Upload
others
View
2
Download
0
Embed Size (px)
Citation preview
NİSAN 2015 e-Şarkiyat İlmi Araştırmalar Dergisi -www.e-sarkiyat.com- ISSN: 1308-9633 Sayı: XIII
139
AYNÜ’L-KUDÂT-I HEMEDÂNÎ’NİN DÜŞÜNCESİNDE HAKÎKAT-İ
MUHAMMEDİYYE
Abdurrahim ALKIŞ
Dicle Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi
Özet:
Tasavvuf düşüncesinin önemli bir ıstılâhı olan hakîkat-i muhammediyye daha çok
İbnü’l-Arabî (v. 638) ve Abdülkerîm el-Cîlî (v. 826) ile derinlikli ifâdesini bulmuştur. Bu
hakîkatin bu iki mutasavvıftan önce de bâzı sûfiler tarafından dillendirildiğine şâhid oluyoruz.
Istılâh hakkında en fazla söz söyleyenlerden birisi de Hemedân Kādısı Aynü’l-Kudât
Abdullah el-Hemedânî’dir (v. 525). Hemedâni eserlerinde “hakîkat-i muhammediyye” ve
“nûr-i muhammedî” tabîrlerini kullanmış ve sonraki dönemlerde zuhûr edecek manâya
mutâbık bir şekilde pek çok yazı kaleme almıştır. Varlığın Birliği düşüncesinin en önemli
ikinci boyutu olan hakîkat-i muhammediyye mertebesi Hemedânî tarafından çarpıcı bir
şekilde âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler ile delillendirilmiştir.
Anahtar Kelimeler: Aynü’l-Kudât-ı Hemedânî, Hakîkat-i Muhammediyye, Varlığın
Birliği.
HAQİQAT AL-MUHAMMADİYYA İN THE THOUGHT OF AYN AL-QUDAT
AL-HAMADÂNÎ
Abstract:
One of the important terms (concepts) of the idea of Sufism (Islamic Mysticism) is
‘Haqiqat al-Muhammadiyya/The Essence of Muhammad”. The meaning of this term was
especially deepened by İbn al-Arabî (638) and Abd al-Karîm al-Jilî (826). We witnessed
that this concept was used by former Islamic thinkers. One of the most prominent of these
Islamic thinkers was the Qadi (judge) of Hamadân, Ayn al-Qudât Abdallah el-Hamadânî
(525). Hamadânî used these two terms ‘Haqiqat al-Muhammadiyya’ and ‘Nûr-i
Muhammadî’ in his numerous works (articles, books) in terms of conforming to their
meanings that emerged in later period. Haqiqat al-Muhammadiyya level that is the second
significant extent of the idea of waḥdat al-wujūd ("unity of witness", "unity of perception",
"unity of appearance’) was strikingly mentioned by Hamadânî together with verses of the
Koran (ayah) and hadiths.
Key Words: Ayn al-Qudât-i Hamadânî, Haqiqat al-Muhammadiyya, Waḥdat al-
Wujūd.
Giriş:
Varlık konusu (Ontoloji) Tasavvuf ve Felsefenin en temel konuları arasında yer alır.
Bakış açıları cihetinden oldukça farklı anlayışlara sahip olmalarına rağmen İslâm filozofları
NİSAN 2015 e-Şarkiyat İlmi Araştırmalar Dergisi -www.e-sarkiyat.com- ISSN: 1308-9633 Sayı: XIII
140
kadar İslâm sûfîleri de varlık bahsi ile ilgilenmiştir. Sûfilere göre varlık özü itibariyle bir
olmakla beraber katman katman olup farklı boyutlara sahiptir. Ârif ve Hekîmler, 571 yılında
Mekke’de dünyaya teşrîf buyuran ve bu hakîkatin şehâdet âleminde ifâdesi olan Hz.
Muhammed’i (s.a.v) nûrânî bir varlık sûretinde varlığın ikinci önemli boyutu olarak ele
almışlardır. Varlığın birinci boyutu zât mertebesi iken ikinci boyutu ehadiyyet mertebesi ismi
ile de bilinen hakîkat-i muhammediyye mertebesidir. Sûfîlerin re’yine göre bu tabîrin kaynağı
Kur’ân-ı Kerîm ve Hadîs-i Şerîflerdir. Dolayısıyla bu ıstılâh köken olarak ilâhîdir. Istılâhı ilk
dillendirenleren âriflerden birisi Zünnûn-i Mısrî’dir (v. 245). Ardından talebesi Sehl-i
Tüsterî (v. 283) konuyla ilgili görüşlerini ifâde etmiştir. Hallâc-ı Mansûr (v. 309), Aynü’l-
Kudât-ı Hemedânî (v. 525), Sühreverdî-i Maktûl (v. 587) Rûzbihân-ı Baklî (v. 606),
Muhyiddin İbnü’l-Arabî (638), Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî (v. 672), Abdülkerîm-i Cîlî
(v. 826), İmâm-ı Rabbânî (v. 1034) bu konu üzerinde ayrıntılı duran âriflerdendir. 1 Istılâh
dînî edebiyâtta da pek çok şâir tarafından kullanılmıştır.
Bu çalışmamızda ilgili ıstılâh hakkında en ayrıntılı bilgiler sunanlardan birisi de olan
özellikle de Temhîdât isimli eserinin kısm-ı ekserisini hakîkat-i muhammediyye’ye ayıran
Aynü’l-Kudât-ı Hemedânî’nin bu konudaki görüşlerine yer vereceğiz ve bu ıstılâhı varlık
mertebeleri içerisinde nasıl ele aldığını incelemeye tâbi tutacağız.
Konuya girmeden önce akademik muhit tarafından yapılan çalışmaları tanıtmakta
fayda var. Zîra konunun genel çerçevesi yazılan bâzı makâleler ile değerlendirilmeye tâbi
tutulmuş, Kur’ân-ı Kerîm ve Hadîs-i Şerîfler’den istişhâd bâbında getirilen bâzı nasslar tahlîl
edilmiştir. Tekrara düşmemek için bunları yeniden yapmayacağız. Yapılan çalışmaların
dördünde farklı şekillerde de olsa bu nasslar tahkîk ve tahrîc edilmiştir. Hakîkat-i
Muhammediyye ile ilgili yapılan bu çalışmaların çoğu tasavvuf akademisyenleri tarafından
yapılmışken biri tefsîr akademisyeni tarafından, diğeri de kelâm akademisyeni tarafından
kaleme alınmıştır. Tabîatiyle farklı sahalarda çalışan yazarların konu ile ilgili
değerlendirmeleri farklılık arzedebilmektedir. Bu iki makaleye göre hakîkat-i muhammediyye
kavramı İslam'ın temel kaynaklarından herhangi birisinde yer almamaktadır. İslâm’ın kutsal
kaynaklarında herhangi bir ifâdesi bulunmamaktadır. Bu kavramın, diğer dinî ve felsefî
akımların te’sîriyle Müslümanların din anlayışına girdiği dile getirilmektedirler. Tasavvuf
çevrelerince yapılan çalışmalarda ise tasavvufî bilgi kaynaklarının genel çerçevesine olan
ittilâdan dolayı konu İslâm düşüncesinin en önemli ıstılâhlarından ve tevhîd akîdesinin önemli
unsurlarından birisi olarak değerlendirilmiştir. Çünkü en başta Hz. Peygamber olmak üzere
bütün kâmil insanlar insanları kesretten vahdete doğru götürme çabası içerisinde olmuşlardır.
Onlar kesret ile vahdet arasında râbıtayı sağlayan aracılar konumunda olmuşlardır.
Peygamberler ve velîlerin dîndeki yerleri belli olup bunların hiç biri kendisine ibâdet edilmeyi
hedef edinmemişlerdir. Her birisinin manevî hiyerarşideki yerleri bellidir. Vâkıa da bunu açık
bir şekilde göstermektedir. Sistemin bu şekilde kurulması Cenâb-ı Hakk’ın mûrâdıdır. Cenâb-
ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de resûllerin bir kısmını bir kısmına üstün tuttuğunu (Bakara: 253) ve
bir kısım insanı da maddî ve manevî rızık açısından farklı derecelerde yarattığını ifâde eder
(Nahl: 71). Cenâb-ı Hakk, Hz. Peygamber’e vahiy gönderirken bile araya Cebrâîl’i (a.s)
1 Istılâhın gelişim seyri için bkz. Mehmet Demirci, Hakîkat-i Muhammediyye md. DİA, c. 15, s. 180, İstanbul, 1997; Rıfat Okudan, Hakîkat-i Muhammediyye: Felsefî Temelleri ve Dînî Asıllarının Değerlendirilmesi, SDÜ İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2003/2, sayı: 11, Isparta: 2004, s. 139-161.
NİSAN 2015 e-Şarkiyat İlmi Araştırmalar Dergisi -www.e-sarkiyat.com- ISSN: 1308-9633 Sayı: XIII
141
koymuştur. Pekâlâ, bildirmek istediklerini araya herhangi bir aracı koymadan da Hz.
Peygamber’in kalbine ilkā edebilirdi.
İbn-i Teymiyye’nin “hakîkat-i muhammediyye”ye inananların katline yönelik fetvaya
bakılırsa İslâm ümmetininin ekserisi küfür üzere yaşamış ve çoğunluğunun da katledilmesi
gerekir. Zîra bin yılı aşkındır ki İslâm dünyası; sanatta, düşüncede, mi’mârîde, yönetimde,
medeniyet anlayışında sûfî çevrelerin etkisindedir. Tarîkatlar İslâm tarihinin en etkin sivil
toplum kuruluşları olmuş ve ümmetin kısm-ı ekserisini ciddi bir şekilde etkilemiştir. Zünnûn-
i Mısrî, Sehl-i Tüsterî, İmâm-ı Gazzâlî, Abdulkādir-i Geylânî, Muhyiddin İbnü’l-Arabî,
Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî, İmâm-ı Rabbânî gibi “hakîkat-i muhammediyye” anlayışını
benimseyip savunanlar İslâm ümmetinin en çok râğbet ettiği ve benimsediği âlimler olmuştur.
Diğer dinlerde veya felsefî anlayışlarda benzeri görüşlerin olması bu hakîkatin reddine yeteri
sebep olamaz. Zîra hikmet mü’minin yitik malıdır her nerede bulursa alır. İlim için gerekirse
Çin’e bile gidilir. Mâmâfîh, Hz. Peygamber’in “müsaddıkan li mâ beyne yedeyhi” olarak
gönderildiği Kur’ân-ı Kerîm’de zikredilen bir hakîkattir.
Tam burada dikkate değer önemli bir husûs ta Kur’ân’ın kendisini herkese açmadığı
hakîkatidir. Kur’ân-ı Kerîm, âyetlerinin kendilerine ilim verilenlerin sadrında apaçık
olduğunu bildirir (Ankebût: 49). Kendisinin “kitâb-ı meknûn” olduğunu ancak nefislerini
temizleyenler tarafından idrâk edilebileceğini ifâde eder (Vâkıa: 77-79). Allah, kelâmının
sonsuz olduğunu, denizler mürekkep olsa ve tüm ağaçlar da kalem olsa ve bir misli dahî gelse
dahî bunları bitiremeyeceğini zikreder (Kehf: 109).
Kur’ân-ı Kerîm’de bilginin kaynağı olarak “takvâ” gösterilir (Bakara: 282). Hak ile
bâtılı birbirinden ayıran “furkān”a da ancak takvâ ile sahip olunabileceğini beyân eder (Enfâl:
29). Kendisinin takvâ ehli için hidâyet rehberi olduğunu açıklar (Bakara: 2). Mârifetin yeri
olarak da “kalb”i gösterir. İnce idrâk/fıkıh işinin kalbe ait olduğunu ifâde eder (A’râf: 179,
Hacc: 46). Kendisinin ancak “ehl-i kalb” için bir hatırlatma kitabı olduğunu vurgular (Kāf:
37; Ğâfir: 40). İnsanlar için basîret kaynağı olan kalp gözüne dikkat çeker (Hacc: 46).
Kur’ân-ı Kerîm, Cenâb-ı Hakk’ın kendi katından peygamber olmayan bâzı insanlara
da ilim verebileceğini gösterir (Kehf: 65). Cenâb-ı Hak kendisinin Kur’ân-ı tâlim
buyurduğunu ve insana da onun beyânını öğrettiğini bildirir (Rahmân: 1-4). Bâzı âyetlerinin
muhkem bâzıların da müteşâbih olduğunu ve ilimde rusûh peydâ edenlerin buna imân ettiğini
ve ancak kalb ehlinin bunlardan istifâde edebileceğini zikreder (Âl-i İmrân: 7). Hz.
Peygamber’in ve insanların gaybı bilmediğini ifâde eden âyetler bulunmakla beraber bu
konuda “bazı bilgilere sahip olabilecekleri”ne dâir âyetler de bulunmaktadır. (Âl-i İmrân: 179;
Cinn: 26-27; Kehf: 66). Sahihaynde geçen bâzı hadîslerde önceki ümmetlere müntesip bâzı
zatların gaybî bir kısım haberleri verdiğine, Hz. Ömer’in, Ebû Hüreyre’nin ve İbn-i Abbas’ın
gizli bâzı bilgilere sahib olduğuna dâir hadîsler vardır.2
Hemedânî bu konuya giriş yaparken eserinin ilk temhîdini “fark-i ilm-i mükteseb bâ
ilm-i ledunî” (Mükteseb ilmin ledunnî ilim ile farkı) şeklinde hazırlar. Bu başlık altında
Kur’ân’ın her bir mertebeye ve her bir insana farklı farklı hitaplarda bulunduğunu söyler.
Binâenaleyh tasavvufun kendisine has epistemolojisi anlaşılmadan genel çerçeve idrâk
edilmeden yapılan değerlendirmeler nâkıs olacaktır.
2 Bkz. Buhârî, İlim 42, Buhârî, Fezâil 16, Taberî, Tefsîr 27/153,
NİSAN 2015 e-Şarkiyat İlmi Araştırmalar Dergisi -www.e-sarkiyat.com- ISSN: 1308-9633 Sayı: XIII
142
Dikkate değer bir husus ta Hz. Peygamber’in isminin İslâm’ın en önemli
ibâdetlerinden sayılan namâzda, ezân-ı şerîflerde sürekli zikredilmesi, üzerine devamlı bir
şekilde salavât-ı şerîfelerin getirilmesi, Müslümanların dindârlıklarında ne kadar da önemli bir
yerinin olduğudur.
Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de: “Onlar mutlaka Allah’ın ve meleklerin, kendilerine
buluttan gölgeler içinde gelmesini ve emrin bitirilmesini mi gözlüyorlar? Oysa bütün emirler
Allah’a döndürürlür” (Bakara: 210) buyurur. Binâenaleyh mü’minler ilâhî olan her şeyi bir
peygamber’in penceresinden öğrenirler. Bu cihetle “hz. insân” unsuru çok büyük ehemmiyet
kesbeder. Sûfîlerin nazarında Kur’ân-ı Kerîm, Hz. Peygamber’in dudaklarından sâdır
olmuştur ama kim ona “Muhammed’in kelâmıdır” derse “kâfir” olur. Onun vahye muhatap
olması başlı başına bir değerdir. Her insan muhatap olamaz. Bu cihetiyle de vefâ gereği onun
hakkında ucuz olmamak lazımdır. Nitekim bundan dolayı olacak ki bâzı sûfiler “ebû’l-vefâ”
lakablarını almışlardır. Kimin mârifet sofrasından istifâde edildiyse ona karşı vefâ sahibi
olmak tarîkatların şartları arasında yer alır.
Şimdi de hakîkat-i muhammediyye ile ilgili yapılmış bâzı çalışmaları değerlendirelim,
ardında Hemedânî’nin bu konudaki engin görüşlerine göz atalım.
Hakîkat-i Muhammediyye ile ilgili yapılan bâzı akademik çalışmalar:
1. Mehmet Demirci, Nur-i Muhammedî, DEÜ İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı:1,
İzmir: 1983, s. 239-258. Müellif, “nûr” kavramını işleyip bâzı sûfîlerin nur-i muhammedî
hakkındaki görüşlerini zikreder ve değerlendirmeye tâbi tutar. Ayrıca bu düşüncenin islâmî
kaynakları üzerinde durur. Müellif, Istılâh için dış kaynak arayanların fikrine katılmamıştır.
Bu düşüncenin İslâm kültür ve medeniyeti üzerindeki te’sîrine dikkat çekmiştir. Diyanet
İslâm Ansiklopedisi’nin “hakîkat-i muhammediyye” maddesi de Mehmet Demirci Hoca
tarafından kaleme alınmıştır.
2. Rıfat Okudan, Hakîkat-i Muhammediyye: Felsefî Temelleri ve Dînî Asıllarının
Değerlendirilmesi, SDÜ İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı: 11, Isparta: 2003/2, , s. 139-164.
Müellif bu düşünce anlayışının gelişim seyri üzerinde durmuş, ontolojik temellerini incelemiş,
dînî dayanaklarını değerlendirmeye tâbi tutmuştur. Diğer dinler ve felsefî akımlardaki
benzerliklere dikkati çekmiştir.
3. Kadir Özköse, Azîz Mahmûd Hüdâyî’de Nûr-i Muhammedî Telâkkisi, Uluslar
arası Azîz Mahmûd Hüdâi Sempozyumu Bildiriler Kitabı, İstanbul: 2005, c. 1, s. 231-238.
Müellif bu tebliğinde kısaca ıstılâhın gelişim seyrine değinir. “Kelime/Logos” kavramları
üzerinde durur. İbnü’l-Arabî’nin bu konudaki görüşlerini zikreder. Ardından Azîz Mahmûd
Hüdâî’nin bu konuda yazdığı şiirler ekseninde “hakîkat-i muhammediyye” düşüncesini tahlîle
tâbi tutar.
4. Mahmut Ay, İşârî Tefsîrlerde Hakîkat-i Muhammediyye Anlayışı, İÜ İlahiyat
Fakültesi Dergisi, s. 23, İstanbul: 2010, s. 77-120. Yazar bu çalışmasında daha çok Hz.
Peygamber’in “beşer peygamber” tarafı üzerinde durmuş ve sûfîlerin Hz. Peygamber’e
yüklediği manânın Kur’ânî olmadığını ispatlamak için delîller getirmiştir. Dört adet önemli
işârî tefsîrden yola çıkarak âyet-i kerîmeleri tahlîle tâbi tutmuş ve bunların “hakîkat-i
muhammediyye”ye delîl sayılamayacağı sonucuna varmıştır. İlgili hadîslerin de çoğunun
mevzû ya da zayıf olduğunu sahîh olan bir kaçının da yanlış yoruma tâbi tutulduğunu ifâde
etmiştir. Özellikle de Hz. Peygamber’in gaybı bilmediğine dikkat çekerek onun faziletli
erdemli bir beşer olduğu hakîkatine vurgu yapılmıştır. Yazar hakîkat-i muhammediyye
NİSAN 2015 e-Şarkiyat İlmi Araştırmalar Dergisi -www.e-sarkiyat.com- ISSN: 1308-9633 Sayı: XIII
143
anlayışın Kur’ânî olmadığını ve dış kaynaklı olabileceğini belirtmekle berâber İbn-i
Teymiyye’nin fetvâsına katılmadığını bildirmiştir. Bu makalede ilgili ıstılâh Sehl b. Abdullah
et-Tüsterî’nin Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm’i, Necmüddîn-i Dâye’nin Bahrü’l-Hakāik’i, İsmâîl
Bursevî’nin Rûhu’l-Beyân’ı ve Ahmed b. Acîbe’nin el-Bahru’l-Medîd isimli tefsîri esâs
alınarak incelemeye tâbi tutulmuştur.
5. Mustafa Akman, Hakîkat-i Muhammedî Düşüncesi ve Bu Düşüncenin
Referanslarını Aktaran İki Kaynak ve Müellifleri, Yalova S.B.E. Dergisi, Sayı: 2, Yalova:
2011, s. 107-131. Yazar bu çalışmasında konu ile ilgili hadisleri ele alan iki kaynağı:
Aclûnî’nin Keşfü’l-Hafâ ve Hâkim’in Müstedrek isimli eserlerini değerlendirmeye tâbi
tutmuştur. Yazar ısrarla bu kavramın Helenistik bir unsur olduğunu ve yunan felsefesinden
kaynaklandığını vurgular ve bunun İslâm dininde bir yerinin olmadığını söyler. Hz.
Peygamber’in beşerî yönü özellikle vurgulanır.
6. Ferzende İdiz, Tasavvufta Hakîkat-i Muhammediyye Meselesi ve Mesnevî’den
Örnekler, EKEV Akademi Dergisi, Sayı: 59, Erzurum: 2014, s. 179-199. Yazar bu
çalışmasında ıstılâhın gelişim seyri üzerinde durmuş ve ıstılâhın dînî referanslarını
değerlendirmeye tâbi tutmuştur. Ardından Mevlânâ’nın nûr-i muhammedî hakkındaki
ifâdelerini içeren metinleri incelemeye tâbi tutmuş ve İbnü’l-Arabî ile İmâm-ı Rabbânî gibi
bâzı sûfilerin bu konudaki görüşlerine yer vermiştir. Makālede Hz. Peygamber’in velâyet
cihetine dikkat çekilmiş ve onun nûrânî varlığı üzerinde durulmuştur.
Filistinli âlim Yûsuf en-Nebhânî (v. 1932) hakîkat-i muhammediyye hakkında
ayrıntılı bilgiler veren âriflerin eserlerinden ilgili bölümleri bir araya getirip el-Hakîkatü’l-
Muhammediyye İnde Aktâbi’s-Sâdeti’-s-Sûfiyye -İslâmen ve Îmânen ve İhsânen- isminde bir
eser kaleme almıştır. Nebhânî bu eserinde İbnü’l-Arabî ve sonrası âlimlerin kitaplarından
yola çıkarak eseri hazırlamıştır. Yazar bu eserinde; İbnü’l-Arabî’nin yanı sıra; İbnü’l-Fârid,
Abdülkerîm Cîlî, Ahmed b. Muhammed el-Kastalânî, Abdülvehhâb eş-Şârânî, Alî
Nûreddin el-Halebî, İmâm-ı Rabbânî, Muhammed Mehdî el-Fâsî, İsmâîl Hakkı Bursevî,
Abdülazîz ed-Debbâğ, Muhammed b. Abdulbâkî ez-Zürkānî, Mustafa Bekrî, Abdullah
Mîrğanî, Ahmed es-Sâvî, Ahmed b. İdrîs el-Hasenî, Ebu’l-Abbâs et-Ticânî, Emîr
Abdülkādir el-Cezâirî, Abdülğanî en-Nablûsî, Muhammed el-Mağribî, Ahmeb b.
Abdülğanî ed-Dimaşkî, Muhammed b. Abdülkerîm es-Semmân el-Kādirî, Alî Dede el-
Bosnevî, Abdullah b. Esâd el-Yâfiî ve Abdullah el-Bosnevî’nin görüşlerine yer vermiştir.3
Hakîkat-i Muhammediyye veya Nûr-i Muhammedî:
Tasavvufî eserlerde nûr-i muhammedîyye izâh edilirken çoğu zaman “Allah’ın ilk
yarattığı şey benim nûrumdur”4 hadîsinden yola çıkılarak konu açıklanır ve delillendirilir.
3 Bkz. Yûsuf en-Nebhânî, el-Hakîkatü’l-Muhammediyye İnde Aktâbi’s-Sâdeti’-s-Sûfiyye -İslâmen ve Îmânen ve İhsânen, (hzr: Âsım İbrâhîm el-Kiyyâlî), Kitâb-Nâşirûn, Beyrût: 2012. 4 Bu rivâyete benzer iki hadîs daha bulunmaktadır. “Allah’ın ilk yarattığı şey kalemdir” ve “Allah’ın ilk yarattığı şey akıldır”. Birincisi Ebû Dâvud, Ahmed b. Hanbel, Hâkim ve Beyhakî ve Tirmizî’de geçer ve Tirmizî bu hadîsin hasen-garib olduğunu söyler. İkincisi ise Ebû Nuaym’in Hilye’si ve Taberânî’nin Evsat’ında geçer ve mevzû sayılır. (bkz. Ahmet Yıldırım, Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadîslerdeki Dayanakları, TDV Yayınları, Ankara: 2000, s. 100-102. Abdülvehhâb eş-Şa’rânî (v. 1565) rivâyetleri aynı manâda ele alır ve aralında bir çelişki olmadığını ifâde ederek hakîkat-i muhammediyye’nin bâzen “akl-ı evvel” bâzen de “nûr” olarak ta’bîr edildiğini söyler. (Bkz.
NİSAN 2015 e-Şarkiyat İlmi Araştırmalar Dergisi -www.e-sarkiyat.com- ISSN: 1308-9633 Sayı: XIII
144
Ehl-i tasavvufun indinde hadîste geçen “nûrî/benim nûrum” tabîrinden yola çıkılarak ilk
yaratılan maddenin Hz. Peygamber’in hakîkati olduğu ifâde edilir. Aynü’l-Kudât-ı
Hemedâni ise bahsi geçen nûru Temhidât isimli eserinde Mâide Süresi’nin on beşinci âyet-i
kerîmesinde yer alan: “Allah’tan bir nûr ve apaçık bir kitap da size geldi” ifâdesinden yola
çıkarak açıklamaya çalışır.5 Hemedânî bu âyette geçen “nûr”dan kastın Hz. Peygamber’in
“hakîkati ve nûru” olduğunu söyler. Üstelik bu nûrun ancak ehl-i basîret tarafından
görülebileceğini zikreder. Buna dâir olarak da A’râf Süresi’nde geçen: “Onların sana baktığını
görürsün, fakat onlar görmezler” beyânını delîl getirir.6 Ona göre müşrikler Hz. Peygamber’i
bir beşer olarak görmüşler onun velâyet ve nübûvvet nûrunu idrâk edememişlerdir. Nitekim
onlar hakkında şöyle bir âyet nâzil olmuştur: “Bir beşer mi bizi hidâyete erdirecekmiş? dediler
ve küfre düştüler” (Teğâbun: 6).7 Hemedânî bu âyetten istidlâl ile kişinin Hz. Peygamber’in
velâyet yönünü yani hakîkat-i muhammediyyesini inkâr etmesi ve onu bu makamda beşer
olarak bilmesi küfre düşmesine neden olur. Mesela, Hz. Ebûbekir bu nûru görmüş iken
örneğin Ebû Cehil bunu görmemiştir, der.8
Hemedanî bir diğer eserinde, Hz. Peygamber’in tecellîler hiyerarşisi içerindeki
mertebesine dikkat çekerek, onun bu yüceliğini Celâl-i Ezel’in ilk tecellisi olmasına bağlar.
Ona göre her kim bu yüceliği onun şahsına yönelik kabûl ederse putperest ve müşrik olur.
Zîra bütün bu ta’zîm ve yüceltmeler Celâl-i Ezel’e mahsûstur. Bunun üzerine Kur’ân-ı
Kerîm’de şöyle buyurulur: “Kim Rasûle itaat ederse, gerçekte Allâh'a itaat etmiş olur!” (Nisâ:
80). Hemedânî, Hz. Peygamber’in nakd-i evvelîn û âhirin olması hasebiyle 128 bin
peygamberi içerisinde barındırdığını belirterek onun kâinatın varlık sebebi olduğunu söyler.9
Hz. Peygamber’in kendisinden önce gelen bütün peygamberlerin sırlarını içerisinde
barındırdığı sûfî çevrelerce sıkça dillendirilen bir görüştür. İbnü’l-Arabî Füsûsü’l-Hikem
isimli eserinde yirmi yedi peygamberin sırlarını anlatır. Bu eserinin son fassında Hz.
Peygamber’in câmiiyyetinden ve ferdiyetinden bahseder. Eser bu cihetiyle baştanbaşa Hz.
Peygamber’in bahsiyle doludur. Bu cihetle; İbrâhîm, Mûsâ, Îsâ (a.s) birer Muhammedî’dirler.
Hz. Muhammed, insan nevî içerinde en mükemmel varlıktır. İş onunla başlamış ve onunla
Abdülvehhâb eş-Şa’rânî, el-Yevâkît ve’l-Cevâhir fî Beyâni Akāidi’l-Ekâbir, Dârü Sadr, Beyrut: 2003, c. 2, s. 250). 5 Âyet-i kerîme’nin tamamı şöyledir: “ اءكم م يا أاهلا الكتااب قاد ثري قاد جا ي اعفو عان كا ا كنتم تفونا منا الكتااب وا ثريا م لاكم كا ي اءكم راسولناا ي ب ا نا ال جابي Ey ehl-i kitap! hakîkat bilgisinin gizlediğiniz birçok bölümünü açığa çıkaran ve“– ”نور واكتااب م
birçoğunu da yüzünüze vurmayan elçimiz geldi size. Allah’tan bir nûr ve apaçık bir kitap da geldi size”(Mâide: 15). 6 Âyet-i kerime’nin tamamı şu şekildedir: “ ت ارااهم يانظرونا إلايكا واهم الا ي بصرونا عوا وا ى الا ياسما إن تادعوهم إلا الدا !Ey Muhammed)-”وا
Onları hidâyete çağırsan işitmezler. Onların sana baktığını görürsün fakat onlar görmezler. (A’râf: 198). 7 Âyet-i kerimenin tamamı şudur: “ رو فا ر ي اهدون اناا فاكا الوا أاباشا يناات ف اقا تيهم رسلهم بلب ا انات ت يد ذالكا بانه كا غنا ال واال غان حا ت اوالوا واست ا ا وا ” –
“Bunun sebebi şudur: Onlara peygamberleri apaçık deliller getirmişlerdi, fakat onlar, “Bir beşer mi bizi hidâyete erdirecekmiş?” dediler, küfre düştüler ve yüz çevirdiler. Allah da hiçbir şeye muhtaç olmadığını gösterdi. Allah zengindir; övgüye lâyıktır. 8 Aynü’l-Kudât-ı Hemedânî, Ebû’l-Maâlî Abdullah b. Muhammed, Temhîdât, (hzr: Afîf Useyrân) Neşriyât-i Menüçehrî, 8. Baskı, Tahran: 1389, s. 2. 9 Aynü’l-Kudât-ı Hemedânî, Ebû’l-Maâlî Abdullah b. Muhammed, Nâmehâ-yı Aynü’l-Kudât-ı Hemedânî, (hz: Alî Takî Münzevî-Afîf Useyrân), İntişârât-ı Esâtîr, 2. Baskı, Tahran: 1387, c.2, s. 241-243.
NİSAN 2015 e-Şarkiyat İlmi Araştırmalar Dergisi -www.e-sarkiyat.com- ISSN: 1308-9633 Sayı: XIII
145
sona ermiştir.10
Füsûsu’l-Hikem’deki konuların tamâmı Hz. Muhammed’in bâtınî yönü
merkezinde dönmektedir. Eserin üzerine bina edildiği anahtar kelime ise “kelime” yani
“hakîkat-i muhammediyye”dir. Buna göre her bir peygamberin bâtınî yönü bir kelimedir.
Fakat hepsinin sahip olduğu hakîkat mertebesi farklıdır. Hakîkatlerin hakîkati ve küllî kelime
ise Hz. Muhammed’in hakîkatidir; diğer bütün mertebeler o kelimeden ne’şet eder.11
Mevlânâ, Mesnevî’sinde Hz. Peygamber’in câmiiyyetini şu beyitleri ile dile getirir:
نام احمد نام جمله انبیاست چونکه صد آمد نود هم پیش ماست
Ahmed’in adı cümle enbiyânın adıdır/Yüz elimizde olunca doksan zâten bizdedir.12
Mevlânâ’ya göre; Kur’ân-ı Kerîm’de zikredilen bütün peygamberler Hz.
Muhammed’in tamamlayıcı rolü için birer müjdecidirler. O, sûfî çevrelerde hadîs diye
zikredilen “Sûret bakımından ben Âdem’den doğmuşum ama hakîkatte atasıyım ben”
hadîsini şöyle yorumlar: “Melekler bana secde ettiler. Âdem benim ardımdan yürüdü yedinci
kat göğün üstüne çıktı. Hakîkatte babam benden doğdu. Ağaç meyveden vücûd buldu. Bütün
peygamberler velîlik işine ait güçlerini benden aldılar. Âdem’in soluğu, Nûh’un feyizleri ve
murâda erişleri, İdrîs’in dersi, Mûsâ’nın uzlaşması, Şît’in sözü, İsmâîl’in yüceltilmesi,
İbrâhîm’in dost oluşu, hep benimledir ve benim sâyemdedir”.13
Hz. Peygamber’in zât mertebesinin ilk ve biricik tecellisi olduğuna dâir: “Ey imân
edenler! Allah’ın ve Resûlünün önüne geçmeyiniz. Allah’tan korkun, şüphesiz Allah Semî ve
Basîr’dir” (Hucurât: 1) âyet-i kerîmesini delîl getiren Aynül’Kudât, tâbi olan varlığın metbûa
her şeyde ittibâ etmesi gerekir, der. Şayet tâbi olan kişi haddini aşıp onların önüne geçmeye
çalışırsa karanlığa girmiş olur ve ibâdetleri boşa çıkar. Tıpkı namaz esnasında me’mûmînin
imâmın önüne geçmesi hâlinde namazının bozulması veya namazda ondan önce rükûya ve
secdeye varmasının uygun olmaması gibi.14
Aynü’l-Kudât, Hucurât süresinin ikinci âyeti olan: “Ey inananlar! Seslerinizi,
Peygamberin sesini bastıracak şekilde yükseltmeyin. Farkına varmadan, işlediklerinizin boşa
gitmemesi için, Peygambere birbirinize bağırdığınız gibi yüksek sesle bağırmayın” âyeti ile
Buhârî ve Müslim’de geçen: “Sizden birisi gibi değilim” hadîs-i şerîf’inden yola çıkarak Hz.
Muhammed’in sıradan bir beşer olmadığına dikkati çekip Allah’ın kâinâtı onun için
yarattığını ifâde eder.15
Temhîdât’ının onuncu temhîdinde de: “Peygamberin size yaptığı
çağrıyı, birbirinize yaptığınız çağrı gibi değerlendirmeyin!” (Nûr: 63) âyetine dikkat çekerek
onun yüceliğini vurgular.16
Tabîatiyle Hemedânî bu ayet-i kerîmeleri yer yer zâhirî manâda yorumlar, kısmen de
bâtınî bir şekilde te’vîl eder. İlgili âyetler dil açısından derinlemesinde tahlil tutulursa bu
hakîkat ortaya çıkar. Hemedânî tasavvufî hakîkatleri anlatırken çok az bir şekilde sembolik
anlatımlara yer verir. O daha çok kelimelerin “manâ âlemlerine açılan dar kapılar”dan
10 Bkz. İbnü’l-Arabî Muhyiddîn Muhammed b. Alî, Fusûsü’l-Hikem, (tsh: Ebu’l-Âlâ el-Afîfî), Dârü’l-Kitâbi’l-Arabî, Beyrût: 2002, s. 214. 11 Dilâver Gürer, Füsûsu’l-Hikem ve Mesnevî’de Peygamberlerin Öyküleri-I, İnsan Yayınları, 2. Baskı, İstanbul: 2003, s. 255-256. 12 Mevlânâ Muhammed b. Muhammed Celâleddin-i Rûmî, Mesnevî-i Ma’nevî, (tsh: Reynold Nicholson, hzr: Nizâmüddin Nûrî), İntişârât-ı Kitâb-ı Âbân, 5. Baskı, Tahran: 1386, s. 42 13 Bkz. Sâfî Arpaguş, Mevlânâ ve İslâm, Vefâ Yayınları, İstanbul: 2007, s. 335-337. 14 Bkz. Aynü’l-Kudât-ı Hemedânî, Nâmehâ c. 2, s. 242. 15 Bkz. a.g.e, c.2, s. 242. 16 Bkz. a.g.e. c. 2, s. 242.
NİSAN 2015 e-Şarkiyat İlmi Araştırmalar Dergisi -www.e-sarkiyat.com- ISSN: 1308-9633 Sayı: XIII
146
oluştuğu kanaatindedir. Nitekim onun bu âyetleri yorumlarken bu metoda başvurduğunu
görüyoruz.17
Hemedânî, yukarıda zikredilen Hücûrât Süresi’nin birinci ve ikinci âyetinde
geçen “tukaddimû beyne yedeyi’l-lâhi ve resûlihi” ile “ve lâ terfeû asvâteküm fevka savti’n-
nebîyyi ve lâ techerû” ifâdlerindeki kelimelere farklı manâlar yükler. O bu âyetlerdeki
“tukaddimû” kelimesini ontolojik olarak ele alır. Hemedânî’nin ifâdelerinden
anlayabildiğimiz kadarıyla ona göre; Allah’ın zâtı asıl varlık, resul de onun ilk tecellisidir.
İlim açısından da onun ilmi ve sesi en üstün “ses” ve “dua”dır.
Hemedânî Kehf Süresi’nde geçen: “De ki; ben de sizin gibi bir beşerim fakat bana
vahiy olunuyor”(Kehf: 110) ifâdesinde yer alan “yûhâ ileyye” tabîrine dikkati çeker ve asıl
farklılığın burada olduğunu belirtir. Hz. Peygamber’in velâyet yönü cihetiyle bir beşer
olmadığını, her ne kadar zahiren Kur’ân-ı Kerîm onun dudaklarından dökülse de aslında onun
Muhammed’in kitabı değil Allah’ın kitabı olduğunu vurgular. Hemedânî, bizim için Hz.
Muhammed’in beşerî yönünden ziyâde velâyet tarafının muhim olduğunu söyler. Çünkü onun
beşeri yönü sıradan bir insan tarafından da taklîd edilebilir veya uygulamaya konulabilir.
Onun devlet başkanlığı ve toplumun düzenine, genel ahlâka yönelik ifâdelerinin zâhirlerinin
benzerleri felsefe ve sosyoloji bilginlerinden de sâdır olabilir. Onu bizden ayıran temel özellik
bu değildir. Bilakis bu onun “innema ene beşerün mislüküm” kısmına dâhildir. Hurmaların
aşılanıp aşılanmaması onun vazifesi değildir. Bunu sıradan insanlar da bilebilir. Fakat gayb
âlemlerine dâir insanların bilmediklerini onların idrâkine sunmak sıradan bir iş değildir. İşte
Hz. Peygamber’in büyüklüğü de bundan kaynaklanır. En başta gaybü’l-guyûb ve ebtanü’l-
butûn olan Allah’ın zâtı, sıfâtı, esmâsını insanların idrakine arz etmek; kıyâmet, haşr, cennet,
cehennem gibi gaybî olan âlemlerin ahvalini açıklamak onu sıradan insanlardan ayırmaktadır.
Hemedânî, Hz. Peygamber’i sadece beşerî yönden değerlendirenleri; “sûretbîn/sûreti gören”
ve “zâhircû/zâhiri arayan” olarak isimlendirir. Sûretbîn ve zâhircûların Hz. Peygamber’in
hakîkatini ve nûrunu görmediğini belirten Aynü’l-Kudât bunların (s.a.v) i bir sûret bir ten ve
bir şahıs olarak gördüklerini vurgular. Hatta müşrikler hakkında söylenen: “Ve dediler ki: bu
peygamber’e ne oluyor da yemek yiyor ve çarşılarda dolaşıyor” (Furkān: 7) âyetini zikrederek
bunların böylece şirke girdiklerini ifâde eder. Hatta müşrikler bile peygamberin sıradan bir
insan olamayacağının idrâkindedirler. Fakat peygamberin bu yönünü göremediklerinden
dalâlete sapmışlardır. Peygamber Efendimiz şehâdet âlemine teşrîf buyurmadan evvel dahî
önceki ümmetlerin müntesipleri tarafından bilinen bir zât idi. Bu da onun rûhanîyetinin ve
nûrunun önceden var olduğuna delîl olarak zikredir. Hemedânî önceki ümmetlerin bir
kısmının: “Ey Allah’ım bizi Muhammed’in ümmetinden kıl” bir kısmının: “Ey Allah’ım beni
Muhammed’in sohbetinden mahrûm bırakma” bir kısmının da “Ey Allah’ım beni
Muhammed’in şefâatiyle rızıklandır" gibi ifâdelerde bulunduklarını söyler.18
Aynü’l-Kudât, Risâle-i Hakîkat-i Mezheb isimli risâlesinde; her kim peygamberi
filozofların mezhebi üzere değerlendirmeye tâbi tutup onu aklın nihâyet derecesine varan bir
şahıs, kendi sermâyesi ile emir ve nehiylerde tasarrufâta bulunan bir kişi olarak ele alırsa
17 Hemedânî’nin bu metodu hakkında Toshihiko İzutsu’nun değerli bir makalesi bulunmaktadır. “Aynü’l-Kudât Hemedânî’nin Düşüncesinde Tasavvuf ve Dilin Çok Anlamlılığı (Teşâbüh) Sorunu”, (çvr: Burhanettin Tatar), Tasavvuf: İlmi ve Akademik Araştırma Dergisi, 2001, c. 3, s. 337-348. 18 Bkz. Temhîdât, s. 2-3
NİSAN 2015 e-Şarkiyat İlmi Araştırmalar Dergisi -www.e-sarkiyat.com- ISSN: 1308-9633 Sayı: XIII
147
İslâm bağlarını, yüklerini omzundan indirmiştir, yolunu kaybedenler gürûhuna dâhil olmuştur,
der. Zîra nebî hevâ-i nefsinden konuşmaz o ancak nidâ-i âsumânî ile konuşur.19
Hemedânî’nin işâret ettiği bu beşerî bakış açısı günümüzde de rağbet görebilmekte ve
modern dînî anlayışların gelişmesi ile birlikte “peygamberlik”, “dâhilik”le îzâh edilmeye
çalışılmaktadır.
Hemedânî, Temhîdât’ının yedinci temhîdinde de: “De ki; ben de sizin gibi bir
beşerim” (Kehf: 110), “Ben size Allah’ın hazineleri yanımdadır demiyorum. Ve gaybı
bilmiyorum. Size, muhakkak ki ben bir meleğim demiyorum (En’âm: 50), “Ben kurutulmuş et
yiyen bir kadının çocuğuyum” gibi Hz. Peygamber’in beşeriliğine işâret eden nassları
zikrettikten sonra onun velâyetininin üstünlüğünü belirten nassları zikreder. “De ki; ben de
sizin gibi bir beşerim fakat bana vahiy olunuyor” (Kehf: 110), “Ben Âdem’in çocuklarının
efendisiyim”, “Sizden birisi gibi değilim”, “Ben Allah’ın katında o kadar değerliyim ki üç
günden fazla toprağın içerisinde kalmama müsâde etmez”, “Âdem’in hamuru karılmamışken
ben peygamberdim” vb. 20
Hemedânî, Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Peygamber’in beşer yönüne yapılan vurgunun
oldukça farkında olduğunu ve onun şu şehâdet âlemi cihetinden de böyle bir yanının olduğunu
bildiğini bildirir. Zaten irtibâtı sağlayabilmenin yolunun da bu olduğuna işâret eder. Çünkü
“kellimi’n-nâs alâ kadari ukûlihim/İnsanlara anlayabilecekleri ölçülerde konuşun” gerçeği
gün gibi zâhirdir.
Hz. Peygamber’in ehemmiyeti daha çok velâyeti yönündendir. Aynü’l-Kudât,
velâyeti cihetinden onu “beşer” olarak kavrayanların küfre düşeceklerini beyân sâdedinde de
şu âyet-i kerîmeleri zikreder: “Bir beşer mi bizi hidâyete erdirecekmiş? dediler ve küfre
düştüler” (Teğâbun: 6), “Aramızdan bir beşere mi uyacağız? O takdirde biz apaçık bir
sapıklık ve çılgınlık etmiş oluruz, dediler (Kamer: 24).21
Hemedânî, “fe keferû” ifâdesinin
başındaki “fa”’yı “tâkîbiyye ve fücâiyye” olarak ele alır ve küfür karanlıklarına girmenin bu
nevi bakışın hemen ardından başladığını vurgular.
Aynü’l-Kudât yukarıda bahsi geçen “Onların sana baktığını görürsün, fakat onlar
görmezler” (A’râf: 198) ibâresinden nâşî; “bakmak” ile “görme”nin ayrı şeyler olduğunu
belirtir. “Nazara-yanzuru” fiili kafatasındaki göz ile “bakmak” manâsında iken, “basara-
yabsuru” ise “kalblerdeki göz ile görmek” manâsındadır. Müşriklerin Hz. Peygamber’i
görmedikleri gibi İnsân-ı Kâmil’in ikizi olan Kur’ân’ı da anlamadıklarını ve Kur’ânın onlara
yönelik bir hitabının da pek bulunmadığını iddia eder:
“Ey azîz! ‘Bütün hamdler Allah’a mahsûstur’ (Fâtiha: 1) âyetinin Ebû Cehil
tarafından işitildiğini mi zannediyorsun? Veya bu âyetten maksadın o mu olduğunu var
sayıyorsun. O Kur’ân’dan; ‘De ki: ey kâfirler!’ (Kâfirûn: 1) ifâdesini işitti ve nasîbi de buydu.
“Elhamdülillâh”ibâresi Muhammed’in nasîbi idi ve o bunu işitti. İnanmıyorsan Ömer b.
Hattâb’dan dinle! Demiş ki: ‘Mustafa (s.a.v), Ebûbekir ile bazı şeyler konuşurlardı hem
işitirdim hem anlardım. Bâzen de konuşmalarını işitirdim fakat anlamazdım, bâzı vakitlerde
de ne işitirdim ne de anlardım’. Ne dersin? Acaba onlar Ömer’den bu nevi şeyleri esirgiyorlar
mıydı? Hayır, hâşâ ve kellâ! Ondan esirgemiyorlardı. Lâkin küçücük olan süt çocuğunu
19 Bkz. Aynü’l-Kudât-ı Hemedânî, Risâle-i Hakîkat-i Mezheb, (Şekvâ’l-Ğarîb bâ Hem-râh-i Risâle-i Hakîkat-i Mezheb), Trc: Ğulam Rızâ Cemşîd Nejadevvel, İntişârât-ı Esâtîr, Tahran: 1389, s. 147. 20 Temhîdât, s. 162. 21 Temhîdât, s. 164.
NİSAN 2015 e-Şarkiyat İlmi Araştırmalar Dergisi -www.e-sarkiyat.com- ISSN: 1308-9633 Sayı: XIII
148
büryân kebabı ve şeker helvasından uzak tutarlar, zîra onun midesi bunları taşıyamaz. Ancak
üzerinden zaman geçerse ve belli bir yaşa ulaşırsa işte o zaman ona yemekler ve içecekler
zarar vermez bir hâl alır”.22
Aynü’l-Kudât’ın bu paragraf ile kast ettiği bir gerçeklik te her insanın sırlara vâkıf
olamayacağıdır.
Hemedânî Hakk’ı talep edenlerin sûret cihetinden iki kısma ayrıldığını bunların bir
kısmının tâlipler bir kısmının da matlûplar olduğunu belirtir. Ona göre tâlipler hakîkati
bulmak için aramaya koyulanlar iken, matlûp ise hakîkatin kendisini aradığı kişidir ki hakîkat
onunla ünsiyet bulmak ister. Enbiyâ Aleyhimüsselâm bâzı tâbileri ile berâber Allah’a
tâliptirler. Bunların başında da Hz. İbrâhîm (a.s) ve Hz. Mûsa (a.s) gelmektedirler. Nitekim:
“Mûsâ bizim mîkātımıza varınca” (A’râf: 143) buyurulmuştur ki bu Mûsâ’nın (a.s) talebini
bildirir, der. Hemedânî bu âyette geçen “câe” fiilinden yola çıkarak Hz. Mûsâ’nın tâliplerden
olduğunu iddia eder. Ona göre; “Allah, İbrâhîm’i halîl/dost kıldı” (Nisâ: 125) ifâdesinde
geçen “dost kıldı” ifâdesi aslında “dost olan” için denilmez. Burada bir talep vardır ve bu
talebe “fakr” denilir. Hemedânî burada Hz. İbrâhîm’i Allah’ın dost edindiği bir peygamber
olarak ele alır ve bu durumda onun asıl olmadığını belirtir. Ona göre tâlipten matlûpluğa
seyreden sürecin başı “Fakirlik benim iftihârımdır” makāmıdır. Bir diğer ifâde ile “fenâ”
makāmıdır. İntihâsında da tâlip matlûba dönüşür ki matlûp için “Fakirlik tamamlanınca işte O
Allah’dır” hakîkati ortaya çıkar.23
Hemedânî’ye göre matlûplar gurubunun başında ise Hz. Peygamber bulunur ve onu
kendisine tâbi olan ümmeti takip eder ki bu ümmet “yuhhibbühüm ve yühibbünehü” sırrına
mazhar olmuştur. Hz. Muhammed bu varlık guruplarının aslıdır diyen Hemedânî diğerlerinin
de ona tâbi olduğunu söyler. Nitekim Hz. Mûsâ için “câe/geldi” fiili kullanılmışken Hz.
Muhammed için ise “esrâ/onunla birlikte seyre çıktı” fiili kullanılmıştır. Bu kullanıma dikkati
çeken Hemedânî, Cenâb-ı Hakk’ın Hz. Muhammed’in her haliyle; cânıyla, başıyla, tüyüyle,
yüzüyle kasem ettiğini vurgular. Bundan dolayıdır ki Cenâb-ı Hak Hz. Peygamber’e “Le
amruke “Ömrüne, ‘Güneşin dünyayı aydınlatmaya başladığı vakte ve sükûna erdiğinde
geceye’ yemin olsun” (Duhâ: 1-2) buyurmuşken Hz. Mûsâ’ya: “Dağa bak” (A’râf: 143)
buyurmuştur. Hemedânî; bu beyânlarından hemen sonra “imtidâd-ı nefes-i rahmânî” için
delil olarak getirilen âyet-i kerîme’yi zikr eder: “Rabbinin gölgeyi nasıl uzattığını görmez
misin?” (Furkān: 45). Nitekim bu âyet vahdet-i vücûd âriflerince varlığın vahdetten kesrete
uzanımı sürecini ifâde eder. Hemedânî, Hz. Muhammed’i “Güneş”in yani varlıkların hayat
kaynağının ilk tecellisi olarak görür. Ona göre “ve’d-dûha” ifâdesi ile bu kastedilmiştir.
Furkān Süresi’nde geçen “medd-i zill” ibâresi ile de onun zıllî varlıkların kaynağı olduğu
işâret edilmiştir.24
Varlığın bir tür uzanımı şeklide olan “imtidât”, hakîkat-i muhammediyye
ile gerçekleşmiştir. Hemedânî Temhîdât isimli eserinin altıncı temhîdinde de: “Güneşe ve
kuşluk vaktindeki aydınlığına, güneşi takip ettiğinde aya, onu açığa çıkarttığında gündüze,
onu örttüğünde geceye… yemîn ederim ki” (Şems: 1-4) âyetlerini benzeri bir şekilde
yorumlar ve der ki:
22 Aynü’l-Kudât, Temhîdât, s. 2. 23 Aynü’l-Kudât, Temhîdât, s. 19-20 24 Furkân Süresi 45. âyetinin tamamı şu şekildedir: “ مسا عالا عالناا الش اكنا ث جا اء لااعالاه سا لاو شا ل وا د الظ يفا ما يه داليل أالا ت ارا إلا رابكا كا ” –
“Rabbinin gölgeyi nasıl uzattığını görmez misin? İsteseydi onu sükûnete erdirirdi. Sonra Biz güneşi, ona delil kılıp yavaş yavaş kendimize çekmişizdir”.
NİSAN 2015 e-Şarkiyat İlmi Araştırmalar Dergisi -www.e-sarkiyat.com- ISSN: 1308-9633 Sayı: XIII
149
“Şems’in ne olduğunu bilir misin? Nûr-i muhammedî’dir ki meşrîk-i ezelî cihetinden
gelmektedir. Mehtâb’ın hangisi olduğunu biliyor musun? Azâzîl’in siyâh nûrudur ki mağrîb-i
ebedî’den dışarı çıkmaktadır. ‘Ve’t-tûr’, ‘Ve’t-tîni’, ‘Ve’l-leyli’ ve ‘Ve’d-duhâ’ gibi ifâdelerle
‘senin cemaline’, ‘senin güzel yüzüne’, ‘senin cân-i pâkına’, ‘senin boy ve endâmına’; ‘Ve’l-
leyli’ ifâdesiyle de ‘senin anber kokulu zülüflerine, senin hindu gibi saçlarına’ yeminler olsun,
denilmektedir”.25
Hemedânî’nin “duhâ”, “leyl” gibi Kur’ânî tabîrleri Hz. Peygamber’e yormasının
kendisinden sonra gelen Mevlânâ ve Abdülkerîm Cîlî gibi âriflerin yorumlarında da yer
bulduğunu görüyoruz.
Mevlânâ’ya göre “kuşluk vaktine yemin” Mustafâ’nın gönlünün nûrudur. Allah
kuşluk vaktini sever, bu söz de kuşluk çağı O’nun aksi olduğundandır. Yoksa fânî olan şeye
yemin hatâdır. “Geceye andolsun”dan maksat da Mustafa’nın ayıp örtücülüğü, toprağa
mensûp olan cismidir. Kuşluk çağının güneşi, o gökten doğdu da gece gibi olan tene “Rabbin
seni terk etmedi” dedi. Belânın tâ kendisinden vuslat meydana geldi. “Sana darılmadı
da”(Duhâ: 3) sözü de o tatlılıktan zuhûr etti. Mevlânâ’nın Dîvân-ı Kebîr’inde yer alan:
“Andolsun kuşluğa’ süresini okudun mu güneşi gör; ‘Hiçbir şey O’nun benzeri değildir’
(Şûrâ: 11) âyetini okuyunca da altın mâdenini gör” ifâdeleriyle ilâhî zât ve hakîkat-i
muhammediyye arasındaki irtibâta işâret edilmektedir.26
Aynü’l-Kudât, hakîkat-i muhammediyye’yi Zât-ı Bârî’nin tevhîd nişânesi ve şâhidi
olarak değerlendirir. Nitekim sûfî şiirinde yârin yüzündeki “ben” umumiyetle ehadiyyet
mazmûnu olarak kullanılır. Varlık mertebeleri içerisinde taayyün-i evvel’e denk gelen
hakîkat-i muhammediyye mertebesine “ehadiyyet” mertebesi de denilmektedir. Hemedâni, şu
iki beyit ve izahıyla durumu şöyle tersim eder:
او در خطر است و خلق ازو آگه نیست ــون مه نیستــــــــــآن را که دلیل ره چـ
ـف شاهد ره نیسترون زسر دو زلـــیب مدن رهــــــی کوته نیست از خود بخود آ
“Yol rehberi, ay gibi parlak olmayan kişi tehlikededir ve halkın ondan haberi yoktur.
Kendinden kendine gelmek de kısa bir yol değildir. Şâhidin iki zülüfünün ucundan başka da
yol yoktur”27
Hemedânî bu şiirde geçen şahid ve zülüfler hakkında şöyle bir açıklama yapar:
“Ey azîz bu ‘şâhid’in hangisi olduğunu biliyor musun? Şâhidin zülfü nedir?
‘Had/yanak’ ve ‘hâl/ben’ hangi makāmdır? Seyr û sülûk’a başlayan için bâzı makāmlar ve
manâlar vardır ki onları sûret ve cismâniyyet âlemine arz ettiğinde onlarla ünsiyet peyda
edersin; harfler ve ibâreler kisvesi dışında şâhid, yanak, ben, zülüfleri ifâde etmenin ve
göstermenin mümkün olmadığını görürsün. Meğer bu beyitleri hiç işitmedin mi?
ارم مهریست ز مشک بر شکر، پندارمــــخالیست سیه بر آن لبان ی
ن بشکنم آن مهر و شکر بردارمــم گر شاه حبش بجان دهد زنهارم
Bir siyah ben vardır o yârimin dudakları üstünde/Şekerin üstünde miskten bir mühür
vardır/Şayet şâh-ı habeş cândan bana verirse/o mührü kesinlikle kırarım ve şekerini
çıkartırım.28
Ne dinlediğinin farkında mısın, ey azîz? “Siyah ben”i, ‘Lâ ilâhe ille’l-llâh’
çehresi üzerinde hatmedilmiş ve resim edilmiş ‘Muhammed Resûlullah’ın mührü olarak bil.
25 Temhidât, s. 20 ve s. 126-126. 26 Bkz. Sâfî Arpaguş, Mevlânâ ve İslam, Vefâ Yayınları, İstanbul: 2007, s. 335. 27Temhîdât, s. 28-29 28 a.g.e. s. 29.
NİSAN 2015 e-Şarkiyat İlmi Araştırmalar Dergisi -www.e-sarkiyat.com- ISSN: 1308-9633 Sayı: XIII
150
Şâhidin yanağı ‘ben’siz/nişânsın kemâl sahibi olamaz. ‘Lâ ilâhe ille’l-lâh’ yanağının cemâli
‘Muhammeddun Resûlullah’ ben’i olmaksızın asla kemâl sahibi olamaz. Görmez misin ki yüz
binlerce âşığın cânı bu şâhidin ben’ine üşüşmüşlerdir. İnsanlar ile likāu’l-lâh arasında sadece
bir perde kalmış olur. Bu perdeyi aştı mı likāu’l-lâh’tan gayrı bir şey kalmaz. Bu tek perde
hangisidir peki? ‘Şâhidin iki zülüfünün ucundan başka da yol yoktur’ mısrası işte bu
makāmdır. Bilmem bilir misin ‘şâh-ı habeş’ hangisidir? “Lâilâhe”nin perdedârıdır ki ona
‘iblîs’ diye isim verirsin. Ki onun işi gücü ‘iğvâ’dır. Gıdası da ‘lânet’tir ki: “İzzetine yeminler
olsun onların hepsini şaşırtıp (bedenlerine esir kılarak) saptıracağım” (Sâd: 82) demiştir. Ne
dersin, şâhid zülüfsüz güzel olabilir mi?! Şâyet sâlik yoluna devam ederse önüne iki ışık
çıkacak: bunlardan birisi “hâl/ben” ile ifâde edilmektedir diğeri de “zülüf” ile. Biri
Mustafa’nın (s.a.v) nurudur diğeri de İblîs’in. Ve ebede kadar sâlikin bu ikisi ile işi vardır”.29
Aynü’l-Kudât bu beyânlarıyla kelime-i tevhîdteki “Lâ ilâhe ille’l-lâh” kısmı ile
“Muhammeden Resûlullah” kısmının birbirilerinin şâhidi olduğuna dikkati çeker. Hz.
Peygamber’in tevhîd akidesinin en büyük şâhidi olduğuna vurgu yapar. İblîs’in de Hz.
Peygamber’in cemâlînin ve değerinin anlaşılması için var olduğunu belirtir.
Hemedânî bu beyânâtından sonra tarîkata giren mürîde ve seyr û sülûka başlayan
sâlike şu tavsiyelerde bulunur:
“İşte bu durumda mürîd için bâzı âdab bulunmaktadır. Bu âdâbtan birisi de –bildiğin
üzere pîr’de masumluk ve taât aramamaktır. Diğeri de; sûret ve ibâre ile talep etmemek ve
çeşm-i ser ile (kafatasındaki gözle) görmemektir. Şâyet mürîd böyle bakarsa onu et ve deriden
oluşan mücerred bir kalıp şeklinde görür. Oysaki onun ilim ve marifetinin özüne ancak çeşm-i
dil (kalp gözü) ile müttâlî olunabilir. Ne dersin?! Nitekim Ebû Cehil, Ebû Leheb, Utbe ve
Şeybe Hz. Muhammed Mustafa’yı çeşm-i ser ile zâhiren gördüler. Onların; Ebûbekr’in,
Ömer’in, Osmân’ın ve Alî’nin gördüğü dîde-i dilleri (kalp gözleri) yoktu. Nitekim Cenâb-ı
Hak Kur’ân-ı Kerîm’de onların görmediklerini beyân etmiştir (bkz. A’râf: 198)”.30
Hemedânî hz. Muhammed’in hakîkatini anlatırken onu aynı zaman da ehl-i kalp için
bir Pîr olarak ele alır. Ve bu Pîr’in; Hz. Ebûbekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali gibi
mürîdlerine manevî bilgiler ve nûrânî feyizler aktardığını belirtir. Bu nûr akımının sonraki
dönemlerde de velâyet sistemiyle devam ettiğini ifâde eder. Mürîdin araması ve talep etmesi
gereken “hakîkat ve manâ pîri”dir, “sûret ve kalıp pîri” değil. Çünkü mürîd, pîrin
müşâhedesinde yüzbinlerce fayda bulabilir.31
Aynü’l-Kudât, Şekva’l-Ğarîb isimli eserinde
velâyet ve kerâmet konusunu işlerken dört halifenin bu konudaki kerâmet ve gaybî bilgilerini
zikreder.32
Hemedânî’ye göre; pîre bağlanan mübtedî mürîdin riâyet etmesi gereken bir diğer
edeb te pîrin huzûr ve gaybetine dikkat etmesi; sûretinin huzûrunda müeddeb olması, sûretinin
29 Temhîdât, s. 30, Hemedânî dokuzuncu temhîdte de Hallâc-ı Mansûr’un “ ت ح إبليسا و لحادا إال الفتوة ماصا ” –
“Fütûvvet ancak Ahmed ve İblîs için gerçekleşmitir” sözünü zikrederek ikisinin civanmert ve âşık olduklarını belirtir. Geri kalanların bunların yolunda yürüyen çocuklar olduğunu söyler. (bkz. Temhîdât, s. 223. 30 Temhîdât, s. 31-32. 31 Temhîdât, s. 31-32. 32 Bkz. Aynü’l-Kudât-ı Hemedânî, Ebu’l-Meâlî Abdullah b. Muhammed, Şekvâ’l-Ğarîb ani’l-Evtân ilâ Ulemâi’l-Büldân, (thk: Afîf Useyrân), Dâr Byblion, Paris: 2005, s. 8-9.
NİSAN 2015 e-Şarkiyat İlmi Araştırmalar Dergisi -www.e-sarkiyat.com- ISSN: 1308-9633 Sayı: XIII
151
gaybı esnasında da sûreten hazırmış gibi mürâkıb olmasıdır. Mürîd-i müntehînin indinde ise
huzûr ve gaybet yeksândır.
“Şunu duymadın mı? Muhammed Mustafa’yı (s.a.v) Allah Teâlâ’nın önüne götürme
zamanı için vâde günü gelince Abdullah Zeyd Ensârî’nin bir çocuğu yanına varıp Hz.
Peygamber’in irtihâlini kendisine haber verdiğinde: “Bu gözlerimin Mustafa (s.a.v)’den sonra
kimseyi görmesini istemiyorum” demiş ve şöyle dua etmiştir: ‘ey Allah’ım benim iki gözümü
kör et’ demiştir. Cenâb-ı Hak dahî duâsına icâbet buyurup o saat içerisinde kör etmiştir.
Malûm olan hakîkatlerden birisi de şudur ki Ebûbekir, Ömer, Osman ve Alî’nin (radiya’l-lahü
anhüm) aşkı bunun binlerce katı idi. Peki niye onlar böyle bir manâyı zihinlerinden
geçirmediler? Ey azîz zîra Abdullah Zeyd, Muhammed Mustafa’nın zâhir ve sûretinden
besleniyordu ve tadıyordu. Bunun için ‘gaybet-i sûret’ hâsıl olunca ‘mevt-i çeşm’ de hâsıl
oldu. Ebûbekir’in yemek ve gıdası ise Muhammed Mustafa’nın cân û gönlünden idi ki bundan
dolayı: ‘Allah’ın benim kalbime döktüklerini ben de Ebûbekir’in kalbine döktüm’
buyrulmuştur. Böylece Ebûbekir’e cân gıdasını vermişlerdir”.33
Aynü’l-Kudât pîr ile mürîd arasındaki bu nevi ilişkiye Veysel Karanî’yi örnek verir.
Ona göre; Karenî, Muhammed Mustafa’nın hakîkatini gördüğü için onun (s.a.v) sûretine
yönelmemiştir. Zîra görmekten maksat sûret-i manâdır. Manen görmek hâsıl olunca sûret artık
perde oluverir. İlim dünyasında ve halk arasında yaygın olan “anne sevgisi” bahsi işin farklı
bir boyutunu teşkil eder. Hemedânî, zamanın ulemâ-i nâ-resîdesi Veysel Karenî bahsinde
“anne” özrünü öne sürdüklerini ancak bu “anne”nin bilinen anne değil asıl anne olan “ وعنده أم
Kitapların anası O’nun katındadır” (Râd: 39) manâsında bir anne olduğunu iddia– ”الكتاب
eder.34
Hemedânî, Veysel Karenî’nin Hz. Peygamber’in sûretini görmeye fazla ehemmiyet
vermemesinin asıl nedeni; onun “ummü’l-kitâb”taki hakîkat-i muhammediyye’yi gördükten
sonra artık çocuk mesâbesinde olan bu dünyevî sûreti görmeye ihtiyacının kalmamasıdır.
Nitekim o bu durumu Leylâ ve Mecnûn’un meşhûr hikâyesi ile daha açık hâle getirir.
Rivâyete göre; Mecnûn’a; “Leylâ geldi” derler, o da: “ben kendim Leylâ’yım” der.35
Hakîkat-i muhammediyye mertebesine mutlak vücûd açısından bakıldığında
“halk/yaratma” ancak bu mertebeden sonra başlamaktadır. Varlık özü bakımından “bir”
olduğu için “birden ancak bir çıkar” sözü bu biricik tecellîyi ifâde eder. Binâenaleyh bu
mertebe “lâ-taayyün” diye de bilinen zât mertebesinin zâhiri, lâ-taayün ise hakîkat-i
muhammediyye’nin bâtını olduğundan ikisi de aynı hakîkatin ön ve arka yüzleri olmaktadır.36
Aynü’l-Kudât, kâinâtın varlık bakımından Hz. Peygamber’e olan medyûnluğu ifâde
ettikten sonra mü’minlerin de gaybtan bilgileri ondan elde etmeleri cihetinden ona minnettâr
olduğunu vurgular. Bir başka ifâde ile hakîkat-i muhammediyye’yi ontolojik olarak
açıkladıktan sonra bir de ilmin kaynağı olarak epistemoloji cihetinden değerlendirir.
Hemedânî, Âl-i İmrân süresinin: “Allah, mesajlarını onlara iletmek, onları arındırmak
ve onlara ilahi kelâmı ve hikmeti öğretmek için içlerinden kendilerinden bir elçi çıkararak
müminlere lütufda bulunmuştur; hal buki daha önce apaçık bir sapıklık içinde bulunuyorlardı”
33 Temhîdât, s. 33-34. 34 Bkz. Temhîdât, s. 35. 35 Bkz. Temhîdât, s. 35. 36 Bkz. Mahmud Erol Kılıç, İbn Arabî Düşüncesine Giriş, Şeyh-i Ekber, Sûfî, Kitap, 3. Baskı, İstanbul: 2011, s.299.
NİSAN 2015 e-Şarkiyat İlmi Araştırmalar Dergisi -www.e-sarkiyat.com- ISSN: 1308-9633 Sayı: XIII
152
âyet-i kerîmesini; tezkiye, tâlîm, kitap ve hikmet cihetleri ile ele alır. Âl-i imrân 164’te geçen
“yetlü aleyhim âyâtihi/ilâhî kelâmı onlara okur” ifâdesini “ahval-ı ahreti, şerh-i tâat û
maâsiyi, beyân-ı helâl û harâmı” yapar şeklinde tefsîr eder. Yani bir peygamber’in insanlara
minnet ve merhametini; “onlara gayba dâir bilgiler sunması” şeklinde açıklar.
“Yuallimühümü’l-kitâbe ve’l-hikmete/Onlara kitâbı ve hikmeti öğretir” ibâresini de “saâdete
vesîle olacak tâat ve evsâf-ı hamîdeyi ledûnî ilim cihetinden ta’lim buyurur” şeklinde
yorumlar. Nitekim Cenâb-ı Hak: “Biz ona indimizden bir rahmet vermiş ve yine onda
katımızdan (esmâ ve sıfât mertebesinden) ilim açığa çıkarmıştık” (Kehf: 65) buyurur. Hak
Teâlâ: “Yüzekkihim/Onların nefsini tezkiye eder” ifâdesi ile nefis terbiyesini kast eder.
Yukarıda bahsi geçen “rahmet” varlık açısından iken (ontolojik) ikinci “minnet ve merhâmet”
ise bilgi ve hikmet açısındandır (epistemolojik). Ebû Cehil ve Ebû Leheb gibi kâfirler de
ontolojik olarak onun rahmetinden istifâde ederken epistemolojik cihetten ise daha çok
mü’minler yararlanmıştır. Hemedânî bu durumu şöyle bir örnek ile açıklar: “Güneş
aydınlattığında bütün cihânı rahatlatır ve cümle âlemlere rahmet olur. Şâyet külhân’a yansırsa
çirkin kokular ortaya çıkar, gülşen’e vurursa güzel kokular yayılır. Bu durum güneşin
noksanlığını göstermez, aksine eşyanın asl ve cürümlerinin noksanlığına işâret eder. Su balık
için hayat kaynağı iken bâzıları için de boğulma sahasıdır”.37
Nitekim İnsân-ı Kâmil de güneş
gibidir, ayna gibidir, bakana göre farklı yansımalarda bulunur.
Hemedânî, “ ربه عرف فقد نفسه عرف من ” hadîsinde geçen “nefs” kelimesini “ رسول جاءكم لقد
ن أنفسكم م ” – “Andolsun, size, nefislerinizden bir Peygamber geldi” (Tevbe: 128) âyetinde
geçen “enfüsiküm” tabîri ile irtibâtlandırıp insanlardan “nefislerini tanıyanları”, hakîkat-i
muhammediyye’ye muttâli olanlar olarak telakkî eder. Şayet bir insan bu makāma varırsa;
mârifet şarabını içer ve mestliğin zirvesine varır ve böylece muhammedî nefis onda tecellî
eder. Her kim mârifet-i nefsini hâsıl ederse mârifet-i nefs-i muhammed onun için hâsıl olur.
Bunun neticesinde de mârifet-i zâti’l-lâh mertebesine geçiş yapar. Nitekim Hz. Peygamber;
“Beni gören Hakk’ı görmüştür” buyurmuştur. Yani beni gören Allah’ı görmüştür. Allah’ı
tanımayan Muhammed’i de tanımamıştır. Bir kişiye mârifet-i nûr-i muhammed hâsıl olursa o
âdetâ Cenâb-ı Hak ile bey’atte bulunmuştur. Zîra “Sana bey’at edenler gerçekte Allah’a
bey’at etmektedirler” (Fetih: 10) buyurulmuştur. Hemedânî’ye göre böyle bir sâlikin dünya
ve ahiret işi kemâle erer: “Bugün size, dininizi kemale erdirdim” (Mâide: 3) buyurulmuştur.38
Kemâle eren sâlik’in mârifetullah içerisinde kendinden öyle bir geçer ki ne ârifi tanır ne de
mârûfu. İşte bundan dolayıdır ki Ebûbekir-i Sıddık (r.a): “İdrâki derk etmekten âciz olmak da
idrâktir” demiştir. Yani mârifet ve idrâk öyle bir şeydir ki ârifi tamamen yutar, artık ârif
müdrik olup olmadığını idrâk edemez hâle gelir. O’nun bî-çûn olan zâtını idrâk için her kese
yol verilmez. O’nun zâtına dâir mârifete tâlip olan, nefsinin hakîkatini ona âyine yapıp o
aynaya bakmalıdır ki “nefs-i muhammed”i (a.s) tanısın. Şâyet sâlik muhammed’in nefsini
âyîne yaparsa aynada Hakk’ı görür. Nitekim: “Mîrâc gecesinde rabbimi en güzel sûret üzere
gördüm” buyurulmuştur.39
Hemedânî, “İlim taleb etmek her Müslüman erkek ve kadına farzdır” ve İlim çin/sîn
de bile olsa arayınız” hadis-i şerîflerinden yola çıkarak manevî ilimlerin kaynağı olarak “nûr-i
muhammedî”yi gösterir. Hemedânî’ye göre ilim çîn’de bile olsa bunu talep etmek her
37 Temhîdât, 183. 38 Temhîdât, s. 56-57 ve s. 183-184. 39 Temhîdât, s. 58.
NİSAN 2015 e-Şarkiyat İlmi Araştırmalar Dergisi -www.e-sarkiyat.com- ISSN: 1308-9633 Sayı: XIII
153
Müslüman üzerine farzdır. Çîn/sîn ilmi Mekke’de olan bir denizdir, diyen Hemedânî bu
Mekke’nin de “Allah’ın ilk yarattığı benim nûrumdur” hakîkati olduğunu beyân eder. Ayrıca;
“Sâd, hakîkatini hatırlatıcı Kur’ân’a yemin olsun” (Sâd: 1) âyetinde geçen ve hurûf-i
mukātaadan olan “sâd”ı çîn/sîn ile te’vîl eder.40
Hemedânî ardından Allah tarafından nûr-i
muhammedî vasıtasıyla öğretilen manevî bilgiler hakkında şöyle der:
“Ne dersin?! Allah’ın zât ve sıfâtı, bir varlık için ilim dâiresine girebilir mi? giremez
mi? Evet! Şâyet ilm-i ilâhî ile tahalluk söz konusu olursa yani; “Allah’ın ahlakıyla
ahlaklanınız” sözü gerçekleştirilirse bu olabilir. Zîra o esnâda “Fem-i muhsinime bir katre
damlatıldı, onunla ilm-i evvelîn û âhirîn’i öğrendim” nasîbi kalbin ağzına damlatılır. Böylece:
“Biz ona indîmizden bir rahmet vermiş ve yine onda ledünnümüzden/katımızdan (esmâ ve
sıfât mertebesinden) ilim açığa çıkarmıştık” (Kehf: 65) durumu gerçekleşir. İlm-i ledunî, ilm-i
hüdâ olup bütün insanlara gizlidir. Bu ilmin müeddibi, “Rabbim beni en güzel şekilde eğitti”
ifâdesinde de belirtildiği gibi Cenâb-ı Hak’tır. Bu ilmin muallimi de; “er-Rahman, Kur’ân’ı
öğretti” (Rahmân: 1-2) âyetinde belirtildiği gibi Allah’tır”.41
Hemedânî, insanların gayb âlemlerinden habersiz kalmalarını; onların dünyaya kul
olmalarına, nefislerini terbiye etmemelerine, bilgide de zâhirperet olmalarına bağlar. Bir
hadîs-i şerîf’i delîl getirerek “hakîki bir mü’min”in arş’ı, ahvâl-i kıyâmeti, cenneti ve
cehennemi idrâk edebileceğini ifâde eder:
“Cemâl-i islâm’ı neden görmüyoruz, biliyor musun? Çünkü putperestiz ve nefs-i
emmâremizi ilâh edinmişiz de ondan. İşte bundan dolayıdır ki Hz. Peygamber: “Helâk olası
dînar, dirhem ve kadının kulları” buyurmuştur. Ayrıca günün birinde Hz. Peygamber: ‘Yâ
Hârise! Nasıl sabahladın?’ diye sormuş o da: ‘Tam bir müslümân olarak’ diye cevap vermiş.
Hz. Peygamber (s.a.v) onu imtihân etmiş, ‘Her hakkın bir hakîkatı vardır’ buyurmuştur.
Ardından: ‘Peki, söyle bakalım senin bu söylediğinin hakîkatı nedir?’ buyurdu. Hârise kalıp
diliyle şunları söyledi: ‘Dünyadan vazgeçtim. Gecelerimi uykusuz geçiriyorum, gündüzlerimi
de susuz. Dünyanın altını, mederi ve haceri indimde yeksândır’. Bu sûretin nişânesiydi
tabîatiyle. Peki, cânın hakîkatinden ne nişânler verdi? Dedi ki: ‘Ben adeta Rabb'imin arş’ını
açıkça seyretmekteyim. Öyle ki birbirlerini ziyaret etmekte olan cennet halkı ile ağlayıp
dövünmekte olan cehennem halkını görür gibi oluyorum’. Hz. Peygamber ondan bunları
işitince onun mü’min olduğunu anladı ve: “İsâbet ettin, elde ettiklerini bırakma!” dedi”.42
Hakîkat-i Muhammediyye’nin Karşısında İblîs’in Durumu:
Hemedânî düşüncesinde çok önemli yer tutan bir unsur da hakîkat-i
muhammediyye’nin hemen ardından zuhûr eden ve ona karşıt olan iblîs’in hakîkatidir. Ona
göre nasıl ki "ak"ın anlaşılması için "kara"’ya ihtiyaç varsa hakîkat-i muhammediyye’nin
güzelliklerinin anlaşılması için İblîs’e ihtiyaç vardır. Hz. Peygamber Cenâb-ı Hakk’ın Cemâlî
sıfatlarının mazharı iken İblîs ise Celâlî isimlerin mazharıdır:
“Ey azîz! Kibriyâü’l-lâh’ın noktası ne zaman ki zât-ı ehadiyyet’ten kademini lem
yezel ve lem yezâl dâiresine koyar hiçbir yere nüzûl etmeden kendi sıfât sahrasını zât
mertebesinde gösterir. İşte bu durumda O, “Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik”
40 Temhîdât, s. 65. 41 Temhîdât, s. 66. 42 Temhîdât, s. 68-69.
NİSAN 2015 e-Şarkiyat İlmi Araştırmalar Dergisi -www.e-sarkiyat.com- ISSN: 1308-9633 Sayı: XIII
154
(Enbiyâ: 107) şeklinde Cemâlî ve: “Ve artık ceza gününe kadar lanetim üzerindedir senin”
(Sâd: 78) şeklinde de Celâlî olan varlıktan gayrı değildir”.43
Aynü’l-Kudât’a göre şeytânın hakîkat-i muhammediyye karşısında her hangi bir
te’sîri yoktur. Bu hakîkate müttalî olanlar şeytânın çekim alanına girmez. Hatta tam tersine
şeytân onun egemenliği altına girer. Ona göre İblîs’in saltanatı ve te’sîri tenbeller ve nâ-
ehiller üzerinde hâkimdir. Muhlislere karşı her hangi bir yetkinliğe sahip değildir. “Onun
sultası, sadece, kendisini velî edinenler ve Rablerine ortak koşanlaradır” (Nahl: 100).44
Seyr û Sülûk Açısından Nûr-i Muhammedî:
Hemedânî seyr û sülûk menzilleri açısından nûr-i muhammediyye’nin ehemmiyetini
ve bu seyir esnâsında olanları şöyle resm eder:
“Muhlis olan sâliki seyr û sülûkü esnasında öyle bir yere ulaştırırlar ki kendisine ‘nûr-i
muhammedî’ arz edilir. İşte sâlik bu nûr içerisinde “ille’l-lâh”ın ne olduğunu anlar. ‘Arefe
nefsehü’ sâyesinde nûr-i muhammed hâsıl olur ve ‘arefe rabbehü’ ile ödüllendirilir. Mâlesef
şâyet sâlik bu mertebede ‘muhammeden resûlullah’ın nûrunu ‘lâ ilâhe ille’l-lâh’ nûruna
makrûn ve muttasıl görmezse şirke girer. Zîra ‘Kesinlikle, eğer şirk koşarsan, mutlaka
yaptıkların boşa gidecek’ (Zümer: 65) buyrulmuştur. Ayrıca Hz. Peygamber: ‘Şirk ve
şekk’ten sana sığınırım’ buyurmuştur. Bu şirkin ne olduğunu biliyor musun? Allah’ın nûrunu
‘Muhammeden Resûlullah’ın nûrunda yani Cenâb-ı Hakk’ı ‘Muhammeden Resûlullah’ın cân
aynasında görmek şirktir işte. ‘Rabbimi mîrac gecesinde en güzel bir sûret üzere gördüm’
sırrınca sâlik-i mübtedî, hakîkat-i muhammediyye mertebesi olmadan Allah’ı göremez. Fakat
ne zaman ki müntehî olur ‘nûr-i muhammedî’yi ortadan kaldırır, ‘Yüzümü öyle bir zâta
döndürdüm ki’ (En’âm: 79) onun vaktinin nakdi olur, ‘Muhlîs olarak ancak O’na ibâdet
ederiz’ sırrı onun kıble-i ihlâsı olur. Zîra o artık ‘muhâmmeden resûlullah’ın nûrunu Allah’ın
nûru altında mütelâşî ve makhûr görür. Sâlik-i müntehi ilk önce ‘Lâ ilâhe ille’l-lâh’ nûrunu
‘muhammeden resûlullah’ mertebesinde âdetâ bir güneşin içerisinde bir mehtâb olarak görür.
Sonrasında da ‘nûr-i muhammedî’yi Allah’ın nûru içerisinde âdetâ mehtâbın nûru içerisinde
yıldızların nûru gibi görür. Mâlesef sen ‘Lâ ilâhe ille’l-lâh’ derken harfleri dillendiriyorsun ve
işitiyorsun, oysaki Bâyezid böyle bir durumdan dolayı tevbe etmektedir: ‘İnsanların tevbesi
günahlardan dolayıdır, benim tevbem ise lâ ilâhe ille’l-lâh sözündendir’.45
( …) Bu makāmda
cihetler ortadan kalkar ve cândan ne gelirse o şey kıble olur artık. ‘Her nereye dönerseniz
Allah'ın yüzü (zatı) oradadır’ (Bakara: 115) gerçekleşir ki orada ne gece vardır ne de gündüz.
Beş vakit namazı nasıl bulabilsin? Zîra Rabbimin katında sabah ve akşam yoktur’. Âh ne
yapalım bu zamanın eşkiyâlarının, câhil âlimlerinin, yetişmemiş çocuklarının elinden ki bu
usûl ve hesabı ‘hulûl’ sayarlar! Böyle hulûlî’nin ayaklarının altındaki toprağa can kurban!!!”46
Hemedânî kenz-i mahfî hadîsinden yola çıkarak Cenâb-ı Hakk’ın rahmet
hazînelerinden hem-sohbet olanları nasiblendirdiğini ve halkın da bunların duâ ve
bereketlerinden istifâde ederek belâlardan ve sıkıntılardan kurtulduklarını, kıyâmet gününde
de Cenâb-ı Hakk’ın rahmetini dağıttıklarını, her birisinin azâba müstahak olan yetmiş bin
mahbûbu cennetlik yaptığını ifâde eder. Kenz-i mâhfî’nin de zekâtının olduğunu ve bunun
43 Temhîdât, s. 73. 44 Temhîdât, s. 75 45 Temhîdât, s. 76-77. 46 Temhîdât, s. 83.
NİSAN 2015 e-Şarkiyat İlmi Araştırmalar Dergisi -www.e-sarkiyat.com- ISSN: 1308-9633 Sayı: XIII
155
“Rabbiniz merhamet etmeyi kendisine yazdı” (En’âm: 54) icâbınca rahmet hazînelerinden
ödeneceğini belirtir:
“Peki, bu hazînenin zekâtını kime verirler ve kim alacak? Ah ne güzel! “Biz seni
ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik” (Enbiyâ: 107) âyeti bu soruya cevabı açıkça
vermektedir. Ve o da bunu hem dünyada hem ahrette umûm halka dağıtmaktadır”.47
Hemedânî burada ontolojik bir dağıtımdan bahseder ve hakîkat-i
muhammediyye olmadan insanların semâvât ve arzın nûru olan Allah’ı idrâk
edemiyeceklerini söyler. Cenâb-ı Hakk’ın ancak onun penceresinden idrâk edilebileceğini
iddia eder. Ona göre, insanlar Allah’ı, esmâ ve sıfâtlarını, kâinatı idâresini ve gaybî konuları
bir paygamber sâyesinde öğrenir:
“Semâvât ve arzın nûru Allah’tır” (Nûr: 35) hakîkatinin güneşi ‘Muhammed
Resûlullah’ın cemâl âyinesi olmaksızın gözleri yakar. Ancak ayna vasıtasıyla güneşin cemâli
sürekli mütâlaa edilebilir”.48
Hz. Peygamber’in Melekler’den Üstün Olması:
Aynü’l-Kudât, bir hadîs-i şerîf’ten yola çıkarak Hz. Peygamber’in Cebrâîl gibi
meleklerden de üstün olduğunu ve Hz. Peygamber ile Cenâb-ı Hak arasında sadece bir
perdenin olduğunu ifâde eder:
“Peki, Hz. Peygamber için aşkta ayna ne olabilir ki? Dinle ve Hak Teâlâ’dan duy:
‘Andolsun o, Rabbinin en büyük âyetlerinden bir kısmını gördü’ (Necm: 18). Hz. Ebûbekir:
‘Yâ Resûlellah! Bu âyet-i kübrâ nedir?’ diye sordu. Hz. Peygamber: ‘Ben rabbimi aramızda
yeşil bir bahçede beyaz bir yakuttan oluşan bir perdeden başka hiçbir perdenin olmadığı bir
yerde gördüm’. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v), Cebrâîl’e: ‘Sen rabbimi gördün mü?’ diye bir
soru sordu. Cebrâîl dedi ki: ‘Benimle onun arasında nûrdan yetmiş perde vardır. Şâyet birisi
kadar yaklaşırsam yanarım”.49
Aynü’l-Kudât, Cenâb-ı Hak ile kulu arasındaki perdeleri izâh ederken Hz. Mûsâ’nın
Cenâb-ı Hak ile olan mukâlemesini delîl getirir. Kasas Süresi’nin otuzuncu âyeti ve Meryem
Süresi’nin elli ikinci âyetinden yola çıkarak Hz. Mûsâ’nın kābiliyyet ve istîdâdlarını, Hz.
Peygamber sâyesinde elde ettiğini ifâde eder.
“Ey azîz bak bakayım Mûsâ’ya (a.s) ne diyor: ‘Fısıldaşan kimse kadar (kendimize)
yaklaştırdık’ (Meryem: 52).”
Hemedânî, Mücâhid’in bu âyetin tefsîri bahsinde: “arşın yücelerinde nûr ve zulmetten
yetmiş hicâbın olduğ”nu belirttiğini söyler. Mûsâ (a.s) bu hicâbların hepsini geride bırakmak
sûretiyle kendisi ile Allah Teâlâ arasında tek bir perde kalıncaya kadar seyrini devam ettirir:
“(Hz. Mûsâ) Dedi ki: ‘Rabbim, bana (Kendini) göster, Sana bakayım’ (A’râf: 143).
Mûsâ (a.s) bir ses işitti: ‘Mübârek yerdeki, vadinin sağ tarafında bulunan ağaç yanından
kendisine: ‘Ey Musa! Benim, ben. Âlemlerin Rabbi olan Allah!’ diye seslenildi’ (Kasas: 30).
İşte bu ağacı Muhammed’in nûru olarak bil ki kelâm ve rü’yeti onun vasıtasıyla ancak
görebilirsin ve işitebilirsin.”50
47 Temhîdât, s.90 48 Temhîdât, s. 103 49 Temhîdât, s. 103 50 Temhîdât, s. 104.
NİSAN 2015 e-Şarkiyat İlmi Araştırmalar Dergisi -www.e-sarkiyat.com- ISSN: 1308-9633 Sayı: XIII
156
Peki, yollara niye bu perdeler konulmuştur? şeklinde bir soru yönelten Hemedânî,
bunun nedeni olarak da; “âşıkların gözleri günden güne pişsin ve Allah ile karşılaşmaya güç
yetirebilsin” şeklinde açıklar. Hatta mecâzî aşkların da bu yüce aşka hazırlık mesâbesinde
olduğunu belirtir. Hemedânî ayrıca Hz. Peygamber’in yüce rûhâniyetinden dem vurarak
aslında onun bu dünya ile fazla işinin olmadığına vurgu yapar. Üstelik “Dünyanızdan üç şey
bana sevdirildi” hadisinden yola çıkarak bunu izâh etmeye çalışır. Yani bu üç şey olmasaydı
onun bu dünyada karar kılması mümkün değildi. Kalıptan oluşan bu üç bağla ancak altmış yaş
halkın zahmetini çekebildi. Aksi takdirde dünya nerede? O nerede?! Der. 51
Hakîkat-ı Muhammedî ve Kenz-i Mahfî:
Hemedânî hakîkat-i muhammediyye’yi kenz-i mahfî hadîsi ile irtibâtlandırıp
“ahbebtü” ifâdesinden neş’etle yaratmanın sebebi olarak aşkı gösterir, der ki:
“ ‘Allah aşkı’ cânın cevheri, ‘bizim aşkımız’ da O’nun varlığının arazıdır. Şâhid ve
meşhûdun aşkı bir olunca şâhid meşhûd olur meşhûd da şâhid olur. Sen bunları hulûl
sayıyorsun oysaki bu hulûl değil tevhîdin kemâlidir. Muhakkiklerin indinde bundan başka bir
mezhep yoktur. Zîra muhibbân-ı Hüdâ’nın mezhebi Allah’a giden mezheptir ve onlara bu
yolda Şâfiî, Ebû Hanîfe ve gayrihinin mezhebi üzere değillerdir. Onlar aşk ve Allah
mezhebini tâkip ederler. Ne zamanki Allah’ı görürler likāullah onların dini ve mezhebi olur.
Likā-ı Muhammed ile karşılaştıklarında da bu onların îmânı olur. İblîs’i görme makāmı da
onların mezhebine göre küfürdür”.52
Hemedânî, eserlerinde İbn-i Sînâ’ya ayrı bir önem atfeder ve onu bir sûfî olarak
görür. Filozofların anâsır-ı erbaa anlayışını varlığın mertebeleri açısından ele alır ve yaratılış
unsurlarını bir hadîs-i şerîf eşliğinde şöyle değerlendirmeye tâbi tutar:
“Hz. Âişe-i Sıddıka’dan rivâyet edildiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
‘Allah Teâlâ rûhları ve melekleri izzet nûrundan, cinleri de izzet nârından yaratmıştır’. Ey
azîz! Çalışırsan rûhlar âleminde öyle bir yere varırsın ki bu cihandaki anâsır ve tabîatlardan
gayrı başka cihanların anâsır ve tabîatlarının olduğunu fark edersin. Nasıl ki unsurlar bu
cihanın bağları olduysa bunların dörtlü hakîkatları diğer cihânın da bağları ve kıyamları
olmuştur. İşte o zaman Şeyh Ebû Alî Sînâ’nın: ‘Anâsır-ı Erbaa kadîmdir’ sözünü mâzûr
görürsün. Aslında onun bu ‘anâsır-ı kadîm’den kastı cennetin hakîkî unsurlarıdır, kevn û fesâd
âlemi olan dünyânın unsurları değil. Mâlesef insanlar bu konuda çok sathî kalmışlar, bu manâ
ve hakîkatten çok uzağa düşmüşler”.53
Hemedânî’nin de bu pasajda bahsettiği gibi sûfîlerin nazarında farklı âlemlerin
kendilerine has anâsırı var ve her biri kendi nev’ine münhasırdır. O, gayb âlemlerindeki
unsurların kadîm olduğu görüşüne katılır. O’na göre hakîkat-i muhammediyye de gaybî bir
hakîkat olup kadîmdir.
Hz. Peygamber’in İsimleri:
Hemedânî, Temhîdât’ının sekizinci temhîdinde Hz. Peygamber’in gayb âlemlerindeki
isimlerinden yola çıkarak “Muhammed” isminin daha çok dünya ile taallukātı cihetinden
51 Temhîdât, s. 104 52 Temhîdât, s. 112-113 ve 115. 53 Temhîdât, s. 1 ظ67
NİSAN 2015 e-Şarkiyat İlmi Araştırmalar Dergisi -www.e-sarkiyat.com- ISSN: 1308-9633 Sayı: XIII
157
konulduğunu söyler. Meleklerin kendisine “Ahmed” dediğini âlem-i ulûhiyette ise “Allah bilir
nasıl bir isme sahip?!” olduğuna dikkat çeken Hemedânî Hz. Peygamber’in rûhâniyyetinin ve
nûrunun bekāsına vurgu yapar, “Ey Peygamber! Şüphesiz ki biz seni şâhid, müjdeci, uyarıcı,
Allah'ın izniyle O’nun (yoluna) çağrıcı ve aydınlatıcı bir kandil olarak gönderdik” (Ahzâp:
45-46) âyetinde geçen beş ismin Hz. Peygamber’in ismi olduğuna dikkat çeken Hemedânî
özellikle “sirâcen münîra” ifâdesini vurgular.
Girişte de belirttiğimiz gibi Aynü’l-Kudât, Temhîdât isimli eserininin büyük bir
kısmını hakîkat-i muhammediyye’ye ayırmıştır. Bu eser on temhîdten oluşmakta olup onuncu
temhîd’in başlığı “Asl û hakîkat-i âsumân û zemîn-i nûr-i muhammed (s) û iblîs âmed”
(âsumân, zemîn, nûr-i muhammedî ve iblîs’in hakîkati hakkında) şeklindedir. Bu bölümün ilk
cümlesi “Ve hüve’l-müştemilü ala’l-ğaredi’l-maksûdi beyânühü fî hâzihi’t-temâhidi/Ki bu
temhîdlerde beyânı maksûd olan garazları içerisinde barındırır” olarak gelmiştir. Hemedânî
bu eserini, tasavvufun en zor konularının anlaşılması için giriş ve hazırlık mâhiyetinde kaleme
almıştır. Temhîdât, âdetâ on anahtar konu mesâbesinde yazılmış bir eserdir. Hemedânî,
onuncu temhîdin diğer temhîdlerin asıl maksadlarını içerisinde barındırdığını vurgulamak
istemiştir. Zîra konusu tamamen hakîkat-i muhammediyye’dir ki pek çok tasavvufî meselenin
aslıdır. Bu özellik, İbnü’l-Arabî’nin Füsûsu’l-Hikem’inde de bulunmaktadır. Füsûs’un son
fassı Muhammed fassı olup diğer fassların sırlarını içerisinde barındırır.
Hemedânî onuncu temhîdte üç önemli konuda bâzı sorulara cevap vermeye
çalışacağını belirtir:
Birincisi: “Semâvât ve arzın nûru Allah’tır” (Nûr: 35)
İkincisi: “Allah’ın ilk yarattığı şey benim nûrumdur”
Üçüncüsü: “Mü’min, mü’min’in aynasıdır”.54
Birinci konudaki meselelere bakacak olursak bu konuda tefsîr kitaplarında bâzı şeyler
söylenmiştir ki ben de benzerlerini söyleyebilirim, der. Hiçbir tefsîrde bu âyetin derîn bir
tefsîr ve beyânını görmediğini belirten Hemedânî:
“Bilmem sen görmüş müsün, görmemiş misin? Ben görmüşüm fakat ‘Kitapların anası
O’nun katındadır’ (Râd: 39) diye tavsîf buyrulan kitapta harfsiz ve sessiz görmüşüm. Lâkin
bilmiyorum harf ve sesler ile ârâmiliğini nasıl sağlayabilirim!”55
Hemedânî’ye Göre “Nûr” Kavramı:
Hemedânî onuncu temhîdin sonunda konumuzun en önemli unsuru olan “nûr”
kavramı hakkında bâzı izâhlarda bulunur. Ona göre “nûr” kadîm bir varlık olup zuhûr
etmediğinde yok gibi gözükürken aslında hakîkî varlığın tâ kendisidir. İlgili kavram
hakkındaki sathî değerlendirmelerinden dolayı kelâm âlimlerini sert bir şekilde eleştiren
Hemedânî, İmâm-ı Gazzâlî’den de destek alarak bu kavramı şöyle îzâh etmeye çalışır:
“Şimdi kulak ver ve dinle: Kelâmcılar ve ulemâ-i cehl derler ki Allah’ı ‘nûr’ diye
isimlendirmemek lazımdır. Neden? Çünkü: ‘Nûr iki zaman içerisinde bekāsı olmayan şeyden
ibârettir’ ve muhdes bir şeydir. Evet, bu söz doğrudur. Fakat ‘Allah’ın nûru bu cinsten bir
nûrdur’ diyen yanlış üzeredir. Zîra O’nun isimlerinden birisi de ‘en-Nûr’dur ki bütün nûrların
kaynağıdır. Nitekim nûrların çeşitleri vardır: Güneşin nûru, mehtâbın nûru, ateşin nûru,
54 Temhîdât, s. 254-255. 55 Temhîdât, s. 254-255.
NİSAN 2015 e-Şarkiyat İlmi Araştırmalar Dergisi -www.e-sarkiyat.com- ISSN: 1308-9633 Sayı: XIII
158
cevherin nûru, altunun nûru, lâl’in nûru, fîrûzenin nûru gibi. Fakat bir nûr daha vardır ki ona
‘nûrü’d-dîn’ veya ‘nûrü’l-ayn’ derler. Güneşin nûrundan başka nûr görmeyen birinin yanında
başka nûrlardan bahsedilse o bunları kabûl etmez ve inkâr eder. Hüccetü’l-İslâm Ebû Hâmid
Muhammed-i Gazzâlî (r.a) bu konuyu ne güzel beyân etmiştir: ‘Nûr eşyânın kendisi ile zâhir
olduğu şeydir’ yani; ‘nûr’, şeylerin onun ışığı olmadan görünmediği şeydir. Karanlık nûr ile
zâhir olur. Şâyet ‘nûr’ bu manâda ise ‘nûr-i hakîkî’ Allah için ıtlâk olunur, diğer nûrlara ise
mecâzen ‘nûr’ denilir. Âlemdeki cümle mevcûdât ma’dûm idiler, O’nun nûru, kudreti ve
irâdesi ile mevcûd oldular. Tıpkı âsumân û zemînin varlığının O’nun kudret ve irâdesi ile var
olması gibi. İşte; ‘Semâvât ve arzın nûru Allah’tır’ (Nûr: 35) bundan gayrı bir şey değildir.
Zerreyi zulmette görmek asla mümkün müdür? Hayır, zîra zerrâtın keşf ve zuhûru güneşin
doğuşunun varlığına bağlıdır. Güneşin doğuşu yoksa zerrâtın varlığını görmek mümkün
değildir, mâdûm gözükür. Nitekim Hz. Peygamber: ‘Allah mahlûkātı zulmetten yarattı ve
onların üzerine nûrundan yaydı’ buyurmuştur”.56
Nitekim “Allah semâvât ve arzın nûrudur” âyetinin devâmı şöyle gelmektedir: “O’nun
nûru, içinde kandil bulunan bir mişkâta benzer. Kandil, bir cam içerisindedir. Cam, sanki
inciden bir yıldızdır” (Nûr: 35). Hemedânî, Allah’ın vechinin, seyredenler tarafından camın
arkasında bir çıranın ışığı gibi gözüktüğünü ve bu fanusun da bir mişkâtta olduğunu ifâde
ederek bu mişkâtın seyreden kişinin “cân”ı olduğunu belirtir. Zücâce’nin/câmın nûr-i
muhammedî, misbâhın da “Hüve’l-lâhü’l-lezî lâ ilâhe illâ Hü” âyetinde belirtildiği üzere
Cenâb-ı Hak olduğunu söyler. İbn-i Abbas’ın da ‘nûr-i muhammedî’nin kalbi mişkât olanda
bulunduğunu ifâde eder.57
Âyetin devamında gelen; “Ne doğuya ne batıya ait olan mübarek bir zeytin ağacından”
(Nûr: 35) kısmında geçen “lâ şarkiyyatin ve lâ ğarbiyyetin” ifâdesinin tavsîf ettiği zeytin
ağacının da ne dünyevî ne de uhrevî olduğunu ve onun için ezel ve ebedin olmadığını,
hepsinin Allah olduğunu gösterdiğini belirtir. Hemedânî, ezel ve ebedin beyânını istiyorsan
ikinci sorunun cevabına kulak ver ve dinle! der:
“Ey azîz! ‘Allah’ın ilk yarattığı şey benim nûrumdur’ ifâdesinde geçen ‘halaka’
fiilinin manâsı Arap dilinde birkaç manâya haml olunmaktadır. Bâzen ‘yaratmak’ manâsında,
bâzen ‘takdîr’ manâsında bâzen de ‘zuhûr ve dışarı çıkma’ manâsında kullanılır. Bu hadîste
ise ‘zuhûr ve vücûd’ manâsında kullanılmıştır. Peki, böyleyse Muhammed hangi âlemde
mahfî/gizli idi ki o zaman içerisinde onu zuhûrunu halk etti? Evet, ‘Ben gizli bir hazîne idim
bilinmeyi aşk ettim’ âleminde mahfî idi. Ardından onu; ‘Sen olmasaydın kevneyni
yaratmazdım’ âlemine getirdiler”.58
Hemedânî, bu konuyu pekiştirmek için aktardığımız delîllerin yanı sıra şu âyetleri de
zikreder: “Battığı zaman yıldıza and olsun ki, arkadaşınız Muhammed sapmadı, azmadı. O,
arzusuna göre de konuşmuyor. Bildirdikleri, kendisine vahyolunan bir vahiyden ibarettir”
(Necm: 1-4). “Sonra (Muhammed’e) yaklaştı, derken daha da yaklaştı. O kadar ki
(birleştirilmiş) iki yay arası kadar, hatta daha da yakın oldu. Böylece kuluna vahyettiğini
vahyetti” (Necm: 8-10).59
56 Temhîdât, s. 255-258. 57 Temhîdât, s. 259-260 58 Temhîdât, s. 263-265. 59 Temhîdât, s. 277.
NİSAN 2015 e-Şarkiyat İlmi Araştırmalar Dergisi -www.e-sarkiyat.com- ISSN: 1308-9633 Sayı: XIII
159
Hemedânî üçüncü önemli konu olan “Mü’min, mü’minin aynasıdır” hadîs-i şerîfi
mûcibince Cenâb-ı Hakk’ın “el-Mü’min” ismine dikkati çekerek O’nun kendisini bizde
gördüğünü söyler.
“Ey dost! O, bizim ubûdiyyetimizle Mü’min’dir, biz de O’nun rubûbiyyetiyle
mü’minleriz” der. Böylece her ikimiz de mü’min olmuş oluyoruz”.60
Son olarak ifâde etmekte fayda mülâhaza ediyoruz ki manevî konuları idrâk etmek ve
bunları dile getirmek çoğu zaman berâberinde ciddi tartışmaları getirebilmektedir. Hakîkat-i
muhammediyye kavramının farklı kesimlerde farklı mütâlaa edilmesi söz konusu olmuştur.
Hakîkati idrâk edenler olabildiğince savunmaya çalışmışlar ve bunu nasslar ile
delîllendirmeye çalışmışlar. Hemedânî Temhîdât’ının son sayfalarında buna özellikle dikkati
çekmek ister. Kendisinin bu hakîkakate muttalî olduğunu ifâde eder. Hatta Temhîdât isimli
eseri ile ilgili bir şeyh efendinin rüyâsını zikreder. Rüyâyı gören Şeyh Ebû Alî-yi Âmûlî
rüyâsınsa Aynü’l-Kudât ile berâber Hz. Peygamber’in huzûruna varırlar. Hemedânî’nin
elinde Temhîdât’ı bulunur. Hz. Peygamber elindeki kitabı göstermesini ister. Hemedânî
kitabı arz eder, Hz. Peygamber kitabı eline alır ve der ki: “Bu kitabı cübbemin yenine koy”.
Hemedânî de kitabı cübbenin kol kısmına bırakır. Hz. Peygamber buyururlar ki: “Ey Aynü’l-
Kudât! Bundan böyle bu sırları açığa çıkarma”. Hemedânî, Hz. Peygamber’in bu emrinden
sonra bu nevî bilgileri yazmaktan elini çektiğini ve kendisini tamamen ona adadığını belirtir.61
Sonuç:
Zât mertebesinin ilk tecellîsi olan hakîkat-i muhammediyye sûfilerin nazarında
kâinâtın varlık nedenidir. Bu hakîkat Zât-ı Bârî tarafından rahmet olarak gönderilmiş ve bu
rahmetle de her şeyi kuşatmıştır. Özü itibâriyle nûrânî olan bu varlık diğer varlıkların neşv ü
nemâsının da kaynağıdır. Bu hakîkat gaybî bir hakîkat olduğu için ancak kalb ehli tarafından
idrâk edilebilir. Hemedânî bu hakîkatin farkında olduğunu söyler ve bunu ifâde etmenin
zorluğuna da dikkati çeker. Fakat âyet-i kerîmeleri ve hadîs-i şerîfleri farklı manâ boyutları ile
tefsîr ve te’vîl ederek konuyu eserleriyle de îzâh etmeye çalışır. Böylesine “gayba imân”
konusuna dâhil olan bir konuyu laboratuarda incelemeye tâbi tutmak pek mümkün
olmadığından kimyasal bileşenlerine ayırıp varlığını ispat etme imkânı bulunmadığından
ancak farklı varlık katmanlarında idrâk edilebilir. Dînî mefhûmların ekserisi bu tabîate
sahiptir. Bundan olacak ki Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de mü’minleri tavsîf ederken “gaybe
imân ederler” şeklinde bir vasıfla anar. Tasavvuf ilminin mühim ıstılâhlarından olan “hakîkat-
i muhammediyye” bir cihetiyle gaybî bir konudur. Nitekim Hz. Peygamber’e vahiy gelirken
bu vahyin gelişini etrafında bulunan pek çok kimse idrâk etmemiş ve gelen meleği
görmemiştir. Kalbinde imân nüveleri olanlar Hz. Peygamber’e “biz sana imân
ediyoruz”demişler. Bu nevî konuları bilimsel bir şekilde îzâh etmek ne kadar mümkün olabilir
ki? Ancak dînî metinlerin zâhirinden yola çıkarak ta böyle bir hakîkatin olup olmadığı
söylenebilir. “Hakîkat-i muhammediyye” ta’bîr olarak nasslarda sarahaten geçmemekle
beraber te’vîllerden yola çıkılarak sûfî düşüncede oldukça önemsenmiştir. Kıyâmet, haşir,
cennet, cehennem, âlem-i melekût gibi Kur’ânî kavramları nasıl ispat etmek lâzım? Tabîatiyle
böylesine îmânî olan şeyleri ispat zordur, kişi ya böyle bir şeye inanır ya da inanmaz.
60 Temhîdât, s. 274. 61 Temhîdât, s. 344.
NİSAN 2015 e-Şarkiyat İlmi Araştırmalar Dergisi -www.e-sarkiyat.com- ISSN: 1308-9633 Sayı: XIII
160
Nasslarda îmân kalbe atılan bir nûr olarak ifâde edilir. Şâyet bir kalbe bu nûr ilkā edildiyse
böyle bir gaybî konulara îman eder. Kur’ânî tabîrle “kalb ehli olanlar” bu hakîkatleri
müşâhede ederler. Bunu idrâk edemeyen zâhirî ulemâ da Hz. Peygamber’in dâhiliği
(abakariyyetü muhammed) cihetine gitmişler ve onu; bilgili, fazîletli, güzel ahlaklı, toplumu
yönetmeyi bilen, devrimci bir zât olarak tanıtmışlar; onun bu yönüne dikkati çekmişlerdir.
Oysaki giriş kısmında zikrettiğimiz âyet-i kerîmelerden de açıkça anlaşılacağı üzere bâzı
bilgilerin herkes tarafından idrâk edilemeyeceği hakîkati gün gibi âşikârdir. Manevî bilgilerin
kaynağı ve mahallî kalb olup herkeste de bu kalb bulunmamaktadır.
Sûfîlere göre âlem hakîkat-i muhammediyye mertebesinin yansımasıdır. İster
müslümân ister de kâfir olsun her insan ve her varlık onun yüzü suyu hürmetine “varlık”
nîmetinden istifâde etmektedir. Hakîkat-i muhammediyye’nin farkında olanlar ve ona îmân
edenler de ayrıca bir rahmete mazhar olmaktadır. Zîra onlar “vücûd” rahmetinin yanında “ilim
ve hikmet” rahmetinden de istifâde ederler. Hz. Peygamber’in kalbinden onların kalbine
feyizler akmaya başlar. Hemedânî, hem Hz. Peygamber’i hem de berâberinde inzâl
buyurulan Kur’ân-ı Kerîm’i “nûr” olarak görür ve kalp gözleri olanların bunu idrâk
edebileceğini söyler.
Kaynakça:
Abdulkerîm b. İbrâhîm el-Cîlî, el-Kemâlâtü’l-İlâhîyye fî’s-Sıfâti’l-Muhammediyye,
(tsh: Âsım İbrâhim el-Kiyâlî), Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrût: 2004.
Ahmet Yıldırım, Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadîslerdeki Dayanakları, TDV
Yayınları, Ankara: 2000.
Abdülvehhâb eş-Şa’rânî, el-Yevâkît ve’l-Cevâhir fî Beyâni Akāidi’l-Ekâbir, Dârü
Sadr, Beyrut: 2003.
Aynü’l-Kudât-ı Hemedânî, Ebû’l-Maâlî Abdullah b. Muhammed, Nâmehâ-yı
Aynü’l-Kudât-ı Hemedânî, (hz: Alî Takî Münzevî-Afîf Useyrân), İntişârât-ı Esâtîr, 2. Baskı,
Tahran: 1387.
_____________ Risâle-i Hakîkat-i Mezheb, (Şekvâ’l-Ğarîb bâ Hem-râh-i Risâle-i
Hakîkat-i Mezheb), Trc: Ğulam Rızâ Cemşîd Nejadevvel, İntişârât-ı Esâtîr, Tahran: 1389.
_____________ Şekvâ’l-Ğarîb ani’l-Evtân ilâ Ulemâi’l-Büldân, (thk: Afîf Useyrân),
Dâr Byblion, Paris: 2005
_____________ Temhîdât, (hzr: Afîf Useyrân) Neşriyât-i Menüçehrî, 8. Baskı,
Tahran: 1389.
Dilâver Gürer, Füsûsu’l-Hikem ve Mesnevî’de Peygamberlerin Öyküleri, İnsan
Yayınları, 2. Baskı, İstanbul: 2003.
Ferzende İdiz, Tasavvufta Hakîkat-i Muhemmediyye Meselesi ve Mesnevî’den
Örnekler, EKEV Akademi Dergisi, Sayı: 59, Erzurum: 2014.
İbnü’l-Arabî Muhyiddîn Muhammed b. Alî, Fusûsü’l-Hikem, (tsh: Ebu’l-Âlâ el-
Afîfî), Dârü’l-Kitâbi’l-Arabî, Beyrût: 2002.
Kadir Özköse, Azîz Mahmûd Hüdâyî’de Nûr-i Muhammedî Telâkkisi, Uluslar arası
Azîz Mahmûd Hüdâi Sempozyumu Bildiriler Kitabı, , c. 1, İstanbul: 2005
Mahmut Ay, İşârî Tefsîrlerde Hakîkat-i Muhammediyye Anlayışı, İÜ İlahiyat
Fakültesi Dergisi, s. 23, İstanbul: 2010.
NİSAN 2015 e-Şarkiyat İlmi Araştırmalar Dergisi -www.e-sarkiyat.com- ISSN: 1308-9633 Sayı: XIII
161
Mahmud Erol Kılıç, İbn Arabî Düşüncesine Giriş, Şeyh-i Ekber, Sûfî, Kitap, 3.
Baskı, İstanbul: 2011.
Mehmet Demirci, Nur-i Muhammedî, mk. DEÜ İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı:1,
İzmir: 1983.
______________ Hakîkat-i Muhammediyye, md. DİA, c. 15, İstanbul: 1997.
Mevlânâ Muhammed b. Muhammed Celâleddin-i Rûmî, Mesnevî-i Ma’nevî, (tsh:
Reynold Nicholson, hzr: Nizâmüddin Nûrî), İntişârât-ı Kitâb-ı Âbân, 5. Baskı, Tahran: 1386.
Mustafa Akman, Hakîkat-i Muhammedî Düşüncesi ve Bu Düşüncenin Referanslarını
Aktaran İki Kaynak ve Müellifleri, Yalova S.B.E. Dergisi, Sayı: 2, Yalova: 2011.
Rıfat Okudan, Hakîkat-i Muhammediyye: Felsefî Temelleri ve Dînî Asıllarının
Değerlendirilmesi, SDÜ İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı: 11, Isparta: 2003.
Sâfî Arpaguş, Mevlânâ ve İslam, Vefâ Yayınları, İstanbul: 2007.
Toshihiko İzutsu, Aynü’l-Kudât Hemedânî’nin Düşüncesinde Tasavvuf ve Dilin Çok
Anlamlılığı (Teşâbüh) Sorunu, (çvr: Burhanettin Tatar), Tasavvuf: İlmi ve Akademik
Araştırma Dergisi, c. 3, 2001.
Yûsûf en-Nebhânî, el-Hakîkatü’l-Muhammediyye İnde Aktâbi’s-Sâdeti’-s-Sûfiyye -
İslâmen ve Îmânen ve İhsânen, (hzr: Âsım İbrâhîm el-Kiyyâlî), Kitâb-Nâşirûn, Beyrût: 2012.