56

Gencay Dergisi - Sayı: 13 - Şubat 2013

Embed Size (px)

DESCRIPTION

Gencay Dergisi - Sayı: 13 - Şubat 2013 http://www.gencaydergisi.com

Citation preview

Page 1: Gencay Dergisi - Sayı: 13 - Şubat 2013
Page 2: Gencay Dergisi - Sayı: 13 - Şubat 2013

www.millidusunce.org

Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı

Kızılay/ANKARA

Telefon: 0 (312) 231 31 94

Belgeç: 0 (312) 231 31 22

Page 3: Gencay Dergisi - Sayı: 13 - Şubat 2013

GENCAY

GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi

Yıl 2 Sayı 13 - Şubat 2013

Ücretsiz e-dergi

www.gencaydergisi.com

[email protected]

ÇIRPINIRDI KARADENİZ / Banu DOĞAN

TÜRK KADINI KİMLİĞİNE TARİHSEL BİR BAKIŞ / Emre SEVİNÇ

YENİ DÜNYA DÜZENİ (1) / Burçin ÖNER

"SONA DOĞRU KÜRT AÇILIMI" ÜZERİNE NOTLAR -I- / Fatma Özge ÖZDEMİR

DON KİŞOTLARIN DİL SAVAŞI / Veysel Gökberk MANGA

TÜRK’E FAŞİZM / Kürşat Kemal ÇETİNKAYA

“ÜLKÜCÜLER, KIBRIS SİZE MİNNETTARDIR” / Banu DOĞAN

TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ MOBİL DÜNYANIN NERESİNDE? / Berat ASA

HATIRAT / RÂZÎ DEĞİL, RAZI OLMAK / Abdullah KILAVUZ

TEPEGÖZ HİKÂYESİ ÜZERİNE / Yunus Emre UYAR

KİTAP-ÇOCUK İLİŞKİSİ ÜZERİNE / Dilek AKILLIOĞLU

ŞEYTAN AYETLERİ MESELESİ / Vural Egemen SARIGÖZ

RUH ADAM’IN KÖŞESİ / Yalçın Selim PUSAT

Page 4: Gencay Dergisi - Sayı: 13 - Şubat 2013

GENCAY

1

ÇIRPINIRDI KARADENİZ Banu DOĞAN

Yıl 1992. Çok değil, sadece 21 yıl önce

bugün, yine dünya Türk’e karşı, yine

dünya Türk’e zulmediyordu. Tarihin her

anında olduğu gibi o gün de

Azerbaycan’da, Hocalı’da Türklük çok acı

çekti, sivil halk büyük zulüm gördü. İşte

bugün o zulmün yıldönümü…

Bu kez ruslarla birleşmiş ermeni askerleri

Hocalı’da tarihin en vahşi katliamlarından

birini yaptılar. Ne kadın dediler, ne çocuk,

ne yaşlı… Binlerce soydaşımızı katlettiler.

Ermenilerle işbirliği içinde olan Rus

tankları Hocalı Havaalanını ve birçok yeri

bombalayarak kullanılmaz hale getirdiler.

Şehrin dünyayla bağlantısını kesitler.

Sonra ermeniler acımasızca

soydaşlarımıza saldırdılar.

O gün yapılan sadece vahşi bir katliam

değil, bir soykırımdı. O gün için Türk

düşmanları her şeyi planlanmış, organize

olmuş ve savunmasız sivil halka karşı

tarihin en vahşi katliamı

gerçekleştirilmişti.

Sadece o gün 613 Azerbaycan Türk’ü

öldürülmüş, 56 hamile kadın, karnı

yarılmış durumda bulunmuştu.

O tarihten sonra kayıp olarak kayıtlara

geçen Azerbaycan Türklerinin sayısı

binleri geçmiştir. Bu da, bu katliamda

binlerce insanın katledildiğini

göstermektedir.

1992 Hocalı katliamını başta New York

Times olmak üzere birçok batılı kaynak da

belgelemişti. Acı katliamın görüntüleri, üst

üste yığılmış kadın, çocuk cesetlerinin

resimleri her yerde yayınlanmıştı. Bu

vahşeti yapan ermeniler yıllardır hiç

utanmadan, sıkılmadan 1915’te olanları

çarpıtarak Türkiye aleyhine gündem

oluşturmaya çalışıyorlar. Türklere karşı

sürekli önyargılı olan ve Ermenileri daima

şımartan batı dünyası, Hocalı katliamının

belgelerini bugün yok sayıyor. Görgü

tanığı olan ve bunu beyan eden batılı

gazeteciler ise ortada yok.

Dünya ne derse desin, ne yalanlar

uydurursa uydursun. Biz 1992’de

Hocalı’da ermenilerin yaptıklarını biliyor

ve dün gibi hatırlıyoruz. Acaba uluslararası

insan hakları örgütleri de bu katliamı

hatırlıyor mu? Hatırlıyorsa ne yapıyor?

Ermenileri yaptıklarından dolayı kınıyor

mu? Yoksa yapılanlar Türklere karşı

olunca ses çıkarılması gerekmiyor mu?

Sadece bu mu? Azerbaycan topraklarının

beşte biri yani yüzde 20’si ermeni işgali

altında… Bir milyon Azerbaycan Türk’ü

kaçkın… Yani topraklarından atılmış, göç

etmek zorunda bırakılmış. Doğduğu ve

büyüdüğü toprakların özlemi ile yaşıyor.

Yaşadığı yerler, köyler ve evleri burnunda

tütüyor. Ve her gece zor şartlarda sabahı

beklerken doğduğu topraklara ne zaman

döneceğini düşünüyor. Uğradığı haksızlığa

medeni(!) dünyanın nasıl seyirci kaldığını

anlamaya çalışıyor. Barış zirvesi (ya da

zırvası) ne anlama geliyor, yorumlamaya

Page 5: Gencay Dergisi - Sayı: 13 - Şubat 2013

GENCAY

2

çalışıyor. Ama Türk olduğunu düşününce

bunların hiç birinin bir anlamı olmadığını

görüyor.

Tarihine bakıyor. Cihan hâkimiyetini nasıl

sağladığını düşünüyor. Barış zirvelerinden

mi yoksa gücünü kahramanlığından mı

aldığını anlıyor.

Azerin’in Çırpınırdı Karadeniz’i söylerken

sesiyle değil yüreğiyle söylediği

“Kafkaslardan aşacağız, Türklüğe şan

katacağız, Azerbaycan bayrağını

Karabağ’dan asacağız” sözlerini hatırlıyor.

Sadece hatırlamakla kalmıyor, Karabağ’da

ve Ermenilerin işgal ettiği 7 rayonda

hakkının hukukunun bütün dünyanın gözü

önünde, Rusya’nın desteğiyle, zorla nasıl

elinden alındığını düşünerek bu mısraların

hüznünü ve acısını yaşıyor. Geçmiş o

kahramanlık günlerine dönmek istiyor,

dönemiyor. Türkiye’den destek ve yardım

bekliyor, göremiyor. Ne yapacağını

bilmiyor, o muhteşem Türkiye hayali de

durmadan eriyip gidiyor. Türkiye’de bir

şeylerin değiştiğini düşünüyor.

Gerçekte değişen bir şey yok. Değişen

sadece yönetenler. Türklük sevdasının

değişmesi mümkün mü? Azerbaycan’ın

kardeş olduğunu unutmak mümkün mü?

Bir millet iki devlet gerçeğinden

vazgeçmek mümkün mü?

1915’e soykırım diyenler,1992’yi

görmezden gelenler, “hepimiz ermeniyiz”

dövizlerini alıp yollara düşenler,

ermenilerle protokoller imzalayanlar, her

şeye rağmen sınır kapılarımızı açmaya

kalkanlar, bütün bu olanları unutmuş

olabilirler. Ama bir gerçek var ki bu

milletin ezici çoğunluğu bunları

unutmuyor. Hocalı’yı, Azerbaycan’ı

unutmuyor. Yöneticileri vazgeçse de bu

millet kardeşliğinden, bir millet olmaktan

vazgeçmiyor.

Dilini ayırın, alfabesini otuza bölün,

eğitimini parçalayın. Olmayacak! Gücünüz

yetmeyecek! Bizim kalplerimiz bir attıkça

Türklük parçalanmayacak… (Ne yazık ki)

ayrı sınırlara sahibiz ama Allah’ın izniyle

biz koca bir aile olarak hep var olacağız.

Tanrı Türk’ü korusun.

Page 6: Gencay Dergisi - Sayı: 13 - Şubat 2013

GENCAY

3

TÜRK KADINI KİMLİĞİNE TARİHSEL

BİR BAKIŞ Emre SEVİNÇ

8 Mart 1857 tarihinde ABD’nin New York

kentinde 40.000 dokuma işçisi daha iyi

çalışma koşulları istemiyle bir tekstil

fabrikasında greve başladı. Ancak polisin

işçilere saldırması ve işçilerin fabrikaya

kilitlenmesi, arkasından da çıkan yangında

işçilerin fabrika önünde kurulan

barikatlardan kaçamaması sonucunda

çoğu kadın 129 işçi can verdi.

8 Mart’ın Dünya Kadınlar Günü kabul

edilmesi bu olaydan sonra olmuş, ülkemiz

de bu günü benimsemiştir. Ben de bu günü

fırsat bilerek sizlere Türk toplumunda

kadına verilen değer ve Türk kadınının

tarihimizde yaptığı kahramanlıklar

hakkında bilgiler vermeye çalışacağım.

Türk toplumu zaman, mekan, kültür ve din

farklılıklarının etkisiyle değişik dozda da

olsa kadınını hep önemsemiş, kadınına da

en az erkeği kadar haklar, özgürlükler ve

görevler vermiştir. Türk kadını da özellikle

sosyal ve iktisadi alanda toplumu sırtlamış

gerektiğinde de siyasi ve askeri

faaliyetlerde bulunmuştur.

Bugünkü Türk töresinin genel anlamda

oluştuğu İslamiyet öncesi dönemde

inançların, göçebe yaşam tarzının ve Türk

milletinin karakteristik yapısının

katkısıyla Türk kadını toplumsal yaşamda

etkin bir şekilde yer almıştır. Günlük

hayatta tüm işlerde erkeğine yardım

etmiş, evini, obasını çekip çevirmiştir.

Türk kadını siyasi hayatta da yer almış,

hatun ünvanı ile geniş yetkilerle

donatılmış, elçiler kabul etmiş, hatta

komşu devletlerle anlaşma bile yapmıştır...

Büyük Hun İmparatorluğu adına Çin ile ilk

barış anlaşmasını Mete’nin hatunu

yapmıştır.(1) Ziya Gökalp’ın değimiyle

genellikle amazon olan Türk kadınlarının

kahramanlıkta da erkeklerinden eksik

kalır yanları yokmuş.(2)

Destanlarımız da kadını kutsal bir varlık

olarak tanımlar. Eski Türk kadını,

destanlarda ok atan, ata binen, savaşan,

daima erkeğinin yanında bulunan, hakan

kocası ile beraber fermanlara imza atan,

namusuna düşkün olan ve olunan, eş,

arkadaş ve yardımcı olmuştur.(3)

Türklerin inanç sistemlerinde de kadının

önemi göze çarpmaktadır ki geçmişten

günümüze her coğrafyada Türklüğün

sembolü olarak görülen bozkurt annelikle

bağdaşlaştırılmıştır. Türkler, kendilerinin

bir bozkurttan türediklerini ve bu

Page 7: Gencay Dergisi - Sayı: 13 - Şubat 2013

GENCAY

4

bozkurdun Türk milletinin geleceği

tehlikeye girdiğinde ortaya çıkarak onları

kurtardığına inanmışlardır. Türk kadının

tarihin her devrinde yapmış olduğu

kahramanlıklar bu inanışın boşa

olmadığını bize kanıtlamıştır.

Türk toplumunda kadının değeri dil

özelliklerimize de yansımıştır. Bugün çoğu

dilde ‘o’ zamiri kadın ve erkek için

söylenişi farklı olmasına rağmen -örneğin

İngilizcede kadın için ‘she’, erkek için ‘he’-

Türkçede böyle bir ayrım yapılmamıştır.

Bu toplumun kadını ve erkeği eşit

gördüğüne örnektir. Yine atasözlerinden

devam edecek olursak; ‘Bir eve bir baca,

bir kadına bir koca’ tek eşliliği, ‘Evi ev

eden avrat, yurdu şen eden devlet’ atasözü

de kadının ailedeki önemini

vurgulamaktadır.

İslamiyet kabul edildikten sonraki Türk

kadınının toplumdaki öneminden

bahsedecek olursak; bu dönemin

başlarında Türk kadını, önemini

korumuşsa da zamanla yerleşik yaşama

geçme, yerleşilen coğrafyadaki Bizans,

Arap ve Farsların etkisiyle toplumdan

soyutlanmıştır. Ancak bu soyutlanma daha

az nüfusun yaşadığı şehir hayatında

sözkonusudur. Köydeki kadının durumu

ise biraz daha farklıdır. Köydeki kadın yine

eskisi gibi erkeği ile tarlada çalışmış, evini

yönetmiş, çocuklarına bakıp halı, kumaş

dokumuştur. (4)

Özellikle Anadolu coğrafyasında Türk

kadını aynen İslam öncesi devirde olduğu

gibi oldukça özgür, değerli ve en önemlisi

atılımcıdır. Anadolu Selçuklu Devleti

döneminde ortaya çıkan ve Osmanlı

Devleti döneminde varlığını sürdüren

Bacıyan-u Rum Teşkilatı bu atılımcı kadın

tipine en uygun örnektir. El sanatları,

örgücülük, dokumacılık vb. ile ekonomiye

katkıda bulunan bu teşkilatın kadınları

yetim ve kimsesiz genç kızları himayesine

almış, onların eğitiminden, ev bark sahibi

olmalarından sorumlu olmuş, kimsesiz

ihtiyar kadınların bakımı, genç kızların

evlendirilmesi gibi sosyal hizmetlerde

bulunmuştur.(5) Yine kılıç kuşanmaları

gerektiğinde çekinmeden bu görevi yerine

getirmişlerdir. Moğollar Kösedağ Savaşı

sonrasında Kayseriyi kuşattığında

Bacıyan-ı Rum kadınları da kale

savunmasında erkeklerinin yanında

savaşmışlardır. Ancak bir ihanet sonucu

kale düşmüş, halkın bir bölümü kılıçtan

Page 8: Gencay Dergisi - Sayı: 13 - Şubat 2013

GENCAY

5

geçirilmiş, Bacıyan-ı Rum Teşkilatının

kurucusu Fatma Bacı’da esir edilerek

İran’a götürülmüştür. (6)

Selçuklular zamanında kadınların yaptığı

kahramanlıklardan bir örnek daha vermek

istiyorum... Altuncan Hatun... Tuğrul Bey’in

üvey kardeşi İbrahim Yınal’ın, Tuğrul

bey’in halifelik merkezi Bağdat’ta

bulunmasını fırsat bilerek Hemedan’da

isyana kalkışması üzerine, Tuğrul Bey

ailesini ve devlet erkanını Bağdat’ta

bırakarak isyanı bastırmak için

isyancıların üzerine gitmiştir… Yapılan

savaşta Tuğrul Bey başarılı olamamıştır.

Bağdat’a gelen haberlerde Tuğrul Bey’in

esir düştüğü yönünde olması Abbasi

halifesi ile Selçuklu sarayını telaşa

düşürmüştür. Halife ve Selçuklu vezirleri

Tuğrul Bey’in yerine Altun Can Hatun’un

oğlunu tahta çıkartmaya çalışmışlardır. Bu

duruma şiddetle itiraz eden Altun Can

Hatun, kendi öz oğlunu Sultanlığa

heveslendiği için zindana attırmış ve

Türkmenlerden oluşturduğu bir orduyla

kılıç kuşanıp orduya komuta ederek kocası

Tuğrul Bey’in yardımına koşmuştur.

İsyancıları dağıtmış, Tuğrul Bey’i

muhasaradan kurtarmıştır. Böylelikle

Büyük Selçuklu Devleti’nin parçalanması

ve yıkılması önlenmiştir.(7)

Kahraman Türk kadını yazılır da Nene

Hatundan bahsedilmez mi? 93 Harbi

olarak da anılan 1877-1878 Osmanlı-Rus

Savaşı sırasında, Rusları Ermenilerin

yardımıyla - Ermeniler Aziziye Tabyasını

basarak askerleri kılıçtan geçirmişlerdir.-

Aziziye Tabyasını ele geçirmişlerdir. Bu

kıyımdan kaçan bir askerin Erzurumlulara

haber vermesi üzerine sabah ezanından

hemen sonra "Moskof askeri Aziziye

Tabyası'nı ele geçirdi" şeklinde

minârelerden Erzurum halkına haber

verildi. Bu haberin ardından Erzurum

halkından silahı olan silahını, olmayanlar

ise balta, tırpan, kazma, kürek, sopa ve

taşları ellerine alarak Tabya'ya doğru

koşmaya başladılar. Koşanlar arasında,

erkeği cephede çarpışan Nene Hatun da

vardı. Ağabeyi Hasan bir gün önce

cepheden yaralı olarak gelmiş ve

kollarında can vermişti . Nene Hatun üç

aylık bebeğini emzirdikten sonra, "Seni

bana Allah verdi. Ben de Ona emânet

ediyorum." diyerek vedâlaştıktan sonra bir

kaç saat önce ölen ağabeyinin tüfeğini

alarak sokağa fırlamıştı. Erzurumlular,

ölüme gittiklerini bildikleri halde, Aziziye

Tabyası'na doğru koşuyordu. Tabyaya

yerleşmiş olan Rus askerleri, gelenlere

yaylım ateşi açtı. Ön sıradakiler o anda

şehit oldular. Arkadakiler, geri çekilmek

yerine daha bir kararlı ve hızlı olarak ileri

atıldılar. Demir kapılar kırılıp içeri girildi.

Göğüs göğüse bir savaş başladı.

Mükemmel silâhlarla donanmış Rus

ordusu, baltalı-tırpanlı, taşlı-sopalı halk

karşısında yarım saat tutunabildi. 2300'e

Page 9: Gencay Dergisi - Sayı: 13 - Şubat 2013

GENCAY

6

yakın Rus askeri öldürülüp, Tabya geri

alınmıştır. Türk tarafında ise 1000 kadar

şehit verilmiştir. Nene Hatun toprağını

kurtarmak için canından hatta canından

da öte yavrularından vazgeçmiş, birlikte

savaştığı Erzurumluları da

cesaretlendirmiş ve zaferde büyük rol

oynamıştır.

Türk kadınını çağdaş anlamda toplumda

yerini bulma serüveni de Tanzimatla

başlamış, İkinci Meşrutiyet ile sıçrama

yapmış, Cumhuriyet ile de son halini almış

ve bu güne ulaşmıştır. Ülkemizde

Tanzimatla başlayan çağdaşlaşma

hareketinde kadına da yer verilmiş,

dönemim aydınları da bu ilerlemeyi

yazılarıyla desteklemiştir. Bu dönem

aydınlarının en önemli isteği kadının da

erkek gibi eğitim alması, eğitim hakkından

yararlanmasıdır. Türkiye’de kadın

hareketinin su yüzüne çıkışı, aynen

kozasından çıkan ipekböceği gibi 1908

İkinci Meşrutiyet ile mümkün olabilmiştir.

(8) İkinci Meşrutiyet kadınlara geniş

eğitim hakkı sağlamış, kadınlar da böylece

toplumsal hayatta daha aktif bir şekilde

yer almışlardır. Toplumsallaşan kadınlar

basın hayatına atılmış, dernekler kurmuş,

konferanslar vermeye başlamışlardır.

Türk kadını Birinci Balkan Savaşı ile

başlayan ve ülkemizde büyük yıkıma

neden olan savaşlar silsilesinde de

yurtseverliğini göstermiş cephede ve

cephe gerisinde önemli roller üstlenmiştir.

Belki de Türk kadınının milletine yaptığı

en büyük katkı bu savaşların sonu ve

zaferi olan Kurtuluş Savaşında olmuştur.

Vatanının tehlikede olduğunu gören

analarımız yurdun dört bir yanında tek

yürek olmuş,örgütler kurmuş, mitingler

yapmış, erkeklerini savaşa teşvik etmiş,

gerektiğinde de düşmana karşı kendisi

siper olmuştur.

Birinci Dünya Savaşı kaybedildikten sonra

imzalanan Mondros Anlaşması ile düşmanı

çevresinde görmeye başlayan Türk kadını

bölgelerinde mücadelesine başlamış,

özgürlük için düşmana canı pahasına karşı

koymuştur. Yine İzmir’in işgalini izleyen

günlerde İstanbul’da bu işgalleri protesto

mitingleri düzenlenmiş, başta Halide Edip

olmak üzere kadınlar da üzerlerinde

dolaşan İngiliz teyyarelerine aldırmadan

konuşmalar yapmıştır. 18 Mayıs 1919

günü üniversitedeki toplantıda konuşan

bir Kız Darülfünun’u temsilcisi genç şu

sözleri söyleyerek Milli Mücadelede ‘biz de

varız’ demiştir:

"Biz de sizin kadar, belki sizlerden daha

fazla üzüntülüyüz. Arkadaşlar, milletin

diğer yarısını da bizler, yani kadınlar teşkil

eder. Bugün Darülfünunun varlığını ilan

ederken bizler de sizin kadar belki daha

fazla üzgünüz. Aynı hislerle dolu olarak

söylüyoruz ki ne olursa olsun daima

beraberiz. Teşkilatınıza en kuvvetli bir

imanla iştirak ediyor, Şu gerçeği

duyurmak istiyoruz:

Kim demiş bir kadın küçük şeydir

Bir kadın belki en büyük şeydir." (8)

Bir yandan bu mitingler yapılırken bir

yandan da Atatürk Samsun’ a geçmiş ve

mücadele ateşini yakmıştır. Bölge bölge

savaşan kuvvetleri birleştirerek

mücadelenin tek bir merkezden

yönetilmesini sağlamıştır. Savaşta Türk

kadınına da cephane, erzak taşıma

gerektiğinde de savaşma görevi verilmiş,

Page 10: Gencay Dergisi - Sayı: 13 - Şubat 2013

GENCAY

7

Türk anaları da bu görevleri eksiksiz

yerine getirmiştir.

Vefakâr Türk anasına bir örnek daha...

Maraş’ın Pazarcık ilçesinde milli teşkilatı

kurmak için çalışmalarda bulunan Mehmet

Cebe, anılarında büyük bir köyde bir aşiret

reisini milli cepheye kazandırmak için çok

çalıştıklarını ancak ikna edemediklerini,

aşiret reisinin annesinin ise odaya girerek

şöyle konuştuğunu naklediyor:

"Evlatlarım! Bütün konuşmalarınızı

yandaki odadan dinledim. Evet haklısınız.

Biz yarın Türk memuru, Türk jandarması

yerine Ermeni veya Fransız memuru ve

jandarması görecek olduktan sonra,

varlığımızın hiçbir kıymeti kalmaz. Siz

bana bakın! Benim de şu aşiretin üzerinde

hatunluk hükmüm sürer. Madem ki millet

bu işgali istemiyor, biz de düşmana karşı

gelmek isteyen bu milletle beraberiz. Harp

ise harp, kan ise kan, mal ise mal ne

lazımsa kurtuluncaya kadar bütün aşiretle

fedaya hazırız.’’

Annesinin bu sözleri üzerine ağa

tereddütten vazgeçerek mücadeleye

katılır. Kahraman analar cephede de hiç

boş durmaz... Bakınız Ali Fuat Cebesoy

kağnılarla mermi taşıyan kadınları nasıl

anlatıyor:

"Cephane kollarını ahalinin vasıtaları

teşkil etmişti. Bunlar esas itibariyle

kağnılardır. Kağnıların ekserisi köy

kadınları ve on-on beş yaşlarında çocuklar

tarafından idare olunuyordu. Bütün

meşakkat ve acılara rağmen yüzlerinde bir

ekşiltme ve fütur görülmemişti. Hiç

unutmam yine böyle bir yürüyüş

esnasında idi, dondurucu bir soğuk vardı.

Kağnısının başında duran ihtiyar bir

nineye yaklaşmış ve sormuştum:

-Nine üşümüyor musun?

Şu cevabı vermişti:

-Hayır oğul, üşümüyorum. Düşman,

topraklarımıza bastığı günden beri içim

yanıyor.

Bu kahraman Türk anasının elini öperken,

göz pınarlarımdan yaşlar tanelenmişti.’’

(8)

...

Durdu birden bire Kocabaş, ova bayır

durdu

Nazar mı değdi göklerden, ne?

Dah etti, yok! Dahha! dedi, gitmez.

Page 11: Gencay Dergisi - Sayı: 13 - Şubat 2013

GENCAY

8

Ta gerilerden başka kağnılar yetişti, geçti,

gacır gucur.

Nasıl durur Mustafa Kemal’in Kağnısı,

Kahroldu Elifcik düşünceden düşünceden.

Aman Kocabaş, ayağını öpeyim Kocabaş,

Vur beni, öldür beni, koma yollarda beni

Geçer, götürür ana, çocuk mermisini

askerciğin

Koma yollarda beni, kulun köpeğin olayım.

Bak hele üzerinden ses seda uzaklaşır,

Düşerim gerilere iyceden iyceden.

Kocabaş yığıldı çamura

Büyüdü gözleri büyüdü, yürek kadar,

Örtüldü gözleri, örtüldü hep.

Kalır mı Mustafa Kemal’in Kağnısı bacım.

Kocabaş’ın yerine koştu kendini Elifcik,

Yürüdü düşman üstüne, yüceden yüceden.

Fazıl Hüsnü DAĞLARCA

Savaşın kazanılmasında bu denli payı olan

Türk kadını savaştan sonra meclis

tarafından geniş haklarla donatılmış ve

toplumda en az erkek kadar yer alma

şansını tekrar elde etmiştir. Savaşın

ardından seçme ve seçile, eşit yurttaşlık

gibi haklar elde eden Türk kadını o günden

bu güne geçen yıllar içerisinde yine çok

çalışmış ve bugün toplumda en az erkekler

kadar rol oynar hale gelmiştir.

Kahraman kadınlarımıza günümüzden de

örnek vermek istiyorum... Sovyetlere karşı

Elçibey ile mücadele veren Hanım Halilova

20 Ocak 1990 gününde Rus tankları

Bakü’ye girdiğinde beş bin hanımla

protesto yürüyüşü yapmış, ölüm saçan Rus

tanklarına karşı en önde canı pahasına

vatanını savunmuş, Azerbaycan

bağımsızlığında büyük rol oynamıştır.

Page 12: Gencay Dergisi - Sayı: 13 - Şubat 2013

GENCAY

9

Hanım Halilova o gün (20 Yanvar 1990)

olanları bir röportajında şöyle anlatıyor:

"Nihayetinde yürüyüşü gerçekleştirdik.

Önde üç bayan yürüyorduk. Bile bile

ölüme karşı yürüyorduk. Ruslara

yaklaştığımızda bir Rus askeri göğsüme

silahını dayadı. Ölümle yüz yüze geldim. O

an herkesin kalbinden muhakkak bir

düşünce geçiyordu. Ölürsem çocuklarımı,

ailemi, nişanlımı bir daha göremeyeceğim

gibi düşüncelerdi eminim. Ben de üç çocuk

annesiydim ve çocuklarımı

düşünebilirdim. Yalnız benim kalbimden

binlerce insanımızın düşüncesi olan bir ses

çıktı...Eyvah ölürsem Türkiye’yi görmeden

öleceğim.’’ (9)

Bugün de başta sivil kahraman Rabiye

Kadir olmak üzere değişik coğrafyalarda

birçok Türk kadını özgürlük için mücadele

vermektedir. Ümidimiz bu kadınların da

tezelden amacına ulaşması ve tüm

Türklerin azad olmasıdır. Sözlerimi

bitirirken tüm kadınların gününü

kutluyorum...

Kaynaklar

1) GÜNDÜZ, Ahmet; >Tarihi Süreç

İçerisinde Türk Toplumunda ve

Devletlerinde Kadının Yeri ve Önemi<

JASSS, C-5, S-5, s-129-148

2) GÖKALP, Ziya; Türkçülüğün Esasları,

İstanbul, 1968

3) Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu

Başkanlığı, Örf ve Adetlerimiz (Türk

Töresi), Ankara, 1997

4) TEKİN, Saadet; >Osmanlı’da Kadın ve

Kadın Hapishaneleri< , AÜ DTCF Tarih

Bölümü Tarih Araştırmaları Dergisi, C-29,

S-47, s-083-102

5) GÜNDÜZ, Ahmet; >Tarihi Süreç

İçerisinde Türk Toplumunda ve

Devletlerinde Kadının Yeri ve Önemi<

JASSS, C-5, S-5, s-129-148

6)

http://www.yenidenergenekon.com/634-

fatma-baci-dunyanin-ilk-kadin-

orgutlenmesini-gerceklestirdi-baciyan-i-

rum/

7)

http://www.yenidenergenekon.com/52-

devlet-kurtaran-kadin-altun-can-hatun/

8) SARIHAN, Zeki; Kurtuluş Savaşı

Kadınları, Ankara, 2007

9) http://turklerhaber.com/kahraman-

turk-kadini-hanim-halilova-anlatti-n-

3203.aspx

Page 13: Gencay Dergisi - Sayı: 13 - Şubat 2013

GENCAY

10

YENİ DÜNYA DÜZENİ (1) Burçin ÖNER

Bir süredir yeni bir farkındalık

yaşamaktayım. Ülkemizde ve dünyada

kavramlar, olgular ve de insanlar sürekli

bir değişim içindeler. Fakat bu değişim,

Biyoloji Bilimindeki “Doğal Seleksiyon”

kavramının içinde barındırdığı gibi bir

anlam taşımıyor. Sanki asırlar öncesinden

hazırlanmış bir senaryonun tüm

hazırlıkları bitmiş, artık son provalar

alınıyor gibi… Çok yakında perdeler

açılacak ve oyun tüm açıklığıyla

sergilenecek gibi… İzleyicisi ol(a)mayacak

olan bir oyun tabi…

Yozlaşan bir gençlik, kültür erozyonu,

vurdumduymazlık, liberal yaşantılar…

Dahası, inanç istismarcılığı,

ekonomilerdeki kapital tavırlar ve hatta

çerçeveyi biraz daha genişletelim; yakın

çevremizdeki demokrasiyi getirme-

götürme(!) çabaları…

Düşünüyorum ve bir süredir inanıyorum

ki tüm bunlar, yalnızca ülkelerin

genişleme politikalarının bir sonucu

olamaz. Arka planda çok daha başka

sebepler olmalı. İnternet üzerinden

izlediğim elli bölümlük bir dizi, okuduğum

kitaplar ve inancımızın kutsal yazını

Kur’an-ı Kerim’deki ifadeler üzerine karar

verdim ki yazılı ve görsel medyadaki

subliminal mesajların, adına “Yeni Dünya

Düzeni” denilen küresel bir hareketin,

bütün bu kanın, gözyaşının sebebi

“DECCAL”!

Bilindiği gibi Kur’an-ı Kerim’de Deccal’den

bahseden açık bir ayet bulunmamaktadır.

Ancak, bunu işaret eden pek çok ayet ve

hadis bulunmaktadır. Örneğin Bakara

Sûresi’nin 204. Ayetinde Hakk’ın (c.c.)

belirttiği gibi: ”Öyle insanlar vardır ki

dünya hayatı hakkında söyledikleri senin

hoşuna gider. Hatta böyleleri, samimi

olduğuna Allah’ı bile şahit tutar. Hâlbuki

onlar, hasımların en yamanıdır.” Yahut

Peygamberimiz (s.a.v.)’in hadislerinde

geçtiği gibi: “En’am suresinin (Rabbinin

bazı alametleri geldiği gün, iman etmemiş

veya imanında hayır kazanmamış olana,

imanı fayda vermez.) mealindeki 158.

âyetini açıklayan peygamber efendimiz

buyurdu ki: Şu üç şey ortaya çıkınca, iman

etmemiş veya imanından hayır görmemiş

olana, imanı fayda vermez: Güneşin

batıdan doğması, Deccal ve Dabbetülarz.

[Müslim,Tirmizî,Beyheki]”

Peki, nedir bu Deccal?

Deccalin ahir zamanda insanlar arasına

fitne salmak için gelecek, doğu tarafında

yaşayacak, tek gözlü, çocuğu olmayan,

Page 14: Gencay Dergisi - Sayı: 13 - Şubat 2013

GENCAY

11

kendisinin ilah olduğunu söyleyen, bir

kimseyi öldürüp diriltecek bir varlık

olduğu ileri sürülür. İsa (a.s.)‘ın gelip onu

öldüreceği ve yeryüzünde kavganın, kanın

olmayacağı bir kırk yıl sürüleceği bilgileri

de hadisler arasında mevcuttur.

Biz yazımızda esasen Deccal’in varlığıyla,

gelip gelmemesiyle, ne ya da kim

olduğuyla ilgilenmeyeceğiz. Daha çok onun

gelişine hazırlık yapan kişi ya da

kurumlardan ve ülkemiz üzerindeki

etkilerinden bahsedeceğiz.

Günümüzde teknolojideki sınırsız

gelişimin bir sonucu olan kitle iletişim

araçlarının da etkisiyle süslü etiketlerle

üzeri kaplanan içi çürümüş zihniyetlerin

ürünü olan “Yeni Dünya Düzeni” projesi,

bahsi geçen Deccal’in gelişi için yapılan

hazırlıkların en önemli belirtilerindendir.

Oluşumun bahsi geçen diğer bir ismi de

“İlluminati”dir.

İlluminati’yi biraz inceleyelim. İlluminati

1776 yılında Adam Weishaupt tarafından

Almanya’da kurulan gizli bir örgüttür.

1784 Yılında örgüt ifşa olmuş ve dağılmak

zorunda kalmıştır. Ancak, örgütün lideri ta

o zamanlar “Ben her şeyi düşündüm ve

hazırladım. Örgüt bugün çökecek olsa bile

bir yıla kalmaz eskisinden de parlak

biçimde yeniden kurabilirim.” Diye

övünmüştür. Esasen örgütün varlığı M.Ö.

6. Y.y.’a kadar dayanmaktadır. İlluminati

üyeleri kendi aralarında evlenmiş ve

böylece asil soylarını koruyup kuşaktan

kuşağa gizemli bilgilerini aktarmışlardır.

Bundan dolayı da kendilerine “Aile”

demektedirler.

Bugün Avrupa’nın güçlü bankacı ailelerine

kadar dayanmış olan İlluminati dünyadaki

hükümetler üzerinde etki kurmakta,

ekonomilerini hatta kültürlerini

etkilemektedir. Akla gelebilecek her türlü

ahlak dışı işlerde yer almaktadır. Amaçları,

dünya toplumlarının ahlaki yapısını

çökertmek ve cinsel sapkınlıktan,

açgözlülükten savaşa kadar tüm kötü tavır

ve eylemleri destekleyerek toplumların

var oluşlarını tehlikeye düşürmektir.

Borsaları yönlendirirler, dünyadaki yasa

dışı silah ticaretinden uyuşturucuya,

fuhuşa kadar bütün ağları ellerinde

tutmaktadırlar. CIA, MOSSAD, MI6 gibi

dünyanın önde gelen istihbarat

örgütleriyle ve Çin mafyası, Japon

Yakuzası, PKK gibi terör örgütleriyle de

bağlantıları vardır.

Orantısız parasal ve siyasi bir güce sahip

oldukları için planları: küresel bir savaş

(III. Dünya Savaşı –kıyamet alametleri

arasında da bahsedilir-) başlatıp,

günümüzün uygarlıklarını tüketirken

kendisi adeta bir Anka Kuşu gibi

küllerinden yeniden doğarak kendi Yeni

Dünya Düzeni’ni doğurmaktır.

Page 15: Gencay Dergisi - Sayı: 13 - Şubat 2013

GENCAY

12

İlluminati’yi asırlar öncesinden başlayarak

gözlemek mümkündür. Eski Mısır

Uygarlığı’ndan, I. Dünya Savaşı’na, yakın

tarihimizdeki 11 Eylül Saldırılarına ve

hatta yanı başımızdaki Irak, Suriye

karışıklıklarına kadar her yerde karşımıza

çıkabilmektedirler.

İlluminati dediğimiz oluşum, medeniyetin

başlangıcından beri gelmesi beklenen

varlık (ben bunun bir ülke hükümdarı

olacağını düşünüyorum) için hazırlık

içindedir. Babil, Eski Mısır, Maya ve

günümüz… Neredeyse bütün uygarlıklar,

tüm toplumlar onun geleceğini ön

görmüşler ve her peygamber onun gelişi

için ümmetini uyarmıştır.

Biraz da amaçlarına ulaşmaları için

kullandıkları yöntemleri inceleyelim.

Dünyayı yönetmenin en etkili yolu

yalnızca iki kelimeden geçmektedir: Akıl

Kontrolü…

Medya, toplum bilimciler, yöneticiler,

hükümetler her zaman bizleri

birbirimizden ayıran farklılıklardan

bahsederler. Bütün toplumlardaki yönetici

sınıflar böyle çalışmaktadırlar.

Bahsettikleri şeyler hep basit ve bilindik

şeylerdir; ırk, din, etnik ve milli geçmiş,

sosyal statü, gelir, eğitim, cinsiyet gibi…

Bunları medyayı, haber şirketlerini, ulusal

kurumları ellerinde tutarak yapıyorlar.

Bizleri birbirimizle kapıştırırken arkadan

milyon dolarları belli lobilerine

yönlendiriyorlar. Eleştirel düşünen

vatandaşlar istemiyorlar; herkesin asık

suratlarına raflardan bir demir almalarını,

dudaklarını iki yana çekerek asmalarını

böylece mutlu ama sahte tabloları

resmetmek istiyorlar. İyi makineleşebilen,

bilgisayarları çok iyi kullanabilecek,

belgeleri çok iyi yazabilecek kadar zeki

ama zor işleri az maaşa yapabilecek kadar

da aptal insanların olması onların temel

amaçları…

Biliyorlar ki kontrolün en iyisi özgür

olduğunu düşündüğün ama temelden

yönlendirilip dikte ettirildiğindir. Bunu da

yukarıda bahsi geçen organlar aracılığı ile

çok güzel yapıyorlar, değil mi?.. Bunun

adına illüzyon ya da Halkla ilişkiler

diyerek sevimli ve gizemli yani, ilgi çekici

hale getirebiliriz. Tam da bu noktada basit

bir örnek verelim; Halkla ilişkilerin babası

Page 16: Gencay Dergisi - Sayı: 13 - Şubat 2013

GENCAY

13

olarak kabul edilen J.D. Rockefeller… Bir

sigara şirketi piyasaya yeni sunduğu

sigaralar konusunda bir sıkıntı

yaşamaktadır. Bunun için Rockefeller’a

başvurmuştur. Sorun sigaraları erkek

tüketicilere rahatlıkla satabilirken kadın

tüketicilerin ilgilerini çekememiş

olmalarıdır. Rockefeller, olaya hemen el

atar. Bir kampanya başlatır. Kadın

tüketicilere, kadın derneklerinde “Sizler

kadın-erkek eşitliğinden bahsediyorsunuz

ama esasen eşit değilsiniz. Onlarla eşit

değilsiniz; çünkü, bir organınız eksik. Bu

eksikliği ancak sigara ile giderebilirsiniz.”

Şeklinde bir konuşma yapar ve tüm

kadınlar ellerinde sigaralarla sokaklara

dökülüp eylemler düzenlerler. İşte akıl

kontrolü namı diğer Halkla İlişkiler bu

kadar etkili bir yöntemdir.

Başından beri sözünü ettiğimiz örgüt de

bunun farkındadır ve akıl kontrolünü

daima elinde tutmak istemektedir. Çünkü

onlara göre planlarına karşı herhangi bir

ordudan ya da yasadan daha büyük tehlike

özgürce düşünen bir akıldır. Bunu

engellemek için en etkili yolun zor

kullanmak olmadığını artık özgürce

düşünemeyen bizler bile biliyoruz. Onların

silahları, evlerimizde bulunan ve

çocuklarımızı ve dahi bizleri filmler,

müzikler, klipler, çizgi filmler gibi

yapımlarla eğlendirip yavaşça, biz farkında

olmadan onların yaşam tarzını bizlere

aşılamaktır.

Evet… Nereye kadar gideceğini

bilemediğimiz yeni bir yazı dizisine

başlamanın verdiği heyecanla ilk bölümü

George H.W. Bush’un şu sözleriyle

noktalamak istiyorum:

“Amerikan halkı ne yapmış olduğumuzu

öğrenecek olursa, bizi sokak lambalarında

sallandırır.”

Page 17: Gencay Dergisi - Sayı: 13 - Şubat 2013

GENCAY

14

Page 18: Gencay Dergisi - Sayı: 13 - Şubat 2013

GENCAY

15

"SONA DOĞRU KÜRT AÇILIMI"

ÜZERİNE NOTLAR -I- Fatma Özge ÖZDEMİR

Sarkaç Yayınlarından çıkan ‘’Sona Doğru

’Kürt Açılımı’ Demokratikleşme mi?

Yıkım Projesi mi?’’ adlı kitapta, son

zamanların en özel gündemi olan Kürt

Açılımı’na ‘ontolojik ırkçılığın sorumluları’

perspektifinden bakan ve bu konuda

çözüm önerileri sunan güzel bir eser… Ön

sözünü Hüseyin Raşit Yılmaz

Beyefendi’nin yazdığı kitapta, ‘’…Bu

eserde ‘’biz’’e dair meselelerin tespitine

ve tedavisine odaklanmış ‘’bizden’’ bir

kalemin fikirlerini

bulacaksınız.’’ kelamıyla, kitabın önemi

vurgulanmıştır.

Kitaba başlarken ‘’Zihinlerde bölünmüş

bir dünya sosyolojik açıdan da

bölünmeye başlamış

demektir.’’ Sözüyle, içinde bulunduğumuz

durumun içler acısı hali anlatılmaktadır.

Her gün kitle iletişim araçlarında insanlara

dayatılan ‘’Kürt Çocuğu’’, ‘’Kürt Coğrafyası’’,

‘’Kürt Aydını’’ ve daha başında ‘’Kürt…’’

sıfatıyla başlayan bir sürü

cümleden sonra, aynı ülkede yaşayan bir

sürü yurttaşımız ontolojik ırkçılık

çatışmasına sürüklenmiştir. Bilerek

hesaplanan(!) bu ontolojik ırkçılık

çatışmasının varacağı nokta ‘’kandır,

şiddettir, bölünmedir ve sonunda yok

olmadır.’’ İçinde bulunduğumuz bu

durumla yüzleşmek adına kaleme alınan

bu eserde, ‘’Kürt Açılımı’’nın ilan edildiği

zaman diliminden bu yana ki süreç

işlenmiş ve çözüm önerileri getirilmiştir.

Ontolojik ırkçılığın tanımlamasıyla

konulara girilen eserde, yazarımız

ontolojik ırkçılığı bölümlere ayırarak;

Anayasal Vatandaşlık, Çok Kültürcülük,

Aydınlar, Kürt Açılımı, Türk Milliyetçiliği

ve ontolojik ırkçılığın farklı görüntüleri

kapsamında konuları ele almıştır. Irk

ayrımcılığının günümüzde normal

tanımlamanın dışına taştığı vurgulanırken,

ırkçılık kavramının günümüzde normal

ırkçılıktan bağımsız tanımlanması, yeni

ırkçılık tanımının ortaya çıkmasına

sebebiyet vermiştir. Yeni ırkçılık kavramı,

’’Ortak yaşam alanı ve anlamalar

evreninde, belirli simgesel unsurların

dayanak yapılarak, farklılığın bu

zeminde kurgusal olarak örgütlenmesi,

farklılıkların tanınması, korunması,

geliştirilmesi adına ayrıştırılmaya tabi

tutulması, çoğunluğun toplumsal

yapılarından ayrı, kapalı, etkileşimin

kesildiği, etnik olarak temellendirilen

bir mozaikleştirilme sürecinin aynı

mekânda yürütülmesidir.’’

Page 19: Gencay Dergisi - Sayı: 13 - Şubat 2013

GENCAY

16

Irk ayrımı önce insanların zihinlerinde

başlar ve daha sonradan yaşadığımız

çevreyle birlikte tüm dış dünyaya yayılır.

Birlik olan bir milleti, ‘’alt kimlik’’, ‘’ üst

kimlik’’ buhranına sokarak fitne yaymak

gibi yapılan eylemler bizleri farklı

topluluklar haline getirme çabasından

başka bir şey değildir. Unutulmamalıdır ki;

‘’aynı tarihin’’, ‘’aynı dinin’’, ‘’aynı

coğrafyanın’’ insanlarını birbirinden

ayırmaya çalışmak, ’’ontolojik ırkçılığın’’ en

somut örneklerinden biridir. Kimlik

çatışması yaratılarak, planlanan

ayrışmanın aslında hiçbir topluluğa

üstünlük sağlamaya çalışmak gibi bir fikir

beyanatı yoktur. Hangi topluluk sayı

olarak fazlaysa, o topluluğun adı kimlik

olarak halka verilmiştir. Bu isim verilme

ise; ne baskı, ne de üstünlük emaresidir.

Karşı tarafın haklarını gasp etmeden,

kültürüne ve ananelerine saygı

gösterilerek yapılmış bir olaydır. Bu

yüzden Türk Kimliği hiçbir zaman ırk

eksenli bir kimlik olamamıştır.

Ontolojik ırkçılık bağlamında anayasal

vatandaşlık konusunda ise, anayasamızda

‘’Kürt Sorunu’’ hakkında herhangi bir

kimlik beyanatı ortaya konulduğu taktirde,

ülkenin geri dönülmez bir hata sonucunda

ayrışmasına ve bu ayrışma sonucunda ise,’’

hep daha fazlasını isteyen insanlık’’ göz

önünde bulundurularak, ülkenin

parçalanmanın eşiğine getirecek olan bir

kaos ortaya çıkacaktır. Ülkeyi tek

tipleştirmekten bahsedenler, milli devlet

ve milli kültürün krize girmiş olduğunu

vurgulayanlar, anayasa garantisi altına

sığınmaya çalışarak ve kamusal alanda

tanınarak ‘’Türk Kimliği’’ ni ve ‘’Türk

Karakteri’’ ni hafızalardan silmeye

çalışmaktadırlar. Oysaki çok kültürlülük ve

anayasal vatandaşlık öğeleri birbirlerini

her ortamda tamamlamaktadır. Yazarında

vurguladığı gibi; ‘’ çok kültürlülük; din,

dil, etnik köken ve ulusal kültür

açısından birbirinden farklı

toplulukların bir arada yaşadıkları en

demokratik yurttaşlık bilincidir.’’

Çok kültürlülük, birlikte yönetme

iradesidir. Sadece etnik ve kültürel

farklılıklar alt kimlik oluşturmuş, bu alt

kimlikleri ‘’Türk üst kimliği’’ nde

birleştirmiştir. Bu durumda, devlet özgür

yurttaşın elindedir. Anayasal vatandaşlık

uluslar ve devletler üstü bir yapılanmanın

ürünüdür. Devletin küçültülmesi ya da

büyütülmesi kapsamında bir milletin yok

olması, milli kimliğini, dilini, kültürünü

unutması söz konusu dahi değildir.

Anayasal vatandaşlık tartışmaları, hukuki

bir düzlemden ziyade, sosyo-kültürel ve

politik bir düzlemde etkin olmuştur.

Bir topluluğa anayasal vatandaşlık

hakkının tanınması halinde, ülkede

bulunan diğer etnik gruplar da bu hakkı

talep edebilir konumda olacaklardır. Bu

olay Türkiye için etnik kimlik

çatışmalarının doğmasına ve sonuç

itibariyle bağımsızlık ya da özerklik isteme

mücadelelerinin hız kazanarak devam

etmesine sebep olacaktır. Verilen bu

Page 20: Gencay Dergisi - Sayı: 13 - Şubat 2013

GENCAY

17

anayasal vatandaşlıkta kitapta da

vurgulandığı gibi; ‘’Aleviliğe tanınırsa

Nakşibendilere, Nurculara; kadınlara

tanınırsa eşcinsellere, travestilere;

İslamcılara tanınması durumunda

ülkücülere, liberallere, Marksistlere,

vs.; Kürtlere tanınırsa Lazlara,

Arnavutlara,Ermenilere, Rumlara,

Araplara, Karakeçililere, Avşarlara,

Zazalara ve hatta aşiretlere vb farklılık

kümelerine bu hak ve özgürlükleri

tanımamak için herhangi bir sebep

olabilir mi? En önemlisi de

farklılıklardan bir kısmını meşru görüp

bir kısmını görmemek nasıl izah

edilecek ve bu durum demokratik bir

tavır olarak nasıl tevil edilecek?’’.

Çok kültürcülük meselesine Batı’nın çok

sıcak bir bakışının olmadığı genel

itibariyle biliniyor. Batı ülkelerinde çok

kültürcülük büyük problem oluşturmakla

birlikte, toplumsal bir sorun özelliği de

taşımaktadır. Türkiye’de ise; ‘’Kürt

Sorunu’’ olarak tanımlanan çok

kültürlülük, toplumsal bir sorun olmaktan

ziyade siyasi bir niteliğe sahiptir. Batı

algısı dahi çok kültürcülük adı altında

dilinden, dininden, kültüründen taviz

vermezken, Türkiye’nin zihniyetinin

Ermeni, Yunan, Rum ve Kürt düşmanıymış

gibi vurgulanıp, katliamlar(!) yapmış

havası verilerek anayasal vatandaşlık

bazında etnik kimlik çatışmalarına imkân

verilerek, toplumun psikolojik

zorlanmasına yol açılmıştır. Çok

kültürcülük denemelerinden bütün AB

vazgeçip, çok kültürcülüğün demokrasinin

selameti için çok uygun olmadığının farkına

varılmış olması, fakat ülkemize hala etnik

kimlik dayatmasının bir sorunmuş gibi

lanse edilmesi akıllarda soru işaretleri

uyandırıyor(?). Unutulmaması gereken

mevzu ise, ‘’Milli kimlik kültürel bir

kimliktir.’’ Ve milli kimlik bir ülkede

bulunan bütün kimlikleri kapsayıp ortak

paydada buluşturmalıdır.

Kültürün değil, devletin sınırları vardır ve

yurttaş bu devletin yasalarıyla hukuka

bağlıdır. Ülkemizdeki çok kültürcülük

problemi yanında en büyük

problemlerden biri de aydın sorunudur.

Aydın sorununun arka planında ise, Türk

kimliği karşıtlığı yatmaktadır. Toplumda

hiçbir birey kimliksiz doğmaz. Her bir

birey bir grup içinde doğar ve yaşamını o

grup içinde gerçekleştirerek

toplumsallaşır. Bireylerin toplumsallıktan

ayrılarak kendilerini geliştirdikleri en

önemli platform ise STÖ’dir. STÖ’lerin en

önemli özelliği ise, temelinin özgür

bilinçlere dayanmasıdır. Bireysel –

toplumsal olmak üzere iki farklı düzeyde

gerçekleştirilen kültür değişimi insanlar

arasında etkileşim ortaya çıkarmaktadır.

Bilinçli bireylerle yapılan toplumsal ve

kültürel değişim demokrasinin de

zeminini oluşturan temel şartlardandır.

‘’Kürt sorunu’’ meselesinde KİA’nın (Kamu

İletişim Araçları) desteğini alan

aydınlarımız(!) ‘’Türk Sorunu’’ kavramının

ortaya çıkmasına sebep olmuş, ortaya

çıkan anlam karmaşalarının sebebini ise

Türk Milliyetçileri’ne atfetmişlerdir.

Aydınlarımızın yapmış oldukları sosyolojik

ve kültürel araştırmalar kapsamında

akıllarda şekillenen soruların sadece bir

kesime dayatılmış olması, akılları daha da

karıştırmıştır. Türk Milliyetçileri, olmayan

bu etnik çatışmanın ve ayrışmanın piyonu

olarak görülmüş ve üzerilerinden yapılan

primin farkına varmalarına sebep

olmuştur. Planlanan bu oyunlar sayesinde

Page 21: Gencay Dergisi - Sayı: 13 - Şubat 2013

GENCAY

18

iki grup arasında gerginliğin oluşacağı ve

‘’Türk’’ kavramının Kürtler için, ‘’Kürt’’

kavramının Türkler için hazmedilemez bir

durum oluşturması beklenmiştir. Ve

nitekim de planlanan olmuştur! Türk

Milliyetçileri’ni bu psikolojik baskılarla

yıldırmaya çalışan aydınlar, devletin

izlemiş olduğu bu ‘’Kürt

Sorunu’’ politikasını eleştirip, çözüm

önerileri üretmek yerine, kayıtsız şartsız

kabul ettikleri ‘’TÜRK

SORUNU’’ politikasını gütmeye devam

etmektedirler.

Marjinal kesimin elinde olan KİA’yla

sürekli Türk Milliyetçileri ve MHP’ye

saldıran aydın kesimimiz, cemaat destekli

politikalarını üretmeye devam ederek,

başörtüsü meselesini de konuya dahil

ederek tabir-i caizse bel altı vurmaya

başlamıştır. Topluma dayatılan başörtüsü-

cemaat-Türk Milliyetçiliği-Kürt

sorunu çıkmazı, toplumda anlam

karmaşası oluşturmuş ve insanların içine

girerse çıkılamayacak bir hal almasından

dolayı sürekli gündem başka konularla

meşgul edilmiştir. ‘’Bizden’’olanların bize

karşı yazdıkları yazılar sürekli alkışlanmış

ve bu çözümsüz(!) çözüm önerileri Türk

Milliyetçileri’ne bakış açısını daha da

daraltmıştır. ‘’Kürt Sorunu’’ nun Türk

Milliyetçileri için bir ekmek kapısı olarak

görülmesi ve MHP’nin oy potansiyelinin

yapmış olduğu Kürt sorunu karşıtlığı

politikasına bağlanması durumun

vahametini açıkça anlatmaktadır. Suçluyu

‘’mağdur’’ gösterip, Türklüğü ‘’suçlu’’

göstermek ve Kürtlere atfedilen

ezilmişlik(!), diğer kesimlerden tepki

toplamıştır. Vergi vermeyen, elektrik-su

faturası ödemeyen, tabir-i caizse ‘’elin

ekmeğiyle yaşayan’’ bir halk oldukları

gösterilmemiştir. İktidarı destekleyenin

yüceltildiği, desteklemeyenin yaşamaya

hakkı olmadığı ülkemizde demokrasinin

aldığı konum, toplumu endişelendirse de

‘darbeci’,’anti demokrat’ yaftası yememek

için kimse sesini

çıkarmamaktadır. ‘’Ezilmiş halkların

kardeşliği’’ sloganıyla ‘’Türk’’ kimliğini

taşıdığımız için ezilen ‘’biz’’e demokrat

aydınlarımızın yakıştırdığı bir slogan var

mıdır acaba?

Türk Milliyetçileri ve MHP’nin üzerine bu

denli çok gidilmesi, ‘’Kürt

sorunu’’ meselesinde üzerilerinden belirli

politikaların uygulanması, yapılan yanlışın

bir göstergesidir. Vermiş oldukları yanlış

kararı konduracak bir kesim bulamayan

iktidar, kendilerine buldukları günah

keçisiyle hem durumu toparlamış, hem de

toplumsal ayrışmayı sağlayarak

emellerine ulaşmıştır. Toplumsal

ayrışmanın temellerinin atıldığı Türk

Milliyetçileri ve MHP’ye uygulanan bu

suçluluk psikolojisi oyunu gayet

başarılı olmuş bir aydın sorunudur.

Page 22: Gencay Dergisi - Sayı: 13 - Şubat 2013

GENCAY

19

DON KİŞOTLARIN DİL SAVAŞI Veysel Gökberk MANGA

Biz hareketli bir milletiz. Bu bir milletin

yapısıyla alâkalıdır. Aynı zamanda

zekâsıyla, kabiliyetiyle ve bunların sonucu

olarak görgüsüyle alâkalıdır. Türk Milleti

hareketli olarak yaratılmadı. Atı

evcilleştirecek kadar büyük düşündüğü

gün hareketli olmayı hak etti. Daha sonra

bu hareketliliği dünyaya yayılırken

kullandı. Dünyaya da keyfinden yayılmadı.

Yayılmanın iktisadî, toplumsal sebepleri

vardır; aynı yayılma, içinde Tanrı’ya

hizmet etme ve bu yolla dünyayı Tanrı’nın

istediği şekilde bir düzene sokma

ülküsünü barındırıyordu. Türk ata bindi,

kanatlandı. Birçok memleketler açtı; o

memleketlerin insanlarından aldı, onlara

çok şeyler verdi. Bir gelenek doğdu, bir

kere ata binen bir daha inemedi. Çayırda,

at üstünde değil de çadırda, döşekte ölmek

ayıp sayıldı.

Osmanlı Devleti Türk usûlü üzere kuruldu.

Bugün yanlış olarak Osmanlı’nın kuruluşu

Arap, Fars ve Bizans Devletlerinin

yapılarında aranır. Bu devlet

Türkmenlerin enerjisini yararlı

olabilecekleri alanlara sevk etti. Bu

yöntemi Selçuklulardan Hunlara kadar

bütün Türkler kullanmıştı. Türklerin

hareketliliği, bir ucu Çin civarlarında olan

Türk Dünyası’nın diğer ucunu aldı, Macar

Ovası’na götürdü.

Osmanlı’nın yıkılması ve acımasız ulus

devletler asrının eskinin yerini alması

üzerine Türkler, boşluğa düştüler. Sadece

Osmanlı içinde veya onun çevresinde

yaşayan Türkler değil, Türk Dünyası’nın

tamamı belirli sınırlara hapsoldu. Atlarının

üstünde bir o yana bir bu yana gitmeye

alışkın adamlar önlerinde çelik tellerle

çevrili hudutlar buldular. Ancak

içlerindeki his, hareketliliğin doğurduğu

özgürlük hissi kaybolmadı, aksine birikti,

patlamaya hazır hâle geldi.

Bugün biz bütün meselelerde aşırı, ölçüsüz

tepkiler veririz. Türklerin devlet adamları

birbirleriyle münasebetlerinde dahi sakin

olamazlar, bıraksanız birbirlerini

parçalayacak gibidirler. Sokaktaki

olayların çoğu kavgayla sonuçlanır. Bunlar,

Türklerin hareketli bir millet olmalarının

sonuçlarındandır. Hapsedilmiş hareketlilik

saldırganlığı getirir. Saldırganlık Türk

Milleti’nin hiçbir meseleye düzgün

yaklaşamamasına ve olaylarda akıl hâkim

olamayacağı için, beklenmeyen sonuçlar

ortaya çıkmasına neden olur. Hattâ belki

Page 23: Gencay Dergisi - Sayı: 13 - Şubat 2013

GENCAY

20

de bu sebepten olayları doğru okuma

kabiliyetimizi bile yitiriveririz.

***

Don Kişot’u hepimiz biliriz. Okumayanımız

da bir yerlerden duymuştur zaten.

Kendine hayâlî düşmanlar yaratan ve

onlarla savaşan, büyük bir kahramandır. O

kadar inanmıştır ki savaştıklarının, yel

değirmenlerinin aslında düşman

olmayabilecekleri ihtimali onun için

yoktur. İyi niyetlidir, iyi savaşçıdır. Don

Kişotluğa özenen adamlar vardır; çünkü o,

hayâlî düşmanına karşı mükemmel

savaşır. Don Kişotlar iyi niyetli oldukları

için kötü adamlar da değillerdir. Ama

zararlıdırlar. Yürüttükleri savaş o kadar

masum bir savaştır ki, enerjisini

yöneltecek düşman arayan bazıları da, bu

büyük ve güzel savaşa iştirak etmek

isterler. Böylece iyi niyetli Don Kişotlar

yüzünden bazı adamlar işe yarayabilecek,

belki de büyük işler yapabilecekken

güçlerini hayâlî düşmana karşı, beyhude

harcarlar.

Savaş zamanı geldiğinde iyi komutan-kötü

komutan farkı ortaya çıkar. Kötü komutan

iki türlüdür. Birisi hepten cesaretsizdir. Bu

cesaretsizliği onun hiçbir doğru hamleyi

zamanında yapamamasına neden olur.

Diğeri fazla cesurdur, çok büyük işler

yapar, ünü artar, bu haklı bir ündür. Ama

büyük ihtimalle bir taarruz savaşında ve

yine büyük ihtimalle kurmaylarının

itirazlarıyla karşılaşıp önceliğini

kullanarak giriştiği bir taarruz savaşında

can verir. Gerçi adı kahramanlar hanesine

yazılır, fakat daha büyük işler

yapabilecekken ölmüştür. İyi komutan ise

gerektiğinde saldıran, gerektiğinde

savunan, küçük hesaplarla hareket

etmeyendir. Onun yaptığı savaşlar ders

olarak okutulmaya lâyıktır.

***

Türk Milleti çeşitli coğrafyalara hapsoldu,

demiştik. Bu hapisliğin sonucu olarak,

Türklerin ölçüsüz saldırganlığından ve

hesapsızlığından bahsetmiştik. Biz kısa bir

süre önce bir olay yaşadık:

Milliyetçiliğinden zerre kadar tereddüt

etmediğimiz bir hanımefendi-çünkü

karşılaştığımız ortam genellikle

milliyetçilerin birlikte oldukları bir yerdi-

çeşitli çıkar gruplarının sık sık

tekrarladığı, dilinden düşürmediği

“milletin bir gecede cahilleştirildiği, Latin

Abece’sinin bizim anlayışımıza uymadığı”

ezberini tekrarladı. Orada bu konu üzerine

kısaca konuşuldu, asıl konu başka

olduğundan kısa kesildi. Sonunda ise ne

konuyu yeteri kadar tartışabilmiş, ne de

fikirlerimizi beyan edebilmiş olduk. Bu

hususta biraz konuşmak gerektiği

kanaatindeyim.

“Türk Milleti’nin bir gecede

cahilleştirildiği” fikri çok sığ, temelsiz bir

fikirdir. Bir gecede cahilleşen bir milletten

bahsedebilmek için, mevzubahis geceden

önce çok okumuş bir toplumun var olmuş

olması gerektir. Yani Osmanlı’nın Türkleri

Arap Harfleriyle okumayı çok iyi

biliyorlardır meselâ, cumhuriyetin ilk

yıllarında da dehşet verici bir Arap Harfli

neşriyat vardır ve ATATÜRK, herhâlde

delirmiş olmalıdır ki bu kadar iyi işleyen

bir sistemi bir gecede berbat etmiştir.

Durum böyle olsa idi gerçekten de Mustafa

Kemal ve Harf İnkılâbı konusunda ondan

önce yarım asrı aşan bir süredir

konuşanlar suçlu olurlardı. Ama o

zamanlar memlekette eğitimsizliğin

yaygın olduğu, insanların %90’ının okuma

Page 24: Gencay Dergisi - Sayı: 13 - Şubat 2013

GENCAY

21

yazma bilmediği söylenegelmiştir. Okuma

yazmayı bilmeyen adam için ha Arap

olmuş, ha Latin; fark etmez. Aslında fark

eder; Arapçada bizdeki sesli harflerin

bazıları olmadığı ve onların dördü bir vav

ile karşılandığı için, sesli harflere sahip bir

abecenin kullanılacak olması ileride okur

yazar olmanın hayâlini kuran bir insan

açısından avantajdır.

Aslında bugün gençlere göre, Arap ve Latin

Abeceleri arasında o kadar da fark yoktur.

Biz bunları aştık. Arap Abecesi de çok

kolay öğrenilir hâle gelmiştir. Belge

inceleyecek gençlerinse çok ciddi bir

mesai harcamaları gerekir. Bu meseleler

mühim meselelerdir ve zaman alır.

Cumhuriyet yönetiminin hatası, daha

cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren ciddi

bir Osmanlı Türkçesi eğitimi vermemiş

olmasıdır. En büyük suçu budur. Yoksa

abece öğrenmek sadece birkaç saatlik bir

iş olduğu için aydın olmanın gerek ve yeter

şartı değildir ve abece değiştirmekle

millete kötülük edilmiş oluyorsa eğer,

Arap Abecesi’nin değiştirilmesi için

düşünenler, planlayanlar, tatbik edenler

kadar, Türk Abecesi’nden Arap Abecesi’ne

geçenler de suçludur. Bu kadar saçma ve

basit suç tanımı olmaz. Böyle suça meselâ,

hukukun namuslu, vicdanlı işlediği

yerlerde “Madem abeceyi değiştirdin,

haydi şimdi de öğret!” cezası verirler ki

cumhuriyet bu cezayı gittiği yolsuz

köylerde ziyadesiyle çekmiştir.

***

Dil konusunda daha önce

bahsettiklerimizden çok daha büyük

sorunlarımız var; bunları konuşmuyoruz.

Mesele bir abece meselesi değildir.

Hareketli milletin dili diğer dillerle

etkileşime girer, bu kaçınılmazdır. Bunun

hem iyi, hem de kötü sonuçları vardır. Batı

Türklerinin dili Doğu’ya kıyasla kulağa

daha hoş gelir, naziktir. Çünkü Batı

Türkleri başka milletlerle daha çok temas

etmiştir. Bir Azerbaycanlı dostumun,

kulakları çınlasın, “Sizin küfürler küfre

benzemiyor, bizde küfürler ağzı doldurur,

karşıdaki duyduğu ânda onun küfür

olduğunu anlar. Siz küfür ederken azıcık

gülümseseniz iltifat ediyorsunuz

sanacağım.” dediğini hatırlıyorum. Bu,

Doğu-Batı Türklerinin dil farkını anlatmak

için ufak bir misal sayılabilir. Ancak bunun

kötü yanı, devletler etkileşir veya

savaşırken diller de aynı şeyi

yapacağından Batı Türklerinin dilinin daha

çok bozulmuş olmasıdır. Bizim,

yanılmıyorsam, Farsçadan aldığımız

“molla” kelimesi Kırgız-Kazak Türkçesinde

“moldo” olarak yaşar. Onlar da bu, kendi

hayatlarına uymayan bir şeyi ifade eden

kelimeyi Farslardan almış, ancak bizden

Page 25: Gencay Dergisi - Sayı: 13 - Şubat 2013

GENCAY

22

farklı olarak Türkleştirmişlerdir. Kısaca,

Batı Türkleri daha kapalı olan Doğu

Türklerine göre daha büyük bir medeniyet

kurmuş, onu kurarken maalesef dil

savaşında Arapça ve Farsça karşısında

büyük kayıplar vermiştir.

***

Türk Dili’nin diğer dillerle yaptığı savaş

devam ediyor. Bizim bu savaşta, iyi

komutanlara ihtiyacımız var. Savaşı

kazanabilmek için önce şartları, düşmana

karşı durumu, yapılanları iyi görmek,

yapılacakları iyi tespit etmek gerekiyor.

Düşmanın kim olduğunu her komutan aynı

şekilde bilir; ancak savaşın nasıl

kazanılacağını hepsi isabetle kestiremez.

Savaşta yanlış yere açılan bir cephe,

günden güne büyüyen, yayılan ve hastalığı

ağırlaştıran bir çıban gibidir. Aynı yanlış

yerde savaşta ısrar edilir, hastalığın teşhisi

doğru düzgün yapılamazsa ölüm

kaçınılmazdır; çünkü yanlış teşhis yanlış

tedaviyi getirir.

Dillerin savaşı devam eden bir savaş

olduğuna göre, cepheyi doğru yere açmak

lâzım gelir. Cumhuriyetle birlikte, eski

yapıların üzerine kurulmuş olsa da,

yönetim anlayışı farklılaşmış, yeni

yöneticiler eskilerden farklı olarak Türk

Dili’ne daha çok önem vermişlerdir.

Cumhuriyetin kuruluşundan bugüne

kadarki süre içerisinde Doğu Dillerinden

Türkçeye geçen kelime, zannederim

yoktur. Varsa sınırlıdır ve yok denilecek

kadar azdır. Bugün Doğu Dillerinden bize

bir taarruz olmadığına göre bu cephe

kapanmıştır. Bir ateşkes, hattâ belki geçici

bir barış temin edilmiştir. İtiraf edelim ki

Doğu’yla yapılan bu savaş kaybedilmiştir.

Yel değirmenleriyle savaşmak zaman ve

enerji kaybıdır. Tabiî bu hâl, bizim durumu

tamamen kabul ettiğimiz, Doğu’yla

savaşmayacağımız mânâsına gelmez.

Bugün savaş Batı iledir. Don Kişotluğun

lüzumu yok! Doğu’da boşa bekletilen

kuvvetleri oraya sevk etmek ihtiyacı

vardır. Siz şimdilik Doğululara çaktırmayın

ama Batı ile savaş kazanılır kazanılmaz

Doğu’ya tekrar dönülecektir.

***

Batı ile topyekûn bir savaş hâlindeyiz.

Ayakkabılarıyla, pantolonlarıyla

savaşıyoruz. Bilgisayarlarına ve silahlarına

ise gücümüz yetmiyor ne yazık ki. Bu

arada, en önemli savaşı da dilimiz veriyor.

Çünkü çarıksız dolaşılır, belden aşağı basit

bir şalvar indirilir, başlar eski usûl örtülür,

ilk saldırı def edilir. İlerleyen zamanlarda

silah fabrikası da kurulur, onlarınkinden

daha iyi elektronik âletler de yapılır. Fakat

dilde kaybedilirse savaş, Allah korusun,

Türk Milleti’nin bir kısmı dahi hâkim dili,

dünya dilini ikinci dil kabul ederse, o

zaman sıkıntı var. Gerçi ben iki bakımdan

rahatım; bizim millet sömürge olacak

millet değil. Bir de, ikinci bir dil kabul

edebilmek için onu öğrenebilmek

gerekiyor ki biz bu meselede millet olarak

isteksiz, biraz da kabiliyetsiziz.

Batı Dilleri bize örgütlü bir şekilde

saldırıyor. Yeni buluşlar, yeni düşünceler

yeni kavramların ortaya çıkmasını

sağlıyor. Biz bu teknik gelişmelerin ancak

sonucunu satın alabiliyoruz. Sonuçları

satın alırken adlarını olsun değiştirmek

aklımıza gelmiyor. Bu yolla, daha sonra

televizyonlar yoluyla-ki televizyon adı da

aynı şekilde gelmiştir-, pantolonlar,

ayakkabılar yoluyla, hızlı yemekler yoluyla

dilimize onlarca Batılı kelime giriyor. Bu

dilimize giriş yolları da ne hâle

düştüğümüzün göstergesidir. Bizim eski

Page 26: Gencay Dergisi - Sayı: 13 - Şubat 2013

GENCAY

23

adamlar Batı’ya giderler, orada eğitim

alırlar, onlardan etkilenir ve onları taklide

başlarlarmış. Bu arada ilerlemenin

yolunun da Batılılaşmadan geçtiğini

düşündüklerinden onların yazdıklarını

okurlar, buldukları terimleri

Türkçeleştirmeden, olduğu gibi

kullanırlarmış. Şimdi bu yeni isimleri

dilden, edebiyattan, teknik gelişmeden

değil de yiyecekten alıyor olmamız,

Batı’dan aldıklarımızın değiştiğini de

gösterir. Yani Batı’dan artık fikir değil

“kilo” alıyoruz. (Kendimi diğer

şişmanlardan ayrı tutacağım. Ben

kilolarımı, kuru fasulye-pilav gibi bizden

olan yemeklere borçluyum.)

Kısa süre önce bir hocamız Yahya Kemal’in

Türkçesi için “Ak Türkçe” demişti. Belki de

bu ifade, Yahya Kemal’e aittir. Ak

Türkçeden kasıt, milletin kullandığı

Türkçedir. Bazen millet, hele bu çağlarda,

çeşitli hassasiyetlerini geriye ittiği için

yanlış yapabilir, bu gibi hâllerde “Ak

Türkçe”yi tespit etmek dilcinin, yazarın

işidir.

Hatalarım vardır; fakat burada size söz

veriyorum: Bundan sonra halkın

anlamayacağı kelimeleri yazılarıma

sokmamaya özen göstereceğim. Milletin

kullandığı, ancak dile zarar veren, dilimize

yeni yeni, sinsice giren kelimeleri de

kullanmayacağım. Bu konudaki her türlü

eleştiriyi memnuniyetle karşılayacağım.

Ben o kelimeyi pek kullanmıyorum ama

meselâ, bugün dilimize “entegre”

kelimesinin yerine hangi kelimeyi

“entegre” edeceğiz? Veya “ikâme”yi

çıkaracağız da yerine neyi “ikâme”

edeceğiz? Buralarda gerçekten çaresizim,

aciz kalıyorum. Buraları halletmek belki de

dilcilerin işi. Ama en azından şunu

kestirebiliyorum: Bu işi galiba, dilcilerden

çok millet yapacak, millet halledecek.

Fransa’da aydınlar dilbilgisi kuralları

uydurdular, bunlar mantıklı idi. Halk bu

kuralları pek sevmedi ve başka şekilde

aynı şeyi söylemenin yolunu buldu. Belki

bizde böyle bir şey olacak; bilemiyorum.

Ama dilciler de böyle bir çabanın içinde

girmekten, umarım çekinmeyecekler. En

azından ben etrafımdaki dilcileri bu tip

şeyler için teşvik edeceğim.

Beni mazur görün. Ben bugün, savunma da

diyeceğim müdafaa da… Saldırıyı da,

hücumu da kullanacağım. Ama “atak,

defans” demeyeceğim. “Doktor”

arkadaşlarıma inatla “onucu” veya daha iyi

bir şeyler bulursam; işte bu çeşit şeyler

diyeceğim. Biz Allah’ın izniyle, eğitimin de

vasıtasıyla bu savaşı kazanınca

torunlarımız dönecekler, daha önce

kaybettiğimiz savaşın intikamını alacaklar;

kesinlikle unutmayacaklar! Ama baştan

beri söylüyorum; benim düşmanım bugün

bana saldırandır. İyi komutan-kötü

komutan farkı burada ortaya çıkacak. Ben

kuvvetlerimi, şu an içinde olmadığım,

bitmiş ve yakın zamanda başlaması

mümkün olmayan bir savaş için

bölmeyeceğim. Tüm gücümle Batı Dilleri

ile savaşacağım. Bu sırada tabiî dilimizden

def edeceğimiz Batılı kelimeler yerine

Türkçelerini koymakla uğraşacağım,

uğraşacağız. Bu savaşta düsturumuz da şu

olacak: “Milletin anlamadığı, konuşmadığı

dil, dil değildir.”

Bu bir ilân-ı harptir; ya kazanacak, ya bu

yolda uğraşırken can vereceğiz!

Page 27: Gencay Dergisi - Sayı: 13 - Şubat 2013

GENCAY

24

TÜRK’E FAŞİZM Kürşat Kemal ÇETİNKAYA

İdeolojisinin hakkını veren istisnai

zümreyi tenzih etmek suretiyle…

****

Bu yazı kin ve nefret yazısı değildir, aksine

kin ve nefret tohumları ekmeye

çalışanların anlatıldığı bir yazıdır. Bu yazı

faşizan ve ırkçı bir yazı da değildir, aksine

çeşitli maskeler altında faşistlik yapanların

anlatıldığı bir yazıdır. Amaç, bilinenleri

tekrar etmek değil, özellikle son dönemde

topluma şirin gösterilmeye çalışılan kişi ve

oluşumların aslında hiç de öyle

olmadıkları gerçeğini hatırlatmaktır.

İçeriğe geçmeden önce bu açıklamaları

yapma gereği hissettim. Zira

Türk, Türk Bayrağı dendiğinde,

geleneklerden, göreneklerden

bahsedildiğinde gericilik, ırkçılık yaftaları

yapıştırılırken, etnik ayrımcılık güden,

şiddete ve tehdide dayalı söylemler ve

buna bağlı olarak gerçekleştirilen illegal

eylemler ise özgürlükçülük, eşitlikçilik

olarak adlandırılıyor ülkemde.

Yaşadığımız bu ve diğer kavram

karmaşalarının zaman idraki bakımından

Cumhuriyetin kuruluşundan günümüze

kadar geldiği, mekan idraki bakımından

ise toplumda ve siyasette karşılık bulduğu

söylenebilir. Bu paralelde kimi kavram

karmaşaları dönemsel olarak gerek

iktidardakiler gerekse halk tarafından

ancak en önemlisi sözde aydınlar

tarafından yoğun destek bulmuştur. Dini

vecibelerini yerine getirenlerin şeriatçı,

bütün Kürtlerin ve Kürtçe kelimelerin

bölücü, milli ve dini kimliğinden uzaklaşıp

Batının sözde ahlakını kendine şiar

edinenlerin modern olarak algılanması

bunlara örnek olarak gösterilebilir.

Günümüzde muğlak bir şekilde karşılık

bulan bu kavram karmaşaları söz konusu

dönemlerde oldukça yoğun hissedilmiş ve

hissettirilmiştir.

Bugünün modası ise

sözde Kürt Hareketi olan özde ise

Türk’e faşizm olarak tezahür eden bir

hadisedir.

Bu sözde Kürt Hareketi, Kürt kökenli

vatandaşların haklarını savunmaktan

ziyade, faşist, özeleştiriye kapalı, şiddet

müptelası, terör yanlısı, cahillikten ve

emperyalizmden beslenen bir harekettir.

Bu niteliklere haiz bir hareketin hiçbir

uzantısıyla hiçbir konuda görüşme,

müzakere ve hatta dirsek teması dahi

yapılamaz. Ne zaman ki sözde Kürt

Hareketinin temsilcileri ve bu hareketin

kendi haklarını savunduğunu düşünen

Kürtler, Türk halkını ikna eder, varsa

Page 28: Gencay Dergisi - Sayı: 13 - Şubat 2013

GENCAY

25

samimiyetlerini kanıtlarlarsa işte o zaman

salt silahlı mücadelenin yanında diğer

seçenekler de gündeme gelebilir.

Aksi halde otuz binden fazla asker ve

sivilin canına mal olan bir terör örgütünün

lideri ve bu örgütle organik bağı bulunan

siyasi uzantıları ile neyin görüşmesi

yapılabilir?

’’Eğitim istiyoruz.’’ deyip, bölgeye

gönderilen öğretmenleri kaçıran ve sadece

geçtiğimiz yılın Ekim ayında tam 23 okulu

yakan bir hareket ile hangi konuda

anlaşma sağlanabilir?

Manevi kaynağı toplumda korku yaratmak,

kan akıtmak, öldürmek, Türk halkının

sağduyusunu zorlamak; maddi kaynağı ise

silah kaçakçılığı, insan ticareti, uyuşturucu

sevkiyatı, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin

önüne taş koymak isteyen ülkeler

zincirinden para ve silah yardımı olan

küresel bir maşa ile neyin pazarlığı

yapılabilir?

Açlık grevi yapan teröristler için ‘‘Oradan

ölüm haberi gelecek diye çok korkuyorum.’’,

‘‘ Oradakilere bir şey olursa bunun hesabı

nasıl verilecek?’’ diyen ancak terör

bölgelerinde vatan savunması yapan, gazi

ya da şehit olan gençler için aynı

hassasiyeti duymayan, onları aklının ve

dilinin ucuna getirmeyen ayrımcı sözde

sanatçılar ve terör sempatizanları ile ne

paylaşılabilir?

Özgürlük, hak, hukuk, eşitlik naraları atan

Marksistler, Leninistler, Sosyalistler ya da

her ne iseler belirttiğim hususlarla ilgili üç

maymunu oynarlarken, diğer yandan,

işlerine gelen en ufak olayı katliam diye

nitelendirebilecek üçkâğıtçılığı utanmadan

sergileyebilmektedirler. ‘‘Faşizme karşı

omuz omuza’’ sloganları atıp faşist, eli

kanlı bir terör örgütüne sempati duyan; ‘‘

Ezilenlerin yanındayız’’ deyip Doğu

Türkistan’ı görmezden gelen kendine

sosyalist Türk’e faşist bir zihniyetle

neyin tartışma yapılabilir?

Bu çelişkiler aklı başında olan ve özgür

iradesi ile hareket eden insanların

yaşayacağı çelişkiler değildir. Ruh

hastalıklarımızı yansıtmak da fikir

üretmek, hak talep etmek değildir. Yoksa

tabi ki ülkemde kimse kendini ikinci sınıf

vatandaş hissetmesin. Ana dilini

konuşabilsin, ana dilini devletin kurumları

tarafından öğrenebilsin, hiçbir ayrımcılığa

maruz kalmasın. Temel hak ve özgürlükler

ve eşit vatandaşlık hususunda anayasal

eksiklikler varsa giderilsin.

Ancak Lenin’in de dediği gibi ‘‘ Bir

örgütün karakterini belirleyen en

önemli kriter yapmış olduğu eylemlerin

muhtevasıdır.’’ Dolayısıyla hak talep

edenler söz konusu çelişkilerden sıyrılıp,

samimiyetlerini ve iyi niyetlerini

kanıtlamak zorundadırlar. Bu söylem ve

eylemlerle müşterek bir noktaya

varılamaz. Türk’e faşizm devam ettiği

sürece kim kiminle ne görüşürse görüşsün

toplumsal mutabakat sağlanamaz.

Page 29: Gencay Dergisi - Sayı: 13 - Şubat 2013

GENCAY

26

Page 30: Gencay Dergisi - Sayı: 13 - Şubat 2013

GENCAY

27

“ÜLKÜCÜLER, KIBRIS SİZE

MİNNETTARDIR” Banu DOĞAN

Bu söz, geçen yıl aramızdan ayrılan büyük

Türk lideri, bozkurt, Türk Mukavemet

Teşkilatı’nın Toros’u Rauf Denktaş’a aittir.

Denktaş Türk tarihinde yeri

doldurulamayacak büyük liderlerden

biridir. Bizlere giderken bir nasihat de

bırakmıştır:

“Siz ülkücü gençlere, bir baba nasihati

yapmak istiyorum. Adınızı ülkücüler

deyince kavgaya, kavgacıya, vurup

kırmaya çıkartanlar ve çıkartmak

isteyenler vardır. Sakın bu oyuna

gelmeyiniz. Sizler namusun bekçisi,

bayrağın bekçisi, vatanın bekçisi

insanlarsınız”

Bugün Kıbrıs için tehlikeli bir süreç

yaşıyor olsak da, birileri Avrupa Birliği

adaylığı denen saçmalık yüzünden Kıbrıs’ı

feda etmeye yemin etmiş gibi adımlar

atıyor olsa da, kandırılmış Kıbrıs halkı

Annan safsatasına evet demiş olsa da

Kıbrıs bize vatan toprağıdır ve vatanın her

karış toprağı gibi o da bizlere emanettir.

Evet, biz kavgacı değiliz, ama o toprakların

bir karışına halel gelecek olsa vururuz da

kırarız da. Çünkü Kıbrıs vatan, Kıbrıs

namus, Kıbrıs bayrak bize…

1963-1974 yılları arasında Kıbrıs’ta

yaşayan Türkler Rumların anayasayı tek

taraflı değiştirmeye kalkmasının ardından

neredeyse soykırıma varan zulümler

gördü ve yüzlerce Türk, kadın-çocuk

demeden Rumlar tarafından katledildi.

1974 yılının 20 Temmuzunda Türk Silahlı

Kuvvetleri Yavru Vatan Kıbrıs’a barış

harekâtı düzenledi ve orada yaşayan

soydaşlarımızı Rum zulmünden kurtardı.

1974 yılında adayı Yunanistan’a bağlama

amaçlı ve Yunanistan destekli bir darbenin

ardından Türk Silahlı Kuvvetleri adaya

müdahale etti ve 1975 yılında Kıbrıs

federe devleti, arkasından 1983 yılında

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti kuruldu.

Page 31: Gencay Dergisi - Sayı: 13 - Şubat 2013

GENCAY

28

Yıllardır süren ekonomik ve toplumsal

sıkıntılar bu tarihte sona erdi ve bugün

orada varlığını devam ettiren Türk Silahlı

Kuvvetleri adadaki barışın ve Kıbrıs

Türklerinin güvenliğinin teminatı oldu.

Olmaya da devam edecek.

Bugün, Ermenistan’ın yalanlarına kanan ve

kendi çıkarları açısından sözde ermeni

soykırımını kabul eden batı dünyası,

Kıbrıs’ta Türklere yaşatılmış olan

zulümleri görmezden gelmekte ve göz

göre göre Yunan enosisine katkı

sağlayarak Türk Silahlı Kuvvetleri’ni adada

işgalci olarak görmekte ve göstermektedir.

Rum kesimi Avrupa Birliği’ne tam üye

olmadan hemen önce de batılıların Türk

kesimine saldırıları devam etmiştir.

Yunanistan’ın çıkarlarının gözetildiği, tüm

su kaynaklarının ve Türkiye için stratejik

öneme sahip Karpaz burnunun Rumlara

bırakılmak istendiği, ayrıca yaklaşık 80 bin

Türk’ün göç etmesini öngören Annan planı

2004 yılında devreye sokulmak

istenmiştir.

Adada yaşayan Türklerin Rauf Denktaş’ın

bütün çabalarına rağmen kandırılmaları

sonucunda “yes be annem” pankartlarıyla

Annan planına evet demeleri, birilerinin

de “çözümsüzlük çözüm değildir” diyerek

Kıbrıs’tan vazgeçme noktasına gelmiş

olması Türkiye ve Kıbrıs için tehlikeli bir

süreci başlatmıştır.

Annan planının açıklanmasından ve

görüşülmeye başlanmasından önce Yunan

basınında yer alması, Rum kesiminin

önceliklerinin ve çıkarlarının Birleşmiş

Milletler tarafından Türkiye’ye

dayatılacağının bir kanıtıdır. O sırada

hasta olan ve hayati tehlikesi bulunan Rauf

Denktaş’a planı hemen okuyup cevap

vermesi için yapılan baskı da Kıbrıs’ı

yutmak isteyen batı dünyasının

oyunlarının bir sonucudur.

Milli davamız Kıbrıs AB ile Türkiye

arasında bir önkoşul haline getirilmiştir.

14-15 Aralık 2006 zirvesinde askıya alınan

fasılların askıdan indirilmesi Kıbrıs şartına

bağlanmıştır. Avrupa Birliği her raporunda

Kıbrıs’a atıf yapmakta adeta Rumların

sözcüsü gibi davranmaktadır. AB sürecinin

ilerlemesi için Türkiye’ye Rumların

isteklerini yerine getirme baskısı

yapılmaktadır.

En önemli milli davamız olan Kıbrıs’ta

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin varlığı kim ne

derse desin sonsuza kadar devam

etmelidir ve edecektir. Kıbrıs Yunan

enosisine yem olmayacak ve Yunanistan

sonsuza kadar istediğini elde

edemeyecektir. Büyük lider Rauf Denktaş

da Kıbrıs mücadelesine tüm ömrünü

adamış ve adını şanlı Türk tarihine çoktan

yazmıştır.

Kıbrıs; üzerinde yaşayan soydaşlarımız

açısından, stratejik önemi açısından,

Anadolu Türklüğünün güvenliği yönünden,

Doğu Akdeniz ticaret yollarının kesiştiği

bir ada olarak, ülkemiz için hayati öneme

sahiptir. Kıbrıs, tarihin hiçbir döneminde

Yunan adası olmamıştır ve olmayacaktır.

Vatan toprağı Kıbrıs bize emanettir.

Büyük lider Rauf Denktaş’ı vefatının

birinci yılında rahmet, minnet ve büyük

özlemle anıyorum. Ruhu şad olsun.

Page 32: Gencay Dergisi - Sayı: 13 - Şubat 2013

GENCAY

29

TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ MOBİL

DÜNYANIN NERESİNDE? Berat ASA

Bugünlerde mobil teknolojiyle her an iç

içeyim. Elimde telefonla geziniyor,

gezindiğim yerlerde son dakika haberleri

ajanslar vasıtası ile elde ediyorum.

Çalışmalarımda yöneltilen sorularda

tıkandığım noktalarda elimdeki akıllı

telefonum imdadıma yetişiyor, laf

kalabalığı yapmayıp ilgili mevzuata anında

ulaşıyorum.

Eskiden gazetelere ve köşe yazılarına fazla

vakit ayıramaz, ancak sevdiğim yazarların

yazılarını okumakla yetinirdim.

Geliştirdiğim teknolojim sayesinde bu

sorunda artık kalmadı. Mesai saatleri

içinde okuyabildiğim kadar gazete ve köşe

yazısı okuduğumdan dolayı mesai dışında

kitaplara ve kendime daha fazla zaman

ayırmaya, projelerimde yol almaya

başladım.

Bir zaman her şey sevimli idi ama gün

geçtikçe gönlümde kırıklıklar başladı

yüreğimde. Google play denilen uygulama

merkezine girdikçe Risale-i Nur’ları, Sızıntı

dergilerini, Yağmur dergilerini gördükçe

ağlamaya başladı yüreğim. Gözüm

TÖRE’yi, Bozkurt’u, Devlet’i aradı, ellerim

peşinden gitti. Ama hep aynı mesaj geldi

karşıma “aradığınız kriterde sonuç

alınamamıştır.”

Bir anda soğudum yeni sevdamdan.

Klasikleşti gözümde bir anda, sadece alo

desin yeter dedim kendi kendime telefon

dediğin…

Duramadım, hadi onlar eskiydi, belki

yenilerden bir umut ışığı yanmıştır diye,

bildiğim bütün güncel milliyetçi yayınları

aradım. Yoktular işte, yoktular…

Aklıma bir anda internet aleminde mantar

gibi biten haber siteleri geldi. Bir taraflara

taraf olup, davanın bütün gizlerini ortaya

döken siteler. Sıfatların kol gezdiği,

ayrılıkçı tohum üretmekte profesyonel

olan siteler. Onlarda yoktular…

Ne de olsa o siteleri kurmak için emek

harcamaya gerek yoktu. Hazır veri

tabanlarına verileri yayınla geç. Hepsi bu

kadar. Özel yazılım nerede, profesyonellik

nerede…

Kahretsin ki bu alanda da yokuz…

Bu alanı da kaptırmışız. Elbet bir zaman

gelir hatırlarız, yeni teknolojiler üretilip

bunlar unutulmaya başladığı anda…

Page 33: Gencay Dergisi - Sayı: 13 - Şubat 2013

GENCAY

30

Page 34: Gencay Dergisi - Sayı: 13 - Şubat 2013

GENCAY

31

HATIRAT / RÂZÎ DEĞİL, RAZI OLMAK Abdullah KILAVUZ

Sekiz ocak iki bin on üç. Saat sıfır sekiz elli

beş. Eğitim ve Araştırma Hastanesi,

dokuzuncu kat, romatoloji kliniği;

Uykusunu alamadıkları her halinden belli

olan bir avuç beyaz önlüklü genç;

gençliğinden arda kalan saçlarını sağa

yatırmış, güler yüzlü (lâkin sakalı uzun,

gömleği ütüsüz, kravatı uyumsuz, saçı

dağınık, ayakkabısı boyasız kim varsa en

ağır hakaretlerle kovacak kadar sinirli) bir

adamın etrafında toplanmışlar.

“1801 de Haberdan kutanöz semptomları

tarifledi.. 1827 de Schönlein, 1845 de

Henoch diğer tutulumları tarifledi ve 1915

de Frank’la birlikte son halini aldı” diyerek

mesleki hayatlarında sık karşılaşacakları

bir hastalığı anlatıyor takım elbiseli ve

orta yaşlı olan adam. Ellerindeki küçük

kağıtlara not alıyor beyaz önlüklü gençler.

Derken konular konuları takip ediyor;

hastalıklar hastalıkları; “Kawasaki, ,

Takayasu, Davies, Van der Woude, Falk,

Jannette, Hutchison, Horton…” Dakikalar

dakikaları takip ediyor, isimler isimleri..

Boynundaki siyah kravatı gevşetmek

istiyor gençlerden biri… Duyduğu her yeni

isimde, soğuk terler akmaya başlıyor

şakaklarından, nevri dönüyor, midesi

bulanıyor. Sayfalar çevriliyor, isimler

söyleniyor, beyaz kağıtlara yeni isimler

yazılıyor.. Bir kendi elindeki boş kağıda

bakıyor, bir hocanın dudaklarından

dökülen isimlerin farazi silûetine, bir de

arkadaşlarının yazdıklarına. Bazı

hastalıkların son halini alması yüz sene

sürmüş.. bazılarının iki yüz.. Ama bir tane

Türk veya bir tane Müslüman ismi yoktu

nedense…

“Nerede kaldı Şanizade Mehmed

Ataullah’lar?” diye düşündü kendi

kendine.. İbnü’n Nefis, Bursalı Ali Münşi,

El-Razi, Farabi, Akşemsettin.. Son beş yüz

senedir Hulusi Behçet’ten başka, insanlık

alemine bir dikili taş bırakan hekimimiz

olmamasını kabullenemedi bir türlü.

Asya’da ve Avrupa’da ve Afrika’da ve âhir

kelâm, bil cümle acunda altı yüz elli sene

tek kaynak olarak okutulan “El-Kanun Fi’t

Tıb”ın yazarının bilmem kaçıncı nesil

torunları olarak, yunanlı bir meçhulün

ismine and içerek mezun olacaklarını

tahayyûl etti sessizce. Önce kendi haline,

sonrasında bütün arkadaşlarının

umursamaz hâline derin bir iç çekti

önlüğünün beyazından utanarak

kravatının siyahına sığınan genç…

Şu anda ellerindeki kağıtlara, okumaya

dahi zorlandıkları isimleri yazmalarına

sebep olanlara kızmayı bir kenara bıraktı;

gelecekte ki torunlarına ne miras

bırakacağını düşündü derin derin.

“Utanmak da bir başlangıçtır belki”

diyerek eğdi başını önüne...

Page 35: Gencay Dergisi - Sayı: 13 - Şubat 2013

GENCAY

32

TEPEGÖZ HİKÂYESİ ÜZERİNE Yunus Emre UYAR

Fuat KÖPRÜLÜ “Bütün Türk Edebiyatı’nı

terazinin bir gözüne, Dede Korkut’u öbür

gözüne koysanız, yine Dede Korkut ağır

basar.” (1) derken bir Türkiyatçı olarak

eserin çocuk edebiyatı değerini de göz

önünde bulundurmuş muydu, kesin olarak

bilinemez. Aslında hocanın halk edebiyatı

sahasındaki çalışmaları hatırlandığında

onun dönemine kadar büyük ölçüde sözlü

gelenekte yaşayan çocuk edebiyatını da iyi

biliyor olduğu ve bu iddialı sözü söylerken

eserin çocuk edebiyatı kıymetini de

hesaba kattığı tahmin edilebilir. Sonraları

üzerinde daha çok durulan çocuk

edebiyatı için ortaya sağlıklı ölçütler

kondukça Türk kültür hazinesinin kıymetli

şaheserleri de bu ölçütlerle değerlendirilip

bu kıymetleri acilen edinmesi gereken

çocuklara nasıl intikal ettirileceği konusu

tartışılmaya başlanmıştır. Bu yazıda da

Dede Korkut Kitabı’ndan meşhur Tepegöz

hikâyesinin çocuk edebiyatındaki yeri

tartışmaya açılacaktır.

Hikâye muhtasaran şöyle özetlenebilir:

Oğuz ilinde çobanın birinden kötülük

gören peri, ili cezalandırmak üzere tuhaf

bir mahlûku o yurda musallat eder. Halkın

Tepegöz namını verdiği bu yaratık Oğuzlar

için büyük bir mesele halini alır. Dede

Korkut onunla ettiği müzakere neticesinde

Tepegöz’e bir çeşit vergi vererek

mutabakata varır. Oğuz düşmana bir nevi

teslim olmuştur; lakin Basat adlı yiğit bu

teslimiyete tahammül edemeyip Tepegöz

ile mücadele eder. Tanrı’nın da yardımıyla

onu yener ve boyun eğmişlikten yurdunu

kurtarır. (2)

Hikâyenin olay örgüsü için büyük ölçüde

çocuk edebiyatı mahsulü olmanın

hususiyetlerini haizdir denebilir.

Muhakkak iç kırılma, iç hikâye gibi

unsurlardan yoksun oluşu bir eksiklikse

de inandırıcılığa darbe vuran aşırı

rastlantılardan, aşırı abartı ve meraktan

uzak olması –bir de meydana getirildiği

devir düşünüldüğünde- eseri belli başlı

menfi unsurlardan arı tutmuştur. Hadise

örgüsünün tümünü zapt eden ölçülü bir

merak unsuru ve hikâyenin sonuna

yakıştırılmış bulunan mutlu son eserin

sahip olduğu başlıca müspet olay örgüsü

özelliklerindendir.

Olay örgüsünün planı doğrudan öyküleyici

metin şemasına oturtulabilir. Giriş,

gelişme ve sonuç bölümlerinin tabi

ayrımlara sahip olması, pek karmaşık

olmayan mantıksal ve kronolojik sıralama,

gelişmenin çatışma ve entrikayı içine

Page 36: Gencay Dergisi - Sayı: 13 - Şubat 2013

GENCAY

33

alması ön plandaki olumlu

özelliklerdendir.

Hikâyenin konusu yurduna musallat olan

düşmana teslim olmayı hazmedemeyerek

müzakerenin bayağılığından kurtulup

azimli bir mücadelenin yükünü sırtlanan

Basat’ın eriştiği zaferdir. Verilen ana fikir

tümcesi: “Zulme karşı teslimiyet çözüm

getirmez, lazım gelen zulme

başkaldırmaktır.” Bu ana fikir ile “Zulme

karşı sessiz kalan dilsiz şeytandır” şerefli

hadisine bir gönderme yapıldığı da

söylenebilir. Bu ana düşünce “Tanrı

yardımı her işte elzemdir.”, “Kötülük eden

cezasını muhakkak çeker.” gibi yardımcı

düşüncelerle desteklenmiştir.

Ana fikir ve yardımcı düşünceler gereksiz

bir esrara büründürülmeksizin olay

akışıyla uyumlu olarak açıkça

verilebilmiştir. Hitap ettiği kitlenin asıl

amaç olan ana düşünceyi alabilmesi için

gerekli olan bu hususun mevcudiyeti

hikâyenin ileti gönderme hususundaki

başarısına işaret eder.

Konunun ana düşünceyle olan uyumu,

çocuğun gerçekliğiyle olan sıkı bağlantısı,

hedef kitleyle olan uyuşması gibi yönleri

bir çocuk edebiyatı mahsulü için oldukça

olumludur. Yine konu serüven,

kahramanlık gibi öğeleriyle on-on iki yaş

arası erkekler için gayet uygun

görünmekle birlikte verilen genel ileti için

cinsiyet ayrımı da yapılamayacağı açıktır.

Eser iletisini okura doğrudan dayatma

telaşından uzak ve sezgi yoluyla mesaj

iletme yöntemini kullanmış görünümüyle

de gayet başarılı bir çocuk edebiyatı ürünü

numunesi teşkil eder.

Hikâyedeki kahramanlar için genellikle

fazla sayıda olmamaları, ancak olay

örgüsünün gerektirdiği durumlarda

kullanılmaları eserin başarısını gösterir.

Yine ana kahraman Basat’ın olumlu insani

özelliklerle donatılmış, mücadele eden,

işini yarım bırakmayan, fedakâr, azimli,

iradeli kişilik özellikleri onu çocuğun

ihtiyaç duyduğu, kendisini

özdeşleştireceği rol modeli için ideal bir

tip haline getirilmiştir. Şahsiyetini

meydana getiren başat amillerden biri

Basat olan çocuğun ileride zulme karşı

edilgen kalmayacağı ümit edilebilir.

Burada üzerinde çok durulan

kahramanların fazla idealize edilmesine

yönelik eleştiri (3) akla gelse de bir Türk

çocuğu için böyle bir karakterin fazla

idealize edilmiş görülemeyeceği, yalnızca

realitenin birkaç adım önünde çizildiği

söylenebilir. Zaten aydın kişi her şeyden

evvel toplumdaki mevcut realiteden

rahatsızlık duyan biri olarak her zaman

için realle ideal arasında bir model

sunmalıdır.

Tepegöz karakterinin fantastik yapısı

gerçekçiliğe darbe vurmuş değildir, gerçek

dışına çıkılıp hayal ürünü nesnelerin

kullanılması genel hatların gerçekliğini

bozmamıştır. Zaten fantastik yapıtların

masallardan önemli bir farkı da gerçekliği

de –düşle çatışma aracı olarak da olsa-

barındırmasıdır. Bir de Tepegöz realitede

var olan bir öğenin yalnızca sembolüdür.

Hikâye, çocuk edebiyatı değerinin en

önemli belirleyicisi olan dil ve anlatım

açısından da tahlil edilmeye

çabalandığında şu noktalar dikkat çeker:

Bir kere cümle uzunlukları hedef kitlenin

yaşı için idealdir. Fazla karmaşık cümle

Page 37: Gencay Dergisi - Sayı: 13 - Şubat 2013

GENCAY

34

yapıları kurulmamıştır. Kısa, net, sağlam

cümle yapıları Türkçenin sözdizimi

özelliklerini de benimsetecek, okuru Türk

cümle yapısına öykündürebilecek

niteliktedir. Bu başarıldığında geleceğin

esnafı “Fırın Çiftlik” yerine “Çiftlik Fırını”

gibi Türk tamlama yapısına uygun bir

isimlendirmeye gidebilecektir.

Eserde öykü kişisi egemen anlatıcıdır,

oysaki çocuk edebiyatı ürünleri için

Alemdar Yalçın birinci kişinin ağzından

yapılan anlatımın samimiyet ve

inandırıcılık arttırdığını belirtir. (4) Eser

genellikle görülen geçmiş zamanla

anlatılmıştır; ancak zamanın yer yer

değişmesi anlatımın olumsuz bir

özelliğidir.

Hikâye Türkçenin söz varlığını okura

kazandırabilecek atasözlerini kullanmış,

estetik gelişime yardımcı olacak nitelikte

benzetmelere başvurduğu gibi, manzum

parçaları da sıklıkla kullanmıştır Yine yer

yer eski Anadolu Türkçesine ait ama

ağızlarda hala yaşayan sözcükler

kullanılarak söz varlığının “halka doğru”

genişletilmesi için yardım sağlanmıştır.

Okuma metinlerinin yazım ve noktalama

kurallarını benimsetmesindeki faydası

düşünüldüğünde imlada kusursuz bir

metin beklentisi tabidir. İşbu hikâyede

göze çarpan bu duruma mugayir nokta

yoktur.

Bu hikâye her şeyden evvel çocuğun

toplumsal gelişimi için önemli bir

kaynaktır. Mensubu bulunduğu kültürün

duyuşunu, düşünüşünü kendi benliğine

nakşetmesi için gerekli yaşantıların

aktarılması en ön plandaki olumlu

husustur. Türklerin yaşayışı, doğayla

münasebetleri, inanç dünyaları, tepkileri,

insanlar arası ilişkileri bu nakşın

ilmiklerinin başında gelir. Asırlar evvelki

yaşam tarzının yirmi birinci asrın

çocuğunun zihnine intikali bir soru işareti

olarak görünse de çağlarla değişmeyen

birtakım temel hususiyetlerin varlığı

toplumsal gelişim için gerekliliğini diri

tutar. Mesela, at sırtında yolculuk

asrımızda kalmamış olsa da aile

büyüklerine hürmet hem mevcut bir

gerçeklik hem de korunması ve

sürdürülmesi gereken bir değerdir. Yine

eserin ana fikri olan “Zulme sessiz

kalmamak” çağların değiştiremeyeceği bir

içtimai kıymet hükmü olarak görülebilir.

Kişilik gelişimi bağlamında

düşünüldüğünde, çocuğun rol modeli

konumundaki Basat’ın yukarıda sözü

edilen insani özellikleri ve çocuğun şahsi

gelişim kalıbına ve kültürel kodlarına olan

uygunluğu ön plana çıkan olumlu

verilerdir.

Dil gelişimi içinse dil ve anlatımda sözü

edilen noktaların on-on iki yaş kitlesinin

dil gelişimiyle olan uyumu dikkate

değerdir. Sözcük sayısı Firdevs Güneş’in

tasnifine göre çocuğun zihinsel

etkileşimini arttıracak, daha fazla sözcük

edindirecek yeterliğe sahiptir. (5)

Çocuğun zihni gelişimi için pek faydalı

birer egzersiz olan hızlı akan hadiseleri

gözlemleme ve mantıki akışı kaçırmadan

takip etme, halkın ve ana kahramanın

tutumları arasındaki farkı görme,

karakterleri karşılaştırıp sınıflandırma,

eleştirme gibi etkinlikler için de bu eser

yerinde bir materyaldir.

Page 38: Gencay Dergisi - Sayı: 13 - Şubat 2013

GENCAY

35

Görülen o ki Tepegöz hikâyesi birtakım

üslup hususları haricinde bir çocuk

edebiyatı ürünü olarak kullanılabilir

niteliktedir. Türk kültürünün kodlarını

hedefteki organizmaya giydirmek biyolojik

temelleri hars ile anlamlandırabilmenin

birinci koşuludur. Eğitim bir kültürleme

etkinliği olduğuna ve çocuk edebiyatı da

bu etkinliğin hayati öneme sahip

araçlarından olduğuna göre Türk

kültürünün aktarımı için Türk’ü Türk

yapan değerlerin büyük bölümüne malik

olan bu hikâyenin baş kaynaklardan biri

olarak kullanılması gerekir.

Kaynaklar

1) Muharrem Ergin, Dede korkut Kitabı,

Boğaziçi Yayınları, İstanbul, 2010

2) Orhan Şaik Gökyay, Dede korkut

Hikayeleri, Kabalcı Yayınları, İstanbul,

2010

3) Mustafa Ruhi Şirin, Çocuk Edebiyatı

Ders Notları (yayınlanmamış)

4) Alemdar Yalçın, Gıyasettin Aytaş, Çocuk

Edebiyatı, Akçağ Yayınları, Ankara, 2005

5) Firdevs Güneş, Türkçe Öğretimi Ve

Zihinsel yapılandırma, Nobel yayınları,

İstanbul, 2007

Page 39: Gencay Dergisi - Sayı: 13 - Şubat 2013

GENCAY

36

KİTAP-ÇOCUK İLİŞKİSİ ÜZERİNE Dilek AKILLIOĞLU

Çünkü onların kendi düşünceleri vardır.

Bedenlerini barındırabilirsiniz ama

ruhlarını değil.

Çünkü onlar, sizin düşlerinizde bile

gidemeyeceğiniz

Geleceğin evinde otururlar.

Onlar gibi olmaya çalışabilirsiniz ama

onları kendinize benzetemezsiniz.

Çünkü yaşam durmaz; geriye değil, ileriye

akar.

Sizler birer yay, çocuklarınız da geleceğe

fırlattığınız canlı oklardır…

(Khalil Gibran)

Çocuk: İnsanın 0-13 yaş arasındaki

dönemine verilen addır. Kitap insanların

çocukluk, gençlik, olgunluk ve yaşlılık

dönemindeki zihinsel ve ruhsal gelişimin

etkileyen en önemli faktörlerden birisidir.

Çocuk kitap ilişkisi çocuğa insan, hayvan,

toplum, doğa arasında bağ kurma, anlama

olanağı sağlayan köprüdür.(1) Çocuğu

yaşama ortak etmektedir. Düşüncelerini

oluşturup, kişiliğin tuğlaları arasındaki

harç niteliği taşımaktadır.

Çocuk kitaplarla tanıştırılırken, öncelikle

kitabı tanımayan bir çocuk için kitabın dış

ve içyapı özellikleri önemlidir. Kitabın

resimleri, sayfa düzeni, harfleri çocuğun

kitap ile kuracağı arkadaşlığın süreklilik

kazanmasını sağlayacaktır. Çünkü onun saf

ve temiz dünyasına yeni bir pencere

eklenmiş olacaktır. Piaget’e göre çocuğun

gelişimi şema şeklinde düzenlenmiş

davranış kalıplarını içerir. Çocuklar farklı

şemalara sahiptir. Çocuklar büyüdükçe

şemaları değişecektir. Bir çocuğun kitap

ile arkadaş olmasını sağlamak, onun dünya

ile iletişimi -birey olma şemasındaki

önemli değişkendir. Sayfadaki kelimeler,

olay örgüleri, onun beyninde

tamamlanacaktır. Bir sanat yapıtını

kurgulayacak olan da kitapların yukarıda

söylediğimiz dış ve iç yapı özelliklerinin

düzenidir.

Kitaplardaki bu dış ve iç yapı özelliklerine

değinmeye başladığımızda, öncelikle

çocuğun yaratıcılığını sağlayan

faktörlerden biri kitaplardaki resimlerdir.

Çocuk Edebiyatında, kitaplardaki resimler

çocuğun görsel ve işitsel algılama yetisinin

eğitimi, imgesel düşünme becerisinin

gelişimi için bir alt yapı oluşturacaktır.

Kitaplardaki resimler fotoğraf kareleri

gibidir. Onun okul öncesi yani okuma

eylemi henüz gerçekleşmemiş çocuk için

Page 40: Gencay Dergisi - Sayı: 13 - Şubat 2013

GENCAY

37

kalıcı hatırlar olacaktır. Bu hatıralarda

onun kuracağı yaşamda birikim niteliği

taşımaktadır. Diğer bir faktörde

sözcüklerin dili, harfler ile de çocuk

kitaplara canlandırma vererek eğitimin

tanımı olan istendik davranış

oluşturmanın ilk işlevi yerine getirilmiş

olacaktır. Okulöncesi dönemde; okuma

eyleminde edilgen olan çocuk ilköğretimle

birlikte okuma eyleminde etkin olmak

isteyecektir. Sözcükleri, harfleri okumaya

başlamak onu mutlu edecektir. Bu sebeple

de okul öncesi dönemde kendisine

okunulan kitaplara, resimlerini incelediği

kitaplara yönelecektir.

“Öğrenme becerisi çocuğun öğrenmeye

yöneldiği zaman başlar. Çocuğun öğrenme

ile ilgili çabaları okula başlamadan

gerçekleşir. Çocukların okuldaki öğrenme

becerileri, okul öncesi dönemde edindiği

öğrenme becerilerinden etkilenmektedir.”

Bu bağlamda çocuğun kitap ile arkadaşlığı

okul öncesi dönemde kazandırıldığında;

çocuk duyuşsal ve bilişsel öğrenmeleri

sağlayacak uyaranı kazanarak,

toplumsallaşma adına yaşamı boyu

kullanabileceği davranışları edinme şansı

yakalayacaktır. Kitap iç ve dış yapı

özellikleri ile çocuğun dünyasına girerse

çocuklarda geliştirilmesi istenen

davranışların kalıcılığı sağlanmış olacaktır.

Tabi ki kalıcılık kazandırılırken de

yukarıda bahsi geçen çocuk-kitap

arkadaşlığında kitapların içyapı

özeliklerinde taşıması ilkeler vardır;

“Kitap çocuğa iç denetim kazandırmalı,

toplumdaki rolünü görmesini sağlamalı,

sorgulama, deneme, araştırma, isteği

uyandırmalı, vicdani gelişimiyle birlikte

ahlaki değerleri biçimlendirmelidir.

Kültürün birey ve toplumsallaşmadaki

önemini sezdirmelidir.

Yapılan yanlışların nedenleri üzerinde

düşünmeye yöneltmelidir. Algısal

kavramsal gelişimini destekleyip, benlik

kavramının oluşmasını sağlamalıdır.”(2)

Baktığımızda kitapların içyapıları hayat

yolculuğuna çıkmış yolcu için tam bir

harita özelliği taşır. Yol boyunca onun

rehberi olacaktır. Kitap arkadaşlığı çocuk

için yolculuk boyunca tutku ile

bağlanacağı araç olacaktır. Kitapların

içyapılarında bulunması gereken nitelikler

arasında kültürün birey ve

toplumsallaşmadaki önemi de yer

almaktadır. Kitabın bir yaşam penceresi,

hayattaki ilk ve değerli arkadaş, hayat

yolundaki harita olduğunu düşünürsek

içinde yaşadığı toplumdaki değer

temellerini de taşıması doğaldır.

Çocuk edebiyatı için çocuk kitapları

yazmaya başlayanlar arasında en

önemlileri Ziya Gökalp, Ömer Seyfettin,

Ahmet Rasim, Tevfik Fikret, Peyami Sefa,

Kemalettin Tuğcu gibi yazarlardır. Çocuk

ve kitap ilişkisinin ehemmiyetinde rol alan

Ziya Gökalp’ın dünyasında çocuklar,

kitaplar ve çocukların kitaplar ile

toplumsallaşması büyük bir yer

kaplamaktadır. Kızı, Hürriyet Hanım bir

hatırasında şunları yazar: “Diyarbakır’da

çıkardığı Küçük Mecmua’da ilmî ve fikrî

Page 41: Gencay Dergisi - Sayı: 13 - Şubat 2013

GENCAY

38

yazılarıyla beraber çocuk masalları da

yazıyordu. O zaman bir gün dedim ki: -

Baba, bu masalları benim için mi

yazıyorsun? -Hayır, yalnız senin için

yazmıyorum. Biliyorum yalnız benim için

değil, benimle kardeşlerim için

yazıyorsunuz. -Hayır, Hayır, bilemedin! Bu

masalları yalnız senin ve kardeşlerin için

yazmıyorum; Türk çocukları için

yazıyorum. Ben yalnız senin ve

kardeşlerinin babası değilim. Bu

dünyadaki bütün Türk çocuklarının

babasıyım. Sizleri ne kadar düşünür ve

seversem onları da o kadar düşünür ve

severim.”(3) Gökalp’in bu yaklaşımdan

yola çıkarak kitap ile bağlarını

kuruduğumuz çocuğun geleceğin

şekillenmesinde kurucu rol alacağını

unutmamak gerekmektedir.

Türkiye’de Çocuk Felsefesi üzerine

deneme çalışmaları bulunan Mustafa Ruhi

Şirin, çocuk fıtratından bahsederken keşif,

düşünme yetilerini öykülerle, şiirlerle

desteklemiştir.(4) Kitaplardaki öyküler

hedefi bulma sanatı üzerinedir. Şirin’e

göre ok, yay, hedef tahtası vs.. Bu hedef

sanatı içerisindeki felsefi göstergelerdir.

Hepsi birer düşünme, hayat aracıdır. Şark

felsefesiyle de bütünlük gösteren bu hedef,

ok, yay örneği ile diyebiliriz ki; kitaplarla

hayattaki gayeleri için, ulaşılmak istenen

bilge yayını çekebilecektir.

Eleştirilebilecek bir durumda kitapların

tamamı ile gerçek yaşam olmadığı olabilir.

Tabi ki kitaplar her yönüyle gerçek yaşam

olamaz, fakat yaşamı sonsuz şekilde

zenginleştirir. Çocukların ruh dünyaları

fıtratlarının gereği dünyaya geldiğinde

yalın haldedir Fakat topluma çocuklar ile

ulaşılacaktır. Bu da ruh dünyalarına

konukların hediye ettikleri ok, yay,

hedefler ile şekil alacaktır.

KAYNAKLAR

(1) Yard. Doç. Dr. Zeliha GÜNEŞ- Doç. Dr.

Selahattin DİLİDÜZGÜN

(2) Açev-Erken Çocukluk Eğitiminin

Önemi Üzerine Düşünceler –Bekman 1999,

İstanbul)

(3) (Ziya Gökalp, 1970, s. 21-22,

Beysanoğlu, 1964, s. 326.)

(4) Türkoloji Dergisi 1 (2006), Sayı: 2-

Günümüz Çocuk Edebiyatından Seçilmiş

Çocuk felsefesi Örnekleri

Page 42: Gencay Dergisi - Sayı: 13 - Şubat 2013

GENCAY

39

ŞEYTAN AYETLERİ MESELESİ Vural Egemen SARIGÖZ

Şeytan Ayetleri (İngilizce ismi; The Satanic

Verses) Hint asıllı İngiliz bir yazar olan

Salman RÜŞDİ’nin tüm dünyada ses

getiren romanıdır. İlk kez 26 Eylül 1988

yılında İngiltere’de yayınlanan roman bir

çok İslam Ülkesinde yasaklanmış olması

ile edebi bir eser olmaktan uzaklaşıp,

dünyanın siyasi merkezine yerleşen bir

skandal olmuştur. Bu kitabın

yasaklanmasının dışında İran’da Ayetullah

Humeyni tarafından kitabın yazarı

hakkında ölüm fetvası verilmiş ve başına

ödül konmuştur.

Şeytan Ayetleri kitabını ve kısaca

konusuna dair bir tanımlama yapmak

gerekirse , ‘’Hz. Muhammed’in çok tanrılı

bir inancın lehine bir ayeti haber verdiği

ve daha sonra aslında bu ayetin Şeytan

tarafından kendisine söylendiğini iddia

etmesidir’’

Günümüzde de bu kitabı tasdik eden

kişiler ve kuruluşlar vardır. Bu

destekçilerin en büyük dayanağı ise yine

Kur’an-ı Kerim’de yer alan bir ayet-i

kerimedir. Kur'an'da, Hac Suresi'nde,

Şeytan’ın, Allah’ın gönderdiği her

peygambere türlü şekillerde musallat

olduğu, onları yanılttığı ve nihayetinde

Allah’ın bu peygamberleri yanılgıdan ve

Şeytan’ın yalanlarından koruduğu ve

böylece tebliğ görevinin kusursuz bir

şekilde yapılmasını sağladığı bildirilir.

Ayet şöyledir;

"Senden önce hiçbir Resul ve Nebi

göndermedik ki, bir şey temenni ettiği

zaman, şeytan onun bu temennisine dair

vesvese vermiş olmasın ama Allah

şeytanın vesvesesini giderir. Sonra Allah

âyetlerini sağlamlaştırır. Allah hakkıyla

bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. ." (1)

Kitabın iddiasına göre Hz.Muhammed

(s.a.v)’in Müşriklerle(kitapta müşrikler

paganlar olarak geçer) karşılaşınca Şeytan

Peygamber Efendimizi kandırır ve

müşrikler tarafından kutsal olarak bilinen

Lat, Uzza ve Menat isimli putları öven

sözler söylemesini sağlar. Şeytan’ın ayet

olarak fısıldadığı iddia edilen sözler ise

şöyledir; "Lat'ı, Uzza'yı ve... üçüncü olan

Menat'ı gördünüz mü? İşte bunlar, yüce

turnalardır... Şefaatleri de elbette ki

umulur.’’

Kitapta dipnot olarak bu söylemlerin

başka bir sebebi daha belirtilir, Hz.

Muhammed (s.a.v) müşriklerle arasını

düzeltmek ve onlarla uzlaşmak için bir

taktik denemiştir ancak daha sonra

Müslümanlardan gelen yoğun tepki

üzerine bu ayeti düzeltici ayetler

söylemiştir.

Kitabın yazarı tüm dünyada

Müslümanların tepkisini çekmiş olmakla

birlikte birçok Hristiyan ve değişik dine

mensup devletler tarafından da

desteklenmiştir. İran yasalarına göre idam

fetvası ancak yayınlayan makam

tarafından geri alınabilir. Humeyni’de

ölmüş olduğundan dolayı İran Yasalarına

Page 43: Gencay Dergisi - Sayı: 13 - Şubat 2013

GENCAY

40

göre Kitabın Yazarı halen ölüm tehdidi

altındadır. Humeyni yalnızca kitabın

yazarı değil, kitabın basımında emeği

geçen herkesin aynı statüde olduğunu ve

fetvanın dolayısıyla ödülün bu kişiler

içinde geçerli olduğunu söylemiştir.

Kitabın yazarı Salman RÜŞDİ hiçbir fiziksel

darba maruz kalmamış ancak kitabın

çeşitli dillere çevirisini yapan yazarlar

tepkilerden doğan şiddete maruz

kalmışlardır. Kitabın Japon çevirmeni

Hitoshi Igarashi 11 Temmuz 1991

tarihinde bıçaklanarak öldürülmüştür.

İtalyan çevirmeni Ettore Capriolo aynı ay

içinde bıçaklanmış ve ağır yaralanmıştır.

Norveççe çevirmen William Nygaard

Oslo'da 1993 yılı Ekim ayında üç el ateşe

maruz kalmış, saldırıdan yara almadan

kurtulmuştur.

Kitabın Türkçe’ye tercümesini ise Aziz

NESİN yapmıştır, bir iddiaya göre Aziz

NESİN’i Türkiye’de hedef tahtasına koyan

en büyük olay bu kitabı tercüme etmesidir.

Sivas Olayları olarak bilinen olayda da bu

tepkinin ürünü olarak Madımak Oteli’nin

yakıldığı iddialar arasındadır.

Kitabın yazarına geçtiğimiz yıllarda İngiliz

Kraliçesi tarafından Şövalyelik unvanı

verildi. Bu Ödülde yine Müslüman ülkeler

tarafından tepki gördü.

Kitabın, yazarın, olayların kısaca içeriği

böyledir. Kitabın içeriği ise biraz daha

irdelenmelidir. İrdelenmesinin gerekliliği

ise günümüzde gençleri tarafından bilinçli

ya da bilinçsiz olarak Şeytan Ayetleri

üzerine eğilimler görülmektedir. Öyle ki

bazı dindar gençlik kesimleri tarafından

dahi tasdik edilir duruma gelmiştir.

İlk önce bu konuyu detaylıca inceleyelim.

Özellikle satanist(şeytana tapan) kişiler

tarafından üzerinde ısrarla durulan bir

konudur. Hatta satanizm mensubu kişiler

Müslümanların kafasını hadis ve ayetlerle

bulandırmaya çalışırlar. Benimde başıma

geldi beni ikna etmenin eşiğine vardığını

sandıkları anlarda oldu. Ancak bir mümin

için gösterilen hadis ve ayetleri doğru

tefsir edip, doğru bir şekilde idrak etmek

gerekir.

Dayandıkları rivayet ve hadis-i şerif

şöyledir;

‘’Resulullah, kavminin yüz çevirdiğini

görünce bu ona çok ağır geldi. Allah’tan

kavmi ile kendisini birbirlerine

yaklaştıracak bir şey inmesini temenni

etti. Cenab-ı Allah Necm suresini indirdi.

Resulullah’da okudu. Bu esnada şeytan

gönlünden geçirip de kavmine getirmek

istediği şeyi onun lisanına atıverdi:

“Bunlar yüce kuğu kuşları (tanrıçalar)dır

ve elbette onların şefaatleri umulur”

Kureyşliler bunu işitince sevindiler ve onu

dinlemek üzere yaklaştılar… O, sureyi

bitirince secde etti. Onun secde ettiğini

gören mü’minler de onun getirdiğini

tasdik ederek secde ettiler. Mescidteki

müşrikler de secde ettiler… Secde haberi,

Habeşistan’a hicret etmiş Müslümanlar’a

kadar ulaştı. Bir kısmı orada kalıp, bir

kısmı Mekke’ye hareket etti. Sonra, Cenab-

ı Allah, Peygamber’e, “Benim indirmediğim

şey söyledin!” dedi. Resûlullah üzüldü,

Allah’tan korktu. Bunun üzerine Allah bu

âyeti (Hac, 52) indirerek onu teselli etti,

Şeytanın ilka ettiğini neshetti” (2)

Page 44: Gencay Dergisi - Sayı: 13 - Şubat 2013

GENCAY

41

Taberi’nin naklettiği bir hadis’in dışında

İmam-ı Buhari’nin naklettiği bir hadis-i

şerif’i delil göstererek bu konuyu

pekiştirmeye çalışırlar.

Muıteber hadis kitaplarından Sahih-i

Buhari’de İmam-ı Buhari Hazretlerinin

Abdullah bin Mesud (r.a.)’dan nakledilen

hadis-i Şerif’in başlık kısmında ‘’NECM

SURESİNDEKİ SECDEYE DAİR ABDULLAH

İBN-İ MESUD RİVAYETİ’’ yazar ve hadis-i

şerif şöyledir;

‘’Nebiyy-i Ekrem salla`llâhu aleyhi ve

sellem Mekke`de (iken) (Necm) sûresini

okuyup bu (sûre-i şerîfe) nin sonunda

secdeye vardı. Berâber olanlar da (mü`min

ve müşrik) hep secdeye vardılar, yalnız bir

ihtiyar (herif varmadı ki, o da) bir avuç

çakıl veya toprak alıp alnına götürdü ve:

"Bu kadarı bana yeter" dedi. İşte o kimseyi

sonra (Bedir`de) kâfir olarak katlolunmuş

gördüm.’’ (3)

Kaynak olarak gösterilen bu ayetler ve

hadisler birçok müminin kafasını

karıştırmıştır. Zaten amaçta budur. Eski

devr-i zamanlarda olduğu gibi şimdiki

zamanda da islamiyeti yıpratmak,

Kur’an’ın itibarını zedelemek için büyük

bir gayret sarf edilmektedir.

İlk bakışta gösterilen hadis ve ayetlere göz

gezdirdiğinizde iddiaya cevap

veremeyecek gibi görülüyor ya da iddianın

neredeyse doğruluğu ispatlanmış oluyor.

Lakin aklı başında bir mümin sadece biraz

düşünerek bu iddiaların birer safsatadan

farksız olduğunu anlayacaktır.

İlk olarak bize delil olarak dayatılan ayet-i

kerimeye bir bakalım.

“Senden önce hiç bir resul veya nebî

göndermedik ki, halkının hidâyetini

umarak gayret gösterdiğinde, şeytan onun

temennisi hakkında bir vesvese vererek,

ümidini kırmak istemesin. Ama Allah,

şeytanın attığı o vesveseyi giderir, sonra

da âyetlerini sapasağlam, muhkem kılar.

Zira Allah alîmdir, hakîmdir (herşeyi

hakkıyla bilir, tam hüküm ve hikmet

sahibidir)” (4)

Yukarıdaki ayeti size delil olarak

sunanların tefsiri ile idrak etmeye

çalışırsanız Şeytan’ın ve Şeytan’a hizmet

edenlerin kurguladığı planın ağına

düşersiniz.

Bu ayette en dikkat edilmesi gereken

kavram ‘’TEMENNİ’’ kavramıdır. Temenni

Güzel Türkçe’mizde karşılık olarak

‘’dilemek, dilek’’ manasına gelir. O halde

bu ayet şu şekilde tefsir edilir ‘’Her

peygamber, kavminin ilahi hidayete tabi

olup kötülüklerden kurtulmalarını arzu

eder. Şeytan, insanların kalplerine şüphe

atarak halkı resullere karşı koymaya

çağırır. Yahut resul, kavminin hidayetini

temenni edip hırsla çalışırken, şeytan onu

ümitsizliğe düşürmek için vesvese

verebilir, onu maksadından caydırmaya

çalışır. Kur’ân-ı Kerim, şeytanlara

uyanların yaptıkları işleri bazen şeytanlara

izafe eder. Zira sebebiyet münasebeti

vardır.’’

Şeytan insanın kulağına bir şeyler

fısıldamaz, şeytan insana vesvese verir.

Peygamberler aynı zamanda birer insan

oldukları için şeytan onlarında şevkini

kırmak için ‘’ sana inanmayacaklar, boşa

uğraşma ‘’ gibi vesveseler vermiş olması

mümkün bir durumdur. Allah

Page 45: Gencay Dergisi - Sayı: 13 - Şubat 2013

GENCAY

42

peygamberlerine ‘’İsmet’’ vasfı

yüklemiştir. İsmet vasfı; günahlardan

korunmuşluk vasfıdır ki bu peygamberlere

özel vasıf şeytanın vesveselerinin

karşısına çıkar ve onu günah işlemekten

alı koyar.

O halde Taberi’nin eserinde yer alan

Hadis’te Peygamber’i puta secde etmiş

gösterdiği için kabul etmek mümkün

değildir.

Peygamber Efendimiz Aleyhisselatü

Vesselam kendisine peygamberlik

verilmeden önce dahi putlara tapmamıştır.

Bu peygamberlerin genel bir özelliğidir.

Günaha bulaşmazlar.

Kur’an-ı Kerim’in ve Hadis-i Şerif’lerin

putperestliğe ve şirke ağır ifadeler

kullanmasının yanında nasıl olurda

Peygamberimizin Putları öven bir ifade

kullanmış olabileceği düşünülebilir?

Hadi diyelim ki, haşa Peygamberimiz böyle

bir şey söylemiş olsa dahi Resulullah’a

kuru bir inat için inanmayan müşrikler bu

cümleyi söyler söylemez ona inanmaları

mümkün olabilir mi?

Ayrıca bu ayet-i kerimenin farklı mealleri

de mevcuttur. Yalnızca bir meala saplanıp

kalmak bir din alimini överken diğer din

alimini yermek olur. Hiçbir din alimi bu

ayetin mealini açıklarken, tefsirini

yaparken Allah’ın Peygamberlere verdiği

ismet vasfını gözardı etmemiştir, etmez.

Örneğin; “O dişiler (tanrıçalar), onların

şefaatleri umulacak ha! Yuh olsun sizin

aklınıza!” (5) şeklinde bir tefsir de

mevcuttur.

Cenab-ı Allah, putperest olan bir insanlığa

bu sapıklıktan vazgeçmeleri için bir

Peygamber gönderecek ve bu peygamber

hayatı boyunca kendisine peygamberlik

verilmeden önce dahi putlara tapmayacak,

onları övmeyecek ama şeytanın kulağına

fısıldadığı bir sözü ayet olarak insanlara

aktaracak ve üstelik secdeye kapanacak

hatta ve hatta o putların şefaatlerini

umacak öyle mi?

Şeytan mümin bir kulu dahi

kandıramıyorken, Allah’ın resulünü nasıl

kandıracak?

Bu olayın ve bu olay hakkındaki hadis’in

doğruluğunu kabul eden iki din alimi

vardır. İbn Hacer ile İbrahim el-Güranî bu

rivayetin gerçek olduğunu düşünürken, El-

Beyhakî, Beydavî. Neysabûrî, Ebu’s-Suûd,

Ebü Mansur el-Maturidî, İbn Kesir, Nevevî,

Bedreddîn Aynî, el-Hatîb Şirbinî, Alusî, Ebu

Bekr ibnu’l-Arabî, Ebû Hayyan, bu kıssanın

sabit olmadığını beyan edenlerden

bazılarıdır. (Bu zatların fikirleri hk. bkz.

Tefsîru İbn Kesir, Râzî, Hatib Şirbinî,

Ebu’s-Suûd, Âlusî tefsirlerinin Hac, 52

âyetine dair yaptıkları açıklamalar).

Ahmet Hamdi Aksekili bu hususun

uydurma olduğunu yaklaşık olarak 11

kadar farklı rivayet edilmesini delil

göstererek ispatlar. Resulullah bu sözleri

söylediğinde kah Resulullah’ın namazda

olduğu, kah Kureyş’in nâdilerinde

(klüplerinde) bulunduğu sırada veya

namaz kılarken uyuklamış, uyurken

ağzından kaçırıvermiş tarzlarında on bir

çeşit anlatım ile naklettiklerini, birinin bir

türlü öbürünün başka türlü söylemesinin

de meselenin uydurma olduğunu

göstereceğini ifade eder.

Page 46: Gencay Dergisi - Sayı: 13 - Şubat 2013

GENCAY

43

Mevzunun başka bir boyutu ise zaman ve

yıl hesabıdır.

Muasır Tunuslu müfessir M. Tahir ibn Aşur

bu Garanik kıssasını maharetle

reddettikten sonra hülasa ederken der ki:

“Bu kıssayı, müşriklerin Necm suresini

dinledikten sonra secde ettiklerini bildiren

sahih haberle birleştirmek, bazı

müelliflerin karıştırmalarından ibarettir.

Keza bu kıssayı Hac suresi ile birleştirmek

de öyledir. Mekke’de ilk nazil olan

surelerden bulunan Necm suresi ile, bir

kısmı Medine döneminin başlangıcında,

bir kısmı Mekke döneminin sonlarında

inen Hac suresi arasında pek uzun bir

zaman vardır. Keza Habeşistan’a hicret

edenlerin dönmesi ile birleştirmek de

fanteziden ibarettir.’’

Devamında ise şöyle demek sureti ile

konunun farklı yönlere nasıl

çekilebileceğini göstermektedir.

Necm Suresinin inmesi ile Habeşistan’dan

dönme arasında nice seneler vardır.

Hadisenin aslı şu olabilir: Mekke’de İbnu’z

Ziba’ra gibi cahil alaycılar vardı. Onlar,

Necm suresinde Lat, Uzza, Menat’ın

anılmasını halk içine fitne sokmak için

fırsat bildiler. Bu sureyi seçmelerinin

sebebi ise, Allah Resulü onu Kabe’de

okuduğunda müşrikler de orada idiler ve

Allah, nebisi için mucize olarak

Kureyşlileri secde ettirdi. Sonra onlar, bu

secdelerine mazeret olarak böyle bir

hâdiseyi uydurdular.(6)

İbnu’l-Kelbî (ö. 204) Kitab’ul-Asnâm

(Putlar) adlı kitabında, cerh ve tadil

kaidelerini de tatbik etmeksizin, putlarla

ilgili her türlü haberi toplayıp naklettiği

halde bunu zikretmez; buna mukabil,

Cahiliyye Araplarının Kabe’yi tavaf

ederken: “Lat hakkı için, Uzza hakkı için,

üçüncüleri Menat hakkı için! Onlar yüksek

kuğular (dişi tanrıçalardır), onların

şefaatlerine ümit bağlanabilir” dediklerini

anlatır (7)

İzlediğimiz filmlerden ya da siyer

kitaplarında bize tasvir edilen hali bir

düşünelim. O dönemlerde bir kaç ayeti

seslice, aşikar bir şekilde okumak bile

müşriklerin müminlere çeşitli işkenceler

yapmasına yol açıyordu. Bu sebepten

Peygamberimiz islamı açıktan tebliğ

etmeyi serbest bırakmış olduğu bazı

dönemlerde yüksek sesle ayet okuyup

müşrikleri tahrik edici hareketleri

yasaklamıştı ki bu sebepten hiçbir

Müslümanın eziyet görmesini

istemiyordu.

O halde Peygamber Efendimiz’in bütün

Kureyşliler önünde koca bir sureyi baştan

aşağı okuması, Kureyşlilerin de ne

söyleyeceğini bilmeden dini bir dikkat ile

kendisini dinlemeleri manasız olmaz mı?

Bu konuda yalan yanlış sözlere itibar

edenlerin yani bazı ayetlerin sonradan

eklendiğini iddia edenlerin iddia babası

Alman Blachere’in Putları reddeden

23.ayetin sonradan inmiş olduğunu

savunur ve bunun delili olarak da bir

Alman Edebiyat Methodu olan arythmique

yönetimine aykırı olmasıdır. Bu yönteme

göre Blachere 23. Ayetin diğer ayetlere

göre daha uzun olduğu için şiir düzenini

bozduğunu iddia eder.

Kur’an-ı Kerim bir şiir değildir ki, o teoriye

göre en iyi bildiğimiz sure olan Fatiha

Page 47: Gencay Dergisi - Sayı: 13 - Şubat 2013

GENCAY

44

Suresinin 7. Ayeti diğer ayetlerden

uzundur diye 7. ayetin sonradan eklendiği

fikrimi çıkmalıdır?

Son olarak konuyu genel anlamda mantık

ve ayetin hükmü çerçevesinde

değerlendirmek gerekirse şöyle dememiz

lazımdır;

İslam düşmanlarının Dinimizi ve Yüce

Yaradanımızın kelamı olan Kur’an-ı

Kerim’i tahrif etmek için / yıpratmak için

uydurdukları bir olaydır. Garanik olayı

olarak da geçer. İslam da müminin en

büyük düşmanı şüphedir, bunu bilen islam

düşmanları Müslümanların içine şek ve

şüphe düşürmek maksadıyla bu asılsız ve

iftira vari olayı dillendirmektedirler.

Olayın gerçek şekli şöyle olmuştur.

Mekke'de müslümanların eziyet ve

işkencelere uğradıkları, bu sebeple bir

kısım müslümanın Habeşistan'a göç ettiği

bir dönemde Hz. Peygamber, Kâbe yanında

Necm suresini okuyor. "Gördünüz mü o

Lât ve Uzza yı ve üçüncü(leri olan) öteki

(put) Menât'ı?" şeklindeki 19 ve 20.

ayetlerini okuduktan hemen sonra

Müşriklerden bir kişi Peygamber

Efendimizin sesini bastıracak yükseklikte

bağırarak "Bunlar yüce kuğu kuşları (veya

turnalar)dır ve şefâatleri umulur"

cümlelerini ayetin devamı gibi söylemiştir.

Peygamber Efendimiz Surenin sonuna

gelince secde ayeti olduğu için Hz.

Peygamber ve orada bulunan

müslümanlar secdeye kapanmışlar.

Müşrikler de bir müşrikin okuduğu bu

cümleler sebebiyle son derece sevinerek

sanki Hz. Muhammed(s.a.v) ; "Artık

Muhammed ilâhlarımızın şefâatini kabul

ettiğine göre aramızda önemli bir ayrılık

kalmadı" deyip hepsi secdeye

kapanmışlar. Son derece yaşlı bir veya

birkaç müşrik, yere eğilip secde etmek zor

geldiği için yerden bir avuç toprak alarak

alınlarına değdirmiş ve böylece ilâhlarına

tâzimde bulunmuşlar. Bu olay dolayısıyla

müşrikler kısa bir süre müslümanları

kendi hâline bırakmışlar. Bu haber

Habeşistan'daki müslümanlara "tüm

Mekkelilerin İslam'a girdiği" şeklinde

ulaşmış ve Habeş muhâcirleri orayı

terkedip Mekke'ye yönelmişler. Ancak bu

olayın ardından Cebrâil (a.s.) gelerek

müşriklerin planları hakkında Hz.

Peygamber'i ikaz etmiş, bu arada nâzil

olan Hacc sûresinin "...Senden önce

gönderdiğimiz hiçbir resul ve nebî yoktur

ki birşeyi arzuladığı zaman şeytan onun

arzusuna (vesvese) atmamış olsun. Allah,

kendi ayetlerini sağlamlaştırır...''

meâlindeki 52. ayeti ile önceki cümle

şeytanın müşrikleri kullanarak uyguladığı

planı neshetmiştir.

Temelde bu anlatım tarzını ve Garanik

olayının vuku bulduğunu kabullenen bazı

yazarlar bu rivâyeti; "Garanik sözünün

geçtiği cümleyi söyleyen, Hz. Peygamber

değildir; bizzat şeytan, sesiyle ortaya

atılmıştır", "Bu cümleyi, Hz. Peygamber

Kur'an okurken gürültü yapıp, bağırıp

çağırarak ona baskın çıkma şeklinde

müşriklerin devamlı izledikleri bir

politikanın gereği olarak ve son okunan

ayette putlarının adı zikredilince onların

şiddetli bir şekilde kötülenmesinden

endişe ederek kendi akidelerine uygun bir

şekilde müşriklerden birisi söylemiştir. Bu

sözün sâhibi, Hz. Peygamber olmadığı gibi,

şeytan da değildir, ama şeytanlaşmış

insanlardan birisidir, "Bu cümle, müşrikler

Page 48: Gencay Dergisi - Sayı: 13 - Şubat 2013

GENCAY

45

tarafından daha önce bilinen, tavafları ve

yeminleri sırasında kullanılan bir cümle

idi. Müşrikler "Lat, Uzzâ ve öteki

üçüncüleri Menât; bunlar yüce kuğu

kuşlarıdır ve şefâatleri umulur' derlerdi.

Hz. Peygamber'in okuduğu Necm

suresinin 19 ve 20. ayetlerinde bu putların

adı geçince müşriklerden biri önceden

kullandıkları bu yemin cümlesini araya

sokuşturu vermiş, ilk plânda bunu kimin

okuduğu bilinememişti..." gibi çeşitli

yorumlamalara tabi tutmaktadırlar.

Ancak gerek geçmiş dönemlerin, gerekse

asrımızın tahkik ehli alimleri, bu rivayeti

çeşitli yönleriyle inceden inceye tetkik

etmişler ve birçok noktadan tamamen

asılsız, uydurma bir rivayet olduğunu

ortaya koymuşlardır. Kur'an-ı Kerim'in,

Cenab-ı Hakk'ın muhafaza ve garantisi

altında olduğu, ayetlerin beşeri ve şeytani

tasallutlardan mahfuz bulunduğu bilinen

bir gerçektir. Bu bakımdan Hz. Peygamber

Kur'an okurken şeytanın tasallutuyla

Kur'an ayetlerine bir şeytan sözünü

karıştırması ya da şeytanın veya bir

müşriğin herhangi bir sözünün geçici bir

süre için bile olsa farkedilmeyip

Kur'an'dan zannedilmesi, katiyetle ihtimal

dahilinde değildir. Ayrıca Hz. Peygamber,

müslümanların uğradığı eziyet ve

işkenceler dolayısıyla ne kadar üzüntülü

ve bu eziyetlerin kaldırılması hususunda

ne derece düşünceli olursa olsun, dilinden,

yıllar boyu uğrunda mücadele verdiği

tevhid akidesine tamamiyle zıt böyle bir

cümlenin dökülmesi veya başkası

tarafından söylenen bir cümleyi fark edip

müdahale etmemesi söz konusu olamaz.

Garanik rivayetini kitabında ilk nakleden

müellif, h. III. asır başlarında 204/819

tarihinde vefat eden İbnü'l Kelbî'dir. Daha

sonra Vâkıdî, İbn Sa'd, Taberî, Zemahşerî

gibi bazı tarihçiler ve müfessirler İbnü'l-

Kelbî'den alarak bazı küçük değişiklik veya

ilâvelerle aktarmışlardır. İbnü'l-Kelbî'nin;

naklettiği rivayetlerde hiçbir hassasiyet

göstermeyen ve nakillerine güvenilmeyen

bir kişi olduğu bilinen bir gerçektir. Üstelik

Garânîk kelimesinin geçtiği cümle,

muhtelif kaynaklarda birbirinden çok

farklı şekillerde nakledilmiştir ki bu da

rivayetin uydurma olduğuna işaret

etmektedir.

Şu halde Garânîk rivayeti, tamamıyla

asılsız olup İslâm'ın daha ilk asırlarında

İslâm düşmanı zındıklar tarafından

uydurulmuş, günümüze gelinceye kadar

çeşitli asırlarda İslâm'a muhalif belli

çevrelerce bir koz olarak kullanılmış,

günümüzde de İslâm düşmanı garazkâr

müsteşrikler tarafından zaman zaman

tekrar ortaya atılarak bu vesile ile İslâm'a

karşı saldırılarda bulunulmuştur.

Şu halde Habeşistan'daki müslümanların

Mekke'ye geri dönmelerinin sebebi, sözde

Garanik olayı değil; bu yıllarda Hz. Hamza

ve Hz. Ömer gibi güçlü ve itibarlı şahısların

İslâm'a girmeleri dolayısıyla Mekke

müşriklerinin bir süre çekinerek eziyet ve

işkencelerine ara vermeleri, dolayısiyle

Mekke'de geçici bir sükunet havasının

oluşması; Habeşistan'da Necaşi ,

Ashame'ye karşı bir ayaklanmanın baş

göstermesi ile karışıklıkların zuhûr

etmesidir.’’ (8)

Necm suresinin Kâbe yanında Hz.

Peygamber tarafından okunduğu; surenin

sonunda secde ayeti bulunduğu için Hz.

Peygamber'in ve orada bulunan ashabının

Page 49: Gencay Dergisi - Sayı: 13 - Şubat 2013

GENCAY

46

secdeye kapandıkları, buna mukabil

müşriklerin de tamamıyla secde

ettiklerine dair İmam el-Buhari'nin el-

Cami'u's-Sahîh'inde sahih bir rivayet

vardır (bk. Buhari, Tefsiru Surati ve'n-

Necm 4). Ancak bu rivayette Garanik

meselesiyle ilgili hiçbir husus yoktur;

olması da zaten hem nakil yönünden, hem

de akıl yönünden mümkün değildir. İslâm

düşmanları adetleri vechile yalan ve

uydurmalarını işte bu rivayet üzerine bina

etmiş, aslı ve esası olmayan iftiralarla bu

sahih rivayeti tamamıyla çarpıtmışlardır.

Hz. Peygamber ve ashabı, Necm suresinde

geçen secde ayeti dolayısıyla secdeye

varırken müşrikler de bu surenin 19 ve 20.

ayetlerinde adlan anılarak kötülenen

putları ve akidelerine sahip çıktıklarını

belirtmek ve putlarını tazim etmiş olmak

için putları adına secde etmiş olmalıdırlar.

Velhasılı kelam… Bu mevzudan ortaya

çıkan sonuç itibari ile sonsöz olarak

şunları söylemek gerekir.

Müslüman koşulsuz şartsız Allah’a ve

peygamberine iman etmiş kişidir. Bu ve

buna benzer konuların/mevzuların

peşinden koşan maceraperest tarihçiler ve

gayr-i müslim mihrakların yetiştirip bu

konuların üzerine gitmesini sağladıkları

kişilerdir.

KAYNAKLAR

(1) (Hac 52. ayet)

(2) (Taberî, 27/187-188)

(3) (Sahih-i Buhari Hadis No 555)

(4) (Hacc, 22/52).

(5) (Razî, Mefatihu’l-Ğayb, Hac,52 tefsiri,

6/249)

(6) (İbn Âşur, Tefsîru’t-Tahrîr, 17/305)

(7) (Kitabu’l- Asnam trc. B. Bilgin, metin,

s.13; trc. s.32).

(8)

http://www.sorularlaislamiyet.com/articl

e/736/garanik-olayi.html

Page 50: Gencay Dergisi - Sayı: 13 - Şubat 2013

GENCAY

47

RUH ADAM’IN KÖŞESİ Yalçın Selim PUSAT

Türk Milliyetçiliği Ve Irkçılık

(…)

Ege Bölgesi’nin İç Batı Anadolu

Bölümü’nde yer alan Kütahya, bilinen

tarihi içinde Hitit, Frig, Roma, Bizans,

Selçuklu, Germiyanoğulları ve Osmanlı

Dönemi uygarlıklarıyla Türkiye

Cumhuriyeti’ne ulaşmıştır. Kütahya il

sınırları içinde kalan topraklarda yerleşen

ve adı bilinen en eski medeniyet

Hitit’lerdir. Buna rağmen çevredeki

Arkeolojik buluntular ilin yerleşim tarihini

çok daha eskilere, ilk çağlara değin

götürmektedir. Kütahya için kesin bir

kuruluş tarihi verilememekle birlikte; Hitit

metinlerinde geçen Assuva tarihiyle ilgili

4. Tuthaliya (M.Ö.1256-1220) yıllarına

dayanarak M.Ö.2.binin ortalarında

kurulduğu söylenebilir. Kütahya bugün de

işletilen zengin maden yatakları

dolayısıyla tarihin her devresinde ilgi

görmüş, bu sayede geniş ticaret yollarına

sahip olmuş, hızla gelişmiştir. Malazgirt

Zaferi’nin ardından 11.yüzyılın sonunda

Türk uygarlıklarıyla tanışan Kütahya,

Germiyanoğlu Beyliği’ne başkentlik

yapmış olup Osmanlı Devleti bu topraklar

üzerinde kurulmuştur. Ayrıca Kütahya

“Türk ve dünya askerlik tarihi” nin en

büyük zaferinin kazanıldığı yer olarak

zengin bir kültürel mirasa sahiptir.

KÜTAHYA’NIN İDARİ TARİHÇESİ:

Kütahya’nın idari tarihçesi, Türklerin eline

geçtiği 1074 yılından bu yana önemli ve

değişik gelişmeler göstermiştir.

Selçuklular Devrinde (1074-1247)

Konya’ya bağlı bir uç sancağı iken

Germiyan Devleti’nin kurulmasıyla (1302-

1429) bu devletin baş şehri olarak

(Kütahya, Tavşanlı, Gediz, Simav, Eğrigöz,

Altıntaş, Uşak, Banaz, Eşme, Işıklı, Honaz,

Silindi, Kula, Denizli, Birgi, Kelez, Bozkırı,

Geyiklü, Balıkesir, Edremit, Manisa, Afyon)

gibi şehir ve kasabaları içinde büyük bir

merkez olmuştur. Daha sonra Germiyan

Devleti’nin son beyi 2. Yakup’un vasiyeti

üzerine ölümüyle (1429) bütün bu

topraklar Osmanlılar eline geçmiş ve

Kütahya önceleri Ankara eyalet merkezine

bağlı paşa sancağı olarak

yönetilmekteyken 1451 de Anadolu Eyalet

merkezi olmuştur.

KÜTAHYA’NIN İLK KURULUŞ YERİ:

İlimizin ilk yerleşim yeri Kütahya Kalesi ve

çevresidir. Germiyanoğulları Döneminde

de kullanılan şehir merkezinde yapılan

kazılarda Roma Dönemi nekropol

(mezarlık) alanları bulunmuştur. Ancak

şehir merkezinde Frigler Dönemine ait

önemli bir buluntuya rastlamamıştır.

Kütahya’nın antik dönemdeki yerleşim

alanı henüz kesin olarak

belirlenememiştir. Ne zaman kurulduğu,

nerede kurulduğu, ne zaman ve kim

tarafından fethedildiği kesin olarak ifade

edilemeyen Kütahya, bir sırlar kentidir.

Page 51: Gencay Dergisi - Sayı: 13 - Şubat 2013

GENCAY

48

Yazıda Türk Milliyetçiliği ve Irkçılıkla ilgili

satırlar aradı değil mi gözleriniz?

Haberleri, gazeteleri takip ediyorsanız

eğer görmüşsünüzdür, bu ara moda olan

akım Türk Milliyetçiliğini aşağılamak, Türk

diyen herkesi hor ve hakir görmek. Ve bu

konuda gerekli gereksiz herkes konuştuğu

ve yazdığı için - İslamcı şerefsizler, Pkklı

Kürtler, her devrin adamı olan yalakalar,

bu ülkeyle, gönderdeki Ay yıldızlı bayrakla

sorunu olanlar, haya ve haysiyetten

yoksunlar, kanı bozuklar, leş kargaları, ölü

seviciler vb - benim de ayrıca konuşmama

gerek yok diye düşündüm. Sadece

dikkatleri yazıya toplamak istedim ben.

Amacım size şu soruyu sormaktı aslında.

“Oğlunuzun ya da kızınızın bir çingeneyle

evlenmesini ister misiniz?”

İyi düşünüp cevap verin derim ben.

Cevabınız hayır ise eğer siz de milliyetçilik

yapıyorsunuz demektir ve bu yüzden de

biz milliyetçileri eleştiremezsiniz.

Cevabınız evet ise şayet, Allah akıl fikir ,

bol bol kara kara torunlar ve bir de

panayır alanının en işlek yerinden bir

yer nasip etsin size.

Saygıyla.

Ambulans Sirenleri Ve Garip Bir Adam

(…)

Hatırlarsınız sanırım, 23 Nisan

merasimlerinin sonunda yürüyüş olurdu.

Üçerli ya da dörderli sıralar halinde nizami

bir şekilde yürürdük tören alanından

okula doğru. Sizde olur muydu bilmem,

bizim yürüyüşe ambulanslar, itfaiye ve

polis araçları da eşlik ederdi. Açarlardı

sirenlerini, biz önde onlar arkada

yürürdük.

Siren sesleri müthiş bir korku verirdi

bana. Aklıma şu gelirdi hemen: “Ya

kardeşime bir şey olduysa? Ya kardeşim

şuan o ambulansın içindeyse? Ya bana

ihtiyacı varsa ve benim bundan haberim

yoksa?” Nereden ya da neden aklıma

gelirdi böyle şeyler hiç bilmiyorum. Çok

şükür, hiç kötü bir şey olmadı o tören

günlerinde, ne bana ne kardeşime.

“Çocuktun o zamanlar. Korkman doğal”

diyebilirsiniz ama benim ambulans

sirenlerinden korkum artarak devam etti.

Şu yaşımda bile, ne zaman bir ambulansın

sirenini duysam içimi bir korku kaplar

yine, gayri ihtiyari ambulansı arar

gözlerim. Ambulansı görsem sanki içindeki

hasta iyi olacakmış gibi, “Allah’ım sen o

hastaya yardım et” diye dua ettiğimi

bilecekmiş gibi gelir.

Empati yapma yeteneğim gereğinden fazla

geliştiği için sevdiğim birini koyarım

hemen o ambulansın içindeki hastanın

yerine. İçim acır, ne yapacağımı bilemez

hale gelirim. Ambulansın önündeki araçlar

eğer yol vermiyorlarsa başlarım

küfretmeye. Elimde olmadan, istem dışı,

Page 52: Gencay Dergisi - Sayı: 13 - Şubat 2013

GENCAY

49

ağız dolusu denir ya hani, ana avrat düz

gitmek denir ya, aynen o şekil ettiğim

küfürler. Çünkü bilirim, o ambulans bir

can taşımaktadır ve o can acilen hastaneye

yetiştirilmek zorundadır.

Nedenini tam bilmiyorum. Belki de bana

çaresizliği hatırlattığı içindir ambulans

sirenlerinin beni bu kadar ürpertmesi.

Belki de çaresizliği hiç sevmediğim içindir

ambulans sirenlerinden bu kadar

korkuşum. Ve belki bir gün benimde

çaresiz kalacağımı aklıma getirdiği içindir

ambulans sirenlerinden nefret edişim.

Bilmiyorum.

İkamet ettiğimiz ilçedeki hastanenin

kantinini işletmeye başladığımızdan beri

de hayata bakış açım değişti. Hiç bu kadar

ölüm görmemiştim ben daha önce. Ölüm

karşısında ellerinden bir şey gelmeyen

insanları daha önce hiç bu kadar yakından

tanımamıştım. Daha önce hiç bu kadar

çaresiz görmemiştim insanları. Ve daha

önce hiç bu kadar kelimeler kifayetsiz

kalmamıştı.

Hafızam iyi ve bu yüzden de

unutmuyorum ben, unutamıyorum,

komşumuz olan bir ablanın “baba” diye

feryat ederken hastane bahçesinin

girişinde bayılışını. Unutmuyorum ben,

unutamıyorum, otuz yaşlarındaki bir

gencin ölümünü ve yakınlarının “Gitti

İsmail’im, gitti iki gözüm” diye ağlayışını.

Unutmuyorum ben, unutamıyorum,

sabahın körü denilen vakitte ağlayarak

hastaneye gelenleri. Unutmuyorum ben,

unutamıyorum; ambulansa canlarından

can olan bir sevdiğiyle birlikte umutlarını

da koyanları. Unutmuyorum işte,

unutamıyorum. Ve artık önemsemiyorum

çoğu şeyi. İnsanların o hallerini gördükten

sonra saçma geliyor çünkü.

Dedim ya, belki de bana çaresizliği

hatırlattığı içindir ambulans sirenlerinden

korkuşum. Ve belki bir gün benimde

çaresiz kalacağımı aklıma getirdiği içindir

ambulans sirenlerinden bu kadar nefret

edişim.

Şimdi diyebilirsiniz; ambulans sireni için

bu kadar yazı yazılır mı be adam?

Bende böyle garip biriyim işte.

Saygıyla.

Page 53: Gencay Dergisi - Sayı: 13 - Şubat 2013

GENCAY

50

Aşk ve Umut

(…)

Umut; “Ummaktan doğan güven duygusu”

olarak açıklanan bir kelimedir liselerin

edebiyat kitaplarında. O kadar yıl lise

okumamıza rağmen ne gariptir ki o can

sıkıcı kitaplardan öğrenilmez umut denen

şey. Umut öyle bir şeydir ki, deliyi adam,

adamı deli eder.

Umut, kimi zaman bir hastanın iyileşme

ihtimalinde belli eder kendini, kimi zaman

ise memleketinize gidecek olan son

otobüste yer bulma telaşında. Ne derseniz

deyin, umut olmadan hayat olmaz. Eğer

hala kesmemişsek yaşamaktan ümidimizi,

bu hala bir şeyleri umduğumuz içindir.

Daha iyi bir gelecek, daha iyi bir yaşam,

daha iyi bir bilmem ne..

Ve bazen de umut; hoşlandığınız kişinin

gözlerinde kendinizi görme ihtimalidir. O

yârin dudaklarından isminizi duyma

heyecanıdır. O yar her konuştuğunda “

Evet şimdi söyleyecek” diye bakarken

dudaklarına, kalbinizin hızlı hızlı atmasına

engel olamamaktır. Her yan yana

gelişinizde, elini tutma olasılığınız bilmem

kaç binde bir olmasına rağmen içinizin

titremesidir. “Neyin var?” diyenlere

“Üşüdüm de ondan” diyebilmektir.

Konuşurken saçmalamak uğruna onun

kahkaha atmasını sağlayabilmektir.

Yaptığı her hareketi hayranlıkla izlerken,

onun sizi yakalama ihtimaline karşı

tedirgin olsanız bile yine de ona

bakmaktan kendinizi alamamaktır. Sırf o

konuşsun, konuşsun ki onun sesini daha

fazla duyayım diye saçma sapan sorular

sorup konuşmasını sağlamaktır.

Ve umut, birbirinizden habersiz aynı yerde

fotoğraf çekilme ihtimalidir. “Acaba

burada onun da fotoğrafı var mıdır?” diye

düşünürken içinizdeki kopan fırtınalara

gem vurup objektife poz verebilmektir.

Onun gülümsemesini kimseye

yakıştıramamak ve “ Çevremdeki insanlar

arasında en güzel gülen O. O böyle

gülerken ben ona nasıl aşık olmam?” diye

sormak, aslında bunun da koca bir yalan

olduğunu bilmektir.

Ve umut, şairin dizelerinde dediği gibi,

O’na “şiirler sözler büyütmek ama

söyleyememektir.”

Ve aslında aşk en büyük umut, umut en

büyük aşktır.

Umudunuzu kaybetmemeniz dileğiyle.

Page 54: Gencay Dergisi - Sayı: 13 - Şubat 2013

GENCAY

51

GENÇLİK SEMİNERLERİNDEN

Page 55: Gencay Dergisi - Sayı: 13 - Şubat 2013

GENCAY

52

BİLGİ ŞÖLENLERİNDEN

Page 56: Gencay Dergisi - Sayı: 13 - Şubat 2013

GENCAY

MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ’NİN SON KİTABINI

MERKEZİMİZDEN TEMİN EDEBİLİRSİNİZ.