Upload
furkan-gencoglu
View
229
Download
4
Embed Size (px)
DESCRIPTION
Genç Öncüler/Tüketiyorum Öyleyse Varım/70
Citation preview
Merhaba Değerli Okurlar,
M ilyonlarca yıl boyunca, dünyaya milyarlarca insan misafir ol-muş. Hepsinin bu topraklar üzerinden rızıklandığını düşünün-
ce, dünyadaki kaynakların bitmemiş olmasının, Allah’ın bizlere verdiği ne denli büyük bir nimet olduğunu “elhamdulillah” diyerek fark edi-yoruz. Şükrümüzü ediyoruz, ama eşyayı hor kullanmaktan da alıko-yamıyoruz kendimizi. Nehirden akan suyla bile abdest alırken israf et-memeyi öğütleyen bir peygamberin ümmeti olarak, modern dünyanın cazibesine (ya da tuzaklarına mı diyelim) kapılıveriyoruz. Tükettikçe tüketiyoruz, doyamıyoruz, her şeyi önüne katarak yiyip bitiren cana-varlara dönüştük sanki. Yalnızca maddi değil manevi kaynaklarında hızla tükendiği bu çağda, dostluklarda, duygularda, insan ilişkilerinde de hızlı bir şekilde doyum noktasına ulaşıyoruz ve hemen ardından farklı noktalara yelken açıyoruz. Ocak sayımızda, tüketim kültürü-müzün hangi noktaya doğru ilerlediğini analiz ettik. Aralık’ta işlemiş olduğumuz “evsizler” konusuyla tam bir tezat oluşturacak bu sayıyı okurken, aradaki uçurumu düşünmemek elde değil.
Zeynep Aksu’nun “Bu Bir Özeleştiridir III”, Burak Kalpaklıoğlu’nun “Tüketim Kültürü ve Tükenen İnsan”, Nesibe Kanuni’nin “Tesettür” ve Hanne Meryem’in “Tüketim Kültürünün Neresindeyiz?” başlıklı yazı-larında tüketim alışkanlıklarımızdaki değişim ve tesettür modasının ulaştığı boyut mercek altına alınıyor. Gündem sayfalarında, Ahmet Tarık Özkan’ın “Yeni Yılın Bize Hatırlattıkları” ve Hasan Demirci’nin “No-el” yazılarında yılbaşı kutlamalarına dair yorumlarını ve bizim için yılbaşının neler ifade ettiğini okuyabilirsiniz. 27 Aralık’ta 75. ölüm yıl-dönümünü geride bıraktığımız ve idealize ettiği gençlik, Asım’ın Nesli olmaya çalıştığımız şair Mehmet Akif’e dair, Uğur Demirel tarafından hazırlanmış bir yazı da ilerleyen sayfalar da sizleri beklemekte. Ab-dullah Arslan’ın “Askerlik Üzerine” başlıklı yazısı ise gündemimizin diğer konusunu oluşturmakta. Genç yazar arkadaşlarımız tarafından yazılmış denemeler ve öyküler, Karikatür Analizi, Kitap-Film Tanıtımı, Tarih Defteri, İslam Coğrafyası, Etkinlik Haberleri, Kültür-Sanat Du-yuruları, Hayali Röportaj ve Dini Kavramlar sayfaları da her ay olduğu gibi bu sayımızda da istifadenize sunduğumuz bölümlerden.
Karantina yazıları, gündem konuları ve edebiyat sayfaları ile içerik açı-sından dopdolu bir Genç Öncüler sayısı elinizde. Hepimiz için faydalı olması duasıyla…
SahibiPINAR YAYINLARITic. ve San. Ltd. Şti. Adınaİlhan Gündoğdu
Sorumlu Yazı İşleri Müdürüİsmail Memiş
Yayın SorumlusuNihal AÇIKEL
Yayın KuruluAhmet Tarık ÖZCANAli Tarık PARLAKIŞIKAyşe Nur AKSUBetül BABACANBurak KALPAKLIOĞLUFatma Büşra ÖZKANFatma Nihan DOĞANFirdevs Büşra KALUÇMuhammed TUTKUNSabâhat BOYNUKALINŞeymanur EKRENUğur DEMİRELUsame SARIYAŞARYusuf ELBAŞIZeynep TOPUZ
Bu Sayıya Katkıda BulunanlarAbdullah ARSLANAbdulvahid SİPAHİOĞLUAhmet Tarık ÖZKANBurak KALPAKLIOĞLUFatih RAZİHanne MeryemHasan DEMİRCİMelike YURTMeltem GÜLEÇNesibe KANUNİSare Gülce YENİCESude KARAMANOĞLUUğur DEMİRELZeynep AKSU
AdresAlay Köşkü Cad. Küçük Sk. Civan Han No:6/3Cağaloğlu - Fatih / İ[email protected]
Grafik TasarımTekin Öztürkwww.tekinozturk.com.tr
BaskıŞenyıldız MatbaacılıkGümüşsuyu Cad. No:3 Kat:1Topkapı-İstanbulTel: (212) 483 47 91
Ocak ‘12 • 1
17
18
06
Ocak 2012 • Sayı 70 • Yıl 10
ÜMMET BİZİ BEKLİYORFİRDEVS BÜŞRA KALUÇ
TÜKETİM KÜLTÜRÜ VETÜKENEN İNSANBURAK KALPAKLIOĞLU
14
NO-ELHASAN DEMİRCİ
ASKERLİKÜZERİNE
ABDULLAH ARSLAN
Mehmet Akif ErsoyUĞUR DEMİREL
2 • Ocak ‘12
32
Bu Bir Özeleştiridir-III / Zeynep Aksu ........................................ 4
Tüketim Kültürü ve Tükenen İnsan / Burak Kalpaklıoğlu ............. 6
Tesettür / Nesibe Kanuni .......................................................... 8
Tüketim Kültürünün Neresindeyiz? / Hanne Meryem .................10
Mehmet Akif Ersoy / Uğur Demirel ...........................................14
Yeni Yılın Hatırlattıkları / Ahmet Tarık Özkan ...........................16
No-El / Hasan Demirci .............................................................17
Askerlik Üzerine / Abdullah Arslan............................................18
“Ne Kadar Felsefi Konuşuyorsun”/ Firdevs Büşra Kaluç ..............21
Kazananlar ve Kaybedenler / Fatih Razi .....................................22
İslam Coğrafyası - İran İslam Devrimi / Sare Gülce Yenice .........24
İslami Kavramlar - Günahta Israr Etmek / Şeyma Nur Ekren ....28
Karikatür Analizi / Sûde Karamanoğlu ....................................31
Öykü - Öyleyse Yokum / Meltem Güleç....................................32
Mevdudi ile Hayali Röportaj / Abdulvahid Sipahioğlu ...............36
Kitap Film Tanıtımı / Ayşenur Aksu ..........................................38
Tarih Defteri - 6-7 Eylül Olayları / Muhammet Tutkun .............40
Etkinlik - Acının En Tatlı Hali ....................................................43
Etkinlik - Gençlik: “Ben Varım!” Dedi / Nihal Açıkel ...................44
Kültür Sanat / Melike Yurt ......................................................46
Şiir / Mehmet Akif Ersoy ..........................................................48
Öyleyse YokumMELTEM GÜLEÇ
Ocak ‘12 • 3
karantina
İ lahi Cemal’in yeryüzünde bir tecellisi olarak güzel olmak gerekir. Her hâl ile! Tebliğ ve temsil timsali olan Müslümanların da gü-
zelliklerine çok daha fazla önem vermesi lazım gelir üstelik. Birilerinin de söylediği gibi “Müslü-manlar her şeyin en iyisi ve en güzeline layıktır ve öylesi davranmalıdır.” Amenna!
Ancak bilirsiniz bazı kavramlar süreç içeri-sinde esas anlamından uzaklaşır. Ya da farklı düşünce, inanış, kültür ve geçmişe sahip kimlik-lerin zihin dünyalarındaki karşılığı farklı olunca
yine farklı anlamlara tebdil eder. İşte ne yazık ki ‘güzel’ kavra-
mı da bu süreçte yozlaşan, bozuşan kavramlarımız-dan biri… Çünkü güzellik başta da belirttiğimiz gibi ilahi yasanın bir yansıması ve aynı zamanda bizatihi âlemlerin Rabbi’nin biz-den istediği. Zira Kur’an-ı
Kerim’de ‘hulukun azîm’ diyerek methet-
tiği Hz. Peygamber, en güzel ahlak
sahibi örneklik-tir. Ve yine
rehberimiz Hz. Peygamber, güzel zan üzere ol-
mamızı tavsiye ederek bir başka güzelliğe vurgu
yapmıştır. İnsanlarla güzel geçinmek, güzel tica-
ret yapmak, güzel düşünmek, güzel yürümek,
güzel bakmak, güzel giyinmek, tam anlamıyla
güzel olmak bir Müslümanın vazifesidir.
Tam olarak bu noktada özellikle son zaman-
larda ‘güzel’ den anladığımızı muhasebe ettiği-
mizde birçoğumuzun tökezlediğini görmezden
gelmek mümkün değil. Çünkü zihin dünyamız-
daki ‘güzel’ algısı Allah ve Resulü’nün belirlediği
‘güzellik’ten oldukça uzaklarda ve çoğu zaman
taban tabana zıt. Güzel yaşam algımız zama-
nın bize dayattığı, en popüler ve moda olan ‘en
iyi’ye sahip olmak, o ölçüde hayat sürdürmek
gibi garip bir dönüşüme uğramış durumda. Ör-
neğin; “ filanca adam çok güzel bir hayat sü-
rüyor” gibi basit bir cümle duyduğumuzda bir-
çoğumuzun zihninde lüks, konfor, keyif ve haz
içinde, dünyevi sıkıntılardan uzak bir yaşam tarzı
canlanabiliyor. Veya bir insanın “güzel”liğinden
bahsedildiğinde; modern kalıpların belirlediği
standartlara sahip, madden güzel bir insan ta-
hayyül edebiliyoruz. Ya da “falanca kız gerçek-
ten güzel giyiniyor” dendiğinde; falanca kızın
uyumlu, modaya uygun, ya da “tarz” giyindiğini
düşünebiliyoruz.
BU BİR ÖZELEŞTİRİDİR-IIIZEYNEP AKSU
Örtünün kadın ve erkek tüm Müslümanlara farz olduğunun bilinciyle her birimiz giyi-mimiz, bakışımız, konuşmamız, yürüyüşümüz ve en önemlisi olan ahlâkımızı Allah’ın “güzel” dediği güzelliklere bürüyüp yeryüzünde mütesettir halifeler olmalıyız.
4 • Ocak ‘12
En güzel ve hak dinin mensubu mümineler olarak yine Allah’ın emrine itaat gayesiyle örtünürken çağın kandırmacalarına di-renmemiz icap ediyor. Aksi takdirde modernitenin dayatmasına yenik düşebildiğimiz gibi, Allah’ın emri olan örtünün sınırla-rından çok da uzaklarda, kendimizce ‘şık ve zarif’ modern tesettür kalıpları oluşturabiliyoruz. Oysa biz “Ben güzele güzel demem Allah (c.c.) güzel saymadıkça” diyebilen-lerden olmalıydık.
Oysa filanca adamın güzel bir hayat sürdü-ğünü duyduğumuzda müminlerin özelliklerini pratize eden bir yaşam tarzı belirmeliydi zihni-mizde veya güzel bir insandan bahsedildiğinde ahlakını peygamberi bir ahlaka çeviren bir Müs-lüman düşünmeliydik, ya da “güzel giyinen bir hanım kız” dendiğinde her yönüyle Allah’ın çiz-diği sınırlar dâhilinde, Hz. Peygamber’in (s.a.v) de tehlikesine önceden dikkat çektiği “giyinik çıplaklık”a asla yanaşmayan bir mümine belir-meliydi tasavvurumuzda.
En güzel ve hak dinin mensubu mümineler olarak yine Allah’ın emrine itaat gayesiyle ör-tünürken çağın kandırmacalarına direnmemiz icap ediyor. Aksi takdirde modernitenin dayat-masına yenik düşebildiğimiz gibi, Allah’ın emri olan örtünün sınırlarından çok da uzaklarda, kendimizce ‘şık ve zarif’ modern tesettür ka-lıpları oluşturabiliyoruz. Oysa biz “Ben güzele güzel demem Allah (c.c.) güzel saymadıkça” diyebilenlerden olmalıydık.
Malumunuz moda dergilerimiz ve tesettür defilelerimizin bir semeresi olarak moda prog-ramlarında yarışan örtülü kızlarımız da oldu mesela. Gerçi bu kadar uç örneklerle meseleyi kendimizden uzaklaştırmak, kendimizi moda ve örtüsüzlük fetişizminden beri tutmak da çok ciddi bir hata olacaktır. Zira mütedeyyin ve muhafazakâr insanların semti olarak bilinen ve çoğu zaman sosyal araştırmaların mekânı olan Fatih ve Üsküdar caddelerinde dahi örtü
emrinin ‘lafız’, ‘mana’ ve ‘maksad’ından uzak
örtülülere sıkça rastlamanız mümkün. İşin ilginç
ve biraz kara mizah tarafı da tesettür modası-
nı eleştirip ayrı bir ‘moda’ yaratanlarımız da az
değil. Ya da sosyal paylaşım sitelerinde kendi-
lerine ait sayfaları, gerçekten kendi mahremleri
sananlarımızın sayısı da hiçe sayılır cinsten değil.
Sokakta aynı halde görseniz belki edep dışılık
olarak nitelendireceğiniz bakış, duruş ve giyim
kuşamla bütünleşmiş ilginç pozlar verebilen
gençlerimizin sayısı da görmezden gelecek gibi
değil.
Dediğimiz gibi; çok flu bir dönemdeyiz ve
gerçekten karmakarışık zihinlerimiz var. Bazen
öylesi hâl alıyor ki meselelerimiz, içinden çıka-
mayacağımızı düşünüyoruz. Kendi yorumları-
mız hatalı olabildiği gibi, çoğu defa çözüme de
kavuşturmuyor, ama bunu fark edemiyoruz.
Ancak diğer meselelerde olduğu gibi, örtü
ve moda meselesinde de, artık kendi tevilimizi
bir kenara bırakmalıyız. Özgürlük, kendini ifade
edebilme, ya da feminizm gibi lüzumsuz söylem
ve savunmalarla farklı cenahlara da kaydırma-
malıyız mevzûyu. Örtünün kadın ve erkek tüm
Müslümanlara farz olduğunun bilinciyle her biri-
miz giyimimiz, bakışımız, konuşmamız, yürüyü-
şümüz ve en önemlisi olan ahlâkımızı Allah’ın
“güzel” dediği güzelliklere bürüyüp yeryüzünde
mütesettir halifeler olmalıyız.
Ocak ‘12 • 5
TÜKETİM KÜLTÜRÜ VE TÜKENEN İNSAN
BURAK KALPAKLIOĞLU
Günümüz modern dünyasında insan
gitgide daha modernleşen ve daha
da bireyselleşen bir varlık haline geldi.
Son yıllarda artan tüketim çılgınlığıyla beraber
insan evinin odasında dört duvar arasında kal-
mış durumda. Artık ailesinden eşinden dostun-
dan daha çok telefonuyla ve laptopuyla vakit
geçirmekte. Tüketim kültürü insanları daha da
doyumsuz tatminsiz ve mutsuz yapmakta, çün-
kü insanlar tüketim çılgınlığının rüzgarına öylesi-
ne kapılıyorlar ki bir zaman sonra yetişmeyecek
kadar yorgun, bırakamayacak kadar bağımlı, yi-
yemeyecek kadar hasta durumuna düşüyorlar.
Her gün tüketip attığımız onlarca ürünün be-
delinin sadece bu ürüne verdiğimiz bir miktar
para olmadığını anlamalıyız. Evet bir şeyi satın
alıp işimiz bittikten sonra atınca aslında tüke-
tip attığımız şey sadece bu ürün değildir. Onun
karantina
6 • Ocak ‘12
üretilmesi ve satışa sunulması sürecine dahil olan her şeydir. Örneğin bu kadar çok ve hızlı tüketimi karşılamak için dünyanın bizim bilmedi-ğimiz yerlerinde karın tokluğuna sağlıksız koşul-larda çok uzun saatler boyunca çalıştırıldığının, daha hızlı yetişsin de bir an önce yenilsin diye hayvanlara ve bitkilere yapılan genetik müdaha-lelerin ve doğaya ne kadar zarar verdiğimizin farkında mıyız ?
Dünyanın doğal kaynaklar üzerine bir araş-tırma yapan bilim adamları başta batılılar olmak üzere bütün ülkelere bu tüketim çılgınlığına son vermeleri çağrısında bulunuyor ve uyarıyor: Aksi takdirde 2050 yılına geldiğimizde yaşayabilmek için dünya gibi iki gezegene daha ihtiyacımız olacak. Araştırmalara göre son otuz yılda dünya üzerindeki doğal kaynakların üçte biri insanlar tarafından tüketildi. Denizlerdeki balıklar, at-mosferdeki karbondioksidi yok eden ormanlar ve temiz su kaynakları hızla tüketiliyor. Raporun bulgularına göre, 350 memeli, kuş, balık ve sü-rüngen türü de soyu tükenme tehlikesi ile karşı karşıya.
Uzmanlar doğal kaynakların bu kadar hızlı tüketilmesinin en önemli sebebinin batılı ülke-lerdeki yüksek tüketim oranları olduğunu belir-tiyor. Rapora göre ortalama bir ABD vatandaşı
bir İngiliz’in iki katı, bir Afrikalı’nın ise yirmi dört
katı kadar doğal kaynak tüketiyor.
Aslında tüketim toplumundaki bir üretici-
tüketici ilişkisini ve tüketici’nin metaya olan ba-
ğımlılığını aslında bu fıkra çok iyi açıklar.
Ateşli bir köy çocuğu şehrin en büyük mar-
ketinde işe başvurur, burada her şey satılmak-
tadır.
İlk günün sonunda patron sorar :
-Evet bugün kaç kişiye satış yaptın ?
-Bir!
-Ne bir mi? Diğerleri 20-30 satış yaptılar, na-
sıl bir? Kaç lira tuttu peki?
-320.334 lira.
Patron epey şaşırır ve sorar:
-Nasıl becerdin bunu?
-Adama başta küçük boy bir olta, sonra
orta boy ve sonra da büyük boy bir olta sattım.
Adama nerede balık tutucağını sordum. Kıyıda
diyince bir tekneye ihtiyacı olduğunu söyledim.
Tekne bölümüne indik ve çift motorlu, yelkenli,
lüks bir yat sattım. Vosvosuyla bunu çekemeye-
ceğini söyleyince son model 4x4 bir jeep sattım.
Adama başta küçük boy bir olta, sonra orta boy ve sonra da büyük boy bir olta sattım. Adama nerede balık tutucağını sordum. Kıyıda diyince bir tekneye ihtiyacı oldu-ğunu söyledim. Tekne bölümüne indik ve çift motorlu, yelkenli, lüks bir yat sattım. Vosvosuyla bunu çekemeyeceğini söyleyince son model 4x4 bir jeep sattım.
Ocak ‘12 • 7
TESETTÜRNESİBE KANUNİ
Dilin değişmesinin kültü-rün de değişmesi anla-mına geldiğini söylerler
ve biz birkaç kelime üzerinde düşünüp durumu anladığımı-zı sanar geçip gideriz. Örneğin “ikon” kelimesini düşünelim. Asıl anlamı Ortodokslarda İsa(a.s.), Meryem(a.s.) ya da azizlerin tah-ta üzerine mumlu ve yumurtalı boyalarla yapılmış dinsel resimler iken şu anda Türk Dil Kurumu; bilgisayarda kullanılacak herhan-gi bir programı simgeleyen kü-çük resim diye tarif ediyor. Halk dilinde ise bambaşka çağrışımlar yapıyor, örneğin moda ikonu de-yince şüphesiz kafamızda hepi-mizin canlandırdığı bir resim var.
Biz yüz yıl önce dilini kaybet-miş bir toplumuz. Birçok kelime-yi koruduk, bazılarının cismini taşıdık ama anlamını yitirdik, bazılarını da tümden kaybettik. Artık görsek de tanımayız. Edep kelimesi de arada kalmış bir kav-ram oldu bizim için. Annelerimiz ve babalarımızın bize nispeten yerinde kullandığını söylemek hata olmaz sanırım ama bizim
için böyle bir kavram literatürü-müzde zaten hiç olmadı. Dinle-diğimiz bir sohbette veya -özel araştırırsak- kitaplarda manasını görebiliyoruz. Yoksa ikon kelime-si kadar bile hayatımızın içinde olduğunu iddia edemeyiz. Ke-limeyi tanımaz olduğumuzdan beri de onun ifade ettiği anlamı da tanıyamaz olduk. Edebi ister dini ister örfi bağlamda ele ala-lım, kayıplarımız var. Kötü olan tarafı şu ki neyi kaybettiğimizin farkında bile değiliz!
Annelerimiz, ablalarımız gibi giyinmiyorduk ve bunu kabullen-miştik de ama en azından kendi şeytanımıza bahane buluyorduk. Nefsimin önüne geçemiyorum, içimden öyle geliyor, ilerde biraz daha dikkat edeceğim gibi söy-lemlerimiz vardı. Bir kaç senedir gözle görülür hızda büyüyen ve cidden gözle de görülen bir akım başladı. Garip bir şekilde hepimiz tesettür ayetlerini ezbe-re biliyoruz, hatta asr-ı saadette kadınların nasıl giyindiğine dair okumalara bile katılıyoruz ama her emirde olduğu gibi bunda
karantina
“Kabul et ki peygamberler bize dirilmekten haber vermemişler. Cehennem ateşi de yok ortada. Kulların kendilerine nimetler bahşedenden hayâ etmeleri gerekmez mi?” Allah’ın Resulü (s.a.v.) insanların en ince duygulusu, en güzel siretlisi, görevine en bağlananı ve haramdan en çok nefret edeniydi. Ebu Musa el Hudri’den rivayet edil-miştir: “Allah’ın Resulü (s.a.v.) perde arkasındaki bakire’den daha fazla hayâ sahibi idi. O, bir şeyden hoşlanmasaydı onu hemen yüzünden anlardık.”(Müslim). İbn-i Kayyım
8 • Ocak ‘12
da hayatımıza aktarırken bazı problemler ya-
şıyoruz. Bildiğimizi bilmiyor gibi yapıyor veya
öyle bir şey yok gibi davranıyoruz. Bazılarının
yaptığı takvadan, bizim yaptığımız vasat olan
gibi bir hale bürünüp vicdanımızda tek bir pü-
rüz bırakmıyoruz. Yeni çıkardığımız durum ki en
içler acısı olan bu olsa gerek, tesettürün de bir
modası olduğuna dair nutuklar atmak hatta bu
konuda çalışmalarda bulunmak. Fiyatı bir lise
öğrencisi için yüksek sayılabileceği halde en çok
satanlar listesine girmiş dergilerimiz var artık.
Dergilerimiz derken bir ikilem yaşıyorum zira o
dergiyi çıkaranlar, okuyanlar ve okumayı tercih
etmeyenlerin toplumun aynı sınıfına dâhil olup
olmadığından emin değilim artık. Son on yıldır
içine düştüğümüz zenginlikle inşa ettiğimiz yeni
dönem kölelik sistemleriyle bir kast oluşturduk.
Toplumun üst, yüksek (âlâ) tabakasını oluşturan
ve giyim zevklerimizi belirleyen sınıfla biz aynı
sokaklarda gezip aynı yemekleri yiyor muyuz bi-
lemiyorum. Bildiğim şu ki, babalarımız sokaklar-
daki billboardlarda veya televizyon reklamların-
dan kadınlar kullanıldığı için kadının değerinin
düştüğünü söyleyip bununla mücadele etmeye
çalışırken biz başörtüsüne sahip kadınların da
boy boy pozlar verdiği yayınların içinde boğu-
luyoruz. Bunun yanlış olduğunu asla sesli ifade
edemiyoruz. Çünkü ifade özgürlüğü için edilmiş
onca laftan sonra kendimize de geniş özgür-
lükler tanımaya karar vermiş gibiyiz. Ya da en
başında bahsettiğimiz kaybımız, edebimiz ger-
çekten bizimle bulunmaktan artık hoşlanmıyor.
Kadınların bu derece gösteriş merakına ka-
pılmış olması ve buna hem sebep olan hem de
onları tüm güzelliğiyle sergilemekten büyük
zevk alan Müslüman erkeklerin varlığı ezber bo-
zar nitelikte. Zühdü, gösterişe kapılmamayı ve
malın en gizli şekilde ve çokça infak edilmesini
tavsiye eden peygamberimizin (s.a.v.) mesajı bi-
razcık yanlış anlaşılmışa benziyor. Zira hayâ duy-
gusu müslümanın vazgeçilmezi, onu kâmil bir
mü’min yapan özelliklerinden biridir. Hayânın
uzaklaşmaya başlaması tehlike çanlarının çaldı-
ğına işaret eder. Yüzünü göstermeye çekinen,
televizyon açıldığında peçesini çekiştiren nene-
lerimizin yanında, özgüveni zirvelerde dolaşan,
sahnelerden korkmayan ve ne yaparsa yapsın
bir açıklaması olan, utanmayan bizler çok çiğ
duruyoruz. Asil ve vakur bir mü’min\mü’mine
olma vasfının en önemli emarelerinden olan
hayâ tesettür şeklimizi de doğrudan belirliyor.
Tesettürden kastım salt başörtüsü asla değil,
kılık kıyafet de değil ve cinsiyet ayrımına da git-
miyorum. Tesettürü oldu olası yanlış yorumla-
mamıza sebep olan mantığımızı bir kenara bı-
rakalım. Baştan aşağıya kendini koruma altına
alan, saklayan, muhafaza eden ve bu uğurda
bir mücadelesi olan birinden bahsediyorum.
Bazen sesini yükseltmekten hayâ eden ama
hakkı söylemesi gerektiğinde susturulamayan
birinden. Kendini baştan aşağıya kapatmış ama
kalbini, zihnini dünyaya açmış birinden değil. Kı-
lık kıyafetinin ayırtına henüz varmadan, yaşayı-
şından, halinden ve tavrından onun tesettürünü
görebileceğiniz birinden bahsediyorum.
Evet. Bizler bazı kavramların modasının
geçtiği bir çağda yaşıyoruz. Çoğu zaman ara-
dığımız halde güzel örneklikler bulamıyoruz,
okuduğumuz kitaplar beynimizdeki karmaşayı
daha da artırıyor. Akışa kapıldığımızda çılgın-
ca akan bir selde sürükleneceğimizi biliyoruz.
Ama giyinişimizi zevklerimizi başkalarının tayin
etmesine izin vermek bizim tavrımız olmamalı.
Allah bize sınırları belli kurallar koymuştur fakat
bunu küresel ekonominin en çok istifade ettiği
bir kanala bulaştırmak, modaya kurban vermek
Müslüman için gerçekten içler acısı bir durum.
Ne giydiğimiz önemli evet, bir kimlik taşıyoruz
fakat bu bizi esir alan, vaktimizi, paramızı heba
eden bir yolla gösterildiğinde asıl amacından sa-
pıp hem zihnimizde hem de toplum gözünde
bizleri farklı bir noktaya taşıyacaktır. Hayâsını
kuşanmış ve onunla tesettürünü tamamlamış
Müslüman kadın ve erkekler bu ümmetin ön-
cüsü olmaya aday olabilirler ve hep de onlar
olmuşlardır. Rabbim emrini doğru anlayabilen-
lerden olmamızı sağlasın.
Ocak ‘12 • 9
Tüketim KültürününNeresindeyiz?
HANNE MERYEM
Z ihinlerin batılı hayat tarzıyla işgal edildiği bir dönemden geçmekteyiz. Yüzyıllar önce işgalle, sömürüyle başlayan bu süreç, gü-
nümüzde zihinlerin işgal edilmesiyle devam et-mekte. Bugün gelinen nokta ise fiziki işgallerden daha tehlikeli belki de. Zira insanlık, batılı hayat tarzının, insanlığın ulaşmış olduğu en ideal yaşam tarzı olduğuna inandırılmış durumda.
Bahsedilen hayat tarzı hayatımızın her alanında bizleri kuşatan, varoluş amacımızdan uzaklaştıran, bizleri yapay gündemlerle oyalayan bir hal aldı. Bunun en büyük örneğini de alış-verişlerimizde görüyoruz.
Daha on yıl önce alışveriş için dükkanlara giren in-
sanlar müşteri iken, artık “tüketici” oldu.
Yani bu kavram ar-tık, bir şey satın alan, ihtiyaçlarını gideren anlamın-
da kullanılmamak-tadır. Tabi ki biz
bu amaçlarla alışveriş yerlerine gidiyoruz ama
bizlere bir şeyler satmak amacıyla
ürünler üre-tenler, bu
ü r ü n l e r i p a z a r -layanlar
bize ma-alesef bu
gözle bakmı-yorlar.
Gerçekten İhtiyaç mı?
Kapitalizm, serbest piyasa sistemi ile kendi için-de sürekli yenilenen, güçlenen bir yapıya sahiptir. Bu canlılık, kapitalist sistem için tek yaşama yo-ludur. İnsanlar tercihlerini daha az seçeneğin üzerinde yapmaya başladıklarında kapitaliz-min sonu gelmiş demektir. Bu nedenle kapita-listler, bu canlılığı sürekli diri tutmanın çabasında-dırlar. Bunu da medyayı kullanarak “reklam” ile yapmaktadırlar.
Ortalama bir ailenin günlük ihtiyaçları 150 ka-lem ürünle karşılanırken sunulan üretimler 40 bin kaleme ulaşmıştır. Yani ihtiyaçtan fazlası üretil-mektedir. Tabi ihtiyaç fazlası ürünler de reklamlar sayesinde ihtiyaç gibi sunularak satışları sağlan-maktadır.
Pazarlama taktiklerinin asıl amacı, tüketiciyi ürünün niteliğinden ambalajına, gerekliliğin-den imajına yöneltmektir.
Medya, tüketim kültürüne “özendirme görevi ile katkı” sağlar. Günümüzün önemli pazarlamacı-larından Jack Trout diyor ki: “İnsanlar çoğunlukla gerçekte kendilerini yönlendiren güdüleri bilmi-yorlar. Deneyimlerime dayanarak diyebilirim ki, insanlar ne istediklerini bilemezler. Öyleyse onlara neden soralım ki. İnsanlar çoğunlukla almaları ge-rektiğine inandırdığımız şeyleri alırlar. Onlar bir öl-çüde sürüye kapılıp giden koyunlara benzerler…”
Dolayısıyla medya “duygularımıza” yön verir. Çünkü gerçek reklamcılık, “benim şu özelliklerde-ki ürünümü al” demekten ziyade, “bu ürün sana şu deneyimi yaşatacaktır / Seni şu zümrenin mensubu yapacaktır.” duygusunu hissettirmek-tir.
karantina
10 • Ocak ‘12
Maruz kaldığımız reklamlar, sanki “sevginin,
aşkın, güvenin, cesaretin, özgüvenin” bir sembo-
lüymüş gibi kendilerini bize sunarlar. Bir yandan
bizi daha fazlasını istemeye yönlendirirken, bir
yandan da çizdikleri yaşam tarzını özendirirler.
Ünlü markaların reklam sloganlarına baktığımızda
da bunu görebiliriz:
• Doritos: Hayat senin! Kuralları sen koy.
• Elidor: Hep bakacaklar.
• First Duo : Daha fazlasını istemekle çok olmu-
yorsunuz.
• Hazırkart: Ben özgürüm.
• Nissan: Beklentilerinizi değiştirin.
• Pepsi: Daha fazlasını iste.
• Toyota RAV4: Hayatı hafife al.
Reklamcıların, bir başka taktiği de insanların
taklit etme duygusunu kullanmalarıdır. Özenilen
bir sanatçının bir ürünü kullanması o ürünü alma-
nız için yeterli olabiliyorsa tüketim kölesi olmuşsu-
nuz demektir.
Bir diğer taktikleri de, insanların çoğunluğa
uyma yönelimlerine hitap etmektir. “Herkes alıyor
ben niye almayayım. Herkes aldı ise bu ürün iyi-
dir.” yaklaşımı reklamlarda sıkça kullanılır. Gençle-
rin belli markaları tercih etmelerinin hatta marka
takıntılı olmalarının altında bu sebep de yatıyor
olabilir.
Yoğun bir reklam bombardımanı da sık kulla-
nılan taktiklerdendir. Mesela, Coca Cola’nın bir
reklamı bir günde 160 ülkede 560 milyon kez
gösterilmektedir.
İşte bu tarz farklı reklam taktikleriyle, insanlar
eskiden müşteri (satın alan) iken, şimdi tüketici-
ye (yani, ihtiyaç fazlası ürünleri ihtiyaçları var mı
düşünmeden tüketen bireylere) dönüştürüldüler.
Tabi bunu yaparken de piyasa herkesin gelir duru-
muna gore farklı ihtiyaçlar (!) üretti.
Herkese Farklı Yönden Seslenme
Farklılaşma tüketim kültürünün en önemli sila-
hıdır. Her tabaka için belirli tüketim kalıpları oluş-
muştur. Her tabakadan insan kuşatılır. Zenginler
otomobil, müzayede, tenisten; yüksek kültürel
sermayeye sahip olanlar galeri ziyaretlerinden,
sanat festivallerinden, klasik müzikten; düşük se-
viyede olanlar ise futboldan, cipsten, koladan hoş-
lanır hale getirilmiştir.
Toplumun sinir uçlarını körelterek birçok ko-
nuda duyarsızlaştırıp sürekli bir tüketici konumu
yaratmak istenmektedir.
Reklamı yapılan birçok şey insanın temel ge-
reksinmelerinden çok uzaktır. Ekonomik durum
ne olursa olsun insanlar lüks tüketime yönlendi-
rilir. Zengin biri için bu lüks tüketim jipi, villasıysa,
sıradan bir vatandaş için belki de ihtiyaç dışında
aldığı kıyafet, takı, cep telefonudur. Doğal olarak
israfı sürekli zenginler yapıyormuş, sadece zengin-
ler lüks içinde yaşıyormuş gibi sıradanlaşmış bir
düşünce çok da doğru değildir.
Son yıllarda hızla hayatımıza giren ve hayatı-
mızın olmazsa olmazı olan cep telefonları herhal-
de en güzel örnek olur. İlköğretim öğrencilerinin
bile ellerinde 700 TL’lik telefon var artık. En yenisi
veya en özelliklisini yakalama şansınızsa hiç yok.
Tasarımcılar sizin 3 adım ötenizdeler. Her gün
daha yeni modeller piyasada.
Reklamı yapılan birçok şey insanın te-mel gereksinmelerinden çok uzaktır. Ekonomik durum ne olursa olsun insan-lar lüks tüketime yönlendirilir. Zengin biri için bu lüks tüketim jipi, villasıy-sa, sıradan bir vatandaş için belki de ihtiyaç dışında aldığı kıyafet, takı, cep telefonudur. Doğal olarak israfı sürekli zenginler yapıyormuş, sadece zenginler lüks içinde yaşıyormuş gibi sıradanlaş-mış bir düşünce çok da doğru değildir.
Ocak ‘12 • 11
Tüketim Kültürünün Ürettiği İnsan
Tüketim kültürü özünde bireyciliği barındırdı-ğından, üretme ruhunu ve paylaşımcılığı körelte-rek toplumsallaşma ruhunu boğmaktadır. Ve or-taya çıkan insan tipi; nemelazımcı, bencil, yalnız, mutsuz olduğu için eğlence merkezlerinin veya tv’nin bağımlısı, tekdüze, çevre ilişkileri zayıf, dos-tu, sırdaşı olmayan, güvenmeyen ve güvenilme-yen, bir kişilik.
İslam Bu Tüketim Kültürüne
Ne Diyor?
Peki müslümanlar olarak “üretim-tüketim iliş-kileri” hakkındaki düşüncemiz nedir? İslam, üreti-min ve tüketimin hangi esaslar dahilinde olmasını öngörür. Peki ya biz, fiilen yaşamakla bir cüz’ünü oluşturduğumuz modern üretim-tüketim ilişkileri bütünü içinde, İslam’ın öngördüğü modeli, zihnen kabul edebilecek durumda mıyız?
İslam, üretimin ihtiyaçlar kadar olmasını ön-görür. İhtiyaçtan fazlasını üretmek birkaç açıdan mahzurludur. İhtiyaçtan fazla üretecek olursanız;
1. Hammaddeyi gereğinden fazla tüketme-den bunu yapamazsınız. Hammaddenin israfı tabi-atın/çevrenin tahribi anlamına gelir. Dolayısıyla ih-tiyaç fazlası üretim, bize “emanet” olarak verilmiş tabiatın tahribine sebep olur. (Küresel ısınma ve bir sürü felaketle karşı karşıya kalmamızın sebebi de tam olarak budur)
2. İhtiyaç fazlası üretimin kâra dönüşmesi, ancak toplumda yapay ihtiyaçlar oluşturmakla mümkündür. Burada da “israf” söz konusudur.
3. İhtiyaç fazlası üretimi esas alan ekonomi
anlayışı, kaçınılmaz olarak acımasız bir “rekabet” ortamını doğurur. Modern ekonomik sistemde var olabilmenin olmazsa olmazlarından birisi “dur-madan büyümek”tir. Belli bir seviyede durmak, bu sistemde yok olmakla eş anlamlıdır. Dolayısıyla bü-yümek için her ne lazımsa onu yapmak zorunda kalan işletmeler, ahlakî ilkeleri de, hukukî ilkeleri de buna göre düşünüp tesbit etmek zorundadır. Kimse doğruluğuna kani olmadığı bir şeyi yapmaz. En azından devamlı olarak yapmaz. Başlangıçta yaptığı şeyin doğru olmadığını düşünse bile, onu yapmaya devam ettiğinde, -yaşadığı gibi inanma-nın kaçınılmaz sonucu olarak- “kabul ettiklerinin” değil, “yaptıklarının” doğru olduğunu söylemeye başlayacaktır insanlar.
İslam Böyle Söylerken, ÇağımızMüslümanları Tüketim Kültürünün
Neresinde?
Az önce saydığımız sebeplerden ötürü, İslam tüketim kültürüyle bağdaşamayacağı için, kapi-talizmin hayat kaynağı, modern çağın en büyük hastalığı olan ve günümüzde de değişerek devam eden tüketim hastalığının en az etkilemesini dü-şündüğümüz kesim hep Müslümanlar oldu. Belli bir zamana kadar belki ilkesellikten değil ama ola-nakların yetersizliğinden vb. şeylerden Müslüman-lar tüketim kültüründen ve konformizimden uzak kaldılar.
Fakat ne yazık ki bu durum son zamanlarda, Müslümanların “parayı ve iktidarı bulması” ile de-ğişti. Zengin Müslüman erkeklere hitap eden me-kanlar (lokanta, cafe, otel, lokal vs.) , zengin Müs-lüman kadınlara hitap eden mekanlar (güzellik ve spor salonları, tesettür mağazaları vs.) ve böyle aileler için özel hazırlamış lüks konutlar, siteler ve tatil köyleri… Sektör Müslümanlar palazlandıkça genişledi ve büyüdü.
Tabi ki tüketim kültürü ve konformizimde aldı başını gitti. Artık kimse bunları tartışır olmadı. Zaten Müslüman her şeyin en iyisine layık değil miydi? Üretip satanlar da Müslümanlar olunca, tüketimin ne aşamaya geldiği gözden kaçar oldu.
Oysa tüketim kültürüne karşı olmak sadece o ürünün kim tarafından üretildiğini düşünmek ve almamak değildir. Gerçekten ihtiyacımız değilse (ki tüketim kültürü sana o ürünün ihtiyacın oldu-
karantina
12 • Ocak ‘12
ğuna inandırıyor) almamak ve tüketmemektir. Bu noktada Müslümanlar, içine çekilmek istenildiği tüketim sektörüne karşı uyanık olmalı ve basiretli bir şekilde hareket etmelidir.
Sırf markasından veya renginden ötürü bir ba-şörtüye 100 lira vermeye, ihtiyacımızı daha azı gö-rebilecekken 500 liralık cep telefonu almaya, her tip elbisemize uygun ayakkabı koleksiyonu yap-maya, evlerimizi ve çevremizi kuşatmış bulunan cihazlara itiraz etmeye, bunu en azından zihnen yapmaya hazır olup olmadığımız meselesinin mo-dern çağda İslam’ın doğru algılanıp doğru yaşan-masıyla doğrudan ilişkisi vardır.
Bunlar olmadan yaşayamayacağımız düşünce-sine sahipseniz, bunun da size modernitenin hedi-yesi olduğunu acilen fark etmek durumundasınız.
Bütün bunlar insanın nefsî arzularına ve heva-sına hitap eden, onu köpürten bir hayat tarzının ifadesi. Dolayısıyla modern hayat tarzının en te-melde insanın nefsî hevası üzerine kurulu olduğu-nu söylemek gerçeğin ifadesi olacaktır.
Şimdi sorulması gereken esas soruyu soralım: Müslümanca bir hayat için moderniteye ruh ve-ren teori ve pratiklerle zihnen hesaplaşmaya hazır mıyız?
Hazırsak, Neler Yapabiliriz?
Her işinde olduğu gibi, alışverişinde de sorum-luluk bilincine sahip olması gereken bir Müslüman, kendisine sunulan ürünü dikkatlice inceleyecek ve kandırmacalara boyun eğmeyecektir. Yani alışve-rişini bilinçli tercihlere dayandıracaktır.
Öncelikli olarak, bize dayatılan ve ideal gibi gösterilen tüketim alışkanlıklarına karşı “almıyo-
rum” diyebilmeliyiz. Bir ürünü almamanın, bir markayı reddetmenin ötesinde bir hayat tar-zını reddetmeliyiz. Ayrıca bugün Amerikanın ve İsrail’in işgalci ve zalim politikalarını destekleyen uluslarası firmaların ürünlerini boykot etmek bize bir muhalif duruş kazandıracaktır.
Daha önce demiştik ki: İnsanlar, tercihlerini daha az seçeneğin üzerinde yapmaya başladıkla-rında kapitalizmin sonu gelmiş demektir. Her önü-müze geleni almazsak, seçersek, eskiyene kadar kullanırsak, tamir edersek, paylaşırsak bu sistemin kökünü dinamitlemeye başlamış oluruz!
En azından kalbimizi, ruhumuzu tüketim kültü-rünün yozlaştırıcı etkisinden uzaklaştırmış oluruz. Bizler Müslümanlar olarak, dünyanın geçici ama aynı zamanda önemli olduğunun bilincinde ol-malıyız. Unutmamalıyız ki, ebedi olan ahiret yur-dundaki durumumuzu bu dünyadaki tercihlerimiz belirleyecektir.
İbn Mesud (ra)dan rivayetle Rasulullah (sav) şöyle buyuruyor; “İlim kaynakları, hidayet kandil-leri, evlerin çulları, gecelerin lambaları olun! Yep-yeni kalplere, eskimiş elbiselere sahip olun ki gök ehlince tanınasınız ve yer ehlince de bilinme-yesiniz.”
Gök ehlince tanınmayı, yer ehlince tanınmaya tercih ediyorsak, esas ihtiyacımız olan “eskimiş el-biseler yanında yepyeni kalmış kalpler” dir.
KAYNAKÇA• Tüketim Kültürü ve Müslümanlar - Ömer İslam• Moderniteye direnmek - Ebubekir Sifil, Milli Gazete / 03 Tem-
muz 2011 Pazar • Modernizm, Tüketim Toplumu ve Müslüman –Ercüment Ay-
taç / 10 Ocak 2008• http://reklam-sloganlari-fb.cix1.com/• h t t p : / / w w w . i s l a m i d i r e n i s . c o m / i s l a m / i n d e x .
php?option=com_content&view=article&id=95:cola-turka-ve-tueketim-kueltuerue&catid=46:kapitalizm
Bize dayatılan ve ideal gibi gösterilen tü-ketim alışkanlıklarına karşı “almıyorum” diyebilmeliyiz. Bir ürünü almamanın, bir markayı reddetmenin ötesinde bir hayat tar-zını reddetmeliyiz. Ayrıca bugün Amerika-nın ve İsrail’in işgalci ve zalim politikalarını destekleyen uluslarası firmaların ürünlerini boykot etmek bize bir muhalif duruş kazan-dıracaktır.
Ocak ‘12 • 13
Düşüncelerinden dönmeden, paraya ve mev-kiye yaltaklanmadan, vicdana hıyanet et-
meden, gururunu çiğnetmeden, insan kalarak, hak bildiği yolda yalnız olarak gitti.’’(Hilmi Yü-cebaş)
Akif’i böyle tanımlıyordu Hilmi Yücebaş. Ha-yatının tamamını ümmete adamış, kardeşlerinin bağımsızlığı ve ilerlemesini düşünerek mü-rekkebini tüketmiş bir şairden bekle-nen de başka bir şey olamazdı.
Bu düşünceyle mücadeleci oldu Akif, mütefekkir oldu, dört dil bilen er oldu, alim oldu. Böyle mücahit oldu. Çağını idrak eden, gününün getirdi-ği sıkıntı ve felaketlere göğüs geren, zorlukları aşabilmek için halka doğruları anlatarak öğrenmeye teşvik etti. “Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu” düsturuyla hareket ederek ima-nı, vicdanı, edebi ve liyakati anlattı. Zulüm karşısında sessiz kalmadı. ‘’Yu-muşak başlı isem kim dedi uysal koyunum. Çe-kilir belki fakat; çekmeye gelmez boynum’’ diye-rek zalime karşı düş duruşunu gösterdi. Pek çok kimsenin göze alamayacağını göze alıp, ‘’Zulüm karşısında susan dilsiz şeytandır.’’ düsturuyla ha-reket etti. Savaş meydanında Asımlar susmasın diye susmadı, Hak adına söyleyeceği sözler hep oldu Koca Akif’in.
‘’Tükürün, mileti alçakça vuran darbelere! Tükürün onlara alkış dağıtan kahpelere! Tükürün Ehl-i Salibin o hayasız yüzüne! Tükürün, onların asla güvenilmez sözüne! Medeniyet denilen maskara mahluku görün: Tükürün maskeli vicdanın asrın, tükürün!
diye haykırdı çoğu zaman. ‘’Belamı kaldı ki dünya evinde görmediğim” ‘diye yakındı
kimi zaman ama toprak boş dura-mazdı, tohum ekilmesi lazımdı.
Bunun için kaleminin ucuyla toprağa gübre verdi. Kendi pa-yını hiç düşünmedi Akif. Aya-ğındaki delik ayakkabıları, sırtındaki yamalı ceketi onu gocundurmadı. Ölümünden sonra geride bıraktığı bir kat elbise, yastığının altındaki bir
kaç lira, bir istiklal madalya-sı, bir mavzer tüfeği, ilk ve tek
şapkası ve bir fakron saati, onun dünya malına ne kadar ehem-
miyet verdiğini ortaya koyuyordu. Bunları milleti bilsin diye değil, kurtulsun
diye yapıyordu Akif. Göz önünde olmayı da za-ten hiç sevememişti.
‘’Toprakta gezen gölgeme toprak çekilince Günler şu heyulayı da er geç silecektir. Rahmetle anılmak, ebediyyet budur amma Sessiz yaşadım, kim beni nereden bilecektir.’’
GÜNDEM
Mehmet Akif ErsoyUğur DEMİREL
14 • Ocak ‘12
diye sesleniyordu Akif ama, belki de hayatı boyunca duyduğu hiçbir ezanı yatarak ya da otu-rarak değil, ayakta dinlemenin mükâfatı olarak Allah(c.c), yazdığı marşı herkesin hazırolda, dik ve ciddi bir şekilde söylemesini lütfetti...
Necip Fazıl’ın da belirttiği gibi ‘’Akif’in top arabasını iki at çeker: Biri iman ve islam savaş-çısı, öbürü şair. Esas olan birincisi...’’ idi. Yani Akif ‘’boşuna yaşamadı, boşuna savaşmadı, boşu-na ölmedi’’.
Bunlara rağmen Akif, kendini anlatamamış, daha doğrusu o üzerine düşeni yapmış da, onu anlayacak Asımlar bir türlü ortaya çıkmamıştı. Bunun akabinde dünyayı verseler de bu cennet vatanın bir karış toprağını değişmeyeceğini ifade eden Akif, dünyadaki cennetinden on bir sene uzakta kalmış, ancak ölümünün yaklaştığını anla-yınca sadece cennetinde ölebilmek için gelmişti.
Mısır dönüşü Mehmet Akif’e yeterince ilgi göstermeyen basına Peyami Safa’nın şu sözleri pek manidardır. ‘’Zararı yok, bazen bütün bir milleti bir kaç adamın vefası temsil eder.’’
Çok geçmeden 27 Aralık 1936’da, sevdalısı Allah rasulu(s.a.v) ile aynı yaşta iken Rabbi Rahi-mine kavuştu. Cenaze merasimi bile örtbas edil-meye çalışılmış, Bayezid meydanında çıplak du-ran tabutunu en iyi arkadaşlarından olan Mithat Cemal (Kuntay) bile tanımakta zorlanmış, Akif’in naaşı olduğunu anlamamıştı. İstanbul Üniver-sitesi Edebiyat Fakültesi öğrencileri bu tabutun Mehmed Akif’e ait olduğunu öğrenince gereği-ni ‘anca’ yapmış, bir anda kalabalıklaşan halkla birlikte Edirnekapı Şehitliğine defnetmişlerdi. Şunu söyleyebiliriz ki Üstad Akif’in gözleri açık gitti. Bir zamanlar biz de millet, hem de nasıl milletmişiz diyen şair, gözlerini çoraklaşmış top-raklara, tepkisizleşen beyinlere, hissizleşen kalp-lere, dağılmış, her biri bir tarafa savrulmuş bir ümmete kapadı gözlerini.
Peki kendini İbrahim milletine adamış bu garip, aciz kul, koca şair ve mütefekkir için ne
yapmalı? Mücadelesinin boşa olmadığını, filiz-lerinin elbet vereceğini ve verdiğini ona nasıl hissettirmeli? Yazının başından sonuna sıraladı-ğımız Akif’in özelliklerini Asımlar Asımlara nasıl ulaştırmalı?
- Önce hayatın merkezine iman ve islamı koyup ona göre tavır almalı. Akif’i Akif olarak anlayıp, Akif olarak sevmeli. Hak bilinen yolda, ‘ben varım’ diyerek koşmalı, koşamıyorsa yürümeli. Dünyevi menfaatlere yüz vermemeli, çok oku-malı, tarihini bilmeli. Daima mazlumun yanında olup ,dilsiz şeytan olmamalı. Çalışkan olmalı, tembellikten beri olmalı, Müslüman kardeşlerin birliği için mücadele et-meli, Ahlaklı olmalı ve asla ye’se kapılmamalı... Ki, gözü arkada kalmasın...
Ocak ‘12 • 15
Y aklaşan yılbaşı ile bir yıla daha veda etmeye
hazırlanıyoruz. Üzüldüğümüz, dertlendiğimiz,
unuttuğumuz ve sevindiğimiz pekçok olayla birlikte
kendimizi yeniden tanımlıyor, imtihanlarla dolu öm-
rümüzün bir sayfasını daha dolduruyoruz.
Geçen bir yılın sonunda ve gelecek bir yılın ba-
şında yani yılbaşı dediğimiz şu noktada duralım ve
son günlerle birlikte tekrar gündemimize giren yıl-
başını değerlendirmeye çalışalım. Yılbaşı nedir? Top-
lumumuz için ne ifade etmektedir?
Duruma islam inanç ve değerler sistemi açı-
sından baktığımızda 100-150 yıl kadar öncesinde
böyle bir kutlamaya rastlamıyoruz. Kutlanmaya
başladığı dönemler ise Osmanlı’nın batıdan
gelen meşrutiyet, gayrimüslim hakları, kılık kı-
yafet düzenlemeleri, askeri yenilikler...vb ko-
nuları tartıştığı bir dönem olarak karşımıza
çıkmaktadır. Bu dönemi Osmanlı’nın bir
şeylerin ters gittiğini anladığı ve batılılaş-
ma yolu ile kendisine çözümler aradığı
bir dönem olarak nitelendirebiliriz.
Yani geçmişten getirilen anlayışın
hararetli biçimde sorgulandığı ve
yeniden şekillenen dünya içerisinde
kendini konumlandırmaya çalışan
aydınlar zümresinin çare olarak batılı-
laşmayı (batı gibi olmayı) düşündükleri
bir dönem.
Kısaca yılbaşı bu buhran döneminin
“tek” sığınılacak limanı olarak seçti-
ğimiz batılılaşmanın bir sonucu olarak
hayatımıza girmiş “ithal” olgulardan bi-
ridir. Kendisi gibi ritüelleri ve kutlamala-
rı da ithaldir.
Noel babanın kim olduğunu, neden
çocuklara hediye dağıttığını, kesilen
çam ağaçlarının neden süslendiğini,
neden hindi eti yendiğini, yoğun alkol
tüketimi eşliğinde çılgınca kutlamala-
rı... vs. bizim değerler sistemimizle izah etmemizin
imkanı yoktur. Yani bizde hiçbir karşılığı yoktur.
Toplum yapımıza uzaktır, yabancıdır.
Ancak çevremize baktığımızda günler öncesin-
den başlatılan yılbaşı hazırlıklar, yapılan rezervasyon-
lar, yılbaşı indirimleri ve kampanyalar, içkili mekan-
ların olağanüstü hareketliliği, çılgınca eğlenceler, en
yüksek ikramiyeli piyango çekilişleri ve televizyonlar-
daki yılbaşına özel eğlence programları... Adeta bu
etkinliklerle diğer günlerden farklı, önemsenilmesi
ve dikkate alınması gereken, toplumun,
tarihinin derinliklerinden süzerek gü-
nümüze getirdiği tüm bayram ve
özel günlerin yanında alternatif
olarak bir “yılbaşı” figürü oluş-
turulmaya çalışıldığı görülüyor.
Peki bu durum nasıl açıklanabilir?
Yaşananlara baktığımızda olan bi-
ten her şeyin tüketim, modernizm, kapitalizm üç-
lüsü arasında döndüğünü görüyoruz. Kendi
asil geçmişini modernleşme, batılılaşma
adına terk eden, oluşan boşluğu batılı
insan gibi tüketerek dolduran ve ardın-
dan kapitalizmin ağında sömürgeleşen
insanlar üretme stratejisinin bir ayağı-
nı oluşturmaktadır yılbaşı. Ülkemizde
seçkin bir kesimin üstlendiği ve devlet
bürokrasisinin tam destek verdiği her
alanda süren modernleşme çalışmaların
somut örnekliğidir.
Yılbaşı kutlamaları ve bu çerçevede ge-
lişen etkinlikler batının dünyaya ve zamana
bakışını açık bir şekilde özetlemektedir. Yıl-
başı batıda, zamana karşı sorumluluk bilin-
cinden yoksun, haz ve anlık tatmin peşinde
koşan, mutluluğunu çok tüketimde arayan
bir anlayışın göstergesidir. İnsan özgürlüğü
ve mutluluğu adına vurguların ön plana
çıkarıldığı, gerçekte insanın, insani de-
GÜNDEM
Yeni Yılın HatırlattıklarıAHMET TARIK ÖZKAN
16 • Ocak ‘12
ğerlerin önemsizleştirilerek
hazzın ve maddenin kutsan-
dığı, insanın sadece figüran
olarak yer aldığı bir oyunun
sahnelenmesi gibidir. Yılbaşı
sabahı uyandığında geçirdiği
bir gecelik eğlencenin fatu-
rasının ağırlığını bir sene taşı-
mak zorunda kalan insanlar
bunun en güzel örneğidir.
İslam zamana, insana
emanet edilen bir hazine
gözüyle bakmaktadır. İnsa-
nı ondan sorumlu tutarak
nerede ve nasıl harcadığı
ile hesaba çekileceğini ifa-
de etmektedir. Zamanın,
insan ile kovulduğu cennet
arasına bir perde olarak ko-
yulduğunu belirterek hayırla
geçen ömrün (zamanın) ona
dönüşün tek kapısı olduğu-
nu bildirmektedir. İnsanın
kendini tekrar ispatı için ve-
rilen bir şans acaba ne kadar
eğlence ile geçirilebilir, onun
geçişi ile ne kadar mutlu olu-
nabilir? Veya geçişi çılgınca
kutlamaların, başıboş eğ-
lencelerin mi, yoksa samimi
bir muhasebenin mi sebebi
olmalıdır? Olması gereken
durumu “Kendini hesaba çe-
kip bugün Allah rızası için ne
yaptın?” diyebilen Hz. Ömer
ve müminler ortaya koymak-
tadır.
Kısaca sorulması gereken
soru yeni bir yıl ile yeni bir
umuda mı yoksa insanlığa
biçilen yazgıya mı merhaba
diyeceğiz?
NO-ELHASAN DEMİRCİ
Biliyorum Noel; alkolizmi, moda etiketiyle bin bir türlü maskaralığı, giyindikçe çıplakla-şan bir zihniyeti, yapmacıklığı ve ‘nüfusu arttıkça insan sayısı azalan bir dünyayı’ bacalarımızdan evleri-mize sen soktun. Ve bunları hediye paketine sararak getirdin ki, gözümüze güzel görünebilsinler. Ve güzel göründüler. Hediyelerine insanımız taptı. Fakat içlerinde saatli bomba vardı o paketlerin. Ve henüz pat-lamış değiller. Yıllar sonra çocuklarımızın elinde patlayıverecekler. Yeri gelmişken söyleyeyim; getirdiğin şeylerin yanında neleri götürmedin ki! Mesela, masumiyeti, sevgiyi, güzelliği, aile içi sohbeti, okumayı, araştırmayı ve ilmi alıp götürdün. Bir de duvarlarımızda süs eşyası(!) gibi kullandığımız Kur’an-ı Kerim vardı. Onu alıp götürdüğünü hiç fark edemedik. Elimizde Hz. Muhammet’in üç beş sünneti kalmıştı. Getir-diğin televizyonu izlerken onları da çalmışsın da haberimiz olmamış. Özetle hem başımızdaki gözlerimizi hem de kalp gözümüzü çalıp gittin. Bacalarımız-da bunların sadece külleri kaldı. Bunları söylediğim için bana gerici yafta-sı vurulmasının sebebi yine sensin. Ve bunları söylediğimden dolayı karşıt görüşte olup samimi olduğum insanlar bana içten içe düşmanlık besliyorsa bunun sebebi insanlarımızın kalbine soktuğun fitnedir. Biliyor musun Noel; muhtemelen yılbaşında Müslümanlarca (!?) harcanan alkol oranı, Müslü-manların Mekke’sinde, Medine’sinde yıl boyu tüketilen Zemzem oranını hayli hayli geçecektir. Zemzem’le alkolü aynı cümle içinde kullanıyorsam bunun da sebebi sensin Noel. Ve biliyor musun Noel; Filistin, Irak, İran, Pakistan, Hin-distan, Libya, Mısır ve birçok coğrafyada bulunan masum Müslüman kardeş-lerimin üstüne attığın hediye paketine sarılmış bombaları unutmadım. Söz-de, demokratik-çağdaş (!) başlığı altında tüm Müslüman topluluğun arasına soktuğun kavram ve kelimelerden oluşmuş biyolojik-psikolojik uyuşturucu başlıklı silahları unutmuş değilim. Bir vücudun Sağ’ı ve Sol’u eline bir bıçak alıp kendi bedenini bıçaklıyorsa sebebi ülkeme soktuğun kardeş düşmanlığı-dır. Ve görüyorsun ki ben sana Noel ‘Baba’ demedim. Çünkü ‘Baba’ kelimesi bende samimiyeti, sevgiyi, güzelliği, hoşgörüyü çağrıştırır. Ve sen de ‘Baba’ kelimesini kullanarak yaptığın çirkef işlere masumiyet süsü veriyorsun, bili-yorum. O beyaz ve uzun sakalının altında kim bilir daha ne karanlık işler çevi-riyorsun! Lütfen Noel, bizim eve girme. Ömrüm boyunca bacalarımızı tıkadık. Bizim eve giremezsin Noel! Aksakallı dedelerimizin, Nasrettin Hoca’larımızın
bize getirdiği güzelliklerle meşgulüz.
Ocak ‘12 • 17
T ürk Silahlı Kuvvetleri iç hizmet kanunlarının 2.maddesindeki tanımıyla askerlik, Türk
vatanını, istiklal ve Cumhuriyetini korumak için harb sanatını öğrenmek ve yapmak mükellefiye-tidir. Ülkemizde askerlik zorunluluk prensibine dayanır. Zorunlu askerlik kavramı, 1789 Fransız İhtilali sonrası artan ulus devlet ve ulusal ege-menlik anlayışının ortaya çıkardığı bir kavram-dır. Bu kavram soğuk savaş sonrası Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla tartışılmaya başlanmıştır. Halihazırda ise bir çok Avrupa Birliği ülkesi zo-runlu askerlikten vazgeçmiş ve tümü tarafından vicdani retçilik bir hak olarak tanınmıştır.
Zorunlu askerliğin tartışılmaya başlan-ması insan haklarıyla ilgili olduğu kadar
devletler açısından olumsuzluklar içer-mesi düşüncesiyle de ilgilidir. Ör-
neğin zorunlu askerlikte belirli bir süre için askere alınacak er, bu süre zarfında eğitimini ta-
mamlayamadan, yarı eğitilmiş bir şekilde çatışmaya girebilecek,
tam olarak almadığı bir eğiti-mi tatbik etmeye çalışacaktır.
Bu durumda askerler “harb sanatını” gereği gibi ifa ede-miyeceklerinden dolayı dev-letin “askeri zaiyat” verme
olsalığı artacaktır. Verilmesi muhtemel bu zai-yatla, devletin prestijinin sarsılması yanında, zo-runlu askerin, sadece bir kaç aylık eğitimle yer aldığı bu çatışmada yaşamını yitirmesi veya ha-yatının geri kalanını etkileyebilecek ağır yaralar alması söz konusu olacaktır. Kaldı ki söz konusu asker, yeterli eğitimi alsa ve zaiyata konu olma-sa dahi asli mesleği bu olmadığından hayatının geriye kalan hiç bir döneminde bu hususiyetleri kullanamayacaktır. Zorunlu askerlerin çatışma-lara girmemesi de ayrı bir sorunu meydana ge-tirecektir. Söz konusu askerler patates soyarak, bulaşık yıkayarak ya da komutanın özel işlerini görerek “vatanlarına hizmet” ödevlerini yerine getirmek durumunda kalacaklardır ki doğrusu sayılan bu ve benzeri işlerin askerlikle uzaktan yakından ilgisi bulunmamaktadır. Şu halde böy-lesi bir askerlik de, devlete, askerlerin kıyafetleri, yeme içmeleri, barınmaları gibi birçok kalemde gereksiz masraflar olarak yansıyacaktır. Burada asıl zarar görense, kuşkusuz, cebinden verdiği vergilerin bu tarz işlerde kullanılmasından dola-yı halk olacaktır.
Ülkemizde de vatanına patates soyarak, bulaşık yıkayarak ya da komutanın özel işlerini görerek değil de “yetişmiş iş gücü” olarak kat-kıda bulunmak isteyen vatandaşlarımız için ya-kın zamanda bir yasa çıkartılmış bulunmaktadır.
GÜNDEM
Askerlik ÜzerineABDULLAH ARSLAN
18 • Ocak ‘12
Kamuoyunda ‘’Bedelli askerlik yasası’’ olarak bilinen ‘’Askerlik Kanununda Değişiklik Yapılma-sına Dair Kanun” un hükmüne göre 30 yaşın üstündekiler ve otuz bin lira verebilecek olanlar askerlikten muaf tutulacak. Bu yasanın askerlikle ilgili ideal bir düzenlemeye hizmet etmek ye-rine otuz bin lirası olana hizmet ettiği açıktır. Şüphesiz otuz bin lirası olmayıp bedelli askerliğe başvuramayanlarında, otuz bin lirası olup bedelli askerlik diye bilinen yasadan yararlanmak isteyenlerinde bu kadar süre askerliklerini yapmamış olmaları bunu gerekli görmediklerinden-dir. Dolayısıyla sorun, bedelli as-kerlik yasasıyla çözülebilcek bir sorun olmaktan öte askerliğin zorunluluğuyla ilgilidir.
İşte bu askerliğin zorunlu ol-ması anlayışı “vicdani ret” kavra-mını doğurmuştur. Vicdani ret, kişinin, dini, siyasi veya ahlaki nedenlerle askerlik hizmetini, silah altına alınmayı reddetmesi şeklinde açıklanabilir. Modern zamanlarda vicdani retçiliğin or-taya çıktığı yer olarak Amerika görülmektedir. AB ve Avrupa Konseyi çatısı altında mevzuatı-na geçirmeyen iki ülkeden birisi ise Türkiye’dir. Yakın zamanda bu konu, Türkiye’de, Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi Eylül toplantısında, vicdani retçi Os-man Murat Ülke’nin Türkiye’ye açtığı dava üzerinden hazırla-dığı raporda, Türkiye’nin Aralık ayına kadar vicdani ret hakkı ile ilgili atacağı adımları belir-lemesini istemesinin ardından
Milli Savunma Bakanı olarak görev yapan İsmet Yılmaz’ın şu açıklamasıyla gündeme gelmiştir: “Hem adalet baka-nımızın dediği gibi hem bizim arkadaşların ortak çalıştığı (gibi), diyoruz ki: Bu gibi ‘Ben askere gitmeyeceğim veya üniforma giymeyeceğim’ di-yen insanlar için bir ceza, yani her seferinde 3 yıl, 5 yıl değil bir ceza vereceğiz. O cezayı hapiste çektikten sonra da askerlikten muaf olacak. Dü-zenleme budur, bununla ilgili bir çalışma yapılacak.” söz konusu bakanın lütuf gibi sunduğu bu açıklama yöneti-cilerimizin insan haklarından ve hukuktan ne anladığının zannediyorum en açık gös-tergesidir.
Bir vatandaş devlete ve kurumlara karşı olduğundan, dini inançları nedeniyle silah altına alınmayı reddettiğin-den, savaşlara ve onlan yürü-ten ordulara karşı olduğu ya da emir alıp vermeyi isteme-diğinden dolayı, vicdani retçi olabilir. Burada vicdani ret-çiler açısından ortak nokta, savaşa kimsenin gitmemesi halinde orta yerde bir sava-şın olamayacağı anlayışından yola çıkarak silah altına alın-manın reddidir. Vicdani retçi herhangi bir gerekçeyle silah altına alınmayı ahlaki açıdan sorgulamakta ve savaş me-kanizmasıyla işbirliği yapma-yı reddetmektedir. Tüm bu açıklamalar, kanaatimce, vic-dani retçiliğin gayet anlaşıla-
Zorunlu askerliğin tar-tışılmaya başlanma-sı insan haklarıyla ilgili olduğu kadar devletler açısından olumsuzluklar içermesi düşüncesiyle de ilgilidir. Örneğin zorunlu askerlikte belirli bir süre için askere alınacak er, bu süre zarfında eğiti-mini tamamlayamadan, yarı eğitilmiş bir şekilde çatışmaya girebilecek, tam olarak almadığı bir eğitimi tatbik etmeye çalışacaktır. Bu durumda askerler “harb sanatını” gereği gibi ifa edemiye-ceklerinden dolayı devle-tin “askeri zaiyat” verme olsalığı artacaktır.
Ocak ‘12 • 19
bilir bir olgu olduğunun göstergesidir. Kaldı ki demokrasinin bayraklaştırıldığı, demokrasi çığ-lıklarının atıldığı bu dönemde hiç bir gerekçe-nin, vicdani retçiliği tanımamayı mazur göstere-meyeceği bir gerçektir.
Vicdani ret meşruiyetini, en çok da , içeri-sinde tüm insani değerleri barındıran ve insan fıtratının tam bir yansıması olan İslam dininde bulur. İslam dininde vicdani sorumluluk sade-ce Allah’a karşıdır. İslam dini insanı yalnızca Allah’a karşı sorumlu tutarak diğer herşeye kar-şı özgür bir vicdan ve irade tasarlamıştır. Burada Mustafa İslamoğlu’nun şu sözleri vakıayı bizler için daha belirgin hale getirecektir “Sanırım biz-de devleti temsil ettiğini düşünenler şöyle akıl yürütüyor: Devlet benim, millet de devletindir. Dolayısıyla millet bizim olmuş olur. Bu durum-da milletin bizden bağımsız bir vicdanı olamaz. Biz ne dersek o olur. (...) Vicdanını bize inşa ettirmeyen ölsün. Dolayısıyla ‘vicdani red hak-kı’ diye de bir hak olamaz... (...) Teorik olarak düşünüldüğünde, çoğunluğu Müslüman olan bu ülkede ‘vicdani red hakkı’nı en çok İslam dinine mensup olanların savunması gerekir. Müslümanlar için bu hakkı elde etmek sadece ‘hak ve özgürlük’ adına değil, dini mükellefiyet
adına da bir vecibedir. Adı ‘barış’ olan bir dine mensup olacaksınız, mukaddes kitabınız hak-sız yere bir adam öldürmeyi bütün bir insanlığı öldürmek olarak niteleyecek, bir cana kıyanın yerinin ebedi cehennem olduğunu söyleyecek, bireysel savaşa birileri ‘terör’ adını koyduğu için lanetleyeceksiniz, ama iş kitle imha silahlarının su gibi kullanıldığı devlet savaşına gelince, bü-tün mukaddes ilkeler yerini ilkesiz bir hamasete terk edecek. (...) Bu yüzden ‘vicdani red hakkı’ bu ülkede en çok dinine bağlı samimi Müslü-manları ilgilendirmektedir.”
Tüm bu yazılanlardan sonra, bizce, zorunlu askerlik hizmetinin ana gerekçelerini yaratan koşullar tüm dünyada dönüşüm geçirdiğinden, bugün bizzat zorunlu askerlik tartışılmalıdır. As-kerlik hizmeti, tanımı, yaptığı işi meslek haline getirmek olan “profesyonel” bir şekilde yürü-tülmeli ve gönüllülük esasına dayanmalıdır. Bu sayede asli mesleği harb sanatının icrası olma-yan yurttaşlar bile bile ölüme gitmeyecek, ko-mutanın özel işlerini yapma vs. gibi işler aske-rin görev kapsamı dışına çıkacaktır. Hazırlanan bedelli askerlik yasasının bu tartışma sahasıyla ilgisi yoktur. İlgili kavram olan “vicdani ret” ise bir hak olarak tanınmak zorundadır.
Askerlik hizmeti, tanımı, yaptığı işi mes-lek haline getirmek olan “profesyonel” bir şekilde yürütülmeli ve gönüllülük esası-na dayanmalıdır. Bu sayede asli mesleği harb sanatının icrası olmayan yurttaşlar bile bile ölüme gitmeyecek, komutanın özel işlerini yapma vs. gibi işler askerin görev kapsamı dışına çıkacaktır. Hazırla-nan bedelli askerlik yasasının bu tartışma sahasıyla ilgisi yoktur. İlgili kavram olan “vicdani ret” ise bir hak olarak tanınmak zorundadır.
20 • Ocak ‘12
Konuşmak her gün tekrar-ladığımız bir eylem... Ailemiz-le, arkadaşlarımızla, dışarıdaki insanlarla farklı konularda ko-nuşmalar yapıyoruz. Arkadaş-larımızla bir araya geldiğimizde bazen öyle konular açılır ki, bir düşünceler patlaması yaşanır. Zi-hin zorlanır, fikirleri toparlama-ya çalışır. Tam en güzel fikirler ortaya çıkacakken bir ses böler her şeyi : “Ne kadar felsefi konu-şuyorsun.”
İşte tam bu en önemli, zihni-mizi o kadar güzel çalıştırdığımız o çok kısa süren zamana bile ta-hammül edemeyen insanlar var. “Ne kadar felsefi konuşuyor-sun” cümlesi “Benim huzurumu kaçırıyorsun, niye aklını çalıştırı-yorsun, kendimi kötü hissediyo-rum senin yanında” demektir. Onlar isterler ki, herkes bizim gibi izlediği diziyi arkadaşına anlatsın. Herkes en beğendiği ünlüyü kendinden geçercesine konuşsun. Herkes “face”te neler
olup bittiğinden bahsetsin. Her-kes telefonunun kalitesini övsün arkadaşlarına. Onların konuşa-cağı konuları belirleyen, beyinle-rine hükmeden üç hükümdarları var: Televizyon, internet ve cep telefonu.
“Ne kadar felsefi konuşu-yorsun” cümlesi aslında bir yar-dımdır. “Sana yardımcı olmak istiyorum. Bak seni o içinden çıkamadığın labirentten, tek bir
cümleyle nasıl da kurtardım!” demektir.
“Ne kadar felsefi konuşu-yorsun” cümlesi aslında bir na-sihattir. “Sen niye her şey üze-rine düşünüyorsun ki. Rahatla ve kendini hayatın akışına bırak. Mümkünse uyu ve uyuş! Bak o zaman mutlu olursun.” demek-tir.
İnsan düşünmeden edemi-yor. Sanki çok fazla sorgulayan, projeler geliştiren, fikir üreten bir toplumuz. Buna rağmen ufa-cık bir sorgulama, azıcık bir “Bu böyle nereye kadar” düşüncesi; mini minnacık bir proje, görül-düğü, fark edildiği anda hemen söndürülüyor.
Söndürülen düşünce ve he-yecanların sahipleri! Sizler kalbi-nizi ferah tutunuz. Frost’un sö-zünü sizlere armağan ediyorum:
‘’Ormanda yol ikiye ayrılıyor-du. Ben az geçilen yolu seçtim. Farkı da bu oluşturdu.’’
DENEME
‘’Ne Kadar Felsef i Konuşuyorsun ‘’
FİRDEVS BÜŞRA KALUÇ
Ocak ‘12 • 21
Mücadele her zaman iki zıt kavram üze-rine vuku bulur. İnsanlık tarihi boyunca
bu hal değişmemiştir. İnsanlar ya kaybederler, ya da kazanırlar; çünkü bu Allah’ın değişmez kanunudur. Şimdi ise bu konuyu Kur’an-ı Kerim ışığında bazı örneklerle desteklemek istiyorum.Hem ilk insan, hem de ilk Peygamber olması ha-sebiyle Hz. Adem’ den başlamak doğru olacak-tır sanırım. Hz. Adem ile Şeytan arasında geçen diyalogu hepimiz bilmekteyiz. Kıssayı konumuz itibariyle ele alacak olursak. Bir kazanan tarafın, bir de kaybeden tarafın olmasıdır. Örnekliğimize Hz. Adem’in oğulları üzerinden devam etmek yerinde olacaktır.Habil il Kabil, ikisi de aynı babanın aynı annenin oğulları ama bakın ki mücadeleleri ne yönde. Habil Allah’ın emrini en güzel şekilde yerine ge-tirmek için mücadele verirken, Kabil ise Allah’ın emrini en kötü bir şekilde yerine getirmek için mücadele etmiştir. Her ikisinde de bir itaat var. Ama Allah(c.c) sadece birisininkini huzurun-da kabul ediyor. Bu kıssada da konumuz
itibariyle bir kazanan taraf, bir de kaybeden ta-rafın olmasıdır.Anlatmakla bitiremeyeceğimiz o kadar çok ör-nek var ki ben konumuzun sıhhati açısından bu iki örnekle yetiniyorum.Örneklerde görüldüğü üzere mücadele şuurlu iman edenler ile şuurlu küfredenler arasında ce-reyan ediyor. Ama dikkat edilmesi gereken bir nokta var ki yalnızca bir tarafın kazandığı, diğer tarafın ise kaybetmesidir.
DENEME
22 • Ocak ‘12
Peki biz hangi taraftayız?Gelin şimdi bu soruyu karşılaştırmalı olarak maddeler halinde sıralayalım.Kazanan Taraf-Sürekli çözüm üretir.-Olaylara her zaman olumlu bakar.-Bir iş olduğu zaman ben de bu işte varım der.-Çok konuşmak yerine hep bir şeylerle meşgul olur.-Her zaman bir planı vardır.-Geçmiş yerine geleceği düşünür. -Çenesi yerine beynini çalıştırır.-Onun için dünyevi her şey Ahiret için bir araçtır.-Yapıcıdır .-Dayanağı vahiydir.-Peygamberler ve ashaplarının yolunda gitmeye çalışır.-İnsanları Allah için sever.-Sürekli ölümü hatırlar.-Takva sahibi olmak için elinden geleni yapar.
Kaybeden Taraf-Sürekli sorun çıkarır.-Olaylara her zaman olumsuz bakar.-Bir iş olduğu zaman benim de başka bir işim vardı der.-Bir şeylerle meşgul olmak yerine hep boş şeyler-
le meşgul olur. -Her zaman bir planı vardır fakat uygulamaz.-Gelecek yerine anı düşünür.-Beynini çalıştırmak yerine çenesini çalıştırır.-Onun için dünyevi her şey bir amaçtır.-Yıkıcıdır.-Dayanağı zanlarıdır.-Para, makam, kariyer kimde ise onun yolundan gitmeye çalışır.-İnsanları kendi menfaati için sever.-Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşar.-Kibirli olmak için elinden geleni yapar.Bunlar sadece benim aklıma gelenler eminim ki okurken sizlerin de akıllarına nice maddeler gelmiştir.İnsanoğlu yaratılırken, zaafı olan bir varlık şek-linde yaratılmıştır. O yüzden insanoğlunun da-yandığı bilgiler, inandığı değerler, ibadet ettiği kutsallar noktasında seçim yaparken bir hayli dikkat etmesi gerekir; çünkü aklından çıkarma-ması gereken bir şey var ki onu çıkardığı an ken-di sonunu getirmiş olur. -Kaybedenlerin yolu mu? Kazananların yolu mu?O yüzden diyoruz ki;Henüz vakit varken seçim sizleri bekliyor. Unutmayın yarın çok geç olabilir.
İnsanoğlu yaratılırken, zaafı olan bir varlık şeklinde yaratılmıştır. O yüzden
insanoğlunun dayandığı bilgiler, inandı-ğı değerler, ibadet ettiği kutsallar noktasında seçim yaparken bir hayli dikkat etmesi gerekir; çünkü aklından çıkarmaması gereken bir şey var ki onu çıkardığı an kendi sonunu getirmiş olur.
Ocak ‘12 • 23
O smanlı İmparatorluğu’nun 20. yy’ın başlarında
dağılmasından sonra Ortadoğu’da meydana
gelen en önemli olaylardan birisi de kuşkusuz 1979
yılında gerçekleşen İran İslam Devrimi’dir. Gerçekten
de, bu devrim, Petrol’ün keşfi, bağımsız Arap devlet-
lerinin ortaya çıkışı ve İsrail’in kurulması üçgeninde
gelişen bölge tarihinin en son önemli noktasıdır.
Genel siyasi tarih açısından bakıldığında İran İslam
Devrimi, devrim öncesi olayların sey-
riyle; devrim sonrası oluşturulan
siyasi-ekonomik ve kültürel ya-
pılarıyla ve şii karakteri yanında
daha evrensel mesajlarıyla; böl-
ge ile dünya politikasına yaptığı
etkileriyle Fransız, Bolşevik ve Çin
devrimleriyle karşılaştırılabilecek
bir konumdadır. Bazı nüans ve
anlayış farklılıklarına rağmen 20.
yy’daki tüm liberal ve sosyalist dev-
rimlerin ortak sloganı haline gelen
“özgürlük, eşitlik, adalet, bağımsızlık”
gibi kavramlar İranlı devrimcilerinin
de yıldızlaşan ilkele-
ridir. Benzer
ş e k i l d e ,
“ezen-ezilen,” “sömüren-sömürülen,” “burjuva-proleterya,” “efendi-köle” çelişkileri, İran Devrimi’nde “müstekbir-mustazaf ” ayırımına dönüşmüş; ABD-İsrail-Sovyetler Birliği-Batı Avrupa ile İslam dünyası-nın yöneticileri müstekbir saflarında, İran ile birlikte Müslüman olsun olmasın fakir ülkelerin halkları ise mustazaf saflarında konumlandırılmıştır. Bu ve ben-zeri sınıflandırmalar aslında kendilerini ezilenlerin koruyucusu ilan eden tüm devrimciler tarafından yapılagelmiştir.
İran’daki devrim, İslam tarihi açısından ayrı bir kırılma noktasıdır. 661 yılından 1258 tarihine kadar geçen süre içinde (kısa bir süre hariç), genel olarak Sünni devletler (Emeviler, Abbasiler, Selçuklular) ta-rafından yönetilen İran toprakları, 1200’lü yılların başından itibaren Moğol kontrolüne girmişti. 600’lü yılların ikinci yarısından itibaren İslam hakimiyetine girmesi İran toprakları birinci dönüm noktası ise, ikincisi Moğol istilasıdır. Bu tarihten 1500’lü yılların başına kadar İran, irili ufaklı Moğol, Türk, Arap ve Fars hanedanlarının hakimiyetinde, çatışmaların is-tikrarsız ortamında bir dönem yaşamıştır. İslam me-deniyetinin iki ana kolu bu tarihlerde şekillenmeye başlamış ve günümüze kadar ulaşmıştır: Batıda
Türkler (Osmanlı İmparatorluğu – Sünni), doğuda İranlılar (Safevi Devleti – Sii). Birinci Dünya Sava-şı sonrasında Osmanlı İmparatorluundan geriye kalanla Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur. Doğu
kanadında ise 1502 yılında kurulmuş olan Safevi Devleti gelecek için de belirleyici rol oynamıştır. Sa-fevi Hanedanı, İran’ı sistematik olarak Şiileştirmiş ve diğer devletlerle mezhep temeli üzerinden rekabete girişmiştir.
İSLAM COĞRAFYASINDAN
İRAN İSLAM DEVRİMİ veAYETULLAH HUMEYNİ
SARE GÜLCE YENİCE
“Dünya artık hiçbir zaman 1 Subat 1979’dan önceki gibi olmayacak.”
24 • Ocak ‘12
19. yy’ın son çeyreğindeki “Tütün İsyanı” ile 20.
yy’ın başındaki “Anayasa Hareketleri”ni İran tarihi
içerisinde kayda değer geşlişmeler olarak ortaya sıra-
layabiliriz. Bu iki olay, İran halkının yönetime katılma
çabalarının ve ileride ortaya çıkacak devrimci hare-
ketlerin anlaşılması bakımından önemlidir.
İran siyaseti son iki yüzyıl boyunca sürekli olarak
yabancı baskı ve müdahalesi altında kalmıştır. 1800’lü
yılların ortalarından itibaren birkaç defa fillen işgal
edilerek, devletin karar süreçleri felç edilmiştir. Saray
yönetimi yabancı güçlerin müdahalesi neticesinde
aslında 20. yy başlarında fiilen çökmüş durumdadır.
Bu çöküşün resmen ilan edilebilmesi 1924 yılında
iktidarı ele geçiren Pehlevi Hanedanı’nın marifetiyle
ancak 1979 yılına kadar ertelenebilmiştir. Bu çerçe-
vede, İran İslam Devrimi, İslam’ın Şii kolunun yeni-
den dirilmesi olarak görülebilir. Devrim, genel ola-
rak İran’daki yabancı nüfuzuna, yabancıların İran’ın
içişlerine karışmasına, Pehlevi-ABD yakınlaşmasına,
bozuk ekonomik koşullara, İran’ın batılılaştırılması
ve modernleştirilmesi çabalarına tepki olarak ortaya
çıkmış olsa da, bütün bu retoriğin gerisinde, etkileri
çok kuvvetli Şii tarihinin sembolik olayları belagatli
biçimde yer almıştır. Şehid Hüseyin, Kerbela, Hz. Ali,
Ehli Beyt, Yezid, Hz. Fatıma gibi Şiilerin önemli isim
ve olayları her vesile ile gündeme getirilmiştir.
‘Humeyni kolektif bir iradenin odak noktasıdır.’
İran devrimi bir çok ilki beraberinde getirmiştir.
Bunların belki de en önemlisi ‘Velayeti Fakih’ diye
adlandırılan yeni bir yönetim biçimi getirmesidir. Ve-
layeti Fakih modelinin temel yaklaşımı, ‘siyasi yöne-
timin meşruiyet temelini’ hem halka, hem de İslam
inancına yaslamasıdır. Daha önce din adamları, siyasi
önderler olarak ortaya çıksa da, bu hep sınırlı kalmış,
ulema devletin başına hiç bir zaman geçmemiştir. Bu
model, klasik “İmamet” ve “Beklenen Mehdi” inancı-
na dayanan Şii siyasi düşüncesinden ve bin dört yüz
yıllık Şii siyasi pratiğinden farklıdır.
İran İslam Devrimi, getirdiği farklı düşünceler ve
devrim sonrası gelişen politikaları nedeniyle, entel-
lektüel, siyasi, ekonomik ve kültürel çevrelerde mu-
azzam bir ilgiye mazhar olmuştur. Bu ilgi üç konu
başlığı altında özetlenebilir: 1) devrime sebep olan
nedenlerin ve devrimci süreçte ortaya çıkan olayların
analizi; 2) devrim sonrası oluşan yeni devletin felsefi
ve kurumsal arkaplanı; 3) İran İslam Cumhuriyeti’nin
politikaları.
Devrimci süreçte üzerinde en fazla durulan ko-
nuların başında 1953 yılında ABD ve İngiltere des-
tekli bir darbe ile görevden uzaklaştırılan Başbakan
Dr. Musaddık olayı gelmektedir. Halk tarafından
sevilen ve İran ulusal çıkarlarının savunucusu olarak
bilinen Başbakan Musaddık’ın bu şekilde iktidardan
uzaklaştırılması, İran halkının uzun yıllar sürecek
bir travma yaşamasına yol açmıştır. İran uzmanları
büyük bir ittifakla Musaddık olayının bir zincirleme
etki yaptığını ve devrime varan sürecin tetikleyici-
si olduğunu kabul etmektedirler. Devrimci süreç
Ayetullah Humeyni’nin 1960’ların başından beri
monarşi ve ABD karşıtı söylemleri olmadan tam
olarak anlaşılmaz. Humeyni, Ortadoğu’nun en eski
ve köklü medeniyetlerinden birisine sahip İran hal-
kının Şah ve ABD tarafından kırılan onurunun söz-
cüsü olmuş, bu uğurda hapishanelerde yatmak,
suikastlere uğramak, oğlunun öldürülmesi gibi bü-
yük bedel ödemekten kaçınmamış, ömrünün son
onbeş yılını ülkesinden ayrı sürgünde geçirmiş biri-
sidir. Monarşi, Şah ve ABD karşıtlığından hiç taviz
vermeyen düşünceleri ve kararlı tutumu; sade ve
basit yaşam tarzıyla halka yakın tavırları; geleneksel
Şii düşünceyi reform ederek modern kitlelerin ka-
bullenmelerini sağlayan entellektüel açılımları; İslam
tarihinin olayları ve şahsiyetleri ile modern zaman
olay ve şahsiyetleri arasındaki kurduğu sembolik
bağlar; ve hepsinden öte, bütün bunları yaparken
ortaya koyduğu belagatlı söylem, onu bir müddet
sonra tüm İran muhalefetinin doğal lideri konumuna
ulaştırmıştır.
İran İslam Cumhuriyeti ideolojisinin dış politika-
ya yansıyan temel özellikleri arasında, müstekbir-
Ocak ‘12 • 25
mustazaf ayırımı, monarşi, ABD,
İsrail, kapitalizm ve sosyalizm karşıtlığı
bulunmaktadır. Müstekbir-mustazaf
ayırımı İslam’ın hak-batıl ayırımından
ilham alan bir kavramsallaştırmadır.
Buna göre, tüm insanlığı sömürmeye
çalışan, onların ulusal ve kişisel var-
lıklarında gözü olan, bunun için her
türlü kötülüğü yapan veya yapmaya
hazır olan müstekbirler ile varlıkla-
rı elinden alınmış, zayıf bırakılmış,
hakları gasp edilmiş mustazaflar
arasında kıyasıya bir savaş vardır. Bu
savaşta ABD, İsrail, Rusya ve kısacası
egemen güçler müstekbirler tarafın-
da, başta İran olmak üzere sömürü-
len ülkeler ve halklar ise mustazaflar
tarafında resmedilmektedir. İslam
dünyası açısından ise müslümanların
iradelerine muhalif olarak işbaşına
gelen monarşiler ile diktatörler müs-
tekbir, geniş halk kitleleri ise musta-
zaflar olarak değerlendirilmektedir.
İran’ın dış politikasında etkili olan
bir diğer düşünce ‘ne doğu ne batı,
sadece islam’ fikridir. Yani yeniden
yapılanma döneminden geçen İran
ne ABD önderliğinde bir batıyı, ne
de Sovyetler önderliğinde bir doğu-
yu benimseyecektir. Yalnızca müs-
lüman halkların yanında yer alacak
ve hiç bir şekilde başka bir ülkeye
siyasi bağımlılık fikrini reddetmiştir.
Ayetullah Humeyni tüm dünya müs-
lümanlarının birliğinden yanadır ve
müslüman dünyanın karşı karşıya
kaldığı problemlerin çoğunun teme-
linde, müslümanların İslam’ın kutsal
yoluna yabancılaştırılmalarını; doğu
veya batının çürümüş hayat tarzları-
nı benimsemelerini; baskıcı ülkelerin
entrikalarının bir sonucu olarak ülke-
lerinin parçalanmışlığını görmektey-
di. Kurtuluşun yegane yolu İslam’a
dönmek, gerçek ve doğru İslami
hükümetler kurmak ve suni farklılık-
ları ortadan kaldırarak yeniden birliği
sağlamaktı. Ve bu birliğin yeniden
sağlanması sürecinde aynı zamanda
tüm müslümanlar arasında mezhep
ayrımı yapılmaksızın birlik sağlanma-
lıydı. Önemli olan herkesin “müslü-
man kimliği”nde birleşmesi ve zulme
karşı birlikte hareket etme iradesini
ortaya koymasıydı.
Fakat İran İslam Devrimi’nin son
30 yılına bakıldığında, devrim ihracı
çabalarının sınırlı ve kısmen etkisiz
• 7 Ocak’ta İttila Gazetesinde Hu-meyni hakkında iftira dolu bir ma-kale yayınlandı.
• 8 Ocak’ta Kum şehrinde maka-leye tepki olarak 4000 öğrenci sokaklara döküldü ve sürgündeki Humeyni’nin dönmesi için eylem yaptı.
• 7 Şubat’ta işçiler greve girdi.• 15 Şubat’ta öğrenciler yeniden
Şah aleyhine yürüyüş yaptı.• 19 Şubat’ta halkın Tebriz’de ban-
kaları, sinemaları, meyhaneleri basması üzerine Şah Rıza Tebriz valisini görevden aldı, SAVAK’ı etkisiz kalması nedeniyle kınadı.
• 20 Şubat’ta Tebriz halkı hükümet tarafından hain ilan edildi.
• 3 Mart’ta Şah BBC’ya yaptığı açıklamada Kum ve Tebriz olayla-rının ” komünistler ve gericilerin ” birleşmesinin sonucu olduğunu iddia etti.
• 5 Nisan’da polisler “çok yaşa Şah” diye bağırmayı ret eden iki din adamını öldürdü.
• 10 Nisan’da hapishanelerdeki tu-tuklar yoğun işkenceye karşı açlık grevine başladı.
• 17 Nisan’da İngiltere Savunma Bakanı: ” Şah rejimini destek-leyeceğiz; zira Şah devrilirse, İngiltere’nin çıkarları tehlikeye düşecektir ” dedi.
• 5 Mayıs’ta İmam Humeyni, Le Monde muhabiriyle yaptığı gö-
rüşmede; ” komünistlerle işbirliği yapmayacağız” dedi.
• 15 Mayıs’ta genel grevler başladı.• 14 Ağustos’ta İsfahan’da sıkıyö-
netim ilan edildi.• 23 Ağustos’ta Şah’ın bir komplo-
su sonucu bir sinema dolusu in-san yanarak öldü.
• 7 Eylül’de artık iyice yaygınlaşmış olan gösterilerde halk ve asker yakınlaşmaya başlamıştır. Halk askere çiçekler atar ve ” askerler kardeşimiz, Humeyni liderimiz ” sloganı atmaya başlar.
Devrim Takvimi 1978
26 • Ocak ‘12
kaldığı söylenebilir. Bu durumda
etkili olan bir çok faktör olmakla
beraber İran’ın dış politikasın-
da ideolojiden başka belirleyici
etkenler de olmuştur. Bunlar 1)
jeostratejik gerçekler, 2) tarihsel
miras, 3) İran’ın etnik, dini ve kül-
türel yapısı, 4) ülkenin ekonomik
koşulları 5) ordunun durumu ve
askeri ihtiyaçlar, 6) stratejik-doğal
kaynakların varlığı, 7) basın-yayın
ve kamuoyunun etkisi, 8) anaya-
sal kurumların etkisi, 9) rejim içi
çekişmeler ve 10) uluslararası sis-
temin yapısıdır.
Türkiye ve İran ilişkilerin de
ise Türkiye’nin de geçirdiği de-
ğişim ve dönüşümlerle birlikte,
şu durumda, devrim öncesinde-
ki süreçle kıyas kabul etmeye-
cek ölçüde yakınlık gözlenmek-
te. Yazının sonunu Foucoult’dan
bir alıntıyla yapalım, Humeyni’ye
dair, ‘Bugün hiçbir devlet başkanı,
siyasi lider, medyanın destekledik-
leri bile, bu kadar kişisel ve yoğun
sadakatin nesnesi olamamıştır. Bu
bağlılık kuşkusuz şu üç olgudan
kaynaklanır: Humeyni İran’da de-
ğildir: 15 yıl boyunca sürgünde
yaşıyordu ve sadece şah indirildi-
ğinde dönmek istiyordu. Humeyni
hiçbir şey söylemez: sadece şah’a,
rejime, bağımlılığa hayır der. Hu-
meyni bir politikacı değildir: bir
Humeyni partisi olmayacak, bir
Humeyni hükümeti de olmayacak-
tır. Humeyni kolektif bir iradenin
odak noktasıdır.’
Kaynaklar• Iranian Islamic Revolution From
Past to Present: A General Evalua-tion. (English) By: Gündoğan, Ünal. Middle Eastern Analysis / Ortadogu Analiz, 2011, Vol. 3 Issue 29, p93-99 (http://ehis.ebscohost.com/eds/pdfviewer/pdfviewer?sid=1626fcc8-a700-4468-8d61-b5ee61f868cc%40sessionmgr110&vid=2&hid=1)
• Abrahamian, Ervand (2010); A His-tory of Modern Iran, Cambridge Uni-versity Press.
• Tarihten Günümüze Türk-İran İlişkile-ri Sempozyumu (10-17 Aralık 2002), Konya, Türk Tarih Kurumu Basımevi (2003)
• TDV İslam Ansiklopedisi, İran Mad-desi, 22. Cilt, s392-437
• http://www.marksist.org/tarihte-bugun/2917-1-subat-1979-iran-devriminde-ayetullah-humeyni-irana-dondu-
• http://www.eksisozluk.com/show.asp?t=foucault+ve+iran+devrimi
• 8 Eylül’de Kanlı Cuma diye bilinen olay gerçekleşir. Halk ve askerin yakınlaşması üzerine, orduda bölünme olma ihtimaline karşı hükümet sıkıyönetim ve sokağa çıkma yasağı ilan etti. Ancak bin-lerce insan yürüyüşe başladı. Jale Meydanı’na gelindiğinde, asker-ler üzerlerine ateş açtı. Çocuk, ka-dın, yaşlı binlerce kişinin öldüğü bu olay Kanlı Cuma olarak anıldı.
• 6 Ekim’de İmam Humeyni, Necef’ten Fransa’ya gitmek zo-runda kaldı.
• 24 Ekim’de ilköğretim ve lise öğ-rencileri Tahran Üniversitesinde namaz kılarak eylem yaptı.
• 26 Ekim’de Humeyni her türlü uz-laşmayı ret etti.
• 4 Kasım’da Şah yürüyüş yapanları kurşuna dizdirdi.
• 1978 yılı böyle bitip, yıl 1979’a gelindiğinde;
• 6 Ocak’ta greve gitmiş olan ba-sın, Humeyni’nin emriyle Şah’ın cinayetlerini yazmak için grevi bıraktı.
• 8 Ocak’ta işlenen cinayetler ne-
deniyle Humeyni genel yas ilan etti. Aynı gün Şah’ın askeri ve Başbakan’ı Azhari İran’dan kaçtı.
• 13 Ocak’ta Humeyni tarafından ilk İslam İnkılap Şurası kuruldu.
• 16 Ocak’ta Şah İran’dan kaçtı.• 1 Şubat’ta Humeyni 15 yıllık sür-
günden sonra İran’a döndü.• 5 Şubat’ta Humeyni Mehdi
Bezirgan’ı başbakan olarak atadı.• 11 Şubat’ta inkılap zafere ulaştı.• 1 Nisan 1979’da İran İslam Cum-
huriyeti resmen kuruldu.
Humeyni İran’da değildir: 15 yıl boyunca sürgünde yaşı-yordu ve sadece şah indirildiğinde dönmek istiyordu. Hu-meyni hiçbir şey söylemez: sadece şah’a, rejime, bağımlı-lığa hayır der. Humeyni bir politikacı değildir: bir Humeyni partisi olmayacak, bir Humeyni hükümeti de olmayacak-tır. Humeyni kolektif bir iradenin odak noktasıdır.’
Ocak ‘12 • 27
“Eğer siz hiç günah işlemeseydiniz Allah sizi helâk eder de yerinize günah işleyip sonra da tevbe edecek bir kavim yaratırdı.” (Müslim) buyuruyor Rasullullah(sav).
Biliyoruz ki melekler gibi yaratılmadık. İnsan isyan eder, taşkınlık yapar. Ama tevbe de eder. İşte bu nokta çok önemlidir. Tevbe, ilâhi rahmetin te-cellilerine yol açar. Allah(cc) tevbe suresinin 112. Ayetinde müjdelenenleri sayarken de ilk başta tev-be edenleri zikreder:
“Tevbe edenler, ibadet edenler, hamd edenler, (İslam uğrunda) seyahat edenler, rükû edenler, secde edenler, iyiliği emredenler, kötülükten sa-kındıranlar ve Allah’ın sınırlarını koruyanlar; sen (bütün) mü’minleri müjdele.” (Tevbe Suresi, 112)
Peki her tevbe eden için bu müjde geçerli midir?Asıl tevbe edenler günahlarında bile bile ıs-
rar etmezler
“Yine onlar, çirkin bir iş yaptıkları, yahut ne-fislerine zulmettikleri zaman Allah’ı hatırlayıp hemen günahlarının bağışlanmasını isteyenler -ki Allah’tan başka günahları kim bağışlar- ve bile bile işledikleri (günah) üzerinde ısrar etmeyenlerdir.” (Ali imran 135)
Bu ayetin tefsirinde Elmalılı şöyle der:
“Gerçekte günahları da Gafur (affedici), Rahim olan Allah’tan başka kim bağışlar? Öyle ya, affeden-leri, iyilik yapanları seven şanı büyük Allah’tan çok affetmeye ve bağışlamaya gücü yeten kim düşünü-lebilir? İşte asıl tevbe edenler, herhangi bir günah sonunda derhal Allah’tan utanıp da hemen tevbe ve istiğfar edenler ve yaptıkları günahlarda, bile bile, ısrar etmeyenlerdir.”
Günahta ısrar etmek iki manada kullanılmak-tadır:
1-Günahı tekrarlamak: Israrın kesin manası ‘gü-nahı amelde pişman olmadan tekrarlamak’tır, yani örfçe ‘günaha devam ediyor’ denilmesidir. Günahta ısrar edenin pişman olmayacağı da bellidir.
2-Tövbe ve istiğfar etme azmi olmadan günah işlemek (bir defa bile olsa): Bir rivayette İmam Ba-kır (a.s) şöyle buyuruyor: “Günahta ısrar etmek de-mek insanın günah işleyip istiğfar etmemesi, tövbe etmeye azimli ve kararlı olmaması demektir.”
Bir başka rivayette Resul-ü Ekrem (s.a.v) şöy-le buyurmaktadır: “İstiğfar edenin günahında ısrar yoktur, hatta bir günahı günde yetmiş kere işlese de.”
Bu ve benzeri hadisler, günah işlendikten sonra tövbe ve istiğfar edilmemesine ‘günahta ısrarlı ol-mak’ dendiğini göstermekteler.
GÜNAHTA ISRAR ETMEKŞEYMA NUR EKREN
İSLAMİ KAVRAMLAR
28 • Ocak ‘12
Günahta Israr EtmeninSonuçları
Günahta ısrar etmek ayet ve ri-vayetlerde şiddetle kınanmış ve bazı kötü sonuçları şöyle belirtilmiştir:
1. Günahta ısrar eden kişiye
mağfiret olunmaz ve hidayete erdi-
rilmez.
“Onlar için ister mağfiret dile, is-ter onlar için mağfiret dileme hiç fark etmez! Eğer onlar için yetmiş defa da istiğfar etsen, Allah onları asla bağış-lamayacaktır! Bu, şüphesiz ki onların, Allah’ı ve Resulünü inkar etmeleri sebebiyledir. Allah ise, inkarlarındaki ısrarları yüzünden fasıklar topluluğu-nu hidayete erdirmez.” (Tevbe 80)
2. Günahta ısrar edenler
Allah’ın (cc) “Yazıklar Olsun.” hi-
tabına mazhar olurlar.
Rasulullah (sav) buyuruyor: “Mer-hamet ediniz ki merhamet edilesiniz. Bağışlayın ki bağışlanasınız. Sözü dinleyip de, kendisine sözün tesir et-mediği kişiye yazıklar olsun. Bile bile günaha ısrar edenlere de yazıklar olsun.” (İmam Ahmet)
3. Günahta ısrar edenler zalimlerden olurlar.
Rasulullah (sav) buyuruyor: “Müminin işlediği her günah kalbinde siyah bir nokta meydana getirir. Tevbe edip kötülükten sıyrılarak af dileyince o siyah nokta kalbinden silinir. Eğer günaha günah eklerse siyah noktalar çoğalıp kalbini kaplar.” (Buhari)
4. Günaha devam edenin kalbi mühürlenir.
Rasulullah (sav) buyuruyor: “Günaha devam edenin zamanla kalbi mühürlenir, o artık sevap işle-yemez olur.” (Bezzar,Müsned/Tevbe)
Ayeti kerimede de şöyle buyuruluyor: “Ha-yır hayır! Doğrusu onların kazandıkları günahlar kalplerinin üzerine pas bağlamıştır.” (Mutaffifin 14) 5. Günahlarından tevbe ettiği halde onu işleme-
ye devam eden kimse Rabbi ile alay etmiş olur.
Günahlarında ısrar eden bir kişi, Cenab-ı Hakk’ı ve O’nun Peygamberini (asm) hafife almış
olur. Ayrıca Kurân’ın hükümlerini yerine getirmeyen veya yaptıklarını ısrarla sürdürenler Cenab-ı Hakk’ın azabını da üzerine çeker. Eğer tevbe-ye sarılmazsa bu onu daha da büyük uçurumlara sürükler.
Unutmayalım: Hatada Israr, Helaka SebeptirGünah işledikten sonra, pişman
olunmazsa ve hele günah işlemek tatlı gelirse, günaha ısrar etmek, da-danmak olur. Pişmanlık, tevbenin bir parçasıdır. Küçük günahlar, ısrar edildiği takdirde büyük günaha dö-nüşürler. Küçük günahı küçük gör-mek ve küçük günah işlediğini söy-leyerek övünmek de, büyük günah olur. Büyük günah işlemeye ısrar et-mek de, küfre yani imanın gitmesine sebep olur. Cafer-i Sadık hazretleri;
“Bir hata işlediğiniz zaman istig-far edin, hatada ısrar helak olmaya sebeptir” buyurmuştur.
Bir kimsenin kalbinin karar-mış olmasının alameti, günahlar-
dan, üzüntü duymaması, günahta ısrar etmesidir. İşlediği günahlardan dolayı kalbi o kadar kararır ki, artık nasihat tesir etmez, gafletten uyanmaz. Ata-i Horasani (ra) buyurdu ki:
“Büyüklerimizden birisi, hata ve noksanlarını avucunun içine yazar, avucuna bakıp, hata ve nok-sanlarını görüp hatırlayınca, eli titrerdi.”
Nefs, bir kötülük deposudur. Nefse, günah-lardan kaçmak, ibadet yapmaktan daha güç gelir. Onun için günahtan kaçmak daha sevaptır. İmam-ı Şafii hazretleri buyurdu ki:
“İbret almak istersen, hata sahibi kişilerin akı-betlerine bak da kalbini topla!”
Dolayısıyla küçükte olsa insan her günah işle-dikten sonra hemen tövbe etmeli ve yeniden gü-naha dönmeme kararı almalıdır, zira günahta ısrar etmek ve onu tekrar tekrar yapmak kulu Allah’tan uzaklaştırır, kalbini siyahlaştırır. Bu da insanın töv-be etmesini zorlaştırır. Peki;
Günah işledikten sonra, pişman
olunmazsa ve hele günah işlemek tatlı
gelirse, günaha ısrar etmek, da-
danmak olur. Piş-manlık, tevbenin bir
parçasıdır. Küçük günahlar, ısrar edil-diği takdirde büyük günaha dönüşürler. Küçük günahı küçük
görmek ve küçük günah işlediğini
söyleyerek övünmek de, büyük günah
olur. Büyük günah işlemeye ısrar et-mek de, küfre yani imanın gitmesine
sebep olur.
Ocak ‘12 • 29
Günahta Israr Etmekten Nasıl Kurtulabiliriz?1. Günahta ısrar etmekten
kurtulmanın yolu kime karşı işle-nildiği düşünülmekten geçer.
Günahlardan kurtulmanın en önemli yollarından biri, Cenab-ı Hakk’a olan imanımızı kuvvetlen-dirmektir. Ve O’nun (cc) sürekli bizi gördüğünü ve bildiğini düşünebil-mektir. Zira bazı günahları yapar-ken insanlardan bile çekiniyoruz. Haya ediyoruz. İnsanların görmedi-ği yerleri tercih ediyoruz. Halbuki; asıl utanıp çekineceğimiz Cenab-ı Hakk’tır.
Bilal Bin Sad (ra) bu konuyla il-gili şöyle demiştir; “İşlediğiniz gü-nahın küçüklüğüne bakmayın. Ancak kime karşı işlediğinize bakın.”
2. Günahta ısrar eden kişi Allah’ın (cc) ken-disine şah damarından daha yakın olduğunu bil-melidir.
“Celalim hakkı için, insanı (biz) yarattık ve nef-sinin ona ne vesvese verdiğini biliriz! Çünkü biz, ona şah damarından daha yakınız.” (Kaf 16)
Şah damarı vücuttaki en hayati damarlardır. Onlara bir zarar geldiğinde ölüm ya da felç riski çok yüksektir. O yüzden bu damarlara “Can da-marı” da denmektedir. İşte Ayet-i kerime bize bu misalle şunu izah eder ki; Rabbimiz bize sonsuz derecede yakındır. Kalbimizin en ince ve gizli ar-zularını bilir.
Nasıl ki; güneş bize nihayet derecede uzak-tır. Fakat ışığı ve ısısıyla bizi sarıp sarmalar. İşte Cenab-ı Hak da bizlere güneş misali gibidir. Biz-lerden uzak olmakla birlikte her birimize nihayet derecede yakındır. Bize bizden daha yakındır. En ince yalvarışlarımızı, en saklı arzularımızı bilip ce-vap verir. Onun için Rabbimiz’in her an bizi gör-düğünü, bildiğini düşünürsek, günah işlemekte de ısrar etmeyiz.3. Melaikeler de sürekli bizi görüp yaptıklarımı-
zı kaydetmektedirler.
“O iki kaydedici (melekler her yaptığınızı) kay-dederken (onlar) sağdan ve soldan (her iki tarafı-nızda) oturmakta olan (melekler)dir. (İnsan) hiçbir
söz söylemez ki, mutlaka yanında hazır bir gözetleyici (melek) bulun-masın!” (Kaf 17,18)
Nasıl ki; kamerayla görüntülen-diğini bilen bir kişi hal ve hareket-lerine çeki düzen verir. Üstünü ba-şını düzeltir ve konuşmasına dikkat eder. Öylede, sağımızda ve solumuz-daki melaikelerde bizim için birer kamera görevi görmekteler. Zira her yaptığımızı, hatta her söylediğimizi kaydediyorlar. Ta ki; kıyamet gü-nünde biz unutsak da onlar hatırlat-sın ve “Ben yapmadım, görmedim, söylemedim.” diyenlere birer şahitçi olsunlar.
İşte melaikelerin varlığı da, biz-leri günahlardan uzaklaştırmaya
önemli bir vesiledir.
Sonuç OlarakŞeytan, biz pişman oldukça Allah’ın bizi affe-
deceğini bilmektedir. Bu sebeple bizi usandırmak veya ümitsizliğe düşürmek ister. Kalbimize şüphe ve tereddüt vererek, sürekli günahlara geri döndü-ğümüzü, tevbelerimizin kabul edilmeyeceğini fısıl-dar. Bu oyuna gelmemeliyiz. O ısrar ettikçe biz de ısrar etmeli ve tekrar tekrar tevbe etmeliyiz.
Günah arzusundan kurtulmak zordur. Bu da şeytanın önemli kozlarındandır. Bize günaha karşı koyamayacağımız hissi vererek, arzularımızı gö-zümüzde büyütür. Pes etmemizi ister. Oysa Yüce Rabbimiz hiçbir kuluna kaldırmayacağı yük yüklemez. Emir ve tavsiyelerine uymaya çalı-şan kullarına da kolaylık sağlar. Ebu Muhammed Sehl rh.a., bu konuda şöyle demiştir:
“İnsanda arzu ve isteklerin bulunması fıtratın bir gereğidir. Günaha karşı arzu oluştuğunda insa-nın yapması gereken; kalbiyle halini Mevlâ’ya arz etmek, gelen düşünceyi kötü görmek ve nefsini de devamlı kötü görmeye zorlamaktır.” KAYNAKÇA• İmam Gazali; İhya’u Ulum’id Din / Tevbe• İmam Suyuti; Camiu’s Sağir / Tevbe• Yusuf Kandehlevi, Hayatüs Sahabe • Riyazü’s Salihin / Tevbe• http://tevbeistigfar.com/gunahlarda-israr-eden-bir-kisinin-
tevbesi-kabul-edilir-mi/• http://tevbeistigfar.com/gunahta-israr-etmekten-nasil-
kurtulabiliriz-gunahlari-nasil-terk-edebiliriz/
Şah damarı vücuttaki en hayati damarlar-dır. Onlara bir zarar
geldiğinde ölüm ya da felç riski çok yüksektir. O yüzden bu damarlara “Can
damarı” da denmek-tedir. İşte Ayet-i ke-rime bize bu misalle
şunu izah eder ki; Rabbimiz bize sonsuz
derecede yakındır. Kalbimizin en ince ve gizli arzularını bilir.
30 • Ocak ‘12
KARİKATÜR ANALİZİ
SÛDE KARAMANOĞLU
Haklısınız, daha kayda değeri bulunabilirdi hakkında bir şeyler yaz-
mak için. Ama çoğu zaman hâlimiz bu ağaçtan daha kayda değer
değil. Yakın buldum kendime doğrusunu söylemek gerekirse. Öyle
ki tellere ancak ulaşıyor belki gölgem, bazen bir gölgem dahi yok.
Okulların yıllık meselesi takılıyor şu sıra aklıma. Kim bulmuş, nerden
çıkmış, batı özentisi miymiş değil miymiş, güzel miymiş bilmiyorum
ama çok da mühim değil aslına bakarsınız. Demek istediğim şu
ağaca benzetiyorum kısmen bu meseleyi de. Hatıra mefhumu 30
kişinin vesikalığı ve altına yazılmış çoğunun samimiyeti meçhul ke-
limelerle açıklanıyor zihinlerde. Hâlbuki hatırlamak için bir güzelliği
yıllığın çok daha ötesine gidebilmek mümkünken yine de antika
olan yıllık değil de biz oluyoruz. Biraz hayâl gücü diliyoruz. Çok
çok az olsa da kâfi. Ayakları yere basacak biraz hayâl gücü, telleri
aşacak.
Bir gün olur teller kalkar ama muhtemel ki çok kişinin gölgesi öte-
ye geçmez, geçemez. Kimi tellerin farkında bile değildir. Kimi tel-
ler gitmiş diye sevinir ama telin varlığı da yokluğu da bir olmuştur
onun nazarında, bilmez.
“Köylü milletin efendisidir.” Bu tarz yargı cümleleri vâki olan bir
durum üzerine söylenmeli sanırım. Böyle bir cümleyi duyunca
insan ister istemez. “Hadi canım!”, “Cidden mi!?” gibi ironi te-
melli hayret cümleleri sarf edecektir. Kaçınılmaz geliyor. Köylü-
nün milletin efendisi olduğunu dillendirme ihtiyacı nereden ileri
gelmiş. Sanki içerisinde biraz telaş ve yüklü miktarda emir barın-
dırıyor; rahatının bozulacağından endişe eden insanların telaşını
ve kendinde bu cümleyi sarf edecek gücü bulabilen kişinin oto-
ritesini. Bu sebepten diyorum. Böyle yargı cümleleri bir durum
vâki olsun diye değil de, vâki olan durum üzerine söylense daha
iyi olacaktır. Gönüllerdekini elbette Allah bilir ama gönüldeki bu
ise de dillendirmeden önce iki kez düşünmek faydalı olacaktır
diye düşünmekteyim.
Ocak ‘12 • 31
‘’Allah’ım! Bu yapmacıklık!’’ dedi, ‘’Beni öl-
dürüyor!’’
Fark ettiğinden çok daha fazla çıktı sesi. Zi-
yadesiyle de sert bir tonda üstelik. Hani mesela,
size böyle bağırsa birisi, fena halde gücendire-
bilirdi. Hatta belki, suçlanıp oturduğunuz yere
sinebilirdiniz bile. Öylesine emin ve bir o kadar
aşağılayıcıydı çünkü halleri. Kim olsa gücenir...
Buna rağmen, o yaptıklarından bihaber, muha-
tabının hissettiklerine ilgisiz, devam etti söylen-
melerine;
‘’Şu laflara bakar mısın ya, ne demek bu şim-
di? Bugünlerde herkes de söz sahibi maşallah!
Eskilerin kemikleri sızlıyor olmalı kesinlikle, vah
vah, çok yazık değil mi?’’
Bu kez ağzından akan cümleleriyle birlikte
sakinleşiyordu sesi. İlk siniri geçmiş olmalı. Soru
sorduğu yerde duraksadı bile hatta. Cevap bek-
lemiyordu aslında; ama başını kaldırıp etrafına
baktığında sadece duvarları ve yıllanmış eşyala-
rını görünce sustu yine de. Karşısındakine ko-
nuşma hakkı tanır gibi bir susma. Ya da kendisi-
ne tanıdığı bir düşünme hakkı gibi...
Madden evine döneli birkaç saat olmuştu;
ama manen dönüşü tam bu sırada gerçekleşti
belki de. O anda deminki sesinin duvarlardan
yankılanıp üzerine üzerine geldiğini hayal etti.
Yetmedi, bir de inanıverdi bu hayale. Kendi se-
sine gücendi, suçlandı ve sindi oturduğu yerde.
Sonra, olduğu yerden izlemeye başladı oda-
sındaki cansızlığı. Ona öyle geldi ki, kendi so-
luklarını da duymasa, zamanın durduğuna dahi
inanabilir şimdi. Raflarda yıllanmaya bırakılmış
tozlu kitapları; onlardan daha fazla yer etmiş,
sıra sıra dizili filmleri; hemen yanındaki sönük
televizyon; kim bilir ne zamandır dinlemediği
radyo ve senelerdir kullandığı diğer tüm eşya-
lar... Hepsi zamanın durduğunu kanıtlamak is-
ter gibi hareketsiz, her zaman oldukları yerde,
her zamanki gibi hissiz, ruhsuz... Bütün cansız-
lıklarıyla gözüne batıyorlardı bir de üstüne üst-
lük. Bu kadarı da fazla! Canı sıkıldı.
İyi ki perde aralığından içeri sızan ışıkta
sallanıp duran, haşarı toz tanecikleri var. En
azından. Odaya hareket katan toz tanecikleri.
Annem tahammül edemezdi bu tozlara oysa.
Caddenin kenarına konuşlanmış evimizi, ce-
viz mobilyalarımızın her bir köşesini tozlardan
uzak tutmak için bitmek bilmeyen temizliklere
kalkışırdı. Çok da yorulurdu eminim, ama bu
yorgunluk anne elinden çıkmış akşam yemeği
ÖYLEYSE YOKUMMELTEM GÜLEÇ
ÖYKÜ
32 • Ocak ‘12
lezzetinden elbette ki hiç eksiltmezdi. Annemin
elleri evin her yerine uzanmış, her metrekaresini
kuşatmış gibiydi. Ve biz bu kuşatmadan, tarihte
hiç olunmadığı kadar memnun olan bir halktık.
İyi ki gece geliyor ve bölüyor gündüzlerimi.
Zaman kendi rengiyle de olsa boyayıp günleri-
mi, ahenk katıyor bana. Gece siyah. Olsun, si-
yah da bir renk. Benim rengim değil belki, ama
bana desen veriyor ve düzenliyor beni yine de.
Kız kardeşim korkardı gecenin karanlığından,
ne garip. Beni şimdi mutlu eden ve bana huzur
veren bu siyah, ona kaçacak delik aratırdı adeta.
O da bu deliği uykunun derinliklerinde bulurdu.
Gece herkes uyuduğunda hala uyanık olmaktan
korkması hep bu yüzden. Belki de gece sadece
diğer korkularımızı gün yüzüne çıkaracak kadar
sakin olduğu için korkunçtu. Onun için. Bense
geceyi hep sevdim.
İyi ki film izlemeyi seviyorum. Onlar benin
dünyamdaki en başarılı sanal hayat kurucuları
çünkü. İçinde gerçeğimden eser olmayan yeni
bir dünya kurmama yardım ediyorlar bir şekilde.
Ben sahnelerden bir hayal oluyorum, filmden
bir karakter. En sevdiğim adamı seçip onun en
yakın arkadaşıymış gibi davranıyorum. Acılarına
ortak olabiliyorum böylece, esprilerine kahkaha
atıyorum avazım çıktığı kadar. Bunu babam öğ-
retti bana. Hiçbir zaman abim kadar iyi bir kitap
kurdu olamayacağımı anlayınca, babam kadar
iyi bir film izleyicisi oldum ben de. Kendimden
vazgeçip filme başka biri gibi dâhil olarak. Baş-
ka birinin hayatını yaşayarak iki saatliğine.
Dolayısıyla tahmin etmesi kolay olmalı ki; si-
nemalar büyüler beni. Ama ışıklar yandığında
o salondan gerçeğe çıkmaktan ve filme dair
içimde dolup taşan ne varsa birine anlatamayıp
içimde patlatmaktan nefret ediyorum. Bezen
kelimeler yetersiz kalıyor, bazen ben, bazen
-varsa- karşımdaki. Bu yüzden sevmiyorum sine-
maya gitmeyi. Büyülü bir nefret benimkisi.
Bu film sevgime yüklüyorum bazen kargaşa-
larımı da. Hikâyelere bu kadar dâhil olabilmemi
mesela, gerçek hayatıma bu kadar dışarıdan ba-
kabilmemi. Özellikle yolculuk anlarımda kafam
bir kameraya dönüşüyor, bense tam anlamıyla
bir film seti oluveriyorum. Kendilerinden haber-
siz amatör oyuncular dolduruyor kadrajımı. Her
biri kendi filminin başrolündeyken yine de çe-
kingen adımlar atanlar çıkıyor aralarından. Ga-
ripsememek elde değil.
‘’Bir yeni mail alındı!’’
İyi ki perde aralığından içeri sızan ışıkta sallanıp duran, haşarı toz
tanecikleri var. En azından. Odaya hareket katan toz tanecikleri. An-
nem tahammül edemezdi bu tozlara oysa. Caddenin kenarına konuşlan-mış evimizi, ceviz mobilyalarımızın
her bir köşesini tozlardan uzak tutmak için bitmek bilmeyen temiz-liklere kalkışırdı. Çok da yorulurdu
eminim, ama bu yorgunluk anne elinden çıkmış akşam yemeği lezze-
tinden elbette ki hiç eksiltmezdi.
Ocak ‘12 • 33
Ve keşke teknolojik hastalıklarım bu kadar
ani bölmese düşüncelerimi. Her seferinde ani-
den nüksederek. Aklımdakileri sonuna kadar
serbest bırakıp zihnimde oradan oraya sıçrala-
malara izin verdiğim nadir zamanlarımda hele.
Böyle değildim ben.
Ailem de bu kadar uzakta değildi. Abim ve
kızkardeşim başka insanlar değildi. Biz vardık
ve biz başka zamirlere ihtiyaç duymazdık. Şimdi
bakıyorum, başka insanlar bile olmuşuz.
Ve bunların hepsi sinip kaldığım bu yerden
görüş alanıma giren, perde aralığından içeri sız-
mış ışıkta sallanıp duran, haşarı toz tanecikleri-
ne asılı kalmış düşünceler sadece.
Hala toz tanecikleri var.
Hala gece geliyor gündüzlerin ardından.
Hala film izlemeyi seviyorum ben.
En azından.
Bir yerden sonra düşünmeyi bırakmak ge-
rektiğini biliyorum. Denedim ve sonunu gö-
remedim çünkü düşüncelerimin. Daha ileriye
gitmekten de korktum düşünürken. Düşünür-
ken düşmekten. Bu benim de sonum olabilir ve
ben... Tek başımayım. Her gün onlarca insanla
karşılaşan, bir o kadarıyla telefonlaşan, teşek-
kürleşen, kibar ve kalıplaşmış cümleler kuran,
dili damağına yapışana kadar susmayan, semi-
nerlerden seminerlere koşan üst düzey yöneti-
ci. Bir laptop karşısına yapışık yaşadıktan son-
ra! Düşüncelerimi başkalarının zihnine hafifçe
bırakmak yerine ıssız evdeki toz taneciklerine
astıktan sonra! Ve gerçek hislerimi basıp dur-
duğum tuşlarda, söyleyip durduğum sözlerde,
görüp durduğum yerlerde değil de, sadece
geçmişte bulduktan sonra! Sadece yalnız değil,
kalabalık bir yalnızım. Gürültülü ve huzursuz bir
yalnızlık benimki.
Bu yüzden bazen gerçekten düşünmeyi bı-
rakmak gerekiyor.
Yemek hazırlamaya başladığımda odamı ve
kafamı en azından bir şarkı doldursun istiyorum.
Son yıllarda edindiğim bir alışkanlık bu aslında.
Defalarca başa sararak şarkılar dinliyorum bıka-
na kadar, tekrar tekrar aynı filmleri izliyorum
replikleri ezberleyene kadar ve yazıları baştan
okuyorum büyüsünü kaçırana kadar. Sevdikleri-
mi tüketiyorum seve seve, ama bir şeyleri tüket-
miş olmaktan nefret ediyorum her seferinde.
Odamı dolduruyor son günlerimin şarkısı bu
arada. Mutfağımda bir erkek sesi var şimdi, rit-
mine dikkat ederek konuşuyor, derdini anlatıyor
bir şekilde. Bir yerden sonra, soliste eşlik ederek
‘’Bir yeni mail alındı!’’Ve keşke teknolojik hastalıklarım bu kadar ani bölmese düşüncelerimi. Her seferinde aniden nüksederek. Aklımdakileri sonuna kadar serbest bırakıp zihnimde oradan oraya sıçralamalara izin verdiğim nadir zamanla-rımda hele. Böyle değildim ben.
34 • Ocak ‘12
şarkının yapay neşesinden nemalanmayı deni-
yorum, sesim yine ayarsız bir fazlalıkta olduğu
halde hem de, aldırmadan. Şarkı dağılıyor ağ-
zımda, bense gaz moleküllerine dönüşüp cam-
dan kaçacak oluyorum neredeyse.
Telefon çalıyor zırıl zırıl. Marulları yıkamaya
başlamıştım oysa, ellerimi üzerime silip koşu-
yorum telefona. Ah, sadece bir mesaj. Önem-
li değilmiş bile, okumadan kapatılacak cinsten
hatta. Acaba diğer gsm operatörleri de kullanı-
cılarını bu kadar sık rahatsız ediyor mudur ki?
Anlık ümitler vererek mesela? Neyse.
Yemek yerken yapılacak en uygun iş televiz-
yon izlemek. Çünkü yemek yerken ellerinizi bu
iş için kullanmanız gerekir ve yapılan eylemi sek-
teye uğratmamak için lapt... Televizyon açıldı
bile, aniden böler teknoloji insan düşüncelerini
işte böyle, tamamlatmadan cümleleri dahi. Her
zaman. Herkesin çok övdüğü o dizi var şu anda
ekranlarda. Kahkahalar atarak izlenip keyfi ye-
rine getirebilir. Çok sıkarsa da yemek boyunca
tahammül edip, sonrasında internet âlemine
dalabilir, başkalarının neler yaptığına bakabilir
kişi. Ve işte istediğini yaptığın, bol seçenekli, öz-
gür hayat!
Dizi orta halli, içimden onlarca eleştiri savur-
dum ama ekrana karşı yine de. Geri durmadım
eleştirmekten. Düşünmeden eleştirmekten hem
de. Düşünmediğim kadar hafifim sanki yaşar-
ken.
Bundan sonra da aylar önce arkadaşlarımın
zoruyla kaydolduğum, ama zamanla hayatım-
da büyük yer tutmasına da mani olamadığım
sosyal paylaşım ağına çevirdim yüzümü. İlko-
kul arkadaşımın o anda nerede olduğunu öğ-
rendim. Lisedeyken aramızdan su sızmayan şu
arkadaşımın doğum günü olduğunu fark ettim
fotoğraflarından. Bir zamanlar hummalı hazır-
lıklarıma sebep olan o gün, işte bugünmüş. He-
men birkaç cümlelik bir doğum günü mesajı ifşa
ettim ortalığa, ‘’En yakın zamanda görüşelim!’’
demeyi ihmal etmeden. Bir işi daha halletmiş
olmanın rahatlığıyla devam ettim işime. Birkaç
benzer doğum günü tebriği daha yazıp bir şiir
okudum, bugün ben dışarıdayken hiç dikkatimi
çekememiş sonbahar yapraklarına dair. Beğen-
dim şiiri, sonbahar yapraklarını beğenemediğim
kadar.
Ardından gelen duygusallığımı atmak için-
se birkaç komik yazı bulup keyiflendim. Bütün
duygularımı surat mimiklerimle ifade ederim.
Bütün ifadeleri laptop ekranına altyazı geçtim.
Ben dâhil kimsenin fark etmeyeceği ayrıntılar
oluverdi hissettiklerim.
Vakit geç olmuştu.
‘’İyi geceler herkese!’’ yazdım. Eskiden söy-
lerdim.
Gecenin sessizliğine sessizliğimden ekledim
ardından. Sosyal ağlara takılıp düştüm yatağı-
ma bugün de. Gece renginden örttü üstüme ve
ben kapadım kameramın merceklerini.
Sanalda, boşalttığım yeri o sıralarda gün do-
ğan bir memleketten bambaşka biri doldurdu
herhalde. Belki yokluğum hiç hissedilmedi bile.
Düşünmedim.
Ocak ‘12 • 35
Mevdudi ile Hayali RöportajABDULVAHİD SİPAHİOĞLU
1- Meselemiz Müslüman-
lığın nasıl tamam olabileceği
meselesi. Öncelikle bununla
ilgili Kuran ve sünnette nasıl
bir bakış açısı bulabiliriz?
Hak Teala Kuran’ı Kerim’de
buyurmuştur: De ki: Benim na-
mazım da ibadet yollarım da ya-
şayışım da ölümüm de âlemlerin
Rabbi Allah içindir. O’nun ortağı
yoktur. Ben böyle bir emir aldım
ve ben Müslümanların ilkiyim.
(En’am 162-163) Bu ayetin-i ce-
lilenin şerh ve açıklamasında Hz
Peygamber (sav) şöyle buyur-
muşlardır: Her kim severse Allah
için sevecek, her kim de düş-
manlık ederse Allah için edecek,
her kim de bir şey verecek olursa
Allah için verecek, her kim de bir
şeyden birini men edecek olursa
Allah için edecek. Böyle yapan
kimse, imanını kemale erdirmiş
olur. Yani böyle kimse kâmil bir
mümindir.
2- Bu ayetleri ve Hz.
Peygamber’in sözünü nasıl
anlamak gerekir?
Birinci ayet-i kerimeden an-
laşıldığına göre İslam ve imanın
icabı şudur ki: insan kendi var-
lığını yaşayışını ölümünü ve her
şeyini Allah için, yalnız Allah
için düşünecektir. Ortağı bulun-
mayan Allah için düşünecektir.
Böyle düşünürken, Allah’ın yanı
başında herhangi başka bir hu-
sus düşünmeyecektir. Yani ne
kulluk bakımından başka birisi
göz önünde bulundurulacaktır,
ne de yaşayış ve ne ölüm bakı-
mından.
3- Buradan hareketle Müs-
lüman oluşu nasıl tanımlıyor
ve tarif ediyorsunuz?
Müslümanlık da iki çeşittir.
Tam Müslümanlık ve buçuklu
Müslümanlıktır. Bir kısım Müs-
lümanlı vardır ki, Hak Teala’nın
vahdaniyetine ve Resul-i
Ekrem’in (sav) peygamberliğine
ikrar verir ve din itibariyle İsla-
miyeti kendi dini seçmiş olur.
Fakat bu kimse, bu dinini yaşayı-
şının bir cüz’ü olarak kabul eder.
Yaşayışın bir dalı diye düşünür.
Bu muayyen cüz ve bu muay-
Hayali röportajlarda bu ay konuğumuz Ebu Ala El Mevdudi. Pakistanlı mütefekkir ve dava adamı
Mevdudi’yi daha önce de konuk etmiştik. Bu ay da kendisinin Hitabeler adıyla derlenen kitabı veya
başka bir ifadeyle hutbelerinden bu ay ikinci röportajımızı yapmış olduk. Kendisiyle ‘tam’ ve ‘buçuk’
Müslümanları konuştuk. Röportajımızın merkezinde ise En’am Suresinin 162-163 ayetleri bulunuyor.
Üstad bu ayetlerden hareketle tekraren ve tekraren kulak vermemiz gereken uyarılarını sıralıyor ve
Müslüman oluşun asli şekline dair bize son derece pratik noktaları işaret ediyor.
Bizler yaşadığımız hayat itibariyle yaptığımız işleri hangi merciye havale ediyoruz veya bunların bir karşı-
lığı olup olmadığını düşünüyor muyuz? Hayatın içerisinde dinin müdahalesine açık bıraktığımız veya bir
başka söyleyişle dine teslim ettiğimiz kısım ne kadardır? Bu sorulara elbette doğru cevabı bulmalı ve o
cevapla amel etme gayreti içerisinde olmalıyız. Üstad Mevdudi bu sorulara cevap mahiyetinde önemli
ip uçlarını bizlerle paylaşıyor. İstifadelerinize sunuyoruz….
HAYALİ RÖPORTAJ
36 • Ocak ‘12
yen dal, İslam inançlarının yanı
başında bazı ibadetler; mesela
tesbih çekmek, namaz kılmak
bazen Hak Teala’yı hatırlamak,
bazı yemeklerde içmeklerde,
bazı işte güçte men edilmiş bu-
lunan hususlardan çekinmek
ve bazı dini hususlarda az çok
bağlı bulunmaktır. Bütün (tam)
Müslüman ise bütün şahsiyetini
kendini ve her şeyi İslam ve inan-
cı için vermiş kimsedir. Onun
bütün hususiyetleri ve her şeyi
Müslümanlık içinde yoğrulmuş-
tur. Baba ise Müslüman vasfı
ile babadır. Oğul ise Müslüman
vasfı ile oğuldur. Koca ise yahut
da hanım ise Müslüman vasfı ile
kocadır veya hanımdır. Tüccar
ise, arazi sahibi ise, çiftçi ise,
sanatkâr ise, işçi ise Müslüman
vasfı iledir.
4- Buçuk Müslümanlar
olarak nitelendirdiğiniz kim-
selerin hallerindeki eksikliği
biraz daha açacak olursak ne
ilave edebiliriz?
Fakat kendileri hakkında say-
dığımız bu meseleler hariç bu
kimselerin yaşayışının her cep-
hesi iman icabından ve Müslü-
manlık gereklerinden uzaktır.
Birine karşı sevgi beslerlerse, ya
kendi nefsâni isteklerinden dola-
yı yahut da menfaat icabı veya
mesela arazi ortaklığı, hemşeri-
lik veya buna benzer hususlar
için sevgi beslerler, düşmanlık
etseler hatta savaşa dahi girse-
ler yine bunlar gibi herhangi bir
dünyevi ve nefsâni meseleden
dolayı savaşmışlardır ya da düş-
manlık etmişlerdir. Bu kimselerin
bütün işi gücü, alışı verişi, bütün
ilgilendiği hususlar, çoluk çocuk
meseleleri aile meseleleri, top-
lum meseleleri düşüp kalktıkları,
konuşup görüştükleri kimselerle
olan ilgileri ve her şeyleri tama-
men hak rızası ile ilgisi olmayan
hususlardır. Din ile alış verişi ol-
mayan dünyevi meselelerdir.
5- Peki diyebilir miyiz ki
bunlar bu halleriyle kimseye
zararı dokunmaz ve kendi
başlarınadır da yaşadıkları
din yalnız onları ilgilendirir?
Müslümanlık gerilemiş ve bo-
zulmuş ise bu gibilerin sayesin-
de bozulmuş ve gerilemiştir. Bu
gibi Müslümanların teşkil ettikle-
ri topluluk ve sözde Müslüman
camia neticesindedir ki yaşayış
nizamı küfrün yularına bırakıl-
mıştır. Bugün toplumumuzda
yaşanan sapıklılıklara esir olmuş-
lar ve az bir dini serbestlikle ikti-
fa etmişlerdir.
6- Buna karşılık tam Müs-
lümanın hâlini nasıl tarif ede-
biliriz?
Böyle bir kimsenin bütün
zevkleri, bütün hoşlandığı husus-
lar bütün düşüncesi tasavvurları,
sevgi beslemesi, rağbet göster-
mesi, sevmemesi, nefret etmesi
her şeyi ve her şeyi Müslümanlık
içindir. Bu kimsenin kalbi de ka-
fası da beyni de gözleri de ku-
lakları da karnı da edep yerleri
de elleri de ayakları da cismi de
canı da her şeyi İslam’ın hük-
mü altındadır. Onun ne sevgisi
İslam’dan azade olur ne de düş-
manlığı. Birisi ile ahbaplık eder
de yakınlık gösterirse İslam için
gösterecek, birine karşı düşman-
lık beslerse savaşırsa yine İslam
için düşmanlık besler ve savaşır.
Bir şeyin yapılmasını men etmek
isterse İslam’ın iktizası içi men
edecektir.
Ocak ‘12 • 37
KİTAP-FİLM TANITIMI AYŞENUR AKSU
MUSTAFA KUTLU/ AKASYA VE MANDOLİNYazar Mustafa Kutlu’yu hikâyelerinden hatırlayacaksınız. Okuyup öy-
külerin her birinden ayrı ayrı lezzet almışsınızdır. Bu sefer deneme tar-
zında eseriyle karşımıza çıkıyor ve bizlere âşığı olduğumuz İstanbul’u
hakkını vererek tanıtıyor. Yazar daha çok gezi gözlemlerinden, sosyal
ve kültürel değişimimizden söz ediyor. Dilinin sadeliği ve akıcılığı bık-
madan okumanızı sağlayacak.
AHMET BULUT/NAMAZ DİRİLİŞE ÇAĞRIYaşadığımız çağın sorunlarının en temelini oluşturan îman ve bunun
sonucunda amellere iyi hallerin yansıyamama durumu ahlâkı ve iba-
detleri olumsuz yönde etkiliyor. Namaza bağlılık, namaza saygı ve
sevgi gitgide yok oluyor. Kılınan namazalarda ise hûşû yitiriliyor. Bu
kitap Allah’ın izniyle namaza gerektiği kıymeti verebilmenizi, Ahmet
Bulut’un tatlı üslûbu ise bir okuyuşta bitirmenizi sağlayacak.
KEMAL ÖZER/DECCAL TABAKTAYediklerimizin helal olduğundan bir nebze emîn olduğumuzu var-
saysak bile temiz olanlardan ne kadar yiyoruz? Ya da yediklerimizin
temiz olmasına ne kadar dikkat ediyoruz? Dışarıdan satın aldığımız
birçok yiyeceğin içeriğinden haberdar değiliz fakat Yüce Rabb’imiz
bunlardan da hesaba çekecek ve biz bunlara da dikkat etmek duru-
mundayız. Tohumlarımız genetikleriyle oynanarak bambaşka gıdala-
ra dönüştürülüyor ve bizlerin organizma’dan mekanizma’ya dönüş-
mesi hedef alınıyor. Sağlık ve Gıda Güvenliği Hareketi Derneği Genel
Başkanı Kemal Özer bu durumu çok güzel bir şekilde kaleme almış
ve bizleri aydınlatmış.
SİBEL ERASLAN/SİRET-İ MERYEMSibel Eraslan cennet kadınlarının sultanı olarak tabir etmiş Hz.
Meryem’i. Hz. İsa bizlerin ve Hristiyanların peygamber kabul ettiği
yalnız bu kabul edişte çok farklılıklar barındıran biri ve Hz. Meryem
ise onun temiz pak anneciği. Hz. Meryem’i bir de Sibel Eraslan’dan
okuyun. Anlatıcılığındaki edebî üslûbu kitap kurtlarının tercih edeceği
cinsten.
38 • Ocak ‘12
HOTEL RWANDARuanda’da 1994 yılında 800 bin Tutsi ve Hutu’nun kat-
ledilmesini konu alan filmin yönetmenliğini Terry George
yapmıştır. Filmin büyük bir bölümü Güney Afrika’da çekil-
miştir. Kendisi Hutu, eşi Tutsi olan otel müdürü, katliam
sonrasında zulüm görmüş insanları otelinde barındırmış
ve birçok bürokratla işbirliği yaparak insanları korumuş-
tur. Bunları yaparken Birleşmiş Milletler’in hiçbir yardımını
görememiştir. 1200 kadar mülteciyi otelinde saklayarak
korumuş ve film bu topluluğun Tanzaya’ya doğru hareket-
leriyle son bulmuştur.
CENNETİN ÇOCUKLARIChildren of heaven ismiyle gösterime sunulmuş 97 yapı-
mı, İran’lı yönetmen MajidMajidi’nin çekimlerini Tahran’da
gerçekleştirdiği bir İran filmi. Fakir bir ailenin iki çocuğu
olan Zehra ve Ali, bir ayakkabıyı beraber kullanmak zorun-
da kalırlar. Ali okullar arası bir koşu yarışmasında, üçün-
cüye ayakkabı verildiğini duyunca bu yarışmaya katılır ve
kardeşine ayakkabıyı hediye etmek ister. Maalesef ki birin-
ci olur. Bu dramatik ve dokunaklı filmi gözleriniz dolarak
izleyeceksiniz.
ÖLÜ OZANLAR DERNEĞİÜlkemizde dahi yayınevlerine, kafelere isim olan bir sloga-
nın (carpe diem – anı yakala) geçtiği bu film, 1959 yılını
anlatmakta olup, John Keating adlı çok başarılı ve bir o
kadar da farklı olan edebiyat öğretmeninin çok disiplinli bir
erkek okulu olan Welton Acadamy’de öğretmenlik yapma-
ya geldiğinde başlar. Bay Keating, çoğu baskı altında olan
öğrencileri edebiyat ve şiirin bambaşka dünyasıyla tanıştı-
rır. Onlara özgürlüğü, hayatı yeniden anlamayı, dünyaya
farklı açılardan bakmayı öğretir. Ancak Welton Akademi-
sinin felsefesine tam örtüşmeyen bu ders anlatımı akade-
mi yönetimi tarafından da gözden kaçmayacaktır. Okul
müdürü Bay Nolan, yeni edebiyat öğretmenini, öğrenci-
lerinden birinin intiharı üzerine, sorumlu görmüştür. Bunu
bahane ederek edebiyat öğretmeni Bay Keating’i okuldan
ayrılmaya zorlamıştır, fakat bu ayrılığa onu anlayan öğren-
cilerinin verdiği tepki Bay Nolan’ı hayatı boyunca yaşadığı
belki de en utanç duyacağı anına sürükler ve film biter.
Ocak ‘12 • 39
OLAYLAR1955’ten itibaren
Demokrat Parti hükü-meti gittikçe zorlaşan bir ekonomik durum-la karşı karşıya kalmış ve özellikle yüksek enflasyon nedeniyle hayat standardı düşen kesimin güvenini kay-betmiştir; muhalefeti susturma çabaları ise basının, aydınların ve öğ-rencilerin de Demokrat Parti’den soğumasına yol açmıştır. Örneğin Alman Dışişleri’nin bir raporu-na göre daha olaylardan 15 gün evvel, muhalefeti kontrol amacıyla 7 Eylül 1955 günü İstanbul, An-kara ve İzmir’de sıkıyönetim ilan edilmesine karar verilmiştir. 1956 yılında muhalefeti baskı altına al-mak için Basın ve Toplantı Yasası’na getirilen kısıt-lamalar da büyük oranda 6-7 Eylül olaylarına sebep olarak gösterilmiştir. Ekonomik koşullar zorlaştık-ça hükümetin azınlıklara karşı politikası da değişir ve ilişkiler gerginleşir.
Kıbrıs Türkleri’ne yapılan baskılar, 1955 yı-lında Türkiye kamuoyunun gündeminin büyük bir kısmını oluşturmaktadır. O dönem Türkiye’de en çok satan gazete olan Hürriyet’te İstanbul’daki Rum azınlığın aralarında para toplayarak Kıbrıs Rumları’nın ENOSİS çetelerine gönderdiği ile ilgili bir haber çıkmıştır. Dışişleri yetkilileri Londra’da Kıbrıs görüşmelerine devam ederken, Atatürk’ün Selanik’teki evinde bir bomba patlamasıyla ilgili haber 6 Eylül 1955 günü saat 13.00 haberlerinde radyoda yayımlanır. (Atatürk’ün Selanik’teki evine bomba attığı iddia edilen Selanik Üniversitesi Siya-sal Bilgileri öğrencisi Oktay Engin daha sonra gıya-bında mahkûm edilmiştir. Oktay Engin, 22 Şubat 1992 - 18 Eylül 1993 tarihleri arasında Nevşehir
Valiliğine getirilmiştir.)Bunun üzerine,
“Atamızın evi bom-balandı” manşetiyle ikinci baskı yapan İs-tanbul Ekspres gazetesi genelde tirajı 20.000 civarında olduğu hal-de 6 Eylül’de 290.000 basmış ve o dönemde kurulmuş olan Kıbrıs
Türktür Derneği üyelerince bütün İstanbul’da satıl-maya ve halkı galeyana getirmek üzere kullanılma-ya başlanmıştır.
Aynı baskıda Kıbrıs Türktür Derneği genel sek-reteri Kamil Önal “Mukaddesata el uzatanlara bunu çok pahalıya ödeteceğiz, ödeteceğimizi alenen söy-lemekte de bir mahzur görmüyoruz.” diye yazmış-tır.
Kıbrıs Türktür Cemiyeti’nin önayak olması ve diğer gençlik örgütleri, meslek kuruluşları, DP teş-kilatı bazı resmi ve gayri resmi makamların telkin ve teşvikiyle yerel halk ve şehre dışarıdan getirilmiş olan kitlelerce 6 Eylül akşamı Cumhuriyet tarihin-de görülmemiş bir yağma ve yıkım eylemi gerçek-leştirir.
İlk saldırı saat 19.00 sıralarında Şişli’deki Haylayf Pastanesi’ne yapılır. Ardından şehrin her tarafından gelen insanlarla büyüyen kalabalık Kumkapı, Samatya, Yedikule, Beyoğlu’na geçe-rek gayrimüslimlerin toplu olarak yaşadığı birçok semtte önce Rumların, ardından da Ermeni, Yahudi ve hatta “yanlışlıkla” bazı Türklerin dükkânlarına saldırarak yağmaya başlar. İstanbul’daki Rum azın-lığın ev, işyeri ve ibadet yerlerine yönelik bu saldı-rılarda emniyet olaylara karşı pek müdahale etmez. Rum vatandaşların adresleri hakkında önceden bilgi sahibi olan, yirmi-otuz kişilik organize grup-
6-7 EYLÜL OLAYLARIMUHAMMET TUTKUN
TARİH DEFTERİ
40 • Ocak ‘12
ların kent içinden olayların yaşandığı yerlere ulaşımı özel arabalar, taksi ve kamyonların yanı sıra otobüs, vapur gibi araçlar yardımıyla sağlanır. 7 Ey-lül sabahına kadar süren saldırılarda aralarında kilise ve havraların da bu-lunduğu 5.000’den fazla bina tahrip edildi ve milyonlarca dolarlık mal so-kaklara saçılıp, yağmalanmıştır.
İstanbul’un her yerinde yağmalar aynı yöntemle yapıldı. Dükkânlara saldıranlar önce vitrinleri taşlayarak kırdılar ya da demir parmaklıkları kaynak makineleri ve tel makasları yardımıyla açtılar, ardından içerideki alet ve makineleri dışarı çıkararak pa-ramparça ettiler.
Olaylar sırasında kiliselerin için-deki kutsal resimler, haçlar, ikonalar ve diğer kutsal eşyalar tahrip edildi-ği gibi, İstanbul’da bulunan 73 Rum Ortodoks kilisesinin tamamı ateşe verilmiştir.
Diğer şehirlerden gelen yağma-cılar geri dönmek üzere Haydar-paşa İstasyonu’na geldiklerinde, üzerlerinde yağmaladıkları mallarla yakalanmışlardır. Bunların büyük bir bölümünün başka şehirlerden getirildiği ortaya çıkmıştır. (örne-ğin Sivas’tan 145, Trabzon’dan 117, Kastamonu’dan 116, Erzincan’dan 111 kişinin geldiği ortaya çıkmıştır.)
HASARLARTürk basınına göre 11 kişi, bazı
Yunan kaynaklarına göre 15 kişi öl-dürülmüştür. Bazı araştırmacılara göre ölü sayısının az olmasının sebebi gruplara “ölü olmasın” emri verilmesidir. Resmî rakamlara göre 30 kişi, gayri resmi rakamlara göre 300 kişi yaralanmıştır. Resmi rakamlara göre 60 olan tecavüze uğrayan ve utan-malarından veya korkmalarından dolayı şikayette bulunamayan kadın sayısının 400’e yakın olduğu tahmin edilmektedir.
4.214 ev, 1.004 işyeri, 73 kilise, bir sinagog, iki manastır, 26 okul ile aralarında fabrika, otel gibi yerlerin bulunduğu 5.317 mekân saldırıya uğramıştır.
Maddi hasarın, o günün değerine göre 150 milyon - 1 milyar Türk Lira-sı arasında olduğu tahmin edilmekte-dir. Demokrat Parti hükümeti zarara uğrayıp tescil ettirenlere toplam 60 milyon Türk Lirası civarında tazminat ödemiştir.
Zamanın bazı gazetelerine göre “Asıl suçlu, Türkleri provoke eden Rumlardır”. Halbuki 6-7 Eylül olay-larının sadece Kıbrıs’la ilgili olarak Rumlara yapılmış bir misilleme ol-madığının kanıtlarından birisi, tahrip edilen işyerlerinin sadece yüzde 59’u Rumlara aitken, kalan yüzde 17’sinin Ermenilere, yüzde 12’sinin Yahudile-re ait olması, hatta Müslüman olmuş Beyaz Ruslara ait mekânların bile sal-dırıya uğramasıdır.
OLAY SONRASIOlayların başladığı saatlerde
İstanbul’da olan başbakan Adnan Menderes saldırıların kontrol edile-memesi üzerine Sapanca’dan çağrılır ve sıkıyönetim ilan edilir. Olaylarla il-gili olarak önce 3.151 kişi tutuklandı. Sonradan bu sayı 5.104’e yükseldi.
10 Eylül 1955 günü dönemin İçişleri Bakanı istifa etti. Başlangıç-ta soruşturmalar Kıbrıs Türktür Ce-miyeti ve gençlik örgütleri etrafında
yoğunlaşan ve o günlerde ilan edilen sıkıyönetim savcıları tarafından yapılan ilk soruşturma ve yar-gılamalar, daha sonra DP iktidarının bastırması so-nucunda komünistler suçlanmıştır. Aralarında Aziz Nesin, Nihat Sargın, Kemal Tahir, Asım Bezirci, Ha-san İzzettin Dinamo ve Hulusi Dosdoğru’nun bu-lunduğu kişiler ile ölmüş dört kişi hakkında dava açıldı. Tutukluların çoğu Aralık 1955’te serbest bırakıldı. Bunun en önemli nedenlerinden biri,
Zamanın bazı ga-zetelerine göre
“Asıl suçlu, Türkleri provoke eden Rum-lardır”. Halbuki 6-7
Eylül olaylarının sadece Kıbrıs’la
ilgili olarak Rum-lara yapılmış bir
misilleme olmadı-ğının kanıtlarından birisi, tahrip edilen işyerlerinin sadece
yüzde 59’u Rumlara aitken, kalan yüzde 17’sinin Ermenilere, yüzde 12’sinin Ya-hudilere ait olması,
hatta Müslüman olmuş Beyaz Rus-lara ait mekânların bile saldırıya uğra-
masıdır.
Ocak ‘12 • 41
muhalefet lideri İsmet İnönü’nün, hükümeti ağır bir dille eleştiren ve gerçek suçluları takip yerine suç-suz vatandaşlara işkenceyle suçla-yan konuşmasıdır. Dava beraatla sonuçlanmıştır. Kısa süre sonra Kıbrıs Türktür Cemiyeti de ka-patılır. 1960 darbesinden sonra, bu olaylar Yassıada yargılamaları-nın gündemine oturdu. 27 Mayıs darbesinden sonra darbeciler ta-rafından organize edilen Yassıa-da yargılamalarında olayların DP hükümetinin başbakanı Adnan Menderes’in provokasyonu sonu-cu kontrolden çıktığı iddia edildi ve cunta mahkemesi Demokrat Parti yönetimini 6-7 Eylül olayları nedeniyle de cezalandırılmıştır.
Bazı araştırmacılara göre Kıbrıs Türktür Cemi-yeti Başkanı Hikmet Bil ve üyeleri cezaevine girdi. Ama “Ya bizi serbest bırakırsınız ya da biz bazı şey-leri ifşa ederiz” deyince serbest bırakıldılar. Olaylar halkın üzerine kaldı. Çünkü mahkemede, “Türk milleti galeyana geldi, olayları gerçekleştirdi” de-nildi. Mahkeme sonucunda kimse ceza almadı. Olay hakkında ikinci dava ise Yassıada’da görüldü. Menderes ve hükümet üyeleri bu konuda yargılan-dı. Bu davada da olaylar sadece hükümet üyeleri ve özellikle de Menderes’in üzerine yıkıldı. Men-deres, defalarca MEH(milli emniyet hizmeti) yani MİT Başkanı’nın mahkemeye çağrılmasını istedi. Ama bu çağrı kişilerce hep reddedildi. Bu sebeple olaylar aydınlatılamadı.
Olayların ardından, Türkiye’de yaşayan binlerce Rum Türkiye’den göç etti. Rum nüfusun zamanla azalmasıyla Rumların ekonomi-deki etkisi zayıflamaya başladı ve daha önceki azınlıklara yönelik eylemlerde olduğu gibi Türkler’in sermayeye hakim olması hızlandı. Birkaç bin Rum ise özellikle Mersin ve Tarsus’a yerleşti. Zamanla kalan Rumlar’ın da büyük çoğunluğu İstanbul’u terketti. Nüfus mübade-lesi sonucunda 1925 yılında yakla-şık 100.000’e düşen İstanbul’daki Rum nüfus, 2006 yılında 2.500 kişiye kadar düşmüştür.
6-7 Eylül 1955 olayları, Rum-ların büyük göç dalgalarıyla ül-keden ayrılmasına neden oldu.
Gayrimüslimlerin büyük bir kısmı için, yaşananlar, Türk vatandaşı olarak kabul görmediklerinin kanıtı oldu. Rumlar kendilerini güvende hissetmemeleri sebebiyle yurtdışına göç kararı vermişlerdir. Döne-min hükümetin kabul etmediği olaylar 1998 yılı içinde bir meclis önergesi sırasında kabul edildi. Tazminat değeri olan 70.000 Lirayı vermeye hükü-met yanaşmadı.
6-7 Eylül olaylarının olduğu sırada Seferberlik Tetkik Kurulu’nda görevli olan, 1988-1990 yılları arasında MGK genel sekreterliği yapmış olan Sabri Yirmibeşoğlu, bu olay hakkında bir gazeteye ver-diği röportajda 6-7 Eylül olayları hakkında şu de-meci vermiştir.
“6-7 Eylül de bir Özel Harp işidir. Muhteşem bir örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı.”
Olayların ardından, Türkiye’de yaşayan binlerce Rum Türkiye’den göç etti. Rum nüfusun zamanla azalmasıyla Rumların ekonomideki etkisi zayıflamaya başladı ve daha önceki azınlıklara yönelik eylemlerde olduğu gibi Türkler’in sermayeye hakim olması hızlandı. Birkaç bin Rum ise özel-likle Mersin ve Tarsus’a yerleşti. Zamanla kalan Rumlar’ın da büyük çoğunluğu İstanbul’u terketti. Nüfus mübadelesi so-nucunda 1925 yılında yaklaşık 100.000’e düşen İstanbul’daki Rum nüfus, 2006 yılında 2.500 kişiye kadar düşmüştür.
42 • Ocak ‘12
ETKİNLİK
MÜSLÜMAN ÖNDERLERİ KONUŞUYORUZ!ALİ TARIK PARLAKIŞIK
Genç Öncüler olarak her ayın ilk Cuma günü düzenlediğimiz, her seferinde farklı başka bir İslam önderini
anma programlarının (birincisi kasım ayında Malik el-Şahbaz tanıtılmıştı), ikincisinde bendeniz tarafından su-
nulan Mevdudi’nin hayatı, mücadelesi, çalışmalarını işlediğimiz programda liseli arkadaşlarımızla vakfımızın
salonunda toplanıp, karnımızı doyurduktan sonra programı açtık. Mevdudi’nin mücadelesini anlatırken sık
sık Mevdudi’nin kendisine kulak verip, konuşmalarını aktardık. Mevdudi’nin hayatı, mücadelesi, çalışmaları,
fikri yönü ve kitaplarına göz attığımız toplantıda yer yer Mevdudi’nin çalışmalarındaki zaaflarına da değindik.
Bıraktığı mirasa dair anekdotlarda bulunduk. Allah’ın izniyle sürdürmeyi düşündüğümüz bu programları, her
ayın ilk Cuma günü Araştırma Ve Kültür Vakfı’nın İstanbul/Fatih’teki salonunda, kardeşlerimizle yediğimiz
yemekten sonra başlatılan programda, bir kardeşimizin sunusuyla devam eden programlara teşriflerinizi
bekliyoruz…
Araştırma Ve Kültür Vakfı İstanbul/Fatih Şubesi telefon numarası: 0212-635-42-52
A raştırma ve Kültür Vakfında
gelenekselleşen, Genç öncü-
lerin vazgeçilmezi olan, eşsiz ta-
dıyla yine bir çiğ köfte günün de
bir araya geldik.
Vakfımızın Kağıthane şubesin-
de gerçekleşen çiğ köfte günümü-
ze katılım bir hayli yoğundu. Ka-
ğıthane İmam Hatip ve vakfımıza
gelen diğer liselerden arkadaşlarla
sayımız 60’a kadar yükseldi.
Vakfımızın eskilerinden olan
ama daha eskimedim diyen “YU-
SUF TOPUZ” ağabeyimizin yaptığı
çiğ köfteyi yiyen Genç öncüler bir
hayli memnun gözüküyorlardı.
Ne zaman ki acının tadını aldılar,
o zaman mırıldanmalar başladı.
Tabi çiğ köftenin acısını unutma-
nın bir tek yolu vardı. Ki Genç ön-
cüler bunu çok iyi bilir. Tanışma,
paylaşma ve kaynaşmadan olan
birkaç cümleyle çiğ köftenin acı-
sı gitti, yerini tatlı muhabbetler
aldı…
Amaçta buydu zaten, bir ara-
ya gelip bir şeyler yemek ve bu
vesile ile muhabbetlerimizi adeta
koyulaştırmak.
Programımıza katılan arka-
daşlardan ve programda emeği
geçen başta “YUSUF TOPUZ”
ağabeyimize ve Kağıthane İmam
Hatip yönetimine teşekkür eder-
ken, “programa katılamadım diye
üzülen” arkadaşlarımızı bir daha
ki çiğ köfte günün de aramızda
görmek bizleri bir hayli mutlu
edecektir
Etkinliklerimizi kaçırmak iste-
meyen arkadaşlarımız lütfen biz-
lere ulaşın…
(A.K.V. Kağıthane Şubesi)
TEL: 0212.283.33.28
CEP: 0507.927.57.29-
0538.467.79.92
Unutmayın Genç Öncülerin;
TEK DERDİ, DERTLERİNİ PAY-
LAŞMAK…
NOT: Vakfımızın Kağıthane
şubesinde her Pazartesi, Saat:
16:00’da “liseli” gençlerle sohbe-
timiz devam etmektedir. Katılım-
larınızı bekleriz. (Program erkekle-
re yöneliktir.)
ACININEN TATLI HALİ…
Ocak ‘12 • 43
ETKİNLİK
Genç Öncüler, 31 Aralık 2011
Cumartesi günü kitle faali-
yetlerine bir yenisini daha ekledi.
“Bir Gençlik Aranıyor! Geç ol-
madan…” çağrısına kulak veren
400’e yakın konuk, Ali Emiri Kül-
tür Merkezi’ni sabahın erken saat-
lerinde doldurdu.
Kayıt işlemlerinin tamam-
lanmasının ardından, Burak
Yakupoğlu’nun sunuculuğun-
daki program Kuran tilaveti ve
sinevizyon gösterimiyle başladı.
Ardından Yusuf Şentürk karde-
şimiz Genç Öncüler’i tanıtan ve
sempozyumun amacını özetle-
yen konuşmasını yaptı. Sıra, ala-
nında uzman konuşmacıların,
kafamızdaki soru işaretlerini gi-
derecek konuşmalarına gelmişti.
İlk konuşmacı Prof. Dr. Nevzat
Tarhan’dı. “Postmodern Haya-
tın Gence Sunduğu Senaryolar”
başlıklı konuşmasında, gençleri,
popüler kültürün çıkmazından
kurtulabilmek için farkındalık
oluşturmaya çağırdı. 3F’nin
(futbol, film, festival) gençler
üzerinde adeta narkoz etkisi
oluşturduğunu söyleyen Tarhan,
ümidimizi yitirmememiz ve he-
deflerimizi iyi belirmemiz gerek-
tiğine vurgu yaptı. İkinci konuş-
macı ise “Bir Karadelik: izm’ler”
başlığı ile Abrurrahman Arslan
oldu. Arslan, izm’lerin doğuşuy-
la birlikte din adamlarının yerini
entelektüellerin aldığını, fakat
İslam’ın kendi kalıplarından
başka bir kalıba sığdırılamaya-
cak bir din olduğunu vurguladı.
İzm’lerin birbirinin karşıtıymışça-
sına ortaya çıkmasına rağmen
birbirini beslediğini söyleyen
Arslan, üniversite öğrencilerine
de “başkalarının sloganlarını pa-
pağan gibi tekrarlamaktan vaz-
geçmeleri” yönünde çağrı yaptı.
Birinci oturumun ardından na-
maz ve ikram arası verildi.
“Onlar da gençtiler!” adlı
ikinci oturumun ilk konuşmacısı
“Tevhidi Bir Teslimiyet: Hz. İbra-
him” konusu ile Prof. Dr. Yaşar
Düzenli oldu. İbrahim (as)’in
farkındalığı sayesinde sürüden
ayrıldığını, aklı selim bir şekilde
Allah’a teslim olduğunu anlatan
GENÇLİK:“BEN VARIM!” DEDİ
NİHAL AÇIKEL
44 • Ocak ‘12
“TESLİMİYET’İN EN DOSTÇASI:HZ. EBUBEKİR”
10 Aralık 2011 Cumartesi sabahı AKV’de heyecanlı bir hazırlık var-
dı. Arkadaşlarımızla birlikte bir yandan kermes için bahçede son
hazırlıkları yaparken, bir yandan da birkaç saat sonra gerçekleşe-
cek faydalı sohbet için sabırsızlanıyorduk. Liseli ve üniversiteli kar-
deşlerimizin yavaş yavaş salonu doldurmaya başlamasının ardın-
dan “Muhammed Emin Yıldırım” hocamızla birlikte “Teslimiyetin
En Dostçası: Hz. Ebubekir” adlı bereketli bir konferans gerçekleş-
tirdik. Program öncesinde ve sonrasında davetlilere sunduğumuz
kermesimizle birlikte, davetliler arasında hoş bir muhabbet sağlan-
dı. Programa katılan davetliler programdan memnun kaldıklarını
belirterek ve muhtelif zamanlarda tekrarlanması talebinde buluna-
rak programımızdan ayrıldılar.
Düzenli, sağlıklı bir Müslü-
man olmanın göstergesinin
kötülükler karşısında yüzü-
nün buruşması, vicdanının
rahatsız olması gibi refleks-
ler göstermesi olduğunu
belirtti. Son konuşmacı ise
“Edep ve Haya Rehberleri:
Hz.Yusuf ve Hz. Meryem”
başlığı ile Abdullah Yıldız
oldu. “Hayy’dan haya et-
meyen, diri bir hayat sahibi
olamaz.” diyerek başladığı
sözlerine, bir erkek ve bir
hanım olarak Hz. Yusuf
ve Hz. Meryem’in hayasız-
lık karşısında verdiği “Ben
Allah’tan korkarım!” tepki-
sini hatırlatarak sürdürdü.
“Müslüman olmak önemli,
fakat müslümanca yaşa-
mak ve Müslüman olarak
ölmek çok çok daha önem-
li!” diyerek sözlerini bitir-
mesinin ardından program
sona erdi.
Oldukça faydalı bilgi-
ler edindiğimiz ve manevi
anlamda doyduğumuz bu
faaliyetimizde, bir çok yeni
simayla tanışmış olmaktan
dolayı ayrı bir mutluluk ya-
şadık. Yeni tanışmış oldu-
ğumuz tüm kardeşlerimizi
vakfımızın etkinliklerinde
tekrar görüşmek üzere
bekliyoruz…
Ocak ‘12 • 45
KültürSanat
Melike YURT
3. İstanbul Edebiyat festivali
İstanbul Büyükşehir Beledi-yesi Kültür AŞ ile Türkiye Yazarlar Birliği İstanbul Şu-besinin iş birliğiyle düzenle-nen “3. İstanbul Edebiyat Festivali”, 5-10 Aralık tarih-leri arasında TYB İstanbul Şubesi Kızlarağası Mehmed Ağa Medresesi’nde gerçek-leştirildi. 3. İstanbul Edebi-yat Festivali’nde, edebiyat şöleninden, atölye çalışma-larından açıkoturum ve pa-nellere, film gösterimlerin-den konsere, sergilerden, Edebiyat Mevsimi Büyük Ödülleri değerlendirmeleri-ne kadar 20 farklı etkinlik düzenlendi ve 44 sanatçı ve bilim insanının da etkin-liklere katıldı. Daha önceki üç yılda da olduğu gibi bu senede farklı isimlerin katı-lımı ile geçmiş yılı değerlen-dirmesinin yanı sıra günde-mi de belirledi. 6 gün süren etkinlik ödül törenin düzen-lenmesi ile son buldu.
Afrikalı Yetimler Gecesi
Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerin-den Kampüsten Dünyaya ve Kitap Ayracı Projesi ekibi “bir yetimin yanağında küçük bir tebessüm olmak” sloganıyla Afrikalı Yetim-ler Gecesi’ni 11 Aralık 2011 Pazar günü Üsküdar Bağlarbaşı Kültür Merkezi’nde gerçekleştirildi. Gece-de konuşma yapan İHH Yönetim Kurulu Üyesi Gülden Sönmez, Ha-kan Albayrak ve diğer bir konuk ise Amerikalı Müslümanlar için sürdür-düğü mücadeleyle tanınan Dhoru-ba bin Wahad’dı. Programda ayrıca Kampüsten Dünyaya ve Kitap Ayra-cı Projesi ekibinin düzenlediği “Açlık, Obezite ve Ölüm” konulu uluslararası karikatür yarışmasında dereceye girenlere ödülleri takdim edildi. Malavi’de başlattıkları yetimhane inşaatını tamam-lamayı planlayan öğrenciler gecede yetimler için 25 000 TL top-landığını belirtti, bu rakamın hedeflerini fazlasıyla karşıladığını, artan parayla birkaç yetime yıllık sponsor olacaklarını açıkladılar.
30 Dilde Kur’an Sergisi
Geçtiğimiz ay İstanbul yine ilginç sergilerden birine ev sahipliği yaptı. Kuran’ın 1400 yılı vesilesi ile İslam Eserleri müzesindekine 2010 yılının sonlarında gerçekleştirilen Kur’an Sergisinden sonra bu sefer de İnsan Kitap Sanat Galerisi’nde 30 Dilde Kur’an Sergisi gerçekleştirildi. 20 Kasım’da açılan Sergi on gün boyunca görülebildi. Sergide İngilizce, Fransızca, Almanca, İspanyolca, Kürtçe Kur’an-ı Kerim-lerin yanı sıra Zulu, Malezya ve Hausa dillerindeki 30’dan fazla çeviri örneği sunuldu. Çeviri Kur’an-ı Kerimlerin yanı sıra birçok farklı tarzda yazılmış ve hazırlanmış değerli mushaflar da sergide yer aldı.
46 • Ocak ‘12
KültürSanat
“Hz.Peygamber’e Adan-mış Bir Ömür Mustafa
Asım Köksal”
Siyer Araştırmaları Merkezi, merhum Mustafa Asım Kök-sal Hocaefendinin anıldığı bir panel düzenledi. Panele Necmettin Nursaçan, Prof. Dr. Şefaettin Severcan ve merhum Mustafa Asım Kök-sal Hocaefendi’nin oğulların-dan Salih Köksal katıldılar. Necmettin Nursaçan, Asım Köksal ile ilgili ilginç hatırala-rından örnekler vererek onun naif kişiliğini, tevazusunu, ör-nek şahsiyetini anlattı. Prof. Dr. Şefaettin Severcan, İslam Tarihi eserinin ne denli önem-li bir eser olduğunun altını çizerek ilmin manevi mükte-sebat ile birleşmesi halinde ancak hakikate ışık tutabile-ceğini vurguladı. Salih Köksal ise Mustafa Asım Köksal’ın nasıl bir aile reisi olduğunu anlattı. Gece, Necmettin Nur-saçan Hoca’nın yaptığı dua ile son buldu.
2. Türkiye Dergi Fuarı
Geçen yıl ilki düzenlenen Türkiye Dergi Fuarı’nın 2.si bu yıl güzel bir mekânda, Sirkeci Tren Garı’nda düzenlendi. 10 Aralık Cumartesi günü başlayacak Türkiye Dergi Günleri 14 Aralık Çarşamba akşamı sona erdi. Geçen yıl daha sessiz geçen fuar bu yıl 2. kez düzenlenmesi sebebiyle daha ha-reketli geçti. Çocuk dergilerinden ilmi akademik dergilere, edebiyat dergilerinden mizah ve gençlik dergilerine, aile der-
gilerinden tasavvufi ve güncel der-gilere kadar 70’ten fazla derginin katıldığı bu güzel ve bereketli bir fuar oldu. Dergilerin eski sayıları-nın yer aldığı gezerken stantlardaki görevlilerin size dergi hediye ettiği, çay kokusunun etrafı sardığı ve kıy-metli yazarların konuşmalar yaptığı bir fuar oldu. Kaçıranlar üzülmesin seneye bu zamanlarda yine düzen-lenir inşallah…
A. Ali UralFener Bekçisinin Rüyaları
“Posta Kutusundaki Mızıka” adlı kitabı ile geniş bir okuyucu kitlesinin dikkatini celbeden şair ve yazar A. Ali Ural on bir yıllık öykü suskunluğunu “Fener Bekçisi-nin Rüyaları” ile bozuyor. Otuz öyküden oluşan kitap yine Ali Ural’ın kısa ama et-kili anlatımının en derin özelliklerini taşıyor. Herkesin içinde ve dışında var olan sıradan olayları, detayları tasvir ederken okuyucuya yine pay bırakarak okuru bir bakıma kitaba dâhil ediyor ve kitaba dâhil olan okur, cümleleri içselleştiriyor, belki yazarın kalemi ile fakat kendi zihni, kendi yorumu ile kitapta hâsıl oluyor. Bu yönü ile yazar okurda yer ediyor. Ali Ural Takipçilerini yine ilginç bir kurgu, müthiş bir edebi zevk bekliyor.
Ocak ‘12 • 47
ŞİİR
Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem;
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.
Biri ecdadıma saldırdı mı, hatta boğarım!...
-Boğamazsın ki!
-Hiç olmazsa yanımdan kovarım.
Üç buçuk soysuzun ardından zağarlık
yapamam;
Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam.
Doğduğumdan beridir, aşığım istiklale;
Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lale!
Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum
Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boynum!
Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim,
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim!
Adam aldırma da geç git, diyemem aldırırım.
Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım!
Zalimin hasmıyım amma severim mazlumu...
İrticanın şu sizin lehçede ma’nası bu mu?
Mehmet Akif ERSOY
48 • Ocak ‘12