62
SİNEMA KİTAPLIĞI Fransız Sineması Üzerine ŞENOL ERDOĞAN Bu eser http://genclikcephesi.blogspot.com tarafından yayınlanmaktadır. http://genclikcephesi.blogspot.com 1

Fransız Sineması Üzerine

Embed Size (px)

DESCRIPTION

Film Studies

Citation preview

Page 1: Fransız Sineması Üzerine

SİNEMA KİTAPLIĞI

Fransız Sineması Üzerine

ŞENOL ERDOĞAN

Bu eserhttp://genclikcephesi.blogspot.com

tarafından yayınlanmaktadır.

http://genclikcephesi.blogspot.com 1

Page 2: Fransız Sineması Üzerine

Fransız Sineması ÜzerineKISACA ...

Elinizde tuttuğunuz bu kitap; Fransa’da gerçek anlamda sinemadan bahsedilebilecek ve bu yoğunluğun yaşandığı dönemi; yönetmen ve filmler ağırlıklı olarak bir anlamda kronolojik bir yapıyla sergilemektedir.

Amaç; irdelenmiş bir Fransız Sineması ortaya koymak değil, daha çok Fransız Sinemasının genelyapısını gözden geçirerek, önemi genel kabul görmüş bazı noktaları da genişletmektir. Bundan dolayı da; bu kitapta uzun metinlerle kendilerinden bahsedemeyeceğimiz isimleri, yaptıkları önemsenecek işlerden dolayı küçük pasajlar şeklinde bir tablo içerisinde toplamayı –daha– uygun gördük; böylelikle de onlara değinmeden geçmemiş olarak; kendimizi ve “bu neden yok?” sorusunu yöneltebilecek okuyucuyu rahatlatmış olduk.

Eser bir anlamda iki ana bölümden oluşmaktadır; kitabın birinci kısmı diyebileceğimiz yanı; Fransa’da sinemanın endüstri açısından doğumu ve gelişimi ve daha sonralarıysa çeşitli sebeplerle nasıl durakladığını ve dış piyasanın iç sektöre yaptığı olumsuz dokunmaları; ardından da sessiz film yıllarından başlayıp sesli filme uzanan ve doksanlara değin filmleri ve yönetmenleri anlatarak gelen tarihi aktarırken; Fransız sineması içerisinde doğan akımları ve söz etmenin kaçınılmaz olduğu isimleri de içine almaktadır. Kitabın ikinci diye adlandırabileceğimiz son kısmında ise; en başından sonuna değin Fransız sinemasında adına rastlanan ve sinema adına gerçekten önemli olan kişilere değiniler yapacağız.

Fransa’ya belki sanatın doğduğu yer diyemeyiz ama şu bir gerçek ki sanat olarak sinemanın doğduğu ve sanatın tüm anlamıyla yaşadığı, yaşandığı, önemlisi; sanatçının da beslendiği bir yer olmuştur hep. Sanat anlamında ilkleri yaşamış bir ülke olan Fransa, sinemada da ilkleri yapmış bir ülke olarak ilgi sınırlarımızdadır şu an.

Sanırım öncelikle sinemanın fotoğrafçılık kaynağına bir göz atarak doğumunu kutsayıp daha sonraysa doğan bu çocuğun gelişim safhalarını izlemek en iyisi olacaktır.

Fransa’da Sinemanın Oluşumu

“Her şey, Lumiere Kardeşlerin fotoğrafçılıkla uğraşırken "sinematographe"ı bulmaları ve geliştirmeleri ile başlamıştır” sözcüğü pek doğru değildir: Kimse sinemanın Lumiére’lerin bir icadı olduğunu öne süremeyeceği gibi, kimse de sinemanın başlangıcına ilişkin bir noktalama yapamaz.

http://genclikcephesi.blogspot.com 2

Page 3: Fransız Sineması Üzerine

Şöyle ki; sinemanın önceliğine doğru bir bakış yaptığımız da karşımıza çıkacak olan şey ana hatları belirli bir tablo ya da bir tarih olmayacak bunun yerine bir süreç ile karşı karşıya kalacağızdır. Ne Edison’un 1891’de patent aldığı Kinetescope’u, ne Robertson’ın 1798’ deki Phantasmagoria’sı, ne de Reynaud’nun 1892’de yaptığı Pantomimes’si ve 1890’lara kadar gelen değişim süreci sinema için bir patlama noktası olmamış, başta da belirttiğimiz gibi bir sinema evrimi ortaya koymuştur di-yebiliriz. 1880 senesinde Adriano de Paiva konuyla ilgili olan çalışmalarını yayımlamış; Rignoux ise 1909 senesinde gerçek bir aktarımı başarabilmiştir. Gene de sinema için film gösterebilir hale gerçek anlamda gelene dek icat edilmedi cümlesi kurulmuştur, kurabiliriz. Tarihe

baktığımız zaman Kinetescope’un sadece bir gösteri-m kutusu olduğunu gördüğümüzden dolayı onu sinema olarak elbet kabul edemeyiz, zira bu aygıt sadece bir kişiye sunum yapabiliyor ve bu da sadece mevzu kutunun içine sabit bir şekilde bakmakla sağlanabiliyordu. Bu aygıt Viktoryan dönemin Zoetrope’un dan farklı bir şey değildi. Yıl 1895’ e geldiğinde icatçıların filmi aralıklı bir şekilde akıtan aygıtlar yaptığını görebiliyoruz. Lumiére’lerin yaptığı da böyle bir şeydi zaten ve filmlerin sürelerinin çok kısa oluşundan dolayı süreklilik anlamında pek bir sorun yaşanmıyordu. İhtiyaç duyulan tek şey gösterimin duraksatılmasını ya da kesilmesini engellemek ve bir akışkanlık sağlamaktı. 1897’li yıllarda Woodville Latham ve R.W Paul’un buluşları ile bu sorun ortadan kalkıyordu. 1905 yılına gelindiğindeyse sinema tarihinde Malta Haçı adını almış olan teknikle bu problemler tamamen ortadan kalkıyor; icat 1905’lerde tüm kusurlarından arınıyordu ve bu biçim hâlâ 35 mm projeksiyonunda da kullanılmaktadır.

Bir hareket noktası olarak Lumiere Kardeşler ile devam edecek olursak; buldukları bu icatla çektikleri görüntüleri daha sonra halka gösteriyorlardı ki bunlar genellikle; kısa belgesel, haber, ve komedilerden oluşan filmlerdi. Lumiere'lerin bu işi ileri götürmeleriyle -ki bunda yeterince ilgi görmelerinin de payı büyüktü - sinema gösterileri farklı tarzlarda ve konularda çekilmeye başlandı. İşin aslı yaptığımız girişe çok ters doğrusu; zira Lumiere'ler sinemanın eğlenceden öte geçebileceğine değil inanmak bunu akıllarına dahi getirmiş değillerdi oysa. Birkaç yıl sonraysa sinematografı ve patentini Pathé'ye (ilerleyen safhalarda Pathé hakkında bir hayli yazacağız) sattılar.

Fransız sineması dünya ilklerini gerçekleştirmiştir” gibi bir sözcüğü hiç tereddüt etmeden kurabiliriz; gerçek anlamda bir çok yeniliğin doğum yeri olmuştur Fransız Sineması: Max Linder’ın komedileri, Sanat Filmi kavramının doğuşu, dizi filmlerin çekilmeye başlanması, ilk canlandırma filmlerin Emile Cohl öncülüğünde çekilişi, Sürreal noktalarla ağırlık kazanacak olan Avant-Garde’ın sinemaya girişi; fotojeni, hızlı ritim ve heyecanı öne çıkaran Louis Delluc, Abel Gance, Rene Clair, Jean Renoir, Jean Vigo, Jean Gabin gibi yönetmenlerin ortaya çıkıp Fransız İzlenimcileri’ni var etmesi gibi sinemayı var eden olguların gerçekleşmesine sahiplik etmiştir.

Evet, yapılması gereken bu sunumlardan sonra en başta da bahsettiğimiz çizgiyi izleyecek olan kitabımıza başlayabiliriz.

FILM D’ART

http://genclikcephesi.blogspot.com 3

Page 4: Fransız Sineması Üzerine

Sinema elbet ilgi çekecekti ve bu ilgi tabakalara göre farklılık gösterecekti; insanların yaşama, dünyaya bakışlarında ki farklar gibi sinemaya olan bakışlar da her yönden farklı olacaktı; tıpkı aydın sınıfın bakış açısının halktan ayrılım noktası gibi. Böyle bir hareketi ilkin Lafitte Kar-deşler gerçekleştirecekti. Lafitte’ler: Lavedan, Leamitre, Sardou, Rostand gibi senaristlere Film d’Art, Sanat Filmi adı altında (kurdukları bir şirketle) senaryo siparişleri verdiler. Comédie Française ise ortak düşüncelerinden dolayı piyasadan farklı olduklarını düşündükleri oyuncu ve yönetmenler konusunda onlara destek sağlayacaktı. Büyük yönetmenler, ünlü oyuncular ve isim yapmış besteciler kullandılar. İlk filmleri 1908 tarihli; L’ Assassinat du Duc de Guise, Guise Dükünün Öldürülüşü oldu. Seyirci kitlesi baştan belli ve hazırdı; soylu ve kültürlü tabaka! Bu yapımın ortaya çıkışı ve eserin kabulü ile birlikte ünlü eserler ve ünlü oyuncular süreci başlamış oldu. Sanat Filmi adını alsa da, süreç, özellikle tiyatro yazarlarına verilen siparişlerden de etkilenerek ortaya bir théâtre film akımı doğurmuştu ve sinema Méliés’ten sonra yeniden tiyatro ile gölgelenmişti. Belki bu tarzın doğması için olumlu olarak şunu söylemek mümkündü: Sinema sadece bir eğlence aracı bir oyuncak olmadığı gibi; salt ayak takımına indirgenecek bir olgu da değildi. İşte soyluların sinemaya yönelik bu tutumları sayesinde belki de sinema biraz kişilik bulmuş olacaktı. Film D’Art’ın başlıca örnekleri şunlar olmuştur: Manon Lescaut, Macbeth, Carmen, Don Quichotte, Oliver Twist, l’ Arlesienne, Le Roi s’amuse, Rigoletto, Notre Dame’ın Kamburu, Sefiller, L’assommoir, Germinale, Üç Silahşörler, Kamelyalı Kadın, Le Mystere de Paris.

Film D’Art sonrasında bahsedilecek diğer önem noktası ise; Canlandırma Sineması ve bu dalın yegane ismi Emile Cohl olacaktır. Reynaud’nun çalışmalarına değin dayanan Canlandırma Sineması için kullanabileceğimiz en eski tarih 1844 yılıdır. 1888 senesinde yapılan Zavallı Pierrot bir çıkış noktası olarak alınmıştır. Bu tarz kesinlikle Courtet ve Cohl ile başlamış ve bir süre sonra Fransa’da kabul görmüş ve sevilmiştir diyebiliriz. 1906’da La Vie du Christ, İsa’nın Yaşamı yapılmıştır. 1920’li yıllarda ise animatörler Fransız Edebiyatından uyarlamalar yapmışlardır. Emile Cohl’a gelecek olursak: 1857 doğumlu sanatçı önce ünlü karikatürist André Gill’den dersler almış sonrasında ise mizah dergilerinde çizimler yapıp sinema tutkusunu Gaumont’da senarist ve yönetmen olarak ortaya koymuştur. 1908’de ilk yapımı olan Fantasmagorie’yi ortaya koydu; 1918’e değin yüzlerce kısa film yaptı. Tanınmasını sağlayan yapımı Les Joyeux Microbes, Neşeli Mikroplar oldu. Ardından basit ve çocuksu çizgi stillerine sahip olan: Les allumettes animées, Canlı Kibritler; Drame chez les fantoches, Kuklalar Arasında Bir Ağlatı’yı ortaya koydu. Bu arada Pathé sonrasında ise Eclair şirketlerine geçiş yaptı. Kukla film deneylerini ve Don Quichotte’u yaptı. 1912’de A.B.D’ye geçti ve Baby Snookums adlı ünlü çizgisini gerçekleştirdi. Ama ülkesine döndüğünde artık ilgi çekmeyecekti. Bu arada Komik Hayvanlar Dizisi, Séries d’animaux comiques ile uğraştı. 1938 senesinde sefalete yakın bir çizgide öldüğünde ardında önemli şeyler bırakmıştı.

Üçüncü önem noktası olarak ise Fransız Sinemasının belki de en özel dönemi olan Avant-Garde Sinema’dan söz açmamız gerekiyor.

Avant-Garde Sinema 1908 yılında, Paris'te Club des Amis du 7 e Artı kuran Ricciotto Canudo'nun sanat sineması üzerine kaleme aldığı eleştirel yazılarla kendini hissettirmeye başlamıştır. Belirtmeliyiz ki bu sadece işin teorik safhasıdır. Emile Cohl ve de Jean Durand'ın çalışmalarından etkilenmiştir. Savaşın ardından -daha öncede belirttiğimiz gibi- küçük oluşumlar söz konusu olmuştu ve bu oluşumların arasında deneyselliğe taban olacak, aydınlar tarafınca oluşturula gelen küçük çaplı yapım evleri oluşmuştu. Bu oluşumun tabanında ressam ve şairler yer almaktaydı. Onlar sadece savaş sonrası ortaya yayılmış olan ideolojilere, ahlak, sanat ve felsefe oluşumlarına ve kurumlarına değil bu öğelere bir bütün olarak yani savaşı baz almadan, öncesi ve sonra-sıyla saçma ve usdışı-ötesi olarak daha iyi bir tabirle çılgınlık diyebileceğimiz bir uslupla ayak diremişler ve yeni bir oluşum ortaya koymuşlardı. Elbetteki bu eksenin merkez noktası Paris olacaktı. Arp, Ray, Ernst, Klée, Miro, Picasso gibi sür-real-ist'ler ilk sergilerini düzenlemişlerdi bile. Bir akım olarak Dada-

http://genclikcephesi.blogspot.com 4

Page 5: Fransız Sineması Üzerine

izm, Breton, Soupalt, Aragon, Apollinaire, Elouard gibi şairler de bu süreçte isim yapmışlardır. Tüm bu oluşumların sinema üzerinde bir etki yapmaması kimse tarafından düşünülemezdi elbet, yapacaktı da.

Sinema olarak Avant-Garde, 1920 ila 30 arasındaki zamanı kapsayacaktı. Sanırım genel kabul gören kanı, sürecin öne çıkan sinemacısı olarak Louis Delluc isminden başkası olmayacak, peki Delluc ne yapmıştır: Işık ve ritmin yaratıcı bir şekilde kullanılması gerektiğini ve kullanabileceğini söyleyen bu adam Photogénie kelimesini irdeledi. Anlam olarak bu sözcüğe; herhangi özelliği bulunmayan bir nesnenin bir liriksellik sergilemesine se-bep olan görüngü biçimi dedi. Sinema sanatçısı yönetmenin, elindeki en önemli malzemenin ışık; buna bağlı olarak gölge, insan yüzü ve tüm nesneler olduğunu söylemekteydi. Sinemanın tinselliğin formülasyonunda önemli bir nokta olduğunu biliyor ve psikolojik alanın yaratılması, zamanı şekillendirme ve zihnin belirlediği hissini sağlayan görüngüler yaratma konusunda öne çıkıyordu. O tüm bu düşünceleri doğrultusunda yazdığı sinema yazılarıyla gerçek anlamda bir ünvana kavuşuyordu. Delluc bir eleştirmen ve kuramcıydı, ortaya koy-duğu filmlerlede sinemacılığını gerçek anlamda ispat etmişti. Delluc, filmlerinden biri olan Fiévre ile Vigo ve Carne'ı etkileyecekti . Ama etki bununla sınırlı kalmamış anlaşılan ki yeni çekim, kurgu, kamera teknikleri geliştiren bir grup doğmuştu. Dulac, Epstein, Kirsanov, Menilmontat bu çizgi insanlarının başlıcalarıydı. Avant-Gard çizgisine ait örnekleri sıralayacak olursak:

Henry Chomette'un Cing Minıtes de Cin"ma Pure'u, Jean Gremillon'ın PhotogéniqueMécanique'i, Marcel Duchamp'ın Anaemic Cinéma'sı, Eugéne Deslaw'ın La Marche des Machines si Ferdinand Léger'in Le Ballet Mécanique'i önde duran örneklerdendir. Deneysel Sinemada gerçeküstücü kulvarda ise Fransayı kesinlikle Luis Bunuel'in Un Chien Andalou'su ve onun kadar ol-a-masa da L'age dor yapıtı, Ray'in Emak Bakia'sı ve Cocteau'nun Le sang d’un poéte ile başladığı; Orphée ve Le Testament d’Orphée’ile bitirdiği üçlemesi temsil etmiştir. Bu arada bahsetmezsek olmaz;

Bunuel'in Un Chien Andalou'su senaryoya Salvador Dali'nin ortak düşmesi bakımıyla da ünlenmiş, aralarına giren soğukluğa rağmen Bunuel, ilkinden çok uzak ikinci sürreal çalışmasında genede yaratıcılığını Dali'nin yaptığı bir sahneyi filme koymuştur.

Fransa’da Sinemanın Endüstrileşme Süreci ve Sessiz Sinema Yılları 1907-1922

Tarihin 1907’yi gösterdiği zamanlardı ve sinema Fransa’da kendisine bir ‘yıl’ edinmişti; bu tarih için ‘sinema yılı’ denebilirdi gerçekten. Bu öylesi bir atmosferdi ki bu ortamı oluşturan yegane yapı sinemaya geleceği sınırsız bir dal olarak bakılmasıydı. Bunların sonucunda da sinemanın bir sektör olması kaçınılır değildi, kaçınılır olmadığı gibi bu alanda bir yatırım patlaması yaşanması da beklenenin olması olarak açıklanabilir ancak.

Söz konusu çoğul üretim olduğunda bu pazarın merkez noktasına oturan bir tek isim söz konusuydu; bu, günde kırkbin metre film pozitifi, ay da ikiyüzelli kamera, bunun yanı sıra sayabileceğimiz teknik ekipmanın tümünü sağlayan Pathé idi. Çok değil birkaç yıl sonra bu rakamlar nerden bakılsa iki katına ulaşmış olacaktı. Elbetteki sektörün beslenmesi, büyümesi

http://genclikcephesi.blogspot.com 5

Page 6: Fransız Sineması Üzerine

için gereken şeydi ve bu beslenmenin harcında olmazsa olmaz en önemli şey başta Paris olmak kaydıyla Fransa’da yeni sinema salonlarının inşaa edilmesiydi. Bununla birlikte gösterim alanları hızla gelişiyor yani kitle büyüyordu. Burada belirtilmesi gereken şey şu ki : büyüyen sadece Fransa’da sinema değil, birbirlerinin gelişimini omuzlayan şirketlerdi de. Aynı zamanda; bir diğer anlamla biri olmadan bir diğerini düşünmek imkanın dışında kalan bir şeydi. İlerleyen ama yakın tarihlerde Pathé dünya çapında tam anlamıyla tüm kollarıyla yaygınlaşmış bir şirket halini alıyordu. Elbetteki bu girişimlerin ardından yeni şirket oluşumları gelecekti ve geldi de. Bunlardan büyük paya yaklaşabilecek, ikinci olarak sayabileceğimiz şirket Léon Gaumont’dan başkası değildi. Film ekipmanından yapıma, dağıtım ve gösterime değin aktivitesi yüksek bir şirketti. Bu listeye daha sonraları bambaşka açılımlara kapılar açan Eclair de eklenecek ve bunun ardını küçük şirketler takip edecekti.

Şimdi doğup hızla gelişen ve muazzam bir ağa ulaşan sektörü az da olsa kenara koyup sektörde yer alan filmlere yönelelim. İlk dönem diye isim verebileceğimiz zaman dilimimde gösterimi yapılan filmlerin ardından (ki bunlar güncellik üzerine kurulu atraksiyon filmleriydi) 1907’li yıllara baktığımızda; ağırlıkla yönetmenliğini Albert Capellani’nin yaptığı drama ve gerçekçilik başlıkları üzerine oturtulmuş anlatısalcılığa dayalı yapımların bu dönemin öncesini kapsayan ve klişe yakınlığa varmış olan komedi filmlerinin yerini aldığı gözlemiyle karşılaşıyoruz. Bu süreç için sayabileceğimiz filmlerin başında: La Loi du pardon, Pour un collier gibi Grand Guignol yapımları geliyordu. Bu filmlerde karşımıza çıkan değişiklik diyebileceğimiz önemli nokta kameraların gelişen ve değişen çekim planlarıydı; buna kameranın giderek çok yönlülüğü daha fazla kullanmaya başlaması da diyebiliriz. Bu yapıyla çekilmiş filmlere baktığımızda; Korsanlar, Kılpayı Kurtuluş, Beyaz Eldivenli Adam tarzında melodram yapımların yanı sıra Ruse de mari, Le Cheval emballé gibi komedi türü yapımlarda tatmin edici sonuçlara varmışlardı.

1909’lu yıllara geldiğimizde, Gaumont tarafından yapılan bir komedi dizisi olan ve artık Fransa’da standartlaşmanın kesin belirtisi olarak baz alınabilecek bir noktayı gösteren Calino dizisi çekiliyordu ve bunu bir yıl aradan sonra yani 1910 yılında René Dary’nin rol aldığı Bébé dizisinin izleyiciye sunulması izledi; ardından 1911 yılında yapımına başlanan oyunculuğunu Ernest Bourbon’un yaptığı Onésime dizisi geldi. Bu arada Pathé tarafından dağıtımı yapılan iki komedi yapımı olan Charles Prince’in yer aldığı Rigadin ve Max Linder’li La Petite Rosse bu komedi furyasının içerisinde fark atanlar olarak göze battı. Bu süreç için söylenebilecek yegane şey Fransa’da komedinin alabildiğine popülerliğini arttırmış olmasıydı.

Komedi furyası almış başını ilerlemiş olsun bir diğer yandan da sektörel basının da yoğun çalışma ve yardımlarıyla Fransa’da sinemanın saygın bir kültürel kimlik kazanması için çabalanıyordu. Yıl 1911’i gösterdiği dönemlerde Fransız filmleri metrajları bakımından kesinlikle bir kalıplaşma yaşıyordu; ciddi ve öyküsel diye nitelendirilen yapımlar için 300 metrelik tek makara tipi kullanılırken, 150 metrelik yarım makara tipi komedi tarzı filmlerin standartlarını belirliyordu. Bu bahsi edilen ölçüler sonraki birkaç yıl içinde sabitliğini koruyacaktı ve bu süreç içerisinde yapılan: Scénes de la vie telle qu’elle est dizisinin ilki olan Louis Feuillade’in Les Vipérés’i, yönetmenliğini Léonce Perret’in yaptığı Sur les rails, René Leprince tarafınca yapılan, koreografıyla dikkat çeken Le Coupable gibi filmlerde yoğunlaştırılmış öykü anlatımının olağanüstü bir aracı olduğu anlaşılmış oldu.

1911’li yıllara gelindiğinde üç ve daha fazla makaralık metrajlı filmlerin sinemada yerini aldığını görmekteyiz. Şimdi, Pathé tarafından piyasaya sunulan bu filmlerin neler olduğuna bir bakalım: Tarihsel bir melodram niteliğinde olan ve Capellani’ce yapılan Le Courrier de

http://genclikcephesi.blogspot.com 6

Page 7: Fransız Sineması Üzerine

Lyon ve Gérard Bourgeois’in toplumsal dramı Victimes d’alcool sonrasında ise; Notre Dame de Paris, Réjane tarafından yapılan Madame Sans-Géne. Bahsettiğimiz bu son iki filmin tek özelliği büyük edebiyat uyarlamaları olmakla sınırlı değildi, ilk sürülen filmlerle maddi kazanç sağlayıp sağlamayacakları üzerine tereddüt yaşayan şirket bu son iki filmle aynı zamanda bu maddi kaygılarındanda kurtulmuş oluyorlardı.

İlerleyen yıllara baktığımız zaman uzun metrajlı yapımların yavaş yavaş sinema salonlarında haftalık programlar halinde yer aldığını görecektik. Her ne kadar işlerin her yönden olumlu seyrettiği düşünülse de hatta salonlarda tam oniki makaralık bir yapım olan Les Misérables yer alsa da, ortada çoğunluk uzun metrajlı filmlerin artık çağdaş konuları ele almadığı gerçeği boy göstermekteydi.

1914 Ağustos’unda ilan edilen genel seferberlik Fransa film endüstrisini tek kelimeyle donduracaktı. Ortada olan gerçeklerden biride mevzu edilecek olan savaşın Fransız film sektörüne darbe vuran tek etken olmayışıydı, bilinen şuydu ki zaten savaş öncesinde de Fransız film piyasası ağır ağır bir gerileme dönemini yaşamaya başlamış ve Amerikan film piyasası karşısında güç yitirmişti. 1911’li yıllarda Amerika’da piyasaya sürülen filmlerin toplam tablosunda Pathé ’nin aldığı pay büyük düşüşler yaşamış ve %10’lara kadar varmakla kalmamış ilerleyen zamanlarda bunun da altına düşmüştü. Ne var ki bundan da kötüsü gelecekti, 1913 yılının sonlarına gelindiğinde film sayısı ve metraj bakımından Fransızlar kendi topraklarında liderliği ABD’nin eline vermişlerdi.

Fransa’nın önde gelen dört film şirketi 1915 başında üretime yeniden başladılar başlamasına da ortadaki performans düşüklüğü ilerisi için pek hoş şeyler müjdelemediği gibi salonların ithal filmlerle, Amerikan ve İtalyan filmleriyle dolmasıda cabasıydı. Elbetteki bu mevzu filmlerin çok büyük çoğunluğunun dağıtımı Amerikan <destekli> şirketleri tarafından yapılmaktaydı. Artık heryerde Charlie Chaplin filmleri gösterilmeye başlan-mıştı<bile>.

Ne var ki tüm olumsuzluklara ve şirketler arasındaki stratejik kavgalara rağmen (ki Pathé çalışanlarından dahi firma değiştirip ABD şirketlerine geçenler olmuştu) Fransız yapımlarının yegane dağıtımcısı olarak Pathé kaldı. Şirket sadece uzun metrajlı yapımları desteklemekle yetinmedi, sektör için yeni oluşumlar peşinde koşup yeni sinemacılar da buldu. Ayrıca gözden kaçırmamamız gereken bir konuda Pathé tarafından Film d’art’a önemli finansal destek sağlandı. Gaumont için aynı şeyleri söylemek mümkün değildi ancak, o; ABD ye kaymasından kaynaklanan ürün kısma modunu benimsemek zorunda kaldı. Ama bu Pathé’den sonra hâlâ ikinci büyük güç olmasını engellemedi.

Artık sebebi nedendir bilinmez<?> ama bir şekilde Fransa artık gülmekten vazgeçtiğinde (ki bu onların sineması için iyi olacaktı) tarih 1918’ e varmış bulunuyordu ve ortada neredeyse hiç denecek kadar komedi filmi dolaşıyordu; Pathé, Rigadin’e devam ederken, Gaumont’da Bout-de-Zan’a devam etti. Alınan başarılardan dolayı diziler Film d’art için önemli bir hale geldi. Gaumont bu süreç içerisinde yeniden suç filmlerine yöneldi ve bunu da Les Vampires’le başlattı; bunu: Judex, La Nouvelle Mission de Judex izledi. Tüm bunların ardından klasik melodramlar ve savaş öncesi sokak tiyatrolarından yapılan uyarlamalar geldi; bunu kadınlara daha önce hiç verilmemiş bir öncülük takip etti ki bu tamamen ideolojik noktalara temas eden bir meseleydi.

Savaş sona erdiğinde Fransa tek kelimeyle ABD’nin sinema sömürgesi haline gelmişti. Ve bu döneme ait, Delluc’nun o müthiş sorusu kalıyordu akıllarda: “Fransız sineması hayatta kalmayı nasıl başaracak, başarırsa nasıl Fransız olacak?” Aslında herşey olabildiğince

http://genclikcephesi.blogspot.com 7

Page 8: Fransız Sineması Üzerine

kötüye gidiyordu ve bu sırada yani 1920’lerin başında ufak yapım şirketlerinin oluşturduğu bir aile şirketi mantığı çıktı ortaya ve bir anlamda bu düşüşe karşı bir karşı duruş başlamış sayıldı. Yıl 1922’ye geldiğinde yılda 130 uzun metrajlı Fransız yapımı ortaya konsada bu ABD ve Alman yapımlarının ortaya koyduğu rakamın çok altında kalmaktaydı. Fransız sinema sektörü bu durumdan kurtulmayı amaçlayan bir düşünce geliştirme peşine düştü ve geliştirdi de; Almanya ile bir işbirliği söz konusu edilecekti ve böylece uluslararası film yapımı diye aktarabileceğimiz bir stratejiye yöneldiler. Aslında bu birleşmeden önce Birleşik Devletlerle yapılacak ortak çalışmaların düşünceleri doğmuş ama gelgelelim böyle bir birleşme mümkün olamamıştı. Zaten düşünülen Alman ittifakı da Amerikan yatırımının Alman sinemasına kaymasıyla imkansızlaşmış oldu.

Yeni bir dönem söz konusuydu ve bu dönemde şirketler bir takım yeniliklere gitmişlerdi ki gitmekte zorundaydılar. Bu değişimin genel yapısına göz attığımızda; Albatros’un Feyder ve Clair ile yollarını birleştirdiği, Film d’art’ın Duvivier, Lévy ve Epstein ile yeni bir kadrolaşmaya gittiği, Cinéromans’ın Films de France serisini ürettiğini görüyorduk ki bunu Paramunt’a bağlı dört firmanın daha sektöre girmesi izleyecekti. 1923 yılına gelindiğinde Fransa tarihini görsel olarak anlatan Société des Films Historiques’nin büyükçe bir bütçeyle Grineff imzası taşıdığını görüyoruz. Aynı zamanlarda Raymond Bernard’ın Le Miracle des loups’da gösterime sokuluyordu. Bunları; Franco-Film ve Société Générale des Films firmalarının çıkışı takip etti. Fakat işler genede pek yolunda gidiyor sayılmazdı zira bu yıllar aynı zamanda ABD şirketlerinin Fransa’da kendi ofislerini açtığı yıllardı. Aynı zamanda Fransız dağıtımcılarla da güç birleştirme modelide kullanılmıyor değildi. Savaş sonrası Fransa, Amerikan filmlerine boğulurken Amerika’da Fransız sinemasının şansı olduğu söylenemez; söz konusu ülke Almanya olduğunda durum farklılaşmaktaydı; Fransa’ya pek az Alman yapımı girerken, Almanya’da hatırı sayılır sayıda Fransız yapımı gösterime sokulmaktaydı; ama 1927’ye ulaşıldığında bu durumunda sona erdiği ve Fransa’da gösterime giren Alman yapımlarının sayıca Fransızların toplam üretiminin üzerine çıktığı görülecekti.

İstatistiklere baktığımızda: savaşın ardından 1444 olan salon sayısı 1922’lerde 2400’e ve iki yıl sonrasında ise neredeyse bu rakamın ikiye çıktığını görecektik. Aynı yıllar söz konusu edildiğinde gişe gelirlerininde önemli bir derecede artış sağladığı gerçeği karşımızda durmaktadır. Bu iyimser rakamların ardında yatan gerçek, aslını isterseniz Fransız sineması için övünç duyulacak bir şey değildi, değildi zira bunu sağlayan bir gerçek vardı ortada o da popülerleşen Amerikan sinemasının salonlarda gördüğü yoğun ilgiydi ki bu dönemlere baktığımızda vizyonda Ben-Hur ve Robin Hood dikilecekti karşımıza.

Popülerliğini koruyan ve hemen hiç vazgeçilmeyen dizi sektörü ardından gelen filmler Fransız tarihine ya da Çarlık Rusyası’na yönelik konuların işlendiği yapımlar oldu. Diğer yapılanmalara baktığımızda ise Monte Cristo’da olduğu gibi izlenen bir Cinéromans dizi dönemi söz konusuydu, bunun yanısıra; La Merveilleuse Vie de Jeanne d’Arc, Le Tournoi de olduğu gibi Le Miracle des loups yolu takip edildi. Bu arada atlamamamız gereken yegane figür elbetteki Napoléon idi. Her ne kadar Gance’ın Napoléon’u proto-faşist olarak genel kabul görür bir etiket yesede ortada kabul görmesi gereken bir diğer şeyde; filmde kullanılan kamera hareketlerinde ve çoklu perde uygulamasında kaygı gütmeden yapılan deneyselliklerin başarıya ulaşmasıydı. Dreyer ise bekleneni yapmayıp Jeanne d’Arc’ın ruhsal yapısı ağırlıklı atmosferi bir o kadar da siyasi ağırlıkla ve çatışmalarla miksajlayıp ortaya koyuyordu. Dreyer’in bu filmi gerçektende Rauen mahkemesinin kayıtlarına dayanıyor ve karşıt zaman ve mekan sürekliliği sürecinde alınan çekimler simgesel bir aktarıyıda benimsiyordu. Diğer yapımlara göz atmaya devam ettiğimizde, Bernard’ın Le Joueur d’echecs’i Fransız Devrimi öncesi Polonya’nın Rus monarşisine karşı elde ettiği bağımsızlık mücadelesini anlatıyor ve hatırı sayılır bir ölçüde de gişe yapıyordu. Bu arada adını anmamız gereken önemli bir diğer yapıtta elbetteki

http://genclikcephesi.blogspot.com 8

Page 9: Fransız Sineması Üzerine

aynı derecede ilgi gören ve olağan üstü set düzeneği ve kostüm-dekorasyonuyla da ilgi çeken Casanova idi. Savaş sonrasında sektörü besleyen türlerden biri de Bulvar Melodramıydı. J’accuse, La Raue yapıtlarında Gance eliptik sekanslar, ritim farklılığı gösteren montaj çeşitleri, çağrışımsal kurgu gibi tekniklerle retorik düşünme şekillerini deneyledi. Bu dönemde Dulac, benzerlik gösteren kadın filmlerinin aynılarını yapmayı sürdürdü ve El Dorado ile tarzının doruğuna ulaştığına yönelik kritikler aldı.

Zaman ilerliyordu ve meldoramanın kökeni diye nitelendirilen tiyatrodan öyküye doğru bir geçiş süreci görülüyor, popülerliğe dönük macera filmleri haricinde; sömürge ülke topraklarındaki hakimiyetlerde düşünülürse Binbir Gece Masalları etkileşimlerinin altı boş kalmıyor ve biraz daha ilerlenip fantaziye ayak basılıyordu. Gastyne’nin La chatelaine du Liban’ı (1926), Renoir’in Le Bled’i (1929), Piorier’in Le Penseur’ü (1920), Clair’in Le Fantomé du Maulin Rouge’u (1925), Epstein’ın La Chute de la maison Usher’ı (1928) bu dönemde yapılan filmlerin başlıcalarıydı.

Bunların yanısıra tüketici kapitalizm mantığıyla örtüşen bir sözde iyi yaşam felsefesi söz konusuydu Fransa’da, bu türe dair çekilen görkemli modern stüdyo filmleri hızla yapılmaya ve kendi kitlesince olağan bir ilgi

görmeye başlamıştı. Bu burjuvaist ve özenti hareket, olabilecek kadar -kitlesi bakımından da- bir sinema ruhundan yoksundu ve Fransız kültürünün özgünlüğünü yok etme eğiliminde olan bir hareketti. Yer yer küçük bütçeli, kısa metrajlı ve deneysel niteliklere sahip filmler dirense ve öne çıksada bu yıllarda, görkemli stüdyo filmlerinin hakimiyeti söz konusuydu.

Türevlerinin tersine bu süreç içinde gelişimine ara vermeyen bir tür varsa o da gerçekçi drama idi. Bu yapımlar; özgün manzara yapılarını ve mekanı tekil ya daçoğul karakter için iç yaşam zemini olarak kullanırken yabancılar içinde kültürel alan olarak özellik taşıyorlar ve bu özellikleriyle belirginleşiryorlardı. Mevzu ettiğimiz bu alanlarada kent ve kırsal olarak bir ikilenme görülüyor ve bu filmlerde de bu şekilde kullanılıyordu. Örnekleyecek olursak Britanya Kıyısı L’Herbier, Baroncelli, Epstein, Grémillon filmlerine malzeme oluyor, Fransa Alpler’i Feyder tarafınca kullanılıyor, gene Epsteın tarafından kanallar ve mavna yaşamları ana öğeler olarak ele alınıyordu. Ayrıca; Feuillade, Antoine, Boudrioz, Delluc, Poirer tarafından tarım alanları malzeme olarak kullanılıyordu. Gerçekçi çizgide ilerlemeye devam edersek, daha başka kentlerde süregiden yaşama da sosyo ekonomik değiniler yapıldığını görüyoruz. Pouctal’ın Travail’i, Delluc’un Fievre’si, Geyder’in Crainqebille’si, Epstein’in Coeur fidélé’si, Duvivier’in Brüksel çekimi Le Mariage de Mlle Beulemans’ı, Montmartre’ın Benoit-Levy’si, bu süreçe dair saymamız gereken yapımlar arasında yer almaktadır.

Ne olursa olsun komedi, tür olarak Fransa’daki yerini bir şekilde hep muhafaza etti. Max Linder’in başrol aldığı Le Petiti Café olağan üstü sayılabilecek bir ilgi görmüştü. Ortada çif eksende dönen bir komedi piyasası vardı. Birisi Amerikan uyarlaması Fransız komedi sahası, diğeri de kente gelen taşrayı güncelleştirerek sunan komedi sahası.

Yüzyılın bitimine gelindiğinde, ortada tam anlamıyla “Fransız” denebilecek filmler sektör tarafından artık yapılmıyordu. Tarihsel filmler kendi içerisinde bir tekrar yaşarken zenginler için hazırlanmış diye nitelediğimiz ve öncede bahsettiğimiz abartılı stüdyo tipi burjuvaziye hizmet sunan filmler yerini buluyordu. Ve artık Fransız Sinemasına ses geliyordu.

http://genclikcephesi.blogspot.com 9

Page 10: Fransız Sineması Üzerine

DÖNEMİN ÖNEMLİ YÖNETMENLERİ

GEORGES MELIES

“Sinema üzerinde deneysellikten bahsettiğimiz zaman; aslında, sinemanın başlangıcının ve öncesinin başlı başına bir deneysellik olduğu, deney-im-lemek olduğu, sinemanın başlayabilmesi için gösterilen -tüm teknik icat uğraşı safhası da dahil- çabanın deneyselliğin ta kendisi olduğu ve sinemanın tabanının deneysellikten geçtiğini – oluştuğunu- kesin bir gözle görmekteyiz.”

Evet, bu sözcükler dizinini burada da ele alarak bu ifadenin somut gösterimini Georges Melies denen büyük adamın yaşamıyla ortaya koymak istiyoruz, elbette Melies’in deneysellik, avant garde diye sözcüklerden haberi yoktu, o doğal-ç-, akışkan, kendinden bir avant garde idi, yaşamıyla da, sinemasız bir dünyaya ve maddi feraha çektiği hareketle de o bir avant garde idi....

Şayet böyle bir kitaba girişten sonra konu edilecek bir isim varsa bu sinemanın ulu ruhu Georges Melies olacaktır.

“...öyle bir işçiydim ki, tüm yaşamımı ve tüm gücümü hayal ettiklerimi imkansızda olsalar seyredilebilir kılmaya adadım.”

G. Melies

1861’de dünya ile Paris’te kucaklaşıp 1938’de çekip gidiyor, bizlere sinemacılığı bırakan, hâlâ faydalandığımız güzel insan. Sonsuz hüner sahibi bu sanat ve zanaat adamının çok yönlülüğünü; ressam, karikatürist, heykeltıraş, gazeteci, senarist, aktör, yönetmen, prodüktör, dekor ve makyaj ustası, özel efektlerin kaşifi, sihirbaz olarak sınıflandırabiliriz. Ben burada sanatçının aile yapısına ona uygulanan babasal yaptırımlara falan girmeden ağırlığı sinema olarak belirleyip ilgili kesitlere değineceğim onun yaşamından. Ortalama bir öğrenci olan Melies, okulda defterlerine sürekli çizdikleri ve öğretmenlerinin yaptığı karikatürlerini sınıfta dolaştırması nedeniyle okul hayatınca sürekli cezalandırılır. Liseyi doğal olarak zorlukla bitiren Melies , Güzel Sanatlar Okulu’na devam etmek istese de babasınca zorla bastırılır bu isteği ama o sembolist Gustave Moreau'dan ders almaya başlamayı becerecektir genede. Gustave Moreau'nun atölyesinde genç bir kızla tanışıp evlenmek istemesi ve yine ailesinin reddi ile evlilik işini unutmak zorunda bırakılır ve babasının bir arkadaşının yanına çalışması için Londra'ya gönderilir. Ama o burada, David Devan adlı büyük sihirbazın gösteri dünyasıyla tanışır ve sahne ile birlikte sihirbazlık arzusunun sarsılmaz temelleri burada atılır. Bir yıl sonra Paris'e döner, güzel sanatlar fikrinden vazgeçmemiştir elbet ama babası onu ağabeylerinin yanına, ayakkabı fabrikasına çalışmaya gönderilir. Görevlendirildiği satış departmanından ziyade ileride kendi kameralarını yapmakta faydalanacağı teknik bilgileri edineceği makinelere ilgi duydu ve onlarla ilgilendi. Ama asıl istemlerini hiç unutmuyordu; Londra'da öğrendiği sihirbazlık numaralarını aile, eş-dost arasında ileride ise Galeri Vivienne'de halka sergilemeğe başladı. Bunların dışında kuzenince yayımlanan La Griffe gazetesinde Geo Smile adıyla çizimler yapmaktaydı. Melies bu arada evlenir ve baba olur; ticaret yaşamından çekilen babasınca kendisine bırakılan mal varlığını nakit olarak kardeşlerine satar ve eline geçen parayla Robert Houdin tiyatrosunu satın alır. Tiyatrosunun müdürü ve sihirbazıdır artık. Gösterileri o zamanki teknikle - ki bu Molteni'nin lanterni tarafından aydınlatılan bir aletin içinden pelikülde sabitlenmiş imajların geçirilmesiyle - hareketlendirilen fotoğrafların projeksiyonuyla sona ererdi. 1895 Ekiminde Antoine Lumiere adlı bir adam Robert Houdin tiyatrosunun bir kaç kat üzerinde bir fotoğraf stüdyosu kiralar. Lyon'dan Paris'e oğulları tarafından icat edilmiş yeni bir aleti göstermek için gelmiştir. Bu optikle donatılmış, üç ayak üzerine

http://genclikcephesi.blogspot.com 10

Page 11: Fransız Sineması Üzerine

oturtulmuş kübik tahta kutu hareket eden her şeyi kayıt edebiliyor ve kaydettiklerini ekrana yansıtabiliyordu. Bu sonuca ulaşabilmeleri için buldukları yeni fikir bir aletin içine yerleştirilmiş delikli pelikülün düzenli şekilde takılmış olduğu dişliler sayesinde dönmesiyle elde ediliyordu. Sinematograf adı verilen bu aletle ilk film çekilmişti, "Lyon'daki Fabrikadan Çıkış". 50 saniye süren bu filmde ilk defa kameraya doğru yürüyen insanlar görülebiliyordu. 28 Aralık 1895 günü paralı ilk halk gösterisi 14 Boulevard des Capucines'de Paris'te Grand Cafe'nin altında yapıldı. Bu sinemanın resmi olarak doğum günüydü. -!- Yarım saat süren gösteride şaşkına donmuş bir izleyicilere 10 kısa film gösterildi. Georges Melies de izleyiciler arasındaydı, bu gösteri için sonradan şunları söyleyecekti: "Seans biter bitmez tiyatromdaki gösterilerde kullanmak üzere Bay Lumiere'e makineyi bana satması için önerilerde bulundum. Benim için o zaman çok büyük bir rakam olan 10000 franka kadar para teklif ettim. Ama kabul etmediler." Melies, Edison'un Kinetoscopelarindan satın alarak sorununu giderir, ve Kodak'tan çok büyük miktarlarda film satın alır, Mayıs 1896'da otuzdort yasındayken Montreuil'deki bahçesinde ilk küçük filmlerini çekmeye başlar. Sinema doğmuşsa işte bu da sinemacının doğuşudur.

Adamımızın amaç olarak Robert Houdin tiyatrosunda uyguladığı sihirbazlık gösterilerini sinemaya aktarmak istemesi sinemada özel efektlerin keşfi anlamına gelmekteydi. Anılarında, Paris'te Opera’yı filme aldığı esnada şans eseri durdurma tekniğini buluşunu şöyle aktarır Melies: “Her zamanki gibi denemek için çekim yaparken, takılıp ilerlemeyen film tekrar yerine takılıncaya dek epey bir süre geçti. Sonradan çekilen filmi gördüğümde, birdenbire adamların, kadınlara, yolcu arabasının, cenaze arabasına dönüştüğünü gördüm.” Melies, sinematografın sahnede gerçekleştiremeyeceği hayaller alemini gerçeğe dönüştürebileceğinin farkındadır. Tiyatrosunda ilk filmlerinden biri olan Escamotage d'une dame chez Robert Houdin/ Robert Houdin'de Bir Kadının El Çabukluğuyla Gözden Kaybedilişi’ni çeker, elle renklendirilen filmin yapım yılı 1896’dır. Melies, 1896’da Eylül ayında dünyanın ilk sinema stüdyosunu kurdurdu, inşa ettirdiği stüdyo tamamen camdan kaplıydı. Sinema o dönemde insanlar için bir panayır eğlenceliğiydi, Melies izleyici kitlesini düşünerek filmlerinin hikayelerini hayal ediyordu.Bundan dolayı kendini hep ilginç, eksantrik, değişik görüntüler bulmak zorunda hisseden Melies, zamanla gözden yitirme, maket kullanma, üst-üste bindirme, karartma, renklendirme, çoklu çevrim gibi tüm film aldatmaca tekniklerini keşfetti ve filmlerinde kullandı. Filmlerini çekmeden önce hiçbir zaman yazı yazmazdı fakat önceden dekorlarını, özel efektlerin detaylarını çizim olarak hazırlardı. Nihayetinde 1902’de Aya Seyahat filmini yapar. Filmde; bir grup bilim adamının bindikleri mermiye benzer uzay aracıyla fırlatılarak aya gönderildiği sahne sanki dünyadan aya değil, fotografik tiyatrodan gerçek sinemaya doğru bir yolculuktur. Melies’in sanatı, gerzek beyinlerce kendi yaratısı fantastik bir dünyaya gömülü, dünya gerçekleriyle ilintisiz olmakla suçlanmış ve sadece 16 yaşından küçüklere film yapmakla boş ve aptalca eleştirilip suçlanmıştır. Daha sonra yaptığı La Civilization A Travers Les Ages filminde çağlar boyunca bir türlü uygarlaşamayan insan toplumundaki hoşgörüsüzlüğe ve şiddete karşı cephe alan sanatçı bu filminin yanında ki Saat İçinde Paris-MonteCarlo yapıtıyla sinemanın en güzel yol filmlerinden birini dahası en güzel ilkini yapmıştır. Dreyfus Davası, Eduard VII'in Krallık Tacını Giyişi, Martinik'teki Volkan Patlaması filmleri ile dönemin olaylarını belge filmlemiştir. Kuzey Kutbunun Keşfi gibi masrafı çok fazla olan bir projenin altına girerek tüm mal varlığını filminin ilgi görmemesiyle ipotekte yitiren büyük insan, sinemanın ve avant garde-ın babası Melies, koyacağı yeri olmadığı için 16 senelik sinema hayatında çektiği 520 filmini evinin bahçesinde yakar. Günümüzde seyredileceğiniz 200 kadar film zamanında dünyanın dört bir yanına ulaşmış kopyalardan bizlere ulaşabilenlerdir. Yaşamının son dönemlerini büyük zorluklarla geçiren bu değeri biçilmez insanın her neye yarar bilinmese de 1929'da Paris'te Pleyel Salonunda büyük sanatçı kişiliği ödüllendirilmiştir. Şöyle demiştir Georges Melies: “Sanatçı ruhlu biri olarak doğdum, ellerim çok becerikliydi, yetenekliydim, yaratıcı ve yaratılıştan komedyendim, hem entelektüel hem de el isçisiydim. Öyle bir isçiydim ki, tüm yaşamımı ve tüm gücümü hayal ettiklerimi imkansız da olsalar seyredilebilir kılmaya adadım."

FİLMOGRAFİSİ

1896

http://genclikcephesi.blogspot.com 11

Page 12: Fransız Sineması Üzerine

Une partie de cartes - 20 m Séance de prestidigitation - 20 m Plus fort que le maître - 20 m Jardinier brûlant des herbes - 20 m Les chevaux de bois - 20 m L'arroseur - 20 m Les blanchisseuses 20 m Arrivée d'un train en gare de Vincennes -20 m Une bonne farce - 20 m Place de l'Opéra - 20 m Place du théatre français - 20 m Un petit diable - 20 m Couronnement de la rosière - 20 m Bébé et fillettes - 20 m Défense d'afficher - 20 m Bateaux-mouches sur la Seine - 20 m Place de l'Opéra - 20 m Boulevard des Italiens - 20 m Un lycée de jeunes filles - 20 m Bois de Boulogne - 20 m (Touring Club) Bois de Boulogne - 20 m (Porte de Madrid) Sauvetage en rivière - 20 m (1ère partie) Sauvetage en rivière - 20 m Le régiment - 20 m Campement de bohémiens - 20 m Une nuit terrible - 20 m Déchargement de bateaux - 20 m Plage de Villers par gros temps - 20 m Les quais à Marseille - 20 m Jetée et plage de Trouville - 20 m (1ère partie) Barque sortant du port de Trouville - 20 m Jetée et plage à Trouville - 20 m (2ème partie) Jour de marché à Trouville - 20 m Panorama du Havre - 20 m Arrivée d'un train - 20 m (Gare de Joinville) Salut malencontreux - 20 m Dessinateur express -20 m (M.Thiers) Les forgerons - 20 m (vue d'atelier) Tribulations d'un concierge - 20 m Baignade en mer - 20 m Enfants jouant sur la plage Dix chapeaux en soixante secondes -20 m Effet de mer sur les rochers - 20 m Danse serpentine - 20 m Miss De Vère - 20 m (gigue anglaise) Départ des automobiles - 20 m Revue navale à Cherbourg - 20 m Cortège du Tzar allant à Versailles - 20 m Les haleurs de bateaux - 20 m Cortège du Tzar au Bois de Boulogne - 20 m Sortie des Ateliers Vibert - 20 m La voiture du potier - 20 m Le papier protée - 20 m Place de la Concorde - 20 m La gare Saint-Lazare - 20 m Grandes manoeuvres - 20 m Dessinateur - 20 m (Chamberlain) Place de la Bastille - 20 m Marée montante sur brise-lames - 20 m Retour au cantonnement - 20 m Dessinateur - 20 m (Reine Victoria) Réunion d'officiers - 20 m Tempête sur la jetée du Tréport - 20 m Le bivouac - 20 m Batteuse à vapeur - 20 m Sac au dos ! - 20 m Libération des territoriaux - 20 m Départ des officiers - 20 m Place Saint-Augustin - 20 m Escamotage d'une dame chez Robert-Houdin -20 m Le fakir - 20 m L'hôtel empoisonné - 20 m Dessinateur - 20 m (Von Bismarck) Les indiscrets - 20 m Tom Old Boot - 20 m Une altercation au café -20 m Les ivrognes - 20 m Le manoir du diable - 20 m Chicot, dentiste américain - 20 m Le cauchemar - 20 m

1897

Le cortége du boeuf gras passant Place de la Concorde - 40 m Cortége du boeuf gras, Boulevard des Italiens - 20 m Une cour de ferme - 20 m Les apprentis militaires - 20 m Paulus chantant : derrière l'omnibus - 20 m Paulus chantant : coquin de printemps - 20 m Paulus chantant : duelliste marseillais - 20 m Défilé de pompiers - 20 m Danseuses au jardin de Paris - 20 m La malade imaginaire - 20 m Le musulman rigolo - 20 m L'hallucination de l'alchimiste - 20 m Le château hanté - 20 m Cortège de la mi-carême - 40 m Bataille de confettis - 20 m Sur les toits - 20 m Devant - 20 m L'école des gendres - 20 m Episode de guerre - 40 m Les dernières cartouches - 20 m La prise de Tournavos - 20 m Exécution d'un espion - 20 m Massacres en Crète - 20 m Passage dangereux -20 m (Mont-Blanc) Combat naval en Grèce - 20 m Gugussse et l'automate -20 m Entre Calais et Douvres - 20 m L'indiscret aux bains de mer - 20 m Dans les coulisses - 20 m Tourneur en poterie - 20 m La cigale et la fourmi -20 m Ascension d'un ballon - 20 m Le cabinet de Méphistophélès - 60 m Figaro et l'Auvergnat - 20 m L'auberge ensorcelée - 40 m Auguste et Bibb - 20 m Chirurgien américain - 20 m Arlequin et le charbonnier - 20 m En cabinet particulier - 20 m Après le bal - 20 m Le magnétiseur - 20 m Le modèle irascible - 40 m Danse au sérail - 20 m Vente d'esclaves au harem - 20 m Combat dans une rue aux Indes - 20 m Attaque d'un poste anglais - 20 m Match de boxe - 20 m (Ecole de Joinville) Vision d'ivrogne - 20 m Faust et Marguerite - 20 m Carrefour de l'Opéra - 20 m

1898

Magie diabolique - 40 m Les rayons X - 20 m Collision et naufrage en mer -20 m Quais de la Havane - 40 m (Explosion du cuirassé "Le Maine") Visite de l'épave du "Maine" - 20 m Visite sous-marine du Maine - 20 m (plongeurs et poissons vivants) Assaut d'escrime - 20 m (Ecole de joinville) Le maçon maladroit - 20 m Combat naval devant Manille - 20 m Panorama pris d'un train en marche - 20 m (ponts et tunnels) Corvée de quartier accidenté - 20 m (scène militaire comique) Le magicien - 20 m (scène à transformations) Sorti sans permission - 20 m Illusions fantasmagoriques - 20 m Pygmalion et Galathée - 20 m Montagnes russes nautiques -20 m Damnation de Faust - 20 m Guillaume Tell et le

http://genclikcephesi.blogspot.com 12

Page 13: Fransız Sineması Üzerine

clown - 20 m La lune à un mètre - 60 m Prenez garde à la peinture - 20 m La caverne maudite - 20 m Rêve d'artiste - 20 m Atelier d'artiste -20 m Un homme de têtes - 20 m Dédoublement cabalistique -20 m Tentation de Saint Antoine - 20 m Rêve du pauvre - 20 m

1899

Salle à manger fantastique - 20 m Création spontanée - 20 m Funérailles de Félix Faure - 40 m Cléopâtre - 40 m Le coucher de la mariée ou triste nuit de noces - 40 m Duel politique - 20 m Luttes extravagantes - 20 m Richesse et misère ou la cigale et la fourmi - 20 m L'ours et la sentinelle - 20 m L'impressionniste fin de siècle - 20 m Le spectre - 20 m Le diable au couvent - 60 m Danse du feu - 20 m La crémation - 20 m Un bon lit - 20 m Force doit rester à la loi - 20 m Pickpocket et policeman - 20 m Combat de coqs - 20 m Automaboulisme et autorité - 40 m Le portrait mystérieux - 20 m Le conférencier distrait - 20 m La pierre philosophale -20 m Le miroir de Cagliostro - 20 m Neptune et Amphitrite - 20 m Panorama du port de Saint-Hélier - 20 m Entrée d'un paquebot, port de Jersey - 20 m Débarquement de voyageurs, port de Granville - 20 m Le Christ marchant sur les flots - 20 m Evocation spirite - 20 m Affaire Dreyfus. La dictée du bordereau - 20 m L'ile du diable - 20m Mise aux fers de Dreyfus - 20 m Suicide du Colonel Henry - 20 m Débarquement à Quiberon - 20 m Entrevue de Dreyfus et de sa femme à Rennes - 20 m Attentat contre Me Labori - 20 m Bagarre entre journalistes - 20 m Le conseil de guerre en séance à Rennes - 40 m La dégradation - 20 m Dreyfus allant du lycée à la prison - 20m La pyramide de Triboulet - 20 m Cendrillon -120 m La statue de neige - 20 m Le chevalier mystère - 40 m L'homme protée - 40 m Charmant voyage de noces - 40 m Panorama de la Seine - 20 m Panorama de la Seine - 20 m Tom Whisky ou l'illusionniste truqué - 20 m Fatale méprise - 20 m Un intrus dans une loge de figurantes - 20 m

1900

Film publicitaire "Bornibus" Film publicitaire "Veuve c.Brunot" Film publicitaire "Picon" Film publicitaire " Robert" Film publicitaire "Vicat" Film publicitaire "Dewar's" Les miracles du Brahmine - 80 m Farce de marmitons - 20 m Les trois bacchantes - 20 m La vengeance du gâte-sauce - 20 m Le sinfortunes d'un explorateur - 20 m * Films dans le cadre de l'Expositon Universelle de 1900 * La porte monumentale - 20 m Panorama pris du trottoir roulant : Le Champ de Mars - 20 m Panorama pris du trottoir roulant : la Place des Invalides - 20 m Les visiteurs sur le trottoir roulant - 20 m Le trottoir roulant -20 m Vue panoramique prise de la Seine : le Pavillon des Armées de Terre et de Mer - 20 m Vue panoramique prise de la Seine : les Palais Etrangers - 20 m Vue panoramique prise de la Seine : panorama général du Vieux-paris - 20 m L'avenue des Champs-Elysées et le Petit Palais des Beaux-Arts - Vue panoramique prise du train électrique - 20 m Panorama circulaire : Palais des Beaux-Arts - 20 m Panorama circulaire : les Invalides - 20 m Panorama circulaire : Champ de Mars - 20 m Panorame circulaire : Trocadéro - 20 m Panorama circulaire : Pont d'Iena - 20 m Panorama semi-circulaire pris du haut du Trocadéro - 20 m L'homme-orchestre - 40 m Jeanne d'Arc - 250 m Les sept péchés capitaux - 60 m Le prisonnier récalcitrant -20 m Le rêve du Radjah ou la forêt enchantée - 40 m Les deux aveugles - 20 m L'artiste et le mannequin - 20 m Le sorcier, le prince et le bon génie -40 m Ne bougeons plus! - 20 m Le fou assassin - 20 m Le livre magique - 60 m Vue de remerciements au public - 20 m Spiristisme abracadabrant - 20 m L'illusioniste double et la tête vivante - 20 m Le songe d'or de l'avare - 70 m Rêve de Noël - 160 m Gens qui pleurent et gens qui rient - 20 m Coppélia ou la poupée animée - 40 m Nouvelles luttes extravagantes - 70 m Le repas fantastique - 30 m Le déshabillage impossible - 40 m Le tonneau des Danaïdes - 25 m Le malade hydrophobe - 20 m Une mauvaise plaisanterie – 20 m Le savant et le chimpanzé - 20 m L'homme aux cent trucs -50 m Guguste et Belzébuth - 40 m Le réveil d'un homme pressé - 20 m La chirurgie de l'avenir - 35 m

1901

La maison tranquille - 40 m Le Congrés des Nations en Chine -20 m Les mésaventures d'un aéronaute - 20m La tour maudite -60 m La chrysalide et le papillon - 40 m Bouquet d'illusions - 20 m Dislocation mystérieuse - 35 m Le petit chaperon rouge - 160 m L'antre des esprits - 60 m Le chimiste repopulateur - 50 m Chez la sorcière - 35 m le temple de la magie - 30 m Le charlatan - 20 m Une noce au village - 20 m Le chevalier démontable et le Général Boum - 20 m Excelsior ! - 40 m

http://genclikcephesi.blogspot.com 13

Page 14: Fransız Sineması Üzerine

L'omnibus des toqués ou blancs et noirs - 20 m La fontaine sacrée ou la vengeance de Bouddha - 30 m Barbe-Bleue - 210 m Le chapeau à surprises - 50 m Phrénologie burlesque - 30 m La libellule - 40 m L'école infernale - 60 m Le rêve du paria - 30 m Le bataillon élastique - 20 m L'homme à la tête en caoutchouc -50 m Le diable géant ou le miracle de la madone - 40 m Nain et géant - 20 m

1902

Film de commande Le sacre d'Edouard VII L'armoire des frères Davenport - 65 m Les piqueurs de fûts - 30 m Douche du colonel - 20 m L'oeuf du sorcier - 40 m La danseuse microscopique - 60 m Eruption volcanique à la Martinique - 30 m Catastrophe du ballon - 20 m Voyage dans la lune - 260 m La clownesse fantôme - 30 m Les trésors de Satan - 50 m L'homme-mouche - 40 m La femme volante - 40 m L'équilibre impossible - 25 m Le pochard et l'inventeur - 50 m Une indigestion - 85 m Le voyage de Gulliver à Lilliput et chez les géants - 80 m Les aventures de Robinson Crusoë - 280 m La corbeille enchantée - 25 m La guirlande merveilleuse - 80 m Les filles du diable - 40 m

1903

Un malheur n'arrive jamais seul - 50 m Le cake-walk infernal -100 m La boîte à malice - 50 m Les mousquetaires de la reine -50 m Le puits fantastique - 70 m L'auberge du bon repos - 100 m La statue animée - 50 m La flamme merveilleuse - 35 m Le sorcier - 65 m L'oracle de Delphes - 30 m Le portrait spirite - 40 m Le mélomane - 50 m Le monstre - 50 m Le royaume des fées - 320 m Le chaudron infernal - 40 m Le revenant - 50 m Le tonnerre de Jupiter - 70 m Le parapluie fantastique - 55 m Tom Tight et Dum Dum - 50 m Bob Kick, l'enfant terrible - 40 m Illusions funambulesques - 50 m L'enchanteur Alcofribas - 70 m Jack et Jim - 60 m La lanterne magique - 100 m Le rêve du maître de ballet - 50 m Faust aux enfers - 145 m Le bourreau turc - 45 m Les apaches - 45 m Au clair de la lune ou Pierrot malheureux - 55 m Un prêté pour un rendu - 40 m Match de prestidigitation - 60 m Un peu de feu, S.V.P. - 20 m Siva l'invisible - 30 m

1904

Le coffre enchanté - 70 m Les apparitions fugitives - 40 m Le roi du maquillage - 45 m Le rêve de l'horloger - 50 m Les transmutations imperceptibles - 40 m Un miracle sous l'Inquisition - 45 m Benvenuto Cellini ou curieuse évasion - 55 m Damnation du Docteur Faust - 260 m Le joyeux prophète russe - 60 m Le thaumaturge chinois - 60 m Le merveilleux éventail vivant - 90 m Sorcellerie culinaire - 85 m La planche du diable -40m Le diner impossible -40 m La sirène - 70 m Les mésaventures de M. boit-sans-soif - 50 m La providence de Notre-Dame-des-Flots -100m La fête au Père Mathieu -65m Le barbier de Séville - 402 m Les costumes animés - 50 m Les invités de M. Latourte - 85 m Le cadre aux surprises - 40 m Le rosier miraculeux - 60 m La dame fantôme - 50 m Mariage par correspondance -40m Voyage à travers l'impossible - 374 m Le juif errant -60m La cascade de feu -60m La grotte aux surprises -35m Détresse et charité -190m Les cartes vivantes-50m

1905

Le roi des tireurs - 70 m Le diable noir - 70 m Le phénix ou le coffret de cristal - 90 m Le menuet lilliputien - 60 m Le baquet de Mesmer - 60 m Le peintre barbouillard et le tableau diabolique - 70 m Le miroir de Venise - 65 m Les chevaliers du chloroforme - 65 m Le palais des mille et une nuits - 440 m Le compositeur toqué - 100 m La tour de Londres ou les derniers moments d'Anne de Boleyn - 135 m La chaise à porteurs enchantée - 55 m Le raid Paris - Monte-Carlo en deux heures -200 m L'île de Calypso - 70 m Un feu d'artifice improvisé - 60 m La légende de Rip Van Vinckle - 405 m Le cauchemar du pêcheur ou l'escarpolette fantastique - 85 m Le système du Docteur Souflamort - 90 m Le tripot clandestin - 55 m Le dirigeable fantastique ou le cauchemar d'un inventeur - 60 m Une chute de cinq étages - 55 m Jack le ramoneur - 320 m Le maestro Do-Mi-Sol-Do - 65 m

1906

http://genclikcephesi.blogspot.com 14

Page 15: Fransız Sineması Üzerine

Film de commande Vers les étoiles La magie à travers les âges -72 m L'honneur est satisfait - 105 m La cardeuse de matelas - 75 m Les affiches en goguette - 60 m Les incendiaires - 280 m L'anarchie chez Guignol - 40 m Le fantôme d'Alger - 75 m L'hôtel des voyageurs de commerce ou les suites d'une bonne cuite - 75 m Les bulles de savon animées - 72 m Les quat' cents farces du diable - 444 m Le rastaquouère Rodriguez y Papaguanas - 72 m L'alchimiste Parafaragaramus ou la cornue infernale - 60 m La fée Carabosse ou le poignard fatal - 236 m Robert Macaire et Bertrand, les rois des cambrioleurs - 364 m Le carton fantastique - 70 m

1907

La douche d'eau bouillante - 75 m Deux cent milles sous les mers ou le cauchemar du pêcheur - 265 m Les fromages automobiles - 80 m Le mariage de Victorine - 142 m Le tunnel sous la Manche ou le cauchemar anglo-français - 305 m La nouvelle peine de mort - 115 m Le delirium tremens ou la fin d'un alcoolique - 100 m Eclipse de soleil en pleine lune - 170 m Le placard infernal - 115 m La marche funèbre de Chopin - 135 m Hamlet - 175 m Bernard, le bûcheron ou le miracle de Saint Hubert - 140 m La mort de Jules César - 105 m Pauvre John ou les aventures d'un buveur de whisky - 110 m La colle universelle - 100 m Satan en prison - 90 m Ali Barbouyou et Ali Bouf à l'huile - 90 m La boulangerie modèle - 110 m La perle des servantes - 150 m Le tambourin fantastique - 115 m La cuisine de l'ogre - 110 m François 1er et Triboulet - 95 m Il y a un dieu pour les ivrognes - 135 m La civilisation à travers les âges - 320 m Torches humaines - 60 m

1908

Le génie du feu - 95 m Why that actor was late - 175 m Le rêve d'un fumeur d'opium - 105 m Nuit de carnaval - 110 m La photographie électrique à distance - 115 m La prophétesse de Thèbes - 135 m .Salon de coiffure - 53 m Le quiproquo - 105 m Mariage de raison et mariage d'amour - 137 m L'habit ne fait pas Lemoine u fabricant de diamants - 176 m La curiosité punie ou le crime de la rue du Cherche-Midi à quatorze heures - 165 m Le nouveau seigneur du village - 297 m L'avare - 270 m Le conseil du Pipelet ou un tour à la foire - 143 m Le serpent de la rue de lune -153 m High-life taylor - 62 m Lully ou le violon brisé - 208 m Tartarin de Tarascon - 88 m Le trait d'union - 34 m Rivalité d'amour - 170 m Le raid New York - Paris en automobile - 380 m Sortie sans permission - 195 m The woes of roller skaters - 195 m The match of catchy songs - 115 m The forester's remedy - 175 m Love and molasse - 95 m The mischances of a photographer - 65 m Le fakir de Singapour -105 m Two crazy bugs - 175 m A tricky painter's fate - 75 m The hotel mix-up - 155 m Oriental black art - 150 m Le jugement du garde-champêtre - 118 m French interpreter policeman - 138 m Le mariage de Thomas Poirot - 149 m Anaïc ou le balafré - 192 m Pour l'étoile S.V.P. - 103 m Conte de la grand-mère et rêve de l'enfant - 243 m Pour les p'tiots - 71 m Trop vieux ! - 174 m la fontaine merveilleuse - 168 m L'ascension de la rosière - 128 m Pochardiana ou le rêveur éveillé - 277 m La toile d'arignée merveilleuse - 103 m La fée libellule ou le lac enchanté - 276 m Le génie des cloches ou le fils du sonneur - 278 m Hallucinations pharmaceutiques ou le truc du potard - 260 m La bonne bergère et la mauvaise princesse - 280 m La poupée vivante - 345 m Fin de réveillon - 140 m

1909

Hydrothérapie fantastique - 240 m Le locataire diabolique - 120 m Un homme comme il faut - 120 m Les illusions fantaisistes -100 m Si j'étais roi !!! - 180 m Le roi des médiums - 167m Papillon fantastique -80m La gigue merveilleuse - 40m

1911

Les hallucinations du Baron de Münchausen - 235 m

1912

http://genclikcephesi.blogspot.com 15

Page 16: Fransız Sineması Üzerine

A la conquète du pôle Cendrillon ou la pantoufle merveilleuse -615 m Le chevalier des neiges - 400 m

1913

Le voyage de la famille Bourrichon - 405 m

MAX LINDER

Chaplin onun için “ben herşeyi ona borçluyum, o bir deha” diyordu. Max Linder sadece bir oyuncu değildi. Onun yetenekleri gerçek anlamda sinema tarihinin geleceği için önem taşıyordu ve yeteneği gerçek anlamda hâlâ hakkında yazabileceğimiz kadar iyi idi. Bir çiftçi çocuğu olarak doğdu Linder ve gerçek adı Gabriel Leveille’idi. Sahneye olan sevgisi çocukluğundan itibaren hep onda varolan bir şeydi. İlk öğrenimini Bordeaux Konservatuvarı’nda alan Linder; ilk olarak Paris’te Ambigu kumpanyasında yer aldı. Yıl 1905 iken Pathé ’de çalışmaya başladı ve ismini de bu süreçte gizlemek adı altında değiştirdi. Kısa bir süre zarfında bir komedyen olarak ün yaptı. Dönemin komedi yıldızı olan André Deed’in Itala Studios’a geçmesiyle Linder başrollere kavuştu. 1910’lu yıllarda artık bir Max karekterinden söz edilmekteydi. Dönemdaşı diğer tiplerden zarifliği ile ayrıldı; o yakışıklı ve genç bir karekter çizmekteydi. Ana konu yakışıklı karekterin kadınlar etrafında yaşadığı maceralar olarak ortaya konmaktaydı. Çalışmalarında aldığı sahne eğitiminin faydalarını görüyor ve bunları elinden geldiğince kullanıyordu. Sahnedeyken gerçek anlamda doğal olabilmeyi, kalabilmeyi becere-bilen Linder; gerçek anlamda bir yaratıcılık barındır-dığından aynı konuları rahatlıkla çeşitleyip başkalışım-larını sahneye dökebiliyordu. 1910 senesinde yaptığı Max prend un bain muhteşem olarak nitelendiriliyordu. Essanay Company tarafından kendisine Amerika teklifi yapıldı ve sözleşmeyi kabul etti; kendisinden Chaplin’in yerini alması istenmişti. Amerika’da aldığı başarısızlıklar savaş sırasında aldığı fiziksel yaralardan daha çok ruhunu zedeledi. 1921’de Chaplin’in ısrarlarıyla Amerika’ya dönecek ve üç uzun metraj yapacaktı. 1921 yılında; Yedi Yıllık Kötü Şans, aynı yıl içinde; Karım Ol, 1922 senesinde ise Üçü Bir Yerde’yi gerçekleştirdi. Lakin Fransa’ya döndüğünde isminin Chaplin’in ünü altında ufalandığını gördüğünde gerçekten ruh sağlığı bozuldu. Ama çalışmalarını terk etmedi; Gance ile beraber Au secours!, İmdat adlı korku komediyi yaptığında sene 1923 idi. 1924 senesine vardığında; Sirkin Kralı, Le Roi du cique’i çekti; Viyana’da çektiği bu son filmi ile neredeyse kariyeri tamamen bitti. Aşık olduğu 17 yaşında ki sevgilisiyle beraber trajik bir ölümle (bir otel odasında Linder ve sevgilisinin bilekleri kesilmiş olarak cesetleri bulunmuştu) yaşamı sona erdiğinde yıl 1925’ti. Linder arkasında hatırlanacak şu filmleri bırakmıştı: La Premiére Sortie d’un collégien 1905; Les Débuts d’un patineur 1907; Max prend un bain 1910; Les Débuts du Max au cinéma 1910; Max victime de quinquina 1911; Max veut fair du théâtre 1911; Max professeur du tango 1912; Max toréador 1912; Max pédicure 1914; Le Petit Café 1919; Au secours! 1923; Max in Taxi 1917; Be My Wife 1921; Seven Years Bad Luck 1921; The Three Must-Get-Theres 1922.

MAN RAY

http://genclikcephesi.blogspot.com 16

Page 17: Fransız Sineması Üzerine

Kocamanlaştırılacak bir isim olan Ray ve sanatı keşke sinema adı altında çok-çok daha ürün vermiş bir isim/oluşum olsa idi.

Philedelphia doğumlu fotoğraf manyağı filmlerinde olduğu gibi fotografide de avant garde tavrın sahibi idi. New York dada oluşumunun temel taşı olur kendileri ve çok hızlı bir şekilde gerçeküstücülükle kucaklaşır[doğal olarak] ve oluşumun ağır abisi, aranan ismi olur.

Fotograf tekniğiyle tipik benzeşim içindeki üç dakikalık ilk filmi Le Retour a la Raison’u 1923 senesinde gerçekleştiren Ray; filmini tamamlamasının hemen ertesi gününde dadacı bir gösterimde ilk sunuma sokar, sokar sokmasına da gördüğü tepkiler öylesi inanılmaz olur ki henüz gösterimdeyken durdurulur film.

Man Ray, 1924 te Emak Bakia’sını yapıyor. Tam anlamıyla soyut olan film 17 dakikalık bir uzunluğa sahip ve nesnelerin pelikül üzerindeki yansımalarından meydana geliyordu. Tam dört sene sonra sanatçı, L’Etoile du Mer’i ortaya koyuyor. Görüntüleri, kullandığı aynalar vasıtası ile çarpıtarak oluşturduğu filmi tabanda bir aşk hikayesi anlatısı olmakla beraber arayazıları şair Roberto Desnos’un şiir alıntılarınca oluşturulmuştur.

Ray, son filmini 1929 da çekiyor. Les Mystéres de Château de Dé ismini alan 22 dakikalık film, Noailles Visconte’unun şatosunda geçirdiği tek gecelik misafirliğinde oluşuyor.

Ray, 76 da ölüyor ve 29 da yaptığı bu son filminden sonra film denemesinde bulunmuyor.

DUCHAMP

Kübizmin, gerçeküstücülüğün, dadacılığın besleyicisi, Blainville/Fransa da 1887 senesinde doğdu. Avant garde sanat yaşamını filmleriyle deneylememesi elbette ki düşünülemezdi. 1925 de Anaemic Cinéma’sını, 27 de ise Abstract’ını yaptı. Duchamp sineması çok genişlemiş olmasa da, sanatçımız iki film dışında oyunculuğunun yanı sıra başka isimlerin senaryo metinlerine de yazılımcı olarak bulaştırmıştır kendisini.

Kaçınılmaz olarak sinemasında ressamlığını kullanan Duchamp için, filmleri tablolarının devamıdır şeklinde kullanılan tanımlama çok doğru bir yaklaşımdır. O -aslında- sinema ile sanatının sınırlarını genişletmek istemiştir.

KIRSANOV

Bir Estonya’lı olarak dünyaya gelen Dimitri Kirsanov, avant garde film yaşamına 1923 senesinde Paris’te başlıyor.

Kamera kullanımındaki özgünlük, ilgi çekici montajı ile dikkat çeken ve yönetmenin kaale alınan ilk filmi olan Ménilmontent 1924 de gerçekleşiyor. Filmde eşine başrol veren Dimitri, bu işi alışkanlık haline getirip daha sonra ki filmlerinde de eşini başrolde kullanıyor.

Dikkat çeken ikinci filmini Brumes d’Automme adıyla ilkinden iki yıl sonra gerçekleştiren Kirsanov, 1934 de Rapt filminde uzun metraj kullanarak görsellik-işitsellik karşıtlığını irdeliyor.

http://genclikcephesi.blogspot.com 17

Page 18: Fransız Sineması Üzerine

Kariyeri, yarı ve tam ticari filmlerden oluşsa da yönetmenimiz; Deux Amis, Arriére Saison La Mort du Cerf filmleriyle avant garde yanını ortaya koyuyor ve 1957 de dünyayı terkediyor.

AUTAN-LARA

1901 Paris doğumlu Lara; yaşamını geçtiğimiz dört sene öncesinde yitirdi. Dünya savaşı döneminde annesi ile İngiltere’ye göçer ve 19 yaşında Fransa’ya döndüğünde aklından hiç çıkarmadığı sanat yaşamına bırakır kendini.

Sinema ile La Carnaval des Vérites filminin dekor ressamlığını yaptığı sıralarda tanışır. İlk [deneysel] filmini Fait Divers adıyla 1923 senesinde çeken yönetmen Clair’in asistanlığını yapmağa başlamasıyla avant garde yönünü kuvvetlendirmeğe başlamış oldu; bu kuvvetlenmenin ürünü 1927 de yaptığı deneysel bir London uyarlaması Construire un Feu oldu.

Yönetmen A.B.D ye göç ettiğinde yıl 1930 idi. Bu tarihten itibaren 1977’ye dek film çeken Lara’nın oldukça kalabalık filmografyası aşağıdadır:

1923 Fait divers-1926 Vittel -1929 Construire un feu- 1931 Pur sang -1931 La Pente 1931 Le Fils du rajah -1931 Buster se marie -1932 Un client sérieux -1932 Le lombier moureux -1932 La Peur des coups -1932 Monsieur le duc -1932 Invite monsieur a îner -1932 Le Gendarme est sans pitié -1932 L’Athléte incomplet -1933 Ciboulette 1938 L’Affaire du courrier de Lyon -1938 Le Ruisseau -1939 Fric-Frac -1939 The ysterious Mr Davis -1942 Le Mariage de chiffon -1942 Lettres d’amour -1943 Douce -1945 Sylvie et le fantôme -1946 Le Diable au corps -1949 Occupe-toi d’Amélie -1951 L’Auberge rouge -1952 Les Sept péchés capitaux -1953 Le Bon Dieu sans confession -1954 Le Blé en herbe -1954 Le Rouge et le noir -1955 Marguerite de la nuit -1956 La Traversée de Paris -1958 En cas de malheur -1958 Le Joueur -1959 La Jument verte -1960 Les Régates de san Francisco -1960 Le Bois des amants -1961 Vive Henri IV...vive l’amour! -1961 Tu ne tueras point -1961 Le Comte de Monte Cristo -1963 Le Meurtrier -1964 Umorismo nero -1964 Le Magot de Josefa -1965 Le Journal d’une femme en blanc -1966 Une femme en blanc se révolte -1967 Le Plus vieux métier du monde -1968 Les Franciscain de Bourges 1969 Les Patates -1972 Le Rouge et le blanc -1977 Gloria

CHOMETTE

Kendileri René Clairin ağabeyleri olup 1896 Paris doğumludur. 1923-5 zarfında saf sinema dahilinde avant garde tavırlı Jeux des Reflets et de la Vitesse Cing Minutes de Cinéma Pure gibi filmler yapan sanatçı 1927de Modemoiselle, 1936 Donogoo gibi konvansiyonel filmlere imza atmış, son filmini 1938’de çekip 41 yılında yaşama elveda demiştir.

LOUİS DELLUC

http://genclikcephesi.blogspot.com 18

Page 19: Fransız Sineması Üzerine

1890 yılında Cadouin'de doğdu ve 1924'te Paris'te öldü. Fransız sinemasını güçsüz bırakan birinci dünya savaşının sonunda ilk öncü akım Louis Delluc'un etrafında oluşmuştur. Fransız İzlenimciliği diye adlandırılmış olan dönemin yaratılış sürecinde büyük rol oynayan Delluc aynı zamanda ilk sinema eleştirmenlerinden-dir. Sinemaya gerçek anlamda katkıları olan bu önemli isimin yaptığı büyük işlerden biri de kurduğu ciné-clup’ler olmuştur ki onun etkisiyle dünyanın bir çok ülkesinde de bu klüpler kurulmuştur. Yazdıklarıyla kendisinden sonra gelecek olan kuşak içinde gerçektenten büyük önem taşıyan bu isim 34 gibi genç bir yaşta vefat etmesine rağmen eleştiri ve estetiğe getirdiği açılımlar çok önemlidir. Aslında bir gazeteci olan Delluc, ilk zamanlarda sinema ile ilgili biri değildi; Film d’Art ve de düz öykü tarzı yapımlar onu sinemadan uzak tutmaya yetmiştir. “Sinema” der Delluc: “Tiyatrodan daha fazla bir ti-yatroluk barındırır içinde. Sinema dünyanın tümüne seslenir, belirli bir topluluk ya da halka değil. Tüm bir kentin izleyici olarak katıldığı Yunan Tiyatrosundan bu yana ölmüş sayabileceğimiz topluluk sanatına sinema yeniden yakınlaştırır bizi.” İşte bu sözleri seyrettiği ve etkilendiği; Mille’in The Cheat, Aldatma (1915)’sını izledikten sonra sinemaya ilgi duymaya başlamasıyla dile getirir. Yukarıda Avant-Garde başlığı altında da değindiğimiz gibi Delluc için kilit nokta; fotojeni idi. O buna sinema ile fotoğrafın uyuşması diyordu. “Şayet ki filmde salt güzelliği yaratma amacı, fotoğrafın önüne geçerse orta da film diye bir şey kalmaz” düşüncesiyle hareket ediyordu. İlk senaryosu Germaine Dulac tarafından 1919'da perdeye taşınmıştır ve 1924'te (33 yaşındaydı) ölmeden önce yedi kişisel film gerçekleştirme imkanı bulmuştur. Geneli bir denizci barı dekoru içinde geçen Fièvre ve rüzgarın hareketlendirdiği doğal bir dekorda çekilen La Femme de nulle part, bu etkileyici iki filmde kişileri, hava ve ışığın ana etken olarak kullanıldığı, karışık ruh hallerini yansıtan bir ortama koyarak, kavranamayan kurguyu gerçeğin bir kanıtı yapmıştır. Gazeteciler 1937'de mevsimin en iyi filmi ödülüne onun adını vermişlerdir. Delluc’un edebiyata olan düşkünlüğü haliyle sinema paradigmasına da yansımış ve Fransız İzlenimcilerinin edebiyata bağlılıkları da bu şekilde açıklanmıştır. Delluc adına her sene düzenlenen bir ödül töreni vardır.Filmografisine bakacak olursak: Le Silence 1920, Fumée noire 1920, Fièvre 1921, Le Chemin d'Ernoa 1921, Le Tonnerre 1921, La Femme de nulle part 1922, L'Inondation 1924.

GERMAINE DULAC

Avant-Garde Sinemada ve Fransa sinemasının yeniden yapılanmasında yeri olan isimlerden biri. İş hayatına gazetecilik ve tiyatro eleştirmenliği ile başlayan yönetmen; Fransa’nın ikinci kadın yönetmeni olmuştur. (İlki Alice Guy’dır) La Française dergisinin başına geçtiğinde dönemin en önde gelen feministlerinden biri olarak isim bıraktı. Dikkatleri üzerine 1915 tarihli, bir savaş sırası filmi olma özelliğini taşıyan Les Soeurs ennemies, (Düşman Kardeşler) yapımıyla çekti. Sonrasındaysa; Geo le Mysterieux, Dans l’Ouragan de la Vie, Ames de Fous ve Delluc’un senaristliğini yaptığı La féte Espagnole’un yönetmenliğini yaptı. La féte Espagnole filminde; aşk ve ölüm tragedyası üzerinde durdu, film; Dulac’ın erkek egemenliğine karşı tepkisini bir izlenimci olarak ortaya koymaktaydı. 1922 yılında çektiği filmi ise tüberküloz üzerine yarı belgesel nitelikli, amaçları doğrultusunda eşini terkeden kadın doktorun anlatıldığı bir yapıt olan La Mort du Sleil, (Güneşin Ölümü) idi. Yönetmenin Avant-Garde çizgiyle anılmasını ise; 1923 tarihli La Souriante Madame Beudet, (Gülümseyen Bayan Beudet) ve 1927’de yaptığı La Coquille et le Clergyman, (Deniz Kabuğu ve Din Adamı) filmleri sağladı. Dulac, feminist eğilimini, La Coquille et le Clergyman, (Deniz Kabuğu ve Din Adamı) adlı ilk gerçeküstücü film ünvanını alan yapıtında dahi ortaya koymuştur. Yönetmenin Antonin Artaud’nun Düşleri olarak isimlendirdiği 45 dakikalık yapıtı; bir din adamının bilinçaltında bastırdığı cinsel arzularının karabasan olarak dışa vurumunu anlatmaktaydı ve İngiltere’de gereksiz bir film olarak damgalanıp sansüre uğramasından ziyade kendi çevresince de tepkiyle karşılandı. Ticarete ve

http://genclikcephesi.blogspot.com 19

Page 20: Fransız Sineması Üzerine

öyküye dayanan sinemanın gerçek sinemayı katlettiğini düşünen yönetmen duygu ve akla seslenen tüm görseliteyi kullanmaktan yanaydı. O, Avant-Garde çizgiyi şöyle tanımla-yacaktı: “teknik, görsellik ve ses aktarımını başkalaşıma uğramış bir bakış açısıyla yerleşik değerlere karşı kullanarak algısallık dahilinde yeni duygusal noktalar geliştirmek.” 1925 senesinde Fransız Sinema Klüpleri Fedarasyonu’nun kurucu başkanlığına geçen Dulac 1927 senesinde Le Cinéma Service de l’Histoire, (Tarihin Hizmetinde Sinema) isimli bir derleme; bir yıl sonrasında ise Thémes et Variations ve Disque 927 isimli ses ve görüntü oyunları içeren deneysel filmler ortaya koydu. 1942’de öldü.

JEAN EPSTEIN

1897 doğum tarihli Epstein’de bir Delluc Okulu ismi; “sanat simgesel olmadığı sürece sanat değildir” ifadesiyle filmlerine vereceği rotayı da çizmiş oluyordu. Bir tıp okulu mezunuydu fakat hep farkında olduğu sinemanın yaşamına girmesi pek zor olmamıştı. Sinema adına ilk ürünü 1921 yılında, kuramsal-eleştirel yazılarını topladığı Bonjour Cinéma, (Günaydın Sinema) olmuştur. 1922 senesinde ise önemli başarı kazanan ilk filmini Pasteur’ü yapmıştır. 1922’de yaptığı ve tabanını Balzac’tan alan uyarlaması L’Auberge Rouge, (Kanlı Han) ve ardından René Clair’in büyülendiğini söyleyeceği Coeur Fidéle’i (Sadık Kalp) çekmiştir. Bunun ardından yaptığı filmler arasında önem kazanabilen yapımı sadece 1927’de yaptığı La Glace a trois faces, (Üç Yüzlü Ayna) olmuştur. Bu film Epstein’ın daha öncelerde kaleme aldığı düşüncelerinin görsel ispatı niteliğindeydi; Epstein şöyle demiş ve bu söylediklerini de filminde bire bir işlemişti: “Neden bir düzenek ile kalıp-laştırılmış olaylar, bir kronolojikleşme, olgu ve duyguların ardıllaşmış, sabitleşmiş ele alındığı hikâyeler anlatılır ki? Bu bakış açısı salt algısal yanıltılardır. Yaşam böyle kurulmuş değildir; öykülerden oluşmuş da değildir ve hiçte böyle olmamıştır. Sadece öncesi ve sonrası olmayan durumlardır aslında söz konusu edilebilecek olan.” Simgeciliğin gelişimini etkileyen 1928 yapım yıllı La Chute de la Maison Usher, (Usherlar’ın Çöküşü) ardından yönetmen sesli sinema dönemine girmiş ve filmler çekmiştir; L’Or des Mers, Les Bercaux, Chanson d’Armor, Coeur de Gueux, Les Batisseurs, La Réve, Artéres de France, ve son filmi Les Feux de la Mer. Epstein, filmleriyle olduğu kadar; sinema okullarında verdiği dersler ve yayınlanan kitaplarıyla da etkili olan bir isimdi, bu kitapları; 1936’da basılan Le Cinéma vu de I’Etna, (Etna’nın Sinemayı Görüşü,) 1947’de yayınladığı Le Cinéma du Diable, (Şeytanın Sineması) ve de 1955 tarihli L’Esprit du Cinéma, (Sinemanın Ruhu) olarak sıralayabiliriz. Delluc için photogenie’nin öneminden bahsetmiştik, özellikle yazdıklarını da bakacak olursak Epstein’de bu çizgiden pek uzakta değildir:

Epstein et photogenie -Epstein ve Fotojeni-si üzerine kendi betimlemesi:

“Şu bir gerçektir ki; konu bize ne kadar yakınlaştırılırsa o kadar coşturucu olur. Sinema sürek halinde değişen “yakınlık sanatı”dır; tiyatro gibi olayların karşısında durup onları sabit bir uzaklıkta ve klişe bir zamansal ritm içinde göstermez. Zira gerçekte uzayın içerisinde geçerliliği olan da tiyatronun değil sinemanın yaklaşımıdır. Seyirciye sunulan zaman ve uzaklık onlar tarafından anlaşılabilir olmalıdır. Tiyatroyu bir düz <yüz>ey oyunu olarak düşünürsek sinema (mekansal olarak ) bir uzay sanatıdır. Beyazperde ise bu anlatının, uzaysal boyutun ruhsal yapısının ortaya çıkmasına yarar. Mercek ve mikrofon ise; yüzdeki en ufak bir ürpertiyi, en küçük bir mırıldanmayı algılayıp aynı insansı doğrultuda (gerçeğin olduğu gibi) anlatıyı ortaya koyar. Zaten bunları böyle yapmak zorundadır. Mesela; üç-beş metrelik bir mesafeden duyulan ve bu amaçla yazılan Jean Giraudoux’nun bir metni, kişinin omuz çekimi ile aktarıldığında çok daha görkemli bir tablo çıkar ortaya. Bunun açılımı; sanat olan sinemanın tüm sunilikleri kendinden dışarı atmak amacı olduğu değil, aksine; onun başvurduğu sunilik az süslü, az belirgin, çok daha doğal, daha içsel bir yalan<cılık>dır. Beyazperde de yalan, doğru olmak zorunluluğunda bulunmamak için, izleyicilerin yakından kendisini incelemesine izin verir. Filmdeki öykünün sonsuz, tükenmezcesine bir konuyu gerektiren estetiğini kavrayan bu içsel

http://genclikcephesi.blogspot.com 20

Page 21: Fransız Sineması Üzerine

gerçekçilikte belge filmlere duyulan arzu gibi bir şey vardır. Konu, öykünün usul ve öncül olayları ise; bir hareketi, uzayın içine yerleşme tarzını, yani sinemaya özgü tarzı, meydana koymak mecburiyetindedir.”

ABEL GANCE

Fransız yönetmen Abel Gance 1889'da evlilik dışı bir çocuk olarak doğmuştur. Ailesi kariyerine avukat olarak başlaması yönünde cesaretlendirmişse de o genç yaşlardan itibaren tiyatroya tutkundu. Sahneye ilk kez 19 yaşında Brüksel'de aktör olarak çıktı ve 1909'da Moliére'de ilk film oyunculuğunu gerçekleştirdi. 1911'de kendi film şirketini kurmadan önce oyunculuğa ve senaryo yazarlığına devam etti. 1911'de yaptığı La Digue filmi diğer ilk dönem filmleri gibi başarısızdı. Sarah Bernhardt ile oynayacağı 5 saatlik filmi Victoire de Samothrace, I. Dünya Savaşı'nın başlaması ile iptal edildi. Gance, sağlığının bozukluğu nedeniyle savaşın büyük bölümünden kaçındı ve 1919'da daha başarılı olarak film yapımcılığına döndü. 1.Dünya Savaşı'nın sonlarına doğru gerçekleşen çarpışmaları içeren 3 saatlik güçlü bir savaş karşıtı epik olan J'Accuse filmi ile uluslararası ün kazandı. J'Accuse'da yenilikçi yönetmenin 1927 yılında yaptığı muazzam Napoléon filminde geliştireceği deneysel teknikler kullanıldı. Filmin başarısı 6 saatlik uzunluğu ve filmi gösterecek projeksiyon ekipmanlarının ve uzmanının yetersizliği nedeniyle gölgelendi. Gance, sessiz filmlerden sesli filmlere geçişte pek başarılı değildi. Uzun yıllar boyunca film yapmaya devam etmesine rağmen asla 1920'lerdeki sessiz film dönemindeki şöhret ve çoşkuyu devam ettiremedi. Zamanının çoğunu, eski sessiz filmlerini zenginleştirerek, J'Accuse ve Napoléon gibi eski şaheserlerinin sesli versiyonlarını yaparak geçirdi. 1943'te Nazi istilası yüzünden Fransa'dan kaçtı. 1960'da film yapımcılığı kariyerine Austerlitz gibi tarihi dramalar yaparak devam etti.1981'de Christopher Columbus hakkında epik bir film yapma arzusunu gerçekleştiremeden öldü.

MARCEL L’HERBİER

Bir diğer Delluc Okulu ve Avant-Garde üyesi. Hukuk ve sosyal bilimler eğitimi almıştır fakat ilgi alanı olarak seçtiği edebiyatla isim yaptı. I. Dünya Savaşı esnasında ordunun sinema kısmında görev almasıyla senaryo yazmaya da başlayıp sinemaya atıldı. İlk çıkışını İskandinav bir atmosfere sahip L’homme du Large, (Enginlerin Adamı)’yla 1920’de yaptı. Sonrasındaysa ilgi toplamayı beceren filmi 1921 yapımı El Dorado’yu çekti. 1923 tarihli Don Juan et Faust ardından Alman Dışavu-rumcu Sinemasından faydalanmayı denedi ve izle-nimci-simgeci noktalar taşıyan 1924 tarihli L’Inhumaine, (İnsanlık Dışı)’nı yaptı. 1925’e gelindi-ğindeyse Pirandello’dan uyarladığı Feu Mathias Pascal, (Rahmetli Mathias Pascal)’ı simgesel görsel bakışının öğelerini taşıyordu. 1929’da çektiği L’Argent yönetmenin en önemli filmi olarak kabul edilir. Sesli sinema döneminde varlığını sürdüremeyen yönetmen önemi dünyaca bilinen I.D.H.E.C sinema okulunu kuran kişidir. 1954’den yaşamının sonuna dek televizyon dramaları yapmıştır.

JACQUES FEYDER

1885 ile 1948 yıllarında yaşamış olan Fransız Avant-Garde Sinemasının bir diğer ismi olan Feyder; sinema yaşantısına kısa filmler çekerek başlamış, 1917’de çektiği Konuk Evinin Yaşlı Kadınlarının ardından kariyerine 1919da La Faute d’Ortographe, (Yazım Hatası); 1921 tarihli; dış çekimleri için aylarca çöl ortamında kalarak o güne kadar yapılmamış bir olayı gerçekleştirdiği yapıtı L’Atlantide ile devam etmiştir. 1922’de bilinçli olarak meydana getirilen görüntü bozukluklarını psikolojik araştırmalarla desteklediği Anatol France’dan uyarladığı adli sisteme bir yergi niteliğindeki Crainquebille’i sonrasında 1923 senesinde Visages d’enfants, 1925te L’Image ve Gribiche’i yapmış ardından ise bir Carmen versiyonu çekmiştir. 1928 senesinde Berlin’e giden yönetmen, burada bir Zola uyarlamsıyla çıkar

http://genclikcephesi.blogspot.com 21

Page 22: Fransız Sineması Üzerine

karşımıza; Therese Raquin. Aynı yıl çektiği Les Nouveaux, (Yeni Baylar) filminde kent soylu politikleri hicvettiği filmi hakkında Carné filmin önemli bir yapım olduğunu ve ilgi çekici bulduğunu söylemiştir. 1929’da son sessiz filmi The Kiss’i, ardındansa 1930’da Anna Christie’yi çeken yönetmen Amerika’da çektiği değeri bulunmayan filmlerinden sonra tekrar Fransa’ya döndü ve dönüşünün ardından; 1934’de Le Grand Jeu ve Pension Mimosas’yı 1935’de ise en başarılı yapıtı görülen La Kermesse Héroique’i yaptı.

RENE CLAIR

1898 doğumlu Clair; mizah ve bürlesk’in yanısıra fantastik ve gerçeküstü filmleri ile öne çıkmayı başarmış bir yönetmendir. O, film yapmayı sadece bir şey-i anlatmak değil onu aynı zamanda sinemasal olarak keşfetmek olarak algılamış ve bunu bu şekilde dile getirmiştir. Clair filmleri ne gerçekçi ne de gerçeğin dışıdır ama gerçeğe öykünerek onun hayalini yansıtırlar. I. Dünya Savaşı sonrasında gazetecilik, şarkı sözü yazarlığı, eleştirmenlik yaparak yaşamını idame etmiştir. Sinemaya oyunculukla başlayıp; senaryo yazarlığı ve yönetmen yardımcılığı yapmıştır. 1919 civarında Paris’te oluşan Littérature dergisi etrafında; Aragon, Breton, Fargue, Gide, Valery gibi isimlerle birlikte olup dadaist toplanımlarda katılımcı olarak bulunmuştur. İlk çıkışını 1923 tarihli Paris qui Dort, (Uyuyan Paris) ile yapan Clairin bu filmi için Charensol: “Jarry ve Apollinaire ile beslenmiş ve dada ile sarılmış” ifadesini kullanmıştır. 1924 yılında yaptığı ikinci filmi Entr’acte Eric Satie’nin bir bale yapıtının perde aralarında sunulmak için hazırlanmıştır. Film Avant-Garde’ın önemli eserlerinden biri olarak görülmüştür. Clair’in bu filmi; insanı şaşırtan me-taforlarla bezeli, dadaist şiir geleneğine bağlı ve amaçsız görüntülerin gaglarla desteklenmesinden oluşan bir yapıttır. Bu eser Mayokovski’ye varasıya çok ismi etkilemiştir. 1925 senesinde sırada Voyage Imaginaire, (Düşsel Yoculuk) sonrasında ise bir uyarlama olan Un Chapeau de Paille d’İtalie, (İtalyan Hasır Şapkası) vardır. 1928 yılında çektiği Les Deux Timides, (İki Sıkılgan) filminde de başarısını sürdürmüştür. Sesli sinema sürecinin başlaması bir çok isimde olduğu gibi Clair’de de tereddütler yaratmıştır ama o bunun üstesinden gelecektir. Görüntünün büyük önemini vurgulamış ve sesi sadece gerekli olduğuna inandığı yerlerde kullanarak kariyerine devam etmiştir. Bu süreç ardından 1930’da kendini Sous les toits de Paris, (Paris Çatıları Altında) filmiyle ispatlamıştır. Ardından 1931 senesinde Le Million’u yapmış ve başarı çıtasını yükseltmiştir. 1934’de ise A nous La Liberté gelmiştir. Clair, 14 Juillet ile bu sefer 1932’de Paris’in tam anlamıyla içine girer. Yergisini kuvvetlendirdiği eseri Le Dernier Millardaire 1934 senesinde çekilmiş ardındansa 1935 senesinde İngiltere’ye gitmiş ve büyük beğeni toplayan The Ghost Goes West, (Hayalet Batı’ya Gidiyor)’u çekmiştir. 1940’da Alman işgali sebebiyle A.B.D’ye geçen yönetmen The Flame of New Orleans komedisiyle başarıya ulaşamamıştır. 1942’de işler biraz daha düzelir ve I Married a Witch ile ilgi görür. Başarılı olarak kabul edilen filmi, bir fantastik güldürü olan It Happened Tomorrow’u 1944’de gerçekleştirdi. Amerika’da ki son işi Agatha Christie uyarlaması olan And Then There Were’den sonra yurduna döndü. Bunun sonrasında Paris çocukluk günlerine göndermeler yapan Le Silence est d’Or, (Sükut Altındır)’ı 1947’de gerçekleştirdi 52 se-nesindeyse taşralı, utangaç bir kişiliğin kadınlarla düşlerinde yaşadığı öyküleri anlattığı Les Belles de Nuit, (Gece Güzelleri)’ni, 55 ve 57 yıllarında ise Les Grandes Manoeuvres, (Hileli Aşk) ve Portre de Lilas’yı yaptı. Son filmleri olarak ise sırasıyla La Française et l’Amour, Tout l’Or de Monde, Les Quatre Verités, Les Fétes Galantes gelmiştir.

FERNAND LÉGER

1881-1955 yıllarında yaşam sürmüş bir isim Léger. Sanatçı, ressam; ölümünden sonra unutulmayan ve eserlerini sergilemek maksatlı, Fransa Biot’da kendisi için bir müze açılan üretken yaratıcı bir insan. O tıpkı Delluc gibi -ama ondan çokça farklı bir çizgide- gerçek bir Avant-Garde sanatçısı. 1955 senesinde öldüğünde son ve ikinci filmi olacak olan ama olamayan Le Ballet des Couleurs, (Renklerin Balesi) öncesinde sadece bir tek filmi ardında

http://genclikcephesi.blogspot.com 22

Page 23: Fransız Sineması Üzerine

bırakmıştır: 1924’de yaptığı Le Ballet Mécanique. Léger 1908’de kübizm doğduğunda Avant-Garde eğilimleri gözlemlemiş ve onlara katılmıştı. O zamanlar da Léger; izlenimcilik ve fovizm öğeleri ile bezeli resimler yapmakla meşguldü. İlk savaş sonrasında ilgisini silindir etrafında yoğunlaştırdı ve savaşın ardından resimlerine hakim olan mekanik görüntüleri aktardığı makine dönemine giren Léger bu dönemden, pürizme ilgi duyarak kopacaktı ve bu süreçte de Mekanik Bale ortaya çıkacaktı. Bu anlatısız, öyküyü yok sayan film; biçimler ve ritm ile yoğunlaşan bir deneydir. Léger filmin öncesinde Chaplin filmlerini ve bunlar üzerine açılımlar yapan Delluc yazılarını okumuştu ve bu etkiyle sinemaya yönlendi. Zaten Léger bu etkiyi doğrulayan bir belirtiyi filmin başlangıcına yerleştirmiştir: Bir Şarlo figürü şapkasını çıkarır, kafasını sallar ve perde de Şarlo Mekanik Bale’yi Sunar ifadesi okunur. Avant-Garde’ın sıkı yapımlarına karşı beğenilerini hep sunmuş olan Eisenstein, Léger’in bu senaryosuz, üçyüz çekimden oluşan ve ondört dakika süren; mekanik, insan ve dünya üçlemini görsel düzenlemeler, deneysel fotoğraf görüntüleri ile simgesel bir yapıda anlatmayı amaçlayan filmi için taktir ve beğenilerini sunmuştur. Yapıtını yedi dikey bölümden oluşturan Léger bunu; prizmalar yordamıyla görüntü kırılganlığı, yansıtıcı özellikli yüzeylerin deneysel fotoğraf çalışmaları, geometrik desenlemeler, bilumum mutfak eşyaları ve ‘şeyler gibi görünümlerin mekanik ama canlı ve eğlenceli, görsel bir dans kurgulamasıyla sunarak ortaya koymuştur.

JEAN RENOİR

1894 doğumlu yönetmen, “en Fransız yönetmen” gibi bir nitelendirmeyle anıldı. Kendisinden önceki kuşağı yok sayan ve suçlayan Yeni Dalga’cıların önemsediği tek yönetmen olmak gibi bir özelliği vardır. Dönemin isim yapmış empresyonist ressamı Auguste Renoir’in oğludur. Sinemayı seçtiğinde yıl 1924’tür. Aynı yıl içerisinde Une Vie sans Joie isimli ilk filmini ardından da bir melodram olan La Fille de L’Eau’yü yaptı, film; içerdiği rüya sekanslarıyla dikkat çekti. 1920 senesinde en iyi Zola uyarlaması ünvanını hak edecek olan Nanayı çeker. 1927’de yaptığı Marquitta ile dönemin dansı Charleston izlerini aktarmaktadır perdeye. Aynı tarihte yaptığı ve gerçek üstü bir atmosfere büründürdüğü filmi La Petite Marchande d’Allumettes, (Küçük Kib-ritçi Kız)’ı yapar. Bir uyarlama olan On Purge Bébé ve La Nuit de carrefour ardından La Chinne’i 1931 senesinde gerçekleştirir. 1932’de Yeni Dalga’nın habercisi sayılacak olan Boudu sauvé des eaux, (Sulardan Kurtarılan Boudu) gerçekleştirir. 34’de ise İtalyan Yeni Gerçekçiliğini etkileyecek olan Toni’yi yapan yönetmen filminde İspanya’dan Fransa’nın Province bölgesine gelen göçmen işçilerin yaşayışını konu edinmiştir. Renoir’in karamsarlığının son eseri olarak gösterilen ve patron ile işçi ilişkisini konu alan 1935 yapımı Le Crime de M.Lange, (M.Lange’ın Suçu) filmi Halk Cephesi damgasını taşıyan ve patronların sistemini yeren bir film olarak dikkat çeker. Fransız Komünist Partisi’nin isteğiyle yapılan ve Halk Cephesi Hükümetini savunan La Vie est a Nous, (Yaşam Bizimdir) ise 1936’da hayat bulur. Film bir süreliğine de olsa sansüre takılacaktır. Gene 36 senesinde, yönetmen; Une Partie de Campagne filmini yapıp, söylendiği gibi siyaseti sanattan üstün görmediğini ortaya koyacaktı. 1936’da yaptığı Les Bas-Fonds (Ayak Takımı), başarıya ulaşamamış bir Gorki uyarlamasıdır. Bunun bir yıl sonrasında ise La Grande Illusion yapımıyla klasikler listesine bir film eklemiş olur. 1789 Devriminin aktarıldığı La Marseillaise, (Marsilyalı Kız) filmini 38’de çeker Renoir. Aynı tarihlerde nazi faşizminin yükselişe geçişi ona bir Zola uyarlaması olan Le Béte Humaine, (Hayvanlaşan İnsan)’ı yaptırır. 39’a geldiğinde ise dünyaya bir baş yapıt kazandıracaktır: La Régle du Jeu, (Oyunun Kuralı). Film Şiirsel Realizmin doruğu diye de adlandırılacaktır. Savaş sebebiyle kaçınılmaz olarak ülkesini terk eden Renoir Amerika’ya göç eder ve orada 1941-46 yılları arasında; Swamp Water, The Southerner, Diary of a Chamber Maid, The Woman on the Beach filmlerine imza atar. 1951’de ise bu kez Hindistan’da The River ile orada yaşayan İngilizleri konu edinen filmini yapar. Ülkesine dönüşünün ilk filmi olan French Cancan’ı 1955’de çekecek ve bu yapımıyla 1956 senesinde Sinema Akademisi Ödülü’nü alacaktır. Ödülün ardınca bir romantik güldürü olan Elena et les Hommes’yi ardındansa şiirsel Le Dejeuner Sur l’Herbe, (Kırdaki Kahvaltı)

http://genclikcephesi.blogspot.com 23

Page 24: Fransız Sineması Üzerine

ve 58 tarihli deneysel televizyon filmi Le Testament du Dr.Cordelier’i yapacaktır. 71 senesinde sinema yaşantısını anlattığı Jean Renoir’ın Küçük Dünyası’nı filme aldı. 79 yılında ölmeden önce; Renoir, Les Cahiers du Capitaine Georges, Ma Vie et mes films kitaplarını yayımlamıştır.

JEAN VIGO

Sürdüğü yaşam doğrultusunda doğal olarak yaşama erken veda eden 1906 doğumlu Vigo 1934 senesinde yaşamını yitirmiştir. Onun yaşamı mutsuz, fakir ve hasta bir yaşantıdır. İlk belgesel filmini Nice’e yerleştikten sonra 1930’da A Propos de Nice, (Nice Üstüne) ismiyle kameraya almıştır. İkinci yapımı ise ünlü yüzücü Jean Taris üzerine yaptığı 1931 tarihli Jean Taris, Champion de Natation olmuştur. Bu yapım onun Avant-Garde sinemacılığının sinyallerini verdiği eseri olmuştur. Diğer önemli çekimi ise 1933 yılında gerçekleştirdiği ve sansür kurumunca sakıncalı görülüp yasaklatılan Zéro de Conduite, (Hal ve Gidiş Sıfır) olmuştur. Bu filminde Vigo ortaya iki farklı yaşam şekli ortaya koyar; bunlardan biri; çocukların ve halkın dünyası diğeri ise; olgun kişilerin ve burjuvanın dünyasıdır. Yapıtın kökeni Vigo’nun yaşadığı çocukluktur elbette; çocuk ahlakına not veren bir konumdan bakan sistemin bir yergisidir ortaya konan, bir baş kaldırı filmi... Tahmin etmesi güç olmayacağı gibi filme tepkilerden ziyade saldırılar olduğunda, yönetmen bu bağnazlığa karşı bir savunma olarak 1934’te L’Atalante’ı koydu ortaya. Filmin ilk gösterimi başarısız bir şekilde sunulur ve kısa bir süre sonrada yönetmen hayata veda eder. Film gösteriminin devamında bazı değişikliklere uğratılarak sunuma devam ettirilir; yakın tarihlerde İngiliz Film Arşivinde bulunabilen özgün kopyası baz alınarak yeniden basılıp gösterime sokulur. Sürreal alt yapılı filmde bu olgu başarılı bir şekilde romantizm ve komedi öğeleri ile harmanlanıp sunulur izleyiciye. Vigo’nun sinema yaşamı kısa ama yoğun bir yaşamdır, dört filminin toplam süresi dahi kısa denecek bir süreye sahip olmuştur. Günümüzde yönetmen, meraklısı olan için hâlâ keşfedilecek noktaları kendinde barındırmaktadır.

MARCEL CARNÉ

Şiirsel Realizmin öncüsü olarak adını geride bırakan Carné bir marangoz çocuğu olarak Paris’te 1909 yılında dünyaya geldi. Sinemaya duyduğu ilgiyi tam anlamıyla fark edene dek bir sanat okulunda sanat yaşamına başladı. Sonrasında ise bir film teknisyeni olarak yoluna devam etti. Askerlik süreci ardından Carné hemen sinemaya atılamayacak ve başka işlerle meşgul olacaktı. Sinemayla ilintili ilk işini 1920 sonlarında yönetmen yardımcısı olarak yapmaya başladı. 1929 yılında ilk filmini çektiğinde kullandığı kamerayı bir arkadaşından ödünç olarak almıştı. Yaptığı bu film; Marne nehri kıyısında Pazar pikniği yapan insanlara değinen bir belgesel çalışmaydı ve Nogent-Eldorado adını almıştı. Bunları; Cinémagazine ve Hebdo Film dergilerinde eliştirmen olarak çalışması ve A.B.D’ ye gönderilmesi izleyecekti. 1936 yılında Feyder, bir melodram olan Jenny’nin rejili-ğini Carné ’a devredince ciddi anlamda yönetmenliğe adımını atmış oluyordu. Yıl 1938’ e geldiğinde Carné ileride çok anılacak bir yapıtla başbaşaydı; Quasi des brumes, (Sisler Rıhtımı). Geçirdiği bir sinir krizi sırasında cinayet işlemiş olan asker kaçağı Jean, sisler içindeki liman kentine gelir ve rıhtımdaki bir meyhanede tanıştığı Nellie'ye âşık olur. Kızın nişanlısını katletmiş olan hain koruyucusu Zabel, kızı da yıldırmıştır. Jean yeraltı dünyasına karışır; bu arada yerel bir çetenin başı olan Lucien, dikkatini Nellie'nin üzerinde yoğunlaştırır. Jean, polisi atlatmak için, intihar eden bir ressamın pasaportunu kullanır ve Venezüella'ya giden bir geminin mürettebatına katılır. Nelly'ye tecavüz etmeye kalkışan Zabel'i öldürmek zorunda kaldıktan sonra, tam gemi hareket etmek üzereyken, kendisi de Lucien tarafından vurulup öldürülür… Aynı yıl yaptığı Hotel du Nord, (Kuzey Oteli) ise Sisler Rıhtımına nazaran duygusallığı birazda olsa fazla basan bir yapıttı. Filmde birlikte intihar etme kararı alan genç sevgililerin portresi çizilir, genç adam kıza ateş eder fakat sonrasında kendisini vuracak güç ve cesareti kendisinde bulamaz ve hapisaneye girer. Hapis yaşamının sonunda iki sevgili (kız ölmemiştir) tüm olanlara rağmen mutlu bir yaşama kavuşurlar. Giderek kasvetli bir anlatıma yönelen Carné 1939 yılındaysa Le jour se léve, (Gün Doğuyor)’u yaptı. Film pesimistik

http://genclikcephesi.blogspot.com 24

Page 25: Fransız Sineması Üzerine

sürecinden dolayı İkinci Dünya Savaşı sırasınca psikolojiyi bozucu olduğu gerekçesiyle ilgili makamlarca yasaklatıldı. 1940lı yıllarında Carné çektiği filmlerde konusal olarak umutsuz aşka ve iyi ile kötünün savaşımına yöneliyordu. 1942 yılında yaptığı Les visiteurs du soir, (Gece Ziyaretçileri) adlı Ortaçağda geçen yapıtında şeytanın aşk için bir engel olabileceğini fakat asla onu yenemeyeceğini anlattı. Bir pantomim sanatçısının yaşam öyküsünü anlattığı 190 dakikalık yapıtı Les enfants du paradis, (Cennetin Çocukları) 19.yy Paris tiyatro dünyasında geçmekteydi. Şiirsel Realizmin babalığını yapmış olan Carné için kimileri bu filmin Şiirsel Gerçekçilikten kopuş olduğunu söylese de film tam anlamıyla akımdan uzakta değildi. Bir çok kişi tarafından felsefi olarak değerlendirildi. Ne olursa olsun o meşhur Carné kasvetini Cennetin Çocukları’ nda da bulmak mümkündü. Savaş sonrası ise yönetmenimiz için pek parlak olmayacaktı aslında. Yenilenen bir dönemi şimdiki zamanın aşırı değişken yapısını perdeye aktarmakta güçlük çekti Carné. Herşeye rağmen ilerleyen yıllarda çokça aşk filmi çevirdi. 1996’da içsel bir yaşam sürerken yaşama veda eden Carné ölümünden önce ise şu filmlere imzasını atmıştı: Zola’nın sinemaya uyarlanan yapıtı; Thérése Raquin(1953), Les tricheurs(1958), Les assassins de l’ordre ve La Bible(1977).

JULIEN DUVIVIER

1896 doğumlu yönetmen bir cizvit okulunda öğrenim görmüş, ilkin tiyatro ile ilintili çalışmalarda bulunmuş sonrasında ise l’Herbier ve Feuillade gibi isimlere asistanlık yapmış ve senaryo denemelerinde bulunmuştur. 1967 senesinde ölen yönetmen Beş Büyük Yönetmen olarak adlandırılan sıralamanın içerisinde olmuş; Şiirsel Gerçekçiliğe dahil edilen filmleriyle sinema tarihinde kendisine yer bulmuştur. Soğuk bir kişiliğin altında üretken bir yapı barındırmış, altmış civarı film ortaya koymuştur. Güldürü sinemasına çokça ağırlık veren Duvivier 1919’da yaptığı ilk filmi Haceldema ile bir ilgi uyandıramadığı gibi; 1920’li yıllarda çektiği yirmi kadar filmlede başarıyı sağlayamamıştır. 1929 senesinde yönetmen bu kara perdeyi yırtarak Au Bonheur des dames, (Hanımların Mutluluğu) filmini yapmış ve üne kavuşmuştur. Sonrasındaysa 1932-39 yılları arasında kendisinin klasikleri olacak filmleri: Poil de carotte, Maria Chapdelaine, Pepe le Moko, Un Carnét de bal’ı yapmıştır. Duvivier 38 senesinde Hollywood’a çağrılır ve Johann Strauss’un yaşamını kameralayan The Great Waltz’ı yapar. II. Dünya Savaşı sırasında tekrar A.B.D’ye giden yönetmen 1942 tarihli filmi The Tales of Manhattan’ı, 1944’de ise Flesh and Fantasy sonrasında ise aynı yıl içerisinde The Impostor’ı gerçekleştirir. Savaş sonrası ülkesine döndüğünde başarılı yapıtlar ortaya koyar. 1948’de İngiltere’de Anna Karenina’yı yapar. Bunları 1950-67 arasında yaptığı: Sous le ciel de Paris, Le Petit monde de Don Camillo (bu filmiyle Venedik Film Festivali’nde ödül almıştır), L’Affaire Mauriuzus, L’Homme a L’imperméable, La Femme et le Pantin, Le Diable et les Dix Commandements filmleri izler.

MARC ALLEGRET

1900 doğumlu bir yönetmen Allegret; sinema yaşamı belgesellerle başlamış bir isim. Kendisinden yıldız keşfeden yönetmen olarak bahsedilmesini sağlayacak isimleri oynatmış filmlerinde. 1930’lu yıllarda belgesel haricinde filmlerine girişmiş; Mam’zelle Nitouche, Lac aux Dammes, Orage, Entrées des Artistes bu tarihlerde bahsedebilecek filmlerinden olmuştur. Filmleri genellikle iyi ve kötünün savaşımı konulu ilerlemiştir. Yönetmen, sonrasında; Les Petites du quai aux fleurs, Petrus, Lunegarde, L’Amant de Lady Chatterly, Sois belle et tais-toi, Un drole de dimanche, L’Abominable Homme des douanes filmlerini gerçekleştirmiş 1973 senesinde yaşama veda etmiştir.

VE SİNEMAYA SES GELİYOR

http://genclikcephesi.blogspot.com 25

Page 26: Fransız Sineması Üzerine

Fransa sineması seslenmişti seslenmesine ama bu ani gelişe biraz hazırsız yakalanılmış ve bilim adamları gerekli aygıtlar –ses cihazları- üzerinde ki çalışmalarını başarıyla tamamlamış olsalarda Fransa film dünyasında yabancı patentli malzeme hakimiyeti söz konusuydu, zira ürettikleri teknik malzemeye patent henüz al-a-mamışlardı.

İlk yapılan Fransız sesli filmine baktığımızda 1929 yapım yılına sahip L’Eau du Nil, gene aynı tarihli Le Collier de la Reine karşımıza çıksada Fransız sesli filminin önünü açan yapım kesinlikle René Clair’in filmi (ki Epinay stüdyolarında Alman şirketi Tobis için çekilmişti) Sous les toits de Paris’dir. Dünyada kabul görüp başarı kazanan bir film olmasına rağmen ilginç bir şekilde Fransa’da ilk başlarda hiç ilgi görmemişti. Müziğin gerçekten yaratıcı bir şekilde kullanıldığı film sonralarda ise Fransa’da bir çok filme yol çizecek ve vizyonun gerçekten poplaşmasını sağlayacaktı.

Daha öncede belirtmiştik; sesin gelmesi, bir anlamda Avant-Garde’ın sona erişi anlamındaydı. Clair, Renoir, Feyder, Epstein, Lévy, Duvivier, Gremillon, Gance, L’Herbier gibi sessiz kuşağın nitelikli isimleri sorun yaşamadan yeni sürece geçiş yapan yönetmenlerdi. Bu büyük adamlar aynı şekilde otuzlu yıllarada isimlerini bırakabilecek kadar başarı kazanacaklardı. Bu dönemden sonra listeye önemli iki isim daha girecekti ki bunlar Vigo ve Carné ’dan başkası değildi.

Sesin sinemaya girmesinden sonra doğal olarak tiyatro tabanlı filmler ve daha popüler bir şekilde müzikaller poplaşan değerler olarak öne çıkmıştı. Aslında ortaya çıkan ürünlere sinema filmi demenin sinema etiği açısından ne kadar doğru olduğu tartışılırdı zira bunlar sadece filme alınmış dahası filmleştirilmiş tiyatro ya da opera çalışmalarıydı. Lakin bunun istisnası olarak ortaya çıkan Clair’e ait; Le Million, A nous la liberté ve Quatorze juillet diğer yapımlar arasından sıyrılabili-yorlardı. Bu arada vazgeçilmez gibi duran komedi bu yeni düzenede uyum sağlamakta hiç gecikmemiş ve ortaya komik müzikhol şarkıcılarının oynadığı ucuz işler çıkmaya başlamıştı. Bu değerler doğrultusunda ortaya çıkan gösterimlere uyum sağlayan küçük sayılamayacak bir izleyici kitlesi söz konusuydu ve bu durumdan rahatsızlık duyanlar varsa onlarda eleştirmenlerdi. Ortaya çıkan bu eğlence -sinema kültürü, ucuzluk ve haliyle kalitesizlik olarak görülüyordu. Seçenekler arasında yer alan filmleştirilmiş tiyatro giderek daha fazla seyirci çekmeye başlamıştı ve bir anlamda bulvar komedisinin yerini almıştı, almıştı çünkü alt yapıları buna dayanmaktaydı. Ama gelgelelim şu meşhur Hollywood tehlikesi karşısında bu düzen büyük bir başarı ve kazanç sağlamaktaydı. Önemle belirtilmesi gereken bir nokta da bu süreç içerisinde ki senaryo yazarlarının Fransız sinemasında önemli yerlere geleceğinin nişaneleride ortaya çıkmıştı. Bu dönemin öne çıkmış senaryo yazarlarına baktığımızda: Marcel Achard, Jacques Prévert, Henri Jeanson, Charles Spaak isimleriye karşılaşırken Yves Mrande ve Louis Verneuil gibi daha bir çok yönetmeninde senaryolaştırılmış tiyatro filmleri çektiklerini görüyorduk. Bu sahada da öne çıkan belirginleşmiş iki isim göze çarpıyordu, onlarda: Marcel Pagnol ve Sacha Guitry idi. Bu arada Guitry’nin filmlerinde her zaman başrolü kendisine ayırdığını da belirtmeden geçmemek gerekir.

Fransa’ya ait sinema dünyasında bahsedilmesi gereken, önem taşıyan bir türde şüphesiz ki gerçekçi melodramdı. İlk başlarda yapılan filmler daha öncelerde yapılan melodramların yeni versiyonlarıydı bir diğer anlamda bunlar melodramın XIX. yy’dan bu yeni zamana dönüş-türülmesiydi. Elbetteki bu tür salt yeni uyarlamalardan ibaret kalmayacaktı, aksine yeni melodram türleri ortaya çıkacaktı. Şayet bunlara örnek vermemiz gerekecekse: Double Crime sur la ligne Maginot (1937), La Porte du large (1936), Marcel L’Herbier’nin Le Bonheur’su, Abel Gance’ın Paradis perde’su sayılabilirdi. İsim altında toplamak gerekirse bu tür kendi içinde: Sosyete Dramı,

http://genclikcephesi.blogspot.com 26

Page 27: Fransız Sineması Üzerine

Slaw Melodramı, Asker Melodramı gibi isimler almıştı. Fakat şu varki bu yıllara hakim olacak tür olarak olarak seçilen bu melodramlar değil Şiirsel Gerçekçilik olacaktır. İleride bir başka bölüm halinde sunmaktansa burada pekişmesi muayetinde konudan fazla uzak düşmemek amacıyla sınırlı bir şekilde şiirsel gerçek-çi-lik ten bahsetmek faydalı olacaktır.

Akımın ilk defa ortaya çıkışı Fransa’da olmuştu ve yıl 1930’u göstermekteydi. Şiirsel Gerçekçilik akımıyla hemen hemen özdeşleşmiş olan Marcel Carné’nin bu akımın tek temsilcisi olduğu ileri sürülse de bu pek doğru bir iddia değildi zira akımın ortaya çıkışında Jean Vigo, Marcel L’Herbier ve Julien Duvivier gibi yönetmenlerinde etkileri vardı elbet.

Akım adından da ortada olduğu gibi iki ana noktadan oluşmaktaydı; şiirsellik ve gerçekçilik. Şiirsel yön; çevre seçimi ve film karakterlerinin davranışlarında yatmaktadır: Islak caddeler sisli limanlar ve benzeşik öğeler ana atmosferi oluştururken, karakterler ise asker kaçaklarından, psikolojinin hastalık taraflarında dolaşan katil tiplemelerinde yer alan erkek oyuncular ve yaptığı evlilikle mutluluğu bulamamış kadın tiplemelerinden oluşturmuştur. Gerçekçilik yönüne gelecek olursak; karakterlerin karşısına çıkan ve yaşamın simgesi olan polisler ve gangsterlerin varlığıdır söz konusu olan. Kısa bir dönem süren şiirsel realistik sinema; romantik, duygusal, ümitsiz bir sinema örneği olarak tarihteki yerini alacaktır.

Yaşamı etkileyen her şey dahası dünyayı etkileyen her şey doğal olarakta en başından sonuna sinemayı etkilemiş ve etkileyecektir. İşte Almanların Fransa’yı işgali, haliyle Fransız sineması üzerinde sağlam bir etkiye sebep olmuştu. Sinema sektöründe; oyunculardan ve yönetmenlerden bu dönemde ABD’ye göç edenler olurken bazılarıda faşist bir takım baskıcı kurallar altında zor zamanlar geçirmeye başlamışlardı. Gelgelelim herkes bir yerlere göç edip işkenceye maruz kalmıyordu; dahası Fransa’da kalanlar ve de sorunsuz bir şekilde kariyer ve yaşamlarına devam edenler –de- oldu –elbet-.

Pétain hükümeti sırasınca kurulan COIC (Sinematografik Endüstrilerin Organizasyon Komitesi), sözkonusu Alman hakimiyetinin sınırlarını daraltmaya çaba gösterdi. Yeni film okullarından tutunda, mali destek ve kısa film çalışmalarına yatırıma değin, çok önemli adımlar atıp uğraşlar veren bu kurum; Fransız sineması için gerçekten gereken ve iyi sonuçlar doğuran bir adım olmuştu. Her ne kadar parasal sancılar çeksede Fransız sinemasının iyileştiği söylenebilirdi. Fakat bu dönem filmlerinin Alman’ların sansür kurulu Vichy tarafından denetlendiğini de unutmamalıyız. Ama film piyasasında bir Fransız hakimiyetinden söz edilebilirdi çünkü; az sayıda İtalyan ve Alman filmini saymazsak, İngiliz ve Amerikan filmleri tamamen gösterim yasağına tabi tutulmuştu. Bu savaş dönemi sinemasına baktığımızda ortaya konan yapımların önemli bir kısmını edebi uyarlamalar oluştururken Cocteau’nun da imzasını taşıyan ama az sayıdaki fantezi filmlerden söz etmek mümkündü. Ortaya çıkan ve hafiften bir ağırlık kazanan kadın filmleride aynı dönemde etkinleşmeye başlamıştı, bu sıralar yapılan filmlere bakacak olursak karşımıza: Abel Gance’ın La Vénus aveugle’u, Pagnol’un La Fille du puisatier’si, Stelli’nin Le Voile bleu’su, Grémillon’ın Le Ciel est a vous’u çıkmaktaydı.

VICHY DÖNEMİ ÜZERİNE

Nazi ordusu, Hollanda ve Belçika’ya saldırdıktan sonra; Majinot savunmasını yararak Fransa’ya girip 1940’ın 14 Haziran’ında Paris’e ulaştı. Pétain Hükümeti ise ateşkes adı altında Fransa’yı resmen Nazilere teslim etti.

Sinema, Naziler için mükemmel bir propaganda aracıydı ve bunu her açıdan kullanacaklardı. Bu da Fransız Sineması’nın tıpkı toprakları gibi işgali anlamına geliyordu. Böylelikle sinemada sansür

http://genclikcephesi.blogspot.com 27

Page 28: Fransız Sineması Üzerine

uygulamaları başladı ve bu görevin başına da Dr. Schmidt getirildi. Hemen ardından Continental kurumu tüm Fransız film dünyasını eline aldı. İşgalin yaklaşmasından önce vatanlarını terk eden yönetmenler olmuştu zaten ama bu süreç terkedimi hızlandırmış, sayılarını ise arttırmıştı. Dönem içinde film yapımına hiç izin verilmiyor değildi fakat bu filmler; hiçbir önem ve değeri olmayan, sinema seyircisini oyalamaya yönelik yapımlar olmaktaydı. Elbette ki gösterimde ki filmlerin bir kısmı, bazı filmlerin tamamı Nazi propagandası niteliği taşımaktaydı. Fransız izleyici bu olay karşısında tepkisiz kalmamış aksine taşkınlık derecesinde bir karşı koyuş sergilemiştir.

Nazi dönemi sinemasını kategorilere ayırmak doğru olabilir; ilkin İşbirlikçi Filmler’e bakabiliriz: 1942 tarihli Clouzot’nun yazıp Decoin’in yönettiği Les Inconnus dans la maison, (Evdeki Yabancılar);

Yahudi karşıtı bir film olarak karşımıza çıkacaktır. 43’de ise Clouzot’ yu bu sefer Le Corbeau, (Karga) filmiyle yönetmenlik sandalyesinde görecektik. Film kendisine Fransız direnişçileri suçlayan ve yeren bir konu edinmişti ve Fransa bu filme ve haliyle yönetmenine öyle bir tepki verdi ki Nazilerin filmi gösterimden kaldırıp, yönetmeninde film yapma yetkisini elinden almaları gerekti. Zaten, faşist eğilimli yönetmen 1948’e değin Fransa tarafından affedilmeyecekti. Bir diğer faşizan isimse Sacha Guitry idi; o da Clouzot ile aynı kaderi paylaşacaktı. Müthiş bir dönek olan Jean Delannoy Nazilerin sevgisini kazanan L’Eternel Retour, (Ebedi Dönüş) filmini 42 senesinde çekecekti.

Bir diğer kategori ise Vichy dönemine yönelik çekilen Karşıt Filmlerdi: İlk dikkat çeken yapımlar Carné ’ın Les Visiteurs du soir, (Gece Ziyaretçileri) ve Les Enfants du Paradis, (Paradideki Çocuklar)’ı olmuştur. Bu filmler, bir ulusun direncinin yok olamayacağının ispatı olarak bu döneme damgasını vurmuştur. Savaş döneminde varolan bir sinemacı olan Bresson’da 1943’de ilk filmi olan Les Anges du Peche, (Günah Melekleri)’ni yapmıştır. Pierre Prevert’in yönetmenliğini yaptığı 1943 tarihli Adieu Léonard, burjuvaist değerlerle ve Mareşal Pétain’le ciddi bir şekilde dalga geçiyordu. Aynı kategoride yer alacak bir diğer isimse; Autant Lara olacaktır. 1941’de yaptığı Le Mariage de Chiffon, 42’de Letters D’Amour ve 43’de Douce; paraya dolayısıyla burjuvaziye sıkı eleştiriler giydiriyordu. Yönetmen son çektiği Douce ile direnişe açıkça methiye düzüyordu.

Söz konusu ettiğimiz Vichy süreci içerisinde ortaya bir de Gerçekçi Filmler çıkacaktı; bu filmler yaşanan gerçeği, ortada olanı yansıtacaklardı perdeye. Söz konusu yönetmenlerden iki isim diğerlerine nazaran daha bir öne çıkacaktı, bunlar: Louis Daquin ve Jacques Becker’di.

Grémillon’ın 39’da başladığı Remorques’u ve 43’de yaptığı Lumiére d’Eté ’i bu sınıfa dahil edilen yapımlardandı. Yönetmenin daha açık ve ağır filmi Le ciel est a vous 1944 yılında çekilecekti. Grémillon bu filminde örgütlü bir ulusun neleri gerçekleştirebileceğini koyuyordu ortaya. Aktif direnişin göstergecisi olan, realizmi tam anlamıyla ortaya koyan Daquin’se: Nousles Gosses, Madame et la Mort, Le Voyageur de la Toursaint, Le premier de cordée ’yi yaptı. Yukarıda da belirttiğimiz gibi önemli bir diğer isimse Becker’di. Becker: 1943’de Le Dernier a’tout, 45’de Goupi Mains Rouges ve aynı yılda işgal altında ki Paris halkını anlatan Falbalas’yı çekti.

Tüm bunların ardındansa İşgal Sonrası Direniş Filmleri geldi; bunların taban konusunu işgal sürecinde ortaya konan mücadele oluşturmaktaydı. Bunun için verilebilecek en uygun örnek; René Clémentin 1946’da çektiği La Bataille du rail filmidir. Yönetmen, önceden çektiği Ceux du rail belgeseliyle desteklediği ve savaş katılımcısı direnişçi demiryolu işçileriyle röportajları ve onların anılarını da içeren film, tarzıyla dikkat çekti. Zaten

http://genclikcephesi.blogspot.com 28

Page 29: Fransız Sineması Üzerine

Cannes’da da Altın Palmiye’ye layık görüldü. Böylesi etki-ler yaratmasa da sayılmadan geçilmesi dönemin sinema tarihi açısından hata olacak birkaç direniş filmi daha söz konusudur:

Bresson: Un condamné a mort s’est é chappe -1956

Cayette: Le passage du Rhin -1960 Chabrol: La Ligne de Demarcation -1966 Melville: L’Armé” des Ombres -1969 Tüm bu olanları Fransız sinemasının kurtuluşuna yönelik kurulan komite ve L’écran Français dergisinin yayın hayatına başlaması izledi. Daha önce bahsettiğimiz faşist tabanlı baskılardan kaynaklanan sebeplerden dolayı topraklarını terk eden Yahudi tabanlı sinemacıların geri dönmesi de sinemayı gerçek anlamda güçlü göstermekteydi. Savaşın her türlü aksaklıklarını ortadan gidermek için çaba veren ülkede savaş ve benzeşikliğine bağlı konularda belgesel çekimlerinin ortaya çıkması da olası bir durumdu. Clément, 1946’ da Demir Yolu Savaşını çekti bu uzun metraj yarı belgesel nitelikler taşımaktaydı.

COIC çalışmalarını genişleterek sürdürmekte ve ticari olmayan sinemanın gelişimine destek sağlamaktaydı ve modern Fransız sinemasının temelleri artık atılmıştı. Sadece film çekimleri bakımından değil sinema salonlarının mimarisi açısından da yapılan yenilikler söz konusuydu; yeni salonların inşası ve mevcutların yenilenmesi gibi. Modern sinema sözcüğünün gerçek anlamda fiiliyata geçişi André Bazin tarafından götürülen ciné club hareketinin hız kazanmasıyla tam anlamıyla destek bulmaktaydı. Bazin bir eleştirmenden öte bir kişilikti; çalışkan ve dolayısıyla üretken bir yapıya sahipti, dönemin tüm mevcut dergilerinde yazılarını bulmak mümkündü ve sert eleştiri üslubuyla dikkat çekmekteydi. Tüm bunların yanısıra Les Cahiers de cinéma’yı kurup geleceğin akımı olacak olan Yeni Dalga yönetmenleri için ortam hazırlamış oldu. Ama çok geçmedi ki Fransız sineması o hiç yabancı olmayan problemlerle yeniden yüzyüze gelmişti; Fransız piyasasında Amerikan filmlerinin hortlayışı bu sorunların en başında gelmişti. 1950’lere doğru sinema Fransa’da en popüler dönemine erişmişti. Bu yıllarda izleyici sayısındaki artış dörtyüzmilyonla dikkat çekecek boyutlara gelmişti.

Prévert gibi alışıldık senaristler üretkilerine devam etselerde bahsi geçen süreç içerisinde; Aurenche, Jeanson, Audiard, Bost gibi senaristler dönemi kendilerine mal edebildiler. Ve bu kişiler Fransız sinemasının kalite geleneğinden de uzaklaşıp ödün vermiş değildiler. Savaş öncesi film yapan yönetmenlerden savaş sonrası tekrar film yapmaya başlayanlar olduğu gibi yeni isimlerde savaş sonrası yönetmenleri olarak bunlara eklendiler; Becker, Autant-Lara, Christian-Jaque, Clouzot, Clément gibi. Bu kuşak F.Truffaut tarafından bir hayli sert dille eleştirilip suçlanmıştı. Truffaut’a gelecek olursak, o; söz konusu yönetmenlere ait filmlerin karanlık ahlaki yapısını uygunsuz görmekteydi; haklıydı-da- zira şiirsel realizm iyiden iyiye azalım gösterse de kara film geleneği gitgide bir belirginlik kazanmıştı. Ama genede şiirsel realizmi benimseyen ve işleyen filmler yapılmadı değil:

Allégret, 48 yılında Dédée d’Anvers, 49’da Une si jolie petite plage’ı, 50’de Manéges’i yaparken Clouzot, Quai des Orfevres’yi 47’de Le Salaire de la peur’yu 53’te, Les Diaboliques’i 55’te, La Vérité ’i ise 60 yılında yapmıştı; devam edecek olduğumuzda; Carné’nin Thérése Raquin’i gibi.

Les Grandes Familles, La Vérité sue Bébé Dongé, En cas de malheur gibi filmlerse ahlak ve sınıf pratiklerine yönelik sosyolojik eleştirilerde odaklaştılar. Bunun ardından (dahası buna bağlı olarak) polisiye ve gerilim filmlerinin yükselişi söz konusu olurken Fransa

http://genclikcephesi.blogspot.com 29

Page 30: Fransız Sineması Üzerine

sineması kendi topraklarında ve dış ülkelerde farklılık gösteren bir sinema portresi çiziyordu; zira dışarıda kara film ve gerilim tarzıyla bilinip takip edilirken Fransa içerisinde dram ve komedi ağırlık kazanıyordu. Ellili yıllara doğru baktığımızda kostümlü dramanın gerçek anlamda ağırlık sağladığı ve gerçektende çok sayıda bu türe ait çalışmalar üretildiği görülüyordu, bunların öne çıkış yapmış olanlarını sayacak olursak örnek olarak: Fanfan la Tulipe, Les Belles de nuit, Le Rouge et le noir, Gervaise, Les Misérables, Nana verilebilirdi. Bu sıralarda cinselliğin ön safhaya çıkıp bu unsurla parlayan kadın yıldızların da ortaya çıktığını görüyoruz; ve tarih ellileri gösterirken sahneyi Brigitte Bardot alacak deyim yerindeyse kaplayacaktı.

Bardot; Ve Tanrı Kadını Yarattı filmiyle kariyerini başlatmış oluyordu, filmin yönetmenliğini Roger Vadim yapmıştı. Daha sonraları Bardot’yu piyasanın komedi filmlerinde de görecektik; Papatya Falı, Parisli Kız bunlardan önemlileriydi. Lakin bu türe asıl ait olan bir isim değildi, gerçek anlamda komediye dönecek olursak karşımıza; Noél-Noél, Darry Cowl, Francis Blanche isimleri çıkıyordu. Ayrıca bu dönemde Bourvil’in yükselişe geçişi söz konusuydu. Bourvil gibi kariyerinin zirvesinde olan bir komedyen daha söz konusuydu; Fernandel’den başkası değildi bu. Fransa’ya ait toplum yapısı ve dil göz önüne alındığında ve ortaya çıkan yapımlar da bu yönde içerik kazandığından Fernadel ve daha bir çoğunun mizahının yurt dışına çıkması pek söz konusu olamazdı. Lakin bu Fransız yapının dışında tutulabilecek bir ortak yapım söz konusudur: Henri Verneuil, Almanya’da yaptığı bir kısım çalışmalarla örneğimizi teşkil edecektir. Bir Fransız savaş mahkumu ile bir ineğin hikayesi olan İnek ve Mahkum filmi ve yanısıra; Tanrı ile konuşan ve köyün komünist papazına savaş açan, küçük bir İtalyan köyünde geçen bir diğer komedi filmi de bir Fransız-İtalyan ortak yapımı olarak gişede başarı sağlamışlardı. (bahsi geçen Don Camillo dizisi 1951 de başlatılmış Duvivier tarafından da yönetilmişti.) Fernandel’in komedi de topraklarının dışına çıkamadığını belirtmiştik. Ama bu demek değildi ki bir başkası bunu başaramayacak; evet, Jacques Tati kaba güldürüye yakın bir mizah tarzıyla konuşma dilini bir homurtuya, anlamsızlığa dönüştürdü ve vücudunu komedisine efekt unsuru olarak kullandı. Tati özgündü zira alternatif bir grup oluşturmuş, dış çekimlere ağırlık vermiş, küçük ekiplerle çalışmış ve kendi çizgisini oturtmuştu ve Tati başarıyla yurt dışındaydı. Filmografyasına bakacak olursak gözümüze; Jour de féte, Les Vacances de Monsieur Hulot, Mon oncle takılacaktır.

Agnés Varda, Alain Resnais, Robert Bresson, Pierre Melville, Louis Malle, gibi isimler savaş sonrası dönemde ortaya çıkacaklardı. Bu yönetmenlere bakıldığında; ana akım endüstrisine muhalefetliklerinden dolayı ortak sayılabilecek olsalar da; teknikleri, estetik anlayışları ve ideolojik yapıları bakımından apayrı yönetmenler oldukları görülecekti. Önemlisi bu önemli isimler ileride Yeni Dalga akımının öncüleri ve modelleri olarak kabul göreceklerdi.

SAVAŞ SONRASI DÖNEMDE; EĞİLİMLER, FİLMLER VE YÖNETMENLER

JEAN MAURICE EUGENE CLEMENT COCTEAU

O, “ben bir şairim” diyecekti hep; sadece bir şair değildi elbet, gerçek anlamda çok yönlü sanat adamıydı kendisi; bu çok yönlülüğünü sinemada belki de en iyi şekilde yansıtacaktı insanlara, o

http://genclikcephesi.blogspot.com 30

Page 31: Fransız Sineması Üzerine

rahatsız etmeyi amaç edinmemişti ama günlüğünde: “Ne yaparsam yapayım insanlar rahatsız oluyor; kitap yazıyorum rahatsız oluyorlar, resim yapıyorum rahatsız oluyorlar, film çekiyorum ondan da rahatsız oluyorlar.” diyecekti. Maisons-Laffitte’ de doğdu Cocteau; Eric Satie il I. Dünya Savaşı yıllarında tanışıp Paris entelektüel yaşamına girdi. Bir eşcinseldi Cocteau ve yaşam arkadaşının ölümüyle ileride bir kitabına da isim olacak olan afyona başladı ve ciddi bir bağımlılık sürecinden sonra zorlu bir tedavi dönemi geçirip hayata yeniden selam verdi. Tüm bunların ardından 1929 yılında kendisini büyük bir istek ve zevkle sinemaya verdi. İlk filmi olan Le sang d’un poéte, (Şairin Kanı) 1930 yılında ortaya kondu. Filmin senaryosunu kendi yazmış, yönetmenliğinin dışında kurgusunu da üstlenmişti. İspanyol yönetmen olarak anılsa da bizim tamamen Fransız hissettiğimiz usta yönetmen Luis Buñuel’den etkilendi. Zaten filmlerinde sıkça ger-çeküstücü sekanslar kullanmaktaydı. 1948 senesinde Les Parents Terribles, (Müthiş Aile) adlı tiyatro eserini uyarladı. Yapıtında Cocteau dramatizeyi ifade ediş gücü bakımından güçlendirmek için sıkça yakın plan çekimler kullandı. Kendi üretkisi olan trajik tiyatro eseri L’aigle a deux tétes, (İki Başlı Kartal)’ı 1948de si-nemaya uyarladı. Hep ağırlık verdiği görüntüleri burada arka planda bırakıp diyaloglara yöneldi. İlk fimiyle bağıntılı olarak yaptığı Orphée onun en ünlü yapıtı sayıldı. Filminde Yunan felsefesini Paris sokaklarına taşıdı. Film, trük çekimleri ve yabancılaştırma efektleriyle büyük beğeni kazandı. 1959’a gelindiğindeyse Le Testament d’Orphée, Orfeus’un Vasiyetini çekip üçlemesini tamamladı. Dönemin ünlü isimlerini görmenin mümkün olduğu film, tam anlamıyla kişisel bir yapıttı. Académie Française üyesi de olan büyük sanatçı 74 yaşında Paris yakınlarında dünyayı terketti.

ROBERT BRESSON

Bresson için kuşku götürmez bir şekilde bir yaratıcı ve efsane ifadelerini kullanabiliriz. Usta; geçen yüzyılın sonlarında dünyaya gözlerini kapadı. Bresson, görüntüyü deyim yerindeyse perdeye yazabilen ender bir sinema ze-kasıydı, onun filmleri görsel bir kitap ve şölen gibidir. Yapıtlarıyla yüzyıla kesinlikle damgasını vurmuş bir yönetmendir. Bir katolik olan ve bu inancına tam anlamıyla bağlı olan Bresson, müziğin ve resmin karışımı olarak kabul ettiği sinematografi zihniyetiyle yapmıştır filmlerini. İlk zamanlarında bir ressam olmak için yoğun çabalar harcayan usta yönetmen aynı zamanda felsefe eğitimi de görmüştür. Ama gel gelelim tüm birikimlerini sarf edeceği sinemayı seçecektir Bresson. 30'lu yıllarda bir dizi sinemacıya asistanlık yapan yönetmen 1934'de Les Affaires Publiques’i gerçekleştirdi. Bir yıl süren savaş esirliğinin ardından, 1943'de Nazi işgali yaşayan Paris'te Les Anges du Peche (Günah Melekleri)'i çekti. Katolik romancı Georges Bernanos'dan perdeye aktardığı Bir Köy Papazının Güncesi bütün dünyada büyük rağbet gördü. Ünlü direnişçi Andrea Devigny'in idamdan kurtulmak için hapishaneden kaçışını öyküleyen

Bir İdam Mahkumu Kaçtı’da Bresson, firar eylemini her türlü duygusallıktan uzak bir tavırla kendine özgü bir şekilde canlandırdı. Dostoyevski'den esinlendiği Yankesici de dünya çapında beğeni toplayan bir yapım olmayı başardı. Azize Jeanne d'Arc'ın, göstermelik yar-gılanışını ve yakılarak öldürülmesini anlatan Jeanne d'Arc'ın Yargılanmasının ardından; Hayalcinin Dört Gecesi’nde Bresson, intiharın tek çıkış yolu olduğu bir dünyada aşkın ve mutluluğun imkansızlığını resmetti. Bresson, Gölün Lancelot'su filminde, Kral Arthur, karısı ve şovalye Lancelot arasındaki yasak aşk geometrisini, İsa'nın kayıp kasesinin aranışı çerçevesinde resmeder. Herhalde Şeytan'ın’ dan sonra Bresson, 80'lerin başlarında, bir Tolstoy uyarlaması olan Para ile karanlık, sert ve acımasız tavrını sürdürür. Bresson, uzun süreli bir film hayatına sahip gibi gözükse de sadece 13 film gerçekleştirmiştir. Gel gelelim bu sayıyla tam anlamıyla Bresson tarzını yaratmıştır.

Filmografisine bakacak olduğumuzda: Argnet (1983), Diable probablement (1977), Lancelot du Lac (1974), Quatre nuits d’un réveur (1971), Une femme douce (1969), Mouchette (1967), Au hazard Balthazar, Procés de Jeanne d’Arc (1962), Pick pocket (1959), Un condamné a mort s’est échappé ou Le vent souffle ou il veut (1956), Journal d!un curé de

http://genclikcephesi.blogspot.com 31

Page 32: Fransız Sineması Üzerine

campagne (1951), Dames du Bois de Boulogne (1945), Agnes du péché (1943), Affaires pupliques (1934).

HENRI GEORGES CLOUZOT

Sinema tarihinde onu tanımlamak için söylenmiş klasik bir ifade var: Fransız Hitchcock. Clouzot 1907’de Niort’da doğdu. Neredeyse tüm büyük yönetmenlerde olduğu gibi o da sinema yaşamından önce başka işlerle meşgul oldu. Gazetecilikle yaşamını sürdürmeye devam etti ve sinemaya bir kurgucu olarak atıldı. Bunu senaryo çalışmaları ve yardımcı yönetmenlik deneyimleri izledi. Alman işgali esnasında Clouzot ülkesinin önde gelen yö-netmenleri arasında sayılmaktaydı. Fransa’da seyircinin polisiyeye olan ilgisi yönetmenle örtüşecekti. 1942 senesinde L’assassin habite au 21 isimli ilk filminde gerilimi tam anlamıyla ortaya koymayı başarmıştı. Bunun ardı sıra gelen 1943 yapım yılına sahip Le corbeau, (Karga) onun usta bir yönetmen olarak kabulünü sağladı. Filmin finansmanlığını yapan şirket bir Alman kuruluşu olduğu için savaş sonrası vatan hainliği ile suçlanıp arkadaşlarıyla bir meslekten men edildiler; bu durum 1947’ ye dek sürdü. Bu tarihte Clouzot; Quai des Orfévres, (Katil Kim?) filmi ile sinemaya yeniden merhaba dedi. Filminde Fransa’nın adalet sisteminin yanlış işleyen mekanizmasını eleştirdi. Onun en çok bilinen yapıtıysa 1952’de yaptığı Le salaire de la peur, (Dehşetin Yolcuları) oldu; iki buçuk saatlik film yönetmen tarafından iki bölüme ayrıldı. Clouzot bu filmiyle gerçek anlamda dünya çapında bir üne kavuşuyordu. Bunları Pierre Boileau ve Thomas Nerjecac’ın romanından uyarlanan Les diaboliques, (Şeytan Ruhlular) 1954 yılında takip etti. Bu başarı getiren çalışmalar ardından yönetmen, polisyeyi toplumsal eleştiri ile miksledi. 60 yılında da La véritée, Gerçek ortaya kondu. Yönetmen son film olarak 1968 yılında La prisonniére adlı melodramda ruh hastası, egosantrik (ben içinci) bir erkeğe aşık olan ve bu sebeptende yaşamı mahvolan bir hayatı perdeye taşıdı. Yıl 77 iken Paris’te yaşamı son buldu.

MAX OPHULS

Ticaret yapan Yahudi bir ailenin çocuğu olarak Saarbrücken’de doğdu. 1923’e değin tiyatro oyunculuğu yaptı. Asıl adı; Maximillian Oppenhemier olan yönetmen 1923 senesinde sahne yapıtları yönetmenliğine geçiş yaptı. Sinemaya gerçek adımını Berlin’de attı. Ophüls, 1949’dan sonra sinema yaşamının doruğuna Fransa’da erişecekti. Bir opera uyarlaması olan ilk filmi Die verkaufte Braut, (Satılmış Nişanlı) ile 1932 senesinde ilgi çekmeyi hemen başarmıştı Ophüls. 1933 yılında yeniden bir uyarlamayla, gelecek vaadeden bir kişilik olduğunu; Liebelei, Flört filmi ile ortaya koydu. Bu yapımlarıyla ana olgusu olan; aşk nereye kadar gerçekleştirilebilir? sorusuna yöneldi. Yahudi kökenli olmasından dolayı Alman hükümeti tarafından çıkarılan zorluklarla uğraştı ve sonunda Almanya’yı terk edip Fransa’ya, Paris’e göç etti; Ophüls adını da burada aldı. 1938 yılında ise uyruğu Fransız olarak değişti. Filmleri için seçtiği coğrafya Fransa ile sınırlı kalmayıp; Hollanda ve İtalya’ya vardı, buralarda on kadar uzun metraj çalışması yaptı. Bu zaman diliminde çıkardığı işlerin içinden en çok tutulanı La signora di tutti isimli yapıtı oldu. Film müzikleriyle ilgi çektiği kadar karmaşık ve akıcı kamera teknikleriyle de önemli bir yapıttı. Filmi besleyen diğer öğelerse kullanılan ışık ve gölge düzenlemeleri ile dekorlara gösterilen özen olmuştu. Alman işgali altında kalan Fransa’da duramayacağını bilen yönetmen, ailesi ile birlikte İsviçre’ye kaçmak zorunda kaldı. Lakin İsviçre’ye kabul edilmemesinin sonucunda Amerika’ya göç etmek mecburiyetindeydi. 1946 yılına; kendisini fark edip filmlerinden de etkilenmiş olan yönetmen Preston Sturges ona destek çıkana değin sinema dünyasında işsiz kaldı. 1948 senesinde Letter from an Unknown Woman, (Meçhul Bir Kadından Mektup) isimli aşk trajedisini çekti. 49’da ise Kara Dizi türevinde The Reckless Moment filmini çevirdi. 1949 yılından sonra Ophüls, Fransa’ya pekte bir şey yapamamış olarak dönecek ve gerçek kariyerini burada sağlayacaktı. Başlangıç filmi 1950 tarihli La Ronde olmuştu. Ahlaka uygunsuzluğu öne

http://genclikcephesi.blogspot.com 32

Page 33: Fransız Sineması Üzerine

sürülürek birkaç ülkede de yasaklanan film aslında neşeli ve romantik bir aşk filmiydi. 1955’te çektiği son filmi Lola Montez’ de hayatı skandallarla dolu gizemli bir dansözün yaşamını anlattı Ophüls. ‘Sinemeskop geniş ekran’ kullandığı bu film dönemin tüm teknik ekipmanlarının son zerresine kadar kullanılması ile ilgi çekti. Filmin tamamlanmasının ardından iki yıl geçtikten sonra yönetmen hayata veda etti.

JEAN-PIERRE MELVILLE

Gangster filmlerinin Fransa’da en bildik ismi olan ve Yeni Dalga’yı etkileyen Melville, zengin bir aile çocuğu olarak Pariste doğdu. Savaş dönemi öncesi ticaret ile uğraştı ve ünlü bir mağazanın müdürlüğünde bulundu. Savaş sırasında İngiltere’de bulunan Melville, orada askerlere gösterilen filmlerden etkilenerek sinemaya ilgi duymaya başladı. 1945 yılında bir film şirketi kurup yönetmeye başladı. Gerçek soyadı olan Grumbach’ı Herman Melville’de esinlenerek değiştirdi. İlk uzun metrajlı filmi bir edebi uyarlamaydı; yönetmen, Fransız yazar Vercor’un La silence de la mer, (Denizin Sessizliği) adlı yapıtını aynı adla 1947 yılında filme almıştı. İkinci filmi gene edebi kaynaklı olacaktı; aynı zamanda dostu da olan Jean Cocteau’nun bir romanı olan Les enfants terribles, (Müthiş Çocuklar)’ı 1949’da sinemaya uyarlayacaktı. Melville bu yapımlarından sonra filmlerinde konu olarak umutsuz aşkları ele alacaktı. Yönetmen, ilk gangster filmini Georges Simon’un bir romanından sinemaya uyarladı. Bu filmiyle film noir türüyle tanınmaya başladı. Bu filmin bir diğer özelliği ise 60’lı yılların sonlarına doğru ortaya çıkan road-movies’in öncüsü ve habercisi olmasıdır. 1962’de Melville, Le doulos ile kasvetli bir gangster filmi daha koyar önümüze. Korkunç bir karmaşa dünyası ortaya koyan bu film Yeni Dalga yönetmenlerinin üzerinde bir hayli etkili oldu. 1966’da yaptığı Le deuxiéme souffe, (İkinci Nefes)’te yönetmen gene aynı gangster atmosferini solutuyordu. 1967 yılında yaptığı Le samourai filmiyle dünya çapında bir üne kavuşmaya başladı. Sene 69’a vardığında Melville yeniden dahası ikinci bir defa II. Dünya Savaşı’na yöneldi ve L’armée des ombres, (Göldeki Ordu)’yu bu tarihte çekti. Filmde Alman işgalcilerce şantaja uğrayan direnişçi bir kadının kendi arkadaşlarınca öldürülmesi anlatılır. Melville’i seyircisi nazarında büyük yapan film gene bir kriminal çalışma olan 1970 yapımı Le cercle rouge, (Kırmızı Daire)’dir. Yaptığı son filmi olan 1972 tarihli Un flic, (Şef) bir önceki filmiyle stil açısından aynıdır ve konu gene o bildik Melville çizgisi etrafında gezinmektedir. Yıl 73’e geldiğinde yönetmen 55 yaşında yaşama veda eder.

JACQUES TATI

Onun için; bir modernite eleştirmeni, yergicisi, büyük hiciv ustası denmiştir. 1947-73 yılları arasında yaptığı -az sayıda da olsa- L’Ecole des facteurs, Jour de féte, Les Vacances de M.Hulot, Mon oncle, Play Time, Trafic, Parade filmleriyle dünya sinemasının unutmayacağı bir isim oldu. Modern yaşamın kargaşasını tebessümle izleyen bu adam; Bay Hulot yaratısıyla Yeni Dalga ile bağıntılandı. Yukarıda ki sıralamada da ilk sırada olan birinci filmi ile sinema yaşamına merhaba diyen Tati; yapımın aşırı derecede beğenilmesiyle onu kısa metrajdan uzun metraja çevirme kararı alıp Jour de féte’yi ortaya çıkardı. Bu andan itibaren Tati, filmlerinde hem oyuncu hem yönetmen hem de yazar oldu. Lara’nın filminde hayalet olarak rol aldı. Büyük hicvinin karakteri Hulot’dan sonra beş senelik bir bekleme süreci yaşadı. Bu arada gelen teklifleri geri çevirdi. 58 yılında yaptığı Mon oncle modern yaşamın saçmalığının ispatı niteliğindeydi. Onun baş yapıtı olarak billenen eseri Play Time olacaktı. Modernitenin teknolojik getirilerinin karşısına eskiyi koymuştur Tati. Trafic’de diğerlerinden farklı bir tabakaya dayanmıyordu elbet; bu mekanik yaşamla gene alay yollu uğraşmaktaydı Tati. Tv için yaptığı son filmide tüm filmleri gibi insanla makinanın savaşıdır.

GEORGES FRANJU

Geleneksel sinema ile Yeni Dalga arasında köprü görevi alan filmler yapan yönetmen bu anlamda önemli bir konuma sahiptir. Le Sang des bétes adlı 1949 yılında yaptığı belgesel

http://genclikcephesi.blogspot.com 33

Page 34: Fransız Sineması Üzerine

çalışmasıyla hemen dikkat çekti. İsmini duyurması için yeterli olan bu çalışmanın ardından Franju; 34 senesinde Le Métro adlı ilk kısa filmini Henri Langlois’le beraber yaptı. Önemli özelliklerinden birisi de Fransa Sinematek’ini kurmasıydı. Zaten ardından da FIAF -Uluslararası Film Arşivleri Federasyonu- genel sekreterliğine getirildi. Sinemada, etkilenimleri belirli bir mesafede tutarak kendi özgün stilini kollayan ender kişiliklerden biridir. 53’de çektiği; Monsieur et Madame Curie, 55 tarihli Le saumon atlantique ve 57’de yaptığı; Notre-Dame Cadhetrale de Paris gerçekten harika belgesellerdi. Daha sonra çektiği uzun metrajlarda yönetmen anarco-nihilist bir kimlik sergileyerek bir türün içine dahil edilemezliğini sürdürdü. Bu yapıtların neredeyse tümü gelecek olan Yeni Dalga’yı etkileyecekti.

ANDRE CAYETTE

Bir hukukçu olduğundan olsa gerek çıkış filmi 1950 tarihli, hukuk sistemine getirilen bir yergi niteliğinde ki Justice est faite olmuştu-r. Gene aynı doğrultuda ilerleyen diğer filmini iki yıl sonra Nous sommes tous des assassins adıyla çekmiştir. Filmlerinde suçun kişiye yüklenmesinden ziyade toplumun bu suçta azar azar da olsa pay sahibi olduğunu anlatmaktadır Cayette. Avant la déluge, Le dossier noir, Almanya’da esir kamplarında yaşam sürmüş olan Fransız askerleri üzerine yaptığı ve Venedik’te Büyük Ödüle layık görülen filmi; Le passage du Rhin yerini sağlamlaştırdığı filmleri olmuştur. Le Glaive et la Balance, Le Risques du Métier gibi orta halli filmlerinin ardından René Barjevel romanından perdeye uyarladığı 1969 tarihli Les Chemins de Katmandou filminde; Beat Kuşağı ile Hippy dönem arasında gidip gelen; Buduzim, kimyasallar, kozmik aşk gibi dönemin önemli olgularına dokunan Katmandu yolculuğunu konu almıştır. 71 senesinde temelini bir yaşan-mışlıktan alan Mourir d’Aimer ile düzenli gidişine devam eder Cayette. A Chacun son Enfer’in ardından son yapımları olan La Raison d’Etat Justice, L’Amour en Question gelir.

Sıraladığımız bu yönetmenlerin dışında az işle ya da yazdığı kitaplarla, hatta tek bir filmle dahi adını bahsedilmesi gereken konuma getiren ve bazılarının da gerçekten de –çok- önemli olduğu isimler söz konusudur; bu yönetmenleri bir bütün halinde bir arada sunmaktaki amacımız; hem onların yaptıklarını görmezden gelmemek hem de her hangi bir noktasından dolayı okuyucunun ilgisini çekebilecek bir ismi ortaya koyarak kişinin bu isim üzerine de başka kaynaklardan yoğunlaşmasını sağlayabilmektir. Şimdi bu önemli kişilere ve bu bahsettiğimiz dönem içerisinde yapa geldiklerine kısa kısa –pasajlarla-göz atalım:

RENE CLEMENT: 1949’da İtalyanlarca şiirsel gerçekçilik barındıran kara film olarak önem gösterilen Au-dela des grilles filminden önce Cocteau ile birlikte bir denemede bulunan Clement; Jeux Interdits filmi ile 1952 senesinde çocuk bünyesi ağırlıklı olmak üzere savaşın insanlar üzerindeki etkisine yönelik bir çalışma gerçekleştirdi. 54 yılında tuhaf güldürüsü Knave of Hearts-M.Ripois’i İngiltere’de gerçekleştiren yönetmen Zola uyarlaması Gervaise’i yaptı. 58’de yaptığı Le barrage sur Pacifique Yeni Dalga öncesi filmlerindendi. 60’da Yeni Dalga’ya özenip kendini yok ettiği filmi Plein Soleil’de ki düşüşünü 1967’de ki Paris Yanıyor mu? filmine değin düzeltemedi. 1971’e geldiğinde bir gerilim sineması örneği olan Le passager de la pluie’yu filme aldı. Bir yıl sonra La Course du Liévre a travers les Champs’ı yaptı. Son olarak 1983’te TV için Princess and a Photographer’ı yaptı. 1996’da öldü.

JACQUES BECKER: Kötümserlik karşısında iyimserliği kendine konu edinen Becker 1947’de Antoine et Antoinette’i filme aldı. 49’da yaptığı savaş sonrası gençliğin değişimi konulu filmi Rendez-vous de juillet

filmi sonrasında; 51 tarihli Edouard et Caroline geldi. Başarıya ulaşan filmlerinden biri olan Casque d’or ile ilgi toplamayı başaran yönetmen 54 tarihli Touchez pas au grisbu ile bu kez polisiye bir

http://genclikcephesi.blogspot.com 34

Page 35: Fransız Sineması Üzerine

yapımla başarı bulmuş oldu. 54’de bir masal uyarlaması olan Alı baba et les 40 voleurs ardınca Les Aventures d’Arséne Lupin’i ve Modigliani’nin yaşamını aktardığı Montparnasse 19’u yapan Becker son olarak Le trou filmini 1960’da gerçekleştirdi.

YVES ALLEGRET: Kara filmleriyle tanınan yönetmen; Une si jolie petite plage, (Öylesine Güzel Bir Plaj) ve Ménages, (Atlı Karınca) filmleriyle 1950 başlarında ismini tanıttırmayı başardı. 63 senesinde Zola’nın yapıtı Germinal’i uyarlayana dek adından bahsettirecek şu filmleri yaptı: 1953 tarihli Nez de cuir, la jeune Folle; 1954’de Les Orgueilleux, 1957’de La Meilleure Part.

JACQUELINE AUDRY: Sinemaya isim yapmış yönetmenlere asistanlık yaparak başlamış olan yönetmen; 1943 senesinde yaptığı Les malheurs de Sophie filmiyle tam anlamıyla sinema yaşamına başlamıştır. İlk filmi ardından 1948 senesinde Sombre Dimanche, 49’da Gigi, 1951’de Olivia filmlerini yaptı. Tüm yönetmenlerde görülen noir ya da edebi uyarlama ikileminden edebi uyarlamayı benimseyen Audry; 1954 yapım yıllı Sartre uyarlaması Huis Clos ve de Colette uyarlaması Mitsou’yu ortaya koydu.

ANDRE MALRAUX: Savaş öncesinde çekimine başlayıp savaş sonrasında bitirebildiği filmi kendisine ait isim yapmış romanı L’Espoir’den perdeye taşıyan Malraux; belgesel sinemanın etkisinde kalan bir yönetmendi. Onu, Yeni Gerçekçi İtalyan Sineması’nın habercisi olarak görenler olmuştur. Malraux 39 senesinde Bir Sinema Psikolojisinin Eskizi isimli inceleme niteliğinde ki kita-bını yayımladı.

ROGER LEENHARDT: Yaptığı Les Derniéres Vacances, Fransız sinema dünyasının en önemli filmlerinden biri sayılan Leenhardt; La Fugue de Mahmoud, Victor Hugo, La Conquéte de l’Agleterre, Le Rendez-vous de minuit filmlerini gerçekleştirmiştir.

JEAN GREMILLON: Yönetmen; savaşı gerçek anlamda yaşamış olan Normandiya için 1946’da yaptığı belgesel filmi Le Six Juin a l’Aube, (Altı Haziran Şafakta) ve sonrasında 49 tarihli filmi Beyaz Ayaklar, Les Pattes Blanches’i çekerek savaş sonrasının eğilimlerini filmlerine konu alan yönetmenler arasında kendinden bahsettirdi.

MARCEL CAMUS: Sinemaya geçişinden önce plastik sanatlar eğitimi almış olan Camus, ilk iş olarak öğretmenliği denemiştir. Savaşın sonrasında yönetmenliğe yönlenen Camus; Çinhindi’nde ki savaşa yönelik uzun metrajlı protestosu Mort en Fraude ile 1956 senesinde ilk filmini gerçekleştirmeden önce Feyder ve Buñuel gibi isimlere asistanlık yapmıştır. Yeni Dalga’yı da etkilemiş bir film olan, gösteri nitelikli ve Camus’ ya Cannes ve Venedik’te ödül getirip ismini uluslararası alana taşıyan 1959 tarihli Orfeu Negro ise yönetmenin en başarılı yapımı olmuştur. 60-76 arasında yaptığı diğer filmleri şunlardır: Os bandeirantes, L’oiseau du monde, Le chant du monde, Vivre la Nuit, Le mur de L’Atlantique, Otalia de Bahia.

JACQUES DE BARONCELLI: 1881 doğumlu edebi uyarlamacı sinemadan önce senaristlik ve gazetecilik ile uğraşnış; Le Pére Goriot ve Pécheurs d’Island uyarlamalarıyla çıkış yapmıştır. 1951’de öldüğünde ardında 76 film bırakmıştı. Filmlerini edebi uyarlamalar üzerine oturtan yönetmenin sayılabilecek diğer filmleri ise: La femme et le Pantin, Crainquebille, Michel Strogoff, La Duchesse de Langeais, Rocombale’dir.

http://genclikcephesi.blogspot.com 35

Page 36: Fransız Sineması Üzerine

JAQUE CHRISTIAN: Pek çok meslektaşı gibi o da gazetecilikle uğraştı; yaptığı filmler arasında özellikle ilk dönem filmleri isim yapmasını sağladı, gerçek anlamda adını Les Disparus de Saint-Agil ile 1938’de duyurdu. Bahsedilecek filmleri arasında: Carmen, Fanfan la tulipe, Lucrece Borgia, Si ous les gars du monde, Babette s’en va-t-en guerre, Madame Sans-Gene, La tulipe noir, La Seconde Verité yer alır.

JEAN DELANNOY: Adını; La Syemphonie pastorale, Dieu a besoin des hommes, L’Eternel Retour filmleriyle duyuran yönetmen yetmiş civarında film gerçekleştirmiştir. Fakat bu kadar film demek iyi film demek değildir elbet; 1950 sonrasında yaptığı filmler durağan ve zevksiz bir tablo çizmiştir.

GILLES GRANGIER: Sinema yaşamının en başından itibaren ticari filmlere yöneldi. Gabin’in bir çok filmine yönetmenlik yaptı. Yönetmenliğini yapıp ta isim bırakmış çalışmaları şunlardır: Le Gentleman d’Epsom, La Cuisine au Beurre, L’Age ingrat, Les Bons Vivants, Une Cave, Gross Paris, Banlieu Sud Est.

YENİ DALGA

GENEL BAKIŞ

Beşinci cumhuriyete geçiş sürecine denk düşen Yeni Dalga akımının dönemin siyasal ve ekonomik değişimiyle de filmsel kargaşası açısından örtüştüğü görülmekteydi. Akım, Renoir’ı dışında tutarak son yirmi yılın tüm üretilen filmlerinin yapmacık ve baştansağma olduğunu ve ülke sinemasının çok gerilerde kaldığını ve artık bir değiştirici etkene gereksinim olduğunu öne sürmekteydi. Şimdi isterseniz bu yeni soluğa kısmen bir göz atalım:

Akımın 59 yılında Fransa'da doğduğunu biliyoruz. Yeni Dalga için modern film hareketinin ilk örneklerindendir demek doğru olacaktır. Akımın yönetmenleri olarak Jean Luc Godard, François Truffaut ve Alan Resnais’yi saymamız gerekecektir; bu isimlere de ileride değinmeden, dahası onlara kısa bir bölüm ayırmadan elbette geçmeyeceğiz. Yönetmenlerimize dönecek olursak; mesleğe 50’lerin başında Fransız film dergisi Cahiers du Cinéma’ da eleştirmen olarak başladıklarını biliyoruz. Yeni Dalga’nın başlıca özelliği olarak romanların ve tiyatro eserlerinin sinemaya uyarlanması, Hollywood kültürüne karşı çıkılması ana faktörler olarak sayılmaktadır. Fransız film endüstrisinin akıma çabuk alıştığını söylemek mümkündür.. Yeni Gerçekçiliğin tersine akım bireyi konu almaktadır.

56 yılında Roger Vadim “Ve Tanrı Kadını Yarattı”yla umulmadık bir başarı sağlamıştır; lakin bu başarı Fransız sineması için uzun sürmeyecektir. Televizyon

kültürünün halk bazında yer edinmesiyle seyirci sayısının büyük ölçüde azaldığını ve prodüksiyonların düşükleşti-ğini biliyoruz; 1959 yılında yapılan filmlerin yönetmenlerinin 130’u ilk kez film çeken yönetmenlerdi. Bu filmlerin dünya çapında büyük beğeni kazandığı bir gerçektir. Ama gerek ticari gerekse sanatsal gücü sayesinde yeni bir oluşum olan Yeni Dalga 60’ların sonuna gelindiğinde de-ğerini kaybetmeye başlamıştı.

Akımın önemli özelliklerinden biri klasik Hollywood öykülemelerinden farklı olarak sahnelerin birbirini anlamlı bir biçimde izlemesi yerine seyircinin asla nerede ne olacağını anlayamayacağı tarzda hareket etmesiydi, mesela; komik bir sahne rahatlıkla bir cinayetle sona erebi-lirdi. Bu filmler genellikle çok az net kapanışla sona ererler, seyirciye neredeyse anlamsız gelecek bir şekilde sadece

http://genclikcephesi.blogspot.com 36

Page 37: Fransız Sineması Üzerine

biterlerdi. Akımın belirsizliğinin en önemli örneği Truffaut’nun çektiği 400 darbe filmi, 59. Cannes Film Festivali’nde en iyi film ödülünü almıştır. Dönemin ünlü yönetmenleri olarak ise daha önceden de belirttiğimiz gibi: Claude Chabrol, Eric Rohmer, Alan Resnais, François Truffaut, Jean Luc Godard’ı sayabiliriz.

Yeni Dalga’yla ilgili olarak sonuç açısından şunları söylemek mümkündür: Yeni Dalga, Fransız ve dünya sinemasındaki yerini, görevini tamamlayarak yeni akımlara, yeni oluşum ve arayışlara bıraktı. Sanat olarak sinemaya olumlu katkıları olduğu genel kabul gören bir gerçektir. Gel gelelim akım bir ekol olup varlığını sürdürememiştir; ama bir gerçek varsa o da; bir çok sinema tutkununa düşüncelerinde yeni boyutlara ulaşma şansını verdiği gibi akım ve öncüleri sayesinde bu insanlar yeni filmler yaptı. Ayrıca savaş sonrasında ki daha önce bahsettiğimiz durgun yapının kırılmasını sağlayarak Fransız sinemasının ihtiyacı olan hareketlenmeyi ortadan kaldırdı. Etkileri o kadar ötelere vardı ki üçüncü dünya sinemalarına kadar varıp onların dahi açılımlar yapmasını sağlamış oldular. Özellikle Jean-Luc Godard bu grup üzerinde daha etkili oldu. Cezayir savaşı, Çin Hindi'ndeki çatışmalar gibi olaylar üstüne filmler yapıldı. Afrika kabilelerinin gelenek ve görenekleri belgesellere alındı. Bu insanlar Sinemayı sinema yapan yegane ve gerçekten çok önemli kişiler olarak sinema tarihindeki yerlerini aldılar; dahası buna gerçek anlamda hak kazandılar. Onların sevdiği; sinemanın kendisi olmuştu ve içsel yaşamlarını sinemayla pekiştirirken amaçları sinemadan kazanıp hayatlarını daha hareketli ve kolay hale getirmek olmamıştı hiç. Ama her şeyin sona erdiği noktaya onlarda varacaklardı elbet ve bu 68 yılında gerçekleşecekti...

Şimdi burada akımın başlangıç filmlerine, devamında da kimlerin hangi filmlere imza attığına, Yeni Dalga akımıyla bağdaştırılan yönetmen ve filmlerine bir bakacağız.

Akımı başlatan filmler olarak Fransa film tarihine geçmiş yapımlara bakacak olursak; Claude Chabrol; Le Beau Serge (1958), Les Cousins (1959) ile karşımıza çıkacaktır ve bunun ardından da 1959’da Dörtyüz Darbe ( Les Quatre cents coups) ile malumunuz Truffaut gelmektedir. Bu iki ismi akımın bir başka eleştirmen yazarı olan Eric Rohmer; Le Signe du lion ile gene 1959 yılında izledi. 1960 yılında Paris bize aittir ile Jacques Rivette, ve 1959’da yaptığı Altı aşık için bir oyun’la Jacques Doniol-Valcroze, sonrasındaysa; Godard; A bout de souffle (1959) ile görülmektedir.

Bu yönetmenlerin ve yaptıkları filmlerin ortak noktaları; sinemanın ana akım kurallarına karşı kaygısızlık ilk dikkat çeken unsur olacaktır. Bu filmlerin senaryosundan kurgusuna değin üzerlerinde ki değişim dahası serbestlik ve gevşeklik ortaya çıkan ve ağır basan diğer etkenlerdi. Ne var ki Alain Resnais’nin, uzun metrajlı Hiroshima mon amour’u yapması Yeni Dalga teriminin çok farklı noktalara ulaşıp onları kapsayacağını da göstermiş oldu.

Bu kullanımın ne kadar doğru olup olmadığı ve bu terimin kapsama alanı tartışıldı.

Bu arada Piyanisti Vurun’u yapan Truffaut bunun ardından da Jules et Jim ve La Peau douce filmlerinde daha klasik bir kalıba yöneldi. Ardındansa daha pek çok türe el atacaktı. İçerik olarak en iyi diye belirtilen filmlerinde (ki bunlar; Vahşi Çocuk (1965) ve Gecenin Ötesi (1972) yapımlarıydı) kendisi yer alan Truffaut, böylelikle kendisini yönetmen ve film, gerçek ve kurgu arasındaki ilişkiyi araştırmakla nitelendirdi.

Genel kabullerden biriside Chabrol’un en üretken yönetmen oluşuydu; psikolojik gerilim tarzıyla anaakım sinemasına geçiş yapan ilk yönetmendi. Chabrol’un filmleri; burjuvaya karşı duyduğu nefret, onlardan ne kadar iğrendiğinin gösterimi ve kadınlara yönelik sağduyu-suz bakış açısını yansıtmıştır. (La Femme infidéle-(1968), Les Noces rouges-(1972), Le Boucher- (1969)

Chabrol her ne kadar üretken olarak belirlenmişse elbette bir de en az üretken seçmek mümkündür, bu verimsiz üyesi ise; Jacques Rivette’dir. Rivette filmleri çok uzun ve kurgusal-belgesel öğelerle bezeli yapımlardır ve doğaçlamaya dayanmışlardır. Filmleri üzerinde düşünülmesini

http://genclikcephesi.blogspot.com 37

Page 38: Fransız Sineması Üzerine

isterken sanatçı ve model arasındaki bağa değinir ve irdeler. Dışarıda biri var: Hayalet- (1973), Céline ve Julie’nin Vapur Gezisi- (1974), La Belle Noiseuse- (1990)

Cahiers’in kıdemli ismi Eric Rohmer ise fimlerinde; kullandığı karakterlerin, kent ile kır, iş ile tatil, aile ile bireysel bağlılıklar arasında gitgelleşen duygularını, cinsel dürtüleri ve ahlaksal yapıyı aldatıcı bir basitlikle inandırıcı bir şekilde betimleme yoluna gider. Filmleri genellikle modern kent yapısının ardındaki banliyö yaşamının ayrıntılı tasvirlerini sunar. Yoğun dialoğa rağmen yapıtları sinematografik ağırlık kazanmayı başarabilmiştir.

1960’lı yıllarda karşımıza çıkan bir isimse yönetmenlik denemesini Duvarlara Vurulan Baş adlı uzun metrajıyla 1959 yılında yapmış olan ve bunun öncesinde de bir çok önemli sayılabilecek belgesele imza atmış olan Georges Franju’dır. 1960 ve 1970 lerin başlarında bir çok uzun metrajlı filmler yapmaya devam etti. Yapıtları genellikle sürrealiteyle besili bir karamsarlık içinde kasvetli bir biçimde oluşa gelmişlerdir. Belgesel sinemacı olarak yol yapmış bir başka isim daha burada karşımıza çıkacaktır; Alain Resnais. Ellili yıllarda konularını zamansal gelgitler ve bellek-imgelem bağlamı olan bir takım kısa filmlerle gündeme gelmiş olan yönetmen, Hroshima adlı uzun metraj filmiyle yer edinmeyi başara bilmiştir. Providence (1976), La Vie est un roman (1982), Mon oncle d’Amérique (1979), Mélo (1985), Stavisky (1974), La Gerre est finie (1966), Muriel ou le temps d’un retour (1963), L’Année derniére a Marienband (1961)

Cahiers grubuyla neredeyse bir ilişkisi bulunmasada Yeni Dalga ile anılan yönetmenlerden biridir Louis Malle. 1957’de İdam Sehpası’yla mesleğe başladı Malle. Film, döneme göre ağır gelecek cinsel betimlemelerden dolayı skandalla sonuçlandı. Zaten yönetmenin tabu konusunda sürekli bir eğilimi söz konusuydu. 1971’de çektiği Le souffle au ceoeur konu olarak kendisine ensesti seçerken, 1978’de Güzel Bebek filminde çocuk fahişeliğine değin uzanmıştı. Ayrıca 1961’de Bardot için Vie privvé ’i çekti ve bu filmde Bardot’yla birlikte oynadı.

Elbette ki bu kadar yönetmenle sınırlı değildi bu kocaman dünya ama gelgelelim her yönetmende kendisinden böyle seneler sonra bahsedebilecek konuma yük-selemiyordu elbet; birde varlığı ve yokluğu belli olmayanlar olarak bu çatalın arasında kalmış olanlar vardı; şimdi irili ufaklı tüm bu yönetmenlere bir göz atalım:

Jean-Gabriel Albicocco; La Fille aux yeux d’or (1960) Jacques Rozier; Adieu Philippine (1962) Alain Jessua; La Vie a l’envers (1964) Henri Colpi; Une aussi longue absence (1961), gibi anılanlar ama etkili olamayanlar söz konusudur.

Bunlardan daha iyi konumda, söz yerindeyse daha iyi yönetmenler de söz konusudur elbette: Bunların arasında özgünlükleriyle öne çıkmış olan Jacques Demy ve Alain Cavalier var mesela. Demy ’nin ilk uzun metraj yapımı 1961 tarihli Lola ilgi görmeyi başarabilmiş bir yapıt sayılmıştır. Les Parapluies de Cherbourg, Les Demoiselles de Rochefort gibi yapıtlarında yönetmen tüm müzikal alt yapının sorumluluğunu üzerine almıştır; zaten bu filmler dialogların da müzikler eşliğinde söylenen şarkılardan oluştuğu müzikallerdi. En son olarak Trois places pour le 26 ya imza atmıştır ve yıl 1988’dir.

Cavalier’e bakacak olursak: meslek hayatına 1961’de yaptığı Le Combat dans l’ile ve de 1964 tarihli L’Insoumis ile başlamıştır. Ve bir birine yakın filmler olan:

Martin et Léa (1978)

Un étrange voyage (1980)

http://genclikcephesi.blogspot.com 38

Page 39: Fransız Sineması Üzerine

Thérése (1986) ile yoluna devam etmiştir.Sırada üretken olmasına rağmen başarıyı pek yakalayamamış bir yönetmen var; mesleğe

50’li yılların sonunda başlayan Jean-Pierre Mocky tüm filmlerinde komedi dünyasının ünlü ismi Bourvil’i oynatamak gibi bir tuhaflığa sahiptir. Hemen tüm filmlerinde değişik olgulara yönlerek kaba taşlamalarını ekrana yansıttı:

Un drole de paroissien (1963) La Grande Frousse (1964)

La Grande Lessive (1968) A mort l’arbitre ! (1983)

Truffaut ve Chabrol’un asistanlığıyla bu işe başlasada kendi çizgisi için yeni dalgadan uzaklaşan bir isim olarak karşımıza çıkar Broca, ve Mocky ile dönemdaş sayılır. Alt yapıları egzotik hafif ve hoş komedilerle öne çıktı. L’ Homme de Rio ile ismini uluslararası yapmayı başardı.

Sevimli Yalancı, Ayı ve Kukla filmleriyle kadınların aşk yaşamlarına odaklandığı filmlerle çıkış yaptı Michel Deville, Le Dossier 51 ve Le Lectrice filmleriyle film hayatına devam etti.

Diğer yandan aksiyon ve aksiyona yakın bir çizgide seyreden isimlere şahit olmaktaydı Fransız sineması.

La 317éme Section (1964), Dien Bien Phu (1992) filmleriyle Pierre Schoendoerffer, Vietnam savaş deneyimini aktarırken; Le Crabe Tambour (1976), L’Honneur d!un capitaine (1980) filmleriyse sömürgeci bir Fransa’yı işlemekteydi. Benzer bir şekilde; Classe tous risques (1959), L’Arme a gauche (1965) yapımlarıyla Claude Sautet geliyordu ve sonrasında yaptığı filmlerleyse duyarlı bir anaakımcı olarak hatırlandı. 1964 yılında bir polisiye olan Compartiment tueurs ile müthiş bir çıkış yapan Costa Gavras ilerleyen yıllarda da siyasal baskı alt yapılı filmleriyle profesyonelleşiyordu.

Popüleriteye yönelen bir çok yönetmende Yeni Dalga sonrasında çıkacaktı ortaya. Le Corniaud (1964) ve La Grande Vadrouille (1966) adlı komedi filmleriyle çıkış yapan bir isim olarak görülecektir; Gérard Oury. Bu sıralarda Edouard Molinaro içinde vazgeçilmez bir türdü komedi. Hem oyuncu hem de yönetmen olan Yves Robert yaptığı filmlerle gişe başarısını yakalayacaktı; bu filmler: La Guerre des boutons (1961) ve La Gloire de monpére (1988) dir. Bu dönem içerisinde; Jacques Deray, Pierre Granier-Deferre polisiyeye yönelen yönetmenler olarak tarihteki yerlerini almışlardır.

Yeni Dalga geldiği vakit anaakıma ait olan ve zaten kariyer yapmış olan yönetmenlerde vardı ve bunlar çalışmalarını sürdürdü. Bahsedilecek en önemli isimlerden biri hiç şüphesiz (hiçbir akıma da dahil edilemeyen) Robert Bresson:

Jeanne d’Arc, Au Hasard Balthazar, Mouchette, Une femme douce, Le Diable probablement adlı eşsiz filmleriyle hak ettiği noktaya ulaşan ve bugün de o noktayı kollayan ve sinematografiye getirdikleriyle asla atlanamaz olan ve günümüz ozanlarından birinin tabiriyle: “Eşsiz bir görüntü yazarıdır Bresson” ve filmlerinin yanı sıra hacmi küçük ama okumasını bilecekler için çok büyük olan sinemetograf üzerine notlar kitapçığınıda bizlere bırakmıştır.

Aktif sinema yaşamına devam eden Renoir burada da karşımıza çıkacaktır; ama görülen o dur ki Renoir artık ağırlığını kitap yazmaya ve televizyona vermiştir. Melville ise polisiye türündeki yazarlık konumuna devam etti.

Yeni Dalga öncesinin bildik yönetmenlerinden Clément; Plein Soleil, Le Passager de la pluie ile; Clouzot ve de Verneuil gibi isimler yaptıklarıyla kariyerlerini gündemde tutabildiler.

http://genclikcephesi.blogspot.com 39

Page 40: Fransız Sineması Üzerine

Yeni Dalga eleştirmenlerinin pekte tutmadığı Dellanoy, Decoin, Duvivier, Carné gibi yönetmenler önemsiz birkaç denemede bulundular. Tati olağanüstü modernite taşlamaları ve gaglarıyla bu dönemde de önemli bir yerdeydi. Oyun Vakti ve Trafik yapımlarıyla 1960’ların başı ve sonunda çıkıştaydı.

YENİ DALGA ÜZERİNE

Önde gelen isimlerin en başında yer alan Truffaut, Yeni Dalga için şöyle bir beti sunar: “Yeni Dalga için ne bir akım, ne bir okul ne de bir grup diyemeyiz, şöyle ki; onun niceselliği; her yıl onlarca yönetmenden sadece bir kaçına kapısını açar, son iki yıl içerisinde ortaya çıkmış olan elli ismin dahil olabilmesi için basınca ortaya konmuş ortak bir slogandır o.” Ortadaki sinema; izleyici sayısı düşen ama film ve yönetmen sayısı artan bir sinemadır. Bir değişime duyulan ihtiyaç noktasında; yeni bir ahlak yapısı ve yeni bir sinema anlayışıyla, film çekmek için çok şeye ve çok paraya zorunluluk hissetmeyen, yeni şeylere aç-ık bir toplulukça ortaya konmuştur. Sinema tarihi bize bu gurubu-n oluşumunu-etkileyen siyasi, sosyo-kültürel etkenleri ana noktalarıyla şöyle sıralamıştır: Cezayir’in bağımsızlık ilanı, sinemacı yazar Malraux’un Kültür Bakanlığına gelişi, Albert Camus’nün Nobel alışı, Boris Vian’ın sarsıcı eserleri, André Bazin ve Cahiers du Cinéma’nın –özellikle Truffaut ve Godard’la renklenen- yazıları, ‘‘auter’’ kavramı öncüsü Astruc’un varlığı ve de oluşumu ve yayılımı hızla gelişmiş olan sinema klüpleri. Yeni Dalga Yönetmenlerini farklı üç kategoride saymak mümkündür; bunlardan ilki: Şu meşhur Cahier Grubu –etrafında toplanan- yönetmenleridir, bunlar: Chabrol, Truffaut, Godard, Rivette, Rohmer, Velcroze’dur; bir diğer grup olarak; Seine’in Sol Yaka Yönetmenleri olarak isimlendirilen: Franju, Varda, Resnais, Démy, Marker, Rouch, Rozier gibi yönetmenlerin haricinde son grup olan tabandan yetişen Profesyonel Sinemacılar olarak nitelenen; Vadim, Malle, Astruc sayılmıştır.

YENİ DALGA EŞİĞİNDE

CLAUDE CHABROL

Yeni Dalga’nın ilk ürünü olarak kabul görülen filmi yapan, Hitchcock hayranı, 1930 Paris doğumlu yönetmen. İlkin edebiyat ve eczacılık eğitimi gördü, halkla ilişkiler görevlisi olarak çalıştı, Yeni Dalga yönetmenlerinin eleştiri grubunda yerini aldı. İlginç bir şekilde (karısının mirasına konarak) zengin olan Chabrol, eleştirmenlikten yapımcılığa geçti. İlk uzun metrajı olan Le beau Serge’yi çekti. Film, siyah beyaz bir dramdı ve Yeni Dalga’yı başlattı; ‘‘auter’’ kuramı ilk defa hayata geçmiş oldu. Kuramca; yönetmen, filmin yaratıcısı olarak görülmekteydi. Chabrol, burjuvaizmin maskesini indirmeyi kendisine görev edinmişti ve bunu başaracaktı. Ölüme giden yaşamla-rıyla Parisli iki öğrencinin yaşamını anlattığı 1958 tarihli Les Cousins, Yeğenler adlı ikinci filmi izleyicinin büyük beğenisini kazandı. Kazandığı parayla kendi yapım şirketini kurdu. İlerici stilini diğer filmlerinde de kullanmaya devam edecekti. 1959’da yaptığı A double tour, 1960 yapım yıllı Les bonnes femmes filmleriyle cinayet işleyip gözden uzak kalabilen psikopatları konu edindi. Kadın katili Landru’nun yaşamını anlattığı filmi tutulmadı ve Chabrol kendisini maddi sıkıntının içinde buldu. Ticari açıdan beslenmek için sipariş filmler yaptığı dönemde kariyerinde hoş olmayan isimler bırakacak olan kötü casusluk ve gerilim filmleri yaptı. 68 sonrasında çektiği filmlerle bir anlamda ilk dönemini tekrara düştü. Gene maddi problemlerden dolayı televizyona yöneldiğinde tarih 1975’i göstermekteydi.

http://genclikcephesi.blogspot.com 40

Page 41: Fransız Sineması Üzerine

1982de Les fantomes du chapelier ile tam anlamıyla bir geri dönüş yaptı. Bunun ardından tam anlamıyla Hıtchcock tarzı üç film yapan yönetmen 88 sonrasında kadın anlatılarına yöneldi. Bu dönemde öne çıkan yapıtı Une affaire de femmes, Bir Kadının Hikayesi oldu.

Filmografisini oluşturan filmler:

1958. Le beau Serge, Les cousins.1959. A double tour.1960. Les bonnes femmes, Les Godelureaux1961. Les sept péchés capitaux (episode L'avarice) L'oeil du malin.1962. Ophélia Landru.1963. Les plus belles escroqueries du monde (episode "L'homme qui vendit la tour Eiffel").1964. Tigre aime la chair fraîche, Paris vu par... (episode "La muette").1965. Marie-Chantal contre le Dr. Khâ, Le tigre se parfume à la dynamite.1966. La ligne de démarcation, Le scandale.1967. La route de Corinthe, Les biches.1968. La femme infidèle.1969. Que la bête meure, Le boucher.1970. La rupture.1971. Juste avant la nuit, La décade prodigieuse.1972. Docteur Popaul.1973. Les noces rouges, Nada.1974. Une partie de plaisir, Les innocents aux mains sales.1975. Les magiciens.1976. Folies bourgeoises, Alice ou la dernière fugue.1977. Les liens de sang.1978. Violette Nozière. 1980 Le cheval d'orgueil.

1982. Les fantômes du chapelier.1983. Le sang des autres.1984. Poulet au vinaigre.1985. Inspecteur Lavardin.1986. Masques.1987. Le cri du hibou.1988. Une affaire de femmes.1989. Docteur M.1990. Jours tranquilles à Clichy.1991. Madame Bovary.1992. Betty.1993. L'oeil de Vichy ( belgesel).1994. L'enfer em.1995. La cérémonie,

Le fils de Gascogne Gascogne'un Oğlu 1997 Rien ne va plus.

1999 Au coeur du mensonge.

2000 Merci pour le chocolat.2003 La fleur de mal

ROGER VADIM

http://genclikcephesi.blogspot.com 41

Page 42: Fransız Sineması Üzerine

1956’da ilk filmine varasıya kadar televizyon yapımcılığı, gazetecilik ve asistanlık yapan Vadim daha öncelerde de belirttiğimiz gibi Et Dieu créa la femme, (Ve Tanrı Kadını Yarattı) ile olay yarattı ve Yeni Dalga’yı etkileyecek bir diğer isim oldu. Film renkli sinemaskop kullanımıyla da öne çıktı. Onun tüm filmlerinde öne çıkan şey kadın cinselliği ve erotizm olmuştur. 1959 yılında Les Liaisons Dangereuses, (Tehlikeli İlişkiler) filmini yapan yönetmen 1961’de La Bride sur la cou, bir yıl sonrasında; Les Repos du guerrier, ardından da Le Vice et la Vertu gibi başlıca filmlerini gerçekleştirdi. 1964 senesinde çektiği La Ronde’un ardından bir bilim kurgu uyarlaması olan 1968 tarihli Barbarella geldi. İlgi çekici filmlerinden biri olan Pretty Maids All in a Row’u 1971’de gerçekleştiren Vadim, Don Juan 1973 ardından Amerika mahsülü olan Night Games ile (Ve Tanrı Kadını Yarattı)’nın Amerikan versiyonu olan; And God Created Women’ı sonrasında ise Une Femme Fidéle’i 1980 senesinde kameraladı.

USTALAR

FRANÇOIS TRUFFAUT

Bir ressam çocuğu olarak Paris’te doğan Truffaut okuldan nefret eden ve onun yerine sinemayı tercih eden asi bir çocuktu. Okulda aldığı cezaların neticesinde birkaç kez islahevi hayatını tattı. 1951’de Cahiers du Cinéma dergisinde çalışmaya başladı ve sıkı bir eleştirmen ünvanını acımasız tarzıyla pekiştirdi. 1956’da Rossellini’ye reji asistanlığını yaptı ve ilk pratik deneyimlerini kazandı. 1957’ye gelindiğinde artık kendisine ait bir prodüksiyon şirketi vardı. Zanaat olarak sinemada kendi kendine yetkin bir hal aldı. ‘auter’ filmi tarzını savundu. İlk filmi Les quatres cents coups’da otobiyografik olarak çocukluğunu sergiledi. Bunun ardından dört film daha çekerek inanılmaz bir biyografi dizisi yaratmış oldu. Amerikalıların 1940lı yıllardaki kara dizisine dayanan Piyanisti Vurunu 1960’da gerçekleştirdi. Aşkın karmaşıklığını yaşayan bir insanı anlattığı Jules et Jim’i 1961’de yaptı. Bu filmden sonra Truffaut içerik ve teknik açısından başkalaşımlara yöneldi. Ray Bradbury’nin romanı Fahrenheit 451’i uyarlayıp bilim kurguyu denedi. 1967’de Hitchcock ve Chabrol’un etkisinde La Mariée était en noir’ i yaptı. 1971’de değişik ve yeni biçimlerle ortaya koyacağı aşk konusuna Les deux Anglaises et le continent ile başladı. Truffaut zaman içerisinde etkisini yitirmeyen filmler yaratan bir yönetmendi. L’histoire d’Adéle Hde de görüldüğü gibi tam anlamıyla tutkulu aşka yöneldi. 1977 yılında yaptığı ve kadın bacağı fetişti olan bir adamın öyküsünü anlattığı L’homme qui amait les femmes adlı komedi filmini yaptı. 1978’de yaptığı felsefi eseri La chambre verte’de ölümden sonra süren aşkı söz konusu etti. Le dernier Métro’da 1980’de Alman işgali sırasında bir tiyatroda yaşananları anlattığı filmi ile eski tiyatroya karşı olan sevgisini ortaya koydu. La nuit americaine yapıtında sinema saygısını perdeye yansıttığında yıl 1973 idi. Truffaut’un son filmi siyah beyaz bir çalışma olan Vivement dimanche bir sekreterin öyküsünü anlatmaktadır. Truffaut öldüğünde 52 yaşındadır.

JEAN LUC GODARD

Üst sınıf bir aile bireyi olarak doğdu Godard. Pariste ve ileride vatandaşı da olacağı İsviçre’de aldı eğitimini. Sorbon’da her ne kadar etnoloji okusuda zamanını film izlemeye ayırmakla meşgul olurken sene 1950’ydi. La gazette du cinéma’nın kuruluşuna yardım eden Godard yaşamını tuhaf işler yaparak kazandı. Hollywood’a yönelik bir tutku yerel sinemasına ise eleştirel bir tutum sergiledi. Kısa film denemelerinin ardından senaryolar üretti. Yakın

http://genclikcephesi.blogspot.com 42

Page 43: Fransız Sineması Üzerine

zamanda Yeni Dalga’nın diğer önemli figürleri arasında ki yerini alacaktı. Uzun metrajlı filmlerinde genel olarak suç ve kadın cinselliğinin gizine yöneldi. Godard’ın sineması ilerleyen zamanlarda ticari başarıda yakalayacak ve siyasal ağırlıkta kazanacaktır ancak onun filmleri genelleme yapacak olursak, para, cinsellik, siyaset olguları etrafında kuvvet bulmuştur. Godard; romantik bir materyalist, varoluşçu bir marksist ve bir anti gerçekçidir. Pek az sayıda ki yönetmen için söylenebilecek bir söz Godard içinde söylenebilir; hakkında yazılanları okuyup, başkalarının ne düşündüğünü duymak yerine yapılacak en iyi şey Godard filmlerini ardı ardına izlemek olacaktır. Ustanın arşivine doğru bakacak olursak gözümüze ilk takılacaklar şöyle bir filmografi ortaya koyacaktır:

1959. A bout souffle1960. Le Petit Soldat1961. Une Femme est une femme1962. Vivre sa vie1963. Les Carabiniers, Le Mépris1964. Bande a part, Une Femme mariée1965. Alphaville: une étrange aventure de Lemmy Caution, Pierrot le fou1966. Masculin féminin, Made in USA, 2 ou 3 choses que je sais d’elle1967. La Chinoise ou plutot a la chinoise, Weekend1968. Un film comme les autres, La Gai Savoir, One plus one1969. British Sounds, Pravda, Le vent d’est

1972 Tout va bien, Letter to Jane or İnvestigation about a Still

1974. Ici et ailleurs1975. Numéro deux1976. Comment ça va Sur et sous la communication, Six fois deux

1978 France/tour/détour/deux enfants

1980. Sauve qui peut1981. Passion1982. Prémon Carmen1983. Je vous saule. Marie1984. Détective1985. Grandeur et décadence d’un petit commerce de cinéma 1987 Soigne ta droite, King

Lear

1990 Nouvelle Vauge

1994 Historie<s> du Cinéma

ALAIN RESNAIS

Fransız Yeni Dalga akımıyla ortaya çıkan en önemli yönetmenlerden biri olan Alain Resnais, Hiroşima Sevgilim ve Geçen yıl Marienbad'da gibi önemli filmlere iz bıraktı. Varlıklı bir eczacının oğlu olarak 1922’de Fransa, Vannes’de dünyaya geldi. Tamamıyla kendine yöneldiği yalnız bir çocukluk yaşadı. İlginçtir ama ilk film denemesini 8 mm ile henüz 14 yaşında gerçekleştirdi. Kronik astımından dolayı II. Dünya Savaşı'nda cepheye alınmadı. Tiyatro aktörlüğü üzerine çalıştı ve 1940'ta Paris'e giderek Yüksek Sinema Araştırmaları Enstitüsü'nde sinema eğitimi aldı. Meslek olarak sinemaya kurgucu olarak başladı. Savaştan sonra 16 mm'lik kısa ve orta uzunlukta filmler yaptı.

http://genclikcephesi.blogspot.com 43

Page 44: Fransız Sineması Üzerine

Fransa’yı dolaşarak çektiği Chateaux de France, (Fransa'nın Şatoları) ile 1947’de görsel sanatlar üzerine bir dizi kısa filme giriş yapmış oldu. İlerleyen 9 yıl süresince Van Gogh, Gauguin ve Picasso'nun "Guernica" tablosu gibi konularda birçok kısa film yaptı. Belgesele yakın bu çalışmalarında, insanın kendine yabancılaşmasını kavradığını gösterdi. Çektiği siyasal amaçlı ve propaganda filmlerinin de sanatsal yönü güçlüydü. Toplama kamplarını konu alan Nuit et Brouillard,(Gece ve Sis) adlı belgeselle kariyerinin zirvesine ulaştı. 1959'da Hiroshima Mon Amour, (Hiroşima Sevgilim) ile konulu filmlere yöneldi; bu filmle, Yeni Dalga yönetmenleri arasında saygınlık kazandı. İkinci konulu filmi L'Annee Derniere a Marienbad, (Geçen yıl Marienbad'da) ile 1961 Venedik Film Festivali'nde Altın Aslan ödülünü aldı. Sonraki filmlerinin hemen hepsi, uluslararası film festivallerinde ödüllere uygun görüldü. Resnais düzenli olarak Marguerite Duras ve Alain Robbe-Grillet gibi Fransa'nın önemli edebiyatçı-larıyla çalıştı. Onları, senaryoyu bir edebiyat yapıtı olarak yazmaya yönlendirdi, sonra da onların imgelemini kendi zengin üslubuyla sinema diline aktardı. Filmlerinde kendi başıboş barbarlığıyla karşılaşan insanı en duyarlı haliyle betimledi. Sömürgecilik, savaş, siyasal kişilikler gibi konuları ele aldığı filmleri birçok kez devlet sansürüne takıldı. Filmografisi şöyledir:

1955 Nuit et Brouillard 1966 La Guerre est Finie 1977 Providence 1980 Mon Oncle d'Amérique 1983 La Vie est un Roman 1993 Smoking/No Smoking 1997 On Connaît la Chanson

LOUIS MALLE

Bir türe, akıma sokulamayan, aktüel ve kışkırtıcı bir sinemaya sahip olan yönetmen 1932 Kuzey Fransa doğumlu ve sanayici bir ailenin oğlu. Sorbonne’da iktisad deniyor fakat yarım bırakıp Paris Yüksek Sinema Akademisi’ne geçiş yapıp bitiremeden ayrılıyor. Cousteau’nun gemisinde kameraman olarak görev yapmaya başlıyor. 1955 yılında yönetmenliğini yaptığı belgesel film; Le monde du silence, (Sessiz Dünya), Oscar alıyor. Her ne kadar bir kategoriye dahil etmesek de 1957 sonrası filmleri istese de istemese de Yeni Dalga’ya uygun düşmekteydi. Yeni Dalga’nın temsilcile-rinden farklı olarak, o bir film zanaatçısıydı. Tam anlamıyla her şeyini üstlendiği ilk filmi L’ascenseur pour l’echafaud, (İdam Sehpası) (1957) tipik bir Yeni Dalga filmi sayıldığı gibi, Amerikan Kara Dizisi içinde uygunluk barındırıyordu. 1958 yılında yaptığı Les amants, (Aşıklar), yönetmeni uluslararası üne kavuşturdu. Film ahlak dışı görüntüler içerdiği için <?> bir takım zorluklar da yaşadı. Malle 1960 yılında Zazie dans le métro, (Zazie Metroda), filminde yabancılaştırma efektleri ve sinema tarihinden metinler kullandı. Bu yapıtıyla Raymond Queneau’nun bir dil eleştirisi romanını filme uyarlamış oldu. 1963 yılında en fatalist filmi olan Le feu follet, (Aldatıcı Işık)’ı çekti. 1970’lerin ortasına değin Malle türler arasında gidip gelen bir adam olarak kendini ortaya koydu. Bu onun çok yönlülüğünden kaynaklanmaktaydı. Bu yıllarda Malle, Paramount’dan bir teklif aldı ve kabul etti. Malle 1977’de A.B.D’de Pretty Baby, (Güzel Bebek)’i yaptı; bu o’nun yapımcılığını üstlenmediği ilk filmiydi. 1979’da Atlantic City’yi, 1984’de ise Aloma Bay’ı yaptı. Bu son filmi ırkçılığın oluşumunu irdeleyen önemli bir yapıt, bir toplumsal araştırmaydı. 1987 yılında yaptığı Au revoir les enfants, (Hoşçakalın Çocuklar) filmiyle içerik olarak yüzünü tekrar Avrupa’ya döndü. Ardından gelen eseri 1989 yapımı Milou en mai, (Mayıs’ta Milou) şiirsel, melankolik bir atmosfere sahipti. 1992 yılında; Damade, (Ölesiye), 1994’te Vanya on the 42. Street filmlerini yapan Malle. 1996 yılında öldü.

ERICH ROHMER

Sadelik ve doğallık bağlamından filmlerinde hiç uzaklaşmayan ve Yeni Dalga’nın ilk yönetmenlerinden biri olan Rohmer, Pariste doğan yönetmenlerden. İlkin film eleştirmenliği ile işe başlayan Rohmer; bir yıllık bir yayın hayatı olacak olan La gazete du Cinéma isimli dergiyi Godard ve Rivette ile birlikte çıkardı. İlerleyen zamanlarda ise Truffaut ve Chabrol’un da içinde olduğu Cahiers du Cinéma adlı dergide yayın yaşamını sürdürdü. Yıl 1959 idi ve Chabrol’un film şirketince

http://genclikcephesi.blogspot.com 44

Page 45: Fransız Sineması Üzerine

yapımcılığı üstlenilen ilk uzun metrajını çektiği birkaç kısa filmden sonra gerçekleştirecekti Rohmer. Paris’te bir türlü başarıyı yakalayamayan bir müzisyeni anlatan Le signe du lion, (Aslan Burcu) adlı film tam anlamıyla bir Yeni Dalga mahsülüydü. 1960’lı yılların başında Rohmer ahlak öyküleri konulu filmler üretme kararı almıştı. Her yapıtında aynı konuya ayrı bir açı ile bakmaktaydı. Bir türlü başarıyı yakalayamayan yönetmen 1969 yapım yıllı filmi Ma nuit chez Maude, (Maudelerdeki Gecem) ile en iyi senaryo dalında Oscar adayı oldu. Ahlaksal öyküler dizisini oyunlar ve atasözleri dizisiyle sürdürme kararı aldı ve bunu ilk diziyle bağıntıladı. Filmleri; aşk, şehvet, şeytana uyma ve karşı koyma gibi konuları başka başka açılardan mizah dolu zevkli diyaloglarla ele alıyordu. Dizinin en iyi filmi olarak 1983 yapımı Pauline a la plage, (Pauline Plajda) sayılmıştır. Diğer bir dikkat çeken yapıtı ise 1987 tarihli Quatre aventures de Reinette et Mirabelle gelmektedir. Diziyi kapayan ya-pıtsa 1987 yılında gerçekleşen L’ami de mon amie, (Kız Arkadaşımın Arkadaşı) olmuştur. Yıl 1990a geldiğinde Rohmer dört mevsim dizisine başlamıştı. 1990’ da yaptığı Conte de printemps, (İlkbahar Öyküsü), 1991 tarihli Conte d’hiver, (Kış Öyküsü) ile süren dizi 1993’te çevrilen L’arbe, le maire et la médiathéque ile bölünmüştür; 1995 senesinde diziye ara vermeye devam ederek Les rendez-vous de Paris’i çeken yönetmen; 1996’da Conte d’été, (Yaz Öyküsünü, 1998de ise Conte d’automne, (Güz öyküsü)’nü çekerek mevsimi kapatmış oldu.

JACQUES RIVETTE

Rohmer ve Godard ile Gazette du Cinéma ve Cahiers du Cinéma’da beraber olan yönetmen; 1963’de derginin editörlüğüne geçti. Yönetmenlik öğretmeni olan Renoir’in ve Truffaut’un kameramanlığını yaptı. 1960’da Chabrol’dan kamerayı; Truffaut’dan ise parayı ödünç alarak çektiği Paris Nous Appartient ilk uzun metrajıdır. Rivette, kişisel; uzun ve ussal filmlerin ağırlıkta olduğu bir filmografi çizdi. Filmlerine bakacak olursak: La Religuese, Out One gibi uzun televizyon filmleri, sonrasında ise: Céline et Julie Vont en Bâteau, Duelle, Noroît, Merry Go Round, Le Pont du Nord, Lamour par Terre, Hurlevent, La Bande des Quatre, La Belle Noiseuse, Jean la Pucelle: Les Batailles-Les Prisons çalışmaları gelir.

68 ETKİSİ ÜZERİNE

GENEL BAKIŞ:

1968 Mayısı dünyada çok şeye etkin olmuştu; üretiminden içeriğine Fransız Sineması da etkilenecekti bu önemli tarihten. 70’lerin başında bir çok yönetmen ilk filmlerini yapma fırsatı bulurken bir çok kadın yönetmende gene bu dönemde ilk denemelerini yapacaklardı. Yine bu yıllarda; Godard, Gorin’le beraber Tout va bien’i yaparken; Karmitz, Coup pour coup’u yapacaktı. René Vautier ile Nicole Le Garrec’in Quand tu disais Valéry’si 1975’te, René Allio La Vieille Dame indigne’sini 1964’de, Retour a Marceille’i 1978’de meydana koymuşlardı.

68’in değişimleri kendisini göstermeye devam ediyordu ve bunun sonuçlarından biri olarak hard-porno türevi filmlerdeki sansür ortadan kaldırılıyordu. 68 hareketinin toplum yapısındaki meydana getirdiği değişiklikleri anlatan filmlerde doğal olarak bu tarihlerde kameraya alınıyordu. Jean Eustache, La Maman et la putain’i yaparken; Jacques Doillon, Les Doigts dans la téte’i çekmişti. Dönemin önümüze çıkardığı diğer yönetmenlerse; Maurice Pialat ve André Téchiné ’dır. Ve son olarakta burada saymamız gereken bir isim;

http://genclikcephesi.blogspot.com 45

Page 46: Fransız Sineması Üzerine

her ne kadar bir amerikan sineması hayranı olsa ve de Yeni Dalga’ya ters düştüğü söylense de bu akımdan çeşitli şekillerde faydalanmayı bilmiş olan Bertrand Tavernier ve hemen aynı kulvarda olduklarını söyleyebileceğimiz bir diğer isimse Yves Boisset’dir.

Fransız sineması durmayan bir sinemadır; yeni akımlar, yeni teknikler, yönetmenler; tarih artık sekseni göstermektedir ve elbette gündemde yeni isimler vardır. Ki bu yönetmenler gerçektende göz ardı edilmesi imkansız hale getireceklerdir kendilerini. Elbette ki; Jean-Jacques Beineix, Leos Carax, ve de Luc Besson’dan bahsediyoruz. Dedik ya değişen değerler söz konusuydu ve artık gerçekten çok şey değişmiş, 68’ler geride kalmış ve ortaya post-modern’den bahseden bir gençlik çıkmış, çıkmış ve bu yönetmenlerin filmlerini) sa-hiplenmiştir. 1985 yapımı ve dünyanın tanıdığı adıyla Betty Blue kült olma başarısını gösteren bir film olacaktı ama Beineix öncesinde 1979’da Diva’yı, 1982’de Çöpteki Ay’ı yapacaktı. Besson’sa 1984 yılında tüm şaşırtı-cılığıyla Metroyu, İnsanlar ve yunuslarla ilgili güzel ve masalımsı Derinlik Sarhoşluğunu (1987), çekerek büyük gişe yaptı. 1990 yılındaysa sinematografyasını gerilimle birlikte Nikita’ya taşıdı ve ortaya başarılı bir şiddet sanatçısı portresi çıkardı. Çektikleriyle ruh hali arasında anlamlı köprüleri bulunan Carax ise; Godard’dan etkilenen ve gerçek anlamda tuhaflıkları olan bir yönetmendi. 1983 yılında yaptığı, (birilerince) anlaşılması zor, dar bütçeli bir siyah beyaz olan Oğlan Kızla Tanışırı yaptı. Bunu 1985’de Kötü Kan, 1990’da ise Köprüüstü Aşıkları izledi. Doksanlara doğru karşımıza yeni yönetmenler ve filmleri gelmeye devam etmekteydi; Etienne Chatiliez 1987de yaptığı La Vie est une longue fleuve tranquille ile, Eric Rochant; Un monde sans pitié ’le 1988de; Cyrıl Collard 1991 tarihli Les Nuits fauves’iyle; Marie Poiré ’sa 1983 yılında yaptığı Papy fait de la Résistance filmiyle sayılabilirler. Yine bu tarihlerde karşımıza çıkan yeni bir oluşum söz konusu olmuştur; yeni ve ilginç bir oluşumdur bu: Cinéma beur. Beur argoda Arap sözcüğünün karşılığı olarak kullanılmıştır. Bu ekole bağlı genç Kuzey Afrikalılar filmlerinin eksenini kendi yaşamlarına odaklanmış konularla belirlemişlerdir. Beur’a ait filmler genelde düşük bütçeli olup, 8 mm ile kameraya alınmışlardır. Banliyölere hafif bir komedi karıştırarak genelde alt yapıyı oluştururlar. Akım, Fransız sinemasında kendisine büyük bir yer edinmiş değildir, bu yüzden de ne kadar akım terimini hak eder tartı-şılır. 1986 yılında, Mehdi Charef in Le Thé au harem d’Archimede’i, Rachid Bouchareb’in 1990da çektiği Cheb’i türün öne çıkmış filmlerindendir.

Yeni sinemacılar sinema dünyasındaki yerini almaya devam ederken bildik yönetmenler de gişesi kuvvetli olan yapımlarla varlıklarını sürdürdü. Annaud 400 reklam filmi çekerek ve uzun metrajlı bir filmle kariyerine devam eden yönetmenlerden biridir. Annaud ayrıca 1989’da Ayı, 1992’de ise Marguerite Duras’ın otobiyografisi olan L’Amant’ı çekmiştir.

Daha önce de belittiğimiz gibi 68 akımından sonra sinemaya yavaşça da olsa kadınların eli deymeye başlamıştı ve bu sayı 1970’lerden sonra artış sağlamıştı. Kadın yönetmenler genellikle feminizm konusuna el atmışlar, 1970’lerin sonuna doğru bu konunun Fransa’da önemini tamamıyle yitirmesiyle birlikte, serbest çalışmayı tercih ederek kadın sineması düşüncesinde uzak düşmüşlerdir.

Abel Gance’nin asistanlığını yapmış olan Nelly Kaplan; La Fiancée du pirate yapımıyla feminist film sürecini başlatmış oldu. Plaisir d’amour filmiyle gerçeküstücü bir mizah kullanarak erkek egosuna saldırmaya devam etmiştir. Adı anılacak bir diğer yönetmen ise; L’Amour violé (1977), L’Amour nu (1981), La Triche (1983) son olarak Les Enfants du Désordre filmleriyle Yannick Bellon’dur. Coline Serreau ise 3 hommes et un couffin (1985) komedisiyle büyül başarı elde etti ve bunu; Pourquoi pas? (1977), Romuald et Juliette (1988), La Crise (1992) fimleri takip etti. Kadın yönetmenler arasında büyük bir

http://genclikcephesi.blogspot.com 46

Page 47: Fransız Sineması Üzerine

çoğunluğun otobiyografik filmlere kaydığı da görülmektedir. Diane Kurys’in 1979 tarihli Coup de foudre ve 1977 tarihli Diabolo Menthe bu filmlere yegane örnektir. Dönemin diğer filmlerine bakacak olursak, Véra Belmont’un Rouge Baiser’i, Euzhan Palcy’nin Rue Cases-Négres ve Siméon’u göze çarpar.

Bahsetmemiz gereken bir diğer konuda 1970’li yılların gerçekten de önemli oyuncular ortaya çıkardığıdır. Bu oyuncuları yönetmenlik de yapmış olan Balasko’yu da sayarak Miou Miou, Depardieu, Thierry Lhermitte, Patrick Dewaere, Michel Blanc, Dominique Lavanant, Gérard Jugnot, Christian Clavier olarak sayabiliriz. Gerçekten de 60-93 yılları arasında Fernandel, Marais, Funés, Bourvil, Gabin, Delon, Belmando,Deneuve, Adjani, Binoche, Dalle gibi yetenekleri önemsenecek oyuncular varolmuştur.

Fransız sineması gerçek anlamda, senaristinden teknik ekibine kadar bir bütün olarak çalışabilmeyi her zaman başarabildiği gibi kapılarını da birçok dünya yönetmenine açarak sinema tarihine damgasını vuran filmlerin yapılmasına ön ayak olmuştur. Bunuel, Wajda, Polonski, Ruiz, Holland, Borowczyk, Akerman bu yönetmenlerden en önemlileriydi. (ki birçok sinema sever tarafından Bunuel tam anlamıyla bir Fransız sinemacısı sayılmıştır.)

ÇAĞDAŞ FRANSIZ SİNEMASININ YÖNETMENLERİ

CLAUDE SAUTET

1924'te doğmuş ve temel eğitimini devlet okullarında tamamlamıştır. Sonrasındaysa resim ve heykel eğitimi almak amacıyla Dekoratif Sanatlar Okulu'na yazılmıştır. Bu süreç içinde film setlerinde dekoratör olarak çalışmaya başlamış ve kurgu stajı yapmıştır. Gitgide artan sinema arzusu ağır bastı ve 1948'yılında iki yıl sürecek olan IDHEC'e yaşamına başladı. 1951'de deneysel yapılı kısa filmi Artık Ormana Gitmeyeceğiz’i çekti. Yönetmenliğinden önce senaristliğiyle isim yaptı. İlk önemli başarısı olan, bir yeraltı melodramı Büyük Riziko (1960), ile kendisinden daha genç Yeni Dalga’cıların arkasında kaldı. Sautet'nin kariyeri 1969’ yaptığı Hayat Bağları'na değin yoluna girmedi. Bir trafik kazası sonrasında orta yaş bunalımına giren bir adamın öyküsünü anlatan filmiyle 1970'de Louıs-Delluc Ödülü'nü kazandı. Özenle incelediği orta sınıftan insanları anlatan, romantik öykülerinin arasında Cesar ve Rosalie (1972); Sen, Ben ve Diğerleri (1974); Mado (1976) ve Garson'u (1983) sayabiliriz. Sautet yapıtlarında, izleyiciyi derinden etkileyen tüm unsurları karmayı başarmış, dostluğu, aşkı, dramı, kısacası yaşamı oluşturan her konuyu eşsiz üslubuyla perdeye yansıtmıştır. Filmografisine bakacak olursak:

1951 Nous n'irons plus au bois / We Won't Go to the Woods Anymore / Artık Ormana Gitmeyeceğiz

1956 Bonjour sourire / Günaydın Tebessüm.

1960 Classe tout risque / The Big Risk / Büyük Riziko.

http://genclikcephesi.blogspot.com 47

Page 48: Fransız Sineması Üzerine

1970 Les choses de la vie /The Things of Lif e / HayatBağları.

1971 Max et les ferrailleurs / Zafer Yolu.

1972 César et Rosalie / César and Rosalie / César veRosalie.

1974 Vincent, François, Paul et les autres / Vincent,

François, Paul and the Others / Sen, Ben ve Diğerleri.

1976 Mado.

1978 Une histoire simple / A Simple Story / Basit Bir

Öykü.

1980 Un mauvais fils / A Bad Son / Kötü Evlat. 1983

Garçon! / Waiter! / Garson!

1987 Quelques jours avec moi / Few Days with Me /

Benimle Birkaç Gün.1992 Un coeur en hiver / Heart in Winter / Ayazda Bir

Yürek.1995 Nelly et M. Arnaud / Nelly and Mr. Arnaud / Nelly

ve Mösyö Arnaud.

JEAN JACQUES ANNAUD

Jean Jacques Annaud 1960’ların sonları ve 1970’lerin başlarında yüzlerce televizyon reklamı yöneterek kariyerine başlayan ve uluslararası arenada tanınan bir film yapımcısıdır. 1976 yılında yaptığı ilk filmi olan Black and White in Color’da Afrika Camereon’da yaptığı askerlik hizmeti sırasında edindiği kendi deneyimlerinden faydalanmıştır. Bu film kendi ülkesinde ona fazla kazandırmamış fakat en iyi yabancı film olarak Oscar almıştır. 1979’da bu filmini takip eden Hot Head ününü Fransa’da pekiştirmiştir. Sonraki filmi Quest for Fine (1981); 80.000 yıl öncesinin ilkel insanını benzersiz bir hikayeyle anlatan; ona en iyi film ve en iyi yönetmen dallarında Fransız Cesar Ödülü’nü kazandıran bir yapıttır. Umberto Eco’nun meydan okuyucu romanı The Name of the Rose’un bir uyarlamasında Sean Connery’i yöneten Annaud daha sonra 1989’da iki hayvanın dostluğunu anlatan The Bear filmi ile ayı yavrusundan uluslararası yıldızlar yaratmıştır. 1992’de ki son filmi olan The Lover 1920’lerin Fransız Hindi-Çin’inde bir Fransız kızıyla zengin bir Çinli arasındaki romansın kışkırtıcı ve seksüel tanımlaması ile büyük karmaşa yarattı. Filmografisi şöyledir:

http://genclikcephesi.blogspot.com 48

Page 49: Fransız Sineması Üzerine

1976 Noirs et blancs en couleur 1979 Coup de tête 1981 Guerre du feu, La 1986 Name der Rose Der 1988 Ours, L’ 1991 Amant, L’ 1995 Wings of Courage 1997 Seven Years in Tibet

2001. Enemy at the Gates2002. Two Brothers

2001 C LAUDE LELOUCH

1937 doğumlu yönetmen en son olarak 11 Eylül Olayı üzerine yapılan 11 yönetmenden 11 dakikalık filmler derlemesinde yer aldı. Kısa filmlerle sinemaya başladığında 19 yaşındaydı Lelouch. Un Homme et une Femme ile 1966’da Cannes’da Altın Palmiye alan yönetmen kendini yazar sineması oluşturmak isteyen bir yönetmen olarak tanımladı. Bir filmin, bir kitap yazım süreci gibi serbestçe meydana getirilmesi gerektiğini ifade eden Lelouch, ortaya çıkan filmin bir sanat yapıtı olması gerektiğine ve bunun içinde bireysel gerekliliğe inandı. 1967’ de çektiği; Vivre Pour Vivre ile geniş coğrafyalara taşıdığı kamerasıyla sosyo-siyasi belge film ortaya koydu. Aynı tarihte çektiği Le Voyou’dan sonra; La Vie, L’Amour, La Mort filmini yapan yönetmen 1973 senesinde La Bonne Année adlı aşk öyküsüyle gündeme geldi. 1974’de yaptığı Toute une vie filminde farklı bir Lelouch ortaya koymayı amaç edindi. Ardınca; 1974’de Mariage, 1975’de Le chat et la souris, Les Uns et Les Autres’i çeken yönetmenin bu filmlerini 1983 tarihli Edith et Marcel, Ily a des Jours...Et des Lunes ve 1992 tarihli La Belle Histoire izledi. Filmografisinin geneline baktığımızda:1960 Le Propre De L'Homme.

1962. L'Amour Avec Des Si.1963. La Femme Spectacle.

1965. Une Fille Et Des Fusils.1966. A Man and a Woman.1967. Loin du Vietnam, Vivre Pour Vivre.1968. Treize Jours en France.1969. Un Homme Qui Me Plait, La Vie, l'Amour, la Mort.1970. Le Voyou.1971. Smic, Smac, Smoc.1972. Aventure C'est L'Aventure.1973. Visions of Eight. La Bonne Année.1974. Toute Une Vie.1975. Le Chat et la Souris. 1974 Mariage.1976. Le Bon et les Méchants, Si C'Etait à Refaire.1977. Turkıye, Un Autre Homme Une Autre Chance. 1979 À Nous Deux, Robert et

Robert.

1981 Les Uns et les autres.

1983. Edith et Marcel.1984. Viva la Vie!1985. Partir, Revenir.1986. A Man and a Woman, Attention Bandits! 1988 Itinéraire d'un Enfant Gaté.

1990 Il y a des Jours...Et des Lunes...

1992. La Belle Histoire.1993. Tout Ça...Pour Ça!

http://genclikcephesi.blogspot.com 49

Page 50: Fransız Sineması Üzerine

1994. Le Voleur et la Menteuse.1995. Les Misérables, Lumière and Company.1996. Hommes, Femmes. 1998 Hasards ou Coïncidences. 2000 Une

Pour Toutes.

2002 11'09"01 - September 11.

ALAIN CORNEAU

IDHEC’li bir yönetmen olan Corneau, yaşamında hep caz olan bir isim; Gavras, Camus gibi bir çok yönetmene asistanlık yapmış. 73’de ilk uzun metrajı France Société Anonyme beğeni toplamış bir çalışma olmuştur. Amerikan polisiye sinemasına bir gönderme niteliğindeki Polis Python 357’ı 75’de çeken Corneau; 77’de La Menace ile çıkar karşımıza. Ardından çektiği filmlerini filmografisinde yazacağımız yönetmen; 1991’de yaptığı Tous le Matins du Monde ile Louis Delluc Ödülü almıştır. Filmografisi: France société anonyme-1973. Police Python 3571976. La Menace-1977. Le Choix des armes-1981. Le Môme-1986. Nocturne indien-1989. Contre l'oubli-1991. Le Nouveau monde-1995. Les Enfants de Lumière-1995. Le Cousin-1998. Le Prince du Pacifique-2000. Stupeur et tremblements-2003.

COSTA GAVRAS

Filmciliğin tartışmalı ilk politik polemikcisi Costas Gavras, Fransa’da filmcilik okumuş ve sağlam bir geleneksel korku olan The Sleeping Car Murder’i 1965 orada çekmiştir. 1969’da Z filminde uluslararası film yapımcılığı topluluğunu da işaret ederek Yunan cunta sistemini suçlayan politik bir hikayeyi anlatmak için korku tekniklerini kullanmıştır. Film yabancı dilde en iyi film dalında Oscar kazanmış ve Gavras en iyi yönetmen ve yardımcı yazar dalında aday olmuştur. Gavras dünyayı dolaşmış ve baskıcı yönetimlere karşı filmler yapmıştır. 1973’de ki Satete of Siege adındaki Uruguay çalışması, anti-amerikancılığıyla itham edilmiş ve politik terörizmin onaylanması olarak görülmüştür. 1982’de ilk Hollywood filmi olan Missing’de Gavras tartışmalara neden olmaya devam etmiş ve önde gelen Amerikalı yıldızlar Jack Lemmon ve Sissy Spacek’in yardımlarıyla yardımcı yazar olarak Oscar kazanmıştır. 1983’deki Hanna K filmi Filistin yanlısı tutumuyla çok kişiyi öfkelendirmiştir. Yönetmen 1988’deki Betraet ve 1990’daki Music Box filmleri dahil olmak üzere sonraki filmlerinde de sıcak konulara değinmeye devam etti ancak bunlar öncekiler kadar güçlü ve tutkulu değildi. 1977’de Simone Signoret’in oynadığı Oscar kazanan Mademe Rosa filminde rol aldı. 1993’de The Little Apocalypse filmini yönetti ve yardımcı yazarlığını yaptı. Gavras’ın filmogra-fisi ise şöyledir: 1958 Rates, Les 1965 Compartiment tueurs 1967 Un homme de trop

1969. Z1970. Aveu, L’ 1973 État de siège 1975 Section

spéciale 1979 Clair de f emme

1982. Missing1983. Hanna K.

1986 Conseil de f amille

1988. Betrayed1989. Music Box 1991 Conte l’oubli 1993

Petite apocalypse

http://genclikcephesi.blogspot.com 50

Page 51: Fransız Sineması Üzerine

1995 À propos de Nice, la suite, Lumière et compagnie 1997 Mad City 2002 Amen

Bu listede adından bahsedilmesi gereken diğer yönetmenlere ve filmlerine bakacak olursak:

JACQUES DEMY: 1961’de önemli çıkışı olan Lola’yı gerçekleştirdi. Müzikleriyle ilgi toplayan, şiirsel gerçekçiliğe yakın bu filmin ardından; 1966 yılında Rochefort ile gündeme gelen yönetmen, yine müziği ön planda tutmuş ve ilk filminde olduğu gibi yapıtı kullanılan müziklerle ilgi uyandırmıştır. 1968’de çektiği Model Shop sonrasında bir uyarlama olan Peau D’Ane’ı 1970 senesinde gerçekleştirdi. Sözde hamile kalan bir adamın hikâyesi olan L’événement le plus important depuis que l’homme a marché sur la lune 1973 senesinde gerçekleşir. Altı sene sonra ise Japonya ile bir ortak proje olan Lady O hayat bulur. Amerikan müzikâllerini anımsatan yapıtın; Trois Places Pour le 26 ve Table tournante’ı çektiğinde yıl 1988’i bulmuştu ve ortada gene müziğin kokusu vardı.

RENE ALLIO: Fransa sinemasının Brechtyen uygulayımcısı. Ressamlık denemeleri ardı sıra Comédie Française’de yer aldı. Canlı resim filmi olan La meule’ü Gogol’dan uyarlayarak oluşturdu. İlk uzun metrajını 1964’de La Vieille ile gerçekleştiren yönetmen bu filmini Brecht’ten öyküleniyordu. İkinci filmi olan L’Une et L’Autre’ın ardından 1969’da Pierre et Paul geldi. Sayılabileceğimiz diğer filmleri ise şunlardır: Les Camisards, Rude Journée Pour la Reine, Moi, Pierre Riviere, ayant égorné ma mere, ma soeur et mon frére, Retour a Marseille, L’heure exquise, Matelot.

ALAIN ROBBE-GRILLET: 1950’lerde Fransa’da ortaya çıkan Yeni Roman akımının kuram-temsilcilerinden olan Grillet; yazarların sinemaya bakışlarının, onu ele alışlarının aktarı/anlatım değil bir araştırmacı niteliğinde olması gerektiğini düşünmüş ve dile getirmiştir. 1962 senesinde ülkemizde de (İstanbul) film çeken (Immortelle) yönetmen filmleriyle genelde yergi edinmiş bir isim olmuştur. Bir film taslağı- hakkında konuşulanların imgelemi üzerine- alt yapılı filmi Trans-Europe-Express’i sonrasında ise; L’Homme qui ment, L’Eden et aprés, Glissements progressifs du plaisir, Le jeu avec le feu filmlerini yapar.

PHILIPPE DE BROCA: belgeselci bir tabana sahip olan; Chabrol ve Truffaut’ya asistanlıkta yapan yönetmen 1961’de ilk filmi Cartouche’yi yaptı. Bunun ardından ilk filmini bir üçlemeye dönüştürecek olan komedi unsurlarla bezenmiş L’ Homme de Rio ve Les tribulations d’un chinois en Chine’ı çekti. 1969’da yaptığı Le Diable par le Queue -de- güldürü alt tabanlı bir filmdir. Yönetmenin 1974 tarihli filmi eğlenceye dayalı bir ajan serüveni olan; Le magnifique’nin ardından Dear Dedectiv- (1978), La Caveleur- (1979), On a volé la cuisse de Jupiter-(1980), La Gitane- (1986), Chouans- (1988) gibi filmleri yer almaktadır. Son olarak 1992’de Van Gogh’u yönetti.

BERTRAND BLIER: Georges Lauther’in asistanlığı sürecinin ardından yönetmenliğe başlayan Blier; belgesel filmleri sonrasında bir nazi yadsıması, röpörtaj filmi olan Hitler connais pas’ı 1963 senesinde gerçekleştirdi. Dört yıl sonra yaptığı Si J’étais un espion ardından tam yedi sene film çekmedi. Bu süreç bitiminde Les valseuses, bir yıl sonra da Calmos ile yönetmenliğini sürdürdü. En İyi Yabancı Film Oscar’ını aldığı Préparez vos Mouchoirs’i 1979’da gerçekleştiren yönetmen 1981’de Beau-pére’yi 1983’de ise La femme de mon pote’u, çekti. Bir yıl sonrasında yaptığı Notre Histoire fantezi-düşümsel öğelerle besiliyidi. Tenue de Soirée filminde (çok filminde olduğu gibi) cinsellik üzerine bir denemede bulunmuş olan Blier, 1989’da Trop Belle Pour Toi ile evlilikte ihanete değişik bir açıdan değindi. 1996’da My Man’i, 1997’de Mon Homme’u Buffet Froid / The Return of Martin Gusse’u yönetti.

MAURICE PIALAT: Ressamlık denemeleri ardından oyunculuk yapan Pialat; 1958 senesinde kısa filmler çekmeğe başladı. İlk uzun metrajı 1967’de çektiği L’Enfance Nue sonrasından önce; televizyon

http://genclikcephesi.blogspot.com 51

Page 52: Fransız Sineması Üzerine

için çalıştı. 1972’de de Nous Ne Vieilleons Pas Ensemble’ı, 1973’de La Gueule Ouverte ve Passe Ton Bac D’Abord’u çekti. 1987’de Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye alan Sous le Soleil de Satan’dan önce 1980’de Loulou ve 1983 tarihli Police’i; ödül sonrası ilk filmi 1991 tarihli Van Gogh’u çekti. Van Gogh, onun yaşamının en önemli sürecinin bir yansımasını taşımaktaydı.

CLAUDE MILLER: IDHEC öğrenimi alan Miller; Carné, Bresson, Godard gibi ustalara asistanlıkta bulundu. Kendi filmlerini yönetmeye 1975 senesinde başladı. La Meilleure Façon de Marcher filmiyle dikkat çeken yönetmen, sonrasında; bir uyarlama polisiye olan Dites-Lui Que je l’Aime’i çektikten sonra; psikolojik anlatı niteliğinde ki Garde a Vue’yü gerçekleştirdi, film <de, Miller> Hitchcock’un İp filminin etkileşimlerini barındırmaktaydı. Daha sonra Mortelle Randonnée’yi çeken Miller, 1986’da L’Effrenttée’i kameraya alır. Yönetmen 92 senesine geldiğinde, bir romandan yola çıktığı L’Accompagnatrice’i yapar. Bundan 2 yıl sonra gerçekleştirdiği Le Sourire, Nabakov’un Lolita’sını anımsatmaktaydı. Film –haliyle- erotik yapısından dolayı tepki aldı. 1998’de Class Trip’i, 2002’de Betty Fisher and other stories Alias Betty, 2003’de; Mortelle Randonnee ve L’effren’ce’u yönetti.

ANDRE TECHINE: Neredeyse bir IDHEC’li olacak olan Techine, bunu başaramadı ve Cahiers du Cinéma’da yazmaya başladı. 1969’da ilk filmi olan Paulines en Va, ve hemen ardından Souvenirs d’en France’ı yaptı; lirik-duygusal bir atmosfer yarattı. Yönetmen; bu lirikselliğinde daha da derinleşti; Hôtel des Ameriques, Borocco’da bunu ortaya koydu. Bunların ardından bir roman çıkışlı Les Soeurs Bronte ve 1985 tarihli Rendez-Vous’yu gerçekleştirdi. Film Cannes’da En İyi Yönetmen Ödülü’nü aldı. Le Lieu Crime’i 1986’da çeken Techine, 1988’de Les Innocents, 1991’de J’embrasse Pas’ı gerçekleştirdi. 15. son filmi Les voleurs’u 1995’de beyaz perdeye taşıdı.

JEAN-CHARLES TACCHELLA: Yeni Dalga’ya ön ayak oluşturacak bir sinema klübünün kuruluşunda bulundu. Sinema yazarı yönetmen; 1973’de Voyage en grande Tortorie’yi ilk filmi olarak gerçekleştirdi. İsim yaptığı filmi Cousin, Cousine’i 1975’de çeken Tacchella, 1977’de Le Pays Blue’yu, 1978’de Il y a longtemps que je t’aime’i 1981’de Croque la vie’yi ve 1985’de Escalier C’yi yaptı. Yönetmen, 1986 senesinde çektiği Cour d’Assier sonrasında yaptığı Travelling Avant ile Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde Altın Lale ödülünü aldı. 1990’da ise kadınlara adadığı filmi; Dames Golontes’i yaptı.

BERTRAND TAVERNIER: Sorbonne Üniversitesi’n-de hukuk okudu. Arkadaş çevresiyle birlikte sinema degisi çıkarmaya başlar, Nickel Odeon Sinema Klübü’nün kurucularından oldu. Bunları sinema üzerine yazdığı yazıları takip etti. Senaristlikle başladığı sinema hayatını 1963’de yaptığı Les Baisers, Baiser de Judas ile yönetmen olarak sürdürmeye devam etti. 1964 yılında La Chance et l’amour filminin yönetmenliğinin bir kısmını gerçekleştirdi. J.Pierre Coursoden ile ortak çalışma olarak ortaya koydukları Amerikan sineması üzerine: Trente ans du Cinéma Americain kitabını hazırladı. Ayrıca, ilk Delluc Ödülü’nü almak gibi bir özelliği bulunan Tavernier’in bu filmi 1973 tarihli L’Horloger de Saint-Paul idi. 1975’de ise; Que la Fete Commence’ı çekti. Le Juge et l’Assassin, Des Enfants Gates gibi çağdaş yaşamın sorunlarına yönelen filmlere imza attı. 1980 yı-lında; La Mort en Direct’i bilim kurgu öykü içeriğiyle sunan Tavernier, aynı yıl Une Semaine de vacances’i, 1981’de Coup de Torchon’u, bir Bost uyarlaması olan Un Dimanche a la Campagne’yi, 1986’ya geldiğinde ise gerçek caz yaşantılarını aktardığı Autor de minuit’i çekti. Sevgi üzerine yapılmış karanlık ve şiddetli bir trajedi olarak adlandırılan 1987 tarihli La Passion Beatrice’i çeken yönetmen; 1989’da ise La Vie et Rien d’Autre’ı beyaz perdeye taşıdı. 45. Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı kazandığı filmi L’Appat’ı çektiğinde sene 1995’e gelmişti. 1996’da Captaine Conan’ı 1998’de De L’Autre Cote Du Periphe 1999’da Ça Commence aujourd’hui 2000’de All Stars to day 2002’de Safe Conduct’u yönetti.

CLAUDE BERRI: 1966 yılında Le Vieil Homme et L’Emfent ile beğeni kazanarak sinemaya başlayan Berri’nin sayabileceğimiz filmleri arasında; Le Cinéma de Papa- (1970), Sex Shop- (1972), Le Male du Siécle-(1975), La Premiére Fois- (1977), Jean Florette, Manon des Sources- (1986), L’Amant, Germinal yer alır. Berri;

http://genclikcephesi.blogspot.com 52

Page 53: Fransız Sineması Üzerine

Jean de Florette, Manon des Sources ile uluslararası başarı sağlamış; Fransa ve İngiltere’de En İyi Film ödülünün yanı sıra, A.B.D’de Altın Küre almıştır. Bu iki film, Marcel Pagnol’dan uyarlanmıştır. Onikinci son filmi The Housekeeper’i 2003’te yönetmiştir.

YVES BOISSET: Siyasal-toplumsal olgu ve olayları filme almasıyla adını duyurdu. Yönetmenliğe Coplan sauve sapeau ile başlayan Boisset; Un Conde ile 1970’de ilgi çekebildi. 1971’de le saut de l’ange’ı, 1972’de l’Attendat’ı 1973’de RA.S’i, 1974’de Dupont Lajoie’yu, 1975’de Foller a tuer’u, 1976’da le Sherifi, le Taxi Mauve’ı, 1980’li yıllarda da; le Femme Flic, Le prix du Danger’ı, Espion, Léve-toi ve Blue comme l’Enfer’i çekerek ismini korudu. Son yönetmenliğini 1990’da Double Identiti ile yapmıştır.

JACQUES DERAY: Kariyerine Le Gigolo ile 1960’da başlayan Deray’ın sayılabilecek filmleri arasında: Par un Beau Matin sacré, La Piscine, Eugéne Saccomano uyarlaması; Borsalino, Doucement les Basse -devamı niteli-ğinde^Borsalino and Co., Flic, Le Gang, Le Marginal yer alır. 1994’te son sinema çalışması L’Ours en Peluche’yi yaptı.

ARIANNE MNOCHKINE: Aslen tiyatrocu olan Mnochkine, ilk sahnelediği oyun olan 1789, Moliére gibi tiyatroda da sahneye koyduğu eserleri sinemaya aktardı. Yönetmen Théatre du Soleil’in kurucusudur.

MICHEL DEVILLE: Decoin’e asistanlık yapan Deville ilk uzun metrajını 1958’de Une Balle dans le Canon adıyla çekti. Güldürüleri ile tanındı. Companeez ile birlikte La Femme en Bleu’yu yaptı. A cause d’une femme, L’ Appartement des Filles, Martin Soldat, Benjamin..., Tendres Requins, Bye Bye Barbara, L’Ours et la Popuee, Raphael ou la dé bauche, L’ Apprenti salaud, Le Dossier 51, Le Voyage en Douce, Les Eaux profondes, La Petite Bonde, Peril en la Demeure, Paltoquet, Nuit d’été en ville başlıca filmleridir. 2002’de Almost Peaceful son yönetmenlik denemesi oldu.

PIERRE GRANIER-DEFERRE: Önce asistanlık yapan Deferre; Les Anentures de Salavin adlı uzun metrajını 1961’de kameraya aldı. Uyarlamalara yoğunlaştığı dönemde bir çok yazarı sinemaya kazandırdı. Filmleri arasında: Le Petit Garçon de l’Ascenseur, La Métamorphese des Clopertes, Paris au Mois d’Août, La horse, Le Chat, La Veuve Couderc, Creezy Le Fils, Adieu Poulet, Une femme a sa Fenetre , La Bourqeoue, Harmonie, L’ Etoile du Nord, LAmi de Vincent, Cours Privé, La Couleur du vent, La Voix, Archipel yer alır.

TONY GATLIF: Cezayir doğumlu yönetmen; ilk filmini 1975’de La tete en ruines adıyla çekişinden önce kısa da olsa oyunculukta bulundu. La terre au ventre, Les Princes gibi filmleriyle dikkat çekti. Rue du départ, Pleure pas my Love filmlerini yönetti.

JEANNE MOREAU: Aslında bir oyuncu; bir çok yönetmenle çalışıp Lumiére, LAdolescente gibi çektiği filmlerle kategoriye girebilmiştir.

JACQUES DOILLON: Sinemayla, kurgu ile tanıştı; kısa filmler denedi, Resnais ve Rouch’un katkı sağladığı ilk uzun metrajı L’an 01’i 1972’de çekti. Les Doigts dans la Tete, Un sac de billes, La femme qui pleure, La Drolesse, La fille prodigue, La Vie de Famille, La Tentation de İsabelle, La prutaine, Comédie, La fille de Quinze filmlerini yönetmiştir.

FABRICE CAZANEUVE: Edebiyat, televizyon, sinema, tiyatro da görevler aldı, belgeseller yönetti. Le Roi de la Chine ile ismini duyurdu, bu filmi ile Locarno Ödülü aldı. Trois Années filmi ile iyice tanındı.

PATRICE LECONTE: O da bir çokları gibi IDHEC eğitimi aldı. Kısa filmler yaptı, Les veces étaient fermés de l’interieur ile sinemaya başladı. Les Bronzes, Les Bronzes font duski,

http://genclikcephesi.blogspot.com 53

Page 54: Fransız Sineması Üzerine

Viens chez moi j’habite chez, Une copine, Ma femme s’appale reviens, Circulez y a rien a voir, Les spécialistes, Monsieur Hire, Le mari de la coiffeuse, Tango, Le parfum dYvonne çektiği filmlerdendir. 1978’den 2003’e değin direktörlük yapan Leconte’nin son yönetmenlik filmi 2003 tarihli Man on the Train’dir.

CHRISTINE PASCAL: Oyunculuk ve senaristlik yaptı; Felicite, La garce, Zenzibar ile adını gündeme getirdi.

CLAIRE DENIS: IDHEC’li; ilk kısa filmini 1973’de gerçekleştirdi. Gavras, Wenders, Jarmush gibi devlere yardımcılık yaptı. 1988’de Chocolat filmini gerçekleştirdi. No fear, No die, I can’t Sleep, Nenette and Boni, Beau Travil, Trouble Ever Day, Friday Nigh filmlerindeki direktörlüğü ile 2003’e ulaşmıştır.

ETIENNE CHATILIEZ: Yazarlık ve reklam filmciliği yaptı. La vie est un long fleuve tranquille ile dikkat topladı. Tatie Danielle yönetmenin diğer filmidir.

COLINE SERREAU: Bir reklam filmcisi olan Serreau; Et Pourquoi Pas ile ilk uzun metrajını 1976 senesinde yaptı. Qu’est-ce qu’on attend pour etre heureux bir diğer yapımıdır. 1985’de 3 Men and a Cradle 1990’da Mama, There’s a Man in Your Bed 2003’te Chaos’un direktörlüğünü yapmıştır.

NADINE TRINTIGNANT: Sinemaya geçişini Mon amour, mon amour ile 1996 senesinde gerçekleştirdi. Diğer filmleri arasında: Le voleur de crimes, Ça n’arrive qu’aux autres, Défense de savoir, Voyage de noce, Premier voyage yer almaktadır.

YENİ AKIM

JEAN JACQUES BEINEIX

Yönetmen, birinci, ikinci yönetmen asistanı, diyalogist, prodüktör, Fransız senarist. 08 Ekim 1946’da Paris’te doğdu. Jean-Jacques Beineix, önce ünlü Les saintes chéries (1964-1967) dizisinde Jean Becker’in sonra da 1970’te Claude Berri’nin Le Cinéma de papa’sında yönetmen yardımcısı olarak mesleğe atılmıştır. On yıllık bir süre boyunca René Clément’nin La Course du lièvre à travers les champs (1971), 1977’de Claude Zidi’nin L’Animal ’inde yönetmen yardımcılığı yapmıştır. Aynı yılda Le Chien de M. Michel ile Trouville festivalinde birincilik ödülünü aldığı ilk kısa metrajını gerçekleştirdi: 1980’de gerçekleştirdiği ilk uzun metrajı olan Diva, 1982 yılında dört Cesar ödülü ile popüler bir başarı elde etti. İkinci filmi La Lune dans le caniveau, 1983 yılında Cannes festivali için seçilmiş olmasına rağmen başarısızlığa uğradı. 1984 yılında, Philippe Djian’nın metnini okuyarak, henüz tanınmayan Béatrice Dalle’in başrolde oynadığı 37°2 le matin filmini gerçekleştirmeye karar verdi. Bu filmin oyunculuğundaki başarısı sayesinde Beatrice Dalle’i star yapmıştır.

1989’da Roselyne et les Lions filmindeki esas rol (role-titre) için Isabelle Pasco’yu seçmiş olmasına rağmen başarı kazanmamıştır. 1993’te, IP5 (L’Ile aux pachydermes), Yves Montant’ya son oyunculuğunu veriyor. Jean- Pierre Cattegno’nun pisikoanalitik polisiyesi olan Mortel Transfert’i adapte ederek olumsuz eleştiri ve ticari sorunlara maruz kalmıştır. Yönetmenin filmografyası ise şöyledir:

http://genclikcephesi.blogspot.com 54

Page 55: Fransız Sineması Üzerine

1972 Une journée bien remplie, The Day the Clown cried

1976. L’Aile ou la cuisse1977. Le Chien de M. Michel 1980 Diva

1983 La Lune dans le caniveau

1985 37˚2 le matin

1989 Roselyne et les Lions

1991 IP5 (L’lle aux pachydermes)

1994 Otaku: fils de l’empire du virtuel

2000 Mortel transfert

LEOS CARAX

Yönetmen, oyuncu, senarist. 21 Kasım 1960’ta doğdu. Üç filmi ile; benzeri olmayan, hırslı veya megaloman bir yaratıcı olarak kendini kabul ettirmiştir. Yeni Akım’ın (Nouvelle Vague) uzaktaki sürgünü olmuştur. Romantik ve gizemli, büyük bilgin ve aynı zamanda Dreyer’den Welles’e sinema ustalarının hayranıdır. Fetiş oyuncusu olan Denis Lavant ile çektiği Les Amants du Pont-Neuf filmini gerçekleştirmek için yeterli imkanlara sahiptir. Filmin çekimi birçok defa kazaya uğramış ve mesleğine üç yıl boyunca heyecan vermiştir. Filmografisi ise şu filmlerle oluşmaktadır:

1983 Boy meets girl

1986. Mauvais sang1987. King Lear1988. Les Ministere de l’art, Les Amants du Pont- Neuf,

1997. House1998. Pola X1999. Pierre ou les Ambiguites

2000 Strangulations Blues

LUC BESSON

18 Mart 1959’de Paris, Fransa’da doğdu. Ülkesinde Steven Spielberg’le eş değer tutulan Luc Besson, hızlı kurgusu olan, çok stilize ve yüksek bütçeli filmlerin yönetmeni olarak adını duyurdu. Yönetmenliğin yanı sıra yazarlık ve yapımcılık da yapan Besson, pek çok filmin yapımcılığını üstlendi. Özellikle Hollywood sinemasına karşı Fransız sinemasını ayakta tutmaya özen gösteren yönetmen, Fransa’daki sinema endüstrisinin geliştirmek için Hollywood kurallarını uyguluyor. Filmografisini ise şöyle sıralayabiliriz:

1981 L'Avant dernier

http://genclikcephesi.blogspot.com 55

Page 56: Fransız Sineması Üzerine

1983 Le Dernier combat / The Final Combat / The Last Battle

1986 Subway / Metro

1988 Le Grand bleu / The Big Blue

1990. La Femme Nikita / Nikita1991. Atlantis - Le creature del mare / Atlantis

1994 Léon / Léon: The Professional / Leon: Sevginin Gücü

1997 The Fifth Element / Beşinci Güç

1999 Jeanne d'Arc / The Messenger: The Story of Joan of Arc

SON FRANSIZ AUTEUR

1967 Paris doğumlu François Ozon’dan bahsediyoruz; bitirdiği sinema okulu ardından gittiği yüksek prestijli bir okul olan FEMIS sonrasında filmlerinin çoğu kısa film festivallerinde gösterime sunuldu. A Summer Dress filmi Locarno Film Festivali’nde ona Léopard de Demain ödülünü getirdi. 1998 de ilk uzun metrajı olan Sitcom’ın premiyeri yapıldı, Sea the Sea filmi ile Cannes Kritik Haftası’nda eleştirmenlerin karşısına çıktı. Criminal Lovers yapımını 1999 da premiye etti ve 6 ay sonra Water Drops on Burning Rocks, peşinden sunuldu, film en iyi eşcinsel yapım seçilip Teddy Bear ödülü aldı; ve artık tam anlamıyla çıkışını yapmış yönetmenler arasına dahiloldu. Fransan’nın en cesaretli ve yenilikçi yönetmeni Ozon; filmlerinde, ensest, cinayet, sexualite, intihar ve sadomazoşist ögelere yöneldi. Ozon ve eserlerine uluslar arası ün getiren yeganelik; mizahın, duyarlılığın ve içgörünün nadir bir karışımının kendisinde bulunması olmuştur. Yakın zamana değin Türkiye’de özel bir kesim harici pek bilinen bir isim değildi kendisi, aslını isterseniz yeni yeni insanlar Ozon ismi hakkında birşeyler söyleyebilmeye başladı, hatta, kim filmlerinin tamamını görmüştür sorusuna tebessümle karşılık veririm ben. Sinema üzerine kafapatlatan kesimin ifadesiyle; Ozon, kendine ait bir tarzı/stili olan bir yönetmen, doğrudur da... zira bunu kısa filmlerinde de ortaya koymuş ve uzun metrajlarında da ortaya ne koyacağının işaretlerini vermiş bir isim. İlk uzun metrajında profesyonel izleyicinin dikkatini, üzerinde ki Buñuel etkilenimleri çekmişti. Criminal Lovers da cinseliteyi ve bu bağlamda güç dengelerini öne sürerek sunduğu hikayesi pek kuvvetli değildi. Gouttes d'eau sur pierres brûlantes ile takdir toplayan yönetmen, Sous Le Sable filmi ile artık özel yeri olan yönetmenler arasına girmeyi başarmıştı bile. İzleyicisini şaşırtmayı daha doğrusu şoke etmeyi seven ve bilen Ozon filmlerinde bu ögeye sıkıca sarılarak yapı taşlarından birini oluşturuyor. Yapıtaşı modundaki ikinci Ozon ögesi ise çalışmalarında önemli yer kaplayan sessizlik halleri. Saydığımız bu iki unsur Ozon filmlerinde birbirini destekler bir şekilde yer almaktadır. Sea the Sea , X2000 filmlerinde sessizlik hakimiyeti ana olgu konumunda yer alır.

FİLMOGRAFİSİ:

5x2-2004, Swimming Pool-2003, 8femmes-2002, Sous le sable-2000, Gouttes d’eau sur pierres brûlantes-2000, Amants criminels, Les-1999, X 2000-1998, Scênes de lit-1998, Sitcom-1998, Regarde la mer-1997, Une robe d’êtê-1996, Jospin s’êclaire-1995, Petite mort,La-1995, Action vêritê-1994, Une rose entre nous-1994, Victor-1993,Thomas reconstituê-1992,Deux plus un-1991,Peau contre peau-1991,Trou madame, Le-1991,Une goutte de sang-1991,Mes parents un jour d’êtê-1990,Doigts dans le ventre, Les-1998, 24.Photo de famille-1988

http://genclikcephesi.blogspot.com 56

Page 57: Fransız Sineması Üzerine

EK I

LUIS BUNUEL

Luis Buñuel Portolés: 22 Şubat 1900’de Calanda, İspanya’da dünyaya gelen gerçeküstücülüğün büyük üstadı 29 Haziran 1983’te yaşamına veda etmiştir. Fransa’nın bu büyük İspanyol yönetmeni sinema tarihindeki büyük öneminden dolayı özel bir ek olarak buradaki yerini alıyor. Bunuel filmleri yenilikçi, kışkırtıcı ve insanoğlunu düşünmeye iten, bireyin ve toplumun tabularını yıkmaya çalışan niteliktedir.

Unutulmuşlar, El, Archibald de la Cruz 'un Suçlu Yaşamı, Rüzgarlı Bayır, Bu Bahçede Ölüm, Nazarin ... Bazen toplumsal gerçeklikleri, bazen tutkuları, büyük, onulmaz, öldüren, mahveden tutkuları, bazen ise bireysel inanç ve vicdanla katolik kilisesinin dogmaları arasındaki çatışmayı, veya tek bir filmin yapısı içinde hepsini birden irdeleyen, alttan alta açık bir kilise düşmanlığının ve katolik inanç eleştirisinin kendini duyurduğu ve kara, keskin bir gülmece, daha doğrusu ironi duygusunun hiç bir zaman ortadan silinmediği

filmler... Gerçeküstücülük Bunuel'in tüm filmlerinde alttan alta da olsa kendini duyurur. Gerçekle düşün kesin kesişme noktaları yoktur çünkü; Bunuel'e göre ikisi de hep içiçe yaşarlar ... Luis Bunuel üstüne bir inceleme kitabı yazmış olan sinema tarihçisi Ado Kyrou: "Tüm sinema tarihinde, Luis Bunuel'in eserinden daha özgür, daha kişisel bir yaratış yoktur. Kalıplara onunki denli uymayan, sinemasal geleneklere onunki denli karşı çıkmış, her türden tabuya onunki denli egemen olan bir sinema da yoktur. Alışılmamışta, akıldışıda, önceden bilinemezde son derece rahat olan, gülmecenin çeşitli alanlarıyla da içli - dışlı olan Bunuel'in sinemasında, gerçek- üstücü devrim, bir emri - vakidir, sanatının ayrılmaz bir olgusudur ." der.

Ödülleri:

1972: OSCAR, En İyi Yabancı Film : Burjuvazinin Gizli Çekiciliği

1982: Venice Film Festival - Career Golden Lion 1978: NSFC Award - Best Director - Cet obscur objet du désir / Arzunun Şu Karanlık Nesnesi

1977: NBR Award - Best Director - Cet obscur objet du désir / Arzunun Şu Karanlık Nesnesi

1975: Italian National Syndicate of Film Journalists - Silver Ribbon - Best Director - Foreign Film - Le Fantôme de la liberté

1974: BAFTA Film Award Best Screenplay - Le Charme discret de la bourgeoisie / Burjuvazinin Gizli Çekiciliği 1973: French Syndicate of Cinema Critics - Critics Award -Best Film - Le Charme discret de la bourgeoisie / Burjuvazinin Gizli Çekiciliği

1973: NSFC Award - Best Director - Le Charme discret de la bourgeoisie / Burjuvazinin Gizli Çekiciliği 1969: Berlin International Film Festival -FIPRESCI Award + Honorable Mention + Interfilm Award - La Voie lactée 1968: Bodil - Best Non-American Film - Belle de jour

1968: French Syndicate of Cinema Critics - Critics Award -

http://genclikcephesi.blogspot.com 57

Page 58: Fransız Sineması Üzerine

Best Film - Belle de jour

1967: Venice Film Festival - Golden Lion - Belle de jour

1967: Venice Film Festival - Pasinetti Award - Best Film - Belle

de jour

1965: Venice Film Festival - FIPRESCI Award + Special Jury

Prize - Simón del desierto

1963: Bodil - Best Non-European Film / Best American Film -

El Ángel exterminador

1961: Cannes Film Festival - Golden Palm - Viridiana

1961: Bodil - Best Non-European Film / Best American Film -

Nazarín

1960: Cannes Film Festival - Special Mention - La Joven

1959: Cannes Film Festival - Jury Special Prize - Nazarin

1956: Academy Awards, Mexico - Golden Ariel+Silver Ariel

(Best Direction+Best Screenplay) - Las Aventuras de Robinson

Crusoe / The Adventures of Robinson Crusoe

1951: Academy Awards, Mexico - Golden Ariel+Silver Ariel

(Best Direction+Best Original Story+Best Screenplay) - Los

Olvidados / Unutulmuşlar

1951: Cannes Film Festival - Best Director - Los Olvidados /

Unutulmuşlar

1950: Cannes Film Festival - Best Avantgarde Film - Susana

Yönetmen Filmografisi

1977: Cet obscur objet du désir / That Obscure Object of Desire / Arzunun Şu Karanlık Nesnesi

1974: Le Fantôme de la liberté / The Phantom of Liberty / Özgürlük Hayaleti

1972: Le Charme discret de la bourgeoisie/ The Discreet Charm of the Bourgeoisie / Burjuvazinin Gizli Çekiciliği 1970: Tristana

1969: La Voie lactée / The Milky Way 1967: Belle de jour

http://genclikcephesi.blogspot.com 58

Page 59: Fransız Sineması Üzerine

1965: Simón del desierto / Simon of the Desert / Çöl Azizi Simon 1964: Le Journal d'une femme de chambre / Diary of a

Chambermaid

1962: El Ángel exterminador / The Exterminating Angel / Öldürücü Melek 1961: Viridiana

1960: La Joven / White Trash-The Young One 1959: La Fièvre monte à El Pao / Fever Rises in El Pao / Günah Cumhuriyeti 1958: Nazarín

1956: La Mort en ce jardin / Death in the Garden / Bu Bahçede Ölüm

1955: Cela s'appelle l'aurore

1955: Ensayo de un crimen / The Criminal Life of Archibaldo de la Cruz / Archibaldo de la Cruz un Suçlu Yaşamı 1954: El Río y la muerte / The River and Death / Nehir ve Ölüm

1954: Las Aventuras de Robinson Crusoe / The Adventures of Robinson Crusoe

1953: La Ilusión viaja en tranvía / Illusion Travels by Streetcar

1952: El Bruto / The Brute 1952: Él /This Strange Passion 1952: Subida al cielo / Mexican Bus Ride 1951: La aHija del engaño / Daughter of Deceit 1951: Una Mujer sin amor / A Woman Without Love 1950: Susana / The Devil and the Flesh 1950: Los Olvidados / The Young and the Damned / Unutulmuşlar

1949: El Gran Calavera / The Great Madcap 1947: En el viejo Tampico / Gran Casino 1940: El Vaticano de Pio XII

1932: Las Hurdes / Land Without Bread / Ekmeksiz Toprak 1930: L'Âge d'or / The Golden Age /Altın Çağ 1929: Un chien andalou / An Andalusian Dog /Bir Endülüs Köpeği

Senaryo Filmografisi

1998: La Novia de medianoche

1977: Cet obscur objet du désir / That Obscure Object of Desire / Arzunun Şu Karanlık Nesnesi

1974: Le Fantôme de la liberté / The Phantom of Liberty / Özgürlük Hayaleti

1972: Le Charme discret de la bourgeoisie/ The Discreet Charm of the Bourgeoisie/ Burjuvazinin Gizli Çekiciliği 1972: Le Moine / The Monk 1972: Una Historia decente (book/kitap) 1970: Tristana

1969: La Voie lactée / The Milky Way 1967: Belle de jour

1965: Simón del desierto / Simon of the Desert / Çöl Azizi Simon

1964: Le Journal d'une femme de chambre / Diary of a Chambermaid

1962: El Ángel exterminador / The Exterminating Angel / Öldürücü Melek 1961: Viridiana

1960: La Joven / White Trash-The Young One 1959: La Fièvre monte à El Pao / Fever Rises in El Pao / Günah Cumhuriyeti 1958: Nazarín

1956: La Mort en ce jardin / Death in the Garden / Bu Bahçede Ölüm

http://genclikcephesi.blogspot.com 59

Page 60: Fransız Sineması Üzerine

1955: Cela s'appelle l'aurore

1955: Ensayo de un crimen / The Criminal Life of Archibaldo de la Cruz / Archibaldo de la Cruz un Suçlu Yaşamı 1954: Abismos de pasión / Wuthering Heights 1954: El Río y la muerte / The River and Death / Nehir ve Ölüm

1954: Las Aventuras de Robinson Crusoe / The Adventures of Robinson Crusoe

1953: La Ilusión viaja en tranvía / Illusion Travels by Streetcar

1952: El Bruto / The Brute 1952: Él /This Strange Passion 1952: Subida al cielo / Mexican Bus Ride 1951: Una Mujer sin amor / A Woman Without Love

1950: Susana / The Devil and the Flesh 1950: Los Olvidados / The Young and the Damned / Unutul-muşlar

1950: Si usted no puede, yo sí (story/hikaye) 1936: España 1936 / Madrid 1936, 1936: Centinela, alerta! 1936: Quién me quiere a mí? / Who Loves Me? 1932: Las Hurdes / Land Without Bread / Ekmeksiz Toprak 1930: L'Âge d'or / The Golden Age /Altın Çağ 1929: Un chien andalou / An Andalusian Dog /Bir Endülüs Köpeği

Prodüktörlük Filmografisi

1970: Tristana

1936: España 1936 / Madrid 1936, 1936: Centinela, alerta! 1936: Quién me quiere a mí? / Who Loves Me? 1935: La Hija de Juan Simón, La / Juan Simon's Daughter 1932: Las Hurdes / Land Without Bread / Ekmeksiz Toprak 1929: Un chien andalou / An Andalusian Dog /Bir Endülüs Köpeği

EK II

Paris'teki Bağımsız Sanat Sinemaları Üzerine*

Paris'te, bağımsız sanat sinemaları, pop-corn sinemaları olarak adlandırılan ticari sinema dünyasının dışında kalmış büyük sinema dağıtım zincirleriyle bağlantısı olmayan sinemalara verilen genel isim. Yeni gösterime çıkan popüler filmleri para kazanma tekil politikasıyla tüketime sunulduğu sinemaların aksine; daha amatör ve sanatçı bir ruhla film gösterilen mekanlar. Onlar, gerçek bir cinephile'in adreslerini evinin adresi kadar iyi bildiği, salonlarında kendini evinde gibi hissettiği sanat evleri. Herbirinin kendilerine özgü politikaları, tarihleri, kültürleri, anlatacak güzel hikayeleri var. Şimdilerde, eskinin canlı, neşeli, parlak günlerinin geri gelmeyeceğini bilerek, geçmişe özlem duyarak ama günümüze uyum sağlamak için de çaba harcayarak sabırla, özveriyle varlıklarını sürdürmeye çalışıyorlar. İçlerinde ayin yapılan tapınak-si-nemalar, sinema tarihi dersleri veren okul-sinemalar ya da sinematografik-tiyatro olarak adlandırılanlarından tutun da sadece bir kültüre veya bir tek filme adanmış sinemalar bile var. Aşağıda bu sinemalardan bir kaçının kısa tanıtımı var.

* Web’den Aysun Akarsu yazısı

http://genclikcephesi.blogspot.com 60

Page 61: Fransız Sineması Üzerine

La Pagode

Sinema bir dinse ve yeryüzünde ona tapınmak için bir tapınak aranıyorsa bu tapınak mutlaka "La Pagode" olmalı. Pagode'un sözlük anlamı budist tapınağı olmasına rağmen gerçek anlamda uzak-doğu tarzı herhangibir yapıyı tanımlamak için kullanılıyor. Yapı olarak bağımsız sinemalar içinde estetik olarak en güzeli. "La Pagode" kesinlikle mimari açıdan bir şaheser. Şaşırtıcı ve hayranlık uyandırıcı. Aslında zengin bir Fransızın uzakdoğu gezilerinden etkilenip orada gordüğü ve hoşuna giden mimari tarzı kendi ülkesine taşımak istemesi nedeniyle inşa edilmis. 19. yy sonunda gerçekleştirilen yapı, gemiyle parça parça taşınmış olmayıp stili ve ruhu dışında, yapımında çalışan işçisinden, kullanılan betonuna Fransızlara ait bir eser.

Şaşırtıcılığı hem yapının güzelliğinden hem de 7. bölge gibi çok sık bir bölgede yüzlerce dört beş katlı hantal apartmanların arasında kalmasından ileri geliyor. Paris gibi son derece düzenli yapılanmiş bütünlüğe çok önem verilen bir kentte kırk yıl düşünseniz onca apartmanın içinde birinin böyle uzakdoğu tarzı bir bina inşa etmiş olduğu aklınıza gelmeyecekken ve biri söylese buna asla inanmayacakken, karşınızda görüverince saşkınlık gibi bir kelimenin hissetiklerinizi anlatmak için ne kadar yetersiz kalabileceğini anlıyorsunuz. Üstelik bir de bunun bir sinema olması.

La pagode 1931 yılında sinema olarak kullanılmaya başlamış. Jean Cocteau "Testament D'Orphee" nin premiere'ini burada yapmış! Yeni Dalga geldiğinde onlara ev sahipligi yapmış ve onları yüreklendirmiş. İki güzel salonu olan bu sinemada şimdilerde uzak-doğu kültüründen filmler gösteriliyor. Örneğin geçen yıl "In the Mood for Love" filmi hiç afişlerinden inmemişti.

Studio Galande

Bu sinema kesinlikle "Rocky Horror Picture Show" filmine adanmış bir tapınak-sinemadır. Her haftasonu bu kült filmin fanları, filmi anmak için bir ayin düzenlemek üzere bu sinemaya gelirler. Her Cuma ve Cumartesi 22:30'da tekrarlanan bu ayinin içeriği kısaca şöyle: Film repliklerinin ve şarkılarının hep bir ağızdan bağıra bağıra filmle birlikte söylenmesi, sinema salonunda fanların yanlarında bulunan prinçleri etrafa saçarken, yine yanlarında getirdikleri sularla fanların birbirlerini ve heryeri güzelce ıslatarak sırılsıklam yapması gibi. Son derece sulu olan bu törenden fanlar kadar sinema salonu ve ekranı da nasibini almaktadır. Bir sinemaya adanmış bir film olabilir ama tersinin olabileceğinin en canlı örneği “Studio Galande”. Bu sinemasal ayinin başka bir ülkede örneği var mı tam bilinmiyor. Studio Galande'in tek gösterimi neyse ki sadece bu film değil. Doğal olarak kült filmlere gönlünü kaptırmış bu tapınak-sinemanın en sevdiği afişler mi? "Brazil", "Hana-bi", Lars Von Trier'in tüm filmleri ve yeni yeni "Matrix".

Le Champo -Espace Jacques Tati

İşte bağımsız sinemalardan bahsederken görmezlikten gelinemeyecek bir tarihi-sinema. "La Champo" 2000 yılında sadece sinema olmayı aşıp tarihsel anıtlar kaydına girmeyi de başarmış. 1938'de başladığı sanat yaşamına o yıldan günümüze arkasında dört nesil, 14 milyonu aşan

izleyici sayısı bırakmış olarak devam ediyor. Yeni Dalga’nın özellikle Francois Truffaut ve Claude Chabrol'un en sevdiği, en sık uğradığı sinemalardan olan bu tarihi-sinemanın programında yeni gösterime çıkan filmler olduğu kadar sürekli değişse de Monthy Python serilerinden, Tim Burton'unun, Joel kardeslerin, Michelangelo Antonioni'nin toplu film gösterilerine kadar zengin ve çeşitli bir program bulmak mümkün.

Action Sinemaları Grand Action Action Ecoles Action Christine

http://genclikcephesi.blogspot.com 61

Page 62: Fransız Sineması Üzerine

Action sinemaları gerçek birer okul-sinemadırlar. Grande Action, Action Ecole ve Action Christine olmak üzere üç tane olan action sinemaları sinema dersleri almak isteyenlerce sıkça ziyaret edilir. Hergün değişen programında, sinema tarihinde yer etmiş, klasik yüzlerce filmden birini görebileceğiniz bu sinemanın sahibi Jean Max, 1960’li yılların sinema çılgınlığı döneminden kalmış iflah olmaz bir cinephile. Western filmlerine olan tutkusu da zaman zaman sinemasının onünde yer alan afişlerden belli oluyor. Her gün değişik bir filmle sürekli gösterimde olan "sinemanın en büyük filmleri" kuşağına ek olarak düzenlenen sadece bir yönetmenin ya da sadece bir aktörün toplu filmleri kuşağı da zaman zaman gösterimde yer almakta.

Latina

Le Latina sadece Latin filmlerine adanmış bir Latin-sineması. İki tane salonu, bir tane sanat galerisi ve dans salonuyla eşi benzeri olmayan bir yer. Sadece Latin kaynaklı filmleri göstermeye çalışsada arada sırada klasik

filmler kuşağına veya genç sinemacıların filmlerine de yer vermeye çalışıyor. Bu sinemada bir film izleyebilir, restaurantında Latin Amerika yemeklerini tadabilir, hızınız kesilmezse gidip bir de dans salonunda tango, salsa pratik edebilirsiniz.

Max Linder Panorama

İsmini unutulmaz sinema dehası Max Linder’den alan bu sinema gerçek bir sinematografik-tiyatrodur. Max Linder, 1920'de Parislilere kapılarını açmış olmasına rağmen, sinemayı çok seven Parislilerin kalbindeki özel yerini 1988'de yapılan yenilenmeye borçlu. Yapılan yenilik mi? Çok abartılacak bir şey değil, 200 metrekarelik bir ekrancık ve THX numerik ses!!! Bu güzel ve şık sinemanın büyük ekranı, 650 kişilik koltuğu, seyircileri her türlü ışık yansımasından korumak üzere kaplanmış siyah kadifeden yer halısıyla 3 katlı orkestra balkon asmakatı ve böylece filmi görmek için sağladığı 3 değişik görüş açısıyla Avrupa’da benzeri yok.

Genellikle yeni gösterime giren filmlerin sunulduğu bu koca tiyatronun sinema geceleri, yönetmenlerle buluşmalar düzenlemek de özel ilgi alanlarına giriyor. “Max Linder”'in izleyicilere film başlamadan önce söyleyeceği tek bir cümle var: "Bu salona ilk girişinizse, filmi de seyretmeyi unutmayın !"

Le Cinema du Pantheon

Pantheon Paris'in en eski sineması olmakla epeyce övünür Doğumu 1907 olan bu yaşlı sinemanın diğer bir özelliği de artık sinemalarda çok nadir bulunan bir de balkonunun olması. Quartier Latin bölgesinin kalbinde yer alan, Sorbonne Üniversitesinin hemen yanıbaşındaki

Pantheon sineması, izleyiciler ve 7. sanatın buluşma yeri olma politikasıyla işlevine devam etmekte. Pantheon bir tartışma ve entellektüel alışveriş mekanı olma amacını da gütmektedir. Bunu sağlamak için yönetmenlerle buluşmalar düzenlediği gibi düzenli olarak Jean Douchet'nin katıldığı sinema-kulübü gibi bilgi verici konfereranslara da ev sahipliği yapmaktadır.

http://genclikcephesi.blogspot.com 62