanı nerelere çektiğini ve insanın başına

neler getirdiğini görünüz!

Başka buhran, aile düzenin parçalanması meselesidir, kadın ve kocasının

birbirlerine yabancı oluşları (Zira bizler bu duruma gelmek için son derece

çalışıyoruz), tez sona eren evlilikleri ve birbiri ardına gelen boşanmalar. Bu

konuların her biri, haklarında geniş bir şekilde söz etmeyi gerektirir.

AÇLIK MESELESİ

Bunlardan bazılarının manevî olmadığını fakat maneviyat kökenli olduğunu

arz etmiştik. Bu meselelerin kökeni manevî buhrandır. Örneğin açlık meselesi.

Joseph De Castro'nun "Aç insan' kitabını belki okumuşsunuzdur. Gazetelerde de

bazen şaşırtıcı istatistikler yayınlanmaktadır. Gerçek olan şudur ki bugün beş

yüz milyon aç vardır dünyada. Bazı bölgelerde şu sayıda aç bulunmaktadır

dedikleri zaman, tok bölgelerin içinden kimse istatistik yapmamaktadır. Örneğin;

"Afrika’da, Latin Amerika’da ve Asya’nın bir bölümünde şu sayıda aç

bulunmaktadır" demektedirler. Hâlbuki o tok olan bölgelerde de çok aç insan

mevcuttur.

Yapılan hesaplara göre şu anda dünya üzerinde beş yüz milyon aç insan

vardır. Eğer silahlara ayrılan paranın dörtte biri, hatta beşte biri kadarı kendi

ifadeleriyle yeşil alana, yani çiftçiliğin yayılması için harcansa, bu beş yüz

milyon insanın tümü kurtulur. Dediklerine göre; üç-dört yıl önce silah yatırımları

iki yüz dört milyar dolar idi. Şu anda ise dünyanın bu açlık tehlikesinden kurtul-

ması için elli milyon dolar yeterlidir. Organizasyonlar da konferanslar

düzenlemektedirler, fakat gazetelerin yazdıkları haberlere göre düzenlenen bu

konferanslarda yine de siyasi rekabetler hüküm sahibidir. İttikaat gazetesi orada

bulunduğumuz sırada bir hafta münasebetiyle yazmıştı, haber ajanslarının

verdikleri çok önemli bir haber şuydu: -Roma'da düzenlenen bir haftalık bu kon-

feransta en doğru haber buydu- Bu bir hafta içinde, aç insanlar için bir şeyler

düşünmek üzere buraya gelmiş bulunan çeşitli ülke temsilcilerine düzenlenen

karşılamalar en iyi karşılamalardandı, yani midelerini güzel yemeklerle tıka basa

dolduruyorlardı, sonra da içeri giriyorlardı.

Page 138: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

Amerika'da yılda yaklaşık iki bin dolar, köpek ve kedi yemeklerine

harcanmaktadır ve fazlası da dökülmektedir, fakat dünyada ölmeye ve yok

olmaya mahkûm olan açlar birbirinin peşi sıra gelmektedir.

YAŞAM YERLERİNİN KİRLİLİĞİ MESELESİ

Bir başka mesele de yaşam yerlerinin kirliliği meselesidir. Bizler de şimdi bu

sorunu kendi büyük şehirlerimizde, özellikle Tahran'da hissediyoruz. Yani insan

yaşamının en büyük temeli olan hava bugün öyle kirlenmiş ve gün geçtikçe de

öyle kirlenmektedir ki, insanı en büyük ihtiyacından mahrum etmektedir. Bu,

dünyada büyük bir sorun olmuştur. Bunun kökeni nedir? Acaba gerçekten

söylediklerine göre, makineleşmenin bir etkisi midir ve buna bir çare yok

mudur? Acaba dünyada var olan tüm bu makineler (genel anlamıyla) ve tüm

makineleşmenin doğurduğu imkânlar insanın ihtiyacı esası üzerinde midir?

Hayır, kesinlikle değil. İnsanın ihtiyaçlarıyla hiç mi hiç bağlantılı değildir. Bunları

bu şekle getiren sadece hırs ve arzulardır. Yapılan masraflar nasıldır? Bugün

dünya üzerinde tüketici masrafların olması için binlerce aldatmaca yollarına

başvurulmaktadır. Dünyanın tüm toplu ulaşım araçları masraf yapma konusunda

yalancı iştahların ortaya çıkması için büyük sermayedarların hizmetindedir.

Yani makineler hep üretmektedirler, fakat insanın bu kadar ihtiyacı olmadığı için

onları değişik araçlar, müzik aletleri, kadın parfümleri, filmler, televizyonlar ve

benzeri araçlar şeklinde üretirler. Bu araçlarla üretilen bu mallan insanın önüne

sermek istemektedirler ki insan bir taraftan hep para biriktirme peşinde

koşuştursun, diğer taraftan da makinelerin çarklarının dönmesi için süratle

harcasın. Evet, insan para biriktirme ve harcama peşinde koşuştursun diye bu tür

mallan ha bire değişik şekillerde üretmektedirler.

TOYNBEE'NİN ÖRNEĞİ

Herhalde bir yıl önceydi. İttilaat gazetesinde bir makale okudum, çok

hoşuma gitti. Asrımızın büyük toplumbilimci tarihçilerinden olan Toynbee'nin bir

makalesinin tercümesi idi. Bu makalesinde alaylı bir şekilde Kitab-ı Mukaddes'te

-Ahd-i Atik- yer alan bir konuyu yazmıştı: Allah büyük babamız Âdem’i

yaratınca onu cennete koydu ve bütün yiyecekleri onun istifadesine sundu.

O'na dedi ki; "tüm bu nimetlerden faydalan". Sadece yasaklanmış bir ağaç vardı.

Daha sonra şöyle dedi: "Yasak olan bu ağaca yaklaşma, eğer yaklaşırsan bunların

tümü yok olur." Fakat babamız Âdem, bilinen o hatayı işledi, o ağaca yaklaştı ve

ondan yedi, sonuçta kendisine, "Cennet artık senin yerin değildir, buradan

çıkman gerekir." denildi. Atamız Âdem cennetten çıkarılıp bu yeryüzüne indirildi.

İlk başta yeryüzünde yaşamak Âdem ve oğullarına çok zor geldi. Çünkü rızık

arayarak ve kaderini belirleyerek yaşamaya zorunlu ve görevliydiler. Fakat

insanoğlu yavaş yavaş kendisini yeryüzündeki hayata adapte etti ve bu yeryüzünü

kendisi için bir cennet haline getirdi. Denizlerden istifade etti, havadan istifade

Page 139: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

etti, orman ve otlardan faydalandı, hayvanlardan faydalandı... Artık yavaş yavaş

Âdemoğulları için cennet burası oldu.

İkinci hata, ikinci cennette meydana geldi, insanoğlu yeryüzü olan bu ikinci

cennetten zorla da olsa çıkıp gitmek zorundadır. İkinci hata nedir? (Bunu

Toynbee söylemektedir. Elbette ben onun dediği şekilde kabul etmiyorum.

Nedenini arz edeceğim). İkinci hata makine idi. Acaba üç-dört asır önceki

atalarımız ve büyüklerimiz, makineyi icat ettikleri ve kendilerine göre insanoğluna

en büyük hizmetleri yapmış olduklarını düşündükleri zaman nasıl bir araç icat

etmiş olduklarını biliyorlar mıydı? İnsanı yeryüzünden sürecek bir araç, yani

insan, artık yeryüzünde yaşayamaz hale getirecek ve yokluğa mahkûm edecek bir

araç icat ettiklerini biliyorlar mıydı? Makine da gün geçtikçe büyüyor ve insan

zayıflıyor, tıpkı ipekböceği ve ağı gibi, insan kendi bu ağında onu yapmağa

ve onun içinde ölünceye kadar ağ örmeye mecburdur. Ve ne yazık ki babamız

Âdem’i cennetten çıkardıysalar da gelip orada yeni bir hayata başlasın diye bir

yer var oldu, fakat eğer bu ikinci cennetten de çıkacaksa mutlak yokluğa mahkûm

olacaktır.

Daha sonra bu toplumbilimci tarihçi, makinenin tabiatla düşmüş olduğu bir

zıtlığı açıklamıştır; havayı ne yapmış, ormanlara ne etmiş, denizleri ve dereleri

hangi dereceye kadar kirletmiş, kaç bin tane balığın yumurtasını yeryüzünden

atmış, kaç kuş çeşidi insanın yaptığı makine eliyle ortadan kalkmış ve insanoğlu

tabiatın tersi bir çehreye bürünmüştür.

BÜYÜCÜ VE CİN HİKÂYESİ

Eski efsanelerden olan şöyle bir hikâye anlatılır: Büyücünün biri bir cini

tutmuş ve şişeye koymuştu, şişenin ağzını da kapamıştı. Gönlü istediği zaman bu

cini şişeden çıkarıp ondan yararlanıyordu (hayret verici ve şaşırtıcı işler). İşi

bitince de hemen cini şişenin içine koyuyor ve ağzını kapatıyordu. Onun bir

talebesi vardı, üstadı gibi olmayı ve ondan yararlanmayı arzuluyordu. Üstadın-

dan gizli bir şekilde bu cini şişeden çıkarmanın ve bu cini kendi hizmetine

vermenin sırrını elde etmeğe çalışıyordu. Bir gün hocasının yokluğundan

faydalanarak cini şişeden çıkardı ve ondan yararlandı cini şişenin içine tekrar

koymak istedi fakat onu şişenin içine koyma sırrını unutmuştu. Cini şişenin içine

koyamadı, onun şerrine tutuldu. Talebe cinden yararlanamayınca cin ondan yarar-

lanıyordu. Bunu makineleşmeye örnek olarak vermiştir. İnsanoğlu makineyi icat

etmişti, fakat onun kontrolü altından çıkamıyordu.

Fakat bizim kabul etmediğimiz ve mesele başka bir meseledir dediğimiz işte

budur.

Page 140: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

İLMİN KAYNAĞI: SİYANTİZM

Toynbee'nin görüşünün tersine, insanoğlunun hatası sanatkârların ve

buharlı makineyi icat eden kimsenin eliyle oluşmadı. İnsanoğlunun hatası

Francis Bacon ve onun takipçilerinin eliyle oluştu, "İlim, insanoğlunun her

şeyidir (siyantizm, ilmin kaynağı) bütün sorunların çözümünü ilimden

istemeliyiz" dedikleri gün bu hatayı başlattılar. Yoksa insanın kaç tane düşmanı

var? Cehalettir, hastalıktır, fakirliktir, ızdırap ve kederdir, zulümdür, hırs... vb.

şeylerdir. İnsanoğlunun tüm bedbahtlıklarının anası cehalet ve bilgisizliktir.

İnsanoğluna ilim, bilgi ve şuur ver, hastalıkların kökünü kurutmuşsun demektir.

Cehalet gitti mi bunların tümü ortadan kalkar. Bir kere insanoğlu için bir çıkış

yolu ortaya çıkmıştır.

İlim, gerçekten mukaddes bir gerçektir, ama ilmi kendi ikizi durumunda olan

imandan ayırdılar. "Geçmişte imanın yaptığı tüm işleri gelecekte ilim yapacaktır."

dediler.

Resul-i Ekrem'in (s.a.a) ne güzel bir sözü vardır:

"Hikmet (yani ilim, bilgi, gerçek) Mü 'minin yitik malıdır. Onu nerede ve kimin

yanında bulursa alır ve kendini ondan daha layık görür."([76])

Yani ilmin olduğu yerde iman da vardır. Yani ilmin olduğu bir yerde iman

yoksa ilimde yok demektir. Şu ifade, hayret verici bir ifadedir: "Nerede bulursa

onu alır." Aynı şekilde Ali (as) de şöyle buyuruyor:

"Hikmeti (ilmi) nifak ehlinin elinde de olsa alınız, ilmi, müşriğin elinde de olsa

alınız. "([77])

İlim ve hikmet her kimin elinde olursa, bir müşriğin elinde dahi olsa onu

gördünüz mü alın, zira o ilim onun elinde ödünç olarak bulunmaktadır.

Ey kardeş! İlim sana hizmetçidir.

O Hakk ehlindendir ve (onu alman) üzerine borçtur.([78])

İlim, senindir. Yani ne senindir? Sonuçta o, ilmi elde etmiştir. Fakat ilim

kendi konumunda yer almamıştır, ilim, imanın yanında yer almalıdır ve kendi

ikiziyle birlikte yaşamalıdır.

Bütün mucizeleri ilimden istediler. İnsanın bir düşmanı da zaaftır. İlim insanı

güçlendirir. Doğru da demişlerdir, ilim, insana kuvvet verir, ilim kuvvettir, bilen

insan kuvvetli insandır, fakat neye karşı kuvvet? Tabiatın karşısında. Hastalığın

kökünü kurutmak için ilim elde ediniz. Yerinde bir söz. Fakirlikle savaşmak için

ilim elde ediniz. Onun yarısı doğrudur, yarısı da doğru değildir. Yani ilim

aracıyla ekonomi düzeltilebilir, ama fakirlik her zaman ekonomideki

Page 141: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

eksikliklerden doğmaz. Sıkıntı ve bunalımlara üstün gelmek için ilim elde

ediniz. Yüzde yüz yanlışlık sudan çıkıyor. İlim, insanoğlunun sıkıntı, ızdırap ve

bunalımlarıyla savaşamaz. Zulmün kökünü kazımak için ilim elde ediniz.

Aksine, ilim zulmün elinde bir araç durumundadır. Hırs ve arzularla, yani kendi-

nizle savaşmanız için ilim elde ediniz. Esas itibariyle hiç elde edilmediği için ilim

hırs ve arzuların elinde bir araç oldu. Nitekim bugün sonuçlarını görmekteyiz.

İDEOLOJİ

İnsanoğlunun bir-iki asrı bu fikirle baş başaydı. Nihayet 19. asırda, "hayır,

ilim yalnız başına yeterli değildir, toplumsal felsefe ve ideolojide gereklidir"

denildi. İlimden yalnız başına bir şey çıkmaz. İlmin yetersizliği anlamında,

ideolojisi olmayan ilim karşıtı bir hareket ortaya çıktı. Gelip insanoğlu için

değişik "izm" lerden müteşekkil ideolojiler yaptılar. Fakat ideoloji, dünya

görüşünü ve insanı tanımayı istemektedir. Sonradan kendi toplumsal mektebinde

o mukaddes ideal sonucu almak için insan ve dünya hakkındaki görüşünü

söylemelidir. Gelip "dünya görüşü" nde Allah'ı uzaklaştırır. İnsandaki ruhu yok

eder. İnsanı ekonomik bir makine şeklinde tanıtır. Sonra değerli toplumsal bir

düşünce (ide) oluşturmak istedi. Fakat olmadı. Şöyle bir şey olmaz: Bir insana,

âlemde herhangi bir ilah yoktur, sende de hiç mukaddes bir şey yoktur, ama

mukaddes toplumsal düşünceler için iş yapmaya söz ver ve bunu üstüne al. Hırs

ve arzuya sahip olmamaya, zulüm etmemeye, başkasının durumuna acımaya söz

ver. Bu ikisinin birbirine zıt olduğu açıktır. İnsanı tanıma, dünya görüşünün felsefi

esaslar öğretisi, bu toplumsal düşünceye terstir. George Politzer, kitabında şöyle

yazmaktadır: "Biz her ne kadar felsefi açıdan materyalist isek de ahlaki açıdan

idealistiz." Acaba insanın felsefî açıdan materyalist olması, ahlaki açıdan idealist

olması mümkün mü?.' Söylemekle doğru olmaz.

Bir müddet kendilerini bu işle oyaladılar. Fakat acaba böyle bir şey de olur

mu?! Bütün bu telaşlar, imandan kaçmaları içindir. İlkönce, "İman değil, ilim"

diyorlardı. Fakat ilim tek basma işe yaramadı. Daha sonra, "iman değil,

toplumsal felsefe, meslek, meram" dediler. Fakat meram (maksat)m, bu dünya

görüşlerinin esası üzere pratikte hiçbir insanı yönü olmadığı için yenildiğini görü-

yoruz. Zaferler, yine aynı siyasi zaferler ve aynı yapılanmalardır. İddiaların tümü

Molla Nasreddin'in yorganın altındaki başıdır. İster doğu kutbuna bak, ister batı

kutbuna, ister emperyalizmine bak, ister sosyalizmine, işin sonunda yine geçmişte

başını çıkardığı yerden başını çıkarmaktadır.

AYDIN GÖRÜŞLÜLÜK

Bir başka grup geldi ve başka bir görüş ileri sürdüler. Şöyle demektedirler:

İlim ve bilgiden tek basma bir iş çıkmadığı kabul edilir, fakat sırf toplumsal

felsefeden de bir iş çıkmaz. Bir çeşit aydın görüşlülük meselesini ortaya attılar.

Gelip âlim ile aydın arasına fark koydular. Sartre ve başkaları geldiler ve aydın

Page 142: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

meselesini ortaya attılar. Dediler ki ilim ve âlimden, kültürden tek başına bir

şey çıkmaz. Aydını vücuda getiriniz. Aydın kimdir? "Aydın, öyle bir kimsedir ki

bir çeşit özel bir bilgiye sahiptir. O özel bilgi onu insanlık hedeflerine doğru

çekmektedir." Bilgi, haberden başka bir şey değildir. Bilgi, bilgi demektir. Acaba

bilgi ve haber insanı olgunlaştırabilir mi? Bizim İbn-i Sina'mız en güzel sözleri

söylemiştir. Şöyle bir sözü vardır:

"Bir hırsız fenerle geldiği zaman malın güzelini götürür." Bilgi, fezayı insan

için aydınlatmaktan başka hiçbir iş yapmaz. İlim insan için hedef yaratmadığı

gibi bilgi de insana hedef vermez. İlim, insana hedeflerine kavuşması konusunda

yardım eder, fakat insana, bu yoldan veya şu yoldan git şeklinde bir hedef ver-

mez. İlim, insana hedeflere ulaşması konusunda yardım eder. İlim, "ben

sana araç veriyorum, örneğin otomobil veriyorum." demektedir. Eğer eski

zamanlarda (Tahran'dan) Kum veya Kazvin'e girmek isteseydin iki gün iki gece

sürecekti, şimdi karada iki saatte gidebilirsin. Ama acaba ilim, "bu otomobille git

ve örneğin Kum'da fakirlerin yardımına koş veya git orada hırsızlık yap mı

demektedir?.' Makine, "yapmak istediğin her işi yaparken senin emrindeyim, ben

seni etkileyemem ve sana hedef belirtemem, her nereye gitmek istersen ben sana

yardım edeceğim" demektedir. Celal Al Ahmed'in "Garbzadelik" adlı kitabında

çok güzel bir sözü vardır. Orada şöyle demektedir: Bir gösteri üzerine bir piyes

vardı, ben tercüme ediyordum. Bir müddet onun hedefinin ne olduğunu

düşünüyordum. Sonunda şuraya ulaştım; şöyle ve böyle oldu, sonra herkes

gitmek istediği her yolda daha hızlı gitti. İlmin göstergesinin -ki ilmin göstergesi

sadece budur- insanı gittiği yolda daha hızlı ve daha tez maksadına ulaştığını

söylemekte olduğunu anladım. Bu doğrudur da. "Bilgi"den tek başına bir şey

çıkmaz. Kur'an, bilgililerin en bilgini şeytandı, kendi bilgisi de oldukça olgundu,

hatta "Allah'ı bilendi" diyor. Kur'an, "Allah'ı bilme" yi de yeterli saymıyor ve

sadece bilgilik yönüyle bilgilinin aydınlatmaktan başka bir değerinin söz konusu

olmadığını belirtiyor. Kur'an diyor ki, şeytan Allah'ı tanıyordu, Allah'tan haberi

vardı, peygamberlerin nübüvvetine inanıyordu, kıyametin varlığına iman ve iti-

kadı vardı (bütün bunların ikrarını şeytandan nakletmiştir) fakat tüm bunlara

rağmen kâfirdi. Niçin? Çünkü mü'min değildi. İman, bilgi üzerine kurulmuş bir

meseledir, fakat arzu ve istekle birlikte olursa. İman, teslim olmak, arzulara yakın

olan Allah'ı bilmek ve Hakk'ın dergâhına teslim olmak demektir.

Bugünkü insanın derdinin tek çaresi şudur: Arzulara yakın Allah'ı tanımak

ve teslim olmak ve Hakkın karşısında tevazulu olmak. Bundan fazla bir çare de

yoktur. Elbette Kur'an, her zaman ilim ve imanı yan yana zikretmiştir. Bugünün

insanı ilme sahiptir, onun derdinin çaresi imandır. Aydınca ve aydınca olmayan

bilgilerden yapılan bir iş yoktur. Bilgi sonuçta yine bilgidir.

Tüm bunları imandan kaçmak için söylemişlerdir, imanın sözü ortaya

gelmesin istemişlerdir. Aksine bilgi ve ilimle sorunları halletmeği istiyorlardı.

Fakat olmadı, felsefi bilgi de bir yere ulaşmadı, aydın görüşlü bilgi de bir yere

Page 143: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

ulaşmadı. Sonunda başka bir ses yükselttiler. Bir grup şöyle diyordu: Hümanist

kültür gereklidir. İnsan, kültürcü olmalıdır. Yoksa kültür, hümanist midir?! Kültür

insanoğlu için kültürdür. Kültür, sonuçta insanoğlu için bilgidir. Eğer siz

Sa'di'nin nasihatleri gibi tavsiye edilen kültürlerden Allah'a ve imanı alırsanız

geriye bir şey kalmaz.

DİNİN BAĞIŞLADIĞI İRFAN!

Sonuçta hümanist kültür olarak niteledikleri irfana yönelmeğe başladılar.

İrfanın esasının Allah'ı bilme ve Allah'a teslim olma demek olduğunu

bilmiyorlardı. İrfanı Allah'tan ayırmak ve bu şekilde bir irfan olsun istiyorlardı.

Çok hayret vericidir! Ben İranlıların bugünkü yazılarında irfana yöneldiklerini

görüyorum, Allah'ın ve dinin bağışladığı irfan! Bu, çok hayret vericidir!

İmkânı yok İmam Bakır şöyle buyurur:

"Dünyanın batısına gidiniz ve doğusuna gidiniz, sonuçta buraya gelip gerçeği

anlayıncaya kadar diz çökmelisiniz."([79])

Beşeriyetin geleceğinin imana teslim olmaktan başka bir çaresinin olmayışı

budur. Yani Allah'ı bilme, teslim ve tevazu içinde olmaya yakındır. İnsanın

bugünkü halledilemeyen buhranları ve sorunlarının tümü manevî ve ahlakî

buhranlardır. Bunun kökü nerededir? İman yokluğundadır. Geçmişte

insanoğlunun; menşei cehalet, bilgisizlik ve ilmin yokluğu olan birçok buhranları

vardı. Fakat bugün Allah'a hamd olsun insanoğlunun bu kanadı çok düzelmiş,

ilim kanadı olan bu kanadı güzel bir şekilde düzelmiştir. Fakat iman kanadı olan

diğer kanadı aynı şekilde kalmıştır (kuş bir kanatla uçamaz). İmanın da bazı

yerlerde düzeldiği ve bir etki bıraktığı gibi cehalet ve taassubun olduğu yerlerde

insan için bedbahtlıktan başka bir şey getirmez. Kur'an'ın dayanağı bu her iki ka-

natın üstündedir: ilim kanadı ve iman kanadı, insanoğlunun sorunlarının

hallolunması gerekliliği bu iki kanat iledir. Kur'an bazen ilimden ayrı söz eder,

imandan da ayrı, örneğin: "Kendilerine bilgi verilmiş olanlar dediler ki... "

(Kasas: 80) gibi. Bazen de ilim ve imanı birlikte anar: "Kendilerine bilgi ve iman

verilenler dediler ki..." (Rum: 56). Hem bilgi veren ilim, aydınlık ve güçlülük

ilmine sahip olanlar, hem de imana sahip olanlar. Bilginin insana aydınlık verdiği

sınır, tabiat fezasını insan için aydınlattığı yerdir. Güç, insanı tabiata hâkim kılar ve

onu tabiata yayar, tabiatı insanın hizmetine verir. Fakat iman bir kaleyi fetheder ki

o kale ilmin etki alanı içinde yoktur ve ilmin o kaleyi fethetmeye gücü yetmez. O

kale insanın kendi içindedir, insanın nefsidir. Şia ve Ehl-i Sünnet hadislerinde çok

itibar edilen bir hadis vardır, Resul-i Ekrem ne kadar da yerinde sözler söylemek-

tedir! Hangi sözün nerede kullanılacağını ve sözün hakkının ne zaman verileceğini

çok güzel belirlemektedir. Nefisle savaşma meselesini açıklamak istiyor. Bunu,

sahabelerinden bir grubun gurur ve iftihar içinde bir savaştan döndükleri bir güne

bırakıyor. Onları karşılayıp tebrik ediyor, fakat şöyle bir tebrikte

bulunuyor. "Küçük cihadı yapıp büyük cihada girenlere selam olsun." Ey Resulullah!

Page 144: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

Daha büyük cihat nedir? Diye soran sahabeler, geldikleri savaşa benzer başka bir

savaş sahnesi olduğunu zannettiler. Peygamber şöyle buyurdu: "Nefisle savaş"([80])

.

Yani benim İslam'ım iki cihadı istemektedir: Hem dış cephede tuğyan eden had-

dini aşan insanlarla savaş, hem de nefisle savaş. Biri tek başına yeterli değildir.

Mevlana bu konuda şiirlerinde gerçekten güzel bir tablo çizmiştir:

Ey şahlar! Dışarıdaki düşmanı öldürdük

Ondan daha beter bir düşman kaldı içimizde.

Söylediği şu şiir delilimdir:

Bunu öldürmek, ahi ve zekânın işi değildir

İçteki aslan korkak aslan değildir.

Siz, düşünce, akıl, felsefe ve ilimle nefsin kalesini zapt edebileceğinizi

zannetmeyin. Bu iş iman ister. Akıl ve zekâdan tek başına bir şey çıkmaz.

"Toynbee'nin söylediği o hata, makinenin icat ettiği değildir" demem bundan

dolayıdır. O hata arzu ve hırsların serbest bırakılmasıdır. Arzu ve hırsların serbest

bırakılması nereden kaynaklandı? Kullarda yegâne amil olan imanı

insanoğlundan aldığınız yerden kaynaklandı. İmana tekrar dönmemiz gerektiği

bundandır, imana dönmekten başka bir yolumuz da yoktur.

Bu gece, oturumumuzun son gecesidir, iki-üç kelime de musibet konusunda

zikredelim.

Hazreti Fatımatu'z Zehra selamullahi aleyha'nın varlığı üzerine konuşalım.

Ali ve Zehra'nın arasındaki sevgi ve şefkat bağı dünya tarihinin sevgi ve

şefkat örneklerindendir.

"Bizler bir güvercin çifti gibiydik, birbirimizden ayrılamıyorduk. Fakat bir

zamandır geldi ve aramıza ayrılık soktu. "([81])

Bazen Ali (as) gece karanlığında

mezarlığa gidiyor, uzakta duruyor ve sevgili karısı Zehra ile konuşuyordu. Selam

veriyordu, sonra kendini üzüyor ve bu üzüntüsünü Zehra'nın diliyle

cevaplandırıyordu:

Ben ne diye durmuş da sevgilimin kabrine selam veriyorum ve o bana

cevap vermiyor?! Sevgilim, mahbubum! Ne diye bize cevap vermiyorsun? Yoksa

yanımızdan ayrılıp gittin diye sevgiyi unuttun mu? Artık bizim senin gönlünde

yerimiz yok mu? Daha sonra kendisi cevap veriyordu:

Sevgili bana cevap verdi: "Bu ne bekleyiştir ki benden bekliyorsun, yoksa sen

benim bu toprak yükü altında mahpus olduğumu bilmiyor musun? "([82])

Page 145: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

Zehra Ali'ye şöyle vasiyet etmişti: Ey Ali! Beni defnettiğin ve kabrimin

üstünü kapattığın zaman kabrimin yanından hemen ayrılma, bir müddet bekle,

bu, İlenim senden istediğim bir andır. .. Ali kendi elleriyle Zehra'yı defneder.

Kendi elleriyle sevgili hanımının kabrini kapatır, toprağı kabrine döker ve yeri

düzeltip temizler. Elbiseleri hep tozlanmıştır. Elbisesini toz ve dumandan

silkeler. Şimdi sıra, bir müddet öylece beklemesine gelir.

Ali işlerini bitirince kalbinde bir miktar gam ve keder yer etti.([83])

Ne

yapsın? Kiminle konuşsun? Gönlündeki derdini kime söylesin? Peygamberin

kabri yakındır. Peygamberden daha iyisini bulamazdı. Peygamberin mukaddes

kabrine yöneldi:

Ey Allah'ın Resulü! Hem benim tarafımdan hem de kızın Zehra tarafından

sana selam olsun. Ali'nin durumunu soracak olursan, Ali'nin sabrı çok azalmıştır.

Ey Allah'ın Resulü! Çok yakında kızın sana, senin ümmetinin senden sonra ona

neler yaptığını söyleyecektir.([84])

Allah'ım gönüllerimizi iman nuruyla aydınlat. Bizleri "Allah'ı bilen" gerçek

mü'minlerden kıl, gönüllerimizi ahlakın kötülüklerinden temiz tut, kalplerimizi

ahlakî güzelliklerle donat, Müslümanlara, düşmanlarına karşı zafer ve yardım

bağışla, bizleri mukaddes İslam dininin gerçekleriyle aşina kıl, İslam, Kur'an,

peygamber ve yakınlarının değerini bilenlerden eyle bizi,

ölülerimize merhametini bağışla.

Page 146: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

EK:1

-A-

KOMÜNİZM AHLAKI

Page 147: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla

"Hamd, bütün varlıkları yaratan âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur.

Salât ve selam, Allah'ın kulu, Resulü, sevgilisi, günahlardan arındırılmış, sırrının

koruyucusu, risaletinin tebliğcisi, efendimiz, peygamberimiz, Ebu'l Kasım

Muhammed'e ve O'nun günahlardan arındırılmış tertemiz ve güzel yakınlarının

üzerine olsun. Lanetlenmiş şeytandan Allah'a sığınırım."

Asrımızda çokça gündeme gelen ahlak konusundaki görüşlere işaret

ediyoruz. Onlardan biri, komünizm ya da Marksizm ahlakıdır. Bu ekolün de

kendine göre bir ahlak sistemi vardır. Kaçınılmaz olarak her ekol, ahlak konusunda

bir takım ölçüler açıklamalıdır ki, hangi şey için insanlık değerini söz konusu

ettiği, ne tür bir işi ahlak kabul ettiği ve ne tür bir işi ahlak zıddı saydığı

şeklindeki sorulara cevap verebilsin. Bu ekolde tek bir şey ahlakın ölçüsüdür ve bu

ise toplumsal tekâmüldür, o da üretim araçlarının tekâmülü ile izah edilen bir

tekâmül. Marksizm ekolünün bir mantığı vardır: Hegel'in ünlü diyalektik

mantığı... Maddi olan bir felsefe ve dünya görüşüne sahiptir, özellikle on sekizinci

asırda yaygın ve revaçta olan, Hegel solcuğunun talebe veya takipçilerinden biri

olan Foerbach adında bir kişinin yeniden ortaya attığı bir maddeciliktir. Marks,

maddeci felsefe konusunda gerçekte Foerbach'a tabidir. Nihayet Foerbach

mantığı diyalektik mantığı olmamıştır. Marks, o diyalektik mantığı maddeci

felsefeyle birleştirmiştir ve ondan da dönüşümlü maddecilik ya da maddecilik (bu

kavramları kendileri söylüyor) veya diyalektik materyalizm meydana gelmiştir.

Aynı şekilde bu ekolün, tarihin mahiyeti konusunda özel bir görüşü vardır. Bu

görüş, ekonominin asilliği üzerine kurulmuştur. Şöyle demektedir: Tarihin asıl

mahiyetini ekonomi teşkil eder, nitekim buna, "tarihi materyalizm" denmektedir.

Görünüşte bu kavramı Engels ortaya atmıştır. Tarihi materyalizm veya tarihi

maddecilik, tarihsel bir mahiyete sahiptir demektir. Başka bir kısım, toplumbilimci

kısımdır. Toplumbilimci kısımda da, tarih felsefesi kısmında olduğu gibi, toplum

altyapı ve üstyapıya ayrılır. Toplumun altyapısı, ekonomi ve üretim ilişkileridir.

Üstyapı ise diğer şeylerdir. Marksizm ekolünün diğer kısımları elbette ekonomik

meselelere bağlıdır, yani realite olarak ekonomik mahiyete sahiptir,

Kari Marks'ın uzmanlık daimin olduğu şeye sahiptir. Marks, ekonomiyi bilen bir

kişi idi, ekonomi konusunda söz söyleyebilecek durumdaydı ve bu konuda bir

görüşü vardır: -her ne kadar bu görüşü de ilkönce başka ekonomistler söylemişlerse

de o bunu daha da genişletmiş olabilir- iş ve değer meselesine yöneliktir ki değer

sadece iş sonucu ortaya çıkar, sermaye değeri doğurmaz, bu izafî değer üzerine

sermayedann elde ettiği kâr ona ait değildir, aksine işçiye aittir. Bu, iş ve sermaye

konusunda özel bir görüştür.

Diğer bir kısım, komünizm ahlakı meselesidir. Bu ekol nasıl bir ahlakı

tavsiye eder ve nasıl bir ahlakı mahkûm eder? Bu ekolde ahlak için tek ölçü

tekâmüldür denilebilir mi? -Her ne kadar kendileri bu ifadeyi kullanmamışlarsa

da böyle bir sonuca varılabilir-yani toplumu ileriye götüren, toplumu değişmeğe

Page 148: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

doğru -ki değişme de bir devrim şeklinden başka bir şey olmamalıdır-

götüren, toplumu kemale doğru götüren her iş ahlaktır, her ne olursa olsun, her

surette ve her keyfiyette; toplumun tekâmülleşmesine engel olan her şey ise

gayri ahlakîdir, her ne olursa olsun. Elbette genel olarak söylemek istersek, bu,

hiç kimsenin ona muhalif olmaması gereken bir düşüncedir. Yani her ahlakî ekol,

tekâmülden ayrı ölçüleri açıklıyorsa da söylediği şey, "toplumun tekâmülü

ahlaka bağlıdır, benim dediğim ahlaka" olur. Her ne kadar ölçüye

tekâmül dememişlerse de hiç kimsenin, "ahlak, tekâmülün zıddıdır" şeklindeki

tavsiyeyi yapan bir ahlak olduğuna inana yoktur. Aksine, bu ahlakın tekâmülün

başlangıç ve şartı olduğu iddia edilir. Bunun üzerine, tekâmül ölçüdür diyen bu

görüşün ne özel bir şey söylediğini görmeliyiz. Ve gerçekte tekâmül

konusundaki görüşünün ne olduğuna bakmalıyız. Tekâmülü ne olarak biliyor ve

tekâmülün yolunu nasıl bir yol olarak göstermektedir? Bunlara bakmalıyız, bu

çok önemlidir.

DİYALEKTİK MANTIK

Bu ekolde mantık, bütün şekliyle diyalektik mantıktır. Diyalektik mantık, şu

kuralı bütün kabul edilmiş görüşler üzerine hâkim olarak kabul ediyor: Asıl

çelişki, başkalarının söyledikleri manada değil, aksine kendisine özgü manayadır,

yani "ben"ini inkâr, nefy ve zıddı olan her şeyi kendi içinde taşıyan bu esas ve

gerçekte kendisinin kendisiyle savaşı kendi içinde gizli bulunduğu için hareket

halindedir ve sakin değildir. O halde ikinci esası, hareket esası olur, zira hareket de

çelişkiden doğar, o da görünüşteki "ben"in içinden kaynaklanan bir çelişkidir,

dışsal bir şeyin görünüşte olan çelişkisi değil. Hareket bir takım tedrici

değişikliklere bağlıdır, hatta tedrici değişikliktir. Fakat her tedrici değişiklik,

sonuçta bir tek değişiklikle sonuçlanır. Bu her değişikliğin başlangıçta sayısal bir

yöne sahip olduğu manasındadır, yani sayısal bir artışa sahiptir- Bu artış sayısal

bir devam bulduğu sürece yavaş yavaş keyfi bir değişiklik doğurur, bir merhaleye

ulaşır. Bir ifadeyle, tedrici değişlik defi bir değişiklikle sonuçlanır. Diğer bir

ifadeyle kemmî değişiklik keyfî değişiklikle sonuçlanır. Meşhur örneği Hegel

zikretmiştir: Eğer biz suya ısı verirsek tedricen ısınır, sıfır dereceden bir dereceye,

beş dereceye, elli dereceye, doksan dereceye yükselir, ısı, suyu böylece tedricen

değiştirir. Fakat yüz dereceye ulaştığında ansızın defi bir değişiklik ortaya çıkar

ve o da şudur: Su, buhar olur ve başka bir değişikliğe, kemmî değişiklik keyfî

değişikliğe dönüşür, yani yüz dereceden yukarıda kesinlikle mahiyeti değişir, yani

ilkönce sıvı olan bir şey şimdi gaz olmuştur. İçerik değişir, içeriğin bu değişikliği

neticesinde ilkönce ona hâkim olan kanunlar -ki örneğin sıvı iken sıvılık kanunları

onun üzerine hakim idi- artık hakim olamaz, başka kanunlar -ki mesela gazların

sahip olduğu kanunlar- onun üzerine hakimdir. Kemmî değişikliğin keyfî deği-

şikliğe dönüşmesi bu zıtlığın sonucundadır. Çünkü "neticede bir harekettir ve

hareket zıtlığın zorunlu sebebidir" demiştik. Yükselen ısı derecesi başka bir

ifadeyle fazlalaşan kemmî değişiklik, zıtlık "şey"in içini fazlalaştırır manasınadır

ve kemmî değişikliğin keyfî değişikliğe dönüşmesinin manası şudur: Bu zıtlık ve

Page 149: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

keşmekeşlik kendi son derecesine ulaşmıştır ve son derecede, kendi asıl içinden

meydana gelmiş olan o zıtlık (her şey kendi zıddını kendi içinde taşır demiştik)

zafer kazanmıştır. O zafer kazanan, son merhaleye ulaşan zıtlık, meydana gelen bu

değiştirici durum, gerçekte üçüncü durum meydana gelmiştir. Birinci durum

doğma durumudur: "Şey"in meydana geldiği aynı başlangıç. İkinci

durum, "Şey"in olgunlaşması durumudur, "şey"in kendi zıddıyla kanlaşması

durumudur, üçüncü durum, o keyfî değişiklik durumudur, bu iki zıddın daha

sonra bir üçüncü şey şekline dönüştükleri o durumdur. Zira merhale, onun

tekâmül bulmuş durumudur.

O halde tabiatın akışı daima şöyle bir akış içindedir: Şey, kendi zıddını kendi

içinde taşıdığı bir halde meydana gelir. Kendisi ve kendisinin yokluğu, imkân

arasında keşmekeşlik meydana gelmektedir. Bu keşmekeşlik harekete dönüşür

ve işin sonunda bu ikili birbirleriyle daha yüksek yerdeki bir çeşitte birleşirler.

Zira bu, o keyfî değişiklik halidir. Birleştikleri zaman o sonraki hal önceki hallerin

tekâmül bulması halidir. Başka bir ifadeyle değişime uğraması halidir.

TOPLUMUN TEKÂMÜLÜ

Yukarıda sözünü ettiğimiz akışın aynısı toplumda da vardır: Toplum,

bulunduğu her merhalede kendi zıddını, yokluğun ve inkârını kendi içinde

taşımaktadır. Ve o da keşmekeş ve harekete dönüşür, sonuçta toplumun keyfî

değişikliğine, yani toplumda devrime yol açar toplumun toplumsal düzeninin

değişikliği başka bir toplumsal düzene dönüşür. Bu durumda zorunlu olarak, yeni

toplumsal düzen önceki toplumsal düzenden daha olgundur. Yine okendi

sırasında kendi zıddını kendi içinde besler ve tekrar keşmekeş ortaya çıkar,

sonuçta keyfî devrim meydana gelir ve tekrar daha yüksek yerdeki bir toplum

ortaya çıkar. Tüm bunların kökü de gerçekte, üretim araçları ve üretim

ilişkileridir. Toplum, üretim araçlarıyla vücuda gelir (üretim araçları,

kendileriyle insanın yaşama vasıtalarını meydana getirdiği araçlardır). Daha

sonra bu toplumun içinde tedrici olarak gerçekte altyapı ve üstyapı arasındaki

zıtlık olan, bir çeşit zıtlık meydana gelmektedir. Zıtlık, yavaş yavaş devrime

dönüşür. Biz her zaman toplumun devamlı iki sınıfa ayrıldığı hesabını elde

tutmalıyız: Önceki duruma bağlı sınıf ve yeni üretim araçlarına bağlı sınıf. Önceki

duruma bağlı sınıf, önceki üretim araçlarına uygun olan önceki üstyapıyı muhafaza

etmeyi ister, diğer sınıf da yeni üretim araçlarına bağlı olan ve toplum için yeni

üstyapıyı söz konusu etmek isteyen bir sınıftır. Bu keşmekeş etki yapar, fakat

zorunlu olarak yeni üretim araçlarına bağlı sınıfın zaferiyle sonuçlanacaktır. Şimdi,

toplumun geçmişine bağlı sınıfın kârına olacak her iş, ahlakın zıddıdır. İstediğiniz

şekli de verseniz, istediğiniz ismi de taksanız o iş ahlakın zıddı olacaktır. Eğer

siz; "bu şehirde çaresiz, fakir, çıplak, aç ve açıkça açlıktan ölen, hasta olan

insanlar var, artık benim için bir grup aç, zavallı, fakir insanın karnını

doyurmaktan, çıplaklarını giydirmekten ve hastalarını tedavi etmekten daha iyi ve

daha ahlaklı başka bir iş olmaz" diyecek olursanız, o diyecek ki "hayır, bu yeterli

Page 150: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

değildir, senin bu işinin neye yönelik olduğunu da görmelisin. Acaba senin bu

işin toplumu daha tez devrime çeker mi (tekamül devrim demektir, devrim de

tekamül) veya devrimi geciktirir mi? Eğer senin bu işin devrimi daha çabuk

olmasına sebep oluyorsa ahlakîdir ve eğer devrimin gecikmesine sebep oluyorsa

zıdd-ı ahlakîdir"! Buna karşılık, sizin gözünüzde kendisinden daha körü ve ahlaka

daha zıt hiçbir şey olmayan her işe de "ahlak dışı" demektedir. Örneğin insanlar

zalim ve zorbadır ve ben onların zulmünün önünü alacak bir iş yapabilirim. O ise

şöyle demektedir: "Senin işinin güzel olduğunu söylemem yeterli değildir,

sonuçta topluma neler bağışladığını görmem gerekir." Ah keşke sizin ahlakî ve

hayırlı işler olarak bildiğiniz işler, devrimi geciktirmeğe sebep olsaydı, devrimin

gecikmesi, tekâmülün gecikmesi demektir. Örneğin, çalışmalarınızın

mideleri doyurmak, çıplakları giydirmek ve hastalara ilaç vermek olduğu farz

edilse, bu, mahrum insanların teskin edilmesine sebep olur, hâkim sınıfa karşı

öfkelerini dindirir ve bir rahatlık ortaya çıkarır. Bundan dolayı iş kötüdür. Bırakın

her şeyin daha çok düzensiz olmasını o daha çok tahrik olur ve daha çok kızgınlaşır.

Sizin o zorbayı engellemek isteyişinizin sonucu mazlumu rahatlatmaktır.

Bu mazlumun zıtlığının onunla fazlalaşması için zulmedeni bırakın. Bunlar

arasındaki uçurum büyüsün, çünkü uçurum derinleşmedikçe devrim meydana

gelmez. Öyleyse meselenin özü budur. Şimdi konunun esas noktasına ulaştık.

MARKSİZM’E GÖRE TEKÂMÜL ANLAYIŞI

Dedik ki, eğer bu ekol ahlak ölçüsünü tekâmül olarak kabul ediyor şeklinde

söyleyecek olursak burası tam tenkit yeridir ve tekâmül karşıtı bir ölçü taşıyan

hangi ekolün ahlakî bir ekol olabileceği sorusu da doğrudur. Her bir ekolun kendi

inanana göre ahlakî ölçüleri, değişimli ölçülerdir. Pekâlâ, bu ekolün böyle bir

iddiada bulunmasının ne özelliği vardır? Bu sora elbette yerinde bir sorudur, bunun

için açıklama bazında şöyle demeliyiz: Bu ekol, tekâmülü özel bir gözle görüyor.

Bu ekol açısından tekâmülün toplumun içindeki zıtlıklardan doğan devrimden

başka bir anlamı yoktur. Başka ekoller, tedrici ıslahatlara ve tedrici tekâmüllere

kaildirler. Bir ekol "eğer bir zerre ölçüsünde dahi topluma hizmet edersem o bir

zerre, tekâmül yolundaki bir adımdır" inancındadır. Eğer ben bir zerre miktarı dahi

ahlakî iş yaparsam, o bir zerre sonuçta tekâmülün karmadır. Örneğin bir ara biz

ağacın meyve vermesini istiyoruz, başka bir zamanda tabağa yayılmasını

istiyoruz. Burada iki tür iş söz konusudur. Eğer ağacın meyve vermesini veya

ceninin dünyaya gelmesini istersek cüz'î gözetlemeler faydalıdır, bir ağacı,

herhangi bir kurt, afet ve bir solucan ona musallat olmasın diye, suyun

zamanında ona ulaşması, ışığın ona ulaşması, eğer gübreye ihtiyacı varsa

gübrenin ona ulaşması, eğer etrafı kazmaya ihtiyacı varsa etrafının kazılması {yani

bir takım tedrici gözetlemeler) konusunda ne kadar çok gözetlersek o ağaç daha

çabuk ve daha iyi meyve verir. Aynı şekilde rahimde olan bir cenin ne

kadar fazla gözetlenirse o kadar daha iyi ve daha sağlam olarak doğar. Ama bir

vakitte vardır ki biz kazanın patlamasını isteyeceğiz. Eğer kazanı patlatmak

istersek ona bir miktar su dökmemiz gerekir, bütün kapaklan kapatmamız, sonra

Page 151: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

buharlaşıncaya kadar ve bu kazanın patlayacağı dereceye kadar buharın tedricen

kaynaması gerekir. Küçük de olsa bu kazanda bir delik açarsak onun patlamasına

engel olur. O halde biz bunların ifadesiyle herhangi bir şeyin nitelik ve içeriğinde

bir değişiklik yapmak istersek ve topluma karşı Şöyle bir görüşe sahip olursak:

"Toplum, hiçbir zaman sağlıklı bir şekilde bir merhaleden başka bir merhaleye

adım atamamıştır ve atamayacaktır" bir sezaryen operasyonuyla yapılacak

değişikliklere yönelmek gerekir. Daima radikal, devrimci ve patlatın bir şekilde

bir merhaleyi geride bıraktırıp başka bir merhaleye ulaştırmadır. Zorunlu olarak

bu böyledir. Tekâmül -o da tekâmüllerin tümü- bunun ipoteğindedir (Bunların

altyapıyı nasıl bildikleri ahlak meselesi konusunda fark etmez, ister onu altyapı

bilelim, ister üstyapı fark etmez). Toplumun tekâmülü, onun patlaması yolundan

başka bir yolla meydana gelmez ve patlama, zirveye ulaşan çelişki ve karışıklık

yolundan ayrı olarak şekillenmez. Çelişki ve karışıklık eğer kendi zirvesine

ulaşmak isterse onda iki çeşit nokta yer amalidir: Bir çeşit, çatışmanın kendisidir,

diğeri de çatışmaya dönüşen işlerdir, yani rahatsızlıkların, tebliğlerin icadı ve

hatta operasyonların başlaması demektir, zira patlamanın gelecekte görünmesi

için halkın kızgınlığı daha fazla olmalıdır.

DEVRİM: AHLAK ÖLÇÜSÜ

O halde şöyle demek gerekir: Bu ekolde, ölçü tekâmül değil devrimdir. Her

ne kadar tekâmüldür diyorsak da bu ekol, tekâmülü devrim yolundan başka bir

yolda görmediği ve bu yoldan başka bir tekâmülü söz konusu etmediği içindir.

Ahlakî ölçülerin tümünün değiştiği yer burasıdır. Doğru veya yalan, bunlardan

hangi biri ahlakîdir? Şöyle demektedir: Eğer yalan devrimi hızlandırırsa yalan

ahlakîdir, eğer doğru devrimi hızlandırırsa doğru... Peki, emanet veya ihanet?

Bu konuda da şöyle demektedir: Bunlardan hangi biri devrimi hızlandırırsa o...

Cömertlik veya cimrilik? Hangi biri devrimi hızlandırır? Barış veya savaş?

Hangisi devrimi hızlandırır? Genelde bu ekol, tek değerli bir ekoldür. Bu ekolun

özelliği tek değerli oluşudur ve bu ekolde, ahlakta önemli bir mesele olan ve

eskiden açıklanmış olan, şimdi de fazlasıyla açıklanan, hatta komünizmden daha

yeni, yani egzistansiyalizmde de açık olan değerler çatışması meselesi

açıklanmamaktadır.

Değerlerin çatışması konusunda bir örnek verilir: Farz edin ki genç bir çocuk

küçüklüğünde babasını kaybetmiş ve sadece bir annesi vardır. Bu anne ise nice

sıkıntılar çekmiştir. Bir tek oğlu vardır, daha genç yaşında iken eşini kaybetmiş,

kocasız kalmış ve bir daha da kocaya gitmemiştir. Hayat ve mutluluğundan feragat

etmiş, örneğin bir külfet altına girmiş, zahmet çekmiş ve bu çocuğu büyütmüştür.

Şimdi bu genç daha yeni rüşdüne ermiş, büyümüştür. Bu anne ise, örneğin yirmi

yıllık verdiği zahmet sonucunda elde ettiği bu eserine bakınca lezzet alır ve şimdi,

rahat bir nefes almayı isteyişinin ilk zamanıdır. Yani bu anne tüm varlığını, tüm

ümidini ve tüm arzularını bu çocuğa feda etmiş ve bu arzu ve istek içinde kal-

mıştır. Bu çocuk, bu annenin tek ümididir. Diğer taraftan da farz edin ki bu gencin

Page 152: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

vatanı da bir krizle karşılaşmıştır, düşmanın hücumuyla yüz yüzedir ve anavatan

barış için yardım istemektedir. Gönüllüler ordusu komutanı düşmana karşı

savaşmak için onu istemektedir. Eğer vatanın genç ve dinamik insanları hesaplı

olarak hareket etmezlerse düşman gelir ve onların ülkesini ele geçirir. Burada bu

genç, iki ananın istekleri arasında kalmıştır, bir kendisini doğuran anası bir de

vatanı olan anası, -usulcülerin ifadesiyle- toplu değerlerle karşı karşıya gelmiştir.

Vatan anası "savaşa git." diyor, gerçek ve hakiki anası da "gitme" demektedir. Bu

anne, "gitme, benim tek ümidim sensin" diye yalvarıyor. Öbürü "git" diyor. İşte bu

kendi başına bir tür ahlakî çatışmadır, vicdanın çatışmasıdır, yani iki tür vicdanî

hüküm bir arada birbirleriyle çatıştıkları bir durumda mevcuttur. Bu mesele, bu iki

anneden hangi birine müspet cevap vereceğini açıklamaktadır. Ahlakın, örneğin

şefkat temeli üzerine koyulduğu ekollerde kişiler bu iki tür değerler çatışmasına

maruz kalmaktadırlar. Örneğin burada gerçekten iki tür çatışan atıfe (şefkat)

vardır: Anne sevgisi, vatan sevgisi... Anneye karşı şefkat, vatan karşı şefkat veya

başka bir ifadeyle, annenin onun omzuna yüklediği haklar ve vatanın onun

omzuna yüklediği haklar vardır. Şimdi bunun hakkı mı daha önceliklidir yoksa

öbürününki mi? Fakat bu ekol, tek değerli olduğu, tek bir şeyden başka bir şeye

değer vermediği ve o da toplumsal devrim olduğu için, onda değerlerin çatışması

meselesi açık değildir. Şöyle demektedir. Acaba o devrime (o da bizim "sınıfsal

devrim" dediğimiz devrim) savaşa gidişin mi yardım eder yoksa gitmeyisin mi,

buna bak... Hangisi o devrime yardım ediyorsa onu seç. Tek bir şeyde de hem

gidişinin hem de gitmeyişinin yardım ettiği bir tek şey mümkün değildir. Tek

değere sahip bir ekoldür. Bunun için de hiçbir ahlakî ölçü artık burada hâkim

olamaz. Örneğin devrimci bir savaşçının bir ömrü savaşta geçmesine rağmen

komünizmin kendisine hizmet etmiş olması mümkündür. Daha sonra gücünün üs-

tünde olan veya çok fazla bir zorluğa sahip olan ve bu sekide düşündüğü bir

merhaleye ulaşınca biran şöyle düşünür: Bu saate kadar bu arkadaşımızın atmış

olduğu her adım devrim yönünde olmuştu. Fakat daha şimdiden engel ve zor olan

bir düşünce kendisinde ortaya çıkmıştır. Onun su içişini ortadan kaldırdıktan,

yanionu parçalara ayırdıkları gibi. Artık bu adam ile elli yıl boyuna bu meram

aleyhinde savaşan adam arasında hiçbir fark yoktur. Bu ekole göre, insan tek bir

değerde ı başka bir şeye sahip değildir, frisanın değerini devrim tayin eder ve o bir

tek değerin kaybedilmesi halinde bu değere sahip olmayan veya kaybetmiş olan

on milyonlarca insanın ortadan kaldırılması ahlakın zıddı değildir, belki de yer

küredeki insanların üçte ikisinin de ortadan kaldırılması ahlaka ters değildir.

Çünkü bundan başka bir ölçü mevcut değildir.

Bu da başka bir ad altında zikredilen ve "ölçü, tekâmüldür" diyen ahlakî bir

ekoldür. Çok çekici bir ölçüdür ve sanki başka ekoller ahlak için tekâmülün

zıddını söylemektedirler, fakat eğer kendi özel manasıyla göz önünde tutacak

olursak, şöyle denilir: Ölçü, devrimdir ve bu, bunlara sahip olan toplum

biliminin özel görüşünden ve tarihi felsefenin özel görüşünden doğmaktadır.

Tarihin devrim şeklinden başka yolla ilerlememiş olduğuna ve gelecekte de

Page 153: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

devrim şeklinden başka yolla ilerlemeyeceğine inanan kimseler olması halinde, o

halde tekâmül, devrimin yetkisi altındadır ve ondan ayrı olan her şey

tekamülleşmenin tersidir, bundan dolayı da ahlakî olmanın tersidir.

FERDÎN ASLİYETİ VE TOPLUMUN ASLİYETİ

Komünizm ahlakı konusunda iki yönden söz etmek gerekir: Birisi, ferdin

asliyeti ve toplumun asliyeti konusundadır. Bir kimsenin, aslında ahlakî davranış

için tekâmülü tek ölçü olarak kabul etmemesi mümkündür. Bizler ferdin

değişimine ve toplumun değişimine sahibiz. Bazı vakitlerde de bu iki değişimin

arasında bir "bir arada bulunma" görünür, yani ferdin hakkı ile toplumun değişimi

arasında bir çatışma belirir. Bizim fert için hiçbir hak söz konusu etmememiz ve

gerçekte fert için bir asliyet söylemememiz ve asliyeti sadece topluma özgü

kılmamız ve "ferdin kendi başına bir özelliği yoktur, aksine Durkheim gibi

bazılarının ifadesiyle, fert kesinlikle itibar edilecek bir şey değildir, toplum,

gerçek bir iştir, var olan her şey toplumun malıdır ve ferdin kendi basma bir

şeyi yoktur" dememiz mümkündür. Benzetme gibi olmasın, Kur'an'ın mantığında

Allah hakkında geçmiş olan "ferdin Allah karşısında kendinden bir hakkı

yoktur" ifadesi gibi:

"İşlerin tümü Allah'ındır." (Al-i İmran: 154)

Her şey Allah'ın malıdır, ferdin kendisi de Allah içindir ve Allah'ındır ve bir

şeyi olsa da şu şekildedir: Kendisi Allah'ın kulu olan bir şey, Allah'ın mülkiyeti

altındaki bir mülkiyete sahiptir, yani fertlerin birbirlerine karşı haklan ve

mülkiyetleri vardır, fakat Allah'a karşı hesaplayacak olursak hiçbir hak ve

mülkiyetleri yoktur.

Aklıma bir hikâye geldi: Ebu Firas, güçlü bir Şiî Arap şairidir. Hicri on

dördüncü asırda yaşamıştır ve yaklaşık olarak Farabî devriyle muasırdır. Kendisi

Al-i Hemedan meliklerinin sarayında idi. Al-i Hemedan beyliğinin edebiyatı çok

seven, edebiyatı yaymaya çalışan, koruyan, belki de ilmi koruyan bir meliki

vardı. Onun hükümeti çok geniş olmamakla birlikte keyfiyet açısından değerli

idi. Bunun için Farabî, öğrenimi Bağdat ve diğer yerlerde tamamlandıktan sonra

Musul'a gitti ve öğrendiklerini Bağdat hilafetinden daha iyi bir şekilde araştırdı.

Oraya gitti ve aynı yerde öldü. Seyfu'd devle Hemedanî'nin onun namazını kıldı.

Herhalde Al-i Hemedan melikleri o melikten bu yana edebiyatı, eğitim ve öğretimi

sevmektedirler, bu tür şahısların genelinin kendi saraylarında fazla miktarda şair

yetişmiştir. Bir gün Seyfu'd devle Hemedanî şair ve edebiyatçılarla oturmuştu.

Şöyle dedi: Benim söylediğim bir beyit var, Ebu Firas'tan başka kimsenin onu

tamamlayabileceğini zannetmiyorum. Söylemiş olduğu şiir şu idi: "Leke cismi

taulluhu fe demmi La tutilluhu". Burada sevgilisine hitap ediyor, şöyle de-

mektedir: Benim bu varlığım senin varlığındandır ve ona hep sıkıntı veriyorsun,

o halde ne diye kanımı tümden dökmüyorsun?! Ebu Firas aniden o söz konusu

Page 154: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

maşuk tarafından cevap verdi: "Gale: in küntü maliken feliye'l emru küllühü".

Dedi ki; ben malik miyim yoksa değil miyim? Sen "benim varlığım senindir"

diyorsun. Eğer ben malik isem, ihtiyar (seçme) benim elimdedir. "İşin tümü

onundur" cümlesi, Kur'an'daki "İşlerin tümü Allah'a aittir." ayetine işarettir.

Bu ayet de çok güzel sözlerdendir.

Bu gün bu söz toplum konusunda meydana gelmiştir. Bu, aslında fert için

toplum karşısında asliyet, ihtiyar (seçme), özgürlük ve hakkın söz konusu

olmadığı bir takım toplumbilimci görüşlerdir. Fertler, toplum içinde birbirlerine

karşı hak ve sorumluluklara sahiptirler. Ama toplum karşısında bu sözün bir

manası yoktur.

ÖZGÜRLÜK VE EŞİTLİK

Bu ekolun görüşüne göre, mikyas (ölçü) toplumun tekâmülüdür. Toplumun

tekâmülüyle farklılık arz eden her şey ortadan kaldırılmalıdır. Fakat başka

ekoller bu şekilde söylememektedirler, kimileri ferdî asliyeti mutlak olarak

düşünmektedirler, kimileri de ferdî asliyeti mutlak olarak düşünmüyorlarsa da, az

da olsa, fert için bir asliyetin olduğunu söylemektedirler. Bundan dolayı da öz-

gürlük ve eşitlik meselesinde şu muamma daima vardır: Özgürlük ve eşitlik,

birbirleriyle çatışma halinde olan iki insanlık değeridir. Yani eğer fertler özgür

olurlarsa eşitlik ortadan kalkar ve eğer eşitliğin tam olarak yerleşmesi istenirse

kaçınılmaz olarak özgürlükler sınırlandırılmalıdır. Çünkü insan fertleri bir

fabrikanın çeşitleri gibi değildirler ki fabrikanın imal ettiği şekildeki gibi

aralarında hiçbir fark olmasın. Aksine biri daha çok yeteneklidir, biri daha az, biri

daha kuvvetli bünyeye sahiptir, biri daha zayıf, birinin başlangıcı olur, diğerinin

olmaz, biri tembeldir diğeri çalışkan. Eğer toplumu özgür müsabaka alanı olarak

kabul edersek bir grubun güçlü, yenici, diğer bir grubun da güçlü ve yenici

olmayacağı açıktır. Şimdi ya tembelliklerinden dolayıdır ya da güçsüzlüklerinden

dolayı. Özgürlük ister istemez eşitsizliği meydana getirir. Fakat eğer eşitliği

yerleştirmek istersek özgürlüğün önünü büyük bir dereceye kadar almamız

kaçınılmaz olacaktır ve belki de kişisel hakların önünü almamız kaçınılmazdır,

yani birinin malını elinden alıp bir başkasına vermeğe mecburuz.

Tıpkı bir hipodrom misali... Bir hipodromda atlan birbirleriyle yarıştırmak

istedikleri zaman iki durum söz konusudur: Bir zaman atlan askeriyenin atlan

gibi koşturmak istiyoruz, onları sıraya diziyoruz. Kulaklarının tümü ve başlan da

birbirlerine eşit olmalı ve herkes atını kontrol etmelidir. Bu şekilde atların tümü

bir ahenkle hareket eder. Hareket eden yüz tane askerî at örneğin birbirlerinden

onar metre aralıklarla onarlı gruplar halinde hareket etseler, hatta bir saat dahi

yürüseler hiçbiri diğerinin önüne geçmez, fakat burada atlarının özgürlüğünün

(serbestliğinin) önü alınmıştır, onların çoğu serkeşlik ediyordur ve hızlı gitmeyi

istiyordur, fakat binicisi ona izin vermiyor, çünkü diğer atlarla birlikte gitmelidir.

Fakat bir zaman vardır ki mesele, özgürlük ve müsabaka meselesidir, örneğin at

Page 155: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

koşturulan hipodromlar gibi. Orada kesinlikle biri arkada kalır biri de öne geçer. O

halde eğer atlara serbestlik verirsek, eşitlik ve beraberlik yoktur ve eğer eşitlik ve

beraberlik sağlayacaksak özgürlüğü ortadan kaldırmak zorunda kalırız. Özgürlük,

ferde ve eşitlik topluma taalluk eder. Ban kampında dayanak daha çok kişisel

özgürlük üzerindedir ve genellikle eşitlik payimai edilmiş ve ortadan

kaldırılmıştır. Doğu kampında da dayanak eşitlik üzerindedir, özgürlüğü ortadan

kaldırmışlardır. Orada eşitlik yoktur, burada ise özgürlük yoktur. Bunlar iki

değişik felsefeden kaynaklanmaktadır. Elbette meselenin önemli yanı şudur:

Acaba asıl olan ferdin tekâmülü mü yoksa toplumun tekâmülü müdür? Ya da

ferdin mutluluğu mu yoksa toplumun mutluluğu mu? Veya acaba tabii bir yol ve

özgürlük, insanın o tabiî hakkı olduğundan dolayı belirlenmiş bir sınır mıdır ki

ondan daha fazla başka özgürlük olmasın ve tekâmül de aynı ölçüdeki özgürlüğe

bağlı olsun, yani üçüncü bir ekol. Bu başka bir konudur.

BU GÖRÜŞÜN ELEŞTİRİSİ

Her halükarda amacım şu yöndedir: Eğer bir kimse ölçü tekâmüldür, derse

tartışmaya açıktır, zira bu şekilde tüm asliyetleri topluma vermişiz ve fert için

hiçbir asliyeti söz konuşu etmemişiz demektir. Tek değerli olmamız ise mümkün

değildir. Toplumun tekâmülü değerden biridir, ferdin tekâmülü de kendi başına

bir değerdir. Bundan dolayı bazen iki değerin çatışması meydana gelmektedir:

Toplumsal değer ve kişisel değer... O halde ilkönce bu açıdan komünizm ahlak

ekolu söz konuşu edilmeye ve tartışılmaya açıktır, yani şu ilkeyi kabul etmek

mümkün değildir: Ölçü, toplumun tekâmülüdür ve tek değerli olmalıdır. Fert ise

bir değere sahip değildir. İkinci olarak, biz toplumun tekâmülünü ölçü olarak

bilmek isteriz, ister tek ölçü olarak bilelim ve ister ölçülerden biri olarak

sayalım... Bu meseleyi kabul edemeyiz, tekâmül münhasıran -söyledikleri gibi-

keyfî değişiklikler ve devrimin etkisinde değildir, yani toplum devrim yolundan

başka b;r olgunluk yolu da takip edebilir ve belki de devrimin gerçek olarak

olgunluk yolu olduğu söylenemez. Nice devrimler, toplum için bir olgunluk or-

taya koymaksızın yapılmıştır. Herhalde bu mesele, tabiatın kendi olgunluğunu

her zaman kemmî değişikliklerin tebdili yolundan keyfî değişikliklere doğru,

devrimci yoldan izlediği küllî felsefî bir ilke, ne insanın dışındaki tabiatta doğrudur

ne de insanlık tabiatında. Eğer bir ağaç fidanını yere dikersek, kim böyle keyfî bir

değişikliği ortaya çıkarır? Hareket ettiği için bunun birinci merhalede tez

olduğunu ve daha sonra kendi zıddını, hareket halinde olan kendi içinde

taşımakta olduğunu kabul etmelisiniz. Oysa şu da, yanı kendi derunî zıddı

vasıtasıyla hareket etmiş olduğu da kabul edilemez. Şimdi farz-ı misal buraya

kadar olan kısmı kabul edelim. Biz örneğin bir armut fidanını yere dikelim. Bu

fidan tedrici olarak kendi tekâmül yolunu geniş bir ağaç oluncaya kadar

takip eder. Senelerce meyve verir, daha sonra da ihtiyarlar. Hiç de keyfî bir

değişiklik bulmaz ve ölür. O halde bu fidan hareket ediyor olmasından dolayı,

sizin dediğinize göre tez ve antitez merhalesini yani "şey" ve "zıt" merhalesini

veya hüküm ve hükmün zıddı olan merhaleyi takip etmiştir. Fakat biz, o mürekkep

Page 156: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

hüküm merhalesine veya sentez merhalesine ulaştığını görmeyiz. Eğer "bu

ağacın tümü hüküm merhalesidir ve onun zıddı, öldüğü zamanıdır ve zıddının

zıddı başka bir defa diğer bir ağacın meydana gelmesidir." derseniz, biz de, "o

merhalede ortaya çıkmış olan o hareket o halde ne idi?" deriz. Yirmi sene hareket

halinde idi. Siz diyorsunuz ki, "Kendi içinde bir zıtlık bulunmadıkça bir hareket

ortaya çıkmaz." Bundan dolayı ne cansız tabiatın böyle bir kanunu vardır, ne de

canlı tabiatın. Doğan bir insan kendi ömrünün devrelerini bu üç çeşit merhaleye

nasıl tatbik edebilir?! Böyle bir şey yoktur. O halde ikinci açıklama şudur: Bu

farziye, tekâmülün yegâne yolunun ister tabiatta, ister toplumda olsun devrim

olduğunu iddia etmektir. Bu görüş bu açıdan teyit edilmeğe değmediği için bu

ahlak da teyit edilmeğe değmez.

O halde bu ahlaki ekol ile ilgili olarak iki açıklama söz konusu-dur. Birinci

açıklama şudur: Toplum değişiminin yegâne ölçü olmasını kabul etmiyoruz.

Çünkü bu düşünce, toplumun asliyeti ve ferdin göreliği esası üzerine kurulmuştur.

Bu ise bir ilim ve gerçek değildir. Bundan dolayı eğer tekâmülü de ölçü kabul

etsek bile yine de tek değerli değiliz, kişisel ölçüler de vardır. İkincisi,

tekâmülü yegâne ölçü olarak kabul ettiğimizi varsaysak dahi tekamülün daima

devrim yoluyla olacağını kabul etmeyiz. Tabiat baştanbaşa bu şekilde olduğundan

dolayı çok sınırlı ve istisnai konular delil alınamaz, özellikle gözle görülen

gerçeklerin bu hükmün tersi olduğuna bakılarak, bu konular delil alınamaz.

Page 157: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

EK:1

-B-

AHLAKTA BENLİK MESELESİ

Page 158: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla

Lanetlenmiş şeytandan Allah'a sığınırım.

Görmedin mi Allah nasıl bin benzetme yaptı: Güzel söz, kökü

(yerde) sabit, dallan gökte olan güzel bir ağaç gibidir. Ki (o ağaç), Rabb'inin

izniyle her zaman yemişini verir. Allah, öğüt alsınlar diye insanlara

böyle benzetmeler yapar. Kötü sözün durumu da gövdesi yerin üstünden

koparılmış, kararı (yerinde durma imkânı) olmayan kötü bir ağaca benzer.

Allah, insanları dünya hayatında da, ahirette de sağlam sözle tespit eder. (İbrahim: 24 - 27)

En başta Hakk ve adalet yolunun en büyük şehidi İmam Hüseyin b. Ali'nin

(as) mübarek doğumu dolayısıyla hepinizi tebrik ederim. Geçen sene böyle bir

gecede aynı yerde, zaman ve yerin uygunluğu açısından "İslamî ahlakta aslî

mihver" adı altında kısa ve öz bir konu etrafında konuşmuştum. Fakat zaman

açısından o konuyu seçtik, çünkü "Nefsin yardımı" meselesi Hüseyin b. Ali'nin (as)

nurlu hayatının parlak bir bölümüdür. Yer açısından ise, burası mukaddes bir yer,

eğitim ve öğretim merkezi olduğu ve her yerden daha uygun olduğu açısından

böyle bir yerde terbiye ve ahlak özerine olan bir konunun açıklanması daha uygun

olur. Bu gece de bana öyle geldi ki hem zaman açısından, hem de mekân

açısından uygun, hem eğitim, öğretim, terbiye ve ahlakla ilgili, hem de zımnen bir

açıklama ve geniş bir değerlendirme olan başka bir konuyu, Hüseyin b. Ali'nin

(as) yaşantısının bölümlerinden birini açıklamak istiyorum. Bu gece bunun

etrafında konuşmak istiyorum. Konunun adını "Ahlakî güzellikler" şeklinde

koymamız uygun olabilirdi, fakat o konunun mukaddimesi olan başka bir adı

koyuyoruz, o da "ahlaktaki benlik" meselesidir. Çünkü bu önemli bir bölümdür

ahlakın ilk bölümü benlik bölümüdür. "Benlik bölümü" ne demektir? Her şeyden

önce sizin de bildiğiniz gibi toplumsal ve eğitimci terbiye ve adaletlere o kadar

değer vermeyen, aksine ona muhalif olan ve insanın daha üstün tabiata

dönmesine taraftar olan -bizim pratikte bunlarla bir ilgimiz yoktur ve onların

görüşü de reddedilmiş bir görüş olarak bilinmektedir- bir kısım ahlakî sistem ve

stillerden öteye diğer vesair ahlakî ekoller bilahare bir çeşit ahlak, özel bir ahlakî

stil, terbiyeye dayalı özel bir sistemi insanoğlu için gerekli ve zaruri olarak

bilmektedirler. Nihayet birisi şöyle demektedir: Falan ahlakî ve eğitici stil ve sistem

iyidir. Bir başkası, bir başka sitil ve sistemi temel esas yapıyor.

İNSANOĞLU NEDEN AHLAKA VE TERBİYEYE İHTİYAÇ DUYAR?

Şimdi, insan hayatında ahlak, eğitim, adetlerin -ki bilinen ifadeyle ikincil

tabiat (huy) olmaktadır- icadi ikincil tabiatın (huyun) icadı ve insan ruhunda "huy"

olarak adlandırılan yapılmış melekelerin ne gerekliliği vardır ve gerekliliğin

ortaya çıkması nasıl olmuştur? Bu, kendi başına bir hikâyedir, bir bölümdür ve

insanoğlunun yapısına bağlıdır ve o da insanoğlunun sanki arzu ve istekler

Page 159: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

açısından eksik yaratılmış olduğudur. Eksik olarak yaratılmış olan nedir? Hilkatte

(yaratılışta) hiçbir şey eksik yaratılmış değildir. Maksat şudur: Her bir hayvan arzu,

istek ve tabii sıfatlar açısından tabiatta kendi yaşantısına uygun olarak mücehhez

olmuştur, fakat yüce Allah insanoğlunu ölçülü olarak yaratmıştır (insan, zayıf,

olarak yaratılmıştır).(Nisa: 28) Onun isti'dadı terakki ve tekâmül açısından

hayvanlardan daha fazla olmasına rağmen istek, arzu ve kendisi için gerekli ve

zaruri olan tabiatüstü sıfatlar açısından çok zayıf ve eksik yaratılmıştır. Sanki

insanın tabiatında istidadı yerleştirmiştir ki insanın kendisine o eğitici yolu ve

gerekli olan o yaradılışı (huyu) seçmesi için öğretmen ve eğitimciler gelsin de

tabiatta var olduğu görülen bu noksanlığı tamamlayıp sonuçlandırsınlar. Bu

kendi başına bir hikâyedir. Resul-i Ekrem'in (saa), "ben, güzel ahlakı tamamlamak

için seçildim." şeklinde buyurduğu cümle bu konudadır. Yani insanın kendi

mutluluğu için gerekli gördüğü kazanılmış sıfatları tamamlayalım ve onu

kolaylaştıra-hm. Ulemanın usûl ilminde bir kural vardır. Şöyle

demektedirler: Kanunlarımızdan bazıları vardır ki kanun ile kanunun

tamamlayıcısı ayrı olarak yazmalıdır. O kanunun tabiatında, o bir tekin içinde

kanunun kendisi ile kendi tamamlayıcısının bir yerde yer almasına imkân yoktur,

yazılı tamamlayıcıya ihtiyaç vardır. Bu felsefi bir şifredir ve bundan başka imkân

da yoktur. İnsanın insanlığı şu süreçten başkasına sahip değildir: Başlangıçta insan

tabiatta öylesine eksik yaratılmıştır daha sonra eğitici ve ahlakî sistemler gelip o

eksiklik ve zayıflığı bertaraf ederler, böylece insan düşünce ve iradesinin

gücüyle kemal noktasına erişir. Bundan dolayı insanın ahlakî bir sisteme ihtiyacı

vardır.

İKİ ÇEŞİT AHLAK

Ahlakı temel esas olarak alan kimselerin iki grup olduklarını biliyoruz. Bir

grubun ahlakının esası, bencillik ve kendine tapma üzerine kurulmuştur,

kendisinin kuvvetli olduğu üzerine kurulmuştur, yaşama karmaşıklığı üzerine

kurulmuştur, kendi tarafını tatma üzerine kurulmuştur. Ahlak için bir tek esas ve

temelden daha fazla bir şey söylemezler, o da, kişisel hayatın korunması için

çalışmadır. Onların ahlakının temeli "benlik" tir. Örneğin Nietzche'yitemel esas

alan bir ahlak gibi. Hatta komünizm ahlakı da böyle bir ahlaktır. Bu ahlakın esası,

menfaatlerden -o da şahsî menfaatlerden- ayrı değildir, yani komünizmin felsefi

temeli, kendi ahlakını yayma ve benlik temelinden bir derece daha yukarı çıkma

imkânını ona vermez. Bunları bir yana bırakırsak, dünyada daha başka ahlakî ve

eğitici yollar vardır, adalet, doğruluk, dürüstlük, emanet vb. ahlakî faziletler adı

altında kelimeler oluşturmuşlar ve faziletleri kavramlaştırmışlardır. Bu ahlakların

tümü benlikle bir tür savaştır, insana "doğru sözlü ol, yalan söyleme" dedikleri

zaman, şahsi menfaatin olduğu yerde şahsî menfaatin hatırı için doğruluğu elden

bırakma demektir. Doğruluk, bir çeşit "ben"e tekme vurmaktır, insana, "nifakı

içinde taşıma, hırsızlık yapma, adalete bağlı kal, insaflı ol, eşitliğe riayet et"

denildiği zaman da aynı şekildedir. Ahlakî faziletler denilen tüm bu faziletler,

benlikle savaşmanın bir çeşididir, yani insan "ben"den vazgeçme makamına

Page 160: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

ulaşmadıkça ve pratikte bir çeşit fedakârlık olmadıkça kendisini ahlakî

faziletlerle donatabilmesine imkân yoktur. Ahlakta "benlik meselesi"nin en

önemli meselelerden olması bundandır.

AHLAKÎ FAZİLETLERE BAĞLILIĞIN TEMELİ

Şimdi bu konunun kök ve temeli konusunda insanlar, kişisel menfaatler

karşısında ahlakî faziletlere bağlanmaları, inanmaları ve iman etmeleri için nasıl

bir iş yapmalıdırlar ki doğruluk için, hakk için, adalet için kendi kişisel

menfaatlerinden vazgeçsinler. Ahlakı hangi esas üzerine koymalı, benliğiyle

savaşması, aynı zamanda mantıklı da olması gereken, dayanağı olması gereken ve

içi boş olmaması lazım gelen bir ahlak nasıl bir esas üzerinde kurulmalıdır.

Alexis Carel'den bir cümle nakletmektedirler: Dünyada, iffet, takva, hakk ve

adalet kelimelerinin perdesi altında (kim bilir) ne kadar fayda gizlidir! Yani bunlar

içi boş kelimelerdir, benliğin üzerine çekilmiş, hatta hakikat görülmeyecek

şekilde üzerine çekilmiş perdelerdir. Onun içi boştur, kabuğu olan, fakat içi

olmayan, içi boş olan bir ceviz veya badem gibidir. O halde ne yapmalı? Elbette iki

yol vardır. Bir yol, ayırt etme gücüne yeterince sahip olmama manasında parlak

bir akla, aklî yeterliliğe sahip olmayan kimseler içindir. Birçok temelsiz

düşünceyi, telkin ve sözün tesiri neticesinde insana empoze etmek mümkündür.

Bazen o insanda yalancı düşünceler oluşturulmaktadır ki o yalana düşünceler

için fedakârlığın ve vazgeçmenin de olması mümkündür, fakat bunun bir temel

ve kökü yoktur ve mantıkçıların deyimiyle en küçük bir şüpheyle şüphe edilen

yok olur. Örneğin bir askeri orduda öyle terbiye etmektedirler ki, yani öyle telkin

ve ilka tesiri altında bırakmaktadırlar ki, bağlılıkla bir su ve toprağa âşık

olmaktadır. Fakat birisi gelip de kulağının dibine oturarak iki şüpheli söz

söylerse tüm bu temeller çöker. Çünkü bunların tümü telkinlerden ibarettir ve bir

temel ve esası yoktur. Ve eğer bir başkası şüphelendirmezse kendi düşüncesini

kullanırsa, daha çok okursa, daha bilgili olursa, daha akılı olursa ve meseleyi tahlil

edebilirse ona, "falan hedef için gel canını ver, mutluluğunu ver, kendi lezzetini

feda et, bütün varlığını feda et" şeklinde telkin edilen bütün o sözlerin bir temeli-

nin olmadığını görecektir. Dört tane kitap okuyunca, düşüncesi birazcık

aydınlanınca; "Niye? Niçin? Yoksa benim her şeyi kendim için istemem

gerektiğinden başka bir şey midir bunlar? Sonuçta ne diye kendimi feda etmek

isteyeyim? Ne için?" şeklinde bir sürü soru sorar. Bunun hazırlığı "niçin" olunca bu

telkine dayalı eğitimin bütünüyle harap olduğunu görecektir.

Dünyanın, daha çok bilgilendikçe daha fazla inançsızlaşmasının ve ahlaki

esaslara bağlılığının daha çok azalmasının sun, galiba, insana öğretilen ahlakî

esasların bir mantığı olmayışı, dayanağının olmayışı, kendisine itibar edilmeyişi,

temelinin olmayışı ve bir takım telkinler esası üzerinde olmasından dolayıdır.

Ailede ona teklin etmişlerdir, anne ve babasını taklit etmiştir. Okulda aynı şekilde;

ders okuduğu zaman ve ahlakî esaslar üzerine düşündüğü zaman, devamlı

koruduğu esasların ve "toplumsal adalet şöyledir, doğruluk şöyledir, emanet

Page 161: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

şöyledir, özgürlük şöyledir" demesinin bir temelinin olmadığını bilmektedir.

"Ben hangi hesap ve melekelerle dört kelimelik söz için gelip kendi kişisel

menfaatlerimden vazgeçeyim? Ne için gelip vazgeçeyim?" diyecektir.

Eğer düşünürse böyledir. İnsanoğlunun eski zamanlarda sahip olduğu ahlakın

daha sonra açıklayacağım temiz bir toplulukta öteye, hangi esaslı temel ve binalar

üzerine kurulduğunu Kur'an şöyle buyuruyor:

"Görmedin mi Allah nasıl bir benzetme yaptı: Güzel söz, kökü (yerde)

sabit, dalları gökte olan güzel bir ağaç gibidir.

Ki (o ağaç), Rabb'inin izniyle her zaman yemişini verir. Allah, öğüt

alsınlar diye insanlara böyle benzetmeler yapar." (İbrahim: 24 - 25)

Bir sonraki ayette şöyle buyrulmaktadır:

"Allah, inananları, dünya hayatında da, ahir ette de tespit eder." (İbrahim:

27).

Onların ahlakının bir temel, bina ve esası vardır ve hiçbir güç o ahlakı

onlardan alamazdı. Evet, bunlardan başka halkın çoğunluğu, ahlakî düşünceleri,

kişiyi geçici olarak inandıran gücün ilka gücüne sahip olduğu söylenmiş olan

yere kadar taklit, telkin, hipnotizma ve benzeri temeller üzerine kurmuşlardır.

Fakat bilgin olan insan bu sözlerin etkisi altına daha az girer, bu ise ahlak

için büyük bir tehlikedir. O halde ne yapmalı? Eğer insan ahlaktan bütünüyle sarfı

nazar ederse bu kesinlikle insanlığın harap olması demektir. Her ne kadar da biz

birisine, "beyefendi, toplumun menfaati için şu işi yap, bu işi yapma" desek de

onun için kabul etme söz konusu değildir ve şöyle diyecektir: "Benim

söyleyeceğim bir doğrunun bu büyük okyanusta ne etkisi olur, fakat bir yalanı

söylediğimde kendi şahsımın menfaati için söylerim." Düşündüğü zaman yapılan

işte bir mantık olmadığını, bir dayanak olmadığını ve bir temel ve esas olmadığını

görecektir.

ALLAH'I TANIMA AHLAKIN TEMELİDİR

Kimileri "ahlakın bir temeli vardır." demektedirler. Tıpkı, "dinin evveli

Allah'ı tanımaktır" sözünde olduğu gibi. Allah'ı tanıma, dinin ilk taşıdır. Aynı

şekilde Allah'ı tanıma insanlığın ilk taşıdır, insanlık ve ahlakın Allah'ı

tanımaksızın bir manası yoktur. Yani hiçbir manevî davranışın, o maneviyat

silsilesinin başı ortaya gelmeksizin bir manası yoktur. Bunlar kolay sözlerdir ki

birisi gelsin de insaniyet adına ahlaka çağırsın. Ben, Bertrand Russel'ın mantı-

ğından daha ahmakça bir mantık görmüyorum. Bu adamın düşüncesi maddî bir

düşüncedir. Devamlı, "gelin, insanlığın menfaati için şöyle yapın" demektedir.

İnsan ruhunda bir temel olmadığı zaman ne diye insanlık olsun? Beni ne bağlar?

O insan benim karşımda bir ağaç veya koyun gibidir. Bu ahlakın bir temel ve

esası yoktur ve olamaz da. Dinin mantığına yönelik olarak da nasıl esasa sahip

Page 162: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

olduğunu, hangi tecrübe ve sınamaların onun sıhhatini ispatlamış olduğunu, ne

tür ahlakî düzenlemelerin sağlam kuralları ortaya çıkardığını ve bundan sonra da

çıkaracağını açıklayacağız. Burada bir yanlışlık baş gösteriyor, o da şudur: "Şeyin

imkânı üzerindeki en kuvvetli delil şey'in vukuudur" denilmektedir (öğrencilerin

ifadesiyle). Derler ki, Allah'ı tanımayan ve dini olmayan bir toplumda düzen ve

ahlakın olmaması hakkında ne diyorsunuz? Bizler, bugünkü bilinçli toplumun

ne kadar düzenli ve intizamlı bir toplum olduğunu görüyoruz, ahlaklı insanlar

vardır, kendi hak ve sınırlarını aşıp tecavüz etmemekte olan halklar vardır.

Şu anda manevî değerlere bağlı olmadıkları halde asla yalan söylemeyen

milletler mevcuttur dünyada. Bizler gittik ve gördük. Avrupa ve Amerika

milletlerini gördük. Onlar dine bağlı olmadıkları halde de yalandan, nifaktan,

aşağılamaktan, hırsızlıktan ve ihanetten sakınmaktadırlar. O halde anlaşılmaktadır

ki iman ve marifete dayanmaksızın ahlaklı olma yeteneği elde edilebilir ve

"benlik" ortadan kaldırılabilir... Bu sözü çokça işitmişsinizdir, ben de çok işitmiş

ve böyle bir şey olacağına uzun bir sürede inanmıştım, fakat şimdi sizler için bir

örnek vereceğim.

"BEN" VE "KENDİNE TAPMA"NIN ÇEŞİTLERİ

a) Kişiselden

İnsan, "benlik" ve "kendine tapma"ya uyduğu zaman, bir benlik, kendi

şahsının benliği olur. Kimi şahıslar yalnız başlarına yaşarlar, kendine tapma ve

kendine tapmaya bağlı olan rezilliklerin tümü, '-tecavüz çeşitleri, zulüm ve ahlakî

kötülükler onlarda mevcuttur- sadece ve sadece kendilerini görürler, kendilerinin

dışında bir şey görmezler. Merkezi kendileri olan, çevresi ise kendi kişisel

varlıklarının ve kişisel çevresinin etraf ve bahçesine tecavüz etmeyen bir daire

çizmişlerdir. Başka bir ifadeyle, bir daire çizmişlerdir, kendileri onun içindedir,

kendisinden başkaları ise tüm olarak onun dışındadırlar. Her şeyi kendileri için

isterler. Bu, kendine tapmanın zayıf bir çeşididir.

b) Aile "Ben"i

Fakat bazen kendine tapma dairesi biraz daha büyük oluyor, tabu ki burada

kendine tapma yine aynı kendine tapmadır. Fakat "ben"in dairesi bazen daha

geniş oluyor. Kendine tapan bu adam, eğer bir aile kurarsa ve bir kaç çocuk sahibi

olursa, onun evine girdiğiniz vakit, kendi ailesi içinde adil bir kişi olduğunu, tam

manasıyla kendi çocuklarına karşı adil davranmakta olduğunu, hatta onlar için

fedakârlık yapıyor olduğunu ve kendi çocuklarına aslaihanet etmediğini,

gerçekten yalan söylemediğini ve ihanet kastıyla kendi çocuklarına zorbalık

yapmadığını göreceksiniz. Nice insanlar görürsünüz ki kendi ev ve aileleri

çevresinde temizdirler, fakat aynı adam dışarı çıkınca her şeyi aile için

istemektedir. Kendine tapmadan doğan tüm rezil edici sıfatlar ailede olmadığı

halde aile dışında mevcuttur ve birlik daha büyük olunca hırs ve faaliyetleri de

Page 163: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

daha çok olur. Defalarca, gider dışarıda aile için yalan söyler, aile için zorbalık

yapar, aile için nifak yapar, aile için halkı yanlış yola sürükler, aile için nefsi

katleder. Bunların tümü kendi "ben"idir. O "ben"in bir miktar daha büyümüş

olduğunu görüyorsunuz. Birlik değişmiştir ama kendine tapma yine aynı

kendine tapmadır. Sizler, eve girdikleri zaman adil, fakat evin dışında zalim ve

zorba olan ve davranışlarında kötü hareket eden nice insanlar görmüşsünüzdür.

Acaba bunları ahlaklı insan olarak değerlendirebilir misiniz? Denilmektedir ki siz

bu adamın ne kadar düzenli bir adam olduğunu bilemezsiniz! Eve bir kilo elma

alıp getirince bunların tümünü aynı ölçüde getirir ve her çocuğuna hakkını ol-

duğu kadarını verir, kendisine yetişsin yetişmesin. Ben kendi evindeydim ve bu

adamın çocuklarına karşı adil olduğunu gördüm. Fakat bu tek başına ahlak ve

ahlakî fazilet değildir. Eğer bu adam kendi ailesinden, yani daha geniş olan kendi

benlik dairesinden daha fazla yayılırsa ve orada da aynı faziletler olursa

ahlaklı olduğu anlaşılacaktır, ama benlik dairesinin daha da genişlediğini, fakat

buna rağmen adamın evin dışında hırsız olduğunu, zorba ve yalana olduğunu,

zalim ve mütecaviz olduğunu görürseniz yine de kendine tapmanın var olduğunu,

fakat bu "ben"in aile "ben"i olduğunu biliniz. Yoksa birlikte iş yapan hırsızlar

birbirlerine ihanetmi etmektedirler? Hırsız olmalarına rağmen birbirlerine karşı

samimi ve dostturlar, fakat kendilerinden başkasına karşı böyle değildirler.

Dünyanın her neresine giderseniz göreceksiniz ki ya hırsızlık yapmak için veya

başka terslikler yapmak için ve bazen de halkın yaptığı işlerin iplerini ellerinde

tutan çeteler teşkil edilmektedir. Sonuçta çetedirler. Çete grubu kendi fertlerine

yalan söylemez. Birbirlerine doğru ve güvenilir haberler vermektedirler. Fakat

aynı fertler kendi dışındakilere karşı zalim ve mütecavizdirler. Kendi gruplarına

bağlı ve iyi olan bu kimselerin faziletle yüklü ve ahlakî faziletlere sahip oldukları

söylenemez.

c) Milli "Ben"

Bazen "Ben"in genişlediğini görüyoruz, gruptan da daha geniş oluyor, milli

"ben" oluyor, yani o birlik, milletin birliği oluyor ve o milletin fertleri kendi

içlerinde tıpkı kendi ailelerinin fertlerine karşı doğru söyleyen aile içindeki fert

gibidirler. Kendi "ben"i milli "ben" olan kişi kendi milletine karşı emindir, kendi

milletinde hırsız değildir. Gerçekte kendi şahsı için hırsız değildir, kendi şahsı için

yalan söylemez, kendi şahsı için zulüm etmez, kendi şahsı için kan dökmez,

kendi şahsı için ahlakî kötülüklerden birini yapmaz. Fakat bu "şahıs", diğer bir

ifadeyle kendi "ben"i olmuş olan o milli ruh ortaya geldiği zaman kendine

tapmaktan doğan ahlakî kötülüklerin tümü (daha geniş bir daireyle) ondan

kaynaklanır. Bugün görmekte olduğumuz, kişinin kişiye karşı zulüm

etmediği, fakat milletlerin en kötü zulüm çeşitlerini başka milletlere

karşı yaptıkları ve bunu kötü bir şey olarak da görmedikleri problemi işte bu

düşünceden doğmaktadır. Avrupa’da birinci derecedeki adamların sömürge

altında bulunan milleteler karşı yaptıkları zulmü kendileri için bir iftihar

saydıklarını görmektesiniz. Kendi milleti içinde bu kadar adil ve güvenilir olan ve

Page 164: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

kendi şehrinde, kendi vilayetinde, kendi ülkesinde ahlaka aykırı olan en küçük bir

ihanet ve davranışta bulunması mümkün olmayan bu kişi için başka bir milletin

sözü, varlığı söz konusu olduğunda bu düşüncelerin bir anlamı yoktur. Son

zamanlarda "dünya savaşı" adıyla gazetelerde yayınlanan kitapta ahlakî bir

anlayışın, yani adaletin sözü ortaya gelmektedir. Bu kitabın yazarı şöyle

demektedir: "Bu sözler, fertler konusunda doğrudur, milletler konusunda değil."

Doğru söylemektedir, o mantık aynıdır. Bütün ahlakî güzellikler ve faziletler,

dürüstlük, doğruluk, barış ve düzen, adalet, samimiyet, zayıfı koruma gibi ahlakî

güzellikler eğer o milletin menfaati için olursa doğrudur, o milletin menfaati

için değilse doğru değildir.

GUSTAVE LE BON' UN SÖZÜ

Gustave Le Bon "İslam ve Arap medeniyeti" adlı kitabının sonunda bir

bölüm açmış. Bu bölüm, doğu topraklarındaki milletlerin batı topraklarındaki

medeniyetlere niçin yönelmemeleri gerektiği konusuna yöneliktir. Bazı sebepler

zikretmektedir. Birinci sebep, kendilerinin tam olarak hazır olmayışlarıdır. İkinci

sebep, bizim yaşantımızın onların yaşam durumuna benzemeyişidir. Onların

yaşantısı basit bir yaşamdır, bizim sun'i ihtiyaçlarımız vardır. Bizim

medeniyetimiz bizim kendi durumumuza onların durumundan daha çok

benzerlik arz etmektedir. Onların basit bir yaşantıları vardır, bizim yaşantımız

ise, daha çok sun'idir. Daha sonra şöyle demektedir bu kitabında: "Bizim bunu

gizlediğimiz görülmektedir" devamla şöyle demektedir: "Bu zalimce

davranış tarzı, batılı milletlerin bunlara reva gördüğüdür." O zaman Amerika'da

ne yaptıkları, Okyanusya'da ne yaptıkları, Çin'de neler yaptıkları, Hindistan'da

neler yaptıkları konusunda bir açıklama yapıyor. Özellikle afyon savaşları olarak

ün yapmış savaşları zikretmektedir ki bu esnada İngilizler, Çinlilere hâkim olmak

için gelip afyonu insanlara musallat kıldılar ve onları uyuşturucu

müptelası yapmaya çalıştılar. Uyanık davranan Çin devleti başına ne

belalar getirilmek istendiğini anladı ve kendini müdafaa etti. Onlar savaştılar,

öldürdüler ve nihayet daha sonra top ve tüfek zoruyla afyonu onların arasına

sokmayı başardılar. İngilizlerin yılda on beş milyon İngiliz lirası kazandıkları

doğrudur. Fakat istatistiklere göre her yıl Altı yüz bin kişi afyondan dolayı yok

olmaya mahkûm ediliyor. Daha sonra şöyle diyor: İngilizler, Hıristiyanlığı

propaganda edenleri (İngiliz misyonerlerini) Çinlilere gönderdikleri zaman

Çinliler şöyle diyordu: Hayret! Sizler bir taraftan afyonu aramıza sokuyorsunuz ve

bizleri yokluk âlemine gönderiyorsunuz, diğer taraftan da bizlere iman ve

takvanın gereklerini öğretsinler diye misyonerleri gönderiyorsunuz!

BENLİKLE MÜCADELE'NİN İKİ ÇEŞİDİ

O halde doğru bir şekilde insan ahlakının insanî ahlak olması, insaniyet

temeli üzerine kurulu bir ahlakın olması, yani gerçekten "benlik" in ortadan

kalkması, yani gerçekten "benlik" in ortadan kalkması için ne yapmalı? Şunu da

Page 165: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

söyleyelim ki İslam'da o manadaki "benliği ortadan kaldırma" yoktur, fakat

benliğin genişliği ve şahsiyetin genişliği vardır, ama insanî şahsiyetin bütün

âlemdeki şahsiyetle aynı olması şekliyle vardır, bu şahsiyetin ince, latif, nazik ve

cihanşümul olduğu o dereceye kadar vardır.

Dünyada, dünyanın kendisinden memnun olduğu kimseden memnunum.

Bütün aleme aşığım çünkü alemin tümü O'ndadır.

Ve ancak menfi yönü olan "benlik" le mücadele şekli olursa fer (ayrıntı, asıl

olmayan şey) kişisel "ben" için söz konusudur. Bu "Ben"in manası sınırlılıktır,

yani bir sınır söz konusudur. İnsanın bir sının söz konusu olur ve sınırın dış

tarafını daima sınırın içine feda etmek ister. Bu, "benlik" tir ve "benlik' le iki tür

mücadele yapılabilir. Birisi, "benlik" i zayıf düşürmemiz, ortadan

kaldırmamız, tıpkı Hintlilerin, Budistlerin yaptıkları ve az-çok bazı Müslümanlar

arasında da revaç bulan davranışlar gibi. Bu, İslam açısından yanlıştır. İkincisi

de, bütün insanları ve âlemdeki tüm varlıkları kapsayacak "benlik"in sınırını

genişletmemizdir. Yani sonsuz bir parlaklığa sahip bir daire olacak ve artık sınırın

dışında bir şey kalmayacak şekilde. Bu, aynı durumda menfi bir mücadele de

değildir. Bundan dolayı da İslam'da "benlik" le mücadele edilmesiyle birlikte

kendi "ben"inin hak ve sınırlarını korumak ve kendini müdafaa ermek de vaciptir.

Geçen sene "nefsin büyüklüğü" konusunda yaptığım konuşma, bir çeşit "benliği

koruma" etrafındaydı, ama ahlakî rezilliklerle şekillenmeyen bir benliğin

korunması etrafındaydı. İslam'da konu aynen bu şekildedir ve "benlik" genişlik

bulmuştur. İslamî ahlakın çevresi, belirli fertler veya topraklarla sınırlı değildir.

Müslümanlar veya Müslümanlar dışındakiler için sınır söz konusu değildir. Yani

İslam sınırının içinin, tecavüzü caiz görmeyip bu sınırın dışının, tecavüzü caiz

bilmesi şeklinde değildir. İslam, gayri Müslimlere karşı da tecavüz ve zulmü caiz

görmüyor. Elbette cezalandırmaları caiz görüyor -Müslüman ve

gayri Müslimlerin her birinin kendilerine karşı- fakat tecavüz cezalandırmadan

ayrı bir şeydir.

ALLAH, AHLAKÎ FAZİLETLERİN TEMELİ

Dinî terbiye konusuna geldiğimiz zaman bu düşüncelerin artık içi boş

düşünceler olmadığını görüyoruz, içi dolu düşüncelerdir. Hakk, adalet, barış,

birlikte yaşama, iffet, takva, maneviyat, doğruluk, dürüstlük ve emanet, bunların

tümü içi dolu olan sözcüklerdir, bir temel, esas ve mantığa sahiptirler. Konunun

aslı, bizim ahlak için ne tür bir mantığı elde etmemiz gerektiğidir. Acaba ahlak

için Allah'ı tanıma ve marifetullah yolundan ayrı bir mantığı delil olarak bulabilir

miyiz? Hayır. Bütün bu düşüncelerin itibar ve dayanakları Allah'ı tanımadır. Eğer

iman olmazsa, ahlâk, değeri olmayan sahte bir para gibidir. Başta bir grup insanın

anlamaması mümkündür, fakat esas ve temeli yoktur. Yoksa Fransızlar evrensel

insan haklan beyannamesini yayınlayan ilk kimseler değiller miydi? Fakat bu

beyanname Birinci ve İkinci dünya savaşında nereye gitti?! Cezayir hadisesinde

Page 166: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

nereye gitti?! Yoksa orada insan haklan yok muydu?! Yoksa bir milletin kendi

hakkını istemesinden başka bir şey miydi?! Bunun dışında bir şey değildi. O

zaman neler olmadı ki'. Acaba kadınlara mı acıdılar? Çocuklara mı acıdılar?

Medeniyet örneği olan tarihi eserlere mi acıdılar? Kütüphanelere mi acıdılar?

Kültürel müesseselere mi acıdılar? Mabetlere mi acıdılar? (içinde bulunduğumuz

şu zamanda görmektesiniz) Niçin? Çünkü temeli yoktu. Kur'an-ı Kerim'in bu

konuda bir açıklaması vardır. Şöyle buyurmaktadır:

"İnsanlardan öylesi var ki, dünya hayatına dair sözü hoşuna gider. Kalbinde

olana (sözlerinin kalpten geldiğine, sözünün özüne uyduğuna) Allah'ı şahit tutar.

Oysa o, hasımların en yamanıdır." (Bakara: 204)

Halktan bazı insanlar vardır ki konuştuklarına baktığın zaman, yazdıklarına

baktığın zaman, verdikleri demeçlere baktığın zaman, kitaplarına baktığın zaman

heyecana kapılırsın, haz ve lezzet duyarsın ve çok düşünceli bir milletin, çok

hakk tarayan bir milletin ne güzel beyannameler yayınladıklarını düşünerek bu

hoşuna gider senin. Çok te'kid ederler: "Allah'ı kalbinde olana şahit tutar."

Allah'ı da, söylemekte oldukları şeylerin ruhlarının derinliğinden

kaynaklandığına şahit tutarlar. Ama yeri gelince düştüğü zorluklar karşısında

neler yapacağını bilmiyorsun:

"Dönüp gitti mi (veya işbaşına geçti mi) başlar yeryüzünde bozgunculuk

yapmağa, ekin ve nesli yok etmeğe" (Bakara: 205).

Bir dereceye kadar o zorluk ve bencilliklere düştüğü zaman kendisi için boş

ve manasız olan o sözlerin bir etkisinin olmadığını görürsün, dünyayı altüst etmek

ister. "Yeryüzünde bozgunculuk yapmağa başlar." Ve "İnsan neslini ve ekinleri,

bayındırlıkları yok etmeğe başlar." Dinde "benlik" in sının yoktur, yani ahlakî

faziletlerin sının yoktur ve dini ahlak, dindar ve dindar olmayanı tanımaz. Önce

Kur'an ayetini okuyalım. Nisa suresinde şöyle buyrulmaktadır:

"Ey inananlar, adaleti tam yerine getirerek Allah için şahitlik edenler

olun, kendinizin, ana babanızın ve yakınlarınızın aleyhinde bile olsa, (şahittik

ettiğiniz kimseler) zengin veya fakir de olsalar (adaletten ayrılmayın)..." (Nisa: 135)

Bu dinin eğitimidir, bu eğitim ve öğretim konusunda kim bilir ne kadar

misaller vardır, fakat vaktimiz olmadığı için bunlara şimdilik değinmeyeceğim.

Maide süresinde, Müslümanları Mekke'ye girmek istedikleri zaman,

Müslümanların başına musibetler getirmiş, Peygamber'in (s.a.a) dişini kırmış,

Peygamber'i (s.a.a) kendisinden çıkaran, onu sürgün eden, peygamberin aziz

arkadaşlarım yerlerde süründüren ve kanlarını akıtan Mekke'ye girmek

istedikleri bir esnada Kur'an şu emri veriyor:

Page 167: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

"Bir topluluğa karşı duyduğunuz kin, sizi adaletten saptırmasın. Adil

davranın, takvaya yakışan budur.. ." (Maide: 8)

Evet, size düşman olan bir topluluğa karşı olan düşmanlığınız sizi adaletin

sınırlarından dışarı çıkarmasın, adalet sınırlan içinde davranın, onların Müslüman

olup olmadıklarını düşünmeyin, ya düşmandırlar veya değildirler, bu sözleri bu

hesapla getirmeyin, ahlakî faziletlerin temeli Allah'tır, sizler, Allah için ahlakî

faziletlere bağlısınız, Mü'min öyle bir kimsedir ki ahlakî faziletler konusunda,

akraba, aile ve soydaşları tanımaz, mahalle halkını tanımaz, grubu tanımaz, hizip

ve partiyi tanımaz, hatta dinin kendisini de ahlakî faziletler konusunda söz konusu

etmez. "Benlik" i öyle geniş tutar ki Onun ışığı, etkisi sonsuz olur. Her şey

bendendir: "Her mülk, bizim mülkümüzdür. Zira mülk bizim

Rabbimizdir." Herkes bizdendir.

İMAM HÜSEYN (A.S.) VE AHLAKÎ FAZİLETLER

Hüseyin b. Ali'nin (as) hayatının bir bölümü -ki işaret edip geçeceğiz- budur

ve çok değer dolu bir bölümdür. Hüseyin b. Ali'nin tarihini hepiniz biliyorsunuz ki

hangi durum içinde kıyamım başlatmış, hangi zorluklar ve sıkıntılar içinde idi ne

zulümler işlendi. Fakat aynı zamanda ahlakî meseleler konusu ortaya geldiği

yerde acaba kendi düşmanının aleyhine dahi olsa ahlakı çiğnemeğe hazır mıydı?

Kesinlikle hayır. Müslim b. Akil, O'nun terbiyesiyle yetişmiş birisiydi, bir

taraftarıydı, Onun bir komutanıydı, İbn-i Ziyad'ı öldürmek için eline en iyi

fırsatlar geçmekteydi, fakat eline bu fırsatın geçtiği anda İslam'ın bu tür

savaşmaya karşı olduğunu, bu tür savaşmayı kahramanca bulmadığını

düşünüyordu. O'na, "Onun Müslümanların üstündeki zulmünü yok etmek için

niye bu fırsattan yararlanmadın?" diye sorulduğunda, O, şöyle cevap verdi: İşte

tam o sırada Peygamber'in (s.a.a) hadisi aklıma geliyordu:

"İman, gafilce öldürmelere izin vermez.".

İman, Müslüman’ın, kendi dinî sınırlarının dışında olan kimseye dahi tecavüz

etmesine izin vermez. Bu kahramanlık ve erkekliğe yakışır bir tavır değildir, ben

böyle bir harekette bulunamam.

Düşman susuz kaldığı bir durumda yol ortasına geliyor. "Bu fırsattan

istifade edelim, suyu onların üstüne kapatalım" diyorlar. O ise, şöyle söylüyor:

Sakın böyle yapmayasınız, bizim mücadele ve savaş yolumuz, onların üstüne

suyu kapatmamız şeklinde değildir, onlara su veriniz, atlarına da su veriniz. Şu

aran savaşmak için en iyi an olduğunu kararlaştırıyorlarken, O, "onları yok etme

açısındansa evet, fakat hakk ve kanun açısından nasıl olur? Oysa onlar henüz

bize tecavüz etmemişler (saldırmamışlardır), onlar Müslüman’dır, biz de

Müslüman’ız, onlar saldırmadıkça biz kendimizi müdafaa etmeyeceğiz." diyor.

Şu ahlakî düzenliliğe bakın. Bu, Allah'ı tanıma temeli üzerinde kurulu olan bir

ahlaktır. Bu ahlakı hiç kimse yerinden sarsamaz. Kişisel menfaatler, hayat

Page 168: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

sevgisi, kendini koruma, aileyi koruma, riyaset ve hilafet makamı onu yerinden

sarsamaz.

Hatta kanlı Aşura gününde onların en şerirlerinden bir tanesi arkadan

geliyor, kazmış oldukları hendek ve çukurlardan habersiz olarak gece

karanlığında ansızın saldırmayı istiyor, kızıp sinirleniyor ve hakaret etmeye

başlıyor. Bir kişi şunu arz ediyor: "Ey Resulullah'ın torunu! İzin verseniz de bir

sopayla şunun kafasını koparayım." O ise, şöyle buyuruyor: "Onlar ilkönce savaşa

başlamadıkça bizim için caiz değildir, ilkönce onların başlatması gerekir ve sonra

bizler müdafaa etmeliyiz." Bu ahlakî düzenliklerde, artık onda "ben" yoktur,

onda "şahıs" yoktur, aile yoktur, mahalle sakinleri yoktur, şehir ve vatan yoktur, su

ve toprak yoktur, soy ve milliyet yoktur, insaniyetten de birkaç derece daha

öteyedir, cihan şümuldur.

Ahlaktaki benlik meselesinin dinden başka hiç bir şey ile hal olmamasının

sebebi budur. Komünizm ahlakı, Nietzcheizm ahlaki ve Makyavelizm ahlakının

her biri sınırlı ve belirli bir şartta faydalı olan bir ahlaktır ve kesinlikle ahlakî bir

mektep (ekol) olarak da sayılmazlar. Birer aksiyondurlar. Onlar da belirli bir şartta

ifrata kaçan aksiyonlardır. İslam, benliği geniş tutmasıyla birlikte kişinin haklarının

korunmasını da gerekli saymaktadır. Şöyle demektedir:

"Allah, kötü sözün açıkça söylenmesini sevmez. Ancak

zulmedilen hariç" (Nisa: 148).

Böyle geniş bir görüşe sahip olmamızın gerekliliğiyle birlikte kendi

haklarımızı da savunmalıyız. Şimdi bir zaman Hıristiyan topluluğu veya

Hıristiyanlığın bu tür düşüncelerini taklit edip savunan ve kendi haklarını

savunmayan Müslüman topluluk gibi bir toplumda birileri geliyor ve "ben"ini

savunma esası üzerine bir ahlak anlayışı tesis ediyorlar ve sadece bunun tek bir

yönünü göz önünde tutuyorlar. Başlangıçta iyi taraftar buluyorlar ve kişi, dün-

yada zulüm ve mazlum olduğu sürece böyle bir ekolun taraftandır, ama kendisi

dünyayı idare etmek istediği zaman artık ona zıttır ve onların ifadesiyle karşıda

bir antitez yoktur ve sonuçta, bunun da artık atı bağlanmıştır, yürüyemez.

Dünyada ahlakî düşünceler için, bugün dile getirmekte oldukları aynı sözler için,

adalet, hak, barış, insanlık, doğruluk ve dürüstlük için Allah'ı tanımaktan başka

bir temel, mantık ve itibar bulmuş olabileceklerine inanmayın.

Allah'ı tanımanın, imanın ve maneviyatın dünyadan gitmeyeceğinin bir

delili de insanoğlunun ahlaka ihtiyaç duymasıdır. Artık taklit ve telkinle ahlakî

faziletlerin düzenlenmesinin mümkün olmadığı bilgi döneminde ahlak, mantık

ve temele dayalı olarak düzenlemek gerekir. Dünya ve insanlık toplumu ya

olmalıdır ya da olmamalıdır. Eğer yoksa ve yok olacaksa o zaman bir hiç

olur. Fakat eğer insanlık toplumu kalıcıysa, ahlak ister, üstelik tüm yönlü bir ahlak

ister, komünizm ahlakı değil, tüm yönlere riayet edebilecek bir ahlak, temel esas

Page 169: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

ve binaya sahip olacak bir ahlak ister. Bunun ise, din ve maneviyatla olmasından

başka bir imkânı yoktur.

"Görmedin mi Allah nasıl bir benzetme yaptı: Güzel söz, kökü (yerde) sabit,

dallan gökte olan güzel bir ağaç gibidir.

Ki (o ağaç), Rabb'inin izniyle her zaman yemişini verir. Allah,

öğüt alsınlar diye insanlara böyle benzetmeler yapar." (İbrahim: 24 - 25)

Allah'ın nasıl misal verdiğini gör: Doğru söz, temiz söz, köklü ve esaslı söz

kökleri yerin derinliklerinde olan ve dallan göklere doğru uzanan sağlam ve

güzel bir ağaç gibidir, devamlı meyve verir, bir mevsime has değildir, "her zaman

bahar"dır. Daha sonra şöyle deniliyor: "Allah insanlar için misaller vermektedir".

Bu misaller insan toplumu içindir. Eğer insan toplumu mutlu olmak isterse, dal

yaprak, meyve ve gölgeye sahip olmayı isterse, bir kök ve esasa sahip olmadıkça

bunun imkânı yoktur.

"Kötü sözün durumu da gövdesi yerin üstünden koparılmış, yerinde durma

imkânı olmayan kötü bir ağaca benzer."

Fakat bu esassız ve temelsiz sözlerin çoğu, sadece şekil itibariyle ağaca

benzeyen bir ağaç misali gibidir. Düşünceler çok açıktır ama temel ve esası yoktur.

"Allah, inananları, dünya hayatında da, ahirette de sağlam sözle tespit

eder."

Allah, sabit sözle, sağlam sözle ve kökü insanoğlunun ruhunun derinliğinde

olan köklü ve esaslı sözle mü'minleri dünyada ve ahirette payidar kılar. Hiç kimse

onları kendi sağlam sözlerinden döndüremez. Tıpkı Hüseyin b. Ali'nin de öyle

olduğu gibi. İlk gün söylediği o söz ile son saatte söylediği söz bir ve aynı söz

idi.

Page 170: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

EK:1

-C-

AHLAKÎ FİİLLERİN ÖLÇÜSÜ

Page 171: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla

Hamd, bütün varlıkları yaratan, âlemlerin Rabb'ı olan Allah'a mahsustur.

Salât ve Selam, Allah'ın kulu, Resulü, habibi, günahlardan arındırılmış, sırrının

koruyucusu, risaletinin tebliğcisi, efendimiz, peygamberimiz, Ebu'l Kasım

Muhammed'e ve O'nun günahlardan arındırılmış tertemiz ve güzel yakınlarının

üzerine olsun.

İlk önce şunu belirtmeliyim ki ben âcizane kuldan, ahlakî, toplumsal veya

İslam usûlü konularından birini burada bulunan istekliler için bir iki oturumda

ele almam istenmiştir. Bugün buraya geldiğim zaman genel bir ilan verdiklerini

işittim. Gerçek şu ki rahatsız oldum. Çünkü ben konferans şeklindeki bir

konuşmaya hazır değilim ve kendimi hazırlamamıştım. Fakat buraya

girdiğim zaman gördüm ki herkes veya büyük bir çoğunluk kendim gibi ta-

lebelerdir. Konuyu bir talebelik şeklinde açıklayabileceğimden dolayı

memnunum.

Bugünkü âlimler arasında açık olan bir mesele vardır, o da ahlakî

davranışların ölçüsünün ne olduğu meselesidir. Yani bir davranışı ahlakî olarak

adlandırabileceğimiz melekeler nelerdir, meselesidir. Bir davranış hangi

özelliklere sahip olmalıdır ki o özellikler bu davranışın ahlakî olarak

adlandırmasını gerektirsin? Ve tabii olarak aynı yerden ahlakın ne olduğunu

anlayabilelim. Ahlakî davranışların karşısında tabiî davranışlar getirilmektedir ve

"insanın bir takım davranışları tabiî davranışlardır." denilmektedir.

TABİİ DAVRANIŞ VE AHLAKÎ DAVRANIŞ

Tabiî davranışlar, normal davranışlardır ve insan bu davranışları yapmakla

övgü ve methedilme konusu olmaz. Örneğin insan aç kalır yemek yer, susuz

kalır su içer, uykusuz kalır uyur, birisi ona ihanet eder veya hakkını elinden almak

ister kendi hakkını savunur. Bunlara tabiî davranışlar denilmektedir. Hayvanların

da bu davranışlarda insanla ortak oldukları normal ve tabiî davranışlardır. Fakat

tabiî davranışların üstünde olan diğer bazı davranışlar vardır. Bazen bunlara

insanî davranışlar denilmektedir, bunlar hayvani davranışların üstündedir. Şükür

ve teşekkür gibi. Eğer nisan bir kişiden herhangi bir yerde ihsan görmüş ise, uygun

bir fırsatta onun ihsanı, iyiliği karşısında bir çeşit teşekkürde bulunur, bu ya lafzî

bir teşekkür veya amelî teşekkür şeklinde olur, örneğin ona bir hediye gönderir,

hiçbir gereklilik ve zorlama olmaksızın bunu yapar. Buna, ahlakî bir davranış

denilmektedir. Bütün bir şekilde insanın beşer cinsine yaptığı hizmetler... Bunları

hiçbir ümit beklemeksizin, yani yaptığı hizmetler karşısında hiçbir

menfaat beklemeksizin aksine yalnız ve yalnız bir başkasına bir iyilik yapmış

olmak için iyilik yapar. İşte bu tür davranışlara ahlakî davranışlar denilmektedir,

yapılan yardımlar, başkasının elinden tutma, onları bir sıkıntıdan kurtarma...

gibi.

Page 172: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

Konumuz burada ahlakî davranışların ne olduğu üzerinedir. Yani o birinci

davranışta hangi şey vardır ki onu tabiî davranış yapar ve bu ikinci davranışta

hangi şey vardır ki bu daha yüce bir mertebeye çıkarır ve bu davranışı ahlakî

davranış yapar? Burada Avrupalıların kendi aralarında açık olan bir mesele vardır,

o da şudur: Acaba dinin verdikleri, ahlakî davranış olarak var olabilir mi olamaz

mı? Yani eğer insan din ve imana sahip olmazsa acaba tüm davranışları tabiî

davranışlar mıdır, acaba onun hiçbir davranışı ahlakî bir renk almaz mı? Veya

insanın bir din ve iman söz konusu olmaksızın ahlakî bir davranışta

bulunabilmesi mümkün müdür? Gerçekte iki konu söz konusudur: Bir zaman

vardır ki ahlakî davranış diyoruz, yani doğruca dinin emrettiği davranıştır.

Nitekim birinci görüş buydu. İkinci görüş de şudur: Hayır, insan bir

takım melekeler kazanacak bir şekilde oluşturulabilir ve o melekelerin varlığıyla

ahlakî davranış ondan sadır olur. Daha sonra burada diğer bir konu öne çıkar ki

acaba bu şekildeki bir insanın olması için din gerekli midir değil midir?

DOSTAYEVSKİ'NİN SÖZÜ

Kimileri şöyle demektedir: Eğer Allah olmazsa -yani eğer Allah'a inanılmasa

ve bir ilahın olmadığına inanılırsa- her şey caizdir. Bu söz Dostayevski'ye aittir.

O şöyle demiştir: Eğer Allah olmazsa her şey caiz olur, yani insanın kendisi için,

"bu davranış iyidir, o davranış kötüdür, bu işi yapmak gerekir, şu iyi

yapmamak gerekir" şeklindeki "olmalıdır" ve "olmamalıdır" lara sahip olması ve

şehvet, tabiat ve gazabın arkasından gitme meselesinden çıkması için yegâne

ölçü, dinin söz konusu olmasıdır. Eğer Allah ve din olursa tüm bu sözlerin bir

manası vardır ve eğer Allah ve din olmazsa bu sözlerin hiçbiri bir mana ifade

etmez. Bu, bir görüş. Biz fiilî olarak bu yönden söz etmeyeceğiz. Biz insan yapısı

üzerindeki ahlakî davranışları söz konusu etmek ve onlar üzerine konuşmak

istiyoruz, şimdi eğer dinin bir şekli varsa onu söz konusu edeceğiz. Biz fiilî olarak

görüşleri naklediyoruz. Kimileri, ahlakı dinin yaptırımları olarak öne çıkarmak

istemişlerdir. "Dinin yaptırımları" olarak söyledikleri şeyin manası, kesin olarak

dinin olmaması gerekir şeklinde değildir, aksine bağımsız akla dayalı bir ahlaktır.

Bağımsız akla dayalı ahlakı öne çıkarmak isteyen kimselerin görüşleri şunlardır:

AHLAKÎ DAVRANIŞIN ÖLÇÜSÜ NEDİR?

Bazıları ahlakî davranışın ölçüsünün "gayr"ın hedef olması şeklinde

olduğunu söylemişlerdir. O davranışın hedefinin insanın kendisi olduğu her

davranış gayri ahlakîdir ve o davranışın hedefinin insanın kendisi olmadığı, başka

olduğu, diğer insan veya insanlar olduğu her davranış ahlakî davranış olur. O

halde ahlakî davranış, o davranışın hedefinin gayr olduğu davranış demektir. Bu

tarife göre ahlakî davranış, son üzerinden tarif edilmiştir. Mantık ilminde

okumuşsunuzdur, şöyle bir kural vardır: "Şey"in tarifi, ya dâhilî sebeplerledir ya

da haricî sebeplerledir." Dâhilî sebeplerle olan tarif, cins ve fasl (madde ve suret)

yoluyla yapılan tarif demektir. Haricî sebeplerle olan tarif ise, failî illetler yoluyla

Page 173: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

veya nihaî illetler yoluyla yapılan tarif demektir. Bu tarife göre ahlakı, nihayet

yoluyla tarif etmişlerdir: "Ahlakî davranış, sonunun kendinden başka olduğu

davranıştır."

Bu tarifin eleştirisini yapmadan önce bu tarife benzer ve yakın olan diğer bir

tarifi sizlere zikredeyim:

Diğer bazıları başka bir şekilde tarif etmişlerdir. Şöyle demişlerdir: Ahlakî

davranış kendi türünü sevme düşüncelerinden doğan davranışlardır. İnsanda bir

takım sevgi ve şefkatlerin var olması mümkündür. Eğer bir davranışın menşei

kendi türüne sevgi beslemek olursa o davranış ahlakîdir. Bu tarif, önceki tarifle

sonuçta aynıdır. Sonuçta o nihayet yoluyla tarif etmiştir, bu ise, fail yoluyla. Çünkü

sonucunun başkası olduğu davranış, insan başkasını sevme duygusuna sahip

olmaksızın pratikte mümkün değildir. O görüşün sahibinin böyle bir inanca sahip

olması mümkündür, fakat gerçekten mümkün değildir. Ve başkasını sevme

duygusundan doğan davranışta kesinlikle onun hedefi başkadır. Bu iki tarifin

farkı şu oluyor: Birincisi; nihaî illetler yoluyla tarif etmiştir, ikincisi ise, failî

illetlerle açıklamıştır- Fakat yine de birbirlerine çok yakın olduğunu gördük.

Acaba bu tarif doğru mudur? Acaba ahlakî fiile, sonunun "gayr" olduğu

veya "gayr"ı sevme duygusundan doğduğu davranıştır denilebilir mi? Bunun

şekillerden boş olmadığı görülmektedir. Örneğin annelik duygularında olduğu

gibi. Nitekim insanın bu konuda bir ihtisası, çabası yoktur, hayvanlarda da

mevcuttur, acaba annelik davranışı ahlakî bir davranış sayılır mı? Ve ona ahlakî

denilebilir mi veya tabiî mi olmalıdır? Kesinlikle annenin annelik fedakârlıkları

konusundaki gayesi kendisi değildir. "Gayr"ı sevme duygusundan doğmaktadır.

O, "gayr" da kendi çocuğudur. Fakat annelik davranışı şefkat açısından çok

değerli ve yüce bir davranış olmasına rağmen, anneler, yüce bir ahlak üzere

yaratılmışlardır denemez. Çünkü anne fıtrat, yaratılış ve hilkat hükmü gereğince

bu duygulara sahiptir. Yani anne bu durumu kendisi için bir huy gibi

kazanmamıştır, aksine bu fıtrî huyla birlikte dünyaya gelmiştir (ve bundan dolayı

ismi de huy olarak konamaz) Onun isteğiyle değildir, cinsî arzuya sahip olan,

karşı cinse karşı kendisinde tabiî bir huy ve arzu şeklinde bir meyil olan her

fertte bu eğilimler olduğu gibi, çocuğun korunmasına olan meyil de tabiî bir

şekilde annede vardır. "Annelik davranışı ahlakî davranış olarak adlandırılamaz"

şeklinde söyledikleri -doğruda söyledikleri-konu budur.

O halde ahlakî davranışın tarifi konusunda neler söylemek gerekir? Kimileri

tarifi, izafî bir kayıtla düzenlemeyi istemişlerdir. Şöyle demişlerdir: Ahlakî

davranış o davranıştır ki, gaye başkası olsun veya başkasını sevme duygusundan

doğmuş olsun, fakat bu durumun tabiî değil, iktisabî (kazanma) yoluyla olması

şartıyla. Bunu söylemelerinin nedeni, ahlakı seçmeye eşit olarak idrak et-

meleridir. Ahlak, insanın onu seçip kazandığı kadar ahlaktır ve bundan dolayı da

tabiî davranışın karşısında yer almaktadır. Tabiî davranış, gayr-i iktisabî (kazanma

Page 174: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

yoluyla elde edilmeyen) davranıştır. Yani kökünün gayr-i iktisabî ve tabiî

duygular olduğu bir davranıştır. O zaman bu görüşün sonuçta ikisinin de bir

noktada birleşmekte olan o birinci ve ikinci görüşlerle olan farkı, bu görüşün de

onlar gibi, "ahlakî davranış öyle bir davranıştır ki gaye başkası olsun veya

başlangıç başkasını sevme duygusu olsun" şeklinde söylemesidir. Fakat bir

unsuru tarife eklemektedir, o unsur da seçme ve kesmî (kazanmaya dayalı)

olmaktır. Ama yine de tarif, bütün bu düzenlemelere rağmen toplumsal bir tarif

değildir. Zira eğer biz özellikle tabiî fiil ve ahlakî fiilin tarifini birlikte

zikredecek olursak üçüncü şıkkı bulacağız ve o da şudur: Bazı davranışları insan

yapar ki bunlar ne tabiidir ne de başkasını sevme duygusundan doğmuştur. Bu

davranışları ahlakın parçası olarak saymalı mıyız yoksa saymamalı mıyız? Eski

ve yeni ahlak kitaplarında sabır ve direnmenin faziletli ahlakın parçası

sayıldığını görmüşsünüzdür. Bunlarda başkasının (gayrın) bir etkisi söz konusu

değildir. İnsanın bağımsız ve direnişçi bir ruha sahip olması, sağlam ve güçlü bir

iradeye sahip olması, direnme gücünün şiddetler karşısında yok olmaması çok

yüce bir huydur, fakat kesinlikle başkasıyla bir ilgisi yoktur. Aynı şekilde

kıskançlık ve kin besleme gibi aşağılayıcı ahlak denilen şeyler... Şüphe yok ki

kıskançlık tabiî bir davranış değildir, ruhî bir hastalıktır, hedef de gayr

(başkası)nı sevme değildir, aksine hedef başkasına zarar vermektir. O

zaman birinci görüşü de düzeltmemiz ve "ahlakî davranış, iyi ahlak ve kötü

ahlaktan daha kapsamlıdır" dememiz kaçınılmaz olacaktır. Daha sonra da, "ahlakî

davranış o davranıştır ki hedef, başkası olsun. Yani hedef başkasına iyilik

yapmaktan daha kapsamlı olursa iyi ahlak veya hedef başkasına zarar vermekten

daha kapsamlı olursa kötü ahlak olur" dediğimiz zaman yine de doğru olmaz.

Zulmü göz önüne alalım. Birisi zulmediyor, fakat hedefi başkasına zarar vermek

değildir. Hedefi, kendi menfaati için başkasına zarar da ulaşsa kendi

menfaatidir. O halde bu ahlak kötü müdür? Yani ne iyi ne de körü olan tabiî bir

davranış mıdır?

Şimdi de diğer tariflere bir göz atalım. O ilk tarifler ünlü ve meşhurdur ve

onları belirli bir şahsa veya bir ekole nispet etmek mümkün değildir. Aristo,

insanı tabiatıyla medeni kabul etmiş olabilir ve ahlakî davranışı başkasını sevme

duygusundan doğmuş olarak kabul etmiş olabilir.

KANT’IN GÖRÜŞÜ

Ahlakî davranışların ölçüsü konusundaki başka bir görüş de, "ahlakî

davranışların ölçüsü vicdanî sorumluluklar duygusudur" denilen görüştür. Bu görüş,

ünlü Alman filozofu Kant'ın görüşüdür. Kant, Avrupa filozofları arasında öyle bir

makama sahiptir ki Şeyh Ensarî'nin de aralarında bulunduğu son asırdaki çoğu

fakih ve usulcünün onun talebesi olduğu kabul edilir, Kant'ın insan konusunda

bir inancı vardır. Onun ahlakî vicdana sağlam bir inancı vardır. Hatta Allah'ın

aklî deliller yoluyla ispat edilmesinin mümkün olmadığına, fakat ahlakî vicdan

yoluyla ispat edilmesinin mümkün olduğuna inanmaktadır. Kendisi Allah'a

Page 175: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

ahlakî vicdan yoluyla inanmaktadır. Galiba dünyada hiçbir filozof Kant

kadar insanî vicdan konusunda esaslı görüş belirtmemiştir. Mezar taşının üstüne

de kendisine ait olan bir cümle yazılmış olduğu söylenmektedir. Bu meşhur cümle

şudur: "İnsanın hayret ettiği iki şey vardır. Birisi, başımızın üstünde yer alan yıldız

dolu gökyüzü, diğeri de, iç dünyamızda yer alan vicdandır." O, ilhamî vicdana

inanmaktadır ve şöyle demektedir: İnsan bazı şeyleri kendi vicdanında bir sorum-

luluk ve bir emir ve nehiy şeklinde hissetmektedir. Zulüm yapma denilince bu,

insanın vicdanında fıtrî bir emir şeklinde vardır. "Yalan söyleme, doğru söyle,

başkalarına karşı sevgi besle, ihanet etme" şeklindeki sözler, fıtrat hükmü

gereğince insanın vicdanında yer almış olan bir takım emirlerdir. İnsan vicdanının

kendisi insana emretmektedir, "şöyle yap, böyle yapma" demektedir.

O şöyle demektedir: İnsanın bilâ şart vicdana itaat hükmüyle yapacağı her

işi, yani sadece "kalbim bana emrediyor, gönlüm bana emrediyor, vicdanım

emrediyor" delilinden dolayı yaptığı ve bunu yaparken de hiçbir garaz ve gaye

taşımazsa böyle bir davranış ahlakî bir davranıştır. "Gaye, bir başkasıdır" diyen o

birinci görüşün aksine, bu görüş, içe yönelik bir ıstılahtır. O görüş dışa yönelikti, bu

görüş ise içe yöneliktir. Yani şöyle demektedir: O zaman bir davranış, hiçbir şart

ve gaye göz önünde tutulmaksızın sadece vicdana özgü olması halinde ahlakî bir

davranış olur. Bir kimseye, "niçin bu işi yapıyorsunuz? diye sorduğunuzda

"vicdanım söylediği için" diye cevap verdiği şekilde olur. Vicdanın söylemiş ol-

masından başka bir şey için değildir. Eğer, "bu işi ben, falan başka hedef için

yapıyorum" derseniz, o da, "öyleyse bu ahlakî değildir." diyecektir. O halde bu

kişi ahlakî davranışların ölçüsünü ahlaka dayalı fıtrî sorumluluğun başlangıcı

olarak bilmektedir, bu sorumluluk başlangıcının, şartsız olarak ortaya çıkması

şartıyla bunu böyle bilmektedir. O, ahlakı sadece ve sadece vicdana özgü kıl-

maktadır. Fıtrî ilham ve vicdana inanmaktadır. Elbette onun sözü bir ölçüye kadar

doğrudur. Biz Kur'an-ı Kerim'de şunu okumaktayız:

"Nefse ve onu şekillendirene, ona isyanını ve itaatim ilham edene...."

(Şems: 7 - 8)

"...İyilik ve takva üzerinde yardımlasın, günah ve düşmanlık üzerinde

yardımlaşmayın..." (Maide: 2) ayet-i kerimesi nazil olduğu zaman Vabise

adındaki bir adam Resul-i Ekrem'in (s.a.a) huzuruna geldi. Sorusunu sormadan

önce Resul-i Ekrem şöyle buyurdu: "Ey Vabise! Bana ne sormaya geldiğini sana

söyleyeyim mi? 'Birr' ve'ism"in ne olduğunu sormak için gelmişsin." O, şöyle

dedi: "Evet, ya Resulullah! Gerçekten bunun için gelmiştim." Yazıldığına

göre, Peygamber efendimiz iki parmağını Vabise'nin göğsüne vurarak şöyle

buyurdu: "Ey Vabise! Bunu kalbine sor, bunu kalbine sor." Bu fetvayı kendi

gönlünden iste. Yani, Allah Teâlâ birr ve takva teşhisini ve -karşıt noktadaki- ism

(günah) teşhisini insanın fıtratında yerleştirmiştir ve fıtrî meselelerde artık insanın

gidip bir başkasına sormasına gerek yoktur. Aksine kendi kalp ve vicdanına

sormalıdır. Cevabını buradan alır. Şimdilik konuyu geniş bir şekilde anlatmak

Page 176: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

istemiyorum. Zira burada çok konu bulunmaktadır. Bu da ayrı bir görüştür. Önceki

üç görüşe göre ahlak sevgi kategorisindeydi. Fakat bu görüşe göre, ahlak

sorumluluk kategorisindendir.

Bir davranışın ahlaki ölçü olması konusunda başka bir görüşe daha sahibiz

ve o da "davranışların zatî güzellik ve çirkinlikleri" görüşüdür. Davranışlar

konusuna zatî güzellik ve çirkinlik iddia eden bir grup olduğunu biliyoruz. Bu,

özel bir anlamda doğrudur da. Elbette tabir edilişi fark etmektedir. Şöyle

demişlerdir: "Güzellik" veya "Hüsn" iki çeşittir. Hissî bir hüsn (güzellik)'e ve aklî

bir hüsne, aynı şekilde bir de hayalî hüsn'e sahibiz. Hisse dayalı hüsn bir kaç

kısımdır. "Hüsn" güzellik demektir, güzelliğin tarifi de yoktur. "O, idrak edilir,

vasıflandırılamaz". Hisse dayalı hüsnün görülebilir olması mümkündür,

işitilebilir olması mümkündür ve hata dokunulabilir, koklanabilir ve tadılabilir

olması da mümkündür. Akla dayalı güzellik de vardır. Bazı şeyler aklın gözüyle

güzeldir ve çekiciliği vardır. Güzellik özelliği kendi cazibe ve çekiciliğinden

anlaşılabilir. İnsanda aşk ve şevk doğuran, insanı kendisine doğru çeken ve

insanın yüceltiş, güzelleştirme ve övgüsünü de çeken her şey " güzelliktir. Şöyle

demişlerdir: Bazı işler zatî olarak güzeldir, bazı işler ise zati olarak çirkindir ve

güzel değildir, tıpkı bazı yüzlerin zaten güzel olduğu, bazılarının da zaten güzel

olmadığı gibi. Örneğin doğruluk zaten (fıtrî olarak) güzeldir. Hakk, doğru söz

güzeldir. Emanet zaten güzeldir. Teşekkür etme zaten güzeldir, başkasına iyilik

yapma zaten güzeldir, adaletli olmak zaten güzeldir. Buna karşı olarak, bunların

karşıtları, örneğin yalan, zulüm ve beğenilmeyen ahlak olarak bilinen her şey zaten

(fıtrî, tabiî olarak) güzel değildir. O halde bu görüşte olduğu gibi, ahlakî olma

ölçüsü, davranışların güzelliğidir. O güzellik de akim bağımsız ve doğru bir

şekilde idrak ettiği aklî güzelliktir. Bu tarif, diğer tariflerden, hatta Kant'ın

tarifinden çok daha kapsayıcıdır. Fakat eğer delili güzellik olarak kabul edersek,

aklî güzellik ve çirkinlik konusu ortaya çıkar ve elbette zorluktan uzak da

olmayacaktır. Müslümanlar arasında çokça söz konusu olan bu görüşe göre ah-

lak, cemal ve güzellik kategorisindendir. Önceki iki, belki de üç görüşe göre,

ahlak, sevgi kategorisindendi. Kant'ın görüşüne göre, sorumluluk

kategorisindendi. Bu görüşe göre ise güzellik, aklî güzellik kategorisindendir.

Hem akıl kategorisindendir, hem de güzellik, fakat akla dayalı güzellik

kategorisindendir.

EFLATUN'UN GÖRÜŞÜ

Burada az önceki görüşe yakın olan ve Eflatun'a ait olan başka bir görüş daha

vardır. Eflatun da "ahlak, güzellik kategorisindendir" diyor. Bu konuda sizlere

bazı açıklamalarda bulunmak gereklidir:

"Adl-i ilahî " adlı kitabımızda adl'in üç şekilde tarif edildiğini belirtmiştik:

Biri eşitlik, ikincisi "Her hakk sahibinin hakk'ının verilmiş olması, üçüncüsü ölçü

ve beraberlik. Eğer ölçü ve beraberlik olan üçüncü tarifi göz önünde tutarsak adi

Page 177: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

(adalet) güzelliğe eşiti olur. Çünkü güzellik ölçünün bir çeşididir. ("Camiu 's

saadet" kitapta merhum Narakî, adl'in güzellik kategorisinden olduğuna yönelik

adi üzerine bir konu yazmıştır.) Eflatun insanda var olan güç ve kuvvetlerin çeşit

çeşit olduğu inanandaydı. Doğru da söylüyor. Eflatun'dan başkaları da bu sözü

söylemişlerdir. İnsanda tabiî güçler vardır, tabiatüstü güçler vardır, hisse dayalı

güçler vardır, akla dayalı güçler vardır. "İnsanın vücut açısından eğer organları

birbirine uygun olursa güzeldir, ruh ve can açısından da eğer kendi güç ve

kuvvetlerini ölçülü olacak şekilde eğitirse, o kuvvetlerden her birini, ne az ne de

çok, var olan belli sınırda doyurabilirse ve ifrat ve tefritin önünü alırsa güzeldir."

demektedir. Bizim ahlak kitaplarımızda ifrat ve tefrit üzerine çokça

konuştuklarını ve "güzel ahlak, orta yolda olan ahlaktır" dediklerini

görmüşsünüz-dür. Eflatun da "orta yol" demektedir, fakat onun görüşü daha

çok güzellik üzerinedir. "Ahlaka eşit, kuvvete eşit ve kuvvete uygun insan"

demektedir. Her şeyi -ruhî açıdan- ne daha fazla, ne de daha az, kendi haddinde

tutan bir insan ruhî açıdan güzeldir. Ahlaklı olmak, ruhî ve manevî güzelliği

kazanmak demektir. Şöyle demektedir: Zahirî ve cismanî vücutlar bizim

isteğimiz altında değildir ve anne rahminde düzenlenip tamamlanmıştır. Bizim

isteğimiz altında olan şey ruhî vücutlardır. İnsan cisim açısından, davranışlarla

birlikte bu dünyaya gelmektedir anne karnından doğmasıyla birlikte cisim

açısından davranışlarla birliktedir, yani vücudu tamamlanmış olarak dünyaya

gelir ve böylece büyür, fakat vücudun tümü bu dünyaya gelir. Ama ruh açısından

bir derece daha geridedir. Yani insan ruhu için dünya âlemi, insan bedeni için cenin

âlemi hükmündedir. Molla Sadra da bu tabiri söylemiştir: Ruh için dünya âlemi,

cenin için olan rahim âlemine benzer. Ruhun vücudu burada şekillenir. Diğer fark

şudur ki, ceninde şekillenen bedenin yapısı bizim ihtiyarımız altında değildi,

bizlerin kendimizi rahmin içinde siyah veya beyaz yapmaya, kız veya erkek,

çirkin veya güzel yapmağa gücümüz yoktu. Bir sorumluluğumuz da yoktu. Fakat

bu dünyadaki ihtiyar (seçme serbestliği) bizim elimizdedir, kendi ruhî vücut ve

yapımızı çizmek ve kendi varlığımızın şeklini şu dünyada açıklayıp, kendimizi

şekillendirmek için kaza kalemi ve kader levhası bizim elimizdedir. (Elbette

bunlar Eflatun'a ait değildir. Onun sözünün uzantısını söylemekteyiz. O sadece

güzellik meselesine dayanmıştır) O halde "kendimizi şekillendirmeliyiz"

dediğimiz şey bizimle ilgilidir ve bunlar bizleriz. Nasıl sekilendim? Ruhî ve

psikolojik açıdan nasıl en güzel bir şekilde yapılanalım? Biz kendimiz kendimizi

güzel şekillendirmekle ve burada yaptığımız gibi öte dünyada da aynı şekilde haşr

olunmakla mükellefiz. Hadis ve rivayetlerde, aşağıdaki ayet-i kerime'de

değinildiği gibi:

"O gün sura üflenir, bölük bölük gelirsiniz." (Nebe: 18).

İnsanlar o zaman grup grup haşr olunur. Şöyle buyurduklarını

okumuşsunuzdur: Sadece bir grup insan şeklinde haşr olunacak. Çünkü orada

insanlar, kendi niyet ve içlerinde taşıdıkları esaslar üzerine haşr olunacak, yani

onların şekil ve görünüşteki yapılan meleke ve batınlarındaki yapılarına tabidir.

Page 178: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

Salih insanlar insan şeklinde haşr olunacaklardır. Çünkü gerçekçi insanlardır. Di-

ğer insanlar ise, bir kısmı maymun şeklinde, bir kısmı horoz şeklinde, bir kısmı

köpek şeklinde, bir kısmı karınca şeklinde, bir kısmı kedi şeklinde haşr

olunacaktır. Ve bir kısmı da şu ayette geçtiği şekilde: "Onları maymun ve domuz

şekline soktu " (Maide: 6) hiçbir hayvana benzemeyen bir şekilde haşr olunur.

Çünkü kendisi kendisini bu şekilde yapılandırmıştır. O halde Eflatun'un sözü

münasebetiyle üzerinde durduğumuz bu konuda şüphe yok ki, insan bu dünyada

kendisi kendini şekillendirip yapılandırmalıdır ve kendi kendisini yapılandırmakla

mükelleftir. Bizim şu asrımızda egzistansiyalizm adındaki bu yeni felsefede bir

ıstılah vardır ki lafız açısından bizim ıstılahımızla birdir, ama mana açısından

farklı... Fakat söylemiş oldukları manayı biz başka yerde söylemişiz. O ıstılah,

"varlığın asliyeti" ve "mahiyyetin asliyeti"dir. "Biz varlığın asliyetine taraftarız"

diyorlar, fakat maksatları şudur: ...([85])

FİLOZOFLARIN GÖRÜŞÜ

Diğer görüş, âlim ve filozofların görüşüdür. Onlar ahlakın delilini akıl, fakat

özgür akıl veya aklî özgürlük olarak bilmektedirler. Bu konuyu arz etmekte

olduğum şu şekli, sizler onların kitaplarında açık olarak bulamazsınız ve biz İslam

filozoflarının kelimelerinin kompleksliğinden, özellikle Sadru'l müteellihin'in

sözlerinden elde etmişiz. Bu görüş, mücerret ruhun aslı üzerine kurulmuştur.

Bu beyler, insan cevherinin insanın o akıl gücü olduğuna inanmaktadırlar.

İnsanın cevheri insanın aklıdır ve insanın nihaî ve gerçek kemal ve saadeti aklî

saadettir. Aklî saadet nedir? Yani maarif, insanın kendisi için mümkün olan o son

derecede ilahî maarifi tanımaları ve varlık âlemini var olan şekilde anlamaları

demektir. Onlar, hikmeti (felsefeyi) mevzu açısından değil gaye açısından tarif

ettikleri zaman şöyle demektedirler: insanın, görülebilir âleme benzer aklî bir

âlem olmasıdır. Elbette onun parçalarını normal olan insan idrak etmez, Hakk'm

velileri dışında kimse idrak edemez, fakat normal insan kendi aklında varlık

düzeninin tümünü başından sonuna kadar var olduğu şekilde idrak edeceği bir

mertebeye ulaşabilir. Vacibu'l vücudun zatından tutup ilk maddeye kadar alemin

bütün derecelerini idrak edebilir. Ve Allah, Allah'ın sıfat ve fiilleri ile ilgili insan

maarifinden daha fazla olarak daha kâmildir ve aklî saadet olan gerçekçi

saadetten daha fazla yararlanır.

Daha sonra şöyle demektedirler: insan aklının iki yönü vardır, Nazarî ve

yükseğe doğru olan bir yön ki bu yönle yüzü yükseğe doğrudur ve gerçekleri

keşfetmek ister, bir yönü de aşağıya doğru olan yöndür, yani bedene doğrudur ki

bu yönle bedeni tedbir etmek ister. Bu dereceye kadarını çoğu kitapta

yazmaktadırlar.

Daha sonra şöyle demektedirler: Akim bu tedbiri, bedeni hangi esas üzerinde

olmalıdır? Ahlakın esasının İslam âlimleri açısından adalet olduğunu

Page 179: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

işitmişsinizdir. Adaleti niçin esas olarak kabul ettiklerini hiç düşündünüz mü?

Kökü şudur: "Ahlak, insan varlığına hâkim olan unsurun tabiat olmaması, yani

şehvet, kızgınlık ve tabiî garazların hiçbirinin olmaması ve de vehimler

gücü olmaması, hayal olmaması, insan varlığının üzerindeki hâkimin akıl olması

demektir, eğer hâkim akıl olursa, akıl insanda adaletle hükmeder." demektedirler.

Yani Eflatun'un başka bir şekilde söylediği adaleti bunlar burada, "akıl, her kuvvet

ve gücün hazzını ifrat ve tefrit olmaksızın ona vermektedir." şeklinde ifade

etmektedirler. Pekâlâ, bir kuvvetin daha fazla toplanmasının, birinin de daha az

toplanmasının ne engeli vardır? Eğer Eflatun'a "ne engel vardır?" demiş

olsaydık, O, "güzellik, birbiriyle çakışıyor" diyecekti. Fakat Mo22a Sadra gibileri

niçin "kuvvet ve güçlerde ifrat ve tefrit olmamalıdır." demektedirler? Acaba onlar

da "güzelliğin birbiriyle çakışmamasıdır." mı demektedirler? Hayır, onlar şöyle

söylemektedirler: "Eğer bundan ayrı olursa akim özgürlüğü ortadan kalkar". Asıl

incelik de buradadır. "Eğer akıl, hiçbir kuvvet kendi haddini aşmaksızın bütün

kuvvetler arasında hâkim olmak isterse, yolu sadece bu kuvvetleri birbiri

karşısında yerleştirmesi olur. Şehveti kızgınlığın karşısında, kızgınlığı şehvetin

karşısında. Bu kuvvetlerin birbirlerini tesirsiz kılacakları yani kendilerini koru-

yacakları şekilde yerleştirmesi olur ki akıl, tam bir şekilde rahatça emretsin"

demektedirler. Bunlar adalet ve orta yolu bundan dolayı aklî mizaç olarak

bilmektedirler ki Eğer insan melekeler açısından orta yol üzerinde olursa akim

hükmü sade bir şekilde yürür. Aklın hükmü sadece bir şekilde icra olunca beden

hiçbir zaman ruhun zahmetiyle karşılaşmaz ve o zaman ruh hiç zahmetsiz olarak

beden tarafından kendi olgunluklarını kazanır. O halde bunlar açısından ahlak,

kuvvet ve orta yol arasındaki eşitlik demektir, fakat orta yol ne içindir? Acaba

güzellik için midir? Hayır, onların güzellikle bir alakası yoktur. Orta yol akıl ve

ruhun -ki ruhun cevheri de akıldır- beden üzerinde had derecedeki istila ve

tasallutunun olması içindir. Bir kuvvetin tuğyan ettiği yerin tersine örneğin

mideperest bir insanın isteklerinden birisinin doyma isteği olmasından dolayı bu

isteğin onda tuğyan etmesi ve ihtiyarını aklının elinden alıp götürmesidir. Tüm

bunların önünü almak gerekir ki kendi aklı özgürce beden ve kuvvetlere

emredebilsin ve örneğin "buraya git, oraya gitme, şu kadar faydalan, bu kadar

faydalanma" diyebilsin. Özet olarak akim emri bedende mutlak hâkim olsun.

Bunlar açısından da ahlakın temeli adalet ve ölçüye dönüşür, ama ölçü ne içindir?

Aklın özgürlüğü içindir. Gerçekte ahlak bu filozoflar açısından bir manada

özgürlük kategorisindendir, nitekim eğer "özgürlük" dersek "aklî özgürlük" olur.

RUSSELL'IN GÖRÜŞÜ

Bir başka görüş de Bertrand Russell gibilerinin takip ettikleri görüştür.

Bunlar maddeci oldukları için ve hem dünya hakkında maddeci olarak

düşündükleri, hem de insanı maddî bir varlık olarak düşündükleri için şöyle

demektedirler: "Davranışın gayesinin başkası olması, başkasını sevme duygusu

gibi sözler yalandır. Hiçbir zaman insan başkasını sevmeye yanaşmaz. Herkes

sadece kendisine istemektedir. Hiçbir zaman insanın davranış gayesinin başka bir

Page 180: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

kimse olması ve hedefi başka kimsenin hayrına yapmak istemesi mümkün

değildir." Kant, "ahlakî vicdan" demiştir. Onlar ise, bizim kesinlikte ahlakî

vicdanımız yoktur, derler. Ve ya "sorumluluk duygusu" demiştir. Sorumluluk

duygusu diye bir şey yoktur. Vicdan kesinlikle yalandır. Bir diğeri, "davranış

güzelliği" demiştir. Biz davranıştaki güzellik ye güzel olmamayı anlamayız,

derler. Bir diğeri, "ruh güzelliği" demiştir. Onlar ise," kafamız güzel ve güzel

olmayan ruhu almaz" der. Bir diğeri, "mücerret akıl ve mücerret ruh" demiştir.

Onlar da kesinlikle mücerret ruh diye bir şeyi kabul etmiyoruz, derler.

"O halde siz ahlakı kabul ediyor musunuz yoksa etmiyor musunuz?" diye

soracak olursak, "evet, ben ahlakı da kabul ediyorum" (çünkü kimse ahlakı inkâr

edemez) der. O zaman, "pekâlâ ahlakı hangi esas üzerine kuruyorsun?" deriz.

İttifakla kendisi ahlakın öncülerindendir ve bir kısım insan da onun sözlerine

kanmıştır ve onu insan sever biri olarak tanımışlardır. Ben

defalarca söylemişimdir: Bu adamın felsefesi onun şiarlarının tersinedir, insan

severlik şiarını yükseltir ve kendi felsefesinde insan severliğin zıddına konuşur.

Kesinlikle insan severlik, Russell'ın felsefesinde yalan özlüdür. "Ahlak nedir?"

diyoruz, O, "ahlak, istenilen faydayla zekilik ve uzak görüşlülüğün birleşimidir."

diyor. Bütün ahlakî ekoller, isteğe dayalı faydayı ahlakın zıddı olarak biliyor,

sadece, "ahlakı isteğe dayalı faydadan hazırlamak gerekir" diyen Russell'ın

ahlakî ekolü bunu bu şekilde biliyor. İnsanın kendi menfaatlerini uzak görüşlülükle

temin etmek istemesi ahlak olur. Nasıl? O şöyle demektedir: "Şüphe yok ki akıl

insan tabiatının hizmetindedir, akıl insan için bir lambadır. Lamba, onu elinde

tutmakta olan kimsenin isteği altındadır. Gitmek istediği her tarafa doğru lambaya

emir verir lamba da o tarafa gider ve onun yolunu aydınlatır. İnsan kendi aklını

kendi menfaatinin hizmetine verir. Akıl, insan menfaatinin hizmetindedir. Şöyle

der: Fakat insan aklının ışığı çok geniş olmalı ve zayıf olmamalıdır ki sadece

kendi önünü görsün. Eğer kendi önünü görmek isterse menfaatperest olur,

ferdperest olur, hud perest olur. Bizim hud perestlik ve menfaatperestlikle sa-

vaşmamızın bir gereği yoktur. Biz deriz ki, "beyefendi menfaatperest ol fakat uzak

görüşlü de ol. Zeki ol, uyanık ol, akıl ışığını daha da uzun yap, yani kendi

davranışlarının aksi davranışlarına da sahip ol. Eğer uzak görüşlülük ışıkları

uzun olursa o zaman kişisel menfaat, toplumsal menfaat ve toplumsal maslahat

olarak tatbik olunur ve beraber olur, ahlak olur". Bir de, örnek veriyor: Farz edin ki

komşumun çok süt veren güzel bir ineğinin olduğunu görüyorum. Şüphe yok ki

başlangıçta benim menfaatçi yaklaşımım komşumun ineğini çalmamı emrediyor,

bu, insan için çok tabiîdir. Fakat aklım var, zekâya sahibim, bu davranışın

karşılıksız kalmayacağını biliyorum. Ben eğer komşumun ineğini çalarsam,

komşumda yarın gelir benim ineğimi çalar, ben ki bir menfaate

kavuşmak istedim, eğer ben başkalarının menfaatine tecavüz edersem başkalarının

da benim menfaatime tecavüz edeceklerini gördüm, o halde maslahat şudur

diyeceğiz: Ne ben, ne de sen.

Page 181: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

BAYEZİD VE ALLAH

Attar'ın da şiir şeklinde yazdığı bir hikâye vardır. Elbette bunlar efsanedir,

şöyle demektedir: Mutasavvıflardan biri -ki kendi deyimleriyle ona sultan

diyorlardı- bir vakit kendi keşif âleminde Allah'la konuşmaktaydı. Allah ona şöyle

dedi: "Ey Bayezid! Senin içyüzünü olduğu gibi halka göstermemi ister misin ki

artık hiçbir kişi sana mürit olmasın ve peşinden gelmesin?" Bayezid de

şöyle dedi: "Allah'ım! Benim de, Senin o çok fazla olan rahmetini

halka açıklamamı ister misin ki artık hiçbir kişi senin sözlerine itaat etmesin?"

Allah şöyle buyurdu: "Baş başa olalım, ne sen söyle ne de ben söyleyeyim!

İDARECİ ADAM VE YARDIMCISININ HİKÂYESİ

Arkadaşlarımızdan birisi naklediyor ki, Ramazan ayının ilk günüydü, oruç

tutmuştuk daireye gittim. Yani bir masa arkadaşımla tanışmıştık. O da oruç

tutuyordu. Bir-iki saatten sonra o arkadaş şöyle dedi: "Ey falan! Sana bir

hatırlatmada bulunmak (veya bir sır vermek) istiyorum." Ben de "buyurun" dedim.

Şöyle dedi: "Size bu hatırlatmayı yapıyorum, fakat bu hatırlatmayı yapmayı

çok gerekli gördüğüm için açıklamamdan dolayı sizden çok özür dilerim. Benim

kendi kötü ahlakımla ilgilidir, size ne söyleyeyim. Benim öyle kötü bir ahlakım

var ki Ramazan ayında oruç tuttuğum zaman sinirleniyorum, hem de çok

sinirleniyorum. Sinirlendiğim zaman da artık ağzıma ne gelirse söylüyorum, kötü

söz söylüyorum, açık saçık sözler söylüyorum, küçük düşürücü hareketler ya-

pıyorum. Bu ramazan ayında siz yüce şahsiyetliden bir cesaret alabilirim.

Sizden özür dilerim, eğer böyle bir şey olursa, artık oruçtur, benim ahlakımdır,

çok bağışlayın." Bizim bu arkadaş şöyle dedi: Dedik ki çok acayip bir iş oldu? Bu

adam, Ramazanın birinci gününde geldi bizimle birlikte işe başladı ve şimdi bir

Ramazan ayı bitti, oysa ondan bir tek kötü söz duymalıydık. Çünkü Ramazanın ilk

gününde "benim ahlakım budur." demişti. Dedi ki: "Ben de dedim ki acayip bir

hatırlatmayı tam yerinde yaptın, tesadüfen benim ahlakım da aynı şekildedir ve

belki de daha kötü, oruçlu anımda sinirleniyorum, bir an görürsün ki örneğin şu

kalemliği almış ve başına fırlatmışım." Dedi ki: hayret! Çok kötü bir ahlaktır! O

halde her ikimizin kendimizi korumamız iyidir.

Russell, ahlak meselesinin insanoğlu arasında sadece ve sadece bu olduğunu

söylemektedir. "Severlik çeşidi", "hedef, başka insanlar olsun", "mücerret ruh",

"mücerret akıl" ve "sorumluluk duygusu" gibi sözler manasızdır. Maddeci bir

insan, dünyanın maddiyet dünyası olduğu ve insanın da maddî bir varlık

olduğundan başka bir şey düşünmez. İnsan kendi menfaatinden başka bir şeyin

peşinden gitmez. Sadece onun zekiliği daha fazla olmalıdır ve bu şekilde eğer

başkalarının haklarına tecavüz etmek isterse, onun aksülameli, başkalarının da

tecavüzü olduğunun görür. Bir toprak parçasını birisine atmanın karşılığı taştır.

Attığım bir toprak parçasına karşılık yüz tane taş yemeliyim. Sonra bir adamın ço-

Page 182: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

cuğunun gelip kendi yerine oturması gibi, ben de gelip kendi yerime oturarak

edebe geliyorum.

Onun, ahlakı uyanıklık kategorisinden saymasının sebebi şudur. İnsanın her

değer yargısı cahil olsa, kendi davranışlarının aksülameline yönelmez ve kişisel

menfaatler peşinde gider, İnsanın her değer yargısı daha bilgili ve daha uyanık

olsa, aksülamelle-re daha fazla yönelse, uzakları daha çok görse ihtiyarlığının

sonuna kadar görse, kendi gelecek neslini görse ve "benim çocuklarım da rahatsız

olmasınlar" düşüncesinde olsa, kendi menfaatinin başkalarının menfaatiyle tatbik

olunması için daha fazla çalışır. O halde ahlak, akıllıca ve uyanıkça bir bencilliktir

ve aklın temelini, kökünü uyanıklık ve akılda aramak gerekir. Bundan dolayı, bu

adama göre biz güzel ahlakı topluma getirmek için, daima toplumu daha bilgili

ve daha âlim yapmalıyız ve halkın, aksülamellerden, davranış gereklerinden ve

kendi davranışlarından daha fazla haberdar olmasını sağlamalıyız. Bu şekilde

ahlak halk arasında daha iyi oluşup yayılır.

Sokrat'ın da böyle bir görüşe sahip olduğu gibi. Hazreti Emir'in sözlerinde

de bu sözü başka bir şekilde görüyoruz: "Halk bilgilendiriniz, bu

yeterlidir." Sokrat da şöyle diyordu: Halkı bilgin yapın, güzel ahlak ortaya çıkar...

Elbette o bir temele dayanarak bunu söylüyordu. "Halkı bilgilendiriniz, bu

yeterlidir." Sözünün de bir temel dayanağı olduğu gibi. Russell'ın da, "halkı

bilgin yapın, bu yeterlidir." dediği sözü ise diğer bir temel üzerindedir. Onun

söylemiş olduğu bilgi, aksülamellere yönelme demektir: Davranışların

aksülamelini insanoğluna öğretiniz, hepsi iyi olur. Russell'ın görüşüne göre

terbiye daha çok talim kategorisinde görülür ve eğitim, öğretim kategorisine

girer.

Russell'ın görüşünün insan severliğe zıt olduğunu ve onun kendi şiarlarına

aykırı olduğunu söyledim. Bu görüş, ahlakın temelini sarsmıştır. Russell'ın

görüşüne göre, ahlak sadece bir yerde ahlak olabilir ki insan başkalarının

kötülüğünün aksülamelinin kendi menfaatlerine zıt olduğunu göreceği yerde

ahlaktır. Yani bu görüşe göre, zayıf bir adam eğer uyanık olsa, ahlaka ters olan

davranışlarda bulunmaz. Çünkü başkaları gelir onun yaptığının birkaç katını

yapar, 6nun menfaatini yok ederler. Başkalarının gücünü kendi gücüne eşit gören

bir insan da bu ahlaka ters olan davranışlarda bulunmaz. Çünkü onun

başkalarından götürebileceğinin aynısının başkalarının da ondan

götürebileceğini görür.

Sonra Russell'a şunu söyleriz: Ahlak birinci derecede güçlerin kontrol

edilebilmesidir. Bu görüşe göre, güçlerin zulmü ahlaka ters değildir. (Russell'a

en büyük eleştiri budur) Nickson'un Vietnam'da ya da Ortadoğu'da yaptığı şeyler

ahlaka zıt değildir, çünkü bütün hesaplarını yapmıştı zorluğunun çok fazla

olduğunu biliyordu, istediği her şeyi götürmek ve çalmak istediğinde,

onun menfaatlerini yok edebilecek bir güç yoktur. Ahlak, uyanıkça menfaatçilikten

Page 183: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

ibaret olunca bu uyanıkça menfaatçilik, zayıf kimse ve gücü başkalarına eşit olan

kimse için bir çeşittir. Fakat güçlü kimse için başka bir çeşittir. Güçlü eğer zayıfın

kendi aleyhinde herhangi bir aksülamel yapamayacağından emin olursa,

yapacağı her zulümden dolayı davranışı ahlakîdir ve ahlaka zıt değildir, çünkü

uyanıkça bir menfaatçiliktir ve hesaplanmıştır. Buna göre, İsrail Mig uçak

savarlarını atıyor, eğer kendi gücüne ve Amerika’nın gücüne yüzde yüz inanmış

olsa ve zayıf taraf olduğunu ve bunu telafi edemeyeceğini bilse, Russell beye göre

ahlaka zıt olan bir iş yapmamış olur. O halde, Russel Bey! Senin yollara düşüp

Vietnam ve benzeri savaşlar aleyhine şiarlar yükselterek yaptığın bu insan

severlik gösterileri ne içindir? Onun güç ve zoru vardır ve o işi, aksülamelinin

olmadığını bildiği kendi zorunun hükmüyle, kendi zekâ ve anlayışı hükmüyle

yapmaktadır. Sen kendin ise onu caiz görmektesin.)([86])

Allah'ın salât ve rahmeti Muhammed (saa) ve temiz yakınlarının üzerine

olsun.

Page 184: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

EK: 2

RUSSELL'IN AHLAK EKOLÜ

Page 185: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

Diğer bir ahlak, Bertrand Russell'ın öne sürdüğü ahlaktır. Çok sayıda kitapta

kendisi bu görüşünü açıklamıştır. O kitaplardan bir tanesi "Benim Tanıdığım

Dünya" adındaki ünlü kitaptır. Bu kitapta bir bölüm, ahlaka ayrılmıştır. Bir başka

kitap da "Karı-Koca ve Ahlak" adlı kitaptır. Her ne kadar orada söz konusu olan

sadece cinsel ahlak ise de kendi görüşünün tümü aydınlanıyor.

Zannederim, "İlmî Dünya Görüşü" adlı kitapta da vardır. Şu anda hatırlamadı-

ğım diğer birkaç yer daha var...

Russell'ın "aklî ahlak" şeklindeki ahlak anlayışının manası "keskin zekilik

ahlak"tır. O, gerçekte maddeci bir şekilde düşünmesinden dolayı ahlakî

ölçülerden hiçbir ölçüyü kabul etmez, ne Eflatun'un hayır ve fazilet anlayışına

bir inancı vardır, ne Aristo'nun "Orta yol" anlayışına, ne de Kant'ın "vicdanî

ahlak", yani "sorumluluk duygusu" anlayışına inancı vardır. "İnsan,

zorunlu biçimde menfaatçi olarak yaratılmış olan bir varlıktır, kendi faydasından

başka bir şeyin peşinde değildir" demektedir. Bu hepsinden geri kalan sözdür,

insanın kendi faydasından başka bir şeyi istediğine inanmayın. Diğer taraftan

bizim toplum içinde ismini ahlak olarak koyduğumuz bir takım güzellik

bağlarına ihtiyacımız vardır. "Birbirlerimizin haklarına riayet edelim,

birbirlerimize saygı gösterelim, kendi toplumsal görevlerimizi yapalım" diyoruz.

Kendi görev ve sorumluluklarını yapmak, başkalarının hakkına riayet etmek,

başkalarının şahsiyetine saygı göstermek, insanın toplumsal hayatında ahlak

adıyla ihtiyaç duyduğu şeyler bunlardır. Daha sonra şöyle demektedir: Ahlak

şudur; biz öyle bir iş yapalım ki bu yaptığımız şey aynıyla toplumda

hükümferma olsun, fertlerin tümü birbirlerinin haklarına riayet etsinler, görevleri-

ni yerine getirsinler, birbirlerine saygı göstersinler ve bu gibi usullere inansınlar.

Peki, siz, bunları maddî olmayan bir temel üzerine yerleştirmeyi ister misiniz:

Niçin birbirimizin haklarına riayet edelim? Çünkü fazilet budur veya sorumluluk

ve mesuliyet böyle icap ettirdiği içindir. Şöyle demektedir: Hayır, bu sözlerin bir

temel ve esası yoktur, gerçek şu ki insanın menfaatleri de aynı şeydedir.

Biz insana, "sen kendi menfaat ve mutluluğunun peşinde gitmelisin ve senin

menfaatlerin aynı şeydedir. Başkasının hakkını payimal etmeden halinde kendine

bir faydayı sağladığını veya eğer kendi sorumluluğunu yerine getirmezsen

kendine bir fayda sağladığını veya eğer saygılara riayet etmezsen kendine bir

faydanın olduğunu düşünmekle yanılıyorsun" düşüncesini anlatmalıyız. (Bu ör-

nekleri ben veriyorum, o vermiyor). Bunların hepsi yanlıştır. İnsanın akıl ve

zekâsını arttırmalıyız ve ona uzak görüşlülüğü vermeliyiz. Düşünen bir insanın

faydası, halkın haklarını payimal etmektedir, yakın görüşlülüğü sebebiyledir,

ayağının önünü görüyor ve uzağı görmüyor, diğer bir ifadeyle aksülamellere

aldırış etmez. İnsanoğlunun tümüne aksülamelleri anlatmak gerekir. Bu

örneği ben söylüyorum: Bir grup insanın bir odada beraberce yaşadıklarını farz

edin. Her kişinin tembellikten dolayı veya başka şeyden dolayı bu odanın

durumuna önem vermemesi, fakat aynı zamanda bu odanın her zaman temiz ve

düzenli olmasını beklemesi mümkündür. Fakat bu gruba "bizim fert fert

Page 186: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

menfaatimiz bu oda konusundaki görevlerimizi yerine getirmemizdir."

anlayışının kavratılması gerekir. İnsan bu konuyu çabucak anlayabilir. Ben,

benim fert olarak kendi menfaatimin aynı yerde olduğunu anladığım zaman, siz

de sizin fert olarak kendi menfaatinizin aynı yerde olduğunuzu anlarsınız, bir

başkası da fert olarak kendisinin menfaatinin aynı yerde olduğun anlar, bu

durumda kesinlikle hepsi bu işi yapacaktır, çünkü insan menfaatçidir. Bir örnek

veriyor, şöyle diyor: Başlangıçta mümkündür ki eğer gidip de komşunun ineğini

çalarsam daha fazla faydalanacağım, fakat, "eğer sen komşunun ineğini çalarsan

komşun da senin ineğini çalar ve o diğer komşu da senin örneğin eşeğini çalar ve

bir fayda alacağın yerde yüz tane zarar alırsın" anlayışı bana kavratıldığı zaman

başkasının benim ineğimi götürmesinler diye komşumun ineğini

götürmeyeceğim açıktır ve bu çok tabiîdir. O halde sadece insana sivri zekâlılık

verilmelidir ve ahlak olarak isimlendirilen şeyin, herkesin faydasını kaldıran şey

olduğunu ona vermek gerekir. Bu da gerçekte ahlakî değerleri inkâr etmiş olan

bir çeşit ahlakî ekoldür, yani yine ölçü, menfaatler olmuştur. Nihayet şimdiye

kadar daima "ahlak, zorlu menfaatlerle elde edilen bir şeydir" denmiştir ve falan

ahlakî değerimenfaatin önüne çıkaranın işi ahlakîdir, fakat bu ekol diyor ki, niçin

siz geliyor menfaat ve ahlakî davranış arasına ihtilaf koyuyorsunuz, sonra da

diyor ki, insan kendi huyunun hesabına göre menfaatin peşinde gider, ama ahlakî

davranışı hangi hesap üzerine yapar? Ve sonra kendisi için bir ölçü ve tartı

açıklamak istiyorsunuz ve her biriniz bir şey söylüyorsunuz. Hayır, ahlakî

davranış elin etrafında, menfaatleri, temin eden bir davranıştır, ahlakî olmayan

davranış ise kendisinde insanın sadece yakınını gördüğü davranıştır"

demektedir.

Biz, başka bir örnek verelim: İlkokula gitmek isteyen bir çocuk bu günler için

düşünüyor ve "ben, bugün okula gitmeliyim, dört saat orada kalmalıyım,

oyunlarım gidecek, bütün mutluluğum gidecek" diyerek üzülmektedir. Kendisini

bir sevinç ve bir zahmet arasında görüyor: Bugünün sevinci ve bugünün zahmeti.

Sonucu görecek kadar bir ince zekâlılığı yoktur. "Eğer ben bugün ders oku-

mazsam, daha sonraları bu ders okuma neyle sonuçlanır ve ders okumak neyle

sonuçlanır?" kadarını anlayamaz. O anlamaz fakat ana-babası anlarlar. Onlar

çocuğun faydasını istiyorlar, çocuk da kendi faydasını istiyor, fakat çocuk kendi

faydasını küçük bir ışık içinde görüyor, ana-babası ise onun faydasını büyük bir

ışık içinde görüyorlar, bundan dolayı da anne ve babanın o faydayı görüşleri, ders

okuma zahmeti olan böyle bir mahrumiyet ve zahmete tahammülle sonuçlanır,

fakat çocuk yakın görüşlü olduğu için bu işi yapmak istemez. Tıpkı ahlakî

davranışlarının tümü, "ben doğru söylemeliyim, benim kârım doğruyu

söylemekte yatar, eğer başkalarına yalan söylersem başkaları da bana yalan söyler,

ben güvenilir olmalıyım, eğer emaneti sahibine vermezsem başkası da vermez ve

bu da benim zararımadır, o halde benim faydam emin olmakta yatar" sözlerinden

ibaret olan ekol gibidir.

Page 187: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

Russell'ın sözü gerçekte bir değer olarak ahlakın inkârıdır. Çünkü ahlakı

faydada yok saymıştır. Böylece Russell'a gelen ilk eleştiri şudur: Onun esas

olarak kabul ettiği ahlak, yüce ve mukaddes değerleri yok etmiştir. Menfaatin

üstünde bir şey yoktur, hatta kendi menfaatinin üstünde. Bu da Russell'ın

söylediği şiarlara terstir. Şiarları felsefesine zıt olanlardan birisi de Russel'dir. O

kendisini dünyada insan sever biri olarak tanıtmıştı. Fakat gerçekte onun

felsefesi buna zıttır. Onun felsefesi menfaatçiliktir. O halde Russell'ın tüm

barışseverlik değerleri kendi şahsı üzerinde odaklanır: "Ben niçin bugün

İngiltere'de Vietnam'daki savaşa muhalefet ediyorum, faydam bunda olduğu için."

Bundan dolayı senin işinin bir değeri yoktur.

İkinci olarak, teklif edilen bu ahlak sadece bir yerde faydalıdır. Eğer güçler

eşit olursa faydalı olur. O iki komşu misali gibi: Ben komşumun ineğini çalmam,

çünkü komşum da gelir benim ineğimi çalar. İki eşit güç birbirlerine karşı yer

alınca veya zayıf bir güç kuvvetli bir güce karşı yer alınca bunu güzel bir şekilde

mülahaza ederler. Fakat fevkalade kuvvetli bir güç, zayıf bir güce karşı yer

alınca ve bu kuvvetli güç o zayıf gücün yüz yıla kadar dahi onun menfaatlerini

alamayacağını bildiği zaman ahlak onun için böyle bir iktizaya (gereksinmeye)

sahip değildir. Buna göre, örneğin Brejnev Carter'ın karşısında yer alırsa, o

zaman ahlak, hem Carter'ın ahlaklı olmasına -çünkü rakibinin de onun kadar bir

gücü vardır- hem de Brejnev'in ahlaklı olmasına -çünkü onun da rakibi onun

kadar güçlüdür- hükmeder. Fakat bunların her ikisi zayıf milletlere karşı hiçbir

zaman ahlaka gereksinim duymazlar. Çünkü zayıf milletlerin yüzyıla kadar dahi

kendi menfaatlerini ellerinden almalarına güç yetiremeyeceğini bilmektedirler.

Belki de daha başlangıçta onların bu gücü elde etmelerine izin vermiyorlar, bu-

nun için de büyük bir eminlik içindedirler. Bu durumda Russell'ın ahlakı gibi

menfaat esası üzerinde kurulan bu ahlaklar ne işe yarar?! Aslında ahlak,

güçlülerin önüne daha kâmil bir güçle geçmek içindir: "Daha fazla güce sahip

olana affetme ve bağışlamayı daha fazla aşılayın."([87])

Ancak menfaat esası

üzerinde olan bir ahlakın ikinci temeli de güçlerin eşitliğidir, yani sadece güçlerin

eşitliği varsayımı üzerinedir. Ben, en az benim kadar güçlü olan bir rakip karşısında

yer aldığım zaman kesinlikle onu öldürmeye kalkışmam, çünkü onun da beni

öldürmeye kalkışması mümkündür. Eğer onu öldürebileceğime yüzde elli bir

ihtimal verirsem öldürüleceğime de yüzde elli ihtimal vermeliyim. Bunu

yapmayacağım açıktır. Ve ya en sonunda "O halde her ikimizin de bilirimizi

korumamız daha iyidir." diyen idareci ve arkadaşının hikâyesi gibi. İki kişinin

güç açısından eşit olduğu yerde bu böyledir ama eğer eşit olmazlarsa artık ahlak

mevcut değildir. Böylece bu ahlak da ahlak değildir, ahlakın inkârıdır. Gerçekte

Russell'ın felsefesinin manası şudur: Ahlakı serbest bırakın, çünkü ahlak, değere

sahip olmağa, yüceliğe ve menfaatlerden ve hayvanlıktan üstün olan bir şeye

eşittir. Ahlak, insaniyet demektir, insaniyet ise, hayvanlıktan üstün bir değer

demektir ve menfaatler üstü bir davranıştır. Russell'ın sözünün anlamı, ahlakın bir

Page 188: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ

esasının olmadığı, fakat sizin ahlaktan alabileceğiniz sonucu öğretimden de

alabileceğinizdir. Yalnız bir şartla: Umumî menfaatler böyle gerektirsin.

Bu söze şu eleştirinin yapıldığını görmüştünüz: Evet güç açısından eşit olan

bir halka böyle bir sözü söylemek mümkündür, fakat zorba olan bir kimse

hakkında bu ahlak söz konusu değildir.

Aksine onun ahlakın tersini yapmaya teşvik eder. Çünkü der ki, aslında

ölçü, menfaattir. O, ahlaklı olmaya mecburdur, fakat senin ahlaklı olmaya hiç

mecburiyetin yoktur".

[70]- Güreru'l Hikem ve durerul kelam, 77. fasıl, 301. hadis

[71]- Tuheful Ukul, s.316

[72]- Nehcu'l Belağa, hikmet, 409, sh. 1285

[73]- Nefsu'l Mehmum, sh. 36, Emalî-yi Saduk'tan naklen, sh. 79, oturum 27

[74]- Biharu'l Envar,c.45, sh.ll5 (39.bab)

[75]- Fi Rihabî Eimmeti'l Beyt, c. 3, sh. 152

[76]- Nehcu'l Fesaha, 2195. hadis, sh. 464

[77]- Nehcu'l Belağa, 1122,77. hadis

[78]- Mesnevi, sh. 86

[79]- Biharu'l Envar, c. 46,19. bab, s. 335

[80]- Vesail-i Şia, c 11, sh. 122

[81]- Emiru'l Mü'minin'in şiir divanı, s. 15

[82]- el-Cunnetu'l Asimetu, sh. 358

[83]- Beytu'l Ehzan, sh. 155

[84]- Nehcul Mağa, 193. hutbe

[85]- (Burada merin eksikliği mevcuttur. Aynı mevzuda olan sonraki oturumun başlangıcından

bir kaç dakikası elimizde mevcuttu ki aynı konuyu zikretmektedir:) Bu felsefe, varlığın asliyeti anlayışını verir. Egzistansiyalizm, varlık asliyetinin taraftarı olan ekol

demektir, elbette ki insanda. Burada söylenmekte olan bu "varlık asliyeti" bizim kendi

felsefemizde söylediğimiz varlık asliyetiyle ikilik arz ediyor, ayrıdır. O bir konudur, bu ise başka

bir konu... O, dünyanın tümünde vardır, bu ise insana özgüdür. Buna ilave olarak insanın

kendisinde de yine bu bir özel mefhumdur ki biz bu özel mefhumla varlığın asliyetini tabir

etmiyoruz, ona başka bir isim veririz. Sartre'in söylediği bu "varlık asliyeti"nin, inkâr etmekte

oldukları mahiyyet asliyeti karşısındaki şey şudur: "insan dışındaki her varlığın -cansız, bitki ve

hayvan- kendi mahiyyet ve zatı, onun üstünde takdim edilmektedir" diyorlar

[86]- Russell'ın ahlakî ekolünü Şehid Üstad başka bir konferansta (komünizm ahlakı

konuşmasının sonunda) açıklamıştır. Bu açıklamalarda da güzel noktalar olduğundan dolayı tam

olarak elinizdeki kitabın sonuna alınmıştır. (Farsça yayıncının notu)

[87]- Nehcu'l Belağa, 49. söz

Page 189: AHLAK FELSEFESİ - tr.islamic-sources.comtr.islamic-sources.com/download/AHLAK FELSEFESİ.pdfahlak felsefesİ İÇİndekİler mukaddİme bİrİncİ oturum tabİİ fİİl ve ahlakÎ