311
El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi Baba Şerhi 15

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

Embed Size (px)

Citation preview

Page 1: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi Baba Şerhi

15

Page 2: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Giriş-Terzi Baba Şerhi

1

GÖNÜLDEN ESİNTİLER

El-İnsân’ül Kâmil

Sohbetlerden Şerhi

Necdet Ardıç

İRFAN SOFRASI

NECDET ARDIÇ

TASAVVUF SERİSİ (90)

Page 3: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Giriş-Terzi Baba Şerhi

2

Giriş…………………………………………………………………………. 3 Mukaddime…………………………………………………………………. 15 İşaret………………………………………………………………………… 23 1.Bölüm ZÂT Hakkında……………………………………………………. 46 2.Bölüm İSİM Beyânında………………………………………………….. 55 3.Bölüm SIFAT Hakkında………………………………………………….. 71 4.Bölüm ULÛHİYYET Hakkında………………………………………….. 82 5.Bölüm AHADİYYET Hakkında…………………………………………. 90 6.Bölüm VÂHİDİYET Hakkında…………………………………………... 94 7.Bölüm RAHMÂNİYET Hakkında……………………………………….. 97 8.Bölüm RUBÛBİYYET Hakkında………………………………………… 103 9.Bölüm AMA' Hakkında………………………………………………….. 107 10.Bölüm TENZÎH Hakkında……………………………………………… 113 11.Bölüm TEŞBÎH Hakkında………………………………………………. 117 12.Bölüm FİİLLER Tecellîsi……………………………………………….. 120 13.Bölüm İSİMLER Tecellîsi………………………………………………. 128 14.Bölüm SIFATLAR Tecellîsi…………………………………………….. 137 15.Bölüm ZÂT Tecellîsi……………………………………………………. 158 16.Bölüm HAYAT Hakkında………………………………………………. 163 17.Bölüm İLİM Hakkında…………………………………………………. 169 18.Bölüm İRÂDE Hakkında………………………………………………. 176 19.Bölüm KUDRET Hakkında……………………………………………... 180 20.Bölüm KELÂM Hakkında………………………………………………. 184 21.Bölüm SEM' Hakkında………………………………………………….. 191 22.Bölüm BASAR Hakkında……………………………………………….. 196 23.Bölüm CEMÂL Hakkında………………………………………………. 199 24.Bölüm CELÂL Hakkında……………………………………………….. 204 25.Bölüm KEMÂL Hakkında……………………………………................. 212 26.Bölüm HÜVİYYET Hakkında………………………………………….. 218 27.Bölüm ENNİYYET Hakkında…………………………………………... 223 28.Bölüm EZEL Hakkında…………………………………………………. 229 29.Bölüm EBED Hakkında………………………………………………… 233 30.Bölüm KIDEM Hakkında………………………………………………. 236 31.Bölüm ALLAH'IN GÜNLERİ…………………………………………... 241 32.Bölüm SALSALATÜL CERES………………………………………….. 244 33.Bölüm ÜMMÜ'L KİTÂB……………………………………………….. 248 34.Bölüm KUR'ÂN Hakkında……………………………………………… 255 35.Bölüm FURKAN Hakkında…………………………………………….. 259 36.Bölüm TEVRÂT Hakkında……………………………………………... 262 37.Bölüm ZEBÛR Hakkında……………………………………………….. 276 38.Bölüm İNCİL Hakkında………………………………………………… 283 39.Böl.Dünyâ Semâsına Nüzul…………………………………………….. 290 40.Bölüm Fâtiha-i Kitâb…………………………………………………… 294 41.Bölüm Tûr Sûresi İlk Altı Âyeti………………………………………... 303

Page 4: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Giriş-Terzi Baba Şerhi

3

حيم حمن الر� سم الر�BİSMİLLAHİR RAHMÂNİR RAHİYM

GİRİŞ

Hamd ve senâ, Allah ismiyle kâim olan ecel ve a'lâ Zât’a mahsûstur. O Allah, Zât'ının hakkına ve hükmüne göre her kemâl ile tecellî edicidir. O Allah, celâl be-ni noktasını cemâl harfleri noktasına yerleştirdi. Hem de noksansız olarak.

Bu kitap zâhir ehli indinde değişik değer yargılarına tutulsa da; bizim gibi tasavvuf eh-

lince Kur’ân’dan ve hadîs-i şerîflerden sonra gelen ve İslâm’ın en değerli kitaplarından bir tânesidir. Abdülkerîm Cîlî hazretlerinin gerçekten bir şâheser olarak yazdığı ve anlaşılması gerçekten zor olan ancak içerisinde çok büyük hakîkatleri barındıran bir kitaptır. İsmi “İnsân-ı Kâmil” olan bu kitabın ibâresinden anlaşılması gereken bireysel olarak kişilere mahsûs olan “insân-ı kâmil” değil, bütünsel olarak âlemlerin aldığı isim olan ma’nâsıdır, ki bir diğer yön-den bu oluşuma hakîkat-i Muhammedî denilmektedir.

Bu eserde yazılı olan ma’nâların anlaşılması için ilk olarak yazılı olan kelimelerin daha sonra o kelimelerin oluşturduğu cümlenin özüne nüfûz etmek gereklidir. Buraya bu kelimele-rin yazılmasından maksat üzerlerinde yüklü olan ma’nâları okuyuculara nakletmek içindir.

“O Allah, kemâl ile tecellî edicidir”, bizlerin zeval olarak gördüğümüz şeyler ise bizim an-layışımızdaki eksiklikten kaynaklanmaktadır. Cenâb-ı Hakk’ın kemâl ile her tecellîsi değişiktir ve bu nedenle O’nu bir tek tecellîye sığdırmak mümkün değildir. Bunu yapan hem O’na hak-sızlık etmiştir hem de O’na irfâniyyetinin olmadığını göstermiştir.

Biz nereye bakarsak bakalım gördüğümüz her varlık kendi kemâli üzeredir. Bizlerin yaptığı bütün değerlendirmeler ise ancak izâfîdir. Örneğin bizler için gül kokusu değerli fakat dışkı kokusu değersiz, kötü bir kokudur. Oysa Hakk’ın indinde gülün kokusu ne kadar değerli ise dışkı koku da o kadar değerlidir.

Celâl’in içine cemâli öyle güzel monte etti ki hiçbir noksan kalmadı. Dünyâ yaşantısı içe-risinde süren yaşantıda kişilere öyle bir celâl gelir ki içinde cemâl çıkar veyâ tersi öyle bir cemâl gelir ki içinden celâl çıkar. Ya’nî bunlar birbirinin içerisine öyle güzel monte edilmiştir ki anlayabilene aşk olsun.

Page 5: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Giriş-Terzi Baba Şerhi

4

O ma'bûd, kendinin hamd ve senâsını kendi işiticidir. Hamd eden de, hamd da, hamd edilen de O'dur. O ma'bûd, mutlak vücûdun hakîkati ve hálk ve Hak olarak isimlendirilen hüviyyetin aynıdır.

Namazda rükûdan doğrulurken söylemekte olduğumuz “Rabbenâ leke’l-hamd” sözünü

Zâhir isminden Bâtın ismine söylemektedir. Kişi beşerî sûreti i’tibârı ile ya’nî Hakk’ın Zâhir ismi ile kendi bâtınında olan Hakk’a söylemektedir. Ve tevhîd yolunda bu üç oluşum ya’nî hamd eden-fâil, hamd-fiil, hamd edilen-mef’ûl birleşmedikçe gerçek tevhîd olmaz. Îsevîler yollarının gereği olarak bu üç oluşuma kadar ulaşmışlar ancak birleyememişlerdir.

Ahadiyyet mertebesinde Cenâb-ı Hakk’ın innîyyeti ve hüviyyeti ortaya çıkmıştı. İşte bu hüviyyet vâhidiyyet mertebesine, orada rahmâniyyete, oradan rubûbiyyete, oradan melikiyyete intikal ettikçe hálk ve Hak ismi ile isimlenmeye başladı. Ve bu isimlendirilenlerin kimliği de ancak O’nun kimliği idi.

Âdem sûreti üzerine zâhir olan âlemin aslıdır. Kâinât kelimesinin ma'nâsıdır. Eşsiz ve benzersiz san’at eserlerinin rûhudur. Her zerrede hulûl olmaksızın kemâliyle mevcûddur. Her âşikârda Cemâl yüzünün nûru parlar. Lâyık olduğu şekilde celâl sâhibi ve lâyık olduğu kemâle hâizdir. Cevherlerin ve arazların hakîkatlerinin zâtıdır. Varlığın ve yokluğun hüviyyeti, her doğurtanın-babanın ve doğanın-çocuğun benliğinin ayn’ıdır.

Hadîs-i Şerîfte buyrulduğu üzere; “Allah Âdem’i kendi sûreti üzere hálk etmiştir”. Bu

âlemler varlığı içerisinde ma’nâları i’tibârı ile ne varsa Âdem a.s’ın varlığında onu meydana getirdi. Bu âlemlerin bütünü “insân-ı kâmil” ise bu bütünün sûretlenmiş şekli de “Âdem” ya’nî “insan”dır. Bunun yanısıra kendisinde Cenâb-ı Hakk’ın zâtî tecellîsi bulunduğundan büyük âlemin küçük bir sûreti gibi olan insanda âlemlerden daha büyüğü gizlidir.

Kişilerin kendi bünyelerinde bulunan “âdem” kanalı açılmadıkça bu kelimelerin anlatmak istediklerinin anlaşılması imkânsızdır. Bunun açılabilmesi için de ilk olarak kişiye sesinin, da-ha sonra ma’nâsının, daha sonra rûhunun, daha sonra nûrunun ulaşması lâzımdır. Cenâb-ı Hakk bu kitabını öyle bir şekilde gizlemiştir ki açık olduğu halde kapalıdır. İşte bâtın âlemin-de mertlik de buradadır. Bunları okumak kişileri sıkar çünkü bâtın âlemindeki mertlik kas gücü ile değil akıl gücüyle olduğundan kişi sâdece zâhir üzere bunları okursa bir süre sonra bırakır. Oysa mertlik, erlik ba’zı duyguların hayâli havalandırmasına değil; Hakk yolunda bas-tığın yerin ne kadar sağlam olduğuna, gönül âleminde kişinin ne kadar yol aldığına bağlıdır. Benî İsrâil olduktan ya’nî “Mi’raca doğru gece yürüyenin çocukları” olduktan sonra, Tûr Da-ğından yükselmeye bağlıdır. Orada kişinin erkekliğini de keserler kadınlığını da keserler; ora-ya cinsiyyet giremez; sokmazlar. Ba’zı kişilerin “Ben kabirde veyâ şurada burada şunları gör-düm, şu velî ile konuştum” dediği gibi olan sözler bu pazarın çok çok ucuz olan eşyâlarıdır. Bu işler bilindiği gibi değildir.

Page 6: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Giriş-Terzi Baba Şerhi

5

Bizler kendimizde bulunan hakîkatleri tanıdıkça ve kendi denizimize daldıkça orada bu-lunan güzellikleri görürüz. Dünyânın zâhiri olarak görülen muazzam manzaraları ve canlıları dahi bize eşsiz ve benzersiz san’at eserleri hakkında geniş bilgiler vermektedir.

Sık sık söylendiği gibi Cenâb-ı Hakk her varlıkta o varlığın gerektirdiği kemâlat üzeredir.

Yok dediğimiz şey mutlak bir şey olsa idi zâten hiç bilinmez idi çünkü yok olur idi. Bu yokluk olarak ifâde edilen şey izâfî yokluktur.

Bir baba var olduğunda oğlu henüz ortada yok iken o oğul mutlak anlamda yok değil izâfî olarak yok idi. Bir süre sonra ortaya çıkınca o oğul hangi sûret ile şekillenmiş ise daha önce o yokluk dediğimiz bu zuhûra çıkan oğulun ismini almaktadır.

Mesleğimiz gereği elimize kumaş getiriyorlar, biz de onları manto olarak dikiyoruz ve daha önce yok hükmünde olan o manto ortaya çıkınca, bu sefer kumaş gaybe geçiyor; her ne kadar mantonun üzerinde zâtı ile mevcût olsa da ona artık kumaş değil, manto deniliyor.

Sıfatlarıyla cemâlin cemâli zuhûr etmiş, Zât'ıyla kemâlin kemâli tamam ol-muştur. Sıfatlarının vecihleri sayfalarında güzellikleri âşikârdır. Ahadiyyetinin ya’nî tekliğinin kayyûm oluşu ile Zât'ın kâmetlerine istikâmet çizdi. Sessizlerin lisânları O'nun ayn'ı olduğunu ifâde eder. İyi hallerin ve kötü hallerin ayn’ları, O'nun ziyneti olduğuna şehâdet eder.

Dikkat edersek, kemâl Zât’a cemâl sıfatlarına bağlanmıştır. Kayyûm ise, kendi varlığıyla

kâim olan ya’nî varlığı için başkasına ihtiyâcı olmayandır.

Daha evvelce yok hükmünde bâtında olanlar varlık sahasına çıktıkça bu var oluş sebep-leriyle bu âlemde vücût buldukları için raksa başladılar. Sessizlerin konuşması hem bu şekil-de anladığımız ma’nâda vücût bulduktan sonra kelâm ile konuşmalarıdır, hem de varlık sa-hasında zuhûra çıkmaları onların lisânları oldu.

Bu zuhûra çıkan varlık ma’den ise ma’deniyyet mertebesinden, bitki ise bitki mertebe-sinden, hayvan ise hayy mertebesinden, hele hele insan ise insân-ı kâmil mertebesinden konuşmaya başladı.

Her varlığın kendi kendine ve kendi lisânından olan “eşhedü”sü ya’nî şehâdeti vardır. İş-te bu lisânla “Ben şâhidim ki beni hálk eden Cenâb-ı Hakk’tan başkası değildir” demektedir-ler. İnsanlar da bu işe “kendi nefisleri üzere şâhit oldular ki nefslerinde Cenâb-ı Hakk’tan başka bir varlık yoktur” diye. İşte bir insanın şuurlu olarak yaptığı bu şehâdet en kemâlli şehâdettir. Diğer şehâdetler ise tabiî şehâdettir.

Page 7: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Giriş-Terzi Baba Şerhi

6

Sayılarda bir olup, ezellerde ve ebedlerde azâmetiyle ferdiyyeti almıştır. Tenzîh edilmekten yana münezzeh, teşbîh ve temsilden yana mukaddestir. Ahadiyyetinde ya’nî tekliğinde sayıdan yücedir, azametinde sınırların kendisini ihâta etmesinden daha âlîdir. Ne kadar, nasıl, nerede gibi ta'rîfler kendi üzerine olacak bir şey değildir.

Tabi’ fiiller mertebesinde Cenâb-ı Hakk’ın tenzîh edilmesi geçerlidir. Ancak bu kitabın

muhtevâsı içerisinde ve gerçek Cenâb-ı Hakk’ı tanıma yolunda O tenzîhten ve teşbîhten mü-nezzehtir.

Kişiler kendi hayâllerinde bir Rab oluştururlar, işte Rabbü’l-Erbâba varmak için O’nu bu hayâlde oluşturulan Rabb’lardan tenzîh etmek gereklidir. Bu şekilde tenzîh edildikçe bir süre sonra ne tenzîh kalıyor ne de tenzîh edilen diye bir şey kalmaktadır. Çünkü tenzîh bir eksiklik sonrası yüceltme ifâdesidir.

Zâhir ilimler de bu şekilde birbirine ters gelen hükümler kişilerin karşısına gelebilir, bun-ların anlaşılması ise ancak yukarıya doğru çıkıp o mertebelere ulaşınca mümkün olmaktadır.

Teşbîh ile ya’nî benzetme ile ancak O’na yaklaşmaya çalışılır yoksa teşbîh bizzât O’nun kendisi değildir.

İlim kendisini ihâta edemez, göz kendisini idrâk edemez. Hayâtı, hayâtın vücûdunun nefsidir. Zât'ı, sıfatlarının ötesinde kâim oluşunun aynıdır. En yük-sekler ve en altlar tecellî ettiği mânevî bir aynası, evvellerin ve âhirlerin ayn’ıdır.

Hayy esmâsını Cenâb-ı Hakk hayvanlara vermek sûretiyle sıfatlarından bir sıfat onlara

giydirmiş olmaktadır. Bizler ise onları aşağılayıp, hor görerek hiç yakışmayacak bir iş yap-maktayız. Onlara bir kötü muamelede bulunduğumuz zaman Hakk’ın bir sıfatına karşı kötü muamelede bulunmuş olmaktayız. Sıfat da kendi başına bir şey olmayıp Zât’a bağlı olduğun-dan Zât’ına o kötü muameleyi yapıyoruz.

Ma’denler ve bitkilerde de Hayât ismi olmasına rağmen o isim zâhiri olarak hayvanlara lâyık görülmüştür. Ma’denler yerde yatay olarak hayâtlarıyla sâbittir. Bitkiler de sâbit olarak kök üzerinde durmaktadırlar ve müstakil bir hareketleri yoktur. Hayvanlara gelince onlar müstakil olarak hereket edebilme kemâlindedirler. İşte bu mertebeye ulaşan varlık Hayy ism-i şerîfinin tecellîsine sâhip ve hürmet edilmesi gereken varlıklardır. Tarım işlerinde hâla dahi kullanılmakta olan ve binlerce sene de kullanılmış olan inek, öküz, manda gibi hayvanlar bütün varlıklarıyla insanlara fedâ olmuşlardır. Hayvan ismini Hayy-van diye ayırıp baktığı-mızda; “yaşayan an” ma’nâsına gelmektedir. Buradan da hayât ile ânın aynılığı ortaya çık-maktadır ya’nî her ân bir hayât demektir. İnsanların canını Azrâil a.s kabzederken, hayvanla-rın canını Cenâb-ı Hakk “Ben kabzederim” buyumuştur, hadîs-i şerîfte; çünkü hayat onun hayâtıdır, onu o birimden çektiğinde o hayâtı O almış olmaktadır.

Page 8: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Giriş-Terzi Baba Şerhi

7

İnsanın insanlığına et-kemik yönüyle baktığımız zaman hayvanlardan hiçbir farkımız yoktur. İnsanın farkı “ve nefahtü fîhi min rûhî” olarak belirtilen zâtî rûhtan kaynaklan-maktadır. İşte Âdem a.s’ın yeryüzüne inmesi dünyâda hazırlanmış olan bu Hayy kalıbının içerisine bir de muhabbet varlığının konulmasıdır. İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda yoktur.

İşte bir derviş de bu şekilde yola çıkmaya başladığı zaman bu sıfatların rabbânî ve rahmânî ve zâtî olanlarını giymeye başlamaktadır. Daha önce kendisinde mevcût olan tabî’ hayâtı (ya’nî Hayy ismini) idrâkli bir hâle ya’nî hayât-ı hakîkîye, hayât-ı ebedîye dönüştür-meye başlıyor ki âdemiyyetin başlangıç yeri burasıdır. Bunun dışında âdemî hakîkat gönül toprağına ayak basmadıkça bir insanın gerçekten irâde sâhibi olması mümkün değildir; oldu-ğunu zannettikleri de ancak hayâlde olmuştur.

Yüce kemâlin heyûlâsı, sonsuz azametinin menşeidir. İlmî vücûd dâiresinin ma'deni, eşyâdaki hayâtının sirâyet etmesidir. Eşyâyı bilmesi, her gizliyi ve âşikâr olanı idrâk edici olan görme mahallinde olmasıdır. Eşyâyı görmesi, eşyâdaki ke-lâmı işitmeye tecellî yeridir. Mevcûtları işitmesi ise onlarda zâtının gerektirdiği nizâmın ayn’ıdır.

İrâdesi, apaçık kelâmının merkezi; apaçık kelâmı, kādir sıfatının menşeidir. Bakâsı, yokluğun bâtın oluşu ile varlığın zâhir oluşundaki hüviyyettir. Ulûhiyyeti ya’nî ilâhlığı, ibâdet edenin zilletiyle, Ma'bûd’un ya’nî İbâdet Edilen’in izzetini toplamıştır.

Kadir Gecesinin hakîkati de buradan kaynaklanmaktadır. Kişi o Kadir Gecesini idrâk ede-

cek ki kelâmı oradan zuhûra gelsin. Efendimiz (s.a.v)’e de Mi’rac’a çıktığı Kadir Gecesinden önce kendi bünyesinde yaşadığı Kadir Gecesinde “İkrâ-Oku!” denildi.

Kişi bünyesinde zıtları ne kadar birleştirebilirse Allah (c.c)’ı o kadar geniş ma’nâda tanı-yabilir. Burada belirtilen zillet ve izzetin birleştirilmesinin mertebelere göre değişik hükümleri vardır. Yalnız buradaki ince nokta secde edenin kendisini ayrı bir varlık olarak görüp secde etmemesidir; eğer kendisini ayrı bir varlık olarak görüp secde ederse zillet ile izzet birleşmiş olmaz, sâdece zilletini kabûl etmiş ve izzetine ulaşamamış bir halde olur. Tâbi’ burada bu şekilde zillete düşülmesi öte yandan kişinin gurûrunu ve kibirini üstünden atmış olduğunun da göstergesidir. Burada secdenin de hakîkati ortaya çıkmaktadır ki secde ettiğinde kul zelîl olacak, perîşan olacak, mahvolacak, yok olacak, hiç olacaktır ya’nî kulluğu kalmayacaktır burada zillet denilen budur yoksa zillet denilen şey hor görülmüş, itilmiş, kakılmış anlamında olan zillet değildir. İşte bu zillet öyle bir zillettir ki asâlet zilletidir. Bunun ifâdesi de kişinin kendi varlığından orada bir zerrenin kalmamış olmasıdır ki o da ma’bûdun izzetiyle şereflen-mek demektir. Burada kişi artık kendi aynasında kendisini seyredecektir eğer bu ayna gerçe-ği göstermiyorsa yüzü tozlu demektir. Eğer aynamız temiz ise secde yaparak aynaya baktı-ğımızda kendi azametimizi ve hakîki hayâtımızı görmemiz gereklidir. Beşeri hayâtın hayvânî hayât olduğunu ve gerçek hayâtın ilâhî hayâttan kaynaklandığını idrâk edip görmemiz ge-rekmektedir.

Page 9: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Giriş-Terzi Baba Şerhi

8

İhâta edici vasfı ile ferd olan ve vâhid ya’nî bir olandır. Bundan dolayı arada ne doğuran-doğurtan, ne doğan, ne ortak vardır. Ridâsı (elbisesi) azamet ve kibriyâ; gömleği büyüklük ve izzettir.

Her hareket edenle her türlü hareket ile hareket eden; her sâkinle, her türlü sükûn ile sâkindir. Bu hareket ve sükûnda, zâtî üst irâdesinin gereği olarak hulûl ya’nî dışarıdan bir dâhil olma-girme yoktur.

Her zâtta her türlü hálk ile zâhir; Hak ve hálk olarak her türlü ma'nâ ile vasıf-lanmıştır. Zâtıyla bütün zıtları topladı ve vahidiyyetiyle ya’nî birliğiyle bütün sayılara kapsamdır. Bundan dolayı ferdâniyyetinde çiftlerden ve fertlerden yüce ve mukaddestir.

Ahadiyyeti, türlü çoklukların tekliği, müteşeffia izdivâcların aynıdır. Münez-zeh oluşundaki sâdelik, teşbîhdeki terkîbin kendisi, zâtındaki yüceliği hürmetteki izzetin hüviyyetidir.

Azametini ilimler, celâlinin özünü anlayışlar idrâk edemez. Âlim O’nu idrâkten aciz olduğunu i'tirâf etmiş; kâmil akıl, O'nu bitişme ve bölünmekten ya-na eli boş olarak idrâkten geri kalmıştır. Varlığı zorunlu olan ve olmayan dâiresi, açık sözlerin ve yapılan beyanların noktasıdır, imkân taraflarının (haricî imkân ve aklî imkân) hüviyyetidir. Cevher ve arazın, bitki ve hayvanın benliğidir.

Ulvî rûhâniyyetler inişinin denizi, melekût ve mülk zirvesinin son noktası, şeytan ve hevâ düşüş yerinin hakîkati, küfür ve şirk karanlıklarının def’ edicisi ve yok edicisi, îmân ve idrâk beyazının nûru, hidâyet cebininin sâhibi, uzaklık ve amâ karanlıklarının gecesi, sonradan olmuşun ve kadîmin aynası, azâbın ve ni’metin hüviyyetinin tecelligâhıdır.

Eşyâyı ihâtası, eşyânın "ayn"ı olmasıyladır. Zât'ının künhünü ihâtadan, Zât'ı, sıfatlarını men' etmiştir.

Evvelliğinin evveli, âhirliğinin âhiri yoktur. Ezelî Kayyûm’dur, ebedî Bâkî’dir. Onun kuvvet, kudret ve irâdesi bağlanmadıkça, vücûtta bir zerrenin ha-reketine imkân yoktur. Vücûdun evvelsiz başlangıcı ve nihâyetsiz sonuna naza-ran, olmuş ve olacak ne varsa, hepsi kendisinin bilinenidir.

Ve şehâdet ederim ki, bu ibarelerden yüce ve Zât'ı ibârelerle ve işaretle bi-linmekten mukaddes olan Allah'dan başka ilâh yoktur.

Burada O’na delîl olsun diye yapılan her işâreti O’nun hakîkatinden bir per-deyi açsın diye yazdım. Bu da ancak temsil yollu oldu.

Page 10: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Giriş-Terzi Baba Şerhi

9

O'na delîl olarak gösterilen her işâret O'nun hakikatinden uzak düşmüş ve O'na hidâyet eden her ibare O'na ulaşmaktan yolunu şaşırmıştır. O, zâtî gerekli-liği dolayısıyla nefsini bilir ve zât’ı ile kemâli ihâta etmiştir. Hem de yeteri kadar; varlığına ne kadar kemâl vasfı gerekirse o kadar.

Yine şehâdet ederim ki, Âdemoğlu fertlerinden bir fert olmak üzere ismi ça-ğırılan Hz. Muhammed (s.a.v.) O Allah'ın kulu ve muazzam Resûl’ü ve mükerrem Nebî’si ve Hakk'ın müzeyyen ridâsı, üstün bir nişânı, önde olanların öne geçeni, en doğru yoludur.

Sonra o Hz. Muhammed (s.a.v),

Zât aynasının tecellîgâhı, isimlerinin ve sıfatlarının müsemmâsı;

Ceberût nûrlarının iniş yeri,

Melekût sırlarının menzili,

Lâhût hakîkatlerinin toplanma yeri,

Nâsût inceliklerinin kaynağıdır.

Sonra odur;

Cibril'in rûhu ile üfleyen,

Mîkâil'in sırrıyla lütuflar indiren,

Azrâil'in kahrı ile yürüyen,

İsrâfil'in cem'iyyetiyle feyizler neşreden.

Yine odur;

Zât’taki rahmâniyyetin arşı;

İsimlerin ve sıfatların kürsîsi;

Sidrelerin müntehâsı;

İlâhî aşîretler tahtının saçağı, ya'nî enbiyâ ve evliyâ cemâatlerine mahsûs nü-büvvet kürsîsinin son noktası;

Tabîiyyâtın heyûlâsı;

Ulûhiyyet atlasının feleği;

Rubûbiyyet ulviyyeti burçlarının mıntıkası;

Teâlî ve terakkiler iftihar vesîlelerinin semâları;

Page 11: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Giriş-Terzi Baba Şerhi

10

İlim ve kavrayışın nur veren güneşi;

Sonsuz kemâlât ve feyizlerin tâm dolunayı;

Seçilme ve hidâyetin âlî yıldızı;

İrâde harâretinin âteşi;

Gayb ve şehâdetin âb-ı hayâtı;

Rahmet ve rubûbiyyet nefesinin sabâ rüzgârı;

Zillet ve ubûdiyyet ya’nî kulluk arzının bol feyizli toprağı;

Seb'-ı mesânînin ya'nî birinci derecedeki feyizler fâtihasının ve ikinci derece-deki anahtarların sâhibi;

Kemâlin tâm mazharı, cemâlin ve celâlin en mükemmel gereğidir;

* * *

(Şiirin Tercümesi)

Güzelliğin hakîkî ma’nâsının aynası, ulvîliklerin mazharı, kemâlin tecelligâhı olan âb-ı hayât pınarıdır.

Ezelî doğuşundan beri hiç batmayan bir güneş olup, güzellik feleğinin kut-budur.

Kemâl ta'bîri altında bulunan ne kadar fazîletler varsa, onun bütün güzelli-ğinden dağılmış hardal tâneleridir.

* * *

Cenâb-ı Hak, onu ve âilesini salât ve selâmıyla dâim nurlandırılmış eylesin ve hallerini tâkip ile kâim olan ve fiilerinde ve sözlerinde onun mesleğinin vekîli olan ashâbını da bu feyze mazhar eylesin.

***

Yine şehâdet ederim ki, Kur’ân, Allah'ın kelâmı olup, hak ve hakikat O'nun barındırdığı ma'nâlardadır. Rûh-ı Emîn o Kur'ân- ı mübîni nebîlerin ve resûllerin Sonuncusunun kalbi üzerine inzâl eylemiştir ya’nî indirmiştir.

Yine şehâdet ederim ki, nebîler haktır, o nebîlere inmiş olan kitaplarla, şerefli sayfalar çoktur. Bunların hepsine îmân, kat’î vücûd ile zorunludur.

Page 12: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Giriş-Terzi Baba Şerhi

11

Kader hak, haşır ve neşir ile kabir arasındaki berzah aynı şekilde hak ve kabir azâbı vardır. Ve hiç şüphe yoktur ki, bir gün kıyâmet kopacak ve Cenâb-ı Hak kabirlerdeki insanları yeniden diriltecektir.

Yine şehâdet ederim ki, cennet hak, cehennem hak, sırat hak, neşirler günü hak ve hesâp haktır.

Yine şehâdet ederim ki, hayrı ve şerri irâde eden Allah'dır.

Bozmak ve doğrultmak O'nun kudret elindedir.

Hayr olan işler O'nun irâdesiyle, kudretiyle, takdîriyledir.

Şer olan işleri yine O'nun irâdesiyle, kudretiyle, takdîriyle olup (lâkin rızâsıyla değildir.)

Güzel fiiller O'nun te'yîdi ve hidâyetiyle, fenâ ameller O'nun kazâsıyla ise de, bunda kulun azgınlığı dâhildir. Sana isâbet eden güzellikler Hak'dan, fenâlıklar nefsindendir. Böyle ise de sen "Hepsi, Hak'tandır" de!

"Ulu varlığın başlangıçsız başlangıcı O'ndan olduğu gibi, nihâyeti de, bütü-nüyle dönüş de O'nadır."

* * *

Besmele ve Cenâb-ı Hakk'a hamd ü senâ ve Resûl'üne ve ashâbına tahiyyâttan sonra, anlatacaklarımıza başlayarak derim ki:

Ma'rifetullah ta'bîriyle şöhret alan "Allâh’a ilim"de ve o ilimde insanın kendi-siyle aynı cinsten olanlara karşı üstünlüğünde derecesi, bu husûstaki bilgisiyle doğru orantılıdır.

İlâhî ilhâm ve yardıma bağlı olan hakîkî ma’rifetler ya’nî ilâhî bilgiler, "emîn harem"dir (Ankebût, 29/67). İnsanlar, bunun etrâfında engellerle ve oyalayıcı şeylerle dolaşıp durur.

Bu ilmin sahrâları her an hatâ yapma ihtimâlleri ve ayakların kayması ile, denizleri helâk ediciler ile doludur. Bunun yolu ince kıldan daha ince ve keskin kılıcın yüzünden daha keskindir. Bu yolda sefer edenin, maksâdına ulaşabilmesi için zorlukların îcâbı olarak kavuşmaya nâil olamaması da muhtemeldir.

İşte bu zorlukları düşünerek tahkîkleri açık, yakînliği ve tetkîkleri zâhir bir kitâp yazıp, bu yola sâlik olanlara, refîk-i a'lâya ulaşmak için refîkin refîki ve bu

Page 13: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Giriş-Terzi Baba Şerhi

12

talep edilen şeylere tâlib olanlara şefîkin şefîki olmasını düşünmüş idim ve de-miştim ki; sâlik bunun ucu bucağı olmayan sahrâlarında ve karanlık olan menzil-lerinde, o kitâptaki ilâhî bilgilerin ışığıyla aydınlanarak, zorlukları kolaylaştırsın.

Oysa öyle bir zamandayız ki, hakîkate cezbelenme güneşleri, mürîdlerin kalbleri semâsından kaybolmuş ve sâliklerin semâvât tasavvurlarından ayın keşfi gözden kaybolmuş; sâliklerin himmetleri zaafa uğrayarak, azîmet yıldızları bat-mıştır. Onun için bu denizde yüzenlerin selâmete nâil olanları çok az olduğu gibi, sonsuz sahrâlarının helâk edicilerinden kurtuluş bulanlar da nâdirdir.

(Üç Beytin Tercümesi):

"Bu yüce maksaddaki menzil o kadar yücedir ki, bunun yolu dehşetler ve haller ile örtülüp; o yolda siyâh mızraklar dikilmiş, yeşil süngüler ve kesici kılıç-lar dizilmiştir. Ve o yolun, ba'zı yerlerinde kapıp götüren şimşek alevlendiği gi-bi, şiddetle esen i'tirâz kasırgaları kopmaktadır.”

Oysa ben yazdığım bu kitabı, doğru keşif üzerine te'sîs ettiğim gibi, içindeki mes’elelerini de doğru haber ile te'yîd etmiştim. O kitâbın ismini "El-İnsânü'l-Kâmil fî Ma'rifeti'l-Evâhiri ve'l-Evâil" olarak isimlendirdim.

O kitâptaki tebliğleri tamamlamaya ve gerekli düzeltmeleri yapmaya başla-dığım zaman, hâtırıma bu mes'elenin tehlikeli bir iş olduğu ve tahkîkî meselelerin önemi ve benim bu konudaki bilgimin azlığı geldi. Bu hâtıra sebebiyle o yazdı-ğım kitâbı parçalayarak, perîşân bir halde ve âdetâ yok denecek bir derecede, bir tarafa attım.

O güneş battı, güzel yüzüne perde çekildi. Bu şekilde kitâb son derecede unu-tulmuş bir hâle gelerek, eser yazıldıktan sonra, haber örtülmüş oldu.

Böyle bir acâip iş meydana getirdiğim için “Hel etâ alel insâni hînun mined dehri lem yekun şey’en mezkûrâ” ya’nî "İnsanın üzerine dehirden ya’nî za-mandan âdetâ zikredilemeyecek zamân gelmiş ve geçmiştir" ma'nâsına olan (İnsân, 76/1) âyetini okudum.

Hâl lisânı, sözün latîfliği ile "Cahûn" denilen Mekke tepesiyle Safâ denilen mahalle kadar gûyâ hiç ünsiyet edecek kimse olmadığı gibi, Mekke-i Mükerreme'de de hiç bir müsâmere vukû bulmamıştır" ma'nâsına olan

Sanki yoktur “Cahûn” ile “Safâ” arası

Ne Mekke’de yoldaşı ne seyir sefâsı

Arapça beytini söyledim.

Page 14: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Giriş-Terzi Baba Şerhi

13

İşte bu şekilde kitâb ortada kalkmış ve eseri gayr-i mevcûd olduktan sonra, ilâhî ilhâm ile Hak bana kitâbın meydana çıkmasını ve beyânâtların açık ve gizli arasında olmasını emrettiği gibi, bu kitâptan genel bir fayda sağlanacağını da vaad etti.

Kendisine itaât olunanın emrine uyarak, kitâbın tekrâr yazılıp düzenlenmesi-ne başlayarak, îzâhlarda Hakk'a tevekkül edici oldum.

Ey tâlib, dikkatle dinle! Alîm ismi kâsesiyle eski küpten, îmân ve teslîm ehli-nin kābiliyetlerine öyle bir ilâhî şarâb döküyorum ki, kerîm olan Hayy’dan oldu-ğu için, mevcûd olanı ve yok olanı sarhoş etmeye kâfîdir.

* * *

(Bu bâbtaki kasîdenin tercümesi)

"İlâhî aşk öyle bir şarâbdır ki, sana gecenin en karanlık zamânında güneşi gösterir. Sabâhın ışıklarıyla, yıldızlar kaybolduğu zaman, en kiiçük olan Sühâ yıldızını gösterir.

Bu şarâbın vasıflarındaki ve mâhiyetindeki meziyyetleri, ifâdeden çok daha ötedir. Faydalı, kapsamlı öyle bir şarâbdır ki, insanın ömrünü kemiren zaman, bununla safâ kazanır.

Bu şarâb berrâk kabarcıklarından kâselere doldurup da döndürülse, zaman onunla beraber nağmeler söyleyerek devrân eder. Bu şarâbın verdiği kalbe âit ziynetler ile ziynetlenen bir çok kadeh dostları, en büyük iş olan Allâh’ın mül-künün anahtarlarını elde etmişlerdir.

Nice fakîr kimseler vardır ki, bunun izzet kuşağına sâhip olmakla, vücûdda ve yoklukta servet sâhibi olarak meydana gelmişlerdir. Nice câhiller vardır ki, bu şarâbın safâ esintisini koklamakla, ilim ve hakîkate nâil olarak Îblîs’in ile Âdem’in mâhiyyetinden haber vermeye başlamışlardır.

Nice ismi işitilmemiş kimseler vardır ki, bu şarâbın vasıflarını işitmekle, iz-zet ve ikrâm arşı üzerinde, şöhrete nâil olarak yükselmişlerdir. Bu şarâbın ka-dehlerinin sırçalarının ışığında oluşan göz, bir kimseye bakarsa, o kimsenin öm-rü boyunca gaflet sürmesini gözüne çekmeyeceği muhakkaktır.

Bu şarâb, salt nûr olan güneştir. Güneş değil, karanlık gecedir. Bu şarâb, çok büyük bir hayrettir ki, insana teennî ve ileriyi görme yüce usûlünü öğretir. Bu şarâb, ışığıyla her dehşetliyi altında bırakmıştır.

Page 15: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Giriş-Terzi Baba Şerhi

14

Bu şarâb, sır olarak saklanması mümkün olmayan bir tâm dolunaydır, nûrun aynıdır. Güneşin aynı değil, güneş ayn’ıdır. Işığın aynı değil, yüz değil-dir. Salt güzelliktir, salt güzellik değil, öperken dudakları parlatıcı olan yüzdür.

Kokudur, ıtır değil; ıtırdır, koku değil; şarâptır kadehi yok. Şarâb değil, ka-dehin ayn’ıdır. Ey kadeh dostlarım, bu kadîm küpün şarâbından içiniz, celîlü'l-kadr ve azîmü'ş-şân olan emelleri elde edersiniz.

Yemîn ile ricâ ediyorum, bunun kadrinin yüceliğini ihmâl etmeyin! Bunu yi-tirenin nasîbi, pişmanlıktan başka bir şey değildir.

Bu şarâbı içmek devletine nâil olan dostlarıma o şarâb mübârek olsun ve bu tür dostlarıma, selâmeti îcâb ettiren selâmımı gönderirim."

Page 16: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi Baba Şerhi

15

حيم حمن الر� بسم الر�BİSMİLLAHİR RAHMÂNİR RAHİYM

Mukaddime

Hamd ü senâ Cenâb-ı Hakk'a mahsûs, salât ve selâm, kendisinden sonra peygamber olmayan Peygamber'e yöneliktir. Bu kitâbın yazılmasından hedefle-nen maksad, Cenâb-ı Hak Teâlâ olduğu için, sırf Cenâb-ı Hak hakkında söz söy-leyeceğimiz zarûrîdir.

“Namaz” isimli kitabımızda belirttiğimiz üzere “hamd”ın bir çok mertebeleri vardır, bura-

da onların îzâh edilmesi uzun süreceğinden oradan okunarak bilgi alınabilir. Ancak kısaca genel anlamda hamd iki yönlüdür. Biri “hamd Allah’a edilir” şeklinde olan ve avâmın yaptığı hamd ve diğeri “ancak Allah hamd eder” şeklinde ifâde edilen Allah’a mahsûs hamddır. Kul mertebesinden bakıldığında hamd teşekkür hükmündedir ve kul Rabb’ına lafzî olarak hamd eder, ma’nâ yönüyle hakîki hamdı etmekten âcizdir ve kul kendisini hamd etmekten tenzîh eder. Kulun hakkıyla hamd edebilmesi için hamd edilen şeyin hakîkatini mutlak şekilde ve en iyi biçimde bilmesi lâzımdır, oysa beşeriyetimiz yoluyla Allâh’ın varlığını hakkıyla bilmemiz mümkün değildir.

Resûlullah Efendimiz (s.a.v)’den sonra peygamber gelmeyecektir çünkü Efendimiz (s.a.v) bütün hakîkatleri ortaya koyup ve gizli bir şey kalmadığından dolayı gelmesine gerek yoktur; ibârede gelmeyecek denilmesinin ma’nâsı budur. Efendimiz (s.a.v) ile berâber çem-ber tamamlanmıştır ve ikinci bir çember yoktur ki onu tamamlamak için peygamber gelsin. Hz. Âdem (a.s)dan başlayan bu seyir Resûlullah (s.a.v) Efendimiz ile sona ermiştir. Mi’râc, regâib, mevlûd, kadir gecesi, ramazan bayramı, kurban bayramı hepsi Efendimiz (s.a.v)’dedir.

Ve bunların hepsi bir kişinin Hakk’a seyir yolunda yaşaması gerekenlerdir, bunlar yaşan-dığı zaman ancak gerçek Muhammedî olunmaktadır. Bunların hakîkatleri yaşantıya geçirilip yaşanmadığı sürece sâdece sûrette kalınmış olunur.

Bu işin şu kısmı da vardır ki onu da atlamayalım; Resûlullah Efendimiz (s.a.v) dünyâdan ayrıldı ve peygamberlik hakîkati de bitmiş değildir. Efendimiz (s.a.v) gidişi ile peygamberlik hakîkati kesilmiş olsaydı eğer dünyânın da yok olması lâzım gelirdi, çünkü bu durumda dünyânın varlığına gerek kalmazdı. Efendimiz (s.a.v)’in hakîkati olan hakîkat-i Muhammediyye devâm etmektedir, bu nedenle de başka peygambere ve başka mertebeye gerek yoktur. Nebîlik kalkmıştır ancak resûllük ya’nî irsâl etme devâm etmektedir ki buna velâyet denilmektedir. Peygamberler önce velî sonra nebî olmaktadırlar çünkü nebîlik velîliğin dışarıya dönük tezâhürüdür. Velîlik Cenâb-ı Hakk’a yakın olma, nebîlik ise bu yakın-lığın haberini dışarıya çıkarmaktır. Resûllük ise bizâtihi bu haberleri ulaşması gereken yerlere ulaştırmaktır.

Page 17: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi Baba Şerhi

16

Kişilerin nebîlikten gelen bu haberlere yönelmeleri fiilî terbiyedir. Bu terbiye ile bir üst mertebeye geçilmekte ve burada resûllüğün işlevi başlamaktadır. Fiilî terbiyenin olduğu mer-tebe şerîat mertebesidir ve bütün müslüman olanlara dönüktür, ilerledikçe kişiler buradan tarîkat mertebesine oradan hakîkat mertebesine oradan ma’rifet mertebesine doğru çıkmak-tadırlar.

Bu eserden beklenen Cenâb-ı Hakk’ın fiilleri, isimleri, sıfatları değil zâtıdır. Tâbi’ki bu ma’rifetullah içerisinde fiilleri de, isimleri de, sıfatları da olacaktır ancak bunlar Allah’a ma’rifet dolayısıyla olacaktır. Bu eserde bu şekilde anlatılan bütün dereceler yerli yerinde konulmaktadır.

Bir binâ yapılması için üst üste yığılan gereçleri nasıl ki usta bir kişi ayırıp gerekli yerleri-ne monte edip binânın istenilen şekilde oluşmasını sağlıyorsa, irfân ehli de aynı şekilde bu ilâhî bilgileri temelinden başlayarak gerekli yerlerine monte ederek ma’rifetullah bilgisi binâsını ortaya çıkarmaktadır.

Evvelâ Cenâb-ı Hakk'ın isimlerinden bahsedeceğiz. Çünkü Cenâb-ı Hakk'a

delîl olan, isimlerdir. İlâhî isimlerden sonra, ilâhî sıfatlardan bahsedeceğiz. İlâhî sıfatlarda Zât'ın kemâli çeşitlenmiştir ve Hakk'ın aynalarından ilk zâhir olan ilâhî sıfatlardır. Sıfatlardan sonra zuhûrdâ ancak Zât vardır. Şu îzâha göre sıfât merte-besi, ilâhî isimler mertebesinden a'lâdır.

Delîl şeksiz şüphesiz Allah’ın hakîkatine ulaştıran Hâdî isminin zuhûrudur. Bu yolda ise

ilk delîl hakîkat-i Muhammediyye’nin Âdem ismini alan ilk mertebesidir.

Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinin bilinerek, tanınması ve bunların mertebelerinin bilinmesi bu yolda çok büyük kolaylıklardandır. Kur’ân-ı Kerîm’de geçen “ulû’l-elbâb” ya’nî “kapı sâhipleri” ifâdesiyle de bu isimlerin sâhiplerine işâret edilmiştir.

Cenâb-ı Hakk’ın ef’âlî, esmâî, sıfâtî ve zâtî isimleri vardır ya’ni her mertebenin ayrı isim-leri vardır. Örneğin “Allah” bir isimdir ancak mertebesi zâttır. Hayat, İlim, Kelâm vb. gibi olan isimler ise sıfatlara âit isimlerdir. Rezzâk gibi isimler de esmâ mertebesinde olan isimlerdir. İşte bu isimlerin mertebeleri bilindiğinde Cenâb-ı Hakk’ın tanınması daha kolay olmaktadır.

Bu isimler bu şekilde mertebeleri ile anlaşıldıktan sonra ancak Cenâb-ı Hakk’ı hem tenzîh hem de teşbîh mertebesi i’tibârıyla bilmek mümkündür. Bu şekildede tenzîh ile teşbîhi birleştirerek tevhîd olmaktadır yoksa tevhîd etmek sâdece “lâ ilâhe illallah” lafzını söyleye-rek yapılan tevhîd kadar basit bir iş değildir. Bu isimlerin ifâde ettiği ma’nâların hakîkatlerini kişi kendi bünyesinde yaşamalıdır ki bunları tahakkuk ettirebilsin ve gerçek yaşama san’atı da budur.

İlâhî sıfatlardan sonra, ilâhî Zât’tan bahsedeceğiz. Ancak îzâhlarımız

ibârelerin imkân verebildiği ölçüde olacağı gibi, îzâhlarda, sûfiyye indinde kulla-nılmakta olan îzâh şekline inmek zarûrî görülmüştür.

Page 18: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi Baba Şerhi

17

Şu kadar var ki, kitâbı okuyanların, maksadı kolay anlamaları için sözdeki önemli noktayı, söz arasında süslenmiş bir şekilde söyleyeceğiz.

Bu hakîkatleri anlatmaya bizim kelimelerimizin tahammülü yoktur. Bu nedenle bu

hakîkatler hafîfletilerek anlatılmaktır. Şerîat ağırlıklı yaşantıya dönük olan kişilere bu hakîkatleri eski devirlerde çok az dahi olsa açanların canlarına kastetmişlerdir.

Bu kitapta bu hakîkatleri anlatmak için kullanılabilecek kelimeler en mükemmel şekilde kullanılmıştır ve ma’nâ denizine dalındığında oradaki hakîkatleri kelimeler ne kadar anlatabi-liyorsa o kadar anlatmaktadır. Bu husûs büyük bir ağırlığı çekmek için kalın bir cisime ihtiyaç duyulması gibidir, ince bir iplik ile ağır bir yükü çekmek mümkün değildir, ip kopar.

Bizlerin de bu sûfîyye kelâmlarının özlerini bilmemiz gereklidir ki bu kitapta anlatılmak istenilenleri anlayabilelim. Zâhir ehlinin kullandığı kelimeler ile bu kitapta anlatılmak istenen-leri anlamaya çalışırsak eğer hiçbir şey anlayamayız.

Bu kitâpta öyle sırlara dikkât çekeceğim ki, hakîkat ilmini koyan o sırları hiç bir kitâba koymamıştır. Tabiî bu sırlar, Hakk'a ârif olmaya ve mülk ve melekût âlemine ârif olmaya bağlıdır. Mevcûd olan üstü kapalı ifâdeleri îzâh etmek, kas-tedilen remizleri keşfetmek mesleğimiz ise de, gerek düz yazılarımızda, gerek şiirde saklamak ile açmak arası bir beyân yolunu tutacağız.

Bu hakîkatler herkesin hemen anlayabileceği şekilde bu kitaba yazılmış olsa bir çok kişi

bunlara i’tirâz eder ve birçok kişinin de bu yolda ayağı kayardı.

Mülk âlemi Melîk ismi ile içinde bulunduğumuz bu madde âlemidir. Melekût âlemi de rûhlar âlemi denilen bâtın âlemdir.

Saklamak ile açmak arası demek tenzîh etmek ile teşbîh etmek arası bir anlatım demek-tir. Bu şekilde anlatımlar da Hakk’ın tercümanlığını yapmaktır.

Bundan dolayı kitâbımızı okuyanların son derecede önem vererek derin dü-şünmeleri ve tefekkür etmeleri şarttır. Çünkü ba'zen öyle ma’nâlar vardır ki, işâret ile veyâ üstü kapalı bir şekilde söylenmedikçe anlaşılmaz. Bu gibi ma’nâlarda açık olarak maksad beyân edilse, insânî anlayış maksâdın tersine doğru kayacağından, istenenin gerçekleşmesi imkânsız olur. Bu tür beyân yolu, çok sık yapılan ince bir iştir. Meselâ "Onu gemiye yüklettik" ma'nâsına olan “Ve hamelnâhu alâ zâti elvâhın ve dusur” ya’nî “Ve onu levhâlar ve çiviler ile ya-pılmışa yükledik”(Kamer, 54/13) âyetinde bu incelik vardır. Ve "Onu bir gemiye yükledik" demeyip de “zâti elvâhın ve dusur” ya’nî “levhâlar ve çiviler ile ya-

Page 19: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi Baba Şerhi

18

pılmışa” denilmiştir. Bu âyette “Ve onu levhâlar ve çiviler ile yapılmış gemiye yükledik”denilmiş olsa, levhâlardan yapılmayan başka gemi varmış gibi bir dü-şünce meydana gelir.

Bu yola giren kişilerin yol almaya başlamadan önce kendilerini yoklamaları ve bu yoldaki

hakîkatlere ulaşmak için kendilerinde yıkmaları gereken şartlanmaları kontrol etmeleri lâzım-dır. Kişilerin bünyesine yerleşmiş olan eski hayâtına âit şartlanmalar binâsı yıkılmadan bu yoldaki hakîkatler binâsını yapmak mümkün değildir.

Bu yeni yapılan binâ ise ilim binâsıdır. Kişi eski hayâtına âit hayâli bilgilerden arınmaya başladıkça hakîkatlere ulaşma yolunda hakkıyla yapılacak derin düşünme ve tefekkür taşla-rıyla bu ilim binâsını oluşturmaya başlar. Bu şekilde yapılan derin düşünme ve tefekkür taş-ları kişide başka düşüncelerin etkisi altında kalmadan sâf şekilde bu binâyı oluşturur.

Her insan bir şekilde herhangi bir konu hakkında fikir yürütebilmektedir ve birinin fikri diğeri tutmayabilir çünkü önyargılı düşünceler ve bireysel cüz’i akıl ile mes’eleye bakılmıştır. Hakîkat yolundaki sâlim düşünceye ulaşmak için ise küllî akıldan uzanan bir ip gereklidir. Küllî akla yönelen salt düşüncenin oradan aldığı ilhâm ve bilgilerle ancak dengeli ve düzgün bir sonuç elde edilmektedir.

Kişilerin yaşadıkları hayat süreci içerisinde kendilerinde bir takım oluşumlar meydana gelmiştir ve bünyesinde sâbitlenmiştir. İlâhî hakîkatler bu durumdaki bir kişiye sert bir şekil-de aktarılırsa eğer orada büyük depremlere yol açar ve bu da âni yıkıma sebep olur ki iste-nen bu değildir; bu kişilerdeki yıkımın yavaş yavaş yapılması lâzımdır ki ağır tahrîbatlar oluşmasın.

Kişilerin ayağının kayması demek, henüz kendisinde tam olarak yerleşmemiş ilâhî hakîkatler karşısında şüpheye ve vesveseye düşmesidir. Bu durumda bu kişi eski bulunduğu hâlini de kaybeder ve daha aşağılara düşer. Bu halden sonra ise kişinin Allâh’ı bulması im-kânsız olur.

Bizler herbirerlerimiz vücût olarak bir Nûh’un gemisi hükmündeyiz. Levhâlardan kasıt vücûdumuzdaki deridir. Çiviler ise kemiklerimizdir. Ve buna yüklenmiş olan Nûh (a.s)’ın hakîkatidir.

Ben, bu kitâbımı okuyanlardan şunu istirhâm ve ricâ ederim ki, benim bu kitâbımda belirttiğim ne kadar bahisler var ise, o bahisler Kur'ân-ı Kerîm ve hâdîs-i şerîfler ile te’yid edilmiştir. Şâyet kitâbımı okuyanın anlayışına göre Kur'ân'a veyâhud hâdîslere aykırı bir şey ortaya çıkarsa, okuyan bilsin ki, anladı-ğı ma'nâ, kendi anlaması yönündendir; yoksa benim îzâh için kastettiğim murâdım yönünden değildir. Bu gibi husûslarda, okuyan zâtın hakikatin anla-şılmasına kendisi için açılım hâsıl oluncaya kadar, yâhud Allâh’ın kitabından veyâ te’yid edilmiş hadîslerden delîlini buluncaya kadar, o ma'nâ ile amel etme-yerek, teslîmiyeti de elden bırakmamalıdır.

Page 20: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi Baba Şerhi

19

Bu gibi husûslarda inkârı terk edip teslîm olmanın faydası, hakîkati bilmeye ulaşmaktan mahrûm olmamak içindir. Bu bir kesin husûstur ki, bizim ilmimiz-den bir şey inkâr eden kimse, inkârı devâm ettikçe, ilmimize ulaşmaktan mahrûmdur. Ve bu konuda idrâk için başka bir yol yoktur. Hattâ, ilk anda inkâra sapmakta mutlak mahrûmluğa uğramasından bile korkulur. Onun için îmân ve teslîmden başka ma'rifet yolu yoktur.

Ve kitâbımızı okumaya rağbet eden kimse bilmelidir ki, Kur'ân ile, hâdîsler ile te’yîd edilmeyen her ilim dalâlettir; fakat onun te’yîdini ve delîlini okuyanın bulamaması noktasından değil. Bu ilimde öyle mühim bahis vardır ki, Allah’ın kitâbı ile hâdîsler ile te’yîdlidir; fakat senin isti'dâd kudretin onu anlamaktan, se-ni engellemiştir. Onu kendi himmetinle idrâk etmeye gücün yetmez. Bu nedenle, Allâh’ın kitâbı ile yâhud hadîs ile o bahis te’yîd edilmemiştir zannedersin. Bunun için yukarıda belirttiğimiz şekilde selâmet yolu, teslîmiyet ve inkâr yoluna sap-mamaktır. İlâhî lütuf sana yardımcı oluncaya kadar sabredersin.

Kişilerin bu kitâpta okudukları ve âyet-i kerîme veyâ hadîs-i şerîflere ters olduğunu zan-

nettikleri husûslar okuyanların kendi zanlarından kaynaklanmaktadır çünkü eserin sâhibinin o ters olduğunu zannettiği ibâre ile gerçekte ne anlatmak istediğini anlamamıştır.

Bu konularda Cenâb-ı Hakk okuyan kişilerin kendilerine has bir şekilde o konuyla ilgili bir kapı açılmadıkça da anlaşılmasına imkân yoktur, bu nedenle bu kitâbı okuyanların belirtilen husûslar hakkında inkârda bulunmayıp Cenâb-ı Hakk kendilerine bir kapı açana kadar diret-meleri ve araştırma yapmaları lâzımdır. Kim ki birşeyi inkâr ederse onun hakîkatini anlamak-tan yana mahrûm kalır, ancak inkâr etmeyerek araştırmaya devâm ederse alıcı olduğunu göstermiş olmakla o kapı ona açık kalmaktadır.

Kişide kābiliyet olmasına rağmen eğer faaliyete geçirmez ise bu da o ilmi anlamasına engel olur. Vahdet ilmini kişinin kendi kudretiyle anlamaya gücü yetmez çünkü küllî akıldan bir işâret gelmesi ve kişiyi yukarıya çekmesi gereklidir. Bu yolda olan ba’zı kişiler biraz birşeyler öğrendikten sonra artık ben geri kalan yolu kendi aklımla giderim diyerek yolda kalmaktadırlar. Çünkü kendi akıllarıyla ulaştıkları sonuçlar işin hakîkatine aykırı sonuçlara ulaştırır ve hakîkatte olması gerekeni inkâr edenler, kabûllenemezler.

Kişilerin bulundukları yeryüzünün aşağıda oluşu i’tibârıyla çok çok yükseklerde olan bu hakîkatleri ancak hayâlî bir şekilde oraya çıktık zannıyla anladıklarını zannetmeleri inkârları-na yol açar.

Şurası da sâbit bir hakîkattir ki, senin kalbine gelen ilim, üç yönden dışarı de-ğildir.

İlk yön: İlâhî söyleşmedendir. Rabbânî hâtıra, yâhud melekî hâtırdan kalbine gelen, o söyleşme türündendir. Bu söyleşme o şekilde olur ki, ne reddine, ne de

Page 21: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi Baba Şerhi

20

inkârına imkân olamaz. Çünkü, Hak Teâlâ hazretlerinin kullarına söyleşmeleri ve ihbârları bilhassa makbûl olup, mahlûk için onu def' etmeye imkân yoktur. Hak Teâlânın kullarına söyleşmesinin alâmeti, işitenin kalbî söyleşmesinin zarûrî ola-rak Allâh’ın kelâmı olduğunu bilmesi ve onu işitmesinin, bütün vücûduyla ol-ması ve bir yönle kayıtlanamamasıdır. Hattâ bir yönden işitse, dîğer yönlerden alâkayı kesmekle onu bir yöne tahsîsine de imkân olmaz. Görmezmisin ki, Mûsâ (a.s.), ilâhî hitâbı ağaçtan işitti, fakat bu işitmesini, yönle kayıtlamadı; oysa ağaç yöndür. Melekî hâtır zarûrî kabûlde, rabbânî hâtıra yakındır; fakat o kuvvette değildir. Şu kadar var ki, zarûretle kabûlde rabbânî hâtır gibi mu'teberdir.

Söyleşme yoluyla Cenâb-ı Hak'dan gelen sırların önemi yalnız söyleşmeye mahsûs olmayıp, tecellîleri de böyledir. Ne zaman kuluna Hakk'ın nurlarından bir şey tecellî ederse, kulu ilk anda onun Hakk’ın nûru olduğunu zarûrî bir şekil-de bilir. Bu tecellînin sıfâtî, yâhud zâtî, yâhud ilmî, yâhud aynî olmasında fark yoktur. Ne vakit senin üzerine böyle bir tecellî olur da, ilk anda onun Hakk’ın nûru, yâhud Hakk’ın sıfâtı, yâhud Hakk’ın zâtı olduğunu bilirsen, tecellî oldu-ğunda şüphe etme. Bu mes'eleyi anlamak için iyi düşün! Bu bir denizdir ki, sâhili yoktur.

İlâhî ilhâma gelince: Sâlik, hakîkat yolunun başında ise, ilhâm ile amel etmesi için o ilhâmı Allâh’ın kitâbına yâhud nebevî hâdîslere arz etmesi lâzımdır. Eğer bu ikisinden şâhidini bulursa, şüphesiz ilhâmdır; şâhidini bulamazsa inkâr etme-den o ilhâm ile amelden durması lâzımdır. Bu durmanın sebebi, yukarıda geç-miştir. Durmanın faydası, ba'zen şeytan, yolun başında olan sâlike ilhâm şeklinde göstererek ba'zı şeyler nakleder. Yolun başında olan sâlikin ilhâmının bu türden olması muhtemel olduğu için, durması ve Hz. Allah'a teveccüh ve usûle sarılması lâzımdır. O hâtırın ma'nâsına, o ilhâmın hakikatine dâir ilâhî açılım oluncaya ka-dar sabır lâzımdır.

Bu gelen ses dediğimiz şey o bilginin hakîkatinin gelmesidir. Tek yönden gelen bu gibi

gelişler mutlaka cinnîdir veyâ insandandır. İlâhî ses ise zamansız ve mekânsız olarak duyulur ve o zaman kolayca rahmânî olduğu anlaşılır. Tâbi’ bu sesin duyulması da kişideki ilâhî alıcı-lığın olmasına bağlıdır.

Kişiye diyelim bir ilhâm geldi eğer bu ilhâm âyet-i kerîmeye veyâ hadîs-i şerîfe dayanı-yorsa eğer hakîki ilhâmdır ve onunla amel edilir.

İkinci yön: İnsana gelen ilim, Ehl-i sünnet ve'l-cemâat'e nispet olunan bir zâtın dilinden kalbine ulaşır. Bu şekilde o ilmin şâhidini veyâ geçerli dayanağını

Page 22: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi Baba Şerhi

21

bulursan, o ilim makbûl ve mu'teberdir, onunla amel edersin. Bulamazsan, akıl nûrunun, îmân nûruna üstün gelmesiyle zayıf îmâna düşenlerden olmayarak, o ilme tâbi' olmazsın. Bu tür ilimde doğru yol, duraksama ve teslîm arasında hare-keti gerektiren ilhâm mes'elesinde olduğu gibidir.

Üçüncü Yön: Kalbine ulaşan ilim, Hak mezhebinden ayrılarak, sonradan bir

takım âdetler çıkaranlara katılan bir şahsın dilinden gelirse, bu tür ilim redde-dilmiştir. Bununla birlikte, akıllı kişi bu tür ilmi de mutlaka inkâr etmeyip, her yönle Allâh’ın kitâbına ve hâdîslere uygun olanı kabûl eder ve Allâh’ın kitâbının ve hâdîslerin reddettiğini reddeder. Bu böyle olmakla berâber kıble ehli mes’elelerinde bu tür ilim pek nâdir gerçekleşmiştir. Bu türden olan ilmi, Allâh’ın kitâbı ve hadîs-i şerîfler hangi yönden kabûl ve hangi yönden reddetmiş ise, akıllı kimse o şekilde hareket eder.

Burada îzâhı gerektiren bir mesele daha olup, o da Allâh’ın kitâbında ve hâdîs-i şerîflerde ulaşan birbirine karşı gibi görünen mes’elelerdir. Örnekleri:

"Sen sevdiğini hidâyet edemezsin; fakat Cenâb-ı Hak istediğini hidâyet eder" ma'nâsına olan “İnneke lâ tehdî men ahbebte ve lâkinnallâhe yehdî men yeşâ’” (Kasas, 28/56) âyeti ile; "Sen, elbette sırât-ı müstakime hidâyet edersin" ma'nâsında olan “ve inneke le tehdî ilâ sırâtın mustekîm” (Şûrâ, 42/52) âyeti.

Eğer kişinin sâbit ayn’ında Hâdî isminin tecellisi zayıf ise onu Hâdî isminin zuhûru olarak

görmek mümkün değildir ki “Sen sevdiğini hidâyet edemezsin” ifâdesinin anlatımıdır.

Bu konunun diğer bir yönü ise her esmânın kendi hidâyeti ya’nî kendi doğrusu üzere ol-masıdır ki bu durumda âyet-i kerîmenin ma’nâsı “Sen herkesi Hâdî isminin istikâmeti doğrul-tusunda yürütemezsin” demek olur. Ve Allah’ın dilediği esmâsından zuhûra getirdikleri zâten kendi hidâyetleri üzeredir.

Aynı şekilde "Allah'ın ilk olarak hálk ettiği akıldır; Allah'ın ilk olarak hálk ettiği kalemdir; Allah'ın ilk olarak hálk ettiği, yâ Câbir Peygamber'inin nûrudur" hadîsleri gibi.

Bunlar, birdiğerlerine karşı gibi gelmiştir. Bu gibi birbirine karşı gibi gözüken mes’elelerde en güzel yön, en mükemmel yön ne ise, oraya yüklemekle te'vîl ede-riz.

Page 23: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi Baba Şerhi

22

"Peygamberimiz için olmayıp da, Allah için olan hidâyet, Allâh'ın zâtına hidâyettir. Peygamberimiz için olan hidâyet, Hakk'a ulaştıcı olan yola hidâyettir" deriz.

Geçen üç hadîste de deriz ki: Bunlardan murâd, bir şeydir; aradaki çoğalma, nispet i'tibârındandır. Baksana "Esved, Burak, Lâmi', Refref" çeşitli kelimeler ol-duğu halde, hepsi "binek"ten ibârettir. Nispetin ihtilâfı, kullanılan kelimelerde ihtilâfı îcâb etmiştir.

Mukaddime burada son bulmuştur.

Bu önbilgide maksadım:

Ey kitabımı okuyan zât! Seni bir yöne bakışını dikerek diğer yönlerden perde-lenenlerin düştüğü çukurdan çıkarmak ve bu kitapta benim lisânım üzerine, Cenâb-ı Hakk'ın icrâ ettiği sözleri, güzel bir şekilde idrâk ederek doğru yolu bu-lup, olgun bir hâle erişmekliğini kolaylaştırmak içindir.

Ve minellahi't-tevfîk.

Page 24: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî İşâret-Terzi Baba Şerhi

23

حيم حمن الر� بسم الر�BİSMİLLAHİR RAHMÂNİR RAHİYM

İşaret

Bir zaman doğu tarafı gariplerinden bir garîb ile Cenâb-ı Hak bana mülâkât nasîb etti. O zât, samedâniyyet yaşmağıyla ağzını kapamış, ahadiyyet gömleğine bürünmüş, celâl örtüsünü giyinmiş, cemâl güzelliği tâcıyla taclanmış bir zât idi. Kemâl lisânı ile selâm verdi; selâmına güzel selâmlar ile karşılık verdim. Selâm-dan sonra kemâle ermiş dolunay olan yüzündeki perdeyi açtı. Onu mükemmel yüce bir numûne gördüm; bu zât, zâhiri ve bâtıni hükümlere vâkıf; usûlde farz olan yolun îcâbına göre çizilmiş bir program; hakîkaten bu şekilde hareket etme-yen her husûsta zimmetindekilerden beraâte nâil olamaz. Onu kantarımla ölçmek ve onunla inci gerdanlıklarını dizmek istedim. Fakat ilk anda, kendisini kanta-rımla tarttırmak istemedi. "Sizi tartacak kantarı koymak için kefem, yeterli değil-dir, kırıktır" diyerek arayı düzelttim.

Karşılıklı konuşma sûretiyle kantarımın husûsi âleti tam ayarını bulup, kürsî sâhibi odada kendini gösterince, ben de iktidâr kürsîmi dikerek i'tibâr mîzânını ele aldım. Bu yoldaki kânûnların usûlünce hareket ederek, ilmî kudretim ile söze giriştim. Benim dâimâ mesleğim, kendimdeki ilmi gizleyerek hareket etmektir. Bahsettiğim zâtı tartarken dirhemler, miskâller gibi ağırlık ölçüleri bitti. Tetkîki en hassas ayar yapmakla muzaffer olarak tahkîk ölçüsünü ayarladım. Ellerimi kına ile boyadım, gözlerime hafîf gaflet sürmesini çektim; netîcede kilitleri kırıp, iki gözümü açınca, bana "o mahbûbe nerededir?" dedi. İftirâk lisânıyla cevâp verdim. Kaldırma ve isbât arasında olan aşağıdaki beyitleri söyledim:

Garîb bizlerin beşeri anlayış ile anladığı garîb değil, dünyâdan garîb olmuş olandır.

Zimmette olanlar benlik bağlantılarıdır.

Sohbetlerde zaman zaman kulak ve göz ayarı şeklinde ifâdeler kullanılır ki bir şeyin ölçü-sünün tam olabilmesi için onu tartan veyâ ölçen şeyin ayarının tam olması lâzımdır. Bizdeki bu ayar ise âleme bakış ölçümüzün ve kendimizin ayarıdır. Bu ayarın tam olması gereklidir ki âlemlere bakışımız ve değerlendirmemiz de tam olsun. Şerîat ölçüleri içerisinde hem kendi hakkımızı hem de karşımızdakinin hakkını korumamız gereklidir ki aksi haller harama girer. Kişi şerîat, tarîkat, hakîkat, ma’rifet mertebelerinden hangisinde ise onun gereklerini yerine getirerek hayâtını sürdürdüğü zaman ayarı tam olur ve tam ölçüsünü bulur. Aksi halde kürsî sâhibi oraya gelmez çünkü kendisini hakkıyla idrâk eden bir mahal bulamaz.

Page 25: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî İşâret-Terzi Baba Şerhi

24

Dengeli ayar bir anlamda bütün Rabb-i hasların idrak edilerek hepsinin hakkının verilme-si de demektir ki ondan sonra ancak Rabb’ül-Erbâb da’vet edilir.

Arş bütün âlemlerin en son noktası iken kürsî ise bu âlemlerin içerisindeki hâkimiyet ma’nâsınadır. Bu durumda ya’nî iktidâr kürsîsi dikildiğinde kişi kendisindeki iktidârı kurmuş olmaktadır. Daha evvelce bu iktidâr kişinin nefsinde iken sonrasında aklına ya’nî arşına ge-çirmiş olmaktadır.

Kişi kendi ayarlarını güzel bir şekilde yaptıktan sonra bulunduğumuz âlemdeki değerlerin hiçbir şey olmadığını anlar. Bu âlemdeki değerler bugün için geçerlidir ve geçicidirler. Bu an-laşıldığı anda bir şey ifâde etmemeye başlar.

Hafîf gaflet sürmesinin çekilmesi avâma karşı kişinin kendisinde bulunan ilâhî hakikatleri açmamasıdır, ancak bu haller ehline açılır çünkü bu durum o halleri daha da güzelleştirir.

Soran da o mahbûbe olunca soru şu ma’nâda olur; “Nerede buldun beni?”

Nerede? – Sen ile ben arasında ya’nî bir tarafı Sen bir tarafı ben. Bir elmanın yarısı diğer yarısından kendisini ayrı görür ve hitâp şöyle gelir; “Siz ikiniz bir şeysiniz ve o sizi bir şey yapan aradaki de benim.”

Hayâlde olan Allah kavramı kaldırıldığı anda kişinin kendi hakîkatinde olan isbât edilmek-tedir. Bizler kendi varlığımızı idrâk ederek “lâ” dediğimiz anda yine bir şeyler var işte “illaallah” ya’nî “ancak Allah” olmaktadır. İşte bu durum O’nun hakîkatidir.

Böyle olmaz ise kendimize âit rolleri kabûllenemez ve bu âlemin gereklerini yerine geti-remeyiz. Her mertebede değişik şekilde oyunlar olduğundan bu hallerin de bütün mertebele-re âit olduğu söylenemez.

(Nazmın Tercümesi)

"O mahbûbe vücûd ile teşhir edilir olduğu günden beri, benim indimde yok-lukla vasıflanmıştır. Hayâl onu uzaktan varlıkta bir kudret olmak üzere görür.

Oysa o, içinde defîneler saklayan ve senin için dikilmiş olan bir duvardan başka bir şey değildir. İşte o duvar benim! O mahbûbe, beni kazıp çıkarsınlar diye varlığım duvarında gizlenmiş defînedir.

Sen onu sûrette bir cisim saysan da, o arada ibret-i rûhu îcâb ettiricidir. Cenâb-ı Hak onun güzelliğini tamamladığı için, ilâhî cemâl ile yayılmıştır. O, senden başkasında kâim değildir. Onun sûretlerini görmek için sırrı iyi anla."

Sözümü işitip söylediklerimle ve hâlimle hallenince, dolunayını benim çev-remde döndürerek, aşağıdaki beyitleri söylemiş ise de, ifşâ etmedi:

Page 26: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî İşâret-Terzi Baba Şerhi

25

(Beyitlerin Tercümesi)

O bir güzeldir ki, sırlar örtüsü ile yüzü örtülür. Sallanan saçları kalbin belâ-sı, gözleri insanın belâya düşme sihridir.

Aşk şarâbını sarhoş olanla berâber tatmış ve sarhoş olmuştur. Sarhoşluğu sâyesinde örtülerinin gizlediği sırlar âşikâr olmuştur.

O mahbûbe, her tâm dolunayı hayâl ederek o dolunaylardan kendisine hil’atlar yapmış. O mahbûbenin en nâdir hil'atlere varıncaya kadar, hil'atleri tam olan dolunaylardandır.

Ellerinde ve bileklerindeki süslü kınaların nakışlarının rengini görerek omuzunun ziyneti olan saçları da, bu rengi kazanmıştır. İskender'e izzet tâcı giydiren ve Darâ'nın saltanat dâiresinde hüküm yürüten, odur.

O bir mahbûbedir ki, halkın hepsinin mülküne sâhiptir. Yeşille karışık be-yaz örtüleriyle ve kırmızı dudaklarıyla bu kudrete nâildir.

Güzellik nâmına ne varsa, onu kemâle ermiştir. Benî Âmir kabîlesinin Leylâ'da güzel zannettikleri, onun güzel cemâlinden bir parçadır. Bâtınının giz-lediği güzellik, izzetinin zâhiri; güzelliğinin bâtını, zâtının güzellikleridir."

Aşk ilk olarak kişinin kendi nefsâniyetinden kaynaklanan bir sevgi hükmündedir, bunun

aşılması gereklidir ki bu halde âşık olan ve âşık olunan diye ikilik vardır. İlâhî aşkta ise belirt-tiğimiz bu aşkın meydana getirdiği fiiliyat olmaz. İlâhî aşk ile olan fiil artık Allah’ın fiilidir. Allah’ın fiili de ne olduğu anlaşılmaz ve bilinmez.

Bunun parlak hitâbını, yüksek ifâdesini işitip anlayınca; Mevcûda ve mevcûd

olmayana ve ahdine vefâ edene ve ahde hıyânet edene; örtüleriyle örtünene ve örtülerinden soyunmuş olana; âfâkda cemâlini yayana ve cemâlini yaymayana; beyânın güzelliğiyle fikirleri ve akılları esîr edene; ve kalb sırlarıyla rûhları ve sırları kendine yaklaştırana; küllî ihâtasıyla aklı olana dehşet verene ve ilim nok-tasındaki kemâlâtı toplayana ve örttüklerini açıktan gösterene; ilmî ihâtası dâiresinde herkese üstün olana, ya'nî şu saydığım şeylere yemîn ederek, hakîkat perdelerinin kaldırılmasını ve ifâdeyi açık tarzda söylemesini ricâ ettim.

Yüce makâmında durmakla berâber, o makâmdan indi ve aşağıdaki beyitleri söyledi:

Page 27: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî İşâret-Terzi Baba Şerhi

26

(Beyitlerin Tercümesi)

"Mevcûd olan, yok olan, nefyedilmiş, bâkî hep benim. Algılanan, vehmedi-len ve zararlı yılan ve onu tedâvî eden benim. Çözülen, düğümlenen, içilen şarâb ve şarâbı veren yine benim. Servet defînesi, fakr u zarûret ben olduğum gibi, hilkat de, halk da, Hallâk da yine benim.

Benim kadehlerimden içmeye heves etme! Panzehrimin zehri ondadır. Benim hakîkatime doğru girmeye heves etme, o settimle kapatılmıştır. Benim zimâmımı muhafaza etmeye çalışma, bununla berâber mîsâkımı da talep etme; bana vücûd isbât etme!

Ey Bâkî, vücûdumu da kaldırma, kendini benden başka sanma. Aynımdaki görüş keskinliğiyle söylüyorum; kendini benim aynımda sanma! Şu kadar var ki, bu sözle kastettiğim ma'nâyı, şevklerim ve zevklerim gayb ve örtülü eylemiş-tir.

Beni gördüğün mertebede, sen de ol! O vakit doldurduğum kadehlerimden iç. Belimden kuşağımı çözme! Aynı zamanda kaftanımı da giyme.

De ki: "Ben buyum"; ve de ki: "Ben bu değilim." Vasıflarımı ve ahlâkımı de-rin düşün, soğukluk benimledir; Fakat kalbim harâretle yanmaktadır. Ceyhûn'a gark olduğum halde susuzluk içindeyim.

Sırtımda hiçbir şey olmadığı halde, yüküm beni yormuştur. Ağırlıklarımı hem azalt, hem çoğalt. Bana sâkî olan kalbimdeki ilâhî muhabbettir.

Benim hâlimi deve kuşu sana tamâmiyle tasvir eder. Kanatlarıyla kuş, boy-nu ile devedir. Oysa bu sözden maksadım ne devedir, ne kuştur; benim önde çıkmış bir remz ve işâretimdir.

Ne gözdür, ne gözdeki görmedir. Kirpiklerimin sırrından ileri gelen bir sır-dır. Ecel de değil, fânî de değil, bâkî de değildir."

Nâzil olmaktan ya’nî inmekten kasıt söylenilen sözlerin ma’nâsının anlaşılmasının hafifle-

tilmesi, kolaylaştırılması demektir. Yoksa yukarıdaki bir mekândan aşağıdaki bir mekâna in-mek değildir. Bu ma’nâlar beyin tarafından anlaşılmadığı zaman oradaki sinir hücrelerinde hiçbir faaliyet olmaz ve ma’nâ ne kadar yüksek olursa olsun oraya hiçbir şey veremez, ancak beyindeki sinir hücrelerini uyaracak şekilde nâzil olan, indirilen, kolaylaştırılan ma’nâlar bu-rada faaliyete sebep olmakta ve Cenâb-ı Hakk’ın ef’âlinin, esmâsının, sıfatlarının zuhûr etme-sini sağlamaktadırlar. Bu nedenle gerek zâhir olsun gerek bâtın olsun kullanılan kelimelerin hakîkatinin anlaşılması zorunludur. İçinde bulunduğumuz âlemdeki kelimeler zaman içerisin-de dönüşerek aslını kaybetmişler ve beşeriyetin anlayabileceği kelimeler olmuşlardır. Cenâb-ı

Page 28: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî İşâret-Terzi Baba Şerhi

27

Hakk’ın Hak’ça anlattığı bu kelimeleri bizler beşer kayıtlarına bürünerek beşerce anlamış ve bu şekilde şartlanmalar içerisinde kalmışız.

“Benim kadehlerimden içmeye heves etme!”; Cenâb-ı Hakk’ın zâtî zuhûrunu mey-dana getirdiği mahaller O’nun kadehleridir. Bu mahal de insân-ı kâmil mahallidir ve esâs ola-rak aşk ve muhabbet şarâbı orada vardır. Ve bu yola girmiş isen hemen içmeye heves etme ya’ni hemen onun halleriyle hallenmeye kalkma ya’ni sâdece lafzî olarak onun söylediklerini heryerde söyleme. Bu nedenle gözümüzün, kulağımızın, dilimizin ayarlarını tam yapmalıyız ki en doğru tartıyı yapmış olalım.

Panzehrin zehri kişiyi beşeriyetinden öldüren zehirdir ki ilâhî hakîkatler için panzehirdir.

Buradaki ifâdeler Cenâb-ı Hakk’ın bu ağızlardan söylemesidir. Nasıl ki Cenâb-ı Hak Mûsâ (a.s) a hitâp ederken ağacı kendisine mahal yaptı, işte burada da aynı şekil geçerlidir.

Ecel, fânî, bâkî sistemi bu şehâdet âlemine gelerek bu ilâhî hakîkatleri idrak edenler için oluşturulmuştur ve onlara zâhiren benzeyen diğerleri onların kopyaları olduğundan onlar için sâdece sûret olarak dünyâda görünme ve dünyâdan geçme vardır. Bunların hepsi dünyâlık işler peşinde koşarlar, sıkıntılar çekerler, zenginlikler yaşarlar ancak bunlar bu kişilerin kendi hayâllerinde yaşadıkları şeyler olduğundan dünyâda kalır, hiçbiri asıl değildir. Bu kadar çok-luk arasında kendindeki ilâhî hakîkatleri kim idrâk etmiş ise bütün bu âlemler onlar için mey-dana getirilmiştir ki Allâh’ın kadehleri, Hak muhabbeti varlıklarını sarmış olanlar, ilâhî aşkın taşıyıcıları, Arş’ın taşıyıcıları bunlardır. Bu taşıyıcılık maddî anlamda bir ağırlık yükü değil ma’nâ olarak taşıyıcılıktır çünkü bunların olmadığı bir âlemi anlamı yoktur. Efendimiz bu ko-nuda şöyle buyurmuştur: “Benim Allah ile öyle bir zamânım olur ki oraya ne bir nebi-i mürsel ne de melek-i mukarreb giremez.” Kişi kendisindeki hakkâni varlığı idrâk ettikten sonraya gayrıyı bilmez.

Yukarıda söz konusu olan bu sır, bir cevherdir ki, onun iki arazı vardır. Bir zâttır ki, onun iki vasfı vardır. O cevherin hüviyeti ilim ve kuvvetlerdir. Ya, alîm ve hakîmden ibâret olup süzgecinden sızarak üç katlı şekilde meydana gelmiştir. Ya'nî soyut olarak zuhûr eden zâtî ilim, sıfâtî ilim, fiillere âit ilimdir. Yâhud hâkimî ilimleriyle sızan kuvvetler olup, hüviyetinin üçte biri üstünde, basîti terkîpli kılmıştır. Hüviyetinin üçte biri zâttır.

“Huve” ya’nî hüviyyet kelimesinin başında bulunan “h” harfi Arap alfabesinde bulunan

üç “h” harfinden en yumuşağı ile yazılmakta ve söylemde nefes, solunum sisteminin en deri-ninden ya’nî özden gelerek ses çıkmaktadır. İşte âlem bazındada bu geliş en derinlerden ol-

maktadır. -è- “He” harfinde iki göz vardır ki, bu gözlerin biri Hakk’ın gözü biri de halkın gö-

züdür. Aslında ikisi de hakîkat-i ilâhiyyenin gözüdür ancak birini halkına bırakmıştır ya’nî biz-lerdeki gözlere bırakmıştır. Eğer göz şaşı görmez ise bizde bulunan iki göz tek görür, “huve” nin “h” sindeki idrak sâhibi olup tek gören iki göz gibi. Bu bakış irfan ehlinin bakışıdır. Beşer sarhoşluğundan kurtularak ancak bu sarhoşluğun verdiği tek vücûdu iki görme yanılgısından

Page 29: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî İşâret-Terzi Baba Şerhi

28

kurtulabiliriz. “H” harfinin ileriye doğru uzanan ucu ise diğer varlıklarla bağlantı içindir. “H”

harfinin yanına gelen “vâv” harfi (ëëëë) görüldüğü gibi iki gözü teke düşürmektedir.

Eğer ilim asıldır dersen, kuvvetler fer'dir. Kuvvetler arazdır dersen, ilim fer'-

dir. Bu ilim iki türlüdür. Biri sözlere âit olan ilim, biri amele âit olan ilimdir.

Sözlere âit olan ilim: Senin sûretinin bütünü üzerine oluşan ve derecendeki "benlik"ten pâk olan örnektir.

Amele âit olan ilim: Hakîmin ilmiyle faydalanmada hidâyete erme vesîlesi ve emîrin verdiği fermânın hükümlerinde tebliğ vâsıtası olan hikmettir.

Aynı şekilde, kuvvetler de iki kısımdır: Biri, ayrıntısal cümlelere âit kuvvet-ler; birisi de hayâlî cümlelere âit kuvvetlerdir.

İlkinin şartı güzel mizâcdan ve usûlün tam olarak tutulmasından ve fer’lerde nakledilenin sıhhati ile beraber akılda kemâlden hâsıl olan isti'dâddır.

İkincisinden ibâret olan hayâlî cümlelere âit kuvvetlerin şartı, cevherin maddî bir yer kaplama sâhibi ikilik arasında kuvvetli bir ayırt edicilik olmasından ileri gelen kābiliyettir.

Yukarıda "iki vasfı vardır" dediğimiz zâta gelince: O, sen ile benden ibârettir. İlâhımız, seninle benim için; benimle, senin içindir. Sen aklının kabûl ettiği yön-den değil, belki hüviyetin i'tibârı ile kulluksal vasıflardansın. Ben aklımın kabûl ettiği bakış açısından değil, belki hakîkatim i'tibârı ile rütbelere âit vasıflardanım. Bizzât kendisine işâret edilen odur. Ben, benliğime bakarak "ben"; aklının kabûl ettiği haysiyyet i'tibârı ile "O Allah" hükümlerindenim. Sen de hilkatin i'tibâriyle "o kul"sun.

Zâtına bak, istersen "ben" i'tibârı ile, istersen "sen" i'tibârı ile; orada bütünsel hakîkatten başka bir şey yoktur.Vahdehû lâ şerîke leh olan Allah'ı tesbîh ederim.

Burada anlatılan ilim vahdetten kesrete dönüldükten sonra anlaşılabilecek bir ilimdir.

Fenâ-fillah sonrası bakâ-billah ile bâkî olup bakâ-billah ile yaşamaya dönüş sonrasıdır. Her “sen” olan varlığa hakikatini vererek idrâk etmektir ancak bu yine “ben” kimliği içerisindeki “sen” ile olur yoksa ayrı bir kimlik ile değil. Bu âlemdeki diğer ilimler ise bu ilmin altındaki teferruattır. Hz.Ali (k.a.v) efendimizin buyurduğu gibi, “İlim bir nokta idi onu câhiller çoğalttı.”

Page 30: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî İşâret-Terzi Baba Şerhi

29

İ’tibârî olan “ben” ve “sen”ler olmasa eğer herkes birbirine karışırdı. Cenâb-ı Hakk emir vermeye ya’nî “sen” demeye başladığı zaman ”bendeki sen” diyerek ya’nî “benden ayrı bir varlık değilsin” demek istemektedir.

Esâs kulluk olan “abdûhu” Cenâb-ı Hakk’ın zâtî tecellisini meydana getirdiği mahaldir. Cenâb-ı Hakk’ın Mi’râc Gecesinde namazı emretmesi de buraya dayanmaktadır ki bu şekilde namaz lütfedilmektedir. Ya’nî Cenâb-ı Hakk bu şekilde zâtından zâtî tecellisini zuhûra getire-rek abdiyyet şerefi vermektedir. “Resûlüm” hitâbı “sen” hitâbı hükmündedir ki bu şekilde abdiyyet ortaya çıkmaktadır. Mi’rac Gecesinde bu “sen”liğin kemâli ortaya çıktığı için, çünkü daha önceki peygamberlerin döneminde bu ortaya çıkmamıştı henüz, en kemâlde olarak Îsâ (a.s) da fenâ-fillah mertebesi çıkmıştı ki burada da kulun beşeriyeti yönünden olan kulluğu fenâ olunca kimliği de yok oldu. Bu mertebenin hızlı geçilmesinin gereği olarak Îsâ (a.s)’ın peygamberlik süresi kısa olmuştur.

Bizlerin “ben” olarak dünyâya gelmesi ise denizin üzerindeki kabarak köpükler gibidir, denizin dalgalanması durduğu zaman bu köpükler de kaybolur. Bu şekilde sık kullanılan bir örnek olarak nar meyvesini ele alalım. Nar kendi hâlinde tektir ve o halde “ben” demesinde haklıdır, bunun gibi bütün bu âlemleri de nar olarak düşündüğümüzde Cenâb-ı Hak bu şekil-de “Ben” demektedir ki zâten başkası yoktur. Nar açıldığında içerisinde oda oda ayrılmış tâneler bulunmaktadır. Ve o bütün olan narın tâneleri hitâbı “Ben” değil “sen”dir çünkü tâne her ne kadar narın içinde ve narda nar ise de kendi özel varlığıyla bir benlik, kimlik ifâde et-mektedir. Ve aynı zamanda narın tamamı o tânenin çekirdeğinin içerisinde bi’l-kuvve olarak mevcûttur. O çekirdek ekildiğinde bir nar ağacı ve bir çok nar meyvesi elde edilmesi müm-kündür. Tâne bu özelliği zâtından, hakîkatinden almaktadır. Görüldüğü gibi bütün olan nar içerisinde mevcût olan tâneye bu şerefi vermektedir. Bunun gibi herbirerlerimiz bu dünyâ meyvesi içerisinde birer tâneyiz ve düşünün ki bu çekirdeğin içerisinde dünyâda vardır, âlemde vardır ve kendisi de vardır. Bizler Hakk’ın zâtından ayrı ve gayrı birşeyler değiliz eğer öyle olmasaydı bu hallerimiz olmaz ve konuşabiliriz, ne üretebiliriz ne de başka bir şey yapa-biliriz. Bunların hepsi O’ndan gelen güç ile O’nun bizdeki oluşumuyla, O’nun bize “sen” de-mesiyle olmaktadır.

(Manzûme tercümesi)

"Zâtın nefsinde iki vechi vardır. Biri süflî olanlara, biri ulvî olanlara dönük-tür. Her vechinde ibârede ve kelâmın ifâdesinde zâtı, sıfatları ve fiilleri vardır.

"O birdir", dersen, doğru söyledin. "İkidir" dersen, yine doğru söyledin. "Hakkıyla o ikidir, hayır iki değil üçtür" dersen, yine doğrudur.

İnsanın hakîkati işte budur. Hakîkati zâtından ibâret olan ahadiyyet'e bak! "Vâhid’dir, Ahad’dır, Samed'dir” de!

Zâtı iki görürsen, "o zât, kul ve rab olduğu için ikidir" dersin. Ammâ benim zıtları topladığım hakîkati düşünmekle yükselirsen, hayrette kalırsın, en sefiline âlî, âlîsine en sefil diyemezsin. Belki "zâtının hakîkatlerine iki vasıf katılan üçüncü hakîkattir," dersin.

Page 31: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî İşâret-Terzi Baba Şerhi

30

İşte o hakîkat, "Ahmed" olarak isimlendirilen ve var edilmişlerin hakîkati için "Muhammed'' olan yüce zâttır. Azîz ile, Hâdî ile târif edilmiş olan odur. Rab olduğu için rûhum ona fedâ olsun.

Ey hidâyetin sırrı, ey zorunlu olanın ve imkân dâhilinde olanın ekseni, ey pergel azametinin merkezi, ey vücûdun bütünsel dâiresinin ayn'ı!

Ey Kur'ân ve Furkân'ın hakîkat noktası! Ey kâmil, ey rahmânî celâleti ile ziynetlenen ve mükemmelleri kâmil kılan kâmil kılıcı!

Vücûd dâiresinin ortasında, acâiplerin kutbu sensin; sonsuz kemâlât, senin üzerinde döner. Seni tenzîh ettim, belki teşbîh ettim, belki "bâkî ve fânî olarak bilinen ve bilinmeyenlerin hepsi senindir," dedim.

Varlık ve yokluk hakîkaten senindir. Ulvî olmaklık ve süflî olmaklık senin iki örtündür. Işık ve onun zıddı sensin; belki hayran olan ârif için karanlık gece-sin.

Kur’ân'da mişkât, zeyt, mısbâh (Nûr, 24/35) bunlarla murâd insan olan sensin. Vücûdun ezelî olduğu için "zeyt"sin; mahlûk olduğun için nûrlandıran "mişkât" yine sensin. Vasfın, rabbin vasfının ayn’ı olduğu için de "nûrlandıran misbâh" yine sensin. Zulmetlerinin karanlıklarında lütuf ışığın ve merhametinin kemâliyle bana hâdî ol!

Ey kerem sâhibi resûllerin efendisi! Ve ey imkân dâhilinde olanların mekâneti üstünde mekânı olan yüce zât! Kerîm sıfatıyla vasıflanan sensin, be-nim elimi tut! "Abdülkerîm" denilen fânî muhabbetlinin nispeti sanadır.

Bu kulun yuları, kudret elindedir; yularımı tut! İcâbına göre kemâlât vâdîlerinde gevşet ve salıver. Ey ricâlara ilticâ yeri olan ma'şûkum! kalbim se-ninle kayıtlıdır. Sana karşı lisânımın bu feryâdları da muhabbetimdendir.

Ma'nâ vâdîleri üzerinde ma'nâ taşıyıcı olarak tegannî eden sûret kuşları tegannî ettikçe, Cenâb-ı Hak sana salât etsin. Âline, ashâbına, dîn binâsının rükûnlarına ve ilmine vâris olanlara az çok ilim ve îmân ile senden haberi olan-lara salât etsin. Ey hayâtın "hâ"sı, ey insandaki sırrullahın "sîn”i, salât ve ta'zîmler sana mahsûstur."

İşlerin hakîkatinde herşey birbirinin zıttı ile anlaşılmaktadır bu nedenle ulvî olarak bah-

sedilen şeylerin zıttı suflî diye anlaşılır. Bu bireysel, göreceli bakış açısından yapılan bir ad-landırmadır. Hak gözüyle bakıldığında ise eşyânın ne süflîliği ne de ulvîliği vardır.

Page 32: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî İşâret-Terzi Baba Şerhi

31

Hakk’a ulaşma yolunda dahi dünyâ yaşantısı çok fazla meyil edilmemesi için suflî olarak gösterilir oysa “ben” dediğimiz bireysel kimliklerimiz için Cenâb-ı Hakk’a ulaşma yolunda yegâne yerdir bu dünyâ ve çok mübârek ve ulvî bir yerdir, bizler için.

Beşeriyetimiz ile bu dünyâ yaşantısına bakıp yaşadığımızda bizler için konulan her şeyi kaybetmiş olmaktayız bu nedenle bunları kazanmak için temiz ve arınmış bir akla ve bilgiye ihtiyâcımız vardır. Bu bilgi her türlü şartlanmadan soyutlanmış olmalıdır ve salt akıl ya’nî Hakk’tan geldiği şekilde bir akla sâhip olunması gereklidir.

Bu konuda geçen şu hadîs-i şerîfin tetkîk edilmesinde de fayda vardır:

“Cennet ehli cennete vardıkları zaman Cenâb-ı Hakk onlara Cemâl ve Kemâl’inden azamet ve kibriyâ perdesini kaldırarak tecellî edecek, ve onlara “Ben sizin Rabbinız değil miyim” diyecek, onlarda: ”hayır sen bizim Rabbimiz değilsin diyecekler” ve çok azı secde edecek, diğerleri secde etmeyecek, ikinci defa yine Cenâb-ı Hakk onlara Cemâl ve Kemâl’inden azamet ve kibriyâ perdesini kaldırarak tecellî ettiğinde “Ben sizin Rabbiniz değil miyim” diye onlar yine” hayır” diyecekler yine az bir zümre “evet sen bizim Rabb’imizsin” diyerek secde edecek, üçüncü defa yine az bir kimse secde edecek, secde etmeyenlere Cenâb-ı Hakk buyuracak ki, “Ey kullarım sizinle Rabb’iniz arasında bir işaret var mı?” dediği zaman onlar “evet” diyecekler işte o zaman Cenâb-ı Hakk, cennet ehlinin herbirerlerinin kafalarındaki silüetlenmiş Rabları şekliyle onlara tecellî ettiğinde, “evet sen bizim Rabbimizsin” diye hepsi secde edecekler.”

Bu hadîs-i şerîfte belirtildiği üzere bizler Cenâb-ı Hakk’ı sâdece Cemâl ve Kemâl’inin azamet ve kibriyâ perdesi ile tanımaktayız. Bu şekilde Cenâb-ı Hakk zaman ve mekândan tenzîh edilerek ötelere atılmaktadır. Bu perdeyi ancak irfan ehli açabilmektedir ki bunu açan-lara da küfür ehli diye damga hemen basılmaktadır. Ârifler de ise bu azamet ve kibriyâ per-desi kalmış olduğundan her tecellînin Cenâb-ı HakK’a âit olduğunu bilirler ve bunun için “evet sen bizim Rabb’imizsin” derler. Ve “fırka-i nâciye” denilen fırka da bunlardır ki hiçbir i’tikâd ile kayıtlanmamış olanlardır.

Cenâb-ı Hakk’ın gerçek ulvî yönünü dahi bizler kendi hayâli düşüncelerimiz ile kayıtla-maktayız oysa O’nun gerçek ulviyyeti vardır ki gerçek mutlak kadîm tenzîh oraya yapılır.

Gerçi Cenâb-ı Hakk lütfundan “Ben kulumun zannı üzereyim” diyerek cennet ehlinin onu sâdece ulvîlik ile kayıtlayıp ötelere atmasını da hoşgörmektedir. Bizler herbirerlerimiz özü-müz i’tibârı ile Hakk’ız ancak zuhûr i’tibârı ile de halkız. Tenzîhte olan bu özümüz teşbîhte olan ise halkıyyetimizdir. Bu şekilde hem Hakk’ı hem halkı birleyerek “sen” ve “ben”i ortadan kaldırınca ortada sâdece “Hu” kalmaktadır ki hem “sen” hem “ben” demektir.

Karşılıklı konuştuğum bu zâtın sözünü işitip, kemâl kadehinin fazlasını için-ce, o zâta "senin terkîplerindeki vukûâtı ihtivâ eden acâip şeylerden bana haber ver" dedim. Cevâben dedi ki:

“Ben, Tûr Dağına çıktım, Firavun’un boğulduğu denizi içtim, kitâb-ı mestûru (Tûr, 52, 2) okudum; anladım ki, bunlar hakîkat kanunlarını terkîb eden birer simge ve işâretten ibârettir. Onlar kendisi için değil, senin içindir. Sözdeki alâ-metlerden, delîllerden indinde doğru olan şeyleri işitmek, seni, kendi varlığından

Page 33: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî İşâret-Terzi Baba Şerhi

32

dışarı atmasın. Şaşırıp da, "bu onun, şu benim; onun hâli benim hâlime benzer değil" deme! Bu zikredilen şeyleri Cenâb-ı Hak senin için bir hakîkat fihristi yap-tı. Bunlar lisâna âit aynalardır. Onlar için hakîkat yoktur.

Bunların hepsi, bunlarda sana âit olan hakîkati muâyene etmekliğin içindir. O muâyene sâyesinde, o muhitten kendine hâs bir muhît edinirsin. Bunun için bah-settiğim şeyleri ne görürsün, ne anlarsın, ne bulursun, ne de elinle tutabilirsin. Eğer orada bir şey bulunması lâzım gelirse, onu Hak Teâlâ ile bulabilirsin. Çünkü ârif “Onun işiteni ve göreni olurum” hakîkatiyle tahakkuk edince, mevcûtlardan hiç bir şey ona gizlı kalmaz. O zaman o ârif, Halik-ı kibriyânın ayn'ıdır.

Burada belirli çalışmalar ve eğitim ile kişilerde bakışın değiştiği anlatılmaktadır. Cenâb-ı

Hakk’a farzların yanı sıra nafileler ile de yaklaşan kula yukarıda belirtilen hitâp olmaktadır. Burada belirtilen ibâreyi de yanlış anlamamak gerekir, ya’nî bu duruma gelen kişi bir baktığı zaman bütün âlemleri görür, seyreder ma’nâsına değildir bu ifâde; bu ifâde gördüğü varlıkla-rın hakîkatini idrâk ederek bakar, demektir ki o yüzden gözüne gizli kalmaz. Diğer kişiler ise eşyâya mahlûk olarak, yaratılmış şeyler diye bakarlar.

İşte “Ben onun işiteni, göreni olurum” ifâdesiyle oradan bakan artık Hakk olunca, Hakk da kendi varlığı tanır.

Bundan sonra şunu da bil ki, onu mutlaka kaldırmak da doğru değildir.

Çünkü o kalkarsa, arada sen de kalkmış olursun; çünkü o senin numûnendir. Sen mevcûd ve sıfatlarının eseri yok olmamış olduğu halde, senin yok olman nasıl doğru olur?

Daha evvel de anlatıldığı gibi biri iki gören şaşı bakış ile bir yere varmak mümkün değil-

dir. Hadîs-i şerîfte “Allah Âdem’i kendi sûreti üzere hálk etti” buyrulmuştur. Mevlânâ hazretleri (k.s) bu hâli bir dükkânın önüne dizilen tezgâhlara benzetir, o tezgâhlarda numûneler vardır oysa asıl ambar içeridedir. İşte herbirerlerimizin gönüllerinde, iç âlemimiz-de Cenâb-ı Hakk’ın varlığından başka bir varlık bulmak mümkün değildir. Beşeri ve nefsânî olaran söylediğimiz ”ben” kelimesi ile bizler Cenâb-ı Hakk’ın mülküne sâhip çıkmaya çalışıyo-ruz, demektir. Cenâb-ı Hakk bizleri derleyip, toparlayıp, tesviye ederek öyle güzel bir şekle sokmuştur ki, bunun dışında bir şekille bu dünyâ ortamında yaşamamız çok zor olurdu. İşte Cenâb-ı Hakk’ın bizleri bu derece muhteşem bir şekilde yapmış olması san’atının da bir örne-ğidir.

Bu nedenle herbirerlerimiz için yokluk söz konusu değildir çünkü varlıklarımız Hakk’ın varlığı ile vardır. Bu ifâdeler ise âriflik hakîkatinin en ileri safhalarında yaşanacak olan hakîkatlerin ifâdeleridir. Yolun başında ise kişi nefsânî varlığını ortadan kaldırmak için “ben yokum” telkinlerini yapar kendisine. Bu nefsânî varlık aradan çıkarılıp hakîkatte olan idrâk edilince sen hep varsın ve Hakk ile varsın, kendine âit nefsânî varlığın ile değil.

Page 34: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî İşâret-Terzi Baba Şerhi

33

Tasavvuf yolunda tarîkat mertebesinde kişinin “ben yokum” telkinleriyle kendi nefsânî varlığını ortadan kaldırmak fenâ-fillah’tır, bu halden sonra bekâ-billah ya’nî varlık hükmüne geçerki, orada eski beşeriyeti değil kendi hakîkati vardır.

Onun isbâtı da doğru olmaz; çünkü onu isbât ettiğin vakitte, put edinmiş

olursun, ganîmeti kaybedersin. Elle tutulmayan, belli ve ayrıntılı olmayan bir şeyi isbât nasıl doğru olur? Yâhud sen mevcûd olduğun halde, kaldırılmasına nasıl imkân bulunur? Oysa Hak Teâlâ hazretleri seni kendi sûreti üzerine hayât sâhibi, ilim sâhibi, kudret sâhibi, irâde sâhibi, işitici, görücü, kelâm edici olarak hálk etti. Bu hakîkatlerden hiç bir şeyi kendinden def' etmeye kādir değilsin; çünkü o seni kendi sûreti üzerine hálk etti ve sıfatlarıyla ziynetlendirdi ve isimleriyle seni isimlendirdi.

Cenâb-ı Hakk’ı tek bir mahal ile sınırlayarak, budur dediğimiz an O’nu putlaştırmış olu-

ruz. Cenâb-ı Hakk’ın benzetmeler yoluyla anlatılan hâli kayıtlanmış olan hâlidir yoksa mutlak olan hâli değildir. Ve Cenâb-ı Hakk’ı sâdece teşbîhi ya’ni benzetme yoluyla anlamaya çalış-makta O’nun daha geniş olan hallerine açılmaya engel olur. Nitekim Îsâ (a.s)’ı sâdece teşbîh yoluyla tanımaya çalışanlar da bu yolda takılıp kaldılar ve hem Cenâb-ı Hakk’ın hakîkatini hem de Îsâ (a.s)ın hakîkatini anlamaktan mahrûm kaldılar.

Burada belirtilen hâle ulaşıncaya kadar tâbi’ki bu yolda olan kişinin kendisindeki hayâli varlıkları da kaldırması gerekmektedir. Zaman içerisinde oluşan şeylerin kazınması da ancak “lâ ilâhe” zikriyle olur ki bunlar kazınıp temizlendikten sonra ancak yerine “illâ Allah” ifâdesiyle Cenâb-ı Hakk kalır. Bu şekilde tahakkuk etmiş olan bir hâli ise sürekli olarak tek-rarlayarak böyle olması gerektiğini söylemek anlamsız kalır çünkü tahakkuk etmiştir ki kişi hâlâ söylemekte ısrar ederse daha henüz varamamış demektir.

Bu yolda olanların ayaklarının en çok kaydığı yerlerden biri de burasıdır, kişi bu hâe ula-şır ve ben artık Hakk ile Hakk oldum diyerek, namaz, oruç gibi farzları yapmamaya başlar, oysa bu hâl kişide tahakkuk etmiş olsa dahi o kişinin beşer tarafı devâm eder. Bu tahakkuk eden hal bilinçte olan bir hâdisedir. Kişinin beşer tarafı bir safhada kalkar ancak belirli bir hakîkatin idrâk edilebilmesi için kalkar, sonrasında tekrar yerli yerine oturur bu beşeri hakîkat. Genel olarak da bu hakîkatin tahakkuk etmesi kişilerde büyük vuruntuya yol açar. Bu hal büyük bir çağlayandan açağıya doğru akmaya benzer ki ne kadar celâli bir akıştır, sonrasında aşağıya inip deryâya ulaştıktan sonra artık sesi soluğu çıkmaz ki ne kadar sâkin bir hayattır.

Cenâb-ı Hakk’ın insana yaptığı bu lütuf bu âlemlerde hiçbir tecellîye, zuhûra yapılmayan lütuftur ve insanın insanlığı bununla yüceltilmiştir. Ancak bu hakîkat idrâk edilemediği zaman ise mertebe olarak diğer varlıkların altında kalınmış olmaktadır. İnsanın mâden mertebesin-den başlayarak a’lâ-yı illiyyine kadar çıkan mertebesi vardır ve insan bu mertebeler içerinde gidip gelir. Kim ki ayaklarını sağlam basarak yukarıya doğru çıkar ve çıktığı yerde kalabilirse ona ne mutlu! Çünkü yukarıya doğru çıkıldıkça işler zorlaşmaya ve zemin kayganlaşmaya başlar ve tekrar gerisin geriye aşağıya düşmek kolaylaşmaktadır. Özellikle bu hakîkatleri yaşantısına geçirip bizzat yaşamayan ve sâdece lafzî olarak idrâk edenler yukarılarda tutu-

Page 35: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî İşâret-Terzi Baba Şerhi

34

namazlar, hakikatini bizzat yaşayarak idrâk edenler ise oraya ayaklarını sağlam olarak bas-mış olurlar.

Bu hakîkatleri idrâk edip bilemeyenler de O’ndan ayrı değillerdir ancak gafletleri onları O’ndan ayrıymış gibi kendilerine göstermektedir. Bu da acâip bir iştir ki bütün varlığı parayla dolu olup bir lokma ekmeğe muhtâç olan kişinin hâli gibidir.

O Hayy'dır, sen de hayât sâhibisin;

O Alîm'dir, sen de ilim sâhibisin;

O Mürîd'dir, sen de irâde sâhibisin;

O Kâdir'dir, sen de kudret sâhibisin;

O Semî'dir, sen de işiticisin;

O Basîr'dir, sen de görücüsün;

O Mütekellim'dir, sen de kelâm edicisin;

O Zât'dır, sen de zâtsın;

O Câmi'dir, sen de toplayıcısın;

O Mevcûd'dur, sen de mevcûdsun.

O'nun rabblığı vardır, "Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüğünüzden mes'ulsünüz" hükmüne göre, senin de rabblığın vardır.

O'nun Kıdem'i var; sen de O'nun ezelî olup, kendisinden ayrılmayan ilminde ezelî mevcûd olduğun için, sen de kadîmsin.

Önceki îzâh yönüyle olan müşâhedeye göre ona izâfe edilen her şey, sana da izâfe edilmiştir. Fakat O kibriyâ ve izzetle mutlak ferd, sen zillet ve acz ile nispî ferdsin. Evvelâ aranızda mevcûd olan nispetlerin hepsi geçerli olduğu gibi, bu noktada, seninle onun arasındaki nispet kesildi."

Dedim ki: "Efendim! İlk önce yaklaştırdın, sonra uzaklaştırdın. İlk önce özü-nü, hakîkatini saçtığın halde, sonra üzerine kabuk geçirdin."

Cevâben dedi ki:

"İlâhî hikmetteki kânun üzerine söz söyledim, beşer idrâkinin tartabileceği üslûb ile yazdım. Hakîkate yakın ve uzak olanlara ve bu mes'elede garîb olanlara mes'eleyi güzel bir şekilde idrâk etmek kolay olsun diye bu şekilde yaptım."

Page 36: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî İşâret-Terzi Baba Şerhi

35

Dedim ki: "Hakîkat şarâbından ve o şarâbın ağzında kalanlardan bana tekrâr daha fazlasını içir."

Cevâben dedi ki:

"Mâvi bir kubbe altında Ankâ'nın vasfından haber veren bir âlem işittim. O âlemi görmeye heves ettim; işte o âleme girdim."

Yine dedim ki: Oraya dâir olan haberini açık anlat ve oraya âit olan eserini sağlıklı kıl, sıhhatini söyle!"

Yine cevâben dedi ki:

"İnsanı hakîkatte hayrette bırakan ve kimsenin görmediği büyük beyaz bir kuştan ibâret olan o Ankâ'nın, altıyüz kanadı ve yukarıya yükselmek için, bin adet uçma âleti vardır. Harâm onun yanında mübâhtır.

İsmi, Seffâh ibn Seffâh'dır. Kanatları üzerine güzel isimler yazılmıştır. "Bâ" harfi başında, "elif" harfi göğsünde, "cim" harfi alnında, "ha" harfi gerdânında; kalan harfler, iki gözü arasında saf şeklinde yer tutmuştur. Bu kuşun alâmeti, elinde mühür vardır. Pençelerinde kesin emirlerin fermânı mevcûttur. Bu kuşta bir nokta vardır, bilmece oradadır. Refref'in üstünde, kendisinin Burâk'ı vardır."

Yine dedim ki: "Bu kuşun mahalli neresidir?"

Cevâben dedi ki:

"Vüs'at ve kudret ma'deniyle hayret mekânındadır."

Böyle deyince ibâreyi bildim, işâreti anladım, mülkten ve melekten daha ileri geçerek, feleğin boşluğunda uçmaya başladım. "Batı Ankâsı" olarak isimlendiri-len o kuşun âleminde dönerken, o kuştan ne haber, ne de eser buldum. İsminin işâret oluşuyla, sıfatlar ve kayıtlar merâsiminden hârice çıktım. Bu şekilde sıfâttan soyutlanınca, zât feleğine girmek kolaylaştı. İşte o sırada hayret denilen deryâya daldım. O denizde iken kanatlarımı balık-(nûn) yuttu ve beni inci hazînesinin üstünde dolaştırmaya başladı. O sırada balığın dalgası beni bir boş-luğa attı; ve o boşlukta ne işitir, ne de görür olarak bir müddet kaldım. Ne zaman ki gözümü açtım ve mekân ve imkân kaydından kurtuldum; anladım ki, o ibâreler ve işâretler hep bana imiş. İşte o zaman baktım ki, kanatlar benim ve ka-natlarımda dolaşma alâmetleri işlenmiş!

Cenâb-ı Hakk’ın sıfatları zâtına perdedir ve bunlardan soyunmadan zâtına ulaşmak

mümkün değildir. Bunun gibi fiillerden soyunmadıkça isimlere ulaşmak mümkün değildir

Page 37: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî İşâret-Terzi Baba Şerhi

36

çünkü fiiller isimlerin perdesidir, kezâ sıfatların perdesi olan isimlerden soyunmadıkça da sıfatlara ulaşmak mümkün değildir. Seyr ü sülûk yolunda zât mertebesine ulaşıncaya kadar çalışmak gereklidir ve burası hayret makāmıdır. Efendimiz (s.a.v)’in buyurduğu “Allah’ım zâtındaki hayretimi arttır!” sözü bu makāmın ifâdesidir. Aslında bu hayret makāmını ihâta ettikten sonra diğer bütün makāmlarda onu bulmak mümkündür çünkü daha evvelce geçil-miş olan ve ef’âl, esmâ, sıfat denilen makāmlarda aslında zât makāmından başka değildir.

Bu denize dalındıktan bütün bu âlemlerde ne yer görünür ne gök görünür, şuur olarak bir varlık idrâki olur sâdece. Bu şuur olarak idrak hayret içerisinde olmaktadır, eğer bu hay-rette bırakılırsa bu sefer hiçbir şuur kalmaz, hayret şuurların en üstünde, en kemâlde olan idrâk hâlinin ifâdesidir.

İlâhî bilginin içerisinde toplu olarak bütün mevcûdat mevcûttur. Kur’ân-ı Kerîm’de geçen “Nûn vel kalem” (68/1) ifâdesinde “kalem” olarak söylenen esmâ-i ilâhiyyenin bâtın âlem-den zâhir âleme yönelmesidir. Şöyle bir örnekle; lambada yanan bir ışığın bulunduğu mahal-den aydınlattığı mahalle ulaşması “kalem”dir ya’nî “yazıcı”dır. Bu dalgaların gelmesiyle bütün bu âlemdeki varlıkların oluşmasıdır. “Nûn” denilen hokka da ilm-i ilâhiyyede bunların birlik hâlinde bulunmasıdır.

İçinde bulunduğumuz bu dünyâ âlemi bir bakıma Ankâ kuşudur. Bizler de onun üzerine binmiş fezâda son sür’âtle uçmaktayız.

Yine gördüm ki, "elif" göğsümde, "cim" alnımda, "ha" gerdanımda. Yukarıda bahsedilenlerden bir zerre yoktur ki, o, bende mevcûd olmasın. Bu mertebeyi idrâk edince anladım ki, o yüce zâtın bu simge ve işâret sözlerinden maksad, ben imişim. Noktalar meydana çıktı, bilmece de bilindi, ben de ölüyü dirilterek kud-ret ibraz etmeye başladım.

İnşirâh ya’nî göğsün yarılmasının işâreti “elif” harfi ile ifâde edilmektedir. İlâhî ameliyat

netîcesi yarılan göğüste “elif” harfi oluşmaktadır ki bu “elif” harfi on iki mertebeyi içinde top-lamıştır. “Cim” harfi ise ilâhî Cemâl’i ifâde etmektedir. “Ha” harfi ise “şah damarından ya-kınım…” âyet-i kerîmesiyle belirtilen hakîkatin gereği olarak “huve” ya’nî “hüviyyetin” “ha”sıdır.

Bütün âlem zâten bir noktadan ibârettir. Dünyâ da bir nokta, Güneş de bir nokta atom da bir noktadır.

Tebâreke sûresinin başında belirtildiği üzere bu âleme bizler ilâhî hakîkatlerden ölmüş olarak gelmekteyiz.

Page 38: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî İşâret-Terzi Baba Şerhi

37

Bu karşılıklı konuşmayı rivâyet eden Abdülkerîm der ki: "O yüce zâta emr-i mahtûm (farz olan) ve ke's-i mahtûm (mühürlenmiş kâse) nedir?" diye sordum. Bu soruya karşı, arap lisânından başka bir lisân ile konuşarak, sert söz söyledi. Sonra birtakım tenbîhler ile korkutup ifâdede dolaylı anlatım şeklini tercih etti. Sonra tekrâr yaklaştı ve söylediği sözleri tercüme ederek dedi ki:

"Ma'kûl olan âlî numûne, kelâma yüklenen bir ma’nâdır ki, kendisi için gâye değildir; belki kendisine yüklenilen için gâyedir. Ve o yüklenen ma’nâda nakş olunan kendisi için değil, belki, en aşağıya nakletilmiş içindir. En aşağı dediğimiz de, kendisine işâret edilendir. Sözlerin hepsi ona dönücü ve hepsi ona dâirdir. Numûnede bulunan kendisine işâret edilene nakş olunup da, bu yüklenen ma’nâda bulunanlar bu bineğe yükletilirse, o zaman en aşağı, en yükseğin aynı olarak yüksek olan, düşük olanda mevcûd olur.

Bunun için "numûne ile nakışlanmış kendisine işâret edilen arasında nispet yoktur" diyenler de vardır. Bunu diyenler, "numûne ile kasıt, kendisine işâret edi-lende nakışlanmış olanın aynıdır" demekte hatâ etmiştir.

Bunun için "kendisine işâret edilen, numûnenin aynıdır" diyen de vardır. Bu sözü söyleyen de: "numûne, kuşkusuz ulvîlik sâhibidir, kendisine işâret edilen ise ıstılâhda yalnız süflîlik sâhibidir" sözünde hatâ etmiştir.

Bunun için "numûne toplayıcıdır" diyen vardır. Bu sözde de, numûnenin yalnız kemâl sıfatlara isim olup, noksan sıfatlara isim olması boşta kaldığı için hatâ vardır.

Bunun için "kendisine işâret edilen nakışlanmış olan, nakışlanmış numûneyi toplamıştır" diyen de vardır. Nakışlanmış olan kendisine işâret edilen, noksan sıfatların mahallinin ismi olduğunu üstü kapalı olarak belirttiğinden, bu söz de hatâdır.

İşâretteki ta'yîn mahallini ve ibârelerdeki darlığı görmüyor musun? İşte zâtı idrâke erişmekten âciz olduğunu söyleyen de, bunların hepsini düşünerek söy-lemiştir; fakat bu söylem dahi hatâ etmiştir. Çünkü kendisine işâret edilenin şartı, numûnede olan şeyin, kendisine işâret edilende nakışlanmasıdır. Bu durumda numûne sırlarındaki gizliliklere hemcins oluşu sebebiyle kendisi için bir tür idrâk oluşması gerekir. Bu durumda âciz demek değildir.

Yine bu durumda idrâkten aczin, âriflerin vasfı olması geçerli olmaz. Bunun delîli, ârîf-i billah bir şeyi idrâkten âczini i'tirâf ederse, bu i'tirâf o şeyin sıfâtına vâkıf oluşunun olmayışındandır. Çünkü, sıfât idrâk olunamaz. İdrâk olunama-

Page 39: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî İşâret-Terzi Baba Şerhi

38

ması, ya sonunun olmayışından dolayıdır veyâhud idrâk kābiliyeti olmamasın-dan dolayıdır. Bu idrâk miktârı, o şeyi lâyık olduğu şekilde bilmek için yeterlidir. İşte bu şekilde bu miktârda ma'rifet sende hâsıl olunca, idrâk dahi hâsıl oldu de-mektir. Sıddîk-ı Ekber'in: "İdrâkden aczi idrâk, bir nevi' idrâktir", demesi yerin-dedir. Dîğer bir rivâyette Hz. Ebû Bekir "İdrâke ulaşmaktan acz, idrâktir" demiş-tir.

İdrâkin hâsıl olmasıyla idrâkten acz olmaz. Burada kul, izzetle vasıflanmıştır ve acz, kendinden kalkmıştır. Kur'ân'da “Lâ tudrikuhül ebsâru” (En'âm, 6/103) ya’nî “Gözler onu idrâk edemez” buyrulması "mahlûkların gözleri, onu idrâk edemez" ma'nâsınadır. Ammâ ezelî gizli göz ki -kul onunla görür- o göz mahlûk değildir; çünkü o göz, “Ben kulumun işiteni, göreni…. olurum” hadisinin hakîkatidir. Bu sırrı iyi anla!

Hakk yolunda olan kişi aczini anladığı konular üzerinde daha çok çalışmaya başlar. Bir

müddet sonra bu âcizliğin beşeriyeti yönünden olan bir âcizlik olduğunu anlar ve izzet sıfatı-na büründükten sonra hakkâni sıfatıyla anlamaya başlar.

Burada belirtilen ezelî göz hakkında Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Bana bakan Hakk’ı görür.”

Burada belirtilen ezelî görüşün hakîkatinin kapısı ise Cibrîl hadîsi denilen ve namaz mev-zu’unda belirtilen “(Her ne kadar şimdilik) sen O’nu göremiyorsan da O’nu görür gibi hareket etmen ihsândır” ifâdesiyle bizlere açılmaktadır.

Muhiddîn ibn Arabî hazretleri de bu konuda “âriflere mahlûk denmez” buyurmuşlardır.

(Manzumenin Tercümesi)

"Bana ve acâib sâhibi olan Rabb'ine yemîn ederim. Benim aşkta, ya'nî ilâhî aşkta çok acâib şeylerim vardır.

Garâib üstünde dönen feleğin değirmeni üzerinde benim kutbum döner. Be-nim ilâhî aşktaki işâretli sözlerim, her kâtibin kırâatini yormuştur.

Ben o aşkı bir ibâre ile açıkladım ki, idrâkinde isâbet olanlar dahi, bu ince olan ibârelerimi anlamadı. O aşkı uzattım, ziynetledim, gizli yollar içinde tasvîr ettim. O aşktan, aşka tâlip olanların gözlerini doldurdum. O aşk şarâbını içmek isteyenleri, şarâba kandırdım.

Bu bahçenin ağaçlarını ben diktim. Meyvesini de ben devşirdim. Ve bu sırrı göğüs kemiklerimde gizledim. Bir taraftan maksadı ortaya koydum, dîğer bakış

Page 40: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî İşâret-Terzi Baba Şerhi

39

noktasından bu sırrı bu işe mahrem olmayanlardan -yemîn ile söylüyorum- sak-ladım.

Bu sır, açığa çıkıp, gevezelerin diline düşerse, melâmetin hakîkat sâhipleri insanı paylar ve ayıplar. Bu mes'eleye yabancı olduğu halde, muhabbetle bana sâhib olanlar, benden bu gıdayı aldılar.

Nasîhat edenin sözünü anla. Sana altın külçesini, eritmek usûlüyle berâber hediye ediyorum. Yüce mertebelere yükselen işâretleri bil! Ve bu ilâhî bilgi ta-hakkuk edince teşekkür et. Çünkü, teşekkür en hayırlı yollardandır."

Ey kitabımı okuyan zât! Aşağıdaki bilgileri iyi kavrayarak, iyi öğren ve iyi bil! Kendisinin felek ekseni numûne olan ve tasarruf makinalarının kutbu bulu-nan tılsım kutbu, tılsımlardan birinci tılsımdır.

• [Tılsım, gizli sır üstüne yapılan özel işâret demektir]

Nakış sûretleri kutupsal tılsımla kâimdir. Böyle olmasa, onun hükümlerinin gerçekleşmesine ve sâbitliğine çâre olamazdı. Kutupsal tılsımın açığa çıkanları, muhakkak şekline koyması olmasa, nakışlanmışların hiçbirinin açığa çıkmasına imkân olamazdı. O tılsım, bir aynadır ki, onun çevresine karşısına gelecek bir heykel tasavvur etmesen, aynaya yansımasını veremezdi. Karşısında bir sûret olmadıkça, aynada yansımanın gözükmesine nereden imkân olurdu. Aynada karşılık durmayan sûretin vücûduna imkân olmadığı gibi, öyle bir sûretin, ayna-nın dışında hâsıl olmasına yol yoktur.

Karşılık durma anında olsa bile aynada fazladan bir şey olarak vücûd bulan şeyin aynadan başka bir şey olduğuna da imkân yoktur. Çünkü ayna, başka bir şey ile karışmamıştır ki, onda başkası bulunabilsin. Oysa sen, "o aynada, başka bir şey olarak isimlendirilen şeyi gördüm" dersen, bu nasıl mümkün olur? Bizim Kutbü'l-Acâib Felekü'l-Garâib isimli kitabımız, otuz tılsımdan ibâret olan diğer tılsımları da içinde bulundurmaktadır. Bu tılsımların hepsi vücûd sırrında işâret yolludur ve örtülüdür. Bu tılsımları bahsettiğimiz kitâpta açık bir şekilde yazdı-ğımız gibi, bu kitâpta da hepsinin üzerine gerekli tenbîhlerde bulunduk. Bu kitâb dediğim İnsân-ı Kâmil adlı olan kitâbdır.

Kutbu'l-Acâib kitâbını iyi bir şekilde okuyup incelemeyen, İnsân-ı Kâmil’i hakkıyla anlayamaz. Bahsedilen kitâbı okuyup iyice inceledikten sonra İnsân-ı Kâmil'i okuyup incelerse, evvelkinin içeriğini İnsân-ı Kâmil'de tamâmı ile bulur. Çünkü bu İnsân-ı Kâmil, o bahsedilen kitâbın anası, belki memesi gibidir. O

Page 41: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî İşâret-Terzi Baba Şerhi

40

kitâb da, bu kitâbın aslı, belki fer'i gibidir. Bu iki kitâb ile kastedileni, iki hitâb ile muhâtap olanı anlarsan, simgeleri, işâretleri çözerek definelere sâhip olursun.

Kutbu'l-Acâib'den kasıt, kendisine işaret etmek istediğimiz sırdan başka bir şey değildir. Felek-i Garâib'den de gâyem, önünde mevcûd olandan, ya'nî o sır-dan başka bir şey değildir.

İnsân-ı Kâmil'in îzâhları olmadıkça kendisine işâret edileni çözmek mümkün olmadığı gibi, Hak Teâlâ ve tekaddes hazretlerini de isimleri ve sıfatları yönün-den, başka şekilde ma'rifete yol yoktur. Kul önce Hakk'ı, mutlak sûrette, isimle-rinde ve sıfatlarında görüp, daha sonra muhakkak sûrette olarak zâta ma'rifete yükselir. Bu geçen beyânlar ile neye işâret etmek istediğimizi iyi anla; çünkü bun-ların hepsi sana işâret için "bilmece"dir.

Bütün bu anlatılanları anlayabilmemiz için bu dünyâdan sıyrılmamız ve büyük bir cengâ-

ver olmamız lâzımdır. Bu şekilde ma’nâ âlemine yönelip ma’nâ âleminde yaşamak lâzımdır. Bu kitapta yazılanların zâhir kısımları anlayabildiğimiz kadar anlamaya çalışıyor, yazarın ger-çekte anlatmak istediklerini anlamak için ise çok büyük zaman sarfetmemiz lâzımdır. İnzivâya çekilmek, halvette uzun zamanlar kalmak gerekir ki günümüzde bunları yapmak her kişinin yapabileceği bir şey değildir.

Kendimizi ve Cenâb-ı Hakk’ı ve hazret-i Resûlullah’ın hakîkatini tanımak için tasavvuf ve vahdet eğitimi mutlaka lâzımdır. Bu eğitimi almadan her kim ben Allah’ı tanıyorum, biliyorum derse o hayâlinde kendi kurguladığı Allah’ı bilmiş olur ancak. Bizim yapmamız gereken ise bu gerekli eğimleri alarak Allâh’ın vücûdundaki yerimizi bulmamız olacaktır. Kim ki Hakk’ın var-lığındaki yerini bulursa işte o ebedi hayâta bulunduğu yerde ulaşmış demektir. Aksi halde hayâl ve vehim kanatları ile hayâl âleminde uçulur, ne gidilen yer ne de gidilecek olan yer bilinir.

Vahdet konusunda yapılan anlatımlarının şu yönden bir zorluğu vardır; ef’âl âlemindeki olaylar gibi kişilerin aklında daha kolay kalan somut misâller verilemez. Bu nedenle bu oku-duğumuz kitap gibi kitaplarda verilen misâller somut değil soyut misâller olup, hakîkati âriflik yönüyle anlatmaya çalışırlar. Bu nedenle bu misâllerin bu konularda altyapısı olmayanlar tarafından anlaşılması biraz zordur. Bu yola giren ba’zı kişiler ilk anlarda bu konulara çok ilgi gösterirler ancak bir müddet sonra konuları kavrayamamak kendilerini sıkar ve bana sâece namaz, oruç yeter anlayışı ile tâkip etmeyi bırakırlar, diğer bir kısım ise daha uzun bir süre tâkip eder ve sonra ben bunların hepsini anladım “ben Hakk ile Hakk’mışım” meğer, namaz, oruç artık bana lâzım değildir diyerek bunları dahi terkederler. Bu nedenle bu yolda yavaş yavaş ve temkinli bir şekilde ilerlemek gereklidir. Tasavvufun zorlukları buralardadır, bunlar yerli yerine oturtulduğunda ancak sorun kalmaz.

Page 42: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî İşâret-Terzi Baba Şerhi

41

(Manzûmenin Tercümesi)

"Yâ Rabbi! seni idrâkde hayretteyim! Aşkın yolunda yollarım daraldı. Aklın idâresinin emelimin hâsıl olmasına yardımı yoktur. Yâ Rabbi! kalbim seni nasıl tahammüle kuvvet bulabilsin? Sen, benim kalbimi işgal ve aşkı bana çok büyük bir meşgûliyyet yaptın. Lübbüm, ya'nî kalbim tasalı; göz yaşlarım akıcı; ciğe-rimde ateş yanıcı; gözbebeğimin suyu akıcıdır. "Ben mevcûd değilim" desem, ruhumun yok olması lâzım gelir. Oysa rûhum, sözümde ve amelimde mevcûttur. "Mevcûdum" desem, yine yalan söylemiş olurum. İnsanlarda îcâb ettirici illet-siz hiçbir mevcûd görmedim."

Bir yere mühür basılınca, basıldığı yerin daire, dörtgen, üçgen olması mühre uygun olmasına ve o mühründe tab’ edilmişten ve nakışlanmıştan karşılık oldu-ğu sûrete uygun olması zarûrîdir. Fakat sertliğinde ve büyüklükte aynı olması, zarûrî değildir. Çünkü tab’ edilmiş, ba'zen büyüklük olarak tâb' edenden büyük olur; ba'zı kere de aksi olup, tâb’ eden tâb’ edilmişten daha büyük olur. Bu bir sırdır ki, kemâlden ve cemâl ve celâlin birbirine yaklaşmasından sonra ehlullahdan kâmil olan tahkîk ehlinin karışıklığa düştüğü mevzu'dur.

Bundan başka tab’ edilmiş ba'zan tâb’ edenin aksine olur. Bu durumda tâb’ edende sağından sola doğru gözüken, tab’ edilmişte soldan sağa doğru gözükür. Bu da tâb’ eden ile tab’ edilmiş arasındaki tezâd mevziidir ve rabblıkta kulluk sırrının mazharıdır. Peygamber zî-şân (aleyhi salavâtü'r-rahmân) Efendimiz'den aşağıda rivâyet edilen hadîsin sırrının ma'nâsı da budur.

“Risâlet-meâb Mi'râc'a çıkıp da, bütün perdeleri yırtarak tek bir perdenin kaldığı yere ulaşınca, onu da yırtmak istemişti. Kendisine: "Dur, Rabb'in na-mazda", denilmiştir.”

Bu çok büyük bir sırdır ki, kâmil ismi bakış açısından bunu kâmil olanlardan başkası idrâk edemez. Bu sırra, ârifler içinde hakîkî olmayıp da ilmî olarak vâkıf olan da vardır. Fakat bu vâkıf olma, cemâl bakış açısındandır. O cemâl, cemâlin kemâlidir, mutlak cemâl değildir; kemâlin cemâli de değildir. Bazısı da bu sırrı, celâlî tecellîde idrâk eder. Bu da celâlin kemâlidir. Mutlak celâl değildir; kemâ- lin celâli de değildir.

Bizde basılı gibi gördüğümüz kul yönünden baktığımız zaman bu ters gibi gözüken baskı

olmaktadır, bu baskının esas tarafına baktığımız zaman Hakk’ın varlığını görürüz. Baskının ters görünmesi ise işe beşeriyet yönüyle bakılmış olmasıdır, oysa kalıp aynıdır. Bu ikisi birle-şince asıl ortaya çıkmakta ve teklik meydana gelmektedir. Basılan mühür basılmamış halde

Page 43: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî İşâret-Terzi Baba Şerhi

42

bulunduğunda “Ben bir gizli hazîne idim…” hükmünde olmaktadır. Düşünülmemesi için ihtâr yapılan mahal de burasıdır, düşünce yoluyla bu kalıbın bilinmesine imkân yoktur. Kalıp ancak baskıya girdikten sonra anlaşılmaya, bilinmeye başlamaktadır. Bu kalıpta çıkan en güzel sûret de insandır ki bu âlem bu insan nakşıyla hayât bulup değer kazanmaktadır.

Bu ters olan baskının düz hâle çevrilmesi ise maddî olarak mümkün olmayıp ancak irfâniyet ile mümkündür. Gördüğümüz ve kendilerine âit bir varlıkları olduğunu zannettiğimiz varlıkların böyle olmayıp esas kalıbın aynısı olduğunu irfaniyet ile anladığımız zaman ters yüzüne dönmüş olmaktadır.

Avâma karşı “ben” kelimesi kullanılacaktır tâbi’ki ancak bu “ben”in O’na âit olduğunu idrâk ederek kullanmalıyız. Aksi halde Hakk’ın varlığına sâhip çıkmış oluruz, avâma karşı “ben” kelimesini kullanmaz isek de herkes birbirine karışır. Rabblıkta kulluk sırrı bu işlerin kemâlât hallerinden rubûbiyyet mertebesinin kemâlatıdır, bu mertebenin ötesinde de daha başka sırlar vardır. İşin diğer yönü ise bu ifâdelerin kelâm olarak söylenmesinin başka ya-şantıya geçirilerek söylenmesinin bambaşka olmasıdır.

Bu işler önce ilmî olarak başlar ve alınan bu bilgilerle ilme’l yakînlik sağlandıktan sonra ayne’l yakînliğe ulaşır ya’nî bu hakîkatleri kişi kendi bünyesinde bulup idrâk eder.

Rubûbiyyet düzeyinin aşılması sırasında hadîs-i şerîfte belirtilen hitâp olmaktadır. Hadîs-i şerîfin bir bireysel kimlik yönüyle bir de genel ma’nâda incelenmesi mümkündür:

İlâhî isimlerden her bir isim tek başlarına bir mürebbiye ya’nî Rabb’dır. Çünkü her bir isim kendi faaliyet sahasına verilmiş olan herşeyi terbiye etmektedir ya’nî oluşumunu düzen-lemektedir. “Rabb’ın namazda” olmasının ifâdesi bütün bu ilâhi isimlerin faaliyetini Efendimiz (s.a.v)’in o gece seyretmiş olmasıdır. Bir var edilmişin kendisinden ne murâd edilmiş ise onu zuhûra çıkarması onun ibâdeti ya’ni kulluğudur. Kendisinden murâd edileni zuhûra çıkartması ise onun kemâlâtıdır ve namaz kulluk kemâlâtıdır. Açılan perdeler ef’âl âleminin perdeleri olup, açılmayıp kalan perde ise esmâ âleminin perdesidir. Bu anlatım genel ma’nâda olan anlatımdır. Özel hâine gelince;

Kişi bu mertebe i’tibârı ile kendisindeki hakîkati idrâk ettikten sonra namaza durmaya kalksa, ona “Dur! Rabb’in namazda” denilir. Ya’nî sen şöyle bir dur bakalım, “Rabb’ın namaz-da” denilir. Ya’nî mi’râc gecesinde sen öyle yüksek bir yere geldin ki artık sen burada beşeri-yetinle namaz kılma, sen dur! Senin Rabb’ın sende namazda, demektir.

Fasıl:

Mevcûd ma'nâsına olan şey, toplayıcılığı gerektirir; numûne, izzeti îcâb eder; işâretin işlendiği yer, zilleti gerektirir. Bunlardan her biri, kendi âleminde kendi başına olup kendi feleğinde yüzmektedir. İşâretin işlendiği yerin sıfatlarından bir şeyi numûneye giydirirsen, numûne kânûnu üstünde yırtılır. Numûnenin giysi-lerinden bir şeyi işâretin işlendiği yere giydirirsen, o giydirdiğin şeyi, kendine uygun olmayan şeyin ortaya çıkışından dolayı işâretin işlendiği yeri onda göre-mezsin. Ne zaman bu ikisinden birisine zâtı nispet eder, öbürüsüne nispet etmez-sen, ikinci bir zâta muhtâc olmuş olursun, şirke düşersin.

Page 44: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî İşâret-Terzi Baba Şerhi

43

Numûneden bir şeyde işâretin işlendiği yer kuvvetiyle zât tasarruf ederse buna "urûcun ya’nî yükselmenin zâtı" dersin. İşâretin işlendiği yerden bir şeyde numûne kudretiyle, zât tasarruf ederse, buna "tenezzülün ya’nî inişin zâtı" der-sin. İşâretin işlendiği yerin kudretiyle, bir kısım için zât tasarruf ederse, "işâretin işlendiği yer" dersin. Numûne için, numûne kudretiyle zât tasarruf ederse "numûne" dersin. Zât, sırf zât üzerine olursa, orada ne resim, ne isim vardır.

Bu ibârelerdeki "işâretin işlendiği yer" ile kulu; "numûne" ile Kutbü'l-Acâib Felekü'l-Garâib isimli kitâbı (ya’nî kitapta anlatılan gizli sırlara işâret olan tılsım-ları); "zât" ile İnsân-ı Kâmil olarak isimlendirilen bu kitâbımızı kastediyoruz.

(Manzûmenin Tercümesi)

"Bu güzelliğin renklenmeleri, yanaklarında, ya'nî görünme yerlerinde zahir-dir. Ezelî vechinde renklenme yoktur. Toz rengi içinde kırmızı ve beyaz olarak sana ulaşır. Onun beyazı yeşilliklerinin siyahlıklarındadır.

Sîmâsı böyle renklenenin bu renklenmeleri icra ettiği zaman, zâtında renk-lenmesi yoktur. Her güzellikten ganî olan vechinin güzelliği zuhûr edince, o za-man Vâhid-i Zât O’dur.

Ey benzetmeler arasında münezzeh oluşu ve güzelliği ni'metleri içinde bü-yüyen büyük ceylân yavrusu! Sen ceylânlarının güzelliği ile meşhûr olan "Lu'lu"' isimli yerin ceylânlarından mısın? Yoksa eşsiz güzellik sahibi olan Zeyneb misin?

Âşıkın senin güzelliğinde hayret içinde hayrete düşmüştür. Allah’a yemîn ediyorum bana haber ver! Yüzündeki benin ihtivâ ettiği garîb nüktelerin hepsini ihâta edebildim mi? Düğümleri omuzlarının üstünde çözülen ve yüzünden salı-nan saçların düğümlerinin sayısını îzâh edebildim mi?

Yanağındaki "kapan" ve üstündeki "ben" tânesi, gönül kuşunu aşk ile sıkı tutarak hayrette bırakmıştır. Sıfatlarının toplandığı tepeler üzerinde sallanan "Ahadiyyet ağacı"nın üstünde durana yemîn ederek söylüyorum: Bu diyarda benden başka başına miğfer giyen yoktur. Bekçi benim! Kabîle sahralarında gezmektedir."

Page 45: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî İşâret-Terzi Baba Şerhi

44

Fasıl:

Ahadiyyet, isimlerin ve sıfatların eserleriyle ve eser sâhibi olanlarla berâber yok hükmünde olmasını taleb eder.

Vâhidiyyet, Hakk'ın isimlerinin ve sıfatlarının açığa çıkışıyla bu âlemin fenâsını taleb eder.

Rubûbiyyet, âlemin bakâsını taleb eder.

Ulûhiyyet, âlemin bakâ ayn’ında fenâsını, fenâ ayn’ında bakâsını gerektirir.

İzzet, Hak ile halk arasında münâsebetin kalkmasını gerektirir.

Kayyûmiyyet, Cenâb-ı Hak ile kulu arasında olan nispetin sıhhatini taleb eder; çünkü Kayyûm, zâtı ile kâim ve başkasının vücûdunun kâim oluşunda te’sîr edici demektir.

Bu ibârelerin neyi gerektirdiklerinin bilinmesi de lâzımdır. Bundan dolayı de-riz ki:

Ahadiyyet tecellîsi bakışı noktasından, arada halk edilmiş yoktur; çünkü vücûdun her türlü sûretlerinde vâhidiyyet'in saltanatı zâhirdir.

Rubûbiyyet tecellîsinde, halk ve Hak mevcûd olduğu için, Hak ve halk ta-savvuru âşikârdır.

Ulûhiyyet tecellîsinde, sûreti halk olan ve ma'nâsı Hak olan halktan başka bir şey yoktur. Halk, Hakk'ın sûretidir; halkın ma'nâsı da Hak'dan başka bir şey de-ğildir.

İzzet tecellîsinde Allah ile kul arasında nispet yoktur.

Kayyûmiyyet tecellîsinde, rabblık sıfâtının vücûdundan dolayı, rabbı olanın vücûdu da gereklidir. Rabbı olanın sıfâtının vücûdundan dolayı rabbın sıfâtının vücûdu da zarûrîdir.

Özetle deriz ki: Zâhir ismi bakışı noktasından Hak eşyânın aynıdır; Bâtın ismi bakışı noktasından eşyanın gayrıdır.

Page 46: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî İşâret-Terzi Baba Şerhi

45

(Manzûmenin Tercümesi)

"Hakk'ı tenzîh et; tenzîh Hak için vâcibdir, zât i'tibâriyle.

O'nun hakikatini ne hâzır, ne gâib, ne akıllı ne gâfil anlamıştır.

Onların bildikleri, zâta ve sıfâta âit kokulardan bir kokudur, onun hakikati değildir.

Onlar güzellik görürken arada birleşme var zannederlerse de,

ben Hakk'ı benzerlerden tenzîh ederim.

İlâh, hiçbir zaman "kul" değildir.

Sonsuz Zât’ın gayrı olan ilâhi Zât’ta son bulma yoktur.

Zât, birdir; ulvîlik vasıfları Allah içindir: süflîlik zayıf kul içindir.

Page 47: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 1.Bölüm Zât Hakkında-Terzi Baba Şerhi

حيم حمن الر� بسم الر�BİSMİLLAHİR RAHMÂNİR RAHİYM

Zât Hakkındadır

Ey hakîkat tâlibi bil! Mutlak zât, isimlerin ve sıfatların vücûdda değil, belki taayyünde aslı ve kendisine dayandığı şeydir. Her isim yâhud sıfat ki, bir şeye istinâd etmiştir, işte o şey Zât'tır. İsterse Ankâ gibi yok, isterse mevcûd olsun.

Bu konuya kendi bünyemiz ve kimliğimiz açısından şu dörtlük ile giriş yapalım;

Zât-ı Hakk’ı anla zâtın bil senin

Hem sıfâtı hep sıfâtındır senin

Sen seni bilmek necâtındır senin

Gayra bakma sen de iste sende bul!

Ya’ni bu hakîkatlere “sen de” tâlip ol ve anlamaya çalış ve bunlar “sende” ya’nî kendinde bul, demektir.

Cenâb-ı Hakk Kur’ân-ı Kerîm’inde “ve nefahtü fîhi min rûhi” ya’nî “Ben ona rûhumdan üfledim” âyet-i kerîmesiyle bu hakîkati belirtmiştir. Bu âyet-i kerîmenin daha ilerisinde olan mertebede Îsâ (a.s) hakkında “ve eyyednâhu bi rûhıl kudus” ya’nî “Ve onu Ruh'ûl Kudüs ile destekledik” (Bakara, 2/253) ifâdesiyle belirtilen bu kudsiyyet, bu mertebeye ulaştığımız-

da bizim de üzerimizde olacaktır. Habîblik mertebesine ulaştığımızda ise “yuhıbbühüm ve yuhıbbûnehû” ya’nî “(Allah) onları sever, onlar da O’nu severler” (Mâide, 5/54) âyet-i kerîmesinin hükmüyle gerçek Muhammedü’l-meşreb olmaktayız.

Bu hakîkatleri anlamak için de Cenâb-ı Hakk’ın zâtî ilmine ihtiyâcımız vardır ki bu ilme sırâtullah denilir. Yoksa zâhiri ilimler ya’nî sırât-ı müstakîm dediğimiz ilimler Cenâb-ı Hakk’a ulaşmada yeterli değildir.

Efendimiz (s.a.v)’in “Allah’ın zâtını tefekkür etmeyiniz” diyerek belirttiği zâtı mutlak olan Zât’tır. İsimleriyle ve sıfatlarıyla kayıtlanan kayıtlı zâtı ise tefekkür edebilmekteyiz.

Herbirerlerimizin “ben” dediğimiz bir zâtımız vardır ve sıfatlarımız, isimlerimiz ve fiilleri-miz buradan meydana gelmektedir.

Mevcûd iki türlüdür. Biri salt mevcûddur, o da Zât-ı Bârî'den ibârettir; diğeri yokluğa karışık olan mevcûddur, bu da mahlûk olan zâttan ibârettir.

Page 48: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 1.Bölüm Zât Hakkında-Terzi Baba Şerhi

47

Mukaddes ve yüce olan Hakk'ın Zâtına gelince: O, kendinin ulu varlığı olan nefsinden ibârettir. Çünkü Allâh’ın zâtı, kendi nefsi ile kâimdir. Hüviyetiyle isim-lere ve sıfatlara hak kazanan o Zât'tır. Kendindeki her bir kudsî ma'nâ ile gereken her sûretle sûretlenir.

Demek istiyorum ki, her niteliğinin gerektirdiği her vasıf ile vasıflanmıştır. Kemâlinin gerektirdiği her mefhûma işâret eden her isim, O'nun varlığı için istihkâk arz etmiştir. Son bulmaktan berî olması ve idrâki kaldırmakla vasıflan-mak, hep kemâlâtındandır. Bundan dolayı bu kemâlâtın idrâk olunamaması ile hükmedilmiştir. O kemâlâtı idrâk eden, kendi zât'ıdır; çünkü kendisinde cehâletin varlığı mümkün değildir. Bu ma'nâda, aşağıdaki beyitleri söyledim:

Âleme baktığımız zaman varlıkta Allah’ın varlığından başka bir şey yoktur ancak bu onlar

Allah demek değildir. Bu nedenle tasavvuf ilminin özelliği burada ortaya çıkmaktadır ki bu olaylara bakış açımızın tek taraflı olarak kalmayıp değişik yönlerden ya’nî mertebeler i’tibârıyla bakışı sağlamaktadır. Efendimiz (s.a.v)in “Allah’ım bana eşyânın hakîkatini göster” demesindeki amacı da budur.

Genel literatürde “yokluğa karışık olan mevcûd” kavramı “yaratma” kelimesiyle ifâde edilmeye çalışılır ve çok sık kullanılır, oysa “yaratma” kelimesinin kullanımı şerîat mertebesi i’tibârıyla o mertebede henüz ikilik üzere olunduğundan, bir kul bir de onu “yaratan” Allah anlayışı olarak geçerlidir. Bu anlayış ile bir ömür âbid olarak yaşanabilir belki zâkir ve şâkir dahi olunabilir ve bu mertebeler i’tibârıyla velî olunabilir. Bu nedenle bizler eğer Muhammedü’l meşreb olarak Cenâb-ı Hakk’ın hakîkatlerine ulaşmak istiyorsak bizi hakîkat mertebesine ulaştıracak frekansı ve ayarı bulmamız gereklidir.

İşte hakîkat ve sonrası olan ma’rifet mertebesinde “yokluğa karışık olan mevcûd” ifâdesi “yaratma” kelimesi ile değil tecellî ve zuhûr kelimeleriyle ifâde edilmeye çalışılır.

Ba’zı formüller bulunmadan üzerinde çalışılan mevzûun anlaşılması çok zordur. Bu kitap-ta verilen bilgiler ma’rifet mertebesinden olduğundan anlaşılması için ma’rifet mertebesinin yaşantısı gereklidir. Fakat bizler alt mertebelerde olsak dahi bu üst düzey bilgilere tâlip olur-sak zaman içinde Cenâb-ı Hakk’ın yardımıyla bunların yaşantıya geçirilmesi kolaylaşır.

Âlemin yokluğu kendi başına bir varlığının olmayışı ma’nâsıdır. Âlemin mevcûdiyeti Hakk’ın varlığıyladır, bu nedenle ibârede “yokluğa karışık olan mevcûd” ifâdesi kullanılmıştır. Bu belirtilen ifâdelerin aynısı bizim birimsel varlığımızda da vardır. Bizler gaflet bakışıyla bak-tığımızda birimsel ve bağımsız bir varlığımız olduğunu zannederiz. Aslında bu “benlik” yok olan bir “benlik”tir.

Bir düşün bu “ben” için karşılığında ne verdin ve yaptında buna sâhip oldun?

Bu soru karşısında biraz düşününce, herşeyin bizim dışımızda geliştiğini anlamamız çok zor olmayacaktır.

Bu açıdan bakıldığında bizler mutlak olarak yokuz. Biraz daha araştırınca “mutlak yok diyoruz ama burada birşeyler var” diye de bir sonuca ulaşıyoruz. İşte bizim için önemli olan bu mutlak yokun ötesinde “ben” dediğimiz “benliğin” hakîkatinin ne olduğudur.

Page 49: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 1.Bölüm Zât Hakkında-Terzi Baba Şerhi

48

Biz Cenâb-ı Hakk’ın vermiş olduğu bir özellik ile varız. Bu özellik gereği olarak her birer-lerimizin ayrı bir zâtı vardır. Bizimle ilgili herşey de bu özümüze dayanmaktadır. Madde be-denimiz nasıl ki ölümden sonra çözülüp dağılarak kendi asıllarına dönecekse, rûhânî tarafımız olan hakîkatimizi de bu madde beden kayıtları altında dünyâ âleminde yaşarken kendi hakîkatine ulaştırmalıyız ki bu bize burada emânettir.

Kur’ân-ı Kerîm’de insandan bahsederken bir çok yerde “nefs” olarak bahsedilir. İnsan-dan nefs olarak bahsedilen hitaplarda da Cenâb-ı Hakk kulunu karşısına alarak bire bir “yâ eyyetühen nefsil mutmainne” yanî “ey mutmainneye ermiş nefs” gibi hitaplarda bulun-maktadır.

Her varlığın kendi nefsiyle kâim olması da Cenâb-ı Hakk’ın verdiği programı, özü i’tibârıyla kâim olmasıdır. “Nefs odur ki o şeyin zâtıdır” denilmiştir. İşte insanı en geniş ma’nâda ifâde ettiği için insan hakkında da en fazla olarak “nefs” kelimesi kullanılmıştır.

Cenâb-ı Hakk her varlığa lütufta bulunarak zâtını oluşturmuş ve bu zâtından sıfatlarını ve isimlerini ve fiillerini meydana getirerek o varlık içinde bulunduğumuz bu âlemde faaliyete geçmiştir. Herbirerlerimizde ayrı birer sûret vardır ve özelliklerimiz i’tibârıyla hepimiz ayrıyız.

Bizim için önemli olan kendi varlığımızda çıkabildiğimiz kadar üst mertebelerde Cenâb-ı Hakk’ı bilmektir. Hangi mertebede ne kadar biliyorsak, O’nu bilmişizdir demektir yoksa son-suz mertebeler içerisinde tam idrâk ile bilmek mümkün değildir. Şu örnek gibi ki, bize gerekli olan bir gıdâ ise onun nerede olduğunu bilip, aldıktan sonra o bize yeter. O gıdânın kimin tarlasında yetişip nasıl bize ulaştığını bilmesekte olur. Önemli olan bize hayat vermesidir.

Varsayalım yaşadığımız bu devrede Cenâb-ı Hakk’ın bütün kemâlatını bir an için idrâk ettik, bu anda dahi Cenâb-ı Hakk bizimle yaşayıp sona eren bir varlık olmadığı için sonsuz kemâlatı hiç kesilmeksizin sürer gider. Bizden öncekilerde kemâl dereceleri olduğu gibi biz-den sonrada olacaktır. Önemli olan tam olmasa da bir şekilde O’nun her an kemâlatta oldu-ğunun idrâk edilmesidir.

(Manzûmenin Tercümesi)

"Ey sıfatlarının hepsini toplamış olan Allah'ım! haber ver. Zât'ının hepsini, toplu veyâ ayrıntılı olarak ihâta ettin mi?

Yoksa Zât'ının özü ihâta olunmaktan yüce olduğu için Zât'ının Zât’ının özünü ihâta edemediğini mi ihâta ettin?

Senin sonunun olmasından seni tenzîh ederim ve senin kendine câhil olmak-tan da seni tenzîh ederim. Âh bu hayret tecellîlerindeki hayretten âh!"

Ey hakîkat tâlibi yine bil! Allah Teâlâ hazretlerinin Zât'ı, ahadiyyet'in gaybıdır. O ahadiyyet bir şeydir ki, onun üstünde olan ibârelerin hepsinin oluşu bir yöndendir. O ibârelerin ahadiyyet ma'nâsını tam anlamıyla ifâde edememesi

Page 50: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 1.Bölüm Zât Hakkında-Terzi Baba Şerhi

49

ise, çoklukları yönündendir. Birçok noktalardan ma'nâsını tam olarak ifâde etmek mümkün olmadığından, ahadiyyeti îzâha âit ibârelerin hepsi tam olarak ifâde etmenin dışında bir şekilde olmuştur. Bundan dolayı zâtî ahadiyyet ne bir ibârenin ifâde tarzıyla, ne de bir işâretin bilinmesiyle idrâk olunabilir; çünkü bir şeyi bilmek, ya ona uygun olan bir münâsibi veyâhud ona aykırı olan bir zıddı sebebiyle olur. Oysa ilâhî Zât’ın vücûdda ne münâsibi, ne uygunu, ne aykırısı, ne de zıddı vardır.

Bundan dolayı, terimler ile ifâde bakış açısından onun ma'nâsı için söz ve ifâde yoktur. Bunun içindir ki, halk için onu idrâk etmek zarûrî olarak kalkmıştır.

Allâh’ın zâtı hakkında söyleyici olan sessiz;

Harekete geçen, sâkin;

Bakan, hayrettedir.

Akılların ve anlayışların onu idrâke kudreti pek azdır ve idrâk ve fikirlerin Allâh'ın zâtında dolaşması celîlin en celîlidir. Özüne sonradan olan ilim ve kadîm ilim bağlanamaz. En küçük ve en büyük ta'rifler onu toplayıcı olamaz. Kudsî kuş, bu bomboş boşluğun fezâsında uçtu ve bu yüce feleğin hevâsında bütün varlığı ile yüzdü. Onun için var edilmişlerden gâib oldu. Tahkîk ve ayân olmakla, isim-ler ve sıfatları yırttı. Sonra yokluk avucunda o kudsî kuş uçarak halkalar oluştur-du. Sonradan olma ve kadîm olma mesâfelerini kat' etti. Allâh’ın vücûdunun zo-runlu olup, vücûdunun câiz olmadığını ve gâib olanın gâib olmadığını da anladı.

Bahsedilen bu kuş, san’at eseri âleme dönmeyi murâd edince, kendisinde bir alâmetin hâsıl olmasını istedi. O güvercinin kanadı üzerine şu şekilde yazıldı:

"Ey zât ve isim ve gölge ve resim ve rûh ve cisim ve vasıf ve nitelik ve alâmet olmayan tılsım! Varlık ve yokluk senin içindir. Sonradan olmaklık ve kadîm olmaklık da senindir. Zâtın için yoksun, nefsinde mevcûdsun; niteliğinle bilinen, cinsinle gâipsin. Sanki sen, ancak ayar, ölçü olarak hálk edildin; gûyâ sen haber-lerden ibâretsin. Açık bir söz ile zâtından delîl göster! Ben seni Hayy, Âlim, Mürîd, Kâdir, Mütekellim, Semî', Basîr olarak buldum. Sen cemâli ihtivâ edicisin, celâli hâizsin. Nefsinle türlü kemâli içine almışsın. Senden başka mevcûdu isbât etmeyi düşündüğüm zaman, başka hiçbir mevcûd bulmuyorum. Senin her güzel-liğin üzerinde olan güzelliğin, en mükemmelin en mükemmelidir.

Bu ayrıntıdan sonra bu sözlerle muhâtab olan o tılsımdır. Belki benim, belki sensin. Ey tılsım! Seni, yok olduğun yerde mevcûd bulduk.

Page 51: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 1.Bölüm Zât Hakkında-Terzi Baba Şerhi

50

Zâten Cenâb-ı Hakk’ın mutlak zâtını idrâk etmek bize görev değildir. İşin şu kısmını da

anlamaya çalışalım; Allah’a göre bizler kayıtlıyız ancak kendimize göre mutlak zâtız. Çünkü bir eşimiz, benzerimiz yoktur. Cenâb-ı Hakk’tan gelen bize âit özel programımız hiç şaşması olmayan mutlak bir programdır.

Eğer bu şekilde varlıklar ortada olmasaydı Cenâb-ı Hakk’ın bilinmesi mümkün olmaya-caktı. “Bilinmekliğime muhabbet ettim, bu âlemleri hálk ettim” hadîs-i kudsîsi ile de zâtî mertebede olan bu hâdiseye işâret edilmektedir. Zât mertebesinden sıfat, oradan esmâ ve oradan ef’âl mertebesine tenezzül eden bu hâdise ile bilinmiş olmaktadır.

Kuş gökyüzünde uçtuğu için ilâhî hakîkatler hakkından yeryüzünde yaşayan bir şeyden değilde bu şekilde yükseklerde olan bir şeyden örnek verilmiştir.

Kanadına yazılmasından kasıt gönlüne yazılmasıdır.

Bir insan hakîki varlığı ile beşeriyetinden sıyrıldığında belirtilen bu hallere gelmektedir.

Tenzîh mertebesi i’tibârı ile yok olduğun yerde seni teşbîh mertebesi i’tibârıyla yine bu-rada bulduk denilmektedir.

Kasîde (Tercüme)

"Bu tılsımı idrâk noktaları pek incedir; Âlemleri gaybdadır, tehlikeleri çok büyüktür, kılıçları insanı kımıldatmadan öldürür.

Göz onu görmez, hudûd onu ihâta edemez; Vasıf o vasıflananı hâzır ede-mez. Böyle olan şeye kim arkadaş olabilir?

İbâreler kusurlu, işâretler kayıp; Bununla çarpışan kalbin rükûnları yıkıl-mıştır. Âlîdir, felek değil; rûhdur, melek değil; Melikdir, mülkü vardır; Buna mahrem olanlar pek nâdir varlıktır.

Gözdür, görme değil; ilimdir, haber değil; fiildir, eser değil. Âlemleri gaybdadır, Felek üzerinde kutubdur; Yıldızların yollarını nurlandıran güneştir.

Sokaklarda tâvûsdur; ziynetlerinin intizâmı aşikârdır. Yazılmış numûnedir; terimler ile sirâyet etmiştir. Varlıksal vücûddan pâktır. Rûhum onun âlemleridir. Renkli bûkalemûndur.

Var edilmiş ve ziynetlenmiş san’at eseri incidir. Derlenip toparlanmış nefes, ya'nî hayâttır. Kanı, dâima akmakta olan ölüdür.

Zâtı, tekildir, nitelikleri müferreddir. Ya’nî latîf sesler ile terennüm edilmiş-tir. Alâmetleri güzel bir edâ ile söylenmiştir. Onu yazan okuyabilir; salt vücûd onundur. Kaldırma da, kendine şâmildir.

Page 52: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 1.Bölüm Zât Hakkında-Terzi Baba Şerhi

51

Sıfatlarının açığa çıktığı günden beri bilinir ve bilinmez. Kaldırmadır, aynı zamanda isbâttır. Gereksizliktir, aynı zamanda îcâbdır. İşârettir, aynı zamanda perdelenmiştir.

Güzel kokuyu toplayan ve yayan odur. Onu idrâki arzûlama! Harem dâiresine ulaşamazsın. Emînlik bulmak istiyorsan, söylediklerim ganimettir.

Batı Ankâ’sıdır. Bununla murâd sensin! Kendine mülâyim olan şeylerden teşbîhli tenzîhdir. Coşup taşması fazla olan dalgalardır. Tehlikeli olan denizdir.

Ateştir; alevi çok, alevi arttıran aşkındır. Mechûldür, fakat vasıfları söylen-di. Belirli olan belirsizdir. Ülfet etmiş vahşîdir, kalb ile barışı vardır.

Eğer "biliyorsun" desem, ma'rifette i'tidâle riâyet edemezsin. ''Bilmiyorsun'’ desem, oysa sen onu biliyorsun. Benim sırrım, onun hüviyetidir. Rûhum benliği-dir. Kalbim onun ziynet kürsîsidir. Cismim onun hizmetkârıdır.

Ben onu aklediyorum. Bununla beraber ona karşı câhilim. Onu kim elde edebilir? Meâliyâtı, ganimetleri insanı men' etmiştir.

Âlî olur, onu gizlerim. Yaklaşır, onu anlarım. O kalbimi doldurur, ben onu yazarım. Bunu idrâk eden, senin fikrine azamet nakleder.

Onu tenzîh ettim, soyutlandı; teşbih ettim, eşyâya sirâyet etti. Cisimlendir-dim, mukâvemet edemediğim eşya ârız oldu. Yaklaştırmak istedim imtinâ etti. Güzel tavırları yağmaladı.

Ona ancak intisâb etmekle kavuşabilirsin. Rûhu sarsan şeyler kirpiklerin-dedir. Sicili yanaklarındadır, ateşi alevlidir. Sürmesi göz kapaklarındadır. Ka-paklarının kirpiği te'sîr mızrağıdır.

Tükrüğünde bal vardır. Boyu fidan şeklindedir. Kıvırcık saçları salınmıştır; Dişlerinin parlaklığı zâlimdir. Bilekleri nakış ile esmerdir. Saçları siyâhdır.

Bedenin latîfliğindeki çirkinlikleri beyâzdır. İçine çekilesi dudakları, kırmı-zıdır. Bakışlarını atfetmesi sihirdir. Lâtîfeleri vehimdir.

Bu hallerine hayret zarûrîdir.

Mechûldür, vasf edildi; inkâr olunmuştur, bilindi; vahşîdir, ülfet edildi. Kalbim onunla söyleşir.

Yırtmak san'atıdır; öldürmek hasletidir; hicrân ziynetidir. Lezzetleri acılıkla doludur. Birleşiktir, basît oldu; kayıtlıdır, çözüldü; Sûrettir, bilmeceli; Zulmetle-ri salt nûrdur.

Page 53: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 1.Bölüm Zât Hakkında-Terzi Baba Şerhi

52

Arazın cevheri değil, hastalığın sıhhati değil. Oktur, hedefi de odur. Bu okla taksîm yapanlar hayrette kalmıştır.

Ferddir, adedi çok; cem'dir, neferi yok. Önümüz ve arkamız hepsi onun âlemidir. Cehildir, ilim de o; Harbdir, sulh da o; Adalettir, zulüm de o.

Helâk edicileri kabarmıştır. Ağlatır, ferah verir; sarhoş eder, ayıklık verir; Sudan kurtarır, suya gark eder.

Onunla muhâkeme olmak isterim. Ba'zen benimle eğlenir, ba'zen sohbet eder. Ba'zen yabancı olur, ba'zen benimle söyleşir. Ba'zen dostluk gösterir, ba'zen vuslat gösterir; Ba'zen benimle muhâlif ve muhâkeme olmak için karşıma geçer.

Eğer ferahlandı desem, gazablı olarak görünür; Iztırâblı oldu desem, metânetleri buna aykırıdır. Vahşîdir, ülfet etmedi; mechûldür, bilinmedi; zâttır, vasfedilmedi.

Düstûrları gayet ulvîdir.

Güneştir parladı; şimşektir çaktı; güvercindir, terennüm etti. O hammâmeler benim üstümdedir.

İki zıd kendisinde bir araya geldi. Bununla berâber bu bir arada oluşta mümkün olmadı. Kaynaktır kaynadı; dalgaları heyecanlandı.

Tadan için zehirdir; koklayan için miskdir. İçinde gark olanların alâmetini de gâib eden denizdir."

Bu zehir içilecek ve ölünecektir ki yeniden var olunsun. Ben zehiri içemem, ölemem der-

sen de sana “uğurlar olsun” denilir.

Sonra o yeşil kuşun kanatları üzerine kibrît-i ahmer mürekkebi kalemiyle

aşağıdaki sözler yazıldı:

"Azamet ateştir; ilim sudur; kuvvetler havâdır; hikmet topraktır. Bunlar öyle unsurlardır ki, ferd ya’nî tek olan cevherimiz bunlarla tahakkuk eder ve o cevhe-rin iki arazı vardır:

Biri ezel, biri ebed.

İki sıfatı vardır: Biri Hak, biri halk.

İki niteliği vardır: Biri kadîm oluş, biri sonradan oluş.

Page 54: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 1.Bölüm Zât Hakkında-Terzi Baba Şerhi

53

İki ismi vardır: Biri Rab, biri kul.

İki yönü vardır: Biri zâhir, ya'nî dünyâ, biri bâtın, ya'nî âhiret.

İki hükmü vardır: Biri zorunlu oluş, biri imkân dâhilinde oluş.

İki i'tibârı vardır: Birincisi nefsi için gayr-ı mevcûd, gayrı için mevcûd olmak; İkincisi gayrı için gayr-ı mevcûd, nefsi için mevcûd olmak.

Bu âlemlerin var edilişinden son gününe kadar geçen süre bir göz açıp kapanma süresi-

dir. Madde âleminden bakıldığında içinde bulunduğumuz bu âlemi mevcût olarak görmekte-yiz. Hakk gözünden bakıldığında ise kendine âit bir varlığı yoktur.

O cevher, ma'rifette ya’nî kendisine ârif olunmaklıkta iki türlüdür: Biri önce

zorunlu oluşu, sonra selbiyeti; İkincisi önce selbiyeti, sonra zorunlu oluşu. O cev-her için bir nokta vardır: o anlayış noktasının hatâları, ibârelerin o noktadan sapması, işâretlerin o noktanın ma'nâsından başka yönlere dağılması vardır. Ya'nî gerek ibâre, gerek işâret, o noktayı îzâha yeterli değildir.

Ey kuş! Başkasının okuması câiz olmayan bu kitâbı muhâfazada son derecede tedbîrli ol.

Bahsedilen kuş o feleklerde, ölümde hayât içinde, helakte bakâ içinde olarak uçtu. Nihâyette topladığı kanatlarını açtı; yumduğu gözünü açtı. Bu hâlet içinde nefsinden çıkmadığını, cinsinin gayrısına gitmediğini buldu, bildi. Denizden hâriç olarak denize dâhil oldu. O denizin hem "suya kanan"ı, hem "susamış"ı ol-du. Hiçbir şey söylemedi ve o denizden hiçbir şey gâib etmedi. Mutlak kemâli, nefsinden ve zâtından ibâret olduğunu muhakkak sûrette buldu. Bununla berâber, onun sıfatlarından hiç bir sıfatın tamâmına da sâhip olmadı.

İsimler, zât ve sıfatlara hakkıyla vasıflanmış olduğu halde, ittifâk ve ihtilâf hükümlerinde kendisini zabtedecek bir yuları da bulunmadı. Sıfatlarıyla temkînin ya’nî mekân tutmanın kemâli üzerine tasarrufa kâdir olduğu halde, kemâlini ta'yînde bir şeye de sâhip olamadı.

Bahsedilen kuşun mahallinde ve âleminde uçmasının kemâli vardır. Bununla berâber uçuşu da, menzillere ve âlemlere sınırlıdır. Dolunayın kemâlini nefsinde muhakkak olarak görür; bununla berâber güneşinin tutulmasını engellemeye gü-cü yetemez. Ârifi olduğu şeyin hem ârifi, hem câhilidir. Mahallinden başka yere göç eder, oysa mahallinde vâkıftır. Lisansız kelâm kendisi için hem câiz, hem câiz

Page 55: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 1.Bölüm Zât Hakkında-Terzi Baba Şerhi

54

değildir. İrfânında istikâmet vardır; bozukluk ve eksiklik yoktur. Âlem içinde irfâna en önce dâhil olan odur. Beyân i'tibârı ile o irfândan en uzak olan yine odur.

Sâhasında insanlara nispetle en uzak olan o olduğu gibi, o sâhaya en yakın olan da odur. Kelâmı okunmaz, ma'nâsı anlaşılmaz ve bilinmez; kelâmındaki harf üstünde bir vehmî nokta vardır. Dâire onun üstünde döner. O noktanın kendi zâtında bir âlemi vardır. O âlem, yuvarlak dâirenin tamâmı üzerindedir. Bahsedi-len noktanın üstü yine o dâireden bir noktadır. O dâire de o noktanın bütün par-çalarından bir parçadır. Dâirenin hepsi, o noktanın basîtlikleri etrâfından bir ta-raftadır. O nokta nefsi i'tibâriyle basît, tamâmı i'tibârı ile birleşiktir.

Zâtı yönünden ferddir; vasfı i'tibârı ile nûrdur. İlmin onun üzerine gerçek-leşmesi tamâm olmadığından, zulmettir.

Bu yukarıdaki sözlerin hiç birisi, yüce Zât’ın hakîkatı üzerine vâki' değildir.

Yüce Zât’ta lisanlar suskun; zamân onu ihâtadan mahsûrdur. Allah azîmü'ş-şân, âlî, refî'us-sultân ve azîzü'd-deyyândır.

(Beyitler)

"Hind'in mahallesindeki hânelerin eşikleri ölümle döşeli olduğundan, kimse yanaşamaz.

O mahallenin mekâneti, şan ve şerefi âlî, kapılarının derecesi yüksektir.

O mahallenin alt tarafında boyunlar vurulur ve halkın kâdir olamadığı şey-ler yapılır.

O mahalle yönünden bir rüzgâr eserse, ya'nî saldırı gerçekleşirse, akılları götürür ve kalbleri dehşete salar."

Page 56: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 2.Bölüm İsim Beyânında-Terzi Baba Şerhi

حيم حمن الر� بسم الر�BİSMİLLAHİR RAHMÂNİR RAHİYM

Mutlaklık üzere İsim Beyânındadır

İsim, isimlendirileni anlayışta ta'yîn eden, hayâlde sûretlendiren, nefisde hâzır eden, fikirde tedbîr eden, zikirde muhâfaza eden, akılda vücûda getiren şeydir.

İsimlendirilenin mevcûd olması, olmaması, hâzır, gâib olması farketmez. İsimlendirilenin kendisini bilmeyene ta'rîf edilmesi kemâlli olarak, ilk önce isim ile olur. Bundan dolayı ismin isimlendirilene nispeti, zâhirin, bâtına nispeti gibi-dir. Bu i'tibârla isim, isimlendirilenin aynıdır.

İnsanlar genel olarak kendi aralarında eşyâyı karıştırmamak için ona bir isim vermek

zorundaydılar ki bu da isimlerde ittifâkı gerekli kılmaktadır. Ef’âl mertebesi i’tibârı ile kullanılan bir terim olan “yaratılmışlar” ifâdesinden kasıt da bu isimlerdir.

Örneğin günümüzde kullanılan teknolojik âletler daha eski devirlerde mevcût olmadıklarından isimleri de yoktu, ne zamanki teknolojik buluşlar ile bunlar ortaya çıkıp kullanılmaya başladı isimleri de ortaya çıktı.

Bir eşyânın ismini zâhiri olarak söylediğimizde onun ma’nâsı aklımıza gelir, örneğin “teyp” dediğimizde teyp kelimesi değil de teybin ta kendisi aklımıza gelir, işte bu yönden isim isimlendirilenin aynıdır.

İsimlendirilenlerden aslında yok olup, yalnız isimde mevcûd olan isimlendi-

rilen de vardır; Batı Ankâsı gibi. Çünkü batı Ankâsı, yalnız isimde mevcûd olan şeyin adıdır. O Ankâ ismi, Ankâya vücûd kazandıran isimdir. O isim sâyesinde Ankâya lâzım gelen sıfatlar bilinmiştir.

Bu îzâh edilen şekildeki isim, isimlendirilenin gayrıdır. O i'tibâr ile ki, terim olarak batı Ankâ’sı kavramı, akıllara ve fikirlere gariplik bahşeden ve büyüklüğünden dolayı benzeri olmayan kendine has bir yapı üzerine işlenmiş bir şekilde bulunan şeyden ibârettir. Terimlerin dışında bu isim, bu hükme işâret edemez. Gûyâ bu isim, idrâk edilebilir ma'nâ üzerine küllî bir şekilde konulmuş olup, vücûdda bu ismin de bir mertebesi olduğunu ve yok olmadığını ve vücûdun işin aslında bu hükmü ihtivâ etmediğinin zannedilmemesini bildirir. Bu

Page 57: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 2.Bölüm İsim Beyânında-Terzi Baba Şerhi

56

şekilde Ankâ, isimlendirilenine ârif olmaya bir yol türü olup fikir, ma'nâsını ak-letmeye bu yol ile ulaşır.

Bu sözlerin içinden kabuğunu at, goncalarından gülü çıkar. "Cidden iyi anla!"

Burada belirtildiği üzere isimlendirilenin kendisi olmadığı için isim ile isimlendirilen ayrı

olur. Ancak bu isim olmazsa onun o hâlinin olup bilinmesi de mümkün değildir. Aynı şekilde yine bu isim olmaz ise o şeyi sıfatlarıyla anlatmak gerekir ki bu durumda o sıfatlarla anlatımdan bir başka ma’nâlarda çıkarılabilir.

Halk edilmişler yönünden batı Ankâsı, Hak yönünden Allah Teâlâ'nın ismi-

nin zıddıdır. Ankâ'nın isimlendirileni zâtında salt yokluk olduğu gibi, Allah Teâlâ'nın zâtında isimlendirileni, salt vücûddur. Şu halde Ankâ, isimlendirilene ulaşmanın ancak isim ile olabileceğini bildirmek husûsunda Allah ismine karşılıktır. İşte bu durumda batı Ankâsı, bu i'tibâr ile mevcûddur.

Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerine ârif olmanın yolu, isimlerinden ve sıfatlarındandır. Çünkü isimlerin ve sıfatların hepsi bu Allah isminin altına dâhildir. Bundan dolayı isimlerin ve sıfatların aracılığı olmadıkça Hakk'a ulaşmanın mümkün olmadığı âşikârdır. Bu îzâhdan Allah Teâlâ'ya bu isim, ya'nî Allah ismi yolundan başka yol ile ulaşma yolu yoktur. Hakîkatle tahakkuk etmesi i'tibârı ile vücûda vücûd kazandıran, bu Allah ismidir. Bu konudaki yol, bununla açıklık kazanmıştır.

İsimden kasıt o şeyin hakîkatini çıkarmak olduğuna göre bizler bu isimlerin şartlanmış

kelimelerini değil Cenâb-ı Hakk’ın murâd ettiği hakîkatlerini idrâk etmek zorundayız. Eşyânın günlük hayattan kullanılan isimlerini yine kullanalım ancak bunların hakîkatte neyi ifâde et-tiklerini de bilelim. Bu isimlerden birinin hakîkatini ya’nî sistemini bildiğimiz zaman bütün ilâhî isimlerin neyi anlatmak istediğini biliriz. Bu isimleri ya gafletle hakîkatlerine ulaşmadan söyleriz ya da hakîkatlerini idrâk ederek söyleriz ki bu durumda bizde çok yüksek oluşumlar meydana gelir.

Allah ismini gerçek ma’nâsıyla bildiğimizde ona ulaşmış oluruz yoksa beşerî dilde kullanılan Allah ismi değil. Beyit:

“Seni bu vech ile görenler korktular Allah demeye; döndüler insan dediler.”

Page 58: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 2.Bölüm İsim Beyânında-Terzi Baba Şerhi

57

Bu isim, insanda kâmil olan ma'nânın mührüdür.

Ve bu isim ile kendisine rahmet edilen, Rahmân'a ulaşmıştır.

Sâdece mühürün nakışına bakan, sâdece isim yönünden Allah ile berâberdir.

Mühürün nakışlanmış yerlerinden geçip yükselmiş ise, sıfatlar yönünden Al-lah ile berâberdir.

Mühürü açarak vasfı ve ismi geçmiş ise, o geçen kimse, zâtı ile Allah'la berâberdir; sıfatlarından da perdeli değildir. Bu zât, yıkılmak isteyen duvarı ye-rine oturtur ve kopmak isteyen mühürü de sağlamlaştırırsa, Hak ve halk denilen iki yetîmi kemâl derecesine eriştirir. Bu sûretle o iki yetîm duvardaki defîneyi çıkarırlar.

İnsan kelimesinin hakîkatini idrâk eden öyle bir hâle gelir ki o hâl onun için mühür olur.

Bu mühürde doğruluğu tasdîk mühürüdür.

İsmin isimliği, sıfatın sıfatlığı, mührün de mühürlüğü bilinip idrâk edildikten sonra mühürün açılması gerekir.

Kur’ân-ı Kerîm’de Hızır (a.s) ile Mûsâ (a.s)’ın kıssasında duvarın düzeltilip yetîmlerin hazînesinin nasıl kurtarıldığı anlatılmıştır. Hak ve halk denilen bu iki yetîmden kasıt bir başka yön ile rubûbiyyet ve abdiyyet yetîmleridir. Çünkü bunların ikisi de Allah’ın zâtından ayrıldıkları için yetîmdirler. İlâhî isimlerden her bir isim rubûbiyyettir, halk da abdiyyettir. Hakk’ın defînesi bu isimlerin içerisindeki ma’nâyı bilmek, idrâk etmektir, halkın hazînesi ise insân-ı kâmildir.

Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri bu Allah ismini, insan için ayna yaptı.

İnsan vechi ile o aynaya bakarsa "Allah var idi, O'nunla berâber hiçbir şey yok idi" sözlerinin hakîkatini bilir ve işitmesinin, Allâh’ın işitmesi olduğu; görmesi-nin, Allâh’ın görmesi olduğu; kelâmının, Allâh’ın kelâmı olduğu; hayâtının, Allâh’ın hayâtı olduğu; ilminin, Allâh’ın ilmi olduğu; irâdesinin, Allâh’ın irâdesi olduğu; kudretinin Allâh’ın kudreti olduğu kendisi için açılır; ve bu açılım, asâlet yolu iledir.

Allah ismi hakîki ma’nâsı ile açıldığında kişiye kendisini gösterir ve kişi bu isim ile kendi-

sini seyretmeye başlar. Bu ismin hakîkati idrâk edildiği sürece bu âlemdeki yaşantı hayâl yaşantısıdır. Taşı taş toprağı toprak olarak görüp bunların hakîkatinde neyin olduğunu idrâk edemeyenlere zâten söylenecek bir söz yoktur. Bunların hakîkatlerini bilip idrâk edenler an-cak günlük yaşantı içerisinde pek tâbi’ gibi gelen şeylerin derinliklerine inebilmektedirler. Sıradan denilen yaşantıların esâsında ne kadar hakîkat bir yaşantı olduğu bu şekilde

Page 59: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 2.Bölüm İsim Beyânında-Terzi Baba Şerhi

58

anlaşılmaktadır. Cenâb-ı Hakk ilâhî isimlerini bize bildirmiştir ki bizler bunların hakîki vasıflarını beynimizden geçirebilelim ve yaşantıya işlesin.

Cenâb-ı Hakk Allah ismini insana ayna yaptı çünkü onun bütün vasıfları onda vardır. Ne yazıkki insan kendisinde var olanı kendi kendine görememektedir, ayna gereklidir. “Allah Âdem’i kendi sûreti üzere halk etti” hadîs-i şerîfi gereğince bu sûret ancak Allah aynasında görülebilir, başka aynalar bunu taşıyamaz, paramparça olur. Bizler insan olarak gerçekten kendimize bu yönden baksak mutlaka gözlerimiz kamaşır ve o aynaya bakamayız.

Yine o şekilde bunların hepsinin kendisine nispetinin âriyet ve mecâz yoluyla olduğunu ve Cenâb-ı Hak için sâhiplik ve hakikat yoluyla olduğu kendisinin bi-lineni olur. Cenâb-ı Hak Kur'ân'da: “Vallâhu halakaküm ve mâ ta’melûn” ya’nî "Allah sizi ve sizin yaptıklarınızı hálk etmiştir" (Saffât, 37/96) buyurmuştur. Yine Kur'ân'da “İnnemâ ta’budûne min dûnillâhi evsânen ve tahlukûne ifkâ” "Allah'dan başkasına ibâdet ediyorsunuz ki, onlar putlardır ve iftirâ hálk ediyorsunuz" (Ankebût, 29/17) buyurmuştur. Burada onların hálk ettiği şey, Allah'ın hálk ettiği şeydir. Onlara bağlanan hálk etme, âriyet ve mecâz yoluyla, Cenâb-ı Hak için, sâhiplik yoluyladır.

Bu isim aynasına bir kimsenin vechi bakarsa, bu ilmi zevken ya’nî bizzat hakîkatini yaşayarak kazanır ve onun indinde ilimler, tevhîdden sâbit olan "vâhidiyyet" ilmidir. Ve bu makâm kimin için oluşursa, Allah'a duâ eden kimseye icâbet edici olur. O kimse Allah isminin görünme yeri olmuş olur. Bu mertebeden ilerleyip yükselir ve yokluk bulanıklığından, zorunlu olan vücûda ilim şekliyle sâflaşır ve yükselir.

Ve Cenâb-ı Hak o kimseyi sonradan olmaklık kirinden, kadîm olmanın zuhûruyla temizlerse, o kimse Allah isminin aynası olur. Bu şekilde Allah ismi ile berâber karşılıklı iki ayna gibi olur. Bu iki aynadan birisinde olan, öbüründe de bulunur. Bu mertebeye nâil olan kimseye duâ edene Cenâb-ı Hak icâbet edici olur. Allah o zâtın gazabı ile gazablanır, rızâsıyla râzı olur. Ve bu zâtın indinde tevhîd ilimlerinden sâbit olan ilim, ahadiyyet ve onun altındaki ilimlerdir. Bu makâm ile zâtî tecellî makâmı arasında ince bir sır daha vardır. Bu makâmın sâhibi, yalnız Furkân okur. Zâtî tecellîye mazhar olan ise indirilmiş kitapların hepsini okur, bunu anla!

Îsâ (a.s)ın “Baba ve ben biriz” diyerek belirttiği mertebe bu mertebedir. Burada belirti-

len haller önceki mertebeleri aşıp buraya ulaşıp bu yaşantıyı yaşayanların kullanacakları ke-limelerdir yoksa bunların dışındakilerin burada belirtilen ifâdeleri kullanmaları doğru değildir.

Page 60: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 2.Bölüm İsim Beyânında-Terzi Baba Şerhi

59

Herşey herkes için değildir, bir kişiye harem olan bir başka kişiye haram olabilmektedir. Ve bu yolların ancak oralardan daha önce geçmiş olanlar nezâretinde geçilmesi mümkündür yoksa kişilerin yalnız başlarına veyâ oralardan geçmemiş kişiler nezâretinde bu yollardan geçmeye çalışmaları ancak hayâlde olur, gerçekte olmaz.

Burada belirtilen duâya icâbet mutlak kader yönünden değil muallak kader yönünden yapılan icâbettir. Duâ eden kimseden bu duânın çıkması onlar için zâten bu duânın kabûl edileceği yönünde bir uyarıdır. Bu nedenle talep gelmeden birşey yapmazlar çünkü talep gelmeden birşey yapmış olurlarsa eğer Hakk’ın irâdesine karışmış olurlar.

Allah’ın lütfuna ermek isteyenler Allah isminin mazharı olan bir kimseye yaklaşsınlar, hiç korkmasınlar. Bu kimselerin muhabbetleri alınmalıdır, gazaplarından kaçılmalıdır.

Seyr ü sülûk yolunda ilerleyen sâliklere de hiç kimseye gazab gözüyle bakmaması bu nedenlerden dolayı çok sık tenbîh edilir.

İşte tevhîd hakkında, vahdet hakkında hiç bir bilgimiz olmasın, burada yazılı insan hakkında şu birkaç satırı bilsek bize âhirette dahi bu kadar bize yeter.

Furkân okunması ile sıfat tecellîsinde olanların zâtî hâli ile zâtî tecellîye mazhar olanların zâtî hâli arasındaki fark belirtilmektedir.Furkân sıfatlar mertebesi i’tibârı ile farklılık ya’nî fark âleminin en güzel şekilde idrâk edilmesidir. Ya’nî bu fark âleminin nereden kaynaklandığını, zıt olaylarının hakîkatinin ne olduğunun tam olarak anlaşılmasıdır. Bu nedenle Furkân, Kur’ân-ı Kerîm’in sıfat mertebesidir. Kitâb-ı Mübîn olarak belirtilen esmâ mertebesi, İmâm-ı Mübîn olarak belirtilen ise ef’âl mertebesidir.

Bunun yanısıra Kur’ân-ı Kerîm’de örneğin Tevrât-ı Şerîf’ten Furkân olarak bahsedilmesi esmâ âleminin Furkân’ı oluşundan dolayıdır. Bu mertebe esmâ farklılıkları farkedilmektedir.

Zât ehli ise Âdem (a.s)’dan suhuflar ile başlayan bütün kitapları okur ve ma’nâlarını da en güzel şekilde anlar. Zât ehli, günümüzde bozulmuş olarak bulunan kitaplara dahi öyle bir bakış ile bakar ki o kitâbın neresi orjinal, neresi sonradan düzenlenmiş onu dahi anlar.

Şurası da bilinmelidir ki, bu Allah ismi, kemâlâtın hepsinin heyûlâsıdır. Bu

ismin feleği altında mevcûd olmayan hiçbir kemâl yoktur. Onun içindir ki, Allâh’ın kemâlinin sonu yoktur. Çünkü Cenâb-ı Hak, zâtından ne kadar kemâl açığa çıkarırsa, gaybda ondan daha büyük kemâlât vardır. İlâhî kemâlin sonuna erişmek için yol yoktur. Ya'nî Hakk'ın kendi indinde Zât'ına tahsîs ettiği hiç bir kemâl dışarıda kalmamak üzere, kemâlin sonuna ulaşmak mümkün değildir.

İdrâk edilebilir işlerden olan heyûlâda hiç bir sûretin kābiliyyeti geriye kal-mamak üzere bütün sûretlerin hâriçte açığa çıkmasına da aslâ imkân yoktur; bu bir zarûrî iştir. Bundan dolayı heyûlânın altına dâhil sûretler için "bir son" düşünülemez. Mahlûk olan heyûlâda böyle olursa Kebîr-i Müteâl olan Hak hakkında "bir son" düşünülmesi nasıl olabilir?

İlâhî tecellîlerden böyle bir tecellî bir kimsede oluşursa: "İdrâke ulaşmaktan aczi idrâk, idrâktir" der. Fakat Allah’ın aynı olan ilâhî tecellîlere mazhar olan,

Page 61: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 2.Bölüm İsim Beyânında-Terzi Baba Şerhi

60

ya'nî ilmi ve hakîkati i'tibârı ile bu yüksek mazharlığa erişen kimse, idrâkten âciz olduğunu söylemez; âcizliğe aykırı olana da kâil değildir. Belki, iki taraf onun için eşit olur. O zâtın makâmı, bir makâmdır ki, ondan ta'bîr mümkün değildir. Bu, Cenâb-ı Hakk'a ulaşmada en âlî bir mertebedir. Bu mertebeyi iste ve bundan gâfil olma!

Beşer gözüyle birşeyi bir başka şeye izâfe ederek zevâl olarak görülen şeyler dahi kendi

bulundukları hallerinin kemâlindedirler. Bu hâli ise ancak Allah isminin mazharları tam olarak idrâk edip anlayabilirler. Bu anlatılanları bütünsel olarak bilmeye zâten gerek yoktur, bir buğdayın hakîkatini bilen tarlayı da, harmanı da bilmiş olur. Bunun gibi bizler kendimizde bulunan Allah isminin tecellîsini idrâk ettiğimizde tüm âlemlerdekini bilmiş oluruz, ayrıntılı olarak hepsini bilmemize gerek yoktur.

"İdrâke ulaşmaktan aczi idrâk, idrâktir" sözünde şunu üstüne basarak çok iyi belir-telim ki bu düşünce ile kişi ben âcizim diyerek kendini bir kenara ayırmamalıdır. Kişi o kadar çalışarak o kadar geniş bir idrâke ermelidir ki kendi beşerî kapasitesinin sonuna gelmelidir bir kere. İşte bu beşerî kapasitenin sonunda acziyyet idrâk edilmelidir; yoksa yola girip biraz yol aldıktan sonra, zorluklarla karşılaşınca “ben âcizim” demek kendini aldatmaktır, gerçek ac-ziyyet değildir. Bu yolda akıl, zekâ herşey sonuna kadar kullanılacaktır. Bunlar sonuna kadar kullanılıp acziyyet idrâk edilince ancak Cenâb-ı Hakk faaliyete geçmeye başlar ve artık O’nun idrâki ile idrâklenilmiş olunur ve kişiye yeni kapı açılır.

Beyitler (Tercüme)

"Allahu Ekber, bu deniz durmaksızın dalgalıdır. İçinde esen rüzgârın heyecânından oluşan bir dalga sâhile inciler döker. Örtülerini çıkar ve bu den-ize dal; ve o denizde yüzmek hevesine düşme. O denizde yüzmek, iftihar sebebi değildir. Bu denizde öl! Allah'ın denizinde ölen kimseler, mutlak safâ içinde Allâh’ın hayâtı ile diridir."

Bu "Allah" ismi, ilâhî ma’nâların sûretlerinin kemâli için heyûlâ olduğundan, Cenâb-ı Hakk'ın zât'ından zât'ına olan tecellîlerin hepsi bu ismin ihâtası altına dâhildir. Bunun daha ötesi "zât'ın zât'da batnları" denilen salt karanlıktır. O karanlığın nûru, bu isimdir. Bu isimde Cenâb-ı Hak nefsini görür ve bu isim ile halk, Hakk'a ârif olmaya ulaşır.

Burada “zulmet ya’nî karanlık” ifâdesiyle her ne kadar a’mâiyetten bahsediliyor ise de

diğer bir yönden bakıldığında içinde yaşadığımız bu âlem de karanlık hükmündedir ve bu

Page 62: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 2.Bölüm İsim Beyânında-Terzi Baba Şerhi

61

karanlığa Allah ismi nûr olur, demektir. “Allah semâvât ve arzın nûru” olduğundan bu âlem-ler Allah esmâsında zuhûra çıkmaktadır.

Ve bunun gibi bireysel olarak herbirerlerimizin içinde, bâtınında kalmış karanlıklar vardır, ne zamanki bu bireysel varlığımızda Allah esmâsı ile ilâhî hakîkatler zuhûra çıkmaya başlarsa işte o zaman aklımız ve beynimiz aydınlanmaya başlıyor ve o varlıkların hakîkatleri-nin bu şekilde farkına varıyoruz. Eğer ilâhî nur, Allah esmâsı bizde zuhûra çıkmamış olursa bu varlıkların hiçbirini görüp idrâk edebilmemiz mümkün değildir.

Bu belirtilen sırra sâhip olmadan dünyâ âleminde yaşayan ve gördüklerini zannedenlerin hiçbirşey görmedikleri de bu şekilde ortadadır. Bu kişiler gördükleri şeyin hakîkatini göreme-diklerinden ve onları sâdece eşyâ vasfıyla değerlendirdiklerinden dolayı zulmette ya’nî karanlıktadırlar. Bu görülen şeylerin hakîkatin bilinmesi ise yukarıda belirtildiği üzere ancak Allah esmâsının zûhura çıkıp faaliyete geçmesi ile mümkündür.

Efendimiz (s.a.v)’in “Allah’ım bana eşyânın hakîkatini göster” hadîs-i şerîfi burada bizlere yol açmaktadır. Kişinin eğer kendisinden haberi yoksa isterse ibâdet ehli olsun yine de fikir olarak karanlıktadır, onun Cenâb-ı Hakk’a muhabbeti vardır, bütün bunları iyi niyeti ile yapmaktadır bunlar ayır konulardır. Bu böyle olunca artık ibâdet ehli dahi olmayanların hâlinin ne kadar korkunç olduğunu bir düşünelim.

Cenâb-ı Hakk’a ârif olmanın başkada yolu yoktur zâten. Onun nûru ile O’ndan bir haber olması lâzımdır ki O anlaşılabilsin.

"Allah" ismi, kelâm âlimlerinin kullandığı terimlerde ulûhiyyeti ya’nî ilâhlığı hakeden Zât'ın âlemidir. Âlimler bu isimde ihtilâf ettiler.

Ba'zıları "asıl isimdir, türememiştir" dediler. Bu bizim tercih ettiğimiz anlayıştır. Çünkü Hak, "türemişler" ve "türemişlerin kendisinden türedikleri aslını" hálk etmezden evvel o isim ile kendisini isimlendirmiştir.

Ba'zıları, âşıklık etti ma'nâsına "Elihe, ye'lühu"dan türemiştir" dediler. Onlara göre türemenin bağlantı yönü, kâinatın ilâhî irâde üzerine cereyanda Hakk'a kulluğa âşıklığı ve azamet ve ilâhî izzete karşı zelîl olmasıdır. Bu ma'nâya göre kâinat bu âşıklığa boyun eğmekten kendini alamaz. Çünkü Hakk'a kulluğa âşıklık, vücûdunun mâhiyetini teşkil etmiştir. Bu âdetâ demirin mıknâtısa zâtî âşıklığı gibidir.

Kâinâtın bu âşıklığı, insanların anlayamadığı tesbîhdir. Kâinâtın ikinci bir tesbîhi daha vardır; bu tesbîh, Hakk'ın kâinatta açığa çıkışını kabûl tesbîhidir. Kâinâtın üçüncü bir tesbîhi daha vardır; bu da halk ismi ile Hak'da varlığın açığa çıkışıdır. Kâinâtın tesbîhleri çoktur. İlâhî isimlerden her isme göre kâinâtın özel bir tesbîhi vardır. İşte bu Cenâb-ı Hakk'ın bir olan ânda, bir olan lisânla sonsuz çoklukta tesbîhler ile tesbîhidir. Vücûd ferdlerinden her ferd, Cenâb-ı Hak ile be- râber tesbîh hâlindedir.

Page 63: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 2.Bölüm İsim Beyânında-Terzi Baba Şerhi

62

Bu ifâdeler karşısında “Cenâb-ı Hakk’a âsi olanlar vardır, onların bu isyânlarıda mı bu belirtilen “âşıklığa boyun eğme” ifâdenin içindedir?” gibi bir soru akla gelebilir;

Şimdi, bu âsilik her ne kadar âsilik gibi gözüküyorsa da aslında itâattir. O âsi gibi gözüken Cenâb-ı Hakk kendisini ne şekilde meydana getirmişse o şekilde olmak zorundadır ki bu da onun ibâdetinin ta kendisidir. Fiiller mertebesinde baş secdeye konulmadığı zaman ibâdet etmedi gibi bir sonuca varılabilir ancak bu fiiller mertebesi için böyledir, oysa hiç bir varlığın öz oluşumunda Cenâb-ı Hakk’a âsi gelmesi mümkün değildir.

“Ben gizli bir hazîne idim, bilinmekliğimi sevdim âlemleri hálk ettim” hadîs-i kudsîsi gereği Cenâb-ı Hakk âlemleri severek hálk etmiştir. Bu nedenle bütün âlem muhab-bet ve aşk üzerinedir.

Bu âlemde bulunan bütün varlıkların gördükleri işlevler onların tesbîhleridir. Âlemde zıt gibi gözüken oluşumlarda buradan kaynaklanmaktadır. Bütün bu zıtlıklar doğru gidişi sağlamaktadır.

Bu isim, "türemiştir" diyenler, "elihe, me'lûhün" kelimelerinin kullanımına

baktılar. "Asıl isim olsa, çekilmezdi" dediler ve şunu ilâve ettiler ki, bu ismin aslı ma'bûd için konulmuş "İlâh" kelimesidir. Üzerine "ta'rîf lâm"ı ya’nî “el” dâhil olunca "el-İlâh" olmuştur. Yaygın kullanımdan dolayı orta yerindeki elif harfi düşürülünce, geriye "Allah" kalmıştır. Bu isimde dil âlimlerinin birçok sözleri vardır. Biz bereketli olarak sayılması için bu kadarla yetiniyoruz.

Bu isim, ya'nî “Allah” ismi beş harflidir. Çünkü "he" harfinden önce olan "elif" harfi telaffuzda sâbittir. Telaffuz yazıya hâkim olduğu için, yazıdan düşmesine i'tibâr olunmaz.

“Allah”- هللا- ismindeki birinci "elif", içinde çokluk helâk olmuş olan ahadiyyet-ten ibârettir. Çokluğun ahadiyyette helâk olması demek, çokluk için "bir vecihle dahi vecihlerden" bâkiye kalmaması demektir. “Küllü şey’in hâlikun illâ vechehu” ya’nî “herşey helâk olucudur, ancak O’nun vechi hâriç” (Kasas, 28/88) âyetinin hakîkati budur; ya'nî o şeyin vechi, o şeyde Hakk'ın ahadiyyeti demektir; ve o şeyin hükmü, o ahadiyyetten ileri geldiği için, hükmü zâtî ol-mayan çokluğa i'tibâr yoktur.

Ahadiyyet, salt Zât’ın nefsi için, nefsinde nefsiyle olan tecellîlerinin ilkidir. Böyle olduğu için “Allah” kelimesinin başındaki "elif" başka harfe bitişmeyerek, başa yazılmıştır. Bu tek kalışta hakkıyye vasıflarından ve halkiyye niteliklerinden kendisinde hiçbir şey zâhir olmayan ahadiyyete tenbîh vardır. Bundan dolayı o ahadiyyet, "salt ahadiyyet" olup, isimlerin ve sıfatların ve fiillerin ve te'sîrlerin ve mahlûkların hepsi onda bir arada bulunmaktadır.

Page 64: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 2.Bölüm İsim Beyânında-Terzi Baba Şerhi

63

Kur’ân ve insanın kardeş olmaları da hakîkatlerinin bu mertebeden gelmesindendir. Bunların birisi bu ilmi muhâfaza eden (Kur’ân-ı sâmit), diğeri ise bu ilmi zuhûra çıkaran (Kur’ân-ı nâtık)dır. Elimizde bulunan Kelâm-ı Kadîm olan Kur’ân, Kur’ân-ı sâmit’tir, ilmi zuhûra çıkaran Kur’ân-ı nâtık ise insân-ı kâmildir. Bunların ikisi birbirinden ayrı olamazlar. Ahadiyyetteki inniyyetten kaynaklanan insan ve Kur’ân’ın şehâdet mertebesine gelişleri bâtın olarak olmakta, ahadiyyetteki hüviyyetten kaynaklanan Allah ise uluhiyyet mertebesinden zuhûra çıkarak gelmektedir. Ef’âl mertebesinde bu şekilde ilâhî varlık bütün ihtişâmı ile zuhûra gelmektedir ve bunun uzantısı olarak insan fizîken Allah’ın içinde meydana gelmekte-dir. Ahadiyyet mertebesinden sonra vâhidiyyet mertebesi rahmâniyyete dönüşerek seyrini sürdürerek bu âlemleri meydana getirmektedir, insan fizîken henüz ortada yoktur. Ya’nî aha-diyyet yönü i’tibârı ile bâtında insânî hakîkat üstte iken zâhirde ulûhiyyet üsttedir. Bu ulûhiyyetin netîcesinde fizîken insan yeryüzünde Allah’a bağlı olarak gözükmektedir. “Fî ah-seni takvîm” ifâdesi ile anlatılmak istenen de işte uluhiyyetin içinde hálk edilmiş olmasıdır.

Kadir Gecesinde Kur’ân-ı Kerîm’in yeryüzüne inerek Hz. Resûlullah (s.a.v)de buluşması bu iki mertebenin ya’nî ahadiyyetteki inniyyet yönünden gelen insânî hakîkatin bâtın yanının diğeri ise ahadiyyetteki hüviyyet yönünden gelen zâhiri yanının yeryüzündeki kemâlatıdır. İşte Kur’ân öyle bir mahalle iniyor ki bu mahallin kendi şânına lâyık bir yer olması lâzımdır, sıradan bir yere inmesi mümkün olabilir mi?

Bu işin başlangıcı ise Âdem (a.s)’ın cennetten yeryüzüne indirilmesidir. Bunun birimsel varlığımıza dönük yönü ise “ve nefahtü”nün ya’nî ahadiyyet mertebesindeki programın ko-numunun bizim bireysel varlığımıza inerek faaliyete geçmiş olmasıdır. Ancak bu şekilde insan kendi hakîkatini idrâk etme yoluna girebilir aksi halde tamâmen hayâl âleminde yaşar. Kişi ne kadar âlim olursa olsun bu şekilde Âdemî hakîkat birimsel varlığına inmediği sürece kendi hakîkatini bulması mümkün değildir.

“Küllü şey’in” ifâdesi şey’iyyet ifâdesidir ve âyet-i kerîme ef’âl mertebesine âit bir âyet-i kerîmedir. Bu ifâdenin bir üzeri ya’nî esmâ âlemine âit olan ifâde ise “küllü men aleyhâ fân” ya’ni “bütün kimlikler fânîdir” (Rahmân, 55/26) âyet-i kerîmesinden belirtilen ifâdedir.

Eşyâ aslî varlığıyla mevcûttur ve biz eşyâya şey’iyyet vasfıyla hüküm verdiğimizden dolayı eşyâ vasfına koymaktayız. İşte bu hüküm kalktıktan sonra o şey’in gerçek yüzü kalır. İşte helâk oluculuktan kasıt bizim hayâlimizde olan bu şey’iyyetin helâk olmasıdır. Ya’nî bakış açımızın değişmesidir, önceleri bu gördüklerimize eşyâ derken bunların hakîkatinin Allah’ın vechinden başka bir şey olmadığı hakîkati ya’nî eşyâdaki ahadiyyet vechi ortaya çıkacaktır. Görüldüğü gibi fiilen helâk olan bir şey yoktur hepsi bizim beynimizde gerçekleşmektedir. İrfâniyyetten başka hiçbir şeyin de bunu bu şekilde gerçekleştirmesi mümkün değildir.

İçinde yaşadığımız dünyâ yaşantısında bu böyle olduğu gibi âhiret yaşantısında bu hâl fi-ilen de gerçekleşecektir. Ya’nî bütün bu şey’iyyet sâdece idrâkte değil fiilen de ortadan kal-kacaktır. “Lillâhil vâhidil kahhâr” hükmü ile bu mertebe ortaya gelecektir.

Bizler her varlığı ayrı görsek de hepsinde ahadiyyet tecellîsi bulunduğundan dolayı bun-lar tek bir varlık hükmündedir.

Page 65: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 2.Bölüm İsim Beyânında-Terzi Baba Şerhi

64

Bu bir arada bulunmaklığa,“elif” harfinin tek kalışının “elif” kelimesinin yazılışında olan bir arada bulunmaklığına işâret vardır. Çünkü “elif” kelimesini oluşturan harfler "elîf, lâm, fe" harfleridir.

Tek başına kalmış olan "elif"-aaaa- harfi tek kalmayı ve tek kalmada bir arada

bulunmayı toplamış olan zâta işâret eder.

"Lâm"-4444- harfi dik duran şekliyle kadîm sıfatlara işâret eder. Dîğer harfe

bitişmeye vâsıta olan kıvrımıyla da, sıfatlarının bağlantılarına işâret eder. Sıfatların bağlantıları, sıfatlara mensûp olan kadîm fiillerden ibârettir.

"Fâ"-ÒÒÒÒ- harfi şekliyle fâilin fiilinin te’sir ettiği şeye işâret eder; noktasıyla

Hakk'ın halkın zâtında varlığına işâret eder. "Fâ" harfi başının dâire, içinin boş olmasıyla, ilâhî feyzi kabûl eden imkân dâhilinde olanın sonunun olmayışına işâret eder.

"Fâ" harfinin başının dâire olması, imkân dâhilinde olan için, son olmayışa işâret mahallidir, dedik. Bunun sebebi, dâirenin başı ve sonu bilinmediğindendir, içinin boş olmasının ilâhî feyzi kabûle işâret mahalli olmasının sebebi, içi boş olan şeyin kendisini dolduracak bir şeyi kabûl etmesinin zarûrî olmasındandır.

Burada başka bir incelik daha vardır. O incelik de, "fâ" harfinin başındaki noktanın mahalli, konulduğu yer olmayıp, gûyâ o noktanın asıl mahalli "fâ" har-finin dâire olan başının içidir. İşte incelik buna işârettir. Ve bu işâretin öyle bir latîf işâreti vardır ki, o işâret de, insanın yüklenmiş olduğu emânetedir. O emânet ise, ulûhiyyettin ya’nî ilâhlığın kemâlinden ibârettir. Gök ve yer ve bunlardaki mevcûdlar, o emâneti yüklenmeye güçleri yetmemiş ve insan buna lâyık görülmüştür. Tıpkı bunun gibi "fâ" harfinin genel şekli noktaya mahal olmayıp, yalnız içi boş olan başı o noktaya mahaldir.

O dâire şeklinde olan baş dediğimiz de insandan ibârettir; çünkü insan bu âlemin başıdır. Bunun için “Ey Câbir, Allah Teâlâ önce senin peygamberinin rûhunu hálk etti” hadîsi vârid olmuştur.

Yine tıpkı bunun gibi, kâtibin elindeki kalemin ilk önce yazdığı ve tasvîr ettiği, "fâ"nın başıdır. Bu noktadan ve bu incelikten ve bu sözden ve bu sözün üst tarafındaki kelâmdan şu netîce çıkar ki, Hakk'ın ahadiyyeti, azîm bir bâtın olup, hakîkatlerden, isimlerden ve sıfatlardan ve fiillerden ve te’sîr edicilerden ve mahlûklardan her şeyin hükmü, o ahadiyyet'in bâtınındadır. Yalnız arada bâkî kalan, ahadiyyet olarak isimlendirilen zâtî sıfatıdır.

Page 66: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 2.Bölüm İsim Beyânında-Terzi Baba Şerhi

65

Bu “Allah” kelimesi hakkında "El-Kehfü ve'r-Rakîmu fî Şerhi Bismillâhir- rahmânirrahîm" adlı kitâbımızda daha ayrıntılı îzâhlar vardır, oraya bakılsın.

Bu konudaki hakîkatler böyle olmakla birlikte bu hakîkatleri bilmeyen kişiler için harfler-

deki nokta beşerî nefsânî benliğin ifâdesidir.

“Allah”- هللا- isminnde ikinci harf, birinci "lâm"dır. O da celâlden ibârettir. Onun için "elif”in yanı-başına yazıldı. Çünkü celâl, zâtî tecellîlerin a'lâsıdır ve zâttaki cemâle önceliği vardır. Nebevî hadîste "Azamet benim izârım; kibriyâ benim ridâmdır" buyrulması, bu hikmete dayanmaktadır. İnsana izârdan ve ridâdan yakın bir şey yoktur. Bundan şu sabit olur ki, celâlî sıfatlar, cemâlî sıfatlardan önceliklidir. Bu îzâh "Rahmetim, gazabımı geçti" hadîsine aykırı değildir. Çünkü gazabı geçen rahmet, genellik ve kapsama şartıyla hâsıldır. Ge-nellik ve kapsama ise celâldendir. Şurası da bilinmelidir ki; cemâlî bir sıfat, zuhûrda kemâlini tam olarak bulursa veyâhud kemâle yaklaşırsa, "Celâl" olarak isimlendirilir. Cemâlî saltanatın kuvvetli zuhûru, bunun sebebidir. Şu halde cemâlden rahmet kavramı ve o rahmetin genelliği ve kapsamı ve sonucu, celâlden ibârettir.

Hac’da ihramda giyilen izâr ve ridâ burada belirtildiği üzere azamet ve kibriyâ giysisidir.

“Allah”- هللا- ismindeki üçüncü harf, ikinci "lâm"dır. Bu da hakîkî görünme

yerlerine sirâyet etmiş olan mutlak cemâlden ibârettir.

Cemâlî sıfatların hepsi iki sıfata dönücüdür: Biri ilim; biri lütuf.

Celâlî sıfatların hepsi de yine iki sıfata dönücüdür: Birisi azamet; diğeri kud-ret. Önceki iki sıfatın nihâyeti bu azamet ve kudrete ulaşır. Gûyâ bu sıfatlar bir vasıf gibidir. Bundan dolayı halk için zâhir olan cemâl, celâlin cemâlidir; ve halk için zâhir olan celâl, cemâlin celâlinden ibârettir. Bunların her birisi arasında bir-birini tâkip etme ve birbirlerine lâzım oluş geçerlidir. Bu iki tecellîye örnek getir-mek gerekirse, deriz ki:

"Şafak vakti tamâmıyla bir örnektir. Çünkü şafak vakti, güneşin doğmaya başladığı andan, tam olarak doğuncaya kadar olan zamandır. Cemâl nispeti, gü-neşin doğmaya başlayışının nispeti gibidir; celâl nispeti, tam olarak doğmasının

Page 67: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 2.Bölüm İsim Beyânında-Terzi Baba Şerhi

66

nispeti gibidir. Bu tam olarak doğuşun ışığı o doğmaya başlamasından, o doğ-maya başlama bu ışıktandır."

İşte celâlin cemâlinin ve cemâlin celâlinin ma'nâsı budur.

Bu "lâm", bu cemâl ve celâl görünme yerlerine mertebeler ihtilâfı ile işârettir. "Lâm" harfinin kelime olarak yazılışını oluşturan harfler "lâm, elif, mîm"dir. Bu harflerin sayı toplamı "71"dir. O sayı, Cenâb-ı Hakk'ın kendisiyle, halk arasına çektiği perdelerin sayısıdır. Nitekim Cenâb-ı Peygamber: "Cenâb-ı Hakk'ın yetmişten fazla nûrdan ve zulmetten perdesi vardır. O perdeleri açsa, azamet vechesi kendine ulaşan gözleri yakar."Burada "nûrânî perdeler" cemâl, "zulmânî perdeler" celâlden ibârettir. "Azamet vechesinin kendine ulaşan gözleri yakması" demek, o makâma ulaşandan asla ve kesinlikle eser kalmaz demektir. O hâle sûfiyye, "mahk" ve "sahk" derler.

Bu "lâm" harfinin sayılarından her sayı, Cenâb-ı Hakk'ın mahlûkâtından ken-disini örten perdelerinin mertebelerinden birer mertebeye işârettir. Her merte-bede, perde mertebelerinden bin perde daha vardır; meselâ "izzet" gibi. Çünkü izzet, varlıksal mertebede insanı kayıtlayan birinci perdedir; lâkin o perdenin bin vechi, her vechin ayrıca perdesi vardır.

Dîğer ilâhî perdeleri bu izzet örneğine kıyâs ile anlayabilirsin. Eğer sözü kısa kesme kastı olmasaydı, bu konuda vecihlerin en tamı, en mükemmeli, en husûsi-si, en fazîletlisi üzerine şerhte bulunurduk.

“Allah”- هللا- ismindeki dördüncü harf, yazımda düşen, telaffuzda sâbit olan "elif" harfidir. Bu elif, nihâyeti ve bitimi olmayan kemâlâtı içine alan elifdir. Hatta yazımda düşmesi, bitiminin, nihâyetinin olmayışının işâretidir. Çünkü düşmüş olan şeyin ne aynı, ne de eseri idrâk olunabilir. Telaffuzda sâbit olması ise, Hakk’ın zâtında mevcûd olan kemâl nefsinin, vücûdsal hakîkatine işârettir. Bun-dan dolayı ehlullahdan kâmil olan kimsenin en kâmil olmakta ilerlemesi kemâlde olur.

Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri ise, zevâlsiz olarak tecellîlerinde dâimdir. Hakk'ın tecellîlerinden her bir tecellî, en kâmil olmada birer ilerlemedir. Te-cellîlerde ikincinin, birinciyi toplayıcı olması bakış açısından, Hakk'ın tecellîleri de devâm üzere yükseliştedir. Bunun için tahkîk ehli demişlerdir ki; Her nefesde âlemlerin tamâmı yükseliştedir; çünkü âlemler, Hakk’ın tecellîlerinin eseridir. O tecellîler ise, yükseliştedir. Bundan âlemlerin yükselişte olması lâzım gelir. Hak Sübhânehû ve Teâlâ’nın dâimâ yükselişte olup, yükseliş ile de halk için açığa

Page 68: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 2.Bölüm İsim Beyânında-Terzi Baba Şerhi

67

çıkmanın kastedilmesi i'tibârı ile Cenâb-ı Âli-i İlâhî hakkında bu sözler câiz olmuştur. Yoksa Allah Teâlâ hazretleri, yükselmekten ve eksilmekten yana yüce ve varlıksal vasıflarla vasıflanmaktan berîdir.

“Allah”- هللا- kelimesindeki beşinci harf "he"dir. Bu "he" insanın 'ayn'ı olan Hakk'ın hüviyyetine işârettir.

Bütün varlıktaki hüviyyet bu hüviyyetten ya’nî “Hu” esmâsından kaynaklandığından ve

bu esmâ dahi Allah isminin içinde bulunduğundan dolayı ba’zı âlimler “Hu” esmâsına ism-i A’zâm derler. Ahadiyyet mertebesinde ortaya çıkan bu özellik vâhidiyyet mertebesine tecellî ettiğinde ulûhiyyet mertebesi meydana gelmektedir. Bu ulûhiyyet ya’nî sıfat mertebesi esmâya, esmâ da ef’âle dönüşerek ulûhiyyet ya’nî ilâhi varlık bu âlemlerde zuhûra gelmekte-dir. Bâtın varlığı yönünden ahadiyyet mertebinden kaynaklanan insan, zâhir varlığı yönünden Hakk’ın hüviyyetinden kaynaklanmaktadır.

Şu iki yönden insanın ne kadar değerli bir varlık olduğu ortaya çıkmaktadır.

Cenâb-ı Hak, Kur'ân'da “Kul hüvallâhu ehad” (İhlâs, 112/1) buyurdu. Bura-

daki "hüve" insan demektir. "Yâ Muhammed, insanın Ahad olan Allah olduğunu söyle" demektir. – ھو- Yüzü üste dönük olan "hüve" zamîri "kul-de ki" kelimesinin fâiline, ya'nî "ente-sen"e dönüktür. Eğer böyle olmasa, "hüve" zamîrinin zikre-dilmeyene dönük olması lâzım gelirdi. "Kul-de ki" kelimesinin fâili, altında örtülü "ente-sen", burada beyân ilminin iltifat kâidesiyle (-mevzûun dışına çıkmadan- sözün ve hitâbın yönünü değiştirme kâidesiyle) muhâtab gâib makâmına ikâme edilmiştir. Ve bu iltifât ile burada gâyenin bizzât, yalnız muhâtab olmayıp, gâib ve hâzır, bu husûsda aynıdır, denilmek istenilmiştir.

Burada “Kul hüvallâhu ehad” hitâbını ahadiyyet mertebesi yapmaktadır. Kur’ân-ı

Kerîm geldiği gün ile sınırlı kalıp sâdece Hz.Resûlullâh (s.a.v)e indirilseydi eğer bugün artık ortada bu Kur’ân’ın olmaması lâzım gelirdi. Elimizde Kur’ân-ı Kerîm’in kabuğu, kağıdı olduğu gibi içerisindeki ma’nâlarda herbirerlerimize gelmektedir ve hepsi bize âittir. Âyet-i kerîme-lerde geçen ibârelerde ister Ad kavminden bahsetsin ister Semud kavminden bahsetsin mu-hakkak bizden bahsediyordur çünkü bu belirtilen mertebelerin hepsi bizlerin bireysel varlıklarında mevcûttur.

Ulûhiyyet mertebesini kendi bünyesinde bulunduran ve Cenâb-ı Hakk’ın hüviyyetinden kaynaklanan insanda bu mertebelerin hepsi olacaktır; olmazsa insan olmaz zâten.

“Ve lev terâ iz vukıfû” (En'âm, 6/27) "Durduruldukları vakitte sen görsen" nazm-ı celîlinde de hüküm böyledir. Orada "terâ-görsen" kelimesinde örtülü olan

Page 69: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 2.Bölüm İsim Beyânında-Terzi Baba Şerhi

68

"ente-sen"den kasıt sâdece Hz. Muhammed (s.a.v) olmayıp, belki her gören kastedilmiştir.

Bu özete bakarak "he-éééé"nin başının yuvarlak olmasında Hakk’ı ve halkı olan

yüce varlık çarkının, insan üzerinde dönmesine işâret vardır. İnsan, misâl âle-minde "hâ" harfinin kendisine işâret ettiği yuvarlak gibidir.

Şu halde nasıl istersen öyle söyle. İstersen, "dâire Hak'dır" de! İstersen "dâire halktır, içi Hak'dır" de! "O insan hem Hak'dır, hem halktır" de! İstersen üstü kapalı olarak söyle; üstü kapalı olarak söylediğin zaman, insanın devirsel olması lâzım gelir. Onun devrânı, kulluk ve âcizlik zilletini ihtivâ eden mahlûk ile kemâl ve izzeti toplamış olan "Rahmân" sûretinde açığa çıkan iki vücûd arasındadır.

Bu bakış bakılan mertebeye bağlı olan bir bakıştır. Bu belirtilen iki hakîkati kişi kendi

bünyesinde toplayabildiği zaman gerçek anlamda tevhîd ehli olmaktadır. Bu toplanmadığı sürece ise mutlak sûrette kesret ehlidir.

Kendimizi tanımak için şunu şöyle bilmeliyiz ki; Bizim mutlak bir kulluk hâlimiz ya’nî ac-ziyyetimiz vardır. Ne yaparsak yapalım ister allâme olalım, ister başka birşey mutlak sûrette acziyyetimiz vardır. Ancak bütün varlığımız sâdece bu kadar değildir. Diğer bir şekilde de ulûhiyyet yönümüz vardır ki bu da mutlaktır çünkü “ve nefahtü” hakîkatinden gelmişizdir. Bu nedenle bir taraftan acziyyetimizi, fânîliğimizi bileceğiz bir taraftan da hakîkatimizi bilerek ebediliğimizi bileceğiz. İşte bunların ikisi toplandığı zaman ehl-i kemâl olunmaktadır ve her yönün de hakkı verilmiş olmaktadır. Sâdece acziyyetimiz yönü içerisinde bir idrâk ile kalırsak beşerî âciz varlıklar olarak kalırız; sâdece ulûhiyyetimiz yönü içerinde bir idrâkte olursak da bu sefer “benim hakîkatim bu ben buyum, şuyum, onu yapmama gerek yok, bunu yapmama gerek yok” diyerek kulluk yönünden yapılması gerekenleri terk ederiz ve yaşama geçmeyen bu duyguların hayâli içerisinde kalırız. Önemli olan beşeriyetin hakîkatini vererek hayâtını sürdürürken ulûhiyyetin de hakîkatini verebilmektir. Dışarıdan bakanlar en âciz olarak seni görmeli ve yine baktıkları zaman en asâletli olarak yine seni görmelidirler. İnsanın madde bedeninden cüruf çıkıyorsa da ağzından nûr çıkar. Madde bedenden çıkan bu cüruflar dahi belli bir aşamadan sonra güzel kokular veren bitkilere sirâyet ederek ortaya çıkabilmektedirler bu nedenle bu değerlendirmelerin hepsi beşeri şartlanmaların verdiği duy-gulardan ortaya çıkmaktadır.

“He” harfine bir de şu yönden bakalım; -è- “He” harfi bu şekilde yazıldığında, iki göz or-

taya çıkmaktadır. Bu gözün biri halkın biri Hakk’ın gözüdür veyâ bir başka şekilde iki göz bize âit olursa ve ikisi bir hakîkat olursa, bu gözlerden biri ile halkı diğeri ile de Hakk’ı görmemiz lâzımdır ki ikisinin de hüviyyeti mutlak olan hüviyyettir ve ahadiyyet zâtından kaynaklanmaktadır. Ya’nî halk ve Hakk diye ayrı gördüğümüz iki şey aslında tek şeyden başka bir şey değildir. Bu şekilde bu harfe vahdet gözlüğü diyebiliriz.

Cenâb-ı Hak Kur'ân'da “ve hüvel velîyy” (Şûrâ, 42/28) ya’nî "O velîdir" buyurmuştur. Bununla insân-ı kâmil kastedilmiştir. Bunlar hakkında Cenâb-ı

Page 70: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 2.Bölüm İsim Beyânında-Terzi Baba Şerhi

69

Hak yine Kur'ân'da “E lâ inne evlîyâ allâhi lâ havfun aleyhim ve lâ hüm yahzenûn” (Yûnus, 10/62) ya’nî "Evliyâ için ne korku, ne de hüzün vardır" buyurmuştur. Bunun hikmeti, korku gibi, hüzün gibi ve bunlara benzeyen haller gibi şeylerin Allah'a nispetle muhâl olmasıdır. Çünkü Allah "Veliyyü'l-Hamîd"dir.

“Ve hüve yuhyîl mevtâ ve hüve alâ külli şey’in kadîr” Şûrâ, 42/9) "O ölüle-ri diriltir ve O, her şeye kâdirdir". Bu âyette "Hüve" (O) zamîri, "velî"ye dönüktür. Ya'nî "Velî" halk sûretinde vücûd gösteren Hak demektir. Yâhut, ilâhî ma’nâlar ile tahakkuk edici olan halk demektir. Her hâle ve takdîre ve her söylem ve ifâdeye göre, noksan ve kemâl vasıflarını toplamış, yüce güneş nûruyla var edilmişlere âit arzda nûr saçıcı olan insân-ı kâmildir. Ya'nî velîdir. Semâ da odur, arz da odur, uzunluk da odur, genişlik de odur. Bu ma'nâda aşağıdaki kasîdeyi söyledim:

İnsanın beşeriyeti yönünden bakıldığında “hüve” hitâbı Allah’a âittir, bu yönden bu hitâp

kula dönük olarak kullanılamıyor; ancak insanın hakîkati yönünden bakıldığı zaman aynı za-manda insana da âittir.

Ya Hakk’ı bu âlemde bu sûretler içerisinde halk olarak müşâhede edersin ve özünde Hak olduğunu bilirsin veyâ bu âlemde Hakk olarak zuhûra çıkmıştır diye de düşünebilirsin.

Aslında noksan gibi gözükenler de kendi bünyesinin kemâlâtı olduğundan herşey kemâlattır. Noksanlık bireyler arasındaki görüntüye göre olmaktadır.

Kasîde (Tercüme):

"İki cihânda mülk benimdir. İki cihânda lütfunu temennî edecek, yâhud kahrından korkacak kendimden başka kimse görmüyorum.

Benden evvel başka bir vücûd yoktur ki, ona dâhil olayım. Benden sonra yine başka bir vücûd yoktur ki, onun ma'nâsını anlamaya koşayım.

Kemâlâtın her türlüsünü taşıyan benim. Ben, her türlü celâlin cemâliyim.

Ben, ondan başka bir şey değilim.

Ma'denden, bitkiden, hayvanâttan ve bunlardaki özelliklerden ve hallerden;

Ve maddesel unsurlardan ve tabîattan ve varlıksal zerrelerden ve mutlak kazâdan ve denizlerden ve sahralardan ve ağaçlardan;

Page 71: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 2.Bölüm İsim Beyânında-Terzi Baba Şerhi

70

Yâhut yüksek dağlardan ve ma'nevî sûretlerden ve insânî gözlerin hoş bakışla baktığı manzaralardan;

Ve tefekkür ve hayâl etmeden, akıl ve nefisten ve kalbden, kalbin içinden;

Ve meleklerin şekillerinden ve Îblîs’den ve beşerî şehvetten ve onun gerekle-rinden;

Ve her öncenin öncesinden ve her sonranın sonrasından ve her efendiliğe nâil olan veyâhut efendilik da’vâsında bulunandan;

Ve Leylâ'sı muhabbetiyle yanan âşıktan;

Ve arştan ve ihâta ettiklerinden ve kürsîden ve yüce bir görünme yeri olan Refref’den ve parlak yıldızlardan;

Ve kalplerin arzûsu olan yüksek cennetlerden ve sidre-i müntehâdan;

Ve ba'zı seyr ü sülûk ehlinde zuhûr eden salsala-i ceresden her ne varsa, bunların hepsi benim.

Bunların hepsi benim şehâdetimdedir. "İllâ hüve(Sâdece O)" hakikatiyle te-cellî edici olan benim.

Ben halkın rabbi ve efendisiyim.

Mevcûdât adına ne varsa, hepsi benim ismim olup, zâtım onların isimlendi-rilenidir. Mülk ve melekût benim dokumam ve san'atımdır. Ve gaybın ve ce-berûtun sebebi benim vücûdumun oluşudur.

Fakat dikkat et! Bu bahsedilenlerin hepsi, zât bakış noktasından olup, bun-dan bakışı çekerek, mevlâsına yönelen âciz kul yine benim.

Fakîrim, hakîrim, mütevâziyim, zelîl olucuyum, günahların esîriyim, hatâla-ra gark olmuşum.

Ey kerem sâhibi Arap! Benim amellerimin hülâsası sizsiniz. Gâyem sizsiniz, hayrette olan sâdık âşıkın en iftihâr ile sığındığı yüce zât sizdendir. Temennî ettiğim şeylerde şefâatçım sizsiniz.

Ey kemâlâtın hepsini taşıyıcı olan yüce zât!

Kemâlâtın öne geçeninde en şanlı öncelik senin içindir.

Âlimlerin şeyhinin üstâdı aşkına, o âlimlerin şeyhi aşkına; Ve kâmillerin yüklenmiş olduğu parlak nûr aşkına; Her gece ve gündüz selâmım ve hürmetim sizin üzerinize olsun; Ve bu hürmet selâm ve duâları, ile'l-ebed devâm üzere ol-sun."

Page 72: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

حيم حمن الر� بسم الر�BİSMİLLAHİR RAHMÂNİR RAHİYM

Mutlak Sıfat Hakkında

Sıfat, sana kendisinde sıfat olanın hâlini tebliğ eden şeydir. Ya'nî kendisinde sıfat olanın hâlini bilmeyi anlayışa ulaştıran, onun esâsını sana bildiren, kendi-sinde sıfat olanı vehminde toplayan, fikrinde îzâh eden, aklına yaklaştıran şey demektir: Bundan dolayı kendisinde sıfat olanın hâlini sıfatıyla zevk edersen ya’nî sıfatın bizzât hakîkatiyle yaşarsan ve bunu kendi nefsine kıyâs eder ve nef-sinde ölçüye vurursan şekli şudur: Ya tabîatın kendisine uygun geldiğinden ona meyleder; yâhud tabîatın onu muhâlif gördüğünden ondan nefret eder.

Bu ifâdelerin sırrını anla, bunu çok derin, iyice düşün, bunu zevk eyle ya’nî bizzât hakîkatini yaşa! Cem'iyyetin rahmânının mührü, işitmeni ancak bu şekilde mühürler. Bu sözün kabuğu, hakîkatin özüne ulaşmaktan seni men' etmesin, sana perde olmasın, idrâk vechini kapatmasın.

Şunu da bil ki; sıfat, kendisinde sıfat olana tâbi'dir. Bunun ma'nâsı: Sen ken-disinde sıfat olanın aynı olduğunu iyice bilmedikçe, ne başkasının sıfatlarıyla, ne de kendi sıfatlarınla vasıflanırsın, ne de bu konuda bir hakîkate erişirsin.

Kendisinde sıfat olanın aynı olduğun tahakkuk ederse, ya'nî bu hakîkate yakîn ilmi hâsıl olursa, o zaman "alîm" sensin; bu takdîrde ilim, zarûrî olarak sa-na tâbi'dir; daha fazla kuvvetlendirmeye ihtiyâcın olmaz. Çünkü, sıfat kendisinde sıfat olana bağlıdır ve kendisinde sıfat olana tâbi'dir; kendisinde sıfat olanın vücûduyla mevcûd, yok olmasıyla yok olur.

Gönül bu anlatılanların doğruluğunu tasdîk etmelidir. Sıfatların sâdece sûret kısımlarını

anlamaya çalışmak ve o kadarı ile yetinmek idrâki kapatmaktadır.

Arap âlimleri indinde sıfat iki türlüdür: Biri, fezâilî sıfat, biri fâzılî sıfattır.

Fezâilî sıfatlar "hayât" gibi, insanın zâtına bağlanan sıfatlardır.

Fâzılî sıfat, hem insanın zâtına, hem hârice bağlanan sıfattır; kerem ve benzeri gibi.

Page 73: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 3.Bölüm Sıfat-Terzi Baba Şerhi

72

Nahiv ilmi erbâbına göre, "niteliksel isimler" denilen ve işin aslında vasıflandırma ifâde eden isimler, ârif olan tahkîk ehlinin indinde "Hak isimleri" ünvânı ile yâd olunur. Bu isimler de iki kısımdır: zâtî ve sıfâtî.

Zâtî isimler: Ahad, Vâhid, Ferd, Samed, Azîm, Hayy, Azîz, Kebîr, Müteâl ve benzeri... gibi.

Sıfâtî isimler: Alîm, Kâdir... gibi.

Bu sıfatlar, isterse Mu'tî ve Hallâk gibi nefsî isimlerden olsun; isterse fiilî sıfatlardan olsun, ikisi de sıfâtîdir.

Cenâb-ı Hakk’ı daha iyi tanıyabilmek adına isimler arasında olan gruplamaları çok iyi

bilmemiz lâzımdır, bütün isimleri aynı mertebenin isimleridir diyerek bilemeyiz. Dolaylı olarak hepsi zâtına ulaşmaktadır ancak grupladığımız zaman bu gruplama bize kaynaklarını bildir-mektedir.

İlâhî sıfatlar içinde sıfatların aslı, "Rahmân" ismidir. Çünkü bu "Rahmân" is-

mi, Cenâb-ı Hakk'ın "Allah" ismine karşılıktır. İkisinde de ihâta ve kapsam vardır. Aralarındaki fark "Rahmân" ihâta ve kapsam ile berâber "vasıfsallığın" mazharıdır. "Allah" ismi, kapsam ve ihâta ile "isimselliğin" mazharıdır.

Şurası da bilinmelidir ki, "Rahmân", vücûddan ilmî mertebe sâhibinin âlemi-dir; noksandan pâk olan toplayıcı kemâle kapsam olmak, bu âlemde şarttır. Yalnız halka bakış yoktur.

Allah ismi "Zorunlu Vücûd"un zâtına âlemdir; fakat Hakk'a mensûp kemâl ve halka kapsam olan vasıf, noksana da kapsam olmak şartıyladır. Şu halde "Al-lah" umûmi ve "Rahmân" husûsidir. Ya'nî "Rahmân" ismi ilâhî kemâlâta özeldir. "Allah" ismi, hem halka, hem Hakk'a şâmildir.

Bütün bu âlemler Rahmân isminden meydana gelmektedir. Allah isminin faaliyet sahası

Rahmân isminde oluşmaktadır.

Ulûhiyyet, tüm olarak varlığı gerçek yüzleriyle kendi mertebelerinde korumaktır. Rahmâniyyet ise isimlerin ve sıfatların gerçek yüzleri ile meydana gelişinden ibârettir. Ulûhiyyet mertebesi îmân ehli olsun küfür ehli olsun hepsini kendi programları üzere korumaktadır.

"Rahmân" ismi kemâlâttan bir nevi' kemâl ile tahsîslik peydâ ederse, o vakit ma'nâsı umûmî işâretten, o kemâle lâyık isme geçer: "Rab" ve "Melik" ve benzeri

Page 74: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 3.Bölüm Sıfat-Terzi Baba Şerhi

73

isimler gibi. Çünkü "Rab" ve "Melik" gibi isimlerden her biri ihtivâ ettikleri vasfın verdiği mertebede "ma'nâ yönünden" kısıtlıdır. "Rahmân" ismi böyle değildir; çünkü onun ma'nâsının ifâdesi bütün kemâlâtı toplayan kemâl sâhibi demektir.

Özetle: "Rahmân" bütün ilâhî sıfatları toplayan bir sıfattır. Şurası da bilinme-lidir ki: sıfat, tahkîk ehli âriflere göre idrâk olunamaz ve sıfatın sonu yoktur. Zât böyle değildir. Ârif bilir ki, o zât, Allâh'ın zâtıdır; fakat o zât'ın sıfatlarına âit kemâlî gereklerin nelerden ibâret olduğunu idrâk edemez. Bundan dolayı ârif Allâh'ın zâtına göre beyânlar üzerinedir, sıfâta göre beyânlar üzerine değildir. Bunun örneği, kul, varlıksal mertebeden, kudsî mertebeye ilerleyip yükselerek keşfe nâil olunca, Allâh'ın zâtının kendi zâtının ayn’ı olduğunu bilir. Bu durumda Zât'ı idrâk etmiş ve ârif olmuş olur. ”Nefsine ârif olan Rabb’ine ârif olur” hadîsinin ma'nâsı budur.

Bu ârif oluş hâsıl olduktan sonra, kul için geriye kalan şey, o Zât'a gerektirici olan sıfatları olabildiğince hakkıyla bilmek ve ilâhî Zât’ın sıfatlarıyla vasıflanmanın sûretini anlamaktır. İşte geriye kalan, bu mühim olan noktadır. Fakat sıfatın nihâyetini elbette ve elbette idrâke yol yoktur.

Bunun ilmî sıfatlarda benzeri: ilâhî kul, ilmî sıfatları hâsıl edebilir, fakat ayrıntılarıyla idrâk edemez. Bildiği kendisine ma'lûm olan, kalbine inen kadarından ibârettir. Bu durumda ilmî sıfatlardan örneğin vücûdda ne kadar kişi olduğunu bilse bile, o kişilerden her birerlerinin isimlerini bilemez; onu da bilse vasıflarını bilemez; onu da bilse, ayrı ayrı zâtlarını bilemez; onu da bilse, ayrı ayrı nefislerini bilemez; onu da bilse, her birinin ayrı bir fert oluşu üzere şahsî halleri-ni bilemez. Bu, sonsuz bir şekilde sürer gider. Dîğer sıfatlar da böyledir. Bu sıfatların her biri de, bu şekilde kalbe inen ma'lûm olan kadarına ta'bîdir.

Özetle: İlmî sıfatları bütünsel bir ihâta ile ayrıntılı olarak kavramaya imkân olmayıp, bu kavrama, toplu bir şekilde tahakkuk eder. Ya'nî Zât'ı, "zâtı yönünden" idrâk etmek ve o idrâkin hâsıl oluşuna erişmek ve bu husûsta bir şey yitirmemek mümkündür. Bundan dolayı bu açıklamalara göre idrâk olunan zât'tan başka bir şey değildir ve o idrâk olunamayan da sıfâttan başka bir şey değildir. Çünkü sonun olmayışı zât'tan değil, zât'ın sıfatlarındandır.

Netîce: Zât idrâk edilebilirdir, ma'lûmdur, muhakkaktır; sıfat, mechûldür, sonsuzdur. Ehlullâhdan çoğu bu meselede perdelidirler; çünkü Cenâb-ı Hak on-lara zâtlarının, zâtının aynı olduğunu idrâk keşfini ihsân edince onlar, sıfâtını da idrâk etmeyi talep ettiler. Nefislerinde bu talebin oluşmasına imkân olmayınca, inkâra düştüler. Bunun için onlar, nidâ ettiği zaman, ilâhî icâbete nâil olamadılar.

Page 75: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 3.Bölüm Sıfat-Terzi Baba Şerhi

74

Onların mûsâlarına “İnnenî enallâhu lâ ilâhe illâ ene fa’budnî” (Tâhâ, 20/14) ya’nî "Muhakkak ben Allah’ım; benden başka ilâh yoktur, bana ibâdet et!" dediği zaman, Hakk'a ibâdet edemediler; ve Mûsâ'ya "Sen mahlûktan başka bir şey değilsin" dediler. Çünkü Cenâb-ı Hak hakkındaki inanışlarında zât'ının idrâk olunup, sıfâtının idrâk olunamayacağına dâir inanışları yok idi. Oysa tecellî, onların inanışlarının tersine idi. Bundan dolayı inkâr oluştu. Zât'ın idrâk olunduğu gibi, sıfâtın da zât'da müşâhede sûretiyle idrâk olunacağını zannettiler, oysa bu imkânsızdır.

Kişide zâtî tecellî olduğu zaman bunun teferruatını da ister, bunları kendisinde

bulamayınca o gelen tecellîyi de inkâr eder. İlâhî benlik bulunduktan sonra beşerî benliğe dönüş başlar ki kaygan bir zemîndir. Bu halde ilâhî sıfatların tasdîğini isteyip bunların olmadığını görünce “bu tecellî zâtî tecellî değilmiş” diyerek inkâr ederler. Yöneldikleri Allah kendi zanlarında oluşturup yöneldikleri Allah’tır. Oysa bu gelen tecellî gerçek zâtî tecellî değil, zâtî tecellinin vuruntularıdır. Gerçek zâtî tecellîde ise bir varlık gösterme talebinde bu-lunulmaz. Bu hâdise mûseviyyet mertebesinde ya’nî tevhîd-i esmâda oluşan bir hâdisedir. Bu mertebede tenzîh yoluyla Cenâb-ı Hakk’ın zâtını idrâk etmek mümkündür, bu mertebeye gelen kişi henüz zamanı gelmeden îseviyyet mertebesindeki sıfatların kendisinde tahakkuk etmesini ister, oysa o tahakkuk ancak îseviyyet mertebesinde geçerlidir.

“Bana ibâdet et!” hitâbı ile, sen şu an esmâ mertebesindesin, isimlerime ve sıfatlarıma değil benim zâtıma ibâdet et, diyerek emir ve tavsiye gelmektedir. Bu hitâbın kaynağı zât idi ancak zuhûr mahalli cisimler âleminde bir ağaçtan geldi. Oradaki hâdisenin özelliği ağaçtan çıkan ateşin nûr şeklinde zuhûr etmesiydi. Bir başka ifâde ile bu hâl ağacın tabi’ hâli değildi ve Allah’ın zuhûrunun ispâtı da oydu.

İşte mûseviyyet mertebesinde olup da namaz kılan bir kişinin bu hitâbı veyâ bu anlayışı duyarak Cenâb-ı Hakk’ın zâtına secde etmesi lâzımdır.

Bu imkânsız oluş, yalnız Hak'da olmayıp, mahlûkda dahi böyledir. Sen nef-sini görünce ve muâyene edince, zâtını bilirsin; fakat cesâret, cömertlik, ilim gibi sende olan sıfatlar müşâhede ile idrâk olunmaz; belki o sıfatlar senden derece de-rece, ma'lûm olduğu kadarıyla açığa çıkar. Bir sıfat açığa çıkıp da, eseri görülürse, o sıfatın senin için olduğuna hükmedilir. Sıfâtın bütünü sende dürülüp toplanmış ise de, bütünü birden idrâk edilemez, müşâhede edilemez. Bunu aklın sana bağlaması, ma'lûm olan kadarını, ifâde etme kânûnu yolu üzerine yürümekten dolayıdır.

Kişi “ben” dediği zaman zât olarak kendini tanır ve kendisinden çıkan eserleri görür, peki

ya kendisinden henüz çıkmamış olanlar? İşte bu nedenle kendimizi bu yönden hakkıyla tanımamız mümkün değildir, ancak zâtımızın genel hatları yönüyle tanımamız mümkündür.

Page 76: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 3.Bölüm Sıfat-Terzi Baba Şerhi

75

Zâtımızı bu şekilde tanımamız için de bu sıfatların kime âit olduğunu bilmemiz lâzımdır. “Ben” kelimesiyle sâhiplendiklerimiz acaba benim mi, diyerek biraz düşünmeliyiz. Bu “ben” hangi ben, kim acaba?

Bu dünyâda bizde ortaya çıkmayan o kadar vasıflar vardır ki bunlar âhirette ortaya çıkacaktır. Ne kadar uzun süreler ömrümüz olursa olsun sürekli birşeyler ortaya çıkarırız çünkü hepsi kaynakta vardır.

Şurası da bilinmelidir ki, yüce Zât’ı idrâk şu şekildedir: İlâhî keşf yoluyla bi-

lirsin ki, sen O'sun; O, sendir; ve arada birleşme ve dâhil olma yoktur. Kul, zât mertebesinde kul; Rab, Rab'dır. Kul, Rab; Rab kul olamaz, delîllere dayalı ve teo-rik ilmin üstünde olan ilâhî keşf ile ve zevk ya’ni bizzat hakîkatini yaşama yoluy-la bu şekilde ârif olma hâsıl olursa, yüce Zât’ı idrâk hâsıl olmuş demektir.

Bilgi sâhibi olmak iki türlüdür; Birincisi aklî ve naklîdir ve bu ilim zâhirî şerîat mertebesi

düzeyindendir. İkincisi ise tahkîkî olan ilimdir ve burada bahsedilen ilim bu ilimdir. Bu ilim akl-ı küllden gelen bir ilimdir ve şartı müşâhededir.

Birleşme ve dâhil olmanın yokluğundan kasıt, aslında iki ayrı varlığın olmayıp, bir varlığın değişik görünmesi vardır.

Bu hakîkat idrâk edildikten sonra değişecek olan şey kişinin değer yargılarıdır. İşte bizle-rin yanılgıya sürükleyen iki hal vardır ki bunların birisi akl-ı cüz’imiz ile düşünmek, diğeri ise hislerimiz ile hareket etmektir. Bu iki oluşum beşeri olarak bizi yönlendirmektedir ve elimiz-deki imkânlar da bunlara göre kurgulanmıştır. Bu nedenle bu ölçülerimizi geliştirmek zorundayız ya’nî akl-ı cüz’i akl-ı külle doğru harekete geçirmek zorundayız. Bu durumda hakîki ölçülere ulaşmış oluruz ve “sen O’sun; O sen” hakîkatini o zaman anlarız. “Ve nefahtü fîhi min rûhî” hakîkatinden belirtilen üflenen rûh O’ndan gayrımıdır ki ayrı bir varlık olarak bize üflenmiş olsun.

İslâm’ın gerçekte sâdece tatbîkat dîni değil tefekkür dîni olması da işte bu hakîkatleri te-fekkür etmekten geçmektedir. Dînimizin sâdece zâhiri kısmının tatbîk edilmesi ve kelimele-rinde bâtınlarına inmeyerek sâdece zâhiri anlamlarıyla algılanıp o kadarıyla yetinilmesi ne yazık ki ömrümüze mâl olmaktadır.

Fizîki anlamda kul Rab ve Rab da kul olamaz.

Bu durum, zâtî sahk ve zâtî mahk denilen mertebeden sonra oluşur. Bu keşfin

alâmeti:

- ârif olanın, Rabb'inin zuhûruyla, nefsinden fânî,

- sonra rubûbiyyet sırrının zuhûruyla Rabb'inden fânî,

- daha sonra zâtî tahakkuklarla sıfat bağlantılarından fânî olmasıdır.

Page 77: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 3.Bölüm Sıfat-Terzi Baba Şerhi

76

Bu belirtilen durum senin için hâsıl olunca, zâtı idrâk etmiş olursun ve zâtı idrâkin, nefsinde bundan daha fazlasına ihtiyâç yoktur.

Bu belirtilen “sen O’sun; O sen” hükmünün anlaşılması için bu belirtilen durumların

oluşması şarttır. Şartlanmalarımız sonucu bizde oluşmuş olan ayrı-gayrı görme kalıntıları yapılan çalışmalar netîcesinde bizden eriyip gider ve aslî üzere kalır.

İnsanda abdiyyet ve ulûhiyyet olarak iki veche vardır. Nefs ise bizim faaliyet sahamızdır ve duygularımız da dahil olarak herşeyle birlikte nefs ismini almaktadır. Bu nefs, sâdece nefs-i emmâre ile kastedilen nefs değildir, o da dâhil olmak onun üzere üstünde olan bütün mertebeler ile birlikte bulunmaktadır. Bu nefsin biri topraktan ya’nî anne tarafına bakan bir de akl-ı külle ya’nî baba tarafına bakan tarafı mevcûttur. Nefsin anne ya’nî toprak tarafına bakan tarafı kulluk tarafıdır, rûh tarafından ya’nî “ve nefahtü”den gelen ve “eyyadnâhü bi rûhil kudus” ifâdesiyle güçlendirilen tarafıyla bulunan ulûhiyyet tarafıdır.

Bizler ya toprak tarafımıza ya’nî abdiyyetimize dönerek yaşıyoruz veyâhut rahmâniyye-timize dönük olarak yaşıyoruz. Beşeriyetimiz olan bu toprak tarafından kurtulup rahmâniyye-timize döndüğümüz zaman “sen O’sun; O sen” hükmüyle O’ndan gayrı bir varlık kalmaz or-tada.

Kişi nefsinden fânî olduğunda idrâkinden şey’iyyet ortadan kalkar. Sonrasındaki Rabb’inden fâni olmada ise idrâkinden kimlikler ortadan kalkar.

Ammâ hüviyyetine bağlanan ilim, kudret, semi', basar, azamet, kahır, kibriyâ

ve benzeri sıfatlar, sıfâtın idrâk kaynaklarındandır. Bu mertebede, yukarıda belir-tilen iki zâttan her birini idrâk, azamî kuvvetinin ve himmetinin yüceliğinin ve hakîkatlerin sırlarına ilmin dâhil oluşunun dereceleriyle uygundur. Bunu, "zâtiyyûn"dan olan kimselerden her birisi, azamî kuvvetinin ve himmetinin yüce-liğinin hakîkatlerin sırlarına ilminin dâhil oluşunun derecesine göre idrâk edebi-lir. Bu duruma göre, istediğini söyle:

İstersen, "Zât idrâk olunamaz," dersin! Bu, sıfâtın aynı olması i'tibârı iledir. “Lâ tudrikuhül ebsâru" (En'âm, 6/103) ya’nî "Cenâb-ı Hakk'ı görme duyuları idrâk edemez" âyeti buna işârettir. Çünkü görme duyusu sıfâttandır; sıfatı idrâk etmeyen, zâtı da idrâk edemez.

Bizler aslı olmayan beşeri varlığımıza hayâli bir asâlet vermekteyiz ve aslında olmayan şu bedenlere varmış gözüyle bakmaktayız ve onlara bizim diyerek sâhip çıkmaktayız. Bu sâhiplik ise O’ndan ayrı olma zorunluluğunu doğurmaktadır. İşte yapmamız gereken şart-lanmalar netîcesinde oluşan bu bilgileri değiştirmek olacaktır. Temizlenmek budur. Eski hâli-miz üzere bünyemizde bulunan bilgileri yeterli görmediğimiz ve bunlardan daha ilerisine geç-tiğimiz zaman ulaşacağımız yer zâten yine kendimiz olacağız. Zaman ve mekânın dışarısına çıkartılmış olan bir Allah’a bizim ulaşmamız mümkün değildir. Cenâb-ı Hakk “Ben sizinle berâberim” diye bize hitâp ederken bizler en büyük perde olarak kendi zannımızı koymuşuz

Page 78: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 3.Bölüm Sıfat-Terzi Baba Şerhi

77

ve onu örtmüşüz. “Şah damarınızdan daha yakınım” ifâdesinde “şah damarı” madde bedeni ifâde ederken, Cenâb-ı Hakk daha yakınım demekle rûhâniyyetiniz de benim demek istemek-tedir.

Bizlerin ise hayâlimizde var ettiğimiz küçük dünyâyı ortadan kaldırıp, gerçek dünyâya ulaşmamız gerekecektir. Cenâb-ı Hakk kendi varlığında kendisiyle iken “ben” diyordu, sıfatla-rı ve isimleriyle zuhûru sonrasında aynada beliren yine kendisine “sen” demiştir. Bu nedenle O’Nun için “sen” demek “Ben” demektir çünkü O’nun özünde varlıklar yoktur, bizler “sen” ve “ben” kelimesini beşeri anlamda kullandığımız için kendimizi ayrı gibi zannediyoruz. O’nun varlığında ise o, sen, ben kelimeleri hep kendisini anlatmaktadır çünkü kendisinden başkası yoktur. Biz anlayışımızda bu ayrılığı yapıyoruz.

Bizler kendimizde olanı yine kendimizde bulmak için ef’âl âleminden çıkıp yükselmek zo-rundayız. Bu âleme âit bütün zannî ve hayâli kurgulardan uzaklaşıp sıyrıldıktan sonra kalan O olacaktır. Bu yol ise “mücâhedesi olmayanın müşâhedesi olmaz” yolundan geçmektedir.

Gözler O’nu göremez çünkü ayrı bir göz yoktur ki bir gören bir de görülen olsun. İdrâk eden bir göz ya’nî O’nun gözü ancak O’nu görür yoksa beşeriyet üzere olan görüşle o görü-lemez. Bu nurla bakan göz her baktığı yerde O’ndan başkasını göremez.

İstersen, "Zât idrâk olunur" dersin. Bu, ilk belirttiğimiz ayrıntılar i'tibârı ile

olur. Bu bir mühim mes'eledir ki, ehlullâhın ekserisi üzerine gizli kalmıştır ve bu husûsda benden evvel hiç bir kimse, bir söz söylememiştir. Bu detay, zamânın nâdirlerindendir, mühim olarak derin bir şekilde düşünmeye değerdir. Bu ayrıntılı tetkîk, öyle bir tecellîdir ki, buna ancak keşfi açılıp da Cenâb-ı Hakk'ın sıfatlarıyla vasıflanmadaki lezzeti zevk edenler ya’ni bizzât yaşantılarına geçiren-ler nâil olurlar.

Burada belirtilen hal “Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanınız” ifâdesinde belirtilen haldir. Allah’ın

ahlâkı ile ahlâklanmak demek, herşeyin mutlak olarak hakkını vermek demektir. Bu halde kesilmesi gereken yerde kesilir, asılması gereken yerde asılır ya’nî acıma dahi olmaz bu halde. Bütün varlığın hakkının verilmesi zorunludur, örneğin yılan zehirleyecekse bu zehirin o yılana verilmesi gibi.

“Resûlullâh’ın ahlâkı ile ahlâklanmak” ise rahmet yönünün ağırbasmasıdır. Burada yumuşaklık vardır, halka rahmet vardır ki Cenâb-ı Hakk da buradan işler o rahmet fiilini zâten.

Ehlullâh’ın ba’zı hallerinde dahi bunlar görülür. Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanıldığında başka Resûlullâh’ın ahlâkıyla ahlâklanıldığında başka haller gösterirler.

Bundan sonra bir mertebe daha yükselirse, Hakk'ın kendi sıfatlarıyla

vasıflanması husûsuna ârif olmaya da nâil olur. İşte nihâyet bulma ve sırlara giriş, bu mertebededir, bunu anla! Fakat bunu da kemâl ile nihâyete eren ve zü'l-

Page 79: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 3.Bölüm Sıfat-Terzi Baba Şerhi

78

Celâl'e yakınlaşmış olmayanlar anlayamazlar. Bu makâmın altında ne mızraklar, ne kılıçlar vardır.

Bir yerde Celâl tecellisi var ise onun arkasından ikrâm gelecektir mutlaka. Cemâl tecellîsi

var ise eğer zâten ikrâm o anda olmaktadır. Celâl tecellîsinin şiddetine göre arkasından ikrâmı gelir.

Çok eski bir binâyı merhametli davranma kastıyla tâmir edersek, bu iş ilk bakıldığı anda cemâli gibi gözükür ancak binânın çok eski oluşundan dolayı arkasında zahmet gelir. Eğer bu eski binâ celâl tecellîsi ile yıkılıp yerine yenisi kurulursa bu hâl ona sonuçta cemâl olmuş olur.

Hz Mevlânâ (r.a) bu konuda “eğer yenisini yapamayacaksan eskisini de yıkma ancak ye-nisini yapacaksan hiç acıma yık!” buyurmuşlardır.

Mızraklar ve kılıçlardan kasıt ulûhiyyet mertebesine çıkarken beşeriyetten gelen sözler-dir. Kişi yükselmeye çalıştıkça çevre onu aşağıya çekmeye çalışır.

İki Beytin Tercümesi:

"Kalbim beni, hayât suyunu birden içmeklik için hırslandırdı. Oysa hayretle söylerim, orada ölen ne hırslılar vardır.

Yine benim için kalbin ahdini yudum yudum içenler arasında da kadîm hırsım vardır. Oysa orada da ne hırslılar hiç bir şey elde edemememiştir.

Benim bu yolda başka türlü de bir sözüm vardır; o söz, önceki sözüme muhâliftir; fakat bu tezâd bu sözün muhâlefetine göredir. Yoksa hakikatte tezâd yoktur; çünkü hakîkatler arasındaki zıtlıkların hepsi, hakîkat bakış açısından ma'nâda birdir. O söz, aşağıda belirttiğimiz gibidir:

Sıfât, mutlaklık bakış açısından ma'lûm ma’nâlardır. Zât ise mechûl bir husûstur. Mechûl bir husûsu idrâk etmektense, ma'lûm olan ma’nâları idrâk et-mek daha iyidir. Şu halde sıfâtta "idrâk yokluğu" geçerli olunca, zâtı idrâk için "vecihlerden hiçbir vecihden" yol yoktur. Bu hakîkate bakarak Hakk'ın ne sıfâtı, ne de zât'ı idrâk edilebilir değildir.

Şurasını da bilesin ki, Rahmân sıfatı "fa'lân" ölçüsü üzerinedir. Arapçada ke-limedeki ilâve harf, ilâve ma'nâya işâret ettiğinden bu ölçü, vasıflanmış olanın, sıfatıyla vasıflanmasında ve sıfatın, sıfatla vasıflananda zuhûrunda mübâlağaya işâret eder. Bu hikmete dayalı olarak, Allah'ın rahmeti her şeyi ihâta etmiştir.

Page 80: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 3.Bölüm Sıfat-Terzi Baba Şerhi

79

Hattâ ateş ehli hakkında en son husûsun rahmete dönük olması da bu ihâtadandır.

Bu Rahmân isminin altında bütün zâtî ilâhî isimler bulunmaktadır. O zâtî isimler yedidir: Hayat, İlim, Kudret, İrâde, Semi', Basar, Kelâm.

Bu er-Rahmân ( حمن .isminin harfleri de yedidir (الر

Birincisi "elif"(QQQQ) harfidir; hayâttan ibârettir. İlâhî hayâtın bütün eşyâya

sirâyet edişini ve eşyanın ilâhî hayat ile ayakta durmasını görmüyor musun? Tıpkı böyle "elif" de nefsiyle harflerin hepsine sirâyet etmiş ve hepsinde mevcûddur. Hiçbir harf yoktur ki, "elif" o harfte telaffuz edilmesin ve yazılış i'tibârı ile mevcûd olmasın. Yazımda meselâ "be" harfi açılıp yayılmış eliftir. "Cim" harfi iki tarafı eğri olan eliftir. Dîğer harfler de böyledir. Telaffuz i'tibârı ile "elif”in her harfte olan varlığına gelince: Harfi açtığın zaman elifi, ya onun açılımında veyâhud onun açılımdaki harflerin açılımında bulursun. Şu halde "elif'in yitip gitmesi için imkân yoktur. Örneğin "be" harfini açınca "bâ" dersin, "Elif" meydana çıktı. "Cîm" harfini açınca "cîm, yâ, mîm" dersin, yine "elif" ortasında çıktı. "Ye=yâ"da aynı şekilde "elif" mevcuttur. "Mîm" de böyledir. Onu açınca da "mîm, yâ, mîm" gelir. Harflerin hepsi bu örnek üzerinedir. Kısaca, "elif" harfi, bütün mevcûtlara sirâyet etmiş olan rahmânî hayâtın mazharıdır.

Harflerdeki bu özellikler hep bu âlemin zuhûrunu anlatmaktadır. Her harfin ayrı bir

ma’nâsı vardır ve Kur’ân-ı Kerîm’in Arapça olması ve başka dillere tam bir çevirinin olmayıp yapılan çevirilerin namazda okunamaması hep bu yüzdendir. Hangi harfi alırsak alalım hep “elif” harfinin değişik olarak şekillendirilmesidir. Namazda durduğumuz şekillerde dahi önce kıyamda “elif”, rükûda “dal”, tekrar kalkarak “elif” ve secde de “mîm” harflerinin şekillerini çizerek “âdem” olduğumuzu ispât ediyoruz.

Tabîat âlimleri istedikleri kadar canlı ve cansız varlıklar olarak ayrım yapsınlar işin aslında cansız varlıklar diye birşey yoktur. Cansız varlıklar demeleri onların hayalleri dolayısıyla onlarda göremedikleri hayattan dolayıdır. Var olan herşeyin muhakkak bir şekilde hayâtı vardır. Cenâb-ı Hakk’ın Hayy esmâsı onlara sirâyet etmiştir ve herbirşey de bu şekilde kâimdir.

"Lâm"(ÞÞÞÞ) harfi ise, ilmin mazharıdır. "Lâm" harfinin dik şekli, Hakk'ın zâtına,

ilminin mahallidir. Ta'rîfesi, ya'nî dîğer harfe bitişme vâsıtası olan kıvrık kısmı, mahlûklara olan ilminin mahallidir.

"Râ"(‰‰‰‰) ise, yokluk gizliliğinden, varlık zuhûruna meydana çıkarılan, ilâhî

kudretin mazharıdır. Bilineni görürsün, yok olanı mevcûd bulursun.

Page 81: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 3.Bölüm Sıfat-Terzi Baba Şerhi

80

"Hâ" (yyyy)harfi, boğazın göğüse bitişik olan yerinden çıkar. İlâhî irâde de, ilâhî

nefs de bize nispetle mechûldür. Neyi murâd etmiş olduğu ve ne sûretle hükmedeceği ne görülür, ne bilinir. Şu halde ilâhî irâde salt gaybtır.

"Mîm" (ßßßß) harfi ise işitmenin (sem’) mazharıdır. Görmüyor musun? "Mîm"

harfi ağzın dış kısmı olan dudaktan çıkar. Bunun için söylenmeyen bir söz işitilmez; söylenen söz ise zahir olmuştur; o söz, ister telaffuzâ âit, ister hâle âit olsun. Özetle "hüviyyetin" "hâ"(çççç)sına benzeyen "mîm"in başının yuvarlak kısmı,

sözü işitmenin mahallidir. Çünkü yuvarlağın nihâyeti, hidâyetinin aynıdır. Söz de tıpkı bunun gibidir. Söz ile başlayanlar, sözün nihâyetine dönerler. "Mîm" har-finin ta'rîfe, ya'nî diğer harflere bitişme vâsıtası olan kısmı, hâl ile olsun, söz ile olsun, mevcûtların sözlerini işitme mahallidir.

"Mîm" ile "nûn" arasındaki "elif”e gelince: Bu "elif", basar ya’nî görme mazharıdır. Bunun sayılardan karşılığı "bir" sayısıdır. O bir sayısı da, Hak sübhânehû ve Teâlâ'nın zâtının görülmediğine işârettir. "Elif" harfi de yazımda düşmüş, telaffuzda sâbittir. Yazımda düşmüş oluşu, Cenâb-ı Hakk'ın mahlûkları nefsinde gördüğüne işârettir. O mahlûklar, O'nun için "gayr" değildir. Telaffuzda sâbit olması, Hakk'ın zâtının, zâtıyla mahlûklardan üstünlüğüne ve mahlûklar-daki zillet ve noksan gibi sıfatlardan mukaddes ve yüce olmasına işârettir.

"Nûn"(ææææ) harfine gelince, Cenâb-ı Hakk'ın kelâm mazharıdır. Cenâb-ı Hak

Kur'ân'da “Nûn vel kalemi ve mâ yesturûn” (Kalem, 68/1) buyurdu. Bu, "levh-i mahfûz"dan kinâyedir. Levh-i mahfûz ise, Cenâb-ı Hakk'ın “mâ farratnâ fîl kitâbi min şey’in”(En'âm, 6/38) ya’nî "Biz kitâpta hiçbir şeyden eksik bırakmadık" âyetiyle vasıflandırdığı Allâh’ın kitâbıdır. Hakk'ın kitâbı ise, kelâmı demektir.

Şurası da bilinmelidir ki: "Nûn" zâtî mâhiyyeti ile vâhid ya’nî bir cümle ola-rak, halleri ve vasıflarıyla berâber mahlûk sûretlerinin nakışlanmasından ibâret-tir. Bu nakışlanma, Cenâb-ı Hakk'ın mahlûk sûretlerine "Kün(Ol)!" ile hitâp ettiği Allâh’ın kelimesinden ibârettir. O "Kün" kelimesi, ilâhî nûrâni kalemin levhde yazdığı sûretle olur. O levh, ilâhî kelimelerin görünme yeridir. Çünkü "Kün" sözünden çıkan her şey, levh-i mahfûzun ihâtası altındadır, işte bu inceliğe dayalı olarak biz, "nûn" Allâh’ın kelâmının mazharıdır dedik.

Şurası da bilinmelidir ki; "nûn" harfinin üstündeki nokta, mahlûk sûretleri ile açığa çıkan Allâh'ın zâtına işârettir. Mahlûklardan önce açığa çıkan Zât'dır, sonra

Page 82: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 3.Bölüm Sıfat-Terzi Baba Şerhi

81

mahlûk açığa çıkar. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın zâtının nûru, mahlûkun nûrundan a'lâ ve daha zâhirdir. Bunun içindir ki Rasûlullâh (s.a.v.) "Sadaka, önce Rahmân’ın avucuna, sonra fakîrin avucuna düşer" buyurmuştur. Nasıl böyle olmasın ki, Sıddîk-ı Ekber de "Ben bir şeyde önce Allah'ı görmedikçe, o şeyi görmem" buyurmuştur. Bu şekilde noktanın Allah'a işâret olduğunu anlayınca, "nûn" harfinin yuvarlaksı kısmının da mahlûklara işâret olduğunu anlarsın. Biz "El-Kehfü ve'r-Rakîm Fî Şerhi Bismillâhirrâhmânirrahîm" adlı kitâbımızda "Rahmân" ismi hakkında daha geniş bilgiler beyân ettik. Arzu eden o kitâba mürâcaat etsin. Bu kerîm isme ve bu kerîm ismin ihtivâ ettiği sırlara dikkatle bak! Fikirlerin o sırlarda hayrete düşmemesi mümkün değildir.

Bu şerefli ismin harflerinin sırlarını ve her harfin açılımıyla berâber sayısının miktârı ve her harfin varlıksal harîkalardan ve sarsıntılardan ihtivâ ettiği şeyler hakkında bahsi uzatmış olsaydık, fehimlere hayret verecek o kadar acâiplikler ve gariplikler ortaya koyardık ki, kitâbı okuyan, bunu nereden aldığımıza şaşar kalırdı. O tür bahsi terk etmemizin sebebi kıskançlık veyâhut cimrilik değildir. Fakat kitâbı okuyan ve yazan usanmasın diye, bu kitâpta kısa ve öz anlatmayı tercih ettik. Çünkü usanç, amaçlanan faydanın yitirilmesine sebep olur. Bununla berâber bu kitâba koyduğumuz sırlar, terk ettiğimizden daha büyüktür.

Allahu'l-Müsteân ve aleyhi't-tüklân.

“Yardım Allah'tan talep edilir ve tevekkül O'nadır".

Nefes-i rahmânî bu âlemlere üflenip yayılmaya başlayınca kesîfleşerek, nerede neyi

meydana getirecekse orada onu oraya koydu. Sonrasında Rahmân’dan Rahîm’e tenezzül ile bütün âlemler Rahmân’ın rahminden doğdu. Müslümanlar olarak sâdece Besmele-i Şerîfe’yi hakkıyla inceleyip bilsek bu âlemlerin sırrını kolayca çözeriz.

Bir çocuk nasıl ki anne rahminde meydana geliyorsa Rahmân esmâsının Rahîm esmâsına dönüşmesinden sonra öbek öbek bütün âlemler oluşmuştur.

Kur’ân-ı Kerîm’de belirtildiği üzere âlemlerin altı günde hálk edilmiş olması bu belirtiğimiz oluşumun aşamalarını göstermektedir. Bizler şu anda yedinci günün içerisindeyiz. Hz. Resûlullah (s.a.v) Efendimizin nübüvveti ile birlikte yedinci gün başlamıştır. Bunun içindir ki hırıstiyanların yedinci günü olmayıp bu gün sâdece müslümanlar içindir. Bu yedinci günün içerisinde biz müslümanlara istirahat de yoktur. Hırıstiyanlar hafta tatili olarak bir gün kul-lanmakta iseler de müslümanlar olarak bize bu tatil günü yoktur. Cum’a sûresinde bu durum açıkça belirtilmiş ve “Cum’a namazından sonra yeryüzüne dağılarak rızkınızı arayın” buyrulmuştur. Açık olarak o gün istirahat edilmeyip, çalışılması gerektiği belirtilmiştir.

Herbirimiz bir şeyi yapmak istediğimizde o şeyi yapmak için olan irâde önce iç bünyede oluşur, o irâde ise ancak o şey yapıldıktan sonra gözükür.

Page 83: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

حيم حمن الر� بسم الر�BİSMİLLAHİR RAHMÂNİR RAHİYM

Ulûhiyyet Hakkındadır

Vücûda âit hakîkatlerin hepsine ve o hakîkatleri gerçek yüzleri ile mertebele-rinde korumaya ulûhiyyet derler. Vücûd hakîkatleri ta'bîriyle, zuhûr yerleriyle açığa çıkanın hükümlerini, ya'nî Hak ile halkı kastediyoruz. İlâhî mertebelerin ve varlıksal mertebelerin hepsine kapsam olmak ve bunlardan her birine vücûd mertebesinden hakkını vermek, ulûhiyyetin ma'nâsıdır; Allah, o mertebe sâhibinin ismidir. Bu isim, Vâcibü'l-Vücûd Teâlâ ve tekaddes hazretlerinin zâtından başkası için olamaz. Bundan dolayı zâtî zuhûr yerlerinin a'lâsı, ulûhiyyet zuhûr yeridir. Çünkü ulûhiyyetin her zuhûr yeri üzerine, bütünsel ihâtası ve mutlak olarak kapsam oluşu ve her vasıf ve isim üzerine saltanatı var-dır.

İşte her zaman dediğimiz gibi kelimelerin hakîki ma’nâlarını idrâk edip yaşamadıkça

irfân ehli olunması mümkün değildir. Yukarıda belirtildiği üzere “ulûhiyyet”in îzâhının da bundan daha düzgün ve derli toplu bir şekilde yapılması mümkün değildir. Bu varlığın gerçek yüzleri bizim beşerî olarak görüp değerlendirdiğimiz değildir, ancak ki ilâhi hakîkatleri idrâk edip seyretmiş olan biz göz olsun. Bunun dışında olan değerlendirmeler hayâli değerlendir-meler olup bu değerlendirmeler ile ulûhiyyetin anlaşılması mümkün değildir. Bu hâlde hayâlde oluşturulan Allah ile berâber olunur ki bu da kişileri bir başka hayâle sürükler.

“Allah” denildiğinde ne anlıyoruz? “Rahmân” denildiğinde ne anlıyoruz? “İnsan” denildi-ğinden ne anlıyoruz?

Uluhiyyet mertebesinin bütün bu âlemlerde üstlendiği iş “bu varlığa kendisinin vermiş olduğu gerçek yüzleriyle onları korumasıdır”. “Fe eynemâ tuvellû fe semme vechullâh” ya’nî “ne tarafa dönerseniz Allah’ın vechi oradadır” (Bakara, 2/115) âyet-i kerîmesi ile belirtilmek istenen de budur. Eşyânın sâdece eşyâ sûreti olarak görülmesi hâlinde bu âyet-i kerîme takdîr edilmiş olmaz. Bizler Allah’ın onlara vermiş olduğu gerçek yüzleriyle çevremiz-de bulunanları tespît ettiğimiz ve müşâhede ettiğimiz zaman onların vechinin Hakk’ın vechi olduğunu görürüz. Bu nedenle bize gerekli olan eşyânın görülen kısımlarını aşarak özünde olanı idrâk edecek bir bakıştır. Seyr ü sülûk yolunda yapılanlar çalışmalar da bu bakışın açıl-masına yönelik olan çalışmalardır.

Nasıl ki her varlık kendisine âit bir özelliğe sâhip olup hiçbir varlık birbirine benzeme-mektedir, işte bu kendisine âit olan özellik onun gerçek yüzüdür. Bu gerçek yüz ise ilâhî bil-ginin onu koyduğu mertebeden ibârettir.

“Allâh’ın ahlâkı ile ahlâklanmak” ifâdesiyle de belirtilen bu mertebede neden, niçin gibi sorular olmaz, sâdece o fiilin o mertebenin gereği olduğu anlaşılıp, sükût edilir. Bu mer-

Page 84: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 4.Bölüm Ulûhiyyet-Terzi Baba Şerhi

83

tebenin verişleri küfür ehli veyâ îmân ehli vb. gibi ayrımlar olmadan verilir ki bu mertebenin adâletidir.

Bâtın olarak bakıldığında Hakk, zâhir olarak bakıldığında halk olmaktadır. Cenâb-ı Hakk’ın esmâ-i ilâhiyyesindeki isimlerin Zâhir ismi kapsamında âlemde açığa çıkmasının aldı-ğı isim halktır. İşte bu nedenle “yaratma” kelimesinin ifâdesi doğrultusunda yukarıda ayrı bir varlığın bu âlemleri kendisinden ayrı olarak yarattığını düşündüğümüz anda “ulûhiyyet” keli-mesi ile anlatılmak istenileni anlamamız mümkün değildir. Çünkü bu düşünce eşyânın gerçek yüzlerini bize göstermez. Oysa bâtından zâhire çıkan bu şehâdet âlemi bir müddet sonra Zâhir ismi kapsamından çıkarak tekrâr Bâtın ismi kapsamına dönmektedir. Bu nedenle halk ismini verdiğimiz bu zâhir âlemin bâtını Hakk’tan başka bir şey değildir.

Hak kelimesinin ortasına ilâve edilen “lâm” harfi onu “halk” yapmaktadır. Bu “lâm(4444)”

harfi şekli i’tibârıyla da görüldüğü gibi hem bâtın hem zâhir olarak bu âlemleri kucaklamıştır, sâdece zâhir olarak kucaklamış olsa bâtınsız olmaz, sâdece bâtın olsa âlem görüntüye gel-mez. Ya’nî sâdece Hak olarak bakarsak bu durumda halk ortaya gelmez, ulûhiyyet “lâm”ının ilâvesiyle halk ortaya gelir ki, bu âlemde ne kadar zuhûr yeri varsa hepsi Cenâb-ı Hakk’ın bir vechidir ya’ni isimlerinden bir ismin özelliğidir.

İşte bizlerde varlıkları kendi mertebelerinde tutup o meretebeden hakkını vermeye çalış-tığımız sürece aynı işi yapmış oluruz ya’nî ulûhiyyet hakîkatinden bizde olan tecellîyi zuhûra çıkarmış oluruz.

Ulûhiyyet,Ümmü'l-Kitâb'dır;Kur'ân ahadiyyettir;Furkân vâhidiyyettir;Kitâb-ı

Mecîd, rahmâniyyettir. Bu ta'bîrlerden her biri i'tibârîdir. Yoksa tahkîk ehlinin kullandığı terimlere göre ilk i'tibâra bakarak Ümmü'l-Kitâb, Zât’ın özünün mâhiyetidir. Kur'ân zâttan ibârettir. Furkân sıfâttan ibârettir. Kitâb, mutlak vücûddan ibârettir. Bu ibârelere âit ayrıntılar bu kitâbın ilgili bölümlerinde gele-cektir.

Tahkîk ehlinin kullandığı terimleri ve bizim hakîkatine işâret ettiğimiz sözleri bilince, bu iki îzâh arasında ihtilâf olmayıp, ihtilâfın ibârede olduğunu ve sıfâtın bir şey' olduğunu idrâk etmiş oldun. Bu bahsettiğimiz îzâhları güzelce anlamış isen, senin için aşağıdaki îzâhım da açılmış olur. O îzâh şu şekildedir:

Ulûhiyyetin saltanatı altında bulunan isimlerin a'lâsı "ahadiyyet"tir.

Vâhidiyyet, Hakk'ın ahadiyyetten tenezzüllerinin ilkidir.

Vâhidiyyetin kapsam olduğu mertebelerin a'lâsı da rahmânî mertebedir.

Rahmânî zuhûr yerlerinin a'lâsı da rubûbiyyettedir.

Rubûbiyyet mertebelerinin a'lâsı da, "Melik" kerîm ismindedir.

Page 85: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 4.Bölüm Ulûhiyyet-Terzi Baba Şerhi

84

Melikiyyet, rubûbiyyetin; rubûbiyyet, rahmâniyyetin; rahmâniyyet, vâhidiyyetin; vâhidiyyet, ahadiyyetin; ahadiyyet ulûhiyyetin altındadır. Çünkü ulûhiyyet, vücûdî olan ve vücûdî olmayan hakîkatlerin bütünsel olarak ihâtasından ve mutlak kapsam oluş ile hakkını vermekten ibârettir. Ahadiyyet, vücûd hakîkatlerinden bir hakîkattir.

Özetle, ulûhiyyet en üsttedir. Bunun için Hakk'ın Allah ismi, isimlerinin a'lâsıdır ve "Ahad" isminden daha âlîdir.

Ahadiyyet, zât zuhûr yerlerinin nefsine tahsîs edilmesi demektir. Ulûhiyyet, zât zuhûr yerlerinin nefsine ve gayrısına kapsam oluşu i'tibârı ile olduğundan en üstündür. Onun için ehlullâh, ahadiyyet tecellîsini men' etmişlerdir, ulûhiyyet tecellîsini men' etmemişlerdir; çünkü ahadiyyet, sırf Zât olup, sıfatların o zâtta zuhûru düşünülemez; nerede kaldı ki, mahlûk o ahadiyyetle zâhir olsun. Bundan dolayı her bakış açısından ahadiyyeti mahlûka bağlamak imkânsızdır.

Özetle, ahadiyyet zâtıyla kâim olan Kadîm-i Mutlak içindir. Vâcibü'l-vücûd'un zâtı hakkında zâtı için kendi nefsinden hiç bir şey kendisine gizli ol-madığından ahadiyetin ona tahsîs edilmesi hakkında söz yoktur.

“Ve mâ remeyte iz remeyte ve lâkinnallâhe remâ” ya’nî “Hey Habîb’im attığın

zaman sen atmadın velâkin Allah attı” (Enfâl, 8/17) âyet-i kerîmesinde görüldüğü gibi zâhirde atan olarak gözüken Efendimiz (s.a.v), gerçekte atan olarak belirtilen “Allah” ve atı-lan mahal ve bütün bunları anlatan bir başka mertebe vardır. Burada belirtilen ifâde ulûhiyyet mertebesinden söylenmiş olsaydı ifâdede “Allah attı” denilmeyip “Ben attım” de-nilmesi gerekirdi. İşte bu mertebe ahadiyyet mertebesidir ki o mertebedeki inniyyetin hakîkatidir.

Eğer sen, "O" oldunsa sen, "sen" değilsin; belki O'sun. Eğer "O" sen olduysa O

değil, belki sensin sen! Kim bu tecellîye mazhar olabilirse, bilsin ki o tecellî, vâhidiyyet tecellîlerindendir, ahadiyyet tecellîlerinden değildir. Çünkü ahadiyyet tecellîsinde ne "ente(sen)" ne "hû(o)" zikrine imkân yoktur, bunu anla!

Bu kitâbın ilgili bölümünde ahadiyyet hakkında gerekli sözler konulmuştur.

Şurası da bilinsin ki: varlık ile yokluk birdîğere karşılıktır. Ulûhiyyet feleği bu ikisini ihâta etmiştir; çünkü ulûhiyyet kadîm ve sonradan olan, halk ve Hak, var-lık ve yokluk gibi birdîğere zıt olan sıfatları toplamıştır. Bundan dolayı ulûhiyyette vâcib olan şey, vâcib olarak açığa çıktıktan sonra muhâl olarak da

Page 86: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 4.Bölüm Ulûhiyyet-Terzi Baba Şerhi

85

açığa çıkabilir. Muhâl olan şey, muhâl olarak açığa çıktıktan sonra vâcib olarak da açığa çıkabilir.

Ve ulûhiyyette Hak, halk sûretiyle de açığa çıkar, "Ben, Rabb'imi genç bir delikanlı sûretinde gördüm" hadîs-i şerîfinde olduğu gibi.

Aynı şekilde ulûhiyyette halk, Hak sûretiyle de açığa çıkar. "Allah Âdem'i kendi sûreti üzere hálk etti" hadîsinde olduğu gibi.

Bu îzâh edilen tezâd üzerine ulûhiyyetin, her şeye hakîkatlerden kapsam ol-duğu hakikatle hakkını verdiği anlaşılır.

Seyr ü sülûk yolunda yapılan çalışmalar ile kişi bünyesinden ne kadar çok zıttı birleştire-

bilirse Allah’ı o kadar tanımış olur. Bunun yanında en önemli şey ise ilâhî nefhânın ya’nî “ve nefahtü”nün o kişiye ulaşmasıdır, bu nefhâ kendisine ulaşmayanlar bunları idrâk edemezler, isterse bu kitâbı satır satır ezberlesin. İlâhî hakîkatlere karşı ölü olan birinden doğacak olan-larda muhakkak olarak ölü olacaktır.

Şu halde Hakk'ın ulûhiyyette açığa çıkması mertebelerin en kâmili ve a'lâsı ve

görünme yerlerinin en üstünü ve a'lâsı üzerinedir.

Halkın ulûhiyyette açığa çıkması ise, imkân dâhilinde olanların aynı cins olmaklık ve zıt olmaklık ve yokluk ve varlık bakış noktalarından hak ettiği mer-tebeye göredir.

Vücûdun ulûhiyyette açığa çıkması, Hak ve halkın ve bunlardan her birisinin ferdlerinin mertebece hak ettiği kemâl üzerinedir.

Yokluğun ulûhiyyette zuhûru, salt fenâda gayr-i mevcûd olan en mükemmel vecihte batnları, sırflığı, yalnızlığı ve mahvda oluşu üzerine tertîplidir. Yokluğun ulûhiyyette zuhûru meselesi, öyle bir sırdır ki, bu sırrı akılsal ve fikirsel yoldan idrâk etmeye ve ârif olmaya yol yoktur. İlâhî tecellî ile ârif olunan ilâhî umûmî tecellî içinden, bu özel zevke ya’nî yaşayışa ilâhî keşf ile ulaşabilen bu sırrı anlar.

Bu bir sırdır ki, evliyâullâhdan kâmil olanların hayrete düştüğü yerdir. İşte bu ulûhiyyete Cenâb-ı Peygamber "Ben Allah'ı sizden daha çok bilen ve sizden çok Allah'dan korkan bir kimseyim" hadîsiyle işâret etmiştir. Rasûlullâh, "Rab'dan, Rahmân'dan" dememiş, "Allah'dan korkarım" demiştir. Bu sırra “ve mâ edrî mâ yuf’alu bî ve lâ biküm” ya’nî "Bana ne işlenecek, size ne işlenecek, ben onu bilmem" (Ahkâf, 46/9) âyetinde de işâret vardır.

Page 87: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 4.Bölüm Ulûhiyyet-Terzi Baba Şerhi

86

Ya'nî Peygamber (s.a.v) yukarıdaki hadîs ile demek istiyor ki: Ben mevcûdların içinden Allah'a ve o Allah'ın dergâhında açığa çıkarılacak şeye en çok vâkıf bir kimseyim; fakat ilâhî tecellîde hangi sûrette açığa çıkacağım, onu bilemem. Ulûhiyyetin hükmü neyi gerektirirse, ona göre açığa çıkarım.

Ulûhiyyetin hükmünde ise, zıtları barındırmayan kânun yoktur; bundan do-layı o hüküm bilinir ve bilinmez ve o hükme cehâlet bağlanır ve bağlanmaz. Çünkü ulûhiyyet tecellîsi için çokluk âleminin ayrıntılarında bir yerde durup tecellînin kesilme sınırı yoktur; bundan dolayı ulûhiyyete idrâkin ayrıntılı olarak bağlanmasına vecihlerden bir vecih için imkân yoktur. Çünkü sonu olmayan Hak üzerine bu tür idrâkin olması muhâldir. Şüphe yoktur ki, sonu olmayan şeyi idrâk için yol yoktur.

Lâkin Cenâb-ı Hak, ba'zen külliyyet ve icmâl sûretiyle ba'zı kimseler için tecellî eder. Bu tecellîden hisse alan kâmiller derece ve mertebeler i'tibârı ile çeşit-lidirler. O icmâlden ne kadar ayrıntıya mazhar olurlarsa ve kebîr-i müteâl olan Hakk'ın onlarda tecellîsi ne derecede olursa, hisseleri o tecellî ile orantılıdır. Bun-dan dolayı kâmillerde kemâl eserleri, tecellîlerin zuhûruna ve eserlerine tâbi'dir.

Kasîdenin Tercümesi

"Ey sabâ rüzgârı! Göz yaşı ile kalb ateşi arasında yanan âşıkın haberini, ma’nevî diyârın erlerine eriştir; Ve o diyâra gündüz vakti inmeye tahammül edemeyeceğin için, gece vakti in! O diyâr bir yerdir ki, orada ceylânlar, arslanları avlar ve o diyârda arslanlar ava dadanmamışlardır.

Biz, o erler ile beraber durmaya tahammülü kaybettiğimizden, bizden ayrıl-dılar. Biz de onların ziyâretinden uzak olmaya râzı olduk. İlâhî güzellikler kal-be Kur'ân'ını yazdı ve o Kur'ân'ı kalbin üzerine kudretle indirdi.

Kalb de, aşk âyetini okudu. Hattâ iştihâr sırrı sûresini kemâle erdirdi. Peçe-den cemâl gözüktü. Bakanları örtünmekle güldürdü. O güzelliğe hayret ederek hakîkat ağzından öyle bir söz çıktı ki, "örtünme şarâbı" demek olan ağzının su-yu ile sarhoş etti.

Kalbleri esîr olarak görünce fakrın sıhhati ile ganîmet buldunuz, diyerek aşağıdaki beyânlarda bulundu:

Fakîre, ilâhi sır dedi ki: Vücûdda benden başka ne varsa hepsi bendendir. Vücûd benim zâtımdır; ben onu kendi tercihim ile çeşitlenmelere uğrattım. Ben bir rü'yâ gibiyim; bir gün kırmızılık, bir gün sarılıkla renklenirim. Kırmızılık be-

Page 88: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 4.Bölüm Ulûhiyyet-Terzi Baba Şerhi

87

yazı mahv ile tecellî edince, çokluk meydana geldi. Bu çokluk renklenmelere ârızdır, yoksa benim zâtımda bölünme ve farklı oluş muhâldir.

Farklı oluş, renklenmededir ve örtme o renklenmeye âit olup, bende geçerli değildir. Âlemlerimde mâden, bitki, pâk rûh adına ne varsa, hepsi benim sûretlerim olup, o şekiller perdelerdir. O sûretler ortadan kalkarsa, ben ortadan kalkmam; onlar, ortadan kalkar. O sûretlerin birdîğeriyle uyuşması, uyuşmaz-lık şeklindedir.

Bu bir mertebedir ki, benim mekânımın, en yüksek kubbesine yükselmektir. Bana mahsûs bir ma'nâ vardır, o ma'nâ zâhir olunca, ben onun ma'nala- rından, fakrdan gınâ hâsıl etmiş bir ma'nâ olurum.

İkinci ma'nâ ortadan kalkarsa, ben ezelden ebede soyunmadığım elbiseden yine soyunmam. Benim, nûr tecelligâhı olan azîz zâtım için olan her ma'nâ, o sûretlerle karışmıştır.

Ulûhiyyetim, zâtım için asıldır, belki fer'dir. Artık sen benim işâretimi anla ve hayret et ki, hükümde asıl olan şey, sirâyet ettiği görünme yeri olan fer’i ört-mektedir.

Sözüm seni dehşete düşürmesin.

Benim fer'im örtünmekte olandan başka değildir. Her fer’, o asıl üzerine binâ olmuştur. O asıl, benim zahirim ve bâtınım için asıldır. Zâhir olunca, ben o asılda tecellî ederim. İzâle olununca örtünmede kalırım. Sen onu bilirsin, gö-remezsin; beni de görürsün, bilemezsin.

Bu bir genel kâidedir ki, benim için dâimî olarak geçerlidir. Oysa ben gö-rülmekten ve gizlenmekten ganîyim."

Özetle: Ulûhiyyet, eseri görülür, bakışta kayıptır. Hükmü bilinir, resmi gö-rülmez; zât ise, ayn'ı görülür; benliği, ya'nî vasfı mechûldür. Zâtı açıkça görür-sün, fakat bunun için idrâke sebep olan yeterli îzâh bulamazsın.

Görmüyor musun? Bir adamı gördüğün zaman bilirsin ki, o adam çeşitli va-sıflarla vasıflanmıştır. O adamda sâbit olan vasıflar, senin ilim ve i'tikâdın ile husûle gelir. O vasıfları müşâhede edemezsin. Ammâ zâtına gelince; kendine mahsûs görüntüsüyle zâtını aynen görürsün. Fakat o zâtta vâkıf olamadığın diğer vasıfları bilemezsin; çünkü mümkündür ki, o zâtın bin tâne vasfı olsun da, sana onlardan açıkça gözüken ba'zısı olabilsin!

Page 89: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 4.Bölüm Ulûhiyyet-Terzi Baba Şerhi

88

Netîce: zât, görülür; vasıflar, mechûldür; vasıflarından ancak eserlerini göre-bilirsin. Ammâ vasfın nefsini elbette ve elbette görmek mümkün değildir. Bunu bir örnek ile îzâh edelim:

Yiğit olan bir adamın savaş zamânında gayretini görürsün. Bu gayret yiğitlik değildir, yiğitliğin eseridir. Kerîm olan kimseden de, verdiklerini görürsün: bu görülen "kerem" değil, keremin eseridir. Çünkü sıfat, zâtta örtülüdür. O sıfatın kendisinin zuhûruna imkân yoktur. Eğer sıfatın kendisinin zuhûru câiz olursa, zâtından ayrılması da câiz olurdu; bu ise mümkün değildir, bu sırrı anla!

Ulûhiyyet için bir sır daha vardır. Şey'iyyet ismi kendisine verilen eşyâdan her ferd, ulûhiyyetin saltanatı altında dâhil olan eşyâ ferdlerinin geriye kalanının hepsini zâtıyla ihtivâ eder. O şey, kadîm olsun, sonradan olsun, mevcûd olsun, yok hükmünde olsun farketmez. Bunun temsîli olarak anlatımı şu şekildedir:

Birdîğerine karşılıklı duran aynalar konulduğu zaman, bunların hepsini o aynalardan her biri ihtivâ eder. "Birdîğerine karşılıklı konulan aynalardan her birinde diğerinin ihtivâ ettiği şey mevcuttur" denildiği zaman, o aynalardan biri-sinde mevcûd olan ancak onda görülmekte olan şeydir.

Bütün hepsini ihtivâ eden dîğer aynalardan her birisi ki –türlü türlü ferdlerden ibârettir- bunların, ya'nî bu türlü türlü ferdlerin hâricinde kalması lâ-zım gelir diye düşünülürse, bu durumda vücûdun ferdlerinden her ferdin ihtivâ ettiği şeyi yalnız zâtının istihkâkına göre olup, ondan fazla değildir, demek câiz olur.

Yok eğer karşılıklı duran aynalardan her birinde hepsinin vücûdunu i'tibâr etmek düşünülür de, "mevcûdların hepsi vücûd ferdlerinden her ferdde mevcûttur" denilirse, bu da câizdir.

Hakîkate bakarak ise bu sözler gâyenin özü üzerine geçirilmiş kabuktan ibârettir. Bunları söylemem bir tür tuzak olup, ahadiyyet şebekesinde uçma fikri-nin düşmemesi arzûsuna yöneliktir.

Özetin özeti: Zât'ta sıfâttan hakettiği her şeyi görürsün. Bu sözlerimden ka-buğu bir tarafa atarak, özünü al. Yüzdeki peçeyi görüp de, yüzü görmekten a'mâ olanlar gibi olma!

Page 90: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 4.Bölüm Ulûhiyyet-Terzi Baba Şerhi

89

Kasîdenin Tercümesi

"Kalem sizinle sâbit, sizinle sâkin, sizinle tavırlarda dönücüdür. Güzelliği-nizin hayâli, ebedî bir şekilde kalbime gelir gider. Siz, benim nefsimden başka bir şey değilsiniz. Nefsimden hârice nereye kaçabilirsiniz?

Ben nefsimi terk ettim. Sizin varlığınızdaki tavırların dönüşleri ile dönmek-teyim. Ben, 'ben'i terk edince, ben 'ben'i buldum. Arada ne ana ve ne de baba vardır. Geçmişimi de, geleceğimi de inkâr ettim.

Kendimden, vechine yakınlaşmaya sebep olan ihtisâsı kendimden kaldır-dım. Bu konuda şekkim şüphem yoktur. O "Kuddûs", benim. Ezelî amânın kudsiyyeti perdesindeyim. Herkes için hayrete sebep olan kemâlâtı ihtivâ eden ferd, benim. Ben, varlık değirmeni dâiresinin kutbuyum. Yüce vasıfları içine alan ulvîlik bendedir.

Hayrete sebep olan ben olduğum gibi, hayreti ihtivâ eden her şahıs da be-nim. Benim vücûd güneşim, güzellikler feleğinde daimî parlamakta olup, bat-ması yoktur. Benim için, mekânın üstündeki mekânda kimsenin yaklaşamaya-cağı bir ulviyyetim vardır.

Her kılın bittiği yerde, benim âşikâr kemâlim vardır. Her türlü sesle, her dalda terennüm eden benim rûh kuşumdur. Ba'zen açık, ba'zen örtülü olan sûretimin her bir tecellîgâhında, kemâlin hepsini taşıyan benim! Bunun içindir ki, dönüşüm daimîdir.

Ben derim ki, Hakk'ın mahlûkuyum; halbuki Hak benim zâtımdır. Siz bana hayret edin: Yalanlanması mümkün olmayan sözümden nefsimi tenzîh ederim. Cenâb-ı Hak (celle ve a'lâ) hazretleri ulviyyet ve kudsiyyet sâhibidir. Benim halkımdaki şimşekler, yağmur yağdırmayan şimşeklerdir, yıldırımlardır. Ben, var değilim, O "zevâl bulmaz olan"dır.

Sözü niçin uzatayım, söz zayi' oldu. Ne kelâm vardır, ne de hayrete sebep olan; sükût vardır. Benim güzelliklerim, ulvîlikleri topladı.

Günâhkâr da benim, mağfiret eden de benim!"

Page 91: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

90

حيم حمن الر� بسم الر�BİSMİLLAHİR RAHMÂNİR RAHİYM

Ahadiyyet Hakkındadır

Ahadiyyet, yalnız zât tecellîsinden ibârettir. Bu tecellîde isimlerin, sıfatların ve müessirlerden hiçbir şeyin zuhûru yoktur. Hakk’a dönük ve halka dönük i'tibârlarının hepsinden soyut olarak tecellî eden sırf Zât’ın ismi "ahadiyyet"tir.

Sen kendi zâtında gark olur, i'tibârlarını ve vasıflarını unutur ve hâtırında olanlardan alâkayı keserek kendini kendinde tefekkür edersen, kâinâtta ahadiyyet tecellîsine senden daha fazla en tam bir şekilde zuhûr yeri olan bir şey olamaz.

Sen, sende ol! Hakk’a dönük vasıflarından haketmiş olduğun şeyleri kendine bağlamayı unut! Halk edilmişlere dönük niteliklerini de bir tarafa bırak; işte in-sandaki bu hâl, kâinâtta ahadiyyetin en mükemmel zuhûr yeridir, bunu anla!

Beşeri varlık ile yaşandığı sürece bu hakîkatlerin anlaşılmasına imkân yoktur. Beşerî ola-

rak sürekli hayâl âleminde olduğumuzdan dolayı kendimizde değiliz. Kendimizde olma yolu-nun ilk şartı ise Âdem olmaktır, bu da kişinin ilâhî varlığı ile kendine gelmesidir. İşte bu yolda işi bu şekilde yanlış yapmaktayız ya’nî daha kendimize ulaşmadan Allah’a ulaşacağımızı zan-nediyoruz. Bu şekilde yapılan çok yoğun zikirler ne yazık ki sistemin belirtilen şekilde yanlış-lığından dolayı kişiyi Allah’a ulaştırmaz. Bu halde kişi “ben” diyerek hayâli bir ben ve “Allah” diyerek de kendi inanışına göre hayâli bir “Allah” kurmuştur ve bu iki hayâlden ortaya da ancak hayâl çıkar. Cenâb-ı Hakk’ın “Ben kulumun zannı üzereyim” buyurduğu şekilde bu kişi hayâtını zannda sürdürür.

Seyr ü sülûk yolundaki yedi nefs mertebesinden amaç halka dönük i’tibârların bırakılma-sı, hazârât-ı hamse denilen beş hazret mertebesinden amaç da Hakk’a dönük i’tibârların bı-rakılmasıdır.

Ahadiyyet, zâtın, amâiyyet karanlığından, tecellî nûruna birinci tenez-

zülüdür. Zât'ın en yüksek tecellîleri işte bu tecellîdir. Çünkü bu tecellîde zât, sı-fatlardan, isimlerden, işâretlerden, bağıntılardan, i'tibârlardan münezzeh olup, bunların hepsinin zâtta vücûdu bu tecellîde içe dönük hükmüyledir; zuhûr hük-müyle değildir. Genel lisândaki bu ahadiyyet, her çeşit çokluğun aynıdır.

Bunun örneği: Uzaktan bir duvara bakan kimse, çamurdan, kerpiçten, tuğla-dan, ağaçtan inşâ edilmiş bir duvar görür. Bu görüşte inşâda kullanılan ve duva-

Page 92: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 5.Bölüm Ahadiyyet-Terzi Baba Şerhi

91

rın içine karışan malzemeleri tek tek gören bir görüş olmayıp, yalnız duvarı genel görünüşüyle görmek vardır. O duvarın ahadiyyeti, o duvarın inşâasında kullanı-lan ve içinde bulunan bütün malzemelerin bir arada oluşundan ibârettir. Yoksa duvar o inşâada kullanılan ve içine karışan malzemelerin ismi değildir. Belki du-varın kendine özel olan görünüşünün ismidir.

Bunun gibi sen, gaybını müşâhedende ve sen olmaklıktaki gark oluşunda an-cak hüviyetini müşâhede edersin. Senin bu müşâhedende, sana mensûp olan hakîkatlerden hiç bir şey görülebilir değildir. Oysa sen sende dürülüp toplanmış hakîkatlerin bir arada olmasından ibâretsin. Zâtındaki gark oluşun, hüviyetin i'tibârı ile, zâtının tecellîsinin ismi olarak senin ahadiyyetindir. Bu gark oluşunda sana mensûp hakîkatlerin hepsinin bir arada toplanması düşünülemez.

Özetle: Her ne kadar sen, sana mensûp olan hakîkatlerden ibaret isen de, se-nin zât tecellînde ahadiyyet zuhûr yeri, ibârelerden alâkayı kesmiş zâtındır. Bu ahadiyyet, cenâb-ı ilâhîde sırf Zât’dan ibâret olup, o sırflıkta isimlerden, sıfatlar-dan, eserlerden ve müessirlerden soyutlanmak zarûrîdir. Şu halde cenâb-ı ilâhî-deki ahadiyyet, tecellînin a'lâsıdır; çünkü bu tecellîden sonraki her tecellîde bir tür tahsîslik vardır; hattâ ulûhiyyette bile. Çünkü ulûhiyyet genellik ve kapsam olmaklık ile tahsîslidir.

Netîce: Ahadiyyet, zâtî zuhûrun ilkidir. Mahlûk için ahadiyyetle vasıflanmak imkânsızdır; çünkü ahadiyyet, Hakk’a dönüklük ve halka dönüklükten soyut-lanmış olan "sırf zât"tır. Onun, ya'nî kulun üzerine mahlûkiyetle hükmolunmuş-tur. Bundan dolayı onun için, ahadiyyetle vasıflanmaya imkân yoktur. Bunun gibi vasıflanmak dediğimiz bir tür iş edinme ve çalışmadır; bu ise ahadiyyetin hükmüne aykırıdır. Bundan dolayı ahadiyyet hükmü ebediyyen mahlûk için olamaz.

Özetle: Ahadiyyet, Cenâb-ı Hakk'a mahsûs zâtî bir tecellîdir. Nefsini bu tecellîde görürsen, bu müşâhede Allah'ın ve Rabb'indendir; hâlk edilmiş olmaklığınla onu iddia etme! Mahlûk için bu tecellîde elbette nasîp yoktur.

O tecellî, zâtî tecellîlerin ilki olarak yalnız Allah'ındır. Sen nefsinle, zâttan ve halktan ve Hak'dan murâd sen olduğunu bildinse, halktan yana kesil ve Hak sübhânehû ve Teâlâ'ya da zâtında isimlerinden ve sıfatlarından hakettiği ile hü-küm ver! Allah için müşâhede ettiğin şeyi, nefsin için müşâhede etmiş olanlardan olursun.

Amâiyyet Sevâd-ı A’zâm ve Zât’ül-Baht gibi isimler ile de belirtilen, Cenâb-ı Hakk’ın kendi kendine kendisiyle oluşudur.

Page 93: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 5.Bölüm Ahadiyyet-Terzi Baba Şerhi

92

Bu âlemlerin kaynağı ahadiyyetin hüviyyeti, insan ve Kur’ân’ın kaynağı ise ahadiyyetin inniyyetidir. İşte bir yönden insan bu mertebede mahlûk değildir çünkü Zât’ın varlığındadır. Bu mertebede tecellî olarak belirtilen tecellî ma’nâda olan tecellîdir yoksa maddeden olan bir tecellî değildir. Kendi hakîkatini bilmeyen kullar için bu mertebeye yol yoktur ancak kendi hakîkatini idrâk eden irfân ehlinin oraya her zaman yolu vardır çünkü kaynağı orasıdır. Efen-dimiz (s.a.v)’in Mi’rac Gecesinde mahlûkat mertebesini aşıp “yanarsam ben yanarım” diyerek yükseldiği mertebe burasıdır. “Ahad” iken “Ahmed” olmuş olan hakîkat tüm beşeriyetin yok olup yanmasıyla “Ahad” hakîkatine ulaşmıştır. İşte bu hakîkate ulaşmak için de “Ahmed”e ümmet olmak lâzımdır ki kişi ahadiyyetini idrâk edebilme yoluna girmiş olsun.

Bu mertebede Hak esmâsı dahi henüz ortaya çıkmış değildir. Allah esmâsının faaliyet sahası da bu mertebeden sonra meydana gelmektedir.

Ve burada anlatılan ve îzâh edilen bütün bu husûslar Arş-ı a’lâda yapılan sohbetlerdir, bunu da yeri gelmişken belirtelim.

Ve bu hakîkatlerin açılması içinde mutlaka Cenâb-ı Hakk’ın özel bir lütfu olması lâzımdır ki Cenâb-ı Hakk o yolu açsın ve sebeplerini hálk etsin. Tabi’ çalışmadan da olmaz, Cenâb-ı Hakk kapıyı açınca o kapıdan da girmek ve eşikleri atlamak lâzımdır. Kur’ân-ı Kerîm’de buy-rulan “hattâ yelicel cemelu fî semmil hiyâti” ya’nî “deve iğne deliğinden geçmedikçe olmaz” (A’râf, 7/40) ifâdesi gereğince aşırı bir şekilde zorlamadan bir taraftan deveyi incel-tirken bir taraftanda iğne deliğini genişletmemiz gerekmektedir.

Burada da üstüne basarak belirtildiği üzere bu mertebeye mahlûk için yol yoktur. İşte bizler de bu âlemde hakîkatimizi idrâk ederek mahlûkluktan kurtulamamış isek bize de yol yoktur, ancak mahlûkluktan kurtulmuş ve Hakk ile Hakk olmuş isen zâten oranın ehliyiz de-mektir, madde bedenimiz galaksinin neresinde olursa olsun hiç farketmez.

Bir tahta yığını içerisinde bulunan birkaç metalden iğneye mıknatıs yaklaştırırsak bütün o topluluk içerisinden o metal iğneler ayrılır ve mıknatısına yapışır ki bu çekiş mıknatıstandır yoksa metal iğneler ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar kendi başlarına yukarıya yükselemezler ve aynı şekilde tahta parçaları ne yaparlarsa yapsınlar ve mıknatıs kendilerine ne kadar yak-laşırsa yaklaşsın yukarı çıkıp o mıknatısa yapışamazlar. İşte bu örnekte görüldüğü üzere mahlûkluk bu tahta parçaları gibidir aslâ mıknatısa yolları yoktur.

Cenâb-ı Hakk’ın insan olarak bize verdiği bu özellikler ile bu hakîkatlere ulaşmak için azim ve çalışma gereklidir. Bunun için de Kur’ân-ı Kerîm’de “Ve en leyse lil insâni illâ mâ seâ” ya’nî “insan için çalışmasından başka bir şey yoktur” (Necm, 53/39) buyrulmuş-tur. Çalışmaktan usanmadan, yorulmadan ve sâdece yolcu olma telâşında olarak seyr ü sülûk yolunda ilerlemeye gayret edilmelidir.

Bu tecellîyi nefsinde gören için Rabb’larından özel bir şifrelenme, kodlanma vardır. Nasıl ki kişisel cep telefon numaramız çevrildiğinde bize ulaşılmakta ise de buna benzer şekilde bu tecellîde bu kadar çok beyin içerisinde bu tecellîyi nefsinde görene Cenâb-ı Hakk’tan sinyâl gönderilmektedir. Bu nedenle Cenâb-ı Hakk’a ne kadar şükretsek azdır; kendi varlığını içimi-ze koymuş ve bizleri peşinde koşturmaktadır.

Efendimiz (s.a.v) sık sık buyurduğu “Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemîn ol-sun!” ifâdesiyle bizdeki nefsin ne kadar değerli olduğunu belirtmiştir. Bu nedenle işte kendi hakîkatine yönelmek istiyorsan halk cihetinden kendini çek çünkü bu şekilde hareket edildiği sürece kişi halktan biri olarak kalır ve halk ehli olur, eğer Hakk ehli olmak istiyorsak vechimizi oraya döndürmemiz gereklidir. Vechin Hakk’a dönmesi ise içinde bulunduğumuz çokluktaki halkın hakîkatinin de Hakk olduğunu idrâk ederek yaşamı sürdürmektir.

Page 94: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 5.Bölüm Ahadiyyet-Terzi Baba Şerhi

93

“Nefsini bilen Rabbini bilir” denilen mertebenin bir üstü olan “kendindeki Hakk’ı bilen ilâ-hî varlığı ya’nî gerçek ulûhiyyeti bilir”dir ki, işte her yönden iş dönüp dolaşıp kişinin kendisine dönmektedir ya’nî ne olursa olsun netîcede merkez “sen”sin.

Manzûmenin Tercümesi

"Zât'ında münezzeh, isimlerinde ve sıfatlarında mukaddes olan Allah, nef-sinin ayn'ı ise de, o "ayn" için müstehak olduğu şeye şehâdet eder!

"Onun güzelliğine vasıflarıyla nefsimde hakdici oldum" deme! Hakîkat şarâbını kâselerle iç! İnsan meclislerinde şarâbı terke kâil olma!

Onun zâtındaki hürmeti muhâfaza ederek, ismini senden kinâye edinsen; Zillet aynasını ismine ayna ve yüksek izzeti O'nun ismine ve vasıflarına mazhar kılsan;

Hazînenin üstüne kendinden bir duvar yaparak, câhilin müşâhedesine engel teşkîl etsen, sana bir zarar mı verir?

Bu bir emânettir, sen bunun kuvvetli bir emîni olup, sırlarını bu sırları önüne gelene açacaklara, ya'nî ağyâre söyleme!"

Page 95: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 6.Bölüm Vâhidiyyet-Terzi Baba Şerhi

حيم حمن الر� بسم الر�BİSMİLLAHİR RAHMÂNİR RAHİYM

Vâhidiyyet Hakkındadır

Manzûmenin Tercümesi

"Vâhidiyyet" Zât'ın zuhûr yeridir. Sıfatların farklılığını toplamış olarak zuhûr eder. Sıfatların hepsi vâhidiyyette çoğalan vâhid ya’nî birdir. Bizzât vâhid ya’nî bir olan şeyin çokluğuna sen hayret et!

Vâhidde, yakın işâret ile uzak işâret birdîğerinin aynı olduğu gibi; Hakîkat hükmünde nidâ ile nidâ eden ve küçük olan ile büyük olan bir şey'dir.

Vâhidiyyet, çokluğun birlikte mevcût olarak bir çok şûbelere ayrılmaksızın hakîkatinden ibârettir. Vâhidiyyette sıfatların her biri birdîğerinin hükmünde-dir. Vâhidiyyette kaldırma, ispâtın aynıdır.

Allâh'ın zâtının Furkân'ı ya’nî farklılığı, toplayıcılığının sûresi olup, vasıfla-rın çoğalması âyetler gibidir. Sen, o Furkân'ı oku ve kendinden o kitâbın sırrını da oku! Kitâb-ı mübîn sensin; Mektuplar sendedir."

Şurası da bilinmelidir ki, vâhidiyyette zât, sıfat olarak; sıfat, zât olarak tecellî eder. Bu i'tibârla sıfatlardan her birisi birbirinin aynıdır. Örneğin, "Muntakîm" "Allah”ın aynı olduğu gibi, "Allah" da "Muntakîm"in aynıdır. Aynı şekilde vâhidiyyet ni'metin nefsinde, nikmetin ayn’ında zuhûr edince, rahmetten ibâret olan ni'met, azâbın aynından ibâret olan nikmetin aynı olduğu gibi, azâptan ibâret olan nikmet de, rahmetten ibâret olan ni'metten ibârettir.

Sıfatlar burada zuhûra gelmektedir ancak henüz faaliyet sahasında değillerdir ve burada

zıtlar birbirinin aynıdır.

Bunlardan her biri zâtın sıfatlarında ve eserlerinde zuhûru i'tibârı iledir.

Bundan dolayı vâhidiyyet hükmü ile zât için her hangi şey zâhir olursa, orada her şey aynıdır; fakat bu vâhid ya’nî bir olan tecellî i'tibârı iledir. Yoksa, her hak sâhibine hakkını vermesi i'tibârı ile değildir. Bu ikincisi, ilâhî zâtî tecellîde olur.

Page 96: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 6.Bölüm Vâhidiyyet-Terzi Baba Şerhi

95

İşte tevhîd hakîkatlerini çok iyi bilmemiz gereklidir ki bunların haklarını verelim yoksa

herşey birbirine karışır; nitekim tarîkat yolunda birçokları herşey Hakk’tır, artık benim kullu-ğum gitti ben de Hakk oldum, ibâdeti kime yapacağım gibi hayâl uçurumlarına düşmektedir-ler. Bu hallere düşmektense şerîat ehli olarak kalınması daha sağlıklıdır. Şu kesinlikle bilin-melidir ki özümüzün Hakk olması bizim mutlak olarak halk oluşumuzu üzerimizden düşürmez ve halk olarak zuhûrumuz ne ise onun fiiliyâtının tecellîsinin ortaya konulması zorunludur, aynı şekilde bu halk oluşumuz özümüzün Hakk oluşunu üzerimizden düşürmez. Ne halk Hakk olabilir ne de Hakk halk olabilir, bunların ikisinin de varlığını bilerek ikisini birleştirmektir yoksa birbirinde yok etmek değildir. Bunları Hakk ayrı halk ayrı olarak ayrı ayrı varlıklar gör-düğümüz sürece biz şirk ehliyiz demektir, bunlar birbirlerinin tecellîleridir. Varlık aynı varlıktır sâdece mertebe i’tibârı ile aldığı isimler vardır ki bu isimler ve onların yaşam sahaları da bir gerçektir. İşte kişide zât tecellîsi olduğu zaman bütün varlığı tek olarak görür.

Kendi âlemimizde normalde iken tabi’ bir seyir içerinde bizden bir şey çıkmaz iken orta-da gözüken zıt fikirler yoktur, çokluk âleminde ya’nî halk yaşantısından fiil göstermeye baş-ladığımız andan i’tibâren bu zıt sıfatlar bizden çıkmaya başlar, oysa öncesinde bizim zâtî var-lığımızda hepsi bir idi. Kişi bu şekilde kendi varlığında kendisiyle iken acılar, sevinçler gibi bütün zıtlar kendisinde birdir, bunlar kendisinden gözüküp vücût bulmaya başlayınca halk âleminde ayrılırlar. İşte bizler de seyr ü sülûk ile halk âleminde yaşadığımız halde Hakk âleminde oluşun eğitimini yapmaktayız ki bu halde Hakk ehli, ehlullah oluruz.

Yine şurası da bilinmelidir ki, ahadiyyet, vâhidiyyet, ulûhiyyet arasındaki

fark aşağıda anlattığımız gibidir:

Ahadiyyette isimlerden ve sıfatlardan hiçbir şey zâhir olmaz. Ahadiyyet zatî işinde sırf zâttan ibârettir;

vâhidiyyette, isimler ve sıfatlar, müessirleriyle berâber zâhir olur. Lâkin bu zâhir oluş zât hükmüyledir; yoksa, zâttan ayrılma hükmüyle değildir. Bundan dolayı o sıfatlardan herbiri birdîğerinin aynıdır;

ulûhiyyette, isimler ve sıfatlar her birinin istihkâkı hükmüyle zâhir olur. Ulûhiyette Mün'im, Muntakim'in zıddı; Muntakim, Mün'im'in zıddı olarak zâhirdir. Bu şekilde geriye kalan isimler ve sıfatlar da böyledir; hattâ ahadiyyet bile. Çünkü;

ahadiyyet, ulûhiyyette ahadiyyetin gereğine göre zâhir olduğu gibi,

vâhidiyyette de ulûhiyyet, vâhidiyyetin gereğine göre zâhirdir;

bundan dolayı ulûhiyyet tecellîsi, bütün tecellîlerin hükümlerine kapsamdır.

***

Page 97: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 6.Bölüm Vâhidiyyet-Terzi Baba Şerhi

96

Ulûhiyet, her hak sâhibine hakkını verme tecellîsidir.

Ahadiyet, "Kendisiyle berâber hiçbir şey mevcûd olmadığı halde, Allah mevcûd idi" tecellîsidir.

Vâhidiyyet, "O şu an dahi olduğu tecellî üzerindedir" tecellîsidir. Kur'ân'da “küllü şey’in hâlikun illâ vechehu” (Kasas, 28/88) ya’nî “O'nun vechinden başka her şey helâk olucudur” âyeti bu sırra âittir.

Bunun için ahadiyyet, vâhidiyyetten a'lâdır; çünkü ahadiyyet salt zâttır. Ulûhiyyet de, ahadiyyetten a'lâdır; çünkü ahadiyyete hakkını veren ulûhiyyettir. Çünkü ulûhiyyetin hükmü, her hak sâhibine hakkını vermektir. Bundan dolayı Allah ismi, isimlerin a'lâsı, en toplayıcı olanı, en azîzi, en yücesidir.

Ulûhiyyetin ahadiyyet üzerine üstün oluşu, bütünün parça üzerine üstünlü-ğü gibidir. Ahadiyyetin, geri kalan tecellîlere üstünlüğü, aslın fer'e üstünlüğü gi-bidir. Vâhidiyyetin, geri kalan tecellîlere üstünlüğü, cem'in fark üzerine üstünlü-ğü gibidir. Bu ma'nâların senden yana nerede olduğuna dikkat et ve bunu ken-dinde derin bir şekilde araştır!

Kişi eğer bu ilâhî hakîkatleri kendisinde bulamaz ise başka bir yerde bulması da müm-

kün değildir.

Burada belirtilen üstün oluşlar mertebelerden bakış açılarına göre olan üstün oluşlardır. Bu nedenle neyin hangi mertebede neden üstün olduğunu bilmek gereklidir.

Manzûmenin Tercümesi

“Meyveleri topla, o meyvelerin ağacı, sen meyvelerini toplayasın diye dikil-miştir. Şâhidler ile, delîller ile, sebep göstermeyi ve ispâtı bırak! Onlar seni ha-kikate ulaştırmaz.

Şarâbı ağızdan iç! O meyvelerin ağız şarâbı, ağızdadır. Bundan dolayı şifâhen söylenir. Hakîkat şarâbının kadehlerini saklayan kimsenin aksine ola-rak, o kadehleri sen saklama.

Onun güzelliklerini Suâd (yani, muhabbet edilen) göstermiştir. Sen gizleme! Mâsivâ ile aldanmayı bırak; mâsivâ, bu hakîkati idrâk edici değildir. İçini ye, içini saklayan kabuğu at! Sırrı ifşâ etmeye hevesli olan can sıkıcı meredden kendini koru ve ondan uzaklaş!"

Page 98: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 7.Bölüm Rahmâniyyet-Terzi Baba Şerhi

حمن ا حيم بسم الر� لر� BİSMİLLAHİR RAHMÂNİR RAHİYM

Rahmâniyyet Hakkındadır

Rahmâniyyet, isimlerin ve sıfatların hakîkatleri ile açığa çıkmasından ibârettir. Rahmâniyyet, zâtî isimler gibi zâta tahsîs edilmiş şeylere kapsam oldu-ğu gibi, mahlûklara dönük hakîkatlere ve sıfatlara da kapsamdır. Alîm, Kâdir, Semî' ve vücûdî hakîkatlere bağlantısı olması bakımından bahsedilen sıfatlara benzeyen sıfatlar gibi.

Vâhidiyyet mertebesinden mahlûkata dönüklük yok idi, ulûhiyyet mertebesinde zuhûra

çıkan zıt isimler ise bu ulûhiyyet mertebesinin koruması altındadır. Halk dönük oluşum artık rahmâniyyette yavaş yavaş oluşmaya başlamaktadır. Daha üst mertebelerde sâdece proje hâlinde olan halk hakîkati yavaş yavaş konuşulmaya burada başlamıştır.

Rahmâniyyet, Hakk’a dönük mertebelerin hepsine isimdir. O mertebelerde,

halka dönük mertebelerin iştirâki yoktur; bundan dolayı rahmâniyyet, ulûhiyyetten daha husûsidir. Çünkü, rahmâniyyet Hak Sübhânehû ve Teâlâ haz-retlerinin ferd olarak sâhip olduğu sıfatlarına mahsûs olarak ferd olmuştur. Ulûhiyyet ise Hakk’a dönük olanları ve halka dönük olanları toplamıştır. Onun için genel oluş ve kapsam, ulûhiyyete âittir; husûsi oluş ise rahmâniyyete âittir. Rahmâniyyet bu i'tibâr ile ulûhiyetten daha azîzdir; çünkü rahmâniyyet, Zât'ın yüksek mertebelerde zuhûrundan ve Zât'ın alt mertebelerden mukaddes oluşun-dan ibârettir. Bundan dolayı Zât’ın toplayıcılık i'tibârı ile yüksek mertebelere tahsîs edilmiş olan zuhûr yerlerinden kendine mahsûs zuhûr yeri, ancak rahmâniyyettir.

Şu halde rahmâniyyet mertebesinin ulûhiyyet mertebesine nispeti, şekerin, şeker kamışına nispeti gibidir. Şeker, kamışta bulunan a'lâ bir mertebedir; kamış ise hem şekeri, hem de başka kimyevî parçaları ihtivâ ettiği için işâret edişi daha geneldir. Bu i'tibârı düşünerek şeker, şeker kamışına nispetle daha üstündür diye düşünürsen, rahmâniyyet, ulûhiyetten daha üstün olur. Yok eğer kamışın hem şekeri, hem de başka kimyevî parçaları ihâta ettiğini düşünerek, kamış daha üs-tündür dersen, ulûhiyyet rahmâniyyetten daha üstün olur.

Page 99: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 7.Bölüm Rahmâniyyet-Terzi Baba Şerhi

98

Bu belirtilen hâli kendimizde de görebiliriz. Özümüzdeki gerçek kaynağımızı

rahmâniyyet, bizi oluşturan madde beden dâhil diğer bütün parçaları da ulûhiyyet olarak düşünebiliriz. Bu bakışa göre rûhâniyyetimiz daha değerli ve daha üst bir konuma sâhiptir ancak bütün bunları bir arada bulundurarak her birinin gereklerini de ulûhiyyet verdiği için bu bakış açısı yönüyle de ulûhiyyet daha üstündür.

Rahmâniyyet mertebesinde zâhir ve âşikâr olan isim Rahmân ismidir; çünkü

bu isim hem zâtî isimleri, hem de nefsî sıfatları toplamıştır. Nefsî sıfatlar yedi olup, hayât, ilim, kudret, irâde, kelâm, semi' ve basardan ibârettir.

Zâtî isimler de, ahadiyyet, vâhidiyyet, samediyyet, azamet, kuddûsiyet ve benzeri gibi zâta mahsûs olan sıfatlardır. Bu zâtî isimler ancak “Vâcibü'l-vücûd” ve “Melik-i ma'bûd” olan Hakk'ın zâtına mahsûstur.

Bu rahmâniyyet mertebesinin Rahmân ismine tahsîs edilmesi, rahmetin Hakk’a dönük ve halka dönük mertebeleri kapsaması i'tibârı iledir. Rahmetin Hakk’a dönük mertebelerde zuhûru, halka dönük mertebelerde zuhûruna sebep olmuştur. Bundan dolayı bütün mevcûtları kapsayan rahmet, rahmânî hazret-tendir.

Hakk'ın mevcûtlara bağlanan ilk rahmeti, sûretleri âlemine kılmasından ibârettir.

Hakk'ın rahmetinin ikincisi: âlemi, nefsinden vücûda getirmesidir. “Ve sahhare leküm mâ fîs semâvâti ve mâ fîl ardı cemîan minhu” ya’nî "Yerde ve gökte ne varsa, bunların hepsini sizin emrinize âmâde kılmıştır. Bu âmâde kı-lış O'ndandır" (Câsiye, 45/13) âyeti bunun şâhididir. Bunun için, ilâhî nefesin mevcûtlarda açığa çıkış sırrının sirâyet edişiyle, âlemin parçalarından her ferdde ve her parçada kemâl ile açığa çıkmıştır. Ve o ilâhî nefes, görünme yerlerinin adetlenmesiyle adetlenmez. Bilâkis o görünme yerlerinin hepsinde kerîm ve zâtının gereğine göre vâhid ya’nî birdir.

Özetle kemâlî sıfatların hepsi o sırrın sirâyet edişindendir. Bütün mevcûtlara sirâyet etmiş olan vücûd ta'bîrinde, vücûd zerrelerinden her zerrede açığa çıkışı-na da ince bir işâret vardır. Bu sirâyet edişin sırrı ise, Hakk'ın âlemi nefsinden hálk etmesi iledir. İlâhî nefs ise bölünüp parçalara ayrılma kabûl etmez. Bundan dolayı âlemde ne varsa, kemâliyle O'dur. O şeye ancak "halkıyyet" ismi âriyet hükmüyledir.

Page 100: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 7.Bölüm Rahmâniyyet-Terzi Baba Şerhi

99

Bu meselenin hakîkati bu bölümde anlatıldığı gibidir; yoksa ba'zı yazarların "İlâhî vasıflar kullarda âriyet hükmüyledir" şeklindeki îzâhları salt olarak yanlış zanndır. Kendisine bu yanlış zannı bağladığım bahsedilen yazar:

Tercüme: Hakk’ın zâtı, kula ilâhî vasıflardan olan bakışı âriyet vermiş ve o şekilde kul görmüştür. Zât'ı görücü olan bakış işte bu âriyet olan bakıştır.

beyitleriyle iddiâsına işâret etmiştir.

Bu îzâha yanlış zanndır deyişimin sebebi, eşyâda âriyet olanın, o eşyâya hal-ka dönük vücûdun nispet edilmesinden başka bir şey değildir. Eşyâda Hakk’a dönük vücûd asıldır. Hak, hakîkatlerine "halkıyyet" ismini âriyet olarak vermiş-tir. Tâ ki ulûhiyyet sırlarını ve ulûhiyyetin gereklerinden olan zıtlıkları, bu şekil-de açığa çıkarmıştır.

Özetle: Hak, âlemin heyûlâsıdır. Cenâb-ı Hak Kur'ân'da: “Mâ halaknes semâvâti vel arda ve mâ beynehümâ illâ bil hakkı” ya’nî "Gökleri ve yerleri ve arasındaki eşyâyı ancak hak olarak biz hálk ettik" (Ahkâf, 46/3) buyurmuştur.

Halk dediğimiz şeyin bâtını Hakk zâhiri halktır, bu nedenle bu anlatımlarda kullanılan

tâbirler âriyettir ki, bu tâbirler de meseleyi îzâh amacıyla kullanılmaktadır. “Sonradan yara-tılmış” ifâdesiyle vurgulanmaya çalışılan da işte bu kullanılan bu tâbirler ve isimlerdir ve bun-ları da kullar hálk etmiştir. Asılları i’tibârıyla herşey Rahmân’ın, ulûhiyyetin zuhûrundan baş-ka bir şey değildir. “Allah emânete ihânet edenlere lânet eder” sözüyle anlatılmak istenende beşerî ve nefsânî olarak bu varlığa benliğimiz ile sâhip çıkmamızdır. Ya’nî aslî olan varlığı gaybe atmışız ve âriyet olanı zâhire çıkarmışız ve bu şekilde sâdece emânete değil, aslına da ihânet etmişiz.

Âlemin misâli kar gibidir. Hak Sübhânehû ve Teâlâ, bu karda asıl olan su gi-

bidir; su o karın aslıdır. Donmuş su buharına kar isminin verilmesi âriyettir. O kara mâiyetinin ismini vermek hakîkattir. Bu hakîkatlere "El-Bevâdiru'l-Gaybiyye Fî'n-Nevâdiri'l-Ayniyye” adlı kasîdemizde gerekli tenbîhleri yaptık. O çok büyük bir kasîdedir ki zaman, hakîkatler urbası üstüne böyle bir ziynet işle-memiş ve kasîdenin ifâde ettiği ulvîliklerden dolayı zaman, onu anlamak san’atını da gösterememiştir. Bahsedilen bu kasîdede vurguladığımız tenbîh, aşağıdaki dört beyittedir:

Page 101: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 7.Bölüm Rahmâniyyet-Terzi Baba Şerhi

100

Tercüme:

"Halk misâlde kar gibidir; sen o karın içindeki su gibisin. Hakîkatte kar, sudan başka bir şey değildir. Kar ile su arasındaki gayrılık, şartlarının gerek-tirdiği hükümlere tâbi'dir; Fakat eriyince karlık hükmü kalkar, yerine su hükmü olur. Sen, bahâ ve bir olan tecellîlerin güzelliğinde zıtları hem topladın; Hem de o zıtlardan ayrılık sûretiyle nûrunu yaydın.”

Kar hükmünde olan bizlerde ilâhî muhabbetin ısısı meydana geldiği zaman bizi aslımız

olan suya dönüştürür.

Bil ki, rahmâniyyet, en büyük zuhûr yeri, en tam ve en kapsamlı görünme ye-

ridir. Onun için:

rahmâniyyetin arşı, rubûbiyyettir;

kürsîsi melekiyyettir;

azameti Refref'dir; (42.Bölümde izâhları gelecektir)

kudreti Ceres'dir;

kahrı, Salsala-i ceres’dir (32.Bölümde izâhları gelecektir).

Rahmâniyyette mekânetini ya’nî rütbesini (mertebe ve derecesini) ve mevcûtların hepsinde sirâyet edişini ve bu şekilde kemâle âit gereklerin hepsini ihâta etmiş olarak açığa çıkan isim, "Rahmân" ismidir. Rahmân'ın mevcûtlar üze-rindeki hükmünün istilâsı, Rahmân'ın arş üzerinde istivâsı demektir. Çünkü her mevcûtta Allâh’ın zâtı, istilâ hükmüyle mevcûttur. O mevcûd O'nun arşıdır. Ya'nî Hakk'ın zâtından o mevcûtta açığa çıkan yön i'tibârı ile o mevcûd, Hakk'ın arşı-dır. Bu kitâpta bu anlatılana mahsûs bölüme geldiğimizde, arş hakkında gerekli izâhlar verilecektir.

Rahmân'ın istilâsını izâh etmeye gelince: Bunun ma'nâsı, Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerinin kudretiyle, ilim ile ve mevcûtların hepsini ihâta etmekle olan, "mekâneti ya’nî rütbesi (mertebe ve derecesi)" demektir. Ve bu mekânette ya’nî rütbede Rahmân'ın vücûdu dâhil olmaktan ve temâstan münezzeh olarak istivâ hükmüyle açığa çıkmaktadır.

Page 102: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 7.Bölüm Rahmâniyyet-Terzi Baba Şerhi

101

Dâhil olma ve temâs nasıl mümkün olabilir?

Olamaz, çünkü o Rahmân, mevcûtların nefsinin ayn'ıdır. Hak Teâlâ'nın mevcûtlarda vücûdu, Rahmân ismi bakış açısından, bu şekildedir; çünkü Rahmân, mahlûkta açığa çıkışıyla ve mahlûkları kendisinde açığa çıkarmakla mahlûka rahmet etmiştir; bu iki husûs, aynıyla vâki'dir.

Bir ağaca dışarıdan dallarına meyve iliştirmek sûretiyle yapılan bir iş ikiyi birleştirmek

olur; oysa meyve ağacın kendisinden zuhûr etmektedir ya’nî ağacın varlığında var olmuştur ki ağaç ve meyve ayrı iki varlık değildir. Ağacın meyveye olan rahmeti kendi özünden olmuş-tur. İşte bütün bu âlemlerdeki varlıklar Allah’ın varlığı içerisinde var olmuşlardır, bu nedenle ayrılık ve fark söz konusu değildir. Bir çekirdekten ağacın çıkması ve sonrasında onun mey-velerinin çekirdeklerinden tekra, tekrar ağaçların çıkması gibi bizlerin özlerinde de Halik is-minin olmasından dolayı herbirerlerimiz hálk etmekteyiz. Bir başka ifâde ile bu âlemler hálk edilmezden evvel Allah’ın bu âlemlerin hálk edilmesi, her mertebede Allah kendi kendini hálk ettidir. Ve bu anlatılan şekilde bu husûs hiç kesilmeksizin devam etmektedir. Tüm varlıktaki rahmet tecellîsinin bir yönü de budur; eğer rahmet olmaz ise bir sonraki nesiller ortaya gel-mez ki rahmâniyyet tecellîsi bunu ortaya getirmektedir.

Her varlık bir sonrakine rahmetini aktarmaktadır çünkü kendisi rahmet kaynaklıdır, eğer o çekirdeğin içerisinde o rahmâniyyet rahmeti ve zâtî tecellî olmasaydı bir sonraki ekilmede ağaç çıkaramazdı.

Şurası da bilinmelidir ki; Hayâl, bir şeyi zihinde bir sûretle şekillendirince, o

şekillenen ve hayâl olan şey mahlûk ya’nî hálk edilmiş olur. Hâlık ya’nî Hálk eden ise her mahlûkta mevcûttur. O hayâl olan ve şekillenen şey ise sende mevcûd olduğu için ve sende Hakk'ın varlığı i'tibârıyla sen de Hak olduğun için bu tasvîr edilen şey Hak'da ve Hak o tasvîr edilen şeyde mevcûttur.

Bu konuda çok değerli olan sırra dikkâtleri çektim; kader sırrı gibi, ilâhî ilim sırrı gibi. Ve Hakk'ın Bir olup Hak ve halkın o Bir olan ile bilinmesi gibi, rahmânî tecellîden, ahadiyyetin kudret menşe’i olduğunun bilinmesi ve ilmin aslının rahmânî tecellîden vâhidiyyet olduğunun bilinmesi gibi birçok ilâhî sırlara, bu dikkat çektiğim tenbîh ile vâkıf olmak mümkündür.

Bundan başka bu îzâhların altında ve bu konudaki üstü örtülü kelimelerin arkasında işâret edilmiş ince nüktecikler vardır. Bu bölümün başından sonuna kadar düşün, kabuğu at, içini al! Hakk'ın doğru yolda muvaffak kıldığını anlar-sın.

Page 103: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 7.Bölüm Rahmâniyyet-Terzi Baba Şerhi

102

Hakk seni özünde, kaynağında var ettiğinden sen mecbûren sûretleneceksin, başka çâren yoktur. Nasıl ki bir mûcid kafasında îcâd ettiğini zuhûra çıkarıyor, işte bu zuhûra çıkan şey eğer onun aklında olmasa idi zuhûra çıkmazdı. Bizler de eğer mevcût isek Allah’ın hayâlinde evvelâ var olduğumuz için burada halkıyyetimiz ile mevcûduz. Bize verilen emâneti ortadan kaldırdığımız zaman bizde Hakk’tan başka bir şey kalmaz, “çık aradan kal-sın yaradan” sözüyle de buna işâret edilmiştir.

Fasıl

Rahîm ile Rahmân, rahmetten türemiş iki isimdir. Lâkin Rahmân ma'nâ ola-rak genel, Rahîm ma'nâ olarak özel olup, daha tâm işârettir. Rahmân'ın genel ol-ması, bütün mevcûtlarda rahmetin gözükmesinden dolayıdır. Rahîm'in de özel olması, saâdet ehline tahsîs edilmesinden dolayıdır. Rahmân'ın rahmetinde azâbı gerektiren nikmet de karışık olabilir. Lezzeti ve kokusu iğrenç olan ilâcı içmek gibi. Çünkü bunda hastaya rahmet olmakla berâber, tab'îata hoş gelmeyen şey de mevcûttur. Rahîm'in işâret ettiği rahmete, hiçbir şey karışmaz. O, salt ni'mettir ve bu ni'met ancak tam saâdet sâhiplerinde bulunur. Eserleriyle ve müessirleriyle sıfatlarında ve isimlerinde rahmetin varlığı da, Rahîm isminin içinde bulunan rahmettendir.

Rahîm, Rahmân'a nispetle insan bedenindeki göz gibidir. Ya'nî Rahîm, daha azîz, daha şânı yüksektir, daha husûsîdir. Rahmân'ın her türlü rahmet oluşa mut-lak olarak kapsamı vardır. Bunun için Rahîm'deki rahmet, kemâliyle ancak âhirette açığa çıkar denilmiştir. Çünkü âhiret dünyâdan daha geniştir. Çünkü dünyâdaki her ni'mete keder karışması da kaçınılmazdır. Böyle kederle karışık olmak, rahîmsel tecellîlerden değil, rahmânsal tecellîlerdendir. Rahmân ile Rahîm isimleri hakkında "El-Kehfü ve'r-Rakîmu fî-Şerhi Bismillâhirrahmânirahîm" adlı kitâbımızda daha geniş beyânlarımız vardır; onları bilmek isteyen, o kitâba mürâcaat etsin.

Allah dâimâ hak söyler ve hak yola hidâyet eder.

Page 104: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 8.Bölüm Rubûbiyyet-Terzi Baba Şerhi

103

حيم حمن الر� بسم الر�BİSMİLLAHİR RAHMÂNİR RAHİYM

Rubûbiyyet Hakkındadır

Rubûbiyyet, mevcûtları talep eden isimleri gerektirici mertebenin ismidir. Alîm, Semî', Basîr, Kayyûm, Mürîd, Melik ve bunlara benzeyen isimler rubûbiyyetin altına dâhildir. Çünkü bu isimlerden ve sıfatlardan her birisi, bağ-lanacak mevcût talep eder: Alîm ismi, ma’lûmu; Kâdir ismi, makdûru; Mürîd is-mi, murâdı gerektirir. Bunlara benzeyen diğer isimler de buna göre kıyaslanabi-lir.

Şunu da bil ki, Rab isminin altında bulunan isimler, Allah ile halk arasında müşterek olan isimler ile te'sîr özelliği ile halka mahsûs olan isimlerdir. Hakk'a mahsûs olan ve halka da dönük olan müşterek isimler, "Alîm" ismi gibidir. Çün-kü Alîm ismi nefsîdir. "Nefsini bilir, halkı bilir" ta'bîri geçerlidir; Semî' de böyle-dir. "Nefsini işitir, gayrını işitir" denilir. Basîr ismi de böyledir. "Nefsini görür, gayrını görür" denilebilir.

Allah ile halk arasında yukarıdaki isimler gibi müşterek olan isimlerden kas-tımız, o isimlerin iki yüzü olup, bir yüzünün Cenâb-ı İlâhî'ye tahsîs edilmesi, dîğer yüzünün mahlûklara âit olması demektir. Halka tahsîs edilmiş olan isimler, fiilî isimler ile Kâdir ismi gibidir. Fiilî isimlerden "Hâlık" isminde, "mevcûtları hálk etti" dersin; "nefsini ya’nî kendisini hálk etti" diyemezsin. Fiilî isimlerden "Râzık" isminde "mevcûtlara rızık verdi" dersin, "nefsine rızık verdi" diyemezsin. Aynı şekilde "Kâdir" isminde "nefsi üzerine kâdir oldu" da diyemezsin.

Bu câiz olmayan ta'bîrler, te'vîl sûretiyle câiz olsa bile, bahsedilen isimlerden dolayı halka tahsîs edilmiştir. Çünkü fiilî isimler Melik isminin altındadır. Mem-leketi olmayan ise, Melik olamaz.

Melik ismi ile Rab isminin arasındaki fark: Melik bir isimdir ki, fiilî isimler o isim mertebesi altındadır. O fiilî isimlere, "halka mahsûstur" demekle işâret et-tim. Rab ismi ise, bir mertebenin ismidir ki, o mertebe altında müşterek isimlerin yukarıda belirtilen iki nev'iyle halka mahsûs olan isimler dâhildir.

Rab ismi ile Rahmân ismi arasındaki fark: Rahmân bir mertebenin ismidir ki, bütün ilâhî ulvî vasıflar o mertebeye mahsûstur; ilâhî Zât ister o vasıflar ile

Page 105: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 8.Bölüm Rubûbiyyet-Terzi Baba Şerhi

104

ferd olarak olsun, Azîm ile Ferd gibi; isterse Alîm ve Basîr gibi müşterek olarak olsun; isterse Hâlık, Râzık gibi mahlûklara tahsîs edilmiş olarak olsun aynıdır.

Rahmân ismi ile Allah ismi arasındaki fark: Allah, zâtî bir mertebenin ismi-dir ki, o mertebe ulvîlikleri ve süflîlikleri ile bütün mevcûtların hakîkatlerini top-lamıştır. Bundan dolayı Rahmân ismi, Allah isminin ihâtası altına girmiştir. Rab ismi ise, Rahmân isminin ihâtası altındadır. Melik ismi ise, Rab isminin ihâtası altındadır.

Özetle; Rubûbiyyet, Rahmân'ın arşıdır, ya'nî bir zuhûr yeridir ki, Rahmân o zuhûr yerinde zâhirdir ve o zuhûr yerinden mevcûtlara bakıcıdır. Rahmân'ın bu mertebesinde Allah ile kulları arasında nispet geçerlidir.

Görmüyor musun? Risâlet-meâb Efendimiz (s.a.v)'in şu sözünü ki,

"Kadının rahmini, Rahmân'ın hakvından ya'nî böğründen alınmış bul-dum" demiştir. Çünkü "hakv ya’nî böğür” insan vücûdunda orta mahaldir. Rubûbiyyet de rahmâniyyetin orta mahallidir; çünkü rahmâniyyet;

- Hakk'ın ferd olarak olduğu vasıflar ile,

- halkın müşterek olarak olduğu vasıfları ve

- mahlûklara mahsûs olan vasıfları toplamıştır.

Bundan dolayı müşterek olan isimler orta mahaldedir. Ya'nî rubûbiyyet ma-hallidir.

Kadının rahminin Rahmân'ın böğrüne bağlantısı, Rab ile merbûb ya’nî rabbi olan arasındaki bağlılığın münâsebetindendir; çünkü hiçbir Rab yoktur ki, onun merbûbu ya’nî rabbi olanı olmasın; hiçbir merbûb ya’nî rabbi olan yoktur ki, onun Rabb'i olmasın. Şu halde bu mertebede Allah ile kulları arasında nispet mevcûttur.

Kadının rahminin Rahmân’ın böğrüne bağlantısına bak! Ve bu bağlantının sırrını iyice anla! Yoksa Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri, kendinden ayrılmış olan şeye bitişmekten, yâhut kendisine bitişik olan şeyden ayrılmaktan yana mü-nezzehtir.

Bu ince îzâhtan sonra, bizim "Hak" olarak isimlendirdiğimizde, yâhut "mah-lûklar" ile kinâye ettiğimizde tecellîlerin çeşitlenmesinden başka söz kalmamıştır.

Page 106: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 8.Bölüm Rubûbiyyet-Terzi Baba Şerhi

105

Manzûmenin Tercümesi:

"İster yaklaşın, ister uzaklaşın; "biz" dediğimiz, sizden başka bir şey de-ğildir. İster açığa vurun, isterseniz gizleyin; vücûdda sizden başka bir şey yok-tur.

O, sizin cemâlinizin sûretidir. Bunun ma’nâsı yine sizden ibârettir. Sizin var edilmenizle vücûd meydana geldi. O'nun vücûduyla, sizin var edilmeniz hâsıl oldu.

Siz, mâsivâ örtüsünü açmakla onun güzelliğini gösterdiniz. Bu kıymetli gü-zelliği başkasına nispet ettiğiniz zaman, ihânet etmiş oldunuz; gafletle "mâsivâ" dediniz.

Yâ hû! "Biz" demekle kalbiniz yumuşadı mı? Hakîkatin sizin isminizle ve si-zin de "halk" ismiyle isimlendirilmeniz âdet olmuştur.

Cemâlin güzelliklerini çeşitlendirdiğiniz zaman vefâda hıyânet etmemiş olursunuz. Halka nispet edilen kemâl zevâl bulmaz, o sizin içindir."

Şurası da bilinmelidir ki, rubûbiyyetin iki tecellîsi vardır. Biri ma'nevî tecellî, diğeri sûrî tecellîdir.

Ma'nevî tecellî, kemâl çeşitlerini ihtivâ eden tenzîh kânûnunun gereklerine göre, rubûbiyyetin isimlerde ve sıfatlarda açığa çıkmasından ibârettir.

Sûrî tecellî, noksan çeşitlerinden, mahlûkun ihtivâ ettiği şeylerde teşbîh kâ-nununun gereklerine göre, rubûbiyyetin mahlûklarda açığa çıkmasıdır. Zuhûr yerinin teşbîhten istihkâkına göre, mahlûklardan bir hálk edilmişte rubûbiyyet açığa çıkınca, Cenâb-ı Rab, yine kendine lâyık olan münezzeh oluşu üzerine bu-lunur.

Özetle: Mes’ele, teşbîhe dâhil olan sûret ile, tenzîhe dâhil olan ma'nâ arasın-dadır. Sûrî tecellî açığa çıkarsa, ma'nevî onun zuhûr yeridir. Ma'nevî tecellî açığa çıkınca, sûrî onun zuhûr yeridir. Ba'zen de ikisinden birinin hükmü diğerine gâlip olarak, ikincisi birincisinin altında perdelenir. Bu takdîrde perde üzerine vâhid ya’nî bir oluş husûsuyla hükmolunur. Bu sırrı anla!.

Allah hakkı söyler ve doğru yola hidâyet eyler.

Page 107: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 8.Bölüm Rubûbiyyet-Terzi Baba Şerhi

106

Cenâb-ı Hakk herhangi bir varlıkta fiili olarak zuhûr ettiğinde, bu zuhûr teşbîhî bir zuhûr olur. Orada zuhûr ettiği halde Cenâb-ı Hakk kendi mertebesinde ya’nî zât mertebesinde yine tenzîh üzeredir. Zuhûr ettiği mahalle mutlak olarak Allah odur demek mümkün değildir. Bu hâli kendimizden de düşünebiliriz; örneğin bir fiili işlediğimiz zaman bu fiili teşbîh ile ortaya koyuyoruz, bunun yanında bizim bir de bu fiili ortaya getiren zâtımız mevcûttur, bu fiili iş-lenmesiyle zâtımız o fiil dolayısıyla bizden ayrılmaz, o yine kendi müstesnâ yerindedir.

Page 108: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 9.Bölüm Amâ’-Terzi Baba Şerhi

حيم حمن الر� بسم الر�BİSMİLLAHİR RAHMÂNİR RAHİYM

Amâ’ Hakkındadır

Manzûmenin Tercümesi:

"Amâ', ezel sırrının ilk mahallidir. Bu bir felektir ki, güzellik güneşleri orada batmıştır. Bu zât, Allah'ın zât'ı olup, ezel sırrındaki o varlığından hârice çık-mamış, belki isimlere ve sıfatlara tenezzül eylemiştir.

Bu hakîkatin sırrına, taştaki ateşin gizlenmişliğini ulvî bir örnek olarak söy-leyebiliriz. Taşta gizlenmiş olan ateş açığa çıksa bile, taşta gizli olan ateşin hükmü yine değişmez. Amâ'ya bakarak size bu örneği söylemiş isek de, Allah Teâlâ örnek ile îzâh edilmekten yücedir.

Bu amâ', akılların hayretini gerektirir, akılların dehşetler içinde bulunduğu bu hayrette, akıllar için ta'bîr edilmesi mümkün olmayan bir amâ'dır. O amâ', taalluk esnâsında ne karanlık, ne de aydınlık i'tibârı dikkâte alınmayarak salt Zât’a dönüktür.

Ve bu ayrıntılı anlatımdan ne mechûl olan ahadiyyet ya’nî teklik; ne de mechûl olmayan çokluğun vâhidiyyeti ya’nî birliği düşünülebilir değildir. Zâtının latîfliğinde gâib olan en latîf oluşunun latîfliği, sırrındaki örtünmüşlüğü evvel olan amâ'dır."

Bilesin ki; amâ', hakîkatlerin öz hakîkatinden ibârettir. Bunda Hakk’a dönük ve halka dönük vasıflanma düşünülemez. O, sırf Zât’tır; sonra Hakk’a dönüklük ve halka dönüklükle vasıflanmadığı gibi "Hakk’a ve halka dönüklüğün olmayışı" mertebesine de izâfe edilemez. Bu izâfenin olmayışından dolayı ne vasıf, ne de isim gerekir. İşte Risâlet-meâb Efendimiz (s.a.v)'in "Amâ'nın ne altında, ne de üstünde hava vardır" buyurması, amâ'da ne Hak, ne de halk düşünülemez, de-mektir.

Şu halde amâ', ahadiyyete karşılıktır. Ahadiyyette isimler ve sıfatlar yok hükmünde olup, kendisinde hiçbir şeyin zuhûru olmadığı gibi, amâ'da da bun-lardan hiçbir şeyin ne tecellîsi, ne de zuhûru vardır. Amâ' ile ahadiyyet arasında-ki fark, ahadiyet, yücelik gereğiyle zâtın zâtta hükmüdür ki, ahadiyye zâtının

Page 109: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 9.Bölüm Amâ’-Terzi Baba Şerhi

108

zuhûrundan ibârettir. Amâ', mutlaklık gereğiyle zâtın hükmüdür. Onun için kendisinden yüce olmaklık ve olmamaklık düşünülemez. Amâ', amâ’ya bürünen zâtın gizliliğinden ibârettir. Sonuç olarak amâ' ahadiyyete karşılıktır. Şu kadar var ki, ahadiyette zâtın sırflığı tecellî hükmüyledir, Amâ'da zâtın sırflığı örtün-mesi hükmüyledir.

Tasavvuf literatüründe amâ’nın zât’ül baht, sevâd-ı a’zam ya’nî büyük karanlık gibi isim-

leri de vardır.

Amâ’nın altından kasıt halk, üstünden kasıt ise Hak’tır.

Netîce: Allah Teâlâ nefsinden örtünerek tecellî etmekten, yâhut nefsi için

tecellî ederek örtünmekten yücedir. O Allah tecellîden, örtünmeden, bâtın olma-dan, zâhir olmadan, işlerden, nisbetten, i'tibârlardan, izâfelerden, isimlerden ve sıfatlardan yana zâtın gereği ne ise, ona göredir; kendisi için değişim ve başkala-şım yoktur. Bir şeye bürünüp, dîğerini terk etmesi, yâhud bir şeyi atıp, ya'nî o şeyden soyutlanıp, başkasını alması, onun için düşünülemez. O’nun yüce zâtının hükmü ezelde ne ise, şimdi ve ebedde dahî öyledir. “lâ tebdîle li halkıllâhi” ya’nî "Allâh’ın halk edişi, (ya'nî zâtına mahsûs vasfı) değişmez" (Rûm; 30/30) âyeti bu konuda delîldir.

Sûretlerde ve sûretlerin dışındaki nispetler, izâfeler, i'tibârlar ve bunların benzeri şeylerdeki başkalaşımlar, değişimler Allâh'ın bizim üzerimize tecellîsi, onun bizim ile açığa çıkması bakış açısındandır. Oysa o Allah, bizim üzerimize tecellî etmekten veyâhut bizim ile açığa çıkmaktan evvel, nefsinde ne kemâl üze-re ise, ondan sonra da zâtına mahsûs olan o tecellîdedir. Onun için ancak bir tecellî vardır. O bir tecellînin ismi, ancak Vâhid ismidir. O Vâhid isminin ancak bir vasfı vardır. Bunların hepsi için çoğalabilir olmayan vâhid ya’nî bir olan Hakk vardır. O ezelde nefsi için nasıl tecellî etmiş ise, ebeddeki tecellîsi de onun aynı-dır.

Gazelin Tercümesi:

“Zeyneb, bütün ahidlerinde sâbit ve sâdıktır. Zamâna âit hâdiseler onu de-ğişime uğratmadı ki, benden örtünsün. Zeyneb, o ahidlerini muhâfaza ederek "Muhassab" isimli mevkîdeki ahidlerini de zâyi' etmedi.

Page 110: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 9.Bölüm Amâ’-Terzi Baba Şerhi

109

Eğer ayrı görenler, Zeyneb’in benden uzak olduğunu naklederlerse, bu uzak-lık, Zeyneb'in uzak oluşu değil; Ayrı görenlerin o uzak oluşun oluşmasını arzû ettikleri için söyledikleri uzaklıktır.

Ayrı görenler, beni Zeyneb’den men’ etmekle beni Zeyneb’den ayırmakla gü-rültü çıkarırlarsa, bunun önemi yoktur. Zeyneb’in sağnak yağmur gibi olan lü-tufları arasında, cefâ şimşeğinin yağmursuz kalacağı şüphesizdir.

Ey Zeyneb'in ünsiyyet meclisinde olan arkadaşlar! Zeyneb’in dudağına de-ğen kadehleri, ellerinizle tutarak için! Zeyneb’in ünsiyyet meclisine arkadaş ola-rak katılamamaktan kaynaklanan pişmanlığın, hasretin kanıyla o kadehler bo-yanmıştır.

Zeyneb'den kucaklaşma ve teslîmiyet beklemeyin! Yarasa kuşlarının güneşe yaklaşma ihtimâli yoktur. Zeyneb cemâlini açmazsa, şefkâtindendir; büsbütün örtünmezse de o da âşıkına merhametindendir.

Hakîkatte Zeyneb’in cemâlinin dengi yine kendi cemâlidir. Batı Ankâ’sına eş aramaktan sizi men’ ederim.”

Hakk'a mahsûs olan bu bahsedilen vâhid ya’nî bir olan tecellî ile Hak, başka-sına tecellî etmez. Halk için elbette ve elbette o tecellîden nasîb yoktur. Çünkü o zâtî tecellî, ne i'tibârı, ne de kısımlara ayrılmayı, ne bir başka şeye izâfe edilmeyi, ne vasıfları, ne de bunlardan bir şeyi kabûl eder. Tecellîsinde halk için bağlantı olursa i'tibâra, nisbete, vasfa, yâhut bunlara benzeyen bir şeye ihtiyâç zarûrîdir.

Bunların hepsi de, ezelden ebede kadar zâtına mahsûs olan o zâtî tecellî hü-kümlerine uymaz. Bu tecellîden başka olan ilâhî tecellîler, ister zâtî olsun, isterse fiilî olsun, isterse sıfâtî olsun, isterse isimsel olsun; bunların da bağlantısı hakîkatte Hakk'a ise de, bu Hakk'ın açığa çıkışı ve kulları üzerine tecellîsinin ge-reği yönündendir.

Özetle: Bahsedilen bu zâtî tecellî ki tecellîlerin bütün nev’ilerini toplamıştır. Hakk'ın bu tecellîde olması, diğer tecellîlerle tecellîsine mâni' değildir. Ancak bu durumda zâtî tecellîden başka olan tecellîler zâtî tecellinin altındadır; tıpkı yıldız-ların gökyüzünde gözükmesinin güneş altında hem mevcût, hem yok hükmünde olması gibi. Yıldızlara âit nûrlar işin aslında güneşin nûrundan ise de, güneşin çıkışı ile bu mevcûtlar, yok hükmünde olur. Diğer ilâhî tecellîler de, zâti tecellî âsumânından bir sızıntı veyâhut onun deryâsından bir damladır.

Page 111: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 9.Bölüm Amâ’-Terzi Baba Şerhi

110

Kendisi için seçtiği bu zâtî tecellînin saltanatı gözükünce, diğer tecellîlerin varlığıyla berâber yok hükmünde sayılmasına sebep, zâtî tecellînin, zâta âit ilâhî ilimden meydana çıkması bakış açısındandır. Zâtına müstehak ve lâyık olan di-ğer tecellîlerdeki istihkâk, gayrı olmaklık ilminin bağlantısı i'tibârı iledir. Bundan dolayı ikinci derecededir, bu sırrı anla!

Lisânın cömertliği, beyân meydânında sür'atle koşarak aslâ ortaya konulma-ması lâzım gelen hükmü ortaya koydu. Onun için bu kuvvetli delîllerdeki dizgin-leri çekerek, lisânı esâs bahsinde tercümânı olduğu meselenin şerhine yönlendi-riyoruz. Onun için bu geçen detayları bildirdikten sonra deriz ki:

Amâ', gizlenmede ve örtünmede mutlaklık i'tibârı ile zâtın kendisinden ibârettir. Ahadiyyet, açığa çıkmada yücelik i'tibârı ile zâtın kendisinden ibârettir. Bunda i'tibârların düşmesi de mecbûridir. Benim zuhûr veyâhut örtünme i'tibârı ile demem, dinleyenin anlayışına ma'nâyı ulaştırmak içindir. Yoksa "i'tibârî giz-lenme, amânın hükmünden; i'tibârî açığa çıkma, ahadiyyetin hükmündendir" demek değildir, bunu iyi anla!

Şurasını da dikkatle bilmek lâzımdır, Allah'dan yüce bir benzetme ile söylü-yorum: Bütün varlığınla mevcûdiyetinden bakışını kesince, sen kendi nefsinde kendinde amâdasın! Bu fikrindeki düşüncede varlığı ve varlığına âit gereçleri bil-sen de, mevcûdiyetten fikirsel olarak alâkanı kesince, senin amâda bir zât oldu-ğun tahakkuk eder.

Dikkat etmiyor musun? Hak Sübhânehû ve Teâlâ senin aynın ve hüviyetin-dir. Sen bu hakîkatle vasıflanmaktan ve buna hak kazanmaktan gaflet ediyorsun. Oysa Hakk'ın bu aynılığı yönünden sen, kendinden perdeli değilsin ve bu hassas i'tibâr ile kendinden amâdasın. Çünkü Hakk'ın hükmü, kendinden perdelenme-mektir. Bu durumda senin kendin için zuhûrunda Hak hükmüyle, senin o daki-kada amâda olduğun tahakkuk eder. Zâten amâ', "Hak hükmüyle hakîkatinden örtünmek" demektir. Şu halde hem kendin için zâhir, hem kendinden bâtın ol-dun.

Perdeler bizlerin kafamızda oluşturduğumuz hayâllerden başka bir şey değildir. Mahlûkat

Cenâb-ı Hakk’ı bilse de bilmese de O ezelde nasılsa şimdi de öyledir. Ya’nî bizler bilsek de bilmesek de bizim hakîkatimiz O’nun hakîkatinden başka bir şey değildir.

Page 112: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 9.Bölüm Amâ’-Terzi Baba Şerhi

111

“Ve tilkel emsâlu nadribuhâ lin nâsi ve mâ ya’kıluhâ illel âlimûn” ya’nî “Bu tür örnekleri biz insanlar için versek de, bunu âlim olanlardan başkası akıl edemez” (Ankebût, 29/43). Bunun içindir ki, Hz. Rasûl-i Ekrem, halkı halk etmezden evvel Hakk'ın nerede olduğu sorulduğu zaman, "Amâ'dadır" cevâbını vermiştir.

Çünkü tecellî kelimesi, mâhiyeti, ya'nî kelimenin kendi ismindeki işâretin ge-reği olarak kendinden evvel örtünmenin önceliğini gerektirir. İşte buradaki önce-lik, hükümsel önceliktir, vakitsel öncelik değildir. Çünkü Hak ile halkı arasında vakitsellik, ayrılma, uzaklaşma, birbirine bitişme, birbirine yapışma bulunmasın-dan yana Hak yücedir. Çünkü vakitsellik, ayrılma, uzaklaşma, birbirine bitişme, birbirine yapışma, Hakk'ın mahlûklarındandır. Kendisi ile mahlûkları arasına başka mahlûk giremez. Girmesi lâzım gelse silsile, devir lâzım gelir. Bunlar da muhâldir.

Netîce: Hakk'ın önceliği, sonralığı, evvel oluşu, âhir oluşu, hükümseldir, i'tibârîdir, izâfîdir; zamânsal, mekânsal değildir. O Hak, halkı halk etmezden ev-vel nasıl amâ'da ise, halkı, halk ettikten sonra da aynıyla o amâ'dadır.

Bundan şu netîce çıkarılır ki; Amâ', i'tibârların yokluğuyla berâber, zâtı öne geçiren hüküm demektir; halkı halk etmek ise, zuhûru gerektirir. O zuhûr, i'tibârların varlığıyla berâber zâta ulaşan hüküm demektir. Böyle olunca bu öne geçmişlik, o önceliğin aynıdır. Bu ulaşma ise, aynıyla sonralıktır. Hakîkatte ise ne önce ve sonra vardır; çünkü "önce" de O, "sonra" da O, "evvel" de O, "âhir" de O'-dur.

Bundan daha acâîp olarak söylüyorum: İ'tibâr, nispet, cihet olmaksızın Hakk-'ın açığa çıkışı gizliliğinin aynıdır. Bu aynılığın ma'nâsı, "bunun hakîkatidir" de-mekle ta'bîr edilir. Şu halde evvel oluşu, âhir oluşunun aynı; önceliği, sonralığı-nın aynıdır. Bu konuda akıllar hayrettedir. Azametine ulaşma yolu kesilmiştir. Bunu ne kavram, ne de akıl tasavvur ve tasvîr edebilir.

Ulûhiyyet mertebesi ile başlayan evvellik rahmâniyyet, rubûbiyyet, melikiyyet ile devâm

etmektedir. Ne zamanki bunlar geriye çekilecek ya’nî bu âlemlerin tümden kıyâmeti gelecek o zamanda âhiri olmuş olacaktır ve bizim beşerî aklımız bu süreyi ihâta edip anlayacak du-rumda değildir, bu nedenle bize göre evvel ve âhir hükmen ya’nî sâdece bilgide vardır ancak hakîkatte yoktur.

Bir çember düşündüğümüzde başı ve sonu yoktur, ancak üzerine bir işâret koyduğu-muzda işâretin başlangıcı evvel, bittiği yer âhir olur. İşte evvellik ve âhirlik bu çizgiye göredir

Page 113: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 9.Bölüm Amâ’-Terzi Baba Şerhi

112

ancak. Bu işâreti kaldırdığımız anda sonsuz bir yaşam oluşur ki ne evvelliği vardır ne de âhirliği.

İslâm dîni bu hakîkatleri ya’nî zâtî zuhûru ortaya getirdiğinden zâtî zuhûrda da silüetler ve mahlûkat olmadığı için ve bunu herhangi bir şekle bağlamak mümkün olmadığı için İs-lâm’da resim yapmak yasaktır ki bu bahsettiğimiz bâtınî yönüdür. Hz. Resûlullah (s.a.v) Efendimiz’in resminin yapılmamış olması da bu esâsa dayanmaktadır yoksa sâdece putlaş-tırma amacına yönelik zâhiri bir görüntü oluşmasın diye değildir. İslâm müntesipleri sûretlere takılmasınlar ve Cenâb-ı Hakk’ın zâtına yol bulsunlar diye bu yasak gelmiştir. Putlara tapan-ların taptıkları putlarda da Cenâb-ı Hakk’ın zâtı vardır, başka bir şey yoktur ancak onlar Hakk’ın zâtını sûretlerin içerisine sıkıştırıp, sınırladılar. Sıfat mertebesinden zât mertebesine gelindiği zaman o kişinin bu silüetleri dışarıda değil kendisinde bulup yaşaması gerekmekte-dir çünkü “Ne var âlemde o var âdemde” denilmiştir. Eğer bunlar dışarıda bulunup görülürse kişinin bunları kendisinde yaşaması mümkün olmaz. Seyr ü sülûk yolunun başlarında görülen zuhûratlarda çeşitli yırtıcı hayvanlar görülür ve içeriden yok edilmeye çalışılır yoksa dışarıdan onların varlıkları kabûl edilmiş olsa onların bâtınına geçemeyiz ve sâdece ef’âl, esmâ, sıfat mertebelerinin tecellîlerine ulaşırız zâtî tecellîye mümkünü yok sâhip olamayız.

Azametine ulaşma yolu kesiktir çünkü o mertebeye gelindiğinde ulaşmak dahi ikilik sayı-lır, bu nedenle buraya gelene kadar bu kavuşmanın olmuş olması gereklidir. Bu kavuşmada kişinin bireysel varlığı ile ilâhî varlık arasındaki beden perdesinin kaldırılmasıdır. Sonrasında kişi bakar ki artık kavuşmaya ihtiyaç kalmamıştır. Daha önceleri ötelerde aranan şeyi kişi kendisinde bulunca artık vuslat nerede kalır kavuşma nerede kalır.

Aklın bütün âlemde cereyan eden varlığı tek bir şekilde göstermesi mümkün değildir. Ancak O kendi resmin çizmiştir ki onun dışında da bir resim çizilemez, bu resim de işte bu âlemler resmidir. Bu âlemlerin hepsini ihâta edebilirsen onun resminin çizdin demektir ki bu da ancak sûret ve şekil âleminde ya’nî madde âlemindedir, bir de bunun bâtın âlemindeki hakîkati vardır, onu yaşamak için de önce madde âlemindeki hakîkatinin idrâk edilmesi ge-reklidir çünkü yukarıda denildiği gibi O’nun zâhiri aynen O’nun bâtınıdır.

Bir zaman geliyor ve esmâ-i ilâhiyye dahi düşüyor çünkü yaşantıya giriyor. Örneğin şe-ker yediğimizde tadını da yediğimizi de bilmekteyiz ancak bir başkasına şeker yediğimizi an-latabilmek için bunu söyleriz yoksa kendimize söylememize gerek yoktur. Elimizde yazılı bir adresin vasıfları vardır ancak o adres bulunduktan sonra artık vasıflara gerek kalmaz çünkü artık adres sen olmuşsundur. Uzaktayken vuslat talep edilir, ancak ulaştıktan sonra artık vuslat dahi söz konusu olmaz.

Page 114: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

حيم حمن الر� بسم الر�BİSMİLLAHİR RAHMÂNİR RAHİYM

Tenzîh Hakkındadır

Tenzîh, kadîmin asâleten ve yücelik yoluyla kendisinden kendisi için hak edişi yönüyle, sıfatlarıyla, isimleriyle, zâtıyla fertliğinden ibârettir. Sonradan ola-nın misliliği ve benzerliği i'tibârı orada yoktur. Hak Sübhânehû ve Teâlâ bundan münferiddir.

Bu duruma göre bizim elimizdeki tenzîh, sonradan olan tenzîhtir. Kadîm tenzîh ona sonradan tâyin edilmiştir. Çünkü sonradan olan tenzîh, karşısında kendi cinsinden bir şeye nispet edilebilen şeyde olur. Kadîm tenzîhin karşısında kendi cinsinden nispet yoktur. Çünkü Hak zıddı kabûl etmez. Bunun için tenzîhin esâsı bilinmez.

İşte bizler Cenâb-ı Hakk’ı tenzîh ederken ağzımızdan çıkanı kulağımızın duyması lâzımdır

ya’nî lafzî, hayâlî, taklîdî bir tenzîh değil hakîkî ve gerçekçi ve ilmî bir tenzîh gereklidir. Kişi bunları bu şekilde bilirse o müşâhede ehli olma yolundadır. “Allah âlemlerden ganîdir” denildiğinde bu kadîm ya’nî mutlak tenzîhdir. Bu durum zâtı i’tibârıyladır ya’nî mutlak olan zâtı i’tibârıyla çünkü zâtının da bildiğimiz gibi mukayyed olan zât ve mutlak olan zât olarak iki yönü vardır. Mutlak olan zâtı yönüyle Cenâb-ı Hakk’ı âlemlerden tenzîh etmek kadîm tenzîh olduğu gibi, birde sıfatları ve isimler ve fiilleri yönüyle tenzîh etmek vardır. Kim hangi mertebede yaşıyorsa tenzîhini o mertebeden yapacaktır, eğer mertebeler olmamış olsaydı bu işler Allah’ın işi olmaz ve hemen çözülen bir iş olurdu. İşte Allah’ın ilmini ya’nî irfâniyyet ilmi-ni şerîat ilminden tenzîh etmek lâzımdır, zât ilmini esmâ ilminden, sıfat ilminden tenzîh et-mek lâzımdır. Hakîki tenzîhi idrâk edemeyen kişi ulaştığı yerde ne kendini bulabilir ne de mutlak zâtını bulabilir.

Ef’al mertebesinden bakıldığında yapılan tenzîh hürmeten yapılan bir tenzîhtir; bu tenzîh hayâlen yapılmış olur ve ilmen tenzîh yapılmamış olur. Ef’al mertebesinde tenzîh yapılırken “Hakk’ı noksan sıfatlardan tenzîh ederiz”, Allah şunu yapmaz, bunu yapmaz ve arkasından rahmânî sıfatlar ile bakarak şunu şunu yapar denilmektedir. Tarîkat mertebesinde de buna benzer bir tenzîh vardır. Şerîat mertebesinde bu tenzîh kelâm ile yapılırken esmâ mertebe-sinde kelâmın üzerine biraz muhabbet ilâve edilerek daha ciddi bir şekilde yapılır. Bu tenzîhler yapılırken hep ötelerde bir Allah’a yönelme olur. Kişi hakîkat mertebesine geldiğin-de bütün âlemdeki varlığın Hakk’ın varlığından başka bir şey olmadığını kesin ve mutlak ola-rak idrâk ettiğinde yaptığı tenzîh de başkalaşır. Başkalaşır çünkü şerîat ve tarîkat mertebe-sindeyken varlıklarda ba’zı eksiklikler gören ve değişik şekilde değerlendiren ya’nî içinde bu-lunduğu mertebenin husûsiyyeti içerisinde değerlendirirken, yavaş yavaş onların arka plan-daki hakîkatlerini idrâk ettikçe Allah’ı noksan zuhûrlardan, noksan vasıflardan tenzîh ederken kendisini tenzîh ediyor ya’nî kendi düşüncesini tenzîh ederek diyor ki:

Page 115: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 10.Bölüm Tenzîh-Terzi Baba Şerhi

114

“Yâ Rabbi, ben seni şimdiye kadar yanlış anlamışım, bu düşüncemi bu idrâkimi değiştiri-yorum ve tenzîh ediyorum.”

İşte mes’eleye bu şekilde gerçekçi bakıldığında bir tenzîh mes’elesinin üzerimizde ne ka-dar çok rol oynadığını anlıyoruz. Artık madde mertebesinde baktığımız her varlıktaki güzellik-lerin Hakk’ın verdikleri olduğunu ve hiçbirisinde noksanlık olmadığını idrâk ederek, eski dü-şüncelerimizden kendimizi tenzîh ediyoruz ki bu mertebede ancak Cenâb-ı Hakk’ın âlemler-deki gerçek faaliyeti anlaşılmış olmaktadır.

Zıtlık sıfatlarında ve isimlerindeki zıtlıktır, oysa tek olan zât için bunlar zıt değildir ve de dışarıda zıt gibi görünüyorsa da kaynağı aynı olduğundan aslında zıt olarak bilinen şeyler de zıt değildir. Zıtlık için başka başka kaynaklar olması lâzımdır. Ef’al mertebesi bakışıyla bunla-rın kaynakları ayrı ayrıymış gibi gözüktüğünden zıt sayılmaktadır.

Bizim "Hakk'ı tenzîh, tenzihten tenzîh ile olur" dediğimiz bu sebebe dayan-

maktadır. Hakk'ın kendisi için olan tenzîhini, başkası bilemez; orada bilinen bir şey varsa "sonradan olan tenzîh"dir. Çünkü sonradan olan tenzîhin i'tibârı, ken-disine nispet edilmesi mümkün olan bir hükümden bir şeyin soyutlanması de-mektir. Tenzîh işte bu şeyde olur. Hak için zâtî benzerlik yok ki, onda tenzîhi haketsin; çünkü Kibriyâ olan zâtının gereğine göre nefsinde münezzehtir.

Tenzîh bir mertebedir, bu mertebeyi idrâk ettikten sonra tenzîh de düşer ya’nî tenzîh

etmeye gerek kalmaz. Bireysel olarak yaptığımız tenzîhlerin hiçbirinin hakîkatte gereği yok-tur ya’nî aslında tenzîh mertebesi beşeriyetin meydana çıkardığı bir yöndür. Beşeri olarak yaptığımız tenzîh ile Cenâb-ı Hakk’ı bu âlemin dışına atmış oluyoruz ki böyle bir şey yoktur. Ancak daha üst mertebeleri en iyi şekilde anlayabilmek için de bu tenzîh anlayışına gerek vardır, eğer bu tenzîh bilgisini bilmiyor olursak Cenâb-ı Hakk’ı gerçek yönüyle anlamamız da mümkün değildir. Evvelâ genel olarak kelâmî tevhîd, sonra tenzîh ya’nî ötelere atmak, ondan sonra teşbîh ötelerden tekrar buraya indirmek, ondan sonra tenzîhi ve teşbîhi ortadan kaldı-rıp ya’nî birleştirip tevhîd etmek Muhammedî olmaktır.

Kibriyâ, kendi asâleti ile mutlak olan ya’nî başkasından asâlet almayan demektir. Şâh-ı Nakşıbendi kendisi hakkında kulağına kadar gelen “çok kibirli biri” sözüne şu cevâbı vermiş-tir, “bizdeki kibir değil Kibriyâ’dır.” İşte bu söylemde burada anlatılan hakîkate dayanmakta-dır.

Muhiddîni Arabî Hz.lerinin Lübb ül lübb isimli, kitabında geçen hadîs-i şerîfte;

“Cennet ehli cennete vardıkları zaman Cenâb-ı Hakk onlara Zât’ından Azamet ve Kibriyâ perdesini kaldırarak tecellî edecek, ve onlara “Ben sizin Rabbinız değil miyim” diyecek, onlar-da: ”hayır sen bizim Rabb’imiz değilsin diyecekler” ve çok azı secde edecek, diğerleri secde etmeyecek, ikinci defa yine Cenâb-ı Hakk onlara Zât’ından Azamet ve Kibriyâ perdesini kaldı-rarak tecellî ettiğinde “Ben sizin Rabb’iniz değil miyim” diye onlar yine” hayır” diyecekler yine az bir zümre “evet sen bizim Rabb’imizsin” diyerek secde edecek, üçüncü defa yine az bir kimse secde edecek, secde etmeyenlere Cenâb-ı Hakk buyuracak ki, Ey kullarım sizinle Rab-biniz arasında bir işâret var mı dediği zaman onlar “evet” diyecekler işte o zaman Cenâb-ı

Page 116: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 10.Bölüm Tenzîh-Terzi Baba Şerhi

115

Hakk, cennet ehlinin herbirerlerinin kafalarındaki silüetlenmiş Rab’ları şekliyle onlara tecellî ettiğinde, “evet sen bizim Rabb’imizsin” diye hepsi secde edecekler”,

İşte burada tenzîhin ve teşbîhin hakîkati ortaya çıkacaktır. Cenâb-ı Hakk’ın Zât’ından Azamet ve Kibriyâ perdesini kaldırması demek mahlûkattan bir silüet şeklinde tecellî etmesi-dir ya’nî onlara teşbîh mertebesinden gözükmesidir. Daha evvelce Cenâb-ı Hakk’ın bu âlem-lerdeki varlığını, bütün mevcûdadın hakîkatinin o olduğunu idrâk etmeyen kimseler teşbîh mertebesinden Hakk’ın bu zuhûrunu inkâr edeceklerdir. Cenâb-ı Hakk onların hayâllerindeki tenzîhi şekilde tecellî edinde “Evet, Sen bizim Rabb’imizsin” diyecekler. Bunu da Rabb’ül-Erbâb’a değil kendi Rabb’i haslarına diyecekler ve gerçek Allah’a değil kendi Rabb’larına sec-de etmiş olacaklardır. Gerçi onların Rabb-i hasları da Allah’ın dışında değildir ancak zât mer-tebesi i’tibârıyla olan Allah değildir.

Bu duruma göre hangi i'tibâr ile olursa olsun, hangi tecellî yerinde zuhûr ederse etsin, "Ben Rabb'imi genç bir delîkanlı olarak gördüm" gibi benzetme yoluyla olsun; yâhut "O nûrdur, ben onu nasıl görürüm" gibi tenzîh yoluyla ol-sun; Hakk’ın zâtî tenzîhi için hüküm lâzımdır; sıfatın kendisinde sıfat olana lâzım oluşu gibi.

Hak bu tecellî yerinde zâtından zâtı için kadîm tenzîh ile haketmiş olduğu kemâl üzeredir. Bu tenzîhi, Hak'dan başkasına nispet etmek câiz değildir ve onu başkası bilmez. Bundan dolayı Hak, isimlerinde, sıfatlarında, zâtında, zuhûr yer-lerinde, tecellîlerinde sonradan olana nispet edilen her şeyden, kadîm oluşu hükmüyle münferiddir. Buradaki sonradan olan vecihlerden bir vecih olsa da, yine hüküm ayniyle böyledir.

Bu îzâha göre tenzîhi, halk edilmişlere dönük tenzîh gibi; teşbihi, halk edil-mişlere dönük teşbîh gibi değildir. Böyle tenzîh ve teşbîhten Hak yüce ve münferiddir.

"Tenzîh Hakk'a değil, mahallin tâhir kılınmasına dönüktür" diyenler varsa da, bunların murâdı, karşısında benzetme olan halka dönük tenzîh demektir. Çünkü kul, Hakk'ın vasıflarından olan sıfatlarla vasıflanınca, mahalli tâhir olur ve bu ilâhî tenzîhi yapmasıyla sonradan olma noksanlıklarından hâlis ve sâfî olur. Bundan dolayı o tür tenzîh kula dönüktür.

Bu anlatılan hâli bütün varlığımıza şâmil tuttuğumuzda, kendi varlığımızı dahi kendilikle-

rimizden temizlediğimiz zaman ya’nî beşerî vasıflarımızı hakkanî vasıflarla değiştirdiğimizde tenzîh etmiş oluruz.

Hak ise başkasının iştirâk edemeyeceği tenzîh üzerinde bâkîdir. O tenzîhde halk için tecellî yeri yoktur. Demek istiyorum ki, Hakk'a mahsûs tenzîhde mah-

Page 117: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 10.Bölüm Tenzîh-Terzi Baba Şerhi

116

lûk yönüne dönük bir şey yoktur. Belki o tenzîh, ilâhî nefsin istihkâkı üzerine Hakk’ın zâtı için münferiddir. Bu işâret ettiğimiz şeyi anla!

Şurası da bilinmelidir ki; ben bu kitâbımda, yâhud diğer yazdığım eserlerim-den birinde "Bu husûs, Hakk'a mahsûstur, mahlûkun onda nasîbi yoktur" yâhud "bu halka mahsûstur, Hakk'a nispet edilmez" ta'bîrini kullanırsam, bu ta'bîrden kasdım, "zâttan o isim ile isimlenmiş olan veche dönüktür" demektir. Yoksa zât, zâta dönüktür demek değildir. Bunu iyi düşün! Çünkü bu husûs zâtın hem Hak, hem halk vecihlerini toplamış olması üzerine dayanmaktadır. Hak için hakettiği şeyin nispeti; halk için de hakettiği şeyin nispeti lâzımdır. Bu nispet de birbirine karışmaksızın zâtın gereğine göre mertebesindeki her vecih hâli üzerine bâkîdir. İki vecihten birisi, öbür vecihte zâhir olursa, iki hükümden her biri de, öbüründe mevcûttur, demektir. Bunun îzâhı teşbîh bölümünde gelecektir.

Araz ve cevher olmayan zât, kemâlinde yüce ve mukaddestir.

Manzûmenin Tercümesi:

"Ey kendisiyle iki araz kâim olan cevher; Ey hükmünde ikilik olan "Bir!" Se-nin ulvî oluşa dâir olan güzelliklerin, tezadların muhtelif olmakla berâber, senin için vâhid olmuştur.

Sen, hüsn-i vâhid olan eşsiz ferdsin. Kemâl, senin için noksansız tamam ol-muştur. Sen, bâtın da olsan, zâhir de olsan, sübhânî ulviyyetinin istihkakında dâimsin.

Sonradan meydana getirdiklerinden ârî olan azametli ceberûtunda münez-zehsin, mukaddessin, yücesin. Mahlûk, ancak benzerden idrâk eder; Hak ise var edilmekten münezzehtir."

Page 118: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 11.Bölüm Teşbîh-Terzi Baba Şerhi

حيم حمن الر� بسم الر�BİSMİLLAHİR RAHMÂNİR RAHİYM

Teşbîh Hakkındadır

İlâhî teşbîh, ilâhî cemâl sûretinden ibârettir. Çünkü ilâhî cemâlin ma'nâları vardır. O ma'nâlar ilâhî isimler ve sıfatlardır. Yine ilâhî cemâlin sûretleri de var-dır. O sûretler hissedilen yâhut idrâk edilen şeklinde olarak bu bahsedilen ma’nâların tecellîleridir:

Hissedilir olan, "Rabb'imi tâze bir delikanlı sûretinde gördüm" hadîsinde olduğu gibi; idrâk edilir olan ise "Ben kulumun bana olan zannına göreyim, nasıl isterse beni öyle zannetsin" hadîsinde olduğu gibidir. İşte teşbîh ile kaste-dilen, bu hissedilir ve idrâk edilir olan sûrettir.

"Rabb'imi tâze bir delikanlı sûretinde gördüm" hadîsinden kasıt bâtında olan Hakk’ı

zâhirde halk olarak müşâhede etmektir.

Şüphesiz, Hak Teâlâ cemâl sûreti ile açığa çıkışında yine tenzîhten hakettiği şey üzerinedir. Cenâb-ı ilâhîye tenzîhten hakkını verdiğin gibi, o cenâb-ı âlîye ilâhî teşbîhden de aynı şekilde hakkını vermelisin.

Şu da bilinmelidir ki, Allah hakkındaki teşbîh, tenzîhe muhâliftir; çünkü bu teşbîh, Hakk-ı ilâhîde aynı olmaklık husûsudur. Fakat bunu ehlullâhdan ancak kâmil olanlar müşâhede edebilir. Kâmil olanlardan başka ârif-i billâh olanlar, bi-zim bu sözümüzü yalnız imân yollu ve taklîd yollu olarak idrâk edebilirler. Gü-zelliğinin ve cemâlinin sûretlerinin îcâbları ne ise, imânları yalnız ona bağlanır. Çünkü mevcûdların sûretlerinden her sûret, onun güzelliğinin sûretidir. O sûreti teşbîh yönü üzerine müşâhede eder de, tenzîhden bir şey müşâhede etmezsen, Hakk'ın sana güzelliğini ve cemâlini bir yönden gösterdiği anlaşılır. Yok eğer teşbîhsel sûreti sana müşâhede ettirir ve bu teşbîhe ilâhî tenzîhin de bağlantısı olursa, Hakk'ın sana cemâlini ve celâlini hem teşbih, hem tenzîhde göstermiş ol-duğu anlaşılır.

Sûretlerine baktığında teşbîh edersin ancak sûretlerdeki zâtı müşâhede ettiğin zaman da tenzîh edersin ya’nî aynı görüntü içerisinde hem tenzîh hem teşbîh etmiş olursun. Bunu böy-

Page 119: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 11.Bölüm Teşbîh-Terzi Baba Şerhi

118

le müşâhede edersin çünkü bu ilim İslâmiyet ilmidir, örneğin sâdece museviyyet ilmi oldu-ğunda sâdece tenzîh edilir,îseviyyet ilminde ise sâdece teşbîh edilir ancak muhammediyyet ilmi olduğunda hem tenzîh hem teşbîh ve sonunda da tevhîd yapılmış olur.

Artık sen “Fe eynemâ tuvellû fe semme vechullâh“ (Bakara, 2/115) "Ne ta-rafa dönerseniz, Hakk'ın vechi oradadır" âyet-i kerîmesinin yüce ma’nâsına göre ister tenzîh et, ister teşbih et! Fakat sen her halde O'nun tecellîlerinde gark olmuş durumdasın; senin için o tecellîlerden ayrılmana imkân yoktur. Çünkü sen ve senin hüviyyetin ve hallerin ve amellerin ve ma’nâlarının hepsi Hakk'ın cemâl sûretidir. Bu durumda halka dönük teşbîhde devamlı kalırsan, güzellik sûretini müşâhede edersin. Yok senin teşbîhinde tenzîh açılımları da olursa, o zaman sen güzelliğinin ve cemâlinin sûreti ve ma'nâsısın. Eğer teşbîh ve tenzîhden daha ile-risine mazhar olursan, o zaman teşbîh ve tenzîhin üstündesin; bu ise zâtın sırrı-dır.

Mısrâ'nın tercümesi:

"Muhabbette nefsin için kimi seçersen, onu tercîh et!"

Şurası da bilinmelidir ki; Hak için teşbîh iki türlüdür. Biri zâtî teşbîh, biri va-sıfsal teşbîhdir.

Zâtî teşbîh: Hissedilebilir olan mevcûdların sûretlerinde, yâhut hayâlde, his-sedilebilenlere benzeyen şeylerde Hakk'ın tecellî ettiği sûrettir.

Vasıfsal teşbîh: Hissedilebilirlere benzeyen şeylerden münezzeh olan isimsel ma’nâların sûretlerinde tecellîsidir. Bahsedilen sûretler, zihinde akledilip de, his-te esâsı olmayan sûretlerdir. Eğer esâsı olursa, zâtî teşbîhe katılır; çünkü esâsı ol-ma, teşbîhin kemâlindendir. Kemâl ise zâta lâyıktır. Vasıfsal teşbîhde ise hiçbir nevi' ile ve hiçbir misâl verilmesini ihtivâ eden cins ile esâslanmak mümkün ol-maz.

Görmüyor musun? Hak Sübhânehû ve Teâlâ, Kur'ân'daki Nûr âyetinde (24/35), zâtî nûrunu "mişkât, misbâh, zücâce" ile nakletti ve benzetti. O zâtî teşbîhin sûreti insandan ibârettir; çünkü mişkât ile kasıt, insanın göğsü; zücâce ile kasıt, insanın kalbi; misbâh ile kasıt, insanın sırrıdır. O âyetteki "mübârek ağaç"tan kasıt, gayba îmândır. O gayb ise, Hakk'ın halkta, Hak olarak açığa çık-masıdır. Çünkü Hakk'ın ma'nâsı görülebilir olan halk sûretinde gayb olması de-mektir. İşte "gayba îmân" bu îmândır. Nûr âyetindeki "zeytûne ya’nî yağ"dan ka-sıt, mutlak olan hakîkattir. Çünkü mutlak olan hakîkat ne bütün yönlerinden

Page 120: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 11.Bölüm Teşbîh-Terzi Baba Şerhi

119

Hak, ne de bütün yönlerinden halktır. Îmâna âit ağaç da, "şarkıyye ya’nî doğuya âit" değildir; ya'nî, teşbîhi ortadan kaldıracak şekilde mutlak tenzîhi ihtivâ etmez. "Garbiyye ya’nî batıya âit" de değildir; tenzîhi ortadan kaldırarak, mutlak teşbîhi de ihtivâ edici değildir; belki teşbîh kabuğu ile tenzîh içi arasında sıkıştırılan bir hakîkattir. Bu sıkıştırılma gerçekleşince yakînden ibâret olan “zeyt ya’nî yağın”, ateş değmese de alevlenmesi, nûr saçması muhakkak gerçekleşir. O yağın kendi nûruyla, kendi karanlığı kaldırılır. O yakîn yağı, nûr üstünde nûrdur. Ya'ni ayân olan nûr ile görebilme şeklindeki teşbîh nûru ve îmâna âit nûrdan ibâret olan tenzîh nûru ile birbirinin üstünde iki nûrun bileşkesi olan vâhid ya’nî bir hakîkat nûrudur. Bu şekilde Allah Teâlâ, istediği kimseyi nûruna hidâyet eder ve bu mevzûda insanlar için örnekler verir. Allah her şeyi bilicidir.

Bu bahsedilen teşbîh, zâtî teşbîhdir. Her ne kadar misâl yollu gözükse de, o misâl güzelliğin sûretlerinin biridir; tıpkı ilmin misâl âleminde "süt" sûretinde gözükmesi gibi. Çünkü o süte âit sûret, ilmin ona yüklenmiş olmasından dolayı, ilmin ma'nâsının sûretlerinden biridir.

Her benzer ki, onda "kendisi için benzetme yapılan" zâhir olmuştur, o benzer, o "kendisi için benzetme yapılan"ın sûretlerinin birisidir. Çünkü o, benzetilmekle zâhir oluyor ve ona yükleniyor. Bu incelikleri iyi anla!

Özetle: Mişkât, misbâh, zücâce, ağaç, ne doğuya ne de batıya âit olan yağ, nûr saçma ve alevlenme, "nûr üstünde nûr" olan nûr ve bunların hepsi, ma'nâlarının zâhir yönleri i'tibârı ile Allâh’ın zâtının cemâli için zâtî sûretlerdir. Allah her şeyi bilicidir; ya'ni cemâlinin ma'nâsını bilicidir. Çünkü bilme, bilende-ki ma'nâdan ibârettir. Bunu anla!

Allah hakkı söyler ve her şeyi bilir.

Kur’an-ı Kerîm’de iki türlü anlatım şekli vardır, birincisinde verilen misaller tasavvur edilmiş ancak fiilî tatbîkatı olmayan misallerdir; bir de gerçek yaşanmış hayat hikâyelerinden verilen fiilî misaller vardır. Her peygamber kendisine verilen ilmi kendi bünyesinde yaşayarak ortaya çıkarmıştır, bunlar yaşanmamış olsaydı o zaman bizim de dünyâda olmamız lâzımdı çünkü her birerlerimizin hayâtı bizden başkalarına bir misaldir. Biz kendimiz dahi yaşadıkla-rımızı müşâhede ettiğimiz için bu yaşadıklarımız bize de misal olmaktadır. Bu yaşantılar ol-masaydı bizler esmâ âleminden direkt cennete veyâ cehenneme giderdik ve bu durumda da bizlerin hiçbir sorumluluğumuz olmazdı. Bu dünyâ yaşantısına gelişimiz ve meleklerden olan farkımız bizâtihi bu tecellileri zuhûra çıkarmak içindir.

Fiil olmadıkdan sonra ortaya bir ma’nâ çıkmaz ve o ma’nâya ulaşılamaz, işte misal çık-mayınca onun hakîkatine nasıl geçilsin. Bu durumda hepimizi ortadan kaldırmak lâzım gelir.

Buradaki misal de kurgulu bir misaldir ya’nî fiilî olarak yaşanmış bir misal değildir.

Page 121: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

حيم حمن الر� بسم الر�BİSMİLLAHİR RAHMÂNİR RAHİYM

Fiiller Tecellîsi Hakkındadır

Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerinin fiillerinde tecellîsi o şehâdet yerinden ibârettir ki, kul, o şehâdet yerinde eşyâda kudretin cereyânını görür ve Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerini her şeyin hareket ettiricisi ve sâkin kılıcısı olarak bilir ve bu şekilde şehâdet eder. Bu müşâhedede, kuldan fiili kaldırarak Hakk'a isbât zarûrîdir. Kul bu şehâdet yerinde kuvvetten, kudretten, irâdeden soyun-muştur.

Bütün âlem fiillerden ve fiillerde tecellilerden ibârettir, bütün âlemde gerek insanların

gerek hayvanların, gerek bitkilerin, gerek mâdenlerin üzerinde görülen herşey bir tecellîden ibârettir. Cenâb-ı Hakk’ın en üst seviyede, en son tecellîleridir. Bizler şartlanmış beşeriyyet bakışıyla bu tecellîlere baktığımızdan dolayı eksiler ve artılar görürüz ve birçok değerlendir-melerde bulunuruz. Bu değerlendirmelerimizin tam hakkıyla olması gerekiyor ki bu tecellîleri de hakkıyla bilebilelim. Bunları bildiğimiz zaman işte hayatta bize kolaylaşmış olmaktadır. Bu şekilde karşımıdaki kişileri de daha iyi tanımış oluruz ve bu şekilde münâsebetlerimiz de da-ha bir rahatlaşır.

İnsanlar bu şehâdet yerinde çeşitli tavırlara tâbi'dir:

- Hak ba'zılarına önce irâdesini, sonra fiillerini gösterir. Kul için fiil ve irâdeden soyulmak bu şehâdet yerindedir. Bu mertebe, fiillere âit tecellîlerin en yüksek mertebesidir.

- Ba'zılarına da Hak, önce irâdesini göstermeyip, mahlûklardaki tasarruflarını ve o tasarrufların saltanatının kudreti altında cereyânını gösterir.

- Ba'zıları da fiilleri, çıkışları esnâsında mahlûktan görerek, hemen arkasından Hakk'a döner.

- Ba'zılarında da bu görüş, mahlûkun fiilinden çıktıktan sonra olur.

Kişi bu tecellîleri Hakk’ın tecellîsi olarak bildiği fakat kendisinden de eksi bir fiilin çıktığını

gördüğü halde bu Hakk’tandır dememesi lâzımdır. İrâdesi ile bunu bilsin fakat lisânı ile dışa-rıya bu Hakk’tandır demesin çünkü edeb kuralları gereği bu böyledir. Bu kişi başka bir birim-

Page 122: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 12.Bölüm Fiiller Tecellîsi-Terzi Baba Şerhi

121

den çıkan kötü bir fiil görürse, yorum yapmadan bu Hakk’ın fiilidir diyebilir, orada ma’zûrdur. İşte bu tür hallerde hallerde tasavvufta en çok ayağın kaydığı yer burasıdır.

Bu mertebeler aşıldığında ancak eksi veyâ artı değerlendirmesi yapılmadan fiil Hakk’ındır denilir. Eksi olarak görülen fiilleri kişi karşısındaki kişide gördüğünde bunları tatbîk etmeyip bunların şerîat hükümlerine göre doğsru olarak nitelendirilenini tatbîk etmelidir. İslâm’ın işte en mühim hâli her mes’eleyi kendi mertebesinde tahakkuk ettirebilmektir ya’nî onun kendi mertebesindeki yerini idrâk etmektir.

İşte kişinin hem kendini koruması hem de karşı tarafı suçlamaması yönünden bundan daha büyük bir hayat düsturu olmaz. Yanlış olarak teşhiş edilen fiillerin karşısında şerîat hü-kümlerinin uygulanması gereklidir çünkü her fiili Hakk’tan göre göre en sonunda nefs o işi sâhiplenir ve bu durumda o kişinin farkında olmadan mertebesi düşer; tevhîd ehlinden ba’zılarının süflîyâta düşmesinin sebebi budur; tevhîd yolunda önce o fiilleri hakkânî olarak işliyorum der, fakat bu şekilde sürekli devâm etmeye başladığı zaman bu hâlini nefsâniyyetine kaptırmış olur. Bu müşâhedenin en büyük tehlikelerinden biri de sâdece kelâmî olarak yapılmasıdır, ben Hakk’ım o da Hakk, herşey Hakk der ve işte o zaman ayağı kaymaya başlar.

Bu görüşe nâil olan kimse, bu hâli başkasında görürse, hakîkat ehli indinde o

hâli kabûl edilir. Ammâ kendinde görürse, sünnetin zâhirine uygun olmadıkça onu kabûl etmeyiz.

Ya’nî ilâhî fiil tecellîsinde bir kimseye Cenâb-ı Hak önce irâdesini gösterip, sonra o kimse Hakk'ın o fiilde tasarrufunu, fiilinin çıkışından önce, fiilin çıkışı esnâsında, fiilin çıkışından sonra görürse, onun bu müşâhedesini kabûl ederiz. Yalnız yine o kimseyi şerîatın zâhiri ile isteriz. Bu kimse ancak sâdık ise, Allah ile kendisi arasında ihlâsa nâil olmuştur.

İlâhî emir ve yasaklara aykırı olan yerlerde şerîatın zâhir hükümlerinin tatbîk edilmesi gereğinden dolayı bir kimseden şer'î sınırlara uymayı gerektiren bir fiil çıktığında, sınırın aşılmaması gerektiğini ve bundan dolayı kudretle kuvvetli delîl göstermeye kimse için yetki olmadığını kabûl etmek mes'elesi, âşikâr bir mes'eledir.

Mes'ele böyle olduğu halde Hakk'ın tasarrufunu, fiilin çıkışından önce, çıkışı esnâsında, çıkışından sonra gören kimsenin müşâhedesini kabûl edip de, kudre-tin cereyânını, fiilin çıkışından sonra gören kimse hakkında kabûl etmemek husûsundaki fikrimizin îzâhına gelince:

Birinci şıkta ya’nî Hakk'ın tasarrufunu, fiilin çıkışından önce, çıkışı esnâsında, çıkışından sonra gören kimsede ilâhî hükmün gerekliliğine inanmak ve ilâhî hüküm gereğince o tecellîye mazhar olunmasında müşâhedenin îcâbına

Page 123: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 12.Bölüm Fiiller Tecellîsi-Terzi Baba Şerhi

122

göre hareket ettiğini tasdîk etmek lâzım geldiğinden, Allah'ın hakkını edâ etmek bakımından o kimsedeki tecellînin îcâbına göre cereyân meydana gelmektedir. Ya'ni müşâhedesinin kabûl edildiğini söylemek gerekir. Yalnız onun hareketinde Allah'ın Kur'ân'da emrettiği hakkı edâ mes'elesi geriye kalmış olur. Ve şer'î sınır-ları gerektiren yerde, Kitâb-ı Kerîm’in îcâb ettirdiği şekilde sınırların uygulanma-sını söylemek lâzımdır. Bizim bu birinci şıktaki mes'elede müşâhedesini kabûl edişimiz, o kimsenin kendisiyle Allah arasındaki müşâhedeyi ifâde etmek içindir.

Fiilin çıkışından sonra kudretin cereyânını müşâhede eden kimse hakkında, kendine âit olursa kabûl etmememiz, başkasına âit olursa kabûl etmemiz ve ken-disine âit olduğu zaman, Kitâb ve Sünnet'e uygun olmadıkça kabûl etmemiz husûsu, bu müşâhedeyi o kimsenin Hak'dan bilmeyip, kendine döndürmesi kor-kusuna dayanmaktadır. Çünkü zındık da günâhı işledikten sonra fiilin çıkışı hakkında "Allah'ın irâdesiyle, kudretiyle, fiiliyle bu günah gerçekleşti, bunda be-nim katkım yoktur," der. İşte bu ikinci şıktaki müşâhedesini Kitâb ve Sünnet'e uygun olmadıkça kabûl etmemek, o kimsenin hâlinin zındığın hâline benzeme-mesi içindir. Bu da, bir makâmdır.

- Fiiller tecellîsine mazhar olanlardan ba'zıları da fiilinde, ilâhî fiili müşâhede ederek, kendi fiilini ilâhî fiile tâbi' kılar. Tâatta olunca nefsine itâatkâr, is-yanda olunca, nefsine âsîdir, der. Bu tecellînin mazharı da "kuvvet"den, "kudret"den, "irâde"den soyunmuştur.

- Fiiller tecellîsine mazhar olanlardan ba'zıları da, fiilinde kendi fiilini görme-yip, ancak ilâhî fiili müşâhede eder. O kimse nefsine fiil bağlamaz. Bu kı-sımdan olanlar "tâatta itâatkârım, isyanda âsiyim" demez. Bu müşâhedeye mazhar olanların hallerinin gereklerindendir ki, onlardan birisi seninle yer, "yemedim" diye yemîn eder. Seninle berâber içer, "içmedim" diye yemîn eder. Sonra da "yemîn etmedim" diye yemîn eder. Bu kısımdan olanlar, Al-lah indinde çok sâdık olan (sadûk) ebrârdandır. Bu bir inceliktir ki, bu müşâhedeyi zevk edip de ya’nî bizzât hakîkati ile yaşayıp da aynen gerçek-leşmesiyle bu müşâhede nefsinde vukû bulmayan kimse, bu inceliği anla-yamaz.

Bu kısımdakiler için “melâmet” ta’biri kullanılır ve burası gelinmesi oldukça zor ve tehli-

keli bir yerdir. Neyzen Tevfik’in şu dizelerinde olduğu gibi;

Page 124: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 12.Bölüm Fiiller Tecellîsi-Terzi Baba Şerhi

123

Serserinim düştüm aşkınla meye

Nasıl girdin şu elimdeki neye

Hem seversin beni Neyzen’im diye

Hem de sarhoş diye destân edersin.

Buradaki “mey”den kasıt ezelî sarhoşluk veren ilâhî kadehten içilen meydir. Sûrî olarak içilen mey madde bedeni sarhoş ederken ilâhî mey rûhu sarhoş yapmaktadır. İşte bu rûhun mestliğinden bu görüntü oluşmuştur ki elde sûrî olarak görünen kadehle ilgisi yoktur ancak ilâhî tecellî o kadeh şeklinde sûretlenmektedir.

İşte bu tür kimselerden çıkan fiil Hakk’ın fiilidir. Bu makâ ise mutlak makâm değildir, aşılması ve kişinin tekrar kendi şahsiyyetine dönüşmesi lâzımdır. İşte o zaman o şahsiyyetin beşerî şahsiyyet olarak değil ilâhî şahsiyyet olarak ve şerîat hükümlerine uyar bir şekilde hayâtını sürdürmesi lâzımdır. Bunlar ise “melâmetten” sonra gelen ve vitriyyet ile birlikte ferdiyyet hükmünde olan kimselerdir ve bunlar kemâlde olup vâris-i Muhammedî olan kimse-lerdir. Bunların şerîat ile süslenmiştir, içleri ilâhî varlığın mutlak tecellîsi ile süslenmiştir. Bu kişileri tanımak işte çok zordur. Melâmî olanlar ayrılması ne kadar zor olsa da tanınır.

- Fiiller tecellîsine mazhar olanlardan ba'zıları da Allâh’ın fiilini başkalarında görür, nefsinde görmez; ya'ni kendine mahsûs olan hallerde görmez.

- Fiiller tecellîsine mazhar olanlardan ba'zıları da ilâhî fiili ancak nefsinde görür, başkalarında görmez. Bu müşâhede, bundan önceki müşâhedelerden daha yüksektir.

Bu müşâhede makâmını azda olsa îseviyyet makâmı gibi düşünebiliriz. İlk def’a bu sırrı ya’nî kendi varlığında Allâh’ın fiilini, ismini, sıfatını, zâtını küllî olarak müşâhede eden Îsâ a.s’dır. İşte bunun için kendisine “rûhullâh” denilmiştir.

- Fiiller tecellisine mazhar olanlardan ba'zıları da tâaatta ilâhî fiili müşâhede edip, isyanda kudretin cereyanını müşâhede etmez. O kimse tâatındaki fiil-ler tecellîsinin bakışı açısından Allah ile berâberdir. Hak Teâlâ isyanlardaki fiilini o kimseye rahmet için perde altına almıştır. Bu tecellî o kimsenin isyâna düşmemesine sebeb olur; fakat bu hâl o kimsenin zayıflığına delîldir. Çünkü müşâhedesi kuvvetli olsa, ilâhî fiili tâatta gördüğü gibi, isyanda da müşâhede ederek, şerîatın zâhirini korumaya çalışırdı.

Page 125: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 12.Bölüm Fiiller Tecellîsi-Terzi Baba Şerhi

124

- Fiiller tecellîsine mazhar olanlardan ba'zıları da ilâhî fiili yalnız isyanda gö-rür. Bu Hak'dan bir tür belâya uğratmadır ki, tâatta göremez. Bu vasıf ile va-sıflanmış olan kimse, şu iki kişinin birisidir;

1.) Ya o kişinin, itâatkâr olmasını Cenâb-ı Hak sevdiği için ve tâaati başka hâle takdîm etmesini istediği için, tâatte ondan perdelenmiştir. Bu is-yanlarda fiilini onun için göstermiştir. Bundaki hikmet: Cenâb-ı Hakk'ın tâatte o kimseden perdelenip, isyanda zâhir olması, Hakk’ı müşâhedede ilâ-hî kemâle mazhar olmasını te'mîn içindir. Bunun alâmeti o kimsenin isyân üzerinde devâm etmeyip, tâata dönüş yapmasıdır.

2.) Yâhut bu isyân tecellîsine mazhar olan kimse öyle bir kişidir ki, isyâna kudrette kendisinde kuvvet oluşmuş ve bu şekilde istidrâca ma'rûz kalmıştır. Hak ondan perdelidir. O kimse isyânda devâmlı kalır ve isyâna devâm eder. Böyle bir hâlden Cenâb-ı Hakk'a sığınırız.

- Fiiller tecellîsine mazhar olanlardan ba'zıları da, bu tecellîye zaman zaman mazhar olur. Onun hâli, şu tercüme ettiğimiz Arapça beytin hâlidir:

"Sevdiğim Necid'e giderse, ben oraya giderim;

Eğer "Gavr" denilen yere sefer ederse, ben de oraya giderim."

- Fiiller tecellîsine mazhar olanlardan ba'zıları da, ilâhî fiili müşahedede isyân etme üzerine cereyân ettiği için muzdaribdir; Ağlar, yalvarıp yakarır, mahzûn olur, istiğfâr eder; üstündeki kudretin cereyânının kendisinde isyân çıkışına sebeb olmasından muhâfaza edilmesini ister. Bu durum, o kimsenin sadâkatine ve müşâhedesinin sâfiyetine ve uğradığı nefsî şehvetlerden berâatine delîldir.

- Fiiller tecellîsine mazhar olanlardan ba'zıları da, isyân tecellîsinde ne yalva-rıp yakarır, ne de mahzûn olur, ne de muhâfaza edilmesini ister; belki üs-tündeki kudret cereyânı altında sâkindir. Ne tarafa döndürülürse, o tarafa doğru hareket eder; kendinde asla ızdırâb yoktur. Bu durum ve bu müşâhede o kimsenin keşfindeki kuvvete delîldir ve bu mertebe, nefsî ves-veselerden sâlim ise, bundan önceki mertebeden a'lâdır.

Page 126: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 12.Bölüm Fiiller Tecellîsi-Terzi Baba Şerhi

125

- Fiiller tecellîsine mazhar olanlardan ba'zılarının da Cenâb-ı Hak isyânını tâata çevirir, isyanlarda ve tâatlarda olan kudret cereyânını müşâhede eder ve Hak ona, kendi üstündeki isyânın cereyânını gösterir. Ve Hak kendi in-dinde o isyânı tâat olarak yazar. Bundan dolayı Allah indinde, o kimseden çıkan hallere "isyân" ismi verilmez.

- Bunlardan ba'zılarının da isyânın kendisi, tâat olur. Allah'ın irâdesine uygun olduğu için, onun hakkındaki irâdenin tersine bir şey ile emrolunursa da, yine o kimsenin hâli böyledir. Bundan dolayı bu türden olanlar, bu müşahe-dede emir ve emre muhalefet noktasından âsî, Hakk'ın irâdesi ve hareketi-nin o irâdeye uygunluğu yönünden itâatkârdır. Bu türden olanlar, fiilden önce Hakk'ın irâdesini müşâhede etmiştir. Ondan çıkan isyân, Hakk'ın irâdesine uygundur. Bununla berâber o kimse kendisi üzerinde cereyân et-mekte olan kudreti ve Hakk'ın kendini çevirmesini görmektedir.

İşte bu hallerden dolayı “kötü zanda bulunmayın” denilmiştir, bu nedenle en güzel yak-laşım “yorum yok” demektir. Karşımıza çıkabilecek bu gibi olaylar karşısında sâdece seyre-deceğiz ve geçip gideceğiz çünkü yorum bizi hatâya düşürür.

“Sıcak bir Ramazan ayında Peygamber Efendimiz (s.a.v) yanınd gelen sahabilere sırayla “şurada bir karpuz var, kesinde yiyelim” buyurmuş, bunun duyan sahabe “aman Efendim Ramazan ayındayız, olur mu?” demişler ve karpuzu kesmemişlerdir, bunun üzerimize Efen-dimiz (s.a.v) “yâ evet, sâhiden öyleydi, unutmuştum” diyerek geçiştirmiş. Bir müddet böyle devam ettikten sonra Efendimiz (s.a.v)’in yanına Hz.Ali (k.a.v) gelmiş, aynı şeyleri ona da söylemiş. Bunu duyan Hz. Ali (k.a.v) hemen karpuzu almış ve kesmiş, bir dilim uzatmış. Bu durum karşısında bu sefer Efendimiz (s.a.v) “yâ Ali Ramazan ayında değil miyiz?” demiş. Hz. Ali (k.a.v) bu durumda “Efendim siz Ramazan’da oruç tutun dediniz tuttuk, şimdi yine siz yiyin diyorsunuz, yiyeceğiz” demiştir.”

İşte bu isyân gibi görünen fiil tam itâattir. Bu ise emre değil zâtına itâattir çünkü ilk baş-taki emir Ramazan ayında oruç tutulmasıdır ve açıkça, bilerek tutulan bu orucun bozulması-nın ise 61 gün cezâsı vardır, ancak yemesini söyleyen, hükmün sâhibi olunca iş değişmiştir. Eğer bu durumda o karpuzu yemeseydi isyân olurdu, o karpuzu yemek için kesmeyenler em-re uyup Efendimiz (s.a.v)’in zâtına isyânkâr olmuşlardır.

- Bunlardan bir kısmı da, belâya ma'rûz kalmıştır. Ya'ni hakîkat ve şerîat yö-nünden zemmedilmiş olan şey ile Hak onun için tecellî eder. Kendisi rezillik içinde olduğu halde Hakk'ın kendisini çevirmesini müşâhede eder. Kendi-nin rezilliğe uğradığını bilerek günâhı işler. Çünkü onun o hâldeki hareketi, fiilinde Hakk'ın zuhûrunu müşâhedesinin gereğine tâbi'dir.

Page 127: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 12.Bölüm Fiiller Tecellîsi-Terzi Baba Şerhi

126

Şiirin Tercümesi:

"Bir hanım bana “Zeyneb seni sohbetten ve vuslattan men' ettiği için şikâyet etme! Zeyneb'in bu ayrılığına, bu belâya uğratmasına sabırlı ol,” tarzında nasîhatta bulunmaktadır.

O hanıma cevâp olarak dedim ki:

“Beni kendi hâlime bırak! Zeyneb beni rezillik yolundan başka yola; rezillik sığınağından, başka sığınağa da'vet etmedi. Bununla berâber Zeyneb'den benim nasîbimin çirkinliği muhakkak değildir; Benim bu şikâyetim, işlediğim işin mu-hakkak olan çirkinliğindendir."

Mülâkât:

Gayb ehlinden büyük bir er, müşâhedesi yukarıda belirtiği gibi rezillik şek-linde olan bir fakîr ile bir araya geldi. O zât:

“Ey fakîr! Cenâb-ı Hak ile edebe sımsıkı bağlanarak, zâhiri muhâfaza etmeye çalışsan ve Hak'dan selâmet talep etsen, Hak ile muâmelede sana daha münâsib değil midir? dedi. Fakîr dedi ki:

"Efendim, rezillik hil'atını giyip de, yâhut isyân kemerini bağlayıp da, Hakk-'ın irâdesine uygun hareket etmek mi edebe daha uygundur? Yoksa tâat elbisesi-ni giyip de, O'nun irâdesine muhâlefeti talep etmek mi uygundur? Oysa bilirsin ki, O'nun irâdesinden başka bir şey olamaz."

Fakîr bu sözü söyledi, "beni bırak" dedi ve gitti.

Şurası da bilinsin ki, fiiller tecellîsine mazhar olanların makâmı ne kadar bü-yük, merâmı ne kadar celîl olsa da, yine bunlar işin hakîkatinden perdelidirler. Bunların Hak'dan yitirdikleri şey, nâil olduklarından daha büyüktür. Çünkü Hakk'ın fiillerindeki tecellîsi, isimlerindeki ve sıfatlarındaki tecellîlerine perdedir. Fiil tecellîlerinden bu kadarını anlatmak yeterlidir; çünkü o tecellîler pek çoktur. Bizim bu kitâptaki maksadımız sözü kısa kesme ve uzun uzadıya anlatım arasın-da orta yola riâyettir.

Allah hakkı söyler, doğru yolu gösterir.

Bizlerde bundan sonraki müşâhedelerimizde fiilleri gördüğümüzde bu fiillerin Allâh’ın zâtına bağlı bir isim tarafından meydana getirildiğini müşâhede edebilirsek fiiller perdesini aşmış olacağız inşallah.

Page 128: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 12.Bölüm Fiiller Tecellîsi-Terzi Baba Şerhi

127

Âlemde ne kadar değişik varlıklar varsa o kadar değişik fiiller tecellîsi vardır, eğer bu fiil-ler tamâmı anlatılmaya kalkışılsa mümkün değil anlatılamaz, ancak ana hatlarıyla burada belirtildiği gibi anlatılması mümkündür. Kişi fiillere, şerîat, tarîkat, hakîkat, ma’rifet mertebe-lerinde iken nasıl bakacaktır, önemli olan budur. Bu işin hakîkatini idrâk etmiş olan kimse dünyâ yaşantısındaki dengesini kurmuş durumda olur.

Kısaca özet olarak; şerîat mertebesinde bulunan kişi, bütün âlemdeki fiilleri Allâh’ın de-ğil, kulların ve diğer mahlûkların fiilleri olarak görür; tarîkat mertebesindeki kişi bütün âlem-deki fiillerin mahlûktan kaynaklandığını görür ancak “Yaradanı sev, Yaradan’dan ötürü” hük-müyle hareket ederek fiillere bakar; hakîkat mertebesindeki kişi bütün âlemlerde Hakk’ın tecellîsini, zuhûrunu görür ve bu şekilde bakar; ma’rifet mertebesindeki kişi ise bütün fiillerin ilâhî Zât’ın bizâtihi kendi fiili olduğunu görür ve bunu biraz daha ileriye götürerek ilâhî varlığı kendi zâtında müşâhede eder ve “bütün fiiller benim fiillerimdir” der ve geçer.

Page 129: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 13.Bölüm İsimler Tecellîsi-Terzi Baba Şerhi

128

حيم حمن الر� بسم الر�BİSMİLLAHİR RAHMÂNİR RAHİYM

İsimler Tecellîleri Hakkındadır

Cenâb-ı Hak, kullarından bir kul üzerine ilâhî isimlerinden herhangi bir isim ile tecellî ederse, o kul, o ismin nurları altında mahvolur. Hakk'a ne zaman o isim ile seslensen, o isim kendi üstüne gerçekleştiği için, isme mazhar olan o kul, senin seslenişine cevâb verir.

İsimler tecellîlerinden ilk şehâdet yeri, Cenâb-ı Hakk'ın kuluna, "Mevcûd" ismiyle tecellî etmesindedir. "Mevcûd" ismi o tecellîde kula verilir.

Bundan daha a'lâ tecellîsi "Vâhid" ismiyle tecellîsindedir.

Ondan daha a'lâ tecellîsi "Allah" ismiyle tecellîsindedir. Allah ismiyle te-cellîde kul, büsbütün mahvolmuş olarak, kendi varlık dağı yıkılır; Hak o kimseye Tûr hakîkati üstünde “İnnenî enallâhu” (Tâhâ, 20/14) "Muhakkak ben Allah'ım" nefhasıyla seslenir. İşte o zaman Allah, kul ismini mahvederek, onun için Allah ismini isbât eder. "Yâ Allah" diye seslensen o kul, “lebbeyk ve sa’deyk ya’nî buyur, emret!” diye cevâb verir.

Gerçekten herşeyde “Allah” ismi sâbittir ancak bâtındadır ve “Mevcûd” ismi zâhirdedir.

İşte “Allah” ismi kişiye tecellî ettiğinde sendeki mahlûk ismi hangi isim ise onu ortadan kaldırdıktan sonra “Allah” ismi orada sâbit kalır ki zâten sâbit idi ancak ortaya çıktı. Bizdeki kulluk ismi ambalajdır ve biz bu dünyâda iken Allah ismini zuhûra çıkaramazsak bu ambalaj ismi bizim gerçek ismimiz olarak kalır ve âhirette de o isim ile çağırılırız ki bu da Allah’dan uzaklığın en büyük ıztırabı olur çünkü bu ambalajın soyulma yeri içinde yaşadığımız bu dünyâdır.

Bir musluktan su içtiğimizde o su geldiği kaynaktaki suyun aynıdır ancak geldiği kaynağın tamâmı değildir; işte en çok karıştırdığımız noktalardan birisi budur, o musluktan biraz su içince kaynağı kadar hayâlleşmeye çalışıyoruz ki burası da hakîkatin şartlanmasına girmektedir. Nasıl ki tarîkatta şartlanmalar varsa bu idrâkte de vahdet ile şartlanmalar ve kayıt altına girmeler olabilmektedir.

Kul bu mertebeden daha ileriye yükselirse, Cenâb-ı Hak ona kudret ihsân eder ve onu fenâdan sonra bakâya nâil ederse, o kula seslenen kimseye Allah

Page 130: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 13.Bölüm İsimler Tecellîsi-Terzi Baba Şerhi

129

cevâb verir. Meselâ o kimseye "Yâ Muhammed!" diye seslensen, “lebbeyk ve sa’deyk ya’nî buyur, emret!” diye Allah cevâb verir.

Burada çok ince bir mes’ele vardır, o da şudur; Kul bu anlatılanları sâdece ilmel yakîn

olarak alırsa ya’nî sâdece bunların ilmini öğrenirse ve aynel, hakkel yakîne bunu geçiremezse zaman içerisinde tevhîd şartlanmasına girer ya’nî o mertebede daralıp, sıkışır ve bu durumu mevhûm olan varlığına ya’nî hayâline ve nefsâniyetine aktarır ve bu şekilde kullanmaya başlar. İşte tasavvuf yolunda bir çok kişilerin ayağının kaydığı yer burasıdır çünkü burası çok kaygan bir yerdir. Buranın aşılması için daha önce bu yoldan geçmiş birinin mutlaka kişiyi burada dengelemesi lâzımdır tâ ki kişinin hâli bâkâ hâline ulaşsın.

Kişi burada aslında hayâlî olarak ulaştığı bir takım şeyleri aslî zanneder ve kendisini bir çok şeyden müstagni sayar. Seyr ü sülûk yolundaki statülere uyulduğu sürece tehlike yoktur, tehlike ancak statünün dışına çıkılınca başlar.

Yukarıda anlatılan hâin hakîkatine erişilince ise o kul âmir, Allah me’mur olmuş olur ki ne kadar nezâket sâhibi olduğunu göstermektedir. Kul bunu ister bilerek yaşayarak söylesin isterse bilmeden hayâlinden söylesin ancak orada Cenâb-ı Hakk’ın o kişinin zâtında da ol-duğundan, Cenâb-ı Hakk zâtından zâtına “Buyur, emret” demektedir. İşte bu hâli bilen kişi için “mülâki olmuş” denilmektedir. “Bilen ayn bilinen gayr” ifâesi bu durum için söylenmek-tedir.

Kul, yükselmeye devâm ederse ve kudret kazanırsa, Hak o kul için "Rahmân"

ismiyle tecellî eder. Daha sonra "Rab" ismiyle, daha sonra "Melik" ismiyle, daha sonra "Alîm" ismiyle, daha sonra "Kâdir" ismiyle tecellî eder.

Bu yükselme nüzûl olan yükselmedir, eğer kişide “Rahmân” ismi tecellî ederse kendisin-

deki bu bilgiyi dışarıya aktarma yolu kendisine açılır. “Er Rahmân, allemel Kur’ân” hakîkati kendisinde açılmış olur, o zaman “Allah” ismi kendisine tecellî iken onu yansıtmaya başlama-sı ya’nî rahmâniyyetinin ortaya çıkmasıdır ki bu da bireysel tecellînin üzerinde bir tecellidir çünkü çevreye fayda sağlamaktadır. Ancak ilk olarak “Allah” isminin tecellîsi olmadan bu tecellî olmaz, bu nedenle denmiştir ki “insân-ı kâmil kendisinde rahmâniyyet tecellîsi oldu-ğundan zâhir ve bâtın olarak halka rahmettir. İnsân-ı kâmilin çevresindekiler bunu bilseler de bilmeseler de bu durum birşeyi değiştirmez.

İşte burada belirtilen bu isimlerin tecellî dalgalarına dayanmak çok kolay bir iş değildir, burada yüzecek tek tekne Muhammedî teknesidir. Bizler ilâhiyyat denizinde yüzen teknemizi Muhammedî teknesine dönüştürürsek rahat bir şekilde dolaşırız.

Kul, bahsedilen isimlerden her bir isimde Allah'ın tecellîsini gördükçe, tertîb i'tibârı ile daha önceki mertebeden yüksek izzete nâil olduğunu anlar. Çünkü Hakk'ın tafsildeki tecellîsi, icmâldeki tecellîsinden daha yüksektir.

Page 131: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 13.Bölüm İsimler Tecellîsi-Terzi Baba Şerhi

130

Bundan dolayı Hakk'ın kuluna "Rahmân" ismiyle tecellîsi, "Allah" ismiyle zâhir oluşundaki icmâlin tafsîlidir.

Hakk’ın kuluna "Rab" ismiyle tecellîsi de, "Rahmân" ismiyle zâhir olan icmâlin tafsîlidir.

Aynı şekilde "Melik" ismiyle tecellîsi, "Rab" ismiyle zâhir olan tecellîsindeki icmâlin tafsîlidir.

"Alîm" ve "Kâdir" isimleriyle tecellîsi, "Melik" ismiyle zuhûrundaki icmâlin tafsîlidir. Diğer ilâhî isimler de böyledir. Fakat zâtî tecellîler bu îzâha tamâmı ile muhâliftir. Çünkü zât, bahsedilen mertebelerden bir mertebenin gereğine göre kendisi için tecellî edince "genele dönük" olan isim, "özele dönük" olan ismin üstündedir. Bundan dolayı "Rahmân" ismi, "Rabb" isminin üstünde, "Allah" ismi bu ikisinin üstündedir. Bu mes'eleyi iyi anla!

Fakat burada bahsettiğimiz isimlere âit tecellîler, zâtî tecellîler gibi değildir. Kul, hakîkati yine "zâtî" olan isimlere âit tecellîlerde nihâyete varırsa, ya'nî bütün ilâhî isimler o kulu, ismin kendisiyle isimlendiğini taleb ettiği gibi taleb eder ve o kul, o bahsedilen isimleri taleb ederse, işte bu yükselmeye mazhar olanın ünsiyyet kuşu, kudsî bahçeler üzerinde aşağıda tercümesi yazılan beş Arapça beytin sözleriyle şakımaya başlar:

"Seslenen Leylâ'nın ismiyle seslenirse, cevâbı ben veririm.

Bana birisi seslense, bana olan o seslenişe Leylâ cevâb verir.

Bunun sebebi, biz ikimiz bir rûh olduğumuz halde, iki cismi işgal ettik.

Bu acâib bir birliktir; zâtı, bir olduğu halde, iki ismi olan bir şahıs gibiyiz.

O şahsa hangi isim ile seslenilse, seslenişte isâbet vardır.

Leylâ'nın zâtı, benim zâtım; benim ismim Leylâ'nın ismidir.

Leylâ benim zâtımdır ve ismi benim ismimdir.

O Leylâ ile benim hâlimin birlikteliği pek garîbtir.

Hakîkatte iki zât olup da, birleştirilerek bir zât olmuş gibi değiliz.

Belki âşık ile ma'şûk, bir zâttan ibârettir."

İsimler tecellîlerinde hayret edilecek bir şey varsa, o da bu tecellîye mazhar olan kimse, ismi görmez, sâdece zâtı müşâhede eder. Yalnız temyîz ehlinden olanlar, bahsedilen isimlerden hangi isim ile Hakk'ın tecellîsine mazhar olmuşsa,

Page 132: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 13.Bölüm İsimler Tecellîsi-Terzi Baba Şerhi

131

o ismin saltanatını bilir. Çünkü o zâta o isim ile delîl getirmek mümkün olmuştur. Bu temyîze mazhar olanlar, "Allah, Rahmân, Alîm", yâhud ilâhî isim-lerden bunlara benzeyen hangisinin saltanatı altında ise, tecellîye mazhar olanın vakti üzerine hâkim olan, o isimdir. O kimsenin zâttan şehâdet yeri de budur.

İsimler tecellîlerine mazhar olanlar, çeşitli kısımlara ayrılmıştır. Bunlardan ba'zılarının yollarını anlatacağız. Çünkü isimlerin tamâmı için bunu saymaya imkân yoktur. Hattâ Hakk'ın tecellî ettiği her bir isimde bile insanlar ve insanların o isme vâsıl olma yolları çeşitlidir. Ben bu isimler hakkında bilhassa seyr ü sülûkumda müşâhede ettiğim şekilde izâhlar vereceğim. Çünkü benim bu kitâpta ister başkasından, ister kendimden hikâye yoluyla anlattığım ne kadar haller ve makâmlar varsa, bunların hepsi keşif ve muâyene yoluyla "Seyr-i fillâh"ım sırasında mazhar olduğum açılımlar yönüyledir. İşte, şimdi sâlik olan insanların, isimler tecellîlerindeki nevi'lerini saymaya başlıyorum:

- İsimler tecellîlerine mazhar olanlardan ba'zıları Hakk'ın "Kadîm" ismiyle te-cellîsine mazhar olur. Bu tecellîye mazhar oluşun yolu şu şekildedir:

Hak o kimseye, halkı halk etmezden evvel kendinin ilminde mevcûd olduğunu ve bu şekilde Hakk'ın ilminin vücûduyla onun da ilâhî ilimde mevcûd bulunduğu ve ilâhî ilmin, ilâhî vücûd ile mevcûd olduğunu açar. Hak, kadîmdir, ilim de kadîmdir; ma'lûm ya’nî bilinen de ilme nisbetle şübhesizdir ki, ilme katılır. Bundan dolayı o da kadîmdir. Çünkü ilim tahak-kuk edince, şübhesiz bilinenin vücûdu da tahakkuk eder. Çünkü âlime, âlimlik ismini veren "ma'lûm ya’nî bilinen"dir. Bu i'tibâr ile, ilâhî ilimde mevcûdların kadîm olduğu sâbit olur. Bu açılıma mazhar olan kulun Kadîm ismi ile, Hakk'a dönüşü geçerli olunca, Hakk'ın zâtındaki ilâhî kadîmlik o kula tecellî edip, kulun “sonradan olan” olması mahvolur; sonradan olmaklığından fânî, Allah ile kadîm olarak bâkî kalır.

Cenâb-ı Hakk bütün isimleriyle tecellî eder, burada bir isim ile belirtilerek tecellî eder

denmesinden kasıt, o kişiye o ismin dozu daha fazla olarak tecellî eder demektir. Kişi eğer yolda ilerlemiyorsa ona zâten yolcu denmez ancak namzet denir. Bu yol almanın bâtın âlem-deki şekli ise rûhâniyyetine doğru, özüne, içine doğru, hakîkatine doğru müşâhedeli ve ilmî olarak ilerlemesidir. Kişi bu ilmi yaşayarak görmeli ve ne olduğunu anlamalıdır. Tarîkat deni-len hakîkat budur ve bu yolda giden kişinin de kendi durumunu yaklaşık olarak dahi olsa az çok bilmesi gereklidir.

Kişiye burada belirtilen “Kadîm” ismi tecellîsinde kendi aslının nereden kaynaklandığını keşif yolundan açılır. Bu açma, keşif ise bu konulardaki mevzûlarda araştırmalar ile kişinin kendisini müşâhedeli tanımasıyla başlar. Eğer talep varsa Cenâb-ı Hakk o kişiye ipi uzatır ve

Page 133: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 13.Bölüm İsimler Tecellîsi-Terzi Baba Şerhi

132

kişi o ipe tutunursa yukarıya çıkar, yukarıya çıktıkça da sahası genişler ve keşfi açılır. “Mücâhedesi olmayanın müşâhedesi olmaz” denilmiştir ki bu açılım için şarttır.

İnsanın kaynağı ahadiyyetin inniyyetinden gelmektedir ki Kadîm budur. Bu hâli anlamak için ise ancak Kadîm tecellîsi olması lâzımdır ve bu tecellî içinde ona birimsel varlığımızda bir mahal hazırlamamız gereklidir ki bu da ancak mücâhede ile olmaktadır.

Tevhîd ehli olarak mes’elelere bakılması kesret ehlinin durumunu değiştirmez, kişinin değer yargıları hangi mertebede ise o kişi o mertebede yaşamaktadır. Birçok kimseler tevhîd ehliyiz dedikleri halde burada belirtilen detaylara inmezler ve “herşey Hakk’tır” diyerek ge-çerler, işin doğrusu ise hangi yönden Hakk’tır hangi yönden halktır bunun bilinmesidir ki herşeye kendi mertebesinden hakkı verilsin.

Bütün insanlar öz olarak Hakk’tır ve hangi kişi olursa olsun onun özü hakkında bu ne-denle konuşamayız ancak yaptığı fiiller hakkında yorum yapılır.

Fiziksel olarak reşîd ancak aklen reşîd olmayan kişiler tasavvuf ehli indinde çocukturlar. Gerçek rüşde ermek ise ancak kendi hakîkatine ulaşmakla olmaktadır ya’nî nasıl ki fizîki ola-rak rüşde eren bir kimse evliliğin ne olduğunu anlayabilmekte ve evlilik ile eşini ya’ni aslını bulmaktaysa ruhânî olarak da “vuslât ma’rifettir” denilmiştir. Ruhânî olarak asla ulaşılıp fark ortadan kalkınca ya’nî küllî varlığını keşfedince, ona şâhid olunca kişi rüşdünü ispat etmekte-dir ve o zaman işte “nefisleri üzerine şâhid oldular” âyet-i kerîmesi orada tahakkuk et-mektedir ve kendilerinde Allah’dan başka bir varlık olmadığını görürler. Cum’a namazının farz oluşu da bu cem’ makâmında olanlar içindir. Bu şekilde kendi hakkâniyetini idrâk eden kişi zâten kâdim olup gitmiştir.

- Ba'zılarında da tecellî, Hakk'ın "Hak" ismiyle gerçekleşir. O kimsenin bu te-cellîye ulaşma yolu da şu şekildedir:

Cenâb-ı Hak o kimseye “Mâ halaknes semâvâti vel arda ve mâ beyne hümâ illâ bil hakkı” (Ahkâf, 46/3) "Gökleri ve yeri ve ikisi arasında bulunanları biz hak ile halk ettik" âyet-i kerîmesindeki hakîkat sırrını açar. Bu şekilde Hakk'ın Hak ismi açısından zâtı o kimseye tecellî edince, halk edilmişlik o kimseden fânî olup, zâtı mukaddes, sıfatları münezzeh olarak bâkî kalır.

Şimdi semâvât ve arzın bir genel olarak halk edilmesi vardır bir de kişinin birimsel varlı-

ğında halk edilmesi vardır. Arz bizim madde bedenimiz, semâvât ise gönül âlemimizdir. Bu gönül semâsı o kadar geniş bir semâdır ki kadîm ve ezelî olduğundan insanda tecellîsi mevcûttur. O kişi sûret ve şekil olarak değişmeden yine ortadır ancak kendisinde zâten mevcût olan aslına rücû etmiştir artık ve kendisinde mevcût olan bu kapıyı açarak kendisinde neler olduğunu görmüştür.

Page 134: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 13.Bölüm İsimler Tecellîsi-Terzi Baba Şerhi

133

- Ba'zılarında da Hak "Vâhid" ismiyle tecellî eder. O kimsenin bu tecellîye ulaşma yolu aşağıdaki gibidir:

Hak o kimseye, âlemin asıl yapısını, denizden dalganın gözükmesi gi-bi, âlemin zâtından görünüşünü açar. O kimse, Cenâb-ı Hakk'ın mahlûkların adedlenmesinde vâhid ya’nî bir oluşunu müşâhede eder. O müşâhede esnâsında varlık dağı yıkılır ve rûha âit Kelîm’i (Mûsâ’sı) bayılır, düşer. Bundan dolayı çokluğu hakîkî Vâhid’in birliğinde bularak yok olur gider. Bu tecellîde mahlûklar yok olup, Hak zevâl bulmaz olarak bâkî kalır.

Bu tecellîye mâruz kalan kişi artık tafsîlde icmâli görmektedir ya’nî tafsîl gibi gözüken

şeylerin aslında icmâl olduğunu bilmektedir ki işte bunu anladığı zaman çokluğun içinde gör-düğü birimsel varlık dağı yıkılır.

- Ba'zılarında da Hak "Kuddûs" ismiyle tecellî eder. Bu nevi'den olanların ulaşma yolları da aşağıdaki îzâh yönüyledir:

Cenâb-ı Hak o kimseye “ve nefahtü fîhi min rûhî” (Hicr, 15/29) "Ona rûhumdan üfledim"in sırrını açarak, o kimseye rûhun kendisinden başka bir şey olmadığını bildirir. Allâh’ın rûhu ise mukaddestir, münezzehtir, işte bu müşâhedede Hak o kimseye "Kuddûs" ismiyle tecellî eder. Kul, var edilmişlere âit noksanlıklardan fânî ve sonradan olma vasfından münezzeh olarak Allah ile bâkî olur.

Zâten bu durum öyledir, ancak sâdece bu durum o kişiye açılır ya’nî müşâhede âleminde

bu hakîkatin sırrı kendisine açılmış olur. Keşif zâten var olan bir şeyin müşâhede edilmesidir, yok olan birşeyin keşfi diye bir şey sözkonusu değildir. Keşif denilmesi şiddetli bir vuruşu olduğu içindir yoksa aynı zamanda ilim de denilmektedir ancak müşâhede söz konusu oldu-ğundan ilim konuşulmaz çünkü o sırrın hakîkati şiddetle zuhûra çıkmakta ve kişide şiddetli vuruş ile büyük değişiklik meydana getirdiğinden müşâhede hükmü ortaya gelmektedir.

“Ve nefahtü fîhi min rûhî” âyetini okudu ve geçtiyse orada kelâm vardır ancak tahak-kuk yoktur çünkü bâtında kalıp faaliyete çıkmamıştır. İşte Kur’ân-ı Kerîm okumanın sırların-dan biri de budur ya’nî okunan âyetin özüne nüfûz edilmelidir. Bunun içinde Kur’ân-ı Kerîm’in Rabbçasını okumak gereklidir, bu şekilde okunmadığı sürece anlaşılması mümkün değildir. Kim ki bu şekilde ciddiyet ile konuya eğilirse hakîkatler ile daha ciddi olarak ilgilenmiş olur ve bu durumda O rûh kendisinde o ciddiyette zuhûra çıkmış olmaktadır. Bu da disiplin gerektirir ki bunun netîcesinde o rûh kendisinde o berrâklıkta ve genişlikte ve o canlılıkta hayâta geçer. O kul da bilir ki kendisinde Allâh’ın rûhundan başka, Allâh’ın özünden başka bir şey yoktur.

Page 135: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 13.Bölüm İsimler Tecellîsi-Terzi Baba Şerhi

134

Bâtıl yaşam kişinin hayâlinde kurguladığı yaşamdır ki hakîkat onun yerine geçince “Hakk gel-di bâtıl gitti” hükmü doğmaktadır.

Kuddûs ismi tecellîsinden sonra artık tenzîh ortadan kalkar ve tenzîh etmeye gerek kal-maz çünkü tenzîh noksan idrâkin netîcesinde meydana gelmektedir. Mutlak hakîkat kişide tecellide olduğu zaman kuddûsiyyet ve mukaddeslik ortaya geldiğinden artık noksanlık düşü-nülemeyeceğinden dolayı tenzîh mertebesi de düşmüş olur. Geriye ancak kadîm tenzîh kalır ki bu her zaman mevcûttur ve a’mâiyyet mertebesi i’tibârıyla zât-ı mutlak’daki hakîkat üzere olan bir tenzîhdir.

- Bunlardan bir kısmına da Hak "Zâhir" ismiyle tecellî eder. Ya'nî Cenâb-ı Hakk'ın “Zâhir” olduğunu bilmekliğe yol olsun diye, sonradan olan kesîflik-lerde ilâhî nûrun zâhir oluşu sırrını açar. Bu müşâhedede Hak "Zâhir" is-miyle tecellî edince, kul Hakk'ın vücûdunun zâhir oluşunda, halkın fânî ve bâtın olduğunu anlayarak, Hak zâhir ve kul bâtın olur.

Bir esmâ-i ilâhiyyenin çalışma şeklini ve hayâta dâhil oluşunu kişi idrâk ederse eğer, aynı yollardan geçerek diğer esmâlarında kendisindeki zuhûrunu idrâk edebilir.

Yukarıda belirtilen “ve nefahtü”nün idrâki sonrası kudsiyyet anlaşılır ve kişi zâhir olanın da o mukaddesiyyet yönünden kendisi olduğunu anlar.

- Bunlardan bir kısmına da Hak "Bâtın" ismiyle tecellî eder. Bunda ulaşma yo-lu şudur:

Bu kısımdan olanlar açılımında eşyânın Allah ismi ile ayakta duruşunu, Hakk'ın eşyânın bâtını olduğunu anlar. Bâtın ismiyle Hak ona tecellî edince, Hakk'ın nûrunun gözükmesi ile kul belirsiz olur. Hak onun için bâtın, o kul Hak için zâhir olur.

- Bunlardan bir kısmında da Hak, "Allah" ismiyle tecellî eder. Bu tecellîye ulaşma yolu, bir şekle bağlı değildir. Belki Allâh’ın isimlerinden her ismin tecellîsine göre tecellî edicidir. Çünkü kābiliyyetlerin çeşitli oluşuna dayalı olarak tecellîye mazhar olanlardaki, çeşitli adedlenmeden dolayı, ilâhî isim-lerin tecellîlerini belirli bir şekle koymanın mümkün olmadığı yukarıda geçmiştir. Hak bir kimseye "Allah" ismiyle tecellî ederse, o kimse kendinden fâni olur. Allah buna karşılık olarak o kimsede bâkîdir. Bu tecellîye mazhar olanın yapısı, sonradan olmak köleliğinden kurtulur. O var edilmişlik kayıtları ile olan kayıtlılığı çözülür. Bu kimse bu tecellîde "zâtı yönünden

Page 136: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 13.Bölüm İsimler Tecellîsi-Terzi Baba Şerhi

135

ahad ya’nî tek", "sıfatları yönünden vâhid ya’nî bir"dir; babaları ve anaları tanımaz. Kim Allah'ı zikrederse, o kimseyi zikretmiştir. Kim Allah'a bakarsa, ona bakmıştır. Bu yüce tecellî şeklinde o kimsenin hâl lisânı, aşağıda tercüme edilen manzûmenin garîb olan sözü ve ma’nâsıdır.

Allah ismi câmi’ isim olduğundan ve bütün isimleri bünyesinde topladığından bu ismin

tecellîsine mâruz kalan kişi nereye ne tecellî gerekiyorsa oraya o isim ile tecellî eder.

Manzûmenin Tercümesi:

"Sevdiğim beni sakladı. Bende benden vekîllik gösterdi. Evet! O, benden karşılıktır. Belki, benim aynım, ayniyle vâki’dir. Ben, o oldum; O, ben ol-du. Bu tek vücûdda çekişecek başka vücûd yoktur.

Ben O'nunla O'nda bâkî oldum. Aramızda “ente=sen”in “te”si yoktur. Benim hâlim O'nunla hem mâzî, hem geniş zamandır. Kendimi kaldırdım; akıl da berâber gitti. Ben uykudan uyandırıldım. Artık uyku içinde yatmıyorum.

Ben, beni hakîkat gözü ile Hak olarak gördüm. Doğuşların hepsi, benim güzel alnımdadır. Cemâlimi açtım, sonra tecellî yerleri ve aynalar olarak çeşitlenmelerimle cilâlandım. O aynalarda kemâlât gözüksün diye, bu cilâlanma gerçekleşti.

O'nun vasıfları, benim vasfımdır. Benim zâtım, O'nun zâtıdır. O'nun ahlâkı, benim için cemâlin çıkış yerleridir. Benim ismim, hakkıyla O'nun ismidir. O'nun zâtının ismi, benim ismimdir. Diğer nitelikler ve vasıflar, benim için tâbi’ler türündendir."

- İsimler tecellîsine mazhar olanlardan ba'zısına da Cenâb-ı Hak "Rahmân" ismiyle tecellî eder. Bunun ulaşma yolu şu şekildedir:

Hak kuluna "Allah" ismiyle tecellî ederek o kimseye, bütün mevcûdlara sirâyet etmiş olan büyüklük ve azamet vasıflarını içine alan en büyük yüce mertebeye zâtıyla delîl olduğu için, bu tecellî feyzi yüzünden "Rahmân" ismi i’tibârıyla da zâtî tecellî sâhibine vâsıl olmaya yol verilmiş olur. Bu tecellîye mazhar olan kulun şânı, kendi üzerine ilâhî isimlerin inmesidir. Zâtının

Page 137: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 13.Bölüm İsimler Tecellîsi-Terzi Baba Şerhi

136

nûrundan Cenâb-ı Hakk'ın o kula emânet verdiği feyz ne kadar ise, o kul ilâhî isimleri kabûlde, o sûretle devâm üzere olur. Bundan dolayı feyizlerin arkası kesilmeksizin gelişi ile kendisine "Rab" ismi tecellîsi de nâzil olur. "Rab" ismini kabûl edip, o isim ile Hakk'ın kendisinde tecellîsi oluşunca, "Rab" isminin saltanatı altındaki müşterek nefsî isimler de, o kul üzerine in-er. Müşterek nefsî isimler, "Alîm", Kadîr" ve benzeri isimlerdir. Nefsî isimle-rin inişiyle o kul üzerine "Melik" ismi de nâzil olup, o kulun o ismi kabûlü ve Hakk'ın zâtına bu şekilde tecellîsi oluştuğunda, kemâlâtıyla berâber diğer ilâhî isimler de nâzil olarak "Kayyûm" ismine ulaşınca, o ismin feyizleri, Hakk’ın tecellîsiyle kendisine kuvvet gönderdiği esnâda, bahsedilen kul, isimsel tecellîlerden, sıfatsal tecellîlere geçer.

Nasıl ki nefes-i rahmânî yayılarak bütün âleme tecellî etmiş ise kişilerin gönül âlemine de bu “Rahmân” tecellisi geldiği zaman orada çok büyük açılımlara sebep olur ve o nefhâ-yı ilâhiyyenin te’siriyle kendi varlığından bütün âlemdeki varlıkların yaşamı ortaya çıkmaya baş-lar.

Seyr ü sülûk yolunda yapılan bütün çalışmalar rubûbiyyet ismine bir tecellîgâh hazırla-mak içindir ki bu mahal hazırlandıktan sonra Rabb ismi dilediği esmâ-i ilâhiyyeyi orada bu-luştursun ve ma’mûl hâle getirerek takdîm etsin.

Dünyâ yaşantısında kābiliyetimizin derecesinin ne kadar olduğunu bilemediğimiz için en büyük derece verilmiş gibi çalışmalarımızı yürütmemiz gereklidir, eğer çalışmalarımızı gev-şek tutarsak bizde kābiliyyet olduğu halde bunu ortaya çıkaramamış oluruz ki bu durum bi-zim için büyük bir zarar olur. Sâmîmi çalışmalar netîcesinde kābiliyetimizin derecesine ulaşır isek ki zâten bizden istenen de odur, ondan sorumlu olmayız. Rabb ismine bir mahal hazır-lanmaz ise eğer o Rabb ismi gelir ve bir çalışma sahası bulamayarak o mahalden ayrılır, gi-der ve bir başka tecellîye destek olur.

Rabb ismi Melik ismi bir yerde olduktan sonra bunların arasında olan diğer bütün isimler de gelir.

“Kayyûm” ismine ulaşmak, Hakk’ta Hakk olarak bâkî olmasıdır.

Page 138: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 14.Bölüm Sıfatlar Tecellîsi-Terzi Baba Şerhi

137

حيم حمن الر� بسم الر�BİSMİLLAHİR RAHMÂNİR RAHİYM

Sıfatlar Tecellîsi Hakkındadır

Cenâb-ı Hakk'ın zâtı, bir kul üzerine, sıfatlarından bir sıfatla tecellî edince, o kul o sıfatın feleğinde yüzmeye başlar. Bu şekilde o, icmâl yolu üzere o sıfat feleğinde gâyesine ulaşır.

"Bu ulaşma, icmâl şeklindedir", dedik.

Çünkü tafsîl yoluyla ulaşmak mümkün değildir.

Çünkü "sıfâtiyyûnun ya’nî sıfat tecellîsine nâil olanların" tafsilâta nâil olması, icmâl bakışı noktasındandır. Kul, o sıfatın feleğinde yüzerek ve icmâl hükmü ile mertebe kemâle erince, o sıfatın arşı üzerinde yayılır ve o sıfatla vasıflanır. Bu mertebeye nâil olunca, başka bir sıfatı kabûle de mazhar olma durumu oluşur. İşte bu şekilde sıfatların hepsini kemâle erdirmeye nâil olmuş olur.

İnsan olarak akıl kapasitemiz sıfatların tamâmını tafsîlli bir şekilde almaya ve anlamaya

müsâit değildir. Bunun gereği de yoktur zâten çünkü icmâl yollu olarak bir şeyin bilinmesi aynı zamanda tafsîl yollu da bilinmesi demektir. Örneğin Cenâb-ı Hakk rızık vericilik sıfatıyla bir tarlada zuhûr etti diyelim. Bizim o tarladaki bir başağı idrâk etmemiz tamâmını idrâk et-memiz gibidir çünkü diğerleri onun devâmı olur. Tarladaki bütün başakları tafsîl yollu ya’nî tek tek bütün başakların bütün özelliklerinin anlaşılmasına gerek yoktur.

Ey kardeşim! Bu îzâhım seni zorluklara düşürmesin; çünkü Cenâb-ı Hakk'ın irâdesi, bir kulun üzerine bir isimle veyâhut bir sıfatla tecellîye bağlanırsa, o kulu nefsinden yok, vücûdundan soyunmuş kılmak sûretiyle fânî eder. Kulluk nûru, halk edilmişlik rûhu fânî olunca, Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri, o kulluksal görüntüde dâhil olma olmaksızın zâtında bir latîflik yerleştirir. O latîflik o kuldan ne ayrıdır, ne de o kula bitişiktir. Bu ilâhî latîflik o kuldan kaldırılan şeye karşılık bir bedeldir. Çünkü Hakk'ın kulları üzerine tecellîsi, lütuf ve cömertlik bâb’ındandır. Kullarını fânî edip de, lütfuyla ona karşı bir bedel ihsân etmezse, bu bir tür azâb olur. Cenâb-ı Hak ise azâbtan münezzeh, ni'metle vasıflanmıştır.

Page 139: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 14.Bölüm Sıfatlar Tecellîsi-Terzi Baba Şerhi

138

Herbirerlerimizin bir rahmânî bir de nefsânî tarafı vardır. Nefsânî olan hayâl ve vehim tarafını ortadan kaldırdığımız zaman geriye bizde rahmânî taraf kalır ki açığa çıkacak olan da odur. Bizlerde nefsânî taraf açıkta olduğundan dolayı rahmânî taraf bâtında kalmaktadır. Çünkü bizlerin özünde o sıfatın rahmânî yönü mevcût olmasa o tecellîyi kabûl edemeyiz ve o tecellî olmaz, olsa da yerine oturmaz. Bizler belirli sistemler içerisinde nefsimizle mücâdeleler sonucu nefsimizi bir kenara çektiğimizde altta, baskıda olan şey, baskısı kalkınca kendiliğin-den dışarıya çıkmaktadır. İşte ne zaman bu durum gerçekleşiyor ya’nî beden arzındaki ile semâdan gelen tecellî birleştiği zaman orada doğum olmakta ve sonrasında gelişme gerçek-leşmektedir. İşte bu elektrik fişini prize takmak gibidir.

Halk edilmiş rûhunun fânî olmasından kasıt da bu nefsânî arzûların dizginlenmesidir. Bu dizginlemenin en büyük aracıda oruç tutmaktır. Cenâb-ı Hakk nefs-i emmâre şeytanını bir çok şeylerle imtihân etmiş ancak hepsinde isyanda etmiştir, ne zamanki onu aç bırakmış ancak o zaman “tamam” demiştir.

Hırıstıyanlar Îsâ (a.s)a bir deniz kenarında gezerken, beyaz bir güvercin şeklinde rûhun geldiğini ve kendisine girdiğini tasvîr ederler. Onlar her ne kadar böyle düşünüyor olsalar da “beyaz güvercin” kendisinde bulunan gök ehlinin simgesidir ve zâten kendisinde olan bir şeyin zamanı gelince faaliyete geçirilmesidir burada anlatılmak istenen.

Âfâkta ve enfüste var olan Allâh’ın bütün tecellîleri, bütün isimleri, bütün sıfatları bir dâire çizgisi gibidir ki, bizim nefsimiz bu dâire çizgisinin üzerinde yolu tıkamış olarak durmaktadır. Ne zaman ki nefsimizi oradan çekiyoruz o dâire üzerindeki faaliyet devâmlılığını sürdürmüş olmaktadır. Böyle bir dâire çizgisi üzerinde hiç bir belirleyici nokta olmayınca ora-da artık ne zaman olur, ne mekân olur. İşte nefsâniyetimizin oraya saplanması o yaşantının hem bizdeki akışını durdurmakta hem o faaliyeti kesmekte hem de önce ve sonra diye za-man mefhumları ortaya çıkmaktadır. Bizim vehmettiğimiz o benliğimizi oradan çektiğimiz zaman zâten tabîî hâli ile ne duhûl ne hulûl diye bir şey olmamış olur ki zâten de böyle bir şey yoktur. İşte kişi bunu idrâk ettiği zaman, kendisi de hem ezelî hem ebedî olmuş olur çünkü o mevcût potansiyel kendisinde vardır. Burada idrâk, anlayış ve hayâta bakış değişikliğinden başka hiçbir şey yoktur ortada olan. Kişi yine eski kişidir ancak ondan yeni olan yeni anlayıştır.

Herbirerlerimizin başlı başına bir âlemiz ve o âlemlerde Cenâb-ı Hakk kendisini ne kadar ortaya çıkarmak istiyorsa, ne kadar o âlemin sâhibine kendisini duyurmak istiyorsa işte o kadar ihsânda bulunur ve o yoldan o gelir.

O "kaldırılana karşılık verilen bedel" dediğimiz ilâhî latîfliğe "Rûhu'l-Kudüs"

ismi verilir. Cenâb-ı Hak, kulu fânîleştirmesine karşılık bedel olarak zâtından böyle bir ilâhî latîfliği yerleştirince, tecellîsi o ilâhî latîflik üzerinedir. Şu halde tecellîsi kendisinden başkasına değildir. Bizim o ilâhî latîfliğe "Kul" ismini ver-memiz, “kul”un bedel olması i'tibârı iledir; yoksa arada ne kul, ne de rab vardır. Çünkü “rabbi olanın” ortadan kalkmasıyla, "Rab" ismi de kalkar. O tecellîde Vâh-id, Ahad ve Kahhâr olan Allah'dan başka bir şey yoktur.

Page 140: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 14.Bölüm Sıfatlar Tecellîsi-Terzi Baba Şerhi

139

Yeter ki bizler biraz alıcı olalım ve gayret gösterelim, Cenâb-ı Hakk kuluna gereken ney-se muhakkak verir. Bizler olduğumuz yerde hareketsiz ve gayretsiz durursak kimse de kim-seye bir şey vermez.

Kulun vehmî olarak kendisine âit zannettiği varlığı ortadan kalktıktan sonra zâten var olan Hakk’ın ta kendisidir ki daha evvelce gayriyyet ile nefsâniyyet mertebesinden zuhûrda iken bu vehmî zannın ortdan kalkıp hakîkatin idrâk edilmesiyle rahmâniyyet mertebesinden tevhîd olarak ayniyyet ile zuhûra gelmektedir.

“Allah” hem ma’nâsı ya’nî faaliyetleri yönünden hem de ismi ya’nî ismin yazılışı yönün-den ism-i A’zâm’dır. “Hu” uluhiyyet mertebesinden ism-i A’zâm’dır, “Muhammed” ise ef’âl mertebesinde “Hu”nun zuhûru olan ism-i A’zâm’dır.Çünkü hakîkat-i ilâhiyyedeki ism-i A’zâm’ı zuhûra çıkaran mahaldir.

Abdiyyet ve rubûbiyyet mertebesinde kul da vardır rabb da vardır ya’nî faaliyet sahala-rında olan faaliyetin kemâlde oluşması i’tibârı ile ikisi de vardır. Ancak her ikisinin de hakîkatinin Allah olduğu bilindiği zaman artık rabba da kula da orada ihtiyâç kalmaz ve bu kalkar. O birim madde beden olarak yine de mevcûttur, idrâk olarak ise kulluğundan geçtiği için ya’nî “Hu” ya kul olduğu için ve nefsânî olarak bir kul kalmadığı için artık orada rabb ve kul da yoktur. Bizler de beden mülkünü ya’nî nefs mülkünü aştığımız zaman bizim için de bu durum aynı şekildedir.

Bu mevzûda ben aşağıdaki şiiri söyledim:

Şiirin Tercümesi:

"Halk için vücûd ismi, mecâz yoluyladır. Hakîkatte "Vâhid-i Ahad" olan Hak'dan başka bir şey yoktur.

Hakk'ın nûrları ortaya çıkınca bahsedilen ismi (halk ismini) kaldırmak lâzımdır. Bundan dolayı o halk ne vardır, ne de yoktur.

Hak halkı fânî etti. Onlar Hakk'ın aynında yoklardır. Fenâda bekâları dâimdir; bunu inkâra da hakları yoktur.

Halk yok hükmünde olunca vücûd, Hakk'ın oldu. Onlar yok hükmünde ol-mazdan evvel de hüküm böyle idi. Bu takdirde kul, ebediyyen yok; Hak ise, zevâl bulmaksızın mevcûddur.

Şu kadar ki, Hak, cemâlini açınca halkı Hakk'ın nûruna kisve yaptığı için, birliktelik hâsıl oldu. Halkı fânî etti; fânîden kendisi ona karşılık bedel oldu. Ve onların fânîliğinde bekâ ile kâim oldu.

Hakîkatte ise, onların kıyâmı hiç yok idi. Birlik denizinde halkın hükmü dalgalar gibidir. Dalgalar, çokluklarıyla berâber denizle bir olmuştur. Deniz hareket ederse, hepsi dalga olur; Sâkin olursa ne dalga vardır ne de sayısı."

Page 141: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 14.Bölüm Sıfatlar Tecellîsi-Terzi Baba Şerhi

140

Şurası da bilinmelidir ki: Sıfat tecellîleri, kulun zâtının, Rab sıfatlarıyla vasıflanmayı kabûlünden ibârettir. Bu kabûl aslî ve hükmî ve kat'îdir, kendisinde sıfat olanın o sıfatıyla vasıflanması gibidir. Çünkü yukarıda geçtiği şekilde, ilâhî latîflik, kulluksal görüntüde kuldan kaldırılana karşılık bedel olarak kul makāmına kâim olmuştur. O ilâhî latîfliğin, ilâhî vasıflarla vasıflanması aslî, hükmî ve kat'î olduğu için, Hakk'ın ancak kendisi için kendisi ile vasıflanmış olduğu ve kul için arada hiçbir şey olmadığı tahakkuk eder.

Sıfatlara âit tecellîlerde insanlar kābiliyyetlerine ve ilmî yönlerinin çokluğuna ve irfânî kuvvelerinin gereklerine göre çeşitlidir.

Bunlardan ba'zısına Hak, hayâtî sıfatı ile tecellî eder.

Bu tecellîde kul bütün âlemin hayâtından ibâret olur. Mevcûdların hepsinde hayâtın sirâyet edişini görür. Bu görüşü, mevcûdların cisimlerini ve rûhlarını kapsar. Ve o tecellîde kul, mevcûdların sûretlerinin ma’nâların aynı olduğunu ve aynı zamanda o sûretlerin ma’nâlar ile kâim ve kendi hayâtından ibâret bulunduğunu müşâhede eder. Bundan dolayı sözlerle, ameller gibi ma'nâdan ibâret olsun, yâhut rûhlar gibi latîf sûretten ibâret olsun, yâhut cisimler gibi kesîf sûretten ibâret olsun, bahsedilen kul bunların hepsinin hayâtından ibâret olmuş olur. Bu tecellîye mazhar olan, bahsedilen mevcûdların kendisinden yardım is-teme husûsunu da müşâhede eder ve bunu vâsıtasız kendisinden bilir. Bu, kendi-si için ilâhî, keşfî, gaybî, aynî zevk ya’nî yaşantıyı tadıştır.

Ben bu tecellîde bir müddet durdum. Mevcûdların hayâtını kendimde müşâhede ederdim ve mevcûdlardan her şeyin gereğine göre, hayâtımdan kendi-sine bağlanan miktâra bakardım. Ben o tecellîde iken tek bir hayât, bölünmez bi'z-zât idim. Nihâyet beni, ilâhî yardım eli bu tecellîden başka tecellîye nakletti; başka şekilde olma imkânı da yoktur.

Cenâb-ı Hakk değişik şekilde hayât sıfatıyla tecellî eder. Burada anlatılan tecellî ise

hakkel yakîn olan tecellîdir. Îsâ (a.s) çamurdan kuşlar yapıp onlara üfleyerek hayat verince Cenâb-ı Hakk, “Üfledi Benim iznim ile” buyurmuştur. Îsâ (a.s)’da zaman zaman kendi birey-sel yaşantıları, Cenâb-ı Hakk’ın vermiş olduğu sınırlı hayâtları, zaman zaman da sınırsız hayâtları vardı. İşte mu’cize olarak belirtilenler Cenâb-ı Hakk’ın bu sınırsız tecellîsi zamanın-da olanlardır çünkü beşeriyyet yönünden olan âcizlik ile ya’nî kendi kimliği ile onlar yapıla-maz.

Herbirerlerimiz madde beden kâsesi içerisine girince onun içerisindeki kendimize âit zannettik oysa o bize doldurulan yerde küllî idi. İşte o birim bunu idrâk ettiği zaman o küllîyi

Page 142: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 14.Bölüm Sıfatlar Tecellîsi-Terzi Baba Şerhi

141

idrâk etmiş olur, eğer ben sâdece kendi kâsemdeki kadarım deyip orada kaldığı zaman, o gurbet ehlidir, gayrdır.

Sıfatlar tecellîsine mazhar olanlardan ba'zısına da Hak, ilmî sıfatı ile tecellî eder. Bu tecellî şu şekildedir:

Hak o kimseye, bütün mevcûdlara sirâyet etmiş olan hayâtî sıfatı ile tecellî edince, o tecellîye mazhar olan kimse hayâtın ahadî ya’nî tekliksel kuvvesiyle, bütün imkân dâhilinde olanların gereklerini zevk etmiş ya’nî bizzât yaşantılarını tadmış olur. İşte bu zevkten sonra, ilâhî zât onun üzerine ilmî sıfat ile tecellî eder ve o kimse, âlemlerin hepsini başlangıcından döneceği yere kadar bütün fer’leriyle bilmiş olur.

- Ve bu ilmin kapsamının gereği olarak her şeyin nasıl var olduğunu;

- Ve hâl-i hâzırdaki varlığını;

- Ve var olanın eşkâlini ve olmayanın nasıl ve neden var olmadığını;

- Var olsa ne esasla var olurdu?

Bunların hepsini, aslî ve hükmî ve keşfî ve zevkî ilim ile bilir ve bu ilmi zâtından ma'lûmâta sirâyet ettiği için, ilminin icmâlini, tafsîlini, bütününü, parçasını ve icmâldeki tafsîlâtını da bilmiş olur; fakat bu ilim gaybın gaybındadır.

- Ancak ledünnî ve zâtî olan ya'nî zât tecellîsine mazhar olan, gaybın gaybından şehâdetin şehâdetine tafsîl ile iner ve gaybdaki icmâlin tafsîlini müşâhede eder ve küllî icmâli gaybın gaybında bilir.

- Sıfâtî olan ya'ni sıfatlar tecellîsine mazhar olan böyle değildir. Onun ilmî olan vâkıf oluşu, gaybın gaybında gerçekleşir.

Bu bir sözdür ki bunu "gurebâ ya’nî garîbler"den başkası anlayamaz ve edep sâhibi emînlerden başkası zevk edemez ya’nî hakîkatini yaşayıp tadamaz.

Dünyâda bu ilâhî vasıflarımızı esâs hâlleriyle kullanmaya bizlere yol açılmış olsa

herbirerlerimiz hepsini en geniş ma’nâda kullanmaya kalkarız ve sistem karmakarışık olur, diğer kişilerin sınırlarına tecâvüz edilir. Bu nedenle Cenâb-ı Hakk bizlere sıfatlarından dünyâ yaşantısında bize yetecek kadarını ya’nî beşerî ihtiyâçlarımızı görecek kadarını vermiştir. Kul dünyâ yaşantısında bu sıfatlarını ilerletip nereye kadar ulaştırdı ise âhiret yaşantısında onu o güçte kullanacaktır. Aynı kilo ve boyda olup biri sürekli egzersiz yapan diğeri ise yapmayan iki kişinin koşmasındaki farka benzer bu durum, muhakkaktır ki sürekli egzersiz yapanın per-formansı daha kuvvetli olacaktır.

Page 143: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 14.Bölüm Sıfatlar Tecellîsi-Terzi Baba Şerhi

142

İşte bu ilim “satırdan değil sadrdan okumak” ilmidir. Sadrdan gelip satıra yazılmış olan-lar da aynı şekilde sadrdan okumak gibidir. İlim ona denir ki “E lem neşrah leke” den gelsin yoksa hayâlî ve vehmî yazılan kitaplar kişileri ancak hayâl âleminde dolaştırır.

Cenâb-ı Hakk bu emînlere bir sır ifşâ ettiği zaman, kendisinde tutabilenler, muhafâza edebilenler, gayrıya açmayanlardır. Ancak bunlar, “İlmi hakedene vermemek hakedene ihânet, haketmeye vermek ise ilme ihânettir” sözünün gereği olarak hakedenlere açarlar. Edep sâhibi olması kendi sınırlarını bilmesi ma’nâsınadır.

Sıfatlar tecellîsine mazhar olanlardan ba'zısı da Hakk'ın basarî sıfat te-cellîsine mazhar olur.

Hak bir kimse üzerine keşifsel ihâtalı ilme âit basarî sıfatıyla tecellî edince, "Basar ya’nî görme" sıfatıyla da onun üzerine tecellî eder. Bu tecellîye mazhar olanın görmesi, o kimsenin ilim mevzi'dir. Hakk'a dönük ve halka dönük hiçbir ilim yoktur ki, o kulun görmesi, onun üzerine olmasın. O kimse mevcûdları gaybın gaybında olduğu gibi görür. Bu çok acâib bir mes'eledir ki, o kimse şehâdet âleminde mevcûdları bilmez. Bu a'lâ şehâdet yerine, bu görülen yere ve tecellî yerine bak! Ne kadar acâib ve ne kadar tatlıdır. Bunun sebebi şudur:

- Sıfâtiyyûndan olan ya’nî sıfatlar tecellisine mazhar olan kimsenin Hakk elinde olandan, halk elinde bir şey yoktur; arada ikilik de yoktur. Ya'nî o kimsenin gaybında olan şey, şehâdetinde zâhir olmaz; ba'zı şeylerde olursa da pek nâdirdir. O nâdir olan şeyi Hak, ona ikrâm olarak zuhûra çıkartır;

- Fakat zâtiyyûndan olan ya’nî zât tecellîsine mazhar olan böyle değildir. Onun şehâdeti gaybı, gaybı şehâdetidir. Bu mes'ele güzel anlaşılsın!

İşte bizlerin konuştuğumuz şeyler genellik üzere müşâhedeye dayanan şeylerdir, yoksa

hayâle dayanan şeyler değildir. Hayâle dayalı şeyleri konuştuğu zaman kişi nakilcidir ya’nî onlar onun kendi malı değildir.

Cenâb-ı Hakk’ın bu tecellîsinde bu kul bâtınen bu âlemdekileri rûhâniyyeti i’tibârı ile gö-rür ancak bu görüş melikiyyet mertebesindekilere intikal ettirilmez çünkü bütün âlemlerde faaliyyette olan kendisinde de faaliyette olduğundan ve onu da müşâhede ettiğinden, onda olan ne varsa kendisinde de vardır fakat mevcût yapısıyla şehâdet âleminde bunları alıp açı-ğa çıkartamaz çünkü ne madde beden yapı buna dayanır ne de zamanı buna yeter, ancak gaybında bulunur.

Görünen eşyânın hakîkati idrâk edildiğinde, onun aynı zamanda gayb âlemi de olduğu anlaşılmaktadır çünkü gördüğümüz varlıkların kendi şahıslarına mahsûs bir özellikleri ve var-lığı yoktur, gayb âleminin yoğunlaşması sûretiyle zuhûra gelmiştir ve burada müşâhedeye başlandığından dolayı “şehâdet âlemi” ismi verilmiştir. Beden yönüyle burası şehâdet âlemi

Page 144: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 14.Bölüm Sıfatlar Tecellîsi-Terzi Baba Şerhi

143

iken bu bedenden soyulup gayb âlemine geçtiğimizde orası bize şehâdet âlemi, burası ise gayb âlemi olacaktır.

Sıfatlar tecellisine mazhar olanlardan ba'zısına da Hak "Semi' ya’nî İşitme" sıfatıyla tecellî eder.

O kimse mâdenlerin, bitkilerin, hayvânların konuşmasını ve meleklerin sözünü ve farklı farklı lugâtları işitir. Onun yanında uzak, yakın gibidir. Bunun sebebi şudur ki, Hak o kimseye işitme sıfatıyla tecellî edince, o sıfatın ahadî ya’nî tekliksel olan kuvvesiyle farklı farklı lugâtların, mâdenlerin, bitkilerin seslerini işitir. İşte bu tecellîde ben rahmâniyyet ilmini "Rahmân"dan işittim; Kur'ân'ı okumayı öğrendim. Ben ratl(bir ölçü birimi) idim; o mîzân (ölçü) idi. Bu sırrı Kur'ân ehli olanlardan -ki onlar ehlullâhın seçkinleridir- başkası anlayamaz.

Kur’ân-ı Kerîm’de bu haller çok açık olarak birçok yerlerde belirtilmektedir. Ebû Cehil’in

Efendimiz (s.a.v)’e elini kapatarak içindeki taşların ne olduğunu sorması hâdisesinde de Cenâb-ı Hak o taşların konuşmasını Ebû Cehil’e işittirmiştir. O anda bu tecellî Ebû Cehil’e verilmiştir ki rahmete, hakîkate ersin; ancak o yine buna inanmamış ve başka bir mâzaret bulmuştur. İşte inkârı arttıran bu hâl nefsî semi’ tecellîsinin faaliyete geçmesinden, ikrârı arttıran ise hakkânî semi’ tecellîsinin faaliye geçmesindendir.

Mûsâ (a.s) da aynı şekilde ağaçtan Cenâb-ı Hakk’ın sesini duymuştur ki bu da semi’ tecellîsidir. Mahlûkat üzerinde semi’ sıfatı ilk olarak en geniş ma’nâda bu hâdisede tecellî etmiştir. Bu nedenle kendisine Mûsâ kelûmullâh denmiştir ya’nî Allah’ın kelâmını semi’ sıfa-tıyla duyduğu için.

Bu tecellî en üst düzeyde Hz. Resûlullâh (s.a.v) de açığa çıktıktan sonra kendisine ancak başkalarına da “söyle” hitâbı gelmiştir. Semi’ sıfatının kim ki en geniş ma’nâda tecellîsine nâil olursa, hâdiseleri de en geniş ma’nâda idrâk eden odur.

Benim de bir zamânımda gaybdan haber veren meleklerim vardı ve onların sözlerini işitmiştim. Bu cinni olamaz mı diye bir soru gelecek olursa eğer; olamazdı çünkü cinnî olan-ların gelişleri ve kelâmları ayrı, melekî olanların ayrıdır, ehli tarafından bunlar hemen ayırt edilir ve kolayca anlaşılır.

Bu meleklerden ikisi anlatmak istediklerini duyurmak için birbirleriyle konuşurlardı, bu duyurma lafzî, kelâmî olarak değil ilmî konuşma olaraktı ya’nî sözsüz ve sessiz. Bir çok şey-ler söylerlerdi, örneğin Satürn’de ışınsal varlıklar olduğu gibi haberler veriyorlardı. Bir müd-det böyle gittikten sonra ben hepsini terk ettim çünkü onlarla olan ilgi sürdüğü sürece kişi orada ya’nî melekût mertebesinde kalır ve daha yukarıya çıkamaz. İşte bu nedenle daha güçlü olmak için bize meleklerden alınma haberler değil Rabb’dan alınma haberler gereklidir.

Hakk’a doğru giden yolda her vâdiye uğranılır, bizim yapmamız gereken bunların hiçbi-rinde oyalanmadan yola devâm etmektir. Bize ne kadar büyük haberler getirirlerse getirsin-ler hiçbirine iltifât etmemek gerekir. Bunlara uğranılıp, geçilmezse de onlar hakkında bilgimiz olmaz ve bir başka yerde ve şekilde karşımıza çıktıklarında bizi yanıltırlar. Yolcuya yakışan

Page 145: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 14.Bölüm Sıfatlar Tecellîsi-Terzi Baba Şerhi

144

hedefine ulaşıncaya kadar yol ehli olmaktan ayrılmamaktır. O ulaşılan hedef de çok geniş bir sahada olduğundan O’nu araştırmanın sonu yoktur. Bu hale ise “seyr-i fillah” denilmektedir.

Mi’rac gecesi Efendimiz (s.a.v) önüne çıkan hiçbirşeye iltifât etmemiş ve mi’racını ta-mamlamıştır. Uzun bir yola çıkılmışsa ara yerlerde mola verilir ancak bu mola yola devâm için gerekli ihtiyâçları te’mîn etmek için yapılan bir moladır. Yolcu o mola yerini çok beğenir ve orada ikâmet etmeye başlarsa yolundan kalır, her ne kadar orada rahat etse de. Tarîkat sisteminin tehlikeli yerlerinden birisi bu haldir; duygusallık sahasında kişi kendisine gelen rehâvetle orada kalır ve artık işini bitirir ve yolunu orada sonlandırır. Bu duygusallığı sağla-yan ilâhiler de olacaktır, zikirler de olacaktır ancak orası mesken tutulmadan yola devâm etmek lâzımdır.

Bu semi’ tecellîsinde anlatılan haller herkesde aynı şekilde olacak demek değildir, bura-daki haller genellik üzere olan hallerdir. Kim ki Rabb lisânını bilirse diğer bütün lisânlarda konuşulanları işitir ve anlar. Arapça lisânı telaffuz lisânı iken, Rabbça lisânı belirli bir kelâm lisânı değil, ma’nâ lisânıdır. Rabbça’dan Arapça’ya tercüme yapılırken Arapça kelimelerin üzerine Rabbça ma’nâsı yüklenmiştir. İşte bu ma’nânın dinleyenlerde açılması ancak semi’ tecellîsi ile olmaktadır. Eğer dinleyende semi’ tecellîsi yoksa o ma’nâlar ona ulaşmaz.

İşte bu anlatılanlar bâbında tenezzül fizîki olarak yüksek bir yerden daha aşağıdaki bir yere bir şeyin inmesi demek değildir; tenezzül ancak ma’nâsının anlaşılır bir hâle getirilmesi-dir.

Kur’ân’ı sâdece ses ile okuyanlarda Arapça’sı vardır, Rabbça’sı yoktur çünkü o okuduğu-nu kendisi hakkıyla çıkaramamaktadır. Ben de Kelime-i Tevhîd ilmini Rabb’imden Ka’be-i Şerîf’te rahmâniyyet tecellîsi içerisinde dinlemiştim ki ondan sonra ancak Kelime-i Tevhîd’i okumayı öğrendim.

Bunların hepsi birer mertebedir, bu nedenle bizler kendi yerimizi bulmaya çalışalım, in-şallah. Allah tecellîsinde olanlar “ehlullah”, risâlet tecellîsinde olanlar ise “ehl-i beyt” olmak-tadır.

Sıfatlar tecellîsine mazhar olanlardan ba'zısına da Hak, "Kelâm" sıfatıyla tecellî eder.

Mevcûdlar bu tecellîye mazhar olanın kelâmından olur. Şöyle ki: Cenâb-ı Hak, kulu üzerine hayâtî sıfatı ile tecellî edip, kendinin hayâta âit sırlarını da o kula ilmî sıfatıyla bildirdikten ve kendisine ilâhî görüş kuvvetini verdikten ve kendisine ilâhî işitme kudretini ihsân ettikten sonra o kul, hayâtın ahadî ya’nî tekliksel olan kuvvesiyle kelâm ettiği için, mevcûdlar onun kelâmından olmuş-tur.

Bu tecellîde kelâmının, ezelde nasıl ise ebedde de öyle olduğunu müşâhede ederek, kelimelerine tükenme olmadığını ya'nî kelimelerinin sonunun olmadığını müşâhede eder. İş bu tecellîde Cenâb-ı Hak, isimler perdesi olmaksızın olan ilk tecellî ile kullarına söyler.

Page 146: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 14.Bölüm Sıfatlar Tecellîsi-Terzi Baba Şerhi

145

Te’vîl ya’nî işin evveline dönmek denilen şey de budur. Buradaki müşâhede aslı üzere yapılan bir müşâhededir yoksa kitaplarda okunduğu gibi olan bir müşâhede değildir.

Kur’ân-ı Kerîm’de belirtilen üç tür konuşma vardır;

- Maddeyi aracı yaparak olan konuşma,

- Misâller yoluyla anlatarak,

- Bizâtihi Cenâb-ı hakk’

Kendisinde semi’ tecellîsi olan ancak duyduğu kelâmın Hakk’ın kelâmı olduğunu anlar. Bu tecellî olmadan duyulanlar ise Allâh’ın Kur’ân’ı değil kişinin kendi anlayışındaki Kur’ân’dır.

Kelâm tecellîsine mazhar olanlardan ba'zısına da, nefsinden zâtî hakîkati kendisine hitâb eder. Böyle olanlar işittiği hitâbı, lisân olmaksızın yönsüz işitirler. Ve bu şekilde olanların hitâbı işitmesi kulağıyla değil, bütün varlığıyladır. O kim-seye:

- Ente habîbî (habîbimsin),

- Ente mahbûbî (mahbûbumsun),

- Ente'l-murâd (murâdımsın),

- Ente vechî fi'l-ibâd (kullarımda vechimsin),

- Ente'l-maksadu'l-esnâ (en yüce maksadsın),

- Ente'l-matlûbu'l-a'lâ (a’lâ talep edilensin),

- Ente sırrî fi'l-esrâr (sırlardaki sırrımsın),

- Ente nûrî fi'l-envâr (nûrlardaki nûrumsun),

- Ente aynî, (ayn’ımsın)

- Ente zeynî, (ziynetimsin)

- Ente cemâlî, (cemâlimsin)

- Ente kemâli, (kemâlimsin)

- Ente ismî, (ismimsin)

- Ente zâtî, (zâtımsın)

- Ente na'tî, (niteliklerimsin)

- Ente sıfâtî; (sıfatlarımsın)

- Ene ismüke, (isminim)

Page 147: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 14.Bölüm Sıfatlar Tecellîsi-Terzi Baba Şerhi

146

- Ene resmüke, (resminim)

- Ene alâmetüke, (alâmetinim)

- Ene vesmüke, (misâlinim)

- Habîbî ente hulâsatü'l-ekvân, (Habîbim, sensin varlıkların hülâsası)

- ve'l-maksûdü mine'l-vücûd, (ve vücûddan maksâd)

- ve'l-hadsân" (ve sonradan olandan)

diye hitâblar gerçekleşir. Daha fazla iltifât olarak:

"Beni müşâhedeye yaklaş; ben sana vücûdumla yaklaştım, benden uzak ol-ma! “Ve nahnu akrebu ileyhi min hablil verîdi” ya’nî "Ben insana şah damarından daha yakınım" (Kâ'f, 50/16) diyen benim.”

"Kul ismiyle kayıtlanma; Rab olmasa, kul olmazdı. Ben seni açığa çıkarttığım gibi, sen beni açığa çıkarttın. Senin kulluğun olmasa, benim için rubûbiyyet ya’nî rabblık olmazdı. Ben seni îcâd ettiğim gibi, sen de beni îcâd ettin. Senin vücûdun olmasa, benim vücûdum mevcûd olmazdı."

"Ey habîbim yaklaş, yaklaş! Ey habîbim yüksel, yüksel! Ey habîbim, ben seni vasfım için irâde ettim, nefsim için seçtim. Nefsini başkası için irâde etme; ben-den başkasını kendin için murâd edinme! Habîbim, beni kokladığın şeyde kokla. Yemeklerde beni ye! Beni vehmîde hayâl et, bilinende aklet. Habîbim, beni hisse-dilebilirde müşâhede et! Habîbim, dokunulanda bana dokun, giyilende beni giy, benimle murâd sensin, benden kinâye sensin."

Bu tür hitâblar ne tatlı ihsan, ne lezzetli iltifattır!

Gelen hitâblar eğer belirli bir yönden geliyorsa muhakkak o mahlûk kaynaklı bir hitâbtır,

ağırlıklı olarak cinnî kaynaklıdır, ba’zen rahmânî olan insan sesi de yönü belirli olarak gelebi-lir. Gelen hitâb için bir yön ta’yin edilemiyorsa o Hakk kaynaklıdır, çünkü Hakk’a bir yön be-lirlemek mümkün değildir.

Bir grup arkadaşımız ile gittiğimiz haccımızda iki minibüs ile Arafat’a çıkmıştık. Cebel-i Rahme’den biraz uzakta idik ve biraz da vaktim vardı. Ben tek başıma Cebel-i Rahme’ye çık-tım ancak hangi yoldan oraya gittim unuttum ve gelişi güzel bir yerden indim. Her taraf çadır ve insan doluydu, her yer bana aynı gibi geliyordu. Elimde de hiçbir işâret yok, öylece kala kaldım ve tahmîni olarak bir yerlere gitmeye başladım ancak nereye gidiyorum bilmiyorum. Tam o anda “Necdet Âbi” diye bir ses duymaya başladım ve yavaş yavaş o sese doğru yürü-meye başlayınca bir müddet sonra arkadaşlarımı buldum. İşte mahlûktan gelen bu ses rahmânî bir ses idi ve yön ta’yîn ettiriyordu. Arkadaşlarıma sordum “kim bana bağırarak ses-lendi” diye, hiçbiri seslenip bağırmamıştı ve böyle birşeyden haberleri dahi yoktu. İşte orada

Page 148: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 14.Bölüm Sıfatlar Tecellîsi-Terzi Baba Şerhi

147

arkadaşlardan birinin sesiyle benim yabancılık çekmemem için bağıranlar vardı çünkü sesi tanımasam tereddütte kalacaktım. Cinnî olanlar ise tam tamına bu şekilde sesi veremezler, onların ki ancak taklîddir. Sesin birebir verilebilmesi için o sesin sâhibinin hayâtına sâhip ol-mak lâzımdır. Ancak tabî bu hâli herkes hemen anlayamaz ve birçok kişi bu gibi durumlarda aldanırlar.

Mûsâ (a.s) Tûr Dağında bu şekildeki oluşum içerisinde vücûdunun her zerresinde Cenâb-ı Hakk’ın kelâmını duydu ve bunun üzerine “Yâ Rabb’i mâdem bana bu kadar yakınsın, bana kendini göster, Seni göreyim” dedi.

Herbirerlerimizin yüzü sıfât-ı subûtiyyenin zuhûr mahallidir ki bunun bir de bâtını vardır ki seb’ul-mesânî denilen budur.

Kelâm tecellisine mazhar olanlardan ba'zılarına da, Hak halk lisânından kelâm eder. O kimse sözü belirli bir yönden işitir; fakat belirli bir yönden olmadığını bilir. Sesleniş halktan gelir; fakat onu Hak'dan işitir. Bu konuda şu iki beyti söyledim:

Tercümesi:

"Leylâ île o kadar meşgûlüm ki, başkasını düşünmeğe yoktur vaktim.

Hattâ mâdenleri görünce Leylâ'ya hitâb eder gibi hitâb ederim.

Bunu acâib bulma! Ben Leylâ'dan başkasına hitâb ederim.

Muhâtabım mâdenlerdir, acâib olan şudur ki, cevâb Leylâ’nın cevâbıdır."

Beyâzıd-ı Bistâmî’nin “Kırk yıl var ki halk beni kendileriyle konuşur zanneder oysa ben

Hakk ile konuşmaktayım” diyerek belirttiği yer burasıdır. Burada halk ile konuşulur fakat Hakk diliyle konuşur.

Kelâm tecellîsine mazhar olanlardan ba'zısını da Hak, cisimler âleminden,

rûhlar âlemine yükseltir. Bunlarda da çeşitli mertebeler vardır. Ba'zılarına hitâb kalbinde olur. Ba'zıları da rûhuyla birinci kat semâya, ba'zıları da ikinciye, üçüncüye çıkar. Bu konuda her insan, ihsân edilen ilâhi kısmete göredir. Ba'zısı da sidre-i müntehâya yükselerek, kendisine kelâm ve hitâb orada olur. Kelâm tecellisine mazhar olan kimselerden her birinin derecesi, hakîkatlere vâkıf olu-luşunun miktârına göredir. Hakk'ın hitâb etmesine, derecesine göre nâil olur. Çünkü Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri dâimâ eşyâyı yerli yerine koyar.

Kelâm tecellîsine nâil olanlardan ba'zısına da kelâmlaşma esnâsında nûrdan otağ kurulur. Ba'zısına da nûrdan minber dikilir. Ba'zıları da bâtında nûr görür;

Page 149: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 14.Bölüm Sıfatlar Tecellîsi-Terzi Baba Şerhi

148

hitâbı o nûra âit yönden işitir. Bu nûrun görülmesi, kebîr, ekber, dönücü, uzayıp gidici olabilir. Bunlardan ba'zıları da rûhânî sûret görür, onunla hitâplaşır.

Özetle: Bu tür hitâblara, ilâhî hitâb denilmesi, kelâmın Hak'dan olduğunu Hakk'ın bildirmesiyle olabilir ve Hak'dan olduğu zaman delîle de ihtiyâç kalmaz. Belki bir anda olma yolu üzere olur. Çünkü Allâh’ın kelâmının kendine mahsûs özelliği gizli olmadığından, işittiği sözün Allâh’ın kelâmı olduğunu bilmesi lâzımdır. Allâh’ın kelâmı olduğu şununla sâbit olur ki, orada delîle, beyâna ih-tiyâç yoktur; belki kul, sâdece hitâbı işitmekle, hitâbın Allâh’ın kelâmı olduğunu bilir. Sidre-i müntehâya yükselenlerden ba'zılarına da, aşağıdaki gibi hitâblar olmuştur:

"Habîbim, senin benliğin benim hüviyyetimdir. "Ente-Sen" "Hu-O"nun aynıdır. "Hu-O" dediğimizde, "Ene-ben"den başka bir şey değildir. Habîbim, se-nin basîtin benim terkîbim; senin çokluğun, benim birliğim; belki senin terkîbin, benim basîtliğim; senin cehâletin, benim dirâyetimdir. Seninle murâd benim. Ben senin içinim; kendim için değil! Benimle murâd sensin. Sen benim içinsin, kendin için değil! Habîbim, vücûd dâiresinin üstünde döndüğü nokta sensin! Şu halde o dâirede ibâdet eden de sensin, ibâdet edilen de sensin! Nûr sensin, zuhûr sensin, güzellik sensin, zînet sensin; sen insan için göz, göz için insan gibisin!"

Manzûmenin Tercümesi:

"Ey rûhun rûhunun rûhu! Ey en büyük âyet!

Ey yanmış ciğerlerin hüzün tesellîsi!

Ey emellerin nihâyeti! Ey maksatların gâyesi!

Sözün indimde ne kadar tatlı ve ne kadar acı.

Ey hakîkat ka’besi! Ey safâ kıblesi!

Ey gaybın arafâtı! Ey parlayan yüz!

Sana geldik; zât mülkümüzde seni halîfe yaptık.

Dünyâ ve âhiret senindir; dilediğince tasarruf et.

Sen olmasan, biz olmazdık; ben olmasam, sen olmazdın.

Sen oldun, biz de olduk. Hakîkat ise bilinmez.

Seninle izzeti ve ganî olmayı kastediyoruz.

Seninle fakrı kastediyoruz; oysa fakr da yoktur."

Page 150: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 14.Bölüm Sıfatlar Tecellîsi-Terzi Baba Şerhi

149

Kelâm tecellîsine nâil olanlardan ba’zılarına da gaybdan seslenilir. Bu şekilde haberlere gerçekleşmesinden önce vâkıf olur. Bu bâzen ona dâir soru soruldu-ğunda ortaya çıkar. Bunlar daha çoktur. Ba’zısına da kendisi sormadan önce Hak'dan olur.

Kelâm tecellîsine nâil olanlardan ba’zıları da, kerâmet taleb eder; Cenâb-ı Hak da kerâmet ikrâm eder. O kimsenin bu kerâmeti, his âlemine döndüğünde Allah ile muhabbet makâmına delîl olur.

Kelâm tecellîsine nâil olanların hallerine âit bu kadar îzâh yeterlidir. Şimdi bahsin konusu olan sıfatlara âit tecellîlere geri dönüyoruz.

Sıfatlar tecellîsine mazhar olanlardan ba'zılarına da Hak, irâde sıfatıyla te-cellî eder; mahlûklar onun irâdesine göre olur. Bunun oluşma şekli şöyledir:

Allah Teâlâ hazretleri bir kimseye "kelâm etme" sıfatıyla tecellî edince, o kelâm etmenin ahad ya’nî tek oluşunun kuvvesiyle mahlûkların hallerine tamâmı ile vâkıf olur. Bundan dolayı eşyâ onun irâdesiyle hâsıl olmuş demektir.

Bu tecellîye ulaşanlardan bir çoğu, âniden geriye dönerek Hak'dan gördüğünü inkâr ederler. Buna sebeb şudur: Hak, o kimseye eşyânın onun irâde-siyle olduğunu ilâhî gayb âleminde aynî müşâhede ile müşâhede ettirince, kul kendi nefsinden bu hâli şehâdet âleminde de ister. Buna muvaffak olamayınca, gaybdaki aynî müşâhedeyi inkâr ederek, âniden geriye döner; kalbinin sırçası kırılır. Hakk'ı müşâhededen sonra inkâr etmiş ve bulduktan sonra yitirmiş olur. Gayb âlemindeki aynî müşâhedenin, şehâdet âleminde de gerçekleşmesine mu-vaffak olmak, "zâtiyyûnun ya’nî zât tecellîsine nâil olanların" özelliklerindendir.

Ma’nâ âleminde ulaşılan yerlerin şehâdet âleminde de tahakkuk etmesi gerekmez çünkü

bunlar kişinin bâtınında olan hâdiselerdir, eğer her bu durumda olan kişide bunlar zâhire çı-karsa bu dünyânın düzeni bozulur. Bu nedenle Cenâb-ı Hakk’ın bu âlem için kullarına verdiği irâde bu âlemde o kullara yetecek kadardır. Bâtındaki irâde ise bu âlemde onu ürettiği kada-rıyla âhiret âleminde kullanılacaktır.

Page 151: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 14.Bölüm Sıfatlar Tecellîsi-Terzi Baba Şerhi

150

Sıfatlar tecellîsine mazhar olanlardan ba'zısına da, Cenâb-ı Hak, kudret sıfatıyla tecellî eder.

Gaybî âlemde kudretiyle var olan şeyler, aynî âlemdeki numûnesinde de hâsıl olur. Bu kudrette ilerleyince ve bu kudretle yükselince, kendisinin sakladığı, kendisine zâhir olur.

İşte bu tecellîde ben, salsala-i ceres işittim. İşitince öyle bir dehşet oluştu ki, terkîbim çözüldü, sûretim eridi, ismim mahvoldu ve yok oldu. Uğradığım şeyin şiddetinden, yüksek bir ağaca asılan bez parçasına döndüm. Şiddetli rüzgâr o bez parçasını durmaksızın sallıyordu. Şimşeklerden, gök gürültülerinden başka bir şey görmüyordum; bulutlar nûrlar yağdırıyor, denizler ateş olarak dalgalanıyor-du; yer gök birbirine karıştı. Ben, kat kat olan zulmet dalgaları içinde kaybolmuş idim. Kudret benim için her biri diğerinden daha kuvvetli olan şeyleri çıkartarak, yüksekten daha yükseğe çıkmak için durakları yırtıyordu. Hattâ yüce otağın celâlesine vurdu. Cemâlin devesi(halatı), hayâl iğnesinin deliğinden geçti. Yük-sek manzarada sağ elin bükülmüş baş parmağı doğruldu. İşte o anda körlük gi-derek, eşyâ var oldu. Cûdî Dağı üzerine gemi oturunca: “fe kâle lehâ ve lil ar-dı’tiyâ tav’an ev kerhen, kâletâ eteynâ tâiîn” ya’nî "Ey yer, gök isteyerek veyâ istemeyerek geliniz," diye seslenildi. Yer gök de "itâatkâr olarak geldik," dedi-ler." (Fussilet, 41/11)

Manzûmenin Tercümesi:

"Zamanda istediğin gibi tasarruf et. Sen efendisin, biz sana köleleriz. Ve düşmanların boynuna kılıcını çek! Senin kılıcın savaşta çeliktendir. İstediğini bağışla, istediğini men' et. Bu men’ etmen cimrilikten dolayı değil, belki istediğini ihsan etme husûsunda salâhiyetin olmasındandır.

İstediğini yakınlaştırmakla saîd kıl! İstediğini uzaklaştırmakla şakî kıl! Saîd kıldığın yakındır, şakî kıldığın uzaktır. İstediğine istediğin temennîyi mülk olarak ver. İstediğini hakîr kıl; hakîr kıldığın kimse için bir daha efendilik mümkün değildir.

Çözülmeyen istediğin düğümü çöz, istediğini düğümle! O düğümlü olarak kalır. Hükümde azâptan korkma, hepsi senin kılıcının altındadır. Depreşemez mülk, melekût senindir. Ceberût ve mele-i a'lâ senindir. Arş-ı mecîd senin izzet mekânındır. Kürsü üzerinde istediğini zâhir edersin, istediğini iade edersin."

Page 152: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 14.Bölüm Sıfatlar Tecellîsi-Terzi Baba Şerhi

151

Himmet ashabının tasarrufları bu tecellîdendir. Hayâl âlemi ve hayâl âle-minde sûret bulan gariplikler ve acâib haller yine bu tecellîdendir. Âlî sihir de bu tecellîdendir. Cennet ehlinin cennette istedikleri şeylerin, kendi arzû ettikleri şekilde meydana gelmesi de bu tecellîdendir. İbnü'l-Arabî'nin kitâbında anlattığı şekilde, Âdem'in çamurunun artığından olan arz-ı simsime'ye bağlı acâiblikler de bu tecellîdendir. Su üzerinde yürümek, havada uçmak, azı çok yapmak, çoğu az yapmak ve bunlara benzer birçok hârikalar yine bu tecellîdendir.

Kardeşim! bu îzâhım sizi zorluklara itmesin. Bunların hepsi bir nev'iden ibârettir. Ancak farklı yönlerinin oluşuyla ta'bîrleri muhteliftir. Bununla saîd olan saîd, şakî olan şakî olur, bunu anla!

Sana, bir nebze olsun ifâde ile ve yazdığım bilmece şiirlerle bir çok sırlara işâret ettim. Eğer o sırlara vâkıf olabilirsen, örtülü perdede olan kader sırrına vâkıf olmuş olursun. O zaman sen de, bir şey için "Kün-Ol!" dersin, netîcesi "yekûn-olur"dur. Ya'nî "Ol!" dersin, "olur". Zâten Allah Teâlâ hazretlerinin emri, "Kâf" ile "Nûn" arasındadır.

Sıfatlar tecellîsine mazhar olanlardan ba'zılarında Cenâb-ı Hak, rahmâniyyet sıfatı ile tecellî eder. Bunun oluşumu şu şekildedir:

Cenâb-ı Hak bir kulu için rubûbiyyet ya’nî rabblık arşı dikince kul, rubûbiyyet arşı üzerine yayılıp, önüne iktidar kürsîsi konulur. O zaman onun rahmeti mevcûdlara sirâyet edicidir. O kimse "zâtı yönünden kudsî, sıfatları yönünden kayyûmî"dir. Kur'ân âyetlerinden okuduğu âyet şudur, "Allâh’ım, sen mülkün sâhibisin; dilediğine mülkü verirsin, dilediğinden mülkü alırsın. Dilediğini azîz kılarsın, dilediğini zelîl kılarsın. Hayr senin kudret elindedir. Sen her şeye kadîrsin. Geceyi gündüze, gündüzü geceye sokarsın. Ölüden diri, diriden ölü çıkarırsın. Dilediğine hesâpsız rızık verirsin" (Âl-i İmrân, 3/26,27).

Bunların hepsi o kimsenin gayb âlemindedir. Şek ve şüpheden uzaktır; ce-binde olan şey'i kontrol etmek gibidir. Bu mertebe, "sıfât tecellîsine mazhar olan-lar" ile "zât tecellîsine mazhar olanlar" arasındaki farktır.

Sıfatlar tecellîsine mazhar olanlardan ba'zısına da Cenâb-ı Hak ulûhiyyetle ya’nî ilahlık ile tecellî eder.

O kimse, zıtları toplamıştır. Beyâz ve siyâhı ihâta etmiştir. Altları ve üstleri, toprağı ve incileri ihtivâ eder. Kul, bu mertebede ismi ve vasfı aklederse de, haşr u neşri inkâr eder. O, işi serâb gibi görür.

Page 153: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 14.Bölüm Sıfatlar Tecellîsi-Terzi Baba Şerhi

152

“Yahsebuhuz zam’ânu mâen hattâ izâ câehu lem yecidhu şey’en ve vecedallâhe indehu fe veffâhu hisâbeh” ya’nî “Susuz kalmış olan kimse serâbı gördüğünde, onu su zanneder; yanına varınca hiç bir şey bulamaz; ancak orada Allah'ı bulur, hesâbını O, öder” (Nûr, 24/39).

Ve bu mertebeye nâil olan kitâbını sağıyla ve soluyla alır. Ve o mertebede söylediği söz: “bu'den lil kavmiz zâlimîn” ya’nî "Zâlimler kavmi uzak ol-sun"dur (Hûd, 11/44).

Şurası da bilinsin ki: Nûr, Kitâb-ı Mestûrdur. O nûr ile Hak dilediğini dalâlete, dilediğini hidâyete ulaştırır. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de “yudillu bihî kesîran ve yehdî bihî kesîrâ” ya’nî "Çoğunu dalâlette bırakır, çoğunu hidâyete ulaştırır" (Bakara, 2 /26) buyrulmuştur.

Yine bilinsin ki; bu ulûhiyyete, bu nûr tecellîsi olmaksızın yol açık değildir. O Allah'ın yoludur. O yol, o kimse için hidâyet, başkaları için dalâlettir. Her iki husûs ile hitâb gerçekleşip de, iki hükme de i'tibâr edilirse, iki isimle de isimleni-lirse, parlayan yıldızlar söner. Oysa o yıldızlar, onun feleklerinde doğmakta ve batmaktadır.

- Bu tecellînin özelliklerindendir ki, kul ona mazhar olunca, bütün dîn anlayışlarının ve mezheblerin görüşlerini tasvîb eder; ve onlardan her birisi-nin çıkış yerlerinin aslını bilir ve saîd olanın ne şekilde saîd olduğunu ve şakî olanın, nasıl şakî olduğunu ve nesiyle şakî olduğunu, değişik dîn anlayışlarının her birisinin içine dalâlet sebeplerinin nasıl girdiğini mü-şâhede eder.

- Yine bu tecellînin özelliklerindendir ki, kul o tecellîde dîn anlayışlarının ve mezheblerin görüşlerinin hepsini hatâlı bulur; hattâ müslümanları, mü'min-leri, muhsinleri, ârif-i billâh olanları bile hatâlı bulur. Onun tasvîb ettiği, an-cak kâmil olan tahkîk ehlinin görüşüdür.

- Yine bu tecellînin özelliklerindendir ki, buna mazhar olan kul için ne nefy ya’nî kaldırma, ne de isbât mümkündür; ve ne sıfâtı söyler, ne de zâtı, ne isme, ne de resme meyleder.

Ben bu tecellîde müheymin melekler ile bir arada oldum. Onları, muhtelif müşâhedelerine göre makāmlarında hayrette kalmış olarak gördüm.

- Nice hayranlığa ve hayrete düşen var, onu cemâl hayrette bırakmış;

- Nice konuşmayan var, celâl onun ağzına gem vurmuş;

Page 154: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 14.Bölüm Sıfatlar Tecellîsi-Terzi Baba Şerhi

153

- Nice konuşan var, kemâl onun lisânını çözmüş.

- Nicelerini, hüviyyetinde kaybolmuş;

- Nicelerini, benliğinde hâzır;

- Nicelerini, vücûdu yokluğa uğramış;

- Nicelerini, müşâhedede vücûd bulmuş;

- Nicelerini, dehşetle hayrette;

- Nicelerini, hayretle dehşette;

- Nicelerini, fenâda erimiş;

- Nicelerini bakâya yükselmiş;

- Nicelerini, vücûdda helâk olmuş;

- Nicelerini, müşâhedede gark olmuş;

- Nicelerini, salt yoklukta secde edici;

- Nicelerini, zorunlu vücûdun gerekliliğinde ibâdet edici;

- Nicelerini, ahadiyyet ateşinde yanmakta;

- Nicelerini, hamdiyyet denizlerine dalmış;

- Nicelerini, ünsiyyeti kaybetmiş, kudsiyyeti kazanmış;

- Nicelerini, ünsiyyeti kazanmış;

- Nicelerini, kudsiyyeti kaybetmiş olarak gördüm.

Bunların halleri, bakana dehşet verici olduğu gibi, sözleri de hayrette kalanı hidâyete sürükleyicidir.

Bunların içinden müşâhedesi en kâmil, oluşumu ve makāmı en yüksek olana, hayrette kalıp güç kanâat eden kimsenin meyli gibi değil, belki bir şeyi öğrenmeyi isteme sûretiyle meyledenin meyli gibi, meylettim. Ona dedim ki: “Ey çok yakın kâmil rûh, ey edîb akdes rûh! Benim için mechûl olan müşâhededeki hâlinden bana haber ver! Resmedilmişliğini bana bildir, ismini apaçık söyle."

Önce açıklamadan kaçınan kimsenin kaçınması gibi, benden yüz çevirdi ve sonra bundan vazgeçen habercinin reddetmeyip kabûl edişi gibi kabûl etti. Sonra dizleri üzerine oturdu, hayretinde düşkünlük gösterdi. Hâlinden sordum, îzâh etti.

Page 155: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 14.Bölüm Sıfatlar Tecellîsi-Terzi Baba Şerhi

154

Sonra dedi ki:

- Benim ismimden sorma; resmedilmişlik kaydında mahsûr kalırsın;

- Büsbütün de terk etme, hakkın bütünüyle mahvolur.

- Safhâlara çok meyletme; zât'ıyla Rabb'in senden perdelenir.

- Düşüncelerini büsbütün sâdece zât ile de sınırlama; toz olmuş gibi olmayı taleb etmiş olursun.

- Bu konuda nefy(-kaldırmak) küfrân, isbât hüsrândır.

- Bunlar, iki denizdir. Hak olan, bunların birdîğerine karışmamasını te'mîn eden berzahtır.

- Beni isbât edersen, beni kendinden başka bir vücûd olarak ikâme etmiş olursun.

- Nefy edersen ya’nî kaldırırsan, ma'nânın hakîkatinden perdelenirsin. "Sen, benim", diyecek olursan, benim fennim nerede, senin fennin nerede!

- Yok, senden başkayım, diyecek olursan, benim hayrımdaki her ma'nâyı yitirmiş olursun.

- Eğer hayrete düşersen, bir tür fakîr olursun, âcizim dersin ve izzet vasfını yitirirsin.

- Kemâle ve nihâyete ulaşmayı iddiâ edersen, o zaman senin işin henüz nihâyette değil, işin başındadır.

- Bunların hepsini terk edersen, gaflet uykusuna düşmüş olursun. O zaman heyhat, yüce maksâd nerede? O zaman seni yitiren, yitirdi.

- Yok, sıfatlar arşı üstünde zâtında kâim olursan, senin kemâlin nerede, be-nim kemâlim nerede? Benim olan, senin olur mu?

Nefy ve isbât şerîat ve tarîkat mertebesinde geçerlidir çünkü orada kaldırılan şeyler

kendimizde ürettiğimiz hayâlî ve vehmî varlıklardır. İsbâtlanmaya çalışılan ise hakîkati idrâk etmeye çalışmaktır. İşte bu mertebelerde bu hayâller kaldırılacak ki sâf Allah ilmi ortada kalsın. Bu haller geçildikten sonra ancak nefy ve isbât kalmaz.

Page 156: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 14.Bölüm Sıfatlar Tecellîsi-Terzi Baba Şerhi

155

Manzûmenin Tercümesi:

"Nedendir? diye hayretimde hayrete düştüm. Onu tefekkürde vehmim devamlı hayrettedir. Bilmiyorum, bu hayrette olma benim kalbimin câhilliğin-den mi, yoksa ilminden midir? Cehâletindendir, dersem, yalandır. İlmindendir dersem, ondaki hayretim nedendir?"

Benim feleğim, felek-i a'lâdır. Mescîdim, Mescid-i Aksâ'dır. O mescîd, etrafını ziyaret eden hey'etler için mübârektir; ona ulaşacaklar için akan tatlı sudur. Kim benim denizimde yüzebilirse, onu gerdanıma gerdanlık yaparım. Kim benim küheylanıma binebilirse, ona memleketlerimi gezdiririm. Kim haddini aşarsa ve kendinde mevcûd olmayanı iddiâ ederse, perde ile devâmlı ona buğz ederim. “Lâ tefterû alallâhi keziben fe yushıteküm bi azâb” ya’nî "Allah'a yalan iftirâ et-meyin, sizi azâb ile kökünüzden söker" (Tâhâ, 20/61). Sırât-ı müstakîm benim; eğri ve doğru, sonradan olan ve kadîm yine benim.

Bu şekilde vücûd hazretinde ve kelâm etme hazretinde karşılıklı konuşma kadehleri döndü durdu. Öyle bir hâle geldik ki, dalgalanan dalgalandı, bu dalga-lanmayla ibrikten taşan suya karşılık bedel olarak ışık parladı. Ona rekb-i masûn ya’nî muhafazâlı bineklerden ve “Anin nebeil azîm; Ellezî hüm fîhi muhtelifûn” ya’nî “hakkında ihtilâf olan büyük haberden” (Nebe', 78/2,3) sor-dum.

"Söyleyeceğimiz sözü dinle: Söylediğin bu isimler, isimlerin en zirvesinde söylenen isimlerdendir," dedi. Ve bana en anlaşılır dil ile ve en açık beyân ile, in-dinde mevcûd olan sırları saklamadan söylemeye başladı.

Dedim ki: “Bunun hakîkati nedir?”

Dedi ki: “Er rahmân; Allemel kur’ân” (Rahmân, 55/1,2) "Rahmân Kur'ân'ı tâlim etti."

Dedim ki: “Ey kudretli zât! Bana benden haber ver!"

Dedi ki: “Halakal insân; Allemehül beyân; Eş şemsu vel kameru bi husbân; Ven necmu veş şeceru yescudân; Ves semâe refeahâ ve vedaal mîzân” (Rahmân, 55/3-7) "İnsanı halk etti, ona beyânı öğretti. Ay ile güneş hesâplar iledir. Yıldızlar ve ağaçlar secde ederler. Ve semâyı yükseltti ve mîzânı koydu."

Page 157: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 14.Bölüm Sıfatlar Tecellîsi-Terzi Baba Şerhi

156

Dedim ki: “Ey yeni olan kadîm, bana benden haber ver! Beni benden bana döndür!"

Cevâben dedi ki: “İzeş şemsu kuvviret; Ve izen nucûmun kederet; Ve izelcibâlu suyyiret; Ve izel ışâru uttılet; Ve izel vuhûşu huşiret; Ve izel bihâru succiret; Ve izen nufûsu zuvvicet” (Tekvîr, 81/1-7) "Güneş dürüldüğü zaman, ve yıldızlar solduğu zaman, ve dağlar yürütüldüğü zaman, ve yüklü develer salındığı zaman, ve vahşiler haşrolunduğu zaman, ve denizler tutuşturulduğu zaman, ve nefsler çift olduğu zaman."

O sırada alîm olan zât, hakîm bir dil ile dedi ki: “Ve izel mev’udetu suilet; Bi eyyi zenbin kutilet; Ve izes suhufu nuşiret; Ve izes semâu kuşitat; Ve izel cahîmu su’ıret; Ve izel cennetu uzlifet; Alimet nefsün mâ ahdaret” (Tekvîr, 81, 8-14) "Ve diri diri gömülen kız çocuğuna sorulduğu zaman; hangi günâh sebe-biyle öldürüldüğü; ve sayfalar neşredildiği zaman; ve semâ sıyrılıp kaldırıldığı zaman; ve cehennem kızıştırıldığı zaman; ve cennet yaklaştırıldığı zaman; her nefs ne hazırladıysa bilecektir."

Dedim ki: “Ey acâib hakîm! Bana "Batı Ankâ’sından haber ver! Beni, "Kâf" ile "Nûn" arasında gizli olan defîneye ulaştır."

Dedi ki: “Kadîm’in benden sana haber verdiği, benden sana söz olarak yeter."

Dedim ki: “Bu bana yetmez."

Dedi ki: “Biraz daha mı arttırayım?"

Dedim ki: “Arttır!"

Dedi ki: “Dosdoğru haber ve reşîd görüşle, benden sana lâzım gelenden fazlası söylendi."

Dedim ki: “Bunu anlamak bana uzaktır. Yâ Mevlânâ! Sen kimsin?"

Cevâben, "Kulların zâtıyım" dedi.

Sonra: “Ve hüm fîhâ lâ yesmeûn” (Enbiyâ, 21/100) "Onlar orada işitemez-ler" âyetini okudu. Ve “İnnemâ kavlunâ li şey’in izâ erednâhu en nekûle lehu kün fe yekûn” (Nahl, 16/ 40) "Biz bir şeyi istediğimizde, o şeye "Ol!" deriz, olur" âyetini ilâve etti.

Page 158: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 14.Bölüm Sıfatlar Tecellîsi-Terzi Baba Şerhi

157

Şerh edilmiş bir sûrette aramızda makâmlardan ve hazret mertebelerinden bahis ile fikirleri evvelce söylenmemiş şekilde söylemeye başladı. Sohbet öyle bir dereceye geldi ki, saâdet rüzgârı esti ve o rüzgâr ile efendilik bayrağı dalgalandı. Onun kokusunun lezzetini kokladım, güzel kokular yaymasının lezzetleriyle bizzât zâtımda lezzetler oluştu. Bu lezzetler, beni benden aldı; beni benden bana çekti; ma'nevî kuvvetlerim çözüldü; aşkımın hiddeti eridi. Var olan şeylerle, eskiden gelen ve yeni ulaşan bütün bilgiler mahvoldu. Kabîlenin resimleri söndü. Ne ölü, ne diri geriye hiç bir şey kalmadı.

İşte o sırada ben, ebedî ölüm ile öldüm, ezelî bir dövülüp yumuşatma ile yok hükmünde oldum. Bu bir hâldi ki, bundan sonra ne uyandırma var, ne yeniden diriliş, ne de gâib olmak var, ne de hâzır olmak!

İşte bu şekilde, diri olan fânî olunca ve varlık yurdundaki helâk olunca ken-disine:

“Li menil mülkül yevm” ya’nî “O gün mülk kimindir?” (Mü’min, 40/16) diye sordu.

“Lillâhil vâhidil kahhâr” ya’nî “Vâhid’il Kahhâr olan Allâh’ındır” (Mü’min, 40/16) diye cevâb verdi.

Bizler bu âyet-i kerîmenin sâdece âhirette tahakkuk edeceğini zannediyoruz oysa ilâhî hakîkatleri idrâk eden her kişi için bu âyet-i kerîme her an tahakkuk etmektedir.

Page 159: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 15.Bölüm Zât Tecellîsi-Terzi Baba Şerhi

158

حيم حمن الر� بسم الر�BİSMİLLAHİR RAHMÂNİR RAHİYM

Zât Tecellîsi Hakkındadır

Şiirin Tercümesi:

"Zât için, ferahlığı aradan çıkarılırsa, sende çok büyük lezzetler vardır. Zâttan başka her toplanmış farktadır.

Zât, vasfedenin vasfından münezzeh olarak tecellî eder; o tecellîde ne i'tibâr, ne de izâfet vardır.

Zât, güneş gibi doğunca, yıldızların vasıfları kaybolur. Bu bir nefydir; ammâ hükümde onun için isbât vardır.

Zât, karanlıktan ibârettir. Ne sabahtır, ne de şafak. O menzile giden kafile-ler için yolda hayret sahrâları vardır.

Nice delîller, zâtı kastederek kâfileye delîl olmak istedi. Delîl hayrette kaldı. Kâfileyi gideceği yere götürecek şimâl rüzgârları da esmedi.

Zâtın yolları gizlidir; ne resmi vardır, ne alâmeti. Ona çalışmakla ulaşmak mümkün değildir. Ona azametler koruyucu perde olmuştur.

Zâtın yolu gizli, zahmetli, kadîm bir yoldur. Fakat ona ulaşmaya hevesle-nen vehim kâfileleri, duraksamışlar ve daha ileriye gidememişlerdir.

Zâta karşı âlimlerin ilimleri, cehâletin zifiri karanlığı gibidir.Bu yolda hidâyet ile dalâlet eğer vuslat olmamışsa eşittir.

Zâtın sırflığından dolayı akıl onunla karışmaya muzaffer olamamıştır. Fikir için de bu vâdîde ondan alabileceği bir koku yoktur.

Hidâyet ateşi, zât yollarında alâmet göstermemiştir. Takvâ nurlarının zâta ulaştıracak ışığı yoktur.

Zâtın öyle yolları vardır ki, o yollarda yürüyenlerin delîlleri bile hayrette kalmışlardır. Değil sâliklerin, delîllerinin bile hayât ve memâtından haber yok-tur.

Page 160: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 15.Bölüm Zât Tecellîsi-Terzi Baba Şerhi

159

Zâtın vasıfları, zâtın izzet denizinde gark olmuştur. Onun özünü tam olarak bilmede, vasıflar dahi, ölülerden başka bir şey değildir.

Zâtın mâhiyetini isim ile, vasıf ile tam olarak bilmeye yol yoktur. İşte zâtın yüceliği bu manzûmede açıklandığı şekildedir."

Şu bilinmelidir ki, zât, “mutlak vücûd”dan ibârettir; onda i'tibârların, izâfele-rin, bağıntıların ve vecihlerin hepsi düşmüştür. Fakat bunların düşmesi, “mutlak vücûd”dan hâriçte olması şeklinde değil, belki bahsedilen i'tibârların hepsinin “mutlak vücûd”un cümlesinden olması şeklindedir. Ya'nî o i'tibârlar, “mutlak vücûd”da ne nefisleriyle, ne de bağıntılarıyla düşünülmeyip, belki “mutlak vücûd”un mâhiyetinin aynı olması şeklinde düşünülmelidir.

İşte o “mutlak vücûd”, öyle bir sâde zâttan ibârettir ki, onda ne ismin, ne niteliğin, ne bağıntının, ne de izâfetin, ne de bunlara benzeyen bir şeyin zuhûru yoktur. Şayet, bu bahsedilenlerden bir şey zâtta gözükürse, o zaman bağıntı, sırf zâta bağlanmayıp, belki görünme yerine bağlanır. Çünkü zâtın kendisindeki hükmü, küllîlere, cüz'îlere, bağıntılara, izâfelere kapsam olmaktan ibârettir. Fakat bu kapsam oluşu, bahsedilen i'tibârların devamlılığı hükmüyle değil, belki zâtın ahad ya’nî tek oluşunun saltanatı altında yok olması hükmüyledir.

Ne zaman zâtta vasıf, yâhut isim, yâhut nitelik i'tibârı olursa, o i'tibâra bakış, i'tibâr olunan şey içindir; yoksa zât için değildir. Bunun için biz, "zât, mutlak vücûddur" dedik; "kadîm vücûddur", "zorunlu vücûddur" demedik. Eğer öyle demiş olsaydık, bu ta’bîrler ile kayıtlamak gerekirdi. Yoksa ma'lûmdur ki, burada zâttan kasıt, kadîm olan zorunlu vücûdun zâtıdır. Bizim "el-Vücûdu'l-Mutlak" sözümüzdeki "el-Mutlak" ta'bîrimizden dolayı mutlaklık vasfı ile kayıtlamak ge-rekmez. Çünkü "mutlak"ın anlamı, kendisinde vecihlerden bir vecih ile kayıtlan-ma olmayan şey demektir.

Bu çok hassas bir mes’eledir, bunu anla!

Bir ifâde olması ve varlığının kabûl edilmesi ma’nâsında bu terimler kullanılmaktadır. Bu

vücûd beşerî olarak anladığımız ma’nâda somut bir vücûd değildir.

Şu da bilinmelidir ki: Sırf ve sâde olan zât, sırflığından ve sâdeliğinden te-nezzül edince, zâtın sırflığına ve sâdeliğine katılan üç tecellîgâhı vardır.

Page 161: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 15.Bölüm Zât Tecellîsi-Terzi Baba Şerhi

160

İlk tecellîgâh, “ahadiyyet”tir. Ahadiyyette, i'tibârlardan, izâfelerden, isim-lerden, sıfatlardan ve daha başkalarından hiç bir şey için zuhûr yoktur. Aha-diyyet, sırf zâttan ibârettir. Yalnız zâta, ahadiyyetin ya’nî ahad-tek oluşunun bağıntısı vardır. Bu bağıntı sebebiyle zât, sırflıktan tenezzül etmiştir.

İkinci tecellîgâh, “hüviyyet”tir. Hüviyyette, bahsedilen i'tibârlar ve izâfeler gibi şeylerden hiç birinin zuhûru yoktur. Yalnız hüviyyette ahadiyyet'in zuhûru vardır. Bunun için hüviyyet, sırflığa katılmışsa da, bu katılışı ahadiyyet'in sâdeliğe katılmasına göre daha aşağıdadır. Çünkü hüviyyette, hüviyyet ile gâyba işâret edilmesi yoluyla gayblığı anlama vardır, bunu anla!

Üçüncü tecellîgâh, “enniyyet” ya’nî “benlik”tir. Benlikte de i'tibârlar ve iza-feler gibi şeyler için zuhûr olmayıp, bunda her halükârda hüviyyetin zuhûru vardır. Benliğin sâdeliğe katılması, hüviyyetin sâdeliğe katılmasından daha aşağıdadır. Çünkü benlikte özel bir kasıt ve huzûr ve hâzır anlayışı vardır. Özel kasıt ile olan şey "Hakk'a değil" bize göre, gaybta olma rütbesinden ve akılla idrâk edilebilen bâtından daha yakındır. Bunu iyi düşün ve anla!

Cenâb-ı Hak Kur'ân'da “innehû enallâhu“ ya’nî “Mutlakâ O, Ben Allâh’ım” (Neml, 27/9) buyurdu. Bu yüce sözde:

- "İnne-Mutlakâ" ahadiyyet'e işârettir; çünkü "inne" kayıtlama olmaksızın salt isbâta işâret eder. Ahadiyyet de, salt mutlak zâttan ibâret olup, kendi-sinde hiç bir yönle kayıtlanma yoktur.

- "İnnehû" daki "hüve-O" zamîrine gelince; bu da, ahadiyyet'e katılmış olan "Hüviyyet"e işârettir. Bunun için "inne" ile berâber, birleşik olarak zâhir oldu.

- "Ene-Ben" kelimesi de, "ahadiyyet"e katılmış olan "hüviyyet"e katılan "en-niyet ya’nî benliğe" işârettir. Bunun için söylemde mübtedâ ya’nî fâilin bulunduğu kısımdadır ve kendisine yüklem isnâd edilen oldu. Yüklem ise, "ene"ye isnâd edilmiş olan "Allah" kelimesidir. Burada "benlik", vâhi-diyyet hüviyyetinin menziline tenezzül etmiştir.

Bu üç tecellîgâhtan her birisi, sâde ve sırf zâttan ibârettir. Bu üç tecellîgâhtan sonra ancak "vâhidiyyet"ten ibâret olan tecellîgâh vardır. O tecellîgâhın mertebesi "Ulûhiyyet" ta’bîri ile ta'bîr edilmiştir ve o mertebeye hakedici olan "Allah" ismi-dir. Âyet-i kerîme dahi, düzenleniş şekliyle anlattığımız îzâha işâret etmektedir.

Bu bahis dahi çok iyi düşünülsün.

Page 162: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 15.Bölüm Zât Tecellîsi-Terzi Baba Şerhi

161

Cenâb-ı Hakk’ın enniyyetinden ya’nî benliğinden “İnsan” ve “Kur’ân”; hüviyyetinden de “Beyt’ül Atik”, “âlemler” meydana gelmiştir. Önce hüviyyetinden âlemlerin zuhûr etmesinin sebebi insanın ortaya çıktıktan sonra kendisine faaliyet göstereceği bir zemînin gerekli olma-sıdır. Bu zemîn-evden kasıt ise özel olarak ya’nî simge olarak “Beyt’ül Atik”, genel olarak ise Cenâb-ı Hakk’ın tecellî edeceği bütün mevcûdlardır. Diğer yönden bakıldığında ise, hüviyyetinden Kelime-i Tevhîd ya’nî “lâ ilâhe illallâh”, enniyyetinden ise “Muhammed’ür resûlullâh” kaynaklanmaktadır. Çünkü risâlet hüviyyetini açıklamaktadır ya’nî “lâ ilâhe illal-lah”ın ne olduğunu risâleti ile açıklamaktadır. İşte “Er rahmân; allemel kur’ân; halakal insân; allemehül beyân” (Rahmân, 55/1-4) âyet-i kerîmesinde belirtilen oluşum bu mer-tebede oluşmaktadır. Rahmân Kur’ân’ı ahadiyyetin inniyyetinden burada ta’lim etmiştir ve zâtın ilk talebesi rahmâniyettir ve ilk olarak kelime-i tevhîdi zikreden mahal olmuştur. Bun-dan sonradır ki bütün ilm-i ilâhî ona emânet edilmiştir.

İşte bunlar program olarak meydanda iken bunlara zuhûr mahalli gerekti ve inniyyet vâhidiyyete tenezzül etti. Vâhidiyyette ulûhiyyet ya’nî ilâhlık zuhûra çıktı. Onun öncesinde âbid olmadığı için ma’bud da yoktur. Vâhidiyyet zâtî ve subûtî sıfatları meydana getirdikten sonra onun tecellîgâhı olarak rahmâniyyet meydana geliyor, buradan rubûbiyyete latîf varlık-lar olarak, oradanda melikiyyette tenezzül ile kesîf varlıklar olarak zuhûra çıkmış olmaktadır.

Bu anlatılan îzâhları anladınsa, şunu da bilmekliğin lâzımdır ki; "Zâtiyyûn ya’nî zât tecellîsine nâîl olanlar", kendilerinde zâtî ilâhî latîflik bulunan kimseler-den ibârettir.

Daha önceki izâhlarda beyân olmuştu ki, Cenâb-ı Hak kulu üzerine tecellî edip de, o kulu nefsinden fânî kılınca, o kulda onun yerine ilâhî bir latîflik koyar. İşte o latîflik ba'zen "zâtî" ba'zen de "sıfâtî" olur.

Eğer o ilâhî latîflik, zâtî olursa:

- Bu yüce mertebeye mazhar olan insânî görüntü, "kâmil bir ferd ve herşeyin kendisinde toplandığı gavs"tır;

- Vücûd işi, onun üzerinde döner;

- Rükû' ve secde etmek ona olur.

- Cenâb-ı Hak âlemi onunla muhâfaza eder.

- "Mehdî" ve "Hâtem" diye ta'bîr edilen odur.

- Âdem (a.s.) kıssasında kendisine işâret edilen "halîfe" de budur.

- Mevcûdların hakîkatleri, onun emrine uymaya, demirin, mıknatısa çekilme-si gibi çekilmektedir.

- Bu zât, kâinât üzerinde azametiyle gâlib ve kahredicidir.

- Her istediğini kudretiyle işler;

Page 163: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 15.Bölüm Zât Tecellîsi-Terzi Baba Şerhi

162

- Ondan hiçbir şey örtülü değildir. Bunun sebebi, o velîdeki ilâhî latîflik sâde zâttan ibâret olup, ne ilâhî Hakk’a dönük mertebeyle, ne de kulluksal halka dönük mertebeyle kayıtlı değildir;

- Bundan dolayı ilâhî mevcûtların ve halka dönük mevcûtların mertebelerin-den her mertebeye hakkını veren odur. Çünkü o mertebede hakîkatlere hak-kını vermeye mâni' olacak bir şey yoktur; Zâtta bunu tutan ve mâni' olan, zâtı bir rütbe veyâhut bir isim veyâhut belirli bir sıfatla veyâ halka dönük bir sıfat ile kayıtlamaktan kaynaklanır. Oysa o zâttan bu tutuş ve mâni' oluş, kalkmıştır. Çünkü o, sâde zâttan ibârettir.

- Bütün eşyâ onun indinde bi'l- kuvve ya’nî potansiyel olarak değil, bi'l-fiil mevcûddur; çünkü mâni' yoktur. Eşyânın zâtında ba'zen potansiyel, ba'zen bi'l-fiil olunması ise, mâni'ler yüzünden olur. Mâni’lerin kalkması da, ya zât üzerine bir "geliş" veyâhut zâttan bir "çıkış" sebebiyledir. Bundan başka mâni'in kalkması ba'zen hâle, yâhut vakte, yâhut sıfata, yâhut bunlara ben-zeyen bir şeye denk gelir. Bahsedilen zât ise bunların hepsinden münezzeh olmuştur.

- Netîce, o zât her şeye halkını ve hidâyetini verir; “a’tâ külle şey’in halkahu sümme hedâ” (Tâhâ, 20/50).

Ehlûllah, zât tecellîsi bahsi bir yana, ahadiyyet tecellîsini bile îzâh etmekten men' etmiş olmasalardı, ben zât hakkında tecellîlerin garîplikleri ve acâibliği husûsunda lâzım gelen sözleri söylerdim. Hem o şekilde ki, tecellîler hakkındaki izâhlarımız, sâdece zâtî olarak ilâhî olur ve isimler ve sıfatlar ve diğerleri için o tecellîler arasına girmeye mecâl ve imkân olmazdı. O hassas îzâhları gayb erleri-nin anahtarları ile ilâhî gayb hazînelerinin mahzeninden şehâdet âleminin safha-ları üzerine en latîf ibare ve en zarîf işâretle dökerdim. Ve bahsedilen bu anahtar-lar ile kilitli olan akıl kilitlerini açarak, "kul" denilen deve (halat), vuslat iğneleri-nin deliğinden geçer; sıfât perdeleriyle korunan ve nurlarla ve karanlıklarla örtü-lü olan zât cennetine girerdi.

“Yehdîllâhu li nûrihî men yeşâu ve yadribullâhul emsâle lin nâsi, vallâhu bi külli şey’in alîm”

“Allah dilediğini nûruna hidâyet eder ve böyle misâlleri insanlar için vere-rek, gafleti giderir. Allah, her şeyi bilendir” (Nûr, 24/35).

Page 164: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 16.Bölüm Hayât Hakkında-Terzi Baba Şerhi

163

حيم حمن الر� بسم الر�BİSMİLLAHİR RAHMÂNİR RAHİYM

Hayât Hakkındadır

Bir şeyin kendisi için vücûdu, o şeyin tam hayâtıdır. Bir şeyin başkası için vücûdu, o şeyin izâfî hayâtıdır. Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri, kendisi için mevcûddur; bundan dolayı "Hayy"dır. Hayâtı, tam hayâttır; ona ölüm gelmez.

Halk, varlığı i'tibârı ile "Allah için mevcûd" demektir. Bundan dolayı halkın hayâtı, izâfî hayâttır; onun için hayâtına fenâ ve ölüm gelir.

İşte “innâ lillâhî ve innâ ileyhi râciûn” ya’nî “Muhakkak biz Allah içiniz ve muhakkak

O’na döneceğiz” (Bakara, 2/156) âyet-i kerîmesini kim anlamış ise yukarıda belirtilen hakîkate ulaşmış olmaktadır. İşte kişilerin hayâtının izâfî olduğu ve kendilerinde bulunan hayâtın Cenâb-ı Hakk’ın hayâtı olduğu bu âyet-i kerîme içerisinde açıkça belirtilmiştir. Bu nedenle cenâzelerde tabutların üzerine bu âyet-i kerîme yazılmaktadır.

Bundan sonra şurası da salt bir hakîkattir ki, Allah'ın halktaki hayâtı, vâhid ya’nî bir olan tam hayâttır. Lâkin halk, o hayâtta çeşitlidirler.

- Halktan ba'zılarında hayât, tâm sûret üzerine zâhir olur. Bu insân-ı kâmildir. Çünkü insân-ı kâmil, kendisi için hakîkî vücûd ile mevcûddur, mecâzî ve izâfî olmadan. Bundan dolayı o, tam hayât ile hayydır. İnsân-ı kâmilin dı-şındakiler böyle değildir. Melâike-i illiyyûn da denilen müheymîn melekler; "Kalem-i a'lâ, Levh-i mahfûz" ve o türden olan diğerleri gibi, unsurlardan oluşmayan şeyler, insân-ı kâmile dâhil edilmiştir. Bunu anla!

- Mevcûdlardan ba'zılarında hayât, kendi sûreti üzerine zâhir olur, ammâ tam değildir; hayvânî insan ve melek ve cin gibi. Çünkü bunlardan her biri, ken-disi için mevcûddur, şu veyâ bu şekilde kendisinin olduğunu bilir. Lâkin o vücûd, onun için hakîkî değildir. Çünkü başkasıyla kâimdir. Böyle olduğu için, o Hak için mevcûddur, onun için mevcûd değildir. Bundan dolayı hayâtı tam değildir.

Page 165: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 16.Bölüm Hayât Hakkında-Terzi Baba Şerhi

164

- Mevcûdlardan ba'zılarında da hayât zâhirdir; ammâ kendi sûreti üzerine değildir; diğer hayvânların hayâtı gibi.

- Mevcûdlardan ba'zılarında da hayât bâtındır. Bundan dolayı kendisi için değil, başkaları için mevcûddur; bitkiler, mâdenler ve bunlara benzeyen şey-ler gibi.

Özetin özeti: Bahsedilen şeylerin hepsinde hayât mevcûddur. Mevcûdlardan hiç bir şey yoktur ki, hayy olmasın. Çünkü vücûdu, hayâtın aynıdır. Fark ancak hayâtın tam veyâhut tam olmayışındadır. Hattâ belki hayâtı tam olan Hakk'ın hayâtından başka bir hayât yoktur. Çünkü Hak, mertebesinin hakediş derecesi üzerindedir. Noksan veyâhut fazla olunca, o mertebenin yok olması lâzım gelir.

Bundan şu sonuca ulaşırız ki: Vücûdda, hayâtı tam hayât ile hayy olandan başka mevcûd yoktur. Çünkü hayât, "vâhid ya’nî bir ayn"dır. Onun eksilmesine ve kısımlara ayrılmasına imkân yoktur. Çünkü ferd olan cevherin parçalara ayrı-lıp bölünmesi mümkün değildir. Bundan dolayı hayât, bu ferd olan cevherden ibâret olup, her şeyde kendisi için kemâliyle mevcûddur. Onun için bir şeyin şey-liği, o şeyin hayâtıdır. O hayât da, eşyânın ayakta durmasına ve kıvâmına sebep olan "Allâh’ın hayât"ından ibârettir.

İşte her varlıkta o varlığın yaşam gereği içerisinde bir hayât olduğundan ve bunun da

kemâlâtı ve mertebeleri olduğundan dolayı, hayvân mertebesinin altındakilerde bu kemâlât zuhûra çıkmadığı için müstâkil olarak hareketleri yoktur.

Biz insanların farkı ise “ve nefahtü fîhi min rûhî” hakîkatiyle inniyyetinden kaynakla-nan rûhumuz ve hüviyyetinden kaynaklanan cesedimiz yönüyledir. İşte Kadir Gecesi denilen o muazzam ânda; hüviyyetinden meydana gelen cesedi ile inniyyetinden meydana gelen irfâniyeti vuslat ederek buluşmuştur.Efendimiz (s.a.v)’de kemâle eren vücud-i muhammedî ile;

-gerçî bütün âlem hakîkatte vücûd-i muhammedîdir ancak Efendimiz (s.a.v) bu bireysel ma’nâda insan vücûdunun en üst yapıda kemâle ermesidir, Âdem (a.s)’dan başlayan oluşum burada kemâle çıkmıştır. O kemâlât ise inniyyetinden meydana gelen Kur’ân ile insânın ma’nâsı olan iki kardeşin Kadir Gecesi buluşmasıdır-

ilm-i muhammedî ilk def’a bu gecede buluşmaya başlamıştır. Eğer Resûllullâh (s.a.v) Efendimiz’in bu kemâlli vücûdları olmasaydı Kur’ân-ı Kerîm orada inmezdi. Eğer bu kemâlli vücûd olmadan yine de Kur’ân-ı Kerîm inseydi o oluşumun ismi Kur’ân’ın inmesi olmazdı.

İlk def’a Mekke’de, Beytullâh’da zuhûr eden Efendimiz (s.a.v), ki Beytullâh’da bir bakıma ev, mahal ya’nî Allah’ın ilmini alabilecek yer demektir ki o da hazret-i Resûlullâh (s.a.v)’ın mübârek bedenleridir ayrıca. İşte Kur’ân-ı Kerîm’in bu muhâfaza mahalli hâzır olmasaydı Kur’ân-ı Kerîm inmezdi. Kur’ân-ı Kerîm’in inmesi demek ise yeni yeni bir şeylerin yoktan zuhûr etmesi demek değildir; Kur’ân’ın inmesi kendisindeki hakîkatlerin bireylerde zuhûra

Page 166: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 16.Bölüm Hayât Hakkında-Terzi Baba Şerhi

165

çıkmasıdır. Kur’ân-ı Kerîm’in ilk inmeye başladığı andan i’tibâren her kim ne anlamış ise on-lara sürekli inmektedir ki, şu anda dahi inmektedir ve şu an dahi Kadir Gecesidir ve gelecek-te dahi inmeye devâm edecektir. Kim ki bir âyet-i kerîmenin hakîkatini, kadrini idrâk ediyor-sa onun o an Kadir Gecesidir.

İşte bunun gerçekten tam anlamıyla yaşanabilmesi için insanın fizîki olarak bir eğitim-den geçmesi lâzımdır ya’nî namazını kılması, orucunu tutması, hacca gitmesi, zekâtını ver-mesi, ki kendini temizlemiş ve pâk, tâhir hâle gelsin ki o tertemiz bilgiler o mahalle inebilsin, gelebilsin. Tertemiz bir misâfir tertemiz bir yer ister, kirli paslı bir mekânda o misâfir bekle-tilmez. Misâfir bir def’a gelir nezâketen sesini çıkarmaz ancak lâyıkıyla kabûl görmezse ve mekânda pis ise bir daha uğramaz, hattâ geldiğinde kapı da kapalıysa hemen kapıdan dö-nerde senin haberin bile olmaz.

İşte bu şekilde bizlere gelen Kur’ân, bizim Kur’ân’ımızdır. Ancak bu yeni bir Kur’ân ol-mayıp mevcûd olanın aslî haliyle bize açılmasıdır.

İşte bu “İnsân-ı Kâmil” kitabı gibi kitaplarda bunları anlatmaktadır. Bunları anlamadı-ğımız sürece ne kadar dînin fıtrî yönlerini öğrenirsek öğrenelim hepsi taklîdî olur, tahkîkî ol-maz. Taklîdi dediklerimiz kötü şeyler mi, peki; Hayır onlar da güzeldir, onların da mertebeleri ve tahakkuk mahalleri vardır, ancak biz dünyâya sâdece fıkıh ilmini öğrenmek için gelmedik, ilâhî ilmi, hakîkî ilmi, kendi ilmimizi öğrenmek için geldik. Bu kadar yorulmalarımız bu kadar çabalarımız ve yol almalarımız bunun içindir. Cenâb-ı Hakk’ın inniyetinden on sekiz bin âlemi aşarak geldik ve yine o kadar ma’nâ âlemlerini aşarak Kitâb’ı geldi ki, işte bu iki muazzam hâdisenin burada birleşmesi gerekiyor. Ayrı kaldıkları sürece birbirlerinden haberleri olmaz. İşte o kadar uzak mesâfelerden gelen bu iki oluşum birbirine 10 santime kadar yaklaşıyor ancak bir türlü o mesâfeyi de kat’ edip kafamızdan içeriye geçemiyor, ne kadar acı ve acâib bir durum. Bizlere bu muazzam oluşum bedâva verildiği için bizler farkında değiliz.

İşte bu şekilde hayâta baktığımız zaman “Hayy” esmâsının zuhûr mahalli olan biz insa-nın üstünlüğü Cenâb-ı Hakk’ın bize verdiği ilmi iledir. Cenâb-ı Hakk’ın hüviyyetinin ve inniyyetinin kemâl zuhûrlarını bu dünyâ âleminde buluşturduğumuz zaman insân-ı kâmil bu-dur işte. Kişi isterse diğer teferruatlı bilgileri bilmesin, burada anlatılan şu mes’eleyi o bildiği zaman kâmil insandır, o ona yeter. Tabî’ işin daha ötesi vardır ancak kendi birimsel varlığı için o kâmildir.

İşte eşyânın Cenâb-ı Hakk'ı "hayy" ismi yönünden tesbîh etmesi, bundan ibârettir. Çünkü vücûdda her şey, Hakk'ı her ilâhî isme göre tesbîhtedir. Şu halde mevcûdların Allah'ı “Hayy” ismi yönünden tesbîh etmesi, hayâtı ile vücûdunun aynı olmasından ibârettir.

- Eşyânın "Alîm" ismi yönünden Hakk'ı tesbîhi, ilâhî ilmin altına girmelerin-den ibârettir. Eşyânın Cenâb-ı Hakk'a "Yâ Alîm" demesi, Hakk'ın o eşyâ üze-rine tahsîs edilmiş bir sıfat ile hükmetmesinden meydana gelerek, eşyânın kendi nefislerinden Hakk'a ilim vermesi demektir.

- Eşyânın Hakk'ı "Kadîr" ismi yönünden tesbîhi, kudretinin altına girmelerin-den ibârettir.

Page 167: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 16.Bölüm Hayât Hakkında-Terzi Baba Şerhi

166

- Eşyânın Hakk'ı "Mürîd" ismi yönünden tesbîhi, hakedişine göre, eşyâyı Hakk'ın irâdesine tahsîs demektir.

- Eşyânın Hakk'ı "Semî"' ismi yönünde tesbîhi, eşyânın Hakk'a kelâmını işit-tirmesi demektir. Bu kelâm da, eşyânın hakîkatlerinin hakedişlerine göre hâl lisânı iledir. Fakat Allah ile eşyâ arasında bu kelâm, söz lisânı ile olur.

- Eşyânın Hakk'ı "Basîr" ismi yönünden tesbîhi, hakîkatindeki hakedişi yö-nüyle, ilâhî görme altında taayyünü demektir.

- Eşyânın Hakk'ı "Mütekellim" ismi yönünden tesbîhi, ilâhî kelimeden vücûd bulması demektir. Bâkî esmâ-ı ilâhiyyeyi de buna kıyâs et!

Diğer ilâhî isimleri de bunlara kıyâs et!

Bunları bildinse, şunu da bil ki; Eşyânın hayâtı, eşyâya nisbetle "sonradan olma", Allah'a nisbetle "kadîm"dir. Çünkü o hayât, ilâhî hayâttır. Hakk'ın hayâtı, Hakk'ın sıfatıdır; Hakk'ın sıfatı ise, zâtına dâhildir. Bunu ne zaman akıl yoluyla anlamak istersen, kendi hayâtına bak ve hayâtını sana olan tahsîs edilmişliği yö-nünden kayıtla! O zaman sana mahsûs olan rûhtan başka bir şey bulamazsın. Rûhun ise, sonradan olma rûhtur. Bakışını sana mahsûs olan bu hayâttan çekip de, müşâhedeli bir bakış açısından her hayy olan mevcûdun hayâtının da, senin hayâtın gibi olduğunu zevk edebilirsen ya’nî bizzât hakîkatini yaşarsan, o zaman hayâtın, bütün mevcûdlara sirâyet edişini müşâhede eder ve anlarsın ki, âlemi ayakta tutan hayât, Hakk'ın hayâtından ibârettir. İşte o hayât, ilâhî kadîm hayat-tır.

Bu anlatılan îzâhlarımda, hattâ kitâbımın tümünde işâret ettiğim sırları iyi anla! Çünkü bu kitâba yazılan mes’elelerin çoğu, hiç kimse tarafından anlatılma-mıştır. Yalnız her ilimde anlatılmak isteneni, o ilmin terimlerine göre ifâde etmek zarûrî olduğundan, bu şekilde kullanılan terimlere âit kısımlardan başka, benim bu kitâbımda yazdığım îzâhları, benim bildiğim hiçbir kitâbda, benim işittiğim hiçbir hitâbda, benden önce bu şekilde anlatan yoktur. Yerde gökte kendisine hiç bir şey perde olmayan bir göz ile Hakk'ın bana ihsân ettiği müşâhede, bana bu feyzi ihsân etmiştir.

- “Ve mâ ya'zubu an rabbike min miskâli zerretin fîl ardı ve lâ fîs semâi ve lâ asgare min zâlike ve lâ ekbere illâ fî kitâbin mubîn” ya’nî “Yerde ve gökte zerre kadar bir şey Rabb’inden gizli kalmaz. Ondan daha küçük veyâhut daha büyük hiçbir mühîm mes'ele yoktur ki, Kitâb-ı Mübîn’de olmasın” (Yûnus, 10/61).

Page 168: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 16.Bölüm Hayât Hakkında-Terzi Baba Şerhi

167

Şurası da bilinmelidir ki; Ma’nâlardan, şekillerden, görüntülerden, sûretlerden, sözlerden, amellerden, mâdenlerden, bitkilerden ve daha başkaları-na kadar kendisine "vücûd" ismi verilen her şeyin kendisinde, kendisi için tam hayât vardır. Bunların hayâtı da, insânî hayât gibidir. Lâkin pek çok kimselerin bakışı bu husûsta perdeli olduğu için, yukarıda sayılanları, insan derecesinden indirerek, "bunların vücûdu, başkalarının vücûduna bağlıdır" demeye mecbûr olduk. Yoksa, eşyadan her şeyin kendisinde kendisi için vücûdu ve tam hayâtı vardır.

O vücûd ve o hayât ile söyler, anlar, işitir, görür, kudret ve irâde gösterir ve istediğini işler. Bu hakîkat, keşif yoluyla bilinir. Biz bunu âşikâr olarak müşâhede ettik. Bu hakîkati, ilâhî haberler de te'yîd etmiştir. Çünkü bir hadîs ile nakledil-miştir ki,

“Kıyâmet gününde insanların amelleri sûretlenerek sâhibine gelir ve ona: "Ben senin amelinim", diye hitâb eder. O amel gider, diğer amelinin sûreti ge-lir, o da hitâb eder. Bu şekilde amellerinin sûretlerinin geliş gidişi birbirini tâkip eder.” Aynı şekilde;

“Güzel söz kıyâmette, güzel sûrette; çirkin söz kıyâmette, çirkin sûrette in-sana, ya'ni sâhibine görünür.”

Bu hadîs-i şerîflerden başka Kur'ân'da “ve in min şey’in illâ yusebbihu” (İsrâ, 17/44) ya’nî "Hiçbir şey yoktur ki, Hakk'ı tesbîh etmesin" ma'nâsında olan âyet de bu konuda te’yid edicidir.

Eşyânın hepsi, Allah'ı konuşma diliyle tesbîh eder. Bunu, keşfi açılan kimse işitir. Hâl dili ile de tesbîh eder; nitekim bu bölümde daha önce beyânı geçmiştir. Eşyânın konuşma diliyle tesbîhi hakîkîdir, mecâzî değildir, bunu anla!

İnsanın a'zâ ve organlarının konuşması da bu türdendir.

Hakk'a hamd ü senâ ederim ki, ilâhî keşf bizi bu feyze muvaffak etti. Bizim artık gayba îmânımız, taklîdî îmân değil, tahkîkî îmândir. Halbuki bize göre gayb da yoktur. Bu ta'bîri, içinde bulunduğumuz âlem ve mevki' nisbeti i'tibârı ile söy-ledik; yoksa bizim gaybımız şehâdetimizin, şehâdetimiz gaybımızın aynıdır. Yu-karıda nakledilen te'yîdi söylemekliğim de muhâtab içindir; yoksa biz keşfe bu nakledilen te'yîd ile ulaştık demek değildir.

Anla! İyi düşün, inşâallah hakîkî rüşde nâil olursun.

Allah hakkı söyler ve doğru yolu gösterir.

Page 169: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 16.Bölüm Hayât Hakkında-Terzi Baba Şerhi

168

İşte sürekli anlatmaya çalıştığımız gibi İslâm’ın ilk şartı “eşhedü” ya’nî müşâhede, keşif-tir. Ancak bizler bunu hayâlî bir varlığı tasdîk olarak kullanıyoruz ve “Ben şâhidim ki, Al-lah’tan başka bir ilâh yoktur” diyoruz. Burada gerçekten neye şâhid olunmaktadır; eğer ger-çek bir müşâhede yok ise şâhid olunan şey o kişinin hayâlinde kendisinin hâzır ettiği Rabb’ine olan şâhidliğidir, ki bu şâhidlikte lafzî olan bir şâhidliktir. Bu şâhidlik eğer kemâliyle olsa o kişi bu sözü zâten söyleyemez, mümkün olmaz çünkü.

Cenâb-ı Hakk’ın varlığı gözümüzün önünde duruyorken, bizler O’nu göremiyor isek veyâ uykuda isek bizim şâhidliğimiz neye yararki. İşte ilim ona denir ki müşâhede yollu olsun. Bu nedenle biz de mümkün olduğu kadar bunu tavsiye ve tatbîk etmeye çalışıyoruz, ki söyledi-ğimiz sözler müşâhedeli ilmin sözleri olsun. Ancak bu sözler, karşı tarafa sağlıklı bir şekilde ulaşır, bu nedenle kişi kendi pişirebildiği yemeği ikrâm etmelidir, az olsun ama kendisinin olsun. Başkalarının pişirdiği yemekleri ikrâm edersen içerisinde ne olduğunu bilemediğin için veyâ vakti geçmiş olduğu için karşındakini zehirleyebilirsin. Bu nedenle nice nice sohbetler ve kitaplar, hem okuyana hem de dinleye zarar vermektedir. Oysa gâye zarar değil fayda sağlamaktır.

Bu sûretler şu an dahi vardır ancak latîf sûretler olarak var olduklarından dolayı bizim kesîf gözümüz onları görememektedir. Eğer onları görmüş olsak zâten yaşam şeklimiz ve şartlarımız çok çok değişir. Yaptığımız iyi bir amelin güzel sûretini müşâhede etsek, bu du-rumda dünyâya bağlanamayız artık, kötü amellerden çıkan kötü sûretleri müşâhede etsek bu durumda hiç kötülük işlemeyiz, ki bu durumda melek olmuş oluruz ve insânî vasfımız orta-dan kalkar. İnsanın özelliği ise kendisine verilen iki değişik gücü, ya’nî rahmânî ve nefsânî gücü ne şekilde kullanacak diye irâde oluşturmasıdır. İşte bu olmaz ise biz melekler gibi tabi’ ibâdet ehli oluruz, ki bunun da bize bir getirisi olmaz. Getiri ancak bizim kendi kendimize yaptığımız mücâdelenin neticesinde oluşturduklarımızdır. Kişi kahvede kumar oynarken de bir sûret oluşmaktadır, câmi’de namaz kılarken de bir sûret oluşmaktadır, ya’nî her hareke-timizin ma’nâ âleminde bir karşılığı ve oluşumu vardır. Eğer emîn olun yaptıklarımızın bu sûretlerini keşfimiz açılıp da müşâhede etmiş olsak çok büyük mekânları kaplayacak derece-de silüetler görürüz.

Bizlerin amellerinden çıkan bu sûretlerin biz hâlıkı oluruz, o ise bizim mahlûkumuz olur. İşte bu silüet bu şekilde rahmânî yöndeyse bizleri zikretmektedirler ve güzel bir silüet ortaya getirdiğimiz için bize teşekkür etmektedirler, bunun yanında tabi’ kötü yönde iseler bize lâ-net etmektedirler ki bizi sen bu hâle getirdin diyerek. Günâh-sevâp cetveli denilen hâdise de budur.

Page 170: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 17.Bölüm İlim Hakkında-Terzi Baba Şerhi

169

حيم حمن الر� بسم الر�BİSMİLLAHİR RAHMÂNİR RAHİYM

İlim Hakkındadır

Şiirin Tercümesi:

"İlâhî ilim, "Hayy" olan Hakk'ın eşyâyı idrâki demektir. Bununla berâber bu ilim, Hakk'a nisbetle ondan ganî oluşu sûretiyle zâhirdir.

İlâhî Âlim ismi, vücûd işini, küllî bir ihâta şartıyla idrâk edicidir. Bundan dolayı, kadîmin allâmesi ve gizli olmaksızın sonradan olanların da âlimidir.

Mukaddes ilmin hakîkati, vâhid ya’nî bir şey’dir. Bu ilimde küllî oluş, cüz'î oluş düşünülemez.

İlâhî ilim gaybda mücmel, şehâdet âlemine nisbetle tafsîlatlıdır. Şehâdet âlemine nisbetle tafsîlatlı olan ilmi, gaybdaki mücmelin tamâmı ile aynıdır; bunda şübhe yoktur.

Cenâb-ı Hak, bu ilmi ile zâtını ve bizi ve bütün kâinâtı bilir. Biz de yine o ilimle hem Hakk'ı, hem zâtımızı biliriz.

Bütün eşyâyı kapsamış olan bu tek ilme hayret etmemek mümkün değildir. Sen de hayret et."

Bilesin ki; ilim, nefsî ve ezelî sıfattır. Cenâb-ı Hakk'ın zâtına ve mahlûkatına olan ilmi, vâhid ya’nî bir ilimdir; kısım kısım ve türlü türlü değildir. Şu kadar var ki, nefsini kendi istihkâkına göre, halkını da onların istihkâkına göre bilir.

"İlâhî ma’lûmlar ya’nî bilinenler, kendi nefsinden Hakk'a ilim verdi" denil-mesi câiz değildir. Böyle denilirse, Hakk'ın başkasından bir şey istifâde etmiş ol-duğu mahzûru yüz gösterir. Bu mes’elede İmâm Muhyiddîn İbnü'l-Arabî (r.a.) hazretleri "Hakk'ın ma'lûmâtı ya’nî bilinenleri, nefsinden Hakk'a ilim verdi" de-diği için, hatâ etmiştir. Biz, kendisini ma'zûr görürüz ve "bu mes’ele hakkında son ulaştığı nokta budur" demeyiz.

Page 171: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 17.Bölüm İlim Hakkında-Terzi Baba Şerhi

170

Fakat biz, İbnü'l-Arabî hazretlerinin bu ifâdesini gördükten sonra, Cenâb-ı Hakk'ın o bilinenleri kendine hâs aslî ilmi ile bildiğini keşfettik. Cenâb-ı Hakk'ın bu aslî ilmi, zâtları îcâbıyla, ilâhî ma’lûmâtın gereklerinden istifâde edilmiş de-ğildir.

Şu kadar var ki, Cenâb-ı Hakk'ın aslî ilmine mutâbık olarak, o ma'lûmât da ilme gerek duydu. Hak, ikinci derecede o ma'lûmâta ve o ilâhî ilmine mutâbık olarak da ma'lûmâtın gereklerine hükmetti. İmâm Muhyiddîn İbnü'l-Arabî (r.a.), Cenâb-ı Hakk'ın, bahsedilen ma'lûmâtın kendilerindeki o gerekleri hükmettiğine bakarak zannetti ki, Hakk'ın ilmi, ma'lûmâtın gereklerinden ibârettir. Bunun için "ma'lûmat kendi nefislerinden Hakk'a ilim verdi", dedi.

O malûmatı halk edilmezden ve vücûda getirilmezden evvel, küllî ilim, aslî ilim, nefsî ilim ile olan ilmine mutâbık olarak o ma'lûmâtın gereklerini gösterdi-ğini düşünmek mes'elesini, İmâm Muhyiddîn İbnü'l-Arabî (r.a.) atladı. Çünkü bahsedilen ma'lûmât, ilâhî ilimde ancak Hakk'ın ilmiyle taayyün etti. Yoksa önce ma'lûmâtın zâtları gereklerini gösterip, o gereklerden sonra, ma'lûmâtın nefsin-den, ilâhî ilmin aynı olarak birtakım işler hâsıl oldu da, ilminin gereğiyle Cenâb-ı Hakk hükmü ikinci derece yaptı, demek değildir. Hakk'ın ma'lûmât için olan hükmü ancak, ilmine mutâbık olan hükmüdür. Bunu iyi düşün!

Şu da vardır ki Muhiddîn ibn Arabî hazretleri aramızda olsa ve bu konuda o da kendi açı-

sından söyleyeceklerini söylese, muhakkak o da haklı çıkacaktır çünkü ondan da yanlış bir şey beklenmez. Buradaki hâl iki büyük ehlullâh hazretinin değişik müşâhedeleri sonucu, de-ğişik bakış açılarından kaynaklanmaktadır ki bu da tabî’dir.

Burada belirtilen husûslar her ne kadar kelimelere dökülmüş olmaları yönüyle basît gibi geliyorsa da bu müşâhedeler çok yüksek akılların çok çok yükseklerde buldukları şeylerdir.

Bu bir hassas mes'eledir. Eğer hakîkat benim dediğim gibi olmasa, Cenâb-ı Hakk'ın âlemlerden ganî olması geçerli olmazdı. Çünkü "ma'lûmât, kendi nefisle-rinden, Hakk'a ilim verdi", diyecek olursak, Cenâb-ı Hak için ilmin oluşmasının ma'lûmâta ihtiyâç duyması lâzım gelir. Bir vasfın başka bir şeye bağlı olması, o vasfın o şeye ihtiyâcı demektir. Oysa vasıfsal ilim, Cenâb- ı Hak için nefsî vasıftır. Böyle bir ihtiyâç duyulsa, o zaman kendi nefsinde, başka bir şeye muhtâç oluşu gibi bir yanlış anlama olur. Oysa Cenâb-ı Hak böyle bir bağlılıktan ve ihtiyâçtan son derece yücelik ile yücedir.

Page 172: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 17.Bölüm İlim Hakkında-Terzi Baba Şerhi

171

Bu îzâha göre;

- İlim mutlak olarak Hakk'a bağlanırsa, Hakk'a "Alîm" denilir.

- Eşyânın Hakk’ın kendisine bağlı oluşuyla ma'lûm olduğu düşünülürse, Hakk'a "Âlim" denilir.

- İlmin ve eşyânın ma'lûm oluşunun ikisi birden Hakk'a bağlanırsa, Hakk'a "Allâm" denilir.

Bundan dolayı "Alîm" kendine âit sıfatın ismidir; bunda ilimden başka bir şeye bakış yoktur. Çünkü ilim, kendi zâtı için kemâldeki hakedişinden ibârettir.

"Âlim" ismi ise, fiillere âit sıfatın ismidir. Çünkü âlimde ilim, eşyâya nisbetle tasavvur edilebilir. O ilim ister kendisi için, ister başkaları için olsun, her ikisi de aynıdır. "Fiillere âittir" dedik; çünkü kendine ve başkasına nisbetle âlimdir, denir. Şu halde fiillere âit sıfat olması zarûrîdir.

"Allâm" ismine gelince; ilim yönünden bağlanışa göre alîm gibi, kendine âit sıfatın ismidir; eşyânın ma'lûm oluşu yönünden bağlanışa göre, fiillere âit sıfatın ismidir.

İşte bunun için halkı âlim ismi ile vasıflandırmak ön plandadır; Alîm ve Allâm ismiyle vasıflandırılmaz; falan kimse âlimdir, denir, alîmdir, allâmdır denmez; meğer ki araya bir kayıt gire. O takdîrde, falan kimse şu işe şu kadar alîmdir, denir. Falan şu işte allâmdır, denmez. Mutlak bir şekilde allâm da den-mez. Eğer bir şahsı bu vasıf ile vasıflandırmak gerekse "kezâ şu işte allâmdır" de-nilebilirse de, bu da mecâz şekliyle olur. Falan kimse allâmedir denilmesi ise, bu türden değildir. Çünkü allâme, ilâhî isme mahsûs değildir; Allah allâmedir, de-nilmez, bunu anla!

Bunu şöyle; “Alîm” ilmin ta kendisi, “Âlim” ise bu işi bilen ancak bunun ilmini bir başka

yerden almış olan, tahsîl etmiş olan gibi, düşünebiliriz.

Bilesin ki: İlim, hayât sıfatına ilâhî sıfatlardan en yakın olanıdır; hayâtın, zâta

sıfatlar içerisinden en yakın oluşu gibi. Çünkü bundan önceki bölümde îzâh ettik ki, bir şeyin kendisi için vücûdu, o şeyin hayâtının aynıdır. Bir şeyin vücûdu da zâtından başka bir şey değildir.

Page 173: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 17.Bölüm İlim Hakkında-Terzi Baba Şerhi

172

Netîce: Zât'a hayât vasfından yakın bir şey yoktur. Hayâta da ilimden yakın bir şey yoktur. Çünkü her hayy olanın, elbette bir şey bilmesi lâzım gelir, yeryü-zündeki hayvanât ve haşerâtın ilmi gibi ilhâmî olması, yâhut insanın ve melekle-rin ve cinlerin ilmi gibi belirgin, zarûrî, tasdîkî olması farketmez. Hayvânât ve haşerâttaki ilhâmî ilim, beslenme, barınma, hareket ve duruş gibi, kendilerine lâyık olan ve olmayan şeylerde olabilir. Kısaca bu ilim her hayy için lâzımdır. Bu açıklamalardan anlaşılır ki, ilim, sıfatlardan hayâta en yakınıdır.

Onun için Hak Teâlâ hazretleri, ilimden kinâye olarak Kur'ân'da ilme "hayât"tır, dedi ve;

- “E ve men kâne meyten fe ahyeynâhu” (En'âm, 6/122) buyurdu. Ya'nî; Câhil idi, biz ona ilim verdik, demektir.

- “Ve cealnâ lehu nûren yemşî bihî fîn nâsi” (En'âm, 6/122) "Ona nûr yap-tık, insanlar içinde onunla yürür." Ya'nî ilminin gerekleriyle hareket eder, demektir.

- “Ke men meseluhu fîz zulümâti” (En'âm, 6/122) "Onun durumu karanlık-larda olan kimse gibi midir". Ya'nî, cehâletin aynından ibâret olan tabîat karanlığındaki kimse gibi midir.

- “Leyse bi hâricin minhâ” (En'âm, 6/122) "Oradan dışarı çıkamaz." Ya'nî, karanlık ancak karanlığa sevk eder. Bundan dolayı cehâlet ile ilme ulaş-mak mümkün değildir, demektir. Ya'ni, tabiî cehâlet ile ilme ulaşmak mümkün değildir. Câhilin cehâlet ile, cehâletten çıkmasına imkân yoktur

- “Kezâlike zuyyine lil kâfirîne mâ kânû ya’melûn” (En'âm, 6/122) "İşte bu şekilde kâfirlere kendi ilimleri ziynetli göründü."

Burada "kâfirîn", kendi vücûdlarıyla Hakk'ın vücûdunu örtenler demektir. O sınıftan olanlar, kendilerinden ve mevcûdâttan yalnız mahlûkluklarını görürler, başka bir şey görmezler; bu şekilde Allâh’ın vechini örterler ve dâimâ "Allah'ın vasfı mahlûk olmamak, yoklukla öne geçmemektir", derler. Bilmezler ki, Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri, her ne kadar mahlûkâtında açığa çıkmışsa da, o mahlûkâtta kendisine lâyık olan yüce vasıf ile açığa çıkmıştır. Kendisine sonra-dan olma noksanlıklardan hiç bir şey bulaşmaz. Şayet, sonradan olma noksanlık-lardan bir şey kendine istinâd ederse, derhal o noksanlarda kemâli açığa çıkıp, o sonradan olmalardan noksan hükmü kalkar ve noksanlar, Hakk'a isnâd edilmek-le kâmil olur. Kısaca kâmilden ancak kâmil olan şey vücûd bulur ve kâmile ancak ona katılmaya lâyık olan şey, istinâd eder.

Page 174: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 17.Bölüm İlim Hakkında-Terzi Baba Şerhi

173

Bu konuda ben aşağıdaki iki beyti söyledim:

Tercüme

"Hakk'ın cemâli, çirkin gibi gözükenin noksânını ikmâl eder. Çirkinde Hak zâhir olunca, çirkinliği kalkar.

Hakk'ın celâli, zelîlin derecesini a'lâ eder; bundan dolayı orada ne noksan, ne zelîl mevcûd kalır."

Küfür aslında iki türlüdür, biri gaflet hâlinde olarak yapılan küfür, diğeri de bilerek yapı-

lan küfürdür. Gaflet hâlinde olan küfrü sıradan insanlar yapar, bilerek ise ehlullâh yapar. Ehlullâh’ın küfrü kimseye zarar vermez ve çevresine fayda sağlar, gafletle yapılan küfür ise hem o küfrü yapana hem de çevresine zarar verir.

Yukarıda da belirtildiği gibi küfür, örtme, gizleme ma’nâsına, gerçeği örtmek, gizlemek ve yerine başka bir şey koymak demektir. İşte doğuda Allâh’ın varlığını gerçek yönüyle bil-meden hayâlî bir kurgu ile ortaya çıkarılan Allah anlayışıyla, Cenâb-ı Hakk’ın zâtı bu şekilde gafletle örtülmekte ve hakîkati gizlenmektedir, batıda ise bu örtme kasten yapılmaktadır ama bu kasten yapması da yine gafletinden kaynaklanmaktadır. Doğuda gafletle yapılan bu örtme Cenâb-ı Hakk’ın “Ben kulumun zannı üzereyim” diye bildirmesiyle hoşgörü kapsamına girmektedir, ancak bile bile ve inadına zarar verdirmek sûretiyle olursa bunun affı yoktur. Hakk ehlinin örtmesi ise kendi varlığında Hakk’ı muhâfaza etmek sûretiyledir ki, burada taltîf vardır.

Bu anlamda yaptığımız tenzîh de işte kendimizdeki noksan anlayıştan kendimizi tenzîh etmektir yoksa Cenâb-ı Hakk’ın nesini, nasıl ve kimden tenzîh edebiliriz ki. Bizler Allâh’a kendi anlayışımıza göre bir vasıf vermişiz, o vasıfların kötü taraflarından onu tenzîh ediyoruz, iyi taraflarını ispatlamaya çalışıyoruz yoksa Cenâb-ı Hakk’ın tenzîhe ihtiyâcı yoktur.

Mahlûkatta görülen noksanlık bizim anlayışımıza göre olan izâfî bir noksanlıktır, o Hakk’a bağlandığı anda noksan gibi görünen şeyin kemâl olduğu anlaşılır.

Yukarıda geçtiği şekilde ilim, hayâta lâzım olduğu gibi, hayât da ilme lâzım-dır. Çünkü hayâtı olmayan bir âlimin vücûdu mümkün değildir. Bundan dolayı ilim ile hayât, lâzım-ı melzûm ya’nî biri olunca diğeri de lâzım olan türündendir.

Bunu bilince, senin için "her ikisi de ne lâzımdır, ne melzûmdur" demek de câizdir. Böyle dediğin taktirde, Cenâb-ı Hakk'ın sıfatlarından her sıfatın Cenâb-ı Hakk’ın kendisinde müstakil oluşunu düşünmüş olursun. İlâhî sıfatlardan her sıfatta bu müstakil oluş olmasaydı, ba'zı sıfatların, diğer sıfatlarından terkîb edilmiş olması; veyâhut sıfatlarının bir arada oluşundan dolayı terkîb olması lâzım gelir. Oysa hakîkat böyle değildir. Cenâb-ı Hak, sıfatlarının bu şekilde oluşmasından yana son derece yücelik ile yücedir.

Page 175: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 17.Bölüm İlim Hakkında-Terzi Baba Şerhi

174

İşte bu anlatılan duruma göre, örneğin hâlikiyyet ya’nî halk edicilik sıfatı, kudretten, irâdeden, kelâmdan oluşmuş değildir. Her ne kadar mahlûk, bu üç sıfatla mevcûd ise de, Hak'da halk edicilik sıfatı, Hakk'ın müstakil vâhid ya’nî bir olan sıfatıdır; diğerlerinden terkîb edilmiş değildir. Diğer sıfatlara nisbetle ne lâ-zımdır, ne melzûmdur. Diğer ilâhî sıfatlar için de aynı şey geçerlidir.

Bu mes'eleyi iyi düşün!

Hak hakkındaki bu îzâhımız geçerli olunca, aynı şekilde halk hakkında da geçerli olur. Çünkü Hak Teâlâ hazretleri, Âdem'i kendi sûreti üzere halk etti ve bu nedenle rahmânî sıfatlarından her bir sıfatın insanda da bir nüshasının bu-lunması gereklidir. "Rahmân"a nisbet edilen her şey, insanda da mevcûddur. Hattâ insan vâsıtasıyla muhâl ya’nî imkânsız olan bir şeyin vücûduna bile hük-medebilirsin. Görmüyor musun, imkânsız olduğunu farz ederek ilmi olmayan "hayy" vardır, hayâtı olmayan "âlim" vardır, demek câizdir. O ilmi olmayan hayy, yâhut hayâtı olmayan âlim, senin farz ettiğin âlemde ve hayâl âleminde mevcûddur; o ise Rabb'in için mahlûktur. Çünkü hayâl, içinde olan ile berâber Allah Teâlâ'nın mahlûkudur. Bu duruma göre diğerleri hakkında muhâl olan şey, insan vâsıtasıyla âlemde mevcûd oldu.

Şurası da bilinmelidir ki, his âlemi, hayâl âleminin fer'idir. Çünkü hayâl, his âleminin melekûtudur. Melekûtta bulunan şeyin de elbette mülkte de açığa çık-ması gereklidir ve mülkte de, kābiliyyete, vakte ve hâle göre melekûtta mevcûd olanın bir nüshası bulunur.

Bu mevzûdaki kelimelerin altında, şerhi mümkün olmayan ilâhî sırlar bu-lunmaktadır; bu sırları ihmâl etme! Çünkü bu sırlar, gaybın anahtarlarıdır. Senin eline sağlam olarak geçerse, vücûdun a'lâsında ve esfelinde bulunan ne kadar kilit varsa, o anahtarlarla açabilirsin. İnşâllâhu Teâlâ, bu kitâbın sâdece ona özel bir mahallinde melekût âlemine âit olan ayrıntılar anlatılacaktır.

Yukarıdaki îzâhlara bakarak ilim ve hayât ve diğer sıfatlar hakkında, istersen “biri olunca diğeri de lâzımdır” dersin, istersen "her ikisi de ne lâzımdır, ne melzûmdur" dersin ve cenâb-ı ilâhîde Peygamber (s.a.v)’in lisânından “inne ardî vâsiatun” (Ankebût, 29/56) ya’nî "Benim yerim geniştir" âyet-i kerîmesi gere-ğince, fikirlerin genişliği ile hareket edersin.

Page 176: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 17.Bölüm İlim Hakkında-Terzi Baba Şerhi

175

Manzumenin Tercümesi:

"Dâima heyecânla taşmakta olan denize hayret etmemek mümkün değildir.

Dâimâ kabarmakta, dâimâ dalgaları çarpmaktadır sâhile.

O denizin her köşesinden muhtelif rüzgârlar eser.

Dağ gibi olan dalgalarını sâhillerine yığar.

O denizdeki dalgalar, birdiğerini ta’kîb etmektedir.

Gök gürültüsünün sesi, dalgaların çarpışmasındaki heybetli ses gibidir.

O denizdeki şimşekler, her bakanın gözbebeğini kapar.

Şimşeğin çakması, kılıçların savaşta parlamaları gibidir.

O denizde bulutlar, üst üste yığılıdır;

Ve safhâ safhâ fezâsından daimî yağmurlar yağdırır.

Hâriçte, üst üste yığılan zulmetler, buradaki zulmetlere göre damla gibidir.

Böyle bir denizde kendi sıfatlar gemisi, zâtından isâbet alan, nasıl selâmete nâil olur?

Ne yapabilir ki, eli ayağı yüzmekten kesilen bir yüzücü, ve onu kurtuluşa kim sevk edebilir?

"Allahu Ekber" o denizde selâmet mümkün müdür?

Heyhât, heyhât, heyhât!"

Page 177: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 18.Bölüm İrâde Hakkında-Terzi Baba Şerhi

176

حيم حمن الر� بسم الر�BİSMİLLAHİR RAHMÂNİR RAHİYM

İrade Hakkındadır

Manzûmenin Tercümesi:

"İrâde, ilâhî tecellîlerin meylinin evvelidir. Bu irâde, Hak için ve bizim için nefhâların îcâbıdır. Belirli olmaktan yana, belirsizlik çeşnisi gösteren "gizli hazîne"den ilâhî cemâlin zuhûru bu irâde iledir. O cemâlin güzellikleri, etrâfına saçılmıştır. Halk olma vehimi, tecellîlerin bir nevi' sûretidir.

Hakk'ın güzellikleri, kendisinde mahlûkları vücûda getirmeyi gerektirmese, mahlûkât mahlûk olmazdı. O mahlûkâtta olmasaydı Hak sırrı, sıfatların güzel-likleri ile vasıflanmazdı. Mahlûkât Hak ile zâhir oldu. Hakk'ın cemâlinin zuhûru, mahlûkât iledir. Her biri, dîğeri için güzelliklerinin görünme yerleridir.

Vâhîd ve Ferd, Mü'min olan Hak, mü'min için ayna gibidir. Bu konuda ula-şan hadîs, bunu te’yîd edicidir. Hak, Mü'min'dir; Mü'min olan kimse ile iki ay-na gibi olup, bizzât karşı karşıya duruşları vardır.

Hakk'ın güzellikleri bizimle âşikâr oldu. Bizim güzelliklerimiz de Hak'la âşikâr oldu. Arada ayrılık yoktur. O bizimle isimlendi, belki biz de onunla isim-lendik. Her biri, dîğeri için âyetlerinin nüshasıdır.

Hakk'ın irâdesi bilinmekliğe bağlanmasaydı, ilâhî hazînede gizli olanları açığa çıkarmazdı. Bunun içindir ki, irâdenin hükmü, diğer sıfatların önüne geç-miştir."

Bilesin ki; irâde, Hakk'ın ilminin, zâtî gerekliliğe göre tecellîsi sıfatından ibârettir. İşte o gereklilik, irâdeden ibârettir.

Kısaca, ilmin gereğine göre Hakk'ın ma'lûmâtını ya’nî bilinenlerini vücûda tahsîs etmesinden ibâret olup, Hak'daki bu vasfa "irâde" denilir.

Bizde mahlûk olan irâde, Hakk'ın irâdesinin aynıdır. Şu kadar ki, o irâde bize bağlanınca, bize lâzım olan sonrada olmaklık,vasfımıza da lâzım olmuştur. Onun için "bizim irâdemiz mahlûktur" dedik. Yoksa o irâde, Allah'a bağlanışıyla zâtî kadîm irâdesinin aynıdır.

Page 178: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 18.Bölüm İrâde Hakkında-Terzi Baba Şerhi

177

Eşyâyı, isteğimiz şekilde ibrâz etmekten bizi men' eden, irâdenin bize bağlanışıdır. İşte o bağlanış mahlûktur. Bize bağlanan o irâde kalkıp da, "olduğu hâl üzere" Hakk'a bağlanırsa, eşyâ o irâde ile olan te’sîri kabûl edici olur.

Bunu anla!

Nitekim bizim vücûdumuz bize nisbetle mahlûk, Allah'a nisbetle kadîmdir. Bu nisbet, zarûrî bir hakîkat olup, ona vâkıf olmak keşf ile, zevk ile ya’nî bizzât yaşayıp tadmakla, ayn makâmına kâim olan ilim ile bilinebilir. Şu halde burada dikkâte şâyân olan işte bu nisbettir, bunu anla!

Bilesin ki; irâdenin mahlûklarda dokuz görünme yeri vardır:

- İlk görünme yeri, kalbin meylinden, kalbin tâlibi olduğu şeye karşı cezbedilmesinden ibârettir.

- Bu meyil kuvvetlenir ve devâm ederse ismine "velâ ya’nî sevmek" denir. Bu, irâdenin ikinci görünme yeridir.

- Bahsedilen meyil, şiddetlenerek artarsa "sabâbet ya’nî şiddetli akış" denir. Buna sabâbet denilmesinin sebebi, kalb kendisini sevdiğine karşı büsbü-tün salıverdiğinden, döküldüğü zaman suyun insıbâbına ya’nî akmasına benzediği içindir. Çünkü, dökülünce suyun akmama ihtimâli yoktur. Bu sabâbet, irâdenin üçüncü görünme yeridir.

- Kalbin bahsedilen meyli, kalbi tamamıyla diğer uğraşlardan uzaklaştırarak, temkin kazanırsa ya’nî kalbi kendine mekân edinirse, "Şegaf" denir. Bu, irâdenin dördüncü görünme yeridir.

- Kalbin bahsedilen meyli, gönülde kuvvetlenmiş olarak, onu başka şeye meşgûliyetten büsbütün alıkoyarsa, adına "hevâ" denir. Bu, irâdenin be-şinci görünme yeridir.

- Kalbin bahsedilen meyli, cesedde istilâ hükmünü gösterecek derecede şid-detli olursa "garâm ya’nî sevdâ" denir. Bu, irâdenin altıncı görünme yeri-dir.

- Kalbin bahsedilen meyli artarak, gerekçeyi izâle edecek hâle gelirse, adına "hubb ya’nî muhabbet" denir. Bu, irâdenin yedinci görünme yeridir.

- Kalbin bahsedilen meyli, muhabbet edeni kendisinden fâni kılacak derece-de heyecân peydâ ederse adına "vidd" denir. Bu, irâdenin sekizinci gö-rünme yeridir.

Page 179: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 18.Bölüm İrâde Hakkında-Terzi Baba Şerhi

178

- Kalbin bahsedilen meyli, kabararak muhabbet edeni ve muhabbet edileni fânî edecek derecede şiddet kazanırsa, adına "aşk" denir. Bu makâmda âşık, ma'şûkunu görünce, farkına varamaz. Yine o halde ma'şûkuna feryâd eder. Buna misâl olarak yazıyorum: Leylâ bir gün Mecnûn'un ya-nına vararak, konuşmak için kendisini da'vet ettiği sırada, Mecnûn: "Beni bırak, ben seni düşünemiyorum, ben Leylâ ile meşgûlüm" demiştir. Bu mertebe, yakınlaşma ve kavuşma makâmlarının sonudur. Ârif, bu makâmda ârif olduğu şeyi inkâr eder. Arada ne ârif, ne ârif olunmuş, ne âşık, ne ma'şûk kalır; tek başına aşk kalır, işte bu tür aşk, resim, isim, nite-lik ve vasıf altına girmeyen sırf salt zâttan ibârettir. O, ya'nî aşk, zuhûr ânında âşıkı fânî ederse, âşık için ne isim, ne resim, ne nitelik, ne vasıf ka-lır. Âşık aşkında büsbütün mahvolursa bu sefer aşk, ma'şûku ve âşıkı fânî etmeye başlar. Önce ismi, sonra vasfı, sonra zâtı fânî etmeye devâm eder. O mertebede ne âşık kalır, ne ma'şûk! Bu mertebede âşık iki sûretle zâhir olur, iki sıfatla vasıflanır; kendine âşık da denir, ma'şûk da denir.

Mecnûn’un Leylâ’ya olan meyli kendisindeki hakkânî arzunun Leylâ’nın cemâlinde zuhûra

çıkmasıdır, ya’nî kendine uygun sûrette ayna olmasıdır. İlk başlarda zannında oluşan bu Leylâ’dan zaman içerisinde perdeyi kaldırınca, isim yine Leylâ olarak kaldı ancak vasıf de-ğişmiş oldu.

“Âşık, ma’şûkunu hangi elbise içinde görse tanır” denilmesi de işte burada belirtilen aşk içerisinde ilim ile kemâle erildiği zaman olmaktadır. Aşk ilimle birleştiğinde o bâtınî cezbe ilme dönüşmüş olmaktadır ve ilim sâhibi olduktan sonra da ma’şûkunu nerede görürse gör-sün tanımaktadır. Mevlânâ hazretleri de “Aşk nedir?” sorusuna “Ben olda gör!” diyerek cevâp vermiştir.

Burada anlatılan aşk, “Allah” kelimesindeki gizli “Elif”in “ah” ifâdesiyle “hüviyyet-i mut-laka”ya şiddetle ulaşmayı istemesidir.

Ben, bu konuda aşağıdaki üç beyti söyledim.

Beyitlerin Tercümesi:

"Aşk, Allah'ın tutuşturulmuş ateşidir. O ateşin yanması ve sönmesi gönül-lerde olur. Bu büyük bir haberdir (nebeil azîm; Nebe, 78/2). Bu mertebe ehli, bu büyük haberde ihtilaf etmişlerdir. Ba'zısı mekânettetir, ba'zısı mekânette değil-dir, demiştir. O mertebede olanları, aşkın bir olan noktasında bir gördüğün halde, onlardan her biri başlı başına farklıdırlar."

Page 180: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî 18.Bölüm İrâde Hakkında-Terzi Baba Şerhi

179

Şurası da bilinmelidir ki; "fenâ" kendinden geçme hükmünün istilâ etmesiyle insanda oluşan şuûr yokluğundan ibârettir. Âşıkın kendisinden fenâsı, kendisine şuûrunun olmayışı; mahbûbundan fânî olması ise, varlığının mahbûbunun varlı-ğında mahvolması ve yok olması demektir. Özetle, "fenâ," sûfî terimlerinde, bir şahsın kendi kendine ve kendi ihtiyâçlarına şuûrunun yokluğu demektir.

İşte burada belirtilen hallerde fazla durmamak lâzımdır çünkü kişinin hayâtını etkiler.

Yapılması gereken bunları bilip, kısa sürede yaşayıp geçmektir.

Bunu bildikten sonra şunu da bil ki, mahlûkları hallerine ve eşkâline tahsîs eden ilâhî irâdede gerektirici illet ve sebeb yoktur. O irâde, Hak'dan sebepsiz çıkmaktadır; sırf ilâhî tercîhden ibârettir. O, ya'nî irâde azamet hükümlerinden bir hüküm, ulûhiyyet vasıflarından bir vasıftır. Kendisine mahsûs olan ulûhiyyet ve azameti bir illetten, bir sebebten kaynaklanmamıştır.

Bu mes’elede İmâm Muhyiddîn İbnü'l-Arabî (r.a.) hazretleri bu görüşümüze muhâliftir. Çünkü kendisi: "Allah'a muhtâr ya’nî tercîh edici denilemez; çünkü Allah bir şeyi tercîhiyle işlemez; belki âlemin nefsindeki gereğe göre işler. Âlemin nefsinden gerektirdiği şey de, o âlemin bulunduğu vecihten ibârettir. Bundan do-layı Hak muhtâr olmaz" demiştir.

İşte İmâm Muhyiddîn İbnü'l-Arabî (r.a.) hazretleri'in Fütuhât-ı Mekiyye'deki sözü budur. Muhyiddîn-i Arabî (r.a) ilâhî irâde tecellîsinde muzaffer olduğu bir sır üzerine, bu sözü söylemişse de, kendisini fevt eden sırlar, muzaffer olduğu sırlardan daha çoktur. Bu da ilâhî azamet gereklerindendir. Biz, kendisinin mu-zaffer olduğu sırra mazhar olduktan sonra, ilâhî izzet tecellîsinde Hakk'ın eşyâda muhtâr olduğuna ve zarûrete dayanmayan bir şekilde meşiyyetin ya’nî üst irâdenin hükümleri ile eşyâda tasarruf edici olduğuna vâkıf olduk.

İrâde, ilâhî bir şe'n ve zâtî bir vasıftır. Nitekim Cenâb-ı Hak, Kur'ân- Kerîm’de kendisinden açık bir beyân ile “Ve rabbüke yahluku mâ yeşâu ve yahtâr” ya’nî "Rabb'in dilediğini halk eder ve bunda muhtârdır" (Kasas, 28/68) buyurmuştur.

Özetle: Hak, Kâdir-i Muhtâr, Azîz-i Cebbâr, Mütekebbir-i Kahhâr'dır.

Page 181: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 19.Bölüm Kudret Hakkında-Terzi Baba Şerhi

180

حيم حمن الر� بسم الر�BİSMİLLAHİR RAHMÂNİR RAHİYM

Kudret Hakkındadır

Kudret, zâtî kuvveden ibârettir ve Allah'dan başkası için olamaz. Kudretin şânı, ilâhî ma'lumâtı ya’nî bilinenleri, ilmin gereklerine göre hâricî ayn’lar âlemi-ne ibrâzdan ve açığa çıkarmaktan ibârettir.

Aynî âlem, bu tecellînin tecellî ettiği yerdir. Ya'nî aynî âlem, yokluktan vücûd bulan ilâhî ma'lûmât ayn’larının görünme yeridir. Çünkü Cenâb-ı Hak, o ma'lûmâtın yokluktan mevcûd olduğunu, ilâhî ilminde bilir. Bundan dolayı kud-ret, mevcûdları yokluktan açığa çıkaran kuvvetten ibârettir.

Ya’nî sâdece irâde yeterli değildir, irâdenin kudret ile desteklenmesi gereklidir. Bâtın

âlemdeki oluşumlar da kudret ile olmaktadır ancak bunların gözle görülür hâle gelmesi bu âlemde olmaktadır.

Kudret, ilâhî nefsî sıfattır; rubûbiyyet onunla zâhirdir. O, bizde mevcûd olan kudretin aynıdır. Yalnız kudretin bize bağlanmasına, "sonradan olma kudret"; Hakk'a bağlanmasına, "kadîm kudret" denir. Kudret, bize nisbetle vücûda getir-melerden yana âcizdir. Yine o kudret, aynıyla Allah'a nisbet edildiği zaman, eşyâ- yı îcâd eder ve yokluk gizliliğinden vücûdun müşâhedesine çıkarır.

Bunu iyi anla!

Bu kudret ba’zen Rahmân, ba’zen Cebbâr, ba’zen Kahhâr mevki’inde gelir.

Cenâb-ı Hakk’ın sıfatları insanda mevcût olduğuna göre kudret de insanda zûhur etmek-tedir. Burada işlediğimiz her şey kudrete bağlıdır. Bizler yaşadığımız sürece bu kudret bizden çıkmaktadır dolayısıyla beşeriyetimize bağlanan kısmî bir kudrettir, ancak özü ve hakîkati Allah’a bağlı olan ve ondan gelen bir kudrettir. Bizlerden çıkışı ise bizim bu âlemdeki kapasi-temize göre olmaktadır. Bizler bunun böyle olduğunu bilirsek huzûrdayız, bunun böyle oldu-ğunu bilmiyorsak gafletteyiz demektir. “Attığın zaman sen atmadın” âyet-i kerîmesinde belirtilen hâli idrak ediyorsak eğer orada atmayı gerçekleştiren kudret ezelî ve ebedî kudrete dönüşmüş olmaktadır. İşi buraya bağlamadan “Ben attım” dediğimiz zaman işte bu atış be-şeriyetimize, nefsimize bağlanmış olmaktadır ve bu halde yaptıklarımızdan dolayı suçlu veyâ

Page 182: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 19.Bölüm Kudret Hakkında-Terzi Baba Şerhi

181

mükâfat sâhibi olmaktayız. Bu durum Hakk’a bağlandığında işte mücâzat da, mükâfat da kalkmaktadır.

Bu çok büyük bir sırdır ki, onu ehlullâhdan "zâtiyyûn ya’nî zât tecellîsine nâil olanlar"dan başkasına açmak uygun değildir. Kudret, bizim indimizde yok olanı, vücûda getirmekten ibârettir.

Bunları anlamak tabi’ki bir eğitim işidir, bu işlerle ve mevzûlarla ilgisi olmayan birine bu

hakîkatlerden bahsedildiğinde şaşkın şaşkın bize bakar ve ne dediğimizi de anlamaz, “bu benden çıkıyor, ben yapıyorum işte, görmüyor musun!” der. Onun bu deyişi mertebesi i’tibârıyla doğrudur ve yerli yerincedir.

İmâm Muhyiddîn İbnü'l-Arabî (r.a) bu mes'elede de muhâliftir. Çünkü ken-disi: "Allah eşyâyı yokluktan halk etmedi, yalnız o eşyayı ilmî vücûddan, aynî vücûda çıkardı" demiştir.

Bu sözün akılda dayandırılacak yönü varsa da, za'f üzerinedir. Çünkü yok olanı îcâddan ve yok olanı salt yokluktan, salt vücûda ibrâz etmede, ilâhî kudre-tin acze düşmesinden ben, Rabb'imi tenzîh ederim.

Şu da bilinsin ki, İmâm Muhyiddîn İbnü'l-Arabî (r.a)’nın dediği inkâr edile-cek bir şey değildir. Çünkü kendisinin bununla kastı, eşyânın ilâhî ilimde olan vücûdu ve sonra onun aynî âleme çıkarılması olduğu için, bu çıkarma, ilmî vücûddan, aynî vücûda karşı olmuştur.

Yalnız şurası gözden kaçmıştır ki ki, Allah'ın kendi kendinde, kendine vücûd hükmü, eşyânın ilminde vücûduna olan hükmünden öncedir ve bu durumda o ilâhî hükme göre mevcûdlar yoktur; vücûd yalnız Cenâb-ı Hakk'ındır ve Cenâb-ı Hak için kadîm olması, işte bu şekilde yerinde olmuştur. Böyle olmasa, bütün mevcûdların her şekilde, ilâhî kadîmlikle berâber yürümesi lâzım gelir. Cenâb-ı Hak ise bundan yana yücedir.

Bundan çıkan netîce şudur ki, Cenâb-ı Hak eşyâyı ilminde yokluktan vücûda getirdi; ya'nî Hak o eşyâyı kendi ilminde, yokluktan, mevcûd olarak bildi.

Bunu düşün!

Abdülkerîm Cîlî (k.s) hazretleri, Muhyiddîn İbnü’l Arabî (k.s) hazretlerinin eserlerini o

kadar incelemişler ki, her düşüncesini didik didik etmişler, tesbît etmişler, zuhûra çıkarmışlar

Page 183: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 19.Bölüm Kudret Hakkında-Terzi Baba Şerhi

182

ve sonra da kendi kudretleriyle “şu şöyledir” diyecek şahsiyyete sâhip olmuşlardır. İşte ilim bu demektir. Kişinin sürekli nakiller yerine, kendisinden bir tek şey söylemesi daha tercih edilmesi gerekli birşeydir.

Nusret Babam (r.a) birgün kendisine evliyâ sözlerinden okuduğum sırada bana, “daha ne kadar bu dedikodularla uğraşacaksın, kendi kudretinle kendi kaynağından ne çıkardın, bana onu söyle” demiştir.

Seyr ü sülûk yolunda da yapmaya çalıştığımız az ama çok, kişilik yapısının ve kudretinin oluşmasıdır. Tabi’ her şey bizim tarlamızda olmayabilir, bize mi’râs kalmış evliyâ sözlerini de alacağız, ancak mühim olan kendi tarlamızı faaliyete geçirip, üretim yapmaktır. Bu kudretin oluşması için de muhakkak ilâhî kudretten gelen bir vasfın olması gereklidir. İşte bu ilâhî kudret tohumunun o tarlaya atılması lâzımdır ki, bâtındakileri zâhire çıkartabilsin. Sonuçta bir sürü kitaplar yazılmaktadır ancak dikkat edersek büyük çoğunluğu beşeri kudrete bağlı olarak yazılmaktadır. Kişi Hakk yolunda iyi bir eğitim alır ve kendi kudretinin kaynağının ne olduğunu bilirse bu durumda bu kudret ilâhî ma’nâda kullanılmış ve Hakk’a bağlanmış olur ki gerçek ve yerine oturan iş budur, diğerleri hayâlde kalan işlerdir.

Sonra o eşyâyı ilminde, ayn’da ibrâz ile vücûda getirdi. Bundan dolayı o eş-ya, aslında ilâhî ilimde, salt yokluktan vücûd bulmuştur. Kısaca, Hak Teâlâ, eşyâyı salt yokluktan vücûda getirmiştir.

Şu da bilinmelidir ki;

Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerinin kendi kendisine ve mahlûklarına olan ilmi, vâhid ya’nî bir ilimdir; zâtına olan ilminin kendisiyle, mahlûklarını da bilir. Lâkin o mahlûklar Hakk'ın kadîm oluşuyla kadîm değildir. Çünkü Hak mahlûk-larını sonradan olmaklıkları yönüyle bilmiştir. Mahlûklar ilâhî ilimde işin aslında

- Hükümle sonradan olma,

- Ayn’ında ise yoklukla öndedir.

Hakk'ın ilmi ise, kadîmdir, yoklukla öne geçmiş değildir.

Yukarıda "Hakk'ın vücûduna vücûd ile hükmü, mevcûdların vücûduna hükmünden öncedir" demiştik. Bu öncelik burada, aslî hükümsel önceliktir; zamâna bağlı bir öncelik değildir. Çünkü Hakk'ın nefsi ile müstakil olan vücûdu, ilk vücûddur. Mahlûklarda Hakk'a ihtiyâç olduğu için, onların vücûdu, ikinci derecede vücûddur. Bundan dolayı mahlûklar ilk vücûdda yoktur. Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri, mahlûkları ilminde salt yokluktan ilâhî vücûda getirme ile vücûda getirip, sonra kudretiyle ilmî âlemden, aynî âleme açığa çı-

Page 184: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 19.Bölüm Kudret Hakkında-Terzi Baba Şerhi

183

karmıştır. Hakk'ın mahlûkları vücûda getirmesi, yokluktan ilme, ilimden ayn'a getirme sûretiyledir; başka bir şekilde olmasına yol yoktur.

Bu izâha karşı, "Hakk'ın ilminde vücûda getirmesinden önce mahlûklara ceh-li lâzım gelir" diye i'tirâz edilmesin; çünkü burada zaman yoktur. Burada bulu-nan ancak hükümsel önceliktir. Bu hükümsel önceliği de, ulûhiyyet nefsiyle izzet ve azametinden ve vasıflarından yana âlemlerden ganî oluşundan dolayı îcâd etmiştir. O mahlûkların, ilminde vücûduyla aslî yokluğu arasında zaman yoktur ki, ilminde vücûda getirmezden önce Hakk'a cehil lâzım gelir denilebilsin. Allah bundan son derece yücelik ile yücedir.

Bu îzâhlarımızı iyi anla!

Bizim bu îzâhlarımız, ilâhî keşifden ihsân edilen îzâhlardır. Bunu bu kitâbda yazmaktan maksâdımız, Allah için, Resûl'ü için, mü'minlere nasîhat olarak bir tenbîhten ibârettir. İmâm Muhyiddîn İbnü'l-Arabî (r.a) üzerine i'tirâz için de de-ğildir. Çünkü kendisi, yukarıda îzâh edilen murâdına göre isâbetlidir, bizim beyân ettiğimiz hükme göre hatâlıdır.

“Ve fevka külli zî ilmin alîm” (Yûsuf, 12 /76) ya’nî "Her ilim sâhibinin üs-tünde, alîm vardır."

Bu îzâhları bildikten sonra, şunu da bil ki, ilâhî kudret bir sıfattır ki, o sıfâtın sâbitliğiyle Hak'dan bütün yönlerden âcizlik kalkmıştır. Bu ta'bîrimizden "Kudret sâbit olmasaydı, âcizliğin sâbitliği lâzım gelirdi" ma'nâsı çıkarılamaz. Çünkü kudret sâbittir. Sâbitliğin yokluğunun düşünülmesi câiz değildir. O kudret ebediyyen sâbit, âcizlik de ebediyyen kalkıcıdır.

Ba’zı kimseler tevhîd ilmini tam almadan ve nefis mertebelerini aşacak gerekli eğitimi

almadan, bu yolda ba’zı sapmalara girmektedirler. Lisânen veyâ ilmen kendilerine gelen bil-gilerin sonucunda herşeyi Hakk’tan zannetmekteler ve yazdıkları kitaplarına da bu nedenle sahîh hükmünü vermektedirler. Bu hâl çok tehlikeli bir haldir. İşte bu nedenle kişi tevhid hakikatlerini çok iyi anlamalıdır ki bu gelenlerin Hakk’tan mı yoksa hayâlden ve vehimden mi olduğunu bilsin.

Tabi’ki Cenâb-ı Hak için âcizlik diye bir şey düşünülmesi mümkün değildir.

Page 185: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 20.Bölüm Kelâm Hakkında-Terzi Baba Şerhi

184

حيم بسم حمن الر� الر� BİSMİLLAHİR RAHMÂNİR RAHİYM

Kelâm Hakkındadır

Manzûmenin Tercümesi:

"Kelâm, hakkında zâhir olan vücûddan ibârettir; câiz olan vücûdun hük-münü de ihtivâ etmektedir. İlâhî ilimdeki kelâmlar, okunamayan harflerden ibârettir. Çünkü orada ayrım yoktur; ayrım zuhûrdadır. O zuhûrdan "Kün-Ol!" sözüyle ta'bîr ettiler. O zuhûr Hakk'ın bilinmesi içindir. Şunu bil ki: Hak için "Kün-Ol!" demek haktır. O'nun "Kün-Ol!" demesiyle, âciz olan “varlık" var olur. Kelâm Hakk'ındır; hakîkaten de olsa böyle, mecâzen de olsa böyledir. Her ikisi de, câizdir."

Özet olarak bilesin ki; İlâhî kelâm, Hakk'ın ilmini açığa çıkartma i'tibârı ile, ilmî tecellisinden ibârettir. İsterse o kelâmlar, mevcûd ayn’ların kendisi olsun, isterse vahiy ile ilâhî kelâmlaşma, yâhut bunlara benzeyen şeylerle kulların anla-yabileceği ma’nâlardan ibâret olsun farketmez. Çünkü ilâhî kelâm kendine âit vâhid ya’nî bir olan sıfatların hepsinden ibârettir.

Konuşulan herşey bir ma’nâ ifâde etmektedir ve bu ma’nâlarda bir ilim ortaya getirmek-

tedir. Her sesin bir ma’nâ ifâde etmesi gerekmez ancak ma’nâ ifâde eden seslere kelâm de-nir ve seste kelimeler yokken, kelâmda ses vardır çünkü kelimeler sese yüklenerek ortaya çıkarılmaktadır.

İşte bu şekilde, ya’nî mevcût varlıklar şeklinde Allah’ın kelâmı her an kulağımıza ve gö-zümüze hitâp etmektedir. Daha da derinine girince her varlık birer harf hükmünde olmakta-dır. İşte bütün bu mevcûtlar önce gözümüze, oradan aklımıza, oradan ilmimize hitâp ederek sessiz ve sözsüz kelimeler meydana getirmektedirler. Dolayısıyla da kelâm, görünen ve gö-ren cihetinden, eşittir ilim olmaktadır. Bizde bu varlıkları tanıma ilmi olmasa o kitabı okuya-mayız. Beyit:

Hep kitâb-ı Haktır eşya sandığın.

Ol okur kim seyr-i evtân eylemiş.

İşte bu sessiz ve sözsüz âlem kitâbını okumaktır.

Page 186: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 20.Bölüm Kelâm Hakkında-Terzi Baba Şerhi

185

Bu sıfatın iki yönü vardır:

İlk yönünün de iki türü vardır:

İlk Türü; Rubûbiyyet Arş’ının üstünden, ulûhiyyet emriyle, izzet makamın-dan ilâhî kelâmın çıkmasıdır.

Bu kelâm öyle yüce bir emirdir ki, buna muhâlefete imkân yoktur. Kâinâtın bu emre itâatının şeklini kâinât ne bilir, ne de anlar. Ancak Hak bu tecellîde, vücûdunu takdîr etmeyi istediği varlığa kelâmını işittirir. Sonra varlık ne sûretle emrolunduysa, o yönle cereyân eder. Bu Allah'dan bir inâyet ve öne geçmiş bir rahmettir. Bu şekilde vücûda tâat ismi verilmesi geçerli olur ve o vücûd saîd olur. Buna Cenâb-ı Hak, yere göğe hitâb ederek söylediği “i’tiyâ tav’an ev kerhen, kâletâ eteynâ tâiîn” (Fussılet, 41/11) ya’nî "İsteyerek veyâ istemeyerek geliniz. Yer gök dediler ki: İtâatkâr olarak geldik" âyet-i kerîmesiyle işâret etmiştir.

Hak, varlıklara tâatla hükmetti. Kâinât da zorlama ve mecbûriyet olmaksızın geldi. Bu Allah'dan iyilik ve inâyettir Bunun için, rahmeti gazabının önüne geç-miştir. Çünkü kerih görmekle değil, itâatla hükmetti ve emretti; itâatkâr olan ise rahmete nâil olmuştur.

Mecbûrî geliniz, diye hükmetseydi, o zaman bu hüküm iyilik değil, adâlet olurdu. Çünkü kudrette kâinâtı, cebren var etme özelliği mevcûddur. Bunda mahlûkların seçme şansı yoktur. Böyle kerih görmekle emretseydi gazab, rahme-tin önüne geçmiş olurdu. Fakat rahmeti gazabının önüne geçtiği için, varlıklara itâatle hükmetti. Bundan dolayı mevcûdlar, bütün herşeyiyle itâatkârdır.

Hakîkatte arada hiç âsî yoktur. Mevcûdların hepsinin itâatkâr olduğuna yu-karıdaki âyet-i kerîmede geçen “eteynâ tâiîn” (Fussılet, 41/11) ya’nî "İtâatkâr olarak geldik" yüce sözü şâhiddir. Her itâatkârın nasîbi de rahmetten başka bir şey değildir.

Bunun içindir ki, cehennemin hükmü nihâyette Cebbâr'ın o cehenneme aya-ğını koymasıyla sona erer. Cebbâr, ateşe ayağını koyunca "yeter, yeter," diyerek ateş söner ve ateşin yerine cırcır otu biter. Nitekim Nebî (s.a.v.)'den bu konuda bir hadîs de ulaşmıştır; bunu inşâallahu Teâlâ bu kitâbın özel bir mahallinde beyân edeceğiz. İşte bu îzâhlarımız ilâhî kadîm kelâmdan ilk yönün birinci türü-ne âittir.

Bu âlemlerdeki varlıklar zuhûra çıkıyorken biraz gazab hükmüyle ya’nî ateşe ateş ola-

caksın, suya su olacaksın gibi hükümle çıkmaktadır. Bir ağaç yıllarca aynı yerinde durmakta-

Page 187: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 20.Bölüm Kelâm Hakkında-Terzi Baba Şerhi

186

dır, bu ağaç “neden ben bu kadar yıl yerimden kıpırdamıyorum” diyebilir, dağların başlarında taşlar yıllarca durmaktalar, işte bu şekilde bunların hepsi gazab sıfatıyla olmaktadır çünkü bu sıfat kullanılmayıp sâdece rahmet sıfatı kullanılsa âlemin sistemi bozulur. Bâtından bu varlık-ları zuhûra çıkarması ise rahmetidir ki, onlara yaşam vermektedir, her ne kadar zuhûra çı-karken zorlamışsa da netîce de rahmet doğmaktadır.

Kendimizi ele alalım; doğarken ne kadar zorluklar çekiyoruz, yaşadığımız süre içerisinde ne gazablara ve zorluklara uğruyoruz, bir bakıyorsunuz hastalanıyoruz, bir bakıyorsunuz ayağımız kırılmış, ancak bunlar olmazsa da biz zuhûra çıkamıyoruz. İşte bizlerin birey olarak ortaya çıkmamız ve insan vasfını almamız O’nun rahmetidir ve bu rahmeti gazâbını örtmüş olmaktadır. Netîce olarak da gazâbı bize rahmet olmaktadır. Eğer böyle bir oluşum neticesin-de fayda sağlanmamış olsaydı Cenâb-ı Hakk gazab hükmünü ortaya çıkarmazdı.

İlâhî kadîm kelâmın birinci yönünün ikinci türüne gelince: Nebîlere indiri-len mukaddes kitaplar gibi ve nebîler ve onların altında olan evliyâ ile ilâhî ke-lâmlaşma gibi; Hak ile halk arasında ünsiyyet diliyle rubûbiyyet makāmından çıkan ilâhî kelâmdır.

Bu tür kelâm, ilk türde olduğu olduğu gibi emre muhâlefet etme imkânının olmaması şeklinde olmayıp, indirilen kitaplardaki emirlere karşı mahlûktan itâat ve âsilik gerçekleştirmiştir.

Çünkü bu türden olan ilâhî kelâm, ünsiyyet diliyle çıkmıştır. Bu konuda me'mûr olanların itâatta serbestlikleri var gibidir. "Serbestlikleri var gibidir" ta'bîriyle şunu kastediyorum ki;

- Âsilikte, azâb ile adâlet yönünden,

- İtâatta, sevâb ile mükâfât yönünden,

ilâhî iyilik olması için, fiillerinde tercih bağıntısını, Cenâb-ı Hak bu türden me'mûr olanlara vermiştir.

Bu tür ilâhî kelâmda, tercîh bağıntısının me'mûr olanlara verilmesi, bir tür ilâhî iyiliktir. Çünkü o tercih, onlarda ilâhî veriş ile hâsıl olmuştur. Bu şekilde tercîh imkânı verilmesi, kendilerine verilecek sevâbın sıhhatine vesîle olması içindir.

Netîce: Bu türde;

- Sevâb ilâhî iyilik,

- Azâblandırma sübhânî adâlettir.

Page 188: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 20.Bölüm Kelâm Hakkında-Terzi Baba Şerhi

187

Cenâb-ı Hak bir lütuf vermek için insana serbestlik vermiştir. Yoksa mecbûrî olarak yapı-lan birşeyin karşılığında mükâfât beklemek abes olurdu. Bizler için önemli olan, nerede zo-runluluklarımız var, nerede kendi sorumluluğumuz başlıyor bunun tahlîlini iyi yapabilmektir.

İlâhî kelâmın ikinci yönüne gelince:

Bilesin ki, Hakk'ın kelâmının bu yönü, imkân dâhilindeki ayn’ların kendisin-den ibârettir; ve imkân dâhilinde olanlardan her bir mümkün Hakk'ın kelâmla-rından bir kelimedir. Bunun için imkân dâhilinde olanların bitip tükenmesi mümkün değildir.

Cenâb-ı Hakk'ın Kur'ân-ı Kerîm'de “Kul lev kânel bahru midâden li kelimâti rabbî le nefidel bahru kable en tenfede kelimâtu rabbî ve lev ci’nâ bi mislihî mededâ” ya’nî "Rabb'imin kelâmlarını yazmak için deniz mürekkeb olsa, Rabb'imin kelâmları bitmeden o deniz elbette biterdi. Yardıma bir o ka-darını getirsek bile hüküm yine böyledir" (Kehf, 18/109) buyurması, bunun apaçık delîlidir..

Bundan dolayı imkân dâhilinde olanlar Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri-nin kelâmlarından ibârettir.

Bunun sebebi, kelâmın özet olarak;

- Kelâm edenin ilmindeki ma'nânın sûretinden ibâret olmasıdır.

Kelâm eden, bu şekilde o sûreti göstermekle o ma'nâyı işitenin anlayışına ulaştırmak ister. İşte ilmindeki ma’nânın sûreti olan Allâh kelâmı, mevcûdlardan ibâret olup, mevcûd, idrâk edilebilir, hissedilebilir aynî sûretten ibârettir. Bunlar-dan her birisi ilâhî ilimde mevcûd olan ma'nâların sûretleridir.

Bizler, duyduğumuz kelâm karşısında bildiğimiz ma’nâları sûretlendiriyoruz, bilmediğimiz

ma’nâları ise kendi hayâlimize ve vehmimize göre bizler mahlûk hükmüne sokuyoruz, bir başkasına göre ise o bizim hayâlimizdeki ve vehmimizdekinden başka bir şey oluyor.

Örneğin bir masa düşünelim, o masa ona âit ma’nânın zuhûra çıkmış hâlinden başka bir şey değildir. Aslı ise o maddî yönü değil bâtınıdır ki o da onun rûhudur.

İlâhî ilimde mevcûd olan ma'nâlar, sâbit ayn’lardan ibârettir.

- İstersen o sâbit ayn’lara “Eşyânın hakîkatleri" de;

- İstersen "Ulûhiyyet tertîbi" de;

Page 189: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 20.Bölüm Kelâm Hakkında-Terzi Baba Şerhi

188

- İstersen "Vahdetin basîtliğidir" de;

- İstersen "Gaybın tafsîlidir" de;

- İstersen "Cemâlin sûretidir" de;

- İstersen "İsimlerin ve sıfatların eserleridir" de;

- İstersen "Hakk'ın ma'lûmâtı ya’nî bilinenleridir" de;

- İstersen "hurûfât-ı âliyât ya’nî yüce harfler" de!

Muhyiddîn Arabî hazretleri "sâbit ayn’lar"a, "hurûf-ı âliyât" ta'bîrini kullan-mış ve "Biz henüz söylenmemiş, okunmamış hurûf-ı âliyeden ibâret idik," demiş-tir.

Kısaca: Kelâm eden, bir sözü söylemek için irâdeye âit bir harekete ve gayb sayılan göğüsten, zâhir sayılan dudağa çıkan harfler ile karışmış nefese muhtâc olduğu gibi, Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri de, mahlûkları gayb âleminden, şehâdet âlemine çıkarmak için önce irâde eder, sonra kudretle o mahlûkları açığa çıkartır.

- Hak'da irâde, kelâm edenin nefesindeki irâdeye âit harekete karşılıktır.

- Kudret ise, gayb âleminden, şehâdet âlemine çıkarmak için, harfler ile gö-ğüsten dudağa çıkan nefese karşılıktır.

- Mahlûkları var etme ise, kelâm edenin nefesindeki kendine mahsûs olan esâs üzerine kelimenin düzenlenişine karşılıktır.

Sübhandır o Hakk ki, insanı kendisi için kâmil bir nüsha olarak halk etmiştir. Kendine bakarak tetkîk edersen, Hakk'ın her sıfatına karşı, kendinde bir nüsha bulursun.

- Bu durumda hüviyyetine bak, hangi şeyin nüshasıdır?

- Benliğine bak, hangi şeyin nüshasıdır?

- Rûhuna bak, hangi şeyin nüshasıdır?

- Aklına, bak, hangi şeyin nüshasıdır?

- Fikrine bak, hangi şeyin nüshasıdır?

- Hayâline bak, hangi şeyin nüshasıdır?

- Sûretine bak, hangi şeyin nüshasıdır?

Page 190: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 20.Bölüm Kelâm Hakkında-Terzi Baba Şerhi

189

- Acâib olan vehmine bak, hangi şeyin nüshasıdır?

- Aynı şekilde görmene bak, hâfızana bak, işitmene, ilmine, hayâtına, kudre-tine, kelâmına, irâdene, kalbine, kalıbına bak;

Bunların her biri, hangi ilâhî kemâlin nüshası ve hangi ilâhî cemâlin güzelli-ğinin sûretidir?

Bizler o vehmi hakîkî hayâle ya’nî hayâl-i ilâhiyyeye döndürebilirsek o genişlikte gerçek

ma’nâlara ulaşmış oluruz, ama bunu yapamazsan hayâlî ve nefsî olarak kalırız, nüsha da olamayız. Bütün bunları kendimize mal edersek nefsânî olur, Hakk’a ve oradan da hakkânî varlığımıza bağladığımız zaman, ne kadar kendimizi yüceltirsek yüceltelim azdır ve benlik de yapmış olmayız. Çünkü insanı anlatmaktan yana insan âcizdir. İnsanın gerçek hâlini idrak etmemiz mümkün değildir çünkü bu durumda bu dünyânın bir özelliği kalmaz ki bu da bize rahmet içindir. Dünyâ yaşantısında bu hakîkatleri ilmî bir müşâhede ile anlayanlar, âhiret âleminde bunu yaşayacaklardır. Bu hakîkatleri idrâk edenlerin âhirette bulunacakları cennet-leri de başkadır.

Ölüm ânında bütün insanlar bir şok yaşayacaklardır ancak irfan ehlinin bu hâli çok kısa sürecektir çünkü o eğitimi bu dünyâ yaşantısında almışlar ve bâtın âleme kendilerini uydur-muşlardır ki bu dünyâdaki en büyük şans bu eğitimi alabilmektir. Nasıl ki uzay yolculuğuna çıkacak astronotlar, bu yolculuğa çıkmadan önce dünyâda özel odalarda gidecekleri mahalle aynı şartları taşıyan özel odalarda alıştırmalar yapıyorlar ve oraya uyum sağladıktan sonra uzaya çıkıyorlar, işte bunun gibi bizler de kabir kapısından geçerek âhiretteki yolculuğumuza çıkacağız. O nedenle gerekli eğitimleri burada almalıyız ki gideceğimiz ortamın şartları karşı-sında şok olmayalım ve kısa sürede uyum sağlayalım.

Bağlandığımız ahde koşulmuş bir şart olmasa, bu anlattığımızdan daha açık şekilde beyânlarda bulunur ve o beyânları samedânî ya’nî muhtaçsızlığa âit sar-hoşluğa uğrayanlara iştâh açıcı ve ayılanlara safâ gıdâsı yapardım. Fakat, az biraz basîreti olan kimse için bu kadar işâret yeterlidir.

Bu bölümde söylediğim sırların üzerine dikkat çekme izninin benden önce kimseye verildiğini bilmiyorum. Ben bunları emrolunduğum için söyledim. Bu kitâbın geneli bu türdendir. Fakat ben kabuğu, özün üzerine kap yapıyorum. Ulü'l-elbâbdan olan, o kabuğu atar ve özünü bulur, o sırları anlayarak telaffuz edebilir. Kabuğunda kalıp da, sırra vâkıf olmayan, olduğu yerde durur.

Allah hakkı söyler ve doğru yola hidâyet eyler.

Bir çok kişiler bu kitabın alıp okuyorlar fakat anlatılanlar kendilerine hayâl gibi geliyor çünkü insanlar kendilerine bir şey anlatılırken karşılarında cisimden bir şey ya’nî silüet arı-yorlar, burada ise silüet yok ancak Allah’ın bütün âleme yayılmış varlığı vardır ve dolayısıyla

Page 191: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 20.Bölüm Kelâm Hakkında-Terzi Baba Şerhi

190

silüet arayanlar burada bir şey bulamıyorlar. Ancak silüetten kaçanlar ya’nî sınırlara hapsol-mayanlar bunun sonsuzluğunda yüzebiliyorlar, aksi halde iki adımdan sonra o boşlukta kay-bolup gidiyorlar veyâ korkup geri çekiliyorlar ya’nî kitabı okumayı terk ediyorlar. Bu kişilerin ilgisine çekebilmek için anlatılanlarda nefsî yaşantılara dönük bir yön olması gerekiyor, böyle bir şey de bu kitapta olmadığı için Hakk’tan perdelenmiş oluyorlar ve içinden alacak nasipleri olmuyor. Rabb’ımıza bizi, bu hakîkatler karşısında öne alanlardan eylediği için ne kadar şük-retsek azdır.

Page 192: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 21.Bölüm Sem’ Hakkında-Terzi Baba Şerhi

191

حيم حمن الر� بسم الر�BİSMİLLAHİR RAHMÂNİR RAHİYM

Sem’ (İşitme) Hakkındadır

Manzûmenin Tercümesi:

"İlâhî işitme, Hakk'ın eşyâyı konuşmaları yönüyle bilmesi demektir. Eşyâdaki konuşma ba'zen lafzî olur, ba'zan hâl dili ile olur. Hâl dili ile olan, duâ demektir. Bu hâl dili ile olan nutk, Cenâb-ı Hakk’ın indinde fasih nutk gibi gereğe mutâbık olarak söylenen nutk değildir."

Bilesin ki: İlâhî işitme, ma'lûm olanı ya’nî bilineni ifâde yoluyla Hakk'ın ilmi-nin tecellîsinden ibârettir. Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri, her işittiğini işit-mezden önce ve işittikten sonra bildiği için işitme, bunun ma'lûmdan hâsıl oluşu yoluyla Hakk'ın ilim tecellîsinden başka bir şey değildir; ma'lûm olan şey, isterse Hakk'ın nefsi olsun, isterse mahlûkları olsun farketmez, bunu anla!

İlâhî işitme, Hakk’ın nefsî vasfından ibârettir. O vasfı Hakk'ın nefsindeki kemâli gerektirmiştir. Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri;

1. Nefsinin kelâmını ve;

2. İşlerinin kelâmını işitir. Aynı şekilde mahlûklarının kelâmını da hem konuşmaları, hem de halleri yönüyle işitir.

Kendi kelâmı yönünden nefsi için olan birinci işitmesi, ma'lûmdur.

İşleri i'tibârı ile kendine mahsûs olan ikinci işitmesi, isimlerindeki ve sıfatla-rındaki i'tibârlar bakımından ve te’sîr edicileri taleb etmesi bakımından, isimleri-nin ve sıfatlarının gereğidir. Bu duruma göre kendi nefsine olan icâbeti, o gereği ibrâz etmekten ve o eserlerin isimler ve sıfatlar için açığa çıkmasından ibârettir.

Peygamber-i zî-şânına "Kur'ân ehli, ehlullâhdır ve Hakk'ın seçkinleridir" buyurmuştur. Bu hadîs-i şerîf ile kendilerine işâret edilen ve zâtiyyûndan ya’nî zât tecellîsine nâil olan kullarına Rahmân'ın Kur'ân ta'lîmi, bu ikinci işitme, ya'nî zâtî işlerini işitme türündendir.

Page 193: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 21.Bölüm Sem’ Hakkında-Terzi Baba Şerhi

192

Zâtiyyûndan olan kul, isimlerin, sıfatların, zâtların kendisine olan hitâblarını işitir ve o hitâb edenlere, kendisinde sıfat bulunanın o sıfatına icâbet edişi gibi cevap verir. Bu ikinci işitme, kelâm ile olan birinci işitmeden daha kıymetlidir.

Ehlullah ya’nî ehl-i Beyt, zât mertebesinin zuhûr mahalleri demektir. “Abduhu ve

resûluhu” ifâdesi gereğince bunların abdiyyetleri risâletlerinden önce gelmektedir ki buradaki abdiyyet aynı zamanda velâyeti ma’nâsınadır. Çünkü velâyeti olmayanın risâleti olmaz ya’nî her peygamberin evvelâ velâyeti vardır ve bu velâyetin zuhûra çıkmasının aldığı isim risâlettir. Velâyet bâtında, risâlet zâhirdedir. İşte bu nedenle zâhir olarak ulaştırılacak bir şey kalmadığından dolayı risâlet sona ermiş ancak velâyet etmektedir. Peygamberler yeryüzünün direkleriydi ve onlar gittikten sonra yerlerine velîler kalmıştır.

Kur’ân ehli ise Kur’ân’ı sâdece zâhirî olarak okuyanları ef’âl mertebesi i’tibârıyla içine almakla berâber burada bahsedilen Kur’ân ehli zâtî mertebe i’tibârıyla olan Kur’ân ehlidir.

Bunun neden daha kıymetli olduğunun îzâhına gelince;

Kelâm ile olan birinci işitmede, Cenâb-ı Hak kuluna işitme sıfatını emânet olarak verince o kul, Allâh’ın kelâmını ilâhî işitme ile işitir. O işitmede adetlere ayrılma olmadığı gibi, sıfatların ve isimlerin zât ile berâber zâttaki hallerini bil-mez.

Burada bir işitme vardır ancak bu işitmede o kulun vâsıtasıyla işiten Allah’tır ve o kul

bunu idrâk eder ki buradaki duyuştan kasıt da bu idrâk ediştir. Bu durumun ilk kemâl hâli de bilindiği gibi ilk olarak Mûsâ (a.s)’dan zuhûra geldi. Cenâb-ı Hakk’ın Mûsâ (a.s)a olan “Ve enahtertuke festemi’ li mâ yûhâ” ya’nî “Ben seni seçtim, öyleyse vahyolunanı dinle!” (Tâhâ, 20/13) hitâbı zâtî mertebeden olan zuhûru göstermektedir. Bu zuhûrdan so-nra onun müşâhede edilmesi vardır ki bu hal ise Muhammediyyet mertebesine âittir.

Oysa Rahmân'ın, kullarına Kur'ân ta'lîmi şeklinde olan ikinci işitme, ya'nî iş-leri i’tibârı ile olan işitmede bu bilinir; çünkü işitmeye âit sıfat, bu ikinci tür işit-mede kul için zâtî hakîkattir. İlki gibi emânet olarak alınmış değildir ve başka bir yerden istifâde edilmiş de değildir.

Kulun zâtı için bu işitme tecellîsi geçerli olunca, o kul için rahmâniyyet arşı kurulur. Rabb'i o arş üzerinde istilâ ile tecellî eder. Eğer o kulun ilk önce işleri işitmesi olmasaydı, Zât-ı Deyyân'dan isimler ve sıfatlar bu işitmeyi gerektirmezdi ve o kulun, Rahmân'ın huzûrunda Kur'ân’ın edebleriyle edeblenmesi mümkün olmazdı.

Page 194: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 21.Bölüm Sem’ Hakkında-Terzi Baba Şerhi

193

Bu yazılan öyle bir sözdür ki, bunu garîblerden emîn kimseler olan edeb sâhiplerinden başkası anlayamaz. O emîn kimseler olan edeb sâhipleri, bu ikinci “kelâmı işitme” husûsunda, tahakkuk mertebesine ulaşan "ferdler"den ibârettir.

Kur’ân-ın edebiyle edeblenmeye “Allâh’ın ahlâkı ile ahlâklanın” hadîs-i şerîfiyle de işâret

edilmektedir.

Garîb, nefsten yana garîb olanlardır, onların nefsâniyetlerinden haberleri yoktur. “Müferridûn” terimiyle de burada belirtilen”ferdlere” işâret edilmektedir. Kişinin bu şekilde “ferd” olması için önce vitr olması lâzımdır. Ferdiyyete yol ancak bu vitriyyetten geçmektedir ki, günlük olarak vitr namazını da bu sebeple kılmaktayız. Efendimiz (s.a.v) buyurdular ki, “Allah vitrdir, vitrleri sever”, dikkât edersek “vâhid ya’nî bir” denmemiş, vitr denmiştir. “Vitr” kelimesini oluşturan harflerden “vâv” harfi vâridat-ı ilâhiyyete, “te” tam tevhîd, “rı” ise bunun zuhûru olan rahmâniyyet ve rubûbiyyet mertebelerinde kişinin bu vasıflar ile kendini bulmasıdır. Kişi vitriyyette kendi kişiliğini idrâk eder ki, bir bakıma burası îseviyyet mertebesi ya’nî kendisinde Hakk’ın varlığını bulduğu teşbîh mertebesidir. Ferdiyyet ise tevhîd mertebesi ya’nî genel âlemde kendi varlığının zuhûrunu hissetmesi veyâ bütün âlemi kendisinde veyâ kendisini bütün âlemde yaygın olarak bulmasıdır.

"İkinci kelâmı işitme" dediğimizdeki kelâm için bir son yoktur. Çünkü Hakk-

'ın kelâmlarına son yoktur. Bu kelâmlar, bahsedilen bu ferdler hakkında tecellîlerin çeşitlenmesi demektir. O yüce erlerde, isimlerin ve sıfatların lügatı ile zâtın hitâb etmesi dâim olup, bu kelâmlaşmalara onların icâbet etmeleri de zevâl bulmaz. Ve bu icâbetleri, zâtlarının hakîkatiyle olup, kendisinde sıfat olanın sıfa-tına icâbet etmesi gibidir.

Bu bahsettiğimiz “isimlerin ve sıfatların lügatı ile zâtın hitâb etmesi”ndeki, isimler ve sıfatlar, bizim elimizde bulunan, ya'nî irfân derecemize Hakk'ın isimle-rinden ve sıfatlarından dâhil olanlar türünden olmayıp, bu bahsedilen isimler ve sıfatlar, o erlere tahsîs edilmiştir. O erler için bildiğimiz isimlerden ve sıfatlardan başka Hakk'ın ilminde seçilmiş bir takım isimler ve sıfatlar vardır. O isimler ve sıfatlar, Allah'ın indinde bu dereceye ulaşanlara mahsûstur. Bu seçilmiş isimler, Cenâb-ı Hakk'ın o kulu ile işlerine ve o kulunun Cenâb-ı Hak ile olan ve bahsedi-len işlerden ibâret olan hallerine mahsûstur.

O haller kula nisbetle mahlûk, Hakk'ın işlerine nisbetle kadîmdir. İsimlerden ve sıfatlardan nezd-i ilâhîde olan işler, gayb-ı ilâhîde seçilmiş olan sırlardır. Bu nükteyi anla! Çünkü bu nükte, zamânın nâdirlerindendir.

Page 195: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 21.Bölüm Sem’ Hakkında-Terzi Baba Şerhi

194

“İkinci kelâm işitme” cümlesinden belirttiğimiz kelâmı okumaya;

“İkra’bismi rabbikellezî halak; Halakal insâne min alak; İkra’ ve rabbükel ekrem; Ellezî alleme bil kalem; Allemel insâne mâ lem ya’lem” (Alak, 96/1-5) "Oku! Halk eden Rabb’inin ismiyle! O, insanı alaktan halk etti. Oku! Ve senin Rabb’in en kerîmdir. O ki kalemle öğretti. İnsana bilmediklerini öğretti."

âyet-i kerîmesinde Nebiyy-i zî-şâna işâret vardır.

Çünkü bu okuma, iş ehlinin okumasıdır. "İş ehli" dediğimiz ise, Kur'ân ehli olanlardır. Kur'ân ehli dediğimiz ise, muhammediyyûndan "zâtiyyûn ya’nî zât tecellisine nâil olanların" içerinde bulunanlardır. İşte bu zâtiyyûn, ehlullâhın içinden, "seçkinler" denilen "ferdler"dir.

İlâhî kelâmı okuma ve Allâh’ın zâtından ilâhî işitme ile olan birinci işitmeye gelince:

Bu işitme, Kur'ân okuma değil, Furkân okumadır. Furkân okuma, sâfiyete ermişlerin okumasıdır. Bunlar, "Mûseviyyûn-ı nefsiyyûn" derecesine varanlardır. Cenâb-ı Hak, Hz. Mûsâ'ya “Vastana’tuke li nefsî” (Tâhâ, 20/41) ya’nî "Ve seni nefsim için seçtim" buyurdu. Bu nükteden dolayıdır ki, mûseviyye sınıfı, "nefsiyyûn"dur.

Daha önce anlatılan sınıf ise zâtiyyûn ya’nî zât tecellisine nâil olanlar olup, Cenâb-ı Hak bunun için Hz. Muhammed'ine (s.a.v) “Ve le kad âteynâke seb’an minel mesânî vel kur’ânel azîm” ya’nî "Sana seb'-i mesânîyi ve Kur'ân-ı azîmi verdik" (Hicr, 15/87) buyurdu.

- Seb'-i mesânî, Cenâb-ı Hakk'ın yedi olan zâtî sıfatlarından ibârettir. Bu husûsu, “El-Kehfü ve'r- Rakîm Fî Bismillâhirrâhmânirrahîm" adlı kita-bımızda îzâh ettik.

- Kur'ân-ı azîm de, Allâh'ın zâtından ibârettir. Bu ma'nâya da Hz. Peygam-ber (s.a.v.) "Kur'ân ehli, ehlullâhdır ve Hakk'ın seçkinleridir" hadîsiyle işâret etti.

Özetle; Kur'ân ehli zâtiyyûn, Furkân ehli nefsiyyûndur; ikisinin arasındaki fark, Habîb makāmı ile, Kelîm makāmı arasındaki farktır.

Allah hakkı söyler, Allah her şeyi bilicidir.

Page 196: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 21.Bölüm Sem’ Hakkında-Terzi Baba Şerhi

195

Kur’ân okuduğumuzda sem’ sıfatı o anda bizde gerçek olarak faaliyette ise örneğin “yâ-sîn” hitâbını kişi anlar, ancak bu sıfat gerçek olarak faaliyete geçmediği sürece bu hitâb bin-lerce kez okunsa da bir şey anlaşılmaz sâdece kelâm olarak ağızdan çıkmış olur.

Bu okunan hitâbların sâhibi Cenâb-ı Hakk olduğundan o ma’nâları bize kendi lisânımız ile o söylemiş olur. Bunun anlaşılması için de işte ilâhî sem’ dediğimiz sıfatın faaliyete geçmiş olması lâzımdır.

Her şeyde olduğu gibi bu sıfatında en kemâlli görünme yeri Efendimiz (s.a.v) dir ve bu-nun yanında Cenâb-ı Hakk ile karşılıklı konuşması da vardır. Bu da sem’in yanında kendisin-de faaliyete geçen ilâhî kelâmı da göstermektedir.

“İkrâ” ya’nî “Oku” hitâbı Kur’ân-ı Kerîm’de 3 yerde geçmektedir. “Kul” ya’nî “de, söyle” hitâbı daha fazla geçmektedir. Bu iki hitâb arasındaki fark şudur;

“İkrâ’” ya’nî “kıraât etmek” bir metinden olur ve o metin bir başkasına âittir. “Kul” ya’nî “de, söyle” ise bu “İkrâ’” hitâbıyla çıkan risâletin başkalarına söylenerek devâm ettirilmesidir. İkisi de emir olduğu halde “kul” hitâbında içinde bulduğun hakîkatleri söyle ma’nâsı vardır.

Muhammedî dışında birinin Kur’ân ehli olması da mümkün değildir, o kişi her şeyin ehli olur ancak Kur’ân ehli olmaz.

Kur’ân ehline bir başka ifâde ile “mâhiyyun” ya’nî “ayyüzlüler”, nûru muhammedîyi yan-sıtanlar da denilmektedir.

Page 197: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 22.Bölüm Basar Hakkında-Terzi Baba Şerhi

196

حيم حمن الر� بسم الر�BİSMİLLAHİR RAHMÂNİR RAHİYM

Basar (Görme) Hakkındadır

Manzûmenin Tercümesi:

"Allah'ın görmesi, ilminin tecellî mahallidir. Allah kendisini gördüğü gibi, âlemi de görür. Allah'ın ma'lûmunun hepsi, görmesinin aynıdır. Allah’ın bunla-rın hepsini ayânen görmesi dâimdir."

İlâhî görme ve müşâhede de zuhûru i’tibâriyle Hakk'ın ilminin aynıdır. Bu gerekli bir husûstur. Cenâb-ı Hak, ma'lûmunu zâtıyla müşâhede eder. Hakk'ın bu müşâhedesi, azîm ilimden ibârettir. İlim ve görme, Hakk'ın iki vasfıdır. Hakîkatte bir şey' ise de, iki sıfat i'tibâr edilince bu başka, diğeri başkadır. Çünkü görücülük ve bilicilik bir değildir; ayrı ayrı sıfatlardır."

Cenâb-ı Hak bizi ve seni muvaffak etsin. Bilesin ki; Hak Teâlâ'nın görmesi, ma'lûmâtını ya’nî bilinenlerini görmesi i'tibârı ile zâtından ibârettir. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın ilmi, ilmine âit çıkış yeri i'tibârı ile zâtının aynıdır. Çünkü Hak, zâtı ile bilir ve zâtı ile görür ve zâtında adetlere ayrılma yoktur. İlminin mahalli, görmesinin mahallidir. İlim ile görme her ne kadar hakîkatte bir şey' ise de, iki sıfattır.

- Bundan dolayı görmesi ile kastedilen, ayânen görmeye âit olan yerde ilmi-nin tecellîsinden başka bir şey değildir.

- Aynı şekilde ilmi ile de kastedilen, ayn âlemindeki bakış yerlerini idrâkten başka bir şey değildir.

Cenâb-ı Hak, hem zâtı ile zâtını, hem de zâtıyla mahlûklarını görür. Bundan dolayı zâtını görmesi, mahlûklarını görmesinin aynıdır. Çünkü görme, ilâhî tek bir sıfattır. Aradaki fark, görünenlerdedir.

İşte bu şekilde Hakk'ın eşyâyı görmesi zevâl bulmaz bir durumdur. Şu kadar var ki, irâdesi bağlanmadıkça, bir şeye bakmaz. Bu şerefli bir inceliktir, bunu an-la!

Page 198: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 22.Bölüm Basar Hakkında-Terzi Baba Şerhi

197

Sohbetlerimizde olsun başka yerlerde olsun sürekli dediğimiz gibi, gönlümüzden dünyâ

sevgisini çıkaralım ve orayı mümkün olduğu kadar boşaltalım ve gönlümüzü genişletmeye çalışarak Allah’tan Kur’ân-ı Kerîm’inin hakîkati ne ise onu bize anlatmasını niyâz edelim.

Bu izâha göre eşyâ ebediyyen ve kat’iyyen Hak'dan yana örtülü değildir. Lâ-kin az önce izâh edildiği şekilde meşiyyeti ya’nî üst irâdesi bağlanmadıkça bir şey üzerine bakması gerçekleşmez.

İşte nebevî hadîs ile ulaştığı şekilde, “Allah'ın kalbe şöyle ve şöyle her gün bakışı vardır,” buyurulması bu türdendir.

Ammâ Kur'ân'da “ve lâ yukellimuhumullâhu ve lâ yenzuru ileyhim” ya’nî "Allah onlara söz söylemez ve onlara bakmaz" (Âl-i İmrân, 3/77) buyrulması bu türden değildir. Çünkü bu âyetteki bakış, Cenâb-ı Hakk'ın kendisine yaklaştırdığı kullarına lütuf buyurduğu ilâhî rahmetinden ibârettir. Üstteki hadîsteki bakış ise böyle değildir. O bakış kalbedir; hadîste ulaştığı yönledir.

Yukarıda, ilâhî bakış sıfatına âit söylenen îzâhlar, yalnız bakışa âit sıfata mahsûs olmayıp, diğer ilâhî sıfatlar için de geçerlidir.

“Ve le neblüvenneküm hattâ na’lemel mücâhidîne minküm ves sâbirîne“ (Muhammed, 47/31) ya’nî "Sizden mücâhidleri ve sabredenleri bilmek için el-bette sizi tecrübe edeceğiz" âyetini görmüyor musun? Zannetme ki, Cenâb-ı Hak onları tecrübe etmeden önce bilmiyordu; Allah, cehâletten yana yücedir.

Aynı şekilde kalbe bakışta da, “her gün şöyle şöyle baktığı kalb”, ilâhî bakış-tan hiçbir zaman kaybolmuş değildir.

İlâhî bakış hakkındaki bu îzâhların altında öyle sırlar saklanmıştır ki, bu şe-kilde dikkât çekmekten başka bir şekilde o sırları açmak mümkün olmaz. İrfânı olan irfânına sımsıkı sarılır ve durmadan bunun üzerinde çalışır. Te'vîl yoluna giden elbette bir tür boşluğa düşme tehlikesindedir. Bunu anla!

Bilesin ki: Göz bebeğinden, eşyâya bakıcı olan bakışa âit idrâk kuvvesi, in-sandaki görmeden ibârettir. Bu göz bebeği, eşyâya kendisinden bakmayıp da, kalb mahallinden bakarsa, o görmenin adına "basîret" ismi verilir. İşte bu basîret, aynıyla Hakk'a nisbet edilen "kadîm görme"dir. Bu sır senin için açılırsa, -o da ancak Allah'ın lütfuyla açılır- eşyânın hakîkatlerini olduğu gibi görmeye muvaf-fak olursun. Görüşünden hiç bir şey perdeli ve örtülü olmaz.

Page 199: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 22.Bölüm Basar Hakkında-Terzi Baba Şerhi

198

Bu kelâmlar ile sana işâret ettiğim acâib sırrı anla!

O kelâmların gelin gibi olan ma'nâlarından, duvağını kaldır. İşini Cenâb-ı Hakk'a çevir; sen, sensiz sen ol! Hattâ sen de olma; belki istediği gibi sende tasar-ruf eden Allah olsun. "İstediği gibi tasarruf" dediğim, sıfatlarının ve isimlerinin gereklerine göre tasarrufu demektir.

Bu kelâmlardaki örtücü kabuğu at! Parlayan özünü al!

“İnnî veccehtu vechiye lillezî fatares semâvâti vel arda hanîfen ve mâ ene minel müşrikîn” (En'âm, 6/79) ya’nî "Muhakkak ben hanîf olarak yüzümü yeri ve göğü fıtratlandırana çevirdim.Ben müşriklerden değilim" âyetinin hakîkatini anla!

Kim ki burada anlatılan ma’nâ i’tibârı ile vechini Hakk’a döndürürse, Cenâb-ı Hakk’ta kendi vechinden ihsanda bulunur. Ya’nî zâtî tecellî ihsânında bulunur ki, bu da maddî ma’nâda cennet arzûları içerisinde olan bir tecellî değildir. Kul yönünden de istenen budur ki, gerçek kul olabilmek için dünyâ ve âhiret sevgilerinden soyutlanmış olmak gereklidir. Bun-dan sonra o boşalan yerlere Cenâb-ı Hakk’ın muhabbeti gelir.

“Hem dünyâyı seviyorum hem de Hakk’ı seviyorum” şeklinde bir iddiâ garîb olur. Ancak herşey terk edilecek ve onlara karşı hiçbir şey yapılmayacak da değildir. Yapılması gereken şudur; Hakk sevgisi bütün sevgilerin üstünde olacaktır, bireysel varlığımız ve fizîkî bir yaşan-tımız var ya’nî kulluk yönümüz ve beşeriyetimiz var, bunlar da bir gerçektir. Bir kulun sürekli ulûhiyyet hâliyle yaşaması mümkün değildir.

Kişinin herhangi bir varlığa olan muhabbeti Hakk’a olan muhabbetinin üstünde ise ya’nî birinci derecede beşerî münâsebetlerdeki muhabbetimiz varsa, o kişi gizli de olsa şirk ehlidir.

Page 200: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 23.Bölüm Cemâl Hakkında-Terzi Baba Şerhi

199

حيم حمن الر� بسم الر�BİSMİLLAHİR RAHMÂNİR RAHİYM

Cemâl Hakkındadır

Bilesin ki, ilâhî cemâl Allah'ın pek yüce sıfatlarından ve güzel isimlerinden ibârettir. Bu umûmî bir ta’bîrdir.

Husûsî olarak îzâh olunursa;

- Rahmet sıfatı, ilim sıfatı, lütuf sıfatı, ni’metlendirme sıfatı, cömertlik ve ihsân sıfatı, rızık vericilik ve halk edicilik sıfatları, yararlılık sıfatı ve bun-lara benzeyen sıfatların hepsi cemâlî sıfatlardandır.

- Burada bir de müşterek sıfatlar vardır. O sıfâtın bir yüzü cemâle, bir yüzü celâle bakıcıdır. "Rab" ismi gibi, çünkü;

• Terbiye ve vücûda getirme i'tibârı ile Rab, cemâl ismidir.

• Rubûbiyyet ve kudret i'tibârı ile, celâl ismidir.

Allah ve Rahmân isimleri de böyledir. Rahîm ismi böyle değildir; çünkü Rahîm, cemâl ismidir. Başka sıfatları da bunlara kıyâs et!

Rab ismi celâliyle de terbiye etmektedir, cemâliyle de terbiye etmektedir. Rahîm ismi

sâdece celâldir çünkü orada kırma dökme yoktur, sâdece rahmet vardır.

Bilesin ki, Hakk'ın cemâli ne kadar çeşit çeşit olsa da, iki çeşitten hâriç değil-dir:

- İlk çeşit, ma'nevidir. Bu da güzel isimlerin ve pek yüce sıfatların ma'nâlarından ibârettir. Bu çeşit, Hakk'ın kendisini müşâhedesine mahsus-tur.

- İkinci çeşit, sûrîdir. Bu da bütün dalları ve çeşitleri i'tibârı ile mahlûklar denilen mutlak âlemden ibârettir. O mutlak âlem ilâhi bir tecellîgâhda açı-ğa çıkan ilâhî mutlak güzelliktir. "Halk" dediğimiz işte bu tecellîgâhın is-midir. Bu isimlendirme de, ilâhî güzellik cümlesindendir.

Page 201: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 23.Bölüm Cemâl Hakkında-Terzi Baba Şerhi

200

Çeşitlenme, cemâl i'tibârı ile olmayıp, ilâhî cemâle tecellîgâh olması i'tibârı ile bu âlemden her çirkin ve güzel olan gibidir. Çünkü vücûddaki mertebesini muhâfaza etme yönünden;

- Çirkin cinsini çirkinliği üzere açığa çıkarmak, ilâhî güzellikten olduğu gibi,

- Güzel cinsini güzelliği üzerine açığa çıkarmak da, yine onun vücûddaki mertebesini muhâfaza etme yönünden ilâhî güzelliktendir.

Şunu da bil ki, eşyâda çirkinlik, o şeyin kendisi için olmayıp, i'tibârîdir. Bu îzâha göre, bu âlemde çirkinlik adına ne varsa hepsi i'tibârîdir. Bu durumda mut-lak çirkinlik hükmü, vücûddan kalkınca, mutlak güzellikten başka bir şey kal-maz.

İ’tibârî ya’nî aslında olmayan ama öyle kabûl edilen ma’nâsınadır. İlâhî cemâl bütün var-

lıkta zuhûra gelmişse bu çirkin dediklerimiz bizim beşerî anlayışımızla isimlendirdiğimiz şey-lerdir, yoksa Hakk’ın indinde böyle değildir.

Âsîliklerin çirkinliğini görmüyor musun? O çirkinlik, yasak oluşları i'tibârı ile ortaya çıkmıştır. Kötü kokuların çirkinliği görmüyor musun? O çirkinlik, tabîatına hoş gelmeyen kimseye göredir. Ammâ pislik böceğine ve çirkin koku tabîatına hoş gelen kimseye göre, kötü kokulardaki çirkinlik, güzel tavırlı bir çir-kinliktendir. Aynı şekilde görmüyor musun ateşte yanmayı? Bunun çirkin olma-sı, ateş içinde insanın helâk ve telef olması i'tibârı iledir. Oysa, o ateş semenderin indinde son derece güzeldir. Semender bir hayvandır ki, hayâtı ancak ateşte ola-bilir.

Nefsimiz yönünden ona güzel gelenlere güzel, çirkin gelenlere ise çirkin diyoruz ancak

aynı şekilde bizim çirkin dediğimiz bir başka varlığa güzel gelmektedir. İşte bu nedenle çir-kinlik asâleten olmaz göreceli ya’nî i’tibârî olur. Cenâb-ı Hakk bütün bu âlemdeki varlıklarda zuhûra geldiğinden ve o bütün varlıklar ona bir tecellîgâh olduğundan bütün güzellikler O’ndan olmuştur.

Bu mevzû bize gerçek tenzîh hakîkatini hatırlatmaktadır. Hani Allâh’ı noksan sıfatlardan tenzîh ediyoruz ve güzellikler ile çirkinlikleri ayırıyoruz ya, işte bu bahiste anlatılan îzâhlar dikkâte alındığında yapmamız gereken tenzîh kendi anlayışımızı ve idrâkimizi çirkin görmek-ten tenzîh etmektir. Görüldüğü gibi zâhir ilim Allah şunu yapmaz, bunu yapmaz diyerek O’na elbise biçmekte ve O’nu kendi anlayışı doğrultunda vasıflandırmaya çalışmaktadır. Oysa mut-lak çirkinlik diye bir şey olmayıp mutlak güzellik vardır ki o da Cenâb-ı Hakk’ın cemâl tecelli-sinden meydana gelmektedir.

Page 202: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 23.Bölüm Cemâl Hakkında-Terzi Baba Şerhi

201

Günümüzde îmâl edilen parfüm ve benzeri güzel koku olarak adlandırılan maddelerin içerisine üreticiler çok kötü kokulardan da belirli oranlarda karıştırmak sûretiyle değişik ko-kular elde etmektedirler. İşte o çirkin denilen şey aslında kendi kemâlindedir yoksa çirkinlik değildir. Çok kötü bir koku ne kadar sert olursa ondan yüzümüzü çeviririz ki o orada kemâlâtını bu şekilde ortaya koymaktadır. O koku orada geçicidir oysa mutlak olması için ebedî olması gerekmektedir. Bu nedenle âlemde zevâlde olan bir şeyin olduğunu söylemek onun sâhibinin Cenâb-ı Hakk olduğu söylemek olur. Oysa Cenâb-ı Hakk nerede neyi meyda-na getirmişse o orada mutlak bir kemâlattır.

Kısaca, bu îzâhlara göre âlemde çirkin adına bir şey yoktur. Allah'ın halk etti-ği her şey bizzât güzeldir. Çünkü güzelliğinin ve cemâlinin sûretidir. Şu halde eşyâda, eşyâya çirkinlik bağlanması i'tibârî olmaktan başka bir şey değildir.

Hattâ güzel kelimeyi de görmüyor musun, ba'zen çirkin olur; bu da i'tibâra tâbi'dir. Çünkü güzel kelime, nefsinde güzeldir.

Netîce: Bu bilgilerden şu anlaşıldı ki, vücûd, bütün kemâliyle ilâhî güzelliğin sûretleri olup, cemâl görünme yerlerinden ibârettir. Bizim, "vücûd, bütün kemâliyle" dediğimiz ta'bîre;

- Hissedilebilir,

- Akledilebilir,

- Vehmedilebilir,

- Hayâl,

- Evvel,

- Âhir,

- Zâhir,

- Bâtın,

- Sözler,

- Fiiller,

- Sûretler ve

- Ma'nâların hepsi dâhildir.

Çünkü bunların hepsi, cemâl sûretleri ve kemâl tecellîleridir.

Benim bu ma'nâda Kasîde-i Ayniyye'de söylediğim sözler aşağıdadır.

Page 203: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 23.Bölüm Cemâl Hakkında-Terzi Baba Şerhi

202

Kasîdenin Tercümesi:

"İlâhî! Tecellî ettin eşyâya halk ettiğin anda. O eşyâ senden uzak değildir. Senin azamet perdelerin o eşyâdadır. Halkı güzelliğinin zâtından ayırmakla meydana getirdin. Halk sana ne birleşiktir, ne de senden ayrılmıştır. Eşya, ulû-hiyet rütbesinin gerektirdiği hükümlerden ibârettir. Zıtları toplamak, ulûhiyette-dir. Halk, hak olarak sensin. Sen imâmımızsın; senden ibârettir, ulvî ve süflî ne varsa.

Halk misâlde kar gibidir; sen, o karı oluşturan su mesâbesindesin. Hakikat-te kar sudan başka bir şey değildir. Yalnız şerîatların gerekli kıldığı hükümlerde su ile kar birbirinden ayrılır. Kar eriyince aldığı hüküm kalkar. Onun yerine su hükmü konur. Bu bir emr-i vâki'dir.

Zıtlar, güzelliğin birliğinde bir aradadır ve ayrılık yine o güzelliğin birliği-dir. O güzelliğin birliği, zıtların çeşitliliğinden parlayıcıdır. Her kemâle gelmiş olan fidana benzeyen kâinat üzerindeki sûretten tecellî eden cemâlindeki her güzellik;

- Kâküllerinin safları arasında görülen her siyâhlık;

- Al yanaklarındaki sâfî ve hâlis olan her allık;

- Hint kılıcı gibi şiddetle te'sîr eden ve kesen kirpiklerle âşıkını öldüren her sürmeli göz;

- Salınan saçlarla, bölük bölük zînet gösteren güzel ve muntazam asmalar-da hurma salkımı gibi olan her esmerlik;

- Cemâliyle safâ tezyin eden her güzel; hüsnü latîf veyâ kesîf görülen latîf;

- Latîfliğinin güzelliğiyle güzellik gösteren her kesîf; Güzelliği müşâhede edilen her cemîlin cemâli; Bu sayılan güzelliklerin hepsi, onları halk ede-nin güzelliğinden ibârettir. Sen bunları halk edeni tevhîd et; kat’iyyen O'-na ortak koşma! O'nun küllî şumûlü her şeyi ihâta etmiştir. Aslâ o güzel-liklere "geçicidir" deme. Çünkü güzellik ve çirkinlik, bizzât O'na dönücü-dür. Her çirkini ne zaman O'nun güzelliğine bağlarsan, derhal zihnine güzellikleri ihtivâ eden ma'nâlar gelir. Çirkinin noksânı, O'nun mükem-mel cemâlidir. O'nun tecellî ettiği şeyde, noksan ve çirkinlik olması ihtimâli yoktur. O'nun celâli, derecesi âdînin derecesini yükseltir. O celâl nerede parlar ve âşikâr olursa, orada âdîlik düşünülmesi ortadan kalkar. Kısaca, Hakk'ın yapması de her gördüğüne. Bütün müşâhede ettiklerin, o Hâlık'ın kudret tecellîgâhıdır.

Page 204: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 23.Bölüm Cemâl Hakkında-Terzi Baba Şerhi

203

Şurası da bilinsin ki; ma'nevî Cemâl,—ki ilâhî isimlerin ve sıfatların ma'nâlarından ibârettir— o isimleri ve sıfatları hakîkatiyle tecellî etmiş olan kemâlî müşâhede etmek, Hakk'a mahsûstur.

Ammâ isimleri ve sıfatları mutlak âlem üzere müşâhede, sâdece Hakk'a mahsûs değildir. Çünkü kendine has inanış sâhiplerinden her kimse için kendine has inanışta bulunduğu rab hakkında bir çeşit inancı vardır:

- Yâ, rabbı hakkında "güzel isimleri ve yüce sıfatları hakedicidir" der;

veyâhut başka türlü bir inancı vardır. Her kendine has böyle bir inancı ola-nın, bu sûretini müşâhede etmesinde, sûret, bu müşâhede için zarûrîdir. İşte o sûret de, bu şekilde ilâhî cemâl sûretidir. Bu duruma göre o sûrette ilâhî cemâlin zuhûru, sûrî zuhûrdur, ma'nevî değildir.

Bu açıklamalardan çıkan netîce şudur ki:

Kemâliyle ma'nevî cemâli müşâhede etmek, Hak'dan başkası için muhâldir. Bu hakîkati idrâk edemeyenlerin sözlerinden Allah son derece yücelik ile yüce ve mukaddestir.

Page 205: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 24.Bölüm Celâl Hakkında-Terzi Baba Şerhi

204

حيم حمن الر� بسم الر�BİSMİLLAHİR RAHMÂNİR RAHİYM

Celâl Hakkındadır

Bilesin ki, ilâhî celâl, Hakk'ın o isimlerde ve sıfatlarda aslî mâhiyyetleri üzeri-ne olduğu gibi zuhûruyla zâttan ibârettir. Bu, icmâl yollu bir ta'rîftir. Tafsîlatlı olarak ta'rîf edilirse;

İlâhî celâl, azamet ve kibriyâ, mecd ü senâ ve her türlü cemâlden ibârettir. Çünkü cemâlin zuhûrunda şiddet olursa, ona da "celâl" denilir. Tıpkı ilâhî celâlin halk üzerine ilk zuhûrunda, celâle, "cemâl" denildiği gibi.

"Her cemâlin celâli ve her celâlin cemâli vardır," diyen, bu sözü bu inceliğe göre söylemiştir. Fakat halkın halka göre gerçekleşen ellerindeki ilâhî cemâl, kendileri için ortaya çıkışı i'tibârı ile ancak ya cemâlin celâli, yâhut celâlin cemâlidir. Mutlak cemâli ve mutlak celâli müşâhede ise, Hak'dan başkası için olamaz. Halkın o mes'eleye münâsebeti yoktur.

- Celâli îzâh ederken, "hakîkatiyle ilâhî isimlerde ve sıfatlarda, aslî mâhiyyetleri üzerine zuhûruyla zâttan ibârettir". Bu müşâhede de yine Hak'dan başkası için mümkün değildir,

- Cemâli îzâh ederken de, "cemâl yüce sıfatlardan ve güzel isimlerden ibârettir" demiştik. Burada da ilâhî isimleri ve sıfatları seçmek halk için mümkün değildir. Çünkü Allah'ın indinde ilâhî seçime mahsûs ilâhî isim-ler vardır; onlar da cemâldir, demiştik;

Bundan dolayı şu sâbit olur ki, mutlak cemâli ve mutlak celâli müşâhede, Hak Teâlâ'ya mahsûstur. Bunu bildikten sonra, şunu da bil ki, Hakk'ın isimleri ve sıfatları hakikatlerinin gereklerine göre dört kısımdır:

1- Zâtî isimler ve sıfatlar

2- Celâlî isimler ve sıfatlar

3- Kemâlî müşterek isimler ve sıfatlar

4- Cemâlî isimler ve sıfatlar

Page 206: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 24.Bölüm Celâl Hakkında-Terzi Baba Şerhi

205

Aşağıda hepsini kısımlarına göre sıralamış bulunuyorum.

1. Zâtî isimler ve sıfatlar

Allah es-Samed

el-Ahad el-Kuddûs

el-Vâhid el-Hayy

el-Ferd en-Nûr

el-Vitr el-Hakk

2- Celâlî isimler ve sıfatlar

el-Kebîr er-Rakîb Zü'l-batş

el-Müteal el-Vâsi' el-Basîr

el-Azîz eş-Şehîd ed-Deyyân

el-Azîm el-Kavî el-Muazzib

el-Celîl el-Metîn el-Mufaddıl

el-Kahhâr el-Mümit el-Mecîd

el-Kâdir el-Muîd Zü'l-havl

el-Muktedir el-Müntakim -ellezî lem yekûn lehü küfüvven ahad

el-Mâcid -Zü'l-Celâli ve'l-ikrâm eş-Şedîd

el-Mütekebbir el-Mâni' el-Kâhir

el-Kâbız ed-Dârr el-Gayyûr

el-Hâfız el-Vâris Şedîdu'l-ikâb

el-Müzil es-Sabûr el-Cebbâr

Page 207: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 24.Bölüm Celâl Hakkında-Terzi Baba Şerhi

206

3- Kemâlî müşterek isimler ve sıfatlar

er-Rahmân el-Vâlî el-Müteâlî

el-Melik el-Kayyum Malikü'l-Mülk

er-Rab el-Mukaddim el-Muksid

el-Müheymin el-Muahhir el-Câmi

el-Hâlik el-Evvel el-Ganî

es-Semi' el-Âhir ellezî leyse ke müslıhi şey’ün

el-Basîr ez-Zâhir el-Muhît el-Hakem el-Bâtın es-Sultan el-Adl el-Velî el-Mürîd el-Hakîm el-Mütekellîm

4- Cemâlî isimler ve sıfatlar

el-Alîm el-Muiz el-Vâcid er-Raşîd

er-Rahîm el-Hafîz ed-Dâim el-Karîb

es-Selâm el-Mükît el-Bâkî el-Mücmil

el-Mü'min el-Mükît el-Birr el-Mucîb

el-Bâri el-Hasîb el-Münim el-Kefîl

el-Musavvir el-Cemîl el-Afüvv el-Hannân

el-Gaffâr el-Halîm el-Gatûr el-Mennân

el-Vahhâb el-Kerîm er-Raûf el-Kâmil

el-Fettâh el-Vekîl el-Muğnî -lem yelid ve lem yûled

el-Bâsit el-Hamîd el-Mûtî el-Kâfî

er-Rafi' el-Mübdî en-Nafî' el-Cevâd

el-Latîf el-Hayy el-Hâdî Zü't-tavl

el-Habîr es-Sabûr el-Bedî' eş-Şâfî

er-Rezzâk el-Mütekellim el-Müafî

Page 208: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 24.Bölüm Celâl Hakkında-Terzi Baba Şerhi

207

Bilesin ki, ilâhî isimlerden ve sıfatlardan her ismin ve her sıfatın eseri vardır. İşte o eser cemâlin yâhut celâlin veyâhut kemâlin görünme yeridir.

Örneğin;

- Ma'lûmât ya’nî bilinenler umûmiyetle "Alîm" isminin eseridir. O ma'lûmât, Hakk'ın ilminin görünme yeridir.

- Aynı şekilde rahmet edilenler, ilâhî rahmetin görünme yerleridir.

- Selâmete nâil olanlar "Selâm" isminin görünme yerleridir.

Hiç bir mevcûd yoktur ki, salt yokluktan yana selâmette olmasın. Hiç bir mevcûd yoktur ki, ona ilâhî rahmet erişmesin. Rahmetin erişmesi, ya Hakk'ın rahmeti vücûda getirmesiyle veyâhut bir şeyin vücûdundan sonra "özel rahmet"e nâil olmasıyladır. Aynı şekilde, hiç bir mevcûd yoktur ki, Allah'ın ma'lûmu olma-sın.

Bu îzâha göre mevcûdların hepsi, mutlak sûrette cemâlî isimlerin görünme yerleridir. Çünkü cemâlî isimlerden ve sıfatlardan hiç bir isim ve hiç bir sıfat yok-tur ki, eseri i'tibâriyle vücûda kapsam olmasın. Bu kapsam umûmî yâhut husûsî olabilir. Kısaca mevcûdların hepsi, Hakk'ın cemâlinin görünme yerleridirler.

“Nereye dönerseniz orada Allâh’ın vechini görürsünüz” (Bakara, 2/115) âyet-

kerîmesi de bu hâlin en büyük delîlidir. Bu hâl zât olsun, esmâ olsun, sıfat mertebesinden olsun farketmez, kişinin değerlendirmesine bağlıdır. Bu nedenle her kişi bu âlemi bir başka türlü değerlendirmektedir ama işin aslı burada anlatılandır. Ve hâkîkatte her mahalde Cenâb-ı Hakk’ın bir başka vechi vardır.

Aynı şekilde, her celâlî sıfat da eseri gerektirir, Kâdir, Rakîb, Vâsi' isimleri gi-bi. Çünkü bunların eserleri vücûda sirâyet etmiştir. Mevcûdlar, ba'zı celâlî sıfatlar i'tibârı ile celâl görünme yerleridir. Çünkü hiç bir mevcûd yoktur ki, o mevcûd Hakk'ın celâlinin sûreti ve görünme yeri olmasın.

İşte bu varlığı ilk önce güzellikleriyle seyretmek gerekiyor ki cemâlin önde oluşu da bu

yüzdendir. Bütün bu âlem bir ayna olduğuna göre ilk olarak seyredilmesi gereken şey farkıyyet gözetmeksizin tüm olarak Allâh’ın bir olan cemâlidir. Ama bu cemâlin ortaya çıkma-sı için de celâl gerekmektedir. Toprak altında celâllerini yaşayan tohumların toprağın üstüne çıkmalarının onların cemâlini oluşturması gibi. Toprağın üstüne çıktıktan sonra sararıp solma-ları celâl sıfatının orada tekrar ortaya çıkmasının netîcesidir.

Page 209: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 24.Bölüm Celâl Hakkında-Terzi Baba Şerhi

208

Celâl ve cemâl birlikte sürmektedirler. Günlük yaşantımızda da bunun oluşumunu sıkça bir şekilde görmekteyiz. Eğer yaşantımız sürekli cemâl olsa gaflette oluruz, hep celâl olursa da hayâtın yaşanacak kısmı bulunmaz.

Celâlî isimlerden bir kısım da vardır ki, mevcûdlardan ba'zısına tahsîs edilmiş

olup, dîğer mevcûdlarda bulunmaz; Müntakim, Muazzib, Dârr, Mâni' ve bunlara benzeyen dîğer isimler gibi. Çünkü mevcûdların ba'zısı bu isimlere görünme yeri olup hepsi bu isimlere görünme yeri değildir. Ammâ cemâl isimleri böyle değil-dir. Çünkü cemâl isimlerden her biri vücûda kapsamdır. İşte "Rahmetim gaza-bımı geçmiştir" hadîs-i kudsîsinin sırrı budur. Bu îzâhları iyi anla!

Ya’nî her varlıkta ne varsa, ister celâl tecellîsinden gelen bir sıkıntı olsun onun ismi yine

cemâldir, Allah’ın vechinin açılmasıdır. Allâh’ın vechinin ama zorlukla ama kolaylıkla görüntü-ye çıkması cemâl ismini almaktadır.

Kemâlî müşterek isimlere gelince:

- Rahmân, Melik, Rab, Mâlikü'l-Mülk, Sultân, Velî isimleri gibi ba'zı kemâlî isimler, mertebe içindir. Bunların hepsinde genele dönüklük ve kapsam olmaklık vardır. Vücûd, "tümüyle" mertebe isimlerden her ismin görünme yeri ve sûretidir. "Tümüyle" ta'bîrinden kasıt, her yönle ve her i'tibâr ile demektir. Bundan dolayı mevcûdlar mertebe isimlerden her ismin sûreti olmuş olur. Ammâ cemâl ve celâl isimleri böyle değildir. Bunlarda vücûd, her ismin görünme yeridir;

• Ammâ bir yön veyâhut sınırlanmış çeşitli yönler ile.

• Aynı şekilde bir i'tibâr ile veyâhut sınırlanmış çeşitli i'tibârlar ile.

Bunu anla!

- Müşterek isimlerden ba'zıları da vücûdun tümüne görünme yeri olmaklığı gerektirirse de, bu bütün yönlerden değildir. Basîr, Semî', Halik, Hakîm ve bunlara benzeyen ilâhî isimler bu türdendir.

- Müşterek isimlerden ba'zıları da, mevcûdların o isimlere sûret ve görünme yeri olmasını gerektirmez. Ganî, Adl, Kayyûm ve bunlara benzeyen ilâhî isimler gibi. Bu kısımdan olan ilâhî isimler, zâtî isimlere dâhildir. Bunlara, "müşterek isimlerdendir" dememizin sebebi, bu tür isimlerde cemâl ve ce-lâl kokusu olduğundan dolayıdır, bunu anla!

Page 210: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 24.Bölüm Celâl Hakkında-Terzi Baba Şerhi

209

Bu anlatılanlara vâkıf olduktan sonra, şunu da bilmen gerekir ki;

İnsân-ı kâmil, ilâhî isimlerin hepsine görünme yeridir. O ilâhî isimler ister müşterek olsun ister olmasın, ister zâtî, ister celâlî, isterse cemâlî olsun, farket-mez. İnsân-ı kâmil, bu türlerin hepsine görünme yeridir.

- Mutlak cemâlin görünme yeri olan cennet;

- Mutlak celâlin görünme yeri olan cehennem;

- Dünyâ ve âhiret denilen iki âlem;

insân-ı kâmilden başka bütün mevcûdlarıyla berâber mertebe isimlerinin gö-rünme yerleridirler. Fakat zâtî isimlerin görünme yerleri değildirler. Zâtî isimle-rin ve dîğer isimlerin tam olarak görünme mahalli, tek başına insân-ı kâmildir. Mevcûdlardan hiç bir şeyin bu zâtî isimler açısından kesinlikle ve kesinlikle kud-reti ve münâsebeti yoktur.

“İnnâ aradnel emânete ales semâvâti vel ardı vel cibâli fe ebeyne en yahmilnehâ ve eşfakne minhâ ve hamelehal insân, innehu kâne zalûmen cehûlâ “ ya’nî “Biz emâneti göklere, yere, dağlara arz ettik; o emâneti yüklen-mekten çekindiler ve o emânetten kaçtılar. O emâneti insan yüklendi. Muhak-kak o çok zulmedicidir, çok câhildir” (Ahzâb, 33/72) âyet-i kerîmesi bu sırra işârettir.

Bu âyetteki emânetten kasıt, zâtı ve isimleri ve sıfatları i'tibârı ile Hak'dan başkası değildir. Vücûdda bütün varlığıyla bahsedilen bu emâneti, insân-ı kâmil-den başka yüklenen yoktur. İşte bu ma'nâya Peygamberimiz (s.a.v) "Kur'ân be-nim üzerime bir cümle olarak indirildi" hadîs-i şerîfiyle işâret buyurmuştur.

Özetle:

- Gökler, daha yukarısı ve aşağısı;

- Yeryüzü, altında ve üstünde bulunan mahlûk türlerinin hepsi,

- Hakk'ın isimlerinin ve sıfatlarının hepsiyle tahakkuk etmekten âciz olduk-ları için, o isimlerden ve sıfatlardan “çekindiler”. Çünkü kābiliyyetleri buna müsâid değildi.

- Bu isimler ve sıfatlardan “kaçtılar”, kusûrları ve za'fları buna sebep oldu.

- Hakk'ın isimlerinin ve sıfatlarının hepsini “insan yüklendi.”

Page 211: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 24.Bölüm Celâl Hakkında-Terzi Baba Şerhi

210

- Bundan dolayı, nefsine “çok zulmedici” oldu. Ya'nî nefsine hakkını tamâmıyla vermesi kendisi için mümkün olmadı. Nefsine hakkını tamâmıyla vermek, Cenâb-ı Hakk'a senâyı hakkıyla tam olarak yapmaya bağlıdır. Oysa Cenâb-ı Hak, “Ve mâ kaderûllâhe hakka kadrihî” ya’nî "Allah'ın kadrini hakkıyla takdîr edemediler" (Zümer, 39/67) buyurdu. İnsanın "çok zulmedici" olması demek, nefsini hakkıyla takdîr edemedi-ğinden dolayı nefsine zulüm etti demektir.

- Sonra bu âyette Cenâb-ı Hak, insanı "çok câhil" vasfıyla vasıflandırarak ma'zûr olduğunu da bildirdi. Ya'nî, insanın kadri çok büyük olduğu halde, insan buna câhildir ve bundan gâfildir. Bundan dolayı ma'zûrdur. Çünkü, Allah'a hakkıyla senâ ederek, nefsinin kadrini takdîr etmedi.

Bu âyet-i kerîmenin ikinci bir yönü daha vardır. O da şöyledir:

Bu âyetteki "zalûm" ism-i fâil ya’nî kendisinden fiil çıkanın sıfatı değil, ism-i mef'ûl ya’nî kendisine fiil te’sîr edenin sıfatıdır. "İnsan zalûmdur", demek, "insan mazlûmdur" demektir. Çünkü, insân-ı kâmilin derecesi yüksek, mevki’ çok bü-yük olduğu için, onun hukûkuna tam olarak riâyet etmeye kimse kâdir değildir. Bu bakış açısından mahlûkların insân-ı kâmile muâmelesi i'tibârı ile insân-ı kâmil mazlûmdur.

Aynı şekilde "cehûl" kelimesi ism-i fâil değil, ism-i mef'ûldür; ya’nî mechûldür demektir. Çünkü insân-ı kâmilin hakîkati, uçsuz bucaksız olduğu için bilinemez. Ve bu ma'nâya göre “cehûl” ta'bîri, diğer mahlûkların, insân-ı kâmile karşı muâmeleyi bilememekte ma'zûr olduklarını Hakk'ın beyânıdır. Bu özür ile insân-ı kâmile muâmele zulmünün vebâlinden mahlûklar kurtulurlar. Ve ilâhî zâtın, ilâhî isimlerin ve ilâhî sıfatların açığa çıkmasından ibâret olan insân-ı kâmi-lin âhirette, derecesi üzerindeki perde açıldığı zaman, bu ma'zeret bu vebâl sâhiplerine bağışlanma sebebi olur.

İnsân-ı kâmile âid mertebelerin ba'zısı, bu kitâbın özel bir bölümünde gele-cektir, bunu anla!

Allah, hakkı söyler ve doğru yola hidâyet eyler.

İşte görüldüğü gibi âyet-i kerîmeleri ilk anlaşılan halleriyle kolayca alıp kabûllenmek in-sanın şânını ve hakîkatini kapatmaktan başka bir şey değildir. Çünkü bir şeyin hakîkatine âit söylenmesi gerekenler söylenmediği vakit o hakîkat perdelenmiş olmaktadır.

Diğer mahlûklarda da bir rûh vardır ancak Cenâb-ı Hakk bunların üstünde olarak “ve nefahtü” ifâdesiyle belirtilen hakîkati emânet etmiştir. Bu oluşumlar bütün insanlarda vardır

Page 212: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 24.Bölüm Celâl Hakkında-Terzi Baba Şerhi

211

fakat aradaki fark birinin bunları bilmesi diğerinin bilmemesi yönündendir. Bilmemesi yönün-den nefsâniyyet zâhire çıkmakta, bilişi yönüyle ise kendi kimliği bâtın, ilâhî varlığı ise zâhir olmaktadır.

Kur’ân-ı Kerîm ilk olarak bir def’ada Hazret-i Resûlullâh (s.a.v)’in gönlüne inmiştir. An-cak peyderpey zuhûra çıkması 23 senede olmuştur. Çünkü bizlere hepsi bir anda bildirilseydi anlayamazdık. İşte peyderpey zuhûra çıkmada baştan i’tibâren sırayla açılma şeklinde değil, ihtiyâç durumuna göre ilgili mevzûlar hakkında olmuştur. Nasıl ki bir kitabın içeriğinde aradı-ğımız bir bilgi için önce fihristine bakıyorsak, aynı şekilde bu yaşanan hadîseler karşısında inen âyet-i kerîmelerden ihtiyâcımız olan ma’nâlara ulaşmaktayız.

Cenâb-ı Hakk bütün bu âlemleri Hak olarak halk etti ya’nî Hak esmâsının arasına bir âlem (lâm)ı ilâve edilince o halk oldu. Bu durumda Hakk bâtın halk zâhir olmuş oldu. İşte bu zâhirdeki halk kendisini tanımadı ve ne olduğunu bilemedi, ancak insân-ı kâmil o varlığın o eşyânın Hakk olduğunu idrâk etti, çünkü emâneti ona verdiler. Bizler de aynı şekilde kendi-mizi tanımadığımız sürece bu âlemi hep halk yapmaktayız ve Hakk bâtın, halk zâhir olmak-tadır.

Nefsimizde mevcût olan gerçek hakîkatler idrâk edilemeyip bâtında bırakıldığından ve zuhûra çıkarılamadığından o hakîkatlere zulmetmiş oluyoruz. Yoksa nefsime zulmedeyim ve onu biraz aç bırakayım da terbiye edeyim anlayışı daha tarîkat düzeyinin başlangıcında eği-tim devresinde olan hâdiselerdir.

Bu âyet-i kerîmeye başka bir yönden bakarsak da:

İnsan “zâlum”dur ki burada “karanlık” ma’nâsı da vardır. Bu karanlık ise a’mâiyyet mer-tebesinin karanlığına ulaşılan bir karanlıktır. A’mâiyyet mertebesinin hakîkati kendisinde ol-duğundan bu emânet ona verilmiştir.

“Cehûl”dur ya’nî kendi beşerî benliğinden ya’nâ câhildir, kendisinde “ben” diye ayrı bir varlık anlayışı kalmamıştır ve kendi varlığının Hakk’ın varlığı olduğuna kendisinde emînlik hâsıl olmuştur, kısaca nefsinden yana câhil kalmıştır.

Bir insan ne kadar insân-ı kâmil hakîkatiyle dahi kendisini tanımış olsa sonuna kadar kendi hakîkatini idrâk etmiş olması mümkün değildir. İlimde, bilgide, muhabbette olur ancak tabi’i olarak fiilde yaşanmaz. Böyle bir şey eğer dünyâ yaşantısında ortaya çıkmış olsa dünyâ yaşantısından kopar giderler ki bu şekilde de dünyâ sistemi bozulur. Şu kadar ki burada ilmî olan bilişler âhirette aynî olacaktır. Ya’nî bu dünyâ yaşantısında bu ilim ve yaşantı alınmazsa âhirette bunların tutulması ve o sahalara ulaşılması mümkün değildir.

“Kadrini takdîr edemediler” derken;

- Şerîat mertebesindekiler tarîkat mertebesindeki rahmânî bilişin kadrini takdîr edemediler,

- Tarîkat mertebesindekiler ise hakîkat mertebesindeki rahmânî bilgiyi takdîr edemediler,

- Hakîkatte olanlar ise ma’rifet mertebesi i’tibârıyla Allâh’ın kadrini takdîr edemediler,

demektir ki, her birerlerimize tenbîh vardır.

Page 213: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 25.Bölüm Kemâl Hakkında-Terzi Baba Şerhi

212

حيم حمن الر� بسم الر�BİSMİLLAHİR RAHMÂNİR RAHİYM

Kemâl Hakkındadır

Bilesin ki, Allah'ın kemâli, mâhiyetinden ibârettir.

Allah'ın mâhiyeti ise idrâki ve bir varış noktası olmayan mâhiyettir. Allah'ın kemâlinin ne bir son noktası, ne nihâyeti vardır. Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazret-leri, kendi “mâhiyetini bilir” ve “mâhiyetinin idrâk edilemeyeceğini de idrâk eder.” Ve ilâhî mâhiyetin ne Hak için, ne de başkası için nihâyeti yoktur ya’nî demek istiyorum ki; Cenâb-ı Hak, zâtî mâhiyetinin kendi nefsindeki hakîkati ile, ne kendisi için, ne başkası için idrâk edilemeyeceğini idrâkten sonra, kendi mâhiyetini bilir.

"Mâhiyetini bilir” dediğimiz,

- Hakk'ın, ilmî ihâtasındaki kemâlden ve bilmeme diye bir şeyin olmayışın-dan dolayı, hak ettiği mertebenin gereğine göredir.

"Mâhiyetin ne kendisi için, ne başkası için idrâk edilemeyeceğini idrâk eder" dediğimiz ise,

- Kibriyâsı ve nihâyetinin olmayışı yönünden istihkâkının gereğine göredir. Çünkü bir şeyin nihâyeti olmadıkça idrâk edilemez. Ya'nî idrâk edilen şe-yin mutlakâ bir nihâyeti vardır. Oysa Cenâb-ı Hakk'ın nihâyeti yoktur. Nihâyeti olmayan bir şeyi idrâk etmek ise mümkün değildir.

Şu halde, Cenâb-ı Hakk'ın mâhiyetini idrâk etmek hükmîdir. İlmî kapsamına ve nefsine bilmemezliğin olmayışı husûsundaki istihkâkına dönüktür. Yoksa mâhiyeti her bakımdan idrâki kabûl eder demek değildir.

Bunu anla!

Bu çok gizli olan mühim bir mes'eledir. Sakın ola ki, bu mes'elede ayakların kaymasın. Bu mes'ele hayret makāmının mes'elesidir. Yine bu ma'nâdan olarak yazdığım uzun bir kasîdeden aşağıdaki üç beyti söyledim.

Page 214: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 25.Bölüm Kemâl Hakkında-Terzi Baba Şerhi

213

Tercümesi:

"Ey bütün sıfatlarını cami' olan Allah’ım! Bana haber ver. Toplu veya ayrın-tılı olarak zâtının tamâmını ihâta ettin mi? Yoksa zâtın özü ile ihâta edilmekten yana yüce olduğu için, zâtının ihâta edilemeyeceğini mi ihâta ettin? Zâtının nihâyetinin olmasından seni tenzîh ederim. Ve zâtının, zâtına câhil olmasından da seni tenzîh ederim. Ah!.. Hayret...Tecellîlerindeki hayretten âh!.."

Bilesin ki: Cenâb-ı Hakk'ın kemâli, mahlûkların kemâline benzemez. Çünkü mahlûkların kemâli, zâtlarına katılan ma’nâlar iledir. O ma’nâlar, mahlûkların zâtlarına aykırıdır. Oysa ilâhî kemâl zâtı üzerine ilâve edilen ma’nâlar ile olma-yıp, zâtıyladır. Zâtı üzerine ilâve ma’nâlar ile olmaktan Cenâb-ı Hak, son derece yücelik ile yücedir.

Özetle:

Hakk'ın kemâli zâtının aynıdır. Bunun içindir ki, Hak için mutlak olarak ganî oluş ve tam bir kemâl geçerli olmuştur. Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri için kemâlî ma’nâlar akledilse de, o ma’nâlar zâtının gayrı değildir.

Hakk'ın kendisine mahsûs ihâta edici kemâlinin akledilebilir oluşu, zâtî bir husûstur. Zâtı üzerine ilâve de değildir ve zâtına aykırı da değildir. Hattâ o akledilen kemâlin ta kendisi de değildir.

Böyle bir hüküm, Allah'dan başkası için mümkün olamaz. Çünkü mevcud-lardan her hangi bir mevcûdu bir vasıf ile vasıflasan, o vasfın o mevcudun gayrı olması gerekir. Çünkü mahlûk, kısımlara ayrılmayı ve adetlenmeyi kabûl edici-dir. Öte yandan o vasfın o mevcûda nisbetle aynı olması da gereklidir. Çünkü o vasıf, o mevcûdun üzerine gerekli olan bir hüküm demek olduğu gibi, vücûduna terkîb sebebi olan ta'rîfi de demektir. Örneğin:

"İnsan konuşan hayvandır" desen, bu ta'bîrde;

- “Hayvânlık”, aslında ve akledilebilirliğinde insana aykırıdır.

- Yine aynı şekilde “konuşma” da, kendi başına düşünülünce, insana ve hayvanlığa aykırıdır.

- Bu böyle olmakla berâber, “hayvân”lığın ve “konuşmak”lığın, insanın aynı olması da gereklidir. Çünkü insan, bu ikisinden terkîb olmuştur. Bu ikisi olmadıkça, kendisi için vücûd yoktur. Bundan dolayı insan bu ikisine ay-kırı değildir.

Page 215: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 25.Bölüm Kemâl Hakkında-Terzi Baba Şerhi

214

Bu îzâha göre, mahlûka âid olan vasıf,

- Kısımlara ayrılma yönüyle zâtının gayrıdır;

- Terkîb olma yönüyle zâtının aynıdır.

Oysa Hak hakkında bu husûs böyle değildir. Çünkü kısımlara ayrılma ve terkîb olma, Hak hakkında mümkün değildir. Hakk'ın sıfatları için "kendinin ay-nı değildir, zâtının gayrı da değildir," denilemez;

- Böyle bir ta'bîr ancak, sıfatların adetlenmesi ve bir dîğere zıd olması bakı-mından, bizim akledişimiz yönüyle olabilir.

- O, ya'nî Allah'ın sıfatları, kendisindeki hakîkatiyle demek olan mâhiyeti ve hüviyyeti yönüyle zâtının aynıdır.

Bundan dolayı Cenâb-ı Hakk için "sıfatları kendinin aynı değildir," denemez. Bu şekilde de Cenâb-ı Hakk mahlûk hükmünden ayrılır. Çünkü mahlûkun sıfat-ları, zâtının gayrı değildir, aynı da değildir.

Bu hüküm Cenâb-ı Hak hakkında ancak mecâz yoluyla geçerli olabilir.

Bu bir mes'eledir ki, bunda kelâm âlimlerinin birçoğu hatâ etmiştir. İmâm Muhyiddîn Arabî, bu mes’eleyi bizim îzâhımıza uygun olarak bildirmişse de, onun bu îzâhı bizim bakış açımızdan ve yazdığımız ibâreden farklıdır. Belki baş-ka ta'bîr ile başka ma'nâ ile söylemiştir; O,

“Kelâm âlimlerinin birçoğu "Hakk'ın sıfatları, kendisinin aynı da değildir, gayrı da değildir" dedikleri için yanılmışlardır. Ve "bu ta'bîr işin aslına göre câiz olmayan bir ta'bîrdir," demiştir.

Biz, ilâhî keşf ile vâkıf olduk ki, Hakk'ın sıfatları, zâtının aynıdır. Fakat bu aynılık, sıfatların adetlenmesi veyâ adetlenmemesi i'tibârı ile değildir. Ben bu mes’elede yüce bir misâl olarak “nokta”yı müşâhede ettim.

- O “nokta” dediğimiz, ilâhî mertebeye lâyık bir şekilde her türlü cemâli, ce-lâli, kemâli toplamış ve ihtivâ etmiş olan ilâhî kemâlâtın akledilirliğinin ta kendisidir.

- Şunu kastediyorum ki, bu toplu kemâlât, noktanın vücûdunda helâk olmuş olduğu gibi, nokta da kemâlâtın vücûdunda helâk olmuştur.

- O, ya'nî nokta ve kemâlât olarak ta'bîr ettiğimiz şeyin, ahadiyyetine ya’nî tekliğine bir sonun olmadığı düşünülmelidir.

Page 216: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 25.Bölüm Kemâl Hakkında-Terzi Baba Şerhi

215

- Ve o teklikte bir başlangıç önceliği düşünmek de mümkün değildir. Hattâ bu mes’elede öyle gizli, öyle hassas, öyle azîz, öyle celîl şeyler vardır ki, ta'bîr etmek mümkün değildir.

Beytin Tercümesi:

"Anlatmak istemediğim şeylerden oldu olan.

Sen hayra yor da haber sorma ondan."

Şunu da bil ki, bu “nokta” misâli Zât-ı Müteâl'e bağlanmaya lâyık bir misâl değildir. Çünkü misâl, aslında mahlûktur. Hak ise bu verilen misâl gibi değildir; çünkü Hak kadîmdir, halk ise hâdis ya’nî sonradan olmadır. Misâl âleminin anla-tım ibâreleri bizzât yaşanılan hakîkat ma’nâlarını yüklenici değildir. Bizzât yaşa-nan hakîkatlere âit ma’nâları yüklenebilmesi, bunları tadma husûsunda kemâl yönünden geçmişi olan kimse için olabilir. İbâreler, o zaman bizzât yaşanan hakîkate binek olabilir. Çünkü ibârelerin, mühim bir ilâhî husûstaki mes’eleyi olduğu gibi yüklenmeye tâkatları yoktur. Olsa olsa, o mühim husûstan bir parça alabilirler.

“Ve tilkel emsâlu nadribuhâ lin nâsi“ ya’nî “Ve insanlar için bu misâlleri veriyo-

ruz” (Haşr, 59/21) âyet-i kerîmesinde de belirtildiği üzere hakîkatler ancak misâller ile anla-tılmıştır ve ancak bu misâl kapılarından girerek bu hakîkatleri anlamak mümkündür yoksa başka türlü mümkün değildir. Buradaki misâllerden kasıt ayrıca da “misâl âleminden gelen, misâller ile size anlatmaktayız” ma’nâsınadır. Misâl âlemi ise içinde bulunduğumuz bu şehâdet âleminin bir üstündeki âlemdir. Eğer bu misâller beşeriyet misâlleri olsaydı o anla-tılmak istenenlerin anlaşılması daha da zor olurdu.

İşte Kur’ân-ı Kerîm’i sâdece zâhiri olarak okumak, arının bal yaptığı peteğine benzer. Dı-şarıdan bakıldığında petek olarak gözükür, ancak içerisindeki baldan haberi olmayan kimse gördüğü boş bir peteği alır ve tadsız tuzsuz bir şekilde olarak onu çiğner durur, sonunda yu-tamaz ve ağzından çıkarır atar.

Zaman zaman mevzûu olduğu gibi Cenâb-ı Hakk, Kur’ân-ı Kerîm’i Rabbça’dan Arapça’ya tercüme ederken bu hakikatiyle birlikte ibâreye koydu. Bu durumda Kur’ân-ı Kerîm’in ma’nâsı Rabbça, lafzı ya’nî ibâresi Arapça oldu. Ancak özünden, aslından bir şey kaybetmedi ve Arapça ibâreler üzerine o ma’nâlar yüklendi. Arapça’dan bir başka lisâna tercüme edildiği zaman o ma’rifetullah dalı orada kalmakta ve sâdece yeni harfler ile yeni bir petek oluşmak-tadır ancak bu yeni oluşumun içerisindeki hakîkat ballarının oranı oldukça düşmektedir. Biz-lerin yapması gereken de elimize kalan bu hakîkat ballarını mümkün olduğu kadar gönül pe-teklerimize işleyebilmektir yoksa başka türlü o balların tatlılığına ulaşabilmemiz mümkün değildir.

Page 217: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 25.Bölüm Kemâl Hakkında-Terzi Baba Şerhi

216

“Kelime-i Tevhîd” çalışmamızda bu hâli biz de yaşadık ve gördük ki “Kelime-i Tevhîdi” kendi orijinal hâlinden başka bir şekilde telaffuz etmek mümkün değil. Tabi’ki bu şekilde çe-viri olmaktadır ancak bu çeviriler artık mahlûk hükmüne girmektedirler ya’nî bu çeviriyi ya-panların “Kelime-i Tevhîd”i olmaktadırlar yoksa Allah’ın “Kelime-i Tevhîd”i olmaz çünkü harf-leriyle berâber, sayı değerleriyle berâber herşey “Kelime-i Tevhid”in orijinal hâlinde mevcûttur ancak.

Bir ibâre ki, lafza, sese dönüşmüştür, muhattabın kulağına ses olarak gitmektedir. O se-sin içerisine ma’nâsı yüklenmelidir, rûhu yüklenmelidir ve nûru da yüklenmelidir ki o nûr o ma’nâların ulaştığı yerde saha açıp aydınlatsın onu. Bir kelâm üzerinde bu dördü varsa ancak kemâlli bir iletişim olmaktadır. Kim kendisinde bunları kucaklarsa, bunlardan en çok istifâde eden o olur. Bu tek seferde olmaz, ancak her dinlenildiğinde biraz birşeyler katıldıkça kişi kendi Kevser havuzunu oluşturur.

Her kim, "Ya'kûb gibi hüzünlü" olursa, müjdecinin Yûsuf'un gömleğini geti-rip üstüne atmasıyla gözündeki körlük açılır. Geçmiş bir yaşanmışlık yok ise, ta-lep edilen üzerine idrâkin gerçekleşmesi uzaktır. Eğer ki, îmân ve tasdîk sâhibi olup ve indinde olanı terk ederek, Hakk'ın kendine naklettiği hakîkati alabilirse, o zaman “ev elkâs sem’a ve hüve şehîdun” ya’nî “nakledileni işitebilen ve şâhid olan” (Kâf, 50/37) sırrına mazhar olarak işâret edilen kimselerden olur. Ya'nî îmânının kuvvetiyle kendisine söylenen sözü tasdîk ederek, aynen müşâhede etmiş gibi olur; ya'nî, geçmişte bizzât hakîkati yaşamışlığı olan keşfe-dici olur. Keşfedici ise, her tarafı kalb olan kimsedir. Çünkü Cenâb-ı Hak;

“İnne fî zâlike le zikrâ li men kâne lehu kalbun ev elkâs sem’a ve hüve şehîdun” ya’nî "Muhakkak bunda, kalbi olan veyâhut nakledileni işitebilen ve şâhid olan kimse için hatırlatma vardır" (Kâf, 50/37) buyurmuştur.

Ufkun sonsuz genişliğine bizlerin ulaşması mümkün değildir ancak Allâh’ın bize ulaşması

mümkündür ki, bunun içinde aklı geliştirmek, en azından kapıları zorlamak lâzımdır. Kur’ân’ın nâzil olması bu demektir zâten ya’nî insana lütfedilmesidir. İnsan gökyüzüne uzanıpta Kur’ân’dan o bilgileri alamaz ancak buna dâimâ açık olması gereklidir, kendi birey-sel varlığına göre bir mi’râc gecesinin yaşanması gereklidir, bir kadir gecesinin yaşanması gereklidir. İslâmî hakîkatler ne ise, hattâ daha ileriye gidelim ki, Âdem babamızdan başlaya-rak evvelki kavimlerin başından neler geçmişse ve Allah ile olan ünsiyyet nasıl başlamışsa ilk def’a her peygambere neler öğretilmişse onların eğitimini alalım. Bu şekilde beşer kabuğunu açarak Mi’rac’da açan Sidre ağacı gibi gönlümüzde ağaçlar açılsın.

Tabi’ki Cenâb-ı Hakk vermeyince de yapacak bir şey yoktur, ancak Cenâb-ı Hakk’tan bu talep edilmedikçe de Cenâb-ı Hakk bunu vermez.

Bir dilenci oldukça görkemli bir köşkün kapısına dilenmeye gitmiş. Bir müddet sonra kapı açılmış ve içeriden bir el uzanıp kendisine bir paket vermiş. Dilenci bunu almış az ötede ke-

Page 218: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 25.Bölüm Kemâl Hakkında-Terzi Baba Şerhi

217

nara çekilip açtığında bakmış ki bir somun kuru ekmek var sâdece. Hemen eline bir balta alarak kapıyı parçalamaya başlamış. İçerideki görevliler hemen koşup gelmişler ve:

- “Dur kardeşim, sen ne yapıyorsun, neden kapıyı parçalıyorsun” demişler.

Bunun üzerine dilenci:

- “Ya kapınıza göre verin ya da verdiğiniz şeye göre bir kapı yapın” demiş.

İşte Cenâb-ı Hakk’ın kapısı da olabildiğince büyüktür ve Cenâb-ı Hakk da kapısına gele-ne ona göre lütufta bulunur çünkü Hakîm’dir. Bizlerin yapması gereken o kapıya gidip içeri-dekileri orada olduğumuzu göstermektir.

Bu nedenle biraz çalışmak gereklidir, devâmlı aynı zikirler ve okumalar ile olduğumuz yerde kalırsak ilim oluşmaz. Bu haldeki bir muhabbet ilme perde olur ki bundan geçmek lâ-zımdır.

Şerîat mertebesinde yaşadığımız beden varlık perdesini aştıktan sonra, tarîkat mertebe-sindeki duygularla olan muhabbet perdesi vardır ki tarîkat mertebesinde olanların çoğunun aşamadığı bir perdedir. Burada duygusal muhabbet ile ilimsel muhabbet arasındaki fark ayırt edilemez ve sâlik farkında olmadan olduğu yerde saymaya devâm eder. Yapılması gereken duygusal muhabbetten ilimsel muhabbete geçecek bilince ulaşmaktır. Duygusal olan muhab-bet bir gün gelir biter, bu ilimle desteklendiğinde yerine oturur ve oradan artık geriye dön-mek zor olur.

Yûsuf gönlü temsil etmektedir, işte kim ki gönlünden bir ma’nâ kendisine ulaşıp ortaya çıkarırsa onun babası olan nefsinin kapalı olan gözleri hakîkat-i ilâhiyye ile açılır. Gömlek ise “ilmek ilmek dikilir” şeklinde söylenen aşk gömleğidir.

İndinde olanı terk etmesi demek, herşeyi bırakıp gitmesi demek değildir. Kendisine gün-lük yaşayış için gerekli olanları kullanır ancak Allah hakkındaki hayâlî bilgilerini hakîkat-i ilâhiyye çevirir.

Page 219: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 26.Bölüm Hüviyyet Hakkında-Terzi Baba Şerhi

218

حيم حمن الر� بسم الر�BİSMİLLAHİR RAHMÂNİR RAHİYM

Hüviyyet Hakkındadır

Hakk'ın hüviyyeti, isimlerinin ve sıfatlarının tamâmı dikkâte alınarak zuhûru mümkün olmayan gaybından ibârettir.

Gûyâ hüviyyet, vâhidiyyetin bâtınına işârettir. Burada "gûyâ" dememin sebe-bi, hüviyyetin;

- İsme, yâhut

- Sıfata, yâhut

- Niteliğe, yâhut

- Mertebeye, yâhut

- İsimler ve sıfatlar i'tibârı olmaksızın mutlak zâta,

tam bir tahsîsinin olmayışından dolayıdır.

Belki hüviyyet, toplu oluşlarıyla ve tek tek oluşlarıyla bunların hepsine işârettir. Hüviyyetin şe'ni, bâtın oluşu ve gayb oluşu bildirmekten ibârettir.

"Hüviyyet" kelimesi gâibte olana işârete mevzû' olan "hüve" lafzından türe-miştir. Cenâb-ı Hak hakkında hüviyyet, gayb olma kavramıyla berâber isimleri ve sıfatları i'tibâra alarak "öz"e ve "zât"a işâretten ibârettir. Aşağıdaki şiir, bunun için söylenmiştir.

Tercüme:

"Hüviyyet, Vâhid olan zâtın gaybıdır.

O hüviyyetin müşâhede ile zuhûru, mümkün değildir.

Gûyâ hüviyyet, batnların şe'ni üzerine olan niteliktir.

Ve bunu da inkâr edecek kimse yoktur."

Page 220: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 26.Bölüm Hüviyyet Hakkında-Terzi Baba Şerhi

219

Ya’nî hüviyyeti zuhûra çıkararak maddî bir şekilde ortaya koymak tecellî i’tibârı ile müm-

kün değildir. Bu sâdece bilinçte düşünülebilir. Bunu düşenecek aklında mutlak sûrette tecrîd edilmiş bir akıl olması gereklidir ya’nî beşeriyetinden, nefsâniyetinden, ef’âl, esmâ, sıfatından soyunmuş zâtî bir akıl ya’nî akl-ı küll olması lâzımdır.

Hüviyyet elle tutulur, gözle görülür bir şey olmamasına rağmen bütün sıfatları ve isimleri de bünyesinde toplamıştır ki, bunları toplamazsa hüviyyet olmaz zâten. Nasıl ki her birerle-rimizin bir hüviyyeti var ve onun hakkında bilgiler var ve onlar dahi o hüviyyetin gerçek hâli değilse.

Bilesin ki: Bu isim Allah isminden, daha özele dönüktür. "Hüve" Allah ismi-nin sırrıdır, dikkât edersen kendine has yazım şekli üzere "Allah" lafzında mevcûd oldukça, o lafzın ma'nâsı vardır. Ve o ma'nâ Hakk'a dönüktür. Allah laf-zının diğer harfleri kaldırılsa, kalan harfler yine de ma'nâyı ifâde eder.

Meselâ, Allah isminden;

- Baştaki "Elif" harfi çıkarılsa, geriye "Lillâh" kalır; ma'nâsı vardır.

- "İlk Lâm" harfi de çıkarılsa, geriye "Lehû" kalır, yine ma'nâsı vardır.

- "İkinci Lâm" da çıkarılsa, geriye "He" kalır. Bu "He" de, "Hû"nun aslı olan "He"dir. "Hüve"nin aslı, "Vav" harfi olmaksızın "sâdece Hâ" harfinden ibârettir. "Vav" harfinin ona katılması işbâ' ya’nî Arapça gramerde harfi doyurmak için ona bir harf ilâve etme türündendir. Gramerdeki olağan istimrâr ya’nî devamlılık kuralı, bu iki şeyi, bir kelime yapmıştır. "Hüve" ismi, en fazîletli isimdir.

“He” harfi söylemde ve yazımda sondadır ancak oluşumda baştır. Bütün âlem, bütün

varlıklar ondan meydana gelmiştir. Bundan sonra meydana gelen ulûhiyyet mertebesi ki o da bâtın mertebedir, “Allah” lafzının ikinci “Lâm”ının önünde yazı da olmayıp ma’nâda olan “Elif” harfi zâhire çıkmadan bâtın halde hüviyyet-i mutlakadan ayrılması kendisine büyük bir ıztırab vermiştir. İşte bu oluşum öyle bir “ah” çekmektedir ki bütün muhabbetler onun iştiyâkından ve arzûsundan kaynaklanmaktadır. İşte bu “Hâ”nın ya’nî hüviyyet-i mutlakanın içinde iken zât mertebesi i’tibârıyla kendisine bir varlık, kimlik tanındığından dolayı kendi varlığına aldığı bu kimlikle hakîkî varlığından ayrıldığından, o hâlini özleyerek oraya “ah” etmektedir.

Mevlânâ hazretlerinin kabrine yaptığımız bir ziyârette bir tablo dikkâtimi çekti. Tablonun yarısının üzerinde sâdece bir “Elif” ve “He” vardı, ya’nî sâdece “ah” vardı. Altında ise “Muhammedür Resûlullah” yazıyordu. Bu “ah” ahadiyyeti oluşturmaktaydı ve bunun içerisine bir hakîkat-i muhammedî “Mîm”i konulunca “Ahmed” olmaktadır. Bu da bizlere zâhirde açılan muhabbeti göstermektedir. “Ah” çeken o görünmeyen “Elif” beşeriye dönüştükçe, zuhûra geldikçe, mertebeler oluştukça ve makām-ı muhammedî ortaya gelince “Ahmed” olmaktadır.

Page 221: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 26.Bölüm Hüviyyet Hakkında-Terzi Baba Şerhi

220

“Mîm” harfinin “Dal” harfine uzanması işte bütün âlemlere bu “ah”ın yayılmasıdır ma’nâsınadır.

Âşıklar da bu “ah” demelerinin içinde gizliden Allah’ı işâret ederler ve bu “ah” demek O “Allah” demektir. İşte bu yönden de bu “ah” daha özele dönük olmaktadır. Beşeriyeti ile ya-şayanlar da dahi bulunan bu hakîkati onlar ortaya çıkaramadıklarından dolayı bilmezler ve “insan da bilmediği şeyin düşmanı olur” sözü gereği onu ifâde etmeye çalışarak “Hû” zikri çekenlere de düşman olurlar.

“He” harfinin sonda “éééé” şeklinde tek gözlü olarak yazılması mutlak hüviyyete işârettir.

Burası başlangıç olduğu için hiçbir iştirâk yoktur. Sonradan zuhûr haline gelince ve ba’zı var-lıklarla zuhûra çıkmaya başlayınca “He” harfinin diğer harflerle birleştiğinde aldığı şekildeki

gibi “èèèè” iki gözlü olmaktadır. Bu gözün biri mutlak hüviyyeti, diğeri de bulunduğu mertebe-

deki varlığa verdiği o varlığın hüviyyetidir.

İşte bu hakîkatleri idrâk eden kişinin de enniyyeti oluşmaktadır. Bu enniyyet oluşup idrâk edildiğinde ancak oradaki hüviyyetine ulaşılmaktadır. Bu idrâk etme elle tutulur, gözle görülür bir ma’nâda değildir, maddesiz ve vasıfsız ancak hepsini de kendi bünyesinde topla-yarak.

Mekke-i Mükerreme'de 799 yılında ba'zı ehlullâh ile bir arada bulundum. Be-nimle "İsm-i A'zam" hakkında konuştular. Ve;

“Resûlullâh (s.a.v.) “İsm-i A’zam” hakkında "Bakara sûresinin âhirinde ve Âl-i İmrân sûresinin evvelindedir" buyurmuştur. Bundan anlaşıldığına göre İsm-i â'zam, "Hüve" kelimesidir; çünkü;

- “Hâ” “Bakara sûresinin âhiri” ta'bîrinde âhir kelimesinin “Hâ”sıdır,

- "Vâv" dâ “Âl-i İmrân sûresinin evveli” ta'bîrindeki evvel kelimesinin “Vâv”ıdır,” dediler.

Bu ârifin söyledikleri her ne kadar makbûl ise de, ben "İsm-i A'zam" için baş-ka koku alıyorum. Bu ârif-i billâhın sözünü buraya yazmam, bu ismin şerefine ve nebevî işâretin bu yönde olan bir işâretine dikkât çekmek içindir.

“İsm-i A’zam” olması ilk faaliyet sahasına geçiş olması ve bütün varlıkların ve bütün

isimlerin ondan ortaya çıkmış olmasındandır.

Bizlerin de ilâhî kokular alabilmemiz için yapmamız gereken en iyi islâmî faaliyet “Rabb”ım bana ne dedi” yönünde kendimizi geliştirmektir.

Page 222: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 26.Bölüm Hüviyyet Hakkında-Terzi Baba Şerhi

221

Bilinsin ki, "hüve" zihinde hâzır olan şeyden ibârettir. O hâzır olan ise, histe zâhir olandan, hayâlde gâib olana dönük bir işârettir. Eğer o "gâib olan" diye ta'bîr ettiğimiz şey, hayâlden de gâib olsaydı, kendisine "hüve" lafzıyla işâret edilmezdi. Bundan dolayı "hüve" lafzıyla olan işâret, ancak hâzır olanadır.

Dikkât et! Bir şey zikredilmedikçe, zamîr ona dönük olamaz. Bu zikredilme;

- Ya söylemek ile;

- Ya işâret ile;

- Veyâhut erille başlayan cümlelerdeki şân zamîri;

- Veyâ dişille başlayan cümlelerdeki kıssa zamîri gibi ya’nî kendilerinden sonra gelen cümlenin ma’nâsını ifâde eden zamirler gibi hâl ile olabilir.

Bu îzâhın anlatmak istediğimize faydası şudur ki, "hüve" lafzı, kendisinde yokluk, veyâhut gayblık, yâhut fenâya âit yokluğa benzeyen şeyin bulunmaması şartıyla, salt vücûd üzerine konmuştur. Çünkü gâib olan, müşâhede edilebilir olmayışı yönüyle yok demektir. Bundan dolayı yok olan şeye "hüve" lafzıyla işâret etmek geçerli olmaz. Bu anlatımdan şu netîceyi alırız ki:

- "Hüviyyet" vücûda âit ve müşâhedeye âit her kemâli toplamış olan âşikâr salt vücûddan ibârettir.

- Hükmün “gaîb olmaklıkla” gerçekleşmesinin sebebi, salt vücûdu seçip ayı-rıp belirgin bir hâle sokmak mümkün olmadığı içindir.

- Salt vücûdu seçip ayırıp belirgin bir hâle sokmak mümkün olmadığı gibi, idrâk dahi edilemez.

- Bunun için hüviyyet, kendisine idrâk bağlanmadığı için, gaybdan ibârettir, denilmiştir.

Bu sırrı anla!

Bunu demekle anlayışını zorlamamızın sebebi şudur ki:

Hakk'ın gaybı şehâdetinden ve şehâdeti de gaybından başka bir şey değildir. Fakat insan ve diğer mahlûklardan hiçbir mahlûk böyle değildir. Bunların şehâdeti ve gaybı varsa da, şehâdeti bir yöndendir ve bir i'tibâra göredir. Gaybı da dîğer yöndendir ve dîğer bir i'tibâra göredir. Ammâ Hakk'ın gaybı, şehâdetinin aynı, şehâdeti de gaybının aynıdır. Daha da doğrusu Cenâb-ı Hakk'ın nefsine göre ne gayb vardır ve ne de şehâdet. Belki O'nun nefsindeki gaybı, ken-dine lâyık olan gaybtır ve şehâdeti, kendisine lâyık olan şehâdettir. Bunu Cenâb-ı

Page 223: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 26.Bölüm Hüviyyet Hakkında-Terzi Baba Şerhi

222

Hak, kendi nefsi için bilir. Bunu bizim akletmemiz mümkün değildir; çünkü Cenâb-ı Hakk'ın gaybını da, şehâdetini de hakîkatıyla bilmek ancak zâtına mahsûstur.

Page 224: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 27.Bölüm Enniyyet Hakkında-Terzi Baba Şerhi

223

حيم حمن الر� بسم الر�BİSMİLLAHİR RAHMÂNİR RAHİYM

Enniyyet (Benlik) Hakkındadır

Hakk'ın enniyyeti, kendisine mahsûs olan şey ile kendisini ta'rîf husûsunda yine kendine mahsûs kastından ibârettir. Enniyyet, zâhir olanın bâtın olana kap-sam oluşu i'tibârı ile Hakk'ın zâhirine işârettir. Cenâb-ı Hak:

- “innehû enallâhu” ya’nî “mutlaka O (Hû), Ben Allah’ım” (Neml, 27/9);

- “lâ ilâhe illâ ene” ya’nî “ilâh yok; ancak Ben varım;” (Tâhâ, 20/14)

buyuruyor ki "hüve-hû" lafzıyla işâret edilen hüviyyet, "ene-ben" lafzıyla işâret edilen enniyyetin ya’nî benliğin aynıdır. Bundan dolayı hüviyyet, enniyyette anlaşılmıştır. Bu îzâh bizim "Hakk'ın zâhiri bâtınının ve bâtını da zâhirinin aynıdır; yoksa bir yönden bâtındır, dîğer yönden zâhirdir demek değil-dir" dediğimizin ma'nâsıdır.

Bir bak! Cenâb-ı Hak bu cümleyi “inne” ya’nî “mutlaka” ile nasıl kuvvetlen-dirdi. Sözü “inne” ile kuvvetlendirerek getirmesinin sebebi şudur ki;

- Her hangi bir sözde, işitenin zihninde tereddüt olursa, o sözde kuvvetlen-dirme yapmak iyidir.

- Her hangi bir sözde dinleyenin inkârı olursa, o sözde kuvvetlendirme yapmak zorunludur.

Ammâ dinleyen hayâle âit zihin olursa, kuvvetlendirmeye ihtiyâç yoktur. “Vahdet”te ya’nî “birlik”te bâtın olan ile zâhir olanı bir görme i'tibârında, akıl için tereddüd ve olmayacak bir şey gibi görme vardır. Akıl der ki:

- Bir şeyin bâtını nasıl zâhiri ve zâhiri nasıl bâtını olabilir?

- Ve bir olan şey’i, zâhir ve bâtın kısımlarına ayırmanın faydası nedir?

- Nefsin bu mes’elede ya tereddüdü yâhut inkârı vardır.

Onun için Cenâb-ı Hak “inne” ya’nî “mutlaka” lafzıyla kuvvetlendirerek, Hz. Mûsâ'ya;

Page 225: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 27.Bölüm Enniyyet Hakkında-Terzi Baba Şerhi

224

- "Hüviyyet-hû ile işâret edilen bâtın ahadiyyet;

- "Ene" lafzıyla işâret edilen zâhir enniyyetin ya’nî benliğin aynıdır;

- Ve sen bu ikisi arasında herhangi bir yönden gayrılık, yâhut ayrılık, yâhut kopukluk vardır, diyerek yanlış zannda bulunma!" dedi.

Ve sonra, bu ma'nâyı gramer kuralı olan “bedel” kâidesiyle ya’nî “sıfatı ile berâber söylenen bir şeyde (enallâhu sözünde) kastın sıfat (ene) değil de zât (Al-lah) olması şeklinde tefsîr etti. Bedel dediğimiz, zâtî âlemden ibâret olan "Allah" ismidir.

Ve bunda ulûhiyyetin içine aldığı toplayıcılığa ve kapsama işâret vardır. Çünkü Cenâb-ı Hak Mûsâ'ya: "Hakk'ın bâtın oluşu ve gaybı, zâhir oluşu ve şehâdetinin aynıdır" diyerek, bu mes’elenin ulûhiyyet hakîkatinden olduğunu îkâz etti. Çünkü ulûhiyyet, kendisindeki ahadiyyet ya’nî teklik hükmüyle ve gayrılık oluşumunda dahî, zıtlığın olmaması i'tibârı ile iki zıdda kapsam olmayı gerektirir. Bu mes’ele, hayret mes’elesidir.

Sonra Cenâb-ı Hak “innehû enallâhu” ya’nî “mutlaka O (Hû), Ben Al-lah’ım” cümlesini, “lâ ilâhe illâ ene” ya’nî “ilâh yok; ancak Ben varım;” ile tefsîr etti. Ya'nî "İbâdet edilen ilâhlar, benden başka değildir." O putlarda ve feleklerde ve tabîatlarda ve her millet ahâlîsinin ibâdet ettiği şeylerde, kudreti zâhir olan benim. "Zuhûr yeri olmaları i'tibârı ile o ilâhların hakîkatte hepsi benim" demek-tir. Bunun içindir ki Cenâb-ı Hak, "ilâhe" kelimesini kullandı ve onları bu "ilâh" kelimesiyle isimlendirdi.

Bu isimlendirme, onların tefekkürleri yönünden hakîkatte Hakk'ın hakîkî ma’nâda isimlendirilmesidir, mecâzî isimlendirme değildir. Yoksa zâhir ehlinin bu mes’elede: "Hakk'ın bu ta'bîr ile kastı, onların "ilâh" ismini vermeleri yönün-dendir; yoksa hakîkatte onların kendilerinde bu isimlendirmeyi yapabilmeleri yönünden değildir" diye zannettikleri gibi değildir. Bu, onlardan ya'nî zâhir eh-linden çıkan bir hatâ ve Hakk'a iftirâdır. Çünkü;

- Eşyânın hepsi, belki vücûd sırrında bulunanların hepsi, Allâh’ın zâtı yö-nünden hakîkate nisbet edilince, bu isimlendirme hakîkî isimlendirmedir. Çünkü;

- Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri, eşyânın aynıdır ve ilâhlıkla isimlendi-rilmesi, hakîkî isimlendirmedir. Perde ehlinden olan taklîdçilerin zannetti-ği gibi, mecâzî isimlendirme değildir.

Page 226: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 27.Bölüm Enniyyet Hakkında-Terzi Baba Şerhi

225

- Eğer öyle olması gerekseydi, sözün meali: "O taşlar, o yıldızlar, o tabîatlar, o şey’ler ki, siz onlara ibâdet ediyorsunuz; bunlar ilâh değildir, benden başka ilâh yoktur, bana ibâdet ediniz!" demek olurdu.

- Oysa Cenâb-ı Hak, o inanç sâhiplerine, onların, o ilâh zannettikleri şeylerin sâdece zâhirinden ibâret olduğunu beyân ederek, bu duruma göre ulûhiyyet hükmünün bahsedilen şeylerde hakîkat olduğunu bildirmek is-tedi.

- Onların hakîkat olduğunu bilmeyerek bu zuhûr yerlerine karşı yaptıkları ibâdetin, hakîkatte Allah'a dönük olacağını beyân ederek "Lâ ilâhe illâ ene" dedi.

- Demek istiyor ki: İlâh olarak isimlendirilen her şeyin hakîkati benim. Âlemde benden başkasına ibâdet edilmesi mümkün değildir.

- Benden başkasına nasıl ibâdet edebilirler? Ben onları, bana ibâdet etmeleri için halk ettim. Ve bu âlemde benim halk ettiğim şeyden kastım ne ise, ondan başka bir şeyin olmasına imkân yoktur.

İşte Risâlet-meâb Efendimiz (s.a.v)'in bu makâmda "Kim ne için halk edil-mişse, o şey kendisine kolaylaştırılmıştır" buyurması, bu inceliğe dayanmakta-dır. Ya'nî “Hakk'a ibâdet husûsunda ne için halk edilmişse” demektir. Çünkü Cenâb-ı Hak;

- “Ve mâ halaktül cinne vel inse illâ li ya'budûn” ya’nî "Ben insanları ve cinleri ancak bana ibâdet etsinler diye halk ettim" (Zâriyât, 51/56); aynı şekilde,

- “Ve in min şey’in illâ yusebbihu bi hamdihî” ya’nî "Her şey hamdı ile O’nu tesbîh eder" (İsrâ, 17/44) buyurmuştur.

Özetle, Cenâb-ı Hak Hz. Mûsâ'ya şöyle tenbîh ediyor:

"O ilâhlara ibâdet edenler, Cenâb-ı Hakk'a ibâdeti o zuhûr yerlerine tahsîs ederek ibâdet etmişlerdir. Yâ Musâ! sen Cenâb-ı Hakk'a bütün zuhûr yerleri yö-nünden ibâdet et! "Lâ ilâhe illâ ene" dememin ma'nâsı budur. Ya'nî hakîkatte benden başka ilâh yoktur. Onların ilâh dedikleri şeylerin hepsi, benim!”

İşte putlara tapmanın suç oluşu da belirtildiği şekilde, ilâhlığı o putlarla sınırlamış olma-

larına dayanmaktadır. İlâhtan maksad tapınılacak şey ma’nâsında değil ilâhî varlığın mevcûdiyetinin belirtilmesi ve bilinmesidir.

Page 227: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 27.Bölüm Enniyyet Hakkında-Terzi Baba Şerhi

226

Bu kastedilen ilâhlar ayrı bir varlık olarak görüldüğü sürece küfür hükmünde olur, ancak o varlıkta Hakk’ın varlığı müşâhede ediliyorsa o zaman hakîkî ma’nâda ilâh olmaktadırlar.

Yapılan namaz ibâdetinde kıbleye dönülmenin şart olması bir bütünlük meydana gelmesi içindir. Eğer kendi başına bir ilâh ortaya koyar ve ona doğru dönerse kıble karışır ve birlik bozulmuş olur. Ka’be-i Muazzama’ya döndüğümüz zaman bir taşa dönmekteyiz ve o bir ilâh olmaktadır ancak hakîkatini bilmeden onun sâdece taşına yönelirsek küfür ehli oluruz çünkü tek bir yere bağlamış oluruz.

Bütün varlıklarda Hakk’ın zuhûru vardır ancak insanda kemâliyle ve zât mertebesinin hüviyyeti ve enniyyeti ile zuhûru vardır. İşte bu hakîkati bilen de bilmeyen de yaşasın diye Ka’be-i Muazzama merkez olarak gösterilmiştir. Ka’be-i Muazzama’da zâtî tecellînin zuhûru olduğu için hem zâtî tecellîye ma’nen, hem de zâtî tecellî maddeten yönelinmiş olmaktadır, ama her yönden. Ka’be-i Muazzama’yı bir vinç ile yukarıya çektiğimizde görünen sahne in-sanların birbirlerini ilâh edinmesinden başka bir hakîkat değildir. Bu ise Hakk’ın kurduğu bir ilâh edinme sistemidir yoksa insanın kendi aklından çıkan bir kurgu değildir. Bu nedenle bu-rada çok büyük hakîkatler vardır.

Her ne kadar bu hakîkatler zâhir ehli tarafından böyle bilinmiyorsa da işin hakîkati bu-dur. Bu madde âleminde Cenâb-ı Hakk’ın en kemâlli olarak zuhûru insân-ı kâmildir. Bu bildiği zaman taşa, toprağa yönelmektense insana yönelmek çok büyük bir oluşum ve gerçek bir hakîkattir çünkü bu âlemde Cenâb-ı Hakk’ın insandaki zuhûrundan daha büyük bir zuhûr noktası bulmak mümkün değildir. Bunu ise ancak hakîkatini bilen yapar yoksa zâhir olarak bu iş olmaz. Zâhir ehli hakîkatini bilmeden yaparsa bu putperestlik olur. Bâtın ma’nâda bunu idrak eden kişi, kendi acziyyeti ile karşısındakinin hakîkatine ve karşısındaki de aynı şekilde o kişinin hakîkatine yönelmelidir ki, gerçek olan hâdise budur. Bu nedenle merkez zâtî tecelli olarak Ka’be-i Muazzama oraya konuş ve dünyânın heryerinden insanlar oraya yönelmişler-dir.

Ka’be-i Muazzama madde varlığı olarak nihâyet bir taştır, ancak insan Cenâb-ı Hakk’ın rûhunu taşımaktadır, ef’âlini, esmâsını, sıfâtını ve zâtını birlikte yüklenmektedir. Buna göre de kendi hakîkatini bilen bir insan Ka’be-i Muazzama’dan daha değerli bir durumdadır. Mâdeniyât mertebesinde olan Ka’be-i Muazzama’ya nasıl ki Cenâb-ı Hakk zâtî tecellîsini ya-pınca bütün insanlar tarafından muhabbet mevzû’ olmaktadır? Ya insan mertebesindeki insa-na zâtî tecellîsini yapınca Cenâb-ı Hakk nasıl bir hâdise ortaya gelir? İşte bunu tasavvur et-mek dahi mümkün değil aslında.

Cenâb-ı Hak bu hitâbı Mûsâ'ya:

"Ene" ya’nî “Ben”, Allah ismiyle mertebesine işâret edilen "hüve"nin ya’nî hüviyyetin aynıdır. Bundan dolayı, Yâ Mûsâ, bana hüviyyetin aynından ibâret olan zuhûr yerlerinin hepsini toplamış olan "enniyyet" yönünden ibâdet et!" diye bildirdikten sonra yapmıştır.

Bu hitâb, Cenâb-ı Hakk'ın peygamberi olan Hz. Mûsâ'ya bir inâyetidir. Şöyle ki, Hz. Mûsâ bütün zuhûr yerleri i'tibârı ile ibâdet edince, Cenâb-ı Hakk'a bir yönden ibâdet edip, dîğer yönden ibâdet etmeme kusûrundan kurtulmuş olur. Bir yönden ibâdet edip, dîğer yönden ibâdet etmese, ibâdet etmediği yönden

Page 228: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 27.Bölüm Enniyyet Hakkında-Terzi Baba Şerhi

227

Hakk'ı kaybetmiş olurdu. Bundan dolayı bir yönden hidâyete nâil olsa da, dîğer yönden dalâlete düşmüş olurdu. İşte farklı din anlayışlarına sâhip olanların ilâhî yoldan sapmakla dalâlete düşmesi, ibâdeti bir yöne tahsîs etmelerindendir.

Eğer oraya hüviyyeti yönüyle değil de bir başka şekilde yönelirse onun dışında başka tür

ibâdetler yapmayacağından Hakk’ın vechini ayırmış olur ve bir vechine yönelerek diğer vechini inkâr etmiş olur. Oysa ibâdet Hakk’a ise her vecihten Hakk’a ibâdet gerekir. İşte İslâmiyetin genişliği buradadır, “Her nereye dönerseniz Hakk’ın vechi oradadır” diyerek bu genişlik gösterilmiştir. Ancak bunların hakîkatlerini görmeden kuşa kuş, toprağa toprak diye-rek yöneldiğin zaman bu putperestlik olur. Özleri i’tibârıyla onlara olan yönelme ise Hakk’adır, doğrudan doğruya Hakk’ın hüviyyetinedir.

Fakat "Lâ ilâhe illâ ene" ifâdesiyle şerh ve Allah ile tefsîr edilen enniyyetin, hüviyyetin içeriğindeki;

- Akledilmiş olan zuhûr yerlerini;

- Ve tecellîleri;

- Ve işleri;

- Ve gerekleri;

- Ve ilâhî kemâlâtın hepsini toplamış olan enniyyet noktasından Cenâb-ı Hakk'a ibâdet edilirse, o ibâdet lâyık olduğu şekilde bir ibâdet olur.

İş bu ma'nâya Cenâb-ı Hak Kur'an'da “Ve enne hâzâ sırâtî mustekîmen fettebiûhu, ve lâ tettebiûs subule fe teferreka biküm an sebîlih” ya’nî "Ve mu-hakkak bu doğru yoldur. Öyleyse ona tâbi' olun ve doğru yoldan ayrılmanıza sebep olacak olan farklı yollara tâbi' olmayın" (En'âm, 6/153) âyet-i kerîmesiyle işâret etmiştir. Farklı yollara ve inançlara tâbi' olanlar da Allah yolu üzerine ise de, farklı yollara tâbi’ olmakla ayrılığa düştüklerinden, inançlarına şirk ve inkâr girmiştir.

Ammâ tevhîd ehli olan Muhammedîler böyle değildir. Onlar hakîkî yol üze-rinedir. Hangi kul Allah yolu üzerine yürürse; "Kendine ârif olan, Rabb'ine ârif olur" sırrı kendine açılır. Bu sır kendisine açıldıktan sonra Allah'a hakkıyla ibâdetin yolunu arar.

Kişi, “Yakîn gelene kadar Rabb’ine ibâdet et!” hükmüyle belirtilen hâl kendisinde oluşana

kadar yaptığı iyi niyetli ibâdetlerde ma’zûr sayılır. Çünkü yakîn haliyle idrak etmezden evvel

Page 229: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 27.Bölüm Enniyyet Hakkında-Terzi Baba Şerhi

228

ayrı ayrı varlıklar hayâlinde vardı ve muhabbetiyle onlara yönelmişti. Yakîn geldikten ya’nî bu ilmi idrâk ettikten sonra ibâdeti yukarıdaki şekilde hakkıyla yapmaya çalışır.

Hakkıyla Hakk'a ibâdet ise, ilâhî isimlerin ve sıfatların hakîkatiyle tahakkuk etmekle olur. Bu anlatılan ibâdeti yapan kul, Hakk'ın zâhir ve bâtın şey’lerin aynı olduğunu bilir. Ve bunu bilince Hakk'ın Mûsâ diye ta'bîr edilenin aynı olduğunu bilir. O zaman Mûsâ, Hak için hakîkati bularak, hakkıyla ibâdet etmenin yolunu tam anlamıyla bulmak için, ilâhî isimleri ve sıfatları gerektiren kemâlâtın icâblarını Hakk'ın kendine ne şekilde bildirdiğini taleb etmeye başlar. Oysa bunu da seçip ayırıp, belirgin bir şekle sokmak mümkün değildir. Bundan dolayı Cenâb-ı Hakk'a hakkıyla ibâdet etmek de mümkün değildir. Çünkü Cenâb-ı Hak, sonsuzdur ve isimlerinin ve sıfatlarının da sonu yoktur. Sonuç olarak hakkıyla ibâdet etmenin de sonu yoktur. Bu makâmda Risâlet-meâb Efendimiz (s.a.v):

"Yâ Rabbî, seni hakkıyla bilemedik ve senin kendini senâ ettiğin gibi sana hakkıyla ibâdet edemedik" buyurmuştur. Bu makâmda Hz. Sıddîk (r.a) da: "İdrâk etmekten yana âcizlik, bir tür idrâktir" buyurmuştur.

Zâten belirtilen şekilde hakkıyla ibâdet etmemize gerekte yoktur, çünkü bir meyve türü-

nü tanımak için bir tanesini tanımak yeterlidir.

Ben aşağıdaki beyitleri bu ma'nâ için yazdım. Tercümesi:

"Ey ma'nâsı akılları hayrete düşüren sûret! Ey oluşumu varlıkları gaflete uğ-ratan dehşet! Ey sonların, en son noktası! Ve ey sonsuzluğun sonu! Ki ma’nâsını düşünürken en akıllıyı hayrete düşüren! Kereminle kendini hakkıyla senâ etmek, yine sana âittir. Sen hamd ü senada, senâ edenden ve ortaktan münezzehsin. Akıllı kimse seni idrâk ile emeline nâil olamaz. Büyüklük ve azamette senin bir sonunun olmasından seni tenzîh ederim. Benim seni bilmek husûsunda bilgim kusûrumu i'tirâf etmekten ibârettir. Seni idrâke ulaşmaktan âciz olmak, bizim için idrâktir."

Ba'zen de sûfîler, enniyyeti kul kavramı üzerine verirler. Çünkü enniyyet ya’nî benlik, hâzır olup müşâhede edileni bildirir. Her müşâhede edilenin hüviyyeti ise onun gaybıdır. Bundan dolayı hüviyyeti gayba ya'nî Hakk'ın zâtına, enniyyeti de şehâdete ya'nî akledilir olan kula verdiler.

Bu hassas bir noktadır, bunu anla!

Page 230: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 28.Bölüm Ezel Hakkında-Terzi Baba Şerhi

229

حيم حمن الر� بسم الر�BİSMİLLAHİR RAHMÂNİR RAHİYM

Ezel Hakkındadır

Ezel, "öncelik" kavramından ibârettir. O ya’nî “ezel” öncelikle, "Cenâb-ı Hakk'ın kemâlindeki zâtî gerekliliğiyle hükmedilmiştir" demektir. Yoksa, sonra-dan olanlar üzerine uzun bir zamân ile Hakk'ın öne geçişi ma'nâsına olarak "ezel" denilmemiştir.

Ârif-i billâh olmayan kimselerin anlayışına ikinci şıkkın gelmesi, onların noksânı olup, Cenâb-ı Hak ondan son derece yücelik ile yücedir. Ezele, bu şekilde ma'nâ verilmesinin bâtıl olduğunu bu kitâbın daha önceki kısımlarında izâh ettik.

- Bizim varlığımızdan evvel Cenâb-ı Hak mevcûd olduğu gibi, O'nun ezeliyyeti şu anda da mevcûttur.

- Ezeliyyette hiçbir zaman değişim yoktur.

- Ebedlerin ebedinde de ezelî olarak zevâl bulmayandır.

Ebedin ma'nâsı, bu bölümü tâkib eden bölümde inşâllâh beyân olunacaktır. İşte Cenâb-ı Hak hakkındaki ezel, yukarıda îzâh edildiği şekildedir.

Sonradan olan vücûd için de ezel vardır. Sonradan olan vücûdun ezeli, son-radan olanın vücûduna öncelik kazanan zamândan ibârettir. Bundan dolayı her sonradan olanın ezeli, dîğer sonradan olanların ezelinden başkadır. Bu îzâha göre ma'denin ezeli, bitkinin ezelinden başkadır. Çünkü ma'den bitkiden evveldir. Ne kadar bitki varsa, onların vücûdu, ma'denin vücûdundan sonradır. Şu halde bit-kiye göre ezeliyyet, ma'denin vücûdu zamanı olur. Ya'nî ma'denin vücûdundan daha evvelki zaman, onun ezeli demek değildir.

- Ma'denin ezeli de, cevherin vücûdu zamanıdır.

- Cevherin ezeli de, heyûlânın vücûdu zamânıdır.

- Heyûlânın ezeli de hebânın vücûdu zamanıdır.

- Hebânın ezeli de, tabîatların vücûdu zamânıdır.

- Tabîatların ezeli de, unsurların vücûdu zamânıdır.

Page 231: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 28.Bölüm Ezel Hakkında-Terzi Baba Şerhi

230

- Unsurların ezeli de, illiyyînin vücûdu zamanıdır.

- "İlliyyîn" dediğimiz, "kalem-i a'lâ, akıl, rûh" olarak isimlendirilen melek ve ben-zeri şeylerdir. İşte bunların ve âlemin tamâmının ezeli, “hazret kelimesi”dir.

- "Hazret kelimesi" dediğimizin ma'nâsı ise, Cenâb-ı Hakk'ın bir şeye "Kün-Ol!" dediği anda, onun vücûd bulması demektir.

Ammâ mutlak ezele Cenâb-ı Hakk'ın kendisinden başka hiç bir şeyin hak edi-şi yoktur. Mahlûklardan hiçbir şeyin mutlak ezelde ne hükmen, ne de aynî olarak vücûdu yoktur.

Yolumuz sâliklerinden bir zât "Ezelde biz Allah'ın indinde idik" demişse de, onun dediği ezel, halk ezelidir. Yoksa Hakk'ın ezeliyyetinde, halktan hiç bir şey mevcûd değildir. Hakk'ın ezeli, "ezellerin ezeli"dir. Bu ezellerin ezeli, Hak için zâtî hükümdür, ona zâtî kemâliyle hakedicidir.

Bilinsin ki, "ezel" ne vücûd ile ne de yokluk ile vasıflanamaz.

- Vücûd ile vasıflanamaması ezelin hükmî bir husûs olup, aynî ve vücûdî bir husûs olmayışındandır.

- Yoklukla vasıflanamaması, bağıntıdan, hükümden, salt yokluktan evvel ol-masından dolayıdır. Ne bağıntıyı, ne de hükmü kabûl etmez. Onun için kendisinden hükmî vasıflandırma kalkıcıdır.

Özetle, Hakk'ın ezeli ebedi; ebedi ezelidir.

Bilinsin ki, Hakk'ın ezeli, kendisine mahsûs olduğu için, halk kavramı o ezel-de ne hüküm olarak, ne de aynî olarak mevcûd değildir. Çünkü Hakk'ın ezeli kendine mahsûs olan öncelik hükmünden ibârettir. Bundan dolayı Hakk'ın o ön-celiğinde halk için hiçbir yönden hüküm yoktur. Burada,

- "ilmî taayyün yâhut vücûdî taayyün i'tibâriyle halkın da, Hakk'ın önceli-ğinde vücûdu vardır" denilemez.

Çünkü halk için ilmî vücûd ile hükmedilse, halkın Hakk’ın vücûdu ile berâber mevcûd olması lâzım gelir. Oysa Hak, bu yaptığımız îzâhı “Hel etâ alel insâni hînun mined dehri lem yekun şey’en mezkûrâ” ya’nî “İnsan üzerinden “hîn” ya’nî öyle bir zaman geçmedi mi, ki “dehr”de zikredilir bir şey değildi” (İnsân, 76/1) âyetiyle te'yîd etmiştir. Bu âyette âlimlerin hepsi, "hel" ya’nî “mi” edatının, kesinlik ifâde eden "kad" edatı ma'nâsında olduğunda birleşmişlerdir.

Page 232: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 28.Bölüm Ezel Hakkında-Terzi Baba Şerhi

231

Bu durumda âyet-i kerîmenin ma'nâsı "İnsan üzerine “hîn” ya’nî öyle bir zaman geçmiştir ki, insan “dehr”de zikredilir şey’ değildi" demektir.

- Bu âyette "dehr" Cenâb-ı Hak'dan ibâret;

- "hîn" ilâhî tecellîlerden bir tecellî demektir.

- Âyetteki "lem yekûn şey'en" ya'nî “şey’ değildi” ifâdesi “onun o tecellîde vücûdu yoktu" ma'nâsınadır. "O tecellîde vücûdu yoktu" dediğimiz, aynî ve ilmî vücûdu da kapsamaktadır. Çünkü insan o tecellîde zikredilir şey' olmadığı için, ma'lûm değildir.

İşte bu bahsedilen tecellî, Hakk'ın kendisine mahsûs olan ezelidir.

Ammâ Cenâb-ı Hakk’ın ezelde rûhlara buyurduğu “e lestü birabbiküm, kâlû belâ” (A'râf, 7/172) "Ben sizin Rabb'iniz değil miyim? Evet! dediler," şek-linde olan rivâyete gelince:

- Oradaki ezel, mahlûkların ezellerindendir.

- Dikkat et! Cenâb-ı Hak, o rûhları "min benî âdeme min zuhûrihim zurriyyetehüm” ya’nî “Âdemoğullarının zuhûrundan zerrelerini çıkar-dım" diyor. Bunun ma'nâsı ise, ma'lûmâtın ilmî âlemde taayyün etmesi hâ-linden ibârettir. Rûhları zerrelere benzetmesi, gâyet latîf oldukları içindir.

- Cenâb-ı Hakk'ın onlara "e lestü birabbiküm" ya’nî “Ben sizin Rabb’iniz değil miyim?” buyurması, onlarda ilâhî isti'dâd oluşturmasından ibârettir.

- Rûhların da "belâ" ya’nî “evet” cevâbını vermesi, ilâhî zuhûr yerleri olmayı kabullerine sebeb olan kābiliyyet ve isti'dâdlarına işârettir.

- Cenâb-ı Hakk’ın onlara, "e lestü birabbiküm" tarzında sorması, onlara ihsân ettiği isti'dâdın gereklerini bildiği için ve kendilerine verdiği fıtrî kābiliyyetin rubûbiyyeti kabûl ederek, inkâr edemeyeceğini bildiği içindir. Onun için rûhlar, "belâ" ya’nî “evet” cevâbını verdi.

Cenâb-ı Hakk'ın Kur'ân'da onlara bu şekilde şâhidlik etmesi, bizim kıyâmet gününde onların rubûbiyyete îmân ettiklerine ve tevhîde inanmış olduklarına şâhidlik etmekliğimiz içindir. Çünkü biz, ya'nî "Ümmet-i Muhammed" kıyâmet gününde insanlar üzerine şâhid olacağız. Kıyâmet gününde meleklerin o rûhlara küfür veyâ inkâr isnâd etmeleri makbûl değildir. Çünkü bu şâhidlik, onlar için işin esâsı yönünden oluşmuş değildir. Çünkü melekler örneğin küfür zannettikle-ri şeyin bâtınına olan ilâhî bilgiye vâkıf değildirler. Bundan dolayı onların

Page 233: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 28.Bölüm Ezel Hakkında-Terzi Baba Şerhi

232

şâhidliği işin hakîkatinden dolayı olmayıp, bizim şâhidliğimiz işin hakîkatine da-yanmaktadır. Çünkü bu hakîkati Cenâb-ı Hak bize haber vermiştir. Bundan do-layı bizim delîlimiz, apaçık sağlam bir delîldir; çünkü bizim delîlimiz Cenâb-ı Hakk'ın halka karşı saâdetle olan şâhidliğinin delîli demektir. Meleklerin delîli bâtıldır; çünkü melekler zâhire göre hükmetmektedirler. Meleklerin hükümleri, zâhirden başkasına bağlanmaz.

Yânî melekler dışa bakarak karar vermektedirler ve iç bünyeyi bilememektedirler.

Görmüyor musun, Âdem (a.s.) kıssasında Âdem'in yeryüzünde bozgunculuk yapacağına hükmederek ve kendilerinin Cenâb-ı Hakk'ı tesbîh ve takdîs ettikleri-ni düşünerek, "biz ıslâh edicileriz" dediler.

Oysa Âdem'in bâtınında olan rahmânî hakîkatler ve rabbânî sıfatlar hakîkati yönünü de düşünemediler. Cenâb-ı Hakk'ın Âdem üzerine sıfatlarıyla tecellîsi ortaya çıkınca ve melekleri ve diğerlerini ihâta eden ilâhî ilim sıfatının Âdem'de bulunduğunu meleklere bildirince “subhâneke lâ ilme lenâ illâ mâ allemtenâ” ya’nî “Sen subhânsın. Senin bize öğrettiğinden başka bir ilmimiz yoktur” (Bakara, 2/32) i'tirâfını yaptılar. Bu da gösteriyorki onların bu âyet-i kerîmedeki ilimleri kayıtlı ilimdir, ya'nî zâhire bağlıdır. Ammâ Âdem böyle değildir. O, eşyâyı mutlaklık üzere ilâhî ilim ile bilir. Çünkü ilâhî ilim ile kasıt, Âdem'in bah-sedilen bu ilmidir.

- Hakk'ın sıfatları, onun, ya'nî Âdem'in sıfatlarıdır;

- Hakk'ın zâtı, onun, ya'nî Âdem'in zâtıdır.

Bu sırrı iyi anla!

Melekler Subbûh ve Kuddüs isimlerinin zuhûrları olduklarından dolayı Cenâb-ı Hakk’ı

tesbîh ve takdîs etmektedirler.

Page 234: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 29.Bölüm Ebed Hakkında-Terzi Baba Şerhi

233

حيم حمن الر� بسم الر�BİSMİLLAHİR RAHMÂNİR RAHİYM

Ebed Hakkındadır

Ebed, “Allah için” sonralık kavramından ibârettir.

Zâtî zorunlu vücûdunun gereği yönünden Allah için "ebed" bir hükümdür. Çünkü Allah'ın kendi nefsi için olan varlığı, zâtı ile kâimdir. Zâtı ile kâim olduğu içindir ki, kendisi için bakâ, geçerli olmuştur. Çünkü Allah, yoklukla öne geçmiş değildir. İmkân dâhilinde olandan evvel ve sonra, kendisine bakâ ile hükmedil-mesi, işte bu şekilde zâtıyla kâim olup, başkasına ihtiyâcının olmayışından dola-yıdır.

İmkân dâhilinde olan ise böyle değildir. Her ne kadar o da sonsuz ise de, vücûdu kesintiye uğramaya mahkûmdur. Çünkü yokluk ile öne geçmiştir. Her yokluk ile öne geçenin, dönüş yeri yine yokluktur. Bundan dolayı imkân dâhilin-de olanın üzerine yokluğa gitme ile hüküm zarûrîdir. Böyle olmasa, imkân dâhi-linde olanın da bakâda Hak ile berâber yürümesi lâzım gelir; bu ise muhâldir.

Bu şekilde imkân dâhilinde olanın yokluğa gitmekle ve Hakk'ın bakâ ile va-sıflanmasından dolayıdır ki, Allah için sonralıkla hüküm geçerli olmuştur.

Bilinsin ki, sonralık ile öncelik, Allah için hükümseldir, zamânsal değildir. Çünkü Allah üzerine zamân geçmesi muhâldir. Bu işâret ettiğimiz şeyi anla!

Özetle, Hakk'ın ebedi, imkân dâhilinde olanın vücûdunun kesintiye uğrama-sından sonra Hakk'ın vücûdundaki devamlılığı i'tibârı ile zâtî işinden ibârettir.

Bilinsin ki; imkân dâhilinde olanlardan her birinin de ebedi vardır.

- Dünyânın ebedi, dünyanın âhiret hâline geçmesiyledir.

- Âhiretin ebedi, âhiretin Hakk'a geçmesiyledir.

Şu kadar var ki, imkân dâhilinde olanların ebedlerinin kesintiye uğraması hükmü zarûrîdir. O ebedler, ister cennet ehlinin ebedleri, isterse ateş ehlinin ebedleri olsun. Bu tür ebedler ne kadar devâm da etse, ne kadar devamlılığı uzun da olsa, yine kesintiye uğramaya mahkûmdur. Çünkü Hakk'ın ebediyyetini ta-

Page 235: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 29.Bölüm Ebed Hakkında-Terzi Baba Şerhi

234

savvur etmek, Hak'dan başkasının kesintiye uğramasına hükmetmeye bizi mecbûr kılmaktadır. Bundan dolayı Hakk'ın bakâsına kadar, mahlûkun vücûdunun devâmına imkân yoktur. Biz sâdece bu mes’elenin îzâhını anlaşılabi-lir bir ibâre hâline sokmuş olduk; çünkü biz, apaçık bir keşf ile müşâhede ettik. İsteyen bu îzâhımıza îmân eder, istemeyen etmez.

Zaman öncelik ve sonralık hükmü meydana getiriyor ise ve bunu ortaya Hakk çıkarıyor

ise o zaman O’nun önceliği ve sonralığı söz konusu olamaz. Bir çember düşünelim, o çembe-rin her bir yerinde bir işaret olmadıkça orada ne öncelik vardır ne de sonralık. Ancak bu çemberin üzerine bir benlik konulduğunda ya’nî kendi vücûd benliğimizi, varlığımızı koydu-ğumuz zaman, bize göre öncelik ve sonralık ortaya çıkar. Bu da yine çembee göre değil bize göredir.

Cennet ve cehennem hakkında bahsedilen ebediyyet bizim kapasitemize göre olan bir ebeddir yoksa Allah’a göre olan bir ebed değildir. Ancak yine de cennet ve cehennemde bu-lunacak olanlar için olacak sonluk bizim aklımızın alacağı ma’nâda bir sonluk değildir. Bu du-rum çok uzun bir sonluluk hâli olduğundan bize göre ebedî yaşam hükmündedir. Şunu da düşünebiliriz, bu ebedi yaşamlarda bizim kimliklerimizin tamâmen ortadan kalkması gereceği yönünden bir ebediliktir. Nihâyet ne kadar üzerimizde zâtî tecellî de olsa, hüviyyet-i mutlaka üzerimizde de olsa bu iş bir yönüyle yine de sonradan olmadır, ancak farkı diğer varlıklar ef’âl, esmâ tecellîleri olanlardır, bu ise zâtidir. Diğer varlıkların ebedleri buradaki süreleri ka-dardır, insanın ise âhireti olduğundan dolayı ebedi devâm ediyor. Evvelâ bireysel olarak dünyânın bitimine kadar bir ebed oluyor; mahşere kadar kabirde bir ebed oluyor; mahşerden sonra cennet veyâ cehennemde bir ebed oluyor, işte bu şekilde ne kadar beşer idrâkinin alamayacağı daha nice ebedler varsa, bu kadar bunların sonu vardır. Bizim hesâbımız, kitâbımız bittikten sonra bizdeki tecellî bitmiş olur ve Cenâb-ı Hakk bizlerden sonra bir başka varlıkları ve sistemi ortaya getirir ve o zaman da onları ezelleri ve ebedleri olur. Ma’kûl olan da budur çünkü bütün bunların sonunda bir başka âlemin yaşantısı olması lâzımdır ki ondan da bahsedilmemiştir. Tabi’ bu bahsettiğimiz ebedler daha önce de söylediğimiz gibi çok çok uzun süreler olup beşer aklıyla idrâk edilecek bir süre değildir.

Başkasına ihtiyâç duymayan kendi varlığımız ile var olmamız gerekiyor ki bizim de müs-takil bir ebedimiz olsun. Biz dünyâya geldik ve bir başlangıcımız olduğunu bilebiliyoruz, her ne kadar bu bilme hesap ile olmasada ilmî olarak biliyoruz. Buna bakarak ebedimiz olduğunu da biliyoruz.

Bilinsin ki, âhiret hallerinde her bir hâl için "ebediyyet" hükmü vardır. O hal-ler ister rahmete nâil olanların, isterse azâba dâhil olanların halleri olsun, farketmez. Bu azîz bir sırdır ki, bu sırrı, keşfe nâil olanlar ancak bizzât hakîkati ile yaşayabilir. Ve o kimse, o âhirete âit hâlde ebediyyen kesinti olmadığını bilir. Bu âhirete âit hâl, kendine has bir hâldir. Ba'zen o hâl, olduğu şekilden başka bir hâle intikâl eder, ba'zen de intikâl etmez. Başka bir hâle intikâl ederse, bahsedilen “kendine hâs bir hâl olma” hükmü ikinci halde de dâimdir. Bu hüküm, âhiret

Page 236: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 29.Bölüm Ebed Hakkında-Terzi Baba Şerhi

235

hallerinden ne kesilir, ne de ayrılır. Bu müşâhedeye âit bir husûstur, aklın bunda mecâli yoktur. Çünkü akıl, bunu halledemez. İnşâllâhu Teâlâ cennet ve cehen-nem bahislerinde bu söylediğimiz hakkında yeteri kadar îzâhlar gelecektir. Kısa-ca, Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerinin ebedi, ebedlerin ebedidir; ezeli de, ezellerin ezelidir.

Bilinsin ki, Hakk'ın ebedi, ezelinin; ezeli, ebedinin aynıdır. Çünkü ebed, izâfî olan iki tarafın (evvelliğin ve âhirliğin) Hak'dan kesilmesinden ibârettir. Hakk'ın bakâ ile zâtının ferdliği, bununla tahakkuk eder.

- Evvellik izâfetinin Hak'tan kesilmesiyle, evvellik bağlantısından evvel, Hakk'ın vücûduna "ezel" ismi verilir.

- Hak'dan âhirlik izâfetinin kesilmesiyle, âhirlik bağlantısından sonra Hakk'ın bakâsına, "ebed" ismi verilir.

Bu ikisi, ya'nî ezel ile ebed Allah için iki vasıftır. Zorunlu vücûdun akledilmesi için zamânsal izâfet bu vasıfları çıkartmıştır. Yoksa, ne ezel vardır, ne de ebed vardır. Kendisiyle berâber hiçbir şey olmamak üzere Allah mevcûddur. Ve şu an dahi o vücûd ile yine Hak mevcûddur.Yine kendisiyle beraber, kendi-sinden başka bir şey yoktur. Allah için, ebedden ibâret olan ezelden başka bir va-kit yoktur. "Ebed" dediğimiz, kendi üzerine zaman geçmesi olmaksızın, Hakk'ın vücûduna hüküm ile beraber, zamân hükmünün ilâhî bakâya uzayabilmesi hükmünün kesintiye uğramasından ibârettir. Kısaca, Hakk'ın bakâsı, zamanın kesintiye uğramasından ve Hak ile berâber zamanın devâmı olmasından ibâret olup, "ebed" dediğimiz işte budur.

Ya’nî akıl yolundan Cenâb-ı Hakk’ın evvelliğinin ve âhirliğinin düşünülmesi için bu terim-ler kullanılmıştır oysa bu evvel ta’birinin konulmasından öncede Cenâb-ı Hakk vardır, âhir tâbirinin kalkmasından sonra da olacaktır. İşte bu idrâke geldikten sonra ya’nî aklın ile O’nun ebedine ve ezeline bir sınır çizemediğini anladığın zaman bu “ezel” ve “ebed” olur ki, yine de beşerin anladığı bir “ezel” ve “ebed” olur.

Page 237: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 30.Bölüm Kıdem Hakkında-Terzi Baba Şerhi

236

حيم حمن الر� بسم الر�BİSMİLLAHİR RAHMÂNİR RAHİYM

Kıdem Hakkındadır

Kıdem, zâtî zorunlu oluş hükmünden ibârettir. Zatî zorunlu oluşu Hak için, Hakk'ın “Kadîm” ismi zâhire çıkarmıştır. Çünkü her, zâtıyla zorunlu olan şeyin vücûdu, yokluk ile öne geçici olamaz. Her, yokluk ile öne geçmeyen şeyin de, hükümde kadîm olması zarûrîdir. Yoksa Allah kıdemden yana da yücedir. Çün-kü kıdem, kadîm üzerine zamanın geçişinin uzamasından ibârettir. Hak bundan yana yücedir.

Şu halde Hakk'ın kıdemi, zâtî zorunlu oluşuna lâzım olan hükümden ibârettir. Yoksa Allah ile halk arasında her ikisini cem' eden vakît ve zaman yok-tur. Belki Allah'ın vücûdunun, mahlûklarının vücûduna önceliği, "kıdem" deni-len şeydir. Mahlûkların sonradan olması, onu vücûda getiren mûcide ihtiyâcından dolayı olup, "sonradan olan" ismiyle isimlendirilen de budur.

Sonradan olan için ikinci bir ma'nâ daha vardır. O da zikredilir bir şey’ değil-ken, bir şeyin vücûdunun zâhir olmasından ibârettir. Çünkü mahlûk hakkında lâzım ve bilinmiş olan sonradan olma, o mahlûkun kendisini vücûda getiren mûcide ihtiyâcından başka bir şey değildir. İşte mahlûka “sonradan olma” ismini gerektiren şey, bu ihtiyâç hâlidir.

Hakk’ın bize olan tecellîsi bizim için değil Hakk kendisi için ebedîdir. Bizim öz cevherimiz

bize âit bir varlık olmayıp Hakk içindir ve Hakk’tandır. Cenâb-ı Hakk’ın bizde bir zâtı var, bir rûhu var işte bu bizde ebedî ama bizim için değil Hakk’ın kendisi bakımından ebedî. İşte bu bize âit bir varlık değil ve mahlûk olmayanda budur. Biz ona hükmedemiyoruz ve o bize bize hükmediyor. En sonda ya’nî cennet veyâ cehennemin tükenişinde bu Hakk’a geriye gidecek ve bizden ortada hiçbirşey kalmayacaktır çünkü kıdem odur. İşte bu yüzden cennette ebedî değildir, cehennemde ebedî değildir, insanlar da ebedî değildir ve olamaz da zâten mümkün değildir.

“Halidîne fîha ebedâ” âyet-i kerîsinde belirtilen ebedîlik ise hakîkî ma’nâda ebedîlik değil, mahlûk hükmündeki ebedîliktir. Mahlûkat olarak bu süre idrâk edilemeyecek kadar uzun bir süre olduğundan kendisine göre ebedî sayılır, ancak ulûhiyyete göre sonludur.

Her ne kadar fiilen ve fizîken ya’nî gerek rahmânî gerek cismânî olarak kimliklerimiz so-na eriyor isede repertuarda isimlerimiz sona ermiyor. Ya’nî Levh-i Mahfûz’da sanki geçmişte-

Page 238: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 30.Bölüm Kıdem Hakkında-Terzi Baba Şerhi

237

ki hâtıralarmış misâli yazılmaktadır. Cenâb-ı Hakk bu repertuarı mutlaka yapar çünkü o tecellî ettiği zuhûrunu da gözden çıkarmaz.

Kişi Hakk’tan aldığı enerjisini o ebedîlik içerisinde bir şekilde tüketiyor ve kullanıyor hep-sini sonra geriye bir tek zâtı kalıyor, fizîkî, rûhî neleri varsa hepsini tüketiyor. Bu da Hakk’a döndüğünde repertuara geçmektedir.

Bizler vücûd dendiği zaman maddî ma’nâda bir vücûd düşünüyoruz, ancak vücûd-u mut-lak diye belirtilen anladığımız şeklî ma’nâda bir vücûd değildir. Bu vücûd kendi kendinden kendisiyle mevcûd olan vücûddur, zâtî mevcûddur. İşte “vücûd” insâniyye hakîkatı olan vâhidiyyet mertebesinden, rûh mertebesine tenezzül ettiği vakit, üç ma’rifet oluştu ki, birisi nefs ma’rifeti, ya’nî kendi zâtını ve hakîkatini bilmek, diğeri halk edicisine ma’rifet, yânî ken-disini var edeni bilmek; üçüncüsü var edicisine karşı fakr ve ihtiyâcını bilmektir.

Ba’zı terimler hemen bizi Hakk’tan ayrı kesrete düşürmekte ve kendi kendimize bir kim-lik vermemize sebep olmaktadır ki bu şeriat mertebesine âit anlayış olmadan da bu işin içeri-sine girmeye imkân yoktur. Her mertebedeki yaşantı ve idrâk derecesi ayrıdır. Bizlere lâzım olan ise şerîat ve tarîkat mertebesi üzerine kurulmuş hakîkat ve ma’rifet mertebesine âit bilgilerdir. Şerîat ve tarîkat mertebesinden bakıldığında kişi kendisindeki ulûhiyyet hakîkatinin farkında olmaz sâdece Hakk’tan ayrı varlıklar olarak kendisini görür ve ötelerde olan bir Allah’a yönelir. Hakîkat ve ma’rifet mertebesinde ise yine şerîat ve tarîkat mertebe-sindeki hüküm geçerli olmakla birlikte şerîat ve tarîkat mertebelerini hudûs ya’nî sonradan olan tarafımıza vererek, özümüzde ise Hakk’tan ayrı olmadığımızı idrâk etmemiz gerekmek-tedir. Yine sonradan olmaklık vardır ancak bu sefer kadîme bağlı sonradan olmaklık vardır. İşte kadîm olana bağlı olan yönümüzü bilirsek ancak kendimizi nefs ma’rifeti olarak tanımış oluruz.

Kendimizi ne sâdece çok aşağı bir varlık olarak görerek, ne de çok aşırı derecede yüksek bir varlık olduğumuzu idrâk ederek gurura ve kibire kapılmadan hayâtımızı Rabb’ımız ile bir-likte sürdürmemiz gerekmektedir. “O sizinleydi, siz neredeydiniz” sorusunun cevâbını verebi-lirsek diğer cevaplar çok kolay olacaktır zâten. Biz “Ya Rabb’i zâten bir ömür boyu seninley-dik” diyebildiğimiz anda melekler “biz zâten senin öyle diyeceğini biliyorduk” diyecekler diğer soruları daha hafîf olarak geçeceklerdir.

Bu irfâniyeti burada iken elde edersek eğer dünyâ ve âhiretin bizim için hiçbir farkı ol-maz, ayrı seyrin devâmı olur sâdece. Gerçekte zâten öyledir ancak farkında olunmadığı için ayrı gibi görülmektedir.

Mahlûk, ilâhî ilimde mevcûd olmakla berâber, vücûdun kendisinde sonradan olmuş olandır. Çünkü kendisini vücûda getiren bir mûcide ihtiyâç duymaktadır. Bundan dolayı zuhûrundan önce ilâhî ilimde mevcûd olsa da, mahlûka kadîm ismini vermek doğru olamaz. Çünkü mahlûkta başkasının vücûduyla mevcûd olmak, aslî hükümdür. Şu halde mahlûkun vücûdu, Hakk’ın vücûdu üzerine sâbitlenmiştir. İşte, “sonradan olma”nın "ikinci ma'nâ"sı budur.

Bu izâha göre ilâhî ilimdeki sâbit ayn’lar sonradan olmuştur; bu i'tibâra ve bu bakış açısına göre kadîm değildir.

Page 239: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 30.Bölüm Kıdem Hakkında-Terzi Baba Şerhi

238

Bu mühim bir mes’eledir ki, irfân imâmları bu mes'elede gaflet etmişlerdir. İrfân imâmlarından hiç birisi yoktur ki, izâhında sâbit ayn’ların kıdemine hüküm vermeye dâir sözü olmasın.

Sâbit ayn’ların kıdemini söylemek de mümkündür. Fakat bu da, başka bir i'tibâra ve başka bir bakış açısına göredir. İşte onu da sana izâh ediyorum:

- Bilindiği gibi ilâhî ilim kadîmdir; yâ'nî ilâhî ilim üzerine kıdem ile hükme-dilmiştir.

- "Kıdem" de, zâtî zorunlu oluştan ibârettir. Çünkü Hakk'ın sıfatları, ilâhî hü-kümler yönünden bakıldığında cenâb-ı âlîsine lâyık olan her şeyde zâta ka-tılmıştır.

- İlme ilim denilmesi, ma'lûmun vücûdu olmaksızın geçerli olamaz. Çünkü, âlimin vücûdunun olmayışıyla, ilmin ve ma'lûmun vücûdu nasıl muhâl ise, ma'lûmsuz ilmin de vücûdu muhâldir.

- Bundan dolayı sâbit ayn’lardan ibâret olan ma'lûmat, kıdem hükmünde ilme katılmıştır.

- Bu durumda ma'lûmat, Hakk'a bağlanmakla kadîm, kendi mevcûdiyetlerine göre ise sonradan olandır.

- Şu halde halk, Hakk'a sonradan katılma hükmü ile katılmış demektir. Çünkü halka âit vücûdun Hakk'a dönmesi,emr-i vâkî' yönüyle aynî bir husûs, zâtları i'tibârı ile hükmî bir husûstur.

Bu öyle mühim bir mes'eledir ki, bunu kâmil ferdlerden başkası idrâk ede-mez. Çünkü, ilâhî yaşantıdan olan bu tür yaşantı, tahkîk ehline mahsûstur. Diğer ârif-i billâh olanların bu yaşantıda nâsibi yoktur.

İşte bu şekilde mahlûklar hakkında;

- Kıdemin hükmî bir husûs;

- Sonradan olmanın aynî bir husûs olmasından dolayı,

biz mahlûkların zâtları i'tibârı ile hakedişlerini hüküm yönünden, kendilerine olan bağıntı üzerine takdîm ettik. O hüküm dediğimiz ise, ilâhî ilmin onlara bağ-lantısıdır. Bunu anla!

Hak olan özümüze bağlantımız kadar bizim kıdemimiz vardır ki bu kıdem de hükmî bir

kıdemdir ayrıca, mutlak kıdem değildir.

Page 240: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 30.Bölüm Kıdem Hakkında-Terzi Baba Şerhi

239

İlâhî ilim tümüyle birlikte bütün varlıklara yayılmış genişlikte sâdece tek bir varlığa veri-lemez, mümkün değildir. O birimde açığa çıkan esmâ-i ilâhiyye kadar kıdemi vardır.

Özetle;

- Hakk'ın kıdemi Hak için zâtî zorunlu oluşa âit hükmî bir husûstur.

- Halkın sonradan olan olması da, halk için zâtî zorunlu hükmî bir hu-sustur.

Bu izâha göre mahlûklara "hüviyyetleri i'tibârı ile Hak'tır" denemez. "Hak'tır" denilebilmesi, Hakk'a delîl oluşları i'tibâra alınarak, hüküm yönündendir. Yoksa Hak aslında, zâtı yönünden eşyânın kendisine katılmasından münezzehtir. Eşyânın Hakk'a katılması, ancak hüküm yönündendir.

İşte bu izâh ettiğimiz sonradan katılmanın, zâtî sonradan katılma olduğu keşf sâhibi ârif için âşikâr olsa da, o ârifin bu vâkıf oluşu, kābiliyetinin derecesine gö-redir. Yoksa, Hakk'ın kendinden kendine karşı olan ilmi gibi değildir.

Şeriât lisânlarının bu konudaki izâhları, Hakk'ın zâtına mahsûs kemâl ile ferdliğini açıkça anlatmaktadır. Şerîatın konulması, işin hakîkâti üzerine gerçek-leşmiştir. Yoksa konulan şerîat, hakîkâtlerin hakîkatine vâkıf olmayanın zannet-tiği gibi değildir. Hakîkâtlerin hakîkatine vâkıf olmayanlara ba'zı şeyler zâhir olsa da, ba’zı şeyleri de kaçırırlar. Bundan dolayı o kişiler;

- "Şerîat konulması, zâhir kabuktan ibârettir" der.

Bilmez ki konulan şerîat, işin hakîkâtinin içini de, dışını da toplamıştır. Hz. Risâlet-meâb Efendimiz (s.a.v), emâneti hakkıyla ifâ etmiş ve ümmetine hakkıyla nasîhatını yapmıştır. Hiç bir hidâyet bırakmamıştır ki, lâzım gelen tenbîhi yap-mamış olsun. Hiç bir ilâhî bilgiyi terk etmemiştir ki, o ilâhî bilgiye hidâyet eyle-mesin. O Risâlet-meâb ne güzel kâmil emîn, ne güzel âlim-i billâh âmilidir!

Şerîat mertebesinde ne hüküm konulmuşsa ma’rifet mertebesinde de hüküm aynıdır.

Yalnız birinde zâhiri ile diğerinden ise zâhiri ve bâtını ile birlikte anlamak şartıyladır. Şerîat ve ma’rifet mertebeleri ayrı ayrı tahsîl edilecek mertebeler de değildir. Şerîat ehlinin sorulara gerekli cevapları veremeyişleri bu mertebenin bâtınından haberlerinin olmayışından dolayıdır. “Herşeyin bidâyeti nihâyetidir” denmiştir ki bize lâzım olan bidâyet ile nihâyet arasındaki ya-şantıyı bilmektir.

Şerîatı sâdece dış görünüş olarak değerlendirenlere sözümüz, “o şerîat senin şerîatındır, İslâm’da böyle bir şerîat yoktur. İslâm’ın şerîatı, eğer sen Resûlullah (s.a.v)’in ümmeti isen onun fizîken yaptığının da, lisânen söylediğinin de arkasında olmaktır.”

Page 241: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 30.Bölüm Kıdem Hakkında-Terzi Baba Şerhi

240

Dînin tamâmını Resûlullah (s.a.v) Efendimiz getirmiştir ya’nî şerîat, tarîkat, hakîkat, ma’rifet mertebelerini getirmiştir, ki buna inanılıyor ise bunların tamâmı şerîattır zâten, sâdece namaz, abdest ve fıkıh ilmi şerîat değildir, hakîkat ilmi de şerîattır. Hadi dış görünü-şünü eskiye uydurdun namaz kıldın, oruç tuttun, hani tarîkat nerede?

- Elhamdülillah biraz zikr yaptık, biraz da döndük.

Eee, hakîkat nerede?

- Ben bilmem, şeyhim bilir.

Onun bilgisinin ona faydası olacak, peki sana ne faydası oluyor. Ateşe hangi odun konu-lursa ateşte o odun yanmaktadır, yoksa ormanda beklemekte olan odun yanmıyor. Hattâ ormanı bırak ocağın yanındaki odun dahi yanmıyor ve odun olarak kalıyor.

Artık ma’rifet nerede diye sormaya da gerek kalmıyor…

Netîce: Kıdem, vücûdu zorunlu zât için hükmî bir husûstur.

Ezel ile kıdemin farkına gelince;

- Ezel, Allah için öncelik kavramından ibârettir. Yâ'nî ezel, Hakk'ın eşyâdan evvel vücûdunu ifâde eder.

- Kıdem ise Hakk'ın yokluk ile öne geçici olmadığını ifâde eder. Yâ'nî eşyâya nisbetle olan önceliğinde, yokluğun öne geçmesi yoktur.

Bundan dolayı ezel ile kıdem, aynı ma'nâya gelmez. Bunu anla!

Manzûmenin Tercümesi:

“Kadîm, vücûdu zorunlu olandır. Cenâb-ı Hâlık için bu şekilde hüküm zo-runludur. Allah'ın kıdeminde müddet yâhut bir diğerini ta'kîb eden zamanlar kavramlarını dikkâte alma. Hakk'a, zatî husûs olan kıdemi bağla. O zâtî husûstan dolayıdır ki, Hakk'ın zâtî zorunlu oluşuna hüküm zorunludur. Bunun ma'nâsı, Hakk'ın vücûdu, yokluğa gitmekle ile öne geçmiş değildir. Ve vücûdu yokluğa ma'rûz kalarak, kesintiye uğramaz ve zâil olmaz. Belki Hak, zâtındaki ganî oluşundan dolayı "Kadîm" ismini almıştır. Bu hüküm, dâimî bir hüküm-dür."

Page 242: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 31.Bölüm Allah’ın Günleri-Terzi Baba Şerhi

241

حيم بسم حمن الر� الر� BİSMİLLAHİR RAHMÂNİR RAHİYM

Allah’ın Yevmleri (Günleri) Hakkındadır

Hakk'ın günleri, kemâlât çeşitlerinden zâtının gereği i'tibârı ile tecellîleri ve zuhûru demektir.

İlâhî tecellîlerden her tecellî için ilâhî hüküm vardır. O ilâhî hükme "şe'n" ta'bîr edilir. O şe'nden ibâret olan ilâhî hükmün vücûdda o tecellîye layık eseri vardır. Bundan dolayı vücûdun ihtilâfı yâ'nî her zamanda değişkenliği, o ilâhî şe’nin eseridir. O ilâhî şe’ni değişkenlikle, vücûd üzerine hâkim olan tecellî ge-rektirir. İşte “külle yevmin hüve fî şe’nin” (Rahmân, 55/29) âyetinin ma'nâsı budur. Bilinsin ki, bu âyet-i kerîme için ikinci bir ma'nâ daha vardır.

O ma'nâ Hakk'a dönüktür. Her tecellî için bir şe'n ve her şe'n için sonradan olan vücûdda bir eser olduğu gibi, o tecellî için bir de gerek vardır. O gerek, zâtı i'tibârı ile Hakk'ın nefsinde olan çeşitlenmeden ibârettir. Çünkü Cenâb-ı Hak, her ne kadar nefsinde değişkenliği kabul etmezse de, her tecellîde onun için bir de-ğişkenlik vardır. İşte "sûretler için halden hâle geçme" dedikleri budur.

Özetle, Hak için değişkenliğin olmayışı zâtî hükümdür. Hak için, tecellîlerde çeşitlenme ise vücûda âit aynî bir husûstur. Şu halde Hak, hem çeşitlenen hem çeşitlenmeyen ma'nâsına olarak, hem değişken hem de değişken olmayandır. Yâ'nî;

- Sûretlerde halden hâle geçicidir;

- Zâtî kemâlinin gereğine göre kendi zâtında halden hâle geçici değildir.

Çünkü Cenâb-ı Hak, zâtî kemâli ne ise onun üzerine olup, o kemâlden değiş-kenliği için imkân yoktur. Bu i'tibâr ile Allah değişkenlikten son derece yücelik ile yücedir. İşte “külle yevmin hüve fî şe’nin” (Rahmân, 55/29) sözünün sırrı bu olup, ikinci ma'nâsı dediğimiz budur.

Kendi birimsel varlığımız yönünden bunu anlamaya çalışırsak eğer, hareketsiz durduğu-

muz bir anda bizde gülmede, bağırmada, ağlamada mutlak olarak mevcûddur ve sâdece on-lar vardır onlarla berâber hiçbir şey yoktur. Ancak örneğin gülmeye başladığımız zaman bu

Page 243: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 31.Bölüm Allah’ın Günleri-Terzi Baba Şerhi

242

bizden çıkan şe’ndir. Gönül ise “hu”dur ve bu gülme orada bir değişiklik yapmaz ancak ora-nın nefsindeki değişkenlik gülme şe’nini ortaya getirmiştir.

Bilinsin ki, Cenâb-ı Hak, kulu üzerine tecellî edince Hakk'a nisbetle o tecellîye "ilâhî şe’n", kula nisbetle ise "hâl" denilir. Bu tecellîye ilâhî isimlerden bir ismin yâhut ilâhî sıfatlardan bir sıfatın hâkim olması zarûrîdir. İşte hâkim olan isim, yâhut o sıfat, o tecellînin ismidir. Her ne kadar bizim kudret elimizde ilâhî isim-lerden ve sıfatlardan bu tecellîye mahsûs bir isim yâhut sıfat yoksa da, tecellîye zuhûr yeri olan velînin hâlinin ismi, o zuhûr yeri olduğu ilâhî tecellînin isminin aynıdır. İşte,

- “Cenâb-ı Hak, yevm-i kıyâmette dünyâda etmediği bir takım hamd ve senâlar ile nefsine hamd eder" hadîs-i şerîfi ile,

- “Ya Rabbi, ben kendini isimlendirdiğin, yâhut gayb âleminde kendine seçtiğin ve tahsîs ettiğin her isim ile Sen’den isterim ve duâ ederim"

şeklindeki Peygamber (s.a.v)’in duâsının ma'nâsı budur.

• Hakk'ın nefsini isimlendiği isimler, kullarına nisbetle Hakk'ın bilinme sebebi olan isimlerdir.

• Gayb âleminde kendisi için seçtiği ve tahsîs ettiği isimler ise, ilâhî tecellîlere mazhar olan kullarının hallerini bildiren isimlerdir. O isimler, tecellîye mazhar olanın gaybında seçilmiş ve tahsîs edilmiş isimlerdir.

• “Senden isterim ve duâ ederim"in ma'nâsı, "o tecellîye bağlı usûllerden, riâyet edilmesi zorunlu olanlarla kâim olmak" demektir.

Bu bir bizzât yaşayıştır ki, bu şehâdet yerine ulaşmayan bunu bilemez. Çünkü aklın fikrî görüş yolundan bu sırra erişmesi mümkün değildir; meğer ki kuvvetli îmân sâhibi olup, îmânı aklın üstüne çıkarak, kilidi açmış ola.

Kul, her yaptığı işte Allah’ın kendisindeki şe’nini idrâk ediyorsa bu ilâhî şe’ndir. Bu da

hem kul tarafından bilinen hem Hakk tarafından tatbîk edilendir. Ammâ kulun kendi varlığı-nın hakîkatinden haberi yoksa, her ne kadar o şe’n bâtın yönden Hakk’ın şe’ni ise de zuhûr ve tecellî yönünden kulun şe’ni olmaktadır ve buna da hâl denilmektedir.

Cenâb-ı Hakk genel olarak şe’nde ise de insanların diğer mahlûklardan farklı birer kim-likleri olduğundan ya’nî Cenâb-ı Hakk onlara birer kimlik verdiğinden ve izâfî istiklâlleri oldu-ğundan taptığımız şe’nlerin bir kısmı bize bağlanmaktadır. Ya’nî şöyle belirtelim mutlak kader

Page 244: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 31.Bölüm Allah’ın Günleri-Terzi Baba Şerhi

243

olarak yaptıklarımız Hakk’ın şe’nleri, bize bırakılmış olan muallak kader kısmı ise bizim şe’nlerimiz olmaktadır.

Birde Cenâb-ı Hakk’ın zâtıyla tecellî ettiği ve mu’cîze denilen ilâhî mutlak şe’nlerin zuhûra çıkması vardır.

Bu îmân ise tahkîki olarak başlayıp îkâna ulaşan îmândır.

Bu bilgilerden anlaşılmıştır ki, ilâhî gün, ilâhî tecellîden ibârettir, halk için

olan günler değildir. Çünkü, mahlûk olan günlerin ve zamanların Hak üzerine geçmesi muhâldir.

Şu halde “lillezîne lâ yercûne eyyâmallâhi” (Câsiye, 45/14) âyetinin ma'nâsı, "Allah'ın tecellîsini ummayan kimseler" demektir. Çünkü, bu tür umması ol-mayanlar, Hakk'ın vücûdunu inkâr edip, imân etmeyenlerdir. Bir şeyi inkâr eden ve o şeyin olmadığına inanan, elbette o şeyin zuhûrunu talep etmez, demektir. İşte o tür kimseler, “lâ yercûne likâenâ” ya’nî “Bizim likâmızı ummayanlar” (Yûnus, 10/11) âyetiyle kendilerine işâret edilen kimselerdir. Çünkü Hakk'ın likâsı, Hakk'ın yakınlığı ve tecellîsi demektir. İster bu tecellî dünyada, ister âhirette olsun. Bunu anla!

Allah, hakkı söyler ve doğru yola hidâyet eder.

Page 245: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 32.Bölüm Salsalatü’l Ceres-Terzi Baba Şerhi

244

حمن الر� حيمبسم الر� BİSMİLLAHİR RAHMÂNİR RAHİYM

Salsalatü’l ceres (Çan sesi) Hakkındadır

Salsalatü'l-ceres, ilâhî kudretlilik sıfatının şiddetli inkişâf etmesi demektir.

Bu inkişâf, bir çeşit azâmetle tecellî etme sûretiyle olur. Salsala, ilâhî kahır hâ-linin zuhûrundan ibârettir. Bunun sebebi, ilâhî sâlik olan kul, kudret hakîkatiyle tahakkuka doğru ilerleyince, bu hâlin başlarında kendisine salsala-i ceres zâhir olur, işte o salsala, kulu kuvvet ve azâmet yoluyla kahreder. Bu kahır esnâsında, hakîkatlerin şiddetli çarpışmasından bir çınlama ve inilti türünden ses işitilir. Bu türden işitilen ses, dışarıdaki salsala-i ceres ya’ni çan sesi gibidir.

Bu bir mertebedir ki, o mertebe kalbleri azâmet hazretine girme cür'etinden men’ eder. Bu men', o mertebeye erişeni kahır için, mâ'nevî bir kuvvet yüzün-dendir. Bu kahredici olan kuvvet, ilâhî mertebeyle kulların kalbleri arasına çeki-len en büyük perdedir. Salsala-i ceresi işitmedikçe, ilâhî mertebelerin açılmasına yol yoktur.

Bu haller tarîkattan hakîkate geçerken ve hakîkat ile ma’rifet mertebeleri arasında olu-

şacak olan hallerdendir.

Beni, birinci semâvâta yürüttükleri gece, bu yüksek makāma ve çok çok güzel manzaraya ulaştığım zaman, o mahâllin hâlinden öyle müthiş bir hâlet oluştu ki;

- Aklî kuvvetlerim devre dışı, maddesel terkîblerim dağılmış, beden parçalarım perişan, göğsümün kemikleri paramparça oldu.

- O esnâda heybetiyle dağları yıkma ve izzetiyle insanlara ve cinlere baş eğ-dirme kudretinde olan salsala-i ceresten başka bir şey işitmiyordum.

- Ateş sağnakları yağdıran ve fakat nûrlardan oluşmuş olan bulutlardan başka bir şey görmüyordum.

- Bununla beraber ba'zısı ba'zısının üstünde yığılmış olan zât denizlerinin ka-ranlıkları içinde idim.

Page 246: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 32.Bölüm Salsalatü’l Ceres-Terzi Baba Şerhi

245

- O karanlıkların ne üstünde gök, ne altında yer var idi.

- Sâbit ve hareketsiz dağları yürütülmüş gördüm.

- Yeri bâriz olarak gördüm.

- “Ve yevme nuseyyirul cibâle ve terel arda bârizeten ve haşernâhum fe lem nugâdir minhum ehadâ / Ve uridû alâ rabbike saffâ” ya’nî "Ve o gün dağları yürüteceğiz ve yeri bâriz olarak görürsün. Ve Biz halkı hiç kimse geriye kalmamak üzere topladık ve Rabb’larına saf saf arz olundular" (Kehf, 18/47-48) âyetinin ma'nâsı tahakkuk etmişti. Halkın bu şekilde Hakk'a karşı saf olarak durması, ezelen ve ebeden zâil olmayıp, dâimdir.

- Dedim ki: "Semâya ne oldu?"

- Denildi ki:

• “İzes semâunşakkat / Ve ezinet li rabbihâ ve hukkat” ya’nî “Yarıldı. Rabb’ini dinledi, itâat etti ve hakettiği oldu" (İnşikak, 84/2).

- Dedim ki: "Yere ne oldu?"

- Denildi ki:

• “Ve izel ardu muddet / Ve elkat mâ fîhâ ve tehallet” ya’nî “Yer uzatıl-dı, içindekileri attı ve boşaldı" (İnşikak, 84/3-4).

- Dedim ki: "Güneşe ne oldu?"

- Denildi: “O zaman ki”;

• “İzeş şemsu kuvviret;” “Güneş dürüldü”

• “Ve izen nucûmun kederet;” “Yıldızlar karartıldı”

• “Ve izelcibâlu suyyiret;” “Dağlar yürütüldü”

• “Ve izel ışâru uttılet;” “Yüklü develer salındı”

• “Ve izel vuhûşu huşiret;” “Vahşiler bir araya getirildi”

• “Ve izel bihâru succiret;” “Denizler tutuşturuldu”

• “Ve izen nufûsu zuvvicet;” “Nefsler eşleştirildi”

Page 247: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 32.Bölüm Salsalatü’l Ceres-Terzi Baba Şerhi

246

• “Ve izel mev’udetu suilet;” “Diri diri gömülen kız çocuklarına soruldu”

• “Bi eyyi zenbin kutilet;” “Hangi günah ile öldürüldü”

• “Ve izes suhufu nuşiret;” “Sayfalar neşredildi”

• “Ve izes semâu kuşitat;” “Semâ sıyrılıp kaldırıldı”

• “Ve izel cahîmu su’ıret;” “Cehennem kızıştırıldı”

• “Ve izel cennetu uzlifet;” “Cennet yaklaştırıldı” (Tekvîr, 81/1-13).

- Dedim ki: "Bana ne oldu?"

Müşkillerimin çözücüsü dedi ki:

- “Alimet nefsün mâ ahdaret” ya’nî "Her nefs,hazırladığını bildi" (Tekvîr, 81/14)

Bu gerçekleşen müthîş hâl, benim için bir küçük kıyâmet idi. Cenâb-ı Hak bunu benim gözümün önüne en büyük kıyâmete misâl olarak dikti. Bu hâl ve vaziyetten haberdâr olayım da, irfân takımına girmeye hevesli olanları doğru yo-la hidâyet edeyim şeklinde beni uyarıyordu.

O sırada tetkîk sorucusu, tahkîk tercümânından:

- Sıfatlardan, zâttan câhil olmamak;

- İrfân hâsıl etmekle ilâhî makāmdan haberdâr olmak;

- İnsanın mâhiyetini bilmek;

- Ne şekilde insanın kitabı Kur'ân olur, bunu anlamak;

- Zü'l-celâli ve'l-ikrâma ulaşmakla sülûk işini sonlandırmak ne şekilde mümkün olur? diye sordu ve îzâh istedi.

Tahkîk tercümânı önce tebessüm etti, sonra sûret ile gerçekleşen gülüşle güldü.

- "Bu sorduğun ibârelerin aşağıdaki kısımda işâretleri vardır" diyerek remzetti.

• “Fe lâ uksimu bil hunnes;” “Yemîn olsun ki; hunnese”

• “El cevâril kunnes;” “Durmadan dönen kunnese”

Page 248: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 32.Bölüm Salsalatü’l Ceres-Terzi Baba Şerhi

247

• “Vel leyli izâ as’as;” “Kararmaya başladığında geceye”

• “Ves subhi izâ teneffes;” “Ağarmaya başladığında sabaha”

• “İnnehu le kavlu resûlin kerîm;” “Muhakkak o kerîm Resûl’ün sözüdür”

• “Zî kuvvetin inde zil arşi mekîn;” “Kuvvet sâhibidir, Arşi Mekîn sâhibi indinde”

• “Mutâin semme emîn;” “İtâat edilendir, orada emîndir” (Tekvîr, 81/15-21)

Tahkîk tercümânı, bu şekilde cevâb verince, iki gözünün arasından öptüm ve anlatmak istediği işâretleri anladım.

Tetkîk sorucusu, kişinin kendi bireysel varlığı salsalatü’l ceres ile yok olduktan sonra tam

tetkîk hâline ulaşmasıdır. Gö gürlemesi, şimşek çakması bunun işâretidir. Bizim yolumuzdaki sey ü sülûk sırasında “Kahhar” esmâsına gelindiğinde ortaya çıkar. Artık o kişinin kıyâmeti kopmuştur ve kıyâm etmiştir ya’nî hakkânî varlığıyla ortaya çıkmış ve bu hakkânî varlığında-ki özellikleri faaliyete geçirmeye başlamıştır. Bu özelliklerden birisi de “tetkîk”tir. Bu ise kişi-nin kendine bağlı olan eğitilmiş, sâflaşmış olan aklıdır. Ancak bu akıl mutlak akl-ı küll değil-dir. Tahkîk tercümânı “akl-ı küll”dür. Buradaki hâdisede “akl-ı küll”e bir bakıma gönlü de diyebiliriz.

Bu kişinin kendi kendinde oluşan hâdisedir ancak beşerî anlamda olan bir kendi kendindelik değildir. Bu ancak ilâhî bir kendi kendindeki varlığında ya’nî hakkânî varlığında olmaktadır.

Manzûmenin Tercümesi:

"İlâhî kavuşma öyle bir hâldir ki, bunun ilâhını mübâh görmek doğru değil-dir. Sen ne zannedersen zannet. Bu çok geniş bir iştir. Âşık da, sevgilisi de hal-vetinin sahnesinde cilvegîr. Mülk, mülkün sâhibi, orduları hepsi bir yere top-lanmış; Habîbine yakınlık sevdasındaki gelin, celâl mertebesinin zirvesinde kemâl ile tecellî edici ve ışığı su gibi akmakta durmaksızın. Ufuk duvarında bu-lutlar, yağmur dökmekte; Gök gürültüsü, zorlama ve şiddet ifâsında; şimşek, çakmasında devâm üzere. Deniz dalgalanmakta, rüzgar esmekte, ateş kıvılcım saçmakta, sular fışkırmakta; Dönmekte olan felek, bütün heybetiyle İzzet sâhibinin izzetine ma'rûz kaldığı şiddetle zelîl dönmekte; Ve İzzet sâhibine baş eğmekte."

Page 249: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 33.Bölüm Ümmü’l Kitâb-Terzi Baba Şerhi

248

حيم حمن الر� بسم الر� BİSMİLLAHİR RAHMÂNİR RAHİYM

Ümmü’l Kitâb Hakkındadır

Manzûmenin Tercümesi:

"Ümmü'l-Kitâb’ın özü, ilâhî zâtta bir nokta olup, sıfatların neş'eti o nok-tadandır. Ümmü'l-Kitâb, mürekkeb gibidir. Harfler, o mürekkebden tertîblenme hükmüyle vücûd yaprağı üzerinde âşikâr olur. Harflerden noktasız olanlar, zâtıyla kadîm olana bağlı olanlardır. Noktalı olan harfler, sonradan olanlardan ibâret olup, o sonradan olanlar o noktalar üzerine ârızdır. Harfler ne zaman bir-leştirilirse, kelimeler oluşur. İşte o kelimeler, mahlûkların aynıdır."

Bilinsin ki, "Ümmü'l-Kitâb", zâtî künhün ya’nî özün mâhiyetinden ibârettir. Bu mâhiyete, ba'zı yönler i'tibârı ile "hakîkatlerin mâhiyetleri" ta'bîr edilmiştir. Hakîkatlerin mâhiyetlerine isim, nitelik, vasıf, vücûd, yokluk, hak, halk gibi ta'bîrler kullanılamaz.

- “Kitâb” ise, kendisinde yokluk düşünülmeyen mutlak vücûddan ibârettir.

- Bundan dolayı zâtın özünün mâhiyeti, “Ümmü'l-Kitâb” olmuştur.

Çünkü vücûd ya’nî “Kitab”, zâtın özünün mâhiyetinde ya’nî “Ümmü’l Kitâb”ta harflerin mürekkebde bulunuşu gibi bulunmaktadır, ister noktasız harf-ler olsun, isterse noktalı harfler olsun. Mürekkebe hiçbir harfin ismi verilmez. Bunlar hakkında biraz ileride izâhlar verilecektir

Harflerin isimlerinden hiç bir harfin ismini mürekkebe vermek câiz olmadığı gibi, zâtın künhünün mâhiyetine de "vücûd" ve "yokluk" isimleri verilemez. Çünkü zâtın künhünün ya’nî özünün mâhiyeti, akledilebilir işlerden değildir. Akledilemeyen üzerine bir şey ile hükmetmek ise muhâldir. Bundan dolayı zâtın özünün mâhiyetine "Hak'tır" yâhut "halktır", "gayrdır ve ayn'dır", denilemez.

Hakk'ın künhünün mâhiyeti öyle bir mâhiyettir ki, hiç bir ta'bîrin sınırlaması altına giremez. Hangi ta'bîr ile ta'bîr edilse, her yönden o ta'bîrin zıddını da kap-samına alır.

Page 250: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 33.Bölüm Ümmü’l Kitâb-Terzi Baba Şerhi

249

- Bir i'tibâra göre zâtın özünün mâhiyeti ulûhiyyetten ibârettir.

- Bir i'tibâra göre zâtın özünün mâhiyeti eşyânın mahâlli ve vücûdun çı-kış yeridir.

Vücûd, o mâhiyette bi'l-fiildir. Hurma ağacının hurma çekirdeğinde potansi-yel olarak bulunuşu gibi, vücûdun da hakîkatlerin mâhiyetlerinde potansiyel ola-rak bulunduğunu akıl gerekli kılarsa da, mânevî müşâhede vücûdun o mâhiyette potansiyel olarak olmayıp, fiilen olduğunu bildirmektedir. Hakîkatlerin mahiye-tinde vücûdun fiilen olması ilâhî zâtî gereklilik icabındandır. Şu kadar ki;

- Mutlak icmâl, akıl üzerine hüküm icrâ ederek aklı, vücûdun, hakîkatlerin mâhiyetinde potansiyel olduğuna inandırmıştır.

- Mânevî müşâhede ise böyle değildir. Çünkü, mânevî müşâhede, tafsi-lin icmâlde bâkî olduğu tasavvur edilmek üzere, o icmâl olanı sana tafsîlli olarak bildirir.

Bu keşfe âit müşâhedeye dayalı bizzât yaşanan bir husûstur. Akıl bunu fikrî bakış açısı yolundan idrâk edemez. Akıl ancak, bu mahalle kadar yükselir ve eşyâ kendisinde tecellî edici olursa, o zaman bu hakîkâtı olduğu gibi kabul ve idrâk edebilir.

Bu izâhlardan;

- “Kitâb”ın mutlak vücûddan ibâret olduğu ve;

- Vücûd ve yokluk ile kendisi üzerine hükmedilemeyen şeyin de, “Ümmü'l-Kitâb” olduğu senin için belli oldu.

Şurası da belli oldu ki, "Ümmü'l-Kitâb" dediğimiz, hakîkatlerin mahiyetinden ibârettir. Çünkü “Kitâb”, ondan doğmuş gibidir. Çünkü, “Kitâb”ta mâhiyetin künhünün ya’nî özünün iki vechinden sâdece biri vardır. Çünkü mâhiyetin vechinin biri;

- Vücûd, diğeri;

- Yokluktur.

Bunun içindir ki, mâhiyetin özü ya’nî “Ümmü’l Kitâb”, vücûd ve yokluk ta'bîrlerini kabul etmemiştir. Çünkü mâhiyetin özünde çeşitli vecihlerden her hangi bir vech bulunursa, zıddının da mevcûd olduğuna şübhe yoktur.

Page 251: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 33.Bölüm Ümmü’l Kitâb-Terzi Baba Şerhi

250

İşte buradaki “Ümm” hakîkatini anladığımız zaman ancak Hazret-i Resûlullâh (s.a.v)in ümmîliğini bu yönden açık bir şekilde anlamamız mümkün olacaktır. Efendimiz (s.a.v) hak-kında ümmîliği konusunda ne şekilde olursa olsun “okuma yazma bilmiyordu” diyenler ondan o kadar uzaktırlar ki, yaklaşmaları mümkün değildir. Çünkü iyi niyetle de olsa bir şey hak-kında onun hakîkatinin dışında bir şeyler söylemek o kişi için ıztırabtır. İyi niyet başka bir şeydir gaflet başka birşeydir. Kişide iyi niyet olur ve gayretiyle çalışmalarını bir yere kadar getirir ve sonra ben ancak buraya kadar anlayabildim daha ötesini anlamıyorum derse ve aczini i’tirâf ederse bu ayrı birşeydir, bunun yanında daha öte olan hakîkatleri anlamadan “İşte okuma yazma bilmiyormuş” şeklinde hüküm vererek gaflette olması apayrı bir şeydir ki, çok büyük âlimler dahi bunu düşünmeden gafletle konuşmaktadırlar.

Bütün âlemlerin Efendisi, “rahmeten lil âlemin”, bütün kitaplar kendisi için yazılmış olan, bütün lisânlar onun aklından çıkmış, bütün Kur’ân-ı Azîmuş’şan onun lisânından dökülmüş, olana gel de sen “okuma yazma bilmiyordu” de. Okuma yazmayı 5 yaşında bir çocuk öğreni-yorken, o büyük Sultan (s.a.v) bunu beceremeyecek mi?

İşte Efendimiz (s.a.v) öyle san’atkâr ve öyle muazzamdır ki, bir işi açmasını da, gizle-mesini de bilmiştir. O ilmin anasıdır, biz âcizler gibi onun kağıda kaleme ihtiyâcı yoktur. Kitabta kendisidir, kağıtta kendisidir, kalemde kendisidir. Eğer yazıyor denseydi o zaman hatâ olurdu ancak çünkü o zaman, “eğitim görmüş, bir şeyler öğrenmiş” tarzında beşerî bir eğitim almış hükmüne girerdi ki, ilâhiyyâtın ağırlığı hafîflerdi.

Cebrâil (a.s) ilk geldiğinde dört def’a “Oku!” dedi ki, bunlar ef’âl, esmâ, sıfat ve zât âlemlerinin okunmasıdır. Efendimiz (s.a.v)’in “Okuyamam” demesi, nereden başlayayım bun-ları okumaya demektir, yoksa bilmiyorum okuyamam demek değildir. Bunun üzerine Cebrâil (a.s) rubûbiyyet mertebesinden başla, demiştir.

Şu halde Cenâb-ı Hakk'ın peygamber lisânı üzerine indirdiği “Kitâb”, hakîkatlerin mâhiyetinin ya’nî “Ümmü’l Kitâb”ın iki yönünden birisi olan mutlak vücûd hükümlerinden ibârettir. Bu durumda mutlak vücûdu bilmek, “Kitâb”ı bilmek demektir. Cenâb-ı Hak bu hakîkâte;

- “Külle şey’in ahsaynâhu fî imâmin mubîn” ya’nî “Herşeyi “İmâm-ı Mubîn”de saydık” (Yâsîn, 36/12);

- “Ve lâ yâbisin illâ fî kitâbin mubîn” ya’nî “Yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki, “Kitâb-ı Mübîn”de bulunmasın” (En’âm, 6/59);

- “Ve külle şey’in fassalnâhu tafsîlâ” ya’nî “Herşeyi tafsîlli olarak açıkladık” (İsrâ, 17/12) âyetleriyle işâret etmiştir.

“İmâm-ı Mubîn” anlam olarak “önde ve açık olan” demektir, öyleyse gözümüzün önünde

apaçık olan nedir? Apaçık önümüzde duran bu âlemdir. İşte ne zamanki bu âlemde gözüken-lerin içindeki ma’nâyı okuyoruz ve sırları çözüyoruz, o zaman “önümüzde açık” duran kitap olmaktadır. Bu kitapta irfâniyettir. İşte irfâniyetin yokluğuyla açalım dediğimiz yerleri ka-patmaktayız.

Page 252: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 33.Bölüm Ümmü’l Kitâb-Terzi Baba Şerhi

251

“Kitâb-ı Mubîn” ise esmâ âlemini belirtmektedir.

“Ümmü'l-Kitâb”ın zâtın özünün mâhiyetinden ve “Kitâb”ın da mutlak

vücûd'dan ibâret olduğunu bildikten sonra, şurası da bilinsin ki;

- “Kitâb”, sûrelerden, âyetlerden, kelimelerden, harflerden ibârettir.

Sûreler; Kemâle dönük tecellîlerden ibâret olan zâtî sûretlerden ibârettir. Her sûrede, o sûreyi diğer sûrelerden fark ve ayırt edecek özel ma'nânın bulunması zarûrîdir. Şu hâlde her kemâlî ilâhî sûret için, zâtî bir şe’n zarûrî olup, o sûret, o zâtî şe’n ile diğerlerinden ayrılır. Eğer sözün uzamasını gerektirmeseydi,Allâh'ın Kitâb’ından her sûrenin ilâhî sûreti hakkında gerekli tenbîhleri ve tafsîlâtı yapar-dık.

Bu nedenle “Külle yevmin huve fî şe’nin” hükmüyle her an bir başka sûret ortaya ge-

tirilmektedir. Fabrikadan çıkan her araba birbirinin aynı gibi gözüküyorsa hepsi birbirinden değişiktir.

Âyetler; Cem'in ya’nî bir araya getirmenin hakîkatlerinden ibârettir. Her âyet, özel ma'nâsı i'tibârı ile ilâhî toplamaya delîl olur. O ilâhî toplama, okunan o âyetin ifâdesinden anlaşılır. Her toplama için de, bir cemâlî isim ve celâlî ismin bulunması zarûrîdir. O toplamadaki ilâhî tecellî, o isim dikkâte alınarak algılanır.

"Mevcûdda âyet, cem’den ibârettir" dedik. Çünkü âyet, çeşitli kelimelerden oluşmuş bir tek ibâredir. Cem’ ise, Hakk’a dönük ilâhî bir tek göz ile, farklı farklı müşâhede edilen eşyâdan başka bir şey değildir.

Kelimeler; İlâhî kelimeler, aynî mahlûkların hakîkatlerinden ibârettir. "Aynî mahlûklar" ise, "şehâdet âleminde taayyün eden mahlûklar" demektir.

Ya’nî her bir kelime ifâde ettiği ma’nânın zuhûrundan başka bir şey değildir. Ve kelime

ile o ma’nâ ve o zuhûr birbirinden ayrı şeyler değillerdir. Böyle olmadığı gibi gâye de kelime değildir. Oysa beşeri anlayışımızla sâdece kelimeyi gâye edinmişiz ve kelimenin özüne nüfûz edememişiz. Bu nedenle de bu kelimeler bize perde olmaktadır. Oysa o kelime ifâde ettiği ma’nânın o şekilde bir sûretidir. Bu nedenle önce aslını görmemiz ve kelime ma’nâsını o aslın içinde düşünmemiz gereklidir. Tam tersi olarak önce kelimeyi düşünüp aslını o kelimenin içine sokmamalıyız. Fiillerin isimlere, isimlerin sıfatlara, sıfatların zâta perde olması bu şekil-dedir.

Page 253: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 33.Bölüm Ümmü’l Kitâb-Terzi Baba Şerhi

252

Harfler; İki kısımdır;

- Noktalı olan harfler ilâhî ilimdeki sâbit ayn’lardan ibârettir.

- Noktasız olan harfler ise, iki türdür.

- Bir türüne başka harfler bağlanırsa da, kendileri başka harfe bağlanmaz-lar. Bunlar beştir:

Elif (QQQQ), Dâl (…………), Ra (‰‰‰‰), Vav (ëëëë), Lâm-elif (üüüü)

Bunlar kemâle âit gereklere işârettir. Kemâle âit gerekler de beştir:

- Zât,

- Hayât,

- İlim,

- Kudret,

- İrâde.

Bu beşten dördünün, zât olmaksızın vücûduna ihtimâl olmadığı gibi, bu dört olmaksızın da zâtın kemâline ihtimâl yoktur.

- Noktasız harflerden ikinci tür o harflerdir ki, başka harfler kendilerine bağlandığı gibi, bunlar da başka harflere bağlanırlar. Bunlar da dokuzdur:

Ha (), sin (), sâd (˜), ta (ŸŸŸŸ), ayn (ÊÊÊÊ), kâf (××××), lâm (4444), mim (ââââ), he (ç)

Bu dokuz ile işâret, insân-ı kâmiledir. Çünkü insân-ı kâmil, ilâhî beş hazerâtı topladığı gibi, halka dönük dört şeyden ibâret olan dört unsur ile onlardan doğanları da toplamıştır.

“Kâmil” kelimesinin harflerinin noktasız olmasındaki sebep, Cenâb-ı Hakk'ın insân-ı kâmili kendi sûreti üzerine halk etmesindedir. Fakat ilâ-hî mutlak hakîkatler, insânî kayıtlı hakîkatlerden ayrılmıştır. Çünkü in-san, kendini vücûda getiren bir vücûda getiriciye dayanmıştır; her ne kadar o vücûda getirici de kendisi ise de; insân-ı kâmilin hükmü, başka-sına dayanmaktır. İşte bunun için noktasız harflerin bu türü, hem başka harflere bağlanır, hem de başka harfler, o insanın harflerine bağlanır.

Page 254: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 33.Bölüm Ümmü’l Kitâb-Terzi Baba Şerhi

253

Zâhir ile bâtın arasındaki bağlantıyı insân-ı kâmil kurmaktadır, eğer bu olmasaydı Al-lah’ın hakîkatinin ortaya çıkması mümkün değildir. İşte “Âdem” ismindeki Elif harfi ahadiyyet mertebesidir ve on üç noktalıdır. Mim harfi ise hakîkat-i ilâhiyyenin zuhûr mahallidir, ikisinin arasındaki bağlantıyı kuran ise Dal harfidir. Bu da ahadiyyetin, muhammediyyette zuhûrda olduğunun delîlidir. İşte Dal harfi insân-ı kâmili ki rükû hâlinde olan insân-ı kâmili göster-mektedir bir başka yönüyle.

Efendimiz (s.a.v)’in insân-ı kâmil olarak âlemler bazında bir varlığı vardır, bir de kendi özel birimsel varlığı vardır. Ya’nî Efendimiz (s.a.v)’de bir tafsîl olarak âlemlerin varlığı vardır bir de mücmel olarak vardır.

Harflerin hakîkâtlerini ve Elif harfinden nasıl oluştuklarını ve Elif harfinin, noktadan oluşum esâslarını “el-Kehfu ve'r-Rakîmu fi-Şerh-i Bismillâhirrah- manirrâhîm" isimli kitâbımızda ayrıntılı anlattık. Öğrenmek isteyenler o kitabı incelesinler.

Bir müşâhedemde Elif harfinin on üç noktadan oluştuğunu tesbît ettim ki, bu on üçüncü

nokta bâtın noktası olan, latîf noktadır. Bu nokta görünen bir nokta olmayıp ancak müşâhede ile anlatılabilmektedir. Zâhirde gözüken on iki noktanın üzerinde bu şekilde bir on üçüncü gayb noktası olmazsa Hazret-i Resûlullah’ın şifresi olan 13 rakamı da tutmamış oluyor zâten.

Vâcibü'l-vücûd'un ya’nî vücûdu zorunlu olanın, zâtıyla kâim olup, bütün mevcûdların ona ihtiyâcıyla berâber onun vücûdda gayra muhtaç olmayışından dolayı, “Kitâb”ta bu ma'nâya işâret için konulan harfler, ilk türdeki beş noktasız harflerden olmuştur. Çünkü şimdi yazıldığı şekilde;

Elif (QQQQ), Dâl (…………), Ra (‰‰‰‰), Vav (ëëëë), Lâm-elif (üüüü)

harflerine diğer harfler bağlantı ile muhtaçtır. Bu harfler ise, başka harflere bağ-lanma ve bitişme ihtiyâcı göstermemiştir. Çünkü bahsedilen bu harflerden her birisi, diğer harflerden hiç birisine bağlanmayıp, diğer harflerin hepsi bahsedilen bu harflere bağlanır ve bitişir.

“Lâm-elif (üüüü) iki harftir" diye i'tirâz edilmesin;

Nebevî hadîs, “Lâm elif”in tek harf olduğunu açıkça belirtmiştir.

Bunu anla!

Page 255: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 33.Bölüm Ümmü’l Kitâb-Terzi Baba Şerhi

254

Bilinsin ki, harfler, kelimeler değildir. Çünkü, sâbit ayn’lar, "Kün-Ol!" kelime-sinin ihâtası altına girmemiştir. Sâbit ayn’lar ancak aynî olarak vücûda gelecekle-ri zaman "Kün-Ol!" kelimesinin ihâtası altına girer. Böyle olunca yüceliğin zirve-sinde ve ilmî taayyününde tekvîn ya’nî var etme ismi, sâbit ayn’lar üzerine dâhil olamaz.

Bu duruma göre sâbit ayn’lar, Hak'tır, halk değildir. Çünkü halk, "Kün-Ol!" kelimesinin altına dâhil olan şeyden ibârettir. Sâbit ayn’lar ise, Allâh’ın ilminde bu vasıf ile sonradan olma değildir. Belki, katılma hükmü ile sonradan olana ka-tılmıştır. Bunun sebebi, “kendi zâtlarında sonradan olma vücûdların kadîm olana ihtiyâcından” dolayıdır. Bunun beyânı, daha önce bu kitabta verildi.

Sonuç olarak harfler olarak ta'bîr edilen mevcûd ayn’lar;

- İlmî âlemde ilâhî ilme;

- İlâhî ilim de, zâtıyla Âlim olan Hakk'a katılmıştır.

İşte bu ikinci i'tibâr ile sâbit ayn’lar kadîmdir. Bunun ayrıntısı, "Kıdem" bö-lümünde geçmiştir.

Bu izâhlara göre harfleri, âyetleri, sûreleri toplamış olan mutlak vücûd'un, her birinin hakîkatlerine olan işâretleri yönüyle, “Kitab”tan ibâret olduğunu bil-miş oldun.

Şunu da bil ki, “levh” ya’nî bunların yazıldığı “levhâ”, vücûdda taayyünü ge-reken şeyden ibârettir. Vücûdda taayyünün gerekmesi ise, tertîb etme hükmü üzerine olur; sınırlanamaz olan ilâhî gerek üzerine olmaz. Çünkü bu ilâhî gerek, “levh”te bulunmaz; cennet ehlinin, ateş ehlinin, tecellîler ehlinin ve bunlara ben-zer olanların hallerini tafsîl etmek gibi. Sınırlanamaz olan ilâhî gerek, ancak “Kitâb”ta mevcûddur. Bu duruma göre;

- “Kitâb”, genele dönük küll;

- “Levh”, özele dönük cüz’dür.

Bunların ayrıntıları, inşaallahu teâlâ ileride gelecektir.

Allah, hakkı söyler ve yolu gösterir.

Page 256: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 34.Bölüm Kur’ân Hakkında-Terzi Baba Şerhi

255

حيم حمن الر� بسم الر� BİSMİLLAHİR RAHMÂNİR RAHİYM

Kur’ân Hakkındadır

Manzûmenin Tercümesi:

"Kur'ân, salt zâttan ibârettir. O zâtın ahadiyyeti haktır, farzdır. Ahadiyyet, Kur’ân'ın şehâdet yeridir. Hüviyyeti açısından anlaşılması son derece zordur. Kur’ân'dan taleb ettiğini okursun. O ise, o Kur’ân'ın açığa çıkardığı hakîkattir. Kur’ân'ı zevkiyle sırf senâdan ibâret olan latîfliği ile okumak Kur’ân'ın süsüdür. Fakat zât bakış açısından Kur'ân için, ne bütünsellik ne de cüz’iyyet vardır. Kur’ân’ın zâtındaki lezzeti, ma'nevî zevk yönündendir; maddî bir gıdâyı yemek gibi değildir. O lezzeti idrâk edebilmek, Kur’ân'dır. İşte en büyük tâzelik o lez-zetten ibârettir."

Bilinsin ki, Kur'ân bütün sıfatların kendisinde mahvolduğu zâttan ibâret ola-rak, ahadiyyet ismi verilen tecellî yerinden ibâret olmuş olur. Cenâb-ı Hak, bu ma'nâca olan Kur’ân'ı, peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v.) Efendimiz üzerine indirdiği için Hz. Muhammed'in var edilmişlerde şehâdet yeri "ahadiyyet" oldu. Kur’ân'ı indirmenin ma'nâsı, "azâmetin ulvî yüksekliklerinde yüce olan ahadiyyet hakîkâti bütün kemâlâtıyla Muhammedî cesedde açığa çıktı" demektir.

Ahadiyyet hakîkâtinde iniş, çıkış muhâl olduğu halde, bahsedilen hakîkât ul-vî zirvesinde Muhammed (s.a.v.) üzerine inmiştir. Bundan dolayı Hz. Muham-med'in cesedi, bütün ilâhî hakîkatler ile tahakkuk ederek, Hz. Muhammed, Vâhid isminin tecellî yeri olmuştur. Hz. Muhammed cesedi ile ilâhî hakîkatlerin tecellî yeri olduğu gibi, hüviyyeti ile de ahadiyyetin tecellî yeri olup, zâtı ile de ilâhî zâtın aynıdır.

İşte bu inceliğe dayalı olarak, Hz. Muhammed (s.a.v) "Kur'ân, benim üzeri-me bir cümle olarak indirildi" buyurmuştur. Bu hadîs ile Hz. Peygamber, kendi-sinin yukarıda belirtilmiş olan tahakkukunun, cismânî küllî zâtî tahakkuk oldu-ğunu bildirmektedir.

Page 257: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 34.Bölüm Kur’ân Hakkında-Terzi Baba Şerhi

256

İşte, "Kur’ân-ı Kerîm" ta'bîriyle bu “bir cümle”ye mazhar olmaya işâret edilmiştir. Bu ihsân, ilâhî tam keremdir. Çünkü Cenâb-ı Hak, kendisinde hiç bir şey bırakmayıp, kemâlâtın hepsini zâtî ilâhî kerem olarak, Hz. Muhammed üze-rine feyzlendirmiştir.

“Kur’ân-ı Hakîm” ise, yine ilâhî hakîkatlerin inişi demek ise de, bunda ilâhî hikmetin gereğine göre, derece derece inme sûretiyle kulun zâtında ilâhî hakîkatler ile tahakkuka kulun urûc etmesi şarttır. Çünkü zâtta tahakkuk için, ilâhî hikmetin gereği budur yâ'nî derece derece inme sûretiyle oluşması şarttır. Başka bir şekilde o feyze ulaşmaya imkân yoktur. Çünkü, insanın halk edilişinin başlangıcındaki cesedine ilâhî hakîkatlerin hepsinin bir def'ada tahakkuku müm-kün değildir. Şu kadar var ki, fıtrâtında ulûhiyyet neş'esi üzerine halk edilen kimse, ilâhî oluşumun gereğine göre, derece derece inme sûretiyle hakîkatler kendisine açılarak yükselmeye başlar. Bu hakîkâte Cenâb-ı Hak Kur’ân'da; “ve nezzelnâhu tenzîlâ” ya’nî "Biz onu tenzîli bir indirişle indirdik” (İsrâ, 17/106) âyetiyle işâret etmiştir.

Bu derece derece yükselme hükmü, asla kesilmeyerek, kul terakkîde Cenâb-ı Hak da tecellîde devâm üzere olur. Çünkü sonsuz olan şeyi bir def'ada seçip ayı-rıp belirginleştirmek mümkün değildir. Ve ma’lûmdur ki, Cenâb-ı Hak nefsinde sonsuzdur.

Kur’ân-ı Kerîm 23 senede indirilmiştir ki (2+3=5) ya’nî 5 hazret mertebesine işârettir ki

ahadın içindeki nefs mertebeleriyle birlikte tamâmının 23 senede ortaya çıktığını göstermek-tedir. Eğer bu 23 sene değil de Îsâ (a.s)’a verildiği gibi kısa bir süre verilseydi, kargaşa bir bilgi aktarımı kalırdı bizlere de, tıpkı Îsâ (a.s)’ın arkasından kaldığı gibi. Îsâ (a.s)’ın îseviyyet hakîkatlerini anlatacak kadar süresi olmadığından dolayı arkasında çok büyük bir ilim bıra-kamadı. Îsâ (a.s)’ın yanında bulunan 12 havârî kendi anlayışlarına göre îseviyyet mertebesini idrâk edebildiler ancak. Onların şerîatları da olmadığından dolayı o ma’nâları tam olarak otur-tamadılar ve sâdece lisânlarında kaldı, bu şekilde de onların dîn anlayışları duygu üzerine kurulmuş oldu.

Efendimiz (s.a.v) ise 23 senelik bir süre içerisinde her gelen hükmün tatbîkatını da yap-tırarak bildirdi. Yaklaşık olarak ilk 10 sene ilimle ve eğitimle geçti, Medîne’ye hicretten sonra farzların büyük bir kısmı geldi. Bu nedenle İslâmî hakîkatlere karşı ilgi duyanlara ilk anda aşırı yüklemeler yapmayıp yavaş yavaş ısındırılarak, ilerlemeleri sağlanmalıdır.

İşte görüldüğü gibi tüm bunların ilâhî bir eğitimle tatbîkatlarıyla yaptırılarak her merte-bede yaşantısının nasıl uygulanması gerektiği bizlere de bildirilmiştir.

Page 258: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 34.Bölüm Kur’ân Hakkında-Terzi Baba Şerhi

257

Bu durumda "Kur'ân, benim üzerime bir cümle olarak indirildi" hadîs-i şerîfinin ma'nâsı ve faydası nedir?" diye sorulursa, iki yön ile cevâb veririz.

- Cevâbın birisi, hüküm yönündendir. Çünkü kâmil kula Cenâb-ı Hak zâtıyla tecellî edince, o kâmil kul, müşâhedesinin gereği olarak tecellî ede-nin sonsuz zât olduğuna ve o zâtın aslındaki ulvî yüceliğinden ayrılmaksı-zın indiğine hükmeder.

- İkinci cevâbımız, beşeriyete âit artıkların ve halk edilişe dönük eserlerin kemâliyle dağılıp gitmesinin netleştirilmesi bakış açısındandır. Çünkü ilâhî hakîkatler, eserleriyle ceseddeki a’zâlardan her uzuvda açığa çıkınca, halk edilişe dönük eserlerin dağılıp gitmesi zarûrî olur. Şu halde hadîsteki, "bir cümle olarak" kaydı, yine hadîsteki "benim üzerime" kaydına bağlıdır. Bu duruma göre, ikinci yönünün ma'nâsı, ilâhî hakîkatlerin tahakkuku ile, halk edilişe dönük noksanlıkların hepsinin zevâl bulması demektir.

Bunu te’yîd edici olarak diğer nebevî hadîste “Kur'ân bir def'ada dünyâ semâsına indirildi. Sonra Cenâb-ı Hak, o Kur’ân'ı parça, parça âyet olarak bana indirdi" buyrulmuştur.

İşte bu ikinci hadîs, ilk hadîsin ma'nâsı demektir. Bu izâha göre;

- Kur'ân'ın bir def'ada dünyâ semâsına indirilmesi, zâtî tahakkuka işâret olup;

- Parça parça âyetlerin indirilmesi de, kulun zâtında derece derece yükselme-siyle berâber, isimlerin ve sıfatların eserlerinin açığa çıkmasına işârettir.

Kişinin kendi hakîkatinde Allah’ın zâtının hakîkati tümüyle mevcûttur, fakat bunun tafsîl

sahasına gelmesi için peyderpey zaman gereklidir. Bu yöndeki her çalışmamız, farzları edâ etmemiz, zikr yapmamız, kitaplar okumamız, sohbetler dinlememiz, Kur’ân’ın bize zâtî olarak peyderpey gelmesi hükmündedir.Buna da “seyrifillah” denilmektedir ki, bunun da sonu yok-tur.

“Ve le kad âteynâke seb’an minel mesânî vel kur’ânel azîm” ya’nî

“Andolsun ki, sana seb-i mesânîyi ve Kur'ân-ul Azîm'i verdik” (Hicr, 15/87) âyet-i kerîmesindeki;

- Kur’ân'dan kasıt, zâtî indirme ve zâtî yücelik i'tibârı olmaksızın zâtî cümle-den ibârettir; yâ'nî mertebelerin, sıfatların, işlerin, i'tibârların hepsini toplamış olan mutlak hüviyyetten ibâret olarak, mutlak zâtî ahadiyyet demektir. Bu bah-

Page 259: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 34.Bölüm Kur’ân Hakkında-Terzi Baba Şerhi

258

sedilen mutlak ahadiyyete bütün kemâlâtıyla berâber, "sâde zât" olarak ta'bîr edilmiştir.

- İşte, Kur’ân bu azâmetten dolayı, "azîm" ta'bîrine bitişik olmuştur.

- Âyetteki "seb-i mesânî" ise, madde beden vücûdda zâtî yedi sıfatın tahak-kukuyla kulda açığa çıkmış olan feyizden ibârettir.

“Er rahmân / Allemel kur’ân” (Rahmân, 55/1-2) âyeti de kul üzerine, Rahmân’ın tecellîsiyle kulun nefsinde bulduğu rahmânî lezzete işârettir.

- O lezzeti, zâta olan âriflik kazandırır ve o zaman kul, sıfatların hakîkatleriyle tahakkuk etmiş olur.

- O zaman, kula Kur’ân'ı ancak Rahmân öğretmiştir.

Bu izâha göre bütün isimlerden ve sıfatlardan ibâret olan Rahman tecellîsi olmaksızın, zâta ulaşma imkânı yoktur. Çünkü ma'lûmdur ki, Cenâb-ı Hak ancak isimleri ve sıfatları yolundan bilinebilir.

Bu izâhı iyi anla! Bu izâhı gurebâdan başkası anlayamaz. "Gurebâ" dediğimiz, en kâmil ferdlerden ibârettir. "En kâmil ferdler" dediğimiz, Allâh’ın kulları ara-sından ilâhî özel nazargâh olan evliyâdır.

Allah, hakkı söyler ve yolu gösterir.

“Gurebâ” hakkında söyleyebileceğimiz bir başka ifâde ise bu âlemin insanı olmayıp bu

âlemde gaîb kalmış olduklarıdır. Efendimiz (s.a.v) insanın üç yerde garîb olduğunu buyur-muştur ki bunların içinde en garîb olan “câhiller içinde kalmış olan âlimdir.” Bunu “avam için-de kalmış insân-ı kâmil olarak” da tefsîr edebiliriz. Bunlar Allah’ın zâtıyla yaşarlar ama dışa-rıdakiler bundan habersizdir.

Page 260: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 35.Bölüm Furkân Hakkında-Terzi Baba Şerhi

259

حيم حمن الر� بسم الر� BİSMİLLAHİR RAHMÂNİR RAHİYM

Furkân Hakkındadır

Beyitlerin Tercümesi:

"Allâh’ın zâtı Kur'ân, Allâh’ın sıfatları Furkân'dır. Cem'in farkı, tahkîkdir; farkın cem’i, vücûddur. Sıfatlardaki farklılık ve ihtilâf iki nitelik olup, iki cem'-dir. Tevhîdin ahadiyetinde zâtın hükmü, Furkân'dır. Çünkü vasıf, ilâhî zâttan ayrılmaz bir şe'ndir."

Bilinsin ki; Furkân, çeşitlenmenin ihtilâfına i’tibâr edilmek üzere, isimlerin ve sıfatların hakîkatlerinden ibârettir.

O çeşitlenme i'tibârı ile her sıfat ve her isim, diğer sıfatlardan ve isimlerden ayrıldığı için, güzel isimler ve yüce sıfatlar i'tibârı ile Hakk'ın nefsinde fark hâsıl olması demektir. Çünkü;

"Rahîm" ismi, "Şedîd" isminin; "Mün'im" ismi "Müntakîm" isminin gayrı ol-duğu gibi; "rızâ" sıfâtı da "gazâb" sıfâtından başkadır.

“Rahmetim gazabımın önüne geçmiştir“ peygamberî hadîs-i kudsîsinde bu-na işâret vardır. Çünkü öne geçen, önüne geçilenden daha üstündür.

Bu durum mertebeye âit olan ilâhî isimlerde de böyledir. Rahmâniyyet mer-tebesi rubûbiyyet mertebesinden, ulûhiyyet mertebesi ise diğerlerinin hepsinden a'lâdır.

İşte bu şekilde isimlerin ba'zıları ba'zılarından ayrılarak, isimlerde fark oluş-muştur. A'lâ olan ilâhî isim, mertebede kendisinin altındaki isimden daha üstün-dür. Şu halde Allah ismi, Rahmân isminden; Rahmân ismi, Rab isminden; Rab ismi, Melik isminden daha üstündürt. Diğer isimler ve sıfatlar da böyledir.

"İsimlerde ve sıfatlarda birbirine üstünlük" dediğimiz, onların ayn’larında sâbittir; yoksa "onlardan bir şeyde noksanlık yâhut üstünlük i'tibârı vardır," de-mek değildir. Belki, isimlerin ve sıfatların birbirlerine üstünlüklerinde ayn’larının gerektirdiği şeyden dolayıdır.

Page 261: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 35.Bölüm Furkân Hakkında-Terzi Baba Şerhi

260

Bunu mutlak üstünlük olarak düşünemeyiz ki, isimlerin ve sıfatların hepsi zâtına bağlı

olduğundan ve zâtı da kendisinde tek, mutlakiyyet olduğundan sıfatlar ve isimler yönünden söylenen üstünlük hükmî bir üstünlük olur. Bu mertebeler de olmazsa ulûhiyyetin kemâli ortaya çıkmaz ve tafsîl âlemi ortaya çıkmaz.

Bunun için ba'zı isimler ve sıfatlar, diğer isimlerin ve sıfatların üzerine hâ-kimdir. Bu inceliğe dayalıdır ki, hadîs-i şerifte, “Allâhümme innî eûzü bi-rızâke min sahatik ve bi-muâfâtike min ukûbetik, ve eûzü bike minke, lâ uhsî senâen aleyke” ya’nî “Allah’ım muhakkak rızân ile sana sığınırım gazâbından ve af-fınla sana sığınırım azâblandırmandan, ve senden sana sığınırım. Ben sana hakkıyla senâyı edemem" buyrulmuştur. İşte bu hadîsten anlaşıldığı şekilde, zâtın nefsinde fark vardır. Hadîsteki “muâfât” ya’nî “af” kelimesi, mufâale bâbındandır ya’nî bir işin karşılıklı yapıldığını gösterir. Af fiili, azâblandırma fii-linden daha üstündür. Bunun için azâblandırmadan, af ile sığınılmıştır. Gazâbtan da rızâ ile sığınılmıştır. Rızâ sıfâtının, gazâb sıfâtından daha üstün olduğunu da-ha yukarıda söylemiştik.

Yine hadîste zâtından zâtına sığınmıştır. Şu halde farkın vücûdu fiillerde ve sıfatlarda gözüktüğü gibi, zâtın vâhidiyyetinde de fark hâsıl olmuştur. Zât’ın vâhidiyyetinde fark olmaması lâzım ise de, muhâl ve vâcib gibi iki nakîzı topla-mak zâtın işlerinin garîbliklerindendir. Akılda muhâl olan ve ta'bîr edilmesi câiz olmayan her şeyi, zâtta vücûdu i'tibârı ile lâzım olan hükümlerden olarak müşâhede edersin. Bu inceliğe dayanmaktadır ki, İmâm Ebû Saîd el-Harrâz "Ben Allah'a iki zıddın arasını cem' etmesiyle ârif oldum" demiştir.

Zannetme ki, Allah, sâdece evveli, âhiri; zâhiri, bâtını toplamıştır. Belki Allah, bunları toplamış olduğu gibi, Hakk'ı da, halkı da; üstün olmayı da, olmamayı da; muhâli de, vâcibi de; yok olanı da mevcûdu da; sınırlıyı da ve bunlardan başka ne kadar noksanlar ve zıtlar var ise bu şekilde devâm eden diğerlerinin hepsini toplamıştır. Cenâb-ı Hak, bunları zâtî şe’ni ile toplamış olup, hüviyyeti de bun-dan ibârettir.

İşte Ebû Saîd el-Harraz'ın “Bunu hemen anla! Ârif olunca riâyet et” diye işâret ettiği ma'nâ, bizim izâhımızdan ibârettir.

Allah, doğruya hidâyet eder. Her şeyde küllî dönüş O'nadır

Page 262: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 35.Bölüm Furkân Hakkında-Terzi Baba Şerhi

261

Kişi eğer iki zıttı cem’ edemiyorsa ve bunları mutlak olarak birisini halka, diğerini Hakk’a nispet ediyorsa o zaman onun irfâniyyet yolunda hakîkat-i ilâhiyyeyi anlayabilmesi için çok dirsek çürütmesi lâzımdır. Kişi zıtları ne kadar çok cem’ edebilirse Rabb’ını o kadar yönüyle tanımış olur ki başkada yolu yoktur zâten.

Tabi’ şerîat mertebesi i’tibarıyla halka bağlı fiiller, Hakk’a bağlı fiiller ile bu cem’ etmenin içinde günahlar ve sevablar olarak ayrılmış fiiller de vardır. Şerîat mertebesinden sonra gelen tarîkat, hakîkat ve ma’rifet mertebelerinde bu husûsların hepsinin mertebelerine has îzâhları mevcûttur.

İnşallah burada belirtilen önemli hakîkatler karşısında Cenâb-ı Hakk sadrımızı mümkün olduğunca açsında özümüzde olanı ortaya çıkarmaya çalışalım.

Page 263: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 36.Bölüm Tevrât Hakkında-Terzi Baba Şerhi

262

حيم حمن الر� بسم الر� BİSMİLLAHİR RAHMÂNİR RAHİYM

Tevrât Hakkındadır

Cenâb-ı Hak, Tevrât'ı Mûsâ (a.s) üzerine dokuz levhada indirdi ve bu dokuz levhadan yedisini ümmetine tebliğ edip, diğer iki levhayı terk etmesini emretti.

Çünkü, beşerî akıllar o vakitte, o iki levhada mevcûd olan sırları kabûl etme-ye isti’dâdlı değildi. Mûsâ (a.s), o iki levhayı da ibrâz etseydi, esâs istenilen şeyi yitirmiş olurdu. İnsanlardan hiç bir kimse, kendisine îmân etmezdi. O iki levha, o zamanın ahâlisine mahsûs olmayıp, yalnızca Mûsâ (a.s)a mahsûs idi.

Bu dokuz levha ya’nî dokuz hakîkat seyr ü sülûk yolunda 9. Mertebe olan Mûsâ (a.s)

mertebesini de tasdîk etmektedir. Yedi levha, yedi nefs mertebesine karşılık, iki diğer levha ise iki hazret mertebesine karşılıktır. Kimse îmân etmezdi çünkü o iki levha şerîat mertebele-ri olmayıp tevhîd mertebeleridir. Mûsâ (a.s)’ın Hızır (a.s) ile olan arkadaşlığı bu iki levhanın zuhûra çıkarılışıydı.

Teblîğ etmekle emrolunduğu yedi levhada, evvelin ve âhirin ilimleri mevcûd

idi. Yalnız Muhammed (s.a.v), İbrâhîm (a.s), Îsâ (a.s) ile Muhammed (s.a.v)’in vâ-rislerine mahsûs olan ilim, o levhalarda mevcûd değildi. Tevrât'ın içinde barın-dırmadığı bu özellik, Muhammed (s.a.v) ve velâyetine vâris olanlarla, İbrâhîm (a.s) ve Îsâ (a.s)’a bir tür ikrâmdır.

Tebliğe memûr olduğu yedi levha, mermer taşından idi. Kendine mahsûs olan iki levha ise mermerden olmayıp, nûrdan idi. O yedi levhanın taştan olması, mûsevî zümrelerinden Mûsâ (a.s)’a inanmayanların kalplerinin kesâfetine sebep olmuştur. Levhaların ihtivâ ettiği ilâhî emir ve yasaklar levhaların sayısına uygun olarak yedi kısımdır.

− Birinci levha nûr,

− İkinci levha hüdâdır.

Cenâb-ı Hak Kur'ân'da “İnnâ enzelnet tevrâte fîhâ hüden ve nûrun, yahkumu bihen nebiyyûn” ya’nî "Tevrât'ı muhakkak Biz indirdik. Tevrât'ta

Page 264: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 36.Bölüm Tevrât Hakkında-Terzi Baba Şerhi

263

hidâyet ve nûr vardır. Nebîler onunla hükmederler" (Mâide, 5/44) âyetiyle bu iki levhaya işâret etmiştir.

− Üçüncü levha, hikmete;

− Dördüncü levha, kuvvetlere;

− Beşinci levha, ilâhî hükümlere;

− Altıncı levha, kulluğa;

− Yedinci levha, saadet yolunun şekâvet yolundan ayrılmasıyla evlâ olan hü-kümleri beyâna âittir.

İşte bu yedi levha ile Mûsâ, kavmine teblîgât yapmakla emrolunmuştur.

Mûsâ'ya mahsûs olan iki levhaya gelince;

− Birinci levha, rubûbiyyete,

− İkinci levha, kudrete dâirdir.

Dokuz levhanın hepsinin teblîğiyle Mûsâ me'mûr olmadığı için, Mûsâ aleyhisselâm'ın kavminden hiç bir kimse kâmil olarak zuhûr etmedi.

Mûseviyyet mertebesi rubûbiyyet mertebesidir ki burada da âşikârdır.

Fakat Muhammed (s.a.v.), böyle değildir. Çünkü Muhammed (s.a.v), hiç bir

şeyi terk etmeyerek, hepsini bize teblîğ etti. Kur'ân'da;

− “mâ farratnâ fîl kitâbi min şey’in” ya’nî “Biz kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık” (En'âm, 6/38)

− “ve külle şey’in fassalnâhu tafsîlâ” ya’nî “Ve herşeyi detaylı olarak tafsîl ettik“ (İsrâ, 17/12) âyetleri bu iddiâmızın delîlidir.

Bunun için Ahmedî ümmet, ümmetlerin hayırlısı oldu ve Muhammed dîni ile diğer dinlerin hepsi iptâl edildi. Çünkü Muhammed (s.a.v.) diğer dinlerdeki hü-kümlerin hepsini bize teblîğ ettiği gibi, diğer dinlerde olmayan hükümleri de di-ğer dinlerin üzerine ilâve olarak ümmetine teblîğ etti. Bundan dolayı diğer dinler noksanı ihtivâ ettiğinden iptâl edilmiş ve Muhammedî din kemâl ile tanınmış ol-du.

Page 265: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 36.Bölüm Tevrât Hakkında-Terzi Baba Şerhi

264

Cenâb-ı Hak Kur'ân'da “el yevme ekmeltü leküm dîneküm ve etmemtü aleyküm ni’metî” ya’nî “Bugün sizin dîninizi kemâle erdirdim ve üzerinizdeki ni'metimi tamamladım” (Mâide, 5/3) âyetiyle Muhammedî dînin kemâlini açık bir şekilde buyurmuştur.

Böyle bir âyet Muhammed (s.a.v)'den başkasına inmedi. Eğer başka bir nebîye böyle bir âyet inseydi, o nebînin "nebîlerin sonuncusu" olması lâzım gelir-di. Hatemü'l-enbiyâ ya’nî nebîlerin sonuncusu olmak, ancak Muhammed (s.a.v) için geçerli oldu. Çünkü Muhammed (s.a.v.) hikmet, hidâyet, ilim, sırlar adına hiç bir şeyi bırakmadan, uygun bir beyân ile; sırlardan olanı ya açıkça, ya lüzûmu kadar açıklığıyla, ya işâret, ya kinâye, ya benzetme, yâhut muhkem, tefsîrli, te’vîlli, müteşâbih ve daha başka türlü beyân şekilleri ile, gerekli olan teblîgâtı yaptı. Bundan dolayı başkası için teblîgâta dâhil olmaya mahâl kalmadı. Mu-hammed (s.a.v), teblîğ işinde müstakil oldu. Nebîlik, kendisiyle sonlandırıldı. Çünkü ihtiyaç duyulan hiç bir şeyi terk etmeyip, onu Hak'tan ümmetine getirmiş oldu. Ondan sonra gelebilecek kâmiller için beyânı ve tebliği gerektirici bir şey, hiç kimse bulamaz. Çünkü gerekeni, Muhammed (s.a.v) işlemiş olduğundan, ge-lecek kâmilin ona tâbi' olması zarûrîdir.

Sonuç olarak, Muhammed (s.a.v) ile birlikte şerîat getiren nebîlik hükümleri kesilmiş ve Muhammed (s.a.v) kemâliyle bize getirmiş olduğu ve başka kimsenin getirmediği hükümler ile “Hatemü'l-Enbiyâ” olmuştur.

Eğer Mûsâ (a.s), kendine mahsûs olan iki levhanın teblîğiyle emrolunmuş ol-saydı, kendisinden sonra Îsâ (a.s)’ın nebî olarak gönderilmesine gerek kalmazdı. Çünkü Îsâ (a.s)’ın kavmine yaptığı tebligât, o iki levhadaki sırlardan ibârettir.

Bunun içindir ki, Îsâ (a.s) ilk adımda kudret ve rubûbiyyetiyle göründü. Be-şikte söz söyledi, anadan doğma körü ve abraşlıyı iyi etti ve ölüleri diriltti ve Mûsâ (a.s.)'ın dînini iptâl etti. Çünkü Mûsâ (a.s.)'ın teblîğ etmediği şeyi teblîğ etti. Fakat, sırlardan olan bu hükümleri açıkladığı için, kavmi kendinden sonra dalâle-te düştü ve Îsâ (a.s)’a ibâdete başladılar. "Allah üçün üçüncüsüdür" demeye cesâret ettiler. "Üç" dediğimiz, baba, ana, oğuldan ibâret olup, "teslis" dedikleri-dir.

Îsâ kavmindeki bu dalâlet, aralarında fırkalaşmaya sebep olmuştur. Ümme-tinden ba'zıları;

- Îsâ, Allah'ın oğludur, dediler. Îsâ ümmetinden melekiyye denilen bunlardır. Îsâ kavminden ba'zıları da;

Page 266: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 36.Bölüm Tevrât Hakkında-Terzi Baba Şerhi

265

- "Cenâb- ı Hak inerek âdemoğlunu aldı, tekrar semâya döndü, dediler. Îsâ kavminden "Ya'kûbiyye" denilenler de bunlardır. Yine Îsâ kavminden ba'zıları;

- "Allah aslında üç şeyden ibârettir ve o üç şey, "Rûhu'l-kuds" denilen baba; "Meryem" denilen ana; "Îsâ" denilen oğuldur" dediler.

Sonuç olarak Îsâ kavminin hepsi dalâlete düştüler. Çünkü inandıkları şeylerin hiçbirisi, Îsâ (a.s)'ın getirdiği sırlara uygun değildi. Kavminin zâhiren anladıkları şey, kendilerinin uğradıkları dalâlete sebep oldu. Bunun içindir ki, Cenâb-ı Hak Îsâ'ya;

- “e ente kulte lin nâsittehizûnî ve ummiye ilâheyni min dûnillâhi” ya'nî "Sen mi insanlara, "beni ve anamı Allah’tan başka iki ilâh edinin” dedin?" (Mâide, 5/116) diye sorunca,

- “subhâneke mâ yekûnu lî en ekûle mâ leyse lî bi hakkın” ya’nî “Sen subhânsın, hakkım olmayan bir şeyle söylemem olmaz” (Mâide, 5/116) diyerek ve bu teşbihte tenzîhi öne geçirerek, cevap verdi. Yâ'nî demek istedi ki;

- “Senin ile benim aramda nasıl gayrılık yapabilirim ve nasıl Allah'ı bırakıp da bana ibâdet edin diyebilirim? Oysa benim hakîkâtimin ve zâtımın aynısın. Ben de senin hakîkâtinin ve zâtının aynıyım. Benimle senin aranda gayrılık yoktur."

Îsâ (a.s), bu sözleriyle kendini kavminin inandığı şeyden tenzîh etti. Çünkü kavmi, tenzîhi terk ederek mutlak teşbîh ile inandılar. Oysa bu, Cenâb-ı Hakk'a nisbetle lâyık değildir. Sonra İsâ (a.s);

- “in küntü kultuhu” (Mâide, 5/116) ya’nî "böyle söylediysem,

- “îseviyye hakîkatinin Allah olduğu nisbetini söylemiş” isem",

- “kad alimtehu” (Mâide, 5/116) ya’nî "Sen, onu bildin" dedi.

- Yâ'nî, "Benim bu konuda söylediğim söz, tenzîh ile teşbîh arasını cem' et-mekten başka bir şey değildir ve çokluktan birin zuhûrunu ta'rîfe bağlıdır. Kav-mim, kendi anlayışlarına göre dalâlete düştüler. Onların anlayışları benim iste-ğim değildir."

- “ta’lemû mâ fî nefsî” (Mâide, 5/116) ya’nî "Sen, benim nefsimde olan şeyi bilirsin."

- Yâ'nî ilâhî hakîkâtlerin açığa çıkmasına ilişkin teblîğ ettiğim hükümler, onla-rın inançlarına uygun mudur, değil midir? Benim bu konudaki murâdım nedir? Onu Sen bilirsin.

Page 267: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 36.Bölüm Tevrât Hakkında-Terzi Baba Şerhi

266

- “ve lâ a’lemu mâ fî nefsike” (Mâide, 5/116) ya’nî "Ben senin nefsinde ola-nı bilmem."

- Yâ'nî, ben onlara lâzım gelen hükümleri teblîğ ettim. Fakat Senin onları hidâyetten dalâlete sevk edeceğini bilmiyordum. Eğer bilmiş olsaydım, onları dalâlette bırakacak hiç bir şeyi teblîğ etmezdim.

- “inneke ente allemul guyûb” (Mâide, 5/116) yâ'nî “Muhakkak Sensin Sen gaybları en iyi bilen."

- Ya’nî, oysa ben gaybları bilmem, beni ma'zûr gör.

- “Mâ kultu lehüm illâ mâ emertenî bihî” (Mâide, 5/116) ya’nî "Ben onlara senin bana emrettiğinden başka bir şey söylemedim."

- Ya’nî kendimde bulduğum ilmi, onlara teblîğ ettim ve onlara lâzım gelen nasîhatı verdim. Onlar da kendilerinde hakikâte yol bulsunlar, dedim. Onlara ilâhî hakîkâti zâhir ettim. O hakîkâtin kendi nefislerinde zuhûrunu bulsunlar, bilsinler, dedim.

- “eni’budûllâhe rabbî ve rabbeküm” ya’nî "Sizin ve benim Rabb’im olan Allah'a ibâdet edin" dedim.

- Ya’nî, ilâhî hakîkati kendime tahsîs etmedim. Belki bu hakîkâtin onları da kapsadığını mutlak olarak söyledim. Yâ'nî Senin benim Rabb’im, yâ'nî hakîkatim olduğun gibi, onların da Rabb’i ve hakîkati olduğunu onlara bildirdim."

Özetle, Îsâ (a.s)’ın yukarıdaki şekilde getirmiş olduğu ilim, Tevrât üzerine ilâveden ibârettir. Bu ilâvede rubûbiyyet sırrı ile kudret vardır. Îsâ (a.s) bunu zâhire çıkarttığı için, kavmi küfre düştü. Çünkü rubûbiyyet sırrını ifşâ etmek kü-fürdür. Îsâ (a.s), bizim Peygamberimiz (s.a.v)’in yaptığı gibi bu ilmi örterek, ibârelerin kabukları ve işâret perdeleri arasında söylemiş olsaydı, kavmi kendin-den sonra dalâlete düşmez ve dînin kemâli hakkında kendisinden sonra Mu-hammed (s.a.v)'in Furkân'da ve Kur'ân'da getirmiş olduğu ulûhiyyet ve zât il-minden başkasına ihtiyaç kalmazdı. Kur'ân ve Furkân hakkında zât ve sıfâttan ibâret olduklarına dâir izâhlar yukarıda yapılmıştır.

Cenâb-ı Hak Peygamberimiz (s.a.v)e zât ve sıfât ilimlerini bir âyette toplaya-rak bildirmiştir. O âyet de “leyse ke mislihî şey’un, ve huves semîul basîr” (Şûrâ, 42/11) âyetidir. Misli olmaması zâta, duyucu ve görücü olması sıfatlara bağlanmıştır.

Page 268: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 36.Bölüm Tevrât Hakkında-Terzi Baba Şerhi

267

Mûsâ (a.s), Îsâ (a.s)’ın teblîğ ettiği rubûbiyyet ve kudret sırlarını kavmine teblîğ etmiş olsaydı, kavmi Firavun'u katletme mes'elesinde Mûsâ (a.s’ı ithâm ederdi. Çünkü Firavun, “ene rabbükümül a’lâ” ya’nî “Ben sizin a’lâ rabbini-zim” (Nâziât, 79/24) demiştir. Rubûbiyyet sırrını ifşa ise, Firavun'un iddiâ etti-ğinden başka bir şey değildir. Lâkin Firavun, bu sözü hakîkate vâkıf olmadan söylediği için, Mûsâ (a.s) onunla çarpıştı ve ona gâlib geldi.

Mûsâ (a.s), Tevrât'ta rubûbiyyet ilminden bir şey göstermiş olsaydı, kavmi ona karşı küfre düşer ve Firavun ile çarpışmasında Mûsâ (a.s)’ı ithâm ederlerdi. Bunun için Cenâb-ı Hak, rubûbiyyet sırrını gizlemekle Mûsâ (a.s)’a emretti.

Burası çok önemli bir mes’eledir. Mûsâ (a.s) kendisinde olanı rububiyyet ve kudret lev-

haları dâhilinde açıklamış olsaydı aynı şekilde Firavun'un söylediği sözü söyleyecekti ya’nî lisânen ağzından o çıkacaktı. Gerçi Firavun, beşerî nefsinden bunu söyledi, Mûsâ (a.s) ise ilâhî nefsinden söyleyecekti. Halk bu durumu anlayamayacak ve aynı şeyleri söylerken neden çekişiyorsunuz birbirinizle, diyecekler ve bunun sonrasında Firavun’a daha çok yöneleceklerdi çünkü Firavun’un görünüşteki kuvveti ve zenginliği daha fazla idi ve Mûsâ (a.s)’a fazla i’tibâr etmeyeceklerdi. Bu nedenle bunun açılması îseviyyet mertebesinde olmaktadır.

Cenâb-ı Hak, Muhammed (s.a.v)'e de başkasının idrâk edemeyeceği şeyleri

gizlemekle emretmiştir. Peygamberimiz (s.a.v)den rivâyet edilen hadîs-i şerîfte şöyle buyrulmuştur: "Mi'raca çıktığımda bana üç türlü ilim verildi. Birisinin gizlenmesi içinn benden mîsak alındı. Öbürünün tebliğinde serbest bırakıl-dım. Diğer bir ilmin de, teblîğiyle emrolundum".

- Teblîği ile emrolunduğu ilim, şerîatlara âit ilimdir.

- Teblîğinde serbest bırakıldığı ilim, hakîkatler ilmidir.

- Gizlemekle me'mûr olduğu ilim, ilâhî sırlardır.

Bunların üçünü de Cenâb-ı Hak, Kur'ân-ı Azîm'inde beyân etti.

- Teblîği ile emrolunduğu ilim, zâhir ilmidir.

- Tebliğinde serbest bırakıldığı ilim, bâtın ilmidir.

• “Se nurîhim âyâtinâ fîl âfâki ve fî enfüsihim hattâ yetebeyyene lehüm ennehül hakk” ya’nî “Âyetlerimizi dışta ve içte onlara göste-receğiz. O'nun hak olduğu onlara belli olsun diye”(Fussilet,41/53) ve;

Page 269: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 36.Bölüm Tevrât Hakkında-Terzi Baba Şerhi

268

• “Ve mâ halaknes semâvâti vel arda ve mâ beynehümâ illâ bil hakkı” ya’nî “Biz gökleri ve yeri ve o ikisinin arasındakileri, ancak hak ola-rak halk ettik” (Hicr, 15/85) ve;

• “Ve sahhare leküm mâ fîs semâvâti ve mâ fîl ardı cemîan minhu” ya’nî “Ve göklerde ve yerde olanların hepsini kendinden sizin emri-nize amâde kıldı” (Câsiye, 45/13) ve;

• “ve nefahtü fîhi min rûhî“ ya’nî “Ona rûhumdan üfledim” (Hicr, 15/29);

âyetleri bâtın ilmi ile alâkalı olan âyetlerdir.

Bu âyetlerin hakîkatlere işâret eden yönü olduğu gibi, şerîatlara bağlanan yö-nü de vardır. Bundan dolayı tercîhe bırakılmış gibidir. Kimin anlayışı ilâhî olursa en son maksada erişir. Kimin anlayışı o mertebede olmayıp da, hakîkatler kendi-sine ansızın söylendiğinde inkâr edecek kimselerden olursa, o en son maksâda erişemez. Bundan dolayı hakîkî ma’nâ onlardan gizlenmiştir. Bu şekilde iki yön ile ma'nâyı kapsamak olmasaydı, anlayışın yokluğu dalâlet ve şekâvete sebep olabilirdi.

- Gizlemek ile me'mur olduğu ilim de, Kur'ân'a konulmuştur, ancak bu te'vîl sûretiyledir. Çünkü bu gizlilik, çok gizli şekildedir. O tür gizliliklere önce ilâhî keşf yoluyla nefsinde hakîkat ilmi peydâ olan ve ancak ondan sonra, Kur’ân'ı işi-ten kimseler vâkıf olabilir. Bu tür yüce idrâke nâil olanlar, Nebî (s.a.v)in gizlemek ile me'mûr olduğu şeylerin Kur’ân'daki yerini bilirler.

“Ve mâ ya’lemu te’vîlehû illâllâh” ya’nî “Onun te’vîlini ancak Allah bilir” (Âli İmrân, 3/7) âyetinde “Allah” kelimesi üzerine duran okunuşa göre bu âyet, söz konusu olan ilme işârettir. Çünkü nefsinde te'vîle vâkıf olan, "Allah ile isim-lendirilmiş" demektir.

Bunu anla!

Kalemi tutan parmaklarım, beyân vâdisinde yine küheylânlık ederek, ebediyyen açığa çıkması hâtıra gelmeyen şeyi açığa çıkardı. Tevrât'a bağlı izâhlara tekrâr geri dönüyoruz.

Eğer hiç açılmayacak birşeyler olsaydı Efendimiz (s.a.v)’den sonra bir başka peygambe-

rin daha gelmesi gerekirdi ki onları açsın. Böyle bir şey de söz konusu değildir. Efendimiz (s.a.v) teblîğinin zâhirini tenzîh üzerine bâtınını ise tenzîh ve teşbîhi toplayacak şekilde

Page 270: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 36.Bölüm Tevrât Hakkında-Terzi Baba Şerhi

269

tevhîd üzerine yapmıştır. Bu nedenle bu teblîğ günümüze sağlam olarak ulaşmıştır. Öncekiler ise herşeyi sâdece zâhiri üzerine kurduklarından dolayı bozulmuştur.

Efendimiz (s.a.v) açtıkları ile kapattıklarını ayrı ayrı taraflara atmadan birleştirebilmiştir. Bunu da ancak ehli anlayabildi. Sâdece zâhirine takılıp kalanlar bâtınına ulaşamadılar. Eğer İslâm dîninde bu bâtın yön olmasaydı sâdece zâhiri üzere kalır ve bütün ümmet şerîat ehli olurdu.

Efendimiz (s.a.v) hadîs-i şerîfte şöyle buyurmuştur: “şerîat sözlerimdir; tarîkat fiillerim-dir; ma’rifet tavırlarımdır, gerçi tavırlarda fiil yönündedir ancak tavırdan kasıt belirli bir sis-temi olmayan ve karşısına gelen kişilere gerektiği şekilde davranmaktır ki, bu da çok büyük mbir incelik istemektedir; hakîkat ise sırlarımdır, ya’nî gizli olarak belirtilen şeyler hakîkat mertebesinin içindedir ve bunlar ancak bu yaşantıda anlaşılır demektir.

Burada dikkat çeken bir şey vardır ki, hakîkat ve ma’rifet mertebelerinin literatürdeki sı-rasının değişikliğidir. Burada bir yanlışlık yoktur ve yerli yerincedir; Şerîat mertebesinde fıkıh bilgisi öndedir ya’nî farzları düzenleyen hukûklar bu mertebenin içindedir. Tarîkat ise ne ya-zık ki günümüzde ba’zı kimseler için lafzını duyunca tüylerini diken diken eden bir kelime hâline dönüşmüştür ve bunu kendilerine düşman olarak görmektedirler. Oysa tarîk sözlük anlamı olarak “yol” demektir ve her insanın da mutlaka bir yolu vardır ve her yolu olan da işin aslında şu veyâ bu şekilde bir tarîkat ehlidir. Kimin önüne hangi eylem geçmişse o onun yoludur, işte kimisi de Hakk’ı önde almıştır ve onun da yolu ya’nî tarîkatı odur. Bu nedenle bu kelimeyi bütün insanlar üzerinde kullanmak gereklidir ki adâletli olan da budur. Efendimiz (s.a.v)’in tarîkat fiillerimdir dediği fiiller ise sâlih amellerdir ve sâlih amel dışında bir zerre kadar fiili yoktur. Bu nedenle bilgisi Hakk’tan tatbîkatı kuldan olan sâlih amellerin her birerle-rimizin fiilleri olması gerekmektedir. Bu nedenle ma’nâsı Hakk’tan tatbîkatı kuldan olan herşey tarîkat hükmündedir. Burada dikkat edilmesi gereken nokta bu fiillerin kulların kendi kafalarına göre ürettikleri şeyler olmayıp Efendimiz (s.a.v)’in tatbîk ettiği fiiller olmasıdır. Bunun anlamı da bu fiiller Hakk’tan aldığım yolun netîcesinde kat’ ettiğim ma’nâsınadır.

Ma’rifetteki tavır ise Efendimiz (s.a.v)’in karşısına gelen kişinin mertebesine göre tavır sergilemesidir. Bu tavır hem fiilleriyle hem de lisânıyla ve hem de içindeki sırları iledir. “İn-sanlara akılları kadar konuşunuz” sözü bu anlatılmak isteneni çok açık olarak ifâde etmekte-dir. Bu tavırların takınılması için de karşısına gelen bütün mertebelerin hakîkatlerinin bilin-mesi gerekliydi ki hakîkat ve ma’rifet mertebesinin sıralamadaki yer değişikliği de bundan kaynaklanmaktadır. Ya’nî kişi önce şerîat mertebesi ile yaklaşmaya başlar, tarîkat ile devâm eder ve bunların hakîkatlerini idrâk etmeye başlayınca kendisinde bu hakîkatlere âit sırlar oluşmaya başlar, bunların netîcesinde kendisinde meydana gelen tavırlar da kendisinin ma’rifeti olmaktadır.

İşte bu mertebeler İslâm’ın içerisinde olmamış olsaydı Cenâb-ı Hakk’ı gerçek yönden ta-nımaya bize yol açılmamış olurdu. Bunlar mevcûttur ancak bunun yanında bir de sistemin oluşturulması gerekmektedir.

Allah ismiyle isimlenme teşbîh mertebesi i’tibârıyla değildir, bu konu yanlış anlaşılmasın, ya’nî şu demektir ki; “o anda onu idrâk eden ondaki Allah’tır” demektir. Çünkü beşeriyyet idrâki ile müteşâbih bir âyeti anlamak mümkün değildir. İşte “hakîkat esrârımdır” hadîs-i kudsîsinde belirtilen sır da “Hakk’ın ta kendisidir.” Çünkü kendi ilmini ancak Hakk bilir başka-sı bilmez. Bu isimlenme o anda “Allah” ismiyle isimlenmedir yoksa diğer zamanlarda yine nefsiyle başbaşadır.

Page 271: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 36.Bölüm Tevrât Hakkında-Terzi Baba Şerhi

270

Cenâb-ı Hakk kendisinin ne şekilde bulunacağını ve ne şekilde idrâk edileceğini yine kendisi bildirmektedir. Ondan başka O’nu bildirecek varlık da yoktur ki bildirsin.

Bu konuda son olarak Muhyiddîn ibnü’l Arabî (k.s) hazretlerinin sözünü de ilâve edelim: “Kendi hakîkatinde, varlığında ilâhî hakîkatleri bulmuş olan bir zuhûr mahalline mahlûk den-mez.”

Bu sözler her ne kadar zâhirde ya’nî şerîat mertebesinde tenzîh hakîkatine göre küfür hükmünde ise de tenzîh ve teşbîhi birleştirerek varlığındaki Hakk’ı bulanlara karşı tam bir ilim ve ulaşılabilecek tam kemâlli bir netîcedir ayrıca. Çünkü insanlık bilse de bilmese de bu hakîkate ya’nî kendi hakîkatine ulaşmak için bu dünyâ meydanında koşuşturmaktadır.

Bilinsin ki, Tevrât ilâhî isimlerin ve sıfatların tecellîlerinden ibârettir. Bu

tecellî, Cenâb-ı Hakk'ın Hakk’a dönük zuhûr yerlerinde zuhûru demektir. Çünkü Cenâb-ı Hak, isimlerini sıfatlarına; sıfatlarını ise zâtına delîl olarak ta’yîn etmiştir.

İlâhî sıfatlar, Hakk'ın zuhûr yerleridir. Hakk'ın halkta zuhûru ise, isimler ve sıfatlar vâsıtasıyladır. Başka türlü zuhûra imkân yoktur. Çünkü halk, ilâhî ma’nâların hepsinden hâli olarak, sâde halk edilmiştir. Sâde olmakla berâber, be-yaz kumaş gibidir, karşısında bulunan şeyin nakşı ile nakışlanır. Şu halde isimle-riyle Hakk'ın isimlenmesi, sıfatları üzerine halkı delîl bulsun diyedir. Halk Hakk-'ın sıfatlarını isimleriyle bilir ve Hak ehli, bu vâsıta ile hidâyete nâil olur. Bundan dolayı Hak ehli, isimlerin ve sıfatların aynası gibidir.

Hak ehlinde ilâhî isimler ve sıfatlar açığa çıkınca, nefislerini zâtî isimlerden ve ilâhî sıfatlardan nakışlanmış olan şey ile müşâhede ederler. Onlar Allah'ı zikretti-ğinde, zikrettikleri isim ile zikredilen kendileridir.

Bu ma'nâ “Tevrât” kelimesinin türediği kök olan "tevriye"den ibârettir. Tevri-ye ise, “birkaç ma'nâsı olan bir kelimenin en uzak olan ma’nâsını kastetmek " demektir.

Hakk'ın avâm lisânında açık bir şekilde zikredilmesi, hayâl inancından başka bir şey değildir. Avâm için bundan başkası da yoktur. Âriflere göre ise Hak, zâtlarının hakîkâtinden ibârettir. Zât ile kasıt âriflerdir. İşte konuştuğumuz lisân, Tevrât'taki işâret lisânıdır.

Mûsâ'ya indirilen yedi levhanın içeriğine gelince;

Bilesin ki, bir levhanın aldığı isme sebep, o levhada bahsedilen bir tür ilimdir. Fakat levhada sâdece o ilmin bulunması şart değildir. Belki levhada isimlendi-rilmesine sebep olan ilim ile, diğer levhalardaki ilimlerden de bulunabilir. Şu ka-dar var ki, bir levhada hangi hüküm gâlip ise levha onunla isimlendirilir. Kur'ân

Page 272: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 36.Bölüm Tevrât Hakkında-Terzi Baba Şerhi

271

sûrelerinde de böyledir. Hangi sûrede hangi ilmin hükmü gâlip ise, sûre o şekil-de isimlendirilir. Oysa o sûrede isimlenmesine sebep olan şey ile berâber başkası da mevcûddur.

- "Nûr" Levhasında;

• Cenâb-ı Hakk'ın bir olma ferdliği;

• Mutlak tenzîh;

• Hak için halktan ayırt edilme sebebi olan şeyler;

• Hakk'ın vasıfları ve Hakk'a mahsûs olan hükümleri vardır.

• Cenâb-ı Hakk'ın güzel isimleriyle, pek yüce sıfatlarıyla berâber Hakk'a mahsûs olan rubûbiyyet ve kudrete âit beyânlar da bu levhadadır.

• Bunların hepsi, "nûr levhası" olarak isimlendirilen levhada Cenâb-ı Hakk'ın kendisi için hakedici olduğu kudsiyyet ve tenzîh yoluyladır.

İşte Abdülkerîm Cîlî (k.s) hazretleri görüldüğü gibi şu an mûsevilerin ellerinde olan

Tevrât’tan daha güzel ve gerçekçi bilgiler, daha öz bilgiler vermektedir çünkü ümmet-i Mu-hammed vârisleridir ve velîlerinden olduğu için onlardan daha yüksek ilme sâhiptir.

- "Hüdâ” Levhası;

Bu levhada zevkî ya’nî hakîkatini bizzât yaşamaya dayalı ilâhî haberler var-dır. Bu da îmân edenlerin kalbinde olan ilhâmî nûrun iniş yeridir. Çünkü hüdâ, zâtî mâhiyyetinde vücûda âit ilhâmî sırdan ibârettir. Allah’ın kullarının kalbine ansızın geliverir. İşte bu gelen sır, ilâhî cezbe nûrudur. Ârif, o cezbedilişin içinde ilâhî yolda ulvî menzillere yükselir. "İlâhî yol" dediğimiz, sırâtullâhtan ibârettir. Bu cezbediliş nûru, insânî görüntüye indirilen ilâhî nûrun kudsî mahalline ve ul-vî mekânına geri dönüşü husûsundan ibârettir. Şu halde hüdâ, o nûra mazhar olan kimsenin ahadiyyet yoluyla yakınlaşma rütbesine ve çok güzel bir seviyeye ulaşma husûsunda nâil olduğu dereceden ibârettir.

Bu yükselişteki başlangıç ve sonda mekân düşünülemez. Ulaştığı yer, mekân-sız mekândır. Şehâdet âleminin hallerine, geçmiş ve gelecek ümmetlerin haberle-rine, rûhlar âleminden ibâret olan melekûta, rûhlar âlemi üzerine hâkim ceberûta; yâ'nî kudsî hazrete bağlı olan ilimlerin hepsi bu ikinci levhadadır. Berzâha, kıyâmete, mîzâna, hesâba, cennete ve cehenneme dâir olan ilimler de bu ikinci

Page 273: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 36.Bölüm Tevrât Hakkında-Terzi Baba Şerhi

272

levhanın içeriğindendir. Meleklere âit haberler de bu levhadadır. Şekillere, tılsım-lara ve bunlara benzeyen efsun gibi şeylere bağlı olan sırların ilmi de bu levha-dadır.

Benî İsrâil'den bu tür ilimdeki sırlara vâkıf olanlar, o sırlar vâsıtasıyla hariku-lâde şeyler yapmış ve gösterdikleri kerâmetleri de bu sâyede göstermişlerdir.

Tılsım türü işler en çok benî İsrâil tarafından biliniyordu ki kitaplarında olan bu işler bu-

günlere kadar da onlardan gelmiştir.

- "Hikmet Levhası;

Bu levhada ağırlı olarak, ilâhî kudsiyyette tecellî ve zevk ya’nî hakîkatini biz-zat yaşamak yoluyla kalb sülûkunun esâslarını bilmek anlatılmaktadır.

• Nalınlarını çıkarmak;

• Tûr'a çıkmak;

• Ağaç ile konuşmak;

• Karanlık gecede ateş görmek, bu sülûkun kısımlarındandır. Çünkü bunların hepsi, ilâhî sırlardandır. Bu levha, ilâhî hikmete âit kısımların hepsini toplamıştır.

• Sihir ya’nî itâat ettirme yoluyla rûhânî tenezzüllere âit ilim ve bunlara benzeyen ilimler, yine bu levhanın içeriklerindendir.

• Felek ilmine, yâ'nî kozmoğrafyaya, astronomiye, matematiğe, biyoloji-ye ve bunlara benzeyen şeylere dâir ilimler de bu levhanın içeriklerin-dendir.

Benî İsrail'den bu levhada olan ilmi, iyi bilenlere "râhib" derler. Râhib, benî İsrâil lügatında, "dünyayı terk edip, mevlâsına rağbet eden dîn âlimi " demektir.

Kur’ân-ı Kerîm’de Mûsâ (a.s)’dan bahseden âyetler tevrâtî âyetlerdir. İşte bu âyetler

Kur’ân’ın içindeki Tevrât’tır.

Page 274: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 36.Bölüm Tevrât Hakkında-Terzi Baba Şerhi

273

- “Kuvvetler” levhası;

Beşerî kuvvetlerdeki hikmetlere âit inenlerin ilmi mevcûddur. Bu, zevklere ya’nî hakîkatlerini bizzât yaşamaya âit bir ilimdir. Benî İsrâil'den bunu öğrenen kimseye "hibr" derler. Mûsâ (a.s)ın Tevrât'ındaki ilimlere vâkıf olanların en yük-sek mertebesi, bu "hibr" mertebesidir. Ve bu levhanın büyük çoğunluğu rumûz, misâller ve işâretlerdir. Cenâb-ı Hak, bunları ilâhî hikmetin beşerî kuvvetlerde geçerli olması için Tevrât'ta yazmıştır.

Kur’ân’da Yahyâ’ya hitâben “Yâ yahyâ huzil kitâbe bi kuvvetin, ve âteynâhül hükme sabiyyen” ya’nî “Ey Yahya! Kitâbı kuvvetle al. Ve Biz, ona çocuk olduğu halde hikmet verdik” (Meryem, 19/12) denilmesi işte, o rumûz ve işâretlere dikkât çekmektir.

Kitabı kuvvetle alabilmek, ilim ve hikmeti öğrenmekle, ilâhî nûra hidâyet bu-lucu olarak, ilâhî hikmetin gereği yönüyle, o nûru beşerî kuvvetlerinde geçerli kılabilen kimseler için olur. Başkası için olamaz. Bu zevkî ya’nî hakîkatini bizzât yaşamaya bağlı bir iştir. Bunu tahsîl etmeyen kimse anlayamaz. Bu seçkinlere mahsûstur, avâm için değildir.

Simyâ ilmi, kerâmete benzeyen âlî sihir ya’nî itâat ettirme husûsu da, bu lev-hanın içeriklerindendir. Âlî sihir demem, o tür sihir, araya maddî bir iksir, zâhirî bir fiil, dille söyleme girmeksizin sâdece insandaki itâat ettirici sihir kuvveti ile yapıldığı içindir. Bu kuvvete sâhip olanların arzusu ne yönde ise, mutlaka işleri o yönde cereyân eder. Bu kuvvete mazhar olan, vücûdu ancak hayâlde tasavvur edilen şeyi, histe mevcûd ve algılanabilir olarak gösterebilir. Hatta bu kuvvette olan sihir sâhibi, kendine bakanların bakışını kendisindeki hayâle dâhil ederek, istediği şeyi tasvîr eder ve bu kendisine bakanların bakışlarıyla tasvîr edilen bu şekli gösterebilir. Bu gösterme, hayâlde olduğu halde, yanında bulunanlar onu his âleminde zannederler. Ben tevhîd yolundaki sülûkumda, bu tür hallere marûz kaldım. Vücûdda mevcûd hangi bir sûretle istersem, tasavvura muktedir olurdum. Hangi işi işlemek istersem, onu yapmaya kâdir olurdum. Fakat, bu hâ-lin helâk edici olduğunu bildiğim için, onu terk ettim. Nihâyet Cenâb-ı Hak, bana "Kâf" ve "Nûn" arasında muhâfaza edilen kudret ve dereceyi ihsân buyurdu.

Bir şeyi kuvvetle almak demek, ona çok iyi sarılmak demektir ya’nî hakîkatini idrâk et-

mek demektir. Örneğin 50 kg.lık bir şey var ise onun tamâmını almak demektir, yoksa 10-20 kg.nı alıp kalanını geriye bırakmak onu kuvvetle almak demek değildir.

Page 275: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 36.Bölüm Tevrât Hakkında-Terzi Baba Şerhi

274

Hayâl âleminde oluşan bir şeyi bizler şartlanmalarımızdan dolayı his âlemindeymiş gibi hissettiğimizden dolayı onu his âlemine indirip ona silüet kazandırıp var görürüz.

Bu tür sihir işlerine devâm edenler hem kendilerini tahlikeye sokmaktadırlar hem de kar-şı tarafı tehlikeye sokmakta ve zarar vermektedirler. Nefsânî yönle yapılan bu işten dolayı kişiler neler kaybettiklerini bir bilselerdi. Hem yapanlar hem de bunları yaptıranlar.

Seyr ü sülûkta bu yaşam ba’zı kişilerde az ba’zılarında daha çok çıkar. Eğer kişi burada oyalanırsa işi çok güçleşir ve orada kalır. Bu vâdiden geişmesi de lâzımdır ya’nî Tevrât’tan İncil’e geçiş ancak bu vâdilerden olmaktadır. Buralardan geçilmezse kişi bunları yaşayama-mış ve bilememiş olur. Ancak kişi burada takılıp kalırsada ne seyr ü sülûku kalır, ne de Hakk’a ulaşması kalır. Bu takıldığı yerde ba’zı muvaffakiyetler gösterir ve onun varıp varaca-ğı en son yerde orası olur ancak. Zaman içerisinde bunların hükmü altına girer ve sonra on-lar ona öyle bir oyun yaparlar ki, kendisine ne olduğunu anlayamaz bile. Bu nedenle buralar çok tehlikelidir ve hiç durmadan geçip gitmek lâzımdır çünkü her ne isimle olursa olsun mah-lûkla münâsebetler devâm etmektedir. Bize ise lâzım olan mahlûk değil onun Hâlık’ıdır.

- "Hükümler” levhası;

İlâhî emir ve yasaklar bu beşinci levhadadır. Emirler ve yasaklar dediğimiz, Cenâb-ı Hakk'ın benî İsrâil'e helâl veyâ haram olarak farz kıldığı hükümlerdir. Yahûdiliğin üzerine dayandığı "Mûsâ (a.s)’ın getirdiği şerîat" bu levhadadır.

- “Kulluk” levhası;

Bu levhada zillet, ihtiyâcını gösterme, korku, tevâzu gibi halka feyz sebebi olacak gerekli hükümler mevcûddur.

Hattâ Mûsâ (a.s) ahlâkı ıslâh etmede gösterdiği şiddetin gereğindendir ki, "Sizden biriniz fenâlığa fenâlıkla karşılık verirse, Firavun'un rabblık da’vâsındaki hatâsını iddiâ etmiş olur" demiştir. Çünkü kul için rabblık iddiâsına hak yoktur. Teslîm, tevekkül, işi Allah’a bırakma, rızâ, korku, ümîd, rağbet, zühd, Hakk'a yö-nelme ve benzerlerine âit sırların ilmi de bu levhadadır.

Bizde de denir ya “Kötülüğe karşı kötülük her kişinin harcıdır; kötülüğe karşı iyilik ise er

kişinin harcıdır” diye.

- Cenâb-ı Hakk’a ulaşma yolu ve saadet yolunun şekâvet yolundan ayrıl-ması levhası;

Saâdet yolunda esâsen câiz olduğu halde, işlenmemesi daha iyi olan hareket-leri beyân da bu levhadadır.

Page 276: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 36.Bölüm Tevrât Hakkında-Terzi Baba Şerhi

275

Mûsâ kavminin dinlerinde rağbete ve rûhbâniyete âit meydana çıkardıkları asılsız yeniliklerin hepsi, bu levhadan çıkarılmıştır. Bu asılsız yenilikleri çıkaran-lar, kendi fikirlerini ve kendi akıllarını vâsıta yaparak Mûsâ (a.s)ın kelâmından, belki ilâhî kelâm hükümleri çıkarırız diye düşünmüşlerdir. İlâhî hükümlere hak-kıyla riâyet etmemişlerdir. Eğer yaptıkları bu birşeyden yeni başka bir şey çıkar-ma işini, ilâhî haberler ve ilâhî keşf sûretiyle yapmış olsalardı, Cenâb-ı Hak o yeni çıkanları onlar için kudret sebebi yapardı. Yoksa Cenâb-ı Hak, bu kendi fikir ve akılları vâsıtasıyla yeni çıkardıklarında onlara nasıl kudret verir?

Şu da varki, eğer onların bu yeni hükümlere hakkıyla riâyet etmeleri müm-kün olsaydı, elbette Cenâb-ı Hak o hükümleri, nebîsi olan Mûsâ (a.s)’ın diliyle emrederdi. O tür hükümlerden Mûsâ (a.s)ın yüz çevirmesi, o hükümleri bilmedi-ğinden değildir. Belki kendi haklarında iyilik ve merhâmetten dolayıdır. Böyle asılsız yenilik olarak hükümler çıkaranlar ve ilâhî hükümlere hakkıyla riâyet et-meyenler, yaptıklarının cezâsı olarak azâblandırmaya tutuldular. Dîn ve beden ile ilgili bir çok ilim yine bu levhada geçmektedir.

Cenâb-ı Hakk'ın ihsân ettiği keşfin gereklerine göre bu sayfalarda Tevrât'ın barındırdığı hükümlerin hepsini toplamış oldum. Kastımız kısa kesmek olmayıp da, geniş izâhlara girişseydik, işi çok uzatmak gerekirdi. Oysa işi fazla uzatmakta fayda yoktur.

İşte Tevrât'ın barındırdığı hükümlerin kısaltılmış hâli yukarıdaki özet izâhlardan ibârettir. Bunu anla!

Allah hakkı söyler ve doğru yolu gösterir.

Tevrât tenzîh hakîkatini ortaya getirdi çünkü o zamanda benî İsrâil beşerî teşbihte idiler ya’ni maddeye tapınıyorlardı. Gerçek teşbîhi bilmedikleri için putperest oldular. Onları bu putperestlikten kurtarmak için “Rabb’ınız ötelerdedir” denildi. İbrâhîm (a.s)’da başlayan tevhîd-i ef’âl ya’nî Allah’ın bütün varlıktan fiillerinin zuhûr ettiği idrâki, Mûsâ (a.s) zamânına gelmeye başladıkça maddeyi putlaştırma yönünde gelişmeye başladı. “Buzağı sevgisi bize içirildi” dediler çünkü oraya dönük yaşantıları vardı. Mısır’da bulundukları sırada inek kutsaldı ve her bir yerinden istifâde ediyorlardı. Bu nedenle o buzağı heykelini kendilerine rabb olarak bilip tapmaya başladılar. Mûsâ (a.s) onları bu anlayıştan kurtarmak için “Rabb’ınız sizin an-lamayacağız bir şekilde yukarıdadır” diyerek, onların bakışlarını oraya çekti. Bu durumda da insanlık âlemi için hayâli rabblar edinme durumu ortaya çıktı. Bundan da uzaklaştırmak için Cenâb-ı Hakk Îsâ (a.s)’ı kendi varlığında Hakk’ın varlığını müşâhede etmiş olarak gönderdi ki, bu tam ve gerçek teşbîh idi. O zamanda da insanlık âlemi gerçek tenzîh ve gerçek teşbîhi tam olarak bilemediği için hep hayâl âleminde yaşadılar.

Page 277: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 37.Bölüm Zebûr Hakkında-Terzi Baba Şerhi

276

حيم حمن الر� بسم الر� BİSMİLLAHİR RAHMÂNİR RAHİYM

Zebûr Hakkındadır

Zebûr, Süryânice bir kelimedir ve "kitap" ma’nâsınadır. Bunu, Arablar da kul-lanmıştır. Hatta Kur’ân'da “Ve küllü şey’in fe alûhu fîz zubur“ ya’nî “Ve onla-rın yaptıkları herşey kitaplarda vardır” (Kamer, 54/52) âyeti inmiştir. Burada "zubur," kitaplar demektir.

Zebûr, Dâvud (a.s)'a kısım kısım âyetlerden ibâret olarak inmiştir. Fakat Cenâb-ı Hakk'ın indirmesi tamamlanarak Zebûr meydana gelmedikçe, Dâvud kavmine Zebûr'u çıkarmamıştır. Zebûr âyetlerinin inmesi tamamlanınca, bir def'ada kavmine çıkarmıştır.

Dâvud (a.s.) konuşma işinde kelâmı insanların en latîf olanı; karakter i'tibârı ile de, insanların en güzeli olanı bir zâttır. Zebûr'u okuduğu zaman, sesini işiten vahşi hayvanlar ile kuşlar durmaya mecbûr olurdu. Dâvud (a.s), zayıf bedenli, kısa boylu bir adamdır. Fakat şiddetli kuvvet sâhibi idi. Zamanında kullanılan ilimlere en çok vâkıf olan bir zât idi.

Bilinsin ki, Cenâb-ı Hakk'ın nebîler üzerine indirdiği her kitâba koyduğu ilimler, o nebînin malûm olan derecesi ile uyumludur. Bu ilâhî bir hikmettir. Nebînin kendisine mensûb olan kavmine getirdiği kitapta kendisinin bilmediği bir şeyin bulunması, ilâhî hikmete aykırıdır. Bundan dolayı nebîlere inmiş olan ilâhî kitâbların ba'zısı, ba'zısından üstün olmakla ayrılmıştır. Bu ayrılma, bir resûlün diğer bir resûle göre olan ayrılmasıyla uyumludur. Bunun için Cenâb-ı Hakk'ın nebîlere indirdiği kitâblar içinde Kur'ân, kitâbların en üstünüdür. Çünkü Muhammed (s.a.v), nebîlerin en üstünüdür.

İlâhî kelâmdan bir kısmının diğer kısımlarından daha üstün olmaması ge-rekmez mi? diye bir soru soracak olursan, cevâben deriz ki:

- Fâtîhâ'nın Kur'ân âyetlerinin en üstünü olduğuna dâir hadîs ulaşmıştır. Kur'ân âyetleri arasında bir diğerine üstünlük geçerli olunca, ilâhî kitablar ara-sında da üstünlük farkları bulunmasında bir engel yoktur.

Page 278: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 37.Bölüm Zebûr Hakkında-Terzi Baba Şerhi

277

Bilinsin ki;

- Zebûr'un genellikle âyetleri öğüt ve nasîhatlardır.

- Bunların dışındaki diğer âyetleri, Cenâb-ı Hakk'a hakettiği şekilde hamd ve senâdan ibârettir.

- Şerîatlara dâir olan âyetler, özel âyetlerdir.

- Şu da var ki, o nasîhatlarda, hamd ve senâlarda, ilâhî hakîkî ilimlere âit âyetler olduğu gibi; Mutlak vücûda, Hakk'ın halka tecellîsine, sihire ya’nî itâat altına almaya, idâreye, mevcûdların hakîkatlerinin gereklerine, kābiliyyetlerle, isti'dâdlara, tâbîat ilimlerine, matematiğe, mantığa, bahislere, hikmete, firâsete ve bunlara benzeyen önemli ilimlere dâir bilgiler mevcûddur. Bunların her birisi işâret yoluyladır.

- Açıklanmasında zarar olmayan bir kısım ilâhî îzâhlar da vardır, ancak bun-lar ilâhî sırlardan bir sırrı ifşâ etmeye sebep olmayacak şekildedir.

Dâvud (a.s.) çokça ibâdet eden bir zât olup, ilâhî keşif ile kuş dilini de bilirdi ve ilâhî kuvvet ile kuşlarla görüşürdü ve istediği ma'nâları hangi söz ile olursa olsun, kuşların kulaklarına ve zihinlerine ulaştırırdı.

Dâvud aleyhisselâm'ın kuşlarla konuşması, yukarıda belirtildiği şekilde ilâhî kuvvet ile olup, onun hâlini bilmeyenlerin zannettiği gibi değildir. Bu şekilde zannedenler, kuşların terimlerine mahsûs sözler üzerine bir lügat ile Dâvud'un onlarla konuştuğuna inanırlar. Oysa hakîkât böyle değildir. O kuşların muhtelif seslerinden çıkan muhtelif ma’nâları anlamak sûretiyle, kuşlarla konuşurdu. Bu ilâhî keşif yoluyla gerçekleşen bir hâldir. Dâvud (a.s)’ın oğlu Süleymân (a.s)’ın “ullimnâ mentıkat tayrı“ (Neml, 27/16) "Kuş dili bize öğretildi," demesinin ma'nâsı, bu keşfe işârettir.

Bu kuşlarla konuşma, Dâvud (a.s)’da süreklilik arz eden özel bir hâl oldu-ğundan, yukarıda belirtildiği şekilde, kuşların arasında birbirleriyle konuşmaya mahsûs bir lügat vardır, zannına kapılanlar olmuştur.

Bu tür yanlış zanna kapılanlar, “Dâvud (a.s)'ın bu konudaki idrâkinin ve ko-nuşmasının, bu husûsta belirlenmiş olan o lügatı bildiğinden dolayı olduğu,” dü-şüncesindedirler.

Oysa hakîkât böyle olmayıp, belirlenmiş bir lügat olmadığı halde, Dâvud'un anladığı ma'nâ, kuşların çıkardığı seslerdendir. Kuşlara bir hâl geldiği vakit, çı-kardığı sesi kuşların ve başkalarının anlaması, ilâhî ilhâm türündendir. Çünkü

Page 279: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 37.Bölüm Zebûr Hakkında-Terzi Baba Şerhi

278

kuşların rûhunda latîflik vardır; kendilerine mahsûs hallerde, o hâle uygun bir tür ses çıkarırlar ve o sesi kuşlardan yâhut insanlardan ilhâm ile anlayabilen an-lar. Bu durum diğer hayvanlarda da aynen böyledir. Kısaca, Dâvud (a.s.) kuşların seslerinden olsun, diğer hayvanların seslerinden olsun, anladığını, ilâhî keşif ile anlardı.

Dâvud (a.s), kuşlardan veyâ diğer hayvanlardan birine bir şey söylemek iste-diğinde, isterse Süryânîce söyler, isterse başka dille, isterse kuşların veyâ diğer hayvanların sesleriyle ses çıkararak, o hayvana ilâhî kuvvet ile ne istediğini anla-tırdı. Bu yüksek hâl, Dâvud (a.s) için ilâhî bir ihsandır. Bu şekilde konuşma, sâdece Dâvud (a.s) ile Süleymân (a.s)'a mahsûs ve onlarla sınırlı olmayıp, bütün halîfeleri kapsamına alan genel bir husûstur. "Halîfeler" derken, en büyük ilâhî halîfeliğe nâil olan yüce zâtları kastediyoruz.

Bu konuşmanın Dâvud (a.s) ile Süleymân (a.s)'a tahsîsi edilmesi ve kendileri ile sınırlanması, mûcize şeklinde ortaya çıkmasındandır. Yoksa “ferdler”den ve “kutublar”dan her zât için, vücûd memleketinin her yerinde tasarruf hakkı var-dır. O tür yüce erler, gecede ve gündüzde gerçekleşen her hareketi bilebilirler. Kuşların lügatını anlamak ise, onlar için en kolaydır. Hattâ Şiblî (k.s) demiştir ki:

- "Karanlık gecede, kara taş üzerinde kara karınca hareket eder ve ben onu işitmezsem, bana verilen velâyetin hîleli ve hakîr olduğuna inanmam lâzım ge-lir." Başka birisi de,

- "Ben, bu tür hareketleri bilmem, nasıl diyebilirim; çünkü, o tür hareketler benim kuvvetim sâyesinde oluşan şeylerdir. Onların hareket ettiricisi benim. Ha-reket ettiricisi olduğum şeyi, ben nasıl bilmem, derim?" demiştir.

Hadîs-i şerîfte de ulaşmıştır ki, “Resûlullah (s.a.v), bir cinnîyi tutarak mes-cidin direğine bağlamak istedi. Sonra, Süleymân (a.s)'ın duâsını tefekkür etti de, cinnîyi salıverdi.” İşte bu izâhtan anlaşılmıştır ki, Süleymân (a.s)'ın “rabbigfir lî veheb lî mülken lâ yenbagî li ehadin min ba’dî” (Sâd, 38/35) "Rabbim mağfiret et, bana bir mülk ihsân et ki, benden sonra o mülk kimseye verilmesin" demekten kastı, bu tür ilâhî halîfelik ile iddiâyı ve zuhûru talep et-mektir.

İşte bu Süleymân (a.s)'ın istediği, tam bir şekilde kendisinden sonra kimseye verilmemiştir. Fakat ba'zı husûslarda olmak üzere, nebîlerde ve nebîlere tâbi' olan evliyâda o ilâhî halîfelik zuhûr etmiştir.

Page 280: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 37.Bölüm Zebûr Hakkında-Terzi Baba Şerhi

279

Bilinsin ki;

- Zebûr, işârette fiilî sıfatların tecellîlerinden ibârettir.

- Tevrât ise, yalnız sıfâtî isimlerin hepsinin tecellîlerinden ibârettir.

- İncil, yalnız zâtî isimlerin tecellîlerinden ibârettir.

- Furkân, ister zâtî olsun, ister sıfâtî olsun, isimlerin ve sıfatların hepsinin tecellîlerinden ibârettir.

- Kur’ân ise, zâtın saltlığından ibârettir.

Kur’ân'a, Furkân'a, Tevrât'a âit gerekli izâhlar yukarıda geçmiştir.

Zebûr'un fiilî sıfatların tecellîlerinden ibâret olmasının sebebi, ilâhî kudrete dönük fiillere âit kısımların tafsîline âit olmasındandır. Bunun için Dâvud (a.s.);

- Âlemde Allâh’ın halîfesi oldu ve Zebûr da, kendisine vahyolunan hükümler ile zuhûr etti.

- Sâbit dağları yürütür;

- Demiri yumuşatır;

- Mahlûkların hepsine hükmü geçerli olurdu.

Sonra bu mânevî saltanâta Süleymân (a.s) vâris oldu. Süleymân (a.s), Dâvud (a.s)'ın vârisi, Dâvud (a.s) ise mutlak olan Hakk’ın vârisidir ki, bundan dolayı Dâvud (a.s), daha üstündür. Çünkü Cenâb-ı Hak, halîfeliği ilk olarak ona ihsân etti ve “Yâ dâvûdu innâ cealnâke halîfeten fîl ardı” ya’nî “Ey Dâvud, muhak-kak ki Biz, seni yeryüzünde halîfe kıldık” (Sâd, 38/26) ilâhî hitâbına o mazhar oldu. Süleymân (a.s) için de böyle bir mazharlık olmuşsa da, kendisiyle sınırlı olarak sâdece gerçekleşen ihsânı daha sonradır.

Dâvud (a.s), ilâhî halîfeliğin zâhiren ve bâtınen tek bir kimseyle sınırlandırı-lamayacağını bildi. Cenâb-ı Hak ona bu halîfeliği zuhûr yönüyle verdi. Dikkât edersen, Süleymân (a.s)

- “Rabbigfir lî veheb lî mülken lâ yenbagî li ehadin min ba’dî” (Sâd, 38/35) "Rabbim mağfiret et, bana bir mülk ihsân et ki, benden sonra o mülk kimseye verilmesin" diye talepte bulunduğu zaman, Cenâb-ı Hak cevâben;

- “Fe sehharnâ lehur rîha tecrî bi emrihî” ya’nî “Bunun üzerine Biz, rüzgârı ona itâatkâr yaptık; emriyle eserdi” buyurdu. Sonra da Süleymân (a.s)'a ihsân edilen ilâhî iktidârları Cenâb-ı Hak Kur’ân'da saydı. Fakat "Süleymân'a istediğini

Page 281: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 37.Bölüm Zebûr Hakkında-Terzi Baba Şerhi

280

verdik" demedi. Çünkü, Süleymân'ın istediği, halk edilmişlerden hiç bir kimseye mahsûs olamaz. O ilâhî bir tahsîsdir. Hak Teâlâ hangi zuhûr yerinde zâtıyla zuhûr etmek isterse, o zuhûr yeri yeryüzünde Allâh’ın halîfesi olur.

“Ve lekad ketebnâ fîz zebûri min ba’diz zikri ennel arda yerisuhâ ibâdiyes sâlihûn” ya’nî "Biz zikrden (Tevrât’tan) sonra Zebûr'da, arzda kullarımız için-de sâlihler vâris olur diye yazdık" (Enbiyâ, 21/105) âyeti, buna işârettir.

- "Sâlihler"den kasıt, ilâhî verâsete sâlih olan kimse, demektir.

Günümüzde benî İsrâil birazda bu âyete bakarak dünyâ üzerinde hareket etmektedirler.

Sâlihliğin ma’nâsı Hakk’tan olduğu için ve fiili kendisinden olduğu için kişi zamân içerisinde bu fiilleri yaptıkça ve hakîkatleri idrâk ettikçe ilâhî verâsete ehil olunmaktadır.

- "Arz" ile kasıt, "Hakk’a dönük tecellî yerleri ile halka dönük ma’nâlar ara-

sında kastedilen vücûda âit hakîkatler” demektir, “inne ardî vâsiatun fe iyyâye fa’budûn” ya’nî “muhakkak arzım (vücûda âit hakîkatlerim) geniştir; öyleyse Bana ibâdet edin” (Ankebût, 29/56) âyeti buna işârettir.

- "İlâhî en büyük memleket Allah'tan, yâ'nî, süleymânî hakîkatten sonra baş-kasına layık olmaz şeklinde i'tibâr edilirse, Süleymân (a.s)'ın duâsı geçerli olduğu için, ona icâbet edilmiştir," dersen, sözünde doğrusun.

- Yok eğer, "ilâhî halîfeliğin Süleymân (a.s) ile sınırlanması mümkün olmadı-ğından ve Süleymân (a.s)'dan sonra “kutublar” ve “ferdler” için de bu halîfeliğe nâil olmak mümkün bulunduğundan, Süleymân (a.s)'ın duâsına icâbet edilme-miştir," dersen, yine sözünde doğrusun.

Artık nasıl istersen, öyle i'tibâr et!

Dâvud (a.s), ilâhî halîfeliğin kendisiyle sınırlanmasını imkân dışı gördüğün-den, bu talebini terk etti. Süleymân (a.s) ise, kendisine âit mânevî Hakk’ın ilâhî zuhûr yerlerinde ferdliğini istediği için, ilâhî edeb yönüyle hareket ederek, ilâhî halîfeliğin kendisiyle sınırlanmasını taleb etti. Her ne kadar bu tür bir taleb im-kân dışı ise de, ilâhî kapasite ve vücûda âit imkân i'tibârı ile câizdir. Lâkin böyle bir devlete bir kimse nâil olmuş mudur, olmamış mıdır? Burası bilinmez.

İşte bu makâmda Cenâb-ı Hak evliyâsından haber vererek;

- “Ve mâ kaderûllâhe hakka kadrihî” ya’nî “Allah’ın kadrini hakkıyla takdîr edemediler” (En'âm, 6/91) ve;

Page 282: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 37.Bölüm Zebûr Hakkında-Terzi Baba Şerhi

281

- “Subhâne rabbike rabbil izzeti ammâ yasifûn” ya’nî “İzzet sahibi olan senin Rabb’ın onların vasıflandırmalarından münezzehtir” (Sâffât, 37/180) bu-yurmuştur.

Bu bakış açısından Süleymân (a.s)'ın talebi gibi bir taleb, imkân dışıdır. İşte bunun içindir ki, Sıddık-ı Ekber (r.a), "İdrâke ulaşmaktan âciz olmak, idrâktir" buyurmuştur. Yine bunun içindir ki, Resûlullah (s.a.v) "Senin kendi nefsine et-tiğin senâ gibi, ben sana hamd ve senâ edemem" buyurmuştur.

Bu durum bizler için de geçerlidir ya’nî bir şeyi taleb ederken kendi kapasitemizi göz

önünde bulundurmamız gereklidir.

Resûlullah (s.a.v), hâsıl olması mümkün olmayan şeyi talep etmekte edeb

göstererek Rabb’ının kemâlatını zuhûra çıkartmak için aczini i'tirâf etmiştir. Oysa Resûlullah (s.a.v), Cenâb-ı Hakk'a Hz. Süleymân (a.s)'dan daha fazla âriftir. Süleymân (a.s), isteğini sonlu zannederek hâsıl olmasını taleb etti. Resûlullah (s.a.v), sonun olmayışını tamamıyla idrâk etmiş olduğundan, idrâk edilemeyecek şeyin idrâkini talep etmekten yana edeb gösterdi. Ya’nî demek istiyorum ki, edeb göstererek öyle bir maksadın hâsıl olmasına ilişkin duayı terk etti. Çünkü Resûlullah (s.a.v), Allah’ın bu ilâhî halîfeliğin bir yer ile sınırlanmasını kimse için yapmadığını biliyordu. O zâtî husûsî bir mes'eledir ve onu Cenâb-ı Hak, bütün mahlûklarından gizli olarak, kendisi için seçmiştir.

Bu izâha göre sen, iki zâtın arasındaki farkı düşün! Birisi Rabb’ına ma'rîfet husûsunda sonlu bir haddi, öbürü de Rabb’ına ma'rifet husûsunda nihâyet olma-dığını söylemektedir!

İşte bu makâmdadır ki, evliyâdan "Muhammediyyûn" sınıfına dâhil olanlar bir takım sözler söylemişlerdir. Örneğin;

- Şeyhimiz Abdülkâdir Geylânî hazretleri, nebîler zümresine hitâben "Size nebîlik lâkabı ihsân edildi Bize size ihsân edilmeyen ihsân edildi" demiştir. Bunu İmâm Muhyiddin İbnü-l Arabî hazretleri, Fütûhât-ı Mekkiyye'de geçerli isnâd ile beyân etmiştir.

- Şeyh Velî Ebû'l-Gays İbn Cemîl hazretleri de "Biz evliyâ, bir denize daldık ki, nebîler o denizin sâhilinde durmaktadır" demiştir.

Page 283: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 37.Bölüm Zebûr Hakkında-Terzi Baba Şerhi

282

Bu tür sözlerin te'vîl ile başka yönleri olsa da, bizim görüşümüzde mutlak nebî, mutlak velîden daha üstündür. İnşaallâhu Teâlâ, nübüvvet ve velâyete âit bu kitabta özel bir bölüm gelecektir.

Allah, doğru yola hidâyet eder.

Page 284: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 38.Bölüm İncil Hakkında-Terzi Baba Şerhi

283

حيم بسم حمن الر� الر� BİSMİLLAHİR RAHMÂNİR RAHİYM

İncil Hakkındadır

Cenâb-ı Hak, İncil'i Îsâ (a.s)'a Süryânî lügatıyla indirdi ve İncil, onyedi lisân üzerine okundu.

Kur'ân'ın başının "Bismillâhirrahmanirrahîm" oluşu gibi, İncil'in başı da "Bi-ismi'l-Eb ve'l-Üm ve'l-İbn"dir. Îsâ (a.a)'ın kavmi, bu besmeleyi zâhirine bağlaya-rak, baba, ana, oğul denileni "Rûhu'l-Kuds, Meryem ve Îsâ"dan ibârettir zannetti-ler. Onun için "Allah, üçün üçüncüsüdür" dediler. Bilmediler ki;

- "Eb ya’nî baba" ile kasıt “Allah” ismi;

- "Üm ya’nî ana" ile kasıt "hakîkatlerin mâhiyeti" ta'bîr edilen zâtın özü;

- "İbn ya’nî oğul ile kasıt ise “Kitâb”, yâ'nî mutlak vücûddur. Çünkü mutlak vücûd, zâtın künhünün ya’nî özünün fer'i ve netîcesi olduğundan "ibn" demektir. Kur'an'da “ve indehu ümmül kitâb” ya’nî “Ümmü’l Kitâb O’nun indindedir” (Ra'd, 13/39) buyrulması, bu bahsettiğimize işârettir.

Bunun ayrıntıları “Ümmü’l Kitâb” bahsinde geçmiş idi.

Îsâ (a.s)’ın kavminin yaptıklarına karşı cevâb olarak Cenâb-ı Hakk'a;

- “Mâ kultu lehüm illâ mâ emertenî bihî” ya’nî "Ya Rabbi, ben kavmime senin (teblîğ hakkında) emrinden başka bir şey söylemedim" (Mâide, 5/117) demesi buna işârettir. Îsâ (a.s)'ın teblîği ise;

- “eni’budûllâhe rabbî ve rabbeküm” ya’nî "Benim ve sizin Rabb’ınız olan Allah'a ibâdet edin" (Mâide, 5/117) demesidir.

Îsâ (a.s)'ın bu şekildeki cevâbından besmelenin zâhiri üzerine yüklenmeme-sinden ve bahsedilen âyet-i kerîmedeki sözü ilâve etmesinden de belki o besme-lenin ma'nâsını beyân ve izâhta kavminin vehmettiği şeyi kaldırdığı anlaşılır. Kavminin vehmettiği şey ise, yukarıda söylediğim şekilde besmelenin zâhirine bağlamakla “ibn, üm ve rûhu'l-kuds”dan ibâret olduğu şeklinde yanlış bir zanna kapılmalarıdır.

Page 285: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 38.Bölüm İncil Hakkında-Terzi Baba Şerhi

284

Îsâ (a.s)ın bu beyân ve izâhtaki ilâvesi Allah indinde kendinin berâatini sağ-lamıştır. Çünkü Îsâ (a.s) kavmine hakîkati beyân ve izâh etti, fakat kavmi, Îsâ (a.s)’ın izâhı üzerinde durmayarak, Allah'ın kelâmından kendi anladıkları ne ise, o şekilde yanlış bir zanna kapıldılar.

Şu halde Îsâ (a.s)'ın cevâb makāmında;

- “Mâ kultu lehüm illâ mâ emertenî bihî” ya’nî "Ya Rabbi, ben kavmime senin (teblîğ hakkında) emrinden başka bir şey söylemedim" demesi, kavmi için özür beyânından ibâret olmuş olur. Yâ'nî Îsâ (a.s);

"Önce bahsedilen bu besmeleden ibâret olan İncil ile beni kavmime gönderen Sensin. Ve ben onlara Senin emrini teblîğ edince, senin kelâmından zâhir olan ne ise, onun zannına kapıldılar. Onların bu zannları kendilerinde oluşmuş olan il-min netîcesidir. Onları azarlama ve ayıplama, yâ Rabbi!"

tarzında bir ma'zeret beyân etmiştir.

Bu izâha göre onların şirkleri, tevhîdin aynından ibâret olmuş olur. Çünkü Îsâ (a.s)'ın kavmi, kendilerinde vukû' bulan ilâhî haber ile kendilerinde oluşmuş olan ilmin gereği ne ise, onu işlediler. Bundan dolayı onlar ictihâd edip de, ictihâdında hatâ eden ictihâd verici gibidirler. İctihâdında hatâ eden ictihâd verici için, yine de ictihâdı için mükâfat vardır.

Cenâb-ı Hakk Kur’ân-ı Kerîm’i Rabçadan Arapçaya tercüme ederken ma’nâsını da o ke-

limelere yüklemiştir. İşte burada da aynı olay vardır, îsevîlerin besmelesinin içine Cenâb-ı Hakk ma’nâsını da yükledi, ancak onlar bu kelimelerin içinde yüklü olan ma’nâyı anlayamadı-lar. Nasıl ki Mûsâ (a.s)’ın hakîkatini Îsâ (a.s) açtıysa, Îsâ (a.s)’ın hakîkatini ve âyetler ve sûretler dediğimiz âlemin hakîkatini ise Efendimiz (s.a.v) açmıştır.

Îsevîler tarafından zâhire bakılarak anlaşılan bu husûsların yanlış olduğunu belirtmek için Kur’ân-ı Kerîm’de İhlâs sûresi gelmiştir.

Îsâ (a.s)'a Cenâb-ı Hakk’tan:

- “e ente kulte lin nâsittehizûnî ve ummiye ilâheyni min dûnillâhi” (Mâide, 116) yâ'nî, "Sen Allah'ı bırakın da, beni ve vâlidemi ilâh olarak edinin diye in-sanlara söyledin mi?" diye, ilâhî soru sorulunca, Îsâ (a.s) yukarıdaki ma'zereti öne sürdü. Bunun içindir ki,

- “eni’budûllâhe rabbî ve rabbeküm” ya’nî "Benim ve sizin Rabb’ınız olan Allah'a ibâdet edin" (Mâide, 5/117) cevâbını verdikten sonra;

Page 286: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 38.Bölüm İncil Hakkında-Terzi Baba Şerhi

285

- “ve in tagfir lehüm fe inneke entel azîzul hakîm” ya’nî "ve eğer onları mağfiret edersen, o zaman muhakkak ki Sen Azîzü’l-Hakîm’sin" sözünü de ilave etti.

Böyle demeyip de, "Onlara azâb edersen, Sen şedîdü'l-ikâbsın" veyâ buna benzer başka bir şey söylemedi. Belki mağfireti zikretti ve mağfireti zikretmekle Hak'tan onlara mağfiret taleb etmiş oldu. Bundan anlaşılır ki, Îsâ (a.s) kavminin haktan dışarıya çıkmadığına hükmetti. Çünkü nebîlerden hiç birisi, azâbı haketmiş olan bir kimse için mağfiret talebini Hak'tan istememiştir. İbrâhîm (a.s) hakkındaki:

- “Ve mâ kânestigfâru ibrâhîme li ebîhi illâ an mev’ıdetin vaadehâ iyyâhu, fe lemmâ tebeyyene lehû ennehuaduvvün lillâhi teberre’e minhu” ya’nî “İbrâhîm ona olan vaadinden dolayı babası hakkında mağfiret vaad etti, ne zaman ki onun Allah düşmanı olduğu belli oldu, ondan uzaklaştı" (Tevbe, 9/114) âyeti bu konuda kesin delîldir.

Nebîlerin hepsi böyledir. Azâbı haketmiş olan kimse için mağfiret taleb et-memişlerdir. Bundan dolayı Îsâ (a.s)'ın kavmine mağfiret taleb etmesi, onların bu mağfireti hakettiklerini bildiği içindir. Çünkü, kavmi işin hakîkatinde bâtıl üzeri-ne olsalar da, kendi nefislerinde oluşan vâkıf olmaya göre hak üzerinedirler.

Bundan dolayı işlerinin hakîkati gereği yönünden bâtıl üzerinde oldukları için, azâba uğramaya tutulsalar da, kendilerine mahsûs inanışlarında hak üzerine oldukları için, işlerinin nihâyeti inanışları yoluyla zuhûr eder.

Onun için Îsâ (a.s) ifâdeyi gâyet güzel yaparak “İn tuazzibhüm fe innehüm ibâduke” (Mâide, 5/118) ya’nî "Eğer azâb edersen muhakkak onlar senin kulla-rındır" dedi.

Yâ'nî sana ibâdet ediyorlardı ve sana karşı inatları yoktu ve Mevlâ’sı olmayan kâfirler gibi, Mevlâ’sı olmayanlardan da değillerdi. Şu da var ki hakîkatte onlar haklıdır. Çünkü Hak, Îsâ (a.s)'ın, vâlidesinin ve Rûhu'l-kuds'ün hakîkatidir; belki Hak, her şeyin hakîkatidir. İşte Îsâ (a.s)'ın dediğinin ma’nâsı budur.

Îsâ (a.s), kavminin Allâh’ın kulları olduğuna şâhidlik etti. Bu şâhidlik ise ye-terli bir şâhidliktir. Yine bunun içindir ki, Cenâb-ı Hak sonrasında gelen âyette “hâzâ yevmu yenfeus sâdikîne sıdkuhüm” ya’nî “Bu o gündür ki, sâdıklara sadâkatları fayda verir” (Mâide, 5/119) buyurdu.

Bu âyet, Îsâ (a.s)'ın taleb ettiği şeyi, Cenâb-ı Hakk'ın kabûl ettiğine işârettir. Bundan anlaşılıyor ki, Îsâ (a.s) "Kavmim işin hakîkatine göre muhâlefette iseler

Page 287: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 38.Bölüm İncil Hakkında-Terzi Baba Şerhi

286

de, kendilerine zâhir olan şey ile benim sözümü te'vîl etme husûsunda ve bu i’tibâr ile nefislerinde sâdık oldukları için bu sadâkatları Allah'ın indinde kendi-lerine menfâat sağlar" demek istiyor.

Şu kadar var ki, bu şekilde menfâat sağlamaları, Rabb’larının indindedir, baş-kasının indinde değildir. Çünkü biz, zâhire ve işin hakîkatine göre onların dalâ-lette olduğuna hükmederiz. Bunun için "azâba tutulmuşlardır" deriz.

Îsâ kavminin kendi nefislerindeki inanışlarının hakîkati, netîce i'tibâriyle Al-lah ile berâber bir tür hak üzerine olduğu için, onların bu inanışlarındaki sadâkatları Allah indinde kendilerine menfâati gerektirmiş olarak, hükümlerinin netîcesi de ilâhî rahmet ile netîcelenmiştir. Cenâb-ı Hak, onlara nefislerinde Îsâ (a.s) hakkındaki inanışları yönüyle tecellî etmiş ve inanışları bu şekilde gözük-müş olduğundan, bu bakış açısından hak üzerine oldukları anlaşılmıştır.

Sonuç olarak; Hak, onlara inanışları yönüyle tecellî etmiştir. Çünkü, Cenâb-ı Hak kulunun kendine zannı ne yönde ise, ona göredir.

Îsevîler “baba, ana ve oğul” hükmünde zâhirinde de olsa ne kadar samîmi iseler, onlara

bir yön ile ya’nî Rabb’larının indindeki yönüyle bir faydası olur, bu samîmiyetin dışındaki bü-tün yönlerde kendilerine bu şekilde dahi bir fayda yoktur.

Bahsedilen bu izâhlardan netîce olarak şu anlaşılır ki, İncil zât isimlerinin tecellîlerinden ibârettir. Yâ'nî, zâtın isimlerdeki tecellîsi demektir. Bundan dolayı Îsâ da, Meryem de, Rûhu'l-kuds de Cenâb-ı Hakk'ın Îsâ kavmine vâhidiyyetle tecellîsidir ve bu tecellî bahsedilen tecellîlerdendir. Yâ'nî zât isimlerinin tecellile-rindendir.

Îsâ kavmi, Hakk'ı bu zuhûr yerlerinden her zuhûr yerinde gördüler. İşte bu tecellî i'tibârı ile, Îsâ kavmi zanlarında haklı olsalar da, hatâya ve dalâlete de düşmüşlerdir. Hatâları şundandır ki;

- Hakk'ın Îsâ’da, Meryem’de ve Rûhu'l-kuds'de sınırlandığını zannettiler.

Dalâletleri şundandır ki;

- İzâh edilen bu vâhidiyyette mutlak cisimlenmeye ve kayıtlı teşbîhe inandı-lar. Oysa vâhidiyyette bu şekilde kayıtlamak câiz değildir.

İşte hatâ ve dalâletlerinin kaynağı budur. Bunu anla!

Page 288: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 38.Bölüm İncil Hakkında-Terzi Baba Şerhi

287

İncil'de en esaslı bir şekilde bahsedilen ilâhî kâide, lâhutî nâmûsun nâsût vücûdda kıyâmı kâidesidir. Bu da, Hakk'ın halkta açığa çıkışının gereğinden baş-ka bir şey değildir.

Fakat Nâsâra, bu mes'elede cisimlendirmeye ve ulûhiyyetin belirli bir yer ile sınırlanması gibi yanlış bir fikre kapıldıkları için, İncil'de bulunan bahsedilen bu kâideye muhalefet etmişlerdir.

Hakîkatte ise İncil hükümleriyle hareket eden "Muhammedîyyûn"dur. Çünkü İncil, bütün kemâliyle öz olarak Kur'ân âyetlerinden bir âyette bulunmaktadır. O âyet de “ve nefahtü fîhi min rûhî” ya’nî “ve ona rûhumdan üfledim” (Hicr, 15/29) âyetidir. Allah'ın rûhu ise, Allah'tan gayrı bir şey değildir.

Cenâb-ı Hak, bu âyetle Âdem'de açığa çıkışını haber vermiştir ve bu haberini “Se nurîhim âyâtinâ fîl âfâki ve fî enfüsihim hattâ yetebeyyene lehüm ennehül hakk” ya’nî “Âyetlerimizi âfâkta ve enfüste onlara göstereceğiz. O'nun hak ol-duğu onlara belli olsun diye” (Fussilet, 41/53) âyetiyle de te'yîd etmiştir. Yâ'nî "âfâk" denilen âlemin tamâmında ve “enfüste” ya’nî kendi nefislerinde hak olan O'dur. Sonra da o geçmişteki haberi;

- “İnnellezîne yubâyiûneke innemâ yubâyiûnallâhe” ya’nî “Muhakkak ki sana bîat edenler Allah’a bîat ederler” (Fetih, 48/10) ve;

- “Men yutiır resûle fe kad atâallâhe” ya’nî “Kim Resûl’e itâat ederse Al-lah’a itâat etmiş olur” (Nisâ, 4/80) âyetleriyle açık bir şekilde söylemiştir.

İşte açıklanan bu şekil yönüyle ümmet-i Muhammed, işin hakîkatine vâkıf olma husûsunda hidâyete nâil olmuşlar ve Hakk’a âit vücûdu sâdece Âdem (a.s) ile sınırlamamışlardır.

Her ne kadar, “ve nefahtü fîhi min rûhî” ya’nî “ve ona rûhumdan üfledim” (Hicr, 15/29) âyeti, yalnız Âdem'i belirtmişse de, ümmet-i Muhammed edeb gös-tererek, Âdem ile kastedilenin insânî türün ferdlerinden her ferd olduğunu bil-mişler ve Hakk'ı vücûd cüz’lerinin her cüz'ünde kemâliyle müşâhede etmişlerdir. Ve bu şekilde, Cenâb-ı Hakk'ın “hattâ yetebeyyene lehüm ennehül hakk” ya’nî “tâ ki hak olduğu onlara belli olsun” (Fussilet, 41/53) ilâhî emrine uymuşlardır.

İşte Muhammed (s.a.v) ve ona tâbi' olan müslümanlar, bu şekilde tam olarak hak üstündedirler. Eğer bu âyet, İncil'de inmiş olsaydı, Îsâ (a.s)'ın kavmi de bu hakîkate vâkıf olurlardı. Fakat böyle olamaz, yâ'nî İncil'de nâzil olamaz. Çünkü Cenâb-ı Hak, indirdiği her kitâb ile bir çoklarını dalâlette bırakmış ve bir çokları-

Page 289: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 38.Bölüm İncil Hakkında-Terzi Baba Şerhi

288

nı da hidâyete ulaştırmıştır. Nitekim, Kur'ân-ı Azîm'de buna dâir âyet-i kerîme vardır.

Kur’ân-ı Kerîm’de Îsâ (a.s) hakkında geçen bütün âyetler incilî âyetlerdir ve İncil’in

hakîkatleridir. Aynı şekilde Mûsâ (a.s)’dan bahseden âyetlerin tamâmı da gerçek Tevrât’tır. Ve diğerleri de aynı şekilde olunca, Âdem (a.s)’dan i’tibaren gelmiş olan bütün suhuflar ve kitaplar Kur’ân-ı Kerîm’de mevcût olmuş olur.

Bütün bu âlemlerde Cenâb-ı Hakk bâtından Hak esmâsıyla zâhire çıkmıştır ama bu çık-ma yine kendi varlığıyla ve zâtıyladır.

Resmî âlimleri görmüyor musun ki, yukarıda geçen iki âyetin te'vîlinde nasıl

dalâlete düştüler de, kendi zannlarına kapıldılar. Her ne kadar onların kapıldık-ları zann da Hakk'ın vecihlerinden bir vecih ise de, resmî âlimler indinde muh-kem olan zâhir usûl gereğince kendileri Allah'tan ve Allah'ı bilmekten uzak düş-müşlerdir. Fakat hakîkat erbâbı, yine bu iki âyet ile ma'rifetullâha nâil olma hidâyetine mazhar olmuşlardır. Öbürleri için dalâlet sebebi olan şey, bunlar için hidâyet sebebidir. Cenâb-ı Hak, Kur'ân'da “yudıllu bihî kesîran ve yehdî bihî kesîrân ve mâ yudıllu bihî illel fâsıkîn” ya’nî "Cenâb-ı Hak, bununla bir çokla-rını dalâlette bırakır ve bir çoklarını hidâyete erdirir ve dalâlette bıraktıkları fâsıklardan başkası değildir" (Bakara, 2/26) buyurmuştur.

Araplar, yumurta büzülüp de yavru çıkarmaya elverişli olmadığı zaman “fesekatü’l beyza” ya’nî “yumurta cılk oldu” derler. Burada "fâsıkîn" ya’nî “fâsıklar”dan kasıt, "ilâhî tecellîyi kabûlden yana kâbiliyyetleri cılk olmuş olan kavim" demektir. Çünkü bu tür kimselerin indinde, "Allah, halkta zâhir olamaz" düşüncesi sâbittir. Hakk, halkta zâhir olamaz değil, belki o tür kimselerde zâhir olmaz.

Şerîat mertebesinde ikilik gereği olduğundan bu âyetlerdeki birlik anlaşılamamıştır.

Hakk’ın ma’rifeti hangi hadîslerle hangi âyetlerle elde edilecekse onun talebinden bulunmak lâzımdır yoksa şerîat mertebesi talebinde değil. Şerîat sırât-ı müstâkîme götürür ancak sırâtullâh’a götürmez, ancak tabîîdir ki sırât-ı müstâkîm olmadan da sırâtullah olmaz, ancak bütün ömrümüzü sâdece fıkıh ilmi öğrenmekle geçirirsek, o zaman onun kuralları içerisinde yaşarız ve ipek böceğinin kendi kozasından çıkamayıp, içerisinde kalması misâli kalır gideriz.

Yumurtanın cılk çıkması üretimin olmamasına işârettir ve bir şeyin üretimi yoksa eldeki de tükenmeye mahkûmdur. Bunların ölçüleri ve kıstasları değiştiği için ya’nî ikilik üzere oldu-ğu için kâbiliyyetleri cılk olmuştur. Dînimiz tevhîd dîni olduğu halde, mes’elelere bu şekilde değilde ikilik üzere baktıklarından üretimleri olmamaktadır.

Page 290: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 38.Bölüm İncil Hakkında-Terzi Baba Şerhi

289

Tenzîh mertebesi i’tibârıyla Allah ötelerde, kul buralarda anlayışı sürüp gider ve bu anla-yışla buralarda güzel iş yapan kul kendisini ona sevdirmeye çalışır. Bu anlayış ile milyarlarca yıl ömrümüz olsa da Allah’a ulaşmamız mümkün değildir.

Resmî âlimlerden bahsediyorduk. Resmî âlimler, kendi kapıldıkları zannın

yönüyle “ilâhî zât” hakkındaki hükümlerden olan tenzîhe âit usûl ve kâidelerden bu şekilde bildikleri te'yîdler ile hareket ederek, aynî husûsları terk etmişler ve hükmî vasıfları almışlardır. Bilmiyorlar ki, o hükmî vasıflar ayniyle ve kemâliyle, aynî husûslar ve Hakk’a âit halka dönük vücûd içindir.

Cenâb-ı Hak, Kur'an-ı Kerîm'in bir çok yerlerinde bu hakîkati kendinden ha-ber vermiştir.

- “fe eynemâ tuvellû fe semme vechullâh” ya’nî “Artık ne tarafa dönerseniz dönün, Allah'ın vechi oradadır” (Bakara, 2/115) ve;

- “Ve fî enfüsiküm, e fe lâ tubsirûn” ya’nî “Ve kendi nefslerinizde de var-dır. Hâlâ mı görmüyor musun?” (Zâriyât, 51/21) ve;

- “Ve mâ halaknes semâvâti vel arda ve mâ beynehumâ illâ bil hakkı” ya’nî “Biz semâları ve yeryüzünü ve o ikisinin arasındakileri ancak hak olarak halk ettik” (Hicr, 15/85);

- “Ve sahhare leküm mâ fîs semâvâti ve mâ fîl ardı cemîan minhu” ya’nî “Ve göklerde ve yerde olanların hepsini kendinden size amâde kıldı” (Câsiye, 45/13)âyetleri bu konuda kesin delîllerdendir.

Bunları insana amâde kıldı çünkü insanda zât tecellîsi olduğundan bu belirtilen esmâ ve

sıfat tecellîlerini bize amâde kıldı.

Bundan başka Hz. Peygamber'in "Allah, kulunun kulağı, gözü, eli ve dili-dir" ma'nâsında olan hadîsi de, bu konuda delîldir. Bunlardan başka sayılması mümkün olmayan bunlara benzee delîller de vardır.

Bunu anla!

Allah hakkı söyler ve yolu gösterir.

Page 291: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 39.Bölüm Dünyâ Semâsına İniş-Terzi Baba Şerhi

290

حيمبسم ا حمن الر� لر� BİSMİLLAHİR RAHMÂNİR RAHİYM

Cenâb-ı Hakk’ın Her Gecenin Son Üçte Birinde

Dünyâ Semâsına İnmesi Hakkındadır

Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz'in "Cenâb-ı Hak, her gecenin son üçte birinde dünyâ semâsına inerek "bir şey isteyen yok mu?" der" hadîs-i şerîfi, Cenâb-ı Hakk'ın vücûd zerrelerinden her zerrede açığa çıkışına işârettir. Bu hadîsteki;

- "Gece" ile kasıt, halka dönük zulmet ya’nî karanlıktır.

- "Dünyâ semâsı" ile kasıt, halkın vücûdunun zâhiridir.

-"Son üçte bir" ile kasıt, halkın vücûdunun hakîkatidir. Çünkü mevcûdlardan her şey, üç kısma ayrılır:

• Bir kısmı, zâhirdir. Bu kısma "mülk" ismi verilir.

• Bir kısmı, bâtındır. Bu kısma, "melekût" ismi verilir.

• Üçüncü kısım, mülke ve melekûta dönük kısımlanmadan yana mü-nezzehtir. İşte hadîs-i şerîfte işâret diliyle "son üçte bir" denilen bu kısım, ilâhî ceberûta âit kısımdır.

"Ceberûta âit kısım, kısımlanmadan yana münezzehtir", dedik. Çünkü, bir şe-yin kısımlanamaması dikkâte alınırsa;

- O şey için sûretinden ibâret olan zâhirinden, nefisten ibâret olan bâtınını akletmek zarûrî olduğu gibi;

- O şeye kıyâm sebebi olacak bir hakîkâtin varlığının bulunması da zarûrîdir.

İşte “son üçte bir” ile işâret edilen âşikâr oldu

- “Hakk'ın inmesi“ ise, halka dönük teşbîh nefsinde Hakk'ın tenzîh ile zuhûru demektir.

Page 292: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 39.Bölüm Dünyâ Semâsına İniş-Terzi Baba Şerhi

291

Bu hadîs-i şerîfle başka bir işâretle, başka bir i'tibârı dikkâte almak da müm-kündür. Bu işâret bundan önceki işâretten daha yüksektir. Bunun izâh edilmesi, aşağıdaki ilme bağlıdır.

- "Son üçte bir" ile kasıt, kul üzerine tecellî eden ilâhî sıfatlardan ibârettir. Ve zât hakîkâtinin zuhûru ancak, o tecellî eden sıfatın sonlarındadır; ne başlarında, ne ortalarında olmaz. Bu bizzat yaşanan bir husûstur, ancak keşf ile bilinir.

“Zât hakîkatinin zuhûru, tecellî eden sıfâtın sonlarındadır” dedik, oysa sıfat-lardan hiç bir şey için de, bir son yoktur. Bahsettiğimiz son ise, zât hükümlerinin başlamasıdır. Bu durumda zâtın zuhûru, sıfâtın gecesinin son üçte birinde zâhir olur demektir.

- “Dünyâ semâsı” ta’biri, Hakk'ın, ilâhî isimler ile halk tarafından bilinmesine sebeb olan sıfatlara inmesi demektir. Zâta ve sıfatlara nisbetle ilâhî isimler, dünyâ demektir. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın pek yüce sıfatlarına karşı, halkın da ona karşı ubûdiyyeti ya’nî kulluğu vardır. Ubûdiyyet ya’nî kulluk, ulviyyetin tam zıddı olan "denâet ya’nî alçaklık"tan türemiş olarak, dünyâdır. İlâhî isimler ise, halkın ubûdiyyetine kıyâm sebebi olan dünyâ semâsı demektir.

Bahsedilen bu i'tibârlar yönüyle şu anlaşılır ki; Cenâb-ı Hak, kullarına o kul-ların bilmiş olduğu sıfatlarda zâhir olur ve bu zâhir olma, o sıfatların zuhû- rundaki nihâyetlenmenin zamanında oluşur. Yâ'nî ilâhî kullar, bahsedilen sıfatla-rın zuhûrunun kemâlinden evvel sıfâtla berâberdirler, Allah ile berâber değildir-ler. İlâhî sıfatlar zuhûrda nihâyetlenmeye başlayınca, ilâhî kullar sıfât ile değil, zât ile berâber olurlar. Bunu anla!

Bu hadîs-i şerîfin sır yoluyla başka bir işâreti de vardır. Bu son işâret evliyâdan kâmil olanlar hakkında gerçekleşir. Bunun izâhı şöyledir:

- "Gece" ile kasıt, ilâhî zâttır;

- "Son üçte bir" ile kasıt, zâta nisbetle mümkün olan ma'rifetin ya’nî ârifliğin kemâlidir. Çünkü Hakk'ı ârif olmak, iki şekilde olur. Birisi, kemâlini idrâk etme-nin mümkün olduğu ma'rifet, diğeri de, kemâlinin idrâk edilmesi mümkün ol-mayan ma'rifettir. İşte “son üçte bir” ile kastedilen, Hakk'a nisbetle mümkün olan ma'rifetin kemâlidir. Çünkü velînin Cenâb-ı Hakk'ı ma'rifeti üç şekilde olur:

• Birinci ma'rifet, "Nefsine ârif olan, Rabb’ına ârif olur" hadîsinin ma'nâsını ma'rifettir. Bunun ma'nâsı üçüncü bölümdeki “SIFÂT” bahsinde geçti.

Page 293: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 39.Bölüm Dünyâ Semâsına İniş-Terzi Baba Şerhi

292

• İkinci ma'rifet, ulûhiyyeti ma'rifettir. Bu da, Cenâb-ı Hakk'ın zâtını hakettiği sıfatlarla bilmektir. Bu ikinci ma'rifet, nefse ârif olmakla kaydedi-len Rabb’ına ârif olmaktan sonra olur.

• Üçüncü ma'rifet, ilâhî bir yaşayıştan ibârettir ki, kulun vücûduna sirâyet eder ve kul o ma'rifetle Rabb’ı hakkında gaybtan şehâdete iner. Yâ'nî, madde bedeninde rubûbiyyet eserleri açığa çıkar. Bu derecede kulun eli için kudret, dili için tekvîn, ayağı için adım ve gözü için kendisinde hiç bir şey gizlenmemek üzere açılma, kulağı için vücûda âit hazretteki her konu-şanın sözünü dinleme kudreti oluşur. Bu ma'nâya Resûlullah (s.a.v) meşhûr olan “Ben onun işiten kulağı, gören gözü olurum…” hâdis-i kudsîsinde işâret buyurmuştur. Bu derecede Hak zâhir, kul bâtındır.

Üçüncü ma’rifet nâfilelerle yaklaşma makâmından sonra oluşan ma’rifettir.

Bu izâhlardan şu şekilde anlaşılır ki,

- “Rabb’ın inmesi”, rubûbiyyettin gereklerinden olan ilâhî eserlerin ve sıfat-ların zuhûrudur.

- "Dünyâ semâsı" ile kasıt da, velînin zâhir cismidir.

- "Son üçte bir" ile de kastedilen, kulun vücûduna sirâyet eden ilâhî yaşantı-nın ma'rifetidir. İşte ilâhî kul için mahk ve sahk denilen çok yüksek hâl, bu şekil-de oluşur ve bu şekilde tamâm olur. İlâhî kul bu dereceye ulaşınca, Hak kendi-sinde tahakkuk eder.

- “Her gece” ta'bîrinden murâd, her bir velîdeki her zâtî zuhûrdan ibârettir.

Bunu anla!

Bizim bu konuda izâh etmeye çalıştığımız bu hadîsin pek yüksek ibâresine dâir olan sözlerimizden dolayı, hadîsi zâhir ifâdesinden çıkarma! Sen bizim dikkât çektiklerimizle tahakkuk etmekle berâber, hadîs-i şerîfin zâhirî ifâdesini de terk etme! Çünkü Risâlet-meâb (s.a.v) hazretlerinin hadîsleri, sonu olmayan sırları ihtivâ edicidir.

Resûlullah (s.a.v)’in kelâmının zâhiri de vardır, bâtını da; her bâtının zâhiri olduğu gibi, her zâhirin de bâtını vardır. Bu yedinci bâtına kadar tahakkuk edebi-

Page 294: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 39.Bölüm Dünyâ Semâsına İniş-Terzi Baba Şerhi

293

lir. Çünkü Resûlullah (s.a.v) "Kur'ân âyetlerinin birbiri içinde yedi bâtını var-dır" buyurmuştur.

Resûlullah (s.a.v)’in kelâmı da, ilâhî kelâmdan bir şu'bedir. Çünkü Resûlullah (s.a.v), hevâsından konuşmaz. Söyledikleri Cenâb-ı Hak'dan kendisinde vukû' bulan vahiylerdir. Cenâb-ı Hakk'ın salâtı, selâmı, teşrîfi, ta'zîmi, temcidi, tekrîmi, o Resûl’e olsun.

Îsevîler sâdece işin zâhirinde kalmışlardı ve “İncil” bölümünde açıklandığı üzere bâtınına geçemediler, ümmet-i Muhammed’e verilen ise hem zâhiri hem bâtını yaşama kemâlatıdır ve bizim bu hakîkatimiz vardır.

Bizden şerîat mertebesinde olanlar bu zâhir yaşantıyı tatbîk ederek tahakkuk ettirdikle-rinde cennet ehli olabilmektedirler, bâtını ile birlikte zâhirini de tatbîk edenler ise ehl-i kemâl olmaktadırlar.

Güzel bir inanç ve tatbîkatla Kur’ân-ı Kerîm’in gerçek zâhirine dahi yapışsak Cenâb-ı Hakk’a Zâhir esmâsı yönünden yaklaşmış oluruz ve bu da Hakk’ın ta kendisidir zâten.

Bâtın kişinin irfâniyetine göredir, ilk bâtın ise kişinin zâhir varlığı dışında bir varlığı oldu-ğunu bilmesidir ki bu bilgi ile kişi bâtınına doğru yönelmeye başlar.

Page 295: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 40.Bölüm Fâtiha-i Kitâb-Terzi Baba Şerhi

294

حمن الر� حيمبسم الر� BİSMİLLAHİR RAHMÂNİR RAHİYM

Fâtiha-i Kitâb Hakkındadır

“Fâtiha-i Kitâb”, seb-i mesânîden ibârettir. Seb-i mesânî de yedi nefsî sıfattır.

Onlar da hayât, ilim, irâde, kudret, semi', basar, kelâmdır.

Resûlullah (s.a.v), "Cenâb-ı Hak, Fâtiha’yı kuluyla kendi arasında taksîm et-ti" buyurmuştur. Bu hadîs-i şerîf, vücûdun halk ile Hak arasında taksîm edilmiş olduğuna işârettir.

Zâhiriyle halk olan insan, bâtını i'tibâriyle Hak'tır. Şu halde vücûd, bâtın ile zâhir arasında taksîm edilmiştir. Dikkât et, nefsî sıfatlar ayniyle Resûlullah (s.a.v)’in sıfatlarıdır. Cenâb-ı Hak hayydır, âlimdir denildiği gibi, Resûlullah (s.a.v) hakkında da hayydır, âlimdir denilir. Diğer beş sıfât da böyledir. İşte bu izâh, Fâtiha’nın Allah ile kul arasında taksîmi demektir.

Fâtiha-i şerîf, ihtivâ ettiği kendisine delîl olunanlarla insânî yapıya işârettir. Çünkü Cenâb-ı Hak, vücûdun kilitlerini o insanî yapı ile açmıştır.

“Besmele her kapının anahtarıdır” sözünde “Besmele” zâten insanın ta kendisidir. Bes-

mele söylendiği zaman, Allah’ın zâtî zuhûru, oradan rahmâniyyet zuhûru, oradan rubûbiyyet zuhûrudur.

Fâtiha’nın Allah ile kulu arasında taksîmine gelince;

Bu taksîm, insan her ne kadar zâhiren halk ise de, Hakk'ın insânî hakîkat ol-duğuna işârettir. Çünkü insan, kulluk vasıflarını ihtivâ ettiği gibi, rubûbiyyet va-sıflarını da toplamıştır. Çünkü Allah, onun hakîkatidir. O hakîkat dahi, Muham-med (s.a.v.)’den ibârettir. Bu konuda Muhammed (s.a.v)'den başka bir şey yok-tur. İki mertebede mu'teber olan, iki memlekette mevcûd olan odur. Bundan do-layı Hak da odur, halk da odur.

Page 296: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 40.Bölüm Fâtiha-i Kitâb-Terzi Baba Şerhi

295

Bu hakîkatin Efendimiz (s.a.v)’e âit oluşu en geniş ma’nâsı ile ona âit oluşudur. Mü’minlere de ondan yansıyan şekliyle âittir ve gerçektir. Zâten ortada Muhammed (s.a.v) den başka bir varlık yoktur ve bizler onun nûrlarından başka bir şey değiliz.

Hele bir bak! Cenâb-ı Hak, Fâtiha’yı;

- Allah üzerine hamd ve senâ arası ile;

- Kula duâ arasında nasıl taksîm etmiştir.

Bundan dolayı kul;

- Vücûda âit aynî ve hükmî ilâhî kemâlât arası ile,

- Şuhûda âit halka dönük aynî noksanlıklar arasında taksîm edilmiştir.

Şu halde kul, fâtihatü'l-kitaptır, seb'u'l-mesânîdir.

Bu sûre-i şerîfte sayfaların sığdıramayacağı sırlar olduğu gibi, bize göre de açıklanması câiz olmayan sırlar vardır. Bundan dolayı ilâhî kelâmı bereketlen-dirme maksâdına dayalı olarak Fâtiha sûresinin zâhirine bağlı sözler söyleyece-ğiz.

“Bismillâhir rahmânir rahîm; El hamdu lillâhi rabbil âlemîn”

Kur'ân’ın başı olan, besmeleye bağlı olarak "El-Kehfu ve'r-Rakîmu Fî Şerhi Bismillâhirahmânirrahîm" isminde yazdığımız kitapta, besmele için yeterli izâhlar vardır. Besmelenin şerhini anlamak isteyenler, o kitabı incelesinler. Bura-da da besmeleye bağlı işâret yoluyla biraz söz söyleyeceğiz çünkü yeri gelmiştir.

Arâpça âlimleri, “besmelenin başındaki “B” harfi istiâne ya’nî yardım istemek içindir" demişlerdir. Bunun ma'nâsı, "Allah'ın adı ile şunu şunu yaparım" demek-tir.

“B”nin tamamlayıcısı olan fiilin düşmüş olması, her şeye kapsam olması için-dir. Besmelede işâret diliyle fiil düşünmek gerekse “Bismillâhi yuârefullahu” ya’nî "Allah ismiyle Allah’a ârif olunur" deriz. Çünkü Cenâb-ı Hakk'a ârif olmak için Allah isminin, senin üstüne tecellîsinden başka yol yoktur. Çünkü Allah ismi, kemâlâtı müşâhede için aynadır. İşâret ettiğimiz kemâlâtı anla!

İnsan kendi yüzünü ancak bir aynaya baktığı zaman görür ve insan “fe eynemâ tüvellû

fe semme vechullâh” hükmüyle Allah’ın vecihlerinden bir vecihtir.

Page 297: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 40.Bölüm Fâtiha-i Kitâb-Terzi Baba Şerhi

296

- “Ve kâlerkebû fîhâ bismillâhi mecrâhâ ve mursâhâ” (Hûd, 11/41) ya’nî “Hakîkât denizinin gemisi, Allah ismiyle yürür ve Allah ismiyle durur; başka bir isimle yürümez ve durmaz. Kalb gemicisi, tevhîd denizinde Allah ismi gemisine biner.”

Bu âyet-i kerîmeyi Nûh (a.s) yaptığı gemiyi hareket ettirmek ve durdurmak için söylü-

yordu. Ve bu âyeti kerîmede günümüzde ancak gözükmeye başladığı üzere araçların komutla hareket etmesi ve durması üzerine olan hakîkat dahi belirtilmektedir.

- “Ben Rahmân’ın nefesini, Yemen tarafından alıyorum" hadîsinin çevre-

sinde rahmâniyyet rüzgarı eserse, Rahîm isminin hidâyete rahmetiyle zât sâhiline ulaşır.

- Kalb gemicisi, îzâh edilen bu yönle zât sâhiline ulaşınca, isimlerde ve sıfat-larda münezzeh oluşa nâil olur. İşte o zaman vücûd fâtihasını fethederek, ibâdet eden ibâdet edilenin aynı olarak tahakkuk eder.

İşte Kur’ân-ı Kerîm de Fâtiha ile açılmakta, fakat bu sûrenin için de”Fâtiha” diye bir ke-

lime geçmemektedir ancak bu kelimenin ma’nâsı bu sûrenin içinde yüklüdür.

İşte o neşve ile "El-hamdulillâh" der. Allah, kendi zâtına hakettiği kemâl ile

senâ eder. Allah'ın kendine senâsı, kendisi için olan kemâlatta aynı ile açığa çık-ması ve tecellîsi demektir.

"El-hamdulillâh" kelimesindeki, "El” târif harfi de, kapsamlaştırma ve genel-leştirme içindir. Bundan dolayı, "El-hamdulillâh" "Külli elhamdulillâh ya’nî "Bü-tün hamd Allah'a mahsûstur" demektir.

Bu durumda, Hakka dönüklük ve halka dönüklük ile hamd edilmiş sıfatların hepsinden murâd, o Allah'tır. Bundan dolayı nefsine hamd ve senâsı;

- İlâhî mertebelerde ve halka dönük mertebelerde;

- Vücûdun hakîkî mâhiyyetiyle berâber zuhûruyla olur, demektir.

Ehl-i Sünnet'in "El” ta'rîf harfindeki görüşü, işte bu izâh ettiğimiz şekilde kapsamlaştırma ve genelleştirme içindir.

Page 298: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 40.Bölüm Fâtiha-i Kitâb-Terzi Baba Şerhi

297

Zâhir ehli bu konuda “Hamd Allah’a edilir” der. Ya’nî hamdı kul yapar diye söyler, oysa böyle olması için ibârenin “lillah” değil “ilallah” şeklinde olması gerekirdi. Çünkü kul Allah’ı hamd etmekten yana âcizdir. Kişi ancak tam olarak bildiği bir şeyi hamd edebilir, bilemediği bir şeyi hakkıyla hamd etmesi mümkün değildir.

Kul bu hamdı yapmaktan yana âciz olduğunu anlayıp, “Yâ Rabbi ben seni hamd etmek-ten âcizim” dediği anda, sözü Cenâb-ı Hakk alır ve kendisi kendini hamd eder ve bunu yine kulun lisânından söyler ama kendisi söyler. Bu durumun ismine de “ubûdet” denir ki bu fiil kulun değil Allah’ın fiilidir.

Mu'tezile ile Ehl-i Sünnet âlimlerinden ba'zıları, "El” ta'rîf harfi, ahd içindir"

dediler. Buna göre ma'nâsı, "Allah'a lâyık olan hamd, Allah içindir" demektir. Ve bu i'tibâra göre "el-hamd"daki işâret, ilâhî azamet ve rütbedeki hakedişe göre, Cenâb-ı Hakk'ın kendine senâsınadır.

Özetle, hamd makâmı, makâmların â'lâsıdır. Bunun için Muhammed (s.a.v)’in sancağı, “livâü'l-hamd” ya’nî “hamd sancağı” oldu. Çünkü Resûlullah (s.a.v), ilâhî rütbenin hakedişine göre ecell ve â'lâ Zât’a hamd ve senâ ederek, Hakk’a dönük ve halka dönük mertebelerde zâhir oldu. Onun bu iki şekildeki zâhir oluşu, vücûdun hakîkî gerekleridir.

“Livâü’l-hamd”, hamd mertebelerinin sekizincisi ve sonuncudur. Âhirette ehl-i islâmın al-

tına sığınacağı sancaktır.

“Allah” isminin “hamd”a tahsîs edilmesindeki sebebe gelince;

Ulûhiyyet, vücûdun bütün ma'nâlarını ve mertebelerini toplamıştır. Çünkü Allah ismi, vücûd hakîkatlerinden her hak sâhibine hakkını veren demektir. Bu ma'nâ, Allah isminin dışındaki isimlerde yoktur. Bunun beyânı, “Ulûhiyyet” bö-lümünde geçmişti. İşte bundan dolayı Allah ismi, “hamd”a tahsîs edilmiştir.

İşte bu tahsîsten sonra, bizim "insânî hakîkatten ibârettir" dediğimiz Allah ismi, "Rabbü'l-âlemîn" ya’nî “Âlemlerin Rabb’ı” olarak vasıflandı ki;

- Âlemlerin sâhibi ve;

- Âlemlerin benzersiz halk edicisi ve;

- Âlemlerde kâim olan ve;

- Âlemlerin zuhûr yeri ve zuhûra getiricisi demektir.

Page 299: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 40.Bölüm Fâtiha-i Kitâb-Terzi Baba Şerhi

298

Bundan dolayı ilâhî âlemlerde ve kula dönük âlemlerde Allah'tan başka bir şey yoktur. Zâhir de O’dur, Bâtın da O’dur; Rahmân ve Rahîm ile kasıt da odur.

Rab ismine ve Rahmân ismine âit gerekli tefsîrler, bu kitabın önceki bölümle-rinde geçmişti, oradan tetkîk edilsin.

İşte bu anlatılan hakîkatleri idrâk eden kişinin diyeceği sözde “innâ lillahi ve innâ

ileyhi râciun” dur. O kişi her ne kadar şu an kendisinde halk edilmişlik görüyorsa da onun Rabb’ından başkası olmadığını ve netîcede O’na döndürüleceğini bilir.

Bilinsin ki;

- “Rahmân” “Rahîm”den daha genele dönük; Rahîm Rahmân’dan daha özele dönüktür.

- “Rahmetî vesiat külle şey’in” ya’nî “Her şeye kapsam olan ve her şeyi ihâta etmiş olan rahmet” (A’râf, 7/156), “Rahmân” isminin feyzidir.

- “Sakınanlarla, zekât verenlere” (A’râf, 7/156) mahsûs olan rahmet, “Rahîm” isminin feyzindendir.

- Bu konuda aslî kâide şudur ki, Rahmân isminden anlaşılan rahmete hoş ol-mayan şey karışabilir. Merhâmeti barındıracak şekilde, çocukları dövmekle terbi-ye etmek gibi ve hastaya merhametten dolayı tadı iğrenç olan ilaçı içirmek gibi. Bu iki örnekte merhâmet mevcût olmakla berâber, içine hoş olmayan şey de ka-rışmıştır.

- Kısaca Rahmân, nerede olursa olsun ve nasıl olursa olsun ve içine hoş olma-yan şey karışsın karışmasın, her türlü merhâmeti kapsar.

- Rahîm ismi böyle değildir. O isim, hiçbir şekilde içine hoş olmayan şey ka-rışmayan rahmete mahsûstur. Bu sebebtendir ki, Rahîm isminin âhirette zuhûru daha kuvvetlidir. Çünkü cennetin ni'metlerine hoşnutsuzluk kederinin karışma ihtimâli yoktur. İşte bu salt feyz, Rahîm isminin eseridir.

Dünyâ yaşantısında Rahîm isminin tecellîsi ise; Cenâb-ı Hakk’ın kişinin özüne verdiği sırf

muhabbet, irfâniyyet ilmidir. Bu durum ise ancak tevhîd ehline hastır. Zâhirdeki olaylarda Rahîm ismine celâlî isimler karışmaktadır, ancak gönülden gelen Rahîm ismine hiç birşeyin karışması ihtimâli yoktur.

Page 300: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 40.Bölüm Fâtiha-i Kitâb-Terzi Baba Şerhi

299

Bir bak! Resûlullah (s.a.v), "Ümmetin şîfâsı üç şeyden birindedir: Ya Kur'an'dan bir âyette, yâhut bal yalamakta, yâhut ateşle dağlanmakta. Fakat ümmetimin ateşle dağlanmasını sevmem" hadîs-i şerîfinde, ümmetinin ateşle dağlanmasını sevmediği için Cenâb-ı Hak ona;

- “Sıkıntıya uğramanız ona ağır gelir. Size çok düşkündür, mü’minlere kar-şı harîstir, raûftur, rahîmdir." (Tevbe, 9/88) âyetinde "Rahîm" demiştir. Çünkü, Resûlullah (s.a.v)’in rahmetine, hoş olmayan şeyin kederi karışmamıştır. Onun için "rahmeten li'l-âlemîn" ya’nî “âlemlere rahmet” olmuştur.

Cenâb-ı Hak, fâtihâda “el-hamdulillâh” dedikten sonra, “el-hamdulillâh”ın tefsîrinde izâh edilen insân ferdlerinden her ferdin zâtının aynı olan hakîkât-ı muhammedîye'yi “Mâliki yevmü’d-dîn” diyerek vasıflandırmıştır.

- Melik, kuvveti şiddetli olan hâkim demektir.

- Yevm, Allâh’ın günlerinden birisi olan ilâhî tecellî demektir.

- Dîn, "edâne" kelimesinden türemiştir; "borç vermek" demektir.

Şu halde yevmü'd-din, mevcûdların kabûle mecbûr olduğu rabbânî tecellîden ibârettir. Cenâb-ı Hak o tecellî ile, eşyâda dilediği gibi tasarruf eder. Bundan do-layı Cenâb-ı Hak, mevcûdların Melik’idir.

Bu âyette “Dîn gününün sâhibi” şeklinde okunuş da vardır. Bu okunuşa gö-re, “Dîn gününün sâhibi” bâtın âleminin sâhibi demektir. "Bâtın âlem" dediği-miz, kıyâmet ve saât olarak ta'bîr edilen âlem demektir. O bâtın âlemi, içinde bu-lunduğumuz âlemdeki hissedilebilir sûretlerin ma’nâsı, mevcûdların rûhâniyet-lerinin mahallidir. Bunu anla!

“İyyâke na’büdü”

Yâ'nî, kendine kendisiyle hitâb ederek, "Sana ibâdet ederiz; başka kimseye ibâdet etmeyiz" dedi. Bu âyette Arab edebiyâtının usûlünce iltifât vardır. İltifât, “söyleyen yerinde iken muhâtaba, muhâtab yerine ise söyleyene” söylemek gibi, bir çeşit ifâde tarzıdır. Bir şâir kendisine hitâb ederek şöyle dedi:

Tahâbike kalbün;

Fîl hısânî tarûbün.

Page 301: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 40.Bölüm Fâtiha-i Kitâb-Terzi Baba Şerhi

300

Ya’nî, “Kalb seni götürdü; güzellere, neş’elenmekte.”

Burada, "kalb beni götürdü" demesi lâzım gelirken, "kalb seni götürdü" diye-rek, kendisini muhâtab makâmına koymuştur.

İşte Cenâb-ı Hak da “İyyâke na’büdü”de kendisini muhâtab alıyor. Yâ'nî mahlûkâttaki zuhûr yerleri ile kendisine ibâdet eden odur. Çünkü;

- Mahlûklarda fâil;

- Mahlûkların hareket ettiricisi;

- Mahlûkların durduranı,

Cenâb-ı Hak olduğu için, mahlûkların Hakk'a ibâdeti, Hakk'ın kendisine ibâdeti demektir. Esâsen Cenâb-ı Hakk'ın mahlûkları vücûda getirmesi, isimleri-ne ve sıfatlarına hakkını vermek içindir.

Özetle; Hak, kendi kendisine mahlûklar ile ibâdet etmiştir.

“ve iyyâke nestaîn”

Cenâb-ı Hak “İyyâke na’büdü”dedikten sonra, halk lisânıyla kendisine hitâb ederek, “ve iyyâke nestaîn” buyurdu.

Halk lisânıyla dememizin sebebi, halk ile de Hak ile de kastedilen kendisi ol-duğu içindir. Cenâb-ı Hak;

- İsterse, Hak kelâmı ile kendisine hitâb edip, halkın kulağıyla onu işitir;

- İsterse, halk kelâmı ile kendisine hitâb edip, Hak kulağıyla o kelâmı işitir.

İşte bu şekilde mahlûklar ile kendisine ibâdet edenin Hak olduğunu bize bil-dirince, bu hakîkatin bizde de müşâhedesine dikkât çekerek, “ve iyyâke nestaîn” buyurdu. Hakîki ibâdet edici olunca biz, ibâdet vesâireyi Hakk'a isnâd ederek güçten, kudretten, kuvvetten berî olmuş oluruz.

Ve bu hakîkati kendimizde ve kendimizden tefekkür ederiz ve vâhidiyyetine ârif olmaya yükselmek için Hak'tan gafil olmayız ve ilâhî tecellîler ile devlete nâil oluruz. İşte kendileri için ezelî saâdet öne geçmiş olanlar, bu şekilde saâdetli olur-lar.

Bu “iyyâke na’büdü ve iyyâke nestaîn”cümlelerinde o kadar çok büyük ma’nâlar vardır ki, bu sayfalar onun şerhine dar gelir. Bundan dolayı yaptığımız izâh ile yetinmeye mecbûruz. Çünkü maksâdımız uzatmak değil, kısa kesmektir.

Page 302: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 40.Bölüm Fâtiha-i Kitâb-Terzi Baba Şerhi

301

“İhdinas sırâtel mustakîm”

Sonra Fâtiha’da Cenâb-ı Hak, yine halk lisânıyla “İhdinas sırâtel mustakîm” buyurdu.

“Bismillâhir rahmânir rahîm”den “Mâliki yevmid dîn”e gelinceye kadar olan kısım, Hakk'ın lisânıyla Hakk'ın kendisinden haber vermesidir.

Fâtiha’nın ikinci yarısı ise, halk lisânıyla Hakk'a karşı hitâb etmedir. Bundan dolayı “sırât-ı müstakîm”, Hakk'ın zâtıyla zâtına tecellîsinden ibâret olan ahâdî şehâdet yerinin yoludur. Kur'ân'da "sırâtullâh" ta'bîri, buna işârettir; zuhûr tecellîsine giden yol demektir.

Cenâb-ı Hak “İhdinas sırâtel mustakîm” buyurduktan sonra, sırâtullâh ta'bîrindeki bütünlüğü ta'kîben, ahâdî şehâdet yerinin ehlini ayırıcı lisânıyla va-sıflandırdı ve: “Sırâtallezîne en’amte aleyhim” buyurdu.

Ya’nî "Vücûdunla ve müşâhedenle ni'metine mazhar olanların yolunu gös-ter." Bu tür ni'mete nâil olanlara Cenâb-ı Hak, ilâhî yakınlığının ni'metleriyle tecellî eder ve onlar "mağdûb-ı aleyh" ya’nî “üzerlerine gazab edilenler” değildir.

“Gayril magdûbi aleyhim” buyurması bunun içindir. "Mağdûb-ı aleyh" ya’nî “üzerlerine gazab edilenler”, Allah'ın Muntakîm isminin tecellîsine uğradıkları için uzaklık ehlidirler.

Cenâb-ı Hakk'ın "ve lâd dâllîn" buyurması "Hakk'ın hidâyetinden yana dalâ-lete uğramayanlar" demektir.

Şu halde âyetin ma'nâsı: "Dalâlete uğramayanlar ve üzerlerine gazab edilme-yenlerden olarak, vücûdunla ve müşâhedenle ni'metine nâil olanların yolunu bi-ze göster" demektir.

Dalâlette olanlar, Hakk'ı bulmayanlardır. Bunlar yine de “üzerine gazab edi-lenler” değildirler. Bunlar, Allah'ı bulmamışlar ise de, rızâsını bulmuşlardır. Hak, bunları indinde değil, civârında sâkin kılar. Bu türden olanlar o kimselerdir ki, Hak onlara:

- "Ey kullarım benden dileyin" dediği zaman,

- "Yâ Rabbi rızânı temennî ederiz" demişlerdir. Cenâb-ı Hakk cevâben,

- "Benim rızâmın mükâfâtı, sizi civârımda sâkin kılmaktan ibâret kalır, daha başka dileyin" diye onlara tekrar sorduğu zaman, yine;

- "Yâ Rabbi, rızândan başka bir şey temennî etmeyiz" demişlerdir.

Page 303: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 40.Bölüm Fâtiha-i Kitâb-Terzi Baba Şerhi

302

Çünkü, bu zümreden olanlar, Hakk'ı bilemezler; bilselerdi Hakk'ı temennî ederlerdi. Kısaca bu zümreden olanlar, cennet bahçelerinde var edilmişlerin ni’metleriyle ni'mete nâil olmuşlardır. Fakat Hak, onlara zâtıyla tecellî edici de-ğildir. Onlar Rahmân’dan dalâlettedirler, cennetlerin lezzetleriyle ni'mettedirler. Bunu anla!

Allah, hakkı söyler ve doğru yolu gösterir.

Yâsîn sûresinde belirtildiği üzere, cennet ehli o gün cennetin meyveleri ile meşgûldürler ama Cenâb-ı Hakk zâtıyla meşgûl olunmasını istemektedir.

Page 304: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 41.Bölüm Tûr Sûresi İlk Altı Âyeti-Terzi Baba Şerhi

303

حيم حمن الر� بسم الر� BİSMİLLAHİR RAHMÂNİR RAHİYM

Tûr Sûresi İlk Altı Âyeti Hakkındadır

Cenâb-ı Hak, bizi ve seni yardımına mazhar kılsın! Bilesin ki, bu bölüm bu ki-taptaki bölümlerin dayanağıdır, bundan dolayı burada söylenecek sözlerde kalb huzûru ile derin düşünmeyi ve tefekkürü kendine şart kılmalısın. Sözlerin zâhir yönüyle yetinme; yapacağımız tenbîhlerimizdeki işâretlerden yana kastımızı ve o işâretlerdeki incelik taşıyan ibârelerimizden daha ötede olan sırları taleb et.

Bilesin ki, Tûr ve Kitâb-ı Mestûr ile berâber bölümlerin hepsinde bahsedilen ma'nâlar, şerîatların sâhibinin sözü üzerine zâhirine sarf edilmekle berâber, bâtınî yönden bunların hepsiyle murâd sensin. Senin enniyetin ya’nî benliğin, o ibarele-rin hepsini toplamıştır. Ma'nâların çoğalması, senin benliğindeki yönlerin çoğal-masından dolayıdır. O ma’nâların hepsini kendinde dikkâte al; o isimler ile isim almış olan ve o sıfatlar ile sıfat almış olan sensin.

Çünkü Kur’ân-ı Kerîm insana gelmiştir ve insan buradaki ibâreleri anlamayacak olsaydı

hitaplar ona olmaz, o ibâreleri anlayacak birimlere olurdu. Bu nedenle bütün bu ibârelerin karşılığı ve yaşam sahnesi insandadır.

- “Vet tûri” (Tûr, 52/1)

Bilesin ki, Tûr ile kasıt, nefsindir. Cenâb-ı Hak, Kur'ân'da “Ve nâdeynâhu min cânibit tûril eymeni” ya’nî "Biz Mûsâ'ya Tûr-ı Eymen tarafından seslen-dik" (Meryem, 9/52) buyurdu. "Tûr-ı Eymen tarafından” demek, nefis tarafından demektir. Ancak bu ta'bîrden şu da anlaşılır ki, orada Tûr-ı Eymen'den başka, "eymen olmayan” bir Tûr daha vardır. İşte bu Tûr, Mûsâ'nın kendisinde halvet ettiği dağdır. Esâsen ehlullâh tarafından mağara ve benzeri tenhâ yerlerde halve-tin tercîh edilmesi usûldendir.

Özetle, orada Mûsâ'ya olan tecellî nefis tarafındandır, dağdan değildir. O dağ, Mûsâ'nın ibâdet ettiği mekânın bulunduğu yerin adıdır.

Page 305: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 41.Bölüm Tûr Sûresi İlk Altı Âyeti-Terzi Baba Şerhi

304

- Dağın parçalanması, Mûsâ'nın ilâhî bakâ tecellîsiyle kendisinden fânî olma-sından ibârettir.

- Mûsâ'nın bayılması, nefsin tam parçalanıp yok olması demek olan, mahk ve sahktan ibârettir. Mûsâ yok oldu; kul olan Mûsâ'dan eser kalmadı. Hak, zevâl bulmaz olarak bâkî kaldı.

- Bundan dolayı Mûsâ Rabb’ını görmedi, Allah, Allah'ı gördü. Bununla berâber arada Mûsâ olarak ta’bîr edilmiş olan zâttan başka da bir şey yoktur.

Bu ma'nâya Cenâb-ı Hak Kur'an'da “len terânî” ya’nî “sen beni elbette gö-remezsin” (A’râf, 7/143) demekle, işâret etmiştir. Bu sözün ma'nâsı odur ki, "sen mevcûd oldukça, ben senden kayıbım. Eğer beni bulursan, sen kaybolursun." Kadîm olanın zâhir oluşu ânında sonradan olanın bâkî kalmasına imkân yoktur. Bu ma'nâya Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri, "Sonradan olma olan, kadîme bitişince sonradan olmanın eseri kalmaz" sözüyle işâret etmiştir. İmâm Ali (k.A.v) de, "Ben gaîb olunca, o âşikâr oldu. O âşikâr olunca beni gaîb etti" diye buyurmuştur.

Mûsâ (a.s) yakarışında "Yâ Rabbi, sana nasıl ulaşırım" dediği zaman, Cenâb-ı Hakk'ın "Nefsini bırak da öyle gel" cevâbını vermesi de bu ma'nâya işârettir.

Bu izâhlara göre Tûr'un, nefsinin bâtınından ibâret olduğunu bildin. İnsanda "ilâhî hakîkât" diye ta'bîr edilen, işte budur. Çünkü insana "halk" denilmesi mecâzîdir.

İşte bu ifâdelerin hepsi birer terimdir, sonradan var edilen diye de bir şey yoktur, ancak

sâdece zuhûr vardır. Cenâb-ı Hakk’ın kendi varlığında olup, bâtındayken silüet kazanarak zâhire çıkmaktan başka bir şey yoktur.

Sonradan olandan eser kalmaması; anlayıştaki değişiklik demektir, yoksa ortada gözü-ken varlıkta bir değişiklik yoktur. Aslı zâten kadîm olanı biz sonradan olma olarak gördüğü-müz için bu ismi vermişizdir ki insanın tabîî yaşamının bir parçasıdır, çocukluktan i’tibâren çevre ve şartlanmalar bunu oluşturmuştur.

Hadîs-i şerîfe bak! Resûlullah (s.a.v), “Rahmân’ın nefesini yemen tarafından buluyorum” buyurmuştur.

- Daha önceki izâhta demiştik ki, Tûr-ı Eymen nefisten ibâret olup, eymen olmayan ise, Tûr Dağından ibârettir.

Resûlullah (s.a.v) bu hadîste yalnızca “yemen”i zikretmekle yetinerek;

- Rahmân'ın nefesini, nefsinin nefesinden bulduğuna dikkât çekmiştir.

Page 306: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 41.Bölüm Tûr Sûresi İlk Altı Âyeti-Terzi Baba Şerhi

305

- Rahmân’ın nefesi ise, Rahmân'ın isimlerinde ve sıfatlarında zuhûr etmesidir.

Cenâb-ı Hak Kur'an'da “Ves subhı izâ teneffes” ya’nî “Nefeslenmeye başla-dığında sabaha and olsun” (Tekvîr, 81/18) diye buyurmuştur.Burada “teneffes” ya’nî “nefeslenme” ile kasıt, zuhûr demektir.

Efendimiz (s.a.v) “cevâmiu’l-kelîm” olduklarından dolayı “yemen” ifâdesiyle hem Veysel

Karânî hazretlerine iltifât etmişler, hem de buradaki hakîkatleri belirtmişlerdir.

Her kişinin birimsel varlığında bu sabâh, ma’nâ âleminden gelen bir nûr ile ya’nî ilâhî sohbetlerle olsun, kitaplarla olsun, işte bunlar ile aydınlanmaya başlayınca nefeslenme baş-lar.

“Ve kitâbin mestûrin” (Tûr, 52/2)

Şimdi, bu izâhlara bakarak bilmen lâzımdır ki, “Kitâb-ı Mestûr” bütün dalla-rıyla, bütün aksâmıyla ve bütün Hakk’a dönük ve halka dönük i’tibârlarıyla mut-lak vücûddan ibârettir.

- Mestûr ya’nî satırlanmış olan odur, yâ'nî mevcûddur.

- Melekût ya’nî rûhlar âleminde dahi müşâhede edilen ve “Levh-i Mahfûz” dahi budur. Şöyle ki; Bunun mülk âleminde benzeri, insandaki “insânî edilgen kuvve ya’nî kabûl edici kuvve”dir.

“Fî rakkın menşûrin” (Tûr, 52/3)

"Rakk-ı menşûr," olarak ta'bîr edilen de işte bu “insânî edilgen kuvve ya’nî kabûl edici kuvve”dir.

İnsanî rûhtaki edilgenliği ya’nî kâbul ediciliği “rakk”a ya’nî “sayfa”ya ben-zetmenin bağlantısı şu yerden dolayıdır ki; Eşyâ rûhî kabûl edicilikte, aslî fıtratı-na dönük tab’ olmuşlukla mevcûddur. Mevcûdların o kabûl edicilik ile var olma-sı, hiç bir şeyin ondan eksik olmaması şekliyledir.

İşte "menşûr" ya’nî neşredilmeyle ta'bîr edilen budur. Çünkü kitab, neşredi-lince, o rakk-ı menşûrda ya’nî neşredilen sayfada ne varsa hepsi ma'lûm ya’nî bilinen olur.

İşte o “rakk-ı menşûr” ya’nî neşredilen sayfa, “levh-i mahfûz”dur. Onun ben-zeri, mevcûdların hepsini kabûl ettiği ve kendisinde tab’ edilmiş kıldığı için, in-

Page 307: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 41.Bölüm Tûr Sûresi İlk Altı Âyeti-Terzi Baba Şerhi

306

sanî rûhtur. O insanî rûh da, “levh-i mahfûz”un zâtı olduğu için, arada gayrılık yoktur.

Herbirerlerimizin kendi ma’nâlarımızın zuhûra çıkmış olduğu bir yer vardır, işte o zuhûra

çıkmış olduğumuz yer “rakk-ı menşûr”dur.

Bizlerin şu görünen varlığımız dahi bir “levh-i mahfûz” ya’nî “muhâfazalı levhâ”dır.

“Vel beytil ma’mûri” (Tûr, 52/4)

“Beyt-i ma'mûr”a gelince; Allah'ın zâtına tahsîs ettiği mâ'nevî mahallidir. Cenâb-ı Hak, onu yerden semâya yükseltti ve melekler ile ma'mûr kıldı.

Bunun benzeri insanî kalbdir. O, Hakk'ın mâ'nevî mahallidir.

Kalb, ebediyyen kendisini i'mâr edenlerden hâriç değildir. İ’mâr edenler ise;

- Ya ilâhî kudsî rûhtur;

- Ya melekî rûhtur;

- Ya şeytânî rûhtur;

- Veyâhut hayvanî rûhtan ibâret olan nefsânî rûhtur.

Kısaca, içindeki sâkinleriyle kalb dâi'mâ ma'mûrdur.

Cenâb-ı Hak, Kur'ân’da “İnnemâ ya'muru mesâcidallâhi men âmene billâ-hi” ya’nî “Allah’ın mescîdlerini ancak Allah’a îmân edenler i’mâr eder” (Tevbe, 9/18) buyurmuştur. Cenâb-ı Hakk'ın buyurduğu bu âyetteki "i'mâr," ikâmet de-mektir. Yâ'nî "ilâhî mescîdlerde mü'minler ikâmet eder" demektir. Zâten i'mâret de, "mesken" ma'nâsınadır.

Bizim şunu da bilmemiz lâzımdır ki; “Beyt-i ma’mûr” esmâ mertebesini bildirmektedir

ya’nî Cenâb-ı Hakk’ın zâtî tecellîsinin esmâ mertebesini bildirmektedir. “Beytü’l-Makdîs” sıfat mertebesini ifâde etmekte, “Beytü’l-Harâm” ise zâtî mertebeyi ifâde etmektedir.

Ka’be-i Şerîf’in içine evvelki dönemlerde putlar doldurulunca oradaki esmâ ve sıfat tecel-lisi “Beytü’l-Makdîs”e kaydırıldı ve orada o zamanda sâdece ef’âl tecellîsi ya’nî İbrâhîm mer-tebesi kaldı. Efendimiz (s.a.v) gelip kıble Ka’be-i Muazzâma’ya çevrilince bütün tecellîleri kapsamına alarak “Mescîdi’l-Harâm”a kaydırıldı. “Beytü’l-Makdîs”de şu anda İslâm’ın sâdece temsilciliği vardır ve o da Hazret-i Resûlullah’ın Mi’rac Gecesinde üstüne çıktığı taştır.

Page 308: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 41.Bölüm Tûr Sûresi İlk Altı Âyeti-Terzi Baba Şerhi

307

“Ves sakfil merfûi” (Tûr, 52/5)

“Sakf-ı merfu'”, kalbteki pek yüce ilâhî kuvvetten ibârettir.

Cenâb-ı Hak, kalbi “beyt-i ma'mûr”a benzetince, ilâhî hakîkati o beyte yüce bir çatı yaptı. Çatı da, beyttendir. “Beyt-i Ma'mûr”un çatısı, ulûhiyyettir.

Beyt, kalbtir. Çatı da beytten ve ona mahsûs bölümlerden ve onun parçala-rından olduğu gibi, Cenâb-ı Hakk'ı sığdıran kalb de O’ndandır ve O’nun bir par-çasıdır. Çünkü sığdıran küldür, sığdırılan cüz’dür.

Bu ta'bîr ise, işin hakîkatine bakarak mecâzen, anlamı genişleterek anlatabil-me lisânıyla söylenmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın hükmü ve vasfı ise, eşyâya kapsam olmasıdır. Hiç bir şey Hakk’ı ihâta edemez. O'nda külli olma ve cüz'î olma i'tibârı da câiz değildir. Belki kudsîyyetinde bunların hepsinden münezzehtir.

İşte bu izâha göre sen;

- Aynî vücûd yönünden Allah için olanı ve;

- Hükmî vücûd yönünden Allah için olanı ve;

- O’nun kim olduğunu ve;

- Senin ne olduğunu ve;

- Senin ne ile olduğunu ve;

- O’nun ne ile sen olduğunu ve;

- Senin ne yönle ona gayrılık gösterdiğini ve;

- Ne ile O’nun senin noksanlıklarından münezzeh olduğunu bil!

Bunu bilmekle berâber;

− Senin ile O’nun arasındaki bağlantının ne şekilde geçerli olup da, O’nu bulduğunu ve;

− Ne yönle seninle O’nun arasında bağlantının kesilerek onu gayb ettiğini de bil!

− Bu ibârelerin açıklığında ve işâretlerinde içinde barındırdığı ilâhî sırları da düşün!

Page 309: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 41.Bölüm Tûr Sûresi İlk Altı Âyeti-Terzi Baba Şerhi

308

“Vel bahril mescûri” (Tûr, 52/6)

“Bahr-ı Mescûr”a ya’nî “kendisinde hiç boşluk olmayan denize” gelince; ko-runmuş ilim, gizlenmiş sır, Kâf ile Nûn arasındaki hazînede gizli olan sır demek-tir. İşâret lisânıyla olan ta'bîri budur.

Zâhir ilmine göre ta'bîre gelince;

“Bahr-ı mescûr”; Arşın altında bir denizdir. Cebrâil ona her gün girer. O de-nizden çıkınca kanatlarını silkeler; kanatlarını silkeleyince yetmişbin damla dö-külür. Allah her damladan bir melek halk eder. O melekler, ilâhî ilmi taşıyıcıdır. İşte bu melekler her gün, “Beyt-i Ma'mûr”un bir kapısından girerek diğer kapı-sından çıkarlar ve kıyâmete kadar bir daha geri gelmezler.

Bizim açık anlatımdaki işâretlerimizi ve işâretlerdeki remizlerimizi iyi anla!

− O deniz neden mescûr oldu?

− Bu şafak niçin sökmedi? Bunu düşün!

− Bu, senin aklının idrâkindeki kusûr nedeniyle midir?

− Yoksa ilâhî kıskanma, bu hakîkati keşfe mâni' olduğundan mıdır?

Bu husûsları iyice tefekkür et!

Resûlullah (s.a.v)’ın, "Mi'râc’a çıktığım gece, bana üç tür ilim verildi. Bu ilimlerin birisi zâhir, birisi bâtın idi, birisinin de gizlenmesi için benden söz alındı" ma'nâsındaki hadîs-i şerîfindeki “gizlenme husûsunda söz alınmasını” iyi anla!

Özetle, bizim bu satırlarda ortaya koyduklarımız, o “Bahr-ı Mescûr”un kö-püklerindendir; yoksa “mescûr”un sözlükteki diğer anlamı olan gerdanlara ta-kılmak için hazırlanmış incilerden değildir.

Bununla berâber, biz elimizden geldiği kadar gizlemeye de gayret ettik. Bun-ların hepsini ibârelerdeki remiz ile işâretlerdeki bilmecelerle ve açık açık anlatır-ken, o anlatımı terk edip, gizleme yoluna dönmekle beyân ettik.

Bu kitap öyle bir kitaptır ki, onun gibisini zaman meydana getirmemiş, beyân şeklini geçmiş asırlar izâh etmemiştir.

Bu kitabı anla, düşün! Bahtiyâr oğlu bahtiyâr, bu kitabı okuyup da anlayan kimseden ibârettir.

Allah, hakkı söyler, doğru yolu gösterir.

Page 310: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

El-İnsân’ül Kâmil-Abdülkerîm Cîlî 41.Bölüm Tûr Sûresi İlk Altı Âyeti-Terzi Baba Şerhi

309

Gerçekten de bu kitaplar ve Muhyiddîn ibnü’l Arabî hazretlerinin kitapları, Kur’ân’dan ve hadîslerden sonra gelen ve zâtî hakîkati anlatan en önemli kitaplardır. Çünkü islâmiyyet zâtî hakîkati anlatmak için gelmiştir.

Bu kitabı okuyup anlayamayanlar ise bu kitabı anlayanlar ile birlikte okumalıdırlar ki an-lama yolu kendilerine açılsın.

Page 311: El-İnsân’ül Kâmil -Abdülkerîm Cîlî Mukaddime-Terzi lüm SIFAT Hakkında ... İnsanın idrâk ve irfan yoluyla Allah’a karşı muhabbeti vardır ki bu diğer hayvanlarda

310