Upload
others
View
11
Download
0
Embed Size (px)
Citation preview
AHLAK FELSEFESİ
İÇİNDEKİLER
MUKADDİME
BİRİNCİ OTURUM
TABİİ FİİL VE AHLAKÎ FİİL AHLAKİ DAVRANIŞIN DEĞERİ AFFETME VE BAĞIŞLAMA HAKK BİLİRLİK VE VEFA HAYVANLARA ACIMA DUYGUSU SIRRÎ SIKTÎ'NİN SÖZÜ: MEKARÎMU'L AHLAK DUASI HACE ABDULLAH ENSARÎ'NİN SÖZÜ PAZARCI VE MALİK EŞTER ŞAMLI ADAM VE İMAM HÜSEYN (AS) MEKARİMU'L AHLAK DUASININ BAŞKA BİR KISMI KUR'AN'IN MÜMİNLERİN KÖTÜLÜKLERİNİ YAYMAKTAN ŞİDDETLİ BİR ŞEKİLDE NEHYEDİŞİ BAZI KONULARDA GIYBET ETMEK CAİZDİR. İBN-İ SÎRÎNİN YANLIŞ SÖZÜ VE GAZALÎ'NİN YANILGISI
İKİNCİ OTURUM
ATIFÎ (ŞEFKAT) TEORİSİ VE İSLAM FELSEFECİLERİNİN TEORİSİ ATIFÎ (ŞEFKAT TEORİSİ) İNSANIN DAVRANIŞINDAKİ BAŞLANGIÇ VE HEDEF HİNT AHLÂKI BU GÖRÜŞÜN ELEŞTİRİSİ a) Her Muhabbet (Sevgi) Ahlak Değildir. b) Ahlak Başkasını Sevmekle Sınırlı Değildir. İSLAM FELSEFECİLERİNİN GÖRÜŞÜ -İRADE ARZU (MEYL) VE İRADENİN FARKI VİCDANCI GÖRÜŞ KUR'AN'IN VİCDAN HAKKINDAKİ GÖRÜŞÜ KANT’IN GÖRÜŞÜ
ÜÇÜNCÜ OTURUM
VİCDANCI GÖRÜŞ ACABA İNSAN ZİHNİNDEKİ HER ŞEY TECRÜBELERDEN Mİ KAYNAKLANMAKTADIR? NAZARÎ AKIL VE AMELÎ AKIL KANT'A GÖRE VİCDANIN HÜKMÜ VİCDAN AZABI AHLAKÎ VİCDAN VE SAADET ACABA KEMAL (OLGUNLUK) SAADETTEN AYRI MIDIR? VİCDAN VE İNSAN İHTİYARININ İSPATI VİCDAN VE NEFSİN SONSUZLUK (BEKA) İSTEĞİNİN İSPATI İMAM SADIK (AS)'DAN BİR HADİS a) Felsefenin Tahkiri b) Kemal ve Saadet Arasındaki Fark c) Vicdan Hükümlerinin Tümü Mutlak Değildir MASLAHAT GEREĞİ YALAN
DÖRDÜNCÜ OTURUM
GÜZELLİK NAZARİYESİ GÜZELLİK NAZARİYESİ: ACABA GÜZELLİK TARİF EDİLEBİLİR Mİ? GÜZELLİK MUTLAK MI YOKSA NİSBÎ MİDİR? GÜZELLİĞİN AŞK VE HAREKETLE İLGİSİ GÜZELLİK, CİNSEL ARZUYA BAĞLI GÜZELLİĞE ÖZGÜ DEĞİLDİR GAYR-İ MAHSUS GÜZELLİK KUR'AN'IN FESAHATİ ALİ'NİN (AS) SÖZÜNÜN GÜZELLİĞİ AKILCI GÜZELLİK EFLATUN'UN GÖRÜŞÜ
BEŞİNCİ OTURUM
TAPINMA NAZARİYESİ AÇIK ŞUUR VE GÖRÜNMEYEN ŞUUR KULLUK NEDİR? ACABA KULLUK, İNSANIN BİLEREK YAPTIĞI KULLUĞA MI ÖZGÜDÜR? AHLAKÎ DUYGU ALLAH'I TANIMA DUYGUSUNDAN AYRI DEĞİLDİR. AHLAKIN DOĞRU OLAN YÖNÜ AHLAK, İBADET VE KULLUK KATEGORİSİNDENDİR AHLAKIN SADECE ALLAH'A KULLUK MEKTEBİNDE YORUMU MÜMKÜNDÜR İBADETİN MERTEBELERİ
ALTINCI OTURUM
NEFSİN KERAMETİ: İSLAMÎ AHLAKIN MİHVERİ İNSAN RUHUNUN DÜNYASI NEFSİN TAHKİR VE YÜCELTİLMESİ SÜNNET VE HADİSTE «NEFS» KELBİYUN VE MELAMİYYE SA'Dİ VE BAZI MUTASAVVUFLARIN YANILGISI İMAM HÜSEYNİN (A.S.) SÖZLERİNDE NEFSİN BÜYÜKLÜK VE İZZETİ İMAM SADIK VE ALİ (a.s) SÖZLERİNDE NEFSİN İZZETİ ACABA İNSAN İKİ NEFSE Mİ SAHİPTİR? HAİDGER'İN GÖRÜŞÜ NEFSİN BÜYÜKLÜĞÜ KONUSUNDA İMAM HÜSEYNİN (as) BAŞKA SÖZLERİ
YEDİNCİ OTURUM
"BEN" VE "BEN ÖTESİ" ACABA "BEN"İ HOR GÖRMEK Mİ GEREKİR YOKSA SAYGI GÖSTERMEK Mİ GEREKİR? İSLAM'IN GÖRÜŞÜ DERUNİ (İÇSEL) ÇATIŞMA ASLÎ OLAN "BEN" VE BEN ÖTESİ OLAN "BEN" KENDİNİ HATIRLAMA (KENDİNİ BULMA) MEVLANA'NIN SÖZÜ "BEN'İNİ KAYBETMİŞ CİMRİ MEVLANA'NIN BENZETMESİ İNSAN RUHU, AHLAKÎ DUYGULARIN KAYNAĞI VE MANEVİYATA AÇILAN BİR KAPIDIR. MATERYALİSTLERİN GÖRÜŞÜ SARTRE'IN SÖZÜ MARKSİST'LERİN GÖRÜŞÜ
BU GÖRÜŞÜN ELEŞTİRİSİ
SEKİZİNCİ OTURUM
KENDİNİ TANIMA KENDİNİ TANIMA, ALLAH'I TANIMAYA VE AHLAKA BAŞLANGIÇTIR ALLAH'I TANIMA KONUSUNDA İNSAN NEFSİNİN ÖĞRETİLERİ TABİAT ÂLEMİ DEVAMLI BİR AKIM VE BİR TEK HAREKETTİR ACABA "BEN" DEĞİŞİR Mİ? BEHMENYAR VE İBN-İ SİNA'NIN HİKÂYESİ SABİT BİR HAKİKAT OLARAK "BENİ TANIMA, ALLAH'I TANIMAYA GİRİŞ ALLAH'I TANIMAK İÇİN BİR AYETTİR MATERYALİZME BAĞLI TAASSUP MORRİS MATTERLÎNG'İN SÖZÜ ZEKİ ÇOCUK VE OKUL HİKÂYESİ TEVBE ACABA AHLAKÎ TEMAYÜLLER! İLHAM EDEN TOPLUMUN RUHU MUDUR? MATERYALİST DÜŞÜNCELERİN KAYNAKLANDIĞI YER SARTRE'IN "GERÇEK BEN" HAKKINDAKİ SÖZLERİ İNSANIN, ÖZGÜRLÜĞÜ İLE ALLAH'IN VARLIĞI ARASINDAKİ İLGİ İNSAN, "OLMAK İSTEYEN" BİR ŞEYDİR
DOKUZUNCU OTURUM
ASRIMIZDAKİ MANEVÎ VE AHLAKÎ BUHRANLAR BİR DÜŞÜNCENİN NAZARÎ VE AMELÎ DEĞERİ GERÇEK OLMAK FAYDALI OLMAYA EŞİTTİR MANEVÎ BUHRAN, ASRIMIZDAKİ EN BÜYÜK BUHRANDIR İNTİHARLARIN ARTIŞI DİNLENME VAKİTLERİNİN BOŞ GEÇMESİ SİNİRSEL HASTALIKLARIN VE RUHÎ BUNALIMLARIN ARTMASI ŞEFKATİN AZALMASI AÇLIK MESELESİ YAŞAM YERLERİNİN KİRLİLİĞİ MESELESİ TOYNBEE'NİN ÖRNEĞİ BÜYÜCÜ VE CİN HİKÂYESİ İLMİN KAYNAĞI: SİYANTİZM İDEOLOJİ AYDIN GÖRÜŞLÜLÜK DİNİN BAĞIŞLADIĞI İRFAN!
EK:1 -A-KOMÜNİZM AHLAKI DİYALEKTİK MANTIK TOPLUMUN TEKÂMÜLÜ MARKSİZM’E GÖRE TEKÂMÜL ANLAYIŞI DEVRİM: AHLAK ÖLÇÜSÜ FERDÎN ASLİYETİ VE TOPLUMUN ASLİYETİ ÖZGÜRLÜK VE EŞİTLİK BU GÖRÜŞÜN ELEŞTİRİSİ
EKİ -B-AHLAKTA BENLİK MESELESİ İNSANOĞLU NEDEN AHLAKA VE TERBİYEYE İHTİYAÇ DUYAR?
İKİ ÇEŞİT AHLAK AHLAKÎ FAZİLETLERE BAĞLILIĞIN TEMELİ ALLAH'I TANIMA AHLAKIN TEMELİDİR "BEN" VE "KENDİNE TAPMA"NIN ÇEŞİTLERİ a) Kişiselden b) Aile "Ben"i c) Milli "Ben" GUSTAVE LE BON' UN SÖZÜ BENLİKLE MÜCADELE'NİN İKİ ÇEŞİDİ ALLAH, AHLAKÎ FAZİLETLERİN TEMELİ İMAM HÜSEYN (A.S.) VE AHLAKÎ FAZİLETLER
EK:1 -C-AHLAKÎ FİILERİN ÖLÇÜSÜ TABİİ DAVRANIŞ VE AHLAKÎ DAVRANIŞ DOSTAYEVSKİ'NİN SÖZÜ AHLAKÎ DAVRANIŞIN ÖLÇÜSÜ NEDİR? KANT’IN GÖRÜŞÜ EFLATUN'UN GÖRÜŞÜ FİLOZOFLARIN GÖRÜŞÜ RUSSELL'IN GÖRÜŞÜ BAYEZİD VE ALLAH İDARECİ ADAM VE YARDIMCISININ HİKÂYESİ
EK: 2 RUSSELL'IN AHLAK EKOLÜ
Orijinal adı:
Felsefe-i Ahlak
MURTAZA MUTAHHARİ
Çeviri:
M. Recai Elmas
www.islamkutuphanesi.com Ailesi
Tarama & Tashih: Muhammed ÇİÇEK
eKitap: Muhammed H.İPEK
Akademi Yayınları 19
Dizgi:
Aycan Grafik
Baskı:
Yıldızlar Matbaası
Cilt:
Çiftçi Mücellithanesi
Kapak:
Aycan Grafik
Kapak baskısı:
Orhan Ofset
Tashih:
Ahmet Çiçek
Fevzi paşa Cad. No:57 Kat4
Tel: 521 20 21 Fatih/İSTANBUL
İstanbul-1990
MUKADDİME
Elinizdeki kitap, mütefekkir şehit üstat Murtaza Mutahhari'nin "Ahlak
Felsefesi" adındaki on iki oturumluk bir konferanstan ve iki bölümlük bir
konuşmasından oluşmaktadır. Kitabın büyük bir kısmını teşkil eden birinci bölüm,
üstadın 1351 Hicrî-Şemsî (1972 Miladi) yılında Tahran'ın bir mescidinde yaptığı
dokuz konuşmadan müteşekkildir. Aslında bu bölüm on konuşmadan
oluşmaktadır, ama ne yazık ki ilk konuşmanın bantları elimizde yoktur. Fakat bu
konuya bir eksiklik getirmemektedir. Zira ikinci oturumda, üstat şehit, birinci
oturumun bir özetini tekrarlamaktadır. "EK" adı altındaki ikinci bölüm, üstadın
değişik zaman ve mekânlarda yaptığı üç konuşmasından müteşekkildir. İlk
konuşmanın, yani "Komünizm ahlâkı"nın kesin tarih ve yeri belli değildir. Fakat
Üstadın bu konuşmayı hayatının sonlarında yaptığı kesindir. İkinci konuşma
"Ahlâkta benlik meselesi" ismini taşımaktadır. Bu konuşma 1339'da (1960) Tahran
Üniversitesinde yapılmıştır. Bu konuşmanın da bantları mevcut değildir ve
düzenlenmesi, o dönemde banttan çıkarılan ve üstadın gözetiminde yazımı ger-
çekleşen metin üzerinden alınmış ve şekillenmiştir. "Ahlaki davranışların ölçüsü"
başlıklı kısım, bu bölümün üçüncü ve kitabın son konuşmasıdır. Bu konuşma da
Üstadın hayatının sonlarında ve dini ilimler öğrencilerinin merkezinde yapılmıştır.
Elbette bu konunun başlangıcı -ki tabii davranış ve ahlaki davranışın tarifi konu-
sundadır- bir dereceye kadar birinci bölümün ilk konuşması olma ihtiyacını
karşılamayabilir.
Burada birkaç noktaya değinmeği gerekli görüyoruz.
1- Elinizdeki kitap sırf nazari ahlak konusunu kapsamıyor.
Aksine amelî ahlak konusunda da çekici ve akıcı konulan içeriyor. Nazari
ahlak ve amelî ahlakın ikiz gibi oluşu bu kitabın önemli özelliklerindendir.
2- Şehid Üstad çoğu konuşmalarının sonunda, yerinde olması açısından
musibet konusunu da zikretmektedir ki konunun içeriğiyle irtibatsız da değildir.
Musibetlerin zikredilmesi hazfedilmemiştir.
3- Konuşmaların adları -on ve on birinci konuşmalar hariç-tanzim eden
tarafından konulmuştur.
4- Şehid Üstadın ahlak felsefesi ve İslamî ahlak etrafında tuttuğu epeyce notu
vardır. Allah'ın izniyle notlar serisinde basılacaktır.
5- Daha önce şehid Üstad'ın adıyla "Ahlak felsefesi" adlı bir kitap
mesullerden izinsiz olarak başka bir yayınevi tarafından basılmıştır. Söz konusu
kitabın düzenlemesinde gerekli dikkat gösterilmemiş, düzenlemesini yapan kişi,
üstadın konularını kendi kalemiyle yazmış ve üstadın sözlerinin aslı ortadan
kalkmıştır. Ayrıca söz konusu kitap elinizdeki kitabın son iki konuşmasını
almamıştır. Bundan dolayı kitaba itibar edilmez.
Başka birisi tarafından basılan "Fıtrat", "Tevhid" ve "Tanıma" gibi kitaplar da
aynı bu şekildedir. Bu kitaplar mesul olmayanlar tarafından Üstad'ın adıyla
basılmıştır. "Şehid üstad Murtaza Mutahhari'nin eserlerini yayın komitesi" söz
konusu kitapların doğru ve kâmil metinlerinin tedviniyle uğraşmaktadır ki yakın
bir gelecekte Allah'ın yardımıyla basılacak ve elbette atılan adımlarla bundan
sonra üstadın eserlerinin basımında böyle düzensizliklerle
karşılaşılmayacaktır. Yüce Allah'tan başarı ve yardım diliyorum.
Şehid Üstad Murtaza Mutahhari'nin
eserlerini yayın komitesi (Mart-1987)
BİRİNCİ OTURUM
TABİİ FİİL VE AHLAKÎ FİİL
Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla
Hamd tüm varlıkları yaratan âlemlerin Rabbi olan Allah'a olsun. Salât ve
selam Allah'ın kulu, Resulü, Habibi, sırrının koruyucusu, risaletinin tebliğcisi,
efendimiz, nebimiz, mevlamız, Eb-il Kasım Muhammed'e ve O'nun tertemiz
masum Ehl-i Beytine olsun. Lanetlenmiş şeytandan Allah'a sığınırım.
"Ey Resulüm! Bağışlama yolunu tut, iyiliği emret, cahillere
aldırış etme!" (A’raf: 199)
Önce, normal ve tabii fillerin karşıtı olan bir insanın fiillerinden "Ahlakî"
olarak adlandırılan bir parça arz ettim. Akla şöyle bir soru gelebilir: Ahlâk ve bir
fiilin ahlakî olmasının manası nedir? İnsanın bir hareketinin ahlakî olarak
adlandırılması nasıl olur? Ve yine arz ettik ki her ne kadar başlangıçta bu sorunun
çok basit bir soru olduğu ve cevabının kolay olduğu farz ediliyorsa da, bu
konuyu derinlemesine araştırdığımızda ahlaklı olma sırrının ne olduğu sorusunun
cevabının bu basitlikte olmadığını, aksine fikri konuların en müşkülü ve beşerin
felsefî konularının en karışığı olduğunu ve birkaç bin yıl öncesinden ta
günümüze kadar henüz dünyadaki felsefecilerin hiçbirinin üzerinde ittifak
edebilecekleri bir görüş bulamadıklarını göreceğiz. Biz, önce ahlaki
mertebelerde ahlaklı olma melekelerini açıklamak yerine, mesela, "Eflatun ahlaklı
olma melekeleri hakkında ne söylemiştir?" "Aristo ne söylemiş", "Epikür ne
söylemiş", "Gazali ne söylemiş," "Günümüz dünyasında Avrupa'da felsefecilerin
her biri ne söylemiş" demek yerine, ilk önce onun çok açık, basit konularını
zikredelim, daha sonra detaylarıyla uğraşalım. Zira ahlakî fiil konularının
aydınlanmasından önce detaya inmek iyi bir şey değildir. İlkönce ahlaki fiillerin
kabul edilmiş konularından, "İsar"dan, yani başkasını kendisine tercih etmek,
kendisinin zahmet çekip başkasının rahat olmasını istemek, İslam dünyasının iç
ve dışındaki küçük tarih kalıplarındaki misalleri ve başka ahlak anlayışlarından
da, yani başkasının derdiyle dertlenmekten de söz ettik. Şimdi bu konu ile ilgili
başka örneklerle tekrar uğraşmak istiyoruz. Bunların tümü meselenin tam olarak
aydınlanmasını istediğimiz içindir. Misalleri zikretmeden önce, sizin bu konunun
önemini anlamanız için bir konuyu açıklamam gerekir.
AHLAKİ DAVRANIŞIN DEĞERİ
Ahlaki davranışlar dediğimiz davranışların normal davranışlardan farkının;
övülmeğe, güzel demeğe layık olduğunu görüyoruz. Diğer bir tabirle beşer bu tür
davranışlar için bir değer biçer. Ahlaki davranışın tabii davranıştan farkı, ahlaki
davranışların her insanın vicdanında bir değere sahip olmasındadır. Yani, değerli
ve paha biçilmez bir davranıştır ve insan bu davranışın bir değer taşıdığını
düşünür. Bu değer, bir işçinin çalıştığı iş karşılığı layık olduğu değer ve karşılık
türünden değildir. Zira maddi değerler adaleti sağlar, işçi yaptığı işin karşılığı
olarak bir miktar para veya mal alır. Oysa bu değer, para ve malla
hesaplanmayacak kadar üstün bir değerdir. Kendisini başkaları için feda eden bir
komutanın işi, bir değere layık bir davranıştır. Fakat onun bu davranışının
değeri maddi değer türünden değildir. Mesela şöyle diyoruz: Falan işçinin yaptığı
işin değeri 25 tümendir ([1])
. Mimarın 90 tümen, mühendisin 150 tümen, bir
başkasının 500 tümen ve çok daha yüksek olabilir. Örneğin şöyle denilir: Falan
zat geldi, petrol kuyusunu düzenli bir şekle soktu, yaptığı işin her bir saati için
5.000 tümen değer biçtiler. Kısacası, hesaplama işi maddi değerler için söz
konusudur.
Ahlaki davranışlar ise insanın zihin ve vicdanında bir değer ve kıymete
sahiptirler. Bu tür davranışlar çok değerlidir, fakat onun değer şekli, maddi
değerlerden -ölçü istenildiği kadar yüksek tutulsa dahi- farklıdır. Bu, başka bir
değerdir. Maddi değerlerin çok üstünde olan bir değerdir. Ali'den (a.s)
naklettiğimiz vecizeler için, "Ali'nin bu davranışını hesaplayın da kaç milyon tümen
veya kaç milyar dolar değerinde olduğunu görün" diye bir şey söylenemez. Bu tür
davranış, dolar ve tümenlerle hesaplanamaz. Elbette bir değer ve kıymeti vardır,
fakat değerinin türü maddi değerlerden farklıdır.
İnsanoğlunun yaptığı işler arasında bir kısım işler var olduğu ve bu işlerinin
bir değer ve kıymete sahip bulunduğu, bunların da maddî değerlerden farklı bir
değer türü olduğu kesinleştikten sonra akla şöyle bir soru gelmektedir: Bu
değerler nasıl ifade edilir? Yani hangi felsefeyle, hangi mekteple insanoğlunun
ahlâkî davranışları için bu değer ve kıymetleri ifade edebiliriz? Başka bir ifa-
deyle insanoğlunun davranışının ahlaki değerine hangi mektep tefsir, açıklama
getirebilir ve te'yid edebilir? Acaba bütün mektepler bu tip davranışları ifade
etmeğe kadir midirler? Mektebin bizzat kendisi buna kadir midir? Hayır,
mekteplerin hepsi buna kadir değildir. Şimdilik bu konuyu genişçe açıklamak
istemiyoruz. Bunu şunun için açıkladık: Zihniniz şimdilik, ahlaki değerleri
hangi mektebin ifade edebileceğine ve hangi mektebin ifade etmeğe kadir
olmadığına hazırlıklı olmalıdır. İfade etmeye kadir olmayan mekteplerin bazı
açıklamaları vardır, ama yüzlerine gözlerine bulaştırırlar, üstelik utanç bile
duymazlar, inkâr edip şöyle derler: "Aslında "ahlak" kolay bir kelimedir. Ahlaki
davranış iyi kalpliliktir, akıllı insan ahlaki davranışlar peşinde koşmaz, tatlılık ve
lezzet peşinde gider. Dünyada fayda ve lezzetten başka hiçbir şey mantıklı
değildir." Bu yine iyi çünkü: "Ben, sonucunun bu olduğu bir mektebe
sahibim" der açıkça. Fakat mekteplerden bazıları, dünya görüşleri, felsefe ve
düşüncelerinin esası az önceki ile aynı neticeyi vermesine rağmen, yani aynı yere
varmasına rağmen kendi gerçek yüzlerini göstermezler, hatta tam tersini yaparlar.
Şöyle derler: "Biz de ahlaki değerlere sahibiz ve insanlık için bir değer sistemine
inanıyoruz. Fakat hangi mekteple?!". Bunlar, senin düzenlediğin şekle girme-
yenlerdir. Yine de biz bu konuyu daha sonra açıklayacağız.
Şimdi davranışlardan bazılarının ahlaki olması için başka misalleri ele
alalım.
AFFETME VE BAĞIŞLAMA
Bu, başlı başına bir konudur. Bu konuda Peygamber (s.a.a) Efendimizin de
bir hadisi vardır:
"Üç şey büyüklük ahlakındandır. Senden ilişkisini kesenle ilişki kurman,
seni herhangi bir şeyden yoksun bırakan kimseyi bağışlaman ve sana zulmeden
kimseyi affetmendir."
Sözgelimi bir insan, size karşı bir hata, bir kötülük veya bir cinayeti irtikâp
eder. Elbette burada yapılan hareketin bir kısmı şahsınızla, diğer bir kısmı da
toplumla ilgilidir. Buna şöyle bir misalle açıklık getirebiliriz: Katil birisi gelip bir
insanı öldürür, bu hareketin hem cinayetle ilgili yönü, hem de toplumsal yönü
vardır. Söz-konusu ettiğimiz şey ise, bir hareketin toplumsal bir ilişkisinin
olmayışı ve toplumda bir hakkın doğmayışıdır. Şöyle ki: Size birisi bir töhmette
bulunmuş, yalan isnat etmiş, gıybetinizi yapmış ve buna benzer davranışlarda
bulunmuş olsa ama bu davranışlar toplumsal değil, ferdi meseleler olsa, işte siz,
size bunları yapanı bağışlayıp affedersiniz. O şahıs bağışlamanın tam zıddı olan
kötülüğü yapmaktadır. Siz ise bağışlar ve önemsemezsiniz (vazgeçersiniz). İşte
bu davranış normal davranışların üstünde, ahlakî bir davranış olarak
nitelendirilmektedir ve çok kahramanca bir davranış türüdür.
HAKK BİLİRLİK VE VEFA
Bir diğeri de insana ihsan ve iyilik yapmaktır. İnsanın bunun karşısında iki
tür tepkisi olabilir. Birincisi: Anladıktan sonra artık, "sinek köprüden
gelmiş"([2])
tabiri gibi asla özen göstermez, unutur, onun işiyle bir ilgisi kalmaz ve
hiç mi hiç önemsemez. İkincisi bu davranış karşısında ömrünün sonuna dek,
hakşinaslık yapar. Yapılan iyiliği asla unutmaz, teşekkür eder ve vefa gösterir
(karşılığını vermeğe çalışır). Yirmi yıl geçse bile, eğer o şahıs herhangi birihtiyacı
için yanma gelmişse, hemen "iyiliğin karşılığı iyilik değil midir?(Rahman: 60) -ki
bu Kur'an'ın da zikrettiği fıtri ahlakın bir aslıdır- ayeti gereğince onun ihtiyacını
gidermeğe ve ihsanda bulunmağa koşar. İşte bu davranış, ahlaki bir davranıştır.
HAYVANLARA ACIMA DUYGUSU
Hatta bir dereceye kadar murdar olan hayvanlar da buna dâhildir. Onların
bu murdar oluşu, pis oluşu onlara acınmasına engel değildir. Mesela köpek, diş
etlerinde veya vücudunun her yerinde bulunan kuduz mikrobundan dolayı onun
murdar olduğunu söylüyoruz. Yani ona çok tehlikeli bir mikrobu taşıyan
herhangi bir şey gibi yaklaşır ve öyle davranırız. Fakat bu, onun aynı şekilde
acıma duygusundan mahrum olmasını gerektirmez. İnsan, aç ve susuz bir
hayvanı görür. Kimisi bunun karşısında ilgisiz kalabilir, bir başkası onunla
ilgilenip bakabilir. Şöyle bir hadis anlatılır: Adamın biri bir çölden geçerken
şiddetli susuzluktan dolayı diliyle nemli toprağı yalayan bir köpek görür. Orada
da bir su kuyusu bulunmaktadır. Hemen ayakkabısını sarığına bağlayarak
kuyuya sarkıtır ve oradan su çeker. Daha sonra elleriyle o hayvancağıza su verir
ve susuzluğunu gidererek onu ölümden kurtarır. Böyle bir davranışın Allah
indinde değerli olduğu, güzel bir iş olduğu konusunda dönemin peygamberine
vahiy gelir:
"Allah o kişinin yaptığını beğendi ve mükâfat olarak onu
cennetine koydu."
Sa'di'nin "Bostan" adlı kitabında söz konusu ettiği (Hadis) budur:
Biri çölde susuz bir köpek gördü.
Hayatında böyle bir şey yapmamıştı.
Sa'di burada "Külahıyla su çekti" demektedir, fakat hadiste "ayakkabısıyla
su çekti" ifadesi vardır.
O övülen kişi külahıyla kuyudan su çekti
Ona ip olarak kendi sarığını bağladı.
Hizmet etmeğe hazırlandı ve kollarını sıvadı.
Güçsüz kalmış köpeğe azıcık su verdi.
Peygamber bu adamın durumundan söz etti.
Ki Allah onun günahlarının tümünü affetti.
Bu davranışın Allah indinde ve Allah'ın kullan nezdinde bir değere sahip
olmasının sırrı neresinde gizlidir acaba?
SIRRÎ SIKTÎ'NİN SÖZÜ:
"Sırrî Sıktî" adında bir arifin şöyle söylediği nakledilir: Ben söylemiş
olduğum bir Elhamdülillah sözünden dolayı otuz yıldır istiğfar ediyorum, Allah'a
yaptığım bir şükürden dolayı. Bu nasıl olur? Diye sorduklarında, O: "Benim
Bağdat'ta bir dükkânım vardı. (Bu hikâyeyi de Sa'di şiir şeklinde yazmıştır). Bir
gün Bağdat'taki falan çarşıda yangın çıktığı ve dükkânların yandığı haberi
geldi. Dükkânının yanıp yanmadığını görmek için derhal oraya gittim. Adamın
biri bana "Senin dükkânına ateş sıçramamış" dedi. Ben de "Elhamdülillah" dedim.
Daha sonra kendi kendime şöyle düşündüm: Acaba sadece sen mi varsın bu
dünyada?" Daha sonra dört dükkânın yandığı ve benim dükkânımın yanmadığı,
yani başkasının dükkânının yandığı söylendi. Bundan dolayı
"Elhamdülillah" dedim. Bunun manası; Elhamdülillah ki benim dükkânım
yanmamış da başkasınınki yanmış. O halde ben şuna razı olmuş oluyorum:
Onun dükkânı yansın da benimki yanmasın. Sonra kendi kendime, "Ey Sırrî!
Yoksa sen Müslümanların üzüntüsünü gönlünde dahi olsa paylaşmıyor musun?"
diye söylendim. (Burada Peygamber (s.a.a)'in şu hadisine işaret edilmektedir:
Her kim, yardımının Müslümanların hizmetine olmasını düşünmeksizin sa-
bahlarsa, Müslüman değildir.([3])
Ve işte ben otuz yıldır söylemiş olduğum o
"Elhamdulillah"tan dolayı tövbe ve istiğfarda bulunmaktayım." Peki, bu neyin
nesidir?
MEKARÎMU'L AHLAK DUASI
"Sahife-i seccadiyye hem sened açısından hem de içerik açısından çok
muteber bir dua kitabıdır. Şia âlimlerinin İslam'ın ilk asrından beri kendisine
büyük bir değer verdikleri bu kitap, Zeynu'lâbidin Ali b. Hüseyn'e (selamullahi
aleyhi) aittir. Hicri birinci asrın sonlarında ve hicri ikinci asrın başlarında bir
kitap şeklinde elden ele dolaşan bu kitap Kur'an'dan sonra tek kitaptır. Nehc-
ül Belağa da kitap halindedir, fakat Nehc-ül Belağa, halk arasında değişik
şekillerde olan Ali'nin (AS) hutbelerini, mektuplarını ve kısa sözlerini
içermektedir. Seyyid Rıza dördüncü asırda bu değişik mecmuaları toplayıp bir
kitap haline getirdi. Usul-i Kafî, dördüncü asırda bir kitap halinde toplanmıştır.
Diğer kitaplar da Usul-i Kâfi’den önce yazılmıştır. İmamların bazen
kendilerinden söz ettikleri rivayet kitaplarından olan Fatıma'nın (s.a) Mushafı
ve Ali'nin (AS) kitabı ise, bugün elimizde mevcut değildir. Böylece, Kur'an'dan
sonra ilk önce kitap şeklinde var olan ve bugün de elimizde mevcut olan en eski
şia kitabı Sahife-i Seccadiye'dir. Zeyd b. Ali b. Hüseyn hazretleri Emevilerle
yaptığı savaşta şehit düşünceye kadar bu kitap O'nunla birlikteydi. Kendisi bu
kitabı bir başkasına teslim etti. Kitabın iki nüshası vardı. Bu sahifenin başlangıcında
yazılıdır. Sahife-i Seccadiyye çokça duayı içine almaktadır. Ben, şuanda Sahife'nin
değeri hakkında konuşmak istemiyorum. Çünkü bu bizi asıl konumuzdan
uzaklaştırır. Sahife-i Seccadiyye'nin dualarından birisi "Mekanm-ül Ahlak" duası
olarak adlandırılan, yani büyüklük ahlakı duasıdır.
Önce, Peygamber-i Ekrem Efendimizin buyurmuş olduğu -Ehl-i Sünnetin
rivayet ettiği şekilde- şu hadisi okudum: "Mekarimu’l ahlâkı tamamlamak için
gönderildim "([4])
-Şia'nın rivayet ettiği şekilde- efendimiz şöyle buyurmuştur: "Size
mekarimu'l ahlâkı tavsiye ediyorum, Rabbim beni onunla gönderdi."
Bu iki hadis her ne kadar Peygamber Efendimizin dilinden iki ayrı yerde
ifade edilmişse de kapsadığı konu itibariyle ikisinin de aynı olduğu
görüşündeyiz. Bu duanın ismi "Mekarim-ül Ahlak" duasıdır. Galiba duanın bir
cümlesinin şöyle olmasından dolayıdır: "Ve bana yüksek dereceli ahlakı
bağışla." Eğer bizler bu (uzun) gecelerde bir fırsat bulur da bu güzel ve değerli
dualardan bazı kısımları sizlere okuyabilirsek çok yerinde bir iş yapmış oluruz.
Zira İslam'ın ahlakî mektebinin tanıtılmasının en iyi örneklerinden
birisi, Mekarim-ül Ahlak duasıdır. Bundan dolayı, yıllardır içimde taşıdığım
arzulardan birisi de bir vaktini bulup bu duaları Farsçaya tercüme etmek ve
özellikle de onları şerh etmek, bu değerli dualardaki felsefe ve incelikleri
açıklamak, farsça bilen halkımızın istifadesine sunmaktır. Bu benim taşıdığım
arzularımın bir kısmıdır. Allah Teâlâ’dan bana bu yardımı bağışlamasını
diliyorum ve Ali b.Hüseyin'in (s.a) bizzat mukaddes vücudunun, Allah Teâlâ’dan
bu yardımın benim için var olmasını istemesini diliyorum. Şimdi ben bu duanın
bir kısmını bu tür örnekler için okuyorum. Bu mazmunları işiten herkesin ve
arzusu böyle olmak olan her insanın -elbette böyledir ve İslam’ın insanının böyle
olması gerektiğini öğretmektedir.- Göz önünde bulundurması gerekir, bu insan
kendi kendine sorar: Bu davranışların bu kadar değer ve kıymet kazanması
nasıl olur? Bu duanın her bir kısmı salâvatla başlar. Hazret; Hz. Peygamber ve
O'nun âline bir salâvat yollar, daha sonra birkaç cümlelik bir dua eder. İki defa
salâvat yollar. Şimdi bu duadan bir bölüm okuyalım:
Yüce Rabbine şöyle yalvarır: "Rabbim! Peygamber ve O'nun âline salât ve
selam olsun, bana hile yapan yani görünüşte iyilik yapan fakat kendi aralarında
gizli olarak bana kötülük yapmak isteyen kimselerle mücadele etmem için bana
yardım et. Beni terk edip yalnız bırakan kimselere, beni arayıp sormayan, artık
yanıma gelmeyen dostlara mükâfatlarını avuçlarına koymam için bana yardım et.
Nasıl mı? Onlar beni terk etmelerine, iyiliği terk etmelerine karşılık ben, iyilik ve
ihsanda bulunayım. Beni mahrum bıraktığı şeyden ben ona bir mükâfat olarak
bağışlayayım. Benden ilişkisini kesen herkese mükâfatlar vereyim. Sıla-i Rahim
(akrabaziyareti) 'nin ve dostluk ilişkilerinin kesilmesini isteyen dost ve akraba-
larla ilişki kurayım. Benim mükâfatım ancak şudur: Onlar bu ilişkiyi kesmeye
çalışıyor bense ilişki kuruyorum. Onlar arayı bozmağa çalışıyor ben ise arayı
bulmağa çalışıyorum. Ve benim gıybetimi yapanlara, arkamdan kötülüğümü dile
getirenlere karşı muhalefet edeyim. Gıybetimi yapanlara yapacağım muhalefet;
onların arkasından iyiliklerini dile getirmektir. Devamlı onların iyi olduklarını
söylemektir. Halkın yaptığı iyiliklerden dolayı kendilerine teşekkür edeyim ve
yaptıkları kötülüklerin karşısında da göz yumayım."
İnsan için bu nasıl bir istektir? Şu halde bizler bundan da öte bir isteklere
sahip olalım mı yoksa olmayalım mı, bu tip davranışlarda bulunalım mı,
bulunmayalım mı, acaba bu davranışlar övülmeğe değer mi, değmez mi? Bunlar
değerli mi, yoksa değersiz mi? Şayet değerliyse nasıl bir değere sahip? Böyle
davranan bir insan görüşümüze göre acaba bir kahraman mı yoksa değil midir?
Evet kahramansa bu kahramanlık nasıl bir şeydir? Bu kahramanlığın sun nerede
yatmaktadır? İşte cevabını ileride vermek için üzerinde durduğumuz soru budur.
Bu tip davranışların, düşüncelerin, niyetlerin, irade, sevgi ve muhabbetin ahlaki
olma esprisi nerede yatmaktadır?
HACE ABDULLAH ENSARÎ'NİN SÖZÜ
Bir söz vardır, Abdullah Ensarî'ye ait olduğu söylenir.
Şöyle demektedir: "Kötülüğe karşı kötülük yapmak köpekliktir." Bir kişi
bir adama bir kötülük yapar, bu adam da o kişinin kötülüğüne karşılık kötülük
yaparsa, işte bu, köpeklere özgü bir davranıştır. Çünkü eğer bir köpek başka bir
köpeği ısırırsa, diğeri de onu ısırır.
"İyiliğe karşı iyilik yapmak eşekliktir." Bir kişi bir adama bir iyilik yapar,
bu adam da, onun yaptığı iyiliğe karşılık iyilik yaparsa, bu da önemsenecek bir
davranış değildir. Bilmiyorum gördünüz mü, yoksa görmediniz mi? Herkesin
benim gibi görmüş olacağını zannederim: Bir eşek başka bir eşeğin ensesini
kaşıdığı zaman, o da hemen diğerinin ensesini kaşır. Kendi ensesini kaşıyan -ki
bu kaşıma onun hoşuna gider- eşeği görünce O da hemen arkadaşınınkini
kaşımağa başlar.
"Kötülüğe karşı iyilik yapmak Hacı Abdullah Ensari'nin işidir." Buna
benzer bir dörtlük de vardır:
"İyiliğe karşı kötülük yapmak, biz İran halkının işidir."
Emiru'l Mü'min'e ait olduğu söylenen şöyle bir şiir de vardır:
"Çokça cahil insan, sefihlikleriyle kötülüğümü dile getirir. Ben, onlara cevap
vermekten utanırım."
Buradaki "Sefih" deli manasına değildir. Herhalde "akli olgunluğa
ermemiş" kişi manasınadır. Bu şiirde eğer "sefih "in yerine akli olgunluğa sahip ve
bir hedefe sahip olan bir kimse olursa, onun davranışının toplumsal bir yönü
ortaya çıkar ve artık ondan vazgeçilecek yer yoktur.
"Cahiller, kendilerine laf atarlarsa, kendilerine "selâm" deyip ge-
çerler." (Furkan: 63)
Emiru'l Mü'minin işte böyle demek istiyor.
Öyle insanlarla karşılaştım ki henüz akli bir olgunluğa erişmemişler, kendi
cahillik ve bilmezlik yüzleriyle karşıma dikilip benim kötü olduğumu söyler ve
bana hakaretlerde bulunurlar. Ben ise, bu cahil insanlara cevap vermekten
tiksinirim.
"O kendi sefahat, cehalet ve dedikoduculuğunu artırır.
Ben ise, kendi Hilmimi arttırmaktayım.
Benim sözüm ud ağacı gibidir.
Ki onu ateşe attıklarında ateş yaktıkça
Onun kokusu daha güzel bir şekilde etrafa yayılır." ([5])
Burada hilm'in de ahlaki bir değerinin olduğu vurgulanmaktadır. Şu şiir de
O'na aittir:
"Ben bazı şahsiyetsiz kimselerin yanından geçerken bana hakaret ederler.
Ben kendi kendime derim ki onun maksadı ben değilim."
PAZARCI VE MALİK EŞTER
Malik Eşter'in hikâyesini hepiniz duymuşsunuzdur: "Çok kuvvetli ve iri
yapılı biri olan Malik, Küfe çarşısından geçiyordu. Orada da pazarcı bir çocuk
oturmaktaydı. Malik'i tanımıyordu. Çocuk bir çöp bidonunu aldığı gibi Malik'in
üstüne doğru boşalttı. Malik, hiçbir şey demeden kalktı ve gitti. O gittikten sonra
adamın biri o pazarcıya: Kendisine bu şekilde hakaret ettiğin, alaya aldığın kişinin
kim olduğunu biliyor musun? diye sordu. O: "Kimdi?" diye sorunca adam:
"Emiru'l cund ve Ali b. Ebi Talib'in komutanıydı" dedi. Pazarcı titreyerek: "Benim
hakkımda bir karara varmadan gideyim de ondan özür dileyeyim." diyerek
Malik'in peşinden koştu. O'nun camiye girip namaz kılmağa başladığını gördü. İki
rekât namaz kıldı. Namazını bitirinceye kadar sabretti. Selam verdikten sonra
hemen yanına koşup özür dilemeğe başladı: Ben sana terbiyesizce hakaret eden
adamım tanıyamadım... vb. sözler söyledi. Malik: Allah'a yemin ederim ki ben şu
anda mescide gelmek niyetinde değildim, başka bir yere gidiyordum. Allah'a
yemin ederim ki ben camiye, iki rekât namaz kılmak ve senin için dua edip Al-
lah'tan günahlarını affetmesini ve seni hidayetine erdirmesini dilemekten başka
bir şey için gelmedim."
Acaba bu davranışa ne ad verilir? Bu çok yüce ahlakî bir değerdir. Temiz
imamlar hakkında bu tür hikâyelere ve kıssalara maşaallah çok fazla sahibiz.
ŞAMLI ADAM VE İMAM HÜSEYN (AS)
Şimdi anlatacağımız kıssa hem İmam Hasan'a, hem de İmam Hüseyn'e
nispet edilmiştir. Naklettiğimiz rivayet İmam Hüseyn (as) hakkındadır:
İsam b. Mustalık adında Şamlı bir adam Medine Mescidi'ne geldi. Heybet
ve celal sahibi([6])
bir adam gördü. Gözleri onun üzerinde kaldı. Dedi ki: "Orada
oturan kimdir? Şahsiyetli biri olduğu anlaşılıyor." Hüseyn b. Ali bin Ebi
Talib([7])
olduğunu söylediler. Ali'nin oğlu Hüseyn olduğunu duyunca şöyle dedi:
"Allah'a daha yakın olabilmem için gideyim de O'na birkaç hakaret dolu
söz söyleyeyim. Geldi ve İmam'ın karşısına dikilerek gücü yetinceye kadar Emirel
Mü'minin ve İmam Hüseyn'in kendisine hakaret etti, nefret yağdırdı. İslam'ı
sizler harap ettiniz, siz münafık insanlarsınız vb. laflar etti. İmam bu adamın
yüzüne baktı ve onun gaflete düşürülmüş birisi olduğunu yüzünden
anladı. Adamın sözleri bitince imam şöyle dedi: "Acaba sen, Şamlı mısın? Adam
"evet" dedi. İmam: "Biliyorum, Şamlılar hep böyledir. Fakat yine de siz bizim
şehrimizde yabancı birisiniz, misafirimizsin, gel bizim eve gidelim de misafirimiz
ol. Sana ikramda bulunalım, eğer yol azığın azsa sana yol azığı verelim..." dedi.
Adam şöyle diyor: "O an beni bir hal aldı, bir an yer yarılsın da içine girip yok
olayım istedim."
Zamanın birinde Şamlı bir adamla Kufe’li bir adam bir kahvede
oturmuş namaz konusundaki bir mesele üzerinde konuşuyorlardı. Kûfeli, "benim
söylediğim doğrudur" dernek için şöyle dedi: Ben Ali'nin şöyle şöyle namaz
kıldığını gördüm." Şamlı şaşkınlıkla şöyle dedi: Allah Allah! Yoksa Ali namaz da
mı kılıyor?!" Bu bedbahtlar, bu Şamlılar işte bu kadar iğfal edilmişlerdi.
MEKARİMU'L AHLAK DUASININ BAŞKA BİR KISMI
Sahife-i Seccadiyye'den size okuduğum bu kısımların çok yüce ahlaki
değerlere sahip olduğunu görmekteyiz. Şimdi de Sahife-i Seccadiyye'nin başka bir
kısmını sizlere okuyayım.
İmam Peygamber'e ve O'nun ehline salât ve selam söylediği bölümden
sonra yüce Allah'a şöyle yalvarır:
"Allah'ım! Beni salihlerin sahip oldukları süslerle süsle, takva sahiplerinin
elbisesini üstüme ser."
Bu cümleler, Salihlerin süsünün ne olduğunu ve hangi şeylerin salih
kimseler için süs olduğunu, hangi şeylerin muttakiler için güzel elbise olduğunu
açıklamıyor. Zira bizim tanıdığımız salih ve muttaki kimselerle İmam Seccad'ın
burada açıkladıkları çok büyük bir farklılık arz eder.
"Allah'ım beni salihlerin, süsüyle süsle ve takva sahiplerinin güzel elbisesini
üstüme ser."(kendisinin, salihlerin süsü ve muttakilerin elbisesinden ne anladığını
halkın bilmesi için de şöyle buyurmaktadır) "Adaletin yayılmasında." işte
salihlerin süsü ve muttakilerin güzel elbisesi adaleti yaymalarıdır.
"Gazaplandığım zaman önünü tutayım", Yani kızgınlık anında bu kızgınlığıma
galip gelebileyim ve kızgınlığımı dindireyim. Nasıl bir "dindirme"? Öyle bir
dindirme ki insanın herhangi bir şeyden gazaplanmasını dindirmekten öteye
kalbinde dahi taşıdığı kin ve nefreti yok etmektir. Tıpkı hararet altında eriyen
buz parçası gibi bu kin ve nefretin erimesidir. Muttakilerin elbisesi ve salihlerin
süsü, işte bu kin ve kızgınlığı içlerinde yok etmeleridir.
"Aralarındaki ateşi söndürebileyim."
Yani iki mü'min arasında var olan savaş, kargaşa, ihtilaf ve fitne ateşini
söndüreyim. Bizler ne yapıyoruz? Aralarındaki ateşin daha da fazlalaşması için
odun getirip ateşi daha da canlandırıyoruz? İmam'ın yaptığı bu değil. Nerede iki
kardeş arasında bir kızgınlık ateşi görse hemen onu söndürmeğe çalışıyor.
"Müminler ve Müslümanlar arasında barış ve sevgiyi sağlayayım. Halkın
kötülüklerini, insanların ayıp ve hatalarını örteyim."
(Bunların tümü ahlaki konuların içinde yer alır, içinde herkesin hakkının
var olduğu toplumsal konuları kapsamaz. Bu yaptırımlar mekarimu'l ahlak
duasında da var olan yaptırımlardır.) insan şu konumda durabilmelidir: İnsanları
daha güzel tanıtan, birbirlerinin yanında Müslümanlara hüsnü zan (iyi niyet)
beslesin, insanların iyiliklerini orada burada anlatsın, kötülüklerini ise -hatta
gerçekleşmiş olan kötülüklerini dahi- örtüp saklasın, gizli yönlerini açığa
vurmasın. İşte bu, İslami bir vazifedir: Halkın iyiliklerini açıklamak, kötülüklerini
ise saklamak... Eğer bir insanın ufacık bir iyiliği varsa ve bu insan halkın kendisini
bu iyiliği ile tanıdığını görüyorsa, işte bu, onun benliğinde var olan kötülüklerin
azalmasına ve yok olmasına bir sebeptir. Bunun tersine, eğer bir insanın hem
iyilikleri hem de kötülükleri varsa ve halkın onu sadece kötü-lükleriyle tanıdığını
görürse, onun iyi olan şahsiyeti ve yaptığı iyilikler kesilir, yani yavaş yavaş kötü
adam olmağa doğru gider.
KUR'AN'IN MÜMİNLERİN KÖTÜLÜKLERİNİ YAYMAKTAN ŞİDDETLİ
BİR ŞEKİLDE NEHYEDİŞİ
İşte Kur'an'ın fevkalade şiddetli bir şekilde, Müslümanların kötülüklerini
(Kur'an'ın tabiriyle: Fuhşiyatlarını) hatta açık bir şekilde işlenmiş kötülüklerini
bile yaymaktan nehyedişi bundan dolayıdır:
"İnananlar içinde fuhşiyatın yayılmasını isteyenler için çetin bir azab
vardır." (Nur: 19)
Bu ayet hakkında yapılan iki tefsirden birisine göre ifade: "Müslümanlar ve
müminler hakkında kötülükleri yaymayı sevenler" anlamındadır. Allah göstermesin
bir şahısta bir sürçme meydana geldiği haberi alınsa, ben doğrulan söylerim, yalan
ise yazıktır. Bir hadiste şöyle denilmiştir: "Eğer birisi mü'min kardeşi hakkında töh-
mette bulunursa, tuzun suda eridiği gibi iman da onun ruhunda erir, yok olur; o şahıs
için iman diye bir şey kalmaz artık." Eğer doğru olursa bu ona söyler, o bir başkasına
söyler, böylece bu (töhmet) her tarafa yayılır. Eğer yalan olursa -ki doğrusunu
Allah bilir- İşte Kur'an'ın asla istemediği budur. Gıybet etmek neden haramdır?
Elbette kötülüğü icat ettiği için. Gıybet etmek, kötülüklerin açıklanmasının aynısı
olduğu içindir, yani gerçekleşmiş kötülükleri açığa vurmaktır.
BAZI KONULARDA GIYBET ETMEK CAİZDİR.
Tekrar belirteyim ki bazı konularda gıybet etmek caizdir -ki bu tip konular
toplumu da ilgilendiren konulardır.- Halis bir niyetle yapılan gıybetler
bunlardandır: Örneğin, adamın biri bir başkasıyla bir şirket kurmak istiyor. O
adam hakkında siz bir bilgiye sahip olduğunuz için size geliyor, onun durumu
hakkında sizinle görüşüyor. Acaba bir süre beraber kaldığınız bu adam nasıl
birisidir? Ben onunla bir iş yapmayı düşünüyorum veya kızımı ona vermek
istiyorum veya kızını oğluma almak istiyorum gibi şeyler söylüyor. Burada
ortada olan istişaredir, danışmadır. Burada istişare söz konusu olduğu için sizin
gerekli konularda bilgi vermeniz caizdir, hatta şarttır. Bu adam şöyledir veya
böyledir diye gerçeği söylemelisiniz. Veya başka birisi tarafından size
zulmedilmesi konusunda olsun, yani birisi hakkınızı elinizden almışsa. Burada
siz, ya ağzınızı kapatıp hakkım elimden alındı demeyeceksiniz -ki bu durumda
hakkınız yok olur- Veya eğer söylemek isterseniz gıybet etmiş olursunuz. Fakat
bu gıybet caizdir.
"Allah, kötü sözün açıkça söylenmesini sevmez, ancak zulmedilen hariç.
(Zulme uğrayan kimse feryat edip zalimin kötülüğünü söyleyebilir, ona beddua
edebilir.)" (Nisa: 148)
Ben bunları, özellikle kendimizi ifrat ve tefritlerden korumamız için
söylüyorum. Biz Müslüman toplumun eksiği tarihin de hikâye ettiği hata şudur:
Bizler, -özellikle biz İranlılar- ya tamamıyla o tarafa düşüyoruz, ya da bu tarafa,
orta yolda duramıyoruz. Ya daima gıybet eden bir halk oluyoruz veya Haccac'ın
gıybetini dahi caiz görmeyen bir duruma düşüyoruz.
İBN-İ SÎRÎNİN YANLIŞ SÖZÜ VE GAZALÎ'NİN YANILGISI
"İbn-i Sîrîn", Hicri ikinci asırdaki Müslüman İran âlimlerinden biridir.
Adamın biri, İslam dünyasında kan dökücü ve zalim olarak tanınan Haccac'ın
kötülüklerini İbn-i Sîrîn'in yanına gelip anlatmağa başlamış. İbn-i Şîrîn: "Gıybet
etme, şu anda senin yaptığın gıybetin günahı Haccac'ın günahından daha fazladır.
Benim, Haccac'ın gıybetini yapan birisini dinlemeğe vaktim yok" diyerek adamı
susturur. Bu değersiz bir sözdür. İşin asıl ilginç yanı, Gazalî'nin de, bukadar
büyüklük ve azametine rağmen bu hikâyeyi nakletmesi ve onu teyit etmesidir.
Bu yanlış bir şeydir. Bizim Gazali'yi büyük bir insan olarak, yani fevkalade
mütefekkir bir insan olarak tanımamıza rağmen bu söz yanlıştır. Büyük
insanların büyük hataları da olur. Gazali'nin büyük yanlışlarından biri de, İbn-i
Cevzî'nin deyimiyle, konuların çoğunda şeriatı tasavvufla karıştırmıştır.
Gazali'nin tasavvuftaki bir ifrat noktaları, bazen onun İslam fıkhının dışına
çıkmasına sebep olmuştur. Aşağıdaki sözünde şöyle dediği gibi:
"îbn-i Sîrîn doğru söylemiştir, o adamın Haccac'ın gıybetini yapmaya hakkı
yoktur, Haccac Müslüman’dı."
Acaba eğer Haccac'ın gıybetini yapmak caiz değilse o halde bu dünyada kimin
gıybetini yapmak caiz olur?! Şu halde bizim de gece gündüz minberde Yezid b.
Muaviye'nin gıybetini yapmamamız gerekir. Çünkü biz onun zulmünü
açıklıyoruz. Allah, bizzat kendisi Firavn'ın gıybetini yapmıştır. Nemrud'un
kötülüğünden söz etmiş, Karun'un kötülüğünden söz etmiş, Bel'am Baura'nın
kötülüğünden söz etmiş ve buna benzer yüzlerce kişilerin ve kavimlerin
kötülüklerinden söz etmiş, İsrailoğulları kavminin tümünün kötülüğünden söz
etmiştir. Hayır, bunlar gıybet değildir. Artık o tarafa da düşmeyin.
Hazret'in tabiri şu idi: İyiliklerin açıklanması, ayıpların örtülmesi. Bunların
tümünü şunun için açıklıyorum: İnsanın kendi istekleri bu tip istekler olunca
büyütülmeğe değerdir. Düşünceleri bu tip düşünceler olunca büyütülmeğe
değerdir. Böyle bir amele sahip olan bir kişi büyütülmeğe değerdir. Böyle
yatkınlıkları olan bir kimse kahramanca bir yapıya sahiptir, çok değerli, kıymetli
ve önemli bir yapıya sahiptir. Bu değerliliğin kökeni nerede yatıyor? Bu düşünce
ve davranış nereden ve nasıl değer kazandı? Bu değerliliğin kökünü bizler elde
etmeliyiz.
Değişik mekteplerin (ekollerin) ahlaklı olmanın sırrını göstermek için
davranışlar ortaya koydukları ve görüşler ileri sürdükleri yer burasıdır. Yarın
akşamdan itibaren bu ekollerin görüşlerini ele alacağız. Hangi ekolun, ahlaklı
olmanın sırrını nerede aradığını ayrı ayrı inceleyeceğiz. Bunun sonunda da İslam
mektebinde ahlaklı olmanın sırrını incelemeği istiyorum. İslam'ın bu yüce değer-
lerin sırrını nerede ve hangi şeyde gördüğünü anlayacağız. Bundan da öteye,
İslam'ın ahlakî davranışları nasıl ele aldığını ve bu davranışların İslam
mektebiyle nasıl olgunluğa erdiğini -elbette ki bütün ekollerin içinden bu ekolle
olgunluğa sahip olur-, aynı şekilde başka ekollerin, özellikle maddî felsefelerin,
ahlaki değerleri nasıl ele alabildiklerini ve teyit edebileceklerini göreceğiz.
Ya Rabb! Gönüllerimizi iman ve Kur'an nuruyla münevver kıl.
Ya Rabb'. Ruhlarımızdan kin, nefret ve kıskançlığı hemen ve lutfunla çıkar.
Ya Rabb! Bizi kendi İslam’ını gerçek anlamıyla tanıyanlar eyle.
"Allah'ım! Hepimizi kendi görevlerimizi tanıyanlar eyle, Müslümanlara
bütün cephelerde yardım et. Bütün Müslümanlara, gerek manevi ve ahlakî,
gerekse dış cephelerde yardım et. Allah'ım! Lütfunla yardım ve zaferi bizlere
bağışla.
Ya Rabb! Ölülerimize mağfiret eyle!
Allah salâvatla birlikte Fatiha’yı okuyana merhamet eder."
İKİNCİ OTURUM
ATIFÎ (ŞEFKAT) TEORİSİ VE İSLAM FELSEFECİLERİNİN TEORİSİ
Rahman ve Rahim Allah'ın adıyla.
"Hamd, bütün varlıkları yaratan âlemlerin Rabb'ı olan Allah'a mahsustur.
Salât ve selam Allah'ın kulu, resulü, habibi, günahlardan arındınlmış, Allah'ın
sırrını koruyan, risaletini tebliğ eden efendimiz, peygamberimiz, Ebu'l Kasım
Muhammed'e ve onun günahlardan arındırılmış tertemiz ve güzel yakınlarının
üzerine olsun. Lanetlenmiş şeytandan Allah'a, sığınırım."
"Affı (kolaylık yolunu) tut, iyiliği emret, cahillere aldırış etme" (A’raf:
199)
Kısaca insan davranışlarının iki tür olduğundan söz etmiştik: Birincisi,
övülmeğe değmeyen, kahramanca sayılmanın ve aferin demeği gerektirmeyen
tabii, normal ve geleneksel olarak yapılan davranışlar. İkincisi; insanların
övmeğe layık gördükleri, o davranışlarda bulunan kimseleri övdükleri ve onları
bir çeşit kahraman olarak tanıdıkları davranışlardır. İşte biz bunlara ahlaki
davranışlar diyoruz. Şimdi herhangi bir işin, davranışın ahlaki olma sırrının ne
olduğu konusuna geldik. Herhangi bir iş, davranış nasıl ve hangi şekilde ahlaki
bir renge bürünür ve tabii, normal davranışlardan farklılık arz eder? Başka bir
deyişle, ahlaki olmanın ölçüsü nedir? Burada çeşitli görüşler mevcut olup biz ilk
önce bu görüşleri nakledeceğiz, sonra bu görüşlerden hangisinin doğru hangisi-
nin yanlış olduğu veya herhangi bir görüşün bir kısmının doğru, diğer bir
kısmının ise yanlış olduğunun mümkün olup olmadığı üzerine konuşup
eleştiriler yapacağız.
ATIFÎ (ŞEFKAT TEORİSİ)
Ahlaki olma melekeleri hakkında en eski görüşlerden biri de atıfi görüşüdür.
Bazıları ahlaki olma sırrını beşerin şefkatinde görmektedirler. Şöyle
demektedirler: Normal ve yapıla gelen işler, insanın kendi isteğiyle oluşan sebep
ve tabii isteklerden meydana gelen işlerdir (davranışlardır) ye bu davranışlardan
amaç; kişinin kendisine bir faydanın dokunması veya bu kişinin bir lezzet alma-
sıdır. Bu tür istek ve temayüllerden kaynaklanan ve bu tür amaçları taşıyan her
davranış normal ve yapıla gelen davranışlardır. Halkın yapmakta olduğu birçok
davranış gibi davranışlar ahlaki değildir. Sabah erken kalkıp maaş almak ve bu
maaşla geçimini sağlamak, işe giden bir işçinin yaptığı normal ve yapıla gelen bir
iştir. Aynı şekilde görevi yöneticilik olan veya bir şirkette çalışan bir memurun
işi veya ticaret ve menfaat peşinde koşan bir tüccarın yaptığı iş, kendi şahsi ve
hayatıyla ilgili olduğu sürece ve kendişahsına bağlı bir eğilimden dolayı çalıştığı
sürece, amacı; kendisine zevk ve sefanın dokunması veya kendisinden
kalkmasını istediği bir sıkıntının giderilmesi (bir insanın kendisinde vuku
bulan bir hastalığın veya tehlikenin giderilmesi için doktora müracaat etmesi gibi)
olduğu sürece tabii ve normal işlerdir. Ahlakî davranış öyle bir iştir ki kişisel
eğilimlerden daha üstün atıfelerden, yani, sevgiden de öte atıfelerden
kaynaklanmaktadır. İnsanların ahlaki davranışları öyle davranışlardır ki, o
insanlar başkalarını da severler, yani sadece kendilerini sevmezler. Başkalarının
hayatlarıyla da tıpkı kendi hayatları gibi ilgilenirler, başkasına dokunan birfayda
ve lezzetten dolayı sanki bu fayda kendilerine dokunmuş ve kendileri bir lezzet
duymuş gibi sevinirler. Elbette bunun bazı dereceleri vardır. Bazen sevginin
dışındaki atıfeler bazı insanlarda öyle yükselir ki, başkalarına bir fayda veya
lezzet sağladıklarında kendilerine fayda sağlamaktan daha çok sevinirler. Yani
başkalarını örtmeye kendilerinin örtünmesinden daha çok sevinirler, başkalarına
yedirmekten kendilerinin yemesinden daha çok lezzet alırlar, başkalarını huzura
kavuşturmaktan kendilerinin-huzur ve rahata kavuşmasından daha çok
hoşlanırlar.
İNSANIN DAVRANIŞINDAKİ BAŞLANGIÇ VE HEDEF
İnsandaki her davranışın bir başlangıcı bir de gayesi vardır. Yani insanda,
kendisini bir işe yönlendiren bir duygu, bir eğilim, bir yaptırım vardır. Eğer bu
olmasaydı insanın o işi başlatması mümkün değildi. Kişiyi harekete geçirici,
yönlendirici bir faktör veya bir korku olmaksızın insanın bir işi başlatması
imkânsızdır. Her işin bir hedefi, amacı vardır, insanın yaptığı her işte kavuşmak
isteği bir amaç ve hedefi vardır. Ahlaki iş, öyle bir iştir ki başlangıç açısından,
insanın kendisine bağlı olmayıp başkasına bağlı olan bir eğilimden doğar. Bunu da
sevginin dışındaki atıfe olarak adlandırıyoruz. Buna göre insanın amacı, hayrın
kendisine dokunması değil, başkalarına dokunmasıdır. Bu görüşe göre, tabii fiil,
"Kendi" ve "Ben" dairesinin dışında değildir. "Ben" ve "Kendi"ne bağlı
olan eğilim ve arzu, bu hayrın aynı "Ben" ve "Kendi"ne dokunmasını ister.
Hayvanlar da böyledir. Fakat ahlakî fiil, hem eğilim yönünden"Kendi" dairesinin
dışındadır, yani bu eğilim aslında "Kendi"ne bağlı değildir, başkasına bağlıdır.
Hem de amaç yönünden "Kendi" dairesinin dışında olmaktır. Çünkü amaç hayrı
kendisine değil de kendisinden başkasına ulaştırmaktır. O halde ahlaklı
insan, "Kendi" dairesinden ayağını çekmiş ve kendinden başkasına ulaşmış
insandır. Bu, ahlakta, muhabbeti ahlakın temel unsuru olarak kabul edip anlatan
ekoldür. Onun nazarında ahlak muhabbete, sevgiye eşittir. Ahlakını bu temel
üzerinde kuran ahlaklı öğretmen, kendisini muhabbetin yayıcısı olarak bilir ve
tanır. Bu nazariyenin bir kısmı, tüm dinler arasında ve dünyadaki felsefi
ekollerin çoğunda müşterek bir nazariyedir. Herhalde bizler dünyada muhabbeti
sevgiyi tavsiye etmeyen hiçbir dine rastlamadık. Bizim haber ve hadislerimiz
arasında şöyle bir cümle vardır:
"Kendi için sevdiğin şeyi başkaları içinde sev, ve kendin için beğenmediğin şeyi
başkaları için de beğenme" ([8])
(Bu içerikteki sözlerden birçoğuna sahibiz.) Dinler
Tarihiyle ilgili bir kitapta, dünyadaki büyük dinlerin tümünde bu tavsiyenin var
olduğunu okumuştum. Bunun elbette olması gerekir. Orada var olan şey, bu ekol
ve dinlerden bazılarının muhabbet yönlerinin daha ağır basmasıdır, yani
ahlaklarının en ağır yönünü, mihverini, sadece ve sadece muhabbet
oluşturmaktadır, bundan başka bir odak noktalan yoktur. Fakat diğer dinlerden
bazılarında, muhabbet, onların ahlaki unsurlarından bir unsurdur. Ahlaklarında
bununla birlikte başka unsurlar da mevcuttur.
HİNT AHLÂKI
Hint ahlakı, atifî ahlakıdır, yani Hint ahlakının tek dayanağı, sevgidir
(atıfedir). Hıristiyanlık ahlakının da tek dayanağının sevgi ve muhabbet olduğu
söylenebilir. Gandi'nin kendi adına yayınlanan "Budur benim dinim" adlı bir
kitabı vardır. Avrupalı biri de bu kitaba çok geniş bir mukaddime yazmıştır.
Gandi: "Ben Upanişadları([9])
araştırmakla üç temel esasa vardım" demektedir.
Birinci esas, bütün dünyada bir iyilik, bir tanıma mevcuttur ve o da zat'm
tanınmasıdır. (Tercümede "zat" kelimesini yazmışlar. Ben, "zat" kelimesi yerine
"nefs" kelimesinin tercüme edilmesi gerektiği konusunda kesin bir iddiayı
savunuyorum.) Âlemde sadece bir iyilik mevcuttur, o da nefsin iyiliğidir, yani
kendini tanıma. Marifet konusunda Hint kültürünün dayanağı, nefsin marifetidir,
yani, insanın kendisini tanıması gerektiğidir, kendini keşfetmelidir. Hinduizm’in
bütün riyazetleri([10])
de bu konuya ulaşmak içindir. Herhalde, şimdi bu esası
anladım diyebilirsiniz. Yani, bütün dünyada bir marifet ve bir tanıma vardır ve o
da kişinin kendisini tanıyıp keşfetmesidir.
İkinci esas şudur: Kendisini tanıyan herkes Allah'ı ve dünyayı tanımış
demektir. (Zat'ın marifeti değil de nefsin marifeti olarak tercüme edilmesi
gerektiğini iddia etmemiz işte bundandır.) Bu da doğru bir sözdür. O'nun
söylediği bu iki esas Peygamber-i Ekrem ve Emiru'l Mü'minin sözlerinde vardır.
Emiru'l Mümin'in Nehcül Belaga'sında değil, fakat Amudî'nin Gurer ve
Durer'inde vardır. Burada Emiru'l Mü'minin şöyle buyurmaktadır: "Kendini
tanımaher türlü tanımadan daha faydalıdır." ([11])
Bu şu demektir: Kendini tanıyan
herkes hem Allah'ı hem de dünyayı tanımıştır. Peygamber (saa) ve Emiru'l
Mümi'ninin sözlerinde bu manayı içeren hadisler çoktur: Kendini tanıyan Allah'ı
tanımıştır.
Gandi'nin, "Ben bu üç esası upanişadlar 'ı incelediğim esnada keşfettim " dediği
üçüncü esas ise şudur: Bütün dünyada bir güç ve bir iyilik mevcuttur bunun
dışında ise bir şey yoktur. O güç, üzerinde egemen olan güçtür. Kendisine hâkim
olan herkes -O'nun tabiriyle- bütün cihana hâkim olmuş demektir. Ve bütün
dünyada tek bir iyilik vardır. O da kendisini sevdiği gibi başkalarını sevmektir.
(Gandi'den nakletmiş olduğum tüm deliller bu bir cümleden ibarettir.) Hint
ahlakının "sevmek" temeli üzerinde kurulduğunu söyleyebiliriz. Hıristiyanlıkta da
iddia ettiklerine bakılırsa, ahlak sevgi üzerine bina edilmiştir. (Doğulu olan
Hintlilerin, yalan ve nifakları daha azdır. Batılı olan Hristiyanlar ise, genellikle nah
tersinden çakarlar. Onlar hakkında "iddia ettiklerine bakılırsa" tabirini kullan-
mamız bundan dolayıdır.) Hıristiyanlık propagandacılarının her zamanki sözü
şudur Bizler, sevgi tebliğcileriyiz; Mesih (İsa), sevgi peygamberiydi, sevginin
öncüsü, aşkın öncüsü, şefkatin öncüsüydü. Nitekim şöyle demektedirler: Eğer
birisi yüzünün sağ tarafına bir tokat vurursa, ona sol tarafını da çevir.
Bu nazariyenin özeti; ahlak, yani iyilik yapmak, muhabbet beslemek,
başkalarını sevmek manasınadır. Acaba bu nazariye doğru mudur yoksa doğru
değil midir?
BU GÖRÜŞÜN ELEŞTİRİSİ
a) Her Muhabbet (Sevgi) Ahlak Değildir.
Bu nazariyenin yüzde ellisi doğru, yüzde ellisi doğru değildir. Bu nazariyede
tenkit edilecek yerler vardır. Bir tanesi sudun Her muhabbet ve sevgi ahlâk kabul
edilemez. Tıpkı övülmeğe ve methedilmeğe layık olup da ahlak sayılmayan işler
gibi. Methedilmeğe layık olan her davranışın ismi ahlâk değildir. Güçlü bir
bileğe sahip olan bir kahramanın işi övülmeğe değerdir. Fakat bunun ismi ahlak
değildir. Ahlakta, beğenilen ve kazanılan unsurlar, yani fıtrî olan şeylerin
dışındaki unsurlar yatmaktadır. Eğer bir işin başlangıcı insan için fıtrî, tabii ve
doğuştan gelen bir şey ise ve insan onu okumamış ve kendi isteğiyle elde
etmemişse, o iş, azamet ve ululukla övülmeğe değer olabilir, ama ahlak değildir,
anne ve babanın çocuğuna karşı olan sevgisi, özellikle annelik sevgisi gibi. Bir
annenin çocuğuna karşı olan sevgisi çok yüce ve çok büyük bir duygudur,
övülmeğe değer bir duygudur, ama annenin yavrusuna karşı göstermiş olduğu o
çok büyük sevgi duygusunun ahlaki bir davranış olduğuna delil gösteremeyiz.
Bu sevginin, başkasının çocuğuna, örneğin komşusunun çocuğuna karşı
göstereceği sevgiden farksız olduğunu söyleyemeyiz. Bu duygular, sevginin
dışında bir duygudur, ama bu, kendi çocuğuna özgü değildir. Buna ilave olarak o
bu duygulan öğrenip kazanmamış, kendi isteğiyle elde etmemiş, tam tersine
yaradılışa hâkim olan kanunlar, işlerin düzgün bir şekilde yürümesi için bu çok
güçlü duygulan ona vermiştir. Zira eğer böyle olmasaydı hiçbir anne kendi
çocuğuna hizmet etmezdi. Bundan dolayı Annenin duygulan, bir atıfeden kay-
naklanan başkasını sevmeye dayalı duygulardır ve "Kendi", yani "Ferd"
dairesinin dışındadır, fakat bu duyguları ahlakî duygular ve annenin davranışını
ahlak olarak adlandıramayız. Babanın duygulan, akrabalık duygulan, vatandaş
sevgisi ve milliyet sevgisi de bu türdendir. İnsanın kazanmadan elde ettiği
duygular ahlak sayılamaz.
b) Ahlak Başkasını Sevmekle Sınırlı Değildir.
Başka bir tenkit: Ahlak dairesi başkasının sevme sınırından daha geniştir.
Bütün ahlak anlayışları, yani tüm mukaddes işler insan sevgisiyle birlikte
başkasını sevme türünden değildir. Başka bir çeşit, yani yücelik, büyüklük, övgü,
takdir, takdis ve aferine değer bir takım işler silsilesi vardır insanda, fakat bunlar,
başkasını sevmeğe bağlı değildir. İnsan, işar (cömertlik) ve ihsanı (iyilik) takdis
ettiği gibi, o işi de takdis eder. Tıpkı Arapların "İbâü'd deymî" olarak tabir
ettikleri zillete boyun eğmemek" gibi. İnsanlar bir tehlikeyle karşılaştıktan ve işleri
dağınıklığa uğradığı zamanlarda zarara tahammül etmeleri ve izzetlerini
korumaları için veya mala ve cana gelecek bir zarara tahammül edemeyecekleri
için zillet ve alçaklığa boyun eğme konusunda farklıdırlar. Tarihte öyle insanlarla
karşılaşıyoruz ki canlarını feda ediyorlar, fakat zillete boyun eğmiyorlar. "El -
Mevtü evla min rukûbi'l âr"([12])
denilir. Yani ölüm, insanın zillete boyun
eğmesinden daha iyidir. Emiru'l Mü'minin; şöyle buyurmaktadır:
"Muzaffer olarak ölmenizdedir hayat. "([13]
)
Gandi şöyle diyor: "Dünyada sadece tek bir iyilik mevcuttur o da, başkalarını
sevmektir." Hayır, dünyada, başkalarını sevmekten başka iyilikler de mevcuttur.
Bunlardan biri de az önce verdiğimiz örnektir.
c) İnsan Severlik Düşüncesi:
Üçüncüsü, insanın muhabbeti, açıklanması gereken bir kavramdır. Bu
kavramı genellikle "başkalarını sevme" şeklinde açıklamışlardır. Biraz daha ileri
gidenler ise, "insanı sevme" demişlerdir. İlk önce tenkit edilmesi gereken şey:
Niçin insanı sevme? Canlıları sevme dersek daha iyi değil mi? Gerçekten insan bin
hayvana karşı şefkat gösterebilir. Tıpkı hadiste anlatıldığı gibi, susayan
köpeğin susuzluğunu gideren, ayakkabısını (kovasını) kuyuya sarkıtarak
güçlükle su çekip köpeğin su ihtiyacını gideren şahsın yaptığı iş "insanı
sevme" olmadığı için ahlakî değil midir? Acaba insan sadece insanları mı sevmeli,
diğer canlıları sevmemeli mi? Aksine Sa'di'nin de dediği gibi her şeyi sevmeli:
Dünyada, dünyanın kendisinden memnun olduğu kimseden memnunum.
Bütün aleme aşığım çünkü alemin tümü O'ndandır.
Şahidim saki olduğu için bu zehiri irademle içiyorum.
Bu sıkıntıyı sevinçle çekerim çünkü ilaç da O'ndandır.
Niye sadece "insanı sevme" diyelim? Şüphesiz "canlıları sevme" demeliyiz.
O halde "insanı sevme" kavramının tefsire ihtiyacı vardır. Zira bu, eğer birazcık
ifrata kaçılırsa insanı sevme adı altında "imana düşman" anlayışı çıkar. Bu nasıl
olur?
İnsandan maksat nedir? Acaba insan bir başı, iki kulağı olan bir hayvan
mıdır? Bu bir başı, iki kulağı olan hayvanı gördüğümüz her yerde, "bu insandır,
insanoğlunun babası Âdem’in soyundandır' mı diyelim? İnsanoğlunun babası
Âdem’in soyundan olan her şeyi ister Lumumba olsun, isterse Musa Çumbe
olsun- çünkü ikisi de bu yönden eşittirler- sevmeli miyiz? Yoksa insandan
maksat her insan değil mi? Ne kuvvetli insan, ne de insanın zıddı olan insandır.
Belki de insanlık sahibi insandır maksat ve "insanı sevme," insanlığın sevme, yani
insanlık değerlerini sevme açısındadır. Her insan, insanlık değerlerine sahip
olduğu ölçüde sevilmeğe, insanlıktan uzaklaştığı ölçüde de -velev ki bu
görünüşte diğer insanlar gibi olsun- düşmanlığa layıktır. Görünüş itibariyle
Cengiz, Yezid b. Muaviye ve Haccac b. Yusuf da insandırlar. Fakat insanlık de-
ğerlerinin kendilerinde olmadığı, insan karşıtı olan insanlardır. Ohalde "insanı
sevme" kavramının tefsire ihtiyacı vardır. İnsanı sevme, yani insanlık değerlerine
sahip olan her insan sevilmeğe layıktır. Yine insanlık değerlerine sahip olmayan
her insan, insanlık değerlerini elde etmesi için sevilmeğe layıktır. Bir insan-ı
kâmil, insanlık değerlerini yok eden bir insanı da sever, fakat sadece
karnını doyurmak için onu seviyor değildir. Onu bundan kurtarmak ve insanlık
değerlerine kavuşturmak için sever. İşte biz Peygamber'in(sav) Rahmet'un
li'lâlemin olması, yani ister kâfir ister mü'min olsun bütün insanlar için rahmet
olması bundan dolayıdır.
Şimdi, bunun ahlak konusunda söylenmiş bir ölçü olduğunu ve bu ölçünün
kâmil olmadığını görmüş bulunuyoruz. Bunu yüzde yüz yok etmiyoruz, fakat
kâmil bir ölçü değildir. Bu ölçüde gerçeğin tümü değil de bir kısmı vardır.
İSLAM FELSEFECİLERİNİN GÖRÜŞÜ -İRADE
İnsanlık ahlakı ölçüleri konusunda başka bir görüş daha vardır ve o da irade
görüşüdür. Bu görüşün biraz açıklanması gerekir. Her ne kadar benim açıklamam
zorsa da, açıklık getirmeye çalışacağım. "Her hayvanın iradeli olarak hareket
ettiği, falan yere gitmek için irade ettiği (istediği) ve oraya isteğiyle gittiği,
insanın da hayvan gibi iradesiyle hareket ettiği" bilinmektedir. Fakat bu yanlıştır.
Hayvanlarda var olan arzu ve istektir. İnsanda da bir takım arzu ve istekler
vardır. Fakat insanda, hayvanda bulunmayan bir "irade" vardır. İrade akılla yan
yanadır, aklın olduğu her yerde irade vardır, aklın olmadığı yerde irade de
yoktur. İnsan iradesiyle hareket edebilir, ama bazen de iradesiyle hareket etmez,
arzu ve isteğine göre hareket eder. Hayvan daima arzu ve isteğiyle hareket eder.
ARZU (MEYL) VE İRADENİN FARKI
Arzu ve irade arasındaki fark nedir? İnsandaki arzu, harici bir şeye
kavuşmağa çalışmaktır. İnsan açtır, sofraya yemek getirirler, kendinde yemeğe
doğru bir arzu hisseder. Yani insanın içinde kendisini yemeğe çeken bir kuvvet
vardır veya bu kuvvet, insanı kendisine doğru çeken yemekte de olabilir. Arzu
(meyi), insanı harici bir şeye doğru çeken harici bir etken ile insan arasındaki
cazibe ve çabadır. İnsan veya hayvan acıkınca kendisinde yemek yeme arzusu
belirir. Susayınca da su içme arzusu belirir. Cinsel arzu, karşı cinse meylettirir.
İstirahat etmekte kendi başına bir arzudur. "meyl" arz ettiğim gibi cazibedir,
çekici bir kuvvet gibi. İnsanda peyda olunca onu harici bir şeye doğru sürükler.
Anne sevgisi de kendi başına bir arzudur. Hatta insanlık sevgisi de bir arzudur.
Örneğin insan çaresiz bir insanla karşılaştığı zaman kendisinde o çaresiz kişiye
yardım etme duygusu belirir, yani kendisinde ona yardım etme arzusu doğar.
Ama irade içsel bir duygudur, dışsal değil. Yani dış dünya ile insan
arasındaki bir ilişki değildir, bunun tersidir. İnsan, yapacağı işleri düşünür,
tartışır, en uzak ihtimalleri, doğacak sonuçları derin bir şekilde düşünür, aklına
göre işin iyi ve kötü yönlerini birbirleriyle ölçer, daha sonra iyinin ve doğrunun
hangisi olduğunu teşhis eder. İşte o zaman, arzusunun istediği değil de aklın
kendisine emrettiği şeyi yapmaya iradesiyle yönelir. İnsanın, aklının kendisine
yaptırdığı ve kendisinin de iradesiyle yaptığı işlerin çoğu içinde taşıdığı arzu ve
isteğe terstir. Perhizli olan bir kişi düşünelim. Sofraya oturmuş, önüne çok güzel
yemekler serilmiş. İçindeki arzu, onu, o güzelim yemekleri yemeğe iter. Fakat o
esnada düşünün eğer ben bu güzel yemekleri yersem ne olacak? Bundan dolayı
da arzusunun tersini yapar ve yemez. Başka bir değişle, onun yapısı ilaçtan nefret
eder. Sadece ilaca arzu duymamakla kalmaz, bu arzunun tam tersini taşır. Fakat
işin muhasebesini yapınca, ilacın alınması gerektiğini maslahat olarak görünce
ilaçtan nefret etmesine ve isteksizliğine rağmen o ilacı almaya karar verir, irade,
bütün nefsanî arzuların ve nefsanî arzuların karşıtlarının, yani nefret
ve korkuların kontrol altına alınması demektir. Arzunun tersi olan korku, insanı
kaçmağa sürükler. Fakat irade bazen korkuyla da mücadele eder. "Yerinde dur,
bunun ismi kahramanlık olur" der.
O halde irade, insandaki bütün arzu ve istekleri, çekicilikleri, nefretleri,
korkulan, cesaretsizlik ve ürkeklikleri kontrolü altına alan ve bir arzunun veya
başka bir şeyin insanı kendi tarafına çekmesine engel olan bir kuvvettir. Akla
şöyle der: "Ey değerli akıl! Gel otur da bu işin bir muhasebesini yap, hepsinin
içinden hangisi mutlu bir sonuca vardırır, maslahat hangisini ister? Maslahat han-
gisini gerektiriyorsa bana söyle de yapalım."
Bu nazariyeye göre, ahlakî davranış, bir arzunun tasallutundan doğmayan -
velev ki bu arzu muhabbet düşüncesi de olsa- ve arzunun tersi olan bir şeyin de
tasallutundan doğmayan bir davranıştır. Yani eğer siz mecbur kalan bir insan gibi,
muhabbet düşüncesinin tesiri altında kalırsanız bu ahlakî değildir. Örneğin
bazen acıma duygunuz kabarıyor, kendinizden geçiyor ve bir iş yapıyorsunuz.
Size "Bu işi niçin yaptınız?" diyorlar, siz: "Acıdım" diyorsunuz. Bu, insanın zaaf
noktasıdır. Eğer muhabbet düşüncesi akıl ve iradenin ihtiyarında ise, bir yerde akü
iradeye, "şu ferdi arzuyu izle", başka bir yerde de "izleme" der. Bu, bütün arzular
konusunda böyledir. Ben açım, yemeğe ihtiyacım var, bu durumda yemek yemek,
maslahattır. İrade, bu konuda arzuya izin verir, ben yemeği arzuma göre bir yere
kadar yiyorum. Geride birkaç lokma bir şey kalmış, irade hemen ortaya atılıyor
ve yeter diyor. Bundan fazla yersen rahatsızlık doğar, her ne kadar yemeği
arzuluyorsan da yeme. Ve ben artık yemiyorum. İnsanı sevme düşüncesinde de
bu böyledir. Çoğu konularda atıfe (acıma duygusu) bir hüküm verir, akıl ve irade
ise başka bir hüküm verir. Atıfe, acıma duygusudur, insanı açındırır. Ama akıl ve
irade uzak ve geniş düşüncelidir. Bu konuda Kur'an'da bir ayet ve Sa'di'nin bir
şiiri vardır. Ayet, zina eden erkekler ve zina eden kadınlarla ilgilidir:
"Zina eden kadın ve zina eden erkeğin her birine yüz değnek vurun,
Allah 'a ve Ahiret gününe inananlar iseniz Allah 'ın dinini uygulama ko-
nusunda sizi, onlara karşı acıma duygusu tutup engellemesin.
Mü'minlerden bir gurup da onlara yapılan azaba şahid olsun. "(Nur: 2)
Allah, zina eden kadın ve zina eden erkeği cezalandırın, değnek vurun ve
müminlerden bir gurup da bu manzaraya şahid olsun diyor. Oysa Kur'an, katil
birisinin cezalandırılması esnasında birçok insanın içinin sızlayacağını ve bu
cezayı uygulamaktan vazgeçilmesinin iyi olacağını düşüneceğini biliyor. Bu, ani
bir duygudur. Böyle bir şeyin olması ve her katilin cezadan muaf tutulması
halinde bunun peşinden, cinayet üstüne cinayetlerin meydana geleceğini
düşünmez. Burada atıfe (acıma duygusu), cezalandırmayın diyor. Akıl ve
maslahat ise cezalandırın diyor. Buradaki atıfe, başkasını sevme atıfesidir,
kendini sevme atıfesi değil. Fakat atıfe, kendi başına hareket edemez. Atıfe,
acıma duygusudur, insanın elinden tutup, bu işi yapma der. Akıl ve maslahat
ise burada sertlik yanlısı olup "sen anlamazsın, sen sadece yakını görürsün, uzağı
göremezsin, eğer uzağı da yakın gibi görebilseydin böyle bir karar vermezdin"
derler. Kur'an şöyle buyuruyor:
"... Zina eden o ikisi için Allah 'in dininde merhamet ve şefkate kapıl-
mayın." (Nur: 2)
İlahi cezaların ortada ve bütün beşeriyet için maslahat olduğu yerde bir an
bile acıma duygusu söz konusu olamaz. Sa'di bir beytinde şöyle der:
Keskin dişli kaplana acımak koyunlara zulümdür.
Çok güzel söylemiş. Bir kaplana acımak, işin mantıki, maslahat, akıl ve
irade yönünü ele almaksızın sergilenen atıfi bir tavırdır. Koyunlarımızı yemiş
olan bir kaplanı düşünelim. Acaba biz bunu cezalandırmalı mıyız yoksa serbest
mi bırakmalıyız? Eğer yakın bir görüşe sahip isek ve sadece kaplanı görüyorsak,
ona acır ve serbest bırakırız. Yok, eğer uzak görüşlü isek cezasını veririz. Eğer
dünyada bir kaplandan başka canlı yoksa bu atıfe (acıma duygusu) doğru bir
atıfedir. Ama gözümüzü açıp da diğer tarafa bakacak olursak bu kaplana olan
acıma hissimizin yüzlerce koyun karşısındaki sertliğe eşittir. Atıfe, artık
başkasının sertliğini gerektiren bu acımayı gösteremez. Her şeyi birbirine bağlı
olarak hesaplayan akıl ve maslahattır. Bu atifenin arkasında bir sürü sertlik,
merhametsizlik, acımasızlık görüyoruz.
Buna benzer bir başka konu da hırsızlık cezasına yönelik sözlerdir. Hırsızın
elinin kesilmesi bir acımasızlıktır, insanlığa ve insan sevgisine yakışmaz. Hırsız,
hırsızlık yapsa da elini kesmemeliyiz, onu bırakalım da terbiye edelim. Sonucunu
her zaman dünyada gördüğümüz terbiyeler. Hayır, böyle değildir. Sonuç her
zaman gördüğümüzün aynısıdır. Eğer; "Bundan sonra hırsızın eli şu yerden
kesilecektir" şeklinde bir kanun çıkarılırsa ve bir hırsızın eli kesilirse, artık hırsızlık
tohumu kökünden sökülmüş olur. Nitekim şimdi hırsızlık yapmak için ne
cinayetler, ne katliamlar işlendiğini görüyoruz.' Yani hırsızlığın bizzat kendisi
fevkalade büyük cinayet ve katliamları gerektirmektedir. Bu ekol, ahlakî
olmanın ölçü ve temelinin atıfe değil, aksine akıl ve irade olduğunu
söylemektedir. Buna göre atıfenin de akıl ve iradenin emri altında kendi işinin
yürütmesi gerekir. Yoksa eğer atıfeyi ahlakî davranış adı altında kendi başına
bırakırsanız, ahlakî davranışların tersi davranışlar yapar, İslam
felsefecilerininüzerinde ayrılığa düştükleri ahlakta şu sorun var: Kamil ahlak, ak-
im güçlülüğü ve iradenin güçlülüğü esası üzerine kurulan bir ahlaktır. Ferdî
arzular, çeşitli istekler ve iştiyakların tümü akıl ve iradenin kontrolü altında
olmalıdır. Bu nazariyeye göre gerçek ahlak, akıl ve iradenin tüm vücudu üzerinde
hâkim olduğu kimsenin ahlakıdır. Elbette insan vücudunda ferdî şefkatten başka
şefkatler de mevcuttur, fakat bunlar insan vücudunda akıl ve iradenin kontrolü
altında kendi yerinde açılan çeşmelerdir. Bunun gibi, buna benzer kamil insanlar,
bazen öyle işler yapıyorlar ki sonsuz naziklik içinde şefkat besliyorlar, insan
bunların oradaki ruhi yapılarını görünce bunun gülden daha nazik, nesim
rüzgarından daha güzel olduğunu anlıyor. Fakat aynı insanı başka bir yerde öyle
bir sertlikle görüyorsunuz ki, dağ bile o sertlikte olamaz. Bir yerde yüz
insanın başını bir koyun gibi kesiyor ve gönlü hiç kıpırdamıyor. Başka bir yerde
küçücük bir manzarayı görmekle öyle kendinden geçiyor ki asla zapt edilmeğe ve
kontrol altına alınmaya gelmiyor. Yoksa Ali b. Ebi Talip böyle değil miydi? Eğer
bir insan sırf şefkatinin tesiri altında kalıyorsa, şefkati mantıksız ve kör
olduğundan, o insan bütün konularda böyle olmalıdır. Fakat şefkat kaynağı
vücudundaki akıl ve iradesinin ihtiyarında olduğu zaman bir yerde ruhu böylebir
letafet, naziklik ve yüceliği gösterirken başka bir yerde onun hiç titremeksizin
sonsuz bir sertlik ve acımasızlık içinde olduğunu görürsünüz.
Bu nazariyeye göre ahlâk, yani akim ve iradenin insan vücudu üzerindeki
hâkimiyeti, kişisel ve toplumsal arzulan kapsayan tüm arzuların akıl ve iradenin
ihtiyarında olduğu anlamına gelmektedir. Buna göre, "Ahlak" bu mektepte akıl ve
iradenin hâkimiyetine dönüşmektedir. Açıkladığımız bu görüş, İslam
felsefecilerinin görüşüdür, İslam’ın görüşü değil. Bundan dolayı İslam’ın görüşü
başka, İslam felsefecilerinin görüşü ise başka bir konudur. İslam felsefecilerinin
söylemiş oldukları sözlerde İslami meseleleri kâmil bir şekilde açıklamış olmaları
elzem değildir. Gerçeğin bir kısmını söylemiş olabilirler. Bu nedenle bunları
İslam adına açıklamam doğru olmaz.
Üçüncü görüşü de kısaca açıklayayım.
VİCDANCI GÖRÜŞ
Vicdancı görüş ahlakı, ne Hinduizm ne Hıristiyanlık ne ahlakının kabul ettiği
şefkati ve ne de bu felsefecilerin söyledikleri akıl ve irade olarak ele alır. Ahlaki
vicdanî ilhamlardan ibaret olarak değerlendirir. "Vicdan" kelimesini çok
işitmişsinizdir. Bazıları, Allah Teâlâ’nın insanın içinde akıl ve şefkatin dışında
olan bir güç yarattığını, bunun insana ilham veren bir güç olduğunu, yani
insanın kendi içinde insana emreden ve şöyle yap böyle yapma diyen bir güç
olduğunu söylerler. Bu güç akla bağlı değildir. Akıl, daha çok kazanmaya dayalı
bir iştir ve bu kişisel bir davranıştır. Allah Teâlâ her insanı, bir vicdanla birlikte
yaratmıştır ve bu vicdan pek çok konuda -her şeyde değil- insana ilham eder.
Ahlaki davranışlar olarak adlandırdığımız davranışlarda vicdan insana ilham
eder, bu işi yap, şu işi yapma der. Ahlaki davranış vicdandan ilham alan bir
davranıştır. Tabii davranış vicdanla ilgili değildir, tabiatla ilgilidir; yemek yemek,
su içmek vb. davranışlar gibi. Fakat ahlaki davranış insan tabiatıyla ilgili
değildir, insan vicdanıyla ilgilidir, insanın kendi içinden aldığı emirle ilgilidir-
KUR'AN'IN VİCDAN HAKKINDAKİ GÖRÜŞÜ
Kur'an, insanın birtakım kişisel ilhamlarla mücehhez olduğu konusunda
sessiz kalmamıştır. Mübarek şems suresinde şunu okuyoruz:
"Güneşe ve onun aydınlığına and olsun. Onu takip ettiği zaman
aya andolsun. Güneşi ortaya çıkardığı zaman gündüze andolsun. Onu örttüğü
zaman geceye andolsun. Göğe ve onu yapana and olsun. Yere ve onu yuvarlayıp
döşeyene and olsun. Nefse ve onu şekillendirene, Ona bozukluğunu ve
korunmasını ilham edene and olsun..." (Şems: 1 - 8)
Bu yeminin sonu şöyledir; insan ruhuna ve onu şekillendirene yemin olsun ki
Allah Teâlâ insan ruhuna hangi davranışların kötü olduğu, hangisinin fısk ve
fücur olduğu, hangisinin yapılmaması gerektiği ve hangisinin takva ve iyi olduğu
ve yapılması gerektiği konusunda itaat ve isyan yollarını ilham etmiştir.
Aşağıdaki Kur'an ayeti inince:
“...İyilik ve takva üzerinde yardımlasın, günah ve düşmanlık üzerinde
yardımlaşmayın...” (Maide: 2)
Rasûlulah'ın huzuruna Vabise isminde bir adam geldi ve: "Ey Allah 'ın
Resulü! Bir sorum var" dedi. Resulullah: "Ben sana sorunun ne olduğunu söyleyeyim
mi?" dedi. Adam "buyur" deyince, Resulullah: "Sana "birr ve takva"yı ve ism ve udvan
"ın ne olduğunu açıklamam için geldim" dedi. Adam, "Evet ya Resulullah! Bunun için
gelmiştim' dedi. Hz. Peygamber'in (saa), parmaklarını birleştirerek Vabise'nin
göğsüne vurduğu ve şöyle buyurduğu rivayet edilir:([14])
"Ey Vabise! Bu fetvayı kendi gönlünden al, kalbinden al, kalbinden al." ([15])
Yani, Allah bu bilgiyi bir ilham şeklinde her insanın kalbine ilham etmiştir.
Mevlana'nın da aynı hadisi şiirle dile getirdiği bir şiiri vardır.
Kur'an'ın diğer bir ayetinde şöyle deniliyor: "... Ve onlara hayırlı işleri
vahy ettik..."(Enbiya: 73)
Tefsiru'l Mizan'da çok güzel bir hüküm vardır. Deniliyor ki, Allah, "hayırlı
işler yapmalarını vahyettik" buyurmamıştır.
Eğer böyle olsaydı bu vahiy normal bir şey olurdu. Yani onlara emir verdik
denseydi. Fakat şöyle buyrulmuştur: "Ve onlara hayırlı işleri vahyettik." işin
kendisini vahyettik, yani işin kendisini onlara ilham ettik.
KANT’IN GÖRÜŞÜ
Dünyada bazı kimseler vardır, hem doğu dünyasında, hem de batı
dünyasında. Bizim doğudaki İslam toplumunda ve gayr-i İslami batı toplumunda
insanda bağımsız vicdanın olduğuna inanan ve bu düşüncede olan birçok insan
vardır. Bunlar, Allah'ın insanoğluna böyle bir vicdanı bağışladığına inanırlar.
Bunlardan biri de meşhur Alman filozofu "Kant"tır. Kant dünyanın en büyük filo-
zoflarından, akıl ve düşünce konusunda Aristo ve Eflatun'a eşit biri ve çok büyük
bir filozof olarak tanınmaktadır. Kant'ın "Nazarî akıl" konusunda bir kitabı ve
"Ameli akıl" konusunda da bir kitabı vardır. Ahlak, ahlakın kökeni ve ahlak
felsefesi bölümü adı altındaki kısımda "Ameli ahlak"tan söz etmiştir. Sözlerinin
en önemli yanı da "Amelî hikmet" ve "Amelî ahlak" konulan hakkındadır. Kant,
kendi felsefesinde ahlaki fiili, yani insanın bir teklif olarak kendi vicdanından
aldığı fiili savunmaktadır. Ahlakî fiil, yani vicdanın yap dediği, insanın da niçin ve
nasıl demeden, bir hedef veya amaç için değil sırf vicdanın emir ve buyruklarına
itaat için yaptığı fiillerdir (davranışlardır.) O halde ahlaki fiil (davranış) vicdanın
buyruklarından doğan davranışlardır. Kant'ın, vicdan ve insanın iç yüzüyle ilgili
birçok sözü vardır. Onun -ya kendi vasiyetiyle veya başkalarının seçtiği- mezar
taşının üzerine yazılan bir sözü vardır. Çok değerli bir sözdür, şöyle demiştir:
"İnsanı her zaman şaşkınlığa zorlayan ve bunları araştıran herkesin şaşkınlığını
arttıran iki şey vardır: Birisi, başımızın üstünde yer alan yıldız dolu gökyüzü, diğeri de
iç dünyamızda yer alan vicdandır."
Aslında bu mektepte ahlak, Allah Teâlâ’nın her insana vermiş olduğu
insanın fıtrî vicdanıdır.
Psikolojide insan vicdanı veya vicdanlarıyla ilgili, bizim sözlerimize uygun
olan bir tabirle, insanın fıtratında hangi şeylerin olduğu konusunda insanın fıtri
davranışları ile ilgili uzun bir bahis vardır. Bu konunun dört yönü vardır. Birincisi
hakkı arama vicdanı veya ilim vicdanı: Acaba insan, ilmi ilmin kendisi için mi
seviyor? Yani, araştırma fıtratı ve arzusu için mi yaratılmıştır? İkincisi, ahlaki
vicdandır: Acaba insan iyi davranış fıtratı üzerine mi yaratılmıştır? Onu iyi iş
yapmağa davet edecek ve iyiye yönlendirecek bir vicdan mı verilmiştir ona?
Üçüncüsü; güzellik vicdanıdır: Acaba herkes vicdanı, güzelliği tanıma ve güzelliği
isteme fıtratı üzerine mi yaratılmıştır? Dördüncüsü; tapınma vicdanı, yani dinî
vicdan: Acaba her insan, yaratılış ve fıtrat, tapma, Allah'ı isteme, Allah'ı sevme ve
Allah'a tapma hesabıyla mı yoksa başka bir şey için mi yaratılmıştır? Kant ahlakî
vicdan meselesini esas almıştır.
, Bu nazariyenin görüşüne göre ahlâk, insana vicdanı tarafından ilham
olunan kesin ve açık kanun ve emirlerdir. İnsanlar niçin cömertlik yapar? Diye
sorarsanız, bu vicdanın emridir derler. Delil yok, niçini, nasılı yok, vicdan
emretmiş deyip işin içinden çıkarlar. İnsanlar niçin haktanırdırlar Derler ki Hak
tanıma, vicdanın bir ilhamıdır. İnsanlar niçin intikam almaktan çok bağışlamaktan
hoşlanırlar? Niçin intikam alacakları yerde bağışlıyorlar? Diye sorsanız, bu,
vicdanın emridir derler. İnsanlar niçin zillete boyun eğmeği can vermekten daha
ağır kabul edip de zillete boyun eğmeyeceğim diyorlar? Vicdanın emridir derler.
Onlara göre vicdanın emrinden başka bir şey yoktur. (Bundan başka bir şey
bilmiyorlar).
Musibet konusunda birkaç söz zikretmek istiyorum: Defalarca işitmiş ve
duymuşsunuzdur. Bildiğiniz gibi Kerbela hadisesinde, Seyid-üş Şüheda'nın
mukaddes şahsında onun arkadaşlarının ve ehl-i Beytinde gözle görülen eşsiz
ahlaktan biri şu ahlaki durumdur: Biz zillete boğan eğmeyiz, bedenimiz zincire
vurulabilir, boyunlarımız ağır demir halkalar altında parçalanabilir, yaralanıp
kanımız akabilir. Fakat ruhumuz hiçbir şekilde zilletin, alçaklığın yükü altına
girmez. Esirlerimiz kadın dahi olsa zillete boyun eğmeyiz.
Esirleri, Ziyad'ın oğlunun meclisine getirdiler. Ehl-i Beyt kadınları, bazı
ashab kadınları, hizmetçiler ve kölelerin tümü Zeyneb'in etrafında sanki halka
oluşturmuşlardı. Hz. Zeyneb bu şekilde İbn-i Ziyad'ın sarayına girdi. Zeyneb, çok
yüce bir kadındı. O esnadaki yüceliği daha yüce idi. Zeyneb içeri girdi ve selam
vermedi. İbn Ziyad bu hadiseden sonra kendisince bunları ezdiğini, kuvvetlerinin
tümünü yok ettiğini, artık bunların teslim olmaları gerektiğini ve şimdi de özür
dileme ve kayırma zamanı olduğunu düşünerek bu olaydan sonra biraz bekledi.
Zeyneb'in az da olsa rüşvet amacıyla kendisine bir selam vermesini bekledi.
Fakat Zeynebböyle bir rüşveti dahi vermedi. İbn-i Ziyad bundan rahatsız
oldu. Onların ruhunun parçalanamayacağını, yok olamayacağını bilmiyordu.
Zeyneb oturunca, O, büyük bir gurur ve kibirlilikle, "Bu kibirli kadın kimdir? Yani
bize ne diye selam vermedi? (Başka bir rivayete göre: Bu yabancı kadın
kimdir?)" dedi. Ona kimse cevap vermedi. Sorusunu tekrarladı. Yine kimse cevap
vermedi, üçüncü veya dördüncü tekrarından sonra kadınlardan biri: Bu, Ali'nin
kızı Zeynep'tir([16])
İbn-i Ziyad rezillik ve alçaklığa
başlayarak: "Allah'a hamdolsun ki sizi rüsva etti ve yalanınızı ortaya çıkardı. Allah'a
hamd olsun ki benim dert ve kinimi kardeşine nisbetle giderdi." ([17])
Ve buna benzer
yaralayıcı sözler söyledi. Zeynep konuşmağa başladı ve şöyle buyurdu: "Allah 'a
hamd olsun ki şehadet izzetini bize nasip etti, yine Allah 'a hamd ederim ki nübüvveti
bizim aileye verdi. Rüsvaylık fasık ve facir (yalana, fitneci, fesatçı) lere mahsustur.
Şehadet rüsvaylık değil iftihardır. Yalanı hakikat ehli değil, fasık ve facirler söyler.
Yalan bizim evimizden uzaktır. Ey Mercane'nin oğlu Allah seni kahretsin." ([18])
Bu "Mercane'nin oğlu" kelimesi o zaman bir terkibdi.
Çünkü "Mercane" kötü bir kadındı. Sen Mercane'nin oğlusun denilince İbn-i
Ziyad ve orada bulunanların aklına bu konu geldi. İbn-i Ziyad şöyle dedi: "Siz
hala konuşuyor musunuz?! Hala başınızı eğmediniz mi?!" Durum öyle bir noktaya
gelir ki, cellat gelsin de şu kadının boynunu uçursun diye emreder. Zeyneb ise
Zeynelabidinle konuşur. O da Zeyneb'e aynı şekilde cevap verir. İbn-i
Ziyad:"Cellât gelsin de şu gencin boynunu uçursun" der. Zeyneb, ansızın yerinden
kalkıp Zeynelabidin'i kucağına alıp şöyle söyler: "Allah 'a yemin ederim ki
Zeynebin boynu vurulmadan bunun boynu vurulamaz." İbn-i Ziyad baktı ve şöyle
dedi: "Sübhanallah şu merhamete bak. Ben şimdi görüyorum ki eğer bu gencin
boynunu vurmak istersem önüne şu kadın boynunu vurmalıyım."
Ya Rabb! Kalplerimizi iman nuruyla nurlandır, ahlakımızı Kur'ani bir ahlak
yap, gönüllerimizi ahlaksızlıklardan temizle, bütün Müslümanlara izzet ve Kur'an
talimleriyle tanışıklık bağışla, dünyadan ayrılmış anne ve babalarımıza
merhamet eyle. (Âmin).
-------------- [1]- Tümen, İran'ın para birimidir. Günümüzde (Temmuz, 1990) 1 tümen yaklaşık 20 TL.'dir. [2]- Farsça bir atasözü [3]- Usul-i Kâfi, c.3 bab258, s.239, hadis 5/ Sefinetü’l Bihar, c.2, s.273 [4]- Sefinetu'l Bihar, c. 1, s. 411/Muhaccetü'l Beyda, c. 4, s. 121/ İlmul Yakın, sh. 439 [5]- Ali'ye (as) nisbet edilen divan, sh. 11 [6]- Heybet ve celal sahibi olduğunu söylememiz olağanüstü bir şey değildir. Tarih de böyle yazmaktadır. Muaviye
döneminin de adamın biri Şam'a gitmek istedi. Adama Medine'de Hüseyn b. Ali'yi görünce ne
şekilde davranacağını söylemek isteyen Muaviye şöyle dedi: Eğer Peygamber Mescidi'ne gidersen, sonsuz bir
celalet ve büyüklükle ve falan şekilde oturmuş, insanların etrafında toplandığı, heybetinin bu insanları kuşattığı -ki
bu gözle görülür ve kalben hissedilir- şu, şu alametlere sahib birisini görürsen bil ki o Hüseyn b. Ali'dir [7]- Muaviye, Şam'da otuz yıl süresince Ali'nin (as) aleyhinde propaganda yaptı ve ne yalanlarda bulundu. Şam
halkı Ali'ye İslam'dan nasip almamış bir kişi olarak bakmaktaydılar [8]- Nehcu'l Belağa, sh. 921,3. mektup [9]- "Upanişadlar": Hinduizm dininin birkaç bin yıl öncesinde yazılmış en eski kitaplar mecmuasıdır. Dünyanın
önemli kitaplarından sayılır. Büyük üstadımız Allame Tabatabai, bir kaç yıl önce bu kitabı mütalaa ettiği zaman çok
hayret etmişti. Bu kitapta fevkalade derin manalar bulunduğunu söylüyordu. Bu gün de Batı dünyası bu kitaba büyük
önem vermektedir [10]- Riyazet: Az yiyip, az uyuma ve sürekli ibadet ederek nefsi terbiye etmek suretiyle nefsi kırma (Çev.) [11]- Gurer ve Durer, Amudî, sh. 768, fasıl, 80, Hadis 151 [12]- Luhuf, sh. 119, Nefeu'I Mehmum, sh. 187 [13]- Nehcu'l Belağa, 51. hutbe, sh. 138 [14]- Tefsir'ul Mizan, cilt, 5, sh. 190'da Vabise'nin şöyle dediği yazılıdır: "Hz. Peygamber üç parmağını birleştirdi
ve..."
[15]- Muhaccet'ûl Beyda, Cilt 1, sh. 58 [16]- Biharu'l Envar, cilt 45, s. 115. 39. bölüm [17]- Luhuf, s. 160 [18]- Biharu'l Envar, cilt 45,39. bölüm, sh. 117
ÜÇÜNCÜ OTURUM
VİCDANCI GÖRÜŞ
Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla
Hamd, bütün varlıkları yaratan âlemlerin Rabb'ı olan Allah'a mahsustur.
Salât ve selam Allah'ın kulu, resulü, habibi, günahlardan arındırılmış, Allah'ın
sırrını koruyan, risaletini tebliğ eden efendimiz, peygamberimiz Ebu'l Kasım
Muhammed'e ve O'nun günahlardan arındırılmış temiz ve güzel yakınlarının
üzerine olsun. Lanetlenmiş şeytandan Allah'a sığınırım.
“Nefse ve onu şekillendirene, ona isyan ve itaatini ilham edene
and olsun” (Şems: 7 – 8)
Şimdi, ahlaktaki vicdan nazariyesi konusuna geldik. Bu insanın ahlâkî fiil,
düşünce ve kararlarının "vicdan" adında bir şeyden kaynaklandığını savunanların
görüşüdür: Bu görüşün dünya filozoflarının en büyüklerinin birinden çıktığını
göz önüne almalıyız. Buna ilave olarak bu nazariye, bakmaya değer bir görüştür.
Bütün bunlara ilave olarak eğer bir görüş gerçekten teveccühe şayan olarak kabul
edilirse insanın buna boş yere nakletmesi, sonra da kabul etmesi veya eleştirmesi
doğru değildir. Bundan dolayı değerli dinleyicilerimizin izniyle bu gece bu görüş
hakkında bazı açıklamalarda bulunmak istiyorum. Dinleyicilerin bu tip konuların
açıklanmasına karşı olmadıklarını aksine istediklerini zannediyorum.
ACABA İNSAN ZİHNİNDEKİ HER ŞEY TECRÜBELERDEN Mİ
KAYNAKLANMAKTADIR?
Bu görüş öncelikle Kant'ın ve dünyadaki diğer bazı filozofların savundukları
başka bir görüş üzerine kurulmuştur. Açıklamak istediğimiz nokta, dünyada
yaygın olan şu meseledir: Acaba insan zihninin tüm muhtevası, insanın fikrî,
zihinsel ve vicdanî sermayelerinin tümü insanın his ve tecrübelerinden mi
kaynaklanmaktadır? Yani acaba insanda var olan bütün fikir, düşünce ve duygu-
lar dünyaya geldiği ilk başlangıçta hiçbir şekilde mevcut değil de, insan her neyi
elde etmişse sadece beş duyu organı olan göz, kulak, doku, tat ve koku yoluyla mı
elde etmiştir. Yoksa bir takım hükümler, başlangıçtan beri insan zihniyle birlikte
mi olmuştur? Kimileri şuna inanırlar: İnsan zihninde hiçbir şey yoktur ki daha
önce hissetmemiş olsun. İnsanın bütün zihinsel ve fikrî birikimi bu duyu
organlarının kapılarından zihne girmiştir ve bunun dışında bir şey yoktur. Bu
kimselerin görüşüne göre, insan zihni başlangıçta boş olan bir depo
mahiyetindedir. Beş kapıdan (veya daha çok; tabi eğer duyu organları beşten fazla
kabul edilirse) bu depoya eşya boşaltılır ve depo dolar. Fakat dolan bu depoda bu
kapıların herhangi birisinden girmeksizin var olan hiçbir şey yoktur. Bu
depoda bu kapılardan girmeyen bir şey yoktur.
Başka bir görüş de, "insanın zihin deposunda var olan şeyler iki kısımdır,
bir kısmı bu göz, kulak, koku, dokunma, tat vb. kapı ve pencereler yoluyla
gelmiştir. Diğer bir kısmı da evveldendir, yani duyulardan önce zihnimizde
vardır." diyenlerin görüşüdür. Kant, bu ikinci görüşü seçmiştir ve bizim tecrübe
öncesi gerçeklere sahip olduğumuza inanır. Bu, birinci mukaddime
NAZARÎ AKIL VE AMELÎ AKIL
Eskilerimizin de sık sık söylemiş oldukları diğer bir konu da şudur: İnsan
aklı iki kısımdır: Nazari kısım, Ameli kısım. Ve ya insan aklının hükümleri iki
kısımdır: Nazari ve Ameli, insan aklının fonksiyonlarından bir kısmı, var olan
şeylerin kavranmasıdır. Bunlara nazari akıl denilir. Diğer kısmı da yapmamız
gereken şeylerin kavranmasıdır, gerekli şeylerin kavranması. Buna da Ameli akıl
denilir. Kant'ın bütün felsefesi, nazari akıl ve ameli aklı birbirinden ayırmak
üzerinedir. Nazari akıldan hangi işler oluşur, ameli akıldan hangi işler oluşur
konusu üzerinde durmuştur. O, sonuçta şuna varır: Nazari akıldan fazla bir şey
oluşmaz, çoğu ameli akıldan oluşur. Bununla da vicdan meselesine ulaşır. Bu da
ikinci mukaddime
KANT'A GÖRE VİCDANIN HÜKMÜ
Üçüncü mukaddime: Kant şöyle diyor: Vicdan veya ameli akıl, önceden var
olan bir takım hükümlerdir. Yani duyu ve tecrübe yoluyla insana geçmemiştir,
insanoğlunun kader ve fıtratından bir parçadır. Örneğin "doğruyu söyle, yalan
söyleme" emri gibi. İnsanın doğru ve yalan hakkında bir tecrübeye sahip
olmasından ve doğru ve yalanın sonucunu görmesinden önce var olan bir emir-
dir. Vicdan insana; "doğru söyle, yalan söyleme" demektedir. Buna göre, vicdanın
verdiği emirlerin tümü, önceden var olan, fıtrî ve halkın değimiyle doğuştan
gelen emirlerdir, insanın duyu ve tecrübelerine bağlı değildir. Bu iddiaya göre
ahlakî emirlerin işlerin sonucuyla bir işi yoktur, kendisi bir esastır. Örneğin biz
şöyle deriz: "Doğru söyle." Sonra bunu delillendiririz: Çünkü eğer
insan doğruyu söylerse halk ona güvenir, sapıklığa, yanlış yola düşmez. Ayrıca
doğru söyleyen kişi iyi bir şahsiyet kazanır. Böylece doğruluğun sonucunu
açıklarız. Aynı şekilde şöyle deriz: "Yalan söyleme", sonra yalanın kötü sonucunu
açıklarız. Ahlakî vicdanın bu sonuçla bir işi yoktur, mutlak bir emirdir
demektedirler. Başka birdeyişle, maslahatla işi gücü olan akıldır. Ahlakî bir mesele
için gelip de delil ileri sunmamız yanlıştır, bunlara göre, "Ey insanlar! Emaneti
koruyunuz. Şundan bundan dolayı" deyip sonra emanetin önem, maslahat ve
faydalarını zikretmemiz, "Ey insanlar! İhanet etmeyin" deyip ihanetin
kötülüklerini anlatmamız, "Ey insanlar! Adil olun" deyip sonra adaletin önem ve
maslahatını anlatmamız, "zalim olmayın" deyip zulmün kötülüklerini beyan
etmemiz yanlıştır. Buna göre, maslahatın peşinden gitmek aklın işidir.
Akıl maslahatın peşinden gidince onun hükmü her zaman şartlı olur, yani her
zaman maslahatın hatırı için bir şeyi emreder. Bir yerde bu maslahatın ortadan
kalktığını görüyorsunuz. Maslahat ortadan kalkınca akıl da elini, verdiği
emirden çeker. Örneğin akıl, falan maslahat için emaneti koru der. Her hangi bir
yerde bu maslahat söz konusu olmadığında bu defa, hayır, artık burada emaneti
koruma diyecektir. Ve ya falan maslahat gereği doğruyu söyle der. Bir ara bu
maslahat ortadan kalkınca, hayır artık doğru söyleme, burası yalan söyleme yeridir
der. Kant şöyle diyor: Ahlakçıların bazen ahlak kurallarının tersini yapmağa izin
vermelerinin sebebi, bunların vicdandan ilham almayı istememeleri, akıldan
emir almayı istemeleridir. Maslahatın peşinden giden bu akıldır. Vicdan
bu sözleri anlamaz, o, "doğruyu söyle" der. Kayıtsız şartsız mutlak bir emrin sonuç
ve etkisiyle bir işi yoktur. "Senin için kötü bir sonuç getirse de doğruyu şöyle, senin
için birçok faydalar sağlasa da yalan Söyleme" der. Onun (vicdanın) aslında böyle
sözlerle bir işi yoktur. Der ki; mutlaka doğruyu söyle ve mutlaka yalan söyleme.
(Şairin biri) şöyle, der:
"İçimde kimin hasta olduğunu bilmem.
Zira sen sessizim o ise figan ve kargaşa içindedir,"
Yüce Allah iç dünyamızda bize ahlakî emirler veren bir takım emirler ve
tekliflerle yüklü emredici bir güç yaratmıştır. Başka bir deyişle, insanoğlu
"Mükellef olarak (kendinden sorumlu olarak)" doğmuştur. Başkaları insanın ağır
bir göreve hazır bir halde doğduğunu, daha sonra sorumlu olmayı kabul ederek
doğduğunu savunurlar. Kant şöyle demektedir: "Beşer kesinlikle sorumlu
olarak doğmuştur. Sorumlulukları kendisiyle birlikte gelmiştir. (Elbette
maksat vicdani sorumluluklardan başka bir şey değildir, bu sorumlulukların bir
kısmıdır. O, sadece ahlaki sorumlulukları kastediyor.)" İnsan "Kendinden sorumlu
olarak gelmiştir" demek, insanın içine bir takım sorumluluklar konulduğunu, kendi
içinde bir emirleri yerine uygun olarak kendisine verecek bir güç bulunduğunu
söylemek demektir.
VİCDAN AZABI
Daha sonra şöyle denilir: Acaba pişmanlık acısını hiç tattınız mı? Hiç kimse
yoktur ki bir ahlaksızlık yapsın da daha sonra bunun acısını tatmamış olsun.
Adam gıybet eder, gıybet ettiği esnada hararetlidir, savaş esnasındaki bir insan gibi.
Savaş esnasında o kadar hararetlidir ki vücudu yaralarla dolduğu halde bunu
hissetmez. Fakat savaş bitip de durum normale döndüğünde yaralan yeni yeni
hissetmeğe başlar. İşte insan bir heyecanın sıcaklığı anında gıybet eder, tıpkı
Kur'an'ın tabiriyle "Kardeşinin ölü etini" yiyen aç bir insanın lezzet aldığı gibi
lezzet alır. Ama bu durum geçince kendisinden nefret edecek bir duruma gelir,
kendinden nefret ettiğini hisseder, kendisini parçalamak ister, kendisini
ayıplar ve serzenişte bulunur. Bu gün buna "Vicdan azabı" denilmektedir. Bu
apaçık bir gerçektir. Dünyadaki cinayetkar insanların çoğu bir anlık da olsa
vicdan azabı çekerler, tümü demiyorum çünkü ben böyle bir istatistiğe sahip
değilim, ama bunun tersine bir delile de sahip değilim. Dünyadaki cinayetkarların
çoğu çok şiddetli bir takım sarhoşlukları adet edinmişlerdir, afyon, eroin, içki ve
kumar gibi bir takım uyuşturucu şeylere veya başka şiddetli sarhoşluklara
yakalanmışlardır. Bu, kendinden kaçıp kurtulmak içindir. Kendinde şunu
hissetmektedir: Eğer kendinde ise, kendi kendine acı çeker, içi sanki yılan ve
akreplerle doludur ve bu yılan ve akrepler onu ısırmaktadır. Tıpkı şiddetli bir
hastalıktan dolayı inleyen bir hastanın bu sıkıntıları hissetmemek için
damarlarına morfin vurulması gibi, daha çok cinayetkar ve fasitlerde bulunan bu
sarhoşluk, uyuşturucu, içki ve kumarlar kendinden kaçıp kurtulmak için
yapılmaktadır. Kendinden kaçmak istiyor, bu nasıl bir bedbahtlıktır, insan
kendisini niye kendisiyle baş başa kalamayacak şekle sokar. Bunun tersi; salih
kimseler, takva sahibi kimseler, ahlak sahibi kimseler, her zaman vicdanlarının
sesine kulak veren ve itaat eden kimseler niçin kendilerini kendilerinden
(benliklerinden) uzaklaştırmaya çalışan her şeyden kaçarlar, gönülleri ister ki
kendilerinde olsunlar, kendileriyle baş başa kalıp düşünsünler. Çünkü içlerindeki
dünya dışlarındaki dünyadan gerçekten daha emindir. İç dünyaları, canavarların,
yırtıcı ve parçalayıcı hayvanların içinde kol gezdiği vahşi bir orman gibi olan
kimseler kendinden kaçar ve uyuşturucu maddeler tarafına yönelir. Fakat bu
tersliktir. Mevlana şöyle der:
"Kendinden (veya halktan) biran ayrı kalırsan
Boğazına kadar sıkıntı ve gamda kalırsın. "([19])
Özet olarak şöyle denilir: İnsanın kendi başına kalamayışı gerçek benliğini
kaybetmiş olmasındandır, bunların deyimiyle, vicdanıyla bir an dahi olsa baş
başa kalamadığından dolayıdır. Vicdan onlara şöyle der: Toprak başına (ölesin)
niye böyle yaptın? Böyle yapmaman gerekirdi.
Kant şöyle demektedir: Bu pişmanlık acılan, bu vicdan azapları nereden
gelmektedir? İnsanın içinde böyle bir emir olmamış olsaydı insan kendi
yaptığından razı olurdu ve hiç şüphesiz kendi iç âleminde rahatsız olmaz, dış
âlemden rahatsız olurdu. Fakat insan devamlı iç âleminden rahatsız olduğunu
hisseder. Bu iş şunun içindir: O güç önceden var olan, yani tecrübelerle elde
edilmeyen bir güçtür, mutlaktır ve aklın hükmü gibi maslahata bağlı değildir,her
şeyi kapsar ve her yerde tek doğrudur, benim için doğru olan sizin içinde aynı
ölçüde doğrudur, senin için doğru olan başkası için de aynı miktarda doğrudur.
Aynı şekilde zaruret ve zorlama, teslimiyeti kabul ermekten ayrıdır. İnsan kendini
başkasına teslim edebilir. Fakat vicdanını asla teslim edemez. İnsanın kendisini bir
zorbaya veya kötü bir işe teslim etmesi mümkündür. Fakat vicdan asla teslim
olmayacak bir şeydir. Dünya cinayetkarlarının en cinayetkarının vicdanı bile o
cinayetkara teslim olmaya, yani ona, "çok güzel, iyi bir iş yaptın" demeğe hazır
değildir. Hiçbir gücün kendisini teslim alamadığı Ebu Zerr'in iyiliği emir,
kötülükten nehyetmesi gibi kendi bildiği hüküm üzerinde durmuştur, iç âlemden
insana iyiliği emir ve kötülüğü nehyeder. Çoğu cinayetkarın işledikleri feci
cinayetler ve kendilerine geldiklerinde deli olacak kadar rahatsız olma -tarih bu
tip örneklerle doludur- deliliklerinin sim budur. O halde kendisinin pişmanlık
acısı, insanın gerçekten böyle bir vicdana sahip olduğu konusuna delildir.
AHLAKÎ VİCDAN VE SAADET
Şöyle demektedir: Bu vicdan, yani ahlakı vicdan, insanı kemale (olgunluk)
davet eder, saadete değil. Saadet bir konudur, kemal başka bir konu. Kant, tek bir
güzellikten başka bir şey bilmediği için şöyle diyor: Bütün dünyada tek bir
güzellik mevcuttur, o da, iyi iradedir. İyi irade de, vicdanın emirleri karşısında
mutlak olana itaat etmektir. Şayet insanın vicdanının emirleri karşısında
mutlak olana itaat etmesi gerekirse, o halde onun emrine itaat etmek gerek ve
onun "mutlak olan" ına teslim olmak gerekir. Ahlaki vicdan işin sonucuna bakmaz
ve "ister senin için bir fayda ve lezzet olsun isler olmasın, sonuçta iyilik veya kötülük
olsun onu yap" derse o halde insanın saadetiyle (mutluluk) bir işi yok demektir,
çünkü saadet son tahlilde bir iyiliktir, oysa her lezzet iyilik değildir. Peşinde bir
eziyeti, sıkıntıyı getiren lezzet, güzellik değildir. "Saadet", yani güzellik kendisinde
ruhî, cismi, dünyevî ve uhrevî yönden hiçbir şekilde eziyet ve sıkıntı bulunmayan
her şeydir. "Şekavet", dert, sıkıntı ve eziyet demektir. Dert ve sıkıntıların tümünü
ve güzelliklerin tümünü -cismi, ruhî, dünyevî ve uhrevî yönlerin tümünü
kapsayacak şekilde –hesap etmek gerekir, hepsinden daha fazla güzellik
oluşturan şey saadettir. O halde saadetin temeli güzelliktir, fakat bu vicdanın
güzellikle bir ilişkisi yoktur, kemal (olgunluk) ile ilişkisi vardır. Diyor ki: Sen bu
işi yap çünkü bu, kemalin içindedir, başkalarının saadetini iste, çünkü bu, senin
kemalindir... Kant'ın kemal ve saadetin arasına fark koyduğu yer burasıdır ve bu
fikir onun zamanından bugüne kadar geçerliliğini korumaktadır. Zira
Avrupalılar da; Kemal ayrı bir konu, saadet ise ayrı bir konudur demektedirler.
ACABA KEMAL (OLGUNLUK) SAADETTEN AYRIMIDIR?
İslam felsefesinde kemal ve saadet konusu açıklanmıştır. Ebu Ali (Ibn-i
Sina) "işaret" adlı kitabında ve diğer bir kısım felsefeciler çeşitli yerlerde bu
konuyu açıklamışlardır. Onlar, saadetin kemalden, kemal'in de saadet'ten
ayrılamayacağına, kemal'in bir nevi saadet olduğuna inanmaktadırlar. Bunun
açıklamasını size daha sonra arz edeceğim. Fakat Kant, bu iki konuyu
birbirinden ayırmaktadır, daha sonra kendisi de, üstesinden gelemeyecek kadar
karışık olduğunu itiraf ediyor. Onun iddiasına göre vazifeyi güzellikten
ayırmalıyız, ahlakî saadet'ten ayırmalıyız. Hâlbuki dünyanın bütün felsefecileri
ahlakı, saadete bağlı olarak bilmektedirler. Örneğin, saadet konusunda çokça
bahseden ve bu konuda bir kaç kitap kelime almış ve "Tahsü-i Saadet" adlı kitabını
da bu konuda yazmış olan Farabi, kesinlikle ahlak ve saadetin birbirine
ikiz olduğunu söylüyor. Veya ahlaki kitaplar olan "Cami-us saadet" ve"Mi'racu's
saadet" sahibi gibi ahlakçılara göre; saadet kesinlikle ahlakın bir esasıdır. Fakat
Kant, ahlakın saadetle bir işi-gücü olmadığını, kemal ile ilişkili olduğunu söylüyor.
Sonra kendisi kendisine itiraz ediyor, şöyle diyor. Eğer ahlak saadetten ayrı olarak
görülürse, ahlakın işi çok zor olur; saadetten uzaklaşmaya inanan ahlaklı bir
insan kendi ahlakî duygularının emrini kabul etmelidir, bu ise çok zor bir iştir.
Diyor ki: zor olduğunu kabul ediyorum, fakat melekûta (melekler ve ruhlar
âlemine) yükselmenin tek yolu, insanın kemal yolunu seçmesidir, saadet yolunu
seçmesi değil.
Burada çok açık bir açıklama vardır. Kant'a mademki melekûta yükselmekten
söz ediyorsun, acaba insan melekût-i a'la'ya (Ruhlar âlemine) yükselince,
saadetli midir yoksa şekavedi mi (mutlu mudur, yoksa dertli mi)? Diye sormak
gerekmez mi? Çaresiz olarak saadet hissi saadet olduğu anlaşılıyor. Yani
dünyanın maddî güzellikleri. O halde saadet kesinlikle kemalden ayrılamaz ve
Ebu Ali ve benzerlerinin söyledikleri gibi, saadet ve kemal'in bir birinden
ayrılması mümkün değildir. Kant da sonuçta bu ikisini birbirinden ayıramadı,
önün söylediklerini anlamamız için, "saadet" ten maksadının bizim eskilerimizin
"hissî saadet" dedikleri şey olduğunu söylemeliyiz. Zira bizim, eski filozoflarımız
da iki saadet olduğuna inanırlar: Hissî saadet ve gayr-i hissi saadet.
VİCDAN VE İNSAN İHTİYARININ İSPATI
Kant'ın –arz ettiğimiz gibi- felsefesinin en önemli kısmı ahlakî vicdandır. O,
nazarî akıl konusunda, yani bizim "ilahî felsefe ve hikmet" dediğimiz şey
konusunda ne kadar araştırma yapmışsa da sonunda şüpheye düşmüştür, yani bir
yere varamamıştır. Fakat ahlak âlemine gelince, burada her şeyin anahtarını
keşfettiği görüşüne varmıştır: Din anahtarını keşfetmiş, özgürlük ve ihtiyar (ser-
bestlik) anahtarını keşfetmiş, beka (sonsuzluk) ve nefsin ölümsüzlük anahtarını
keşfetmiş, miadın (Allah tarafından belirlenmiş zaman) anahtarını keşfetmiş,
Allah'ın varlığını ispat eden anahtarı keşfetmiştir. Devamla şöyle diyor ki: Eğer
biz nazari akıl –bugün "felsefe" dediğiniz şey- yoluyla insanın muhtar (serbest)
ve özgür olduğunu ispatlamak istersek yapamayız. Nazari akıl,
sonunda, kişinin "insan özgür değildir ve mecbur olan bir varlıktır" diyeceği bir yere
geliyor. Fakat derunî ve vicdanî bir konu olan ve insanın huzurî ilimle onu
keşfedeceği ahlakî his yoluyla insanın özgür ve serbest olduğu noktaya ulaşırız.
(Huzurî ilim, insanın kendi işindekini doğru bir şekilde görmesi, kendi içini doğru
bir şekilde anlaması demektir.) Yine diyor ki, Eğer biz felsefe yoluyla buna
girersek, sonunda insanın mecbur bırakılan bir varlık olduğu sonucuna varırız.
Fakat kendi ahlakî hissimize ve vicdanımıza danışacağımız zaman vicdanımızda
insanın özgür ve serbest olduğunu görürüz. Özgürlük ve ihtiyarı (serbestliği),
derunî his ve insanın iç dünyasıyla ispat ediyor.
Bu da yeni bir iddia değildir. Başka pek çok kimse de ihtiyarı derunî his
yoluyla ispat etmektedir. Mevlana şöyle der:
"Bunu mu yapayım yoksa onu mu yapayım diyen kim.
Bu, ihtiyarın (serbestliğin) delilidir ey güzel."
O halde Kant'ın görüşüne göre insan, vicdanının hükmüyle -felsefi
delillerin hükmüyle değil- serbest ve özgür bir varlıktır.
VİCDAN VE NEFSİN SONSUZLUK (BEKA) İSTEĞİNİN İSPATI
Daha sonra, aynı yerden beka ve nefsin özgürlüğü meselesini ispat ediyor.
Siz de biliyorsunuz ki beşeriyetin önemli meselelerinden biri şu olmuştur: Acaba
insanın ruh veya nefsi, ölümden sonra baki, ölümsüz ve öbür âlemde mutlu veya
mutsuz mudur yoksa değil mi? İnsanın nefis veya ruhu insanın ölümüyle
tamamlanıp yok oluyor mu? Bu, dünyanın fikrî ve felsefî meselelerinden
en önemli olanıdır. Bu gün teknoloji açısından gelişmiş Avrupa dünyasına
gitseniz, hâlâ Avrupa'nın büyük filozoflarından bazılarının materyalist bazılarının
ise metafizik eğilimli olduğunu göreceksiniz. Kant, felsefenin delilleriyle beka' ve
nefsin özgürlüğünün ispat edilemeyeceğine inanır. Fakat insan vicdanı, nefsin
baki ve ölümsüz olduğunu, her zaman var olduğunu ve öbür âlemde mükâfat
veya ceza göreceğini söyler. Bunun delilinin şu olduğunu söylüyor:
İnsan vicdanı her an ona sadakati, emaneti, doğruluğu, adaleti emreder.
İnsan, sadakat, emanet, doğruluk, adalet ve benzerlerinin insanın dünya
hayatındaki amelinde kendisine bir mükâfat getirmediğini ve hatta bunların
dünyevî mükâfat, menfaat ve ücret elde etmede insan için bir engel olduğunu
görmektedir. Eğer insan bu engelleri, yani sadakat, emanet, adalet ve benzerlerini
ortadan kaldırırsa dünyevî mükâfat ve menfaatlere rahatlıkla ulaşır. Şu örneği
zikredeyim: Ali b. Ebi Talib ve Muaviye birbirlerine karşı yer alıyorlar. Ali, adaletin
yayıcısı, adam kayırmaya, rüşvete, yalan söylemeğe, hile yapmağa karşı bir
adamdır. Tüm siyaseti buesas üzerine kurulmuştur. Muaviye ise, bu vasıflardan
hiçbirini taşımayan birisidir. O, kendi hedef ve maksadına ulaşmak ister; bu eğer
adaletle daha çabuk oluyorsa adaletle, yok eğer adaletle olmuyorsa ayırımcılık,
rüşvet, halkın malını gasp, bundan alıp ona vermek, hile yapmak, kurnazlık,
yalan söylemekle işini yürütür. Zorbalıkla o muvaffak olur, Ali (AS) ise
yenilgiye uğrar.
Bütün insanlar, bunların insan için engel ve sınırlama getirdiğini
düşünmektedirler. Bununla birlikte yine de insanın içindeki duygular, sadakat,
emanet, adalet ve benzerlerini emreder. O, kendisinin verdiği emirlerden el
çekmez. Bu neden dolayıdır? (Kant) şöyle diyor: İnsanın, kendi içinde
kaybolmayan ve heder olmayan bu davranışların iyi sonucundan habersizce emin
olmaması muhaldir. İnsan vicdanı ve içyüzünün derinliğinde, bu itikat ve
iman habersizce bulunmaktadır. Fakat yine de zahiren inkâr eder. Diyor ki: Biz
gerçekten bir kıyametin olduğunu, bir miadın olduğunu, acaba ölüm sonrasından
bir haber var mı yok mu bilmiyoruz. Fakat insan habersizce kendi içinde bu
gerçeklere inanır. Bundan dolayı (insan) yüz defa doğru söyleyip de karşılığında
kötülük görse, adalet yapıp da karşılığında zulüm görse yüz birinci defa yine sa-
dakat ve adaletini bırakmaz. Bu, şunun içindir: Vicdan ve içyüzün derinliğinde
ve huzurî ilimle hayatın buraya has olmadığı, dünya döneminin, başka bir
doğuşun kendisini takip ettiği bir ceninin anne karnında yaşadığı dönem gibi
olduğu konusunu düşünür. (Bu değerlendirme Kant'ın kendisine aittir). O halde
sorumluluk hissi, mükâfatlara inanmayı kapsar, yani nefsin ölümsüz ve bekasına
imanı kapsar. Nefsin ölümsüzlüğüne iman, yani ben bakiyim (ölümsüzüm) ve
mükâfatımı dünyadan alırım düşüncesi yok olmaz. Bunun kendisi yaratıcıya
imanı içerir. "Ben"in ölümsüzlüğüne iman, yaratıcıya imanı gerektirir.
İşte Kant'ın ahlakî vicdandan sadece ahlakî emirleri anlamakla kalmayışı
aksine bunun, tüm tabiat ötesinde onun felsefesinin temeli olduğu, özgürlük ve
serbestliği aynı yerden ispat ettiği,, nefsin beka ve ölümsüzlüğünü, ahiret alemini
aynı yerden ispat ettiği Allah'ın varlığını aynı yerden ispat ettiği yer burasıdır.
Bundan dolayı: "iki şey hayret vericidir ve hiçbir şey onların ölçüsünde insan için
hayret verici değildir. Birisi, başımızın üzerinde yer alan yıldız dolu gökyüzü, diğeri,
bizim içyüzümüzde yer alan vicdandır." diyor. Bu, onun insanın içyüzünde çok
şeyin olduğuna inanması ve usulden çok şeyi insanın içyüzünden ve batınından
keşfetmesindendir. Bazen âlim ve ariflerimiz veya onların bilginleri, "akıl"ın
yerine "gönül" kelimesini kullanıyorlar. Bu konuda "gönül"den maksat vic-
dandır. Kant, Russo'nun -Emil, İtiraflar, Toplumsal Kurallar adlı kitapların ünlü
yazan- Allah konusunda bir sözü olduğunu söylemiştir. (Russo) şöyle demiştir:
"Gönül" "kafa"nın anlayamayacağı bir mantığa sahiptir. Yani insan bazen
düşüncesinin asla ulaşamayacağı şeyleri kendi vicdanının hesabıyla düşünür.
Daha sonra şöyle diyor: Russo doğru söylemiştir. Paskal([20])
da: "Gönül
kendisi için kafanın, yani aklın kesinlikle habersiz olduğu delillere sahiptir." sözünden
dolayı doğru söylemiştir. Kant bunların sözlerinin doğru olduğunu
söylemektedir. Onun maksadı, insanın Allah'ın varlığının ispatı konusunda aklın
delilleri peşinde her zaman gitmesinin gerekmediğidir. Bunlar bir takım
delillerdir, fakat gönül akim delillerinin dışında delillere sahiptir. Gönül ve
içyüzün yolu, Allah'a doğru giden bir yoldur. Akıl yolu ise, Allah'a doğru giden
başka bir yoldur. Biri o yoldan gitmek ister, biri diğer yoldan.
İMAM SADIK (a.s)'DAN BİR HADİS
Bu konuyla ilgili olan ve sık sık kullanılan bir hadis aklıma geldi:
Adamın biri imam Sadık (a.s)'ın huzuruna geldi ve şöyle dedi: "Ben Allah'ın
varlığına hangi delille inanayım?" İmam, konuya vicdani yolla girdi ve şöyle
buyurdu: "Gemiye hiç bindiğin oldu mu?" adam "evet" dedi. İmam şöyle
buyurdu: "Her şeyden ümidini keseceğin bir şekilde kuvvetli bir rüzgârın estiği ve
denizin çok büyük bir dalgaya tutulduğu (veya geminin kırıldığı, delindiği)
durumuyla karşılaştın mı?" Adam, 'evet böyle bir durumla karşılaştım" dedi.
İmam: "O anda isterse seni kurtaracağı bir gücün olduğunu düşündün mü hiç?" dedi.
Adam "evet" deyince, İmam: "İşte o, Allah'tır. Senin bütün sebep, alet, araç ve
vasıtalardan ilişkinin kesildiği anda ister istemez senin ümitsizliğe düşmene elvermeyen
şey senin vicdanındır. Vicdanında gerçekten böyle bir şey olduğu için olduğuna
hükmeder. İsteğin, arzun bir işi başlatmaya taalluk edince sebepler ve müsebbiplerin
tümü onun karşısında bir şey değildir." diye buyurdu.
Vicdanın görüşü olan bu görüş, arz ettiğim gibi seçkin bir görüştür ve
dayanağı atıfe, irade vecp akıl değildir, dayanağı vicdandır. Acaba bu görüş,
eleştirilmeğe gerek duyar mı duymaz mı?
BU GÖRÜŞÜN ELEŞTİRİSİ
a) Felsefenin Tahkiri
Bu görüş, birçok güzel ve değerli noktalan taşımakla birlikte eleştiriye gerek
duyar. Kendisinde bir takım eleştirilecek noktalar vardır, gerçekten de doğru olan
eleştiriler. Şimdi bir cümleyi arz ettikten sonra açıklamamız mümkündür.
Her şeyden önce bu görüşte, nazari akim ürünü, bizim tabirimizle "felsefe"
haddinden fazla küçük düşürülmüştür. Kant'ın "biz nazari akıl yoluyla bu
meselelerin hiçbirini ispat edemeyiz" sözü yanlıştır. Nazari akıl yoluyla da -vicdan
yolu ve ameli akıl yolunu inkâr etmiş olmayı istemeksizin- insanın özgürlük ve
serbestliğini ispat edebiliriz, hem nefsin beka ve ölümsüzlüğünü, hem
Allah'ın varlığını ve hem de ahlaki emirlerin kendisini ispat edebiliriz. İnsanın
vicdandan ilham aldığı emirleri, akıl da, şüphesiz vicdanın müeyyideleri olarak
onları te'yid eder. Büyük bir açıklamayı gerektirdiği için bu konuya
girmeyeceğiz.
b) Kemal ve Saadet Arasındaki Fark
Diğer mesele, kemal ve saadeti birbirinden ayırmaktır. Bu çok yanlıştır.
Kemal saadetten ayrı değildir. Her kemal bir çeşit saadettir. Saadet, yani mutluluk,
sadece hissi mutluluklara özgü değildir. Kant'a, söylemek gerekir: insan,
vicdanına ters düştüğü zaman şiddetli bir acıya kendi vicdanında hisseder
diyorsunuz. Bu doğrudur. Fakat nasıl olurda insan, vicdanına itaat etmediği za-
man acı duyar, ama itaat ettiği zaman daha yüce: daha büyük, daha güzel, daha
kalıcı ve daha ölümsüz bir lezzet ve mutluluk hissetmez?!
Bu takdirde, Kant'ın deyimiyle insan vicdanının emrine itaat etse de acı
hisseder, çünkü kendisi onu saadetten ayırdığını söylüyor. O halde ağır ve zor bir
iştir: Vicdanın emrine uyarsak acı duyarız, zorluk ve meşakkat manasındaki bir
acıyı duyarız, bunun tersini de yapsak daha kötü bir acı hissederiz. Şu halde, itaat
etsek de etmesek de her iki durumda da acı duyarız. Bunun bir manası yoktur ve
böyle bir şey imkânsızdır. Çünkü insan vicdanın emrine ters düştüğü yerde acı
çeker ve dert alır. İnsan vicdanın sesine kulak verip itaat ettiği zaman mutluluk
ve sevgi duyar. Açıklanamayacak kadar güzel bir mutluluk ve sevgi, cömertlik
yapıp ta bu cömertliğinden sonra içinde bir gül bahçesinin oluştuğunu
düşünen bir insan gibi, kendi acısını dostlarının rahatı olarak düşünen, başkasının
rahatı için acıya katlandıktan sonra insanın benzerini hiçbir diyecektir. Buradan
da onun söylediği saadetin hissî lezzette tadamadığı mutluluk ve lezzeti
vücudunda hisseden bir insan gibi. Bunlar birer delildir. İbn-i Sina, bu
konuda "işaret" adlı kitabının sonuç bölümünde, "Eğer biz lezzeti sadece hissi
lezzette özgü kılarsak bu yanlıştır" başlıklı bir konu açmıştır. Daha sonra gayr-i
hissî manevî lezzetler hakkında misaller vermiştir. Bugünün psikolojisinde de bu,
çok belirgin bir konudur: Lezzet insan için hissî lezzete özgü değildir, hissî lezzet
genellikle organlara bağlı, dış bir güce bağlı bir lezzettir. Örneğin bir yemek,
insanın diline dokunur, dilin damarlarına dokunur ve bir lezzet ortaya çıkar. Veya
koku, dokunma ve işitme organlarının algıladığı başka lezzetler. Fakat duyu
organlarına bağlı olmayan bir takım lezzetler vardır. Örneğin kahramanlık
lezzeti gibi. Kahraman bir kişi kahraman olduğu ve el üstünde tutulduğunu
hissettikten sonra lezzet hisseder fakat bu lezzet, harici bir hissi gerektirmez, yani
dışa bağlı bir lezzet değildir. İnsan, halkı sevmekten lezzet duyar. Toplumun
kendisini sevdiğini ve halkın sevgilisi olduğunu düşünen bir kimse, sevgi his-
sinden lezzet duyar. Aynı şekilde bir âlim ilmi bir gerçeği bulmaktan lezzet duyar.
Nasiruddin Tusî hakkında da şöyle bir hikâye anlatılır: Bir mesele konusunda bir
zorlukla karşılaşınca meseleyi halledinceye kadar düşünmeğe başlardı. Bazen
gece yansında meseleyi açıklığa kavuşturunca öyle coşkulu biri duruma gelirdi
ki şöyle derdi: "Padişahlar, şehzadeler neredeler. Gelip görsünler ki benim şu
anda hissettiğim lezzet, onların hissî işlerden duydukları lezzetlerden daha çoktur."
Hüccetu'l İslam Seyyid Muhammed Bakır'ın zifaf gecesiydi. Gelinin yanına
gitmesi gereken zamana henüz vakit vardı. Mütalaa ile uğraşmağa gitti. Mütalaaya
(düşünmeye) öyle dalmıştı ki zifaf gecesinde olduğunu unutmuştu. O anda (sabah)
ezanını işitti. (Zavallı gelin de rahatsız oldu, beyin kendisini istemediğini,
kendisini görüp de beğenmediğini düşündü). Rahatsız oldu. Geldi ve yemin
ederek: "Vallahi ben mütalaaya öyle dalmıştım ki bu gecenin zifaf gecemiz olduğunu
unutmuştum." dedi.
Bu lezzet, ilim lezzetidir. Bunlar hissî lezzetler değildir.
Bundan dolayı lezzet meselesini vicdanî işlerden ayırmak mümkün
değildir. Elbette Ebu Ali Sina ve başkalarının yaptıkları ilmî ve felsefi açıklamalar
başka bir çeşittir. Her halükarda insanın bir şeyden lezzet aldığı an onun
dünyasının bir şeye kavuşmak istediği ve buna ulaştığına delildir. Lezzet daima
(bir şeye) kavuşmaktan doğar, elem ve dert ise insanın kavuşması gereken bir ke-
male kavuşmamasından kaynaklanır. Bundan dolayı kemal'in lezzetten ayırt
edilmesi -ki yavaş yavaş Avrupa felsefesinde "acaba insan kemali mi istemeli yoksa
saadet ve lezzeti mi?" sözü yaygınlık kazanmıştır- doğru bir söz değildir. Her
olgunluk, ister istemez bir tür lezzeti peşinde getirir. Velev ki bu, kemal’i isteyen
birisi kemalin peşinde gittiği zaman lezzetin peşinde gittiğini düşünmese
ve lezzetinde peşinde gitmediğini kabul etse bile. O, kemali kemalin kendisi için
aramaktadır. Fakat kemale kavuşmak, kendi kendine insan için lezzet doğurur.
Onun görüşünün büyük bir kısmının üzerinin çizilmesi gerektiği de bundandır.
c) Vicdan Hükümlerinin Tümü Mutlak Değildir
(Kant'ın) zikrettiği o "mutlak olmak" meselesi de bizzat Avrupalılar
tarafından, "senin söylemiş olduğun vicdan hükümleri bu kadar da mutlak
değildir." şeklinde tenkit edilmiştir. Her ne kadar bizim kelamcı ve
usulcülerimiz "aklın hükümleri", "akli güzellik ve kötülük" adı altında bu söz ve
konuyu incelemişlerse de birbirlerine yakındırlar. Onlar, hükümlerden
bazılarının mutlak olduğuna inanmaktadırlar. Ve onların söyledikleri doğrudur.
Örneğin, şunu söylerler: Adalet, insanın ruhunda güzel olan mutlak bir hüküm-
dür. Zulüm, insanın ruhunda kötü olan mutlak bir hükümdür, ama doğruluk
mutlak bir hüküm değildir. Aksine kendi felsefesine tabidir ve doğruluk bazen
kendi felsefesini kaybeder. Kant'a şu itirazda bulunmuşlardır: Mademki sen
mutlak hükme bu kadar tabisin ve örneğin "doğruluk, vicdanın mutlak emridir,
maslahatla ilgilenmez" diyorsun farz edelim ki zalim bir deli eline bir bıçak almış,
öldürmek için zavallı birini arıyor, sana, "onun nerede olduğundan haberin var
mı?" diye soruyor. Sen burada bir cevap vermelisin, eğer susmak istersen seni
öldürecek, ne cevap vereceksin? Acaba haberim var mı diyeceksin yoksa haberim
yok mu diyeceksin? Eğer haberim yok dersen, bu durumda vicdan doğru söyleme-
lisin dediği halde yalan söylemiş olursun, eğer haberim var
dersen sana, "nerdedir?" diye sorar. Acaba onun nerde olduğunu gösterecek
misin yoksa göstermeyecek misin? Eğer gösterirsen gider ve onu haksız yere
öldürür. Acaba gerçekten insan vicdanı bu kadar mutlak mıdır? Sen mutlaka
doğruyu söylemelisin, sonuçlarla bir işin yok" mu diyor?
MASLAHAT GEREĞİ YALAN
Sa'di'nin de ele aldığı ve fıkhımızda var olan maslahat gereği yalan söyleme
meselesine gelince. Acaba maslahat gereği yalan söylemek fitne çıkaracak
doğrudan iyi midir yoksa değil mi? Sa'di; maslahatı sağlayacak yalanın fitne
çıkaracak doğrudan daha iyi olduğunu söylemektedir ve anlattığı o hikâye de
Sa'di'nin bu konudaki anlayışının güzel olduğunu gösteriyor. Hikâye şöyledir:
Adamın birini padişahın huzuruna getirmişlerdi. Padişah gidip boynunu
vurmalarını emretti. O, yaşayacağından ümidini kesince hakaretlerde bulunmağa
başladı. Fakat padişah duymadı, "Ne söylüyor?" diye sordu. Vezir, "...Öfkelerini
yutkunurlar, insanları affederler..."([21])
diyor." diye cevap verdi. Orada, bu vezirde
zayıf bir noktayı bulmak ve onu görevinden azlettirip onun yerine geçmek için
fırsat kollayan birisi şöyle dedi: "Padişah hazretlerimizin huzurunda yalan söylemek
bizim gibilere yakışmaz. O, padişaha hakaretlerde bulunmaktadır, sen Kur'an
okumaktadır mı diyorsun." Padişah: "Onun yalanı senin doğrundan iyidir," dedi.
(elbette bunlar gerçeğin söylenmesi için söylenen hikâyelerdir). Maslahatı sağla-
yacak yalan, fitne çıkaracak doğrudan iyidir, yani o, bir yalanla bir can kurtardı, sen
ise bir doğru ile bir canı daha çok tehlikeye atmak istiyorsun.
Acaba "maslahatı sağlayacak yalan fitne çıkaracak doğrudan iyidir" sözü
gerçekten doğru mudur? Burada başka size bir konuyu açıklamam gerekir.
Maslahat sağlayacak yalan ile menfaat sağlayacak yalan arasında fark vardır.
Birçok insan maslahat için söylenen yalanı menfaat için söylenen yalanla
karıştırmaktadırlar veya karıştırmak istemektedirler. Maslahat için söylenen
yalan, kendi felsefesini bırakıp doğruluk felsefesini elde eden bir yalandır, yani
kendisiyle insanın bir hakikati kurtardığı yalandır. Fakat menfaat için söylenen
yalan, insanın kendisi için bir fayda sağlamak için söylediği yalandır. Maslahat
meselesini menfaat meselesiyle karıştırmamak gerekir. Maslahat, hakikatin odak
noktasıdır. Maslahat ve hakikat birbirinden ayrılmaz iki kardeştir. Maslahat,
kendi menfaatine riayet etmek değil, hakikate riayet etmektir. Kimileri yalan
söyler, ama kendi menfaatleri için. "Niye yalan söyledin?" diye
sorduğunuzda, "maslahata dayalı olarak yalan söyledim" derler. Kıymetsiz
parasının çoğalması için yalan söyler, "maslahat için yalan söyledim" der. Bu,
maslahat değildir, diğer bütün yalanlar gibi bir yalandır. Onun için maslahat
gereği söylenen yalan ile menfaat sağlamak için söylenen yalan birbirine
karıştırılmaması gereken bir konudur.
Diğer bir mesele ise Kant'ın söylemiş olduğu sözün gereğinin şu olduğudur:
Doğruyu, her zaman- sonunu düşünmeksizin -söylemeli, yalanı da asla -
sonucunu düşünmeksizin- söylenmemeli. (Çünkü ona göre vicdanın emri
mutlaktır ve o şartlı olan akim emridir, vicdanın emri eğer yoksa maslahat ve
benzeri sözlerle ilgilenmez.) Aynı şekilde başka guruplar da, daha çok
zerdüştiler, "Sadi kötüyü öğretmiştir" diyerek Sa'di'ye kötülük yaptığı iddiasında
bulunmuşlardır. Bizim fazilet sahibi kimselerden birinin yazmış olduğu bir
makale de, şunlar yazılmıştı: İngilizler Hindistan'ı istila ettikten ve buranın
medreseleri kendi idareleri altında idare edildikten sonra şöyle
demişlerdi: "Sadi'nin derslerini okutmayın, çünkü o, kötüyü öğretmiştir.
Maslahatı gereği yalan söylemek fitne çıkaracak doğrudan daha iyidir demiştir
ve bu, çocukları şimdiden doğruyu söylemekten alıkoyar." Şunların ne iyi insanlar
olduklarına bakın! Hint halkının durumuna o kadar acımışlardır ki çocuklarının
bu şekilde terbiye edilmelerini istememekte aksine onların doğru sözlü
olmalarını ve hatta maslahatı sağlamak için bile olsa yalan söylememelerini
istemektedirler. Fakat ilahi aşkla yoğrulmuş zeki ve akıllı kişiler, Sa'di'nin
derslerinin verilmesini engelleyen İngilizlerin bunun için değil de "Gülistan " in
önsözünde söylediklerinden dolayı olduğunu çabucak anladılar. Sa'di Gülistan'ın
da şunları söylemektedir:
Ey Gayb hazinelerinin cömerdi
Mecusi ve mesihîlere (Hıristiyanlara) vazife yaparsın
Dostları mahrum olarak nereye bırakıyorsun
Sen ki düşmanları görüyorsun.
Sen çocukların kafasına Hıristiyanların Allah düşmanı olduklarını
yerleştiriyorsun. Bunlar Hindistan'da Farsça öğrenim gören çocuklara bu
şiirinden dolayı Sa'di'nin derslerini vermeyin denmiyorlardı, Sa'di'ye kötü şeyleri
öğrettiğinden dolayı, maslahat gereği söylenen yalan fitne çıkaracak doğrudan
iyidir dediğinden dolayı ders vermeyin, çocuklarınızı fesada uğratıyor, Sa'di'nin
talimatları asla dertleri gidermez! Diyorlardı.
Zerdüştiler de Sa'di'nin bu kelimesi için, "Onun sözleri
dertleri gidermez." demişlerdir.
İranlıların yüzde yüz iftiharı olan Sa'di, açık bir yüreklilik ve olgunlukla
zerdüşti ve Mecusilerin Allah'ın düşmanı olduklarını söylemektedir. Bundan
dolayı "Purdavud" ([22])
:"Sa'di bir işe yaramaz, maslahat gereği yalan söylemek fitne
çıkaracak doğrudan iyidir dediği için kötüyü öğretiyor" demiştir. Burada da ilahi
aşkla yoğrulmuş zeki ve akıllı kişiler, Sa'di'nin ayıbının bu olmadığını Hıristiyan ve
Zerdüştileri Allah'ın düşmanı olarak tanıtması olduğunu hemen anlamışlardı.
Bundan öteye bir şey demiyorlardı. Burada gönülleri Sa'di'ye karşı kırgın olsun
istiyorlardı.
Bunlara ilave olarak, bu tip sözlerin Kant ve böyle konuşan herkesin
ağzından çıkmasına çok şaşılır. İnsanın böyle bir şeye inanması nasıl mümkün
olur? İnsan doğruyu söylemeli velev ki bu doğru kendi felsefesinin tümünü
elinden alsa dahi, dünyadaki cinayetlerin kaynağı olacak doğruyu söylemek
gerekir. Dünyadaki cinayetlerin önünü alacak, canlan kurtaracak ve gerçekleri
ortaya çıkaracak yalanı söylememek gerekir! Acaba vicdan böyle bir hüküm verir
mi gerçekten?! Doğru ve yalan konusunda biraz tecrübe sahibi olan bir kimse
böyle sözlere kulak vermez. Bazen bu alanda çok tecrübesiz olan bir kısım
insanlar bazı sözleri söylerler, örneğin hayatında doğruluk görülmemiş ve her
aman yalan söyleyen bir insana, "acaba maslahat gereği yalan söylenebilir mi?" diye
sorarsanız. Hiçbir zaman yalan söylememek gerekir, asla yalan söylenemez"
diyecektir. Çünkü hayatında hiç doğru söylememiştir ki. Gerçekleşen bazı
konularda doğru söylemenin bazı kötülükleri doğuracağını görmüştür. Sözlerini
gerçekle uygulamamıştır. Fakat bu konuda tecrübeli olan, yani ömründe doğru
sözlü olarak tanınan bir kimse, bazı konularda kendi felsefesini elinden
alacak gerçekleşmiş bir doğrunun olduğunu anlar. İslam fıkhında da gıybet ve
yalan konusunda bazı istisnai kurallar vardır ve hak da budur.
Şöyle bir hikâye anlatılır: Adamın biri, bir kuşçu dükkânından -eski değerle-
iki Kırana bir horoz aldı. Horoz bu değerden daha çok değerli olacak bir
güzelliğe sahipti, evine gitti. Evine varınca karısı ona, "Bu getirdiğin şey
nedir?" diye sordu. Adam, "Horoz" dedi. Kadın, "Namuslu bir insanda mı evine
horoz getirir?!" dedi. Adamın karısı, derhal yüzünü kapatıp kendini gizledi
ve: "Ben erkek bir cinsin var olduğu bir evde yaşamaya asla razı değilim, bu evde ya
o olacak ya ben, artık evin köşesinden dışarı çıkmayacağım." dedi. Adam, "insana
horozun bir ayıbının olmadığı söylenmiştir" dedi. Kadın, "Hayır, namuslu bir kişi
horozu bile evine getirmez." Adam buna çok sevindi ve "Allah 'a hamd olsun, eşim ne
kadar da namuslu ve iffetli bir kadındır!" Horozu aldı ve kuşçunun yanına götürerek
şöyle dedi: "Eğer mümkünse bunu al da iki Kıranımı geri ver." Kuşçu: "niye?" dedi.
Adam: "Herhalde bu horoz daha çok değerlidir iki Kıran ve iki
şahiye değer" Kuşçu:"Bizde sana iki şahiyi ikram ettik" Adam; "Hayır, yine de
istemiyorum " dedi. Kuşçu: "Her ne kadar benim sana yalan söylememin mümkün
olduğunu düşünüyorsan da gerçekten bunun değeri daha fazladır." dedi.
Adam, "Hayır, onun için de değil, fazla olduğunu biliyorum ama yine de
istemiyorum" dedi. Kuşçu: "Niçin istemiyorsun?" diye sordu. Adam: "Niçin
istemediğimden sana ne?" diye çıkıştı. O da inat etti ve "Sebebini söylemeyinceye
kadar horozu senden geri almayacağım" dedi. Adam: "iki kıranın yerine bana otuz
sahi ver" dedi. Kuşçu; "doğru söylemeyinceye kadar vermem." dedi. Adam: "Bana
bir kıran ver" dedi. Kuşçu: "Doğruyu söylemeyinceye kadar on sahi de desen kabul
etmem doğruyu söylemen gerekir" dedi. Adam gerçeği söyleyerek, "Benim eşim çok
iffetli ve namuslu bir kadındır, evde bir horozun bulunmasını kabul etmiyor" dedi.
Kuşçu hemen horozu aldı ve ona iki kıran vererek şöyle dedi: "Şu iki kıran'ı al fakat
senin eşinin kötü niyetli birisi olduğunu da bil, eğer kadın iffetli ve namuslu olsaydı bu
şekilde konuşmazdı, bu söz, kendisinden asla namus ve iffet bulunmayan bir kadının
sözüdür. Gerçekten iffet ve namuslu olan bir kadın, hiçbir zaman horozdan yüz
çevirmez."
Doğruluğun gerçekten kendi felsefesini yüzde yüz elinden alacağını
düşünen ve "insanın doğruluğundan dolayı kan denizi oluşsa da burada doğruyu
söylemek gerekir" diyen bir insanın hali tıpkı yüzünü horozdan çevirenin durumu
gibidir. Nihayet İslam bu konuda çok büyük bir inceliğe sahip başka bir söz de
söylemiştir: Ruhunun yalan söylemeğe alışmaması için, mecburiyetin
olduğu yerde aklına bir şey getir diline d': başka bir şey getir. Mecbur kalmadıkça
böyle bir şey yapamazsın. Arz ettiğim gibi menfaat gereği söylenen yalan ise
maslahat gereği söylenen yalanı birbirine karıştırmayın. İslam fıkhında şöyle
denilir: Gerçekten maslahatın olduğu ve bir doğruluktan dolayı toplum için bir
kötülüğün olacağı yerde (örneğin, düşmanın casusları mazlumları yakalamak için
ev ev dolaşmaktadırlar, sana soruyorlar. Sen, "ben doğru söyleyen bir insanın
onlara nerede olduklarını haber vermeliyim" diyeceksen, doğruyu söyleyen biri değil,
bir canisin) mecburiyetten dolayı, menfaat için değil maslahat için yalan söyle,
zihninin kirlenmemesi ve kötüyü adet edinmemek için zihnine başka bir şey
getir. Örneğin "görmedin mil" dedikleri zaman, "hayır" de, fakat
bu "hayır" dan maksadın zihninde taşıdığın başka bir şey olsun. Zihninin
yalan söylemeyi adet edinmemesi için zihninden bir şey geçirmeksizin yalan
söylemeğe kalkışma. Bunun ismi "Tevriye"([23])
dir. Emiru'l Mümi'nin (as)
Peygamber'in (sav) şöyle buyurduğunu nakleder:
"Kulun kalbi sağlam olmadıkça imanı sağlam olmaz ve dili sağlam olmadıkça da
kalbi sağlam olmaz."
Şimdi, bazıları daima yalan söylemekte ve bu yaptıklarına da tevriye
demektedirler. Bu tip kişilere rastlamışızdır, benim bunlarla bir işim yoktur,
gerçeği söylemekteyim.
Bu anlattıklarımızın tümü Kant'ın görüşüne getirilen bir takım eleştirilerdir.
Yarın akşam inşallah güzellik nazariyesi üzerine, ahlakı, cemal ve
güzelliğin bir göstergesi olarak bilen kimselerin görüşü üzerine konuşacağım.
Allah'ım! Gönüllerimizi iman nuruyla nurlandır, bizleri mukaddes İslam'ın
gerçekleriyle tanıştır, bizleri İslam'ın ve Kur'an'ın değerini bilenlerden eyle.
Peygamber ve onun ehlinin değerini bilenlerden eyle. Ölülerimizden rahmetini
esirgeme.
DÖRDÜNCÜ OTURUM
GÜZELLİK NAZARİYESİ
Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla
Hamd, bütün varlıkları yaratan âlemlerin Rabb'ı olan Allah'a mahsustur.
Salât ve selam Allah'ın kulu, resulü, günahlardan arındırılmış, Allah'ın sırrını
koruyan, risaletini tebliğ eden, efendimiz, peygamberimiz ebu'l Kasım
Muhammed'e ve O'nun günahlardan arındırılmış tertemiz ve güzel yakınlarının
üzerine olsun. Lanetlenmiş şeytandan Allah'a sığınırım.
"Allah adaleti, ihsanı, akrabaya vermeyi emreder. Fahşa (edepsizlik) dan,
münker (kötülük) den ve bağy (azgınlık)dan meneder. öğüt almanız için size
böyle öğüt verir."(Nahl: 90)
Ahlakı güzellik kategorisinde kabul edenlerin görüşü etrafında
konuşacağımızı kararlaştırmıştık. Size arz edeceklerimin mukaddimesinde küçük
bir noktayı hatırlatmalıyım. Bazılarının şöyle düşünmeleri mümkündür: Acaba
ahlak, sevgi (atıfe) ve muhabbetin bir çeşidi midir? İlim ve bilginin bir çeşidi
midir? İradenin bir çeşidi midir? Vicdanın bir çeşidi midir? Güzelliğin bir çeşidi
midir? Gibi görüşlerin bilinmesinin ameli açıdan ve toplumsal terbiye açısından ne
faydası vardır? Gerekli ve faydalı olan halkın yaşayışta faziletli ahlakla
ahlaklanmalarıdır, ister ahlakın hangi kategoriye girdiğini bilelim ister
bilmeyelim, ne fark eder? Bunlar, amelle ilgili bir sonucu olmayan bir takım ilmi
konulardan başka bir şey değildirler. O halde bu konuların ne faydası
vardır? "kurma " ([24])
, "gayn" la mı yoksa "Kaf" la mı okunur diye sorulduğunda
"Ne ğayn'ladır ne de kaf'la, et ve yağladır." şeklinde verilen cevaba benzer. Şimdiki
konumuz ahlâkın hangi kategoride olduğu üzerinedir. Bazılarının, ahlâkın sadece
amelî konunun dışında nazari bir konu olduğunu düşünmeleri mümkündür.
Fakat böyle değildir. Ahlakın hangi kategoride değerlendirileceği ve tek bir
kategoriye mi girdiğinin yoksa birkaç kategoriye mi girdiğinin taranıp bi-
linmesinin, ahlakı toplumda yaygınlaştırmayı ve tamamlamayı istememiz ve
nereden başlamamız gerektiğini bilmemiz konusunda çok büyük etkilere
sahiptir, bu tür şaşkınlıklara sahip olanlar vardır. Nasıl başlayacağını bilmeyen
insanlara rastlamak mümkündür. Düşünce tarzları Hintlilerin ve Hıristiyanların
düşünce tarzının aynısı olan kimseler şöyle demektedirler: Ahlak, sevgi
beslemek, muhabbet duymak, düşman olmamak, üzülmemek, kin
beslememektir. Toplumda ahlakı yaygınlaştırmak isterseniz muhabbeti ve sevgi
duygusunu toplumda fazlalaştırınız, üzüntülerin, nefret, kin ve düşmanlıkların
ortadan kalkacağı işleri yapınız, düşmanlıktan toplumdan kaldırınız ve
muhabbeti gönüllere yerleştiriniz, işte bu ahlaktır.
Bu tür insanlar böyle demektedirler. Fakat Sokrates gibi, ahlakı ilim
kategorisinde değerlendiren kimselerin söyledikleri başkadır. (Sokrates) şöyle
demektedir: Halka öğretiniz. Halkı bilinçlendiriniz, halk bilinçlenince, o bilgi
kendileri için ahlaktır.
Bu düşüncenin temeli, her kötü ahlaklı insanın cahil olduğu için kötü
ahlaklı olduğudur. Kötü ahlakın kaynağı cahilliktir, o halde ilmi öğretmeniz
kâfidir. Öğretiniz, zira öğretmekte terbiye de vardır. Öğretim terbiyeden, terbiye
de öğretimden ayrı değildir. Artık, "üzüntüleri ortadan kaldırın, muhabbetleri
çoğaltın" demez de "Bilgileri çoğaltın" der. O halde bizim şunu bilmemiz gerekir:
Toplumun terbiyesi için acaba toplumun bilgisini mi artırmalıyız yoksa
düşmanlıkları ortadan kaldırmaya mı çalışmalıyız. Bilgiden bir iş çıkmaz mı?
Aristo’nun dediği gibi, "bilgiden tek başına bir şey çıkmaz, ona iradeyi eklemek
lazım." diyen kimse başka bir yol ileri sürmektedir. Ahlaktaki dayanağı insanlığın
fıtrî vicdan yönü olan kimse "her insanın içyüzünde insana iyi işleri yapmayı
emreden ve kötü işlerden alıkoyan ahlakın değerli bir münadisi vardır" demektedir.
Bu, "doğru söyle, yalan söyleme" nidası, bu "emaneti koru, ihanet etme" nidası
bu "cömertlik yap" nidası, bu "başkalarına karşı kendi hakkında insaflı ol" nidası,
herkesin içyüzünde vardır. Sadece başkalarının nida ve kargaşası yüksek olduğu
zaman insan kendi vicdanının nidasını işitmez. Örneğin şu anda içinde
yaşadığımız şu atmosferde eğer bir vaiz Allah'ın ayetlerini bizim için açıklamak is-
terse eğer bu atmosfer sakin ve sessiz olursa onun söylediklerini doğru bir
şekilde anlarız ve duyarız, yok eğer onun sesi gibi yüksek başka bir ses varsa veya
otomobillerin sesi de bir taraftan yükseliyorsa ya da yanımızda oturan birisi
konuşuyorsa artık biz onun sesini işitemeyiz. Bir sesin güzel bir şekilde işitilmesi
için karşısındaki sesleri susturması ve bastırması gerekir. Bu, görme konusunda
da böyledir. Bizler, toz, toprak ve dumanın olmaması şartıyla iyi bir şekilde
görürüz. Bu takdirde gözümüzün görebildiği kadar görürüz. Şayet toz, duman ve
toprak çoksa eşyayı net bir şekilde göremeyiz. Gerçekte görürüz, fakat bu toz ve
duman iyi görmemize izin vermez. Görmemiz için toz ve dumanı dindirmemiz
lazımdır. Sa'di'nin deyimiyle:
Hakikat, süslü bir saraydır.
Heva ve heves tozu dumana katmış
Görmüyor musun ki tozun kalktığı her yerde
İnsanı her ne kadar gören biri ise de gözü görmez.
Sen ağzına kadar hırsla doluysan da
Gaybi olan gönüldeki sır duyulmaz.
Ahlakın, vicdanın sesi olduğunu söyleyen kimselere soralım: Eğer toplumu
ahlaka doğru sürüklemek istersek ne yapmalıyız? O, "kişinin kendi vicdanının
sesini işitecek bir iş yapın" diye cevap verir. "Nasıl bir iş yapalım?" diye
sorduğumuzda, "başkasının sesini kısınız" der. O ses, her zaman vardır ve
susturulması mümkün değildir. "Muhalif olan ses ve kargaşa sizin duymanızı
engelliyor" denildiğinde de, "ahlakı, yani kendi kalbinin sesini dinle" demektedir.
Ahlakın güzellik kategorisinde olduğunu söyleyen kimse, "güzellik hissini
insanoğlunda yetiştiriniz" demektedir. (Daha sonra değineceğimiz açıklamaya
göre). İnsanoğlu, eğer mekarimu’l ahlakın güzelliğini, güzel ve yüce olan ahlakın
güzelliğini hissederse kötü işleri yapmağa kalkışmaz. Kişinin yalan söylemesinin
sebebi, doğruluğun güzelliğini anlamamalarıdır. İhanet etmelerinin sebebi,
emanetin güzelliğini anlamamalarıdır. O halde kişinin zevkini eğitiniz, terbiye
ediniz. Zevk, güzelliğe bağlıdır. Kişinin hissî güzelliklerden başka güzellik
bilmeyeceği, aklî güzelliklere de önem verecek ve aklî güzellikleri işleyecek işler
yapınız.
Başka görüşlere sahip olanların da her biri, toplumdaki ahlak olgunluğu için
bir yol ileri sürmektedirler.
O halde bu konu, hiç bir ameli etkiye sahip olmayan sırf nazari ve felsefi bir
konu değildir, fevkalade ameli etkisi olan bir konudur. Buna ilaveten bizler bütün
bunları derin bir şekilde, büyük bir dikkatle ve geniş bir şekilde açıklamadıkça
İslam'ın ahlakî mektebini tanıyamayız ve dinimizin, ahlakı hangi temel veya
temeller üzerine kurduğunu göremeyiz.
GÜZELLİK NAZARİYESİ:
ACABA GÜZELLİK TARİF EDİLEBİLİR Mİ?
Ahlak konusundaki bir görüşün "ahlak güzellik kategorisindedir" şeklinde
olduğunu söylemiştik. Burada bazı sorular ortaya çıkmaktadır. Ahlak, güzellik
kategorisindedir denilen konunun aslına inebilmemiz için ilkönce bu sorulara
cevap vermeliyiz. İlk soru; "Cemal veya güzellik nedir? " sorusudur. Yani, cemal ve
güzelliği nasıl tarif edebiliriz ve mantıkçıların diliyle güzelliğin cins ve sıfatlan
nelerdir? Güzellik hangi kategoriye girmektedir? Acaba kemmiyyet
kategorisinde ve kemmiyyetlerin bir parçası mıdır? Acaba keyfiyyetin bir parçası
mıdır? Acaba izafe kategorisinde ve bir izafe midir? Acaba bir infial midir? Acaba
bir cevher midir? Ve buna benzer sorular. Ve ya bunları göz önüne almaksızın
formül ve ayni (gözlem) açıdan konuya bakalım, güzellik neden
yapılmıştır? Acaba güzellik için bir formül elde edilebilir mi? Acaba
kimyada maddi işler için formül belirlendiği gibi, örneğin suyun bileşiminin H2O
formülüne sahip olduğu gibi güzelliğinde tabiatta formülü var mıdır? Bilahare
güzellik nedir? Bu soru, henüz hiç kimsenin güzelliğin ne olduğuna cevap
veremediği bir sorudur. Belki de bazılarının düşüncesine göre bu sorunun cevabı
yoktur. Dünyanın gerçekleri arasında en yüce bir gerçek olduğuna dayanarak
onların ne olduğunu sormak doğru değildir.
O halde güzelliğin ne olduğu tarif edilebilir mi? Hayır, edilemez. Güzellik
kategorisinden olan fesahat bölümünde âlimler fesahatin gerçekte açık bir şekilde
tarif edilemeyeceğini söylerler. İdrak edilir ama vasıflandırılamaz. Dünyada,
insanın, varlığını idrak ettiği ama vasıflandıramadığı çok şey vardır. Güzellik de
bunlardan biridir. Eflatun, güzelliği tarif etmiştir. Onun tarifinin her şeyden önce
doğru bir tarif olduğu kendisinden anlaşılmıyor. İkinci olarak da olgun bir tarif
değildir. Şöyle demiştir: Güzellik, bütünün parçaları arasında bir çeşittir. Yani
eğer bir bütüne sahip olursak, örneğin bir binanın kapı, duvar, temel, çatı ve diğer
bütün parçalarının belirli bir uygunluk içinde kullanıldığı gibi o "bütün" güzeldir.
Bir binanın güzelliği, parçalan arasında bir uygunluk olduğundan dolayıdır. Şimdi
bunun doğru olduğunu ve uygunluk, yani özel bir bağlılık var olduğunu farz etsek
acaba güzelliklerde bağlılığın (nisbetin) ne olduğunu açıklamak mümkün mü?
Örneğin suda “H” den ne kadar var. “O” dan ne kadar var denildiği gibi
burada bunun için de böyle bir şey söylenebilir mi? Hayır. Acaba bizim tarif
edebilmemiz gerekli mi? Hayır, gerekli değildir. Bir gerçeğin varlığım itiraf
etmemiz için Önce onu tarif etmemiz gerektiği konusunda hiçbir zaruret yoktur.
Eğer yapabilirsek tarif ederiz, yapamazsak, "asıl ve mahiyet açısından bilemeyiz
fakat vardır. Güzellik vardır. Fakat insan onu tarif edemez" deriz. İnsan elektrik
akımını tarif edemez fakat onun var olduğundan şüphe yoktur.
GÜZELLİK MUTLAK MI YOKSA NİSBÎ MİDİR?
Burada ortaya çıkan ikinci soru, "güzellik mutlak mıdır yoksa nisbi
mi?" sorusudur. Yani acaba o güzel olan şey, -bir insanın âlemde var olan birçok
şey gibi onun güzelliğini idrak edip etmemesini göz önüne almaksızın-
haddizatında güzel midir? Örneğin Demavend kalesi vardır ve bu çevredeki
kalelerin en yükseğidir, ister insan onu idrak etmesi için âlemde olsun ister
olmasın. O, haddizatında vardır. Acaba güzelde bulunan güzellik var olan açık bir
gerçek midir yoksa idrak edenle idrak edilen arasında gizli bir rabıta mıdır? Bir
insanın gözünde bir şeyin veya başka bir insanın (sevdiğinin) çok güzel olduğunu
görmektesiniz, hâlbuki başka insanlar onu hiç de güzel görmüyorlar. O halde bu tür
kişilerin söylediğine göre güzelliğin mutlak bir gerçek olmadığı anlaşılmaktadır.
Yani bir insanın başka bir insan gözünde çok güzel olması, başkasının gözünde ise
hiçbir güzelliğe sahip olmaması mümkündür. Mecnun'un meşhur hikâyesi de
böyledir. Mecnun'un, Leyla'sının nitelikleri üzerine bu kadar şiir ve gazel
söylemesi, Harun Reşid'in Leyla'nın dünyada benzeri bulunmayan birisi
olduğunu düşünmesine yol açmıştı. Harun Reşid, vahşi bedevilerden olan
Leyla'yı çölden getirdikleri zaman, bakmaya hiç değmeyecek yanmış siyah derili
basit bir kadın olduğunu gördü.
Mecnuna dedi ki: Bugün senin utanç günündür.
Zira Leyla 'dan daha iyi bir güzel bul.
Leyla her ne kadar senin gözünde bir huri ise de,
O 'nun azalarının her birinde bir kusur vardır.
Mecnun bu sözleri işitince çılgına döndü
O çılgınlıkla güldü ve şöyle dedi:
Sen, saçını görüyorsun Mecnun ise, saçının kıvrılışını
Sen kaşını görüyorsun Mecnun ise, kaşının işaretini
Eğer benim gözbebeğimde oturursan
Leyla 'nın güzelliğinden başka bir şey göremezsin.
Bu kıssa güzellikteki nisbiyyeti açıklıyor. Yani onun için güzeldir, başkası
için güzel değildir. Şu da kendi başına bir konudur: Güzelliğin aşkı doğurduğunu
düşünen insanlara karşı olarak, bunun tersinin olduğunu, yani aşkın güzelliği
doğurduğunu söylemektedirler. Yani ilk önce güzellik yoktur ki daha sonra
güzelliğin etkisiyle aşk doğmuş olsun, ilk önce aşk meydana gelir ve sonra aşk,
güzelliği doğurur. Elbette bu, ifrata kaçan bir görüştür. Güzelliğin varlığını bütün
olarak inkâr etmek mümkün değildir.
Şimdi, acaba güzellik mutlak mı yoksa nisbi midir? Yine de bizim bu konuyu,
yani "güzellik mutlak bir gerçek midir yoksa nisbi bir gerçek midir?" konusunu
araştırmamızın konumuz açısından bir gerekliliği yoktur. Kesin olan şudur: Dış
görünüşte güzellik diye' bir şey mevcuttur. Güzelliğin yüzde yüz aşkın bir
sonucu olduğu ve aşkın aynı şekilde bir yerde meydana gelen boş bir gerçek olduğu
yaklaşımı doğru değildir. Aksine güzellik bir gerçektir. Nisbî bir gerçek olduğunu
farz etsek bile yine de kendi başına bir gerçektir.
GÜZELLİĞİN AŞK VE HAREKETLE İLGİSİ
Bu konu için bir mukaddime mahiyetinde olan üçüncü konu da şudur:
Cemal ve güzellik bir taraftan, cazibe başka taraftan, aşk ve istek diğer taraftan,
hareket diğer taraftan, övgü diğer taraftan, bunlar birbirlerine ikiz olan
gerçeklerdir, yani güzelliği meydana getiren yer, çekici bir güce de sahiptir.
Güzelin çekiciliği vardır. Güzelliğin var olduğu yerde aşk ve istek başka bir
varlıkta mevcuttur, hareket ve kımıldama mevcuttur, yani güzelliğin kendisi
hareket ve kımıldamanın gereğidir. Hatta ilahî felsefecilerin düşüncesine göre,
bu âlemde cevheriyye hareketine kadarki bütün hareketler ve tabiat âlemindeki
bütün kafileleri bir "tek" şeklinde harekete geçiren, esas aşkın doğurduğu bir
şeydir: "Maşukun, aşığı harekete geçirmesi ve sebebin, müsebbibi harekete geçirmesi
gibi." Böyle söylemektedirler. Bu konuda söylenecek söz çoktur.
"Vahşi Bâfıkî"nin, ([25])
"meyl (eğilim)" konusunda şiirleri vardır. Bu şiirler, meyi
ve çekiciliğin, âlemin bütün zerrelerinde var olduğu hakkındadır. Sonra,
filozofların buna aşk dediklerini söylemektedir. Her halükarda güzelliğin olduğu
her yerde cazibe (çekicilik) vardır, aşk ve istek vardır, hareket ve kımıldama
vardır, övgü ve yüceltme vardır. Güzellik, kendi peşinde övgü ve yüceltmeği
getirir.
GÜZELLİK, CİNSEL ARZUYA BAĞLI GÜZELLİĞE ÖZGÜ DEĞİLDİR
Şimdi, acaba güzellik, bir insanın güzelliğine mi özgüdür? Bu da, insanın
birbirine zıt iki cinsin, özellikle kadın cinsinden anlaşılan güzellik midir?
Ve "güzel" denildiğinde örneğin güzel bir kadının yüzü ve boyu mu anlaşılır?
Alemde bundan başka güzellik yok mudur?... Güzellikten doğru bir şey
anlamayan kimseler böyle düşünmektedirler. Hayır, tabiatta binlerce çeşit
güzellik mevcuttur, canlılar, bitkiler ve hayvanlarda, gökyüzünde, yeryüzü
vedenizlerde binlerce çeşit güzellik vardır. Güldeki güzelliği idrak etmeyen kim
var?! Birçok kimse gülün sadece hoş kokusunu idrak edebilir, gözleriyle güzelliği
idrak edenlerin güldeki güzelliği onun hoş kokusundan daha çok idrak ettikleri
gibi, yani gülen gözle görülen güzelliği onun hoş olan kokusunun
güzelliğinden daha fazla ehemmiyetlidir. Güllerin güzelliği, ağaçların güzelliği,
ormanların güzelliği, denizlerin güzelliği, dağların güzelliği, insanın üstünde yer
alan gökyüzünün güzelliği, ufuğun güzelliği, seher vaktinin güzelliği, güneşin
doğuşunun güzelliği, batışının güzelliği, şafağın güzelliği gibi binlerce güzellik ve
hissî güzellik tabiat âleminde mevcuttur. Güzelliklere de sahip miyiz? Evet, onlar
da çoktur. Bu güzelliklerin tümü, insanın cinsî şehvetiyle ilgili olan güzelliklere
özgü değildir. Güzelliği cinsi şehvette idrak eden kimse hakikatte kesinlikle
güzelliği idrak etmez. Güzellik, sadece insanın cinsi arzusuna bağlı değildir ki bazı
insanlar "güzellik" i ani olarak, yani cinsi arzulara bağlı meseleler olarak
düşünsünler. Bu şekilde değildir. Tabiatın kendisinde binlerce çeşit güzellik
mevcuttur. Bizim şimdiye kadar söylediğimiz güzellikler, basiret ve görme
kuvvetine bağlı güzelliklerdi. Duyma, dokunma, koklama ve tatma ile de
güzellikler idrak edilir, aslında her histeki "iyi" güzel demektir.
Gözdeki "iyi" gözün güzelliğidir, kulaktaki "iyi" kulağın güzelliğidir. O halde şu
yanılgıya düşülmesin: Anlayışları çok zayıf güzelliklerden oluşan
kimselerin "güzellik" düşünceleri her zaman cinsi meselelere yöneliktir.
GAYR-İ MAHSUS GÜZELLİK
Bu anlattıklarımızdan daha ileri olarak, acaba hissedilmeyen güzelliklere de
sahip miyiz? Hissedilen güzellikleri, çoğunluk, halkın ittifakına yakın bir şekilde
idrak etmektedir. Acaba gayr-i mahsus güzelliklere ve manevî güzelliklerin en
küçüğü, insanın hayal gücüne, yani insanın zihnî şekillerine bağlı olan güzellikler-
dir. Fesahat ve belagatin güzelliği nerededir? Fasih ve beliğ bir ibare insanı niçin
kendine doğru çeker ve onu cezp eder? Sa'dî'nin şiir ve düzyazıları niçin insanı
cezp eder? Sa'dî'nin üzerinden yaklaşık yedi yüz yıl geçiyor. Niçin Sa'dî'nin o
kısacık sözleri hala dillerde tekrarlanmaktadır ve insan bu sözleri işitince
kendinden geçmektedir? Buna yol açan, güzelliktir. Peki, bu güzellik nedir? Acaba
güzellik, söz müdür? Hayır, sadece söz değildir, bu sözlerin manasıdır. Elbette
sözün de fesahatta yeri vardır, fakat sadece söz değildir. Bu sözlerin manası ile
zihnî manalar öyle güzel bir şekilde yan-yana yerleşmişlerdir ki insanın ruhunu
kendine doğru çekmekte ve onu cezp etmektedir. Hafız ve Mevlana'nın şiirleri de
böyledir. Hayalî güzellikleri düşünen kimseler bazen bu şiirlere kendilerini öyle
kaptırıp cezbeye tutuluyorlar ki kesinlikle kendilerinden geçiyor.
Merhum edib Pişaveri, çok değerli ediplerden ve eski ilim havzalarından
bugüne kalan birisi idi. Elbette ki biz onu görmedik, resmini gördük, Seyyid idi,
edebiyatta çok faziletli ve eşsiz bir kişiydi. Kendisi de bazen şiir söylerdi. Bir
kitapta merhumun şöyle dediğini okumuştum: Ömrümde iki defa bir şiirin
okunması beni sarhoş etti, kendimden geçtim. Bir defa Hafız'dan bir gazel oku-
dum, onun tesirinde öyle kaldım ki kendimden geçtim. Ünlü bir gazeldir:
O gönül okşayan dostuma sığınarak şükrediyorum,
Eğer aşkın inceliğini anlıyorsan şu hikâyeyi dinle:
Ettiğim her kulluk karşılıksızdı ve bir minnetti.
Ya Rabbi! Kimseyi inayetsiz kimseye hizmetkâr yapma
Susamış dudaklara kimse su vermiyor.
Sanki dost değerini bilenler göç edip gitti bu şehirden.
Bu kapkaranlık gecede maksadımın yolunu kaybettim.
Ey hidayet yıldızı, bir köşeden çık ve görün.
Her ne yana gittiysem korkumdan başka bir şey artmadı.
Bu çölden ve sonsuz yoldan eyvah!
Bu yola nasıl bir son bulunabilir?
Zira daha başlangıçta yüzbinlerce, hatta daha fazla durak var.
Ey gönül! Kement gibi zülfüne dolanma
Orada suçsuz, cinayetsiz kesilmiş nice başlar görürsün.
Gözün, bakışıyla kanımızı içmekte ve sen bunu beğeniyorsun.
Ey sevgili! Katı dökücüyü korumak caiz değildir.
Ey güzeller güneşi! Aşktan gönlüm yanmakta
Bir an olsun, beni inayet gölgesine al, sığındır.
Beni kovduysan da ben yine de kapından yüz çevirmem.
Yârin cevrü cefası davalının sevgisinden iyidir.
Hafız gibi on dört rivayete göre Kur'an 'ı ezbere okusan da
Faydasız, feryadına yine aşk yetişir, aşk.
(Merhum Pişaverî) şöyle demiştir: "Ben bir defasında bu şiirleri okudum. Öyle
çarpıldım ki kendimden geçtim ve düştüm." Bir edebi kendisine bu şekilde çeken
şey, şiirin güzelliğidir. Bu anlattıklarımız bir edibin durumu ile ilgilidir. Arif olan
bir kişi eğer Hafız'ın şiirlerini okursa kesinlikle bu gazeli seçmeyecektir. O, arifane
gazelleri seçer. İrfanî bir zevke sahip olup da Hafız'ın aşağıdaki gazeli gibi irfanî
gazellerini okuyunca onun şiddetli etkisi altında kalmayacak çok az kişi vardır.
Yıllardır, gönül, Cem([26])
kadehini bizden ister dururdu.
Hâlbuki kendisinde olanı yabancıdan istiyordu.
Varlık âlemi ve mekân sedefinden bulunmayan inciyi
Deniz kenarında kaybolanlardan elde etmek istiyordu.
Allah, her durumda daima âşıkla beraberdir.
O Allah'ı görmüyor ve kendini O'ndan uzak sanıp "Ya rabb" diyor. Sorunumu,
dün akşam göz işaretiyle zorlukları halleden Muğanların pirine götürdüm.
Dedim ki: Hâkim sana bu dünyayı gören aynayı ne zaman verdi.
Dedi ki: Bu gök kubbeyi kurduğu gün.
Dedi ki: Büyük bir komutan olan o dostun,
İşlediği suç, sırları açığa vurmaktı.
KUR'AN'IN FESAHATİ
Uzağa gitmemize ne gerek var? Kur'an'ın harikulade etkisi neredendir?
Güzellik ve fesahatinden Kur'an, insan ruhunun derinlikleriyle ilgili manaları ve
kendi ifadesiyle "müzekkir" oluşunu, yani insanın iç dünyasından çıkaracağı
manaları çok yapmacık ve basit ibarelerle açıklayabilirdi. Fakat Allah ve Resulü
-bu kitap Peygamberin ebedi mucizesi olduğu için- kendi gerçeklerini harikulade
güzelliklerle açıklamıştır. Acaba size göre, Kur'an'ın fesahati şimdiye kadar
halktan ne kadar gözyaşı döktürmüştür?! Kur'an'ın kendi ifadesiyle:
"... (Kur'an'ın ayetlerini) işittikleri zaman derhal ağlayarak çeneleri üstüne
düşer ve secde ederler..." (İsra: 107 - 109)
Gece yanlarında, Kur'an ayetleri halktan ne kadar gözyaşı döktürmüştür!
Dökülen bu gözyaşları şunun sonucudur: Bu çok güzel örtünün içindeki
manalar, bu güzel duygular insanın manevî dostluğunu kendi yetkisi altına alır
ve kendisine itaat ettirir.
"Resul'e indirileni (Kur'an'ı) dinledikleri zaman, gözlerinden yaş aktığını
görürsün. Zira O'nun gerçek olduğunu anlamışlardır." (Maide: 83)
ALİ'NİN (AS) SÖZÜNÜN GÜZELLİĞİ
Hazreti Zeyneb'in ifadesiyle: Beni Ümeyye, Ali'nin adının dünyada
anılmaması ve O'na ait bir sözün olmaması için yeryüzünün her tarafını ve
gökyüzünün ufuklarını tutmuşlardı. Ali'nin (AS) dünyada ölmemesinin temel
sebeplerinden biri (açıkça görülen tabii sebepleri söylemekteyiz) Ali'nin, son
derece güzelliği olan sözlere sahip olmasıdır. "Nehcu’l Belağa" gerçekten Nehcu'l
belağadır. (Nehcu'l Belağa: Belagatın açıklığı Çev.) Düşman bile Ali'nin
sözlerini anlamak ve ezberlemek ister. Arap fesahet ve belagatının ne kadarına
sahibiz. Ali'yle arası iyi olmayanlara bile "'Sen bu fesahat makamına nereden
ulaştın!" diye sorulduğunda, birisi, "Ali'nin söylediği hutbelerden yüz tanesini
ezberledim, sonra zihnim coştu da coştu" der. Bir başkası "Yetmiş hutbe
ezberledim" der. Bir diğeri "Başının ön kısmında saç bulunmayan adamın sözlerini
ezberleyerek!" der.
Abdulhamid çok ünlü bir kâtiptir. Mervan-ı Humar ismiyle tanınan
Emevilerin son halifesinin sarayında İranlı bir yazardır. Çok fevkalade bir
yazardır. Nitekim şöyle demiştir: "Yazarlık, Abdulhamid 'le başladı, Ibnu’l Amid 'le
sona erdi." O, ya takiyye üzere veya gerçekten Ali (AS) ile arası iyi olmadığından,
kendisine, "Sen bu yazarlık mesleğini nereden öğrendin?"diye sorulduğunda
şöyle cevap verdi: "Başının ön tarafında saç bulunmayan adamın sözlerini
ezberlemekle" Düşman bile Ali'nin sözlerini ezberlemezlik edemiyordu.
"Nehc-ül Belağa", O, Seyyid Rıza'nın yapımıdır diyen kimselerin ve değersiz
sözleri ona yakıştıranların bakmaları gerekir: Mes'udî, Seyyid Rıza'dan yüzyıl
önce yaşamıştı. O herkesin kabul ettiği bir tarihçidir, Şii mi Sünni mi olduğu belli
değildir. Şii olsa bile bizim bugün olduğumuz şekilde bir Şii kesinlikle değildir.
Ali'ye (AS) az temayülü vardır, en azından Ali'nin düşmanı değildir. Onu Şii
saymak mümkün değildir. Seyyid Rıza'dan yüzyıl önce yazdığı Mürucu 'z Zeheb
adlı kitabında Ali'nin sözlerini naklettiği sözlerinden haberlerinden ve zühdünden de
bir parıltının zikri isimli başlık altında şunları söylüyor: "Şu anda Ali'nin dört yüz
seksen küsur hutbesi, halkın yanında mahfuzdur." Oysa Nehcu'l Belağa'da
olan hutbelerin sayısı iki yüz otuz dokuzdur. Yani Seyyid
Rıza, Mes'udî'nin açıklamış olduğunun yarısından daha az hutbe yazmıştır.
Ali'nin (AS) o harikulade fesahati, yani hakkında "yaratıcının sözlerinden
daha düşük, yaratılanların sözlerinden daha yüce" denilen sözlerinin o fevkalade
güzelliği bu sözlerin ortadan kalkmasına engel oldu, hâlâ da engeldir. Bu, çok
etkili bir sebeptir. O halde, şiir, fesahat, belagat, edebi nesir ve bunların tümü
güzellik kategorisine girer, fakat bunlar düşünsel güzelliklerdir, duygusal
güzellik değil, yani göz, kulak, doku, koku ve tada bağlı değildirler. Yalnız ve
yalnız insan düşüncesine bağlıdırlar.
AKILCI GÜZELLİK
Şimdi gelelim güzelliğin cinsi arzulara bağlı güzelliklere özgü olmadığı
konusuna. Bu güzellik, bu âlemde hissedilen her şeyde vardır. Sadece bu âlemde
hissedilenlere de özgü değildir, düşünsel manalara da bağlıdır, bir adım daha ileri
gidersek, bu anlatılanlardan daha yüce ve geniş anlamlan da mevcuttur: Makul
güzellik, yalnızca insan aklının idrak ettiği güzelliklerdir, insan duygusunun ve
insanın hayal gücünün idrak ettiği değil. Bu, daha yüce bir mertebe ve
zirvededir, buna aklî güzellik denilmektedir. Bunun karşıtı, aklî kirlilik ya da aklî
çirkinliktir. İslam kelamcılarından bir kısmının (Şia ve mü'tezile kelamcılarının,
eşariyenin değil) ve aynı şekilde İslam fakihlerinden bir kısmının yine Şia’nın ve
kelamı açıdan mütezilî olan bir grup ehl-i sünnet fakihlerinin) bazı işlerin akli
güzellik olduğuna, bazı işlerinde akli çirkinlik ve kirlilik olduğuna inanmaları
bundandır. Yani insanoğlunun iki çeşit işinin olduğunu iddia ederler: Bazı işler
kendi zatındandır. (yani) işlerin bizzat kendileri güzel ve cemal sahibidir,
azametlidir, cazibe ve çekiciliği vardır, hareketi meydana getirir, aşk ve ilgiyi
oluşturur, övgüyü doğurur. Bazı işler ise böyle değildir. Aslında konumuz,
insanın yapmakta olduğu bir kısım işlerin normal ve tabii işlerden farklı işler
olduğu noktadan başlamıştı, insanoğlunun tabii ve normal işleri, övgü, medih ve
sitayişleri gerektirmeyen işlerdir. Fakat bazı işler de var ki kendilerinde sevinç,
azamet, yücelik ve büyüklük vardır, cemal ve güzellik vardır, kendi karşısında
tevazu, alçakgönüllülük ve güzelliği doğurur. Bu, görünüşte de böyledir. Bir
insanın, kendi toplumunun kurtuluşu için kendini feda ettiği, başkalarının rahatı
için meşakkate katlandığı halde övülmediğini gören var mı?! Kur'an-ı Kerim
Peygamber (SAA) hakkında şöyle buyurmaktadır:
"Andolsun, içinizden size öyle bir peygamber geldi ki, sıkıntıya uğramanız
ona ağır gelir, size düşkün, müminlere şefkatli, merhametlidir." (Tevbe: 128)
Sizin kendi cinsinizden sizler için bir peygamber geldi, O'nun bir özelliği de
sizin bedbahtlıklarınızın, hatalarınızın, tutulduğunuz cehalet ve bilgisizlikten
veya başka bir şeyden dolayı idrak edemediğiniz ve rahatsız olamadığınız
meşakkat, sıkıntı ve rahatsızlıklarınızın ona ağır gelmesi ve katlanmasıdır. Sizler
büyük bir bedbahtlık içindesiniz ve bunu idrak edemiyorsunuz. Fakat o bundan
sıkılır, rahatsızlığına karşı tahammül eder, eziyet çeker; sizin rahatsızlığınızın
eziyet ve acısını. İşte bu davranışın takdis, azamet, yücelik, büyüklük ve övgüye
değer olduğu açıktır.
Bu nazariyenin dediğine göre, ahlak mektebinde, insanoğlunun, ahlaki
davranışların manevi güzelliklerini anlayabileceği işler yapınız. Fedakârlık
güzelliği, direnme güzelliği, kendisi hakkında başkasına nispetle insaflı olma
güzelliği, affetme güzelliği, hilm güzelliği, tahammül güzelliği, bağışlama
güzelliği, kerem güzelliğini anlayacak davranışlarda bulununuz. Eğer bu
güzellikleri, duygusal güzellikleri anladığı gibi anlayabilirse bu takdirde bu
davranışlara doğru cezp olur. Örneğin güzel bir halıyı gördüğü zaman ona âşık
olur ve güzelliğine kapılır, ona asıl değerinden daha fazla bir değer verir. Niçin?
Çünkü onun güzelliğini anlamıştır. Öyle işler yapınız ki, halk üstün ahlakın
güzelliğini anlasın, güzellik konusundaki düşünceleri cinsel davranışlara bağlı
meselelerle sınırlı kılmasın, tabiatta var olan başka binlerce güzelliği,
hayali anlayan güzellikleri hissetsin, sonra daha yükseklere, zirveye çıksın, iyi
işlerin güzelliklerini, iyi davranmanın güzelliğini anlasın, bunlara karşılık olarak
kötü işlerin kötülüğünü, beğenilmezliğini ve çirkinliğini hissetsin. Bir iş yapınız
ki kesinlikle yalan onun nazarında kötü ve çirkin bir şey olsun. Kendi zevkinin
ondan nefret ettiği bir şey olsun. Dilinizi gıybet etmekten nefret edecek
şekilde ıslah ediniz. Acaba siz ahlakçıların, yani kendilerini tamamıyla terbiye
etmiş olan kimselerin dillerini, gıybetten nefret edecek, yalan söylemekten, halka
ihanet etmekten, halkın hakkına tecavüz etmekten, onlara zulmetmekten nefret
edecek bir duruma getirdiklerine inanıyor musunuz? Onların dili kesin olarak bu
davranışları beğenmez, istemez ve onları uzağa atar. Dilinizi düzeltiniz. Fakat aklî
dili düşünsel dili, manevî dili düzeltiniz. Dil düzelince insan da kendi kendine bu
şekle gelir. Bunun yolu nedir? Elbette bunun bir yolu vardır. Her fıtrî duyguyu
terbiye ile yetiştirmek çok güzel olur. Kendi hayatımızda dilleri, ağızlarında bir
gonca gibi güzel olan nice insanlar görmüşüzdür. Dilleri Allah'ı zikretme ve
anlamaktan öyle lezzet bulur ki, hiçbir tabii yemekten ve cismi lezzetten o kadar
lezzet ve haz bulamaz. Böyle bir insanın dili; ibadetten lezzet bulan halkın hidayet
ve irşadından lezzet alan, halka ihanet etmekten nefret eden, gıybetten nefret
eden bir şekildedir. Allah ona, "ben seni gıybetlerinden dolayı
cezalandırmayacağım, doğru sözlülüğünden dolayı da
mükâfatlandırmayacağım. Şu andan itibaren sorumluluk üzerinden kalkmıştır,
sen özgür ve serbestsin, ister gıybet et ister gıybet etme" dese bile yine de gıybet
etmez. Çünkü onun dili, gıybet etmekten, töhmet altında bırakmaktan, fahşadan
(kötülükten), ve her türlü kötü işten nefret ederek, adaletin güzelliğini idrak
edecek, ihsanın güzelliğine idrak edecek, fuhşiyatın kötülüğünü anlayacak,
(Kur'an'ın ifadesiyle) bağyin kötülüğünü idrak edecek bir dereceye ulaşmıştır.
Kur'an'ın çok hayret verici bir ifadesi vardır: "Ma'rufve münker" demektedir.
Münker kötülük demektir.
"Allah adaleti, ihsanı, akrabaya vermeyi emreder. Fahşa (edepsizlik) dan,
münker (fenalık) den ve bağy (azgınlık) den meneder. Öğüt almanız için size
böyle öğüt verir." (Nahl: 90)
Buraya kadar anlattıklarımız İslam kelâmcılarının ve onların peşinden
fıkıhçıların "güzellik ve çirkinlik" bölümünde söylemiş oldukları şeylerdir.
EFLATUN'UN GÖRÜŞÜ
Bu konuda başka bir söz daha vardır. O da şudur: "aslında ahlak, ruha bağlı
olarak güzeldir, davranış haddizatında güzel olduğu için değil." Ahlak, insan
ruhunun, ruhun kendisi güzel olmasıyla ortaya çıkardığı haldir. Her ne kadar
davranış güzel ise de ruhun tabiatıyla güzeldir. Burada birinci görüş, "davranış
haddizatında güzeldir ve ruh kendi güzelliğini davranışından
kazanmaktadır." Şeklinde, bu görüşün zıddı ise "ruh güzeldir, davranış ise kendi
güzelliğini ruhtan kazanmaktadır." biçimindedir. Bu görüş Eflatun'a aittir.
Eflatun, Ahlakın temelini adaletin üzerine oturtmuştur. Yani, ahlakı adaletle eşit
görmekte, adaleti de güzellikle eşit görmektedir. Şöyle diyor: İnsanoğlu adaleti,
güzelliği ve hakikati tanımasına rağmen bunlardan hiçbiri tarif edilemez... Fakat
yine de adalet için eksik bir tarif elde etmeğe çalışmıştır: "Adalet, parçaların bütün
ile beraberliğinden ibarettir." demiştir. Hatta tarif ettiği toplumsal adalet ko-
nusunda da şöyle demektedir: Toplumsal adalet, her ferdin yapabildiği kadarıyla
çalıştığı ve kendi çalıştığının değerinde mükâfat alması demektir. Bütün fertler
böyle olmalıdırlar. Eğer toplum, bu tür fertlerden oluşursa o zaman bu toplumun
tüm parçaları birbirine uygundur. Yoksa birisi çok çalışır, bir diğeri az çalışır da
birincisinin çalıştığım karşılığı ikincisine verilirse veya biri aslında çalışmaz ve
fakat başkalarının çalıştığının karşılığını kendisine alırsa bu doğru değildir. Bu
takdirde, fertler adil olmadıkları gibi toplum da adil değildir. Adil olmayan toplum
güzel değildir, adil ve güzel olmayan toplum da kalıcı değildir. O (Eflatun)'nun
adalet konusunda şöyle bir sözü vardır: "Ahlak, yani düşünceler, eğilimler, istekler,
irade ve kararlardan oluşan bir bütün olan insanın ruh sisteminin parçaları -bir
otomobil gibi- bir birileriyle uygunluk arz etmelidirler." Fakat demiştik ki,
uygunluğun kendisinin formülünün ne olduğunu kimse açıklayamaz. Şu kadarını
söylüyor: "Olgunluğun uygunluk, ölçü ve bütünlüğü insanın ruhi unsurları
arasındadır." Ona göre, başkasının kendisini çok yüce bir övgüyle methettiği bir
insan, insan-ı kâmildir, yani ruhi açıdan sonsuz derecede güzel olan bir insandır.
Bizim de söylediğimiz gibi, güzellik, kendisiyle beraber cazibe ve çekiciliği
getirir, aşk ve isteği doğurur, hareketi doğurur, övgüyü doğurur; öyle ki Ali'nin
(AS) özelliklerinden birisinin, bu insanın ruhunda olan melekutiliğin adalet, ölçü
ve olgunluğun bütünlüğü olduğunu görmekteyiz. Eskiden beri kâmil sıfatlı ve
zıtlıkları kendinde toplayan bir insandır. Safiyuddin Hıllî şöyle demektedir:
"Senin varlığında bütün zıtlar bir yerde toplanmış. Bundan dolayı sende benzer
olanlar bulunamaz." ([27])
Seyyid Rıza, Ali'nin (AS) bir sözü hakkında şöyle
demektedir: Birkaç yönlü bir sözdür ve bütün yönleriyle güzeldir. Ali, her alanda
söz söylemiş ve hep de güzel söylemiştir. Çünkü onun ruhu bütün alanları
kapsayan bir ruhtur, günümüz ifadesiyle birkaç boyutlu bir ruhtur. Sadece
birkaç boyutlu değil, tam tersine, birkaç boyutlu olmakla birlikte onun çeşitli
boyutları arasında bir çeşit ölçü ve uygunluk vardır. Ruhlarda ve akıllarda yer
etmesinin sebebi budur. Bu, artık göze, kulağa veya kokuya ya da tatmaya ve
bütün olarak duyu organlarına bağlı değildir, insanın ruhuna bağlıdır. '
İnsanlar, Ali'nin güzelliğini tarif edemeksizin onu idrak ediyorlar, " güzellik
çekici olduğu için Ali'ye tutuluyorlar. On dört asır geçtiği -halde Ali'ye binlerce,
hatta milyonlarca insanın sevgi beslemediği, ona tutulmadığı bir asır yoktur. Ali'yi
sevmek niçin imandır? Çünkü Ali'yi sevmek, adil ve ölçülü bir ruha aşk beslemek,
kâmil bir insana aşk duymak, insanlığın olgunluğuna aşk beslemek ve Allah'ın
ve Resulü'nün davet ettiğine aşk beslemektir. Bu, şahsa tapmak değildir, hatta
şahsı sevmek de değildir, bundan daha yücedir. Gerçekte Ali'yi seven, "Ben
o büyük ruhun harikulade güzelliğini idrak ediyorum, O kâmil insanın adalet ve
ölçüsünü idrak ediyorum, ben insan-ı kâmilin manasını anlıyorum" diyerek kendisini
övmektedir. Bir adam ki, kendi döneminin tarihinin O'nu bütünüyle uzaklaş-
tırmasına, mazlumlaştırmasına eziyet etmesine rağmen yine de bu on dört asırlık
tarihin derinliklerinden O'na övgü sesinin yükseldiğini görüyoruz. Onu övenler,
sadece Şii olarak tanınanlar değildir. Ehl-i sünnetin dilinden de ona övgüler
yükselmiştir tarihin her sayfasında. Ve hatta sadece Müslüman olanların da
dilinden değil, kâfirler, Hıristiyan ve Yahudilerin de dilinden yükselmiştir. Bir
vicdana sahip olan herkes Ali'yi övmektedir.
İbn-i Şehr Aşub, Menakıb adlı kitabını yazdığı zaman şunu iddia
ediyordu: "Ben Menakıb yazdığım şu anda bin tane Menakıb kitabı (Hz. Ali'nin
menakıbı) mevcuttur." Ben o kitapların da müellifin kütüphanesinde olup
olmadığını veya en azından onların fihristinin elinde olup olmadığını
bilmiyorum. Bu, insanoğlunun fıtratından doğar. İnsanoğlunun fıtratının Yusuf un
(AS) güzelliği gibi bir güzellik karşısında cezp oluşu gibi. Zira Kur'an-ı Mecid,
Yusuf un kıssasını sonsuz derecedeki bir güzellik, fesahat ve belagat içinde
açıklamıştır. Gerçekten hayret vericidir:
"... Kadınlar Yusuf'u görünce onu gözlerinde büyüttüler (ona hay-
ranlıklarından ötürü) ellerini kestiler ve Allah için, hâşâ bu insan değildir; bu
ancak güzel bir melektir" dediler. "(Yusuf: 31)
Evet, Yusuf'un yüzünün insanoğlunun fıtratını kendine çekmesi gibi bir
insan-ı kamil'in manevi yüzü de insanoğullarını kendi fıtratının derinliklerinden
kendisine çeker.
Peki, ya Hüseyn b. Ali (a.s)! Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur:
"Hüseyin'e (AS) karşı mü'minlerin gönüllerinde gizli ve saklı bir sevgi
vardır. "([28])
Bu "gizli ve saklı" kelimesi büyük manalar taşır. Yani, mü'minlerin gönlünde
mevcuttur, fakat genellikle göremiyorlar. Bilmeden dahi olsa, Hüseyin'in sevgisi
her mü'minin gönlünde mevcuttur. Bazıları, Allah'ın bir sevgiyi dışarıdan kasrî
(zorla) ve cebrî bir şekilde mü'minlerin gönlüne yerleştirdiğini düşünebilirler.
Hayır, böyle değildir. Her mü'minin fıtratının derinliğinde Hüseyin'in ki gibi bir
yüceltme vardır. Eğer Hüseyn (AS) de olmasaydı, O'nun yerine başka bir Hüseyn
olsaydı ve Onun yaptığı işin aynısını yapsaydı bu yönü böyle olurdu, yoksa
mü'minlerin tertemiz gönülleri O'nu nasıl övebilir ve sevebilirlerdi. Sadece bir
çocuğu olan bu bir tanecik çocuğu ölen bir kadın nasıl ağlar ise işte Hüseyin için de
öyle ağlamak gerekir.
BEŞİNCİ OTURUM
TAPINMA NAZARİYESİ
Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla
"Hamd, bütün varlıkları yaratan âlemlerin Rabb'ı olan Allah'a mahsustur.
Salat ve Selam Allah'ın kulu, Resulü, günahlardan arındırılmış, sırrı
koruyan, risaletini tebliğ eden, efendimiz, peygamberimiz Ebu'l-Kasım
Muhammed'e ve O'nun günahlardan arındırılmış tertemiz ve güzel yakınlarının
üzerine olsun. Lanetlenmiş şeytandan Allah'a sığınırım.
"Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarat-
tım."(Zariyat: 56)
İnsanoğlunun ahlaki davranışları konusundaki görüşlerden biri
de "Kulluk" görüşüdür. Denilmektedir ki, insanoğlunun, tabii davranışlardan
farklı olan ve insanoğlunun tüm fertlerinde var olan, herkesin o davranışları
yüceltip övdüğü, şereflice ve insanca ve tabii davranışlardan daha üstün bildikleri
o bir takım davranışları küllük kategorisindedir. Bundan önceki gecelerde arz
ettiğim önceki görüşlerde bazılarının bu tip davranışları sevgi ve muhabbet
türünden bildikleri, bazılarının akıl, bilgi ve düşünce türünden, bazılarının güçlü
irade türünden, bazılarının insan vicdanının sesi ve bazılarının da güzellik
kategorisinden kabul ettikleri açıklığa kavuştu. Şimdi de şunu açıklayalım:
İnsanlığın, bu tür mukaddes davranışların tabiatı konusunda başka bir görüş de
vardır, o da, bu davranışların kulluk kategorisinde, Allah'a ibadet kategorisinde,
fakat bilgisizce bir ibadet kategorisinde olduğudur. Örneğin, ahlaki davranışları
güzellik türünden bilen o kimse şunu söylemekteydi: Güzellik, duygusal
güzelliklere özgü olduğu ve akla dayalı güzellik de güzellik olduğu için ahlaki
davranışta bulunan kişi akli güzelliği ahlaki güzellik zanneder ve bu
güzellik onu tıpkı ahlak dışı bir davranış olan kötülüğün kendisinden nefret
ettirmesi gibi kendine doğru çeker. Ahlaki davranışlarda güzellik cazibesi
türünden bir cazibe vardır ve ahlak karşıtı davranışlarda da güzellik karşıtı def
ediciler (iticiler) türünden bir def edici (itici) vardır.
Fakat bu görüş, hayret verici bir görüştür. Gariplik şuradadır: Ahlaki bir
davranışta bulunan bir kimse, hatta kendi uyanık şuurunda Allah'ı tanımayan ve
Allah'ın varlığını itiraf etmeyen veya faraza itiraf etse kendi uyanık şuurunda bu
davranışı Allah rızası için yapmasa ve bu davranışıyla Allah'a kulluk etmiş
olmasa bile onun ahlak davranışı bir tür Allah'a kulluktur, bilgisiz olarak yapılan
bir kulluk...
AÇIK ŞUUR VE GÖRÜNMEYEN ŞUUR
Bilgisiz olarak (cahilce) Allah'a kulluğun olması mümkün mü? diye bir
soru sorulabilir. Bunun cevabı şudur: Evet, hatta bizim bilgisiz olarak Allah'a
tanıdığımız yerler de vardır. Yani bütün halklar fıtratlarının derinliğinde -
günümüz ifadesiyle cahilce-kendi ilahlarını tanımaktadırlar. Toplum bireylerinin
Allah'ı tanıma konusundaki farklılığı haberdar olma aşamasındadır. Bu konu,
her ne kadar dün, yani geçmiş asırlarda kendisine inanmak az müşküllü idiyse de
bugün ona inanmak çok kolaydır. Yani bugün bu konu ispata kavuşmuştur: İnsan
iki tür şuura sahiptir; açık olan şuur ve görünmeyen şuur, yani insanın
kendisinden haberdar olduğu ve bildiği şuur, diğeri ise kendi başına bir tür
haberlilik olan fakat insanın açıktaki şuurunun ondan habersiz olduğu şuur. Hatta
günümüz psikoloji bilginleri, insan şuurunun en çok kısmının insanın
görünmeyen şuuru olduğu ve en az kısmının da insanın, varlığını bildiği şuur
olduğu inancındadırlar. Örneğin, şayet biz iç dünyamıza müracaat eder ve iç
benliğimizin detaylarını kontrol edersek bir miktar duygu, bilgi, haber, eğilim,
kinler, sevgiler ve bu tür şeyler buluruz, daha sonra da bundan başka bir şeyin
olmadığını düşünürüz. Hâlbuki haberler, bilgiler, idrak edilenler ve
de düşünceler, duygular ve eğilimlerden çoğu kendilerinden habersiz
olduğumuz bir şekilde ruhumuzun derinliklerinde yer etmiştir. Yani, benim
ruhumun büyük bir kısmı sizinle konuştuğum "ben "den gizlidir. Ve sizin
ruhunuzun büyük bir kısmı sizin şu anda sözlerime kulak vermekte
olduğunuz "siz "den gizlidir. Misal olarak şöyle demektedirler: Eğer siz bir
karpuzu bir su havuzuna atarsanız o karpuzun kaçta kaçı suyun üstünde olur? Az
bir kısmı. Şayet onda dokuzu suya batmışsa onda biri dışarıdadır. Ya da eğer
büyük bir buz parçasını su havuzuna atarsanız onun kaçta kaçı suyun üstünde olur
ve kaçta kaçı suya batar? İşte insan şuuru da bu şekildedir. Açık olan kısım gizli
olan kısma nispetle daha azdır.
Âlem de aynı şekildedir. Kur'an'ın ifadesiyle şehadet âlemi olan bu tabiat
âlemi, gayb âlemi ve gizli gerçekler karşısındaki oran bundan çok daha fazla
değilse bile hemen hemen aynıdır. Bütün Samanyolu ve yıldızlan içine alan tabiat
âlemi ve sonunun nerede bittiğini bilmediği için insanoğlunun sonsuz feza dediği -
gerçekten de sonsuzdur- bu feza, bu âlemi içine olan bir âleme nispetle, yani
âlemin gizli olan kısmına nispetle çok küçüktür. Hadisin ifadesine göre şunun
gibidir: Bir yüzük bir çöle atılırsa, o yüzük sahraya nispetle nasıl kıyaslanabilir?
Hiç.
Şimdi, bilgisiz kulluk dediğimiz bu konu, yoksa kulluğun bilgisizcesi de mi
olur? gibi şaşkınlık doğurmasın. Vekil ve vasi istemeyen yaşayan bir kimse gibi.
Ben Allah'a kulluk etmeğimi düşünüyorsam asla Allah'ı kabul etmiyorum
demektir. Aynı şekilde siz, benim o ahlakî davranışım cahili bir kulluktur mu
diyorsunuz?! Bunun cevabı şudur: -Evet, sen çok şeyi bilmemektesin, baş-
latıyorsun ve kendini tanımıyorsun. Kendin, kendini tanımıyorsun.
Biz bu görüşün, "İnsanın ahlaki davranışlarının tümü bilgisizce Allah 'a
kulluktur." anlamına geldiğini söylemekteyiz. Bu konuyu açıklamak için bir takım
mukaddimeler arz etmeliyiz.
KULLUK NEDİR?
Güzellik bölümünde de söylediğimiz gibi ilk soru şudur: Kulluk nedir?
Kulluğu tarif edin, cins ve sıfatlarını söyleyin, tahlil edin, onu meydana getiren
parça ve unsunları söyleyin. Eğer kulluktan maksat insanın kulluğa dair
davranışları ise, yani insanın kulluk adıyla yap^ğ1davranışlar (örneğin namaz
kılmak, oruç utmak, Hacca gitmek, dua etmek ve Allah için akrabayı ziyaret et-
mek gibi) eğer maksat insanın ibadete dayalı amelleri ise, bunun açıklaması çek
açıktır. İbadet, örneğin bunun bir çeşidi namazdır, namaz da bir takım sözler,
ameller ve niyetleri ihtiva eder; (bunlardan bazıları) rükû dur, secdedir, kıyamdır,
zikir ve başka şeylerdir. Fakat eğer kulluk bir gerçeklik ise, Allah Teâlâ tarafından
bizim için belirlenmiş bu ameller, gerçekte bizde var olan o hakikate o fıtrî
tecelliye şekil vermek ve kalıba sokmaktır. Başka bir ifadeyle, bizde var olan bir
gerçekten dolayı bizim için tayin edilmiş ve yapılmış bir kalıp ve şekildir, bizler
ister anlayalım ister anlamayalım, ister ona yönelmiş olalım, ister yönelmiş
olmayalım bizim fıtratımızın derinliğinde mevcut olan bir gerçektir. Evet, eğer
kulluk bu ise -k: bunu da kapsar- tarifi Öyle basit bir tarif değildir. Daha önce arz
ettiğim şekilde, filozoflar adaletin tarifini yapmaktan aciz kalmışlardır güzelliğin
tarifinden -ki onlara göre güzellik bir istektir- insanoğlunun isteklerini
açıklamaktan aciz kalmışlardır, hatta ilmin tarifini yapmaktan da aciz olduklarını
açıklamışlardır.
Eğer filozofların kitaplarını karıştırırsanız ilmin yüz çeşit tarifini görürsünüz.
Birisi, "ilim, istek kategorisindendir" diyor, bir başkası, "izafe
kategorisindendir" diyor, bir diğeri, "Asla hiçbir kategoride değildir " demektedir
ve... Tarif etmek kolay bir iş değildir. Tarif etmek için bir gereklilik de yoktur.
Biz, bir gerçeğin varlığını anlamak istediğimiz zaman, tarif edebilirsek ederiz,
edemezsek yok. Fakat güzelliği tarif edemediğimizde görüldüğü şekilde onun et-
raf ve kenarındaki başka şeyleri teşhis ederiz, kullukta da bazı işleri teşhis ederiz.
Kullukta, teveccüh vardır, takdis vardır (Takdis, bir gerçeği her çeşit
noksanlıktan ve noksanlıkla karışık her şeyden münezzeh bilmektir. Zira o gerçeği
tabirlerle şekillendirmek istediğimiz zaman;"Subhanallah" veya "Subhanallahi
Rabbiyel azim ve bihamdih" veya "Subhanallahi Rabbiyel a'la ve bihamdih" lafzıyla
ve hatta "Allahu Ekber" lafzıyla onu şekillendiririz. Yani onu her
çeşitnoksanlıktan, yokluktan, noksanlıkla karışık şeylerden münezzeh ve daha
yüce biliriz.) İbadette hamd ve övgü, kelimelerle yapılır (bir bülbülün gül
karşısında yer alınca kendisinde gülü övecek bir durum oluştuğu gibi, insan, o
gerçek ma'buda ibadet esnasında hamd eder). İbadette kendi küçük benliğinin
sınırından çıkma, küçük istek ve temennilerin sınırından çıkma, sınır ve vakit
vardır, başka bir ifadeyle ibadet esnasında insan, küçük temenni ve isteklerin
dairesinden dışarı çıkar. İbadette iltica vardır, başka şeylerden ilişki kesme vardır,
ibadette yardım isteme, güç alma ve yakarma vardır. İbadette gerçekten insan
bencilliğin, nefsine tapmanın, arzuların, temennilerin ve küçük işlerin
dairesinden uçup çıkar. Yakın olmanın manası da budur. "Namaz
kılıyoruz" dediğimiz zaman "kurbeten ilallah "ı kastederiz. Bu lafız yaklaşma
değildir, aksine insanın gerçekten namaz esnasında bu küçük daireden Hakk'a
doğru uçuşudur.
O halde bizim kendimizi yorup ibadeti, yani insanın ruhi isteklerini tarif
etmeyi istememize gerek yoktur, fakat bütün bunlar ibadette mevcuttur. İnsan
halinin en büyük, en yüce, en şerefli en azametlisi insanın kendinde tuttuğu o
kulluk halidir.
ACABA KULLUK, İNSANIN BİLEREK YAPTIĞI KULLUĞA MI
ÖZGÜDÜR?
Diğer bir konu: Güzellik bölümünde söylemiştik, acaba güzellik -konudan az
haberi olan kimselerin düşündüğü şekilde- hayvanların cinsi isteklerine bağlı bir
iş midir ve sadece karşı cinse nispetle mi hissedilir? Ya çok geniştir, bütün tabiatı
kapsar, tabiattan daha yüce, fesahat, belagat, şiir ve diğer bölümlerde
değindiğimiz gibi zihni manaları kapsar. Ve ya bunlardan da daha öteye, akla da-
yalı güzelliği kapsar, duyu, hayal ve benzeri şeylerden daha üstün olan güzellikler
elbette daha üstündür dedik. Dua yaparken şunu okuduğumuzu görmektesiniz:
"Allah'ım senden istiyoruz, senin güzellik ve cemalinden istiyoruz" ([29])
İslam kelamcıları, Allah'ın sıfatları konusunda ıstılahlar kullanmışlardır:
Sübûtî sıfatlar ve selbî sıfatlar. Fakat başkalarının özellikle ariflerin kullandıkları
ıstılahlar, "Cemali sıfatlar" ve"Celali sıfatlar" ısılardandır. Sübûti sıfatların yerine
cemali sıfatları, selbi sıfatların yerine de celalî sıfatları kullanıyorlar. Bu, şunun
içindir: Cemal ve güzelliğin gerçeği oradadır. Burada olan şey, orada olan şeyden
bir cilvedir (tecellidir-çev.).
Bu konunun aynısı kullukta da vardır. Acaba kulluk insana mı özgüdür ve
Allah'a kulluk eden sadece insan mıdır? O da insanlardan bir kısmı mı? Hayır
dedik, ilkönce bazı insanların yaptığı bazılarının da yapmadığı o kulluk, bilerek
yapılan kulluktur. Bilgisizce her şey kulluk etmektedir. Belki de kulluk, âlemdeki
bütün varlıklarda mevcut olan bir gerçektir ve âlemde Hakk'a kulluk
etmeyen hiçbir varlık yoktur, anı şekilde bilmeden dahi olsa Hakk'a
kulluketmeyen bir insan yoktur bu âlemde. Sadece siz değilsiniz Allah'ı teşbih
eden, O'na hamd ve sena eden, bütün eşya Allah'ı teşbih eder, hamd ve sena
eder. Bu konuda bazı ayetlere kulak verelim:
"Göklerde ve yerde bulunan her şey Allah'ı tesbih etmiştir. O, azizdir,
hâkimdir" (Hadid: 1).
"Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah 'ı teşbih etmiştir. O, üstündür,
hikmet sahibidir." (Haşr: 1)
"...göklerde ve yerde olanlar O'nun şanını yüceltmededirler. O, üstündür,
hikmet sahibidir." (Haşr: 24)
"Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ı teşbih etmektedir.
Mülk O'nundur, hamd O'nundur. O, her şeye kadirdir." (Teğabün: 1)
". ..O'nu övgüyle teşbih etmeyen hiçbir şey yoktur, ama siz
onların tesbihlerini anlayamıyorsunuz. " (İsra: 44)
Allah'ı tesbih etmeyen ve O'na hamd etmeyen hiçbir varlık yoktur, hiçbir
zerre yoktur bu âlemde. Siz insanlar onların teşbih, ibadet ve kulluklarını anlayıp
idrak edemezsiniz. Bu âlemde Hakk'ın zatına kulluk etmeyen hiçbir varlık yoktur.
Konunun içeriğinin çok geniş olduğunu elbette kabul ediyorum. Fakat Kur'an'ın
mantığının bu olduğunu arz etmek istemiştim. O halde, Kur'an'ın mantığına göre
kulluk, insanın bilerek yaptığı kulluğa özgü değildir. Zira insanların birçoğunda,
yapılan kullukların büyük bir kısmı eksiktir, kulluklar eksik yapılıyor. Örneğin
kıbleye karşı durmuş, iki rekât namaz kılacağız. Fakat ruhumuzun asla namazda
olmadığı, aksine başka, bir yerde değişik bir işle uğraştığı bir namaz kılıyoruz. Bu
durumda sadece görünüşte eğilip doğruluyoruz. Binyüz küsur yıl önce yaşamış
ünlü İslam filozofu Farabî'nin söylediği bir cümle vardır:
"Dönen bu gökyüzünün dönüşü, gökyüzünün namaz, kulluk ve ibadetidir,
sallanan bu yer de aynı şekilde, yağan yağmurun yağışı onun kulluğudur, akan suyun
akışı da onun ibadet ve kulluğudur."
Bu konudan da, çok geniş bir konu olduğunu kabul ettiğimiz için, sarf-ı
nazar ediyoruz, üzerinde fazla durmuyoruz. Bu kadarını şunun için anlatmak
istedim: "Her ahlaki davranış kendi başına bir kulluk hareketidir." dediğimiz zaman
hemen kendimizin sorumluluk üzere yaptığımız, bilerek yapılan kulluklar
anlaşılmasın. Her halükarda bunun kendisi bir gerçektir ve ehl-i batın, gönül
ehli kimseler; "eğer insan manevî olgunluklar makamlarına erişirse ve kalp gözleri
açılırsa âlemdeki tüm varlıkların teşbih ve hamd edişlerini anlar ve işitirler" görüşünü
savunurlar.
Âlemdeki zerrelerin tümü gizli bir şekilde
Sana gece-gündüz söylemektedirler.
Bizler, işitiriz, görürüz ve şuurluyuz.
Sizin gibi biz de mahrum değiliz ama sessisiz.
Zira siz cansız varlıklara doğru yürüyorsunuz.
Allah'ı bilen canınızdan niye mahrum kalıyorsunuz. ([30])
Demek ki şuur, insan ve hayvana özgü değildir. Otlarda da şuur vardır,
hatta otlara da özgü değildir. Cansızlarda da bir çeşit şuur mevcuttur. Bu konu
günümüz ilminde de açık olup savunucuları vardır. Bu görüşü savunanlar
âlemdeki zerrelerin her birinin kendi varlığı nispetinde şuurdan pay sahibi
olduğuna inanmaktadırlar.
AHLAKÎ DUYGU ALLAH'I TANIMA DUYGUSUNDAN AYRI DEĞİLDİR.
"Ahlak, kulluk kategorisinden, fakat bilgisizce yapılan kulluk
kategorisindendir." denildiğini söylemiştik. Bu cümlenin manası şudur: İnsan
kalbi, fıtrat ve istek yoluyla Rabbini tanır. Bilinerek yapılan ve bilinmeyerek
yapılan kulluk için bir örneği zikretmemiz gerekirse bir bebeğin istek açısından
yaptığı hareket örneğidir:
Çocukların annelere karşı olan isteği gibi
Kendi dudaklarında olan isteyin sırrını bilmez.
Annesinden yeni doğmuş bir çocuk, daha gözlerini açmadığı ve kesinlikle
annenin varlığından haberi olmadığı, yani henüz zihninde annenin ne olduğu
hakkında bir bilgi'nin oluşmadığı, bir annenin de var olduğunu bilmediği birinci ve
ikinci gününde meydana gelen açlığından dolayı başım o tarafa bu tarafa sallar,
dudaklarını o tarafa bu tarafa büker. Her şeyden habersiz bu dudaklar, annenin
memelerini aramaktadır. Yani eğer kimileri bu çocuğa neyi aradığını soracaksa
hiçbir cevap alamaz, çocuk açıklamaya kadir değildir, kesinlikle zihni bunu elde
edememiştir. Henüz onun zihni açıklama ve işaretlerle bezenmemiştir.
Konuşabilse dahi yine de bu konuyu açıklayamaz. Ama habersizce var olan bir
şeye doğru gitmektedir, habersiz bir şekilde annenin memelerini aramaktadır.
Tabi bunlar insanda çok zayıftır, hayvanlarda daha kuvvetlidir. Hayvanlarda,
özellikle haşerelerde bu istek çok fazladır. İnsanlarda da meselelerin çoğunda bu
kadar istek vardır.
Şimdi, "ahlakî davranışlar kulluk kategorisindendir" sözünün manası nedir?
Dedik ki, insan, fıtrat gereği ahlakî davranışları şerefli ve yüce bilmektedir.
Çünkü kendinden bağışlayan biridir ve bu davranışı tabii mantıkla uyuşmaz. Hatta
bu manadaki amelî akıl mantığıyla da uyuşmaz. Yani insana; "kendini ve kendi
menfaatim korumalısın" diyen ameli akıl mantığıyla bir değildir, onunla uyuşmaz.
Bununla birlikte insan bu davranışları yapar ve bu davranışlarda bir çeşit şeref ve
azamet teşhis eder, büyüklük ve yücelik bulur, bu davranışları yapmakla
kendisini yücelttiğini hisseder. Cömertlik gibi, kendinden bağışlanma, insaf etme
gibi. İnsaf etme meselesi şaşırtıcı bir şeydir, insan bir rakiple karşı karşıya
geliyor; örneğin bir doktorun başka bir doktorla karşı karşıya olması gibi.
Ünlü, meşhur ve geçmişi olan bir doktor, bir hastalığın teşhisine yönelik bir görüş
belirtiyor. Diğer tarafta ismi az duyulan ve resmî olan genç bir doktor ortaya
çıkıyor o da bu konuda bir görüş belirtiyor. Orada hazır bulunan halk, bu konuda
iki ayrı görüşün olduğunu gördükleri zaman birinci derecede ünlü ve meşhur
olan, bu konuda tecrübe kazanmış bir doktorun görüşünü genç bir doktorun gö-
rüşü ile asla bir tutmazlar. Fakat bu ünlü ve meşhur doktor, o genç doktorun
görüşünün doğru olduğunu anlıyor ve bunu açıklayınca konuyu idrak edecek ilk
kişi bu meşhur doktorun bizzat kendisi olacaktır. İşte insanın kendisini iki yol
ağzında gördüğü yer burasıdır: Acaba ben kendi şöhret ve şahsiyetime bir tekme
vurup yerle bir ederek, "bu bey benden daha iyi anlıyor, size verdiğim reçete yanlıştır,
doğru olan bu beyefendinin size verdiği reçetedir." mi diyeyim? İşte buna
"insaf" denilir. Bir zaman da kendi insafına bir tekme vurarak, "Bu sözler de
nedir? Git işine" der. Hastanın ölmemesi için kendi verdiği reçeteyi değiştirmesi
mümkündür, fakat bunu itiraf etmiyor aksine kendi yaptığına yöneliyor.
İnsan bu iki duruma sahiptir. Bazen insaf eder, dünyada böyle bir şey ne kadar
olur. Hadiste de "insanın ahlaki güzelliklerinden biri rakiplerine karşı insaf
etmesidir" denilir, insanda bilinmeden var olan bu hâl, İnsanın Allah'ı taraması
nedeniyledir ve fıtrî ve bilmeden ortaya çıkan, bir dizi mesele de Allah'ın İslam’ı,
yani Allah'ın kanunudur, İslam, Allah'ın kanunlarına teslim olmak
demektir. Allah'ın iki çeşit kanunu vardır. Bir çeşidi, insanın fıtratında yer alan
kanunlardır, diğer çeşidi, insan fıtratında olmayan, aksine o fıtrî kanunlardan
ayrılan ve sadece peygamberler yoluyla açıklanan kanunlardır. Peygamberler,
fıtrî kanunları te'yid etmelerine ilave olarak insan için başka kanunlar da
getirirler. İnsanın o derin ruhu, o fıtratı, o kalbinin derinliği kendine özgü bir
sezgiyle, bilgisiz olarak Allah'ı tanıdığı gibi Allah'ın bu kanunlarını da tanımak-
tadır. Allah'ın rızasını tanımakta ve davranışlarını fıtrî olarak Allah'ın rızasına
uygun olarak yapmaktadır. Fakat kendisi adımlanma Allah'ın rızasına uygun bir
yolda gittiğini bilmemektedir. Bunun için mesele açıktır ki, acaba bilgisizce
Allah'ın rızasına uygun yolda olan, ama bilgilice böyle olmayan bu tür
davranışların ecri var mıdır yok mudur? Örneğin bu putperestin -Hatem'i Taî
ve onun benzerlerinin yaptığı gibi- bu tür bir davranışın yapması mümkün
müdür? Biz bu konuda, bu tür davranışlarda bulunan kâfirler hakkında birçok
davranışlarda bulunan kâfirler hakkında birçok hadise sahibiz. Peygambere veya
imamlara sormuşlar: "Bu tür davranışlar Allah indinde ecirsiz midir?" Cevap
olarak: "Hayır, ecirsiz de değildir." demişlerdir. Ecirlerinin çoğunun insanın bile-
rek yaptığı davranışlarının karşılığı olduğu doğrudur, fakat insan, kendi ahlaki
duygusuyla cevap verdiğinden ahlaki duygu, Allah'ı tanıma duygusundan ayrı bir
duygu değildir. Bir grubun; "Allah 'ı tanıma duygusu bir duygudur, ahlakî duygu ise
başka bir duygudur." şeklinde düşünmelerinin aksine, ahlakî duygu, Allah'ı
tanıma duygusu ve Allah'ı tanımanın sorumluluğu duygusudur, yani insanın
onun varlığıyla fıtri İslam'ı anladığı bir duygudur. İnsan
fıtrî olarak "bağışlama "nın Allah'ın rızası gereği olduğunu anlar, Allah'ın
yarattıklarına hizmet etmenin, Allah'ın yarattıkları için fedakârlık yapmanın
ma'bud'un rızası gereği olduğunu fıtrî olarak anlar. Yine fıtrî olarak insafın
ma'bud'un rızası gereği olduğunu anlar, fıtrî olarak zillete ve alçaklığa boyun
eğmemenin ma'bud'un rızası gereği olduğunu anlar.
AHLAKIN DOĞRU OLAN YÖNÜ
"Ahlakın kökü insanın vicdanındadır" diyen kişinin sözü, hem doğrudur hem
de doğru değildir. "Gerçekte insanın kalbi bunları ona ilham
etmektedir" manasında olursa doğrudur. Fakat insanın, "Vicdan, Allah'ı tanıma
duygusundan bağımsız bir duygudur" şeklinde düşünmesi manasında olursa doğru
değildir. Yaptığı şudur: Sorumluluğu bize yükleyeni tanımaksızın bizim
üzerimize bir sorumluluk yüklemektedir. Sorumluluğu yükleyen de
kendisidir. Kendisi bağımsız olarak bizim için sorumluluk belirlemektedir ve biz
onun sorumluluğunu bilmeliyiz.
Kant'ın açıklamasının eksiği sadece şu yöndeydi: Vicdanın sesini, insanın
kendi iç dünyasından kaynaklanan ve insanın iç dünyasının ötesinde olmayan
"sorumluluk belirle" şeklindeki bir sorumluluk olarak tanımlamak istemişti.
Hayır, insanın iç dünyası, sorumluluğu yükleyeni idrak ettiği gibi sorumluluğu
da idrak eder. Vicdan ve vicdana dayalı ilhamların tümü, insanın Allah'ı tanıma
fıtratından doğar. Kur'an'ın mantığı budur. Kur'an bu konuda şöyle demektedir:
"Nefse ve Onu şekillendirene, ona isyanım ve itaatim ilham
edene andolsun." (Şems: 7 - 8)
Buradaki takva (itaat), Allah'ın takvasıdır, başka bir şey değil, rücur (isyan),
Allah'ın hükmünden çıkmaktır, başka bir şey değil.
Aslında vicdan nazariyesi çok doğru bir nazariyedir. Fakat eksiği, bir adım
daha öteye gidemeyişidir ki şöyle diyebilsin: Bir kete, insanın hem yaratılmış
olması, hem de onda her şeyden bağımsız bir güç oluşması ve bu gücün de "senin
sorumluluğun budur" demesi mümkün değildir. Hayır, insan vicdanı temele ve
varlık âleminin tümüne bağlıdır. O, senin sorumluluğunu başka bir yerden
almıştır ve sana vermektedir. Gönlün koklama duyuşudur. Gönlün koklama
duyusu vardır ve onunla Allah'ı tanır, fıtrî şekilde Allah'ın yüklediği sorumluluğu
tanır. Nitekim biz bu ilhamlara "fıtrî İslam" diyoruz. "Onlara hayırlı işleri
vahyettik." (Enbiya: 73) "El-Mizan Tefsiri''nde anlatıldığı şekilde: "Hayırlı işler
yapmayı vahyettik." denmiyor ki bu ıstılahla sorumluluk açıklanmış olsun,
aksine "hayırlı işleri vahyettik"deniyor. Yani "Biz hayırlı işin bizzat kendisini halkın
kalbine ilham ve vahyettik." deniliyor. Kur'an,"biz her insanoğluna vahiy
gönderdik." demektedir. Herhalde umumiyet arz eden işlerden bir diğeri de
vahiydir. Güzellik ve kulluk umumiyet (genellik) arz ettikleri gibi Kur'an
mantığında vahiy de umumiyet arz eder. Acaba vahiy büyük peygamberlere
indirilen vahyin o özel şekline mi özgüdür? Peygamberlere indirilen vahiy, vahiy
derece sinin en kâmil olanıdır. Kur'an şöyle buyurmaktadır: Biz her insana vahiy
gönderdik ama şu sınır içerisinde:
"Ona isyanım ve itaatim ilham ettik." (Şems: 8)
"Onlara hayırlı işler yapmalarını vahyettik." (Enbiya: 73)
Sadece her insana değil, aksine arıya da vahyettiğini söylemektedir:
"Rabbin bal arısına vahyetti." (Nahl: 68)
Sadece bal ansına ve hayvanlara da değil, bitki ve cansızlara da vahyettiğini
buyurmuştur Allah Teâlâ:
".. .ve her göğe emrini vahyetti..." (Fussilet: 12)
Normal bir insanla vahiy son bulursa artık Cebrail'in aracılığı (elçiliği)
başlamaz. Başka bir şekli vardır. Işık gibidir: Bir çıranın ışığı da ışıktır ve âlemi
aydınlatan güneşin ışığı da ışıktır. Fakat ışıktan daha fazla ışık vardır. Peygamber
efendimize nazil olan vahiy, âlemi aydınlatan güneşin ışığı gibidir, bütün insan
fertlerine gelen ilhamda birkaç mumluk bir çıranın ışığı gibi. Birincisi böyle bir
şey
Ama ahlakın güzellik kategorisinden olduğunu söyleyen görüş, acaba doğru
mudur değil midir? Hem doğrudur ve hem de doğru değildir. Doğru değildir,
çünkü manevi güzelliğin düşünülmesi aynı yerde sona erer, yani insan ruhu,
sadece manevi güzellikleri, doğruluk, emanet, cömertlik, iffet, cesaret, direnme,
insaf ve hilm gibi bir takım davranışları idrak etsin diye yaratılmamıştır. Yanlış
buradadır. O, habersiz olarak o güzellik bütününün Yüce Allah'ın zatı olan
güzelliğin kaynağını ve aslını idrak eder, neticede, istekleri ve mutluluğumuzun
yolu olan O'nun rızasının yolunu O istediği için ve fıtri olarak O'nun tarafından
bakarak gördüğü için güzel görmektedir. Aslında aklî güzellik, aklın
güzelliği ve çirkinliği, gerçekte kalbi güzellik ve çirkinliğe dönüşür. Akıl, idrak
kategorisindendir, duygular kategorisinden değil, isimlerinin, akli güzellik ve
çirkinlik olarak koyulduğu güzellik ve çirkinliğinin tamamı gerçekte kalbi güzellik
ve çirkinliktir. Çünkü hüsn, güzelliktir, kubh ise çirkinliktir ve bunlar duygu
kategorisindendir, akim işi olan idrak kategorisindendir ve duygu gerçekte kalbin
işidir. İnsan kendi habersiz fıtratında Allah'ın kendisinden istediği güzelliği anlar,
çünkü bu sorumluluğu kendi içinin derinliğinde Allah'tan olduğunu görür.
Allah'tan gördüğü her şeyi güzel görür. Aynı şekilde biz kendi açık şuurumuzda
Allah'ı tanıdığımız zaman Allah tarafından anladığımız her şeyi güzel görürüz.
(Şair) şöyle diyor:
Dünyada, dünyanın kendisinden memnun olduğu kişiden memnunum
Bütün aleme aşığım zira alemin tümü O'ndandır.
Ahlakı muhabbet kategorisinden kabul eden kimseler, birazcık daha ileriye
gitmelidirler. İnsanın, kendisinden bütünüyle farklı olan ve kendisi ile o şey
veya fert arasında hiçbir irtibat ve bağlılık bulunmayan başka bir şeyi veya bir
ferdi sevmesinin sonucu nasıldır? Bu sevgi hiçbir mantıkla şekillendirilemez. Fakat
insan diğer insanları sever, hayvanları sever, başka eşyaları sever, kendisi için
sevdiği, o çeşit sevgi değildir. Hesabın dışında olan bir sevgidir. O şeyi kendi
şahsiyetinin bir parçası olacağı şekilde sever. Yani kendisine hizmet etmek istediği
şekilde onlara hizmet etmek ister. Onları kendi menfaatine kullanmak için seviyor
değildir. Aksine kendisini onların hizmetine vermek konumunda sever.
Niye? Acaba insanda meydana gelen bu olay, mantıksız bir iş midir değil midir?
Elbette mantıklıdır. Bunun mantığı da Allah'tır, fıtrî İslam'dır, ilahi
sorumluluktur. İnsan, kalbinin koku duyusuyla, gerçek mahbubunun onu ondan
istediğini hisseder, Onu sevmesi bu yöndendir. Bu nedenle ahlakın doğru
açıklaması işte bu kulluk nazariyesidir.
AHLAK, İBADET VE KULLUK KATEGORİSİNDENDİR
Bu nazariyelerin her biri sizin de gördüğünüz gibi gerçeğin bir kısmını ihtiva
eder, gerçeğin tümünü değil. Tümü gerçek olan şudur: Ahlak, ibadet ve kulluk
kategorisindendir. İnsan, Allah'a habersizce kulluk ettiği aynı ölçüyle habersiz
olarak da birtakım ilahi emirleri takip etmektedir. Bilgisiz olan şuuru bilgili şuura
dönüşünce -ki peygamberler bunun için gelmişlerdir- (Peygamberler, bizi kendi
fıtratımıza yöneltmek ve o bilgisiz şuuru ve fıtri işleri bilgili bir işe dönüştürmek
için gelmişlerdir) o zaman artık onun bütün işleri ahlaki olur, sadece belirlenmiş
bir takım işler; değil, uyuması da ahlaki bir iş olur, yemek yemesi de ahlaki bir iş
olur, yani bizim yaşam biçimimiz Hakk'ın verdiği sorumluluk ve rızası
esası üzerinde kurulduğu zaman, yememiz, uyumamız, yürümemiz, konuşmamız
özet olarak hayatımız ve ölümümüz, olduğu gibi tamamıyla ahlak olur, yani
bütünüyle mukaddes işler olur:
"Deki: Benim namazım, ibadetim, hayatım ve ölümüm hep âlemlerin Rabb'i
Allah içindir." (En’am: 162)
Her şey Allah için olur ve her şey ahlak olur.
Ahlak konusunda bir takım başka görüşler de vardır ve önce onları da
zikretmeyi, daha sonra kulluk nazariyesiyle uğraşmayı amaçlıyordum. Fakat
gördüm ki bunlar sözümüzü kendi asıl noktasından başka yere çevirecek. Çünkü
o nazariyeler, gerçekte şereflerin en şereflisini insandan almayı istiyorlardı ve
kesinlikle, gerçekten bir takım ahlaki ve şerefli işlerin de âlemde mevcut ol-
duğuna ve insanların maddi menfaatlere sahip olmayı istemeksizin o işleri, kendi
şereflerinin ve yüceliklerinin sıfatı için yapmalarına inanmalarını istiyorlardı.
Gerçekte bu manadaki Ahlakı inkâr etmektedirler. Bunun için bu görüşleri daha
sonra eleştireceğiz. Örneğin aklı "uyanıklık" kategorisinden kabul eden Bertrand
Russel'ın görüşü veya Marksizm’in ahlakı veya Egzistansiyalizm ahlakını
inşaallah anlatacağız. Fakat bunlar insanın şerefli olduğunu söyledikleri ve
insanlığa inandıkları durumda ahlakı zirvelerinden indirmişlerdir.
AHLAKIN SADECE ALLAH'A KULLUK MEKTEBİNDE YORUMU
MÜMKÜNDÜR
Elbette şunu da arz etmeliyim: Bu manadaki ahlakı inkâr edenler bir yerde
kabul etmeğe mecburdurlar. Örneğin Bertrand Russel ulaştığı başka bir yerde
insanlık ve insani şereften dem vuruyor. Fakat onların felsefeleri hiçbir yönde
insanî şerefi te'yid edemez ve açıklayamaz. Ahlak meselesi, insani ve ahlaki şeref
meselesi Allah'a kulluk mektebi dışında başka hiçbir mektepte açıklama ve
te'yide kabil değildir. Onları açıklayabilecek tek mektep bu mekteptir ve insanın
varlığından bulunan bu ahlak ve ahlaki şerefin bizzat kendisi maneviyat
kapılarından biridir, yani insanı mana âlemiyle tanıştıran ve din alemine
inandıran kapılardan biridir.
İBADETİN MERTEBELERİ
Burada ibadet hakkında konuştuğumuz için başka bir konuya da değinmemiz
gerekir, o da şudur: Bir grup kendi kitaplarında "aslında din, ahlakla, ahlaki şeref
manasıyla şekillendirilemez, zira dinin manası şudur: İnsan Allah'a ibadet eder,
Allah'a yapılan ibadet sadece cehennem korkusu veya cennet arzusu
içindir." der, Sonra insanın maddi isteklerine yönelir: "O halde ahlaki davranış
şereflice Ur davranıştır, yani sadece o davranışın şeref ve yüceliği içindir." der.
İşte bu konuyu açıklayacağım.
Mukaddes İslam dini açısından ibadetin dereceleri vardır. İbadetin en
yücesi, bütün bu işlerden ayrı, bağımsız olan, yani kendisinde ne cennet arzusu ve
ne de cehennem korkusu olan bir ibadettir. Fakat aynı zamanda cennet arzusu
veya cehennem korkusu için yapılan ibadetler de ibadettir. Bunu biraz açalım:
Nehcu'l Belağa'da ve bizim birçok hadislerimizde bu konu mevcuttur.
Emiru'l Mü'minin Ali (A.S.) şöyle buyurmaktadır:
"Halkın yaptığı ibadetler üç çeşittir: Kimileri, Allah'a sevap arzusu için ibadet
etmektedirler, bu ibadet, ticaretçi bir ibadettir." ([31])
Yani bunlar Allah ile ticaret
yapmak istiyorlar, bir şey versinler, onun yerine daha fazla bir şey alsınlar. Bir
tüccar, alışverişlerde devamlı kendi asıl sermayesinden daha fazla bir şey -yani
bir şeyi asıl sermayenin bir miktar fazlasıyla- almak için bir malı verir. Hz. Ali;
bu ibadetin ticaretçi bir ibadet olduğunu buyurmaktadır. Kimileri dekorkudan
dolayı Allah'a kulluk etmektedirler. Ali buyurdu ki, "bu ibadet köleci bir ibadettir,
esirlerin ibadetidir." Evet, tıpkı esir bir kimsenin çalışması gibi. Esirler, kendilerine
yüklenen sorumluluğu Rablerinin kamçılan altında yerine getirirler. Bu esirler,
kendilerine yüklenen sorumluluğu yerine getirmedikleri takdirde kamçı
yiyeceklerinin korkusundan dolayı sorumlulukları yerine getirmektedirler. Fakat
kimileri de Allah'a şükür gereği ibadet eder, ya da bazı hadislerde geçtiği gibi
sevgi gereği ibadet eder. Yani, sadece Allah'ı sevdikleri için O'na ibadet ederler. O,
fıtratın gereğinde, bilinçli şuurunda yansımaktadır. Allah'a öyle bir şekilde ibadet
etmektedir ki Allah'a kulluk etme fıtratı bunu gerektirmektedir. Allah'ı sevdiği
için O'na kulluk eder. Allah, cennet ve cehennemi yaratmamış olsaydı bile o, yine
de Allah'a kulluk edecekti:
"Allah 'ım! ben sana cehennem ateşinin korkusundan dolayı ibadet etmedim,
cennet arzusu için de ibadet etmedim, aksine sadece seni 'kulluk etmeğe layık'
gördüğüm için sana ibadet ettim." ([32])
Bu, "kulluk etmeğe layık" kelimesinin çok büyük manası vardır. Sadece
"Sen, sen olduğun için ve ben, ben olduğum" için sana ibadet ediyorum...
Âlemdeki şeylerin en tabiisi şudur: "Sen bir ma 'bud olasın, ben abid ve kulluk
eden". Bilmiyorum, siz yüce bir içeriye sahip "Kumeyl duası"nın muhtevasına
baktınız mı? Bu duayı başından ta sonuna kadar dikkatle mütalaa ediniz ve
Ali'nin ne söylediğini, âşıkane ve şükredici kulluğun manasını ve kendinden çıkıp
(başka bir âleme girmenin) manasının ne olduğunu görünüz. Ali'nin mantığında
en küçük bir karışıklık ve mübalağa yoktur. Özellikle Rabbi’ne yönelik
söylediklerinde bir mübalağaya rastlayamazsınız. Bu duada, asla tasavvur
edemeyeceğimiz bazı cümlelere rastlamaktayız. Cehennem ateşi konusunda
şunları söylemektedir: "Cehennem ateşi dünyadaki ateş çeşitlerinin hiç
birine benzemez, tüm yerlerin ve göklerin, onun karşısında güç yetiremeyeceği bir
ateştir." Devamla şöyle demektedir:
"Böyle bir azaba sabretme gücüne sahip olduğumu farz etsem de Sen 'in
ayrılığına sabrım yoktur, o hararetlerin karşısında direnme sabrına sahip olduğumu farz
etsem de senin yardımının benden kaldırılması ve lütfunun benden alıkonulması
karşısında nasıl sabredeceğim."
Ali, bunun sabrına asla sahip değildir. Kulluk gereği ibadet budur. İnsanın
makamı bundan daha yücedir. Bu Ali'ye (as) özgü değildir. Dünyada Hafız'ın
aşağıda değindiği dereceye ulaşan insanların sayısı çoktur:
Bizim içyüzümüzde başkası dost olarak yer almaz.
Her iki âlemi de düşmana ver zira bize dost olsan yeter.
Allah'ım gönüllerimizi iman nuruyla nurlandır. Kalplerimizi ve ruhlarımızı
faziletli ahlakla donat. Ölülerimize rahmetini bağışla.
ALTINCI OTURUM
NEFSİN KERAMETİ:
İSLAMÎ AHLAKIN MİHVERİ
Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla
Hamd, bütün varlıkları yaratan Âlemlerin Rabb'ı olan Allah'a mahsustur.
Salât ve Selam, Allah'ın kulu, resulü, günahlardan arındırılmış, sırrını koruyan,
risaletini tebliğ eden efendimiz, peygamberimiz Ebu'l Kasım Muhammed'e ve
O'nun günahlardan arındırılmış tertemiz ve güzel yakınlarının üzerine olsun.
Lanetlenmiş şeytandan Allah'a sığınırım.
"Üstünlük, ancak Allah 'a, O 'nun elçisine ve mü'minlere mahsus-
tur." (Münafikun: 8)
Şimdiye kadarki anlattıklarımız, ahlaki temizliklerin diğer bir ifadeyle,
insanın mukaddes huylara eğiliminin kulluk kategorisinden olduğu
konusundaydı. Bu konu etrafında bazı açıklamalar yaptık. Şimdi ise, Kitap,
Sünnet ve din öncülerinin sözleri dâhilinde İslamî ahlakın özelliği hakkındaki
konuyu sunmak istiyorum. Daha önce şu konuyu arz etmiştim: Ahlakın hangi
kategoriden olduğu konusu sırf nazari bir konu değildir, her görüş sahibi
çaresiz olarak ahlaki eğitim ve öğretim konusunda bir noktanın üzerinde
durmalıdır. Örneğin ahlakı şefkat kategorisinden gören birisinin çaresiz olarak
tek dayanağı atıfe (şefkat) dir, bundan başka bir şey değil. İrade kategorisinden
olduğunu kabul eden birisi, başka bir nokta üzerinde durur, vicdan
kategorisinden kabul eden bir başkası bir başka nokta üzerinde durur ve bu
şekilde devam eder. Şimdi de İslami ahlakta daha çok hangi nokta üzerinde
durulmuş olduğunu anlamaya çalışmak istiyoruz. Bizler, eğer Kur'an-ı Kerim ve
din öncülerinin sözlerine, Nehcu'l Belağa'ya ve sair İslamî kaynaklara bakacak
olursak İslami ahlakta insan ruhundaki hanginoktaya parmak basılmış olduğunu
anlarız.
İNSAN RUHUNUN DÜNYASI
İnsan ruhu acayip bir dünyadır. Âlemdeki dünyaların en acayibi, ruh
dünyası ve insanın ruhudur. Bazen ben kendi kendime insan ruhunun sistemini
bir teyp sistemine benzetiyorum. Fakat sadece bir şeridi olup onun üstüne
konulduğunda tek bir şeritten ses çıkarabilen bir teyp değil, öyle bir teyp
düşününüz ki -belki bu tür teypler vardır- kendisinde onlara belki de yüzlerce şerit
bulunsun ve her şeritte bir ses kayıtlı olsun. Siz her bir düğmeye dokunduğunuzda,
o şeritlerden birisi dönsün ve özel bir sesi işitin. Örneğin bir düğmeye
dokunuyorsunuz Abdulbasit'in sesinden Kur'an okuyor, başka bir düğmeye
basıyorsunuz başka bir şerit dönmeye başlıyor ve örneğin bir hatip, dinî bir
konuşma yapıyor, başka bir düğmeye basıyorsunuz bu defa başka bir şerit
dönüyor ve örneğin bir şarkıcı şarkı söylüyor. Sizin hangi noktaya
dokunacağınıza bağlı.
Gerçekten insan ruhu da bu şekildedir. Yani yüce Allah, insanın vücudunda
değişik değişik güçler yaratmıştır. Bir zaman sonunda görüyorsunuz ki bir millet
meydana geliyor, bu milletin tümü tek ağızlı, ağızlarından çıkan ses aynı, örneğin
söyledikleri, siyasi kahramanlıklar ve milliyetçi taassupluklardır, bundan
başka da bir şey yoktur ve sanki bu insanların vücudunda sadece bu şerit ses
çıkarıyor. Başka bir milleti görüyorsunuz ki onların ruhundan bir başka noktaya
dokunmanız neticesinde tümü zühd ve inzivadan dem vurmaktadırlar. Bir başka
millet başka bir şeyden dem vurmaktadır. Aynı bu şekilde her fert bir şeyden
dem vurur. Her ferdin vücudunda bütün bu güçler mevcuttur. Fakat bu
güçlerdenbir veya iki tanesine dokunulmuş ve onu seslendirmişlerdir, geriye
kalanı sessizdir. Her ahlaki mektep (ekol), beşer ruhunun hasletlerinden birine
parmak basmıştır.
Şimdi, acaba bütün bu düğmeler arasında kendisine dokunmamız halinde
bütün bu şeritleri döndürecek, onları harekete geçirecek ve birbirlerine uyumlu
bir şekilde kendiişlerini yapacak bir düğme var mıdır yok mudur? Bu da kendi
başına bir sorudur. Bir noktaya dokunmasıyla insan vücudunun bütün güçlerini
birbirine uygun olarak ve ifrat ve tefrite kaçmaksızın harekete geçireceği bir
noktaya dokunabilen her mektep (ekol) toplumsal bir mekteptir. Başka bir
konuya girmemiz ve daha sonra nasıl bir neticeye vardığımızı görmek için
anlattığımız bu konuyu yapısı itibariyle bir mukaddime olarak göz önüne alınız.
NEFSİN TAHKİR VE YÜCELTİLMESİ
Kur'an'da ve bizim İslamî metinlerimizde, içine girmediğimiz takdirde işin
içinde bir zıtlığın olduğunu düşünebileceğimiz bir mantıkla karşılaşmaktayız.
Örneğin Kur'an'da insan nefsinden, yani insanın kendisinden söz açılınca bazen şu
şekilde ortaya gelir: Nefsin hevalarıyla mücadele etmek gerek, nefisle savaşmak
gerek, nefs, kötüyü emreder,
"Kim Rabb 'inin makamından korkar ve nefsi kötü heveslerden
menederse (onun için) gidilecek yer cennettir." (Naziat: 40 - 41)
"Artık kim tuğyan (azgınlık) ederse ve dünya hayatını tercih
ederse, onun yeri cehennemdir." (Naziat: 37 - 39)
"Kendi heva ve hevesini tanrı edinen kimseyi gördün mü?" (Casiye:
23)
Aynı şekilde Yusuf un (as) dilinden nefsine bedbince bakan biri olarak
şöyle naklediliyor:
"Ben (böyle yapmakla) nefsimi temize çıkarmak istemiyorum.
Çünkü nefis daima kötülük emredicidir..." (Yusuf: 53).
Suçlama konumunda yer aldığı bu olayla ilgisi bulunmamasına, yüzde yüz
suçsuz olmasına ve hiçbir günah ve kusuru olmamasına rağmen yine de şöyle
demektedir: "Ben böyle değilim" şeklinde söyleyerek kendimi tenzih etmek
istemiyorum, kendimi temize çıkarmak istemiyorum, çünkü nefsin insana
kötülüğü emrettiğini biliyorum... O halde bu ayetlerin karşılığı Kur'anda kendi-
sinden "Nefs" ve "Kendi" olarak söz edilen o şey, insanın ona "kötügörüşlü" bir
gözle ve bir düşman gözüyle bakması gereken ve onun musallat olmasına, hakim
olmasına engel olması gereken ve onu devamlı itaatli ve güçsüz olarak bırakması
gereken bir şeydir.
Buna karşılık biz Kur'an'da nefsin -ki bunun manası "kendidir- yüceltildiği
ayetlerle karşılaşmaktayız:
"Şu, Allah'ı unuttuklarından dolayı (Allah'ın da) onlara kendi ne-
fislerini -kendilerini- unutturduğu kimseler gibi olmayın..." (Haşr: 19)
Güzel! Eğer bu nefs aynı nefs ise her zaman unutulmuşluk içinde
olmasından daha iyi ne var.
"De ki: "Ziyana uğrayanlar kıyamet günü kendilerini ziyana sokan-
lardır..." (Zümer: 15)
Kendilerine söyle; ziyana uğrayanlar, bir serveti kaybetmiş ve yitirmiş olan
kimseler değildir. -Yani bu, küçük, önemsiz bir kayıptır-. Büyük kayıp insanın
kendi nefsini kaybetmesi, kendi kendisini kaybetmesidir, bugünkü
Egzistansiyalistlerin ifadesiyle, kendi benliğini kaybetmesidir. Servet, önemli
bir sermaye değildir. Bir insan için âlemdeki sermayelerin en büyüğü, insanın
kendi nefsidir. Şayet bir kimse kendini kaybederse artık her neye sahip olsa sanki
hiçbir şeye sahip değil gibidir. Zira Kur'an'da bu ifadede kullanılmıştır. Bu
konuda Kur'an'da, bir taraftan insanın kendisin unutmaması, kendisini
kaybetmemesi, kendisini satmaması gerektiğini vurgulamak üzere "kendini
unutmak", "kendini kaybetmek", "kendini satmak" türünden ifadeleri çok şiddetli
bir şekilde kötülenmiş, diğer taraftan, insanın kendi hevasıyla
savaşması gerektiğini, çünkü bu "benlik" in kötülüğü emrettiğini belirtmiştir. Özet
olarak Kur'an şöyle buyurur:
"Kendi hevasını ilah edineni gördün mü?" (Casiye: 23)
SÜNNET VE HADİSTE «NEFS»
Şimdi de Sünnet ve hadise bakalım. Örneğin Nehcu'l Belağa'ya bakalım. Bir
tarafta nefs ve nefsin istekleri şiddetli bir şekilde ve şaşırtıcı bir yergiyle
yerilmiştir, buna benzer yerler çoktur:
"Mü'minin kendi nefsi onun kötü niyetinin konusu oldukça sabahı geceye
götürmez, geceyi de sabaha getirmez" ([33])
Her zaman kendi nefsine kötü niyetli bir şey olarak bakar, kendisini asla
güvenilmeyen ve devamlı bir kötülük yapabileceği düşünülen hain bir komşuya
sahip olan bir adam gibi görür. Ali (as) şöyle dernektedir: Mü'min her zaman
kendi nefsine; bir hain, kendisine güvenilemeyecek, kötü niyetli ve kötü görüşlü
bir kimse gözüyle bakmalı. Bu konuda gerek Arapça, gerekse Farsça
İslamî edebiyatta çok konuşulmuştan. Sa'di şöyle demektedir.
"Aydın görüşlü, mürşid, âlim olan şeyh bana su kenarında iki öğütte bulundu.
Birincisi nefsini hoş görmemen ikincisi başkasını kötü görmemendir.
Halka kötü bakmayın, kendinizi ise, hoş görüşlü, iyi görüşlü olarak
görmeyin.
Diğer taraftan, Nehcu'l Belağa'da nefs ve “kendi” nin (benliğin) sonsuz
derecede yüceltildiği ve güzel gösterildiği cümlelerle karşılaşmaktayız.
Ali (as.), değerli oğlu imam Mücteba'ya (s.a.) yazdığı vasiyetnamesinde şöyle
buyurmaktadır:
"Oğulcağızım! Nefsini bir kötülüğe duçar olmaktan uzaklaştır, ona saygılı ol, onu
yücelt, zira eğer kendi nefsinden bir şey kaybeder ve yitirirsen artık hiçbir şey onun
yerini dolduramaz. Eğer vücudunu kaybedersen, yeri doldurulur, mal ve servetini
kaybetmene ne ulaşır. Her neyini kaybedersen başka bir şey onun yerini doldurabilir
(Dedi ki: Değişen şeyin değeri yoktur.) Ama bir şey vardır ki onu kaybedersen onun
yerini artık hiçbir şey dolduramaz. Ve o da kendi nefsindir. Eğer kendi kendinden, kendi
benliğinden bir şey kaybedersen onun yerini dolduracak bir şey bulamazsın. " ([34])
Bu
konuya benzer bir şiir de imam Sadık'a (sa) aittir: 'Biharu'l Envar'da İmam Sadık'ın
hayatı anlatılırken bu şiiri okuduğu söylenmektedir.
"Ben, kendi nefsimle hiçbir varlığı karşılaştırmam. Nefsimle ilişkiye geçmek
istersen Rabb'imden başka hiçbir şeyi onunla karşılaştırmam." ([35])
Değiştirme konusunda sadece O'nu tutarım. O'nun dışında kendi bu
sermayemi ve kendi benliğimi kaybetmeğe, elden çıkarmağa hazır değilim.
Bütün dünya ve içindekilerini ve Allah'tan başka her şeyi bu nefis, güzel cevherle
değişmem. Buna benzer çok konu vardır, imam Seccad'dan (as) sormuşlar: Bütün
insanlardan daha ehemmiyetli olan kimdir? Şöyle cevap vermiş: "Bütün dünyayı
kendisiyle karşılaştırmayan kimsedir." ([36])
Yine Emiru'l Mü'mi-nin şöyle buyuruyor:
"Nefsini, canını ve kendisini kendi nezdinde yücelten, saygınlaştıran, kendi
nefsinin yardım ve büyüklüğünü ve gerçekte kendini idrak eden kimse için arzu ve
istekler çok küçük (bir şeydir), arzu ve isteklere muhalefet etmek ise küçük bir
iştir." ([37])
. Nefsin kerameti, nefsin izzeti, nefsin güzellikleri, nefsin saygınlığı,
yüceliği türünden tabir, ifade ve konulara maşaallah rivayet ve haberlerde sık sık
rastlarız. Zira bunların bir kısmını okumak gerekir.
NEFSİN BÜYÜKLÜK VE İZZETİ, İSLAMÎ AHLAKIN MİHVERİ
Yaklaşık onüç yıl önce, Şa'ban ayının üçü münasebetiyle Yüksek Öğretmen
Okulu tarafından düzenlenen oturumdan benden Hazreti İmam Hüseyn (as)
hakkında bir konuşma yapmamı istediler. Orada "Ahlakta benlik meselesi" adı
altında bir konuşma yaptığımı hatırlıyorum.([38])
Ta o zamandan beri bende şu
düşünce oluştu ve daha çok araştırdıkça bu fikre daha çok inanmaya başladım:
İslamî ahlakta mihver ve ahlaki büyüklüğün etrafında dolaştığı o şey veya bu
akşamki oturumumuzda söylediğim ifadeyle; insanî ahlakın ihyası ve insanî ahlaka
doğru sevk etmesi için İslam'ın üzerinde durduğu insan ruhundaki o nokta, nefsin
keramet ve izzetidir. Bu konudaki ayet ve hadislerin bir kısmını az da olsa
size okumam gerekir. Bunları okumadıkça doğru bir şekilde tanıyamayız.
Nefsin izzeti (üstünlüğü): "Üstünlük, ancak Allah'a, O'nun elçisine ve
mü'minlere mahsustur". (Münafikun: 7) şeklindedir. Mü'min her zaman üstün
olmalıdır ve üstündür.
Peygamber-i Ekrem şöyle buyurmuştur:
"İhtiyaçlarınızı izzet-i nefisle isteyiniz." ([39])
İnsan, başka insanlara ihtiyaç duyar. Acaba başka insanlara ihtiyaç duymayı
açıklamak güzel midir yoksa kötü mü? Bazı ekoller, güzel olduğunu
söylemektedirler. Özellikle, insanın ihtiyaç, istek ve zelil olmayı daha fazla
tekrarladıkça kendi nefsini daha fazla hor, zelil ve aşağılamış olması açısından iyidir
demektedirler. Nefsin kötülüklerden temizlenmesi için iyi olduğunu söylerler.
KELBİYUN VE MELAMİYYE
Eski Yunanda kendilerine "kelbiye" denilen bir grup vardır. Bunlar, ahlakta
zelillik ve aşağılanmayı tavsiye etmekteydiler, insan kendini aşağıladıkça bunların
görüşüne göre daha ahlaklı sayılırdı. Kelbiye'lerin dışında da dünyada bu tür
kimselere rastlamak mümkündü. Bizim tasavvufî (sufî) ahlakta da bu tür
sözler vardır fakat fazla değil, çünkü bunlar, İslamî ahlaktan etkilenmişler ve
nefsin izzet, üstünlük ve yardımları konusunda da çok konuşmuşlardır. Her
neyse, bunlarda insanoğlundan bir gruptur, konuştuklarında yanlışlıklar vardır.
Bazen bizim tasavvufî ahlakta bu İslamî tabirlerin zıddı görülmektedir. Bir
dönem, aslında kendilerine "melametîler" veya "melamiyye" denilen
tasavvufçu bir grup ortaya çıktı. Melamilerin tutum ve hareketi şuydu: "Nefs-
i emmareyi" zelil etmek için elimizden geldiğince kendimizi halkın karşısında
fakirleştirmeliyiz, küçük düşürmeliyiz. (Bugün kendilerine "miskin dervişler"
denilen kimseler de bu ismi o zamandan almış olabilirler.) Kimse bize bir değer
vermesin, görünüşte (gerçekte) nefsin üstünlük ve izzetini kaybedelim."
SA'Dİ VE BAZI MUTASAVVUFLARIN YANILGISI
Ben defalarca, Sa'di'nin şu şiirinin doğru bir tabir olmadığını söylemişimdir.
Sa'di; çok faydalı nasihatlar söylemiş olmasına rağmen -ki bunları İslam
kaynaklarından elde etmiştir- sözlerinde bu tür şeylere de rastlanır.
Ben, ayaklar altında ezilen bir karıncayım,
Halkın sokmaktan dolayı inledikleri bir arı değilim.
Ben, insanların el ve ayakları altında ezilen, parçalanan bir karınca olmakla ve
halkın benim onları sokmam neticesinde inledikleri ve sızlandıkları bir arı
olmamakla iftihar ediyorum. Bu doğru bir düşünce değildir, bir Müslüman’ın
dilinin söyleyeceği şudur:
Ne insanların ayakları altında ezilen bir karıncayım.
Ne de insanların sokmamdan dolayı inledikleri bir arıyım.
Yoksa insanın ya karınca olması ya da arı olması kesin bir emir midir? Ne
karınca ol, ne de arı. Daha sonra şöyle söylemektedir:
Halkı incitecek bu güce sahip olmadığımdan dolayı
Bu nimetin şükrünü nasıl eda edeyim.
Benim kimseyi incitecek gücüm olmadığı için Allah'a şükrediyorum! İyi,
incitmeye gücünün olmaması bir maharet değildir, maharet; güce sahip olup da
incitmemendir. Bir Müslüman’ın dilinin söyleyeceği şudur:
Güce sahip olup da kimseyi incitmemekten dolayı
Bu nimetin şükrünü nasıl eda edeyim.
Bu tür görüşler, bazı melametiye ve tasavvufçu hareketlerin ahlakındaki
ifrat noktalarıdır. Zira İslam böyle bir şeyi asla kabul etmez.
Bazı kitaplardan nakledildiğine göre, çok iyi tanınan falan derviş şöyle
demiştir: "Ben üç zamanda, başka zamanların hepsinden daha çok sevinmişimdir.
Bunlardan biri; bir gün mescitlerin birinde çok hasta bir durumdaydım (Bu tür kişilerin
kimseleri de yoktu, genellikle gezgin kimselerdi) mescitte uyuyordum, şiddetli hararet
ve rahatsızlıktan dolayı hareket etmeğe gücüm yoktu. Mescidin hizmetçisi geldi
ve mescidde uyuyan herkesi uyandırıp kaldırdı. Yanıma gelip ayaklarıyla vurarak
"kalk!" dedi. Fakat benim kalkmaya gücüm yoktu. Birkaç defa bu tekmelemeyi
tekrarladıktan sonra ben yine kalkmayınca, geldi ayaklarımdan tutup çekerek beni
sokağa fırlattı. Onun nazarında o kadar alçaldım ki bu olay, bana ölü bir leşin çekilip
oraya götürülüp atılması gibi geldi. Nefsim kırıldığı için bu olaya çok sevindim.
Başka bir zaman da, kış mevsimiydi. Postumla dolaşıyordum. Onda o kadar
bit gördüm ki bu postun yünü mü daha çok yoksa bitleri mi anlayamadım. Bu da
kendi nefsimi kırdığımdan dolayı çok sevindiğim anlardan biriydi.
Diğeri de, bir zaman gemiye binmiştim. Cambaz ve oyuncu adamın biri
oradakileri eğlendirmek için oyunlar yapıyordu. Oradakilerin tümünü kendi
etrafında toplamış onlara efsane anlatıyordu. Bir ara şöyle dedi: 'Evet, bir
zamanlar kâfirlerle savaşa çıkmıştık. Günün birinde birini esir aldım.' O esiri
nasıl götürdüğünü göstermek istedi. Etrafına bakındı, benden daha elsiz, ayaksız,
çapulsuz ve şahsiyetsiz birini görmedi, derhal yanıma geldi, sakalımdan tutarak
beni öne doğru çekerek, 'işte esiri böyle götürdüm' dedi. Oradakiler de kahkaha
atarak benim durumuma güldüler, işte ben bu durumuma çok sevindim."
Bunlar doğru şeyler değildir!
Bazılarının da ifrat sınırında olmaları mümkündür. Hatta bir ihtiyaçları dahi
olsa birine söylemezler, Peygamber (SAA) şöyle buyurmaktadır:
"İhtiyaçlarınızı isteyiniz, fakat nefsin üstünlük ve izzetini kaybetmeyin. "
İhtiyaçlarınızı dostluk ve arkadaşlıkla açıklayacağınız yerde, şerefinizin,
nefsinizin izzet ve üstünlüğünün parçalanıp kırılmayacağı yere kadar gidiniz,
nefsinizin izzet ve üstünlüğüne bir zararın gelmekte olduğu yerde durunuz,
ihtiyaçlı bir şekilde durmak ve sahip olmamak daha iyidir. Yine Nehcu'l
Belağa'da geçtiği gibi:
"Ölüm ve alçalmamak, azla yetinmek ve elini hiç kimsenin önüne
uzatmamaktır." ([40])
Ali (as), Sıffin'de okuduğu ve Nehcu'l Belağa'da yer alan hutbelerinin
birinde, zafer ve galibiyetten söze erken şöyle demektedir: "Başını eğerek ve
alçalarak yaşayacaksan, kesinlikle ölüm senin için ondan iyidir, zafer kazandıracak bir
ölüm bu tür bir yaşamaya binlerce defa tercih edilir".([41])
Ölüm, yeryüzünde dolaşıyor
olsan dahi başkaları karşısında başını eğmen, onlara mağlup olman ve alçalman-
dır. Yaşamak ise, toprağın altında olsan dahi muzaffer olmandır. Kur'an'da şöyle
buyrulmaktadır:
"İnanıyorsanız, mutlaka siz üstün geleceksiniz." (Al-i İmran: 139).
İMAM HÜSEYNİN (A.S.) SÖZLERİNDE NEFSİN BÜYÜKLÜK VE İZZETİ
İmam Hüseyn'den (as) fazlaca söz nakledilmemiş olmasıyla birlikte eğer
hesaplayacak olursak nefsin izzet ve üstünlüğü konusunda imamlar arasında
hepsinden daha tesirli sözleri olduğu görülecektir. Biharu'l Envar'da nakledilen
kısa sözlerinden birisi şudur:
"Şereflice ölmek, alçaklık içinde yaşamaktan daha iyidir." ([42])
Başka bir ünlü sözü:
"Zillete boyun eğenlere yazıklar olsun" ([43])
Ne hayret verici bir söz! Kıyamet anma dek kendisinden hararet ve nur
saçacak, nefsin büyüklük, üstünlük, izzet ve şerefini yağdıracak sözlerinden
biridir.
Aşure gününde İmam Hüseyin bazen ata binip arkadaşlarıyla sohbet
ediyordu. Herkesin kendi sesini duymasını istediği bir sırada yüksekte olması için
bir deveye bindi (Minberde olup da mescitte bulunanlardan daha yüksek olan bir
kimse gibi Hz. Hz. Hüseyin'le birlikte olanlar da atlara binmişlerdi). Böylece
meydanın ortasında herkes onu görebilecekti. O zaman şu cümleleri
buyurdu: "Zillete boyun eğenlere yazıklar olsun! Biz nerde zillete boyun
eğmek nerde?! Aradaki fark yerle gök arası kadardır. Bizim Rabbimiz bize
zilleti yakıştırmaz, kucakları üzerinde eğitildiğimiz Ali ve Zehra 'nın kucakları bizim
zillete boyun eğmemize izin vermez..." Kıyamet gününe kadar dünyaya gelmiş
mü'minlere; "Siz Hüseyin için zillete boyun eğmeyi mi beğeniyorsunuz yoksa kılıcı
mı?" diye sorulursa veya böyle bir referandum yapılırsa dünyadaki mü'minlerin
tümü; "Biz kılıcı beğeniyoruz, zilleti değil." diyeceklerdir. Onlar, bizim alçak yapılı
kimselere itaat etmeği yüce insanların yattıkları yere, yani savaş alanına tercih
etmemizi beğenmez ve bize yakıştırmazlar.
İmamın Aşure günü söylediği sözlerden biri de şudur: "Hayır, Allah 'a yemin
ederim ki alçak bir insan gibi onlara biat etmeyeceğim ve de bir esir gibi
kaçmayacağım." ([44])
Şu da onun söylediği sözlerdendir:
"Doğruluk, izzettir (üstünlüktür), yalan ise güçsüzlüktendir." (İmamların
sözlerinde buna benzer ifadeler çoktur.) Tedricen açıkladığımız noktaların tümü
bu konudadır. Bu tür sözler çok büyük manalar taşır: Doğruluk, izzet olduğundan
ve bir insan izzet ve şerefin peşinde olduğundan dolayı doğruluğun peşinden git-
mek gerekir. Yalan, acizlik ve güçsüzlük olduğundan dolayı yalandan kaçınmak
gerekir. Yalan söyleyen bir insan kendi ruhunda acizlik, güçsüzlük ve alçaklığı
hissettiğinden dolayı yalan söyler. Yani bir insanın kendi ruhunda izzet, güç ve
şerefi hissetmesi ve kendi diline yalan bir sözü dolamaya hazır olması
imkânsızdır. Şu söz Ali'dendir:
"Gıybet, genellikle güçsüz kişilerin yaptığı bir iştir." ([45])
Yani şerefli, kuvvetli,
kendi ruhunda izzet, kudret, kuvvet ve şeref duygularını taşıyan bir insanın bu
izzet ve şerefi, onun böyle adi bir işi yapmasına izin vermez, halkın dedikodusunu
yapmasına izin vermez. Kendi vakitlerini gıybet etmekle geçiren ve onun bunun
arkasından konuşup dedikodu yapanlar; adi, zayıf, zavallı, zelil, aciz, güçsüz
insanlardır. Gıybet, acizlikten doğmaktadır.
İMAM SADIK VE ALİ (a.s) SÖZLERİNDE NEFSİN İZZETİ
İmam Sadık (Tuhefu'l Ukul'da yazıldığı şekilde) şöyle buyurmuştur:
"Halkla muaşeret konusunda orta yolu takip et, halkın sana yakın olmaktan
hoşlanmayacak şekilde kızgın, sert mizaçlı, kötü ahlaklı, kötü sözlü, olma ve herkesin
seninle alay edeceği, seni küçük düşüreceği kadar da zayıf olma." ([46])
.
Mü'min kimse, başkasının nazarında küçük düşecek işleri yapmamak
zorundadır. "Vesail" adlı kitapta Ali'nin (as) şöyle buyurduğu yazılır:
"Kalbinde halka muhtaç olduğunu ve halka muhtaç olmadığını bir arada
tutmalısın."
Tek olan kalbinde birbirine zıt olan iki özelliği taşımalısın; "ben insanlara
muhtacım ve ben halka muhtaç değilim." (şeklinde bir düşüncede olmalısın.)
Kendimi hangi konuda muhtaç varsayacağım, hangi konuda ihtiyaçsız? (Ali)
şöyle buyurdu: "insanlarla konuşacağın, onlara bir şey anlatacağın zaman saygısızlık
etme, halka sert ve kötü, zedeleyici, yaralayıcı, incitici söz söyleme, insanların
ağızlarına düşecek sözleri söyleme, sözlerin yumuşak ve uyumlu olsun. İşte burada
onlara muhtaç olduğunu varsaymaksın. Ama ırz, namus, haysiyet ve izzetin ortada
olduğu yerde "Benim feleğe bile ihtiyacım yok." ([47])
demelisin.
Nehcu'l Belağa'da şunu okumaktayız:
"Zenginin fakir karşısında mütevazı ve alçak gönüllü olması ve kendisini Allah
'in rızası için küçük görmesi ne kadar güzel bir şeydir, bundan daha güzeli de fakirlerin
Allah'a olan güvenleri nedeniyle zenginlere minnetsiz olmalarıdır. Zenginin fakir
karşısında mütevazı olması ne kadar güzeldir ve fakirin zengine özenmeyişi ve Allah 'a
güvenmesi ne kadar daha güzeldir." ([48])
Ebu Hamza'nın duasında şunu okumaktayız:
"Beni kendisine teslim ettiği ve kendisini bana saygınlaştırdığı ve beni,
aşağılayacak insanlara muhtaç etmediği için Allah'a ne kadar şükretmeliyim" ([49])
Yine Nehcu'l Belağa'da çok hayret verici ve mana dolu sözlerden biri de
şudur:
"Bir adamın değeri, onun sahip olduğu himmetidir." Bir kimse sahip olduğu
himmet ve gayret ölçüsünde değerlidir. "Onun cesareti, erkeklik duygusuna sahip
olduğu ölçüdedir." ([50])
Cesaret, bilek gücü olarak anlaşılmasın, cesaret, bilek gücü
değil, kalp kuvvetidir. Korkaklık, küstahlık ve pervasızlığın karşıtı bir noktadır,
yani korkmamak ve aynı zamanda da ihtiyatsız olmamaktır. Her insanın cesareti,
ruhunda taşıdığı erkeklik (Kahramanlık) ruhu ölçüsündedir.
"Onun iffeti, sahip olduğu namus ölçüsündedir." ([51])
Bu cümle çok hayret vericidir: Herkesin iffeti, sahip olduğu namus
ölçüsündedir, yani iffetli olmayan insanlar, iffetsiz kimseler namussuzdur.
Başkasının namusuna karşı iffet sahibi olmayan iffetsiz kimseler, eğer kendi
namuslarına karşı iffetli ve namuslu olsaydı, iffetli olmaması imkânsızdı. İffetsiz
ve temiz olmayan bir kimseyi nerede görürseniz, kendi namusu karşısında da
namus ve iffet duygusunun onda ölü bir durumda olduğunu biliniz.
Nehcu'l Belağa'nın başka bir yerinde de şöyle denilmektedir:
"Namus sahibi bir insan asla zina etmez." ([52])
Zina eden kimse namussuz demektir ve gerçekte başkasının da onun
namusuna zina etmesi halinde kendisi de fazla önem vermemiş olur.
Yine, imam Hasan'a yazdığı mektupta şöyle demektedir:
"Yavrucuğum! Sakın dünyada kimsenin kulu olma, zira Allah seni özgür
yaratmıştır." ([53])
Fransızların yayınladıkları insan haklan beyannamesinde, bu beyannamenin
kendisiyle başladığı ilk cümle şudur:
"Allah, insanları özgür olarak yaratmıştır."
Emiru'l Mü'minin, onlardan bin iki yüz yıl önce şöyle buyurmuştur:
"Asla kimseye kul olma, çünkü Yüce Allah seni özgür olarak yaratmıştır."
Şimdi de yavaş yavaş bunların tefsir ve açıklanmasına çalışalım.
ACABA İNSAN İKİ NEFSE Mİ SAHİPTİR?
Dedik ki; İslam'da bir taraftan nefisle cihat ve savaşma tavsiye edilmiş, hatta
nefsi öldürme, "ölmeden önce nefs-i emmareyi öldürün" tavsiyesi yapılmıştır, diğer
taraftan, baştan sona nefsin büyüklüğü, nefsin izzeti, nefsin güzellikleri, nefsin
hürriyeti ve buna benzer sözler yer almaktadır. Acaba insan iki nefse mi yani iki
benliğe mi sahiptir? Bir benliği öldürmekle görevli ve diğer benliği muhterem,
yüce ve saygın saymakla ve onu aziz, üstün göstermekle görevli iki "benlik"
sahibi midir? Eğer bu şekilde olursa o halde Psikolojinin "Şahsiyetin artışı" dediği
şeyi gerçek olarak kabul etmeliyiz, yani herkesin gerçekte iki "benlik", iki "ben" iki
"şahıs" olduğunu kabul etmeliyiz. Kesinlikle maksat bu değildir. Gerçekte bir
bedende iki ayrı "ben" yoktur, iki "şahıs" mevcut değildir.
Varsayımın biri şudur: İnsanda iki şahıs mevcuttur, iki "ben" mevcuttur,
birbirine karşı olan iki benlik mevcuttur; bu ikiliden birini zayıf düşürmek ve
öldürmek, diğerini de muhterem saymak gerekir. Bu, bu şekilde değildir. Diğer
varsayım da şudur: İnsan iki "benlik" e sahiptir fakat iki aslî benlik manasında
değil, iki "ben" yan yanadır, belki de bir "gerçek benlik" ve bir de "benlik ötesi"
olan ama insanın bu "benlik "ötesi" ni "benlik" olarak düşündüğü bir "zanna
dayalı benlik" vardır. Böyle bir şey olur mu? "Evet, olur" demektedirler. "Ben"le
mübareze etmek gerekir dedikleri o "ben" hayali ve zanna dayalı olan "ben"dir,
sen o olduğunu düşündüğün, fakat o olmadığın şeydir. Gerçek ve aslî bir "ben"dir ki
"gerçek ben" odur. Gerçek ve aslî "ben"in insanda perdelerin arkasından
çıkıp görünmesi için zanna dayalı ve hayali "ben"i öldürmek gerekir. Acaba bu
şekilde midir? Hayır.
Bunu başka bir ifadeyle de söyleyebiliriz: Bir ben, aslî bir "ben"dir, diğer
"ben" de fer'i (aslî olmayan) ve kısmî "ben"dir.
HAİDGER'İN GÖRÜŞÜ
Burada başka birisinin bir görüşü vardır. O da bazılarının onu şu anda da
yaşamakta olan ünlü materyalist Alman filozofu Haidger'in görüşlerinden
sonuçlandırmak istemiş olmalarıdır.([54])
O bu konu üzerinde çok durmuştur:
İnsan iki "ben"e sahiptir: Ferdî, şahsî, cüz'î ben ve küllî ben. Yani örneğin ben bir
"ben"e sahibim ki o "ben"le bu fert (kişi) ve bu şahsım ve siz bir "ben"e sahipsiniz ki
o "ben"le, o özel yapınızla ve örneğin babanızın ve annenizin kim olduğu, yapılan,
durumları ve vasıflarının ne olduğunu belirleyen o özelliklerle o fert ve o şahsınız
"ben"i. Bütün insanların iç dünyasında var olan diğer bir "ben"dir. İnsani "ben"de
"külli ben", yani şahsî ve ferdî olmayan, "ben"dir. Yani örneğin bende şu anda
iki "ben" mevcuttur. Bir "ben" örneğin B'nin oğlu A olan ben, diğer "Ben" bende
var olan insandır. Siz de ayıtı şekilde iki "Ben"e sahipsiniz. Bir "ben", sizin ferdî
olan "ben"inizdir, biri de sizde var olan insandır. Başka kişiler de aynı bu
şekildedirler. Bu da bir varsayımdır. Kur'an'ın "Bir "ben'le savaşmak gerekir, diğer
"ben" ise üstün kılmak, saygınlaştırmak ve yüceltmek gerekir." diye
buyurduğunusöylemiştik. İşte bu "ben"in yüceltilmesiyledir ki yüceltici ahlakın
tümü insanda meydana gelir ve aşağılayıcı ahlakın tümü insandan uzaklaşır, eğer
bu "ben" büyüklük bulursa, kendi şahsiyetini yeniden elde eder ve insanda
meydana gelir, artık insana doğruluğu bırakıp yalanın peşinden gitmesine, izzeti
bırakıp zillete boyun eğme peşinde gitmesine, konuşmasında iffeti bırakıp gıybet
etmenin peşinde gitmesine ve bunun gibi şeylere izin vermez. Şimdi, acaba bu
«ben» küllî ve insanî olan "ben" midir yoksa başka bir şey mi? Bu soru; bizim bu
akşam bu iki "ben"in ne olduğu ve nasıl olduğuna yönelik yaptığımız açıklama ve
izahlar ev cevabını da yarın akşam size arz edeceğimiz bir sorudur.
NEFSİN BÜYÜKLÜĞÜ KONUSUNDA İMAM HÜSEYNİN (a.s) BAŞKA
SÖZLERİ
İmam Hüseyin'in (as) bize ulaşan sözlerinde insanlığın izzet, şeref ve
büyüklüğünün revaşta olduğunu arz etmiştik. Bu tür sözlerin diğer imamlara
nispetle İmam Hüseyin'den daha fazla bize ulaşmasının sırrı, Kerbela
hadisesinin, İmam Hüseyin'in ruhunun bu esnada kendi görünüşünü bu sözler
aracılığıyla açıklamasının bir yeri olduğunda yatmaktadır. Bu konuda şöyle
yazılmaktadır:
Seyidû'ş Şüheda Kerbela'ya doğru gelirken orada bulunanlar defalarca O'na
rastlıyorlar. Onunla karşılaşan herkes de "Oraya gitme, hayati bir tehlike var
" diyorlardı, İmam da karşılaştığı bu insanların her birine bir cevap veriyordu.
Verdiği cevapların tümü şu beyandaydı: "Hayır, benim gitmem gerekir." Onlardan
biri imamla konuşurken şöyle demekteydi: "Maslahat yoktur, gitmeyin." İmam ise
şöyle buyurdu: "Ben sana, Allah Resulünün sahabelerinden birinin kendisini cihada
katılmaktan menetmek isteyen bir şahsa verdiği cevabın aynısını vereceğim." ve
Seyyidû'ş Şüheda şu şiiri okudu:
Gideceğim. Yiğit bir insan için ölüm, Hakk'ın yolunda cihad etmesi ve
Müslüman olarak çaba harcaması durumunda utanç değildir. (Niyeti Hakk olursa
ve Müslüman olarak mücahede ve cihat ederse ölüm onun için ayıp değil) ve salih
insanlarla, yardımlaşma, yoldaşlık ve dert ortaklığı ederse ve bunun aksine,
kendi yolunu helak olmuş bedbahtların, mücrim ve günahkârların yolundan
ayırırsa ölüm onun için utanç değildir.
Ben ya yaşarım ya da öleceğim. Bunun dışında bir şey yoktur. Benim
yürümekte olduğum bu yolun iki tarafı da benim için hayır ve saadettir. Eğer
hayatta kalırsam kötülüğe konu olmam, çünkü ben, ölümden kaçmadım ve bu
imtihandan muvaffak olarak çıktım, ölümden korkmadım ve hayatta kaldım.
Böyle bir hayat, benim için bir ayıp ve utanç değildir. Ölsem dahi kınanacak
değilim. Hayatta kalman ve burnunun yere sürtülme zillet ve bedbahtlığı senin
için yeterlidir. Artık bu hayattan daha büyük bir zillet ve bedbahtlık yoktur.([55])
İmam Hüseyin veya değerli babası Ali'ye (as) ait başka şiirler ve Emiru'l
Mü'min'e ait bir de divan vardır. Fakat bu şiirleri kendileri için söyledikleri
nakledilmiştir. Şöyle buyuruyor:
Her ne kadar dünya çok güzel ve sevilmeğe değer olarak sayılıyorsa da ahiret
evi binlerce derece daha yüksek ve daha büyüktür. Diğer âlemlerle tanışmayan
kişi dünyaya esir olur.
Eğer dünya malı ve serveti, sonuçta bırakıp gitmek içinse niçin insan hayatta
olduğu sürece cimrilik ve pintilik yapsın?! Niye yaşadığı sürece cömertlik ve eli
açıklık yapmasın, yardım edip zavallıların elinden tutmasın?!
Eğer bu bedenlerimiz sonuçta ölecekse ve her ne kadar kendimizi kılıçlardan
uzaklaştırmaya çalışırsak da sonuçta bir sıtma hastalığı, bir mikrop bizi ortadan
kaldıracaksa, evet eğer bu beden ölmek için varsa o halde bu bedeni yüce
Allah'ın yolunda parça parça etmemizden daha güzel ne olabilir?!([56])
Şimdi sizler bu şiirleri kendisine terennüm eden bu kişinin ruhî yapısını
Kerbela'da bedeni parça parça olduğu zaman gözünüzün önünde şekillendiriniz.
Doğrusu bu, kendisini bir süsleyicinin ihtiyarına veren ve bu süsleyicinin onu
güzelleştirmekte olduğu bir insanın durumudur. O, sonuçta yere dökülecek olan,
şimdi ise Allah yolunda dökülmekte olan bu kanı, Allah yolunda yarılan alnı,
Allah yolunda zehirli oklara hedef olan ve ok saplanan bu göğsü gördüğü zaman
güzelliği hissediyor. Vücudunun ön kısmında, yüzlerce kılıç, ok ve buna benzer
silahların açtığı yaralar sayılmıştır, yani yüzlerce iftihar, yüzlerce süs, ziynet,
Hüseyin'in göğsüne yüzlerce iftihar nişanesi yapışmıştı. Bu yaralar, onun için
süstür, ziynettir, iftihar ve iftihar nişanesidir. Bir başkasının nazarında cinayettir. O
cinayet işliyor. Onun cinayeti, iftihara kardeşlik yaptığından dolayıdır.
Eba Abdullah (Hz. Hüseyin) son anlarını yaşamaktaydı. Haz-retin durmuş
olduğu yer çukur bir yer olduğu için ismini "Ölüm çukuru" olarak koymuşlardı.
Hazret oradan biraz uzaklaşınca Ehl-i Beyt onu göremiyor ve onun durumundan
habersiz kalıyorlardı. Son anlardı. Ağır yaralar, kanın akışı ve susuzluk İmam'a o
kadar galebe çalmıştı ki artık ayakta duracak hali yoktu. Gökyüzü kapkaranlık
kesilmişti onun gözünde. Düşman, onun hane halkının çadırına girmek istiyor,
fakat cesaret edemiyor ve "Hüseyin savaş hilesi yapıyor olmasın" diyorlardı.
Çünkü biliyorlardı ki eğer onun bedeninde kuvvet varsa hiçbiri O'nun karşısında
güç yetirip duramazdı. Birisi gidip onun mukaddes başını bedeninden ayırmak is-
tiyor, ama yaklaşmaya cesaret edemiyordu. Şöyle bir plan kurdular: "Hüseyin
namuslu birisidir, Allah'ın iffetli kuludur. Hayatta kendisini ev halkının çadırına
sokmaları karşısında bedeninde can olduğu sürece tahammül edebilmesi
imkânsızdır." dediler. Hüseyin'in yaşayıp yaşamadığının öğrenilmesi yolu,
ansızın askerlerin Eba Abdullah'ın ev halkının çadırına doğru hücuma geçmesi
idi. İmam hissetti bunu. Güçlükle dizlerinin üstünde doğruldu. Görünüşte kendi
kılıcına dayanıyordu. Kendisinin kahramanca feryadı o vadide yükseldi (orada
da namus ve hürriyetten söz etmektedir):
"Size yazıklar olsun ey Ebu Süfyan 'ın taraftarları! Benimle savaşıyorsunuz
ve ben sizinle savaşıyorum. Kadın ve çocukların ne kusuru vardır?! Eğer Allah'ı
tanımıyorsanız, eğer meada inanmıyorsanız dahi, bir insanın sahip olması
gereken o şeref nereye gitti?! Sizin hürriyet ve özgürlüğünüz nereye gitti?!" ([57])
Allah'ım! Gönüllerimizi iman nuruyla nurlandır, nefsimizi büyüklük, izzet
ve üstünlük süsüyle süsle, her çeşit hakaret, alçaklık ve zayıflığı bizden uzaklaştır.
Muhabbet, sevgi ve marifetinle gönüllerimizi aydınlat, bizleri İslam ve Kur'an'ın
değerini bilenlerden eyle, Peygamber'in ve ailesinin değerini bilenlerden eyle, ölü-
lerimize mağfiret ve rahmet eyle!
YEDİNCİ OTURUM
"BEN" VE "BEN ÖTESİ'
Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla
Hamd, bütün varlıkları yaratan âlemlerin Rabb'ı olan Allah'a mahsustur.
Salât ve selam Allah'ın kulu, Resulü, günahlardan arındırılmış, sırrını koruyan,
risaletini tebliğ eden efendimiz, Peygamberimiz, Ebu'l-Kasım Muhammed'e ve
O'nun günahlardan arındırılmış tertemiz ve güzel yakınlarının üzerine olsun.
Lanetlenmiş şeytandan Allah'a sığınırım.
"Kesin inanacak insanlar için arzda nice işaretler var. Kendi canla-
rınızda da öyle, görmüyor musunuz?" (Zariyat: 20 - 21)
Konuşmamız, İslami ahlakta İslam'a dayalı ahlaki öğretilerin tümünün temel
ve mihveri kabul edilebilecek bir mevzu olan konu etrafındaydı. Ve bizim
araştırdığımız kadarıyla İslami eserlerde hiç bir mevzu üzerinde, temel ve
mihver olarak bu mevzu ölçüsünde durulmamıştır. Bu konu, nefsin büyüklüğü
meselesidir. Geçen akşamki konuşmamızda sizler için yeteri kadar ayet ve riva-
yetler okudum. İslam'da nefsin izzet ve büyüklüğüne, nefsin değerli sayılmasına
çok ehemmiyet gösterilmiş olduğunu arz ettik o da Ali'nin (as) sözlerinde
kullanıldığı gibi: "Nefsi kendi nezdinde yücelten kimse için şehevî istekler çok
küçüktür."([58])
İfadeleri "Nefs" kelimesi ile kullanılmıştır. Kendisinde büyüklük
ve yücelik hisseden, kendi ruhunda büyüklüğü hisseden kimse için hayvanı şeh-
vetlere karşı muhalefet etmek kolaydır. Bunun zıddı olan nokta ise, İmam
Hadî'den (as) gelen bir hadiste buyurulduğu gibidir: "Nefsini alçaltan kimseye
güvenme" ([59])
. Eğer bir kişi kendi nezdinde kendini alçaltırsa, eğer bir kimse
kendiside büyüklük duygusunu kaybederse, yani kendisini büyük bir varlık olarak
hisetmiyorsa, -bu ifadeye yakın olan bugünkü ifadeyle- kendi ruhunda ahlakî ve
manevî bir şahsiyet taşımayan bir kimsenin şerrinden kork, onun şerrinden emin
olma. Emiru'l Mü'minin'in sözüne göre, eğer bir kimse kendi ruhunda yücelik ve
büyüklük duygusunu taşırsa onun için şehvetperestlik ve nefsin heva ve isteği
peşinde gitmek nefret edici bir iş, girmemesi kolay bir iştir. İmam Hadî'nin (as) sö-
züne göre, bunun tersi, kendisinde bu duyguları taşımayan bir kimse kendisinde
"Ben bir kimliğe sahibim, bir şahsiyetim var, bir şerefe sahibim, bir büyüklüğe
sahibim" duygusunu taşımayan bir kimse, bu duygulan kaybeden bir kimse her
şeyini kaybetmiştir ve onun şerrinden emin olma.
ACABA "BEN"İ HOR GÖRMEK Mİ GEREKİR YOKSA SAYGI
GÖSTERMEK Mİ GEREKİR?
Sonra şu soru ortaya çıkıyor: Bu nasıl oluyor ki İslam'da ahlaki açıdan, bir
taraftan nefs ve nefsin istekleriyle mücadele ve savaşma tavsiye ve te'kid edilmiş,
diğer taraftan da, bütün dayanaklar, "büyüklük duygusunu kendi nefsimizde
kaybetmemeğe çalışınız, zat ve nefsin saygınlığını kaybetmeyiniz." şeklinde nefsin
büyüklüğü üzerinde kurulmuştur? Bunlar nasıl olur da birbirine uyar?
"Nefs"in asıl manasının "Ben" olduğunu söylemiştik. "Nefs" insanın sahip olduğu
"ben"dir. Acaba "ben"i yermek, aşağılamak ve küçük düşürmek mi gerekir.
Yoksa "ben"i yüceltmek ve saygılı saymak ve izzetini korumak mı gerekir? Acaba
bunların ikisi de bir tek "ben" midir? Bu, böyle olmadığına göre, acaba insanda iki
"ben" mi vardır ki ahlakî görüşe göre bunlardan biri ile mübareze etmek gerekir,
onu zincire vurmak özgürlüğünün önünü almak, alçaltmak, öldürmek gerekir.
Şairlerimizin ifadesiyle -her ne kadar bu ifade hadis ve rivayetlerde geçmemiş
olsa bile- onu öldürmek, ölü bir nefis yapmak, diğer beni de ihya etmek ve
yaşatmak mı gerekir? Bunun da, bu şekilde kabul edilmesi kabil değildir.
Herkesin biri-birinden ayn iki "ben"e sahip olmadığı açıktır. Acaba her
birimizin vücut ve yapımızda iki "ben" veya iki "nefs" mevcut mudur?! Böyle bir
şeyde kesinlikle yoktur. Sonra biz bu meselenin sadece İslam ve İslamî ahlakta
açık olmadığım, başkaları için de açık olduğunu söylemiştik. Zira bunlar insan
için iki "ben" aramışlar ve iki "ben" göstermişlerdir ki insan "ben"lerden aramışlar
ve iki "ben" göstermişlerdir ki insan "ben"de değildir, başka bir "ben"de vardır.
İnsanın şerefli, esaslı ve aslî "ben"i işte o "ben"dir. İnsanın nasıl iki çeşit "ben"e
sahip olduğu konusunun açıklanmasının sonunda, böyle bir şeyin olmasına
imkân yoktur demiştik. O halde bunu mecburen başka bir şekilde söylemek
gerekir. Biz ilk önce İslamî görüşü zikredeceğiz, sonra başkalarının görüşlerini
de açıklayacağız.
İSLAM'IN GÖRÜŞÜ
İslamî açıdan bu mesele hal olmuştur. İslamî açıdan insan diğer bütün
hayvanlar gibi bir hayvan durumunda görünüyorsa da aynı zamanda Kur'an'ın
ifadesiyle onda ilahî ruhtan bir nefes vardır, insan vücudunda ilahî melekutden
bir parça ve melekutî bir nur vardır. Bir insanın gerçek "ben"i o "ben"dir. İnsan
hayvanî "ben"e de sahiptir, fakat hayvanı "ben" insanda küçücük bir "ben"dir,
aslî ve gerçek "ben" değildir. İnsandaki aslî "ben" insanın sahip olduğu o melekutî
"ben"dir.([60])
Yani bir hayvanda o hayvanın gerçek ve hakiki "ben"ini teşkil eden
şey insanda küçük ve asalak "ben"dir. Ben yerim, içerim, yatarım, hatta yürürüm,
bunların tümü bir "ben"e bağlıdır, ama bunlar, bu "ben"in alt dereceleridir, işte şu
"ben": Ben yerim, içerim, susarım, acıkırım, vb. Ama aynı zamanda Ben düşünürüm
Allah'ı düşünürüm, başkalarını kendime tercih etmeği severim. Bunların tümü bir
"ben"dir. Ama bu "ben"in, dereceleri vardır. "Ben"in o çok yüce sözleri söylediği
yer, konuşmakta olan insan "ben"inin üst derecesidir ve hayvani
meselelerin konuşulduğu yer, onun alt dereceleridir.
DERUNİ (İÇSEL) ÇATIŞMA
Bir örnek vereyim: Şu, insanın özelliklerindendir: Onun "ben"leri arasında
bazen çatışma ve kargaşa baş gösterir. Bu çatışma, bazen akıl ve nefsin çatışması
olarak veya örneğin ahlakî irade ile nefsanî heva arasındaki çatışma olarak ifade
edilir. Her halükârda böyle bir çatışma insanda vardır ve hayvandaki derunî
çatışmanın bir manası yoktur. Şu tecrübe herkeste az veya çok mevcuttur,
kimisinde daha az kimisinde daha çok: insan, tabii eğiliminin tersine bir iş
yapmayı kararlaştırır. Yani başka bir yöne isteklidir, ama bu isteğinin zıddını
yapmayı kararlaştırır. Çok basit bir örnek vereyim: Doktor, insana rejim
yapmasını söyler onu bazı gıda ve meyveleri yemekten meneder veya belirli bir
miktardan daha fazlasını yemesinin zararlı olduğunu söyler. Örneğin "sizde şeker
hastalığı var, falan şeyleri yeme" der insan bunu uygulamaya karar verir. Fakat istek
ve eğilim, kendi istediğini yapmaya çalışır. Sofranın başında, nefsanî istek, faaliyet
göstermeye başlar, insanın mene-dildiği bu yemekleri yemek ister. Bazen insan
alemi olarak kendi isteği karşısında kıyam eder. Yani ahlakî iradesi -diğer bir
ifadeyle aklı- nefsine galip gelir, her ne kadar gönlü istiyorsa da buna kulak
vermez. Bazen de aksi meydana gelmektedir, isteği ahlakî iradesine, diğer bir
ifadeyle, nefsi aklına üstün gelir, insan için bu iki durum öne çıkmaktadır. Veya
insan sabah erkenden kalkmayı tasarlar. Bunu ciddi olarak da kararlaştırır. Fakat
bir gece uyanıp sıcak yatağından çıkmak istediğinde ahlakî iradesi ona "hareket"
et der ama arzu ve isteği "çıkma" der. Bazen insan hareket eder ve isteğinin tersi
olan iş yazar. Bazen de isteğine göre hareket eder. Bu çatışmalar hayvanlarda
mevcut değildir. Hayvan o istekleriyle hayvandır, yapısıyla hayvandır. İsteğin
hükmettiği her yolu hayvan uygular. Hayvanda isteklerin tersini yapmasını
emredecek başka bir emredici mevcut değildir. Şimdi, bizim sonuç almak
istediğiniz şey başka bir şeydir, psikologların söyledikleri durumdur, insan kendi
içinde mütalaa edince hesapçı bir sözün de olduğunu görür. İçteki bu çatışma
neyle ne arasındadır? Bu çatışmanın kendisiyle kendisi arasında olduğu açıktır,
insanın kendi dışında değildir, insan boş bir şeyle çatışmaz, insanın içinde
birbiriyle çatışan ve insanın kendisinden olan iki güç vardır; biri, bu yemeği yeme
der, diğeri yemek ister. Şafak vaktinde biri, kalk der, diğeri kalkmak istemez. Biri
falan sözü söyleme der, diğeri o sözü söylemek ister (isteği yapmak ister). Bu
çatışma insanın içindedir. Fakat konu şudur: İnsanın tabii isteği onun ahlakî
üzerine zafer kazanınca ve yapmamayı kararlaştırdığı işi yapınca, insanı nasıl bir
hal alır? Utangaçlık hali ve yenilgi hali. Kendi kendine "ben yenildim" der, tıpkı
başka bir pehlivanla savaşması için savaş alanına gönderilip de yenilen bir
pehlivan gibi, gerçekten insan yenilgi hisseder. Bunun aksine, ahlakî irade tabii
istek üzerine zafer kazanınca, sofradan kalktığı anda, rejim konusunda bir zerre
kadar hata yapmadığını görünce, erkenden kalktığı o sabah, seher vaktinde
"sıcak yatağını terk etme" diyen isteğinin emrinin tersine sıcak yatağını terk
ettiğini ve kendi ibadetiyle uğraştığını görünce; zafer kazandığını ve
mutlu olduğunu hisseder. Bu, herkeste vardır. Böyle bir tecrübeyi kendi içinde
yaşamamış birini düşünemiyorum."
ASLÎ OLAN "BEN" VE BEN ÖTESİ OLAN "BEN"
Bu duygu, nedir insanda? Her iki halde, insan kendisi kendine yenilmiş ve her
iki halde insan kendisi kendine üstün gelmiş. Bundan dolayı o ne yenilgiyi
hissetmeli ne de zaferi hissetmeli veya daha kısa olarak bir yönden yenildiğini
hissettiği durumda diğer yönden zafer kazandığını hissetmelidir, böyle
olmadığına göre insan, istekler ahlakî iradeye galip geldiği zaman, gerçekten
yenildiğini hisseder ve kendini eleştirerek, "başına toprak yağsın, şimdi ben bir hiç
olduğumu anladım" der, fakat ahlakî irade tabii isteklere galip geldiği zaman
başarılı olduğunu ve zafer kazandığını hissederek kendinden ümitli olur. İşte
burada, insan aslî "ben"in, gerçek "ben"in, kesin "ben"in aklın emri altında
bulunan o ahlakî irade olduğunu ve "ben"deki bu isteğin "ben"de bir araç
olduğunu, gerçek "ben"in o olmadığını, benim gerçek "ben"imin bu istek ve bu
tabiilik olmadığını, bunun "ben"i yenmekten habersiz olduğunu anlar. Bu duygu,
insanın kendi içinde sahip olduğu bir duygudur ve aynı duygudur ki insan onunla
"benim gerçek "ben "im, bu istekler ve bu tabiilikler değildir; ben, tüm bu isteklerle
yüklü olan bu tabiîlik değilim; bütün isteklerle yüklü tabiîlik, bu "ben"e kendilerinden
yararlanması için verilmiş olan araç ve vasıtalardır" şeklinde idrak eder. "Ben", karar
veren bir makamdır, akıl ve idraktir, bunları anlayan bir makamdır. Fakat tabiî
emirleri bana veren makam ise tanınmayan ve başkadır. O, ben değilim.
Şimdi şu konuyu ele alalım: Nefisle savaşmak gerektiğine göre, hangi nefisle
savaşmak gerekir? "Ben"le savaşmak gerekir, hangi "ben"le savaşmak gerekir?
Hangi "ben"i kendi başına bırakmamak ve meydanı ona boş bırakmamak gerekir?
O, aynı "ben"dir, gerçekte "ben" değil de "ben olmayan" hayvani "ben"dir. Yani
insanın içindeki tüm savaş ve çatışmalar; ahlakî ve zıdd-ı ahlakî açısından insanın
kendi ruhunun içinde var olan çatışmalar, gerçekte "ben"in "ben"le çatışması
değil, "ben"in "ben olmayan" la çatışmasıdır. Hayvani isteklerin üstün olduğu,
mutlak hükmetme olgusunun onlara bağlı olduğu ve akıl, irade ve fıtratın üstünün
örtülü olduğu, şehvet ve kızgınlıkların at koşturduğu yer, yani hayvanların sahip
olduğu garazın bulunduğu yerde, işte orada insanın aslî beni mağlup olmuş,
unutulmuş, kaybolmuştur ve gidip onu bulmak gerekir. Vücudunda hayvanî
duygulardan başka bir şeyin hükmetme yetkisine sahip olmadığı o insan gerçekte
hakiki benliğini, "gerçek ben"ini kaybetmiştir:
"Deki: ziyana uğrayanlar, kendilerini kaybeden kimselerdir..."
Kendini bu kumarda kaybetmiş, hem de en büyük kayıpla. O, kendini
unutmuş. Her zaman hatırında olan ve gözünde şekillenen şey nedir? Hangi şey
düşüncesine hükmetmektedir? Para, şehvet, yiyecekler, şaraplar, içecekler,
elbiseler... Bunların dışında başka bir şey vücuduna hükmetmektedir. O halde O
"ben" nereye gitti? Unutuldu. "Ben" yerine, "ben olmayan" ı "ben" sanıyor. "Ken-
disi "ben"imi kaybetmişim" diye düşünmüyor. İnsan hiçbir zaman kendisini
unuttuğuna inanmıyor. "Ben, kendimi mi unutmuşum?! Ben, daima kendimden
dem vuruyorum: Bu benim ki bu kadar paraya sahibim, bugün bu yemeği yiyen
ben kendimim." demektedir. Oysa Kur'an "ben" ini kaybetmişsin, O "ben" sen
değilsin, o başka bir şeydir, o senin tufeylî "ben"indir, o senin "asil ben"in
değil "tufeyli ben"indir:
"Şu, Allah 'ı unuttuklarından dolayı (Allah 'in da) onlara kendi nefislerini
unutturduğu kimseler gibi olmayın." (Zümer: 15)
KENDİNİ HATIRLAMA (KENDİNİ BULMA)
Kur'an'da "Kendini unutma" adı altında açıklanan ve yerilen kendini unutma
meselesi budur. Bunun karşısında "kendini hatırlama" vardır: Ey insan! Kendini
hatırla, zira "Kendini hatırlamama" da "Allah'ı hatırlama"dan başka bir şeye
imkan vermez, yani Kur'an'ın mantığında bu ikisi bilirinden ayrı değildir; Allah'ı
hatırlamak, kendini hatırlamakta da vardır. Bu, ibadetin gerçeğini bulmak ve
"ben"i bulmak gerçeğidir. Fakat bu "hayvanı ben" değil, aksine o "hakiki ben", yani
"melekutî ben"dir. İnsanın kendini bulması, ibadet ve Allah'ı hatırlamadadır,,
kendini gerçekten bulur. Emiru'l Mü'minin Ali'nin (as) çok değerli bir sözü
vardır.
"Bir şeylerini kaybettiklerinde elleri ayaklarına dolanmış bir vaziyette
kaybettikleri şeyi arayıp da kendilerini (nefislerini) kaybettiklerinde bunu
aramaya koyulmayan insanlara şaşarım!" (Haşr: 19)
Örneğin yüzüğünü kaybeder, hemen onu bulmak için dolaşır, tarağını
kaybeder aramaya koyulur, eşeğini kaybeder bulmak için aramaya başlar. Bunlar,
nasıl olur da kendilerini kaybederler, fakat kendilerini bulmak için çalışmazlar?!
Ey zavallı! tarağını kaybettiğin zaman bütün varlığında; "nereye gideyim de
bulayım" diye koşuşturup duruyorsun, oraya buraya koşuyorsun, bir de kendine
bak bakalım acaba kendini bulmuş musun?! Eğer kendini kaybetmişsen kimden
işaret almayı istiyorsun? Niçin kendini bulma peşinde değilsin?'. Hayret edici bir
durum.
MEVLANA'NIN SÖZÜ
Her ne kadar tasavvufun aşırı öğretilerinde bu konuda söylenmiş olan kısa
ifadeler, nefisle savaşma adı alfanda söylemiş oldukları aşırılıklar bir dereceye
kadar nefsin büyüklüğünü zedelemişse de (mutasavvıf olan) birçok düşünür bu
manaları idrak etmişlerdir. Mevlana şöyle demektedir:
"Ey savaşta kendini kaybetmiş kişi"
Bundan maksat, derunî savaş, çatışma ve kargaşadır. Ey derunî savaşta,
istek ve arzuların üstün gelmesi sonucu gerçek "ben"ini kaybetmiş kişi.
"Sen başkalarını kendinden ayırmıyorsun"
Yabancıları kendinle karıştırıyorsun, yabancıları "ben" zannediyorsun ve
"ben"in o olmadığını biliyorsun, O sen değilsin. O "ben"in sen olduğunu
düşündüğün için kendini kendinden başkalarıyla karıştırmışsın.
"Sen her ne şekilde bu benim diyorsan da vallahi O, sen değilsin.
Bazen insan gelip aynanın karşısında durur, kendisini görmekte olduğunu
düşünür...
Bir an tek başına kalırsan sen halktan
Boğazına kadar gam ve üzüntü içinde kalırsın.
Acaba kendini keşf mi yoksa kayıp mı etmişsin diye bir imtihan yapmak
istersen halvetlerde anlarsın. Şayet birkaç gün başka insanları görmezsen yalnızlık
seni mahveder. Daima başka insanları, başka eşyaları görmek istersin, çünkü
onların içinde kaybolmuşsun ve kendini onlarda aramaktasın. Sen eğer gerçek
"ben"ini bulmuş olsaydın, eğer kendi gerçek "ben"inle olman şartıyla yüz yıl dahi
halvette (yalnızlıkta) kalsaydın, senin için bir zerre üzüntüve sıkıntı meydana
gelmezdi.
"Ben" ve "Ben olmayan" meselesi kendi başına önemli bir meseledir. Bizim
din öncülerimizin sözlerinde bu konu, çok ve çeşitli ifadelerle işlenmiştir.
"BEN'İNİ KAYBETMİŞ CİMRİ
Emiru'l Mü'minin Ali'nin (as) cimriler konusunda oldukça manidar sözleri
vardır. Cimri, gerçek benliğini kaybetmiş, yani "ben" para ve servet olmuş
kimselerden çıkar. Para ve servetin, kendisi için asalet ve soyluluk getirdiği,
kendisi için bir hedef olduğu ve günümüz psikiyatristlerinin ifadesiyle para
içinde tespit ve değerlendirilen, yani para ve servete boğulan ve onunla şekillenen
bir insanın gerçek "ben"i para olmuştur ve paradan başka bir "ben"e sahip
değildir. Çünkü asıl "ben"ini kaybetmiş ve bu "ben" elinden çıkmıştır. Sonuç
şudur: Kendisini para için ister, parayı kendisi için değil. Yani canını, hayatını,
mutluluğunu ve ömrünü para için ölçü koymaktadır, fakat parayı kendi mutluluk,
saadet ve hatta ömrü için ölçü kılmaya hazır değildir. Ali (as) şöyle buyur-
maktadır:
"Servet, zenginlik ve muhtaç olmama peşinde koştuğu ve fakirlikten kaçtığı
halde yaşayışında fakirliğe tutsak olan ve bu zenginlikten uzak olan bir insana
şaşarım" ([61])
Bu konunun geniş bir açıklaması Nehcu'l Belağa'da mevcuttur. Yine şöyle
buyurmaktadır:
"Dünyada yoksullar gibi yaşar, ahiretteyse zenginlerin sorgusuyla sorguya
çekilir."([62])
Dünyada fakir, bedbaht ve miskin bir adam gibi yaşar, çünkü kendisini
paranın hizmetine vermiştir ve parayı kendi hizmetinde tutmaya hazır değildir.
Eski, yırtık pırtık elbiseler giyer, peynir ve ekmek gibi basit yemekler yer. Bu
adama sormak gerekir, sen niçin böyle bir iş yapıyorsun? Cömertlik yapmak
istemez. Servetini kendisi için harcamasa bile başkaları için harcayan bir adam
olsaydı O, yine de cömertlerden olurdu. Fakat cimride söz konusu olan şey,
sadece toplamayı istemesidir. Emiru'l Mü'minin fakirliğin gerçekten ne olduğunu
soruyor. Fakirlik, bir şeye sahip olmamaktır. Birisinin bir şeyi olmayınca, güzel
yemek, iyi ev, iyi binek, güzel elbiseye sahip olmaz, (çünkü bir şeyi yoktur.) Fakat
sen bedbaht (olan kişi her şeye sahip olduğun halde) şimdi de bunlara tutsak
olmuşsun. Sen tüm ömrünü, peynir ekmek yemekle geçiliyorsun. Evet, fakir
olman ve peynir-ekmek yeme mecburiyetinde kalmaman için bunu yapıyorsun.
Oysa seri şimdi de ekmek-peynir yeme derecesine düşmüşsün. Fakir olmamak
için peynir ve ekmek yemeği istediğinden, bir ömür boyunca peynir ve ekmek
yiyen bir insan, benliğini kaybetmiştir. İnsanın kendini kaybetmiş olması,
gerçek "ben"ini kaybetmiş olması budur.
MEVLANA'NIN BENZETMESİ
Mevlana'nın çok güzel bir misali vardır: Farz edin ki, adamın biri kendisine
bir ev yapmak için bir arsa hazırlamış. Her ne sebeptense gündüzleri oraya ev
yapmaya gitmiyor. Gece olunca, işçi, usta, mühendis ve malzemeleri, kendisinin
içinde oturması için bir ev yapmak üzere oraya gönderiyor. Paralar harcıyor. Çok
süslü ve mükemmel bir ev yapıyorlar ve o da kendisi için çok güzel bir
ev yapıldığını düşünüyor. Gidip evine girmesi için hareket ettiği gün oraya gelip
baktığında bir de görüyor ki ev başkalarının arsasına yapıldı, ev yapılmış fakat
kendi arsasında değil, başkalarının arsasında. Kendi arsası ne durumda? Onun
arsası orada boş ve çıplak kalmış. Bu durumda insanı nasıl bir hal alır? (Mevlana
burada) şunu söylemektedir: Bu, kıyamete giren ve orada kendisini boş bir arsa
gibi gören adamın durumudur. Onun için çalışmamış olan, kendidir, onun için
çalışmış olan ise o değildir.
Başkasının arsasında ev yapma
Kendi işini yap, yabancının işini yapma
Kimdir yabancı, senin toprak olmuş vücudun,
Zira senin üzgünlüğün onun içindir.
Sen vücuda yağ ve tatlı verinceye kadar
Canın cevherini dolgun bulamazsın
Vücud Miski kokusu içinde yer bile bulsa öldüğü zaman onun iğrenç kokusu
ortaya çıkar.
Miski vücudun üstüne sürme, ruha sür Pak zülcelal (Allah)'ın ismi misk olur.
Bu bedeni daima güzel kokunun içine koysan da öldükten sonra daha iki
gün geçmeden pis kokmaya başlar ve halk onun pis ve iğrenç kokusundan kaçmak
ve onu iki metre derinliğindeki toprağın altına koymak mecburiyetinde kalırlar.
"Şu, Allah'ı unuttuklarından dolayı (Allah'ın da) onlara kendi nefislerini
unutturduğu kimseler gibi olmayın." ([63])
İNSAN RUHU, AHLAKÎ DUYGULARIN KAYNAĞI VE MANEVİYATA
AÇILAN BİR KAPIDIR.
İslamî açıdan, insanın "gerçek ben"i herkeste bulunan o ilahî nefestir ve
insanın ahlakî duygusu bu "ben"den kaynaklanmaktadır. Eğer böyle bir "ben" -ki o
balçık değildir. Aksine ilahî ruhtur ve tabiat ve madde âleminden daha yüksek olan
âlemdendir- insanda olmasaydı ve eğer insanın gerçek "ben"i ve "gerçek benlik" i
olmasaydı, bedenî istek ve menfaatlerle şekillenmeyen bu ahlakî duyguların
hiçbiri insanda var olmazdı. Şimdi işin ilginç yanı şudur: Avrupa dünyasının,
ayrıca söz edilmesi gereken sebeplerle -şehevî arzular ve nefsanî istekler çok
miktarda mevcuttur onda- insanda melekutî ruhun varlığını kabul etmeyi gönlü
istememektedir. (Elbette bunların tümü böyledir demiyoruz, onlar arasında da
"ruhçu'' çoktur.) Diğer taraftan insanda onun maddi yapısıyla şekillenmeyen,
insanın maddî yapısının tersi istekler ve arzular olduğunu görmektedirler.
Şu çok açık ve nettir: Her zaman insan ruhu, beşerin maneviyatı için bir kapı
olmuştur. Aslında buradan "ben manevî bir hakikatim, ben ebedî olmaya layığım,
"ben" ölümsüz bir gerçektir ve ölümle "ben "in işi son bulmaz." şeklinde anlaması
gerekirken, bu sözü kar bul etmesi onun zoruna gitmektedir. Diğer taraftan insanda
iki çeşit temayülün var olduğunu, tabiî ve maddî temayüller ile
manevî temayüllerin yani maddî hesaplarla şekillenmeyen hesapların var
olduğunu inkâr edemez.
William James ilahî bir kişidir ve şu ana kadar kendisinden tercüme edinmiş
kitaplar, özelikle de "Din ve Ruh" adlı kitabı sonsuz derece güzeldir. O, çok
belirgin bir psikolog ve filozof idi. Kendisi dünyanın büyük âlimlerinden
sayılmıştır. Ölümünün üzerinden galiba altmış yıldan fazla geçmemiştir. O kitapta,
bu adil adam güzel bir söz sarf etmiştir. İnsanda maddi hesaplarla şekillenmeyen
bir takım istekler vardır, (net bir şekilde itiraf ediyor). Maddi istekler bizi madde
dünyasına bağlar, öyle olmalıdır. Bunlar, biz ve madde dünyası arasındaki
kanallardır. Örneğin, eğer bizde açlık güdüsü varsa, bu biz ve tabiat arasında bir
irtibat kanalıdır. Çünkü eğer bu güdü olmasaydı biz yemeğin peşine
gitmezdik. Daha sonra şöyle demektedir: Biz de, bizi doğaya bağlayan içgüdüler
mevcuttur. İşte bu, içgüdüler maddî doğamızla şekillenmez ve bizi başka bir
âleme bağlarlar. Biz, vücudumuzdan tabiat âleminin dışındaki başka bir âleme
giden yol ve delillere sahibiz insan kendi tabii güdüleriyle, tabiatıyla uyuşan bir
takım ihtiyaçları reva görmekte ve madde ötesi güdülerle, -William James'in
ifadesiyle-insanın maddî doğasının ötesinde olan ve onun maddî olmayan
gerçekleriyle uyuşan birtakım başka ihtiyaçları kaldırmaktadır, başka bir
ifadeyle, bu güdüler, insanda var olan bir takım manevî ihtiyaçları bertaraf etmek
için insanı maddî doğasının ötesine bağlar. Bu söz, hesaplı bir sözdür, fakat bunu
kabul etmek istemeyen o kimselerin insanın maddi olmayan güdülerini nasıl
gördüklerine bakalım. Şöyle demektedirler: insan iki şeyi ister, ya faydaya, ya da
değere taliptir. Maddi güdülere fayda, manevî güdülere ise, değer denilir. İsmin
değişmesiyle gerçeğin değişebileceğini düşünürler. "insan bazen faydanın
peşinden gider, bazen de değerin -peşinden gider.' demektedirler. "Değer
nedir?" diye sorduğumuzda şunu söylemektedirler: Değer, insanın durumuna bir
faydası olmayan, insanın derdini gidermeyen, insanın hiçbir ihtiyacını ortadan
kaldırmayan, mantıkla da şekillenmeyen, mantığın zıddı, özetle mantık dışı olan
fakat içinde güzeli de taşıyan, örneğin cömertlik gibi özellikleri taşıyan bir şeydir.
Demek ki insanın cömertlik yapması mantıkî değildir. Mantıkîlik, insanın kendi
menfaati peşinden gitmesidir. İnsan aklı da aynısını ona söylemektedir;
menfaatin peşinden gitmek gerekir der. Fakat bir taraftan da insanda şu tür gü-
dülerin de olduğunu inkâr edemez: Fedakârlık güdüsü, kendinden geçme
güdüsü, adalet güdüsü, özgürlük güdüsü, insaf güdüsü, yumuşak huyluluk
güdüsü, tahammül etme güdüsü... Zira bunların çoğu aslında insanın maddî
menfaatleriyle şekillenmez. Diyorlar ki, evet şekillenmiyor, ama bunlar menfaat
değildir, değerdir, insan bir takım değerlere taliptir.
Değer nedir diyoruz. Değer, kıymet demektir.
Kıymet kendi başına bir şey değildir, insan herhangi bir şey için değer ve
kıymeti söz konusu eder. O şey nedir? Bir şey, insan gerçeğiyle irtibatlı olmadıkça
insan onun için değer biçemez. Böyle bir şey imkânsızdır.
İslam şunu söylemektedir. Şeylerin en değerlisi olan değerli bir şey vardır
sizde. Ve o da sizin melekuti ruhunuzdur. Daha önce alıntıladığımız hadislerde
"Pahalı" olarak dahi tabir edildiğini gördük. İmam Sadık şöyle buyurmaktadır:
"Pahalı nefsin değerini, onun rabbi kabul ederim." veya
İmam Seccad'a, "insanların tümünden daha büyük olan kimdir?" diye sorulduğunda
şöyle buyurmuştur: "Kendi nefsi karşısında hiçbir şeye önem vermeyen
kimsedir." İnsan gerçeklerin en pahalısını kendi içinde hisseder ve o, kendisinin
"gerçek ben"idir. Kıymet ona aittir. Onun için değer biçer çünkü değer biçtiği şey
kendisidir. Tıpkı kendi vücuduna değer verenin, aslında kendi ruhuna değer ver-
miş olması gibidir. Yüce ahlakî duygular, onların sözüne göre insanoğlu için birer
değerdir. Gönülleri, "Bunlar, manevi hayırlardır ve maddiyat da maddi hayırdır."
demek istemez. Bizim filozoflarımız maddiyata "İnsanoğlunun maddi
hayrı" demektedirler, maneviyata da "manevî hayır" demektedirler. Bu şekilde
konu anlaşılmaktadır. Zaten söylenmesi gereken söz de budur. Maddî hayır ve
manevî hayır demeleri zorlarına gider, çünkü mana ismi ve gerçek ortaya
çıkmaktadır, onlar ise bunu kabul etmeği pek istemezler. Diyorlar ki: "hayır",
maddî olan şeydir, ismi de menfaattir. Maneviyat nedir? O hayır değildir,
menfaat da değildir, sadece değer ve kıymettir, bir gerçek değildir. İslam ise,
bunların da hayır olduğunu söylemektedir; yapmakta olduğun ahlakî işlerle de
hayrının peşindesin, fakat bu hayır, senin hayvanî tabiatının peşinde gitmediği bir
hayırdır, bu hayrın peşinde giden senin melekutî gerçeğindir.
İnsanın kendi ahlak ve ahlakî duygusunun, kendi mücerret ruhunu
tanımasına ve bu mücerred ruhu tanımasıyla gayb ve melekutî âlemden haberdar
olmasına açılan bir kapı olduğu yer burasıdır. Çünkü insan, gayb ve melekutî
âleminin bir ışığıdır. İşte buradan gayb ve melekutî âleminin bir ışığıdır. İnsan,
melekutî bir ruh olduğu için onun cinsi, yücelik cinsidir. Zira melekutî cins, bü-
yüklüktür. İnsan melekutî "beri'i hissettiği zaman bedeni aşağılamış olmaz:
"Nefsi kendi nezdinde yücelten kimse için şehevi istekler çok küçüktür." ([64])
Bu sözü defalarca tekrarladık. Kendi nefsinin büyük olduğunu hisseden hiç
kimse bedenini aşağılamış olmaz. Zira daha önce bu yönde birçok rivayet
nakletmiştik. İnsan, büyüklük âleminden ve büyüklüğün kendisi olan o "ben"ini
hissettiği zaman bedenine hakaret etmiş, onu küçültmüş sayılmaz. Bu, şöyle bir
adama benzer: Bu adam çok değerli bir tabloyu, örneğin Rafael'in
tablosunu görür, değerini idrak eder. Bu tabloya bir pisliğin, kirli bir şeyin bu-
laşmasına müsaade etmesi imkânsızdır. Çünkü onun büyüklüğünü, değerini
hisseder. İnsan kendisinin huzurî ilimle güçlülük âleminden olduğunu idrak
edince zaaf ve güçsüzlükten nefret eder. Yani kendi nefsinin büyüklüğünü
hissedince bedenî zaaf, alçaklık ve acizliği içine atmaz. Gıybet etmez, zira -daha
önce okuduğumuz bir hadise uygun olarak- gıybetin, acizlik ve güçsüzlük oldu-
ğunu hisseder. Kıskançlık beslemez, çünkü kıskançlığın acizlik ve güçsüzlük
olduğunu hisseder. Büyüklük taslamaz, çünkü büyüklenmenin nefsin
aşağılığından doğduğunu anlamaktadır, insan aşağılık bir nefse sahip olmadıkça
büyüklenmez:
"Bir kimse nefsinde aşağılık hissetmedikçe dünyada büyüklenmez, zorbalık ve
zulüm etmez."([65])
Kibirli insan gerçek "ben"ini bulamamıştır. Eğer ir\san gerçek "ben"ini
bulursa artık aşağılığı hissetmez, güçlülük ve büyüklüğü hisseder; büyüklenip
zorbalık yapmaz, çünkü bu davranış, ruhuyla uyuşmaz. İnsan niçin ilimden
hoşlanır da cehaletten nefret eder? Çünkü kendi gerçeği, gerçek benliği ilim
âlemindendir, ilmin kendisidir ve cehaletten nefret eder. Niçin "Cömertlik" insan
için, onların deyimiyle bir değer, bizim ifademizle manevî bir hayırdır? Çünkü
cömertlik, rahmet ve mutluluktur ve insan kendisinin rahmet aleminden
olduğunu, rahmet aleminden olmanın gereğinin de mutluluk vermek ve
mutluluğu yaymak olduğunu hisseder. İslam mektebinde tüm ahlakî duyguların,
"ben"ini bulmaktan ve "ben"inin gerçek duygusunu bulmaktan ortaya çıktığı şey
budur. Eğer insan gerçek benliğini bulursa -bunların deyimiyle- ahlakî ve ahlakî
olmayan değerlerin tümünün bir mana ifade ettiğini görecektir. Bundan sonradır
ki insan tüm İslamî haberlerin ahlak babında özel bir felsefeye sahip olduğunu,
ahlakın İslam'da kendini bilme mihveri üzerine kurulduğunu, büyüklük
duygusunun gerçek benlikte olduğunu ve İslamî ahlakın bu temel esas üzerine ku-
rulmuş olduğunu görür. O halde, İslam açısından insanda gerçekten iki "ben"in
var olduğu, fakat insanda birbirinden ayrı ve bağımsız iki "ben"in var olması
şeklinde olmadığı anlaşılmış oldu. O iki "ben", "gerçek ben" ve tufeyli, "zanna
dayalı ben"den, yani gerçekte "ben olmayan" fakat insanın onu "ben" olarak
zannettiği şeyden ibarettir. ("Ben" ve "Ben olmayan"dan ibarettir.) Kendisiyle
savaşılması gereken ve bencilliklerin, kıskançlıkların, büyüklenmelerin,
şehvetlerin ve zulümlerin kendisinden çıktığı o "ben", insanın "gerçek ben"i
değildir. "Gerçek ben", fıtrî İslam'ın verdiği ilhamdır.
"Nefse ve onu şekillendirene, ona isyanını ve itaatim ilham
edene andolsun..."([66])
MATERYALİSTLERİN GÖRÜŞÜ
Başkalarının da -hatta maddecilerin de- bir insanın "ben"inin kendisinin
şahsi kimliğinin "ben"ine özgü kılınmayacağım söylediklerini belirtmiştik.
Aslında insan şahsiyeti öyle bir şeydir ki, hatta maddecilerin en maddecisi bile
insanın şahıs ötesi bir şahsiyete sahip olduğunu söylemektedir. Kaçınılmaz
olarak bunların da düşüncede insanın daha yüce ve daha büyük bir "ben"e
sahip olduğunu belirten bir görüş ileri sürmeleri gerekir. Nihayet, bu daha büyük
olan "ben" nedir? Sorusuna cevap verme konusunda başka sözler peşinde
gitmektedirler.
Bu ekollerden birisi bir söz söylemiştir ki, çok önemli felsefî meselelerle
bağlantılı olduğundan dolayı genel hatlarına ve reddine işaret etmek zorundayım.
Bu ekol insanda iki "ben"in var olduğunu söylemiştir: Biri ferdî (kişisel) "ben",
diğeri külli (bütünsel) "ben"dir. Ferdi "ben", kendini bir fert (kişi) şeklinde
hissettiğindir. Küllî "ben", bütün fertlerde var olan tabiî bütünlüktür, yani "in-
san"dır. Kişinin insan sever olması bu açıdandır. Yani kişinin insan sever olması
kendisinde biri cüz'î ve sınırlı "kişi ben"i ve diğeri bütünsel olan "insan ben"i
şeklinde olan iki "ben"in var olmasından dolayıdır.
Bu söz, çok yanlış bir sözdür. Küllinin (bütünlük)
manasını anlamamışlardır. Çok büyük filozoflar, özellikle İslam’a filozoflar
bütünlük ve tabiî bütünlük gerçeği konusunda çok değerli araştırmalar
yapmışlardır, Ebu Ali'den (îbn-i Sina) tutun da Sadru'l Müteellihîn'e kadar hepsi
bu konu üzerinde konuştukları için bizim mesele üzerinde durmamıza gerek
yoktur. Bunlar şu şekilde düşünmektedirler: insanda şerefli olan ve şerefliliği
hisseden o "ben", tekrar tabiattan çıkmayan başka insanların "ben"idir. Maddî
insanların aynısı. Denilir ki, benim kendimi hissettiğim yer, bu kurtarılması
gereken o murdar, pis "ben"dir. İnsanı hissettiğim yerde yinekendimi
hissediyorum, ama kendimi bütünsel insanın içinde hissediyorum, işte o,
mukaddes "ben"dir. Biz de deriz ki; o bütünsel insan da diğer insanların aynısıdır,
onlardan başka bir şey yoktur, buna ilave olarak, kişi (fert) deki bütünsel (küllî)
insan, fertten başka bir şey değil, ferdin aynısıdır, aslında çok uzun bir hikâyedir.
SARTRE'IN SÖZÜ
Jean Paul Sartre gibi olan bazı kimseler başka bir söz söylemişlerdir. Diyorlar
ki, insanın "ben"i, "beni olmamak" tır. İnsanın bir "gerçek ben"i vardır, birde "ben
olmayan" mecazî bir "ben"i vardır, insanın "gerçek ben"i hiç "ben"e sahip
olmamasıdır. Sizin, insan için farz ettiğiniz her "ben"i, aslında onun için tabiat,
mahiyet ve huy olarak farz ettiğiniz şeydir. Aslında insan huysuz ve mahiyetsiz
bir varlıktır, kendisinin yok edicisi ve mutlak özgür bir varlıktır. İnsan cevheri,
her şeyden, hatta kendine bile sahip olmaktan mutlak özgürdür. Senin "gerçek
ben'in, "kendine sahip olmamak" tır. Sen bir "ben" buluncaya kadar kendi "gerçek
ben"ini kaybetmişsin.
Bu da bağlayıcı olmayan bir sözdür, fakat açıklanması ve aydınlatılması
gerekir, daha sonra inşaallah onun açıklanması ve aydınlatılmasına çalışacağız.
MARKSİST'LERİN GÖRÜŞÜ
Burada belirtilmesi gereken bir görüş de Marksistlerin görüşüdür. Bunların
da insanda iki "ben"in olduğunu teşhis etmekten başka bir çareleri yoktur
sonunda. Çünkü insandaki bu iki temayülü inkâr etmek mümkün değildir.
Bunlar şunu iddia etmektedirler: İnsanda kendisiyle savaşılması gereken,
murdar olan bir "ben", yani "özel ben" vardır. Bir de insandaki "değerli ben",
yani "ortak ben". Bunlar şu görüşü ileri sürmektedirler: insanoğlu üzerinden bazı
devreler geçmiştir. O devrelerde mülkiyet olmamış, işte bundan dolayı da "ben" ve
"biz" diye bir şey kullanılmamıştır. O dönemde insanlar arasında herhangi bir
duvar yoktu, bütün "ben"ler bir tek "ben"di ve o da insanoğlunun "ben"i idi. Bir
ailenin fertleri gibi. Zira bir "ben" onların tümünü şekillendirmektedir ve biz ona
"aile beni" demekteyiz. Bu sınırlı ben: Benim malım, benim elbisem, benim evim,
benim mülkiyet senedim vb. dediğimiz bu "ben", fertler arasına duvar çekmeye
yol açmaktadır. Bütün bu mülkiyetlerle insanoğlu fertleri birbirinden
ayrılmaktadır. Yani, önceden bir denizde toplanmış bir su hükmünde olan bu
fertler, Mevlana'nın deyimiyle, bunların tümü (mülkiyetler sonucunda küçük
sular şeklinde toplanmış) birbirleriyle ittihad (birlik) halindeydiler, elbette
Mevlana'nın maksadı bundan ayrı ve daha yüce bir mana ifade eder:
"Hepimiz bir tek cevher durumunda olduğumuz halde geniş idik. Bütün o
başlarla birlikte başsız ve ayaksız idik.
Güneş gibi bir cevher idik. Tıpkı su gibi saf ve grupsuz idik."
Mevlana bunu irfani gerçekler konusunda söylemektedir. Marksistler ise,
toplumsal bir iş konusunda bunu söylemektedirler. Bunlar şöyle demektedirler:
Başlangıçta insanoğlu ortak bir yaşamı paylaşıyordu, insanoğlunun bütün
fertleri bir denizdeki su gibiydiler. Bu başsız mülkiyet geldi ve bu suyu parça
parça etti, araya duvar çekti ve parçalara ayırdı. İşte buradan "kişisel ben" ortaya
çıktı. Kendisiyle savaşılması gereken o "ben", "kişisel ben" ve "özel ben"dir. Siz
mülkiyetle savaşınız, ahlakın kötüsünü kökünden kazımış olursunuz. Ahlaktaki
tüm kötülüklerin kökü mülkiyettir. Ortaklığı sağlayın, böylece toplumsal bir "ben"
ortaya çıkarmış ve onun arkasında "toplumsal ben"e bağlı olan tüm ahlakî gü-
zellikler elde etmiş olursunuz.
BU GÖRÜŞÜN ELEŞTİRİSİ
Bu da daha çok bir şiire benzeyen bir sözdür. Şimdilik bunun sadece bir
yönünü sizlere açıklayacağım, eğer fırsatımız olursa daha sonra genişçe
açıklayacağız.
Bunlara bir soru soralım: Acaba insan fertleri araşma duvar çeken, yani
"ben"leri birbirinden ayıran o şey, sadece mülkiyete mi özgüdür? Acaba hayattaki
tüm nimetler, servetten doğan nimetlere mi özgüdür? Acaba insanoğlunun
hayatında başka nimetler de var mıdır? Bir arada yaşayan bir ailenin fertlerinin
mülkiyet açısından da birbiriyle ortak bir yanlarının olduğunu farz etsek bile, aca-
ba erkek ve kız kardeşler arasındaki "ben" ve "biz" tamamıyla ortadan kalkıyor
mu? Yoksa "ben" ve "biz"i icad eden başka şeyler mi vardır aralarında? Acaba bir
toplumda, hatta mal ve serveti ortak ve eşit bir şekilde dağıttığını iddia eden
komünizm toplumunda bile -ki böyle yapmamaktadırlar, sözde vardır, fakat
pratikte yapmıyorlar- mesken, makam, şöhret, dostluk ve güç gibi işler de eşit bir
şekilde taksim ediliyor mu? Acaba gerçekten falan çelik fabrikasında çalışan ve
ölmemesi için kendisine sadece bir ekmek veril-ne falan işçi örneğin Brejnev'in
sahip olduğu aynı güce sahip midir? Acaba insanoğlu için güç, esas değil midir?
İnsan serveti güce feda etmektedir. Kadın nasıldır? Acaba kadın konusunda da
ortaklığı sağlayabilmişler midir? Hayır, sağlamak istemişlerdir, fakat böyle bir
şeyin imkânsız olduğunu görmüşlerdir. Acaba o nimet değil midir? Ve buna
benzer başka binlerce nimet. İlave olarak, insanın ahlakî değerleri toplumsal
ortaklıklarla asla şekillenmeyen bir takım değerlerdir. Toplumsal ortaklığın en
son sınırı, herkesin servette birbiriyle eşit olmasıdır. Bunun, bir insanın, örneğin
kendisini savaşlarda diğer insanlar için feda etmesiyle ya da başka insanlara
nispetle gerçek karşısında insaflı olmasıyla ne alakası vardır? Bu konu hakkında da
inşaallah daha sonra bazı açıklamalar yapacağız.
O halde, İslamî açıdan insanın bütün ahlakî duygularının anası, "ben"in
içindeki ve kendi "gerçek ben"indeki büyüklük, şeref, izzet, güç ve yücelik
duygusudur. O da gerçek büyüklük, şeref, izzet, güç ve yüceliktir. Ve insanın
"gerçek ben"i Yüce Allah'ın Kur'an'da açıkladığı; "Ona ruhundan
üfledim" ayetinin ta kendisidir. İslam'ın ahlakı açısından kâmil insanlar, yani
kendilerini başkalarından daha çok tanımış olan insanlar, şeref ve
büyüklüğü kendi zatlarında başkalarından daha çok hissetmişlerdir.
Daha önce de arz ettiğimiz gibi İmam Hüseyin'in kahramanlıklarının tümü
nefsin büyüklük, izzet, şeref ve yüceliği etrafında dönüp dolaşmaktaydı. Onun
iyiliği emir, kötülükten nehyedişi de bu tür duygulardan bir duygudur. Şöyle
buyurmaktadır:
Ey İnsanlar! Gözleriniz görmüyor mu? Yoksa siz iyiliklerin nasıl terk
edildiğini ve uzaklaştığını ve kendileriyle amel edilmediğini görmüyor musunuz?
Kötülüklerin nasıl revaç bulduğunu görmüyor musunuz? Müslüman olan bir
mü'min, şerefli olan bir insan, ölümü her zaman bu tür kötü tablolarla
karşılaşacağı ve hiçbir zaman insanlığın yüce, şerefli tablolarıyla
karşılaşmayacağı bir hayata tercih eder. Mü'min kişi, bu tür (kötü) şartlar
altında Rabb'ıyla yüzleşmeye rağbet eden bir kişi olmalıdır. Yani kesinlikle bu
dünyadan nefret etmeli ve ondan uzaklaşmalıdır. Veya İmamın başka bir
ifadesiyle:
"Mü'min, bu tür şartlarda Allah'a kavuşmaya rağbet etmelidir..." ([67])
Bu, insanda nasıl bir duygudur: Zorba ve zalimlerle yaşamak, gözümün
yanlızca zalimlere karşı kapanmasını isteyen, bunlarla beraber olmamı, onlarla
aynı yolda yürümemi isteyen bir hayat, benim için hayat değil, ölümdür,
sıkıntıdır. Benim için saadet; bu tür şartlar altında kalmaktansa ölmemdir. Bu tür
şartlar altında ölüm benim için saadettir.([68])
Aşura gününde çadırının kapışma gelip durarak çok yüce kız-kardeşine şöyle
hitap ediyor:
"Ey bacım! Süt emen çocuğu yanıma getir de ona veda edeyim. "([69])
Bu küçük çocuğun annesi orada olmasına rağmen, Eba Abdullah, kendisinden
sonra ev halkının başının Zeynep olduğunu göstermek istediği için kız kardeşine
sesleniyor. Zeynep gidip Eba Abdullah'ın süt emen küçücük çocuğunu getiriyor.
Hüseyin bu çocuğun yüzüne bakıyor. Birkaç gündür annesi su içmemiştir.
Bilindiği gibi, kadının, kendisinde bir rahatsızlık olduğu zaman artık, göğüsleri
süt vermez. Burada ise, değil bir rahatsızlık, kaç gün ve gecedir kadının boğazına
bir damla su girmemiştir. Bu durumda Eba Abdullah'ın bu küçücük çocuğunda ise
açlık ve susuzluğun ortaya çıkması kaçınılmazdır. Sevginin merkezi olan Hüseyin,
bu çocuğu öpmek için tutup kucağına alır. Düşman, kendi askerlerinden birine
emrederek, "Ne güzel bir hedef bulduğuna bak, eğer maharetini gösterebilirsen, nişan
al." der. Asker, Neyi nişan alayım?" der. Komutan, çocuğa nişan almasını söyler.
Çocuk, Eba Abdullah'ın ellerinde olduğu bir anda onun bir kuş gibi başının
kesildiğini ve el ve ayaklarını çırpmakta olduğunu görürler. Fakat Hüseyn'in o
feryat ve bağırmayla yaptığı iş, avuçlarını kandan doldurup gökyüzüne doğru
savurarak şöyle söylemesidir:
"Allah 'ın rızası yolundadır ve Allah bunu görmektedir. "
Artık bu, Hüseyn için hazmedilemeyecek bir şey değildir.
Allah'ım gönüllerimizi iman nuruyla aydınlat, bizlere İslamî ahlakın en
yücesiyle yücelik bağışla, bizleri ahlakî rezilliklerden uzak tut. Kişisel, ahlakî ve
toplumsal izzeti bütün Müslümanlara ihsan et. Onları düşmanları üzerine
muzaffer kıl, bu toplumun meşru ihtiyaçlarını karşıla, ölülerimize rahmet ve
ihsanını bağışla.
------------------ [19]- Mevlana, Mesnevi, sh. 345. [20]- Paskal, Avrupa’nın meşhur matematik üstatlarından biridir. Onun çok büyük bir üstat olduğu söylenir [21] - Al-i İmran, 134, (ayet Muttakilerin vasıflarını anlatır.) [22]- İsrailoğullarından bir padişahın ismidir (çev.) [23]- Tevriye: Hakikati gizleme (çev.) [24]- Kurma: Türkçeden Farsçaya geçmiş bir kelimedir. Türkçedeki kavurmanın karşılığıdır. Et ve yağdan ibarettir.
Farsçada baştaki kelimenin "ğayn" mı olduğu "Kaf" mı olduğu ihtilaflıdır. (Çev.) [25]- İranlı bir şair (çev.) [26]- Cemşit'in kısaltılmışı. Şehname'ye göre eski İran’da -Pişdadî'lerin dördüncü hükümdarı. [27]- Müntehe'l Amal, c. 1, sh. 113 [28]- Müstedrek 2/217, el-Lü'lü ve'l Mercan, sh. 38, Bihar, c. 43, sh. 272, çeşitli tabirler [29]- Mefatihu'l Cenan, sihir duası [30]- Mevlana, Mesnevi, c. 3, s. 218 [31]- Nehcu'l Belağa, babul hikem, 229. Hadis, sh. 1192 [32]- Biharu'l Envar, cilt 41,101. bölüm, sh. 14, Hz. Ali'den [33]- Nehcu'l Belağa, 175. Hutbe [34]- Nehcu'l Belağa, Kitab 31, bölüm 46, sh. 929 [35]- Biharu'l Envar, c. 75, sh. 135, bab. 21 [36]- Ehl-i Beyt İmamları, c.4, s.76 [37]- Nehcu'l Belağa, 441. söz [38]- Bu konuşma kitabın sonunda vardır [39]- Nehcu'l Fesaha, s. 64.325. hadis [40]- Nehcu'l Belağa, 390. söz [41]- Nehcul Belağa, 51. Hutbe [42]- Belağatu'l Hüseyn, sh. 141 [43]- Mektul-i Harezmi, c. 2, s. 7,8 ve Tuhefu'l Ukul, sh. 171 [44]- Ensabu'l Eşraf, 188/3 [45]- Nehcu'l Belağa, 453. söz, sh. 1297 [46]- Tuhefu'l Ukûl sh. 316 [47]- Tuhefu'l Ukul, sh. 201,21. hadis [48]- Nehcu'l Belağa, 398. söz [49]- Mefatihu'l Cenan, Ebu Hamza Samali'nin duası [50]- Nehcu'l Belağa, 44. söz [51]- Nehcu'l Belağa, 44. söz [52]- Nehcu'l Bulağa, 297. söz [53]- NehculBelağa,31. mektup, 45. bölüm
[54]- Gerçekten acayip bir şeydir. Bir gerçek bin dört yüz yıl öncesinde söylenmiştir. İnsanoğlunun yaptığı tüm bu
ilmi ve felsefi çalışmalar neticesinde ruhî meseleler konusunda daha yeni o (bin dört yüz yıl önce söylenmiş olan)
gerçeklerin bir kısmına ulaştığını görmekteyiz. Örneğin şimdi bu ölçüye kadar insanda iki çeşit "ben" var olduğunu
kısa bir şekilde teşhis etmişlerdir. Peki, bu iki çeşit "ben "i nasıl tarif etmek gerekir? Bazı tarifler yapmışlardır. Fakat
özet olarak söylenebilir ki bizim asrımız "ben"in peşinde dolaşma durumunda olan bir asırdır. Elbette bu söz
sakıncalıdır. Fakat bugün birazcık revaç bulmuştur. Kendinden habersiz olma, kendinden ayrılma meselesi; bugünkü
felsefede çok açık olan bir meseledir ve onu açıklayan ilk kişi Hegel olmuştur. Hegel'den bu yana bu
mesele açıklanmıştır ve şimdi de çok açıktır. Kur'an, bin dört yüz yıl önce şöyle buyurmuştur: "Kendini unutmak". Yoksa insan kendini, benliğini unutabilir mi?
İnsan, her şeyi, unutabilse de kendini unutamaz. Kendini kaybetmek ölmekle eş değerdedir. Yoksa insan kendini
unutabilir mi?! Fakat Kur'an şöyle buyurmaktadır: Evet, insan kendini unutur. Bu nasıl olur, daha sonra arz
edeceğiz. Her halükarda bugün, şu mesele açıktır ki insan kendini kaybediyor, kendini unutuyor, kendini satıyor, kendini
kendisiyle karıştırıyor. [55]- Ensabu'l Eşraf, 3/171 [56]- İbnu Asakir, 164, Maktul-i Harezmi, 1/223, Menakib, 4/72 [57]- Mattul-i Harezmi, c. 2, s. 33, Luhuf (tercümesi), sh. 120 [58]- Gureru'l Hikem ve dureru'l kelam, ikinci bölüm, s. 124,202. hadis [59]- Nehcu'l Belağa, 441. söz [60]- Tuhefu'I Ukul, s. 512,14. hadis
[61]- Gureru'l Hikem ve Dureru'l kelam, 54. fasıl, 18. hadis [62]- Nehcu'l Belağa, 121. söz [63]- Nehcu'l Belağa, 121. söz [64]- Fi Rihabi Eimmeti Ehli'l Beyt, c. 4, sh. 76. [65]- Nehcu'l Belağa, 441. Söz [66]- Usulü Kafi, 13, sh. 426,17. Hadis [67]- Biharu'l Envar, c. 44, sh. 381 [68]- lbn-i Şehr Aşub'un Menakıb'ı, c. 4, sh. 110 [69]- Luhuf (tercümeli) sh. 117
SEKİZİNCİ OTURUM
KENDİNİ TANIMA
Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla
Hamd, bütün varlıkları yaratan, alemlerin Rabb'ı olan Allah'a mahsustur.
Salât ve Selam, Allah'ın kulu, Resulü, habibi, günahlardan arındırılmış, sırrını
koruyan, risaletini tebliğ eden, efendimiz, peygamberimiz, Ebu'l Kasım
Muhammed'e ve O'nun günahlardan arındırılmış tertemiz ve güzel yakınlarının
üzerine olsun. Lanetlenmiş şeytandan Allah'a sığınırım.
"Kesin inanacak insanlar için yeryüzünde (Allah'ın varlığım ve kudretini
gösteren) nice işaretler vardır. Kendi canlarınız da öyle. Görmüyor
musunuz?" (Zariyat: 20 - 21)
Hem büyük peygamberler aracılığıyla insanoğluna tebliğ edilmiş ve hem
de dünyanın ünlü hikmet ehli (filozoflar) tarafından dile getirilmiş, değerini her
zaman korumuş belki de gitgide değeri daha çok anlaşılmış olan dünyanın
felsefi kaidelerinin en eskisi, "Ey insan! Kendini tanı" cümlesidir. Bizim rivayet
ve hadislerimizde bu ifade defalarca tekrarlanmıştır. Hem Resul-i
Ekrem efendimizden rivayet edilmiş, hem de değişik ifadelerle Emiru'l
Mü'minin Ali'den nakledilmiştir:
"Kendini tanıyan Rabb'ini de tanımıştır..." ([70])
Veya tanımasa da bu kaide vardır. Örneğin İmam Sadık'm Tu-hefu'l Ukul adlı
çok detaylı ve çok hikmetli sözler ihtiva eden eserinde, görünüşte Abdullah b.
Cündeb'in rivayeti olan bir hadisinde şöyle buyurmaktadır:
"Ey insan! Sen kendinin doktoru olarak kabul edilmişsin. (Senin iyileşmenin
işareti kendinle tanışmandır.) ve dertler sana açıklanmış, bu dertlerin devasına da
kılavuz kılınmışsın." ([71])
Amaç bu olduğu içindir ki bu ifade ve bu ifadenin benzeri sözler, beşeriyetin
büyüklerinin sözlerinde çokça anılmıştır. Yaklaşık iki bin beş yüz yıl önce yaşamış
olan Sokrat'ın kendinden sonra bakî kalan çok önemli sözü; "Kendini tanı"
sözüdür. Kendini fanıma meselesinin ne gibi bir önem ve değeri vardır ve hangi
maksatla tavsiye olunmuştur? İki maksat için tavsiye olunmuştur. Maksadın
birisi, Allah'ı tanıyabilmek için kendini tanımaktır. Daha önce asrımızda yaşamış
olan Gandi'den bir cümle nakletmiştim. Şöyle demekteydi:
"Ben Hint Toplumunun en eski dini ve irfanî kitabı olan "Upanişadlar" kitabını
mütalaa ettiğimde üç kaide kavradım. Bu kaideler, hayatımda uyguladığım kurallar oldu.
Biri,-dünyada tanınacak sadece bir şey mevcuttur, O da "ben "in tanınmasıdır, ikincisi;
her kim kedini tanırsa Allah 'ı ve dünyayı tanımıştır." O halde, birkaç binyıl
öncesinden kalma "Upanişadlar"dan da insanoğluna miras kalmış olan en
eski mesele ve öğütlerden birinin "kendini tanıma" olduğunu göstermekteyiz. Ve
bu gün de -özellikle on dokuzuncu ve yirminci asırda- insan, insanı tanıma ve
insanla ilgili ilimler, beşerî ilimlerin en önemlisi ve en değerlisi sayılmıştır.
KENDİNİ TANIMA, ALLAH'I TANIMAYA VE AHLAKA
BAŞLANGIÇTIR
Şimdi, niçin "kendini tam" demişlerdir? Kendini tanımayla nereye
varacaksın? Başka bir ifadeyle "kendini tanıma" neyin başlangıcıdır? Bunu iki
maksat için söylediklerini belirtmiştik. Maksadın biri şudur: Eğer kendini tanırsan,
insanoğlu için ortaya konulmuş olan ve dünyanın var olmasının asıl sırrı olacak en
önemli meseleyi kavrarsın, yani Allah'ı idrak edersin. İkinci; kendini tanı
ki, hayatta ve dünyada ne yapman gerektiğini, nasıl davranman gerektiğini, yani
ahlak ve davranışı bilesin. Eğer kendini tanımazsan davranış ve ahlakının dünyada
nasıl olması gerektiğini, yani nasıl olman gerektiğini bilemezsin. Çünkü ahlak, bir
takım davranışlar olduğundan, "nasıl olmak" ve "nasıl olmalısın" sorusu, "nasıl
davranmalısın" şekline dönüşür. O halde, dünya sırlarının en büyüğünü anlamak
ve insanoğlunun düşüncesinde açık olan en önemli meseleyi, yani Allah'ı idrak
etmek için kendini tanımalısın, insanoğlunun, davranışlarında mübtela olduğu,
"ben nasıl olmalıyım? Nasıl davranmalıyım?" şeklindeki en önemli mesele, yani
ahlak için de kendini tanımalısın. Birinci bölümde; "İnsan kendini tanıyınca nasıl
Allah'ı tanımış olur?" konusu etrafında bir miktar açıklamalarda bulunmak
istiyorum.
Kur'an da "kendini tarama" konusuna ayrı bir yer açmıştır. Şu manadaki
Kur'an'da -ama sadece Kur'an'da- varlık alemi baştanbaşa, Allah'ı tanımak için
bir delil (ayet) ve derstir, yani Kur'an'ın yaklaşımı Allah'ı tanımak için insanın
yalnızca kendini tanıması gerektiği görüşündeki gibi sadece insana mahsus
değildir. Kur'an açısından, yaratılmış her şey, gökteki ve yerdekilerin tümünü
kapsayan tüm varlıklar, alemde var olan her şey, birer ayettir (delildir),yani yüce
Allah'ın varlığının işaret ve nişaneleridir:
"Göklerin ve yerin yaratılışında, gecenin ve gündüzün gidip gelişinde
elbette selim akıl sahipleri için ibret verici deliler vardır." (Al-i İmran: 190)
Bu tür ayetler Kur'an'da çoktur. Fakat Kur'an'ın, alemin tümünü Hakk
Teâlâ’nın kitabı olarak kabul etmesi durumunda bu kitab'ın satırlarından her bir
satır. O'nun müellifinin bilinmesine, ilim ve hikmetine delalet etmektedir, Kur'an
da insanın nefsi için ayrı bir hesap açmıştır. Yani Kur'an açısından bu fasıl, ismi
insan olan yaradılış kitabının fasıllarından insan için, örneğin ağaçların sahip
olduğu şeylerden daha yüce ve daha çok öğretilere sahiptir.
"Yeşil ağaçların yaprağı, akıllılar nazarında her sayfası Allah 'in tanınması için
bir defterdir." beyti doğrudur. Fakat insana her şeyden daha yakın olan insanın
nefs veya "ben"i, "O'ndan başka olmayan öğretilere sahiptir, insan nefsinin
hususiyetlerinden ve insan için olan bu öğretiler nedir? Elbette insan da her
varlıkta olan yapılara sahiptir ve organik, fizyolojik ve bedensel vazifeler
yönünden ağaç yapraklarının yaratıcının bilinmesine delalet ettiği gibi, insanın
parmak veya tırnaklan da delalet eder, belki de insan bedenin kıllarının her biri
kılında ya da insan bedeninin damarlarının her bir damarında bir delil olma
özelliği vardır. Bu yönden insan diğer eşyalara benzemektedir, ama insan
nefsinin hususiyetlerinden olan öğretiler vardır. Nitekim Kur'an'ın da Allah'ı bilme
ve anlama açısından insanın nefsi için ayrı bir yer açmış olduğunu söylemiş-
tik. "Ayrı bir yer" dememizin sebebi şudur; örneğin şöyle buyrulmaktadır:
"Yeryüzünde yakin (kesin bilgi) ehli için ayetler vardır."
İnsanın da yeryüzünde olduğu ve yeryüzünün dışında olmadığı açıktır, fakat
insana yönelik olarak "Kendi nefsinizde" (Zariyat: 20 - 21) şeklinde bir hususiyet
bildirilmiştir. Veya başka bir ayette şöyle buyrulmuştur:
"Biz onlara ufuklarda ve kendi nefislerinde ayetlerimizi göstereceğiz ki O
'nun (Kur 'an) hakk olduğu onlara iyice belli olsun. " (Fussilet: 53)
Ufukların (dıştaki alemin) yeri ayrı bir yer olarak zikredilmektedir. İnsanın
ufukların bir parçası olarak zikredilebilirdi, fakat insanın "ben"i için ayrı bir yer
açılmıştır: "Sizin kendi nefsinizde"
ALLAH'I TANIMA KONUSUNDA İNSAN NEFSİNİN ÖĞRETİLERİ
Bu özel ders ve öğretiler nelerdir? Bu öğretiler oldukça fazladır. Benim, bir
müridim oldukça fazla bir murakabeden sonra -ki kalbinin kulağı ve gönlünün
gözü açılıyor ve iç dünyasıyla öte alemi müşahede ediyor- ibadet esnasında
meleklerin kendisiyle sohbet ettiği İmran kızı Meryem'in makamına ulaşacağı, ya
da Zekeriya (A.S.) gibi olacağı ve ister peygamberlerden olsun, ister pey-
gamberlerin dışındakilerden olsun bunların makamına ulaşacak irfanı öğretilerle
bir işim yoktur. Çünkü bu öğretiler, seyrü sülük edip murakabe yapmış ve
perdeleri kaldırmış kimselere özgüdür. Bunları eğer biz söylersek "biz böyle
değiliz" diyeceksiniz, onlar özel bir gruptur. Hayır, biz herkeste bulunan
meseleleri söylemekteyiz.
TABİAT ALEMİ DEVAMLI BİR AKIM VE BİR TEK HAREKETTİR
Bilim, günden güne tabiat aleminin devamlı hareket eden bir cereyan olduğu
konusunu daha çok kesinleştirmektedir. Yani, bu alemde hiçbir şey iki anda aynı
şekilde bulunmaz. Bunun safsata olduğunu söyleyebilirsiniz. "Biz dün bu mescide
gelip gördük, bu akşam görmekte olduklarımızın aynısıydı. Ne gibi değişiklikler
olmuş?" diyerek bunun safsata olduğunu söyleyebilirsiniz. Bunun cevabı çok
açıktır. Şayet bütün değişiklikler duyu organlarıyla hissedilen değişiklikler
olsaydı, mesele yoktu. Fakat duyu organlarımız, alemdeki değişiklikleri belirli
bir dereceye kadar algılar. Göz, kulak ya da dokumuz sadece iki sınır
arasındakilerini algılayabilir, daha aşağıyı da algılayamaz, daha yukarıyı da
algılayamaz. Örneğin birisi bize, "Şu anda bu fezada bir ses mevcuttur-" dese, biz
kabul eder miyiz? "Bu sözler de ne?! Sen açık olan bir şeyin tersini söylüyorsun, benim
de kulağım var, hiçbir ses duymuyorum" diyeceğiz. Hayır, biz insanların kulakları
fezada dolaşan dalgalar arasında belirli bazı dalgalan algılar. Şöyle denilmektedir:
Eğer bir dalganın titreme oranı saniyede on altı binden daha az olursa kulağımız
onu algılayamaz. (O dalgayı almayan bir radyo gibi, o dalga mevcuttur, fakat biz
algılayamıyoruz, bir başka hayvan bunu duyabilir.) Ve şayet otuz iki binden daha
yüksek olursa sağır edici bir ses haline gelebilir, ama biz kesinlikle işitmeyiz, ama
bir hayvan o sesi duyar. Farenin, saniyede dört yüz bin titreşimli ses dalgalarını
işittiği söylenmektedir. Aynı şekilde gözümüz, alemdeki hareketleri belirli bir
dereceye kadar algılar. Yine, çok basit yer hareketlerim göz önüne alalım. İnsanın
gözü cisimlerin hareketini belirli bir hıza kadar, örneğin saniyede on milimetrede
bir algılar, fakat eğer hareket bundan daha yavaş olursa, o yine harekettir ama
insanın gözü onu algılayamaz. Örneğin saatin saniye göstergesinin
hareketini insanın gözü algılar, her saatte bir devir yapan yelkovanın hareketini de
eğer çok dakik olursa bazı gözler algılayabilir. Fakat saati gösteren akrep, siz bir
saat de baksanız, hareket edip etmediği konusunda bir zerre dahi hissedemezsiniz.
Fakat şu kadarını bilirsiniz ki bir saat önce örneğin yedi rakamı üzerindeydi ve
şimdi sekiz rakamı üzerindedir. Yavaş yavaş hareket etmiştir. Sizin gözünüzde
sakindir, yani gözünüz onun hareketini görmez, fakat aklınız size "bu hareket
ediyor. Çünkü bir saat önce yedi rakamı üzerindeydi şimdi ise sekiz rakamı
üzerindedir." der. Bu hareketin, gözünüzü yanılttığı ve bir anda sekiz rakamının
üzerine uçtuğu şeklinde olmadığını biliyorsunuz.
Alem bir cereyan üzerinde daimdir. Cevheriyye hareketini ispat eden zat ve
diğer hareketleri ispat eden kimseler, bizim ve sizin durgun bir şey şeklinde
gördüklerimizin tıpkı hızlı bir hareket halinde olan, fakat biz uzaktan baktığımız
için durgun olduğunu zannettiğimiz bir nehrin suyu gibi olduğunu ispat
etmişlerdir. Bir şeyin hareket halinde olmasının manası, o şeyin her miktarının za-
mandan bir an olmasıdır, sonraki anda değildir. Hareketin parçalan birbirinden
gizlidir. Fakat aynı zamanda alemin bütün bu hareketleri müşahhas bir intizam
içindedir.
ACABA "BEN" DEĞİŞİR Mİ?
Şimdi kendi bedenimiz üzerinde duralım. Bizim bedenimiz de devamlı bir
cereyandır, atoma ve atomu oluşturan zerrelere varıncaya kadar hücrelerden
oluşmuştur, vücut hücrelerinden bazıları her zaman ölür ve o hücrelerin yerine
yeni hücreler gelir. Ölmeyenlerin bedenleri de her zaman değişim içindedir.
Yani dikkatli bir bakışla hatta bir saat önceki vücut ile şimdiki vücut arasında fark
vardır. Eskiler, bedenin yedi senede bir defa değiştiğini söylemekteydiler. Fakat
dikkatlice bakıldığında bir saat önceki vücut bile şu saatteki vücut birbirinin aynısı
değildir, bir yıl önceki vücuda bile gitmeye gerek yok. Örneğin seksen yaşındaki
bir insanda seksen yıl önceki vücut şimdiye kadar her geçen an değişmiştir. Eğer
(bunu söyleyen eskilere) çok dostça yaklaşırsak en az bir kaç defa değişmiştir
demeliyiz. Fakat "ben" nasıldır? Acaba "ben" değişmiş midir? Eğer yaşım elli ise
acaba gerçekten bugünkü "ben" elli yıl önceki "ben"in aynısı mıdır? Veya benim
düşündüğüm gibi ben o "ben"im, o "ben" gitmiş yerine başka bir "ben" mi
gelmiştir? Bunun cevabı şudur: Tabiat olan vücut her zaman değişim içindedir,
fakat "ben", tekâmül ve fazlalık meydana getirir, ama değişmez ve bozulmaz bir
"ben" onun yerine gelmez.
BEHMENYAR VE İBN-İ SİNA'NIN HİKÂYESİ
Bu hikâye herkes tarafından bilinmektedir: Ebu Ali Sina'nın, Azerbaycanlı
Behmenyar adında değerli bir talebesi vardı. O ilk zamanlarında Zerdüştî idi
(Zerdüşt sülalesindendi), fakat daha sonra Müslüman oldu. İbn-i Sina'nın bu
talebeyi keşfettiği söylenir; Bir gün İbn-i Sina bir fırıncıda oturuyordu. Küçük bir
çocuk olan Behmenyar geldi ve fırıncıya, "ateş tutuşturmak için biraz
ateşe ihtiyacım var. Bana bir kor ateş ver evimize götürmek
istiyorum." dedi.Fırıncı, "bu şekilde ateş götürülmez, git de ateşi koyacak bir tabak
getir." dedi. Bu çocuk aniden avucunu külle doldurarak, "ateşi bu külün üstüne
koy" dedi. İbn-i Sina bu çocuğun çok zeki olduğunu keşfetti. Anne ve babasının
yanına gitti ve "bu çocuğun böyle ortalıkta dolaşması yazıktır, onu benim yanıma
verin, gelecekte faziletli birisi olacak. " dedi.
Behmenyar, Ibn-i Sina'nın düşüncelerinin çoğunun kendisinden öğrenildiği
bir talebedir. Kendisi de "et-Tahsil" adında bir kitap yazmıştır. Bu kitabı herhalde
ilk defa ben bastım (İran'da ilk kez biz bastık). Büyük bir kitaptır. Onun, üstadı
Ibn-i Sina ile bir konuşması vardır. Behmenyar, her şeyin değişim halinde
olduğu, insanın sadece vücudunun değil, ruhunun da değişim halinde olduğu
inanandaydı. Bir andaki vücudun, daha sonraki bir anın vücudundan başka
olması gibi, şu andaki "ben"in de daha sonraki "ben"den başka olduğunu
söylüyordu. Bir gün üstadı İbn-i Sina ile bu konu üzerinde konuşuyordu. İbn-i
Sina; "böyle değildir. Vücut değişir, fakat "ben" değişmez, "ben" sabittir." diyordu.
O ise bunda ısrar ediyordu. Soru sorduğu bir defasında İbn-i Sina sustu ve cevap
vermedi. "Niye cevap vermiyorsun?" dedi. İbn-i Sina şöyle dedi: "Senin o anda
kendisine soru sorduğun İbn-i Sina, sonraki anda değildir. Önceki anda o soru soran
kimse de sonraki anda değildir. Sen, soru sorduğun her anda bir kişisin ve bir
muhatapla konuşuyorsun, sonraki anda sen başka bir kişisin ve o da kesinlikle yoktur. O
halde ne sen sonraki andasın ki cevap alasın ne de ben sonraki andayım ki cevap
vereyim." İşte burada Behmenyar artık sustu.
SABİT BİR HAKİKAT OLARAK "BENİ TANIMA, ALLAH'I TANIMAYA
GİRİŞ
Eğer insan kendi, gerçek "ben"ini bir şahıs ve gerçek bir vahdet şeklinde tanırsa,
(söylemekte oldukları şu boş söz şeklinde değil: "ben" birbiri peşi sıra olan bir
takım tasavvurlardır. Ben, bir şey olduğumu zannediyorum. Ben milyonlarca
şeyim. Kesinlikle şu saatteki "ben" o saatteki "ben"den başkadır. "Ben", tıpkı hep
açılan bir ip topağı gibi birbiri peşi sıra gelen bir tasavvurlar topluluğudur, ip
topağından başka bir şey değildir. İp topağı hep açılmasına rağmen yine topaktır,
insan, bu tasavvurlar topluluğudur." Böyle bir sözü söyleyen bir kimse "kendi"ni
tanımamıştır.) Eğer insan "kendi"ni tanırsa onu bu akan tabiatta sabit bir gerçek
şeklinde görür, devamlı cereyan eden alemin de, birliği korunmuş bir gerçek oldu-
ğunu görür. Güneş, ay, yıldızlar ve yere, eğer kendi yapılan içinde onlara bakarsak
devamlı değişim halinde olduklarını görürüz. Fakat bir gerçek vardır, o da alemin
koruyucusu olan gerçektir. Tıpkı "ben"in vücudun koruyucusu olduğu, vücudun
kendi birliğini onun için korumuş olduğu ve vücudun şahsiyetinin insan ruhunun
gerçek şahsiyetiyle olduğu gibi alemin şahsiyeti de o değişiklik kabul ermeyen
tabiat ötesi gerçektir. Celaleddin-i Rumî şöyle demektedir:
Yaratıkları tıpkı su gibi saf ve duru bil
Onun içinde Zülcelal'in sıfatı parlar
Bu kanalın suyu birkaç kez hepten değişti
Ayın resmi ve yıldızın resmi ise hep yerinde kaldı.
ALLAH'I TANIMAK İÇİN BİR AYETTİR
İnsan nefsinin Allah'ı tanımayan bir delil olduğu konusundaki başka bir yön
de insanın manevî temayülleri meselesidir. "Nefsini tanıyana Rabbi’ni
tanır." William James'in çok değerli sözünü daha önce sizler için naklettim.
Elbette bu söz başkalarının da söylemiş oldukları bir sözdür, fakat O, çok güzel
bir ifadeyle söylemiştir. James, tecrübeli bir psikolog ve psikoloji -özellikle
din psikolojisini- tecrübelik ve sınama merhalesine sokmuştur. Bu adam yaklaşık
kırk yıl dine dayalı ruhsal tecelliyatlar üzerine ruhlar sınamıştır, yani ruhlan dini
açıdan muayene ve araştırma konusu etmiş, bunları da delillendirme ve
kıyaslama şeklinde değil, aksine tecrübe ve denemeye dayalı bir şekilde
araştırmıştır. Dünyanın bu büyük psikologunun kırk yıl zarfında manevî
temayüller açısından insan ruhunda elde ettiği tecrübenin sonucu şudur. "insan
vücudunda tabiat ve madde ile birlikte var olan birtakım temayüller olduğu, bunların
insanı tabiata bağladığı ve insanın bağlılık ve irtibatının temelinin tabiatla olduğu gibi,
maddi hesaplarla şekillenmeyen, aksine insanın tabiata bağlılığına bağlı olan hesapların
tersine bir takımbaşka temayüller de insanda mevcuttur, zira insanın tabiata
bağlılığı, insanın tabiattan ve kendi varlığının dışından pay alması ve faydalanması
içindir. Fakat bu temayüller bu sözlerle sınırlı kalmaz (şekillenmez), insan bu alemde
kendi varlığının maddî ve tabiî yönüyle sınırlı olmayan birtakım isteklere
sahiptir." Devamlı şöyle söylemektedir: "Bunlar başka bir alemin var olduğuna ve
bu duyguların bizi başka bir aleme bağladığına delildir." Manevi ve ilahi ilhamlar,
Allah 'ı aramalar, iyiliği, hayrı ve maneviyatı aramalar her zaman insanoğlunda var
olmuştur. Bu eğilimle savaşmak veya onun yerine başka bir şeyi geçirmek kabil değildir.
Bu oturumun son gecesi olan yarın akşam inşaallah "Asrımızdaki manevi ve ahlaki
boşluklar" konusunda sizlere bir konuşma yapmayı düşünüyorum. Zira dünyadaki
bu materyalist dalgalanmaların oluşturduğu ve insanoğlunun fıtratıyla yapılan bu
savaşların oluşturduğu o çok büyük manevi ve ahlakî boşluklar, bugün insanoğlu
için kim bilir ne zorluklar meydana getirmiştir?
O halde başka bir yol, "Nefsini tanıyan Rabbi’ni tanır" olduğu için işte bu
eğilimler, insanın manevi bağlılıkları ve istekleridir.
MATERYALİZME BAĞLI TAASSUP
Dünyada ortaya çıkan ve kendi peşindeki insanoğlu için musibetler doğuran
bu Marksizm akımı, daha çok batı dünyasında, cahillikler, eşitsizlikler ve
kiliselerin zorbalıkları nedeniyle doğmuş çok şiddetli bir tepkidir. Şimdi biz,
kiliselerin cezalan üzerinde birazcık durmak istiyoruz. "Materyalizme Temayülün
Sebepleri" adlı kitapta bir dereceye kadar bu konu açıklanmıştır. Kiliselerin
cahillik ve bilgisizlikleri, Allah, kıyamet ve ruh hakkındaki yanlış açıklamaları,
eşitsizlik ve idamları, inançları kontrol edişi, özgürlük ve demokrasiye karşı
çıkışı, dünyayı şu duruma getirdii Ben, ya ilmi kabul etmeliyim ya da Allah'ı
(çünkü kilise, ilim ve Allah arasına zıtlıklar koymuştu), ya Allah'ı kabul
etmeliyim ya da iyi ve müreffeh bir hayatı, ya Allah'ı kabul etmeliyim ya da
özgürlüğü, ya Allah'ı kabul etmeliyim ya da demokrasiyi. Açıktır ki Allah'ı bir
tarafa ve insanoğlunun diğer yüzlerce fıtrî isteğini öbür tarafa koydukları zaman,
elbette bir grubun Allah'ın tarafını tutması mümkündür, fakat kesinlikle halkın
çoğunluğu diğer tarafı tutacaktır. Herhalde materyalizm akımı değişik
sebeplerden dolayı batı dünyasını sardı ve batı dünyasından da az-çok doğu
dünyasına yayıldı. Ve doğu dünyası, batı dünyasının içinde bulunduğu şartların
bizim içinde bulunduğumuz şartlardan ayrı olduğunu düşünmediler. Yavaş
yavaş materyalizmin faydalı olduğu taassubu, kilisenin dine karşı takındığı
taassuba benzer bir şekil aldı. Yani kilisenin var olan her zorluğa mantıksız ve
delilsiz bir şekilde dini öngörmek istediği şekilde, bunlar da var olan her zorluğa
materyalizmi öngörmek istemekteydiler. Materyalizmin ellerinden alınacağından
korkuyorlardı. Materyalizm ellerinden çıkmaya dursun -kendi ifadeleriyle-
hemen orta çağa döneceklerdi. Şöyle demekteydiler: "Eğer materyalizm elimizden
alınırsa bu, bizim ortaçağa dönmemiz demektir." Tabiattan ve insan nefsinden
insanoğlu için Allah'a doğru gitmek için açık olan tüm bu yollan zorla da olsa ka-
patmaya, tevil etmeye çalışmalarının, bu yolların inandırıcı olmadığını
göstermeye çalışmalarının sebebi budur. Onlara göre bu yolların tümü manevî
temayüllerin yoludur.
MORRİS MATTERLÎNG'İN SÖZÜ
Şimdi sizlere iki örnek vereceğim:
Morris Matterling'in epeyce kitabı var. Bir kitabı balansı üzerine, bir başka
kitabı da böcek üzerine yazılmış, galiba bütün kitapları İran'da tercüme edilmiş.
Çünkü güçlü bir yazardır. Bu şahıs İran’da büyük bir filozof olarak anılır ve ün
kazanmıştır. Avrupa dünyasında edebiyat ve felsefeyi birbiriyle karıştırmıştır.
Edebiyat ve felsefenin birbirine karışması, zevkler ve düşünceler esası üzerinde
kurulu olan, yani insanın fikirlerinden çok zevkleriyle bağlantılı olan edebiyatı
zenginleştirip, felsefeyi fakirleştirdiğin-den dolayı bu karıştırma, Avrupa
edebiyatını zenginleştirmiş ve Avrupa felsefesini fakirleştirmiştir. Bu adamın
sahip olduğu şey, güçlü bir yazar olmasıdır. Ben defalarca söylemişimdir, eğer
bizim İranlı Muhammed Mes'ud Avrupa'da olsaydı kesinlikle çok ünlü bir filozof
olarak anılırdı, çünkü o kendi başına bir yazardı ve "Matterling" gibi edebiyat ve
felsefeyi birlikte dokuyabilirdi. Fakat İran'da bunlar hiçbir zaman bir filozof
olarak tanınmadılar ve tanınamayacaklardır da.
Balansının yaşamı çok hayret verici ve maddi açıdan
değerlendirilemeyecek bir yaşamdır. Bu hayvan, bu şaşırtıcı maharet ve bilgilere
nasıl sahip olmuştur? Bu konunun yorumlandığı hiç olmamıştır. Kur'an da
açıkça şöyle buyurmaktadır.
"Rabb 'in bal arısına vahyetmiştir." (Nahl: 68)
Bu, bir çeşit gaybî ilhamdır. Bu hayvanın içinde, Kur'an, hem balansı
konusunda hem de kannca hakkında şaşırtıcı açıklamalarda bulunmuştur. Bu iki
haşere bugün tanınmışlardır ve fevkalade bir hayrette tanınmışlardır. Karınca
hakkında bundan daha yüksek açıklamalar yapılmıştır. Zira, Süleyman (A.S.)
karıncaların vadisine vardığı zaman bir karınca şunları söyledi: (Aslında
karıncanın bal arısından daha yüksek bir anlayış ve idraka sahip olduğu, hatta
kancalar arasında konuşma, haber verme, uyarma ve söz alışverişi olduğu
anlaşılmıştır. Bu konu elli yıldır daha yeni keşfedilmiştir):
"Karıncalar vadisine geldikleri zaman bir karınca: Ey karıncalar, dedi,
yuvalarınıza girin Süleyman ve orduları farkında olmayarak
sizi ezmesinler" (Neml: 18)
Fakat yüce Allah'ın kendisine kuşların ve bunların dışındaki şeylerin dilini
bilme özelliğini verdiği Süleyman (A.S.)bunu anlıyor ve o karınca ile konuşuyor.
Bugünkü ilim ispat etmiştir ki karıncalar, başlarının üzerindeki tellerle dalgaları
gönderiyorlar ve dalgalar aracılığıyla gönderilen bu haberi alıyorlar, bu yoldan
da kendi içlerindeki mesajı birbirlerine iletiyorlar. Kur'an bu konuyu, bu hayvanın
hiçbir okul görmediği ve hiçbir ders okumadığı halde bunları bildiğini
açıklamaktadır. Binlerce defa araştırılmıştır, bunlar arasında bir eğitim-öğretim
yoktur ve örneğin batanlarının mühendis olanları kendi talebelerini yetiştirmek
için bir fen fakültesi kurmamışlardır, belki de mühendis olan yavrular
mühendis olarak doğmaktadırlar. Kur'an, bunu çok olgun bir serahetle açık-
lamaktadır:
"Rabbin bal arısına vahyetti." (Nahl: 68)
Vahiy, ilahî bir ilhamdır. "İlahi vahiyden başka bir şey de olabilir" şeklinde
bu konuya ayn bir cevap verebilecek kimse çıkmamıştır insanoğlu içinde.
Morris Matterling, bunların tümünü söylüyor, fakat bu bilgilerin nereden
geldiği konusundaki şaşırtıcı yere gelince, "bu bilgileri ona arı kovanı
vahyediyor." demektedir. Allah için düşünün de bu sözlerin ne kadar ahmakça
sözler olduğunu görün! An kovanının içinde bu bal arılarından başka bir şey
yoktur. Eğer bu halanlarını alacak olursak kovan cansız bir yığından başka bir şey
olmaz. Kovan'ın ruhu da ne demek?! Kovanın ruhunun bunlara ilham ettiğin
söylüyor. Peki, kovanın ruhunu nereden anladı? Mademki an kovanının ruhu
arıların ruhundan daha yüksek değildir, niçin bunu söylüyor? Allah meselesi
ortaya gelmesin ve kendisine şöyle denilmesin için söylüyor; "Morris Matterling
beyi O halde alemde kesinlikle bir ilah vardır. Tıpkı A örneği gibidir. Yani en
başta A, onun peşinde B, onun peşinde C, onun peşinde D ve onun da peşinde E
gelir, böylece binlerce sorumluluk ve artık sen Morris bey kendi istediğin
şekilde hareket edemezsin, gönlün nasıl yaşamak istiyorsa o şekilde özgür
yaşayamazsın."
ZEKİ ÇOCUK VE OKUL HİKÂYESİ
Anlatılır ki çok zeki bir çocuğu okula gönderdiler.
Öğretmen ona, "Yavrucuğum A de" dedi. Çocuk konuşmadı. Öğretmen, "bu çok
basit bir şey A de" diye tekrarladı. Çocuk yine söylemedi. Öğretmen her ne kadar
söyle dediyse de, o söylemedi. Başkaları geldi, annesi ve babası
gelerek, "Yavrucuğum! Çok zeki bir çocuk olan sen, çok rahat bir şekilde A dersin.
Haydi, A de" diye söyledilerse de çocuk yine söylemedi. İşin sonunda, "niye
söylemiyorsun?" diye sordular. Çocuk şöyle cevap verdi: "A demekle iş bitmiyor, A
dedikten sonra bana, 'B de' diyecekler, B'yi der demez hemen 'C de' diyecekler, C'yi de
söylesem bu sefer, 'D de' diyecekler. Bundan dolayı başta A demiyorum ki sonucundan
rahat olayım, şayet A diyecek olursam, artık buradan oraya gidinceye kadar benim,
gençlik yıllarımın okulda harcanması gerekeceği demektir."
Şimdi bu beyefendi de Allah düşüncesinin ortaya gelip konuşulmasından
kaçtığı için "bal arısına vahiy eden kovanın ruhudur" demektedir.
TÖVBE
İnsanın manevi temayülleri hiçbir maddi hesapla şekillenemez. Daha önce
açıkladığımız bu temayüller kişi açısından ziyan ve zarar üzerine kurulmuştur:
Kendi canını topluma feda etmek, "haklı olan odur, ben değilim" şeklinde
başkalarının çıkan için insaflı olmak, adil olmak, başkalarının hakkına tecavüz
etmemek, kendi aleyhinde kıyam etmek ve dinde ismi "tövbe" olan kendi
aleyhindeki isyanı kendi aleyhine kızıştırmak... Bir zamanlar bu konudaki
Kur'an ayetlerini bir araya toplamıştım. Kur'an mantığının şu mantıkla aynı
olduğunu gördüm: Kendi aleyhine inkılâp ve isyan gerçekleştirmektedir, bir
inkılâpta var olan bütün özellikleri, kapsayan kendine karşı, kendini sorgular,
kendini cezalandırır. Ali (as) ne güzel buyurmuş: Birisi huzuruna geldi ve şöyle
dedi; "Estağfurallah rabbi ve etubû ileyh". Adam " tövbe" yi yani istiğfar kelimesini
diline almak istedi. Ali (as) ona çıkıştı ve şöyle buyurdu: "Git karşımdan, kaybol.
Annen senin yasını tutsun, git de öl. Sen gerçekten istiğfarın ne olduğunu biliyor
musun? Muhakkak istiğfarın çok yüksek dereceleri vardır." ([72])
Hazret daha sonra
istiğfarı açıkladı: Geçmişteki siyah ve karanlık işlerden kâmil bir pişmanlık,
geçmişteki günahlara bir daha dönmemek için kesin kararlılık, ölmüş, ortadan
kaldırılmış olan insan haklarını edası. Daha sonra insanın kendine karşı yapacağı
inkılâp ve isyanı ve kendini cezalandırma manasını kapsayan iki cümle söyledi:
Artık, bu vücudunda günahlardan örülmüş bu mübarek(!) etleri eritip yok
etmelisin. Haramlarla yoğrulmuş bu etler, cambazlık ve sihirbazlık meclislerinde
bitmiş etler, başıboşlukla ikiz doğmuş bu etler, bunların tümünü atman ve yok
etmen gerekir, yeni bir et yeşermeli. Artık bundan böyle tıpkı günahlardan aldığın
lezzet gibi bu bedeninin kesin itaatinden da İzzet almalısın. İşte
bu, "Tövbe" olur. Dünyanın tüm tövbe edenleri böyle olmuşlardır, her zaman
böyleleri de olacaktır.
Merhum Hacı Mirza Cevat Ağa Melikî Tebrizî, zamanımızdaki marifet
ehlinin büyüklerindendi. Merhum elli iki yıl önce dünyamızdan göçmüştür,
mezarı Kum'dadır. Kum'a her gidişimde bu büyük zatın kabrini ziyaret etmeği
arzu ediyorum. Yazılarının birinde mana ehlinin büyüklerinden olan değerli
üstat merhum Molla Hüseyinkuli Hemedani şöyle yazmaktadır: Bir
bey, merhumun huzuruna geldi ve merhum ona tövbeyi verdi. Kırk sekiz saat
sonra geldiğinde biz onu tanıyamadık, yüz ve kıyafet olarak öyle değişmişti ki biz
bu adamın kırk sekiz saat önceki adam olduğuna inanamadık.
Ben bunu insanoğlunun özellikleri açısından söz konusu ediyorum. Yolu
tövbe yolu olan molla Hüseyinkuli Hemedani'nin dergâhında tövbe eden bu beyin
bu değişikliği, bir anda diğer tarafa dönmesi ve kendi aleyhinde isyan ve kıyama
başlayıp inkılâp yapmasıdır, bu değişiklik nasıl anlatılır? Kim, "kim"e karşı isyan,
kıyam ve inkılap yapıyor? İnsanoğlu için ders ve ibret olan bunlardır, büyük bir
ibret.
"Eğer insan nefsini tanırsa Rabbini tanımış olur".
Bu güçlü temayüller nereden ortaya çıkıyor? Kök ve kaynağı nerededir? Bir
tanesi tövbe olan ahlakî temayüller babında başka temayüller de vardır. Zira
bunlar bir kişinin menfaatiyle asla uyuşmaz ve ismi sadece topluma ve
insanoğluna hizmettir. Örneğin, toplumun baki kalması için kendini yok etme,
toplumun refahı için kendini mahrum bırakma, toplumun huzura kavuşması
için kendini sıkıntıya atma gibi. Bunların hiçbiri maddî hesaplarla şekillenmez.
ACABA AHLAKÎ TEMAYÜLLER! İLHAM EDEN TOPLUMUN RUHU
MUDUR?
Şimdi, bu temayülleri açıklamak istedikleri zaman ne söylemektedirler?
Kimileri,"vahyeden, toplumun ruhudur, toplumun ruhu -bu işi yap- şeklinde insana
ilham etmektedir" demektedir. "Toplumun ruhu ilham eder." İfadesinin manası
şudur: Toplumun ruhukandırıyor, kandırmaktan başka da bir anlamı yoktur.
Tıpkı balansı konusunda "bal arısına vahiy gönderen ve ona bu karmaşık
işleri yaptıran arı kovanının ruhudur" diyen şahsın söylediğine benzemektedir.
Manevi temayüller konusunda at koşturamayan bu bey, "vahyi göndermekte olan,
toplumun ruhudur" demektedir. Toplum nedir? Toplum, fertlerin özel bir bağla
bir arada bulunması demektir. Fertlerden bağımsız bir varlığa sahip olmayan
toplumun itibarî varlığı, ruhu bulunmayan itibarî bir varlığı söz konusudur.
Ruha sahip olduğunu farz edelim, toplumun ruhu bunu nereden aldı da ilham
etti? Diğer bir ifadeyle ne zaman kendine toplumun ruhunu ilham etti?
İlahiyatçıların söylemiş oldukları, "insanoğluna ilham eden Yüce
Allah'tır" sözünden dolayı şöyle demektedirler: Hiçbir ameli karşılıksız
bırakmayan adaletli olan Allah'ın "Güzel iş yapanlara daha güzel karşılık ve
fazlası var." (Yunus: 26) ayeti gereğince, Allah'ın insanoğluna böyle bir işi
söylemesi, yani, "Ey insanoğlu! Sen kendi saadetini, kendi varlığını bir hiç ve boş için
feda et" demesi imkânsızdır. Aksine bunun arkasında mükâfat vardır. Vahyi
gönderen o gerçek, yani Allah açısından bu iş hikmetli bir iştir ve mükâfatsız
değildir. Fakat "herhangi bir gaib yoktur" dediğinizi zaman, "başkalarını
kurtarmak için kendini ateşe at" diyerek insanoğluna bedbahtlık ilham eden
toplumun ruhu olduğunu söylemiş oluyoruz. Kendini ateşe attıktan sonra gider
de gidersin ve iş biter. İşte bu, toplumun ruhunun kandırmasıdır.
MATERYALİST DÜŞÜNCELERİN KAYNAKLANDIĞI YER
Daha önce de arz ettiğimiz gibi korkulan şundandır: Sakın materyalizm
ortadan kalkmasın, böylece Allah ve din gelip de bu görüşlerin açıklamasını
gerektirmesin. Kimileri şöyle demektedir: Eğer Allah ve din gelirse o zaman sahip
olmak istediğim davranış özgürlüğü ne olacak? Bir grup da şöyle demektedir:
Sakın ortaçağ dönemi dönmesin. Eğer materyalizm demezsek, bunun manası,
ortaçağın geri dönmesini kabul ediyoruz demektir... Aslında bu söz yine de
Avrupalılar için çok şaşılacak bir şey değildir, bizim halkımız için şaşılacak bir
şeydir. Şaşılacak şey şudur ki, bizim halkımız da bazen ortaçağdan söz etmektedir.
İran da ortaçağı konuşmaktadırlar! Ortaçağ Avrupa’ya aittir. Avrupa için ortaçağ,
çöküş dönemi demektir. Onlar için ortaçağ olan o dönem, senin için yükselme,
medeniyet ve kültür dönemidir ve senin iftiharındır. Bin yıl öncesi, yani Ebu
Reyhan Birunî, Ebu Ali bin Sina, Farabi, İbn-i Rüşd, İbn-i Heysem ve
benzerlerinin dönemi insanlığın kültür ve medeniyetinin en parlak dönemlerinden
biridir ki bu da senin malındır. Sen ne diye onun tarihini kendine bağlıyorsun?!
Onlar "biz ortaçağın geri dönmesini istemiyoruz!" demektedirler, senin için eğer
ortaçağ geri dönerse sonsuz bir iftihardır. Bugünde eğer dünyada bir Ebu Ali Sina
var olsa hemen heykelini dikerler, eğer Ebu Reyhan Birunî var olsa ayağını
öperler, onlar; "Ortaçağ" diyorlar, bizler de; "evet ortaçağ" diyoruz.
Onlar "Ortaçağ dönmesin" diyorlar, bizler de; "Ortaçağ dönmesin" diyoruz.
Onların ortaçağı vardır fakat bizim kesinlikle ortaçağımız yoktur. Elbette bizim
de çöküş dönemimiz vardır, fakat bizim çökme dönemimiz onların ortaçağına
yakın değildir. Bizim için onların ortaçağı kendimizin yeni çağımızdır, yani bu son
beş-altı asır, onların ortaçağ demiş oldukları dönem değil. Onların ortaçağ dönemi
bizim medeniyet, yükselme ve kültür dönemimizdir, bizim iftihar dönemimizdir.
Özet olarak, Allah ve dine dönüş korkusundan kendisinden kaçtıkları
mesele "ben" meselesidir. Bize verilen süre geçtiği için birkaç cümleyle
özetleyelim. Bu mesele de bugün aydınlanmıştır. "Ben" hakkında verdiğimiz
açıklamalar Kur'an'dadır. İslam alimlerinden birinin sözü değildir ki "belki bugün
başkalarından ezberlemiş olabilir" diyelim. Hayır, bin dört yüz yıl öncesinden
beri Kur'an'dadır. Bugün daha yeni olarak bu meseleye vakıf olabilmişlerdir.
Eğer "birisi bir başkasından almıştır dememiz bir kural ise, "bunlar Kur'an'dan
almıştır." dememiz gerekir. Bunlardan almış olması mümkün olmayan, bin dört
yüz yıl önceki Kur'an'dır. O mesele, insanın kendini kaybetmesidir. İnsanın
kendini unutması ve kendinden başkasını kendisi sanması meselesidir. Ve ahlak,
insanın kendi asil "ben"ini ve gerçek "ben"ini bulmasına dönüştür. İnsanın
"gerçek ben"inin ne olduğu konusunu daha evvel bir miktar açıklamıştık.
SARTRE'IN "GERÇEK BEN" HAKKINDAKİ SÖZLERİ
Kimileri insanın "gerçek fen "inin kendine sahip olmamak ve özgürlük
olduğunu söylemişlerdir. İnsan bu dünyada özgürdür, hatta özgürlükle özdeştir.
İnsan sadece özgür bir varlık değil hatta özgürlükle özdeş bir varlıktır. Şaşılacak
yer şurasıdır ki insanın hürriyet ve özgürlüğünden merdiven kuracakları yerde,
alem de bir ilahın olduğu konusunda (Eğer sadece tabiat ve madde
olsaydı özgürlüğün insan için manası olmazdı ve alemde tabiat ve maddenin
zorlamasından başka bir şey olamazdı. İnsanın özgürlük ve serbestliğinin
kendisi, "Kendini tanıyan Rabbini tanır" ifadesini doğrulayan ifadelerden biridir.)
Sartre bey şöyle demektedir: "Ben insanın özgür olduğu nedenine dayanarak bir
ilahın var olması gerekmediğini iddia etmekteyim. Çünkü eğer bir ilah var olsa insan
artık özgür olamaz. " Nasıl? İnsanın çok hayret edeceği bir söz söylemektedir,
gerçekten bunlar bu kadar habersiz ve cahil midirler?! Şöyle demektedir: "Eğer
bir ilah olsa bunun manası şudur; ilahın bir zihni vardır ve önceden benim huyumu
kendi zihninde tasavvur etmiştir. Eğer ben ilahın zihninde tasavvur olmuşsam özgür
olamam, aksine mecbur olmalıyım, ilahın zihnindeymişim şeklinde
olmalıyım.". Acaba "zihin "in ilah için gerçekten manası var mıdır?! O ilah
değildir, O, Sartre'ın içinde ilah ismini koyduğu bir varlıktır.
İNSANIN, ÖZGÜRLÜĞÜ İLE ALLAH'IN VARLIĞI ARASINDAKİ İLGİ
"Kaza ve kader" meselesi bin yıl öncesinden hal olmuş bir meseledir.
İnsanoğlunun özgürlüğüyle en küçük bir zıtlığı olmayan, aksine insanın
özgürlüğünden söz edebilecek olan sadece Allah'ın, kaza ve kaderin
gerekliliğidir. İnsan ilahî bir nefes olduğundan dolayı tabiatın zorlamasından
özgürleşebilir. Ama insanın bu endamla kalması ve insan iradesinin kesinlikle bu
atom ve benzerlerinin hareketinin bir semeresi olması kaydı sayesinde insan
"mecbur"luktan başka bir şeye sahip olamaz. Sartre şöyle demektedir: "İnsan
özgür bir iradedir." Ona sorarız: İradenin kendisi nereden ortaya çıkmış? Eğer
insanın fikir ve iradesi tabiat ve maddenin cebrî huyu olsa artık özgürlüğün ne
manası kalır? Birisi kalkıp şöyle söylese: Ben insanın doğaüstü bir güce sahip
olduğuna inanıyorum -yani insan doğanın egemenliği altında değil, doğa insanın
egemenliği altındadır- ve doğayı, asıl ve ruhu ayrıntı görmüyorum. Bu takdirde
insanda iki gücün bulunduğuna inanıyor demektir: Doğa ve doğaüstü. İnsan
tabiat üzerinde hâkimiyet kurabilir ve kararlan atomların hareketlerinin aynısı
olmayıp başka bir şey olabilir, tabiatı değiştirip ona gelip gelebilir. "İnsan özgür-
lükten başka hiçbir 'ben'e sahip değildir." sözü ne demektir?! Elbette insanın
hiçbir tabiat ve huya sahip olmaması sözünde bir dereceye kadar doğruluk payı
vardır. Bu gece bu konuyu İslam felsefesiyle, açıklamayı amaçlamıştım.
Onun "Varlığın asilliği" asilliği adı altında söylediği konuyu İslam
âlimleri "Varlığın asilliği" adıyla tanımlamamaktadırlar. Fakat başka bir adla
onun sözlerinin bir kısmını söylemişlerdir. İnsanın kendisi kendi
varlığını oluşturur, insanın kendisi kendi varlığını seçer diyerek onun sözlerine
yakın sözler söylemektedirler. Yani insan, tabii eşyalar gibi değildir. Tabiatta olan
şey, olması istenen aynı şeyin arasından ayrı olarak yaratılmış olduğu şeydir. Fakat
bunun manası insanın huy, fıtrat ve tabiatını kaybetmesi demek değildir, aksine
bu, insan huyunun böyle bir huy olduğu, insanın huy ve "ben"e sahip olmayışı
manasınadır. Diğer bir ifadeyle insanın "ben"i öyle bir "ben"dir ki böyle bir isteğe
sahiptir, insanın "ben"i olmadığı için böyledir şeklinde değil.
Bu konuşmayı dün akşam söz verdiğim ve bu geceyi mutlak sessizlikle
geçirmemek için sadece çok kısa bir şekilde iki konuyu arz edeceğim.
İNSAN, "OLMAK İSTEYEN" BİR ŞEYDİR
Alimlerimiz, "insanın düşünen bir şey veya insan olmak isteyen bir şey
" olduğu konusunda Sartre'den çok daha iyi konuşmuşlardır. İslam filozofları
içinde Sacîru'l Müteellihin bu meseleyi hepsinden daha iyi söz konusu etmiştir.
Bu konu Kur'anî bir köke sahiptir: Kıyamette çeşitli suretlerde haşr olunacak
insan dışındaki her varlık kendi kendisidir.
"O gün sura üflenir bölük bölük gelirsiniz." (Nebe: 18)
Halkın sadece bir grubu insan olarak haşr olunacak, diğer grupları ise
değişik hayvanların suretlerinde haşr olunacaktır. İnsan "insan olmağa" mecbur
değildir, aksine kendini insan yapabilir, kendini bir kurt, köpek, domuz veya
horoza da dönüştürebilir. Ta ki kendisi için bazı melekeler kazanmış olsun.
İnsanın düşünen bir varlık olduğu konusunda Molla çok güzel söyler:
Ey kardeş! Sen hepten düşüncesin
Senin tüm varlığın kemik ve damardır
Eğer düşüncen gül ve gül bahçesi olsaydı
Ve eğer ateş küresinde bir diken olsaydın
Eğer Molla'ya "insan nedir?" diye soracak olursak, "düşünen bir şeydir."
diyecektir. "Ben kimim?" diye soracak olursan, "ne hakkında düşündüğünü bana
söyle sana kim olduğunu söyleyeyim, eğer gerçek hakkında düşünüyorsan, sen bir
gerçeksin, Allah hakkında düşünüyorsan Allah'ın bir misalisin, Ali hakkında
düşünüyorsan Alisin, bir köpeğin işi olan bir iş hakkında düşünüyorsan sen bir
köpeksin. Ne düşündüğünü söyle ki sana ne olduğunu söyleyeyim " der.
"İnsan her neyi isterse ve her neyi severse odur" konusuna rivayetlerimizde
çokça yer verilmiştir. Şöyle denilmiştir.
"İnsan bir taşı sevecek olursa taşla haşr olunacak" ([73])
Kıyamet gününde sevdiği taşla birlikte haşr olunacak, çünkü o da taş olacak.
İnsan her neyi severse o şey olacaktır.
Horasanlı bir adam uzak bir yoldan yorgun düşmüş bir vaziyette İmam
Bakır'ın (as) huzuruna geldi. (Ehl-i Beytin aşkı onu çekmişti) Yolu yaya bir
vaziyette kat ettiği için ayakkabılarının dibi yıpranmıştı ve ayaklan yoldaki
yarıklara girip çıkmaktaydı. Topuklarında büyük miktarda çatlaklar oluşmuştu.
İmamın huzuruna büyük bir aşk ve ilgiyle geldi. Bilahare kendi maksadına
ulaştığı için Allah'a şükretti. Daha sonra kanamış çatlak ayaklarını ona gösterdi
ve şöyle arz etti: Ey Resulullah'ın torunu! Beni Horasan'dan buraya kadar siz
Ehl-i Beyt'in muhabbetinden başka bir-şey getiremez. Bunun üzerine İmam şu
cümleyi söyledi: "Her kim her neyi severse onunladır, kendi gerçeği onunkinin aynısı
olur ve onunla haşr olunacaktır."
Şair şöyle demektedir:
Eğer bir cevher madenini arıyorsan sen madensin
Eğer bir canı arama peşinde isen, sen bir cansın.
Sen eğer bir hazineyi, yerin altındaki bir madeni ve bir cansızı arıyorsan sen
cansızsın, eğer can istiyorsan, can ve mana peşinde dolaşıyorsan sen cansın.
Ben konunun gerçeğini açıklamaktayım.
Her neyin arayışı -peşinde isen, sen osun.
Her neyi arıyorsan işte sen osun. O halde bu şaire "Ben neyim?" diye soracak
olursak, "Senin ne olduğunu söylemem için bana neyi aradığını söyle." diyecektir.
Söz verdiğim gibi yarın gece inşaallah bu materyalizm eğilimlerinin sonucu
olan "Günümüz dünyasındaki manevi ve ahlaki boşluklar" konusunda sizlere
bazı açıklamalar yapacağım.
Ehl-i Beyt'i, İbn-i Ziyad'ın sarayına getirdiler. Yazdıklarına göre Zeynep,
olgun bir yapıya ve yüce bir mertebeye sahipti. Kadınların, etrafını sardıkları ve
etrafını bir yüzük kaşı gibi ihata ettikleri bir durumda Ziyad'ın oğlunun sarayına
girdi. îbn-i Ziyad, diğer kadınların bir hizmetçi yığını gibi etrafını tuttukları bu
yüce tertemiz kadının kim olduğunu biliyordu. Zeyneb'in girip de onu se-
lamlamasını bekliyordu. Fakat Zeyneb selam vermedi. Zeyneb şunu ispat etmek
istedi ve ispatladı da: "Ey Ziyadın oğlu! Sen zannetme ki bedenlerimizi parça parça
ettiğin veya esir aldığın ve zincirlere vurduğun zaman ruhumuzu da esir alabileceksin.
Bizim ruhumuz in- : sanlığın en sağlam ruhudur, kendini kaybetmemiş bir ruhtur, ilahî
bir ] nefestir. Bizim ruhumuz küçülecek bir ruh değildir, ruhumuz ölümlü değildir,
ruhumuz zincire vurulmaya gelmez." Zeyneb bunları söyleyerek selam vermedi.
Ibn-i Ziyad kızdı ve "Bu gururlu kadın kimdir? " diye sordu. Kimse cevap
vermedi, iki üç kere bunu tekrarladı. Sonunda birisi, "Bu, Ali b. Ebu Talib'in kızı
Zeynep'tir." ([74])
diye cevap verdi. Orada Zeynep, Ziyad'ın oğlunu öyle mahkûm
etti ki Ziyad'ın dili tutuldu ve kurtulacak tek yolu celladı çağırmak oldu. Başka bir
yolu yoktu, "bunların hala konuşacak dili var! Boyunlarını derhal vurun!" dedi.
Zeynep Yezid'in sarayına girerken de aynı şeref ve yüceliği gösterdi. Yani
bu esaret menzilinin prangaları yine de Zeyneb'i ezemedi, Zeyneb'in ruhunun
direncini kıramadı, aksine orada daha da yüceldi. Hazreti Zeyneb'in Yezid'in
sarayında yaptığı konuşmanın dünyada benzeri olmayan bir konuşma olduğuna
inanınız. Biz sadece bu konuşmanın bir cümlesini söyleyeceğiz.
Şöyle buyurdu: "Ey Muaviyenin oğlu! Elinden gelecek her kötülüğü yap, elinden
gelen her işi ardına koyma, fakat şundan emin ol ki, bu nur, sönecek bir nur değildir. Bu
dünyada ölecek olan sensin ve senin gücün ve saltanatındır, kalacak olan da benim
kardeşimdir. Alemdeki muttakilerin tümüne ilham verecek olan benim kardeşimdir,
dünyayı kendisine aşık edecek, kendisine bağlayacak olan da benim
kardeşimdir." ([75])
Bu emin olma ne demektir? İnsanoğlunun fıtratına emin olmadır.
Allah insanoğlunu hakikati isteyen bir yapıda yaratmıştır. Arap belagat, fesahat
ve dilbilimcilerinden olan Yezid, Zeyneb'in mantığı karşısında çok geri kaldı ve
gayr-i İslami ülkelerin büyük elçileri, ordu komutanları ve ülkenin büyükleri
orada hazır bulundukları için çok utandı. Her ne kadar Zeyneb'in susmasını
istiyor idiyse de Zeynep susmuyordu. Sonuçta cinayetkarca bir tedbire
başvurdu. Kendi kendine "bu kadının şefkatini kızdırayım, ancak sevgisi
yoluyla dilini tutabilirim." dedi. Ben artık Yezid'in nasıl bir cinayet işlediğinden
söz etmeyeceğim. Fakat şu kadarını belirteyim, Yezid'in saray hizmetkârlarına
öyle kızdı ki şöyle feryat etti: Ey Yezid! bu çocukları bırak, Allah'a yemin ederim
Peygamberin o dudakları öptüğünü gözlerimle gördüm.
Allah'ım gönüllerimizi iman nuruyla aydınlat, kalplerimizi ve ruhlarımızı
İslam ahlakının güzellikleriyle donat, ruhlarımızı kirlilik ve pisliklerden temiz tut,
kendinin ve peygamberlerinin sevgi ve şefkat nurlarını gönlümüzde aydınlat,
ölülerimize merhamet et.
DOKUZUNCU OTURUM
ASRIMIZDAKİ MANEVÎ VE AHLAKÎ BUHRANLAR
Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla
Hamd, bütün varlıkları yaratan alemlerin Rabbı olan Allah'a mahsustur.
Salât ve Selam Allah'ın kulu, resulü, günahlardan arındırılmış, sırrını koruyan,
risaletini tebliğ eden, efendimiz, peygamberimiz Ebu'l-Kasım Muhammed'e ve
O'nun günahlardan arındırılmış tertemiz ve güzel yakınlarının üzerine olsun.
Lanetlenmiş şeytandan Allah'a sığınırım.
"Köpük yok olup gider, insanlara yararlı olan ise yeryüzünde kalır. "
(Ra’d: 17)
Bu gece, içinde bulunduğumuz asrın manevi ve ahlaki buhranları hakkında
konuşacağımızı vaat etmiştik.
BİR DÜŞÜNCENİN NAZARÎ VE AMELÎ DEĞERİ
Evvela kısa bir mukaddime arz edelim, o da şudur: Her inancın değeri iki
çeşittir: Biri nazarî değer, ikincisi de alemi değer. Bir inanan nazarî değeri, o
inanan hakikat ve gerçekliğe bağlılık ölçüsüdür. Felsefî, toplumsal veya evrensel
bir görüşün nazarî değeri, bu görüşün gerçeklikle bağlantılı olup olmadığıdır. Bir
görüşün gerçeklikle bağlantısının olup olmadığının anlaşılmasının yolu; tecrübe,
deneme, müşahede ve akla dayalı demlendirmelerdir.
Örneğin Batlamyus şöyle demişti: Yeryüzü alemin merkezidir. Gezegenler
birbirleri üzerinde yer almışlardır ve yeryüzünün etrafında dönmektedirler. Daha
sonra bilim adamları gelmiş ve bu görüşü değiştirmişlerdir. "Batlamyus fikrinin
nazarî değeri" nedir, yani acaba gerçekten yer küresi merkez midir ve yıldızların
tümü onun çevresinde dönmekte midirler, yoksa değil mi? Acaba nazarî değer
Batlamyus fikrine mi aittir, yoksa değil mi? Nazarî değer, yerküresinin alemin
merkezi olmadığı ve güneşin merkez olduğu, onun da alemin merkezi değil bizim
güneş sistemimizin merkezi olduğunu söyleyen "Kopernik"in fikrine mi?
"Ameli değer"in manası şudur: Bizim şimdilik bunlardan hangisinin hakikat
ve gerçekliğe mutabık olduğuyla bir işimiz yoktur. Amelde bunlardan hangisi
insanoğlu için daha faydalıdır? Acaba o inanç mı insanoğlu için daha kârlı ve
faydalıdır yoksa bu inanç mı? Veya bu açıdan bir farkları yok mudur? O
cümleden, örneğin dini inançlar vardır. Dinin ilk esası, Allah'ın varlığı ve O'nun
birliğidir. Bunun iki değeri vardır. Birisi, "Nazarî değer", yanı gerçekten ve
hakikaten de konu bundan ibarettir, yani delil, burhan ve ispat da aynı konuyu
pekiştirmektedir ve hakikat da budur. Diğeri ise, "ameli değer"dir. Yani bu inanç
insanoğlunun hayatında hangi tesirleri bırakır? Acaba böyle bir inanç
insanoğlunun faydası için midir yoksa değil midir?
Bir bütün olarak din, iki açıdan söz konusu edilmelidir ve söz-konusu
edilmektedir. İki yoldan söz konusu etmek mümkündür: Biri, dinin nazarî
değeri, yani gerçek oluşu ve hakikat oluşu, "Kelam" ilmi bu konunun üstesinden
gelmektedir. Kelam ilmi -özellikle eski kelam- ameli değerle ilgilenmez, sadece
nazarî değerin peşinden gider, örneğin Allah'ın birliği, nübüvvet, adalet,
imamet ve mead konularını delillendirme peşindedir. Bunların gerçek olduğu
konusunda bir delil zikreder. Fakat amelî değer şudur: Şimdi biz gerçek olmayı
elde etmişiz veya etmemiş miyiz? Konusunu daha kapsayıcı olarak bu fikir ve
inancın bu imanın insana ne verdiği konusu üzerinde durmalıyız. Yani insan
hayatında ne etkile bıraktığı konusu üzerinde duralım.
İkinci konu şudur: Acaba bir fikrin veya inanan baki kalması onun nazarî
değerine mi bağlıdır yoksa ameli değerine mi yoksa her ikisine de mi bağlıdır?
Eğer bir inanç insanoğlu arasında baki kalmak istiyorsa; her iki değere sahip
olması veya bu iki değerden birine dahi sahip olursa bu onun baki kalması için
yeterli midir? Veya hiçbirine de sahip olmazsa baki kalabilir mi ve baki
kalmak, nazarî değer ve amelî değerlerden hiçbirine dayanmaz mı? Yanibir
fikrin, bir inanan gerçek olmaması, insanoğlunun faydası için olmaması ve
bununla birlikte her zaman içinde baki kalması mümkün müdür? Bu sorunun
cevabını sonra vereceğim.
GERÇEK OLMAK FAYDALI OLMAYA EŞİTTİR
Bundan böyle bunların arasını ayırmak mümkün müdür? Yani bir inanç ve
imanın gerçek olup da insanın zararına olması ve bir başka inanç ve imanın boş
olup ta insanın faydasına olması mümkün müdür? Hayır. (Kendi asıl konumuza
ulaşmamız için çok kısa bir şekilde anlatıyorum) Kur'an'ın görüşü şudur:
Gerçek olmak veya nazari değer, hayırlı olmakla, yani ameli değerle aynıdır,
birbirlerine eşittirler. Gerçek olan her şey, hakikat üzerine kurulu olan her inanç
ve iman insanoğlunun zararına değildir. Bir inancın, imanın doğru olması,
gerçek olması fakat insanların ona inanmaması, hatta bunun aksi, boş olan
şeylere, insanoğlunun hayrının zıddı olan şeylere inanması doğru değildir ve
insanın hayrı bunun hilafındadır. Bunun tersi: Bir inanç, bir iman temelsiz ve
boştur, fakat boş ve temelsiz olmasıyla birlikte insanoğlu için iyidir ve eğer insan
bunlara inanırsa bu inanç onun faydasına olur. Hayır, böyle değildir. Boş bir
sözün, batıl bir kelimenin bir zaman zarfında bazı kimseler için -herkes için değil-
faydalı olması mümkündür, ama bu, Kur'an'ın "batıl" dediği ve "insanın faydasına
değildir, devam da etmez." dediği şeyin aynısıdır. Hakkın -yani gerçeklik ve
gerçek olmak- hayırla, yani faydalı olmakla eşit olduğunu anladığımız zaman
ikinci sorunun cevabı da aydınlanacaktır ve hiç kimse; "bir şeyin gerçek olup da
zararlı olması nasıl olur?" veya "bir şeyin faydalı olup da gerçeklikten ayrı olması
nasıl olur?" şeklinde bir şey söyleyemez. Hayır, bizim iki şıktan başka bir yolu-
muz yoktur; Ya bir inanç ve iman gerçektir ve aynı zamanda hayır da vardır veya
boştur ve beşeriyet için zararlıdır. O halde soru şu şekilde söylenmeli: Acaba boş
ve zararlı olan, gerçek ve hayırlı olanla, baki kalmanın tanınması açısından, eşit
midir? Veya dünyada bir bedende olduğu gibi, eğer artık bir uzuv olarak ortaya
çıkarsa yaratılışın uygun öğeleri onu yavaş yavaş hazfeder, inanç ve iman
konusunda da binlerce boş ve batıl inancın insanoğlu arasında ortaya çıkması ve
bir süre güçlü olarak da kalması mümkündür. Fakat yaratılış gayesi yavaş yavaş
onu tasfiye eder ve onu ortadan kaldırır. Bu, Kur'an'ında ifade ettiği hakk ve batıl
savaşıdır. Zira Kur'an, "batılın bir hızlılığı vardır fakat bir müddet sonra gücü
ortadan kalkar, Hakk, yani gerçek ise, fayda ve hayırla eşit olduğundan dolayı her
zaman için kalıcıdır" der.
Okuduğumuz ayetin faydası şudur:
"Köpük yok olup gider, insanlara yararlı olan ise yeryüzünde kalır. " (Ra’d: 17)
Bu ayet, Kur'an'ın apaçık mucizelerindendir. Yani muhteva açısından öyle
yüce bir zirvededir ki bir insanın -okumamış dahi olsa- kendi fikriyle böyle
konuşmasına imkân yoktur. Hakk ve batıl için bir örnek zikrediyor. Dağlara ve
derelere yağınca bir sel oluşturan yağmur suyunu örnek getiriyor. Selin akışı bir
köpük oluşturur. Sonra köpük selin tüm üstünü kaplar, zahiri gören bir insan,
gerçek olan suyun boş ve batıl olan köpüğe mağlup olduğunu zanneder. Fakat
Kur'an, "hayır, köpük gider, su ise kalır", demektedir. Suyun sözü hakkın
sözüdür. Köpüğün sözü ise batılın sözüdür. Hakk, faydalı olduğundan dolayı
baki kalır. Yani Kur'an burada hakkı faydalı olana eşit kabul etmiş ve
ayırmamıştır. Bu, "asrımızdaki manevi buhranlar" hakkında bir mukaddime
olarak arz etmek istediğimiz bir konuydu. Aslında bu konu hakkında daha geniş
bir zamanda konuşmak gerekir.
MANEVÎ BUHRAN, ASRIMIZDAKİ EN BÜYÜK BUHRANDIR
Fakat şimdi geniş bir şekilde arz edeceğim gibi bugün dünyadaki ince
görüşlü kimseler şu inceliği görmüşlerdir: Şu anda beşeriyet toplumunda, özellikle
de sözde ilerlemiş ve teknoloji toplumlarında hüküm sürmekte olan en büyük
buhran manevî buhrandır, örneğin siyasi buhran veya iktisadî buhran değildir.
Elbette dünyada siyasi buhranların kaynaklandığı yerler vardır. Örneğin Arap-
İsrail olayları veya Çin-Sovyet sınır anlaşmazlığı ve daha bir sürü olan bunun gibi
örnekler. Dünyadaki enflasyon meselesi gibi iktisadî buhranlar da vardır. Bu
buhranlar, şimdilik haledilmeyecek meseleler olarak telakki edilmiyor. Hatta on
yıl önceki dünya savaşlarının tehlikesi şimdikinden daha fazlaydı. Henüz kendisi
için bir çare bulunmayan halledilemeyecek buhran manevî buhranlardır, yani ne
iktisada bağlıdır, ne siyasete bağlıdır ve ne de sanata bağlıdır, insanlığın manevî
yönlerine bağlıdır. Şimdi, bunları sizler için tek tek arz edeceğim. Bugün hüküm
sürmekte olan buhranlardan bazıları, buhranın kendisi manevî bir içeriğe sahip
değildir, fakat onun kökü manevî yönlere dayanır.
İNTİHARLARIN ARTIŞI
Bugünkü dünyanın günden güne artan önemli sorunlarından biri de
intiharlardır. Araştırmalar neyi gösteriyor? İntiharların asıl kökeni nerededir?
Acaba örneğin fakirliklerden dolayı mıdır? (Zannedersem bugünkü fakirliklerin
kendisinin de iktisadî kökleri değil manevî kökleri vardır). İntiharlar daha çok
nerelerde artıyor? Fakir ve mahrum bırakılmış ailelerde mi? Eğer böyle
olsaydı meselenin başka bir şekli olurdu. Yoksa değil mi, maddi açıdan hiçbir
boşluğu olmayan ya da daha az olan yerlerde mi artmaktadır? Manevî
yönlerdendir, yani hayattaki başıboşluk duygulan, kendi ifadeleriyle başıboşluk
yollan, o halde ben, niçin yaşıyorum? Ne için bu dünyaya gelmişim? Bu hayatın
faydası nedir? Bu naziklik vaziyeti ve hayatın sorunlara karşısında direnme
gücünün yokluğu çeşididir. Yani eski dünyada kesinlikle sorun sayılmayan ve
hiç kimsenin bir saat dahi uykusuna dalmadığı çok basit bir sorun bugünün insanı
için "başka bir yol yoktur, kendimizi bu hayattan kurtarmalıyız" dediği yerde son
bulmaktadır. Burada bazı emareler vardır. Ben kendim bu emareleri yayınlayan
kendi gazetelerimizden bunların bir kısmını kesmiş ve "Hicab" gibi kitapla-
rımızdan bazılarında nakletmişimdir. Bu emareler göstermektedir ki teknoloji
açısından daha çok ilerlemiş olan ve maddî refah açısından daha ileri olan
ülkelerde intihar olayları daha fazladır. Araştırmalar, manevî boşluklar ve ruhî
doyumsuzlukların yokluğundan başka bir mesele olmadığını ispatlamaktadır.
DİNLENME VAKİTLERİNİN BOŞ GEÇMESİ
Bugün çok açık olan diğer bir mesele de, dinlenme vakitlerinin boş kalması
meselesidir. Çok ilerlemiş ülkelerde, teknik ve makinenin ilerlemesi neticesinde
işçinin iş saati azalmış, maaşı da nispeten yükselmiştir, elbette bu yönden işçinin
ücretinin yükselmesi ve iş saatinin, ruhundan ayrı kaldığı anlarının azalması
sevindirici bir durumdur. Fakat buna karşılık kendisi için dinlenme
vakitleri ortaya çıkmışta. Bu boş vakitleri neyle doldursun? Bu, bugünkü
dünyada bir sorundur, boş geçen vakitlerini hangi yollarla dolduracak? Ortaya
getirdikleri yollar, kendini unutma yollarından başka bir şey değildir. Zira insan
kendine geleceği yerde yine de bir boşluk hissetmektedir. Sinema, tiyatro vb.
gibi yollar şehevi yollardır ve insandaki boşluğu gidermeye yeterli değildir.
SİNİRSEL HASTALIKLARIN VE RUHÎ BUNALIMLARIN ARTMASI
Gün geçtikçe artan ruhî hastalıklar, sinirsel bunalımlar meselesi, hatta
ismine medeniyet hastalıkları dedikleri hastalıklar hakkında yapılan istatistikler
neyi göstermektedir? Acaba ruhsal hastalıklar geçmişte mi daha çoktur, yoksa
şimdi mi? Geçmişte istatistikler yapılmamaktaydı diyebilirsiniz. Fakat ilerlemiş
ülkeler, yaklaşık iki yüz yıldır istatistiklere sahip bulunmaktadırlar. Oradaki
istatistikler özellikle göstermektedir ki insanoğlu ilerledikçe ve maddî refah
açısından yükseldikçe sinirsel hastalıklara ve ruhsal bunalımlara daha çok
yakalanmaktadır. Sinirsel hastalıklar kapsayıcıdır. Bazı sinirsel hastalıklar
ruhsal bunalımlara yol açmaz, genellikle barsak yaraları ve mide yaralan (ülser)
gibi cisimsel hastalıklara yol açar. Nitekim bu hastalıkların daha çok
sinirsel rahatsızlıklar sonucunda meydana geldiği söylenir ve bu hastalıklara
"medeniyet hastalıkları" ismini koymuşlardır. Yanlış anlaşılmasın, buradan yola
çıkarak refahı azaltmak gerekir sonucuna varmak istemiyoruz. Hayır, refahın
azalmasının veya yükselmesinin bir tesiri yoktur, menşei başka bir şeyin
yokluğudur. Bir zaman gelip de bazı kimseler benim, "insanlar refah içinde
oldukları için ruhsal hastalıklara tutulmuşlardır, o halde halkın fakirlik
içinde yaşaması kendisi için daha iyidir" dediğimi düşünmesinler, söylemek
istediğim sözlerimden böyle bir sonuç çıkarmasınlar. Hayır, şunu söylemek
istiyorum: Halk refah içinde olduğu ve bu sinirsel hastalıklar ve rahatsızlıkların
ortaya çıkmaması gerektiği halde bunlar yine de vardır ve geçmişten daha çoktur,
geçmişteki insanlar iktisadi yokluklara daha fazla duçar olmalarına rağmen şimdi-
ki insanlardan daha mutluydular.
GENÇLİK İSYANLARI, HİPPİLİK
Başka bir mesele, gençlerin tuğyan ve isyan meselesidir. Allah'a şükür ki
henüz aramızda böyle şeyler yok denilecek kadar azdır, tabi yok da değil, o var
olan miktar da başkalarını maymunvari bir şekilde taklit etmektir. Gerçekten
bizim gençlerimizde böyle tuğyan hareketleri yoktur, fakat onların böyle
yaptıklarını duydukları zaman, "biz de böyle yapalım" demektedirler. Hippilik,
bugünün medeniyetine sırt çevirmektir. Bütün imkân ve vasıtalara sahip olduğu
halde hayatın her şeyine hatta temizliğe bile sırt çevirmiştir. Medeniyetin tüm
ilerleme ve güzelliklerine ve tüm yollara sırt çevirmiştir. Normal bir elbiseyi
giymeği kabul etmez. Yeni bir pantolon kendisine verilirse ilkönce onu yırtar daha
sonra giyer. Ayağına eskimiş bir çarık alır. Yerin altına girip orada yaşa-
maktadırlar. Kendilerini uyuşturucu şeylerle tatmin etmektedirler. Zira hippilik,
hippiliğin detayları ve çare yollan ve temellerinin ne olduğu konusu, zaman olsa
iki-üç oturumda konuşabilecek kadar kendi başına bir konudur ve bugünkü
dünyanın en önemli konularındandır. Hippi neslinin kendisine göre bir fikri,
üstelik esaslı bir fikri de vardır, o da "batının bugünkü bu medeniyeti boştur"
görüşüdür. Belki kendisi bu boşluğun nerede olduğunu doğru açıklayamaz.
Acaba makinenin zayıflılığı ve makine mi boştur? Niye makine boş olsun?! İlim
mi boştur? İlim, boş olamaz. Fakat şu kadarım anlıyor ki bugün medeniyet adıyla
var olan şey boştur. Hippilik, bu neslin boş gördüğü medeniyete sırt çevirmesidir.
Doğu blokuna, özellikle de uzak doğuya yöneldiklerini görmektesiniz. Uzak
doğuda, Hintliler arasında bir maneviyat bir irfan mevcuttur. Gidip oralarda
kendilerini doyurabilmeyi görmek istemektedirler. Yapıcı bir şeyi olmayan bu
makine, sanat ve teknikten gidip orada bir şey var mı yok mu görelim
demektedirler.
ŞEFKATİN AZALMASI
Diğer bir mesele, şefkatin azalması meselesidir. İnsanlar, makinelerin
parçalan halini almışlar. Bu insanoğlunda çok korkunç bir fakirliktir. Anneler
çocuklara karşı muhabbet hissetmemekte, aynı şekilde çocuklar da annelere ve
babalara karşı, kardeşler birbirlerine karşı, komşular birbirlerine karşı,
vatandaşlar birbirlerine karşı ve nihayet bir insanın başka bir insana karşı
muhabbet duygusu beslememektedir. Bugün var olan bu mesele çok önemli bir
meseledir, bu konuda nice hikâyeler yazılmıştır.
Bizim çok faziletli ve alim dostlarımızın biri bir kaç yıl önce ülser hastalığına
yakalanmıştı. Avrupa ülkelerinden birine gitti. Oğlu orada olduğu için hem
oğlunu görmek ve hem de orada tedavi olmak için o şehre gitmişti. (Geldikten
sonra) şöyle anlatıyordu: Bir gün ben ve oğlum bir lokantada idik. Ben daha yeni
hastaneden taburcu olmuştum. Bir masaya oturmuştuk, oğlum terbiyeli bir şekilde
kalkıyor ve bana hizmet ediyordu, çay getiriyor, kahve getiriyordu, hep etrafımda
dolaşıyordu. Elli-Altmış yaşlarında görünen bir karı-koca da karşı tarafta
oturmaktaydılar. Karşımızda oturmuş hep bize baktıklarını gördüm. Bu arada
oğlum geldi ve tekrar gitti. Onunla konuştuklarını gördüm, ona sorular soruyor-
lar o da cevap veriyordu. Daha sonra oğlum geldi ve "bana şunu sordular" dedi:
Senin böyle hizmet ettiğin adam kimdir? Benim bir hizmetçi olmam gerektiği ve
yaptığım bu iş karşılığında para alacağımdan şüpheleri yoktu. "Bu adama böyle
hizmet etmene karşılık ne kadar para alıyorsun?" diye sordular. Ben de, "bu, benim
babamdır" dedim. Onlar ise, "iyi, baban olsun, yoksa insan babası için bedava
olarak mı iş yapmalı?!" dediler. Ben şöyle dedim: Sonuçta bu, benim babamdır.
Ben burada okuyorum. Benim okuma paramı ve harçlığımı o İran'dan
gönderiyor. Bunu söyleyince ağızları açık kaldı ve şöyle dediler: Bu, çalışıyor,
gönderiyor, sen harcayasın diye öyle mi? Ben de; "Evet" dedim. İnanmıyorlardı.
Yavaş yavaş anladılar ve şöyle dediler: "Evet, biz de karı-kocayız, bir oğlumuz, bir
de kızımız var, oğlumuz falan yerde, kızımız da falan yerde ve biz şu anda burada
iki yalnız kişiyiz." Fakat daha sonra oğlum tahkik ettiğinde ortaya şu çıktı: "Biz
otuz yıl önce birbirimizle güzel bir şekilde tanıştık ve birbirimize karşı aşık
olduğumuz hissini taşıdık. Dedik ki bir müddet birbirimizle ilişki kuralım,
eğer ahlakımız birbiriyle uyuşursa evleniriz. Böylece otuz yılımız
geçti, çocuğumuz da yoktu. Bu flört dönemimiz otuz yıl sürdü ve bir yere de
ulaşmadı."
Şefkatin azalması meselesi, dünyada şaşırtıcı bir meseledir. Onlar da
insandır ve fıtrat açısından bizim gibidirler. Bizler de bir gün Allah göstermesin
bu tip insanlara dönüşebiliriz. Bu akşam gazetede gözüm bir resme ilişti,
gerçekten hayret ettim, insan insanlığını kaybettiği zaman makinenin bir parçası
gibi olur. Mısır'da bir uçağın düştüğü ve doksan iki kişinin öldüğü
yazılıydı. Havaalanındaki görevli; örneğin pilota haber vermek değil de ha-
vaalanlarının trafiğini düzenlemek olan bir kişi şöyle demiştir: "Evet, ben uçak
geldiği zaman ve yüksekliği yaklaşık iki bin metre olduğunu ve üç bin beş yüz
metreden az olmaması gerektiğini görüyordum ve uçağın geleceğinin de uzun
sürmeyeceğini biliyordum." Demişler ki: "Niye söylemedin?". O da şöyle demiş:
"Bu, benim vazifem değildi, ben bu işle sorumlu değildim, beni başka bir iş için
görevlendirmişlerdi, ben kendi işimi yaptım." Çok güzel, sen bu işte görevli
değildin, fakat insandın. Demiş ki: "Eğer şu anda haber versem -haber
verebilirdim- pilot, kendisini bütün yolcularla birlikte kurtaracağını biliyordum,
fakat haber vermedim." Şefkat azlığının insanı nerelere çektiğini ve insanın başına
neler getirdiğini görünüz!
Başka buhran, aile düzenin parçalanması meselesidir, kadın ve kocasının
birbirlerine yabancı oluşları (Zira bizler bu duruma gelmek için son derece
çalışıyoruz), tez sona eren evlilikleri ve birbiri ardına gelen boşanmalar. Bu
konuların her biri, haklarında geniş bir şekilde söz etmeyi gerektirir.
AÇLIK MESELESİ
Bunlardan bazılarının manevî olmadığını fakat maneviyat kökenli olduğunu
arz etmiştik. Bu meselelerin kökeni manevî buhrandır. Örneğin açlık meselesi.
Joseph De Castro'nun "Aç insan' kitabını belki okumuşsunuzdur. Gazetelerde de
bazen şaşırtıcı istatistikler yayınlanmaktadır. Gerçek olan şudur ki bugün beş
yüz milyon aç vardır dünyada. Bazı bölgelerde şu sayıda aç bulunmaktadır
dedikleri zaman, tok bölgelerin içinden kimse istatistik yapmamaktadır. Örneğin;
"Afrika’da, Latin Amerika’da ve Asya’nın bir bölümünde şu sayıda aç
bulunmaktadır" demektedirler. Hâlbuki o tok olan bölgelerde de çok aç insan
mevcuttur.
Yapılan hesaplara göre şu anda dünya üzerinde beş yüz milyon aç insan
vardır. Eğer silahlara ayrılan paranın dörtte biri, hatta beşte biri kadarı kendi
ifadeleriyle yeşil alana, yani çiftçiliğin yayılması için harcansa, bu beş yüz
milyon insanın tümü kurtulur. Dediklerine göre; üç-dört yıl önce silah yatırımları
iki yüz dört milyar dolar idi. Şu anda ise dünyanın bu açlık tehlikesinden kurtul-
ması için elli milyon dolar yeterlidir. Organizasyonlar da konferanslar
düzenlemektedirler, fakat gazetelerin yazdıkları haberlere göre düzenlenen bu
konferanslarda yine de siyasi rekabetler hüküm sahibidir. İttikaat gazetesi orada
bulunduğumuz sırada bir hafta münasebetiyle yazmıştı, haber ajanslarının
verdikleri çok önemli bir haber şuydu: -Roma'da düzenlenen bir haftalık bu kon-
feransta en doğru haber buydu- Bu bir hafta içinde, aç insanlar için bir şeyler
düşünmek üzere buraya gelmiş bulunan çeşitli ülke temsilcilerine düzenlenen
karşılamalar en iyi karşılamalardandı, yani midelerini güzel yemeklerle tıka basa
dolduruyorlardı, sonra da içeri giriyorlardı.
Amerika'da yılda yaklaşık iki bin dolar, köpek ve kedi yemeklerine
harcanmaktadır ve fazlası da dökülmektedir, fakat dünyada ölmeye ve yok
olmaya mahkûm olan açlar birbirinin peşi sıra gelmektedir.
YAŞAM YERLERİNİN KİRLİLİĞİ MESELESİ
Bir başka mesele de yaşam yerlerinin kirliliği meselesidir. Bizler de şimdi bu
sorunu kendi büyük şehirlerimizde, özellikle Tahran'da hissediyoruz. Yani insan
yaşamının en büyük temeli olan hava bugün öyle kirlenmiş ve gün geçtikçe de
öyle kirlenmektedir ki, insanı en büyük ihtiyacından mahrum etmektedir. Bu,
dünyada büyük bir sorun olmuştur. Bunun kökeni nedir? Acaba gerçekten
söylediklerine göre, makineleşmenin bir etkisi midir ve buna bir çare yok
mudur? Acaba dünyada var olan tüm bu makineler (genel anlamıyla) ve tüm
makineleşmenin doğurduğu imkânlar insanın ihtiyacı esası üzerinde midir?
Hayır, kesinlikle değil. İnsanın ihtiyaçlarıyla hiç mi hiç bağlantılı değildir. Bunları
bu şekle getiren sadece hırs ve arzulardır. Yapılan masraflar nasıldır? Bugün
dünya üzerinde tüketici masrafların olması için binlerce aldatmaca yollarına
başvurulmaktadır. Dünyanın tüm toplu ulaşım araçları masraf yapma konusunda
yalancı iştahların ortaya çıkması için büyük sermayedarların hizmetindedir.
Yani makineler hep üretmektedirler, fakat insanın bu kadar ihtiyacı olmadığı için
onları değişik araçlar, müzik aletleri, kadın parfümleri, filmler, televizyonlar ve
benzeri araçlar şeklinde üretirler. Bu araçlarla üretilen bu mallan insanın önüne
sermek istemektedirler ki insan bir taraftan hep para biriktirme peşinde
koşuştursun, diğer taraftan da makinelerin çarklarının dönmesi için süratle
harcasın. Evet, insan para biriktirme ve harcama peşinde koşuştursun diye bu tür
mallan ha bire değişik şekillerde üretmektedirler.
TOYNBEE'NİN ÖRNEĞİ
Herhalde bir yıl önceydi. İttilaat gazetesinde bir makale okudum, çok
hoşuma gitti. Asrımızın büyük toplumbilimci tarihçilerinden olan Toynbee'nin bir
makalesinin tercümesi idi. Bu makalesinde alaylı bir şekilde Kitab-ı Mukaddes'te
-Ahd-i Atik- yer alan bir konuyu yazmıştı: Allah büyük babamız Âdem’i
yaratınca onu cennete koydu ve bütün yiyecekleri onun istifadesine sundu.
O'na dedi ki; "tüm bu nimetlerden faydalan". Sadece yasaklanmış bir ağaç vardı.
Daha sonra şöyle dedi: "Yasak olan bu ağaca yaklaşma, eğer yaklaşırsan bunların
tümü yok olur." Fakat babamız Âdem, bilinen o hatayı işledi, o ağaca yaklaştı ve
ondan yedi, sonuçta kendisine, "Cennet artık senin yerin değildir, buradan
çıkman gerekir." denildi. Atamız Âdem cennetten çıkarılıp bu yeryüzüne indirildi.
İlk başta yeryüzünde yaşamak Âdem ve oğullarına çok zor geldi. Çünkü rızık
arayarak ve kaderini belirleyerek yaşamaya zorunlu ve görevliydiler. Fakat
insanoğlu yavaş yavaş kendisini yeryüzündeki hayata adapte etti ve bu yeryüzünü
kendisi için bir cennet haline getirdi. Denizlerden istifade etti, havadan istifade
etti, orman ve otlardan faydalandı, hayvanlardan faydalandı... Artık yavaş yavaş
Âdemoğulları için cennet burası oldu.
İkinci hata, ikinci cennette meydana geldi, insanoğlu yeryüzü olan bu ikinci
cennetten zorla da olsa çıkıp gitmek zorundadır. İkinci hata nedir? (Bunu
Toynbee söylemektedir. Elbette ben onun dediği şekilde kabul etmiyorum.
Nedenini arz edeceğim). İkinci hata makine idi. Acaba üç-dört asır önceki
atalarımız ve büyüklerimiz, makineyi icat ettikleri ve kendilerine göre insanoğluna
en büyük hizmetleri yapmış olduklarını düşündükleri zaman nasıl bir araç icat
etmiş olduklarını biliyorlar mıydı? İnsanı yeryüzünden sürecek bir araç, yani
insan, artık yeryüzünde yaşayamaz hale getirecek ve yokluğa mahkûm edecek bir
araç icat ettiklerini biliyorlar mıydı? Makine da gün geçtikçe büyüyor ve insan
zayıflıyor, tıpkı ipekböceği ve ağı gibi, insan kendi bu ağında onu yapmağa
ve onun içinde ölünceye kadar ağ örmeye mecburdur. Ve ne yazık ki babamız
Âdem’i cennetten çıkardıysalar da gelip orada yeni bir hayata başlasın diye bir
yer var oldu, fakat eğer bu ikinci cennetten de çıkacaksa mutlak yokluğa mahkûm
olacaktır.
Daha sonra bu toplumbilimci tarihçi, makinenin tabiatla düşmüş olduğu bir
zıtlığı açıklamıştır; havayı ne yapmış, ormanlara ne etmiş, denizleri ve dereleri
hangi dereceye kadar kirletmiş, kaç bin tane balığın yumurtasını yeryüzünden
atmış, kaç kuş çeşidi insanın yaptığı makine eliyle ortadan kalkmış ve insanoğlu
tabiatın tersi bir çehreye bürünmüştür.
BÜYÜCÜ VE CİN HİKÂYESİ
Eski efsanelerden olan şöyle bir hikâye anlatılır: Büyücünün biri bir cini
tutmuş ve şişeye koymuştu, şişenin ağzını da kapamıştı. Gönlü istediği zaman bu
cini şişeden çıkarıp ondan yararlanıyordu (hayret verici ve şaşırtıcı işler). İşi
bitince de hemen cini şişenin içine koyuyor ve ağzını kapatıyordu. Onun bir
talebesi vardı, üstadı gibi olmayı ve ondan yararlanmayı arzuluyordu. Üstadın-
dan gizli bir şekilde bu cini şişeden çıkarmanın ve bu cini kendi hizmetine
vermenin sırrını elde etmeğe çalışıyordu. Bir gün hocasının yokluğundan
faydalanarak cini şişeden çıkardı ve ondan yararlandı cini şişenin içine tekrar
koymak istedi fakat onu şişenin içine koyma sırrını unutmuştu. Cini şişenin içine
koyamadı, onun şerrine tutuldu. Talebe cinden yararlanamayınca cin ondan yarar-
lanıyordu. Bunu makineleşmeye örnek olarak vermiştir. İnsanoğlu makineyi icat
etmişti, fakat onun kontrolü altından çıkamıyordu.
Fakat bizim kabul etmediğimiz ve mesele başka bir meseledir dediğimiz işte
budur.
İLMİN KAYNAĞI: SİYANTİZM
Toynbee'nin görüşünün tersine, insanoğlunun hatası sanatkârların ve
buharlı makineyi icat eden kimsenin eliyle oluşmadı. İnsanoğlunun hatası
Francis Bacon ve onun takipçilerinin eliyle oluştu, "İlim, insanoğlunun her
şeyidir (siyantizm, ilmin kaynağı) bütün sorunların çözümünü ilimden
istemeliyiz" dedikleri gün bu hatayı başlattılar. Yoksa insanın kaç tane düşmanı
var? Cehalettir, hastalıktır, fakirliktir, ızdırap ve kederdir, zulümdür, hırs... vb.
şeylerdir. İnsanoğlunun tüm bedbahtlıklarının anası cehalet ve bilgisizliktir.
İnsanoğluna ilim, bilgi ve şuur ver, hastalıkların kökünü kurutmuşsun demektir.
Cehalet gitti mi bunların tümü ortadan kalkar. Bir kere insanoğlu için bir çıkış
yolu ortaya çıkmıştır.
İlim, gerçekten mukaddes bir gerçektir, ama ilmi kendi ikizi durumunda olan
imandan ayırdılar. "Geçmişte imanın yaptığı tüm işleri gelecekte ilim yapacaktır."
dediler.
Resul-i Ekrem'in (s.a.a) ne güzel bir sözü vardır:
"Hikmet (yani ilim, bilgi, gerçek) Mü 'minin yitik malıdır. Onu nerede ve kimin
yanında bulursa alır ve kendini ondan daha layık görür."([76])
Yani ilmin olduğu yerde iman da vardır. Yani ilmin olduğu bir yerde iman
yoksa ilimde yok demektir. Şu ifade, hayret verici bir ifadedir: "Nerede bulursa
onu alır." Aynı şekilde Ali (as) de şöyle buyuruyor:
"Hikmeti (ilmi) nifak ehlinin elinde de olsa alınız, ilmi, müşriğin elinde de olsa
alınız. "([77])
İlim ve hikmet her kimin elinde olursa, bir müşriğin elinde dahi olsa onu
gördünüz mü alın, zira o ilim onun elinde ödünç olarak bulunmaktadır.
Ey kardeş! İlim sana hizmetçidir.
O Hakk ehlindendir ve (onu alman) üzerine borçtur.([78])
İlim, senindir. Yani ne senindir? Sonuçta o, ilmi elde etmiştir. Fakat ilim
kendi konumunda yer almamıştır, ilim, imanın yanında yer almalıdır ve kendi
ikiziyle birlikte yaşamalıdır.
Bütün mucizeleri ilimden istediler. İnsanın bir düşmanı da zaaftır. İlim insanı
güçlendirir. Doğru da demişlerdir, ilim, insana kuvvet verir, ilim kuvvettir, bilen
insan kuvvetli insandır, fakat neye karşı kuvvet? Tabiatın karşısında. Hastalığın
kökünü kurutmak için ilim elde ediniz. Yerinde bir söz. Fakirlikle savaşmak için
ilim elde ediniz. Onun yarısı doğrudur, yarısı da doğru değildir. Yani ilim
aracıyla ekonomi düzeltilebilir, ama fakirlik her zaman ekonomideki
eksikliklerden doğmaz. Sıkıntı ve bunalımlara üstün gelmek için ilim elde
ediniz. Yüzde yüz yanlışlık sudan çıkıyor. İlim, insanoğlunun sıkıntı, ızdırap ve
bunalımlarıyla savaşamaz. Zulmün kökünü kazımak için ilim elde ediniz.
Aksine, ilim zulmün elinde bir araç durumundadır. Hırs ve arzularla, yani kendi-
nizle savaşmanız için ilim elde ediniz. Esas itibariyle hiç elde edilmediği için ilim
hırs ve arzuların elinde bir araç oldu. Nitekim bugün sonuçlarını görmekteyiz.
İDEOLOJİ
İnsanoğlunun bir-iki asrı bu fikirle baş başaydı. Nihayet 19. asırda, "hayır,
ilim yalnız başına yeterli değildir, toplumsal felsefe ve ideolojide gereklidir"
denildi. İlimden yalnız başına bir şey çıkmaz. İlmin yetersizliği anlamında,
ideolojisi olmayan ilim karşıtı bir hareket ortaya çıktı. Gelip insanoğlu için
değişik "izm" lerden müteşekkil ideolojiler yaptılar. Fakat ideoloji, dünya
görüşünü ve insanı tanımayı istemektedir. Sonradan kendi toplumsal mektebinde
o mukaddes ideal sonucu almak için insan ve dünya hakkındaki görüşünü
söylemelidir. Gelip "dünya görüşü" nde Allah'ı uzaklaştırır. İnsandaki ruhu yok
eder. İnsanı ekonomik bir makine şeklinde tanıtır. Sonra değerli toplumsal bir
düşünce (ide) oluşturmak istedi. Fakat olmadı. Şöyle bir şey olmaz: Bir insana,
âlemde herhangi bir ilah yoktur, sende de hiç mukaddes bir şey yoktur, ama
mukaddes toplumsal düşünceler için iş yapmaya söz ver ve bunu üstüne al. Hırs
ve arzuya sahip olmamaya, zulüm etmemeye, başkasının durumuna acımaya söz
ver. Bu ikisinin birbirine zıt olduğu açıktır. İnsanı tanıma, dünya görüşünün felsefi
esaslar öğretisi, bu toplumsal düşünceye terstir. George Politzer, kitabında şöyle
yazmaktadır: "Biz her ne kadar felsefi açıdan materyalist isek de ahlaki açıdan
idealistiz." Acaba insanın felsefî açıdan materyalist olması, ahlaki açıdan idealist
olması mümkün mü?.' Söylemekle doğru olmaz.
Bir müddet kendilerini bu işle oyaladılar. Fakat acaba böyle bir şey de olur
mu?! Bütün bu telaşlar, imandan kaçmaları içindir. İlkönce, "İman değil, ilim"
diyorlardı. Fakat ilim tek basma işe yaramadı. Daha sonra, "iman değil,
toplumsal felsefe, meslek, meram" dediler. Fakat meram (maksat)m, bu dünya
görüşlerinin esası üzere pratikte hiçbir insanı yönü olmadığı için yenildiğini görü-
yoruz. Zaferler, yine aynı siyasi zaferler ve aynı yapılanmalardır. İddiaların tümü
Molla Nasreddin'in yorganın altındaki başıdır. İster doğu kutbuna bak, ister batı
kutbuna, ister emperyalizmine bak, ister sosyalizmine, işin sonunda yine geçmişte
başını çıkardığı yerden başını çıkarmaktadır.
AYDIN GÖRÜŞLÜLÜK
Bir başka grup geldi ve başka bir görüş ileri sürdüler. Şöyle demektedirler:
İlim ve bilgiden tek basma bir iş çıkmadığı kabul edilir, fakat sırf toplumsal
felsefeden de bir iş çıkmaz. Bir çeşit aydın görüşlülük meselesini ortaya attılar.
Gelip âlim ile aydın arasına fark koydular. Sartre ve başkaları geldiler ve aydın
meselesini ortaya attılar. Dediler ki ilim ve âlimden, kültürden tek başına bir
şey çıkmaz. Aydını vücuda getiriniz. Aydın kimdir? "Aydın, öyle bir kimsedir ki
bir çeşit özel bir bilgiye sahiptir. O özel bilgi onu insanlık hedeflerine doğru
çekmektedir." Bilgi, haberden başka bir şey değildir. Bilgi, bilgi demektir. Acaba
bilgi ve haber insanı olgunlaştırabilir mi? Bizim İbn-i Sina'mız en güzel sözleri
söylemiştir. Şöyle bir sözü vardır:
"Bir hırsız fenerle geldiği zaman malın güzelini götürür." Bilgi, fezayı insan
için aydınlatmaktan başka hiçbir iş yapmaz. İlim insan için hedef yaratmadığı
gibi bilgi de insana hedef vermez. İlim, insana hedeflerine kavuşması konusunda
yardım eder, fakat insana, bu yoldan veya şu yoldan git şeklinde bir hedef ver-
mez. İlim, insana hedeflere ulaşması konusunda yardım eder. İlim, "ben
sana araç veriyorum, örneğin otomobil veriyorum." demektedir. Eğer eski
zamanlarda (Tahran'dan) Kum veya Kazvin'e girmek isteseydin iki gün iki gece
sürecekti, şimdi karada iki saatte gidebilirsin. Ama acaba ilim, "bu otomobille git
ve örneğin Kum'da fakirlerin yardımına koş veya git orada hırsızlık yap mı
demektedir?.' Makine, "yapmak istediğin her işi yaparken senin emrindeyim, ben
seni etkileyemem ve sana hedef belirtemem, her nereye gitmek istersen ben sana
yardım edeceğim" demektedir. Celal Al Ahmed'in "Garbzadelik" adlı kitabında
çok güzel bir sözü vardır. Orada şöyle demektedir: Bir gösteri üzerine bir piyes
vardı, ben tercüme ediyordum. Bir müddet onun hedefinin ne olduğunu
düşünüyordum. Sonunda şuraya ulaştım; şöyle ve böyle oldu, sonra herkes
gitmek istediği her yolda daha hızlı gitti. İlmin göstergesinin -ki ilmin göstergesi
sadece budur- insanı gittiği yolda daha hızlı ve daha tez maksadına ulaştığını
söylemekte olduğunu anladım. Bu doğrudur da. "Bilgi"den tek başına bir şey
çıkmaz. Kur'an, bilgililerin en bilgini şeytandı, kendi bilgisi de oldukça olgundu,
hatta "Allah'ı bilendi" diyor. Kur'an, "Allah'ı bilme" yi de yeterli saymıyor ve
sadece bilgilik yönüyle bilgilinin aydınlatmaktan başka bir değerinin söz konusu
olmadığını belirtiyor. Kur'an diyor ki, şeytan Allah'ı tanıyordu, Allah'tan haberi
vardı, peygamberlerin nübüvvetine inanıyordu, kıyametin varlığına iman ve iti-
kadı vardı (bütün bunların ikrarını şeytandan nakletmiştir) fakat tüm bunlara
rağmen kâfirdi. Niçin? Çünkü mü'min değildi. İman, bilgi üzerine kurulmuş bir
meseledir, fakat arzu ve istekle birlikte olursa. İman, teslim olmak, arzulara yakın
olan Allah'ı bilmek ve Hakk'ın dergâhına teslim olmak demektir.
Bugünkü insanın derdinin tek çaresi şudur: Arzulara yakın Allah'ı tanımak
ve teslim olmak ve Hakkın karşısında tevazulu olmak. Bundan fazla bir çare de
yoktur. Elbette Kur'an, her zaman ilim ve imanı yan yana zikretmiştir. Bugünün
insanı ilme sahiptir, onun derdinin çaresi imandır. Aydınca ve aydınca olmayan
bilgilerden yapılan bir iş yoktur. Bilgi sonuçta yine bilgidir.
Tüm bunları imandan kaçmak için söylemişlerdir, imanın sözü ortaya
gelmesin istemişlerdir. Aksine bilgi ve ilimle sorunları halletmeği istiyorlardı.
Fakat olmadı, felsefi bilgi de bir yere ulaşmadı, aydın görüşlü bilgi de bir yere
ulaşmadı. Sonunda başka bir ses yükselttiler. Bir grup şöyle diyordu: Hümanist
kültür gereklidir. İnsan, kültürcü olmalıdır. Yoksa kültür, hümanist midir?! Kültür
insanoğlu için kültürdür. Kültür, sonuçta insanoğlu için bilgidir. Eğer siz
Sa'di'nin nasihatleri gibi tavsiye edilen kültürlerden Allah'a ve imanı alırsanız
geriye bir şey kalmaz.
DİNİN BAĞIŞLADIĞI İRFAN!
Sonuçta hümanist kültür olarak niteledikleri irfana yönelmeğe başladılar.
İrfanın esasının Allah'ı bilme ve Allah'a teslim olma demek olduğunu
bilmiyorlardı. İrfanı Allah'tan ayırmak ve bu şekilde bir irfan olsun istiyorlardı.
Çok hayret vericidir! Ben İranlıların bugünkü yazılarında irfana yöneldiklerini
görüyorum, Allah'ın ve dinin bağışladığı irfan! Bu, çok hayret vericidir!
İmkânı yok İmam Bakır şöyle buyurur:
"Dünyanın batısına gidiniz ve doğusuna gidiniz, sonuçta buraya gelip gerçeği
anlayıncaya kadar diz çökmelisiniz."([79])
Beşeriyetin geleceğinin imana teslim olmaktan başka bir çaresinin olmayışı
budur. Yani Allah'ı bilme, teslim ve tevazu içinde olmaya yakındır. İnsanın
bugünkü halledilemeyen buhranları ve sorunlarının tümü manevî ve ahlakî
buhranlardır. Bunun kökü nerededir? İman yokluğundadır. Geçmişte
insanoğlunun; menşei cehalet, bilgisizlik ve ilmin yokluğu olan birçok buhranları
vardı. Fakat bugün Allah'a hamd olsun insanoğlunun bu kanadı çok düzelmiş,
ilim kanadı olan bu kanadı güzel bir şekilde düzelmiştir. Fakat iman kanadı olan
diğer kanadı aynı şekilde kalmıştır (kuş bir kanatla uçamaz). İmanın da bazı
yerlerde düzeldiği ve bir etki bıraktığı gibi cehalet ve taassubun olduğu yerlerde
insan için bedbahtlıktan başka bir şey getirmez. Kur'an'ın dayanağı bu her iki ka-
natın üstündedir: ilim kanadı ve iman kanadı, insanoğlunun sorunlarının
hallolunması gerekliliği bu iki kanat iledir. Kur'an bazen ilimden ayrı söz eder,
imandan da ayrı, örneğin: "Kendilerine bilgi verilmiş olanlar dediler ki... "
(Kasas: 80) gibi. Bazen de ilim ve imanı birlikte anar: "Kendilerine bilgi ve iman
verilenler dediler ki..." (Rum: 56). Hem bilgi veren ilim, aydınlık ve güçlülük
ilmine sahip olanlar, hem de imana sahip olanlar. Bilginin insana aydınlık verdiği
sınır, tabiat fezasını insan için aydınlattığı yerdir. Güç, insanı tabiata hâkim kılar ve
onu tabiata yayar, tabiatı insanın hizmetine verir. Fakat iman bir kaleyi fetheder ki
o kale ilmin etki alanı içinde yoktur ve ilmin o kaleyi fethetmeye gücü yetmez. O
kale insanın kendi içindedir, insanın nefsidir. Şia ve Ehl-i Sünnet hadislerinde çok
itibar edilen bir hadis vardır, Resul-i Ekrem ne kadar da yerinde sözler söylemek-
tedir! Hangi sözün nerede kullanılacağını ve sözün hakkının ne zaman verileceğini
çok güzel belirlemektedir. Nefisle savaşma meselesini açıklamak istiyor. Bunu,
sahabelerinden bir grubun gurur ve iftihar içinde bir savaştan döndükleri bir güne
bırakıyor. Onları karşılayıp tebrik ediyor, fakat şöyle bir tebrikte
bulunuyor. "Küçük cihadı yapıp büyük cihada girenlere selam olsun." Ey Resulullah!
Daha büyük cihat nedir? Diye soran sahabeler, geldikleri savaşa benzer başka bir
savaş sahnesi olduğunu zannettiler. Peygamber şöyle buyurdu: "Nefisle savaş"([80])
.
Yani benim İslam'ım iki cihadı istemektedir: Hem dış cephede tuğyan eden had-
dini aşan insanlarla savaş, hem de nefisle savaş. Biri tek başına yeterli değildir.
Mevlana bu konuda şiirlerinde gerçekten güzel bir tablo çizmiştir:
Ey şahlar! Dışarıdaki düşmanı öldürdük
Ondan daha beter bir düşman kaldı içimizde.
Söylediği şu şiir delilimdir:
Bunu öldürmek, ahi ve zekânın işi değildir
İçteki aslan korkak aslan değildir.
Siz, düşünce, akıl, felsefe ve ilimle nefsin kalesini zapt edebileceğinizi
zannetmeyin. Bu iş iman ister. Akıl ve zekâdan tek başına bir şey çıkmaz.
"Toynbee'nin söylediği o hata, makinenin icat ettiği değildir" demem bundan
dolayıdır. O hata arzu ve hırsların serbest bırakılmasıdır. Arzu ve hırsların serbest
bırakılması nereden kaynaklandı? Kullarda yegâne amil olan imanı
insanoğlundan aldığınız yerden kaynaklandı. İmana tekrar dönmemiz gerektiği
bundandır, imana dönmekten başka bir yolumuz da yoktur.
Bu gece, oturumumuzun son gecesidir, iki-üç kelime de musibet konusunda
zikredelim.
Hazreti Fatımatu'z Zehra selamullahi aleyha'nın varlığı üzerine konuşalım.
Ali ve Zehra'nın arasındaki sevgi ve şefkat bağı dünya tarihinin sevgi ve
şefkat örneklerindendir.
"Bizler bir güvercin çifti gibiydik, birbirimizden ayrılamıyorduk. Fakat bir
zamandır geldi ve aramıza ayrılık soktu. "([81])
Bazen Ali (as) gece karanlığında
mezarlığa gidiyor, uzakta duruyor ve sevgili karısı Zehra ile konuşuyordu. Selam
veriyordu, sonra kendini üzüyor ve bu üzüntüsünü Zehra'nın diliyle
cevaplandırıyordu:
Ben ne diye durmuş da sevgilimin kabrine selam veriyorum ve o bana
cevap vermiyor?! Sevgilim, mahbubum! Ne diye bize cevap vermiyorsun? Yoksa
yanımızdan ayrılıp gittin diye sevgiyi unuttun mu? Artık bizim senin gönlünde
yerimiz yok mu? Daha sonra kendisi cevap veriyordu:
Sevgili bana cevap verdi: "Bu ne bekleyiştir ki benden bekliyorsun, yoksa sen
benim bu toprak yükü altında mahpus olduğumu bilmiyor musun? "([82])
Zehra Ali'ye şöyle vasiyet etmişti: Ey Ali! Beni defnettiğin ve kabrimin
üstünü kapattığın zaman kabrimin yanından hemen ayrılma, bir müddet bekle,
bu, İlenim senden istediğim bir andır. .. Ali kendi elleriyle Zehra'yı defneder.
Kendi elleriyle sevgili hanımının kabrini kapatır, toprağı kabrine döker ve yeri
düzeltip temizler. Elbiseleri hep tozlanmıştır. Elbisesini toz ve dumandan
silkeler. Şimdi sıra, bir müddet öylece beklemesine gelir.
Ali işlerini bitirince kalbinde bir miktar gam ve keder yer etti.([83])
Ne
yapsın? Kiminle konuşsun? Gönlündeki derdini kime söylesin? Peygamberin
kabri yakındır. Peygamberden daha iyisini bulamazdı. Peygamberin mukaddes
kabrine yöneldi:
Ey Allah'ın Resulü! Hem benim tarafımdan hem de kızın Zehra tarafından
sana selam olsun. Ali'nin durumunu soracak olursan, Ali'nin sabrı çok azalmıştır.
Ey Allah'ın Resulü! Çok yakında kızın sana, senin ümmetinin senden sonra ona
neler yaptığını söyleyecektir.([84])
Allah'ım gönüllerimizi iman nuruyla aydınlat. Bizleri "Allah'ı bilen" gerçek
mü'minlerden kıl, gönüllerimizi ahlakın kötülüklerinden temiz tut, kalplerimizi
ahlakî güzelliklerle donat, Müslümanlara, düşmanlarına karşı zafer ve yardım
bağışla, bizleri mukaddes İslam dininin gerçekleriyle aşina kıl, İslam, Kur'an,
peygamber ve yakınlarının değerini bilenlerden eyle bizi,
ölülerimize merhametini bağışla.
EK:1
-A-
KOMÜNİZM AHLAKI
Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla
"Hamd, bütün varlıkları yaratan âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur.
Salât ve selam, Allah'ın kulu, Resulü, sevgilisi, günahlardan arındırılmış, sırrının
koruyucusu, risaletinin tebliğcisi, efendimiz, peygamberimiz, Ebu'l Kasım
Muhammed'e ve O'nun günahlardan arındırılmış tertemiz ve güzel yakınlarının
üzerine olsun. Lanetlenmiş şeytandan Allah'a sığınırım."
Asrımızda çokça gündeme gelen ahlak konusundaki görüşlere işaret
ediyoruz. Onlardan biri, komünizm ya da Marksizm ahlakıdır. Bu ekolün de
kendine göre bir ahlak sistemi vardır. Kaçınılmaz olarak her ekol, ahlak konusunda
bir takım ölçüler açıklamalıdır ki, hangi şey için insanlık değerini söz konusu
ettiği, ne tür bir işi ahlak kabul ettiği ve ne tür bir işi ahlak zıddı saydığı
şeklindeki sorulara cevap verebilsin. Bu ekolde tek bir şey ahlakın ölçüsüdür ve bu
ise toplumsal tekâmüldür, o da üretim araçlarının tekâmülü ile izah edilen bir
tekâmül. Marksizm ekolünün bir mantığı vardır: Hegel'in ünlü diyalektik
mantığı... Maddi olan bir felsefe ve dünya görüşüne sahiptir, özellikle on sekizinci
asırda yaygın ve revaçta olan, Hegel solcuğunun talebe veya takipçilerinden biri
olan Foerbach adında bir kişinin yeniden ortaya attığı bir maddeciliktir. Marks,
maddeci felsefe konusunda gerçekte Foerbach'a tabidir. Nihayet Foerbach
mantığı diyalektik mantığı olmamıştır. Marks, o diyalektik mantığı maddeci
felsefeyle birleştirmiştir ve ondan da dönüşümlü maddecilik ya da maddecilik (bu
kavramları kendileri söylüyor) veya diyalektik materyalizm meydana gelmiştir.
Aynı şekilde bu ekolün, tarihin mahiyeti konusunda özel bir görüşü vardır. Bu
görüş, ekonominin asilliği üzerine kurulmuştur. Şöyle demektedir: Tarihin asıl
mahiyetini ekonomi teşkil eder, nitekim buna, "tarihi materyalizm" denmektedir.
Görünüşte bu kavramı Engels ortaya atmıştır. Tarihi materyalizm veya tarihi
maddecilik, tarihsel bir mahiyete sahiptir demektir. Başka bir kısım, toplumbilimci
kısımdır. Toplumbilimci kısımda da, tarih felsefesi kısmında olduğu gibi, toplum
altyapı ve üstyapıya ayrılır. Toplumun altyapısı, ekonomi ve üretim ilişkileridir.
Üstyapı ise diğer şeylerdir. Marksizm ekolünün diğer kısımları elbette ekonomik
meselelere bağlıdır, yani realite olarak ekonomik mahiyete sahiptir,
Kari Marks'ın uzmanlık daimin olduğu şeye sahiptir. Marks, ekonomiyi bilen bir
kişi idi, ekonomi konusunda söz söyleyebilecek durumdaydı ve bu konuda bir
görüşü vardır: -her ne kadar bu görüşü de ilkönce başka ekonomistler söylemişlerse
de o bunu daha da genişletmiş olabilir- iş ve değer meselesine yöneliktir ki değer
sadece iş sonucu ortaya çıkar, sermaye değeri doğurmaz, bu izafî değer üzerine
sermayedann elde ettiği kâr ona ait değildir, aksine işçiye aittir. Bu, iş ve sermaye
konusunda özel bir görüştür.
Diğer bir kısım, komünizm ahlakı meselesidir. Bu ekol nasıl bir ahlakı
tavsiye eder ve nasıl bir ahlakı mahkûm eder? Bu ekolde ahlak için tek ölçü
tekâmüldür denilebilir mi? -Her ne kadar kendileri bu ifadeyi kullanmamışlarsa
da böyle bir sonuca varılabilir-yani toplumu ileriye götüren, toplumu değişmeğe
doğru -ki değişme de bir devrim şeklinden başka bir şey olmamalıdır-
götüren, toplumu kemale doğru götüren her iş ahlaktır, her ne olursa olsun, her
surette ve her keyfiyette; toplumun tekâmülleşmesine engel olan her şey ise
gayri ahlakîdir, her ne olursa olsun. Elbette genel olarak söylemek istersek, bu,
hiç kimsenin ona muhalif olmaması gereken bir düşüncedir. Yani her ahlakî ekol,
tekâmülden ayrı ölçüleri açıklıyorsa da söylediği şey, "toplumun tekâmülü
ahlaka bağlıdır, benim dediğim ahlaka" olur. Her ne kadar ölçüye
tekâmül dememişlerse de hiç kimsenin, "ahlak, tekâmülün zıddıdır" şeklindeki
tavsiyeyi yapan bir ahlak olduğuna inana yoktur. Aksine, bu ahlakın tekâmülün
başlangıç ve şartı olduğu iddia edilir. Bunun üzerine, tekâmül ölçüdür diyen bu
görüşün ne özel bir şey söylediğini görmeliyiz. Ve gerçekte tekâmül
konusundaki görüşünün ne olduğuna bakmalıyız. Tekâmülü ne olarak biliyor ve
tekâmülün yolunu nasıl bir yol olarak göstermektedir? Bunlara bakmalıyız, bu
çok önemlidir.
DİYALEKTİK MANTIK
Bu ekolde mantık, bütün şekliyle diyalektik mantıktır. Diyalektik mantık, şu
kuralı bütün kabul edilmiş görüşler üzerine hâkim olarak kabul ediyor: Asıl
çelişki, başkalarının söyledikleri manada değil, aksine kendisine özgü manayadır,
yani "ben"ini inkâr, nefy ve zıddı olan her şeyi kendi içinde taşıyan bu esas ve
gerçekte kendisinin kendisiyle savaşı kendi içinde gizli bulunduğu için hareket
halindedir ve sakin değildir. O halde ikinci esası, hareket esası olur, zira hareket de
çelişkiden doğar, o da görünüşteki "ben"in içinden kaynaklanan bir çelişkidir,
dışsal bir şeyin görünüşte olan çelişkisi değil. Hareket bir takım tedrici
değişikliklere bağlıdır, hatta tedrici değişikliktir. Fakat her tedrici değişiklik,
sonuçta bir tek değişiklikle sonuçlanır. Bu her değişikliğin başlangıçta sayısal bir
yöne sahip olduğu manasındadır, yani sayısal bir artışa sahiptir- Bu artış sayısal
bir devam bulduğu sürece yavaş yavaş keyfi bir değişiklik doğurur, bir merhaleye
ulaşır. Bir ifadeyle, tedrici değişlik defi bir değişiklikle sonuçlanır. Diğer bir
ifadeyle kemmî değişiklik keyfî değişiklikle sonuçlanır. Meşhur örneği Hegel
zikretmiştir: Eğer biz suya ısı verirsek tedricen ısınır, sıfır dereceden bir dereceye,
beş dereceye, elli dereceye, doksan dereceye yükselir, ısı, suyu böylece tedricen
değiştirir. Fakat yüz dereceye ulaştığında ansızın defi bir değişiklik ortaya çıkar
ve o da şudur: Su, buhar olur ve başka bir değişikliğe, kemmî değişiklik keyfî
değişikliğe dönüşür, yani yüz dereceden yukarıda kesinlikle mahiyeti değişir, yani
ilkönce sıvı olan bir şey şimdi gaz olmuştur. İçerik değişir, içeriğin bu değişikliği
neticesinde ilkönce ona hâkim olan kanunlar -ki örneğin sıvı iken sıvılık kanunları
onun üzerine hakim idi- artık hakim olamaz, başka kanunlar -ki mesela gazların
sahip olduğu kanunlar- onun üzerine hakimdir. Kemmî değişikliğin keyfî deği-
şikliğe dönüşmesi bu zıtlığın sonucundadır. Çünkü "neticede bir harekettir ve
hareket zıtlığın zorunlu sebebidir" demiştik. Yükselen ısı derecesi başka bir
ifadeyle fazlalaşan kemmî değişiklik, zıtlık "şey"in içini fazlalaştırır manasınadır
ve kemmî değişikliğin keyfî değişikliğe dönüşmesinin manası şudur: Bu zıtlık ve
keşmekeşlik kendi son derecesine ulaşmıştır ve son derecede, kendi asıl içinden
meydana gelmiş olan o zıtlık (her şey kendi zıddını kendi içinde taşır demiştik)
zafer kazanmıştır. O zafer kazanan, son merhaleye ulaşan zıtlık, meydana gelen bu
değiştirici durum, gerçekte üçüncü durum meydana gelmiştir. Birinci durum
doğma durumudur: "Şey"in meydana geldiği aynı başlangıç. İkinci
durum, "Şey"in olgunlaşması durumudur, "şey"in kendi zıddıyla kanlaşması
durumudur, üçüncü durum, o keyfî değişiklik durumudur, bu iki zıddın daha
sonra bir üçüncü şey şekline dönüştükleri o durumdur. Zira merhale, onun
tekâmül bulmuş durumudur.
O halde tabiatın akışı daima şöyle bir akış içindedir: Şey, kendi zıddını kendi
içinde taşıdığı bir halde meydana gelir. Kendisi ve kendisinin yokluğu, imkân
arasında keşmekeşlik meydana gelmektedir. Bu keşmekeşlik harekete dönüşür
ve işin sonunda bu ikili birbirleriyle daha yüksek yerdeki bir çeşitte birleşirler.
Zira bu, o keyfî değişiklik halidir. Birleştikleri zaman o sonraki hal önceki hallerin
tekâmül bulması halidir. Başka bir ifadeyle değişime uğraması halidir.
TOPLUMUN TEKÂMÜLÜ
Yukarıda sözünü ettiğimiz akışın aynısı toplumda da vardır: Toplum,
bulunduğu her merhalede kendi zıddını, yokluğun ve inkârını kendi içinde
taşımaktadır. Ve o da keşmekeş ve harekete dönüşür, sonuçta toplumun keyfî
değişikliğine, yani toplumda devrime yol açar toplumun toplumsal düzeninin
değişikliği başka bir toplumsal düzene dönüşür. Bu durumda zorunlu olarak, yeni
toplumsal düzen önceki toplumsal düzenden daha olgundur. Yine okendi
sırasında kendi zıddını kendi içinde besler ve tekrar keşmekeş ortaya çıkar,
sonuçta keyfî devrim meydana gelir ve tekrar daha yüksek yerdeki bir toplum
ortaya çıkar. Tüm bunların kökü de gerçekte, üretim araçları ve üretim
ilişkileridir. Toplum, üretim araçlarıyla vücuda gelir (üretim araçları,
kendileriyle insanın yaşama vasıtalarını meydana getirdiği araçlardır). Daha
sonra bu toplumun içinde tedrici olarak gerçekte altyapı ve üstyapı arasındaki
zıtlık olan, bir çeşit zıtlık meydana gelmektedir. Zıtlık, yavaş yavaş devrime
dönüşür. Biz her zaman toplumun devamlı iki sınıfa ayrıldığı hesabını elde
tutmalıyız: Önceki duruma bağlı sınıf ve yeni üretim araçlarına bağlı sınıf. Önceki
duruma bağlı sınıf, önceki üretim araçlarına uygun olan önceki üstyapıyı muhafaza
etmeyi ister, diğer sınıf da yeni üretim araçlarına bağlı olan ve toplum için yeni
üstyapıyı söz konusu etmek isteyen bir sınıftır. Bu keşmekeş etki yapar, fakat
zorunlu olarak yeni üretim araçlarına bağlı sınıfın zaferiyle sonuçlanacaktır. Şimdi,
toplumun geçmişine bağlı sınıfın kârına olacak her iş, ahlakın zıddıdır. İstediğiniz
şekli de verseniz, istediğiniz ismi de taksanız o iş ahlakın zıddı olacaktır. Eğer
siz; "bu şehirde çaresiz, fakir, çıplak, aç ve açıkça açlıktan ölen, hasta olan
insanlar var, artık benim için bir grup aç, zavallı, fakir insanın karnını
doyurmaktan, çıplaklarını giydirmekten ve hastalarını tedavi etmekten daha iyi ve
daha ahlaklı başka bir iş olmaz" diyecek olursanız, o diyecek ki "hayır, bu yeterli
değildir, senin bu işinin neye yönelik olduğunu da görmelisin. Acaba senin bu
işin toplumu daha tez devrime çeker mi (tekamül devrim demektir, devrim de
tekamül) veya devrimi geciktirir mi? Eğer senin bu işin devrimi daha çabuk
olmasına sebep oluyorsa ahlakîdir ve eğer devrimin gecikmesine sebep oluyorsa
zıdd-ı ahlakîdir"! Buna karşılık, sizin gözünüzde kendisinden daha körü ve ahlaka
daha zıt hiçbir şey olmayan her işe de "ahlak dışı" demektedir. Örneğin insanlar
zalim ve zorbadır ve ben onların zulmünün önünü alacak bir iş yapabilirim. O ise
şöyle demektedir: "Senin işinin güzel olduğunu söylemem yeterli değildir,
sonuçta topluma neler bağışladığını görmem gerekir." Ah keşke sizin ahlakî ve
hayırlı işler olarak bildiğiniz işler, devrimi geciktirmeğe sebep olsaydı, devrimin
gecikmesi, tekâmülün gecikmesi demektir. Örneğin, çalışmalarınızın
mideleri doyurmak, çıplakları giydirmek ve hastalara ilaç vermek olduğu farz
edilse, bu, mahrum insanların teskin edilmesine sebep olur, hâkim sınıfa karşı
öfkelerini dindirir ve bir rahatlık ortaya çıkarır. Bundan dolayı iş kötüdür. Bırakın
her şeyin daha çok düzensiz olmasını o daha çok tahrik olur ve daha çok kızgınlaşır.
Sizin o zorbayı engellemek isteyişinizin sonucu mazlumu rahatlatmaktır.
Bu mazlumun zıtlığının onunla fazlalaşması için zulmedeni bırakın. Bunlar
arasındaki uçurum büyüsün, çünkü uçurum derinleşmedikçe devrim meydana
gelmez. Öyleyse meselenin özü budur. Şimdi konunun esas noktasına ulaştık.
MARKSİZM’E GÖRE TEKÂMÜL ANLAYIŞI
Dedik ki, eğer bu ekol ahlak ölçüsünü tekâmül olarak kabul ediyor şeklinde
söyleyecek olursak burası tam tenkit yeridir ve tekâmül karşıtı bir ölçü taşıyan
hangi ekolün ahlakî bir ekol olabileceği sorusu da doğrudur. Her bir ekolun kendi
inanana göre ahlakî ölçüleri, değişimli ölçülerdir. Pekâlâ, bu ekolün böyle bir
iddiada bulunmasının ne özelliği vardır? Bu sora elbette yerinde bir sorudur, bunun
için açıklama bazında şöyle demeliyiz: Bu ekol, tekâmülü özel bir gözle görüyor.
Bu ekol açısından tekâmülün toplumun içindeki zıtlıklardan doğan devrimden
başka bir anlamı yoktur. Başka ekoller, tedrici ıslahatlara ve tedrici tekâmüllere
kaildirler. Bir ekol "eğer bir zerre ölçüsünde dahi topluma hizmet edersem o bir
zerre, tekâmül yolundaki bir adımdır" inancındadır. Eğer ben bir zerre miktarı dahi
ahlakî iş yaparsam, o bir zerre sonuçta tekâmülün karmadır. Örneğin bir ara biz
ağacın meyve vermesini istiyoruz, başka bir zamanda tabağa yayılmasını
istiyoruz. Burada iki tür iş söz konusudur. Eğer ağacın meyve vermesini veya
ceninin dünyaya gelmesini istersek cüz'î gözetlemeler faydalıdır, bir ağacı,
herhangi bir kurt, afet ve bir solucan ona musallat olmasın diye, suyun
zamanında ona ulaşması, ışığın ona ulaşması, eğer gübreye ihtiyacı varsa
gübrenin ona ulaşması, eğer etrafı kazmaya ihtiyacı varsa etrafının kazılması {yani
bir takım tedrici gözetlemeler) konusunda ne kadar çok gözetlersek o ağaç daha
çabuk ve daha iyi meyve verir. Aynı şekilde rahimde olan bir cenin ne
kadar fazla gözetlenirse o kadar daha iyi ve daha sağlam olarak doğar. Ama bir
vakitte vardır ki biz kazanın patlamasını isteyeceğiz. Eğer kazanı patlatmak
istersek ona bir miktar su dökmemiz gerekir, bütün kapaklan kapatmamız, sonra
buharlaşıncaya kadar ve bu kazanın patlayacağı dereceye kadar buharın tedricen
kaynaması gerekir. Küçük de olsa bu kazanda bir delik açarsak onun patlamasına
engel olur. O halde biz bunların ifadesiyle herhangi bir şeyin nitelik ve içeriğinde
bir değişiklik yapmak istersek ve topluma karşı Şöyle bir görüşe sahip olursak:
"Toplum, hiçbir zaman sağlıklı bir şekilde bir merhaleden başka bir merhaleye
adım atamamıştır ve atamayacaktır" bir sezaryen operasyonuyla yapılacak
değişikliklere yönelmek gerekir. Daima radikal, devrimci ve patlatın bir şekilde
bir merhaleyi geride bıraktırıp başka bir merhaleye ulaştırmadır. Zorunlu olarak
bu böyledir. Tekâmül -o da tekâmüllerin tümü- bunun ipoteğindedir (Bunların
altyapıyı nasıl bildikleri ahlak meselesi konusunda fark etmez, ister onu altyapı
bilelim, ister üstyapı fark etmez). Toplumun tekâmülü, onun patlaması yolundan
başka bir yolla meydana gelmez ve patlama, zirveye ulaşan çelişki ve karışıklık
yolundan ayrı olarak şekillenmez. Çelişki ve karışıklık eğer kendi zirvesine
ulaşmak isterse onda iki çeşit nokta yer amalidir: Bir çeşit, çatışmanın kendisidir,
diğeri de çatışmaya dönüşen işlerdir, yani rahatsızlıkların, tebliğlerin icadı ve
hatta operasyonların başlaması demektir, zira patlamanın gelecekte görünmesi
için halkın kızgınlığı daha fazla olmalıdır.
DEVRİM: AHLAK ÖLÇÜSÜ
O halde şöyle demek gerekir: Bu ekolde, ölçü tekâmül değil devrimdir. Her
ne kadar tekâmüldür diyorsak da bu ekol, tekâmülü devrim yolundan başka bir
yolda görmediği ve bu yoldan başka bir tekâmülü söz konusu etmediği içindir.
Ahlakî ölçülerin tümünün değiştiği yer burasıdır. Doğru veya yalan, bunlardan
hangi biri ahlakîdir? Şöyle demektedir: Eğer yalan devrimi hızlandırırsa yalan
ahlakîdir, eğer doğru devrimi hızlandırırsa doğru... Peki, emanet veya ihanet?
Bu konuda da şöyle demektedir: Bunlardan hangi biri devrimi hızlandırırsa o...
Cömertlik veya cimrilik? Hangi biri devrimi hızlandırır? Barış veya savaş?
Hangisi devrimi hızlandırır? Genelde bu ekol, tek değerli bir ekoldür. Bu ekolun
özelliği tek değerli oluşudur ve bu ekolde, ahlakta önemli bir mesele olan ve
eskiden açıklanmış olan, şimdi de fazlasıyla açıklanan, hatta komünizmden daha
yeni, yani egzistansiyalizmde de açık olan değerler çatışması meselesi
açıklanmamaktadır.
Değerlerin çatışması konusunda bir örnek verilir: Farz edin ki genç bir çocuk
küçüklüğünde babasını kaybetmiş ve sadece bir annesi vardır. Bu anne ise nice
sıkıntılar çekmiştir. Bir tek oğlu vardır, daha genç yaşında iken eşini kaybetmiş,
kocasız kalmış ve bir daha da kocaya gitmemiştir. Hayat ve mutluluğundan feragat
etmiş, örneğin bir külfet altına girmiş, zahmet çekmiş ve bu çocuğu büyütmüştür.
Şimdi bu genç daha yeni rüşdüne ermiş, büyümüştür. Bu anne ise, örneğin yirmi
yıllık verdiği zahmet sonucunda elde ettiği bu eserine bakınca lezzet alır ve şimdi,
rahat bir nefes almayı isteyişinin ilk zamanıdır. Yani bu anne tüm varlığını, tüm
ümidini ve tüm arzularını bu çocuğa feda etmiş ve bu arzu ve istek içinde kal-
mıştır. Bu çocuk, bu annenin tek ümididir. Diğer taraftan da farz edin ki bu gencin
vatanı da bir krizle karşılaşmıştır, düşmanın hücumuyla yüz yüzedir ve anavatan
barış için yardım istemektedir. Gönüllüler ordusu komutanı düşmana karşı
savaşmak için onu istemektedir. Eğer vatanın genç ve dinamik insanları hesaplı
olarak hareket etmezlerse düşman gelir ve onların ülkesini ele geçirir. Burada bu
genç, iki ananın istekleri arasında kalmıştır, bir kendisini doğuran anası bir de
vatanı olan anası, -usulcülerin ifadesiyle- toplu değerlerle karşı karşıya gelmiştir.
Vatan anası "savaşa git." diyor, gerçek ve hakiki anası da "gitme" demektedir. Bu
anne, "gitme, benim tek ümidim sensin" diye yalvarıyor. Öbürü "git" diyor. İşte bu
kendi başına bir tür ahlakî çatışmadır, vicdanın çatışmasıdır, yani iki tür vicdanî
hüküm bir arada birbirleriyle çatıştıkları bir durumda mevcuttur. Bu mesele, bu iki
anneden hangi birine müspet cevap vereceğini açıklamaktadır. Ahlakın, örneğin
şefkat temeli üzerine koyulduğu ekollerde kişiler bu iki tür değerler çatışmasına
maruz kalmaktadırlar. Örneğin burada gerçekten iki tür çatışan atıfe (şefkat)
vardır: Anne sevgisi, vatan sevgisi... Anneye karşı şefkat, vatan karşı şefkat veya
başka bir ifadeyle, annenin onun omzuna yüklediği haklar ve vatanın onun
omzuna yüklediği haklar vardır. Şimdi bunun hakkı mı daha önceliklidir yoksa
öbürününki mi? Fakat bu ekol, tek değerli olduğu, tek bir şeyden başka bir şeye
değer vermediği ve o da toplumsal devrim olduğu için, onda değerlerin çatışması
meselesi açık değildir. Şöyle demektedir. Acaba o devrime (o da bizim "sınıfsal
devrim" dediğimiz devrim) savaşa gidişin mi yardım eder yoksa gitmeyisin mi,
buna bak... Hangisi o devrime yardım ediyorsa onu seç. Tek bir şeyde de hem
gidişinin hem de gitmeyişinin yardım ettiği bir tek şey mümkün değildir. Tek
değere sahip bir ekoldür. Bunun için de hiçbir ahlakî ölçü artık burada hâkim
olamaz. Örneğin devrimci bir savaşçının bir ömrü savaşta geçmesine rağmen
komünizmin kendisine hizmet etmiş olması mümkündür. Daha sonra gücünün üs-
tünde olan veya çok fazla bir zorluğa sahip olan ve bu sekide düşündüğü bir
merhaleye ulaşınca biran şöyle düşünür: Bu saate kadar bu arkadaşımızın atmış
olduğu her adım devrim yönünde olmuştu. Fakat daha şimdiden engel ve zor olan
bir düşünce kendisinde ortaya çıkmıştır. Onun su içişini ortadan kaldırdıktan,
yanionu parçalara ayırdıkları gibi. Artık bu adam ile elli yıl boyuna bu meram
aleyhinde savaşan adam arasında hiçbir fark yoktur. Bu ekole göre, insan tek bir
değerde ı başka bir şeye sahip değildir, frisanın değerini devrim tayin eder ve o bir
tek değerin kaybedilmesi halinde bu değere sahip olmayan veya kaybetmiş olan
on milyonlarca insanın ortadan kaldırılması ahlakın zıddı değildir, belki de yer
küredeki insanların üçte ikisinin de ortadan kaldırılması ahlaka ters değildir.
Çünkü bundan başka bir ölçü mevcut değildir.
Bu da başka bir ad altında zikredilen ve "ölçü, tekâmüldür" diyen ahlakî bir
ekoldür. Çok çekici bir ölçüdür ve sanki başka ekoller ahlak için tekâmülün
zıddını söylemektedirler, fakat eğer kendi özel manasıyla göz önünde tutacak
olursak, şöyle denilir: Ölçü, devrimdir ve bu, bunlara sahip olan toplum
biliminin özel görüşünden ve tarihi felsefenin özel görüşünden doğmaktadır.
Tarihin devrim şeklinden başka yolla ilerlememiş olduğuna ve gelecekte de
devrim şeklinden başka yolla ilerlemeyeceğine inanan kimseler olması halinde, o
halde tekâmül, devrimin yetkisi altındadır ve ondan ayrı olan her şey
tekamülleşmenin tersidir, bundan dolayı da ahlakî olmanın tersidir.
FERDÎN ASLİYETİ VE TOPLUMUN ASLİYETİ
Komünizm ahlakı konusunda iki yönden söz etmek gerekir: Birisi, ferdin
asliyeti ve toplumun asliyeti konusundadır. Bir kimsenin, aslında ahlakî davranış
için tekâmülü tek ölçü olarak kabul etmemesi mümkündür. Bizler ferdin
değişimine ve toplumun değişimine sahibiz. Bazı vakitlerde de bu iki değişimin
arasında bir "bir arada bulunma" görünür, yani ferdin hakkı ile toplumun değişimi
arasında bir çatışma belirir. Bizim fert için hiçbir hak söz konusu etmememiz ve
gerçekte fert için bir asliyet söylemememiz ve asliyeti sadece topluma özgü
kılmamız ve "ferdin kendi başına bir özelliği yoktur, aksine Durkheim gibi
bazılarının ifadesiyle, fert kesinlikle itibar edilecek bir şey değildir, toplum,
gerçek bir iştir, var olan her şey toplumun malıdır ve ferdin kendi basma bir
şeyi yoktur" dememiz mümkündür. Benzetme gibi olmasın, Kur'an'ın mantığında
Allah hakkında geçmiş olan "ferdin Allah karşısında kendinden bir hakkı
yoktur" ifadesi gibi:
"İşlerin tümü Allah'ındır." (Al-i İmran: 154)
Her şey Allah'ın malıdır, ferdin kendisi de Allah içindir ve Allah'ındır ve bir
şeyi olsa da şu şekildedir: Kendisi Allah'ın kulu olan bir şey, Allah'ın mülkiyeti
altındaki bir mülkiyete sahiptir, yani fertlerin birbirlerine karşı haklan ve
mülkiyetleri vardır, fakat Allah'a karşı hesaplayacak olursak hiçbir hak ve
mülkiyetleri yoktur.
Aklıma bir hikâye geldi: Ebu Firas, güçlü bir Şiî Arap şairidir. Hicri on
dördüncü asırda yaşamıştır ve yaklaşık olarak Farabî devriyle muasırdır. Kendisi
Al-i Hemedan meliklerinin sarayında idi. Al-i Hemedan beyliğinin edebiyatı çok
seven, edebiyatı yaymaya çalışan, koruyan, belki de ilmi koruyan bir meliki
vardı. Onun hükümeti çok geniş olmamakla birlikte keyfiyet açısından değerli
idi. Bunun için Farabî, öğrenimi Bağdat ve diğer yerlerde tamamlandıktan sonra
Musul'a gitti ve öğrendiklerini Bağdat hilafetinden daha iyi bir şekilde araştırdı.
Oraya gitti ve aynı yerde öldü. Seyfu'd devle Hemedanî'nin onun namazını kıldı.
Herhalde Al-i Hemedan melikleri o melikten bu yana edebiyatı, eğitim ve öğretimi
sevmektedirler, bu tür şahısların genelinin kendi saraylarında fazla miktarda şair
yetişmiştir. Bir gün Seyfu'd devle Hemedanî şair ve edebiyatçılarla oturmuştu.
Şöyle dedi: Benim söylediğim bir beyit var, Ebu Firas'tan başka kimsenin onu
tamamlayabileceğini zannetmiyorum. Söylemiş olduğu şiir şu idi: "Leke cismi
taulluhu fe demmi La tutilluhu". Burada sevgilisine hitap ediyor, şöyle de-
mektedir: Benim bu varlığım senin varlığındandır ve ona hep sıkıntı veriyorsun,
o halde ne diye kanımı tümden dökmüyorsun?! Ebu Firas aniden o söz konusu
maşuk tarafından cevap verdi: "Gale: in küntü maliken feliye'l emru küllühü".
Dedi ki; ben malik miyim yoksa değil miyim? Sen "benim varlığım senindir"
diyorsun. Eğer ben malik isem, ihtiyar (seçme) benim elimdedir. "İşin tümü
onundur" cümlesi, Kur'an'daki "İşlerin tümü Allah'a aittir." ayetine işarettir.
Bu ayet de çok güzel sözlerdendir.
Bu gün bu söz toplum konusunda meydana gelmiştir. Bu, aslında fert için
toplum karşısında asliyet, ihtiyar (seçme), özgürlük ve hakkın söz konusu
olmadığı bir takım toplumbilimci görüşlerdir. Fertler, toplum içinde birbirlerine
karşı hak ve sorumluluklara sahiptirler. Ama toplum karşısında bu sözün bir
manası yoktur.
ÖZGÜRLÜK VE EŞİTLİK
Bu ekolun görüşüne göre, mikyas (ölçü) toplumun tekâmülüdür. Toplumun
tekâmülüyle farklılık arz eden her şey ortadan kaldırılmalıdır. Fakat başka
ekoller bu şekilde söylememektedirler, kimileri ferdî asliyeti mutlak olarak
düşünmektedirler, kimileri de ferdî asliyeti mutlak olarak düşünmüyorlarsa da, az
da olsa, fert için bir asliyetin olduğunu söylemektedirler. Bundan dolayı da öz-
gürlük ve eşitlik meselesinde şu muamma daima vardır: Özgürlük ve eşitlik,
birbirleriyle çatışma halinde olan iki insanlık değeridir. Yani eğer fertler özgür
olurlarsa eşitlik ortadan kalkar ve eğer eşitliğin tam olarak yerleşmesi istenirse
kaçınılmaz olarak özgürlükler sınırlandırılmalıdır. Çünkü insan fertleri bir
fabrikanın çeşitleri gibi değildirler ki fabrikanın imal ettiği şekildeki gibi
aralarında hiçbir fark olmasın. Aksine biri daha çok yeteneklidir, biri daha az, biri
daha kuvvetli bünyeye sahiptir, biri daha zayıf, birinin başlangıcı olur, diğerinin
olmaz, biri tembeldir diğeri çalışkan. Eğer toplumu özgür müsabaka alanı olarak
kabul edersek bir grubun güçlü, yenici, diğer bir grubun da güçlü ve yenici
olmayacağı açıktır. Şimdi ya tembelliklerinden dolayıdır ya da güçsüzlüklerinden
dolayı. Özgürlük ister istemez eşitsizliği meydana getirir. Fakat eğer eşitliği
yerleştirmek istersek özgürlüğün önünü büyük bir dereceye kadar almamız
kaçınılmaz olacaktır ve belki de kişisel hakların önünü almamız kaçınılmazdır,
yani birinin malını elinden alıp bir başkasına vermeğe mecburuz.
Tıpkı bir hipodrom misali... Bir hipodromda atlan birbirleriyle yarıştırmak
istedikleri zaman iki durum söz konusudur: Bir zaman atlan askeriyenin atlan
gibi koşturmak istiyoruz, onları sıraya diziyoruz. Kulaklarının tümü ve başlan da
birbirlerine eşit olmalı ve herkes atını kontrol etmelidir. Bu şekilde atların tümü
bir ahenkle hareket eder. Hareket eden yüz tane askerî at örneğin birbirlerinden
onar metre aralıklarla onarlı gruplar halinde hareket etseler, hatta bir saat dahi
yürüseler hiçbiri diğerinin önüne geçmez, fakat burada atlarının özgürlüğünün
(serbestliğinin) önü alınmıştır, onların çoğu serkeşlik ediyordur ve hızlı gitmeyi
istiyordur, fakat binicisi ona izin vermiyor, çünkü diğer atlarla birlikte gitmelidir.
Fakat bir zaman vardır ki mesele, özgürlük ve müsabaka meselesidir, örneğin at
koşturulan hipodromlar gibi. Orada kesinlikle biri arkada kalır biri de öne geçer. O
halde eğer atlara serbestlik verirsek, eşitlik ve beraberlik yoktur ve eğer eşitlik ve
beraberlik sağlayacaksak özgürlüğü ortadan kaldırmak zorunda kalırız. Özgürlük,
ferde ve eşitlik topluma taalluk eder. Ban kampında dayanak daha çok kişisel
özgürlük üzerindedir ve genellikle eşitlik payimai edilmiş ve ortadan
kaldırılmıştır. Doğu kampında da dayanak eşitlik üzerindedir, özgürlüğü ortadan
kaldırmışlardır. Orada eşitlik yoktur, burada ise özgürlük yoktur. Bunlar iki
değişik felsefeden kaynaklanmaktadır. Elbette meselenin önemli yanı şudur:
Acaba asıl olan ferdin tekâmülü mü yoksa toplumun tekâmülü müdür? Ya da
ferdin mutluluğu mu yoksa toplumun mutluluğu mu? Veya acaba tabii bir yol ve
özgürlük, insanın o tabiî hakkı olduğundan dolayı belirlenmiş bir sınır mıdır ki
ondan daha fazla başka özgürlük olmasın ve tekâmül de aynı ölçüdeki özgürlüğe
bağlı olsun, yani üçüncü bir ekol. Bu başka bir konudur.
BU GÖRÜŞÜN ELEŞTİRİSİ
Her halükarda amacım şu yöndedir: Eğer bir kimse ölçü tekâmüldür, derse
tartışmaya açıktır, zira bu şekilde tüm asliyetleri topluma vermişiz ve fert için
hiçbir asliyeti söz konuşu etmemişiz demektir. Tek değerli olmamız ise mümkün
değildir. Toplumun tekâmülü değerden biridir, ferdin tekâmülü de kendi başına
bir değerdir. Bundan dolayı bazen iki değerin çatışması meydana gelmektedir:
Toplumsal değer ve kişisel değer... O halde ilkönce bu açıdan komünizm ahlak
ekolu söz konuşu edilmeye ve tartışılmaya açıktır, yani şu ilkeyi kabul etmek
mümkün değildir: Ölçü, toplumun tekâmülüdür ve tek değerli olmalıdır. Fert ise
bir değere sahip değildir. İkinci olarak, biz toplumun tekâmülünü ölçü olarak
bilmek isteriz, ister tek ölçü olarak bilelim ve ister ölçülerden biri olarak
sayalım... Bu meseleyi kabul edemeyiz, tekâmül münhasıran -söyledikleri gibi-
keyfî değişiklikler ve devrimin etkisinde değildir, yani toplum devrim yolundan
başka b;r olgunluk yolu da takip edebilir ve belki de devrimin gerçek olarak
olgunluk yolu olduğu söylenemez. Nice devrimler, toplum için bir olgunluk or-
taya koymaksızın yapılmıştır. Herhalde bu mesele, tabiatın kendi olgunluğunu
her zaman kemmî değişikliklerin tebdili yolundan keyfî değişikliklere doğru,
devrimci yoldan izlediği küllî felsefî bir ilke, ne insanın dışındaki tabiatta doğrudur
ne de insanlık tabiatında. Eğer bir ağaç fidanını yere dikersek, kim böyle keyfî bir
değişikliği ortaya çıkarır? Hareket ettiği için bunun birinci merhalede tez
olduğunu ve daha sonra kendi zıddını, hareket halinde olan kendi içinde
taşımakta olduğunu kabul etmelisiniz. Oysa şu da, yanı kendi derunî zıddı
vasıtasıyla hareket etmiş olduğu da kabul edilemez. Şimdi farz-ı misal buraya
kadar olan kısmı kabul edelim. Biz örneğin bir armut fidanını yere dikelim. Bu
fidan tedrici olarak kendi tekâmül yolunu geniş bir ağaç oluncaya kadar
takip eder. Senelerce meyve verir, daha sonra da ihtiyarlar. Hiç de keyfî bir
değişiklik bulmaz ve ölür. O halde bu fidan hareket ediyor olmasından dolayı,
sizin dediğinize göre tez ve antitez merhalesini yani "şey" ve "zıt" merhalesini
veya hüküm ve hükmün zıddı olan merhaleyi takip etmiştir. Fakat biz, o mürekkep
hüküm merhalesine veya sentez merhalesine ulaştığını görmeyiz. Eğer "bu
ağacın tümü hüküm merhalesidir ve onun zıddı, öldüğü zamanıdır ve zıddının
zıddı başka bir defa diğer bir ağacın meydana gelmesidir." derseniz, biz de, "o
merhalede ortaya çıkmış olan o hareket o halde ne idi?" deriz. Yirmi sene hareket
halinde idi. Siz diyorsunuz ki, "Kendi içinde bir zıtlık bulunmadıkça bir hareket
ortaya çıkmaz." Bundan dolayı ne cansız tabiatın böyle bir kanunu vardır, ne de
canlı tabiatın. Doğan bir insan kendi ömrünün devrelerini bu üç çeşit merhaleye
nasıl tatbik edebilir?! Böyle bir şey yoktur. O halde ikinci açıklama şudur: Bu
farziye, tekâmülün yegâne yolunun ister tabiatta, ister toplumda olsun devrim
olduğunu iddia etmektir. Bu görüş bu açıdan teyit edilmeğe değmediği için bu
ahlak da teyit edilmeğe değmez.
O halde bu ahlaki ekol ile ilgili olarak iki açıklama söz konusu-dur. Birinci
açıklama şudur: Toplum değişiminin yegâne ölçü olmasını kabul etmiyoruz.
Çünkü bu düşünce, toplumun asliyeti ve ferdin göreliği esası üzerine kurulmuştur.
Bu ise bir ilim ve gerçek değildir. Bundan dolayı eğer tekâmülü de ölçü kabul
etsek bile yine de tek değerli değiliz, kişisel ölçüler de vardır. İkincisi,
tekâmülü yegâne ölçü olarak kabul ettiğimizi varsaysak dahi tekamülün daima
devrim yoluyla olacağını kabul etmeyiz. Tabiat baştanbaşa bu şekilde olduğundan
dolayı çok sınırlı ve istisnai konular delil alınamaz, özellikle gözle görülen
gerçeklerin bu hükmün tersi olduğuna bakılarak, bu konular delil alınamaz.
EK:1
-B-
AHLAKTA BENLİK MESELESİ
Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla
Lanetlenmiş şeytandan Allah'a sığınırım.
Görmedin mi Allah nasıl bin benzetme yaptı: Güzel söz, kökü
(yerde) sabit, dallan gökte olan güzel bir ağaç gibidir. Ki (o ağaç), Rabb'inin
izniyle her zaman yemişini verir. Allah, öğüt alsınlar diye insanlara
böyle benzetmeler yapar. Kötü sözün durumu da gövdesi yerin üstünden
koparılmış, kararı (yerinde durma imkânı) olmayan kötü bir ağaca benzer.
Allah, insanları dünya hayatında da, ahirette de sağlam sözle tespit eder. (İbrahim: 24 - 27)
En başta Hakk ve adalet yolunun en büyük şehidi İmam Hüseyin b. Ali'nin
(as) mübarek doğumu dolayısıyla hepinizi tebrik ederim. Geçen sene böyle bir
gecede aynı yerde, zaman ve yerin uygunluğu açısından "İslamî ahlakta aslî
mihver" adı altında kısa ve öz bir konu etrafında konuşmuştum. Fakat zaman
açısından o konuyu seçtik, çünkü "Nefsin yardımı" meselesi Hüseyin b. Ali'nin (as)
nurlu hayatının parlak bir bölümüdür. Yer açısından ise, burası mukaddes bir yer,
eğitim ve öğretim merkezi olduğu ve her yerden daha uygun olduğu açısından
böyle bir yerde terbiye ve ahlak özerine olan bir konunun açıklanması daha uygun
olur. Bu gece de bana öyle geldi ki hem zaman açısından, hem de mekân
açısından uygun, hem eğitim, öğretim, terbiye ve ahlakla ilgili, hem de zımnen bir
açıklama ve geniş bir değerlendirme olan başka bir konuyu, Hüseyin b. Ali'nin
(as) yaşantısının bölümlerinden birini açıklamak istiyorum. Bu gece bunun
etrafında konuşmak istiyorum. Konunun adını "Ahlakî güzellikler" şeklinde
koymamız uygun olabilirdi, fakat o konunun mukaddimesi olan başka bir adı
koyuyoruz, o da "ahlaktaki benlik" meselesidir. Çünkü bu önemli bir bölümdür
ahlakın ilk bölümü benlik bölümüdür. "Benlik bölümü" ne demektir? Her şeyden
önce sizin de bildiğiniz gibi toplumsal ve eğitimci terbiye ve adaletlere o kadar
değer vermeyen, aksine ona muhalif olan ve insanın daha üstün tabiata
dönmesine taraftar olan -bizim pratikte bunlarla bir ilgimiz yoktur ve onların
görüşü de reddedilmiş bir görüş olarak bilinmektedir- bir kısım ahlakî sistem ve
stillerden öteye diğer vesair ahlakî ekoller bilahare bir çeşit ahlak, özel bir ahlakî
stil, terbiyeye dayalı özel bir sistemi insanoğlu için gerekli ve zaruri olarak
bilmektedirler. Nihayet birisi şöyle demektedir: Falan ahlakî ve eğitici stil ve sistem
iyidir. Bir başkası, bir başka sitil ve sistemi temel esas yapıyor.
İNSANOĞLU NEDEN AHLAKA VE TERBİYEYE İHTİYAÇ DUYAR?
Şimdi, insan hayatında ahlak, eğitim, adetlerin -ki bilinen ifadeyle ikincil
tabiat (huy) olmaktadır- icadi ikincil tabiatın (huyun) icadı ve insan ruhunda "huy"
olarak adlandırılan yapılmış melekelerin ne gerekliliği vardır ve gerekliliğin
ortaya çıkması nasıl olmuştur? Bu, kendi başına bir hikâyedir, bir bölümdür ve
insanoğlunun yapısına bağlıdır ve o da insanoğlunun sanki arzu ve istekler
açısından eksik yaratılmış olduğudur. Eksik olarak yaratılmış olan nedir? Hilkatte
(yaratılışta) hiçbir şey eksik yaratılmış değildir. Maksat şudur: Her bir hayvan arzu,
istek ve tabii sıfatlar açısından tabiatta kendi yaşantısına uygun olarak mücehhez
olmuştur, fakat yüce Allah insanoğlunu ölçülü olarak yaratmıştır (insan, zayıf,
olarak yaratılmıştır).(Nisa: 28) Onun isti'dadı terakki ve tekâmül açısından
hayvanlardan daha fazla olmasına rağmen istek, arzu ve kendisi için gerekli ve
zaruri olan tabiatüstü sıfatlar açısından çok zayıf ve eksik yaratılmıştır. Sanki
insanın tabiatında istidadı yerleştirmiştir ki insanın kendisine o eğitici yolu ve
gerekli olan o yaradılışı (huyu) seçmesi için öğretmen ve eğitimciler gelsin de
tabiatta var olduğu görülen bu noksanlığı tamamlayıp sonuçlandırsınlar. Bu
kendi başına bir hikâyedir. Resul-i Ekrem'in (saa), "ben, güzel ahlakı tamamlamak
için seçildim." şeklinde buyurduğu cümle bu konudadır. Yani insanın kendi
mutluluğu için gerekli gördüğü kazanılmış sıfatları tamamlayalım ve onu
kolaylaştıra-hm. Ulemanın usûl ilminde bir kural vardır. Şöyle
demektedirler: Kanunlarımızdan bazıları vardır ki kanun ile kanunun
tamamlayıcısı ayrı olarak yazmalıdır. O kanunun tabiatında, o bir tekin içinde
kanunun kendisi ile kendi tamamlayıcısının bir yerde yer almasına imkân yoktur,
yazılı tamamlayıcıya ihtiyaç vardır. Bu felsefi bir şifredir ve bundan başka imkân
da yoktur. İnsanın insanlığı şu süreçten başkasına sahip değildir: Başlangıçta insan
tabiatta öylesine eksik yaratılmıştır daha sonra eğitici ve ahlakî sistemler gelip o
eksiklik ve zayıflığı bertaraf ederler, böylece insan düşünce ve iradesinin
gücüyle kemal noktasına erişir. Bundan dolayı insanın ahlakî bir sisteme ihtiyacı
vardır.
İKİ ÇEŞİT AHLAK
Ahlakı temel esas olarak alan kimselerin iki grup olduklarını biliyoruz. Bir
grubun ahlakının esası, bencillik ve kendine tapma üzerine kurulmuştur,
kendisinin kuvvetli olduğu üzerine kurulmuştur, yaşama karmaşıklığı üzerine
kurulmuştur, kendi tarafını tatma üzerine kurulmuştur. Ahlak için bir tek esas ve
temelden daha fazla bir şey söylemezler, o da, kişisel hayatın korunması için
çalışmadır. Onların ahlakının temeli "benlik" tir. Örneğin Nietzche'yitemel esas
alan bir ahlak gibi. Hatta komünizm ahlakı da böyle bir ahlaktır. Bu ahlakın esası,
menfaatlerden -o da şahsî menfaatlerden- ayrı değildir, yani komünizmin felsefi
temeli, kendi ahlakını yayma ve benlik temelinden bir derece daha yukarı çıkma
imkânını ona vermez. Bunları bir yana bırakırsak, dünyada daha başka ahlakî ve
eğitici yollar vardır, adalet, doğruluk, dürüstlük, emanet vb. ahlakî faziletler adı
altında kelimeler oluşturmuşlar ve faziletleri kavramlaştırmışlardır. Bu ahlakların
tümü benlikle bir tür savaştır, insana "doğru sözlü ol, yalan söyleme" dedikleri
zaman, şahsi menfaatin olduğu yerde şahsî menfaatin hatırı için doğruluğu elden
bırakma demektir. Doğruluk, bir çeşit "ben"e tekme vurmaktır, insana, "nifakı
içinde taşıma, hırsızlık yapma, adalete bağlı kal, insaflı ol, eşitliğe riayet et"
denildiği zaman da aynı şekildedir. Ahlakî faziletler denilen tüm bu faziletler,
benlikle savaşmanın bir çeşididir, yani insan "ben"den vazgeçme makamına
ulaşmadıkça ve pratikte bir çeşit fedakârlık olmadıkça kendisini ahlakî
faziletlerle donatabilmesine imkân yoktur. Ahlakta "benlik meselesi"nin en
önemli meselelerden olması bundandır.
AHLAKÎ FAZİLETLERE BAĞLILIĞIN TEMELİ
Şimdi bu konunun kök ve temeli konusunda insanlar, kişisel menfaatler
karşısında ahlakî faziletlere bağlanmaları, inanmaları ve iman etmeleri için nasıl
bir iş yapmalıdırlar ki doğruluk için, hakk için, adalet için kendi kişisel
menfaatlerinden vazgeçsinler. Ahlakı hangi esas üzerine koymalı, benliğiyle
savaşması, aynı zamanda mantıklı da olması gereken, dayanağı olması gereken ve
içi boş olmaması lazım gelen bir ahlak nasıl bir esas üzerinde kurulmalıdır.
Alexis Carel'den bir cümle nakletmektedirler: Dünyada, iffet, takva, hakk ve
adalet kelimelerinin perdesi altında (kim bilir) ne kadar fayda gizlidir! Yani bunlar
içi boş kelimelerdir, benliğin üzerine çekilmiş, hatta hakikat görülmeyecek
şekilde üzerine çekilmiş perdelerdir. Onun içi boştur, kabuğu olan, fakat içi
olmayan, içi boş olan bir ceviz veya badem gibidir. O halde ne yapmalı? Elbette iki
yol vardır. Bir yol, ayırt etme gücüne yeterince sahip olmama manasında parlak
bir akla, aklî yeterliliğe sahip olmayan kimseler içindir. Birçok temelsiz
düşünceyi, telkin ve sözün tesiri neticesinde insana empoze etmek mümkündür.
Bazen o insanda yalancı düşünceler oluşturulmaktadır ki o yalana düşünceler
için fedakârlığın ve vazgeçmenin de olması mümkündür, fakat bunun bir temel
ve kökü yoktur ve mantıkçıların deyimiyle en küçük bir şüpheyle şüphe edilen
yok olur. Örneğin bir askeri orduda öyle terbiye etmektedirler ki, yani öyle telkin
ve ilka tesiri altında bırakmaktadırlar ki, bağlılıkla bir su ve toprağa âşık
olmaktadır. Fakat birisi gelip de kulağının dibine oturarak iki şüpheli söz
söylerse tüm bu temeller çöker. Çünkü bunların tümü telkinlerden ibarettir ve bir
temel ve esası yoktur. Ve eğer bir başkası şüphelendirmezse kendi düşüncesini
kullanırsa, daha çok okursa, daha bilgili olursa, daha akılı olursa ve meseleyi tahlil
edebilirse ona, "falan hedef için gel canını ver, mutluluğunu ver, kendi lezzetini
feda et, bütün varlığını feda et" şeklinde telkin edilen bütün o sözlerin bir temeli-
nin olmadığını görecektir. Dört tane kitap okuyunca, düşüncesi birazcık
aydınlanınca; "Niye? Niçin? Yoksa benim her şeyi kendim için istemem
gerektiğinden başka bir şey midir bunlar? Sonuçta ne diye kendimi feda etmek
isteyeyim? Ne için?" şeklinde bir sürü soru sorar. Bunun hazırlığı "niçin" olunca bu
telkine dayalı eğitimin bütünüyle harap olduğunu görecektir.
Dünyanın, daha çok bilgilendikçe daha fazla inançsızlaşmasının ve ahlaki
esaslara bağlılığının daha çok azalmasının sun, galiba, insana öğretilen ahlakî
esasların bir mantığı olmayışı, dayanağının olmayışı, kendisine itibar edilmeyişi,
temelinin olmayışı ve bir takım telkinler esası üzerinde olmasından dolayıdır.
Ailede ona teklin etmişlerdir, anne ve babasını taklit etmiştir. Okulda aynı şekilde;
ders okuduğu zaman ve ahlakî esaslar üzerine düşündüğü zaman, devamlı
koruduğu esasların ve "toplumsal adalet şöyledir, doğruluk şöyledir, emanet
şöyledir, özgürlük şöyledir" demesinin bir temelinin olmadığını bilmektedir.
"Ben hangi hesap ve melekelerle dört kelimelik söz için gelip kendi kişisel
menfaatlerimden vazgeçeyim? Ne için gelip vazgeçeyim?" diyecektir.
Eğer düşünürse böyledir. İnsanoğlunun eski zamanlarda sahip olduğu ahlakın
daha sonra açıklayacağım temiz bir toplulukta öteye, hangi esaslı temel ve binalar
üzerine kurulduğunu Kur'an şöyle buyuruyor:
"Görmedin mi Allah nasıl bir benzetme yaptı: Güzel söz, kökü (yerde)
sabit, dalları gökte olan güzel bir ağaç gibidir.
Ki (o ağaç), Rabb'inin izniyle her zaman yemişini verir. Allah, öğüt
alsınlar diye insanlara böyle benzetmeler yapar." (İbrahim: 24 - 25)
Bir sonraki ayette şöyle buyrulmaktadır:
"Allah, inananları, dünya hayatında da, ahir ette de tespit eder." (İbrahim:
27).
Onların ahlakının bir temel, bina ve esası vardır ve hiçbir güç o ahlakı
onlardan alamazdı. Evet, bunlardan başka halkın çoğunluğu, ahlakî düşünceleri,
kişiyi geçici olarak inandıran gücün ilka gücüne sahip olduğu söylenmiş olan
yere kadar taklit, telkin, hipnotizma ve benzeri temeller üzerine kurmuşlardır.
Fakat bilgin olan insan bu sözlerin etkisi altına daha az girer, bu ise ahlak
için büyük bir tehlikedir. O halde ne yapmalı? Eğer insan ahlaktan bütünüyle sarfı
nazar ederse bu kesinlikle insanlığın harap olması demektir. Her ne kadar da biz
birisine, "beyefendi, toplumun menfaati için şu işi yap, bu işi yapma" desek de
onun için kabul etme söz konusu değildir ve şöyle diyecektir: "Benim
söyleyeceğim bir doğrunun bu büyük okyanusta ne etkisi olur, fakat bir yalanı
söylediğimde kendi şahsımın menfaati için söylerim." Düşündüğü zaman yapılan
işte bir mantık olmadığını, bir dayanak olmadığını ve bir temel ve esas olmadığını
görecektir.
ALLAH'I TANIMA AHLAKIN TEMELİDİR
Kimileri "ahlakın bir temeli vardır." demektedirler. Tıpkı, "dinin evveli
Allah'ı tanımaktır" sözünde olduğu gibi. Allah'ı tanıma, dinin ilk taşıdır. Aynı
şekilde Allah'ı tanıma insanlığın ilk taşıdır, insanlık ve ahlakın Allah'ı
tanımaksızın bir manası yoktur. Yani hiçbir manevî davranışın, o maneviyat
silsilesinin başı ortaya gelmeksizin bir manası yoktur. Bunlar kolay sözlerdir ki
birisi gelsin de insaniyet adına ahlaka çağırsın. Ben, Bertrand Russel'ın mantı-
ğından daha ahmakça bir mantık görmüyorum. Bu adamın düşüncesi maddî bir
düşüncedir. Devamlı, "gelin, insanlığın menfaati için şöyle yapın" demektedir.
İnsan ruhunda bir temel olmadığı zaman ne diye insanlık olsun? Beni ne bağlar?
O insan benim karşımda bir ağaç veya koyun gibidir. Bu ahlakın bir temel ve
esası yoktur ve olamaz da. Dinin mantığına yönelik olarak da nasıl esasa sahip
olduğunu, hangi tecrübe ve sınamaların onun sıhhatini ispatlamış olduğunu, ne
tür ahlakî düzenlemelerin sağlam kuralları ortaya çıkardığını ve bundan sonra da
çıkaracağını açıklayacağız. Burada bir yanlışlık baş gösteriyor, o da şudur: "Şeyin
imkânı üzerindeki en kuvvetli delil şey'in vukuudur" denilmektedir (öğrencilerin
ifadesiyle). Derler ki, Allah'ı tanımayan ve dini olmayan bir toplumda düzen ve
ahlakın olmaması hakkında ne diyorsunuz? Bizler, bugünkü bilinçli toplumun
ne kadar düzenli ve intizamlı bir toplum olduğunu görüyoruz, ahlaklı insanlar
vardır, kendi hak ve sınırlarını aşıp tecavüz etmemekte olan halklar vardır.
Şu anda manevî değerlere bağlı olmadıkları halde asla yalan söylemeyen
milletler mevcuttur dünyada. Bizler gittik ve gördük. Avrupa ve Amerika
milletlerini gördük. Onlar dine bağlı olmadıkları halde de yalandan, nifaktan,
aşağılamaktan, hırsızlıktan ve ihanetten sakınmaktadırlar. O halde anlaşılmaktadır
ki iman ve marifete dayanmaksızın ahlaklı olma yeteneği elde edilebilir ve
"benlik" ortadan kaldırılabilir... Bu sözü çokça işitmişsinizdir, ben de çok işitmiş
ve böyle bir şey olacağına uzun bir sürede inanmıştım, fakat şimdi sizler için bir
örnek vereceğim.
"BEN" VE "KENDİNE TAPMA"NIN ÇEŞİTLERİ
a) Kişiselden
İnsan, "benlik" ve "kendine tapma"ya uyduğu zaman, bir benlik, kendi
şahsının benliği olur. Kimi şahıslar yalnız başlarına yaşarlar, kendine tapma ve
kendine tapmaya bağlı olan rezilliklerin tümü, '-tecavüz çeşitleri, zulüm ve ahlakî
kötülükler onlarda mevcuttur- sadece ve sadece kendilerini görürler, kendilerinin
dışında bir şey görmezler. Merkezi kendileri olan, çevresi ise kendi kişisel
varlıklarının ve kişisel çevresinin etraf ve bahçesine tecavüz etmeyen bir daire
çizmişlerdir. Başka bir ifadeyle, bir daire çizmişlerdir, kendileri onun içindedir,
kendisinden başkaları ise tüm olarak onun dışındadırlar. Her şeyi kendileri için
isterler. Bu, kendine tapmanın zayıf bir çeşididir.
b) Aile "Ben"i
Fakat bazen kendine tapma dairesi biraz daha büyük oluyor, tabu ki burada
kendine tapma yine aynı kendine tapmadır. Fakat "ben"in dairesi bazen daha
geniş oluyor. Kendine tapan bu adam, eğer bir aile kurarsa ve bir kaç çocuk sahibi
olursa, onun evine girdiğiniz vakit, kendi ailesi içinde adil bir kişi olduğunu, tam
manasıyla kendi çocuklarına karşı adil davranmakta olduğunu, hatta onlar için
fedakârlık yapıyor olduğunu ve kendi çocuklarına aslaihanet etmediğini,
gerçekten yalan söylemediğini ve ihanet kastıyla kendi çocuklarına zorbalık
yapmadığını göreceksiniz. Nice insanlar görürsünüz ki kendi ev ve aileleri
çevresinde temizdirler, fakat aynı adam dışarı çıkınca her şeyi aile için
istemektedir. Kendine tapmadan doğan tüm rezil edici sıfatlar ailede olmadığı
halde aile dışında mevcuttur ve birlik daha büyük olunca hırs ve faaliyetleri de
daha çok olur. Defalarca, gider dışarıda aile için yalan söyler, aile için zorbalık
yapar, aile için nifak yapar, aile için halkı yanlış yola sürükler, aile için nefsi
katleder. Bunların tümü kendi "ben"idir. O "ben"in bir miktar daha büyümüş
olduğunu görüyorsunuz. Birlik değişmiştir ama kendine tapma yine aynı
kendine tapmadır. Sizler, eve girdikleri zaman adil, fakat evin dışında zalim ve
zorba olan ve davranışlarında kötü hareket eden nice insanlar görmüşsünüzdür.
Acaba bunları ahlaklı insan olarak değerlendirebilir misiniz? Denilmektedir ki siz
bu adamın ne kadar düzenli bir adam olduğunu bilemezsiniz! Eve bir kilo elma
alıp getirince bunların tümünü aynı ölçüde getirir ve her çocuğuna hakkını ol-
duğu kadarını verir, kendisine yetişsin yetişmesin. Ben kendi evindeydim ve bu
adamın çocuklarına karşı adil olduğunu gördüm. Fakat bu tek başına ahlak ve
ahlakî fazilet değildir. Eğer bu adam kendi ailesinden, yani daha geniş olan kendi
benlik dairesinden daha fazla yayılırsa ve orada da aynı faziletler olursa
ahlaklı olduğu anlaşılacaktır, ama benlik dairesinin daha da genişlediğini, fakat
buna rağmen adamın evin dışında hırsız olduğunu, zorba ve yalana olduğunu,
zalim ve mütecaviz olduğunu görürseniz yine de kendine tapmanın var olduğunu,
fakat bu "ben"in aile "ben"i olduğunu biliniz. Yoksa birlikte iş yapan hırsızlar
birbirlerine ihanetmi etmektedirler? Hırsız olmalarına rağmen birbirlerine karşı
samimi ve dostturlar, fakat kendilerinden başkasına karşı böyle değildirler.
Dünyanın her neresine giderseniz göreceksiniz ki ya hırsızlık yapmak için veya
başka terslikler yapmak için ve bazen de halkın yaptığı işlerin iplerini ellerinde
tutan çeteler teşkil edilmektedir. Sonuçta çetedirler. Çete grubu kendi fertlerine
yalan söylemez. Birbirlerine doğru ve güvenilir haberler vermektedirler. Fakat
aynı fertler kendi dışındakilere karşı zalim ve mütecavizdirler. Kendi gruplarına
bağlı ve iyi olan bu kimselerin faziletle yüklü ve ahlakî faziletlere sahip oldukları
söylenemez.
c) Milli "Ben"
Bazen "Ben"in genişlediğini görüyoruz, gruptan da daha geniş oluyor, milli
"ben" oluyor, yani o birlik, milletin birliği oluyor ve o milletin fertleri kendi
içlerinde tıpkı kendi ailelerinin fertlerine karşı doğru söyleyen aile içindeki fert
gibidirler. Kendi "ben"i milli "ben" olan kişi kendi milletine karşı emindir, kendi
milletinde hırsız değildir. Gerçekte kendi şahsı için hırsız değildir, kendi şahsı için
yalan söylemez, kendi şahsı için zulüm etmez, kendi şahsı için kan dökmez,
kendi şahsı için ahlakî kötülüklerden birini yapmaz. Fakat bu "şahıs", diğer bir
ifadeyle kendi "ben"i olmuş olan o milli ruh ortaya geldiği zaman kendine
tapmaktan doğan ahlakî kötülüklerin tümü (daha geniş bir daireyle) ondan
kaynaklanır. Bugün görmekte olduğumuz, kişinin kişiye karşı zulüm
etmediği, fakat milletlerin en kötü zulüm çeşitlerini başka milletlere
karşı yaptıkları ve bunu kötü bir şey olarak da görmedikleri problemi işte bu
düşünceden doğmaktadır. Avrupa’da birinci derecedeki adamların sömürge
altında bulunan milleteler karşı yaptıkları zulmü kendileri için bir iftihar
saydıklarını görmektesiniz. Kendi milleti içinde bu kadar adil ve güvenilir olan ve
kendi şehrinde, kendi vilayetinde, kendi ülkesinde ahlaka aykırı olan en küçük bir
ihanet ve davranışta bulunması mümkün olmayan bu kişi için başka bir milletin
sözü, varlığı söz konusu olduğunda bu düşüncelerin bir anlamı yoktur. Son
zamanlarda "dünya savaşı" adıyla gazetelerde yayınlanan kitapta ahlakî bir
anlayışın, yani adaletin sözü ortaya gelmektedir. Bu kitabın yazarı şöyle
demektedir: "Bu sözler, fertler konusunda doğrudur, milletler konusunda değil."
Doğru söylemektedir, o mantık aynıdır. Bütün ahlakî güzellikler ve faziletler,
dürüstlük, doğruluk, barış ve düzen, adalet, samimiyet, zayıfı koruma gibi ahlakî
güzellikler eğer o milletin menfaati için olursa doğrudur, o milletin menfaati
için değilse doğru değildir.
GUSTAVE LE BON' UN SÖZÜ
Gustave Le Bon "İslam ve Arap medeniyeti" adlı kitabının sonunda bir
bölüm açmış. Bu bölüm, doğu topraklarındaki milletlerin batı topraklarındaki
medeniyetlere niçin yönelmemeleri gerektiği konusuna yöneliktir. Bazı sebepler
zikretmektedir. Birinci sebep, kendilerinin tam olarak hazır olmayışlarıdır. İkinci
sebep, bizim yaşantımızın onların yaşam durumuna benzemeyişidir. Onların
yaşantısı basit bir yaşamdır, bizim sun'i ihtiyaçlarımız vardır. Bizim
medeniyetimiz bizim kendi durumumuza onların durumundan daha çok
benzerlik arz etmektedir. Onların basit bir yaşantıları vardır, bizim yaşantımız
ise, daha çok sun'idir. Daha sonra şöyle demektedir bu kitabında: "Bizim bunu
gizlediğimiz görülmektedir" devamla şöyle demektedir: "Bu zalimce
davranış tarzı, batılı milletlerin bunlara reva gördüğüdür." O zaman Amerika'da
ne yaptıkları, Okyanusya'da ne yaptıkları, Çin'de neler yaptıkları, Hindistan'da
neler yaptıkları konusunda bir açıklama yapıyor. Özellikle afyon savaşları olarak
ün yapmış savaşları zikretmektedir ki bu esnada İngilizler, Çinlilere hâkim olmak
için gelip afyonu insanlara musallat kıldılar ve onları uyuşturucu
müptelası yapmaya çalıştılar. Uyanık davranan Çin devleti başına ne
belalar getirilmek istendiğini anladı ve kendini müdafaa etti. Onlar savaştılar,
öldürdüler ve nihayet daha sonra top ve tüfek zoruyla afyonu onların arasına
sokmayı başardılar. İngilizlerin yılda on beş milyon İngiliz lirası kazandıkları
doğrudur. Fakat istatistiklere göre her yıl Altı yüz bin kişi afyondan dolayı yok
olmaya mahkûm ediliyor. Daha sonra şöyle diyor: İngilizler, Hıristiyanlığı
propaganda edenleri (İngiliz misyonerlerini) Çinlilere gönderdikleri zaman
Çinliler şöyle diyordu: Hayret! Sizler bir taraftan afyonu aramıza sokuyorsunuz ve
bizleri yokluk âlemine gönderiyorsunuz, diğer taraftan da bizlere iman ve
takvanın gereklerini öğretsinler diye misyonerleri gönderiyorsunuz!
BENLİKLE MÜCADELE'NİN İKİ ÇEŞİDİ
O halde doğru bir şekilde insan ahlakının insanî ahlak olması, insaniyet
temeli üzerine kurulu bir ahlakın olması, yani gerçekten "benlik" in ortadan
kalkması, yani gerçekten "benlik" in ortadan kalkması için ne yapmalı? Şunu da
söyleyelim ki İslam'da o manadaki "benliği ortadan kaldırma" yoktur, fakat
benliğin genişliği ve şahsiyetin genişliği vardır, ama insanî şahsiyetin bütün
âlemdeki şahsiyetle aynı olması şekliyle vardır, bu şahsiyetin ince, latif, nazik ve
cihanşümul olduğu o dereceye kadar vardır.
Dünyada, dünyanın kendisinden memnun olduğu kimseden memnunum.
Bütün aleme aşığım çünkü alemin tümü O'ndadır.
Ve ancak menfi yönü olan "benlik" le mücadele şekli olursa fer (ayrıntı, asıl
olmayan şey) kişisel "ben" için söz konusudur. Bu "Ben"in manası sınırlılıktır,
yani bir sınır söz konusudur. İnsanın bir sının söz konusu olur ve sınırın dış
tarafını daima sınırın içine feda etmek ister. Bu, "benlik" tir ve "benlik' le iki tür
mücadele yapılabilir. Birisi, "benlik" i zayıf düşürmemiz, ortadan
kaldırmamız, tıpkı Hintlilerin, Budistlerin yaptıkları ve az-çok bazı Müslümanlar
arasında da revaç bulan davranışlar gibi. Bu, İslam açısından yanlıştır. İkincisi
de, bütün insanları ve âlemdeki tüm varlıkları kapsayacak "benlik"in sınırını
genişletmemizdir. Yani sonsuz bir parlaklığa sahip bir daire olacak ve artık sınırın
dışında bir şey kalmayacak şekilde. Bu, aynı durumda menfi bir mücadele de
değildir. Bundan dolayı da İslam'da "benlik" le mücadele edilmesiyle birlikte
kendi "ben"inin hak ve sınırlarını korumak ve kendini müdafaa ermek de vaciptir.
Geçen sene "nefsin büyüklüğü" konusunda yaptığım konuşma, bir çeşit "benliği
koruma" etrafındaydı, ama ahlakî rezilliklerle şekillenmeyen bir benliğin
korunması etrafındaydı. İslam'da konu aynen bu şekildedir ve "benlik" genişlik
bulmuştur. İslamî ahlakın çevresi, belirli fertler veya topraklarla sınırlı değildir.
Müslümanlar veya Müslümanlar dışındakiler için sınır söz konusu değildir. Yani
İslam sınırının içinin, tecavüzü caiz görmeyip bu sınırın dışının, tecavüzü caiz
bilmesi şeklinde değildir. İslam, gayri Müslimlere karşı da tecavüz ve zulmü caiz
görmüyor. Elbette cezalandırmaları caiz görüyor -Müslüman ve
gayri Müslimlerin her birinin kendilerine karşı- fakat tecavüz cezalandırmadan
ayrı bir şeydir.
ALLAH, AHLAKÎ FAZİLETLERİN TEMELİ
Dinî terbiye konusuna geldiğimiz zaman bu düşüncelerin artık içi boş
düşünceler olmadığını görüyoruz, içi dolu düşüncelerdir. Hakk, adalet, barış,
birlikte yaşama, iffet, takva, maneviyat, doğruluk, dürüstlük ve emanet, bunların
tümü içi dolu olan sözcüklerdir, bir temel, esas ve mantığa sahiptirler. Konunun
aslı, bizim ahlak için ne tür bir mantığı elde etmemiz gerektiğidir. Acaba ahlak
için Allah'ı tanıma ve marifetullah yolundan ayrı bir mantığı delil olarak bulabilir
miyiz? Hayır. Bütün bu düşüncelerin itibar ve dayanakları Allah'ı tanımadır. Eğer
iman olmazsa, ahlâk, değeri olmayan sahte bir para gibidir. Başta bir grup insanın
anlamaması mümkündür, fakat esas ve temeli yoktur. Yoksa Fransızlar evrensel
insan haklan beyannamesini yayınlayan ilk kimseler değiller miydi? Fakat bu
beyanname Birinci ve İkinci dünya savaşında nereye gitti?! Cezayir hadisesinde
nereye gitti?! Yoksa orada insan haklan yok muydu?! Yoksa bir milletin kendi
hakkını istemesinden başka bir şey miydi?! Bunun dışında bir şey değildi. O
zaman neler olmadı ki'. Acaba kadınlara mı acıdılar? Çocuklara mı acıdılar?
Medeniyet örneği olan tarihi eserlere mi acıdılar? Kütüphanelere mi acıdılar?
Kültürel müesseselere mi acıdılar? Mabetlere mi acıdılar? (içinde bulunduğumuz
şu zamanda görmektesiniz) Niçin? Çünkü temeli yoktu. Kur'an-ı Kerim'in bu
konuda bir açıklaması vardır. Şöyle buyurmaktadır:
"İnsanlardan öylesi var ki, dünya hayatına dair sözü hoşuna gider. Kalbinde
olana (sözlerinin kalpten geldiğine, sözünün özüne uyduğuna) Allah'ı şahit tutar.
Oysa o, hasımların en yamanıdır." (Bakara: 204)
Halktan bazı insanlar vardır ki konuştuklarına baktığın zaman, yazdıklarına
baktığın zaman, verdikleri demeçlere baktığın zaman, kitaplarına baktığın zaman
heyecana kapılırsın, haz ve lezzet duyarsın ve çok düşünceli bir milletin, çok
hakk tarayan bir milletin ne güzel beyannameler yayınladıklarını düşünerek bu
hoşuna gider senin. Çok te'kid ederler: "Allah'ı kalbinde olana şahit tutar."
Allah'ı da, söylemekte oldukları şeylerin ruhlarının derinliğinden
kaynaklandığına şahit tutarlar. Ama yeri gelince düştüğü zorluklar karşısında
neler yapacağını bilmiyorsun:
"Dönüp gitti mi (veya işbaşına geçti mi) başlar yeryüzünde bozgunculuk
yapmağa, ekin ve nesli yok etmeğe" (Bakara: 205).
Bir dereceye kadar o zorluk ve bencilliklere düştüğü zaman kendisi için boş
ve manasız olan o sözlerin bir etkisinin olmadığını görürsün, dünyayı altüst etmek
ister. "Yeryüzünde bozgunculuk yapmağa başlar." Ve "İnsan neslini ve ekinleri,
bayındırlıkları yok etmeğe başlar." Dinde "benlik" in sının yoktur, yani ahlakî
faziletlerin sının yoktur ve dini ahlak, dindar ve dindar olmayanı tanımaz. Önce
Kur'an ayetini okuyalım. Nisa suresinde şöyle buyrulmaktadır:
"Ey inananlar, adaleti tam yerine getirerek Allah için şahitlik edenler
olun, kendinizin, ana babanızın ve yakınlarınızın aleyhinde bile olsa, (şahittik
ettiğiniz kimseler) zengin veya fakir de olsalar (adaletten ayrılmayın)..." (Nisa: 135)
Bu dinin eğitimidir, bu eğitim ve öğretim konusunda kim bilir ne kadar
misaller vardır, fakat vaktimiz olmadığı için bunlara şimdilik değinmeyeceğim.
Maide süresinde, Müslümanları Mekke'ye girmek istedikleri zaman,
Müslümanların başına musibetler getirmiş, Peygamber'in (s.a.a) dişini kırmış,
Peygamber'i (s.a.a) kendisinden çıkaran, onu sürgün eden, peygamberin aziz
arkadaşlarım yerlerde süründüren ve kanlarını akıtan Mekke'ye girmek
istedikleri bir esnada Kur'an şu emri veriyor:
"Bir topluluğa karşı duyduğunuz kin, sizi adaletten saptırmasın. Adil
davranın, takvaya yakışan budur.. ." (Maide: 8)
Evet, size düşman olan bir topluluğa karşı olan düşmanlığınız sizi adaletin
sınırlarından dışarı çıkarmasın, adalet sınırlan içinde davranın, onların Müslüman
olup olmadıklarını düşünmeyin, ya düşmandırlar veya değildirler, bu sözleri bu
hesapla getirmeyin, ahlakî faziletlerin temeli Allah'tır, sizler, Allah için ahlakî
faziletlere bağlısınız, Mü'min öyle bir kimsedir ki ahlakî faziletler konusunda,
akraba, aile ve soydaşları tanımaz, mahalle halkını tanımaz, grubu tanımaz, hizip
ve partiyi tanımaz, hatta dinin kendisini de ahlakî faziletler konusunda söz konusu
etmez. "Benlik" i öyle geniş tutar ki Onun ışığı, etkisi sonsuz olur. Her şey
bendendir: "Her mülk, bizim mülkümüzdür. Zira mülk bizim
Rabbimizdir." Herkes bizdendir.
İMAM HÜSEYN (A.S.) VE AHLAKÎ FAZİLETLER
Hüseyin b. Ali'nin (as) hayatının bir bölümü -ki işaret edip geçeceğiz- budur
ve çok değer dolu bir bölümdür. Hüseyin b. Ali'nin tarihini hepiniz biliyorsunuz ki
hangi durum içinde kıyamım başlatmış, hangi zorluklar ve sıkıntılar içinde idi ne
zulümler işlendi. Fakat aynı zamanda ahlakî meseleler konusu ortaya geldiği
yerde acaba kendi düşmanının aleyhine dahi olsa ahlakı çiğnemeğe hazır mıydı?
Kesinlikle hayır. Müslim b. Akil, O'nun terbiyesiyle yetişmiş birisiydi, bir
taraftarıydı, Onun bir komutanıydı, İbn-i Ziyad'ı öldürmek için eline en iyi
fırsatlar geçmekteydi, fakat eline bu fırsatın geçtiği anda İslam'ın bu tür
savaşmaya karşı olduğunu, bu tür savaşmayı kahramanca bulmadığını
düşünüyordu. O'na, "Onun Müslümanların üstündeki zulmünü yok etmek için
niye bu fırsattan yararlanmadın?" diye sorulduğunda, O, şöyle cevap verdi: İşte
tam o sırada Peygamber'in (s.a.a) hadisi aklıma geliyordu:
"İman, gafilce öldürmelere izin vermez.".
İman, Müslüman’ın, kendi dinî sınırlarının dışında olan kimseye dahi tecavüz
etmesine izin vermez. Bu kahramanlık ve erkekliğe yakışır bir tavır değildir, ben
böyle bir harekette bulunamam.
Düşman susuz kaldığı bir durumda yol ortasına geliyor. "Bu fırsattan
istifade edelim, suyu onların üstüne kapatalım" diyorlar. O ise, şöyle söylüyor:
Sakın böyle yapmayasınız, bizim mücadele ve savaş yolumuz, onların üstüne
suyu kapatmamız şeklinde değildir, onlara su veriniz, atlarına da su veriniz. Şu
aran savaşmak için en iyi an olduğunu kararlaştırıyorlarken, O, "onları yok etme
açısındansa evet, fakat hakk ve kanun açısından nasıl olur? Oysa onlar henüz
bize tecavüz etmemişler (saldırmamışlardır), onlar Müslüman’dır, biz de
Müslüman’ız, onlar saldırmadıkça biz kendimizi müdafaa etmeyeceğiz." diyor.
Şu ahlakî düzenliliğe bakın. Bu, Allah'ı tanıma temeli üzerinde kurulu olan bir
ahlaktır. Bu ahlakı hiç kimse yerinden sarsamaz. Kişisel menfaatler, hayat
sevgisi, kendini koruma, aileyi koruma, riyaset ve hilafet makamı onu yerinden
sarsamaz.
Hatta kanlı Aşura gününde onların en şerirlerinden bir tanesi arkadan
geliyor, kazmış oldukları hendek ve çukurlardan habersiz olarak gece
karanlığında ansızın saldırmayı istiyor, kızıp sinirleniyor ve hakaret etmeye
başlıyor. Bir kişi şunu arz ediyor: "Ey Resulullah'ın torunu! İzin verseniz de bir
sopayla şunun kafasını koparayım." O ise, şöyle buyuruyor: "Onlar ilkönce savaşa
başlamadıkça bizim için caiz değildir, ilkönce onların başlatması gerekir ve sonra
bizler müdafaa etmeliyiz." Bu ahlakî düzenliklerde, artık onda "ben" yoktur,
onda "şahıs" yoktur, aile yoktur, mahalle sakinleri yoktur, şehir ve vatan yoktur, su
ve toprak yoktur, soy ve milliyet yoktur, insaniyetten de birkaç derece daha
öteyedir, cihan şümuldur.
Ahlaktaki benlik meselesinin dinden başka hiç bir şey ile hal olmamasının
sebebi budur. Komünizm ahlakı, Nietzcheizm ahlaki ve Makyavelizm ahlakının
her biri sınırlı ve belirli bir şartta faydalı olan bir ahlaktır ve kesinlikle ahlakî bir
mektep (ekol) olarak da sayılmazlar. Birer aksiyondurlar. Onlar da belirli bir şartta
ifrata kaçan aksiyonlardır. İslam, benliği geniş tutmasıyla birlikte kişinin haklarının
korunmasını da gerekli saymaktadır. Şöyle demektedir:
"Allah, kötü sözün açıkça söylenmesini sevmez. Ancak
zulmedilen hariç" (Nisa: 148).
Böyle geniş bir görüşe sahip olmamızın gerekliliğiyle birlikte kendi
haklarımızı da savunmalıyız. Şimdi bir zaman Hıristiyan topluluğu veya
Hıristiyanlığın bu tür düşüncelerini taklit edip savunan ve kendi haklarını
savunmayan Müslüman topluluk gibi bir toplumda birileri geliyor ve "ben"ini
savunma esası üzerine bir ahlak anlayışı tesis ediyorlar ve sadece bunun tek bir
yönünü göz önünde tutuyorlar. Başlangıçta iyi taraftar buluyorlar ve kişi, dün-
yada zulüm ve mazlum olduğu sürece böyle bir ekolun taraftandır, ama kendisi
dünyayı idare etmek istediği zaman artık ona zıttır ve onların ifadesiyle karşıda
bir antitez yoktur ve sonuçta, bunun da artık atı bağlanmıştır, yürüyemez.
Dünyada ahlakî düşünceler için, bugün dile getirmekte oldukları aynı sözler için,
adalet, hak, barış, insanlık, doğruluk ve dürüstlük için Allah'ı tanımaktan başka
bir temel, mantık ve itibar bulmuş olabileceklerine inanmayın.
Allah'ı tanımanın, imanın ve maneviyatın dünyadan gitmeyeceğinin bir
delili de insanoğlunun ahlaka ihtiyaç duymasıdır. Artık taklit ve telkinle ahlakî
faziletlerin düzenlenmesinin mümkün olmadığı bilgi döneminde ahlak, mantık
ve temele dayalı olarak düzenlemek gerekir. Dünya ve insanlık toplumu ya
olmalıdır ya da olmamalıdır. Eğer yoksa ve yok olacaksa o zaman bir hiç
olur. Fakat eğer insanlık toplumu kalıcıysa, ahlak ister, üstelik tüm yönlü bir ahlak
ister, komünizm ahlakı değil, tüm yönlere riayet edebilecek bir ahlak, temel esas
ve binaya sahip olacak bir ahlak ister. Bunun ise, din ve maneviyatla olmasından
başka bir imkânı yoktur.
"Görmedin mi Allah nasıl bir benzetme yaptı: Güzel söz, kökü (yerde) sabit,
dallan gökte olan güzel bir ağaç gibidir.
Ki (o ağaç), Rabb'inin izniyle her zaman yemişini verir. Allah,
öğüt alsınlar diye insanlara böyle benzetmeler yapar." (İbrahim: 24 - 25)
Allah'ın nasıl misal verdiğini gör: Doğru söz, temiz söz, köklü ve esaslı söz
kökleri yerin derinliklerinde olan ve dallan göklere doğru uzanan sağlam ve
güzel bir ağaç gibidir, devamlı meyve verir, bir mevsime has değildir, "her zaman
bahar"dır. Daha sonra şöyle deniliyor: "Allah insanlar için misaller vermektedir".
Bu misaller insan toplumu içindir. Eğer insan toplumu mutlu olmak isterse, dal
yaprak, meyve ve gölgeye sahip olmayı isterse, bir kök ve esasa sahip olmadıkça
bunun imkânı yoktur.
"Kötü sözün durumu da gövdesi yerin üstünden koparılmış, yerinde durma
imkânı olmayan kötü bir ağaca benzer."
Fakat bu esassız ve temelsiz sözlerin çoğu, sadece şekil itibariyle ağaca
benzeyen bir ağaç misali gibidir. Düşünceler çok açıktır ama temel ve esası yoktur.
"Allah, inananları, dünya hayatında da, ahirette de sağlam sözle tespit
eder."
Allah, sabit sözle, sağlam sözle ve kökü insanoğlunun ruhunun derinliğinde
olan köklü ve esaslı sözle mü'minleri dünyada ve ahirette payidar kılar. Hiç kimse
onları kendi sağlam sözlerinden döndüremez. Tıpkı Hüseyin b. Ali'nin de öyle
olduğu gibi. İlk gün söylediği o söz ile son saatte söylediği söz bir ve aynı söz
idi.
EK:1
-C-
AHLAKÎ FİİLLERİN ÖLÇÜSÜ
Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla
Hamd, bütün varlıkları yaratan, âlemlerin Rabb'ı olan Allah'a mahsustur.
Salât ve Selam, Allah'ın kulu, Resulü, habibi, günahlardan arındırılmış, sırrının
koruyucusu, risaletinin tebliğcisi, efendimiz, peygamberimiz, Ebu'l Kasım
Muhammed'e ve O'nun günahlardan arındırılmış tertemiz ve güzel yakınlarının
üzerine olsun.
İlk önce şunu belirtmeliyim ki ben âcizane kuldan, ahlakî, toplumsal veya
İslam usûlü konularından birini burada bulunan istekliler için bir iki oturumda
ele almam istenmiştir. Bugün buraya geldiğim zaman genel bir ilan verdiklerini
işittim. Gerçek şu ki rahatsız oldum. Çünkü ben konferans şeklindeki bir
konuşmaya hazır değilim ve kendimi hazırlamamıştım. Fakat buraya
girdiğim zaman gördüm ki herkes veya büyük bir çoğunluk kendim gibi ta-
lebelerdir. Konuyu bir talebelik şeklinde açıklayabileceğimden dolayı
memnunum.
Bugünkü âlimler arasında açık olan bir mesele vardır, o da ahlakî
davranışların ölçüsünün ne olduğu meselesidir. Yani bir davranışı ahlakî olarak
adlandırabileceğimiz melekeler nelerdir, meselesidir. Bir davranış hangi
özelliklere sahip olmalıdır ki o özellikler bu davranışın ahlakî olarak
adlandırmasını gerektirsin? Ve tabii olarak aynı yerden ahlakın ne olduğunu
anlayabilelim. Ahlakî davranışların karşısında tabiî davranışlar getirilmektedir ve
"insanın bir takım davranışları tabiî davranışlardır." denilmektedir.
TABİİ DAVRANIŞ VE AHLAKÎ DAVRANIŞ
Tabiî davranışlar, normal davranışlardır ve insan bu davranışları yapmakla
övgü ve methedilme konusu olmaz. Örneğin insan aç kalır yemek yer, susuz
kalır su içer, uykusuz kalır uyur, birisi ona ihanet eder veya hakkını elinden almak
ister kendi hakkını savunur. Bunlara tabiî davranışlar denilmektedir. Hayvanların
da bu davranışlarda insanla ortak oldukları normal ve tabiî davranışlardır. Fakat
tabiî davranışların üstünde olan diğer bazı davranışlar vardır. Bazen bunlara
insanî davranışlar denilmektedir, bunlar hayvani davranışların üstündedir. Şükür
ve teşekkür gibi. Eğer nisan bir kişiden herhangi bir yerde ihsan görmüş ise, uygun
bir fırsatta onun ihsanı, iyiliği karşısında bir çeşit teşekkürde bulunur, bu ya lafzî
bir teşekkür veya amelî teşekkür şeklinde olur, örneğin ona bir hediye gönderir,
hiçbir gereklilik ve zorlama olmaksızın bunu yapar. Buna, ahlakî bir davranış
denilmektedir. Bütün bir şekilde insanın beşer cinsine yaptığı hizmetler... Bunları
hiçbir ümit beklemeksizin, yani yaptığı hizmetler karşısında hiçbir
menfaat beklemeksizin aksine yalnız ve yalnız bir başkasına bir iyilik yapmış
olmak için iyilik yapar. İşte bu tür davranışlara ahlakî davranışlar denilmektedir,
yapılan yardımlar, başkasının elinden tutma, onları bir sıkıntıdan kurtarma...
gibi.
Konumuz burada ahlakî davranışların ne olduğu üzerinedir. Yani o birinci
davranışta hangi şey vardır ki onu tabiî davranış yapar ve bu ikinci davranışta
hangi şey vardır ki bu daha yüce bir mertebeye çıkarır ve bu davranışı ahlakî
davranış yapar? Burada Avrupalıların kendi aralarında açık olan bir mesele vardır,
o da şudur: Acaba dinin verdikleri, ahlakî davranış olarak var olabilir mi olamaz
mı? Yani eğer insan din ve imana sahip olmazsa acaba tüm davranışları tabiî
davranışlar mıdır, acaba onun hiçbir davranışı ahlakî bir renk almaz mı? Veya
insanın bir din ve iman söz konusu olmaksızın ahlakî bir davranışta
bulunabilmesi mümkün müdür? Gerçekte iki konu söz konusudur: Bir zaman
vardır ki ahlakî davranış diyoruz, yani doğruca dinin emrettiği davranıştır.
Nitekim birinci görüş buydu. İkinci görüş de şudur: Hayır, insan bir
takım melekeler kazanacak bir şekilde oluşturulabilir ve o melekelerin varlığıyla
ahlakî davranış ondan sadır olur. Daha sonra burada diğer bir konu öne çıkar ki
acaba bu şekildeki bir insanın olması için din gerekli midir değil midir?
DOSTAYEVSKİ'NİN SÖZÜ
Kimileri şöyle demektedir: Eğer Allah olmazsa -yani eğer Allah'a inanılmasa
ve bir ilahın olmadığına inanılırsa- her şey caizdir. Bu söz Dostayevski'ye aittir.
O şöyle demiştir: Eğer Allah olmazsa her şey caiz olur, yani insanın kendisi için,
"bu davranış iyidir, o davranış kötüdür, bu işi yapmak gerekir, şu iyi
yapmamak gerekir" şeklindeki "olmalıdır" ve "olmamalıdır" lara sahip olması ve
şehvet, tabiat ve gazabın arkasından gitme meselesinden çıkması için yegâne
ölçü, dinin söz konusu olmasıdır. Eğer Allah ve din olursa tüm bu sözlerin bir
manası vardır ve eğer Allah ve din olmazsa bu sözlerin hiçbiri bir mana ifade
etmez. Bu, bir görüş. Biz fiilî olarak bu yönden söz etmeyeceğiz. Biz insan yapısı
üzerindeki ahlakî davranışları söz konusu etmek ve onlar üzerine konuşmak
istiyoruz, şimdi eğer dinin bir şekli varsa onu söz konusu edeceğiz. Biz fiilî olarak
görüşleri naklediyoruz. Kimileri, ahlakı dinin yaptırımları olarak öne çıkarmak
istemişlerdir. "Dinin yaptırımları" olarak söyledikleri şeyin manası, kesin olarak
dinin olmaması gerekir şeklinde değildir, aksine bağımsız akla dayalı bir ahlaktır.
Bağımsız akla dayalı ahlakı öne çıkarmak isteyen kimselerin görüşleri şunlardır:
AHLAKÎ DAVRANIŞIN ÖLÇÜSÜ NEDİR?
Bazıları ahlakî davranışın ölçüsünün "gayr"ın hedef olması şeklinde
olduğunu söylemişlerdir. O davranışın hedefinin insanın kendisi olduğu her
davranış gayri ahlakîdir ve o davranışın hedefinin insanın kendisi olmadığı, başka
olduğu, diğer insan veya insanlar olduğu her davranış ahlakî davranış olur. O
halde ahlakî davranış, o davranışın hedefinin gayr olduğu davranış demektir. Bu
tarife göre ahlakî davranış, son üzerinden tarif edilmiştir. Mantık ilminde
okumuşsunuzdur, şöyle bir kural vardır: "Şey"in tarifi, ya dâhilî sebeplerledir ya
da haricî sebeplerledir." Dâhilî sebeplerle olan tarif, cins ve fasl (madde ve suret)
yoluyla yapılan tarif demektir. Haricî sebeplerle olan tarif ise, failî illetler yoluyla
veya nihaî illetler yoluyla yapılan tarif demektir. Bu tarife göre ahlakı, nihayet
yoluyla tarif etmişlerdir: "Ahlakî davranış, sonunun kendinden başka olduğu
davranıştır."
Bu tarifin eleştirisini yapmadan önce bu tarife benzer ve yakın olan diğer bir
tarifi sizlere zikredeyim:
Diğer bazıları başka bir şekilde tarif etmişlerdir. Şöyle demişlerdir: Ahlakî
davranış kendi türünü sevme düşüncelerinden doğan davranışlardır. İnsanda bir
takım sevgi ve şefkatlerin var olması mümkündür. Eğer bir davranışın menşei
kendi türüne sevgi beslemek olursa o davranış ahlakîdir. Bu tarif, önceki tarifle
sonuçta aynıdır. Sonuçta o nihayet yoluyla tarif etmiştir, bu ise, fail yoluyla. Çünkü
sonucunun başkası olduğu davranış, insan başkasını sevme duygusuna sahip
olmaksızın pratikte mümkün değildir. O görüşün sahibinin böyle bir inanca sahip
olması mümkündür, fakat gerçekten mümkün değildir. Ve başkasını sevme
duygusundan doğan davranışta kesinlikle onun hedefi başkadır. Bu iki tarifin
farkı şu oluyor: Birincisi; nihaî illetler yoluyla tarif etmiştir, ikincisi ise, failî
illetlerle açıklamıştır- Fakat yine de birbirlerine çok yakın olduğunu gördük.
Acaba bu tarif doğru mudur? Acaba ahlakî fiile, sonunun "gayr" olduğu
veya "gayr"ı sevme duygusundan doğduğu davranıştır denilebilir mi? Bunun
şekillerden boş olmadığı görülmektedir. Örneğin annelik duygularında olduğu
gibi. Nitekim insanın bu konuda bir ihtisası, çabası yoktur, hayvanlarda da
mevcuttur, acaba annelik davranışı ahlakî bir davranış sayılır mı? Ve ona ahlakî
denilebilir mi veya tabiî mi olmalıdır? Kesinlikle annenin annelik fedakârlıkları
konusundaki gayesi kendisi değildir. "Gayr"ı sevme duygusundan doğmaktadır.
O, "gayr" da kendi çocuğudur. Fakat annelik davranışı şefkat açısından çok
değerli ve yüce bir davranış olmasına rağmen, anneler, yüce bir ahlak üzere
yaratılmışlardır denemez. Çünkü anne fıtrat, yaratılış ve hilkat hükmü gereğince
bu duygulara sahiptir. Yani anne bu durumu kendisi için bir huy gibi
kazanmamıştır, aksine bu fıtrî huyla birlikte dünyaya gelmiştir (ve bundan dolayı
ismi de huy olarak konamaz) Onun isteğiyle değildir, cinsî arzuya sahip olan,
karşı cinse karşı kendisinde tabiî bir huy ve arzu şeklinde bir meyil olan her
fertte bu eğilimler olduğu gibi, çocuğun korunmasına olan meyil de tabiî bir
şekilde annede vardır. "Annelik davranışı ahlakî davranış olarak adlandırılamaz"
şeklinde söyledikleri -doğruda söyledikleri-konu budur.
O halde ahlakî davranışın tarifi konusunda neler söylemek gerekir? Kimileri
tarifi, izafî bir kayıtla düzenlemeyi istemişlerdir. Şöyle demişlerdir: Ahlakî
davranış o davranıştır ki, gaye başkası olsun veya başkasını sevme duygusundan
doğmuş olsun, fakat bu durumun tabiî değil, iktisabî (kazanma) yoluyla olması
şartıyla. Bunu söylemelerinin nedeni, ahlakı seçmeye eşit olarak idrak et-
meleridir. Ahlak, insanın onu seçip kazandığı kadar ahlaktır ve bundan dolayı da
tabiî davranışın karşısında yer almaktadır. Tabiî davranış, gayr-i iktisabî (kazanma
yoluyla elde edilmeyen) davranıştır. Yani kökünün gayr-i iktisabî ve tabiî
duygular olduğu bir davranıştır. O zaman bu görüşün sonuçta ikisinin de bir
noktada birleşmekte olan o birinci ve ikinci görüşlerle olan farkı, bu görüşün de
onlar gibi, "ahlakî davranış öyle bir davranıştır ki gaye başkası olsun veya
başlangıç başkasını sevme duygusu olsun" şeklinde söylemesidir. Fakat bir
unsuru tarife eklemektedir, o unsur da seçme ve kesmî (kazanmaya dayalı)
olmaktır. Ama yine de tarif, bütün bu düzenlemelere rağmen toplumsal bir tarif
değildir. Zira eğer biz özellikle tabiî fiil ve ahlakî fiilin tarifini birlikte
zikredecek olursak üçüncü şıkkı bulacağız ve o da şudur: Bazı davranışları insan
yapar ki bunlar ne tabiidir ne de başkasını sevme duygusundan doğmuştur. Bu
davranışları ahlakın parçası olarak saymalı mıyız yoksa saymamalı mıyız? Eski
ve yeni ahlak kitaplarında sabır ve direnmenin faziletli ahlakın parçası
sayıldığını görmüşsünüzdür. Bunlarda başkasının (gayrın) bir etkisi söz konusu
değildir. İnsanın bağımsız ve direnişçi bir ruha sahip olması, sağlam ve güçlü bir
iradeye sahip olması, direnme gücünün şiddetler karşısında yok olmaması çok
yüce bir huydur, fakat kesinlikle başkasıyla bir ilgisi yoktur. Aynı şekilde
kıskançlık ve kin besleme gibi aşağılayıcı ahlak denilen şeyler... Şüphe yok ki
kıskançlık tabiî bir davranış değildir, ruhî bir hastalıktır, hedef de gayr
(başkası)nı sevme değildir, aksine hedef başkasına zarar vermektir. O
zaman birinci görüşü de düzeltmemiz ve "ahlakî davranış, iyi ahlak ve kötü
ahlaktan daha kapsamlıdır" dememiz kaçınılmaz olacaktır. Daha sonra da, "ahlakî
davranış o davranıştır ki hedef, başkası olsun. Yani hedef başkasına iyilik
yapmaktan daha kapsamlı olursa iyi ahlak veya hedef başkasına zarar vermekten
daha kapsamlı olursa kötü ahlak olur" dediğimiz zaman yine de doğru olmaz.
Zulmü göz önüne alalım. Birisi zulmediyor, fakat hedefi başkasına zarar vermek
değildir. Hedefi, kendi menfaati için başkasına zarar da ulaşsa kendi
menfaatidir. O halde bu ahlak kötü müdür? Yani ne iyi ne de körü olan tabiî bir
davranış mıdır?
Şimdi de diğer tariflere bir göz atalım. O ilk tarifler ünlü ve meşhurdur ve
onları belirli bir şahsa veya bir ekole nispet etmek mümkün değildir. Aristo,
insanı tabiatıyla medeni kabul etmiş olabilir ve ahlakî davranışı başkasını sevme
duygusundan doğmuş olarak kabul etmiş olabilir.
KANT’IN GÖRÜŞÜ
Ahlakî davranışların ölçüsü konusundaki başka bir görüş de, "ahlakî
davranışların ölçüsü vicdanî sorumluluklar duygusudur" denilen görüştür. Bu görüş,
ünlü Alman filozofu Kant'ın görüşüdür. Kant, Avrupa filozofları arasında öyle bir
makama sahiptir ki Şeyh Ensarî'nin de aralarında bulunduğu son asırdaki çoğu
fakih ve usulcünün onun talebesi olduğu kabul edilir, Kant'ın insan konusunda
bir inancı vardır. Onun ahlakî vicdana sağlam bir inancı vardır. Hatta Allah'ın
aklî deliller yoluyla ispat edilmesinin mümkün olmadığına, fakat ahlakî vicdan
yoluyla ispat edilmesinin mümkün olduğuna inanmaktadır. Kendisi Allah'a
ahlakî vicdan yoluyla inanmaktadır. Galiba dünyada hiçbir filozof Kant
kadar insanî vicdan konusunda esaslı görüş belirtmemiştir. Mezar taşının üstüne
de kendisine ait olan bir cümle yazılmış olduğu söylenmektedir. Bu meşhur cümle
şudur: "İnsanın hayret ettiği iki şey vardır. Birisi, başımızın üstünde yer alan yıldız
dolu gökyüzü, diğeri de, iç dünyamızda yer alan vicdandır." O, ilhamî vicdana
inanmaktadır ve şöyle demektedir: İnsan bazı şeyleri kendi vicdanında bir sorum-
luluk ve bir emir ve nehiy şeklinde hissetmektedir. Zulüm yapma denilince bu,
insanın vicdanında fıtrî bir emir şeklinde vardır. "Yalan söyleme, doğru söyle,
başkalarına karşı sevgi besle, ihanet etme" şeklindeki sözler, fıtrat hükmü
gereğince insanın vicdanında yer almış olan bir takım emirlerdir. İnsan vicdanının
kendisi insana emretmektedir, "şöyle yap, böyle yapma" demektedir.
O şöyle demektedir: İnsanın bilâ şart vicdana itaat hükmüyle yapacağı her
işi, yani sadece "kalbim bana emrediyor, gönlüm bana emrediyor, vicdanım
emrediyor" delilinden dolayı yaptığı ve bunu yaparken de hiçbir garaz ve gaye
taşımazsa böyle bir davranış ahlakî bir davranıştır. "Gaye, bir başkasıdır" diyen o
birinci görüşün aksine, bu görüş, içe yönelik bir ıstılahtır. O görüş dışa yönelikti, bu
görüş ise içe yöneliktir. Yani şöyle demektedir: O zaman bir davranış, hiçbir şart
ve gaye göz önünde tutulmaksızın sadece vicdana özgü olması halinde ahlakî bir
davranış olur. Bir kimseye, "niçin bu işi yapıyorsunuz? diye sorduğunuzda
"vicdanım söylediği için" diye cevap verdiği şekilde olur. Vicdanın söylemiş ol-
masından başka bir şey için değildir. Eğer, "bu işi ben, falan başka hedef için
yapıyorum" derseniz, o da, "öyleyse bu ahlakî değildir." diyecektir. O halde bu
kişi ahlakî davranışların ölçüsünü ahlaka dayalı fıtrî sorumluluğun başlangıcı
olarak bilmektedir, bu sorumluluk başlangıcının, şartsız olarak ortaya çıkması
şartıyla bunu böyle bilmektedir. O, ahlakı sadece ve sadece vicdana özgü kıl-
maktadır. Fıtrî ilham ve vicdana inanmaktadır. Elbette onun sözü bir ölçüye kadar
doğrudur. Biz Kur'an-ı Kerim'de şunu okumaktayız:
"Nefse ve onu şekillendirene, ona isyanını ve itaatim ilham edene...."
(Şems: 7 - 8)
"...İyilik ve takva üzerinde yardımlasın, günah ve düşmanlık üzerinde
yardımlaşmayın..." (Maide: 2) ayet-i kerimesi nazil olduğu zaman Vabise
adındaki bir adam Resul-i Ekrem'in (s.a.a) huzuruna geldi. Sorusunu sormadan
önce Resul-i Ekrem şöyle buyurdu: "Ey Vabise! Bana ne sormaya geldiğini sana
söyleyeyim mi? 'Birr' ve'ism"in ne olduğunu sormak için gelmişsin." O, şöyle
dedi: "Evet, ya Resulullah! Gerçekten bunun için gelmiştim." Yazıldığına
göre, Peygamber efendimiz iki parmağını Vabise'nin göğsüne vurarak şöyle
buyurdu: "Ey Vabise! Bunu kalbine sor, bunu kalbine sor." Bu fetvayı kendi
gönlünden iste. Yani, Allah Teâlâ birr ve takva teşhisini ve -karşıt noktadaki- ism
(günah) teşhisini insanın fıtratında yerleştirmiştir ve fıtrî meselelerde artık insanın
gidip bir başkasına sormasına gerek yoktur. Aksine kendi kalp ve vicdanına
sormalıdır. Cevabını buradan alır. Şimdilik konuyu geniş bir şekilde anlatmak
istemiyorum. Zira burada çok konu bulunmaktadır. Bu da ayrı bir görüştür. Önceki
üç görüşe göre ahlak sevgi kategorisindeydi. Fakat bu görüşe göre, ahlak
sorumluluk kategorisindendir.
Bir davranışın ahlaki ölçü olması konusunda başka bir görüşe daha sahibiz
ve o da "davranışların zatî güzellik ve çirkinlikleri" görüşüdür. Davranışlar
konusuna zatî güzellik ve çirkinlik iddia eden bir grup olduğunu biliyoruz. Bu,
özel bir anlamda doğrudur da. Elbette tabir edilişi fark etmektedir. Şöyle
demişlerdir: "Güzellik" veya "Hüsn" iki çeşittir. Hissî bir hüsn (güzellik)'e ve aklî
bir hüsne, aynı şekilde bir de hayalî hüsn'e sahibiz. Hisse dayalı hüsn bir kaç
kısımdır. "Hüsn" güzellik demektir, güzelliğin tarifi de yoktur. "O, idrak edilir,
vasıflandırılamaz". Hisse dayalı hüsnün görülebilir olması mümkündür,
işitilebilir olması mümkündür ve hata dokunulabilir, koklanabilir ve tadılabilir
olması da mümkündür. Akla dayalı güzellik de vardır. Bazı şeyler aklın gözüyle
güzeldir ve çekiciliği vardır. Güzellik özelliği kendi cazibe ve çekiciliğinden
anlaşılabilir. İnsanda aşk ve şevk doğuran, insanı kendisine doğru çeken ve
insanın yüceltiş, güzelleştirme ve övgüsünü de çeken her şey " güzelliktir. Şöyle
demişlerdir: Bazı işler zatî olarak güzeldir, bazı işler ise zati olarak çirkindir ve
güzel değildir, tıpkı bazı yüzlerin zaten güzel olduğu, bazılarının da zaten güzel
olmadığı gibi. Örneğin doğruluk zaten (fıtrî olarak) güzeldir. Hakk, doğru söz
güzeldir. Emanet zaten güzeldir. Teşekkür etme zaten güzeldir, başkasına iyilik
yapma zaten güzeldir, adaletli olmak zaten güzeldir. Buna karşı olarak, bunların
karşıtları, örneğin yalan, zulüm ve beğenilmeyen ahlak olarak bilinen her şey zaten
(fıtrî, tabiî olarak) güzel değildir. O halde bu görüşte olduğu gibi, ahlakî olma
ölçüsü, davranışların güzelliğidir. O güzellik de akim bağımsız ve doğru bir
şekilde idrak ettiği aklî güzelliktir. Bu tarif, diğer tariflerden, hatta Kant'ın
tarifinden çok daha kapsayıcıdır. Fakat eğer delili güzellik olarak kabul edersek,
aklî güzellik ve çirkinlik konusu ortaya çıkar ve elbette zorluktan uzak da
olmayacaktır. Müslümanlar arasında çokça söz konusu olan bu görüşe göre ah-
lak, cemal ve güzellik kategorisindendir. Önceki iki, belki de üç görüşe göre,
ahlak, sevgi kategorisindendi. Kant'ın görüşüne göre, sorumluluk
kategorisindendi. Bu görüşe göre ise güzellik, aklî güzellik kategorisindendir.
Hem akıl kategorisindendir, hem de güzellik, fakat akla dayalı güzellik
kategorisindendir.
EFLATUN'UN GÖRÜŞÜ
Burada az önceki görüşe yakın olan ve Eflatun'a ait olan başka bir görüş daha
vardır. Eflatun da "ahlak, güzellik kategorisindendir" diyor. Bu konuda sizlere
bazı açıklamalarda bulunmak gereklidir:
"Adl-i ilahî " adlı kitabımızda adl'in üç şekilde tarif edildiğini belirtmiştik:
Biri eşitlik, ikincisi "Her hakk sahibinin hakk'ının verilmiş olması, üçüncüsü ölçü
ve beraberlik. Eğer ölçü ve beraberlik olan üçüncü tarifi göz önünde tutarsak adi
(adalet) güzelliğe eşiti olur. Çünkü güzellik ölçünün bir çeşididir. ("Camiu 's
saadet" kitapta merhum Narakî, adl'in güzellik kategorisinden olduğuna yönelik
adi üzerine bir konu yazmıştır.) Eflatun insanda var olan güç ve kuvvetlerin çeşit
çeşit olduğu inanandaydı. Doğru da söylüyor. Eflatun'dan başkaları da bu sözü
söylemişlerdir. İnsanda tabiî güçler vardır, tabiatüstü güçler vardır, hisse dayalı
güçler vardır, akla dayalı güçler vardır. "İnsanın vücut açısından eğer organları
birbirine uygun olursa güzeldir, ruh ve can açısından da eğer kendi güç ve
kuvvetlerini ölçülü olacak şekilde eğitirse, o kuvvetlerden her birini, ne az ne de
çok, var olan belli sınırda doyurabilirse ve ifrat ve tefritin önünü alırsa güzeldir."
demektedir. Bizim ahlak kitaplarımızda ifrat ve tefrit üzerine çokça
konuştuklarını ve "güzel ahlak, orta yolda olan ahlaktır" dediklerini
görmüşsünüz-dür. Eflatun da "orta yol" demektedir, fakat onun görüşü daha
çok güzellik üzerinedir. "Ahlaka eşit, kuvvete eşit ve kuvvete uygun insan"
demektedir. Her şeyi -ruhî açıdan- ne daha fazla, ne de daha az, kendi haddinde
tutan bir insan ruhî açıdan güzeldir. Ahlaklı olmak, ruhî ve manevî güzelliği
kazanmak demektir. Şöyle demektedir: Zahirî ve cismanî vücutlar bizim
isteğimiz altında değildir ve anne rahminde düzenlenip tamamlanmıştır. Bizim
isteğimiz altında olan şey ruhî vücutlardır. İnsan cisim açısından, davranışlarla
birlikte bu dünyaya gelmektedir anne karnından doğmasıyla birlikte cisim
açısından davranışlarla birliktedir, yani vücudu tamamlanmış olarak dünyaya
gelir ve böylece büyür, fakat vücudun tümü bu dünyaya gelir. Ama ruh açısından
bir derece daha geridedir. Yani insan ruhu için dünya âlemi, insan bedeni için cenin
âlemi hükmündedir. Molla Sadra da bu tabiri söylemiştir: Ruh için dünya âlemi,
cenin için olan rahim âlemine benzer. Ruhun vücudu burada şekillenir. Diğer fark
şudur ki, ceninde şekillenen bedenin yapısı bizim ihtiyarımız altında değildi,
bizlerin kendimizi rahmin içinde siyah veya beyaz yapmaya, kız veya erkek,
çirkin veya güzel yapmağa gücümüz yoktu. Bir sorumluluğumuz da yoktu. Fakat
bu dünyadaki ihtiyar (seçme serbestliği) bizim elimizdedir, kendi ruhî vücut ve
yapımızı çizmek ve kendi varlığımızın şeklini şu dünyada açıklayıp, kendimizi
şekillendirmek için kaza kalemi ve kader levhası bizim elimizdedir. (Elbette
bunlar Eflatun'a ait değildir. Onun sözünün uzantısını söylemekteyiz. O sadece
güzellik meselesine dayanmıştır) O halde "kendimizi şekillendirmeliyiz"
dediğimiz şey bizimle ilgilidir ve bunlar bizleriz. Nasıl sekilendim? Ruhî ve
psikolojik açıdan nasıl en güzel bir şekilde yapılanalım? Biz kendimiz kendimizi
güzel şekillendirmekle ve burada yaptığımız gibi öte dünyada da aynı şekilde haşr
olunmakla mükellefiz. Hadis ve rivayetlerde, aşağıdaki ayet-i kerime'de
değinildiği gibi:
"O gün sura üflenir, bölük bölük gelirsiniz." (Nebe: 18).
İnsanlar o zaman grup grup haşr olunur. Şöyle buyurduklarını
okumuşsunuzdur: Sadece bir grup insan şeklinde haşr olunacak. Çünkü orada
insanlar, kendi niyet ve içlerinde taşıdıkları esaslar üzerine haşr olunacak, yani
onların şekil ve görünüşteki yapılan meleke ve batınlarındaki yapılarına tabidir.
Salih insanlar insan şeklinde haşr olunacaklardır. Çünkü gerçekçi insanlardır. Di-
ğer insanlar ise, bir kısmı maymun şeklinde, bir kısmı horoz şeklinde, bir kısmı
köpek şeklinde, bir kısmı karınca şeklinde, bir kısmı kedi şeklinde haşr
olunacaktır. Ve bir kısmı da şu ayette geçtiği şekilde: "Onları maymun ve domuz
şekline soktu " (Maide: 6) hiçbir hayvana benzemeyen bir şekilde haşr olunur.
Çünkü kendisi kendisini bu şekilde yapılandırmıştır. O halde Eflatun'un sözü
münasebetiyle üzerinde durduğumuz bu konuda şüphe yok ki, insan bu dünyada
kendisi kendini şekillendirip yapılandırmalıdır ve kendi kendisini yapılandırmakla
mükelleftir. Bizim şu asrımızda egzistansiyalizm adındaki bu yeni felsefede bir
ıstılah vardır ki lafız açısından bizim ıstılahımızla birdir, ama mana açısından
farklı... Fakat söylemiş oldukları manayı biz başka yerde söylemişiz. O ıstılah,
"varlığın asliyeti" ve "mahiyyetin asliyeti"dir. "Biz varlığın asliyetine taraftarız"
diyorlar, fakat maksatları şudur: ...([85])
FİLOZOFLARIN GÖRÜŞÜ
Diğer görüş, âlim ve filozofların görüşüdür. Onlar ahlakın delilini akıl, fakat
özgür akıl veya aklî özgürlük olarak bilmektedirler. Bu konuyu arz etmekte
olduğum şu şekli, sizler onların kitaplarında açık olarak bulamazsınız ve biz İslam
filozoflarının kelimelerinin kompleksliğinden, özellikle Sadru'l müteellihin'in
sözlerinden elde etmişiz. Bu görüş, mücerret ruhun aslı üzerine kurulmuştur.
Bu beyler, insan cevherinin insanın o akıl gücü olduğuna inanmaktadırlar.
İnsanın cevheri insanın aklıdır ve insanın nihaî ve gerçek kemal ve saadeti aklî
saadettir. Aklî saadet nedir? Yani maarif, insanın kendisi için mümkün olan o son
derecede ilahî maarifi tanımaları ve varlık âlemini var olan şekilde anlamaları
demektir. Onlar, hikmeti (felsefeyi) mevzu açısından değil gaye açısından tarif
ettikleri zaman şöyle demektedirler: insanın, görülebilir âleme benzer aklî bir
âlem olmasıdır. Elbette onun parçalarını normal olan insan idrak etmez, Hakk'm
velileri dışında kimse idrak edemez, fakat normal insan kendi aklında varlık
düzeninin tümünü başından sonuna kadar var olduğu şekilde idrak edeceği bir
mertebeye ulaşabilir. Vacibu'l vücudun zatından tutup ilk maddeye kadar alemin
bütün derecelerini idrak edebilir. Ve Allah, Allah'ın sıfat ve fiilleri ile ilgili insan
maarifinden daha fazla olarak daha kâmildir ve aklî saadet olan gerçekçi
saadetten daha fazla yararlanır.
Daha sonra şöyle demektedirler: insan aklının iki yönü vardır, Nazarî ve
yükseğe doğru olan bir yön ki bu yönle yüzü yükseğe doğrudur ve gerçekleri
keşfetmek ister, bir yönü de aşağıya doğru olan yöndür, yani bedene doğrudur ki
bu yönle bedeni tedbir etmek ister. Bu dereceye kadarını çoğu kitapta
yazmaktadırlar.
Daha sonra şöyle demektedirler: Akim bu tedbiri, bedeni hangi esas üzerinde
olmalıdır? Ahlakın esasının İslam âlimleri açısından adalet olduğunu
işitmişsinizdir. Adaleti niçin esas olarak kabul ettiklerini hiç düşündünüz mü?
Kökü şudur: "Ahlak, insan varlığına hâkim olan unsurun tabiat olmaması, yani
şehvet, kızgınlık ve tabiî garazların hiçbirinin olmaması ve de vehimler
gücü olmaması, hayal olmaması, insan varlığının üzerindeki hâkimin akıl olması
demektir, eğer hâkim akıl olursa, akıl insanda adaletle hükmeder." demektedirler.
Yani Eflatun'un başka bir şekilde söylediği adaleti bunlar burada, "akıl, her kuvvet
ve gücün hazzını ifrat ve tefrit olmaksızın ona vermektedir." şeklinde ifade
etmektedirler. Pekâlâ, bir kuvvetin daha fazla toplanmasının, birinin de daha az
toplanmasının ne engeli vardır? Eğer Eflatun'a "ne engel vardır?" demiş
olsaydık, O, "güzellik, birbiriyle çakışıyor" diyecekti. Fakat Mo22a Sadra gibileri
niçin "kuvvet ve güçlerde ifrat ve tefrit olmamalıdır." demektedirler? Acaba onlar
da "güzelliğin birbiriyle çakışmamasıdır." mı demektedirler? Hayır, onlar şöyle
söylemektedirler: "Eğer bundan ayrı olursa akim özgürlüğü ortadan kalkar". Asıl
incelik de buradadır. "Eğer akıl, hiçbir kuvvet kendi haddini aşmaksızın bütün
kuvvetler arasında hâkim olmak isterse, yolu sadece bu kuvvetleri birbiri
karşısında yerleştirmesi olur. Şehveti kızgınlığın karşısında, kızgınlığı şehvetin
karşısında. Bu kuvvetlerin birbirlerini tesirsiz kılacakları yani kendilerini koru-
yacakları şekilde yerleştirmesi olur ki akıl, tam bir şekilde rahatça emretsin"
demektedirler. Bunlar adalet ve orta yolu bundan dolayı aklî mizaç olarak
bilmektedirler ki Eğer insan melekeler açısından orta yol üzerinde olursa akim
hükmü sade bir şekilde yürür. Aklın hükmü sadece bir şekilde icra olunca beden
hiçbir zaman ruhun zahmetiyle karşılaşmaz ve o zaman ruh hiç zahmetsiz olarak
beden tarafından kendi olgunluklarını kazanır. O halde bunlar açısından ahlak,
kuvvet ve orta yol arasındaki eşitlik demektir, fakat orta yol ne içindir? Acaba
güzellik için midir? Hayır, onların güzellikle bir alakası yoktur. Orta yol akıl ve
ruhun -ki ruhun cevheri de akıldır- beden üzerinde had derecedeki istila ve
tasallutunun olması içindir. Bir kuvvetin tuğyan ettiği yerin tersine örneğin
mideperest bir insanın isteklerinden birisinin doyma isteği olmasından dolayı bu
isteğin onda tuğyan etmesi ve ihtiyarını aklının elinden alıp götürmesidir. Tüm
bunların önünü almak gerekir ki kendi aklı özgürce beden ve kuvvetlere
emredebilsin ve örneğin "buraya git, oraya gitme, şu kadar faydalan, bu kadar
faydalanma" diyebilsin. Özet olarak akim emri bedende mutlak hâkim olsun.
Bunlar açısından da ahlakın temeli adalet ve ölçüye dönüşür, ama ölçü ne içindir?
Aklın özgürlüğü içindir. Gerçekte ahlak bu filozoflar açısından bir manada
özgürlük kategorisindendir, nitekim eğer "özgürlük" dersek "aklî özgürlük" olur.
RUSSELL'IN GÖRÜŞÜ
Bir başka görüş de Bertrand Russell gibilerinin takip ettikleri görüştür.
Bunlar maddeci oldukları için ve hem dünya hakkında maddeci olarak
düşündükleri, hem de insanı maddî bir varlık olarak düşündükleri için şöyle
demektedirler: "Davranışın gayesinin başkası olması, başkasını sevme duygusu
gibi sözler yalandır. Hiçbir zaman insan başkasını sevmeye yanaşmaz. Herkes
sadece kendisine istemektedir. Hiçbir zaman insanın davranış gayesinin başka bir
kimse olması ve hedefi başka kimsenin hayrına yapmak istemesi mümkün
değildir." Kant, "ahlakî vicdan" demiştir. Onlar ise, bizim kesinlikte ahlakî
vicdanımız yoktur, derler. Ve ya "sorumluluk duygusu" demiştir. Sorumluluk
duygusu diye bir şey yoktur. Vicdan kesinlikle yalandır. Bir diğeri, "davranış
güzelliği" demiştir. Biz davranıştaki güzellik ye güzel olmamayı anlamayız,
derler. Bir diğeri, "ruh güzelliği" demiştir. Onlar ise," kafamız güzel ve güzel
olmayan ruhu almaz" der. Bir diğeri, "mücerret akıl ve mücerret ruh" demiştir.
Onlar da kesinlikle mücerret ruh diye bir şeyi kabul etmiyoruz, derler.
"O halde siz ahlakı kabul ediyor musunuz yoksa etmiyor musunuz?" diye
soracak olursak, "evet, ben ahlakı da kabul ediyorum" (çünkü kimse ahlakı inkâr
edemez) der. O zaman, "pekâlâ ahlakı hangi esas üzerine kuruyorsun?" deriz.
İttifakla kendisi ahlakın öncülerindendir ve bir kısım insan da onun sözlerine
kanmıştır ve onu insan sever biri olarak tanımışlardır. Ben
defalarca söylemişimdir: Bu adamın felsefesi onun şiarlarının tersinedir, insan
severlik şiarını yükseltir ve kendi felsefesinde insan severliğin zıddına konuşur.
Kesinlikle insan severlik, Russell'ın felsefesinde yalan özlüdür. "Ahlak nedir?"
diyoruz, O, "ahlak, istenilen faydayla zekilik ve uzak görüşlülüğün birleşimidir."
diyor. Bütün ahlakî ekoller, isteğe dayalı faydayı ahlakın zıddı olarak biliyor,
sadece, "ahlakı isteğe dayalı faydadan hazırlamak gerekir" diyen Russell'ın
ahlakî ekolü bunu bu şekilde biliyor. İnsanın kendi menfaatlerini uzak görüşlülükle
temin etmek istemesi ahlak olur. Nasıl? O şöyle demektedir: "Şüphe yok ki akıl
insan tabiatının hizmetindedir, akıl insan için bir lambadır. Lamba, onu elinde
tutmakta olan kimsenin isteği altındadır. Gitmek istediği her tarafa doğru lambaya
emir verir lamba da o tarafa gider ve onun yolunu aydınlatır. İnsan kendi aklını
kendi menfaatinin hizmetine verir. Akıl, insan menfaatinin hizmetindedir. Şöyle
der: Fakat insan aklının ışığı çok geniş olmalı ve zayıf olmamalıdır ki sadece
kendi önünü görsün. Eğer kendi önünü görmek isterse menfaatperest olur,
ferdperest olur, hud perest olur. Bizim hud perestlik ve menfaatperestlikle sa-
vaşmamızın bir gereği yoktur. Biz deriz ki, "beyefendi menfaatperest ol fakat uzak
görüşlü de ol. Zeki ol, uyanık ol, akıl ışığını daha da uzun yap, yani kendi
davranışlarının aksi davranışlarına da sahip ol. Eğer uzak görüşlülük ışıkları
uzun olursa o zaman kişisel menfaat, toplumsal menfaat ve toplumsal maslahat
olarak tatbik olunur ve beraber olur, ahlak olur". Bir de, örnek veriyor: Farz edin ki
komşumun çok süt veren güzel bir ineğinin olduğunu görüyorum. Şüphe yok ki
başlangıçta benim menfaatçi yaklaşımım komşumun ineğini çalmamı emrediyor,
bu, insan için çok tabiîdir. Fakat aklım var, zekâya sahibim, bu davranışın
karşılıksız kalmayacağını biliyorum. Ben eğer komşumun ineğini çalarsam,
komşumda yarın gelir benim ineğimi çalar, ben ki bir menfaate
kavuşmak istedim, eğer ben başkalarının menfaatine tecavüz edersem başkalarının
da benim menfaatime tecavüz edeceklerini gördüm, o halde maslahat şudur
diyeceğiz: Ne ben, ne de sen.
BAYEZİD VE ALLAH
Attar'ın da şiir şeklinde yazdığı bir hikâye vardır. Elbette bunlar efsanedir,
şöyle demektedir: Mutasavvıflardan biri -ki kendi deyimleriyle ona sultan
diyorlardı- bir vakit kendi keşif âleminde Allah'la konuşmaktaydı. Allah ona şöyle
dedi: "Ey Bayezid! Senin içyüzünü olduğu gibi halka göstermemi ister misin ki
artık hiçbir kişi sana mürit olmasın ve peşinden gelmesin?" Bayezid de
şöyle dedi: "Allah'ım! Benim de, Senin o çok fazla olan rahmetini
halka açıklamamı ister misin ki artık hiçbir kişi senin sözlerine itaat etmesin?"
Allah şöyle buyurdu: "Baş başa olalım, ne sen söyle ne de ben söyleyeyim!
İDARECİ ADAM VE YARDIMCISININ HİKÂYESİ
Arkadaşlarımızdan birisi naklediyor ki, Ramazan ayının ilk günüydü, oruç
tutmuştuk daireye gittim. Yani bir masa arkadaşımla tanışmıştık. O da oruç
tutuyordu. Bir-iki saatten sonra o arkadaş şöyle dedi: "Ey falan! Sana bir
hatırlatmada bulunmak (veya bir sır vermek) istiyorum." Ben de "buyurun" dedim.
Şöyle dedi: "Size bu hatırlatmayı yapıyorum, fakat bu hatırlatmayı yapmayı
çok gerekli gördüğüm için açıklamamdan dolayı sizden çok özür dilerim. Benim
kendi kötü ahlakımla ilgilidir, size ne söyleyeyim. Benim öyle kötü bir ahlakım
var ki Ramazan ayında oruç tuttuğum zaman sinirleniyorum, hem de çok
sinirleniyorum. Sinirlendiğim zaman da artık ağzıma ne gelirse söylüyorum, kötü
söz söylüyorum, açık saçık sözler söylüyorum, küçük düşürücü hareketler ya-
pıyorum. Bu ramazan ayında siz yüce şahsiyetliden bir cesaret alabilirim.
Sizden özür dilerim, eğer böyle bir şey olursa, artık oruçtur, benim ahlakımdır,
çok bağışlayın." Bizim bu arkadaş şöyle dedi: Dedik ki çok acayip bir iş oldu? Bu
adam, Ramazanın birinci gününde geldi bizimle birlikte işe başladı ve şimdi bir
Ramazan ayı bitti, oysa ondan bir tek kötü söz duymalıydık. Çünkü Ramazanın ilk
gününde "benim ahlakım budur." demişti. Dedi ki: "Ben de dedim ki acayip bir
hatırlatmayı tam yerinde yaptın, tesadüfen benim ahlakım da aynı şekildedir ve
belki de daha kötü, oruçlu anımda sinirleniyorum, bir an görürsün ki örneğin şu
kalemliği almış ve başına fırlatmışım." Dedi ki: hayret! Çok kötü bir ahlaktır! O
halde her ikimizin kendimizi korumamız iyidir.
Russell, ahlak meselesinin insanoğlu arasında sadece ve sadece bu olduğunu
söylemektedir. "Severlik çeşidi", "hedef, başka insanlar olsun", "mücerret ruh",
"mücerret akıl" ve "sorumluluk duygusu" gibi sözler manasızdır. Maddeci bir
insan, dünyanın maddiyet dünyası olduğu ve insanın da maddî bir varlık
olduğundan başka bir şey düşünmez. İnsan kendi menfaatinden başka bir şeyin
peşinden gitmez. Sadece onun zekiliği daha fazla olmalıdır ve bu şekilde eğer
başkalarının haklarına tecavüz etmek isterse, onun aksülameli, başkalarının da
tecavüzü olduğunun görür. Bir toprak parçasını birisine atmanın karşılığı taştır.
Attığım bir toprak parçasına karşılık yüz tane taş yemeliyim. Sonra bir adamın ço-
cuğunun gelip kendi yerine oturması gibi, ben de gelip kendi yerime oturarak
edebe geliyorum.
Onun, ahlakı uyanıklık kategorisinden saymasının sebebi şudur. İnsanın her
değer yargısı cahil olsa, kendi davranışlarının aksülameline yönelmez ve kişisel
menfaatler peşinde gider, İnsanın her değer yargısı daha bilgili ve daha uyanık
olsa, aksülamelle-re daha fazla yönelse, uzakları daha çok görse ihtiyarlığının
sonuna kadar görse, kendi gelecek neslini görse ve "benim çocuklarım da rahatsız
olmasınlar" düşüncesinde olsa, kendi menfaatinin başkalarının menfaatiyle tatbik
olunması için daha fazla çalışır. O halde ahlak, akıllıca ve uyanıkça bir bencilliktir
ve aklın temelini, kökünü uyanıklık ve akılda aramak gerekir. Bundan dolayı, bu
adama göre biz güzel ahlakı topluma getirmek için, daima toplumu daha bilgili
ve daha âlim yapmalıyız ve halkın, aksülamellerden, davranış gereklerinden ve
kendi davranışlarından daha fazla haberdar olmasını sağlamalıyız. Bu şekilde
ahlak halk arasında daha iyi oluşup yayılır.
Sokrat'ın da böyle bir görüşe sahip olduğu gibi. Hazreti Emir'in sözlerinde
de bu sözü başka bir şekilde görüyoruz: "Halk bilgilendiriniz, bu
yeterlidir." Sokrat da şöyle diyordu: Halkı bilgin yapın, güzel ahlak ortaya çıkar...
Elbette o bir temele dayanarak bunu söylüyordu. "Halkı bilgilendiriniz, bu
yeterlidir." Sözünün de bir temel dayanağı olduğu gibi. Russell'ın da, "halkı
bilgin yapın, bu yeterlidir." dediği sözü ise diğer bir temel üzerindedir. Onun
söylemiş olduğu bilgi, aksülamellere yönelme demektir: Davranışların
aksülamelini insanoğluna öğretiniz, hepsi iyi olur. Russell'ın görüşüne göre
terbiye daha çok talim kategorisinde görülür ve eğitim, öğretim kategorisine
girer.
Russell'ın görüşünün insan severliğe zıt olduğunu ve onun kendi şiarlarına
aykırı olduğunu söyledim. Bu görüş, ahlakın temelini sarsmıştır. Russell'ın
görüşüne göre, ahlak sadece bir yerde ahlak olabilir ki insan başkalarının
kötülüğünün aksülamelinin kendi menfaatlerine zıt olduğunu göreceği yerde
ahlaktır. Yani bu görüşe göre, zayıf bir adam eğer uyanık olsa, ahlaka ters olan
davranışlarda bulunmaz. Çünkü başkaları gelir onun yaptığının birkaç katını
yapar, 6nun menfaatini yok ederler. Başkalarının gücünü kendi gücüne eşit gören
bir insan da bu ahlaka ters olan davranışlarda bulunmaz. Çünkü onun
başkalarından götürebileceğinin aynısının başkalarının da ondan
götürebileceğini görür.
Sonra Russell'a şunu söyleriz: Ahlak birinci derecede güçlerin kontrol
edilebilmesidir. Bu görüşe göre, güçlerin zulmü ahlaka ters değildir. (Russell'a
en büyük eleştiri budur) Nickson'un Vietnam'da ya da Ortadoğu'da yaptığı şeyler
ahlaka zıt değildir, çünkü bütün hesaplarını yapmıştı zorluğunun çok fazla
olduğunu biliyordu, istediği her şeyi götürmek ve çalmak istediğinde,
onun menfaatlerini yok edebilecek bir güç yoktur. Ahlak, uyanıkça menfaatçilikten
ibaret olunca bu uyanıkça menfaatçilik, zayıf kimse ve gücü başkalarına eşit olan
kimse için bir çeşittir. Fakat güçlü kimse için başka bir çeşittir. Güçlü eğer zayıfın
kendi aleyhinde herhangi bir aksülamel yapamayacağından emin olursa,
yapacağı her zulümden dolayı davranışı ahlakîdir ve ahlaka zıt değildir, çünkü
uyanıkça bir menfaatçiliktir ve hesaplanmıştır. Buna göre, İsrail Mig uçak
savarlarını atıyor, eğer kendi gücüne ve Amerika’nın gücüne yüzde yüz inanmış
olsa ve zayıf taraf olduğunu ve bunu telafi edemeyeceğini bilse, Russell beye göre
ahlaka zıt olan bir iş yapmamış olur. O halde, Russel Bey! Senin yollara düşüp
Vietnam ve benzeri savaşlar aleyhine şiarlar yükselterek yaptığın bu insan
severlik gösterileri ne içindir? Onun güç ve zoru vardır ve o işi, aksülamelinin
olmadığını bildiği kendi zorunun hükmüyle, kendi zekâ ve anlayışı hükmüyle
yapmaktadır. Sen kendin ise onu caiz görmektesin.)([86])
Allah'ın salât ve rahmeti Muhammed (saa) ve temiz yakınlarının üzerine
olsun.
EK: 2
RUSSELL'IN AHLAK EKOLÜ
Diğer bir ahlak, Bertrand Russell'ın öne sürdüğü ahlaktır. Çok sayıda kitapta
kendisi bu görüşünü açıklamıştır. O kitaplardan bir tanesi "Benim Tanıdığım
Dünya" adındaki ünlü kitaptır. Bu kitapta bir bölüm, ahlaka ayrılmıştır. Bir başka
kitap da "Karı-Koca ve Ahlak" adlı kitaptır. Her ne kadar orada söz konusu olan
sadece cinsel ahlak ise de kendi görüşünün tümü aydınlanıyor.
Zannederim, "İlmî Dünya Görüşü" adlı kitapta da vardır. Şu anda hatırlamadı-
ğım diğer birkaç yer daha var...
Russell'ın "aklî ahlak" şeklindeki ahlak anlayışının manası "keskin zekilik
ahlak"tır. O, gerçekte maddeci bir şekilde düşünmesinden dolayı ahlakî
ölçülerden hiçbir ölçüyü kabul etmez, ne Eflatun'un hayır ve fazilet anlayışına
bir inancı vardır, ne Aristo'nun "Orta yol" anlayışına, ne de Kant'ın "vicdanî
ahlak", yani "sorumluluk duygusu" anlayışına inancı vardır. "İnsan,
zorunlu biçimde menfaatçi olarak yaratılmış olan bir varlıktır, kendi faydasından
başka bir şeyin peşinde değildir" demektedir. Bu hepsinden geri kalan sözdür,
insanın kendi faydasından başka bir şeyi istediğine inanmayın. Diğer taraftan
bizim toplum içinde ismini ahlak olarak koyduğumuz bir takım güzellik
bağlarına ihtiyacımız vardır. "Birbirlerimizin haklarına riayet edelim,
birbirlerimize saygı gösterelim, kendi toplumsal görevlerimizi yapalım" diyoruz.
Kendi görev ve sorumluluklarını yapmak, başkalarının hakkına riayet etmek,
başkalarının şahsiyetine saygı göstermek, insanın toplumsal hayatında ahlak
adıyla ihtiyaç duyduğu şeyler bunlardır. Daha sonra şöyle demektedir: Ahlak
şudur; biz öyle bir iş yapalım ki bu yaptığımız şey aynıyla toplumda
hükümferma olsun, fertlerin tümü birbirlerinin haklarına riayet etsinler, görevleri-
ni yerine getirsinler, birbirlerine saygı göstersinler ve bu gibi usullere inansınlar.
Peki, siz, bunları maddî olmayan bir temel üzerine yerleştirmeyi ister misiniz:
Niçin birbirimizin haklarına riayet edelim? Çünkü fazilet budur veya sorumluluk
ve mesuliyet böyle icap ettirdiği içindir. Şöyle demektedir: Hayır, bu sözlerin bir
temel ve esası yoktur, gerçek şu ki insanın menfaatleri de aynı şeydedir.
Biz insana, "sen kendi menfaat ve mutluluğunun peşinde gitmelisin ve senin
menfaatlerin aynı şeydedir. Başkasının hakkını payimal etmeden halinde kendine
bir faydayı sağladığını veya eğer kendi sorumluluğunu yerine getirmezsen
kendine bir fayda sağladığını veya eğer saygılara riayet etmezsen kendine bir
faydanın olduğunu düşünmekle yanılıyorsun" düşüncesini anlatmalıyız. (Bu ör-
nekleri ben veriyorum, o vermiyor). Bunların hepsi yanlıştır. İnsanın akıl ve
zekâsını arttırmalıyız ve ona uzak görüşlülüğü vermeliyiz. Düşünen bir insanın
faydası, halkın haklarını payimal etmektedir, yakın görüşlülüğü sebebiyledir,
ayağının önünü görüyor ve uzağı görmüyor, diğer bir ifadeyle aksülamellere
aldırış etmez. İnsanoğlunun tümüne aksülamelleri anlatmak gerekir. Bu
örneği ben söylüyorum: Bir grup insanın bir odada beraberce yaşadıklarını farz
edin. Her kişinin tembellikten dolayı veya başka şeyden dolayı bu odanın
durumuna önem vermemesi, fakat aynı zamanda bu odanın her zaman temiz ve
düzenli olmasını beklemesi mümkündür. Fakat bu gruba "bizim fert fert
menfaatimiz bu oda konusundaki görevlerimizi yerine getirmemizdir."
anlayışının kavratılması gerekir. İnsan bu konuyu çabucak anlayabilir. Ben,
benim fert olarak kendi menfaatimin aynı yerde olduğunu anladığım zaman, siz
de sizin fert olarak kendi menfaatinizin aynı yerde olduğunuzu anlarsınız, bir
başkası da fert olarak kendisinin menfaatinin aynı yerde olduğun anlar, bu
durumda kesinlikle hepsi bu işi yapacaktır, çünkü insan menfaatçidir. Bir örnek
veriyor, şöyle diyor: Başlangıçta mümkündür ki eğer gidip de komşunun ineğini
çalarsam daha fazla faydalanacağım, fakat, "eğer sen komşunun ineğini çalarsan
komşun da senin ineğini çalar ve o diğer komşu da senin örneğin eşeğini çalar ve
bir fayda alacağın yerde yüz tane zarar alırsın" anlayışı bana kavratıldığı zaman
başkasının benim ineğimi götürmesinler diye komşumun ineğini
götürmeyeceğim açıktır ve bu çok tabiîdir. O halde sadece insana sivri zekâlılık
verilmelidir ve ahlak olarak isimlendirilen şeyin, herkesin faydasını kaldıran şey
olduğunu ona vermek gerekir. Bu da gerçekte ahlakî değerleri inkâr etmiş olan
bir çeşit ahlakî ekoldür, yani yine ölçü, menfaatler olmuştur. Nihayet şimdiye
kadar daima "ahlak, zorlu menfaatlerle elde edilen bir şeydir" denmiştir ve falan
ahlakî değerimenfaatin önüne çıkaranın işi ahlakîdir, fakat bu ekol diyor ki, niçin
siz geliyor menfaat ve ahlakî davranış arasına ihtilaf koyuyorsunuz, sonra da
diyor ki, insan kendi huyunun hesabına göre menfaatin peşinde gider, ama ahlakî
davranışı hangi hesap üzerine yapar? Ve sonra kendisi için bir ölçü ve tartı
açıklamak istiyorsunuz ve her biriniz bir şey söylüyorsunuz. Hayır, ahlakî
davranış elin etrafında, menfaatleri, temin eden bir davranıştır, ahlakî olmayan
davranış ise kendisinde insanın sadece yakınını gördüğü davranıştır"
demektedir.
Biz, başka bir örnek verelim: İlkokula gitmek isteyen bir çocuk bu günler için
düşünüyor ve "ben, bugün okula gitmeliyim, dört saat orada kalmalıyım,
oyunlarım gidecek, bütün mutluluğum gidecek" diyerek üzülmektedir. Kendisini
bir sevinç ve bir zahmet arasında görüyor: Bugünün sevinci ve bugünün zahmeti.
Sonucu görecek kadar bir ince zekâlılığı yoktur. "Eğer ben bugün ders oku-
mazsam, daha sonraları bu ders okuma neyle sonuçlanır ve ders okumak neyle
sonuçlanır?" kadarını anlayamaz. O anlamaz fakat ana-babası anlarlar. Onlar
çocuğun faydasını istiyorlar, çocuk da kendi faydasını istiyor, fakat çocuk kendi
faydasını küçük bir ışık içinde görüyor, ana-babası ise onun faydasını büyük bir
ışık içinde görüyorlar, bundan dolayı da anne ve babanın o faydayı görüşleri, ders
okuma zahmeti olan böyle bir mahrumiyet ve zahmete tahammülle sonuçlanır,
fakat çocuk yakın görüşlü olduğu için bu işi yapmak istemez. Tıpkı ahlakî
davranışlarının tümü, "ben doğru söylemeliyim, benim kârım doğruyu
söylemekte yatar, eğer başkalarına yalan söylersem başkaları da bana yalan söyler,
ben güvenilir olmalıyım, eğer emaneti sahibine vermezsem başkası da vermez ve
bu da benim zararımadır, o halde benim faydam emin olmakta yatar" sözlerinden
ibaret olan ekol gibidir.
Russell'ın sözü gerçekte bir değer olarak ahlakın inkârıdır. Çünkü ahlakı
faydada yok saymıştır. Böylece Russell'a gelen ilk eleştiri şudur: Onun esas
olarak kabul ettiği ahlak, yüce ve mukaddes değerleri yok etmiştir. Menfaatin
üstünde bir şey yoktur, hatta kendi menfaatinin üstünde. Bu da Russell'ın
söylediği şiarlara terstir. Şiarları felsefesine zıt olanlardan birisi de Russel'dir. O
kendisini dünyada insan sever biri olarak tanıtmıştı. Fakat gerçekte onun
felsefesi buna zıttır. Onun felsefesi menfaatçiliktir. O halde Russell'ın tüm
barışseverlik değerleri kendi şahsı üzerinde odaklanır: "Ben niçin bugün
İngiltere'de Vietnam'daki savaşa muhalefet ediyorum, faydam bunda olduğu için."
Bundan dolayı senin işinin bir değeri yoktur.
İkinci olarak, teklif edilen bu ahlak sadece bir yerde faydalıdır. Eğer güçler
eşit olursa faydalı olur. O iki komşu misali gibi: Ben komşumun ineğini çalmam,
çünkü komşum da gelir benim ineğimi çalar. İki eşit güç birbirlerine karşı yer
alınca veya zayıf bir güç kuvvetli bir güce karşı yer alınca bunu güzel bir şekilde
mülahaza ederler. Fakat fevkalade kuvvetli bir güç, zayıf bir güce karşı yer
alınca ve bu kuvvetli güç o zayıf gücün yüz yıla kadar dahi onun menfaatlerini
alamayacağını bildiği zaman ahlak onun için böyle bir iktizaya (gereksinmeye)
sahip değildir. Buna göre, örneğin Brejnev Carter'ın karşısında yer alırsa, o
zaman ahlak, hem Carter'ın ahlaklı olmasına -çünkü rakibinin de onun kadar bir
gücü vardır- hem de Brejnev'in ahlaklı olmasına -çünkü onun da rakibi onun
kadar güçlüdür- hükmeder. Fakat bunların her ikisi zayıf milletlere karşı hiçbir
zaman ahlaka gereksinim duymazlar. Çünkü zayıf milletlerin yüzyıla kadar dahi
kendi menfaatlerini ellerinden almalarına güç yetiremeyeceğini bilmektedirler.
Belki de daha başlangıçta onların bu gücü elde etmelerine izin vermiyorlar, bu-
nun için de büyük bir eminlik içindedirler. Bu durumda Russell'ın ahlakı gibi
menfaat esası üzerinde kurulan bu ahlaklar ne işe yarar?! Aslında ahlak,
güçlülerin önüne daha kâmil bir güçle geçmek içindir: "Daha fazla güce sahip
olana affetme ve bağışlamayı daha fazla aşılayın."([87])
Ancak menfaat esası
üzerinde olan bir ahlakın ikinci temeli de güçlerin eşitliğidir, yani sadece güçlerin
eşitliği varsayımı üzerinedir. Ben, en az benim kadar güçlü olan bir rakip karşısında
yer aldığım zaman kesinlikle onu öldürmeye kalkışmam, çünkü onun da beni
öldürmeye kalkışması mümkündür. Eğer onu öldürebileceğime yüzde elli bir
ihtimal verirsem öldürüleceğime de yüzde elli ihtimal vermeliyim. Bunu
yapmayacağım açıktır. Ve ya en sonunda "O halde her ikimizin de bilirimizi
korumamız daha iyidir." diyen idareci ve arkadaşının hikâyesi gibi. İki kişinin
güç açısından eşit olduğu yerde bu böyledir ama eğer eşit olmazlarsa artık ahlak
mevcut değildir. Böylece bu ahlak da ahlak değildir, ahlakın inkârıdır. Gerçekte
Russell'ın felsefesinin manası şudur: Ahlakı serbest bırakın, çünkü ahlak, değere
sahip olmağa, yüceliğe ve menfaatlerden ve hayvanlıktan üstün olan bir şeye
eşittir. Ahlak, insaniyet demektir, insaniyet ise, hayvanlıktan üstün bir değer
demektir ve menfaatler üstü bir davranıştır. Russell'ın sözünün anlamı, ahlakın bir
esasının olmadığı, fakat sizin ahlaktan alabileceğiniz sonucu öğretimden de
alabileceğinizdir. Yalnız bir şartla: Umumî menfaatler böyle gerektirsin.
Bu söze şu eleştirinin yapıldığını görmüştünüz: Evet güç açısından eşit olan
bir halka böyle bir sözü söylemek mümkündür, fakat zorba olan bir kimse
hakkında bu ahlak söz konusu değildir.
Aksine onun ahlakın tersini yapmaya teşvik eder. Çünkü der ki, aslında
ölçü, menfaattir. O, ahlaklı olmaya mecburdur, fakat senin ahlaklı olmaya hiç
mecburiyetin yoktur".
[70]- Güreru'l Hikem ve durerul kelam, 77. fasıl, 301. hadis
[71]- Tuheful Ukul, s.316
[72]- Nehcu'l Belağa, hikmet, 409, sh. 1285
[73]- Nefsu'l Mehmum, sh. 36, Emalî-yi Saduk'tan naklen, sh. 79, oturum 27
[74]- Biharu'l Envar,c.45, sh.ll5 (39.bab)
[75]- Fi Rihabî Eimmeti'l Beyt, c. 3, sh. 152
[76]- Nehcu'l Fesaha, 2195. hadis, sh. 464
[77]- Nehcu'l Belağa, 1122,77. hadis
[78]- Mesnevi, sh. 86
[79]- Biharu'l Envar, c. 46,19. bab, s. 335
[80]- Vesail-i Şia, c 11, sh. 122
[81]- Emiru'l Mü'minin'in şiir divanı, s. 15
[82]- el-Cunnetu'l Asimetu, sh. 358
[83]- Beytu'l Ehzan, sh. 155
[84]- Nehcul Mağa, 193. hutbe
[85]- (Burada merin eksikliği mevcuttur. Aynı mevzuda olan sonraki oturumun başlangıcından
bir kaç dakikası elimizde mevcuttu ki aynı konuyu zikretmektedir:) Bu felsefe, varlığın asliyeti anlayışını verir. Egzistansiyalizm, varlık asliyetinin taraftarı olan ekol
demektir, elbette ki insanda. Burada söylenmekte olan bu "varlık asliyeti" bizim kendi
felsefemizde söylediğimiz varlık asliyetiyle ikilik arz ediyor, ayrıdır. O bir konudur, bu ise başka
bir konu... O, dünyanın tümünde vardır, bu ise insana özgüdür. Buna ilave olarak insanın
kendisinde de yine bu bir özel mefhumdur ki biz bu özel mefhumla varlığın asliyetini tabir
etmiyoruz, ona başka bir isim veririz. Sartre'in söylediği bu "varlık asliyeti"nin, inkâr etmekte
oldukları mahiyyet asliyeti karşısındaki şey şudur: "insan dışındaki her varlığın -cansız, bitki ve
hayvan- kendi mahiyyet ve zatı, onun üstünde takdim edilmektedir" diyorlar
[86]- Russell'ın ahlakî ekolünü Şehid Üstad başka bir konferansta (komünizm ahlakı
konuşmasının sonunda) açıklamıştır. Bu açıklamalarda da güzel noktalar olduğundan dolayı tam
olarak elinizdeki kitabın sonuna alınmıştır. (Farsça yayıncının notu)
[87]- Nehcu'l Belağa, 49. söz