Upload
others
View
2
Download
0
Embed Size (px)
Citation preview
1Haziran / 2007
2 Somuncu Baba
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır.
KurucusuA.Şemsettin ATEŞ
Yaygın Süreli
ISSN: 1302-0803
YIL: 14 SAYI: 80
Haziran 2007
Basım Tarihi: 01 Haziran 2007
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı Adına İmtiyaz SahibiSebahaddin ATEŞ
Genel Yayın Yönetmeniİsmail PALAKOĞLU
Yazı İşleri MüdürüHulûsi YAYLA
Yayın Editörü Musa TEKTAŞ
Tanıtım ve Halkla İlişkilerMelek ATALAY
Sanat Yönetmeni Serkan ÖZTÜRK
Grafik / Tasarım ve UygulamaMuharrem AKINEmre AYDOĞANSamet ŞAHİNASLAN
KapakEs-Seyyid Osman Hulûsi Efendi
Arka KapakTezhip: Dr. Münevver ÜÇER
Tashihİbrahim ŞAHİNYusuf HALICI
ArşivSabit DEMİR
Somuncu BabaAylık İlim - Kültür ve Edebiyat Dergisi
80Haziran2007Fiyatı: 6 YTL
İ ç i n d e k i l e r
Şeyh Hâmid-i Veli veEs-Seyyid Osman Hulûsi Efendi’ninTasavvufi Eğitim Anlayışı“Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi de önem ve değerini bütün büyükler gibi Efendimizin güzeller güzelinin (s.a.v) has ve halis bir talebesi olmaktan almışlardır.”
Kur’an OkullarıHz. Peygamber (s.a.v): “Sizin en hayırlınız Kur’an’ı öğrenen ve başkasına öğretendir” buyurmaktadır-lar. Bu çifte övgüye mazhar olabilmek için gayret sarfetmeliyiz.
MüslümanınTatil Anlayışı ve
Tatilde de Kur’an ile Olmak“Zamanın hiçbir parçası günah ve işret âlemlerine dönüşmemelidir.
Tatillerimiz, Müslümanlığımızı tatil ettiğimiz, kulluğa ara verdiğimiz
anlar olmamalıdır. Yapacağımız işin, bize tanınan süreden çok daha fazla
olduğunun bilincinde, zamanı aziz etmeye çalışalım ki iki dünyada da
aziz ümmet biz olalım.”
8
2414
Abone İşleri ve Reklamİsmail Hakkı ÖZBAYAhmet Hulûsi KÖMÜRCÜ
Basım-Yayım-Dağıtım-PazarlamaVİSAN İktisadi İşletmesiZaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71 44700 Darende / MALATYATel:(422) 615 15 00 Fax:(422) 615 28 79www.somuncubaba.net - [email protected]
Dağıtım Kültür Dergi Dağıtım
CTP - Kalıp Çıkış Bizim Repro: (312) 341 10 20 - 21
Baskı & ÜretimAjans Türk Basın ve Basım Sanayi A.Şİstanbul Yolu 7. Km. Necdet Evliyagil Cad.No: 24 Batıkent / ANKARA Tel: 0 (312) 278 08 24
FiyatTek Sayı : 6 YTLKurum Abone : 100 YTL1 Yıllık (12 Sayı) Abone : 60 YTLAvrupa 1 Yıllık Abone : 60 EUROAvrupa Tek Sayı Fiyat : 5 EUROAvrupa Harici Yurtdışı Abone : 90 USD
Posta Çeki (Darende Postanesi): 1361068
Ziraat Bankası (Darende Şubesi): 26798480-5001
İrtibat Telefonları
İlim Adamlarının KalemindenHulûsi Efendi (k.s)“Onu tanıyanlar, kendi anla-yışları ve kabiliyetleri ile onun özelliklerini görebilmiş, kendi cephelerinden ona olan hayran-lıklarını izhar etmişlerdir. Millî kültürümüze ve manevî zen-ginliklerimize olan hizmetiyle o “Gönüller Sultanı” olmuştur.”
İbrahim Bin Edhem“Öbür âlemde en ağır amel, dünyada, yapılması bedene en ağır gelen ameldir. Nefsini ezip bol bol hayırlı amel edene, öbür âlemde bol bol ecir vardır. Dünyadan ahirete amelsiz gidenin öbür âlemde iki eli boş kalır.”
Bilge Hükümdar Fatih’in Özgür Bilginleri
“Fatih, yaşadığı zaman içerisinde bilim ve bilim adamlarına çalışma ve araştırma yapmak için her tür-lü imkânı sunmuştur. O, bilim adamlarını, insanlara ve topluma hizmet etmeleri için sarayına çağırmış ve onları büyük bir saygı ve şerefle karşılamıştır.”
40
50 74
3Haziran / 2007
Hizmete Adanmış Bir ÖmürEs-Seyyid Osman Hulûsi Ateş Efendi,Garazsız hem ivazsız, hizmet et her canlıyaKimsesizin düşkünün ayağı ol eli ol
demek suretiyle tüm hayatını ilâhî bir aşkla Allah’a, O’nun en büyük eseri olan insana ve insanlığa adamış, halka hizmeti Hakk’a hizmet olarak görmüş, her yönüyle insanlığa örnek teşkil etmiş, ömrü boyunca alışverişini yalnızca Hakk’la yap-mış, O’ndan bir an bile gafil ve habersiz olmamanın gayreti içinde yaşamış bir gönül sultanıdır.
Her türlü dünyevî düşüncelerden sıyrılarak, kalemi, ke-lamı, dergâhı, Divân’ı, Mektûbât’ı ve Hutbeleri ile bağlıları-nın ve sevenlerinin kulağına hakikat sesini fısıldayıp; fikrini, zikrini, zihnini, sohbetini ve inancını, yağmalanan bal kovanı gibi toplumun istifadesine sunmuş olan bahtiyarlardan biridir. Asrımızın önemli sûfilerinden olan Osman Hulûsi Efendi, bü-yük bir gönül insanı olarak göze çarpar. Yaptığı hizmetlerle de değerli bir yere sahiptir.
Gençliğinden itibaren başlayan ve ömürlerinin sonuna kadar devam eden insanlığa hizmet anlayışı, vefatından son-ra da evlatları ve gönül dostları tarafından sürdürülmektedir. Bütün bu âmiller Osman Hulûsi Efendi’nin kemal sıfatının zirvelere çıkmasına sebep olmuş, rıza, verâ ve takvâ bütün incelikleriyle tâ çocukluk ve gençlik yıllarında şahsında te-kemmül etmiştir.
Daha gençlik yıllarında beldesinin her türlü problemi ile ilgilenmiş, elektrik, su, köprü ve yol gibi hizmetlerin yapılma-sında öncü olmuş ve gayret göstermiştir.
“Allah indinde amellerin en hayırlısı az da olsa devamlı olanıdır. (Peygamber de) bir işi yaparken tam yapardı” hadi-sindeki manaya uygun olarak, Osman Hulûsi Efendi, söyledi-ğini güzel söylemiş, yaptığını güzel ve tam yapmış, baktığına güzel nazar etmiş, böylece çevresinde hâli, kâlî ve nazarı ile gittikçe genişleyen bir sevgi ve hizmet halkası oluşmuştur.
Dolu ve meşakkatli bir hayat süren Osman Hulûsi Efen-di, hayatları boyunca İslâm’a kuvvetle yapışmış, ondan taviz vermemiştir.
Daha çocuk denilecek yaşta iken, Tarikat-ı Nakşibendiy-ye meşâyihlerinden İhramcızâde İsmail Hakkı Toprak Efendi (k.s)’ye intisab etmiş ve daha küçük yaşta bu maneviyat üs-tadının hizmetinde bulunmuştur. Mürşidi de onu çalışkanlığı, ahlâkı, fazileti, anlayışı ile zaman zaman takdir etmekten geri durmamıştır.
Summary
A Life Dedicated To ServingEs-Seyyid Osman Hulûsi Ateş Efendi, saying;
Serve every creature in the world without having any grudge
Be helpful to the poor and the homeless
dedicated all his life to Allah by the Godly love, serving every creature in the world and believed that serving
people is serving Allah, as well.
He is one of the lucky ones, who told the truth to people loving him, via his Divan, Khutba and Letters and
shared his beliefs, chats and opinions with the people around him.
He, in such a young age, affiliated to Ihramcızade İsmail Hakkı Toprak Efendi (k.s) and served that moral pundit.
His sheikh always appreciated his dilligence, virtue, morality and understanding.
Osman Hulusi Efendi became the leader of the foundation he had founded, for 4 years to actualize
and immortalize the services he had always planned and wished. Moreover, he became the initiator of
numerous service for the benefit of people. After his passing away in 1990, his son and moral successor,
Mr. Hamir Hamidettin Ateş has become the leader of the foundation and has been perfectly carrying on the
services on the path of his father since then and will always carry with the same excitement and at full speed.
In the 14th year of publication of our journal, we would like to thank you for following us with interest.
Başyazı...
4 Somuncu Baba
5Haziran / 2007
Onun okumaya, öğrenmeye ve kitaplara verdiği de-ğeri tarif etmek mümkün değildir. Şahsî gayretleriyle kur-muş olduğu “H. Hulûsi Ateş Şeyhzadeoğlu Özel Kitaplı-ğı” çok yönlü bir kültür hazinesidir. Bu hazineyi koruduğu gibi Şeyh Hamid-i Veli Camii’ndeki kitaplığın korunması-na da ayrı bir önem vermiştir. İşte yukarıda bahsettiğimiz bir hayat tarzını seçen Osman Hulûsi Efendi, hakkında şu yorumların yapılmasına vesile olmuştur.
Darende’de gündelik hayat ve tasavvuf her zaman iç içe olmuş ve birbirini etkilemiştir. Tasavvuf hiçbir zaman, onu yaşayanları pasif ve tembel bir hayata itmemiş; aksi-ne Somuncu Baba’dan etkilenen bu insanlar, O’nun de-diği gibi elinin emeği ile geçinen, başkalarının ellerinde-kinden ümidini kesen kişiler olmuşlardır. Kendini Allah’a adamış olmak, gündelik hayattan, herkes gibi çalışıp ka-zanmaktan, ailelerinin geçimini sağlayan bireyler olmak-tan alıkoymaz. Zaten, her şeyden elini eteğini çekip, yal-nız ahiret için çalışmak, İslâm’ın özüne ters olan bir hayat tarzıdır. Hem dünya hem de ahiret için çalışmak esastır. Osman Hulûsi Efendi de bu konuda örnek bir şahsiyettir. Üstelik Darende’de tarıma elverişli arazilerin az olduğu, yaşayan halkın hayat standartlarının orta ve ortanın altın-da olduğu göz önünde bulundurulursa, Osman Hulûsi Efendi’nin bu ilçeye, komşu ilçe ve beldelere yapmış ol-duğu hizmetler daha iyi anlaşılır sanıyorum. Çünkü bu hizmetler, bir can sıkıntısının, boş zamanı değerlendirme arzusunun neticesinde değil; bizzat gündelik hayatın ih-tiyacından doğmuştur. Bu anlamda Hulûsi Efendi, birçok insanın iyi bildiği gibi bu hizmetleri gerçekleştirmeye bir ömür adamıştır.
İşte Osman Hulûsi Efendi arzu ettiği ve planladığı hiz-metleri gerçekleştirmek ve ebedîleştirmek için kurduğu vakfın 4 yıl başkanlığını yapmış ve bir çok hizmete imza-sını atmıştır. 14 Haziran 1990 tarihinde vefatından sonra Vakfın Mütevelli Heyet Başkanlığını Osman Hulûsi Efen-di’nin mahdumu ve manevî vârisi gönlü muhterem baba-sı gibi hizmet aşkıyla yanıp tutuşan genç ve ileri görüşlü H. Hamidettin Ateş Efendi deruhte etmiştir. Bu hizmet kervanını bu güne kadar devam ettirmiş ve bundan sonra da aynı hız ve heyecanla devam ettireceklerdir.
Dergimiz 14. yayın yılına girerken siz değerli okuyu-cularımıza en derin saygı ve muhabbetlerimizi sunar, bizi ilgiyle takip ettiğiniz için teşekkür ederiz…
İçindekilerMektûbât-ı Hulûsî-i DârendevîEs-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s) ..........................6Müslümanın Tatil Anlayışı ve Tatilde deKur’ân ile OlmakProf. Dr. Ali AKPINAR ...............................................8Kur’an OkullarıProf. Dr. Ramazan ALTINTAŞ .................................14Allah’ıma Hamd OlsunEkrem KAFTAN .......................................................17İnsanın Tecelligâh-ı İlâhî OlmasıDoç.Dr. Kadir ÖZKÖSE ..........................................18Hulûsi Kalb ile DuâProf. Dr. Mehmet AKKUŞ .......................................22Hulûsi Efendi’nin Tasavvufi Eğitim AnlayışıVehbi VAKKASOĞLU..............................................24Somuncu Baba Hazretleri’nin Tarihi Niteliği veGünümüze YansımalarıResul KESENCELİ ....................................................28Hâmid-i Velî’den Kırk Peygamber BuyruğuDoç.Dr. Enbiya YILDIRIM .......................................32Somunca Baba’nın Yetiştiği OrtamMuhsin İlyas SUBAŞI ...............................................36Somuncu BabaMusa TEKTAŞ .........................................................39İlim Adamlarının Kaleminden Hulûsi Efendi(k.s)Musa TEKTAŞ .........................................................40Abdullah b. ErkamDoç. Dr. Bünyamin ERUL .......................................45İstanbul Pendik Müftüsü Dr. Süleyman Aktaş:“Yeni bir din eğitimi anlayışına ihtiyaç var”Konuşan: İbrahim YARIŞ .........................................46Bilge Hükümdar Fatih’in Özgür BilginleriDoç. Dr. Bayram Ali ÇETİNKAYA ............................50Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi’nin Ruhaniyetine İthafAhmet Süreyya DURNA ..........................................55Çocuk, Sevgi ve OyunYrd. Doç. Dr. Ali ÇAVUŞOĞLU ..............................56Işığı Yanan EvNihat DAĞLI ...........................................................58Bir Yâreyi GördüğündeAhmet EFE ..............................................................61Etkili Konuşmanın SırlarıM. Fatih KERİMOĞLU ............................................62Kur’an ve Hadisler Işığında Sabır PsikolojisiYrd. Doç. Dr. M. Doğan KARACOŞKUN .................66Sükûtun SaltanatıRamazan DURANOĞLU .........................................68Nasihat Yayınları’ndan İki Yeni EserVedat Ali TOK ........................................................70İbrahim Bin EdhemYusuf HALICI ..........................................................74Mutlu Bir Yuva İçinKevser BAKİ ............................................................76Ağladığımız GünlerÜmit Fehmi SORGUNLU ........................................78Üçbin Yıllık Lezzet: DondurmaAkın DİNDAR .........................................................82Gül (Yağ) MantısıMesude SARI ..........................................................84
6 Somuncu Baba
Ey can ve gönlümün neşesi olan pederim. Ayağınızın toprağına yüzümü sürerim. Bir seher vakti özleminizle alev saçan, ateşlerde kalan gönül, tahammül ve takatimi elden gidermiş ve yârin semtine bir yol açmıştı. O fırsatı ganimet bilip dostun ayak toprağına yü-zümü sürüp yalvarıp yakardım ki ey sevgili, ben gibi zayıf ve hasta gönüle senin dostluğun yeterlidir. Her bir hâl ve davranışımı başkalarının dostluğundan ayrı kıl. İlgisizlikle geçen günlerimi seninle dolu eyle, seninle âşina kıl. Yalvarmam ve yakarışımın neticesinde, bu yalvarışlarımın bende uyandırdığı his, bu duâlarımın makbul olacağı yönünde öyle bir inancım oldu ki, her hafta akraba ve dostlardan en az on mektup gelirken o günden beri bir gün ne benden başkasına ve ne de başkalarından bana bir selam bile yazmaya kudret hâsıl oldu. Olmadı bir türlü. Günlerce kalem elimde söz söyleyemeyen dilden bir şey çıkmadığından derdimi anlatamamakla halimi bir türlü arz edemedim.
Gerçi kusurlarım büyük lâkin şefkat ve büyüklüğünüz hatalarıma nazaran bir damlaya oranla bir derya gibidir. Özellikle büyüklük ve kadrinizin makamını, o şefkatli, merhametli sultanımız cömertlik makamıyla, soyunuzun asaletiyle müjdeledi. Rüyada bazı kereler gördüğüm gözyaşıyla inleyen, elemlerle elif gibi kalbi süsleyen, gönlü bezeyen boyu ile kaşı keman misali sevgili annemin ellerinden öperim.
Çocukluk günlerimde onun yüce kıymetini takdir edemedim. Ve şimdiye kadar dert ve sıkıntılarla pişmiş olan sizin hoşunuza gidebilecek bir hizmetim de geçmedi. Her gün ve gecem o yüksek huzura kara yüzümü çevirip, İlahî! Evlâdın vefasızlığına karşılık çok şefkat ve muhabbetten dolayı senin manevi huzurunda iyiliğine duâ eden, kerem ve ihsan sahibi ana ve baba hürmetine benim de babama ve anneme saadetli daha nice ömürler lutf eyle. Ta ki onları hoşnut edecek bir hizmetle merhametlerine nâil olmakla, gönlüm huzurlu ve şen olsun.
Hezâr-ı iştiyâk ile dü-çeşmin eylerim takbîl
Sekîne vü Halîl Nâcî o nûr-ı dîde Sırrı’nın
Dahî Hayriyye Ayşe gözümün nûru Ali Haydar
O ma’sûm-ı ciğer-pâre hem İbrâhim Bedrî’nin
* Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi, Bu mektubu babası Hasan Feyzi Efendiye yazmışlardır. Günümüz Türkçesi ile sadeleştirme Yrd. Doç. Dr. Cemil Gülseren tarafından yapılmıştır.
Hayat Sebebim Olan Zatınızın Saadetli Huzurlarına
Mektûbât-ı Hulûsî-i DârendevîYirmiikinci Mektup*
7Haziran / 2007
8 Somuncu Baba
T atil anlayışımızı belirleyen bir Kur’ân ayeti şöyledir: “Bir işten
boşalınca, yeni bir işe giriş ve sadece Rabbine yönel.”1 Evet,
iman adamı her zaman bir iştedir. Zira onun gerçek anlamda isti-
rahat edeceği yer cennettir. Bu dünya onun için bir sınav yeridir,
sınavda ise boş durmak ve gaflet içerisinde olmak uygun düşmez.
Bu yüzden “Dünyada rahat yoktur” denilmiştir.
Müslüman her zaman hayırlı bir iştedir. Çünkü “o, cennete
girene dek hayır dinlemeye ve hayır işlemeye karşı doyumsuz-
dur.”2 O, hayırlı bir işte yorulur, bir başka hayırlı işte dinlenir. O,
dinlenirken de dinden uzak kalmaz. Sözgelimi onun uykusu bile,
yorulan vücudunu dinlendirip, hayırlı işlere hazır etmek içindir.
Onun gezmesi dinlenmesi de öyledir.
Elbette Müslüman da insandır. Her insan gibi o da yorulur ve
onun da dinlenmeye hakkı vardır. Ama Müslümanın dinlenmesi,
gezmesi ve eğlenmesi de Müslümanca, ona yaraşır bir biçimde
olmalıdır. Bu yüzden iman adamı, tatil yapacağı yeri ve çevre-
yi, tatilde yapacaklarını belirlerken seçici olmak zorundadır. O,
MüslümanınTatil Anlayışı ve
Tatilde de Kur’ân ile Olmak
İlim ve HayatProf. Dr. Ali AKPINAR
9Haziran / 2007
“Zamanın hiçbir parçası günah ve işret âlemlerine dönüşmemelidir. Tatillerimiz,
Müslümanlığımızı tatil ettiğimiz, kulluğa ara verdiğimiz anlar olmamalıdır. Yapacağımız işin, bize tanınan süreden çok daha fazla olduğunun bilincinde, zamanı aziz etmeye çalışalım ki iki
dünyada da aziz ümmet biz olalım.”
10 Somuncu Baba
plansız programsız rastgele bir
hayatın adamı değildir.
Büyük Kur’ân müfessiri İbn
Abbas, tefsir, hadis, fıkıh ça-
lışmalarından yorulduğunda,
“Getirin benim şiir kitaplarımı
da onları okuyarak dinleneyim”
dermiş. Hayırlı bir işte yorulan
beynini, yine bir başka hayırlı
işle dinlendirirmiş.
Hz. Peygamber, “İnsanların
çoğu şu iki nimette aldanmıştır:
Sağlık ve boş vakit”3 buyurur.
Vakit, azizdir. Azizlik ise, önce
Yüce Allah’ın ismidir, sonra
peygamberinin adıdır, Kur’ân
ve Müslümanlar da azizdir. İşte
Aziz olan Yüce Allah tarafından
Müslümana emanet olarak veril-
miş olan vakit de azizdir. Vaktin
aziz oluşu, Aziz Allah’ın ölçüleri
doğrultusunda kullanmakla ger-
çekleşir. Başka bir deyişle Aziz
Kur’ân ile dolmak ve donan-
makla aziz olunur. O halde, va-
kitlerimiz aziz olsun!
İslâm’da vakit harcamak
yoktur, vakti öldürmek asla.
Hz. Peygamber, “Zamana söv-
meyiniz, zira zamanın sahibi Al-
lah’tır”4 diyerek hem zamanın
önemine dikkat çeker, hem de
zamanı kötülemenin doğru ol-
madığına. İmam Şafii, işledikle-
ri suçları zamana yükleyenleri
şöyle uyarır:
“Bütün ayıplar bizde olduğu
halde hep zamanı kınarız. Ger-
çekte ise zamanın hiç suçu yok,
tüm suçlar bizdedir. Haksız yere
zamanın sahibine hicivler düze-
riz sürekli. Zaman dile gelse, kim
bilir bizim için neler söylerdi! Bir
kurt bile kendi cinsini yemezken,
canavarlaşan bizler rahatlıkla
birbirimizi yiyebiliyoruz!.”5
O halde tatillerimizi, sırf
zaman öldüren araçlar haline
getirmekten kurtarmalıyız ki za-
manın katilleri olmayalım. Müs-
lüman, her yerde ve her zaman
Yüce Allah’ın kuludur, O’na
bağlıdır ve O’nun kontrolü al-
tındadır. O, iki günü birbirine
denk olan zarardadır6 anlayı-
şı ile her gününün, her ânının
hakkını veren kimsedir. O, her
geçen günün bir daha geri gel-
meyeceğinin bilincinde, onu en
iyi bir biçimde değerlendirmeye
çalışır. Günün bitiminde, Bugün
Allah için ne yaptın, sorusuna
vereceği çok hayırlı cevapları
vardır onun.
Zamanın bütün dilimleri de-
ğerlidir ve önemlidir. Zamanın
hiçbir parçası günah ve işret
âlemlerine dönüşmemelidir.
Tatillerimiz, Müslümanlığımızı
tatil ettiğimiz, kulluğa ara verdi-
ğimiz anlar olmamalıdır. Yapa-
cağımız işin, bize tanınan süre-
den çok daha fazla olduğunun
bilincinde, zamanı aziz etmeye
çalışalım ki iki dünyada da aziz
ümmet biz olalım.
O halde ailece tatil program-larımızı şimdiden yapalım. Bu program içerisinde Kutsal Kita-bımız Kur’ân ile kendimizi test edelim. Eksiklerimizi tespit edip
onları tamamlamaya çalışalım. Bu tatil Kur’ân bilgilerimizin art-tığı, yenilendiği ve etkinleştiği bir fırsata dönüşsün. Unutma-yalım ki öğrenmenin yaşı yoktur. İnsanın işi, yaşı ve konumu asla öğrenmeye engel olmamalıdır. Sahabi, Müslüman olduğunda ileri yaşlarda ve değişik işlerde çalışan, farklı seviyelerde insan-lardı. Ama bu farklılıklar onları asla öğrenmekten alıkoymadı. Zira onlar Beşikten mezara kadar öğrenmenin Müslümanlık borcu olduğunun farkında insanlardı. Ve onlar her geçen gün öğren-dikleriyle kendilerine değer ka-zandırmasını bilen kişilerdi.
Dinlenirken Din’lenmek
Müslüman ibnü’l vakit, yani
vaktin oğludur. Bütün dilimle-
riyle zamanı İlahî bir emanet
olarak algılar ve onu en güzel
bir şekilde değerlendirmeye
çalışır. Onun için her zaman
önemlidir ve o her zaman ve
zeminde Müslüman olduğunun
bilincindedir. Zira o, her zaman
ve zeminde Yüce Rabbin kont-
rolündedir.
İslâm insanı, evde ayrı, iş
yerinde ayrı, mabedde ayrı bir
kişilik sergilemez. O, insanların
yanında da bir başına kaldığın-
da da Yüce Allah’ın kuludur
ve O’na bağlıdır. Yine o, Pazar
günü ayrı, Cuma günü ayrı bir
kişiliğin adamı olmaz. Doğum
günü kutlarken de Mümin-Müs-
lümandır, düğün gününde de,
cenaze merasiminde de. O,
Ramazan’da da Müslümandır, diğer aylarda da. Mekke’de de Müslümandır, diğer yerlerde de.
Bu bilinçte olan kişi tatilde de sınırsız ve sorumsuz bir ha-yatın adamı olamaz. Çoluğu çocuğu ile birlikte Rabbine karşı temel kulluk görevlerini yerine getirir, çevresine ve insanlığa karşı sorumluluklarını yapmaya çalışır.
Bu meyanda tatil günlerini bir günah pazarına çevirmez. Bugün işe-okula gitmeyeceğim diye, gününü namazla başlat-maktan geri durmaz. Nasıl olsa
yarın iş-okul yok diye, gece ya-rılarına kadar günah ekran ve ortamlarında vakit öldürmez. Aynı şekilde yaz tatillerini de olabildiğince günahlardan uzak geçirmeye çalışır.
Üzülerek söyleyelim ki günü-müz insanının tatil anlayışı plan-sız, programsız, gayesiz ve so-rumsuz bir felsefe temeline otur-maktadır. Sanki tatil günleri, bir kısım haramların haram olmak-tan çıktığı günlermiş gibi. Sanki tatil gün ve yerlerinde bizi görüp gözetleyen bir Yüce Kudret yok-muş gibi(!) Sanki tatil günlerinde yapıp ettiklerimizden hesaba çe-kilmeyecekmişiz gibi(!)
O halde tatillerimizde bir taraftan kendi dinî bilgilerimizi tazelerken, diğer taraftan yarını kendilerine emanet edeceğimiz çocuklarımızın temel dinî bilgi-ler alabilmeleri için en uygun ve en verimli ortamları oluştur-maya çalışalım. Dünyevî endi-şelerle temel din eğitiminden mahrum bıraktığımız ciğerpare-lerimizin hiç olmazsa yaz tatille-
rinde iyi bir dinî eğitimden geç-mesini sağlayalım. Milyarlarca lira dershanelere, dil kurslarına, müzik, yüzme, bilgisayar ders-lerine para akıtırken; onların Allah’ın dinini öğrenebilmeleri için de kesenin ağzını birazcık olsun açalım, yapılması gere-ken fedakârlıkları hep birlikte yapalım.
Gezi planlarımızı yaparken, gezi güzergâhlarımızı belirlerken günahlardan uzak plan ve yerler olmasına özen gösterelim.
Tatilde bol bol Kur’ân oku-yalım ve dinleyelim. Hem dinle-
yelim, hem dinlenelim, hem de
din’lenelim.
Yüce Rabbimizin “Ey inanan-
lar! Kendinizi ve çoluk çocuğu-
nuzu, yakıtı insanlar ve taşlar
olan cehennem ateşinden ko-
11Haziran / 2007
Fotoğraf: Aslan TEKTAŞ Yaz Kur’an Kursu Öğrencileri
12 Somuncu Baba
ruyunuz”7 emrini tutalım. Ken-
dimiz dinin gereklerini yerine
getirerek, sonra aile bireyleri-
ne dinlerini öğreterek ve onla-
rın dini yaşamalarına yardımcı
olarak Ahiret yatırımlarımızı iyi
yapalım. Unutmayalım ki dün-
ya ve dünyalıklar gelip geçicidir.
Kalıcı olan ise Ahiret yurdudur.
Dünyayı yaşarken ölümü unut-
mayalım ve Ahireti göz ardı et-
meyelim öyleyse. İman etmenin,
iman edenler olmanın sorumlu-
luğudur bütün bunlar.
Yetişkinler de Kur’an’ın Kursuna!
Yaz tatili ile birlikte çocukla-
rımızın Kur’ân Kursu gündeme
gelir. Beraberinde çeşitli çevre-
lerce üretilen anlamlı anlamsız
birçok tartışma ile birlikte. So-
nuçta tüm tartışmalara ve yırtın-
malara rağmen kervan yürür ve
camilerimiz cıvıl cıvıl çocuklarla
dolar taşar. Başı örtülü minik
kızlar, elinde-boynunda Kur’ân
çantaları olan minik-günahsız
yavrular. Sonuçta büyük ölçüde
çocuklar cami ile Kur’ân ile ta-
nışırlar tatillerinde.
Onlar için pek de kolay
değildir aslında, şu sıkıcı yaz
sıcağında kursa gitmek. Hele
televizyonlarda, bir grup azınlı-
ğın deniz kenarlarında/tatil yer-
lerindeki eğlencelerini izleyen
çocuklarımız için hiç de kolay
değildir, yazın sıcağında cami-
ye/kursa devam etmek. Çocu-
ğun da düşünce ve hayal dün-
yası vardır elbet. O da akranları
gibi gezip eğlenmek isteyecektir
pek tabii. Ama o, anne babası-
nın teşviki ile Kur’ân Kursunda
karar kılmış, ecri bol ve büyük
bir işe girişmiştir. Onları kutla-
mak lazım, onları onura etmek
lazım, onları sevip kucaklamak
lazım, başlarını okşamak lazım,
hediyelerle gönüllerini almak
lazım, onlardan dolayı Yüce Ya-
ratıcıya şükretmek lazım ve on-
lara bolca duâ etmek lazım.
Bu konuda Kurs görevlilerine
büyük iş düşüyor, kursları cazip
hale getirmek, sevgi temelli bir
cami/kurs hayatı oluşturmak
için. Dayağın olmadığı, sevgi
temelli, bol ödüllü yarışmaların
yapıldığı, eğitici dinî filmlerin
izletildiği, kitapların okunduğu
gezilerin düzenlendiği tertemiz
kurslar…
Fotoğraf: Aslan TEKTAŞ Şeyh Hamid-i Veli Camiinde Mukabele
Cami cemaatine büyük gö-
revler düşüyor, çocuklukların-
dan dolayı yaramazlık da yap-
salar, camiye/Kur’ân Kursuna
devam eden çocukları camiden
yıldırmamalı, aksine onları sevgi
ve ilgiyle bağrına basıp ödüllen-
dirmelidirler. Bunu yaparken
kendi çocukluk günlerini hatır-
lamalıdırlar.
Anne babaya büyük görevler
düşüyor. Yaz sıcağında camiyi
ve Kur’ân Kursunu tercih eden
çocuklarına her zamankinden
farklı bir ilgi ve sevgi göstermeli-
dirler. İmkânları nispetinde on-
ları ödüllendirmelidirler. Onlara
alacakları hediyeleri, özellikle
Kur’ân Kursuna gittiği için aldı-
ğını onlara söylemelidirler. İm-
kânlar nispetinde, tatil boyunca
kurs programını aksatmayacak
şekilde onları bir haftalık olsun
geziye götürerek onura etmeli-
dirler. Hiç olmazsa hafta sonları
piknik ve diğer gezi programla-
rıyla onları dinlendirmelidirler.
Bu arada geleceğimizin te-
minatı çocuklarımızın Kur’ân
ile tanışmasıyla gurur duyan
büyükler olarak bizlerin günde-
mimize Kur’ân ne kadar geliyor,
sorusunu da kendimize sorma-
lıyız. Kur’ân, büyük küçük he-
pimizin Kutsal kitabı ve o her
çağda, her yaşta ve her zaman
okunması, gündemde tutulma-
sı gereken bir kitap. Peki, biz
yetişkinler, küçük yaşta gittiği-
miz Kur’ân kursunda aldığımız
bilgilerle yetinmeye/yerimizde
saymaya devam mı edeceğiz?
Unutmayalım ki Kur’ân çocuk-
larımızdan önce, biz büyükler-
den okunmayı, anlaşılmayı ve
yaşanmayı bekliyor.
O halde, yavrularımızı Ku-
r’ân kurslarına gönderirken,
biz de evimizde/iş yerimizde
Kur’ân’ın kursunu açmalıyız.
Onu okumalıyız, onu anlama-
ya çalışmalıyız, davranışlarımızı
onun ilkeleriyle test etmeliyiz.
Hiç olmazsa, kurstan eve gelen
çocuğumuzla bilgi alış verişinde
bulunarak Kur’ân’ı gündemi-
mize almalıyız! Her geçen gün
Kur’ân bilgimizi geliştirmeli ve
artırmalıyız. Bu konuda da ço-
cuklarımıza örnek ve destek ol-
malıyız.
Bakın bu konuda Kitabımız
ne buyuruyor: “Bana Müslü-
manlardan olmam ve Kur’ân
okumam emredildi..”8 Ayete
göre Hz. Peygamberin şahsında
hepimiz, kulluğumuzu Allah’a
has kılmakla, her konuda O’na
teslim olmakla ve Kur’ân oku-
makla yükümlüyüz.
Kur’ân’ın ilk muhatabı olan
Sözün Sultanı Efendimiz de
şunları söylüyor:
“Sizin en hayırlınız Kur’ân’ı
öğreten ve öğrenendir.” 9
“Ya öğreten ol, ya öğrenen
ol, ya dinleyen ol, ya da bunları
seven ol. Beşincisi olma, yoksa
mahvolursun!”10
“Doğrusu bu Kur’ân Allah’-
ın kullarına sunduğu bir ziyafet
sofrasıdır. O halde gücünüz yet-
tiğince O’nun ziyafetini kabul
ediniz.” “Her ziyafet sahibi, da-
vetine gelinmesini ister. Allah’ın
ziyafeti ise Kur’ân’dır. O halde
onu bırakmayın.”11
“Kur’ân’ı taşıyan, İslâm’ın
bayrağını taşıyan gibidir. Ona
ikram eden, Allah’a ikram etmiş
olur. Ona ihanet edene ise, Al-
lah lanet etsin!” 12
“Kur’ân ehli, Allah’ın ehli ve
O’nun has adamlarıdır.” 13
“Oruç ve Kur’ân kula şefaat
ederler. Oruç der ki: ‘Rabbim,
ben bunu gün boyu yemeden
içmeden alıkoydum, beni ona
şefaatçi kıl.’ Kur’ân da şöyle der:
‘Rabbim, ben onu geceleri uyku-
suz bıraktım, ne olur beni ona
şefaatçi kıl’. Sonunda ikisi de
sahiplerine şefaat ederler.”14
1- 94 İnşirah 7-82- Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, II, 215.3- Münavî, Feyzu’l-Kadîr, VI, 288 (Buharî,
Tirmizî, İbn Mace).4- Münavî, Feyzu’l-Kadîr, VI, 399 (Müslim).5- İmam Şafiî, Divân, 82.6- Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, II, 323.7- 66 Tahrim 6.8- 27 Neml 92.9- Ahmed, I, 58; Buhârî, Fedâilü’l-Kur’ân 21;
Ebû Davut, Vitr 14; Tirmizî, Sevâbü’l-Kurân 15; İbn Mace, Mukaddime 16.
10- Münavî, Feyzu’l-Kadîr, VI, 399.11- Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, I, 513-
514.12- Gümüşhanevî, Râmuzu’l-Ehâdîs, I,
272/10 (Deylemî’den).13- Ahmed, III, 228, 242.14- Ahmed, II, 174.
Dipnot
13Haziran / 2007
14 Somuncu Baba
Kur’an Okulları
K ur’an-ı Kerim, Allah’ın iradesinin insana, söz şek-lindeki ifadesidir. Dolayısıyla Kur’an, Allah’ın
sözüdür. Onu okumak, onu anlamak ve hayatımızda anlamlandırmak Allah’la konuşmak ve O’nunla ileti-şim kurmak gibidir. İşte artık okullar kapandı. Çocuk-larımız yaklaşık üç ay gibi bir yaz tatiline girdi. Bu tatili en iyi ve verimli değerlendirmenin yollarından birisi, çocuklarımıza Kur’an okumayı öğretmek ve din eği-timlerine ağırlık vermektir. Kur’an öğretimi ve eğitimi için mekânlar nezih olmalı, sevgiye ve şefkate dayalı bir eğitim-öğretim yöntemi tercih edilmelidir.
Arap dilinde ‘Kur’an’ sözcüğü ‘okumak’ anlamına gelen bir masdar/kök olup, ‘okunan şey’ manasında isim olarak kullanılmaktadır. Bundan dolayı Kur’an denilince akla, okumak eylemi, sadece metin bazında lafzı tekrar etmeği değil, anlamayı da içerir. İşte her iki anlamda okumak, çok sevap olan bir ibadettir. Bütün Müslüman ülkelerde ve Müslümanların bulunduğu her yerde, her camide, her kursta, her iş yerinde, her evde Kur’an eğitimi yoğunlaştırılmalıdır. Hem metin bazın-da lafızları tekrarlamaya dayalı bir okuma biçimini ve hem de lafızların anlam ve yorumunu kavramak için bir okuma seferberliğine girişilmelidir. Hz. Peygam-ber (s.a.v): “Sizin en hayırlınız Kur’an’ı öğrenen ve baş-kasına öğretendir” buyurmaktadırlar. Bu çifte övgüye mazhar olabilmek için gayret sarfetmeliyiz. Özellikle Diyanet İşleri Başkanlığımız ve Müftülüklerimiz din gö-revlisi kardeşlerimizi maddi ve manevî anlamda onore etmeli, onlara, bir misyoner gibi şuur ve motivasyon
“Hz. Peygamber (s.a.v): ‘Sizin en hayırlınız
Kur’an’ı öğrenen ve başkasına
öğretendir’ buyurmaktadırlar.
Bu çifte övgüye mazhar olabilmek
için gayret sarfetmeliyiz.”
İlim ve HayatProf. Dr. Ramazan ALTINTAŞ
kazandıracak çabalar içerisine girmelidir. En hayırlılardan ol-duklarına inandığımız Din Gö-revlilerimiz de bu motivasyonla, Kur’an eğitimini çocuklarımıza gönülden gelerek yapmalıdır-lar. Çünkü insanın şevklendiril-meye ihtiyacı vardır. Biz zaten bu işin mutlaka cân u gönülden yapıldığına inanıyoruz. Bunları niye söylüyorum. Birkaç sene önce komşumuz Gürcistan’ın Tiflis şehrinde bir kiliseyi ziya-ret etmiştik. Bu kilisede en az, üç papaz görevlendirilmiş, pa-pazlar seçilirken fizikî yapısına, birkaç dil bilme yeteneğine ve Hristiyanlıkla ilgili bilgisine dik-kat edilmiş. Çok güzel giyim tarzları var, ayrıca, beden dilini iyi kullanmalarından anlaşılan, bu alanda iyi bir eğitim almış olmaları açığa çıkıyor. Her
bir papaz en az dört dil bili-yor. Her seviyede insana hitap edebilecek bilgi ve taktikle ye-tiştirilmişler. Özellikle gençlerle daha çok içli-dışlılar. Elbette bu papazların arkasında para ba-baları Dünya Kiliseler Birliği var. Yahudi-Hristiyan karması Soros Vakfı var. Çalışmalarını yıllardır cahil bırakılmış Müslümanlar üzerinde yoğunlaştırmışlar. Eğer biz de çocuklarımıza gerekli ve gerektiği şekilde din eğitimini vermezsek, bizim de sonumuz aynı olur.
Ümmetin En Şereflileri
Diğer taraftan, İslâm tarihin-de Kur’an’ın ezberlenmesi yo-lunda hafızlık müessesesi geliş-tirilmiştir. Bu Hz. Peygamber’in şu hadislerinin pratik hayatta fonksiyonel hale dönüştürülerek
bir müessese haline getirilmesi-dir: “Ümmetimin en şereflileri
‘hameletü’l-Kur’an’, yani, Kur’a-
n’ı çok okuyan ve ezberleyenler,
gece kalkıp ibadet yapanlardır.” O halde bu kutlu müesseseyi yaşatmanın yollarını aramalıyız, asla kesintiye uğratmamalıyız.
Kur’an okumayı özendirme-de Hz. Peygamber bir başka hadislerinde şöyle buyurmuş-lardır: “Gözün ibadetten nasi-
bini verin. Bu Kur’an’a bakmak
ve hayret edici (kevnî konularla
ilgili) âyetleri üzerinde düşün-
mektir.” Bu rivayette özellikle iki konu üzerinde durulmakta-dır. İlki, Kur’an’ı yüzünden oku-mak, diğeri ise, onu anlamaya çalışmaktır. Hâssaten, Allah’ın varlık delillerini anlattığı gerek eşya ve gerekse insan hakkında-
15Haziran / 2007
ki ayetlerin anlamları üzerinde sebep-sonuç ilişkilerine bağlı derin tefekkürlere dayalı sonuç-lar çıkarmamız istenmektedir. Elbette Kur’an bir bilim kitabı değil, hidayet ve ahlak kitabı-dır. Ama, o bilimden de kopuk değildir. Bilimin sonuçlarını çı-karmayı insana bırakır. Örneğin, Allah Hz. Nuh’a “gemi yap” emrini bir bilgi türü olan vahiy-le indirirken, bilgiyi teknolojiye dönüştürme işini insana bırak-mıştır. Kur’an’ın bilimle ilişkisini bu bağlamda değerlendirme-miz gerekir. Yoksa Kur’an’da tabiat bilimleri alanında olduğu gibi formül aramak boşunadır. Onun iniş gayesi, zaten bu değil, hidayettir.
Hz. Peygamber, bir hadisle-rinde, Kur’an’ın indiriliş amacını
çok veciz bir şekilde belirtir ve burada gözden kaçırılmaması gereken çok önemli bir ayrıntı-ya, noktaya da değinir: “Kur’an’ı okuyunuz ve onunla amel ediniz. Onu okumaktan uzak kalmayı-nız. Ona yakışmayan yorum ve tevillerle haddi aşmayınız. Onu vasıta yaparak menfaat temin etmeyiniz. Onunla dünyalığınızı çoğaltmaya çalışmayınız.”
Dikkat edilirse bu hadiste bir takım emir ve nehiy cinsinden olan uyarılar göze çarpmaktadır.
Varlığımızın Bekâsı Din ve Dil Eğitimi
İlki, salt Kur’an okumak değil, onu anlamaya çalışarak, haya-tı anlamlı kılmaktır. Anlamaya çalışırken, Kur’an’ın ruhuyla çelişecek, bâtıl ve bozuk anlam-
lar vermeye, bir nevi Kur’an’da manevî tahrife gitmekten uzak durmamız gerektiği söylenmek-tedir. Bu işin uzmanı olmayan kimseler, sadece Kur’an’ın me-aliyle yetinmemeli, ilim çevre-lerinde muteber kabul edilen ve değer verilen bir Kur’an tef-sirinden okuyabilirler. Yine bu hadiste günümüzde de güncel-liğini koruyan bir meseleye dik-katlerimiz çekilmektedir. O da
“Kur’an’ı vasıta yaparak menfaat temin etmek” sorunu. Maalesef bunun birçok istismar şekilleri vardır. Örneğin, özellikle büyük kentlerimizin mezarlıklarında Kur’an okumayı bilmeyen ama Kur’an’ı para kazanmada vasıta olarak kullanan, halkımızın dinî duygularını istismar eden birçok kimselere rastlanmaktadır. Yine, okunmuş hatim ve Yasin satan-lar da bir başka şekilde Kur’an’ı menfaat vasıtası yapmaktır. Bu ve benzeri konularda halkımızın duyarlı olması gerekir.
Sonuç olarak, varlığımızın be-kâsı din ve dil eğitiminden geç-mektedir. Dinimizi öğrenmenin yolu, onun kaynaklarından ge-çer. Üstad Cemil Meriç, “kâ-mus, namustur” der. Bu da bize anadilin önemini anlatır. Millî ve dinî varlığımızı her türlü şer güçlere karşı korumak istiyorsak, mutlaka ve mutlaka diğer ilimle-re önem verdiğimiz kadar, din eğitim ve öğretimine de önem vermeliyiz. Yoksa misyonerlik faaliyetlerinden ve satanizm gibi kökü dışarıda bulunan din-dışı oluşumlardan şikâyet etmenin bir anlamı kalmaz.
16 Somuncu Baba
17Haziran / 2007
Allah’ıma Hamd OlsunDerdimi dinleyen yok feryâd ü âh nafileRûzigâr gelip geçer akşam sabah nafileİnanmayan beşere cennet dûzah nafileGönlüme sevda veren Allah’ıma hamd olsun
Güneşin ziyaından aşk akar yeryüzüneDökülür çiçek çiçek nice kar yeryüzüneSonsuz güzellik sunar bir tek yâr yeryüzüneBaharı arza seren Allah’ıma hamd olsun
Güllerdeki râyiha gelir de Medine’denKoklayan gafil olur, güzellik sormaz nedenAnne geçmez evlattan, evlat geçer annedenKalbten kalbe yol geren Allah’ıma hamd olsun
Ölümün güzel yüzü cennetin bir bâbıdırBahardaki her çiçek Allah’ın hitâbıdırÖmrümde tek korktuğum mahşerin hesabıdırPerişan halim gören Allah’ıma hamd olsun
Ekrem KAFTAN
18 Somuncu Baba
Sûfi PerspektifDoç.Dr. Kadir ÖZKÖSE
İnsanın Tecelligâh-ı İlâhî Olması
Tezh
ip: D
r. M
ünev
ver Ü
ÇER
K ur’an’da insanın iki yönüne dikkat çekilmektedir. Mü-
kemmellik yönü ile insan, mane-vî, ilâhî, sermedî, lâhutî, bâtınî ve hakikî niteliklere sahiptir. Eksik yönüyle ise maddî, bedenî, fânî, nasutî ve haricî niteliklere sahiptir. Fakat Kur’an, daha çok insanın manevî yönüne dikkat çekmek-tedir.1 Buna göre;
1. Özü bakımından insanla Al-lah arasında küll-cüz müna-sebeti vardır. İnsanın yüksek mertebesi bu münasebetten kaynaklanmaktadır.2
2. Kâinat ağacının meyvesi in-sandır. İnsan vasıta varlık değil bizzat gayedir. Peygamberle-rin bütün mesailerini insanı inşa ve imar için seferber et-melerinin hikmeti budur.
3. Hizmet en önce insana yönel-tilmelidir.
4. Gerçek insanı aramak, onun koptuğu bütünü, Allah’ı ara-mayı gerektirir.
5. Bütün kötülüklerine, zalimce davranışlarına rağmen Allah insandan ümidi kesmemiştir. Ona itimat göstermekte karar-lıdır.3
İnsanın Yaratılış Fıtratı
İnsanı insan yapan ve diğer varlıklardan ayıran tüm özellikler insan fıtratıdır. Kur’an, muhata-bı insan olan bir kitaptır ve onu biyolojik bir varlık olmaktan öte
“insan olmak” özelliğine ulaştır-mayı hedefler. “Andolsun ki, cin-lerden ve insanlardan birçoğunu cehennem için yarattık. Onların kalbleri vardır, fakat onunla gerçe-ği anlamazlar. Gözleri vardır, fakat onlarla görmezler. Kulakları vardır,
fakat onlarla işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibidirler. Hatta daha da aşağıdırlar. Bunlar da gafillerin ta kendileridir.”4 Bu ayette, yara-tılışında bulunan özellikleri gereği gibi kullanmayanların insan olma değerini bulamayıp sadece biyo-
lojik bir varlık, bir organizma ola-cakları vurgulanmaktadır.5
Fıtratın Temizliği ve İyiye Yönelmesi
Fıtrat ayetinde Allah, insanı kendi varlık yapısına uygun dav-ranmaya çağırmaktadır. Bu kesin yönlendirmeden anlaşılmaktadır ki İslâm, diğer bazı dinler ve dü-şünce sistemlerinde olduğu gibi
insanı doğuştan günahkar ya da kötülüklerle donatılmış kabul et-mez. Aksine insan, ilk yaratılışın-dan itibaren temiz bir yapıyla, iyi-lik ve yüceliklere yatkın biçimde dünyaya gelmektedir. “Her do-ğan fıtrat üzere doğar…” hadisi bu gerçeği özetlemektedir.
İnsanın yaratılışının bu şekilde bir temizlik ve saflık içermesinin yanı sıra bütün organlarının yara-tılışında da asıl olan bir fıtrat, bir yaratılış amacı vardır. Bu organla-rın menfaati, görevi, fonksiyonu, fizyolojisi, kısaca onların tabiatı-dır.6
İnsanın Halife Olarak Yaratılması
İnsan, Allah’ın yeryüzündeki halifesi ve ilahî emanetin, yani varlığın ga yesini gerçekleştirme borcunun taşıyıcısıdır.7 Bu öde-vini yerine getirmesi içindir ki, varlık, in sanın emrine verilmiştir. Kur’an buna teshîr (insan dışın-daki varlıkların insanın emrine verilmesi) diyor. Teshîr ger çeği bizi şu sonuca ulaştırıyor: Kur’an insanın kâinata mah kumiyetini değil, hâkimiyetini esas alan bir kitaptır ve onun sergilediği din de, bu hâkimiyetin yoludur.8
Allah’ın Sıfatlarına Mazhar Olan Ancak İnsandır
İnsan Allah’ın sıfatlarının maz-harıdır. Ancak Allah’ın sıfatlarını kendinde yansıtabilmek, gerçek mânâda kullukla, O’nu tanımak-la mümkündür.9 İnsan Allah’ın sı-fatlarından hangilerini ne ölçüde yansıtıyorsa, kemâlâtta da o nis-pette ilerlemiş demektir. “İnsan-ları ve cinleri ancak bana kulluk etsinler diye yarattım”10 âyeti de bu duruma işaret etmektedir.
19Haziran / 2007
“Andolsun ki, cinlerden ve
insanlardan birçoğunu cehennem için yarattık. Onların
kalbleri vardır, fakat onunla gerçeği
anlamazlar. Gözleri vardır, fakat onlarla görmezler. Kulakları vardır, fakat onlarla
işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibidirler. Hatta
daha da aşağıdırlar. Bunlar da gafillerin ta
kendileridir.” (A’raf, 7/179.)
İnsanların Allah’ın her ismin-den nasibi vardır. Başka bir ifa-deyle insan-ı kâmil olabilme im-kânı her birey için geçerlidir. Kişi, o isim gereğince hareket edip gayret gösterirse, o ismin mazha-rı olur. Hz. Peygamber’in; “Kişi bildiğiyle amel ederse, Allah ona bilmediklerini öğretir”11 hadisi de bu meyanda değerlendirilebilir.
İnsanın, Allah’ın sıfatlarını yansıtmasıyla, kemâlât yolunda ilerlemesi birbirine bağlıdır. Kişi Hakk’ın sıfatlarını yansıttıkça ke-mâlâtı artar, kemâlât yolunda ilerledikçe de Allah’ın o vasfını daha iyi yansıtan bir ayna haline gelir.12
İnsanın Ahsen-i Takvim veya Esfel-i Sâfilin Olması
İnsan en güzel biçimde ya-ratılmıştı (ahsen-i takvim) ancak daha sonra ilâhi prototipinden ayrıldı ve uzaklaştı, aşağıların aşa-ğısı esfel-i sâfilîn ehli oldu. İnsan bu bakımdan içinde hem bir mü-kemmellik imgesi barındırır, hem de kopuşla birlikte başlayabilecek bir bozulma.13
Halifelik sırrı insanın yalnız melek veya sadece İblis bir varlık olmamasını gerektiriyor. İnsanın yüceliği bu iki kutbun beraber-liğindedir. İnsan ilahî emanet ve hilafetin sa hibi olmanın yanında bir yığın noksanlığın da toplandı-ğı alandır: Kan dökücüdür, boz-gun çıkarır, acelecidir, nankör dür, şehvetine düşkündür, menfaat-çidir, şımarıktır, azgınlık yapar,
cehaletini bilgi sanır vs. Bu ba-kımdan Kur’an, en mü kemmel insan tipi olan peygamberlerin bile beşeri nitelikler den ayrı dü-şünülmemelerini ister. Ve böyle düşünmeyi put perestliğin bir vasfı olarak gösterir.14 İn san iki kutup-luluğu ile mükemmel, iyiliği ve kötülüğü ile yü ce ve güzeldir.
İnsanın Vasat-ı Camia Oluşu
İnsan, bir vasat-ı câmiadır. Yani, kendisinde farklı unsurları topla yan, birleştiren bir ortam-varlıktır. Alexis Car rel bu gerçe-ğe, bir ilim adamı tavrıyla şöyle değiniyor: “Bir makine ilk etapta kompleks, fakat sonradan basit ola rak karşımıza çıkar. İnsanda durum tersinedir: İnsan ilk etap-ta basit görünür, fakat sonradan kompleks ol duğu anlaşılır.”15
İnsan, “hayvandan daha sapık ve berbat”16 olabilmektedir. Fakat şeref yönüyle de meleklerin üs-tüne çıkabilmektedir. Hz. İsa bu il ginç manzaraya şöyle parmak basıyor:
“Ben şuna hayra nım: Böylesine büyük bir zenginlik, böylesine bir sefilliğin içine nasıl konmuştur”
Ni etzsche, “Hayvan olmak için mükemmel olmak lazım” di-yor. Evet, insan eksiksiz hareket, şaşmaz hareket sergileyen bir
“mükemmel” değildir. Hep dü-şer kal kar, hep isyan eder; fakat onun değeri de buradadır. Tek tek meziyetler esas alınırsa in-san bir sinekten, bir gece kelebe-ğinden, bir keneden daha zavallı olabilir. Fakat o, bir yığın iyiyi ve kötüyü benliğinde taşımakla eşsiz bir kudrete ulaş mıştır. İkbal, in-sanın bu özelliğine şöyle dikkat çekiyor:
20 Somuncu Baba
İsmek El Sanatları Albümü
1- Hamdi Kızıler, Mevlânâ’ya Göre İnsan ve Değeri”, Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, yıl: 6, Sayı: 14, Ocak-Haziran 2005, 474.
2- Bakara, 2/30; Lokman, 31/20.3- Yaşar Nuri Öztürk, Kur’an ve Sünnete
Göre Tasavvuf, İstanbul 1989, s. 86-93.4- A’raf, 7/179.5- Muhiddin Okumuşlar, Fıtrattan Dine
–Din Fıtrat Eğitim İlişkisi-, Yediveren Yayınları, Konya 2002, s. 35-36.
6- Okumuşlar, Fıtrattan Dine, s. 37-38. 7- Bakara, 2/30; Ahzâb, 33/72.8- Yaşar Nuri Öztürk, Mevlânâ ve İnsan,
Yeni Boyut yay., İstanbul 1998, s. 42.9- Titus Burckhard, Aklın Aynası: Ge-
leneksel Bilim ve kutsal Üzerine De-nemeler, İnsan Yay., İstanbul 1987, s. 127.
10- ez-Zâriyât, 51/56.11- Aclûnî, Keşfu’l-hafâ, c. II, 265, hno:
2542.12- Ahmet Cahid Haksever, XI. Yüzyıl Bir
Türk Türk Sufisi Yakub-ı Çerhî, Basılma-mış Doktora Tezi, A.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, dan. Prof. Dr. Ethem Cebe-cioğlu, Ankara 2005, s. 278-279.
13- Kemal Sayar, Sufi Psikolojisi Benliğin Ruhu, Ruhun Bilgeliği, İnsan Yayınları, İstanbul 2000, s. 14.
14- Furkan, 25/7-9.15- Öztürk,, Mevlânâ ve İnsan, s. 46.16- A’raf, 7/179.17- Öztürk, Mevlânâ ve İnsan, s. 47.18- Sayar, Sufi Psikolojisi, s. 13.19- Sayar, Sufî Psikolojisi, s. 13-14.20- Mehmet Akif Ersoy, Safahat, haz. Ömer
Faruk Huyugüzel-Rıza Bağcı-Fazıl Gök-çek-, İstanbul 1994, c. I, s. 149.
21- Bilge Seyidoğlu, “Halk Şairlerinde Ta-savvuf”, Tasavvuf Kitabı, haz. Cemil Çiftçi, Kitabevi, İstanbul 2003, (Türk Dili ve Edebiyatı Araştırmaları Dergisi II, Prof.Dr. Harun Tolasa Özel Sayısı, İzmir 1983), s. 360.
Dipnot
21Haziran / 2007
“Gerçi çok az tespih çeker, çok kan döker, fakat zamanların ve âlemlerin mahmuzu odur”.
O halde, insan için günahsız-lık ve katıksız itaat, bir düşüş ve tükeniştir. Bu tespitin en değerli dayanaklarından birini şu hadiste buluyoruz:
“Eğer günah işlemeseydiniz Al-lah sizi yok eder, yerinize günah iş leyip tevbe eden bir topluluk getirirdi.”17
İnsanın Âlem-i Sağir Olması
İnsan bir âlem-i sâgir’dir, mik-rokozmostur, zübde-i âlem’dir.18 İnsana sığabilene âlem, âleme sığamayana insan denir. İnsan yoksa varlığın da anlamı yoktur. Bu bakımdan, in san Allah’ın şa-hididir.
İnsan yaratılmışların en azizi-dir. Bunun için kendini bilmek Allah’ı bilmek demektir. İnsanın yanında âlemin bir haşhaş tanesi kadar bile kıymeti yoktur. İnsan, ebedi olanı arayıp, kendisini aş-mak ister. Bu dünyada yaşama-sına rağmen yine de onu aşmak istediği için arayışa koyulur. Bu konumuyla âlem-i sagîrdir, mik-rokozmozdur, zübde-i âlemdir.19
İnsanın kuşatıcı varlık oluşu-nu, evrenin özü, Hak emanetinin taşıyıcısı olma özelliğini Mehmet Akif Ersoy şu şiiri ile özetlemek-tedir:
“Haberdar olmamışsın kendi zâ-tından da hâlâ sen,
‘Aşağılık bir varlığım’ dersin ey in-san, fakat bilsen... Senin mahiyetin hattâ melekler-den de yüksektir; Âlemler sende saklıdır, cihanlar sende toplanmıştır: Yerlerden, göklerden taşarken Al-lah’ın bereketi; Olur kalbin Allah’ın ışık ışık tecelli ettiği yer.”20
Kaygusuz Abdal ise insanın su-retini değil özünü keşfetmek ge-rektiğini şu dizelerin de dile ge-tirmektedir:
Bu adem dedikleriEl ayakla baş değilAdem mânaya derlerSuret ile kaş değil.
Gerçi et ü deridirCümlenin serveridir.Hakk’ın kudret sırrıdırGayre bakmak hoş değil
Âdem mana-yı mutlakÂdemdedir nutk-ı hakÂdemden gafil olmaNefsi de serkeş değil
Âdemdedir külli hâlİlm ü hikmet güft ü kâlÂdem katında âlemDâne-yi haşhaş değil
Kendi özünü bilenMaksudun bulan kişiHakk’ı bilen doğrudurYalancı kallaş değil.21
İsmek El Sanatları Albümü
Hulûsi Kalb’denProf. Dr. Mehmet AKKUŞ
22 Somuncu Baba
Hulûsi Kalb ile Duâ“Rabbimizin duâmıza icabet etmesi için de bizim yapmamız gereken, önce tövbe edip sonra da duâ edip yalvarmaktır. Cenâb-ı Hakk’ın bizim duâmızı kabul etmesi için önce O’nun murâdını yerine getirmeliyiz. Bu hususta kusurumuz olursa yine de O’na duâ etmeliyiz.”
D uâ, yalvarmak, yakarmak demektir. Daha özel manasıyla Cenâb-ı Hakk’a yalvarmak, Ondan
istekte talepte bulunmak demektir. Bize hayat ve-ren, bizi mutlu kılan sayısız nimetlere sahibiz. Bunun yanında arzu edip de elde edemediğimiz nice ihti-yaçlarımız da vardır. Elimizdeki nimetlerin kaybolup gitmesinden korktuğumuz gibi, birçoklarını elde et-mek için de didinip dururuz. Bunlara kavuşmak için türlü yollara başvururuz. Öyle anlar gelir ki aczimiz, çaresizliğimiz bizi Allah’a daha çok yöneltir, O’na daha ziyade yalvarır oluruz. İnsan, bol bol nimetler içinde rahat bir hayat sürerken Allah’a ibadeti, O’na yönelmeyi unutur, başına sıkıntı gelince de duâya sa-rılır. Nitekim insanın bu hâlini şu âyetler pek güzel açıklamaktadır:
“İnsana nimet verdiğimiz zaman (bizden) yüz çevi-rip yan çizer; ona bir de zarar ziyan dokunacak olsa iyice karamsarlığa düşer .” (İsrâ Suresi, 83)
“İnsana bir nimet verdiğimiz zaman (bizden) yüz çevirir ve yan çizer. Fakat ona bir şer dokunduğu za-man da yalvarıp durur .” (Fussilet Suresi, 51)
Ayette de ifade edildiği gibi nimet elden gitmeyin-ce insanoğlu Rabbine dönmüyor. Buna rağmen baş-ka yapacağımız bir şey de yoktur. Biz her ne kadar Rabbimize has hâlis kullar olmasak da yine O’na el açıp Ondan yardım talep edeceğiz. Nitekim Furkân Suresi 77. âyette de şöyle buyrulmaktadır: “ Rasûlüm, de ki: Kulluk ve yalvarmanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin.” Mü’min Sûresi 60. ayette ise Cenâb-ı Hak, “Bana duâ edin, yalvarın, ben de size isteğinize karşılık vereyim.”
Rabbimizin duâmıza icabet etmesi için de bizim yapmamız gereken, önce tevbe edip sonra da duâ edip yalvarmaktır. Cenâb-ı Hakk’ın bizim duâmızı kabul etmesi için önce O’nun murâdını yerine getir-meliyiz. Bu hususta kusurumuz olursa yine de Ona duâ etmeliyiz.
Bu sayıda Hulûsi Efendi (1914-14.06.1990)’nin güzel bir duâ gazelini konu edindik. Onun gayet iç-ten ve samimi bir şekilde Rabbimize yakarışına kulak verelim. Hiçbir zaman duâdan geri kalmayalım. Hem kendimize hem de kardeşlerimiz olan tüm müminle-re duâ edelim. Bedduâda bulunmayalım. Birbirimize duâmızı eksik etmeyelim. Çünkü bizim işimiz duâya kalmıştır. Ağzı duâlı müminlerin hayır duâlarını alalım. Çünkü sevgili Peygamberimiz “ Duâ ibadetlerin özü-dür.” buyuruyor.
Gazelin Metni:
1. Mücrim günahkârım şehâ yâ Rabbenâ va’ğfir lenâ
İhsânı kıl eyle atâ yâ Rabbenâ va’ğfir lenâ
2. Sensin bizim ilâhımız iki cihân penâhımız
Arttı cürm ü günâhımız yâ Rabbenâ va’ğfir lenâ
3. Aybların Settâr’ısın mücrimlerin Gaffâr’ısın
Âlemlerin hünkârısın yâ Rabbenâ va’ğfir lenâ
4. Arz u semâ ins ü melek tuyûr u vuhş suda semek
Senden dilerler hep dilek yâ Rabbenâ va’ğfir lenâ
5. Bakma şâhım noksânıma cürmü büyük isyânıma
Verme halel imânıma yâ Rabbenâ va’ğfir lenâ
6. Hulûsî bâbında gedâ ihsânını ister şehâ
Sensin kerem-kân-ı sehâ yâ Rabbenâ va’ğfir lenâ
Gazelin Açıklaması:
1. Ey âlemlerim şâhı olan Ulu Allah; Ey Rabbimiz! Bize mağfiret eyle; bağışla bizi. Bol bol lutuf ve ihsan eyle bize. Ey Rabbimiz! Bize mağfiret eyle; bağışla bizi.
2. Yâ Rabbi, bizim ilâhımız Sensin. Dünya ve ahiret-te bizim kurtarıcımız da Sensin. Bizim suçlarımız ve günahlarımız oldukça arttı. Ey Rabbimiz! Bize mağfiret eyle; bağışla bizi.
3. Yâ Rabbi! Sen istersen bizim ayıplarımızı örter, gü-nah işleyenleri de dilersen affedersin. Çünkü Sen bütün âlemlerin padişâhısın. Ey Rabbimiz! Bize mağfiret eyle; bağışla bizi.
4. Yâ Rabbi! Yer ve gök, insanlar ve melekler, kuşlar ve vahşi hayvanlar ile sulardaki balıklar hepsi Se-nin emrinde olup Senden talepte bulunurlar. Ey Rabbimiz! Bize mağfiret eyle; bağışla bizi.
5. Ey pâdişâhım! Benim noksanlarıma, cezası çok büyük olan isyanıma bakma, beni îmânsız bırak-ma. Ey Rabbimiz! Bize mağfiret eyle; bağışla bizi.
6. Yâ Rabbi! Bu Hulûsî kulun Senin kapına gelip ih-sân isteyen bir dilenci gibidir. Her türlü ikram ve cömertliğin kaynağı ise Sensin. Ey Rabbimiz! Bize mağfiret eyle; bağışla bizi.
23Haziran / 2007
24 Somuncu Baba
Şeyh Hâmid-i Veli veEs-Seyyid Osman Hulûsi Efendi’ninTasavvufi Eğitim Anlayışı
AraştırmaVehbi VAKKASOĞLU
Şeyh Hâmid-i Veli Hazretle-ri’nin hayatına ve tasavvuf anla-yışına bakacak olursak dünyasını 600 sene önce değiştirmiş Hakk’a yürümüş bir büyük olarak gör-müyoruz, hâlâ gönlüne ihtiyaç duyduğumuz, hâlâ ahlakına ruhu-muzun susamış bulunduğu bir bü-yük olarak görüyoruz. İslâm’ın bir mucizesi Somuncu Baba da onun hayrul halefi, torunu Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi de önem ve değerini bütün büyükler gibi Efendimizin, güzeller güzelinin (s.a.v) has ve halis bir talebesi olmaktan almışlardır. Onun için eskimiyor-lar, onun için tasar-rufları devam ediyor, onun için hizmetleri devam ediyor. Bu iti-barla baktığımız için Onları seviyoruz ve gönlümüzü açmaya çalışıyoruz. Onlara açılmayan gönül de zaten gönül değildir. Gönülsüz bir dünya-ya şimdi o gönülleri sunmak hepimizin boynunun borcudur. Şeyh Hâmid-i Veli Hazretleri Yıldırım Bayezid zamanında yaşamıştır. 1412 yı-lında Hakk’a yürü-müş ama bakın kaç asır sonra hâlâ aramızda hâlâ canlı. Yaşayan ölülere karşılık öldüğünü sandığımız bu insanlar, Yunuslayın söylersek “Ölürse ten ölür canlar ölesi değil, ölen hay-van imiş âşıklar ölmez” sırrınca hâlâ yaşıyorlar. Rabbim himmet-lerinden hepimizi hissedar etsin.
Somuncu Baba’dan anladığı-mız tasavvuf anlayışı; maddî ve görünür meşguliyeti asıl işini, ma-
nevî derinliğini ve vazifesini gizle-mek için kullanmakdır.
Hutbede Fatihayı şerifenin 7 manasını öyle tefsir etti ki ilk tefsi-ri herkes anladı, devamını âlimler anladı, son tefsirini de Şeyhül İs-lâm dâhil kimse anlamadı. Böyle derin bir ilmi ortaya koydu. Bütün varlığıyla, ilmiyle, irfanıyla, mane-vi zenginliğiyle sırrı açıklandı.
Hürmetler, izzetler, el öpme-ler bir türlü sona ermedi ama bü-
tün bunların talibi değildi. Allah’ın dostuydu, diyarı terk etti. Döndü dolaştı ne mutlu ki bu kutlu bel-deye geldi ve hâlâ ruhaniyetiyle aramızdadır.
Şeyh Hamid-i Veli anlayışında iyilikler güzellikler Allah’tan bili-nir dolayısıyla onlara kendi eseri olarak insanlar sahip çıkamaz. İyilik Allah’tandır eksiklik ve nok-sanlık bizden, bizim kendimiz-
den, nefsimizdendir. Dolayısıyla da Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri kendisine ait saymadığı iyilikleri ve güzellikleri Allah’ın lütfu, ih-sanı bildi, onunla asla görünmek istemedi. İyilikleri sebebiyle in-sanlardan bir karşılık, teşekkür, el öpme dahi beklemedi çünkü yaptıklarının karşılığını ancak Al-lah’tan bekliyordu.
İşte o yolun hem soyca hem ahlakça en önemli temsilcilerin-
den biri de çağı-mıza damgasını vuran hele de Darende’yi gönül-lerimize daha bir sevdiren Es-Sey-yid Osman Hu-lûsi Efendi idi. Bu anlayışın temsilci-si, muhteşem bir örnek olduğu için Efendimizin has ve halis talebele-rinden biri olduğu için gönlümüzün sultanı oldu.
O da Somun-cu Baba gibi elinin emeğiyle helal ka-zancıyla geçinme dersini verdi bize yani tasavvufun hayatın içinde ol-duğunu gösterdi. Bakıyoruz hayatı-
na, marangozluk yapmış ciltçilik, matbaacılık, oymacılık gibi mes-leklerde uzmanlaşmış. Hem so-yundan hem de yolundan geldiği Efendimize gönül sahibi olmuş ve daha ilk gençlik günlerinden gösterdiği dürüstlükle “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderil-dim.” buyuran güzeller güzeline layık bir evlat olduğunu ispatla-mıştır. Bu doğruluğunun bereke-tiyle olsa gerek daha ilk gençlik
25Haziran / 2007
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Özel Kütüphanesinde
26 Somuncu Baba
yıllarından itibaren tanıyanları hayran bırakan bir takvanın tem-silcisi olmuştur. Dikkati çekecek kadar öne çıkan bu dürüstlüğü sebebiyle Maraş’da askerliği-ni yaparken depo sorumlusu olarak komutanları tarafından görevlendirilmiş. Bu görevi sıra-sında dikkati çeken bir özellik; fevkalade bir dikkatle uygula-dığı doğruluk ve dürüstlük aynı zamanda da tertip ve düzeniyle estetik zevkini ortaya koymasıdır. Bütün askeri malzemenin kendi-sine emanet edildiği o günlerin birinde bir asker gelir ve ondan bir potin bağı ister. Sorumlulu-ğuna verilen depodaki en basit ve kıymetsiz bir malzemedir po-tin bağı, buna rağmen hemşerisi de olan o askere bu potin bağı-nı izinsiz veremeyeceğini söyler. Ancak ihtiyaç sahibini de üzmek ve kırmak istemez, harçlığından 25 kuruş vererek gidip çarşıdan almasını söyler. İşte tasavvufun bir güzel gönülden insana yan-sıması. Devletin çöpüne zarar vermeyen, bir potin bağı da olsa, ama ihtiyaç sahibinin de gönlünü kırmayan ve boş döndürmeyen çözümü gösteren. Devlet malıdır diye bir potin bağına gösterilen
bu dikkat şüphesiz ki bu gönlü-nün ve o dürüstlüğe kaynak olan güçlü imanının eseriydi.
Evliyanın en büyük kerame-ti istikametidir. Bu ölçüye göre Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi tasavvufun kazandırdığı eğitimi mükemmelen almış uygulamış ve hayatıyla da muhteşem bir ör-nek oluşturmuştur. Şimdi burada kısa örnekler sunmak istiyorum. Bu örnekler eskimeyen, pörsü-meyen, rengi solmayan ve bugün bize çok çok lazım olan örnekler-dir. Evet, aile dedik çocuk dedik; Evlatlarınızı seviyor musunuz? Ne kadar seviyorsunuz? Eğitimin sevgiden olduğunu biliyor musu-nuz? Ya da Es-Seyyid Osman Hu-lûsi Efendinin çok tekrarladığı şu cümleyi duydunuz mu? Duyan-lar bir daha duysunlar. ”Çocuk-larımdan en çok sevdiğim; büyü-yünceye kadar en küçük olanı, iyi oluncaya kadar hasta olanı, eve dönünceye kadar da gurbette bulunanıdır.”
Tasavvufi derinliği olan bir mürşit olmasının yanı sıra ilmi de çok önemser. İlimsiz tasavvufun olmayacağı hakkında hayatıyla ders verir. Bir gün oğullarını ça-
ğırır ve onlara derki. ”Evlatlarım derviş insanın dünyalık bir şeyi ol-maz, kitaplarımdan başka sizlere bırakacak bir şeyim yok, mirasım yok. Kütüphanemin anahtarın-dan 3 tane yaptırdım işte sizlere irfan hazinelerinin anahtarlarını bırakıyorum. Kitapları okuyup sahip çıkınız, ölüm her an için hazırdır.”
Tasavvuf anlayışının genişliğini ve tutarlılığını gösteren bir güzel örnektir bu hâl.
Vefat ettiğimizde kaçımızın ar-kasından maddi bir miras olarak bir kütüphane kalacak acaba?
‘Dervişin dünyalığı olmaz’ sözü dünyamızda ne kadar yer buluyor? Gerçek derviş hep gö-nül üzere değil aynı zamanda ilim üzeredir. Bu sebeple kitaba, kütüphaneye tabi ki okumaya ehemmiyet verir. Kitaba ger-çekten sahip çıkmak ancak onu okumakla mümkündür. Her an beklenen ölümdür ve kitabın ha-kikisi de bizi ölüme ve sonrasına hazırlayandır.
Her maneviyat büyüğü gibi sadece kendi öz evlatlarını değil, bütün çocukları evladı bilip ko-ruyup kollaması bu sebeple de eğitim hizmetlerine ayrı, bam-başka bir önem vermesi O’nun tasavvufi eğitime nasıl baktığını gösterir. İmam Hatip Okulundan Liseye, Endüstri Meslek Lisesin-den İlahiyat Fakültesine, Kur’an kursundan kütüphaneye, öğrenci yurdundan camiye kadar değişik eğitim yuvalarına bizzat hizmet vermiş, yardımcı olmuş, dernek-lerinde başkanlık yapmış destek-lemiştir.
Halkın içinde Hak ile olmak Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi-nin yaşama biçimidir. Kapısı in-
Fotoğraf: Aslan TEKTAŞ Vehbi VAKKASOĞLU
27Haziran / 2007
sanlar için sadece bir tarikat kapı-sı değil, Hak misafiri kabul edilip kucaklanacakları bir dostluk kapı-sıdır. İşte bugün bizi kucakladığı gibi dolayısıyla o kapıdan hiçbir ayrım gözetmeksizin her muhta-ca yardım, barış ve kaynaştırma çıktı. Kapısından girenlerin Onda bulacağı iki şey vardır kafaları aydınlatan ilim ışığı, gönülleri ay-dınlatan ve tedavi eden manevî şifa yani kelimenin tam anlamıyla insanı kâmildi örnek insandı. Fiilî ve kavli üslubu yumuşak, okşayı-cı, kavrayıcı, kuşatıcıydı.
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efen-di’nin hayatı boyunca uyguladığı ve sevenlerine tavsiye ettiği sevgi üslubundan birkaç örnek daha sunmak istiyorum:
Bir arkadaşınızda bir hata ve noksan gördüğünüz zaman be-nim gözlerim yanlış görüyor arka-daşlarım da bu hata olamaz diye-ceksiniz görmezlikten geleceksiniz. Hataları ifşa etmek açıklamak de-ğil setretmek örtmek gerekir. Ar-kadaşınıza hatasından dolayı buğz etmeyiniz, onun kötü haline buğz ediniz. Mü’minleri anlaştırmak iyi geçindirmek ve kardeşçe yaşat-mak için çok önemli bir tavsiyedir. Hz. Ali (r.a) buyurur ki bu manada;
“Ben başkasının günahını gören gözümü kör etmişim” bu bakış açısından günahkâra değil günaha düşmanlık etmek çıkar. Günahkâr hangi günahı işlemiş olursa olsun şefkatle onu kucaklamak günahıy-la arasına girip kurtarmak anlayışı çıkar.
Kusur görmek daha büyük bir kusurdur. Mesala, sol elle yemek yemek mekruhtur fakat onu gör-mek haramdır onun için hatayı görüp ifşa etmek değil de gizle-mek gerekir, buyurmuş.
Yolda giderken yanınızda bir arkadaşınız tökezleyip düşse yolun kenarına itmek mi gerekir yoksa koluna girip götürebildiğin yere kadar götürmek mi gerekir, tavsiyesin de bulunur.
Bir sohbet sırasında Osman Hulûsi Efendi’ye sorulmuş “Efen-dim ahirette de hep böyle be-raber, sohbetiniz de bulunacak mıyız?” Şu cevabı vermişler: “Bir gün Rasûllullah (s.a.v.) Efendimiz ashabıyla sohbet ederken saha-beden biri sordu, “Ya Rasûllal-lah kıyamet ne zaman kopacak?” Rasûllulah da ona “Kıyamet için hazırlığın nedir ?” diye sordu. O sahabe şöyle cevap verdi: ”Ha-zırlığım muhabbeti Allah, mu-
habbeti Rasûllullah’tır. Rasûllullah (s.a.v.) bu cevap üzerine iki elinin şahadet parmaklarını birleştirerek
“O halde kişi sevdiğiyle böyle be-raberdir.” buyurdu. Sevgili kar-deşlerim evet yorumunu sizlere bırakıyorum.
Tasavvuf eğitimi konusunda buyuruyor ki; ”Biz bir müridi iyi ve kötü taraflarıyla kabul etmişiz-dir. Ehlullah halkın yükünü onların ahlakını düzeltmek için çekerler. Allah bu âlemde bütün kalplere nazar eder, bundan dolayı ehlul-lah halkın yükünü o kalplere ilahi nazar erişsin diye çekerler dost-ların kusuruna bakmazlar, eğer dostların kusuruna bakarsalar o zaman oturtacak kimseler kalmaz. Hakk’ı isteyen kimse sofrasına bir dost gelsin diye yüzlerce insan da-vet eder. Bu şuna benzer, “Biz bir eleğe insanları doldururuz, eleye eleye üstünde bir tane kalır, işte bu bir tanenin yetişmesi için diğer bütün elenenleri eğitiriz.” Tasav-vuf eğitimleri budur. Herkes aynı derecede nasiplenmez ama sami-miyetle gelen nasipsiz kalmaz.
Osman Hulûsi Efendi imamlık yaptığı sırada Diyanet’ten ağaç dikmenin fazileti hakkında bir hutbe gelmiş ama hutbeyi gecik-tirip 15 gün sonra okumuş. Sebe-bini sormuşlar. ”Nefsime tatbik etmediğim bir şeyi söylemekten hayâ ederim.” buyurmuş. İşte o 15 günlük arada 15 elma fidanı alıp bahçesine dikmiş sonra ağaç dikiniz mealindeki hutbeyi oku-muş. Onun için sözü tesirli olmuş, onun için nasihatleri gönlümüzü etkiliyor.
Güzel gönüllerinize nur ve huzur gelsin efendim...
* Bu yazı 24 Haziran 2006 ta-rihinde yapılan etkinlikteki konfe-rans metninin özetidir.
28 Somuncu Baba
Somuncu Baba (Şeyh Hamid-i Veli) Hazretleri’nin Tarihi Niteliği ve Günümüze Yansımaları“Şeyh Hamid-i Veli bu güzel manzaralı memlekete geldiği zaman dergâhını burada kurmuştur. Burası günümüzdeki Zaviye mahallesidir. Dergâhının önünde hem Tohma ırmağı hem de balıklı kuyuların suyu akar. Burası çok hoş serin ve güzeldir.”
TarihResul KESENCELİ
T arih içerisinde milletlerin kültürlerinin ve medeniyet-
lerinin temel taşlarını meyda-na getiren, çağlara etki eden büyük insanlar vardır. Bu etki üzerinden yüzyıllar geçmesi-ne rağmen özelliğinden hiçbir şey kaybetmez, aynı sıcaklığını ve ihtişamını muhafaza eder. Yüzyıllarca halkın gönlünde, ru-hunda yaşar. O etki sahası ise genişleyerek devam eder. Bu büyük insanlara bütün insanlı-ğın ihtiyacı vardır. Tarihimiz ise bu büyük insanlarla doludur. İşte bu büyüklerden biri de Somuncu Baba ismiyle bilinen Şeyh Hamid-i Veli (k.s) haz-retleridir.
Bu büyük Veli’yi kısa sürede Anadolu insanı tanımış değe-rini bilerek ona sahip çıkmıştır. Kendisi için eski kaynaklarda “Ak-tab-ı zaman, sahib-i zaman, kutb-u daire-i imkân, ilmi zahirde efdal.” “Kutb-u zaman ve halife-i hakikat Ha-bib-i rahman” tabirleri kullanılmıştır. Somun-cu Baba hazretlerinin Anadolu ve Rumeli’-deki etki sahası o ka-dar geniştir ki eski bir kaynak-taki ifade aynen şu şekildedir.
“Manevî himmetleriyle Osmanlı Devleti günden güne kuvvet-lendi.” Bu ise tüm Anadolu ve Rumeli insanı için bir lütuf, bir himmet, bir yaşam sevinci ve hayatın anlamlaşması oldu. Hatta Emir Buhari hazretleri Pa-dişah’a “Asrımızdaki zamanın büyüğü aramızda bulunurken ben vazedemem.” demesi o in-
sanın büyüklüğünü anlatmaya yeterlidir. Anadolu’yu manen fetheden bu maneviyat ereni-nin izlerinin her yerde tüm coğ-rafî sahada ve tüm gönüllerde görmemiz mümkündür.
Somuncu Baba hazretlerinin yaşadığı dönemlerde Anado-lu yeni yeni İslâmlaşmasını ta-mamlamaktadır. Bunun içinde uçlardaki hayat çok önemlidir. Uçlarda Müslüman Türk köy-lerinin yanında Hristiyan köyler de bulunmaktadır. Hristiyan sa-
halarda ise Müslüman ahali bu-lunmaktadır. Bu sahalarda Gazi ve Alp ismini taşıyan insanlar görev almışlar bunlar ise zaman içerisinde birleşerek Alp-Gazi ve Alp-Eren unvanıyla anılma-ya başlamışlardır. Uçlardaki mücadele ise dinî-manevî bir anlayış kazandığı için mücahid-dervişler mücadele yaparken Hristiyan sahaları da İslâmlaş-tırmışlardır. Bu İslâmlaştırmada
dervişler çok önemli rol alırken manevî hayatı temsil etmişler-dir. İşte tüm coğrafî sahada bu derviş ve gazilere tekkeler, za-viyeler yapılmış ve çok önem-li başarılar elde edilmiştir. Bu maneviyat erenlerinin önemli simalarından birisi ise Somuncu Baba hazretleridir.
Zahir ve batında yüksek ilim-lere sahip olan Somuncu Baba hazretleri bulunduğu makam ve görev sebebiyle değişik coğ-rafyalarda bulunmuş ve irşad fa-
aliyetlerini yürütmüştür. Büyük oğlu Baba Yusuf Hakiki’yi Aksaray’da bıraktıktan sonra küçük oğlu Halil Taybi hazret-leri ile Darende’ye yer-leşmiştir. Burada halen çilehanesi mevcuttur. Darende’nin Zaviye mahallesinde (Hıdırlık) kendi isimleriyle anı-lan Şeyh Hamid-i Veli Camiinde muntazam bir türbe içerisinde oğlu Halil Taybi (k.s) ile beraber medfun bu-lunmaktadır. Caminin mükemmel bir şekil-de restorasyonunu ve çevre düzenlemesini 12. kuşaktan torunu Es-Seyyid Osman Hu-
lûsi Efendi ve 13. kuşak torunu Es-Seyyid Hamid Hamideddin Efendi yaptırmışlar, ecdatlarının misyonunu aynı şekliyle yaşat-mışlardır.
Seyyid Abdulbaki Efendi So-muncu Baba hazretleri hakkın-da şunları yazmıştır. “Acemden Anadolu’ya irtihal edip bu ema-net-i azimeyi Anadolu’ya getir-di. Hazreti Hamideddin Bursa
29Haziran / 2007
Şeyh Hamid-i Veli Camii
30 Somuncu Baba
şehrine gelip bir mesken teda-rik etti. ”Zahirî ve Batınî ilimleri tamamlayıp kutbiyet makamına erişen Somuncu Baba hazretle-ri Osmanlının saltanat merkezi olan Bursa’da bir müddet kal-mıştır. Burada Emir Sultan haz-retleri ile ilişkisi çok önemlidir. Bursa Ulu Camide hutbe irad etmesi ile sırrı ortaya çıktığı için talebeleriyle birlikte Bursa’dan ayrılmıştır. Bursalı İsmail Hakkı Silsilenamesinde aynen şunla-rı yazmaktadır. “Şeyh Hamid ol gece merkebine suvar olup Aksaray tarafına gitmiştir ve burada kendisinin muzaf mescidi var-dır. Ve Aksaray’dan dahi Darende’ye hicret buyurup ve orda intikal-i beka kılmıştır. Ve türbesi hâlâ ziyaretgâhtır.”
Şeyh Hamid-i Veli bu güzel manza-ralı memlekete gel-diği zaman dergâhı-nı burada kurmuştur. Burası günümüzdeki Zaviye mahallesidir. Dergâhının önünde hem Tohma ırmağı hem de balıklı kuyuların suyu akar. Burası çok hoş serin ve güzeldir. İlk cemaat mahalli-ne kayalıklardan akan sular için yol yapılmış ve abdest almak için dizayn edilmiştir. Tarih boyunca burası birkaç tamir görmüş ve onarım yapılmıştır. Son dönem-lerde ise Osman Hulûsi Efendi ve Hamid Hamideddin Efendi tara-fından yeniden düzenlemeler ve onarım yapılmış, ek inşaatlarda çok mükemmel hale getirilmiştir. Darende halkı ve ziyarete gelen tüm insanlar ise Somuncu Baba
hazretlerinin hatırasına sahip çıkıldığını ve aynen yaşatıldığı-nı müşahede etmişlerdir. Onun neseb-i aliyesinin tarihî misyo-nu taşıdığını görmüşler onlarla birlikte olmanın ve yaşamanın hazzını, neşesini içlerinde duy-muşlar, memnun ve mesrur ol-muşlardır.
Somuncu Baba hazretlerinin yetiştirdiği maneviyat erenleri olan talebeleri ve halifeleri Ana-dolu ve Rumeli’nin her tarafına
damgalarını vurmuşlardır. Öyle ki bu bölgelerle ilgili tahrir def-terlerinde Şeyh Hamid-i Veli ve halifelerine ait vakıflar, zaviye-ler, tekkeler ve camilerin kayıt-ları bulunmaktadır.
Seyyid Abdulbaki Efendi eserinde “Nazar-u himmetleriy-le devlet-i âl-i Osman günden güne kuvvetlendi, diyar-ı Rum ahalisine tarik-i melametiyi öğ-retti. İnsanlara aşk ve muhab-betle bakarlar himmet ederler-di” demektedir. Bu ise Osmanlı devleti ve Müslüman Türk halkı
için bulunmaz nimet ve fırsat-tı. Bu himmet ve bereketle de devlet kısa sürede büyüyüp ge-nişlerken insanlarda huzura eri-yorlardı. Somuncu Baba hazret-leri Osmanlı Devletini özellikle Yıldırım Beyazıt dönemini çok derinden etkilemiş, tesirleri gü-nümüze kadar gelmiştir. Bu dö-nemle ilgili siyasi ve sosyal geliş-melerden vereceğimiz örnekler Somuncu Baba hazretlerinin etkisini daha güzel bir şekilde göstermektedir. Osmanlı tarihî
kaynaklarına göre Osmanoğul lar ın-dan Beyazıt yeryü-zündeki hükümdar-ların en iyilerinden birisidir. Kendisin-den korkulur. İlim ve ulemayı sever. Şikâyeti olan kimse bu şikâyetini bizzat kendisine arz ede-bilir ve oda mese-leyi derhal halleder. Memleketin her yerinde emniyet o derece mevcut-tur ki bir adam tek başına tüm eşya ve mallarıyla birlikte
her tarafa seyahat edebilir. Pek çok tarihi kaynakta (İorga Tari-hi, Osmanlı Tarihi, Büyük Tür-kiye Tarihi, İzahlı Osmanlı Ta-rihi Kronolojisi vb) Yıldırım için övgüler vardır. Gerçektende 1389’da Sultan Murat’ın bırak-tığı 500 bin km2 lik devleti Yıl-dırım Beyazıt 13 yılda 942 bin km2 ye getirmiştir.
Bu örnekler Somuncu Baba hazretlerinin Osmanlı Devleti ve Yıldırım üzerindeki etkileri-ni göstermeye kâfidir. Bu kadar sürede bu şekilde başarıların
Fotoğraf: Aslan TEKTAŞ Ulu Camii Şadırvanı / BURSA
31Haziran / 2007
yakalanması büyüklerin him-meti ve Allah’ın bir lütfu olsa gerektir.
Somuncu Baba hazretlerinin yerine halef bırakmak üzere ye-tiştirdiği Hacı Bayram Veli ise Bursa’da olduğu kadar; Ankara, Edirne ve Anadolu’nun muhte-lif şehirlerinde daha sağlığında izler bırakmış bir Mürşid-i Ka-mil’dir. Hacı Bayram Veli ile devam eden Somuncu Baba hazretlerinin yolu Osmanlı sal-tanatı süresince beş yüz yılı aşkın bir müddet etkinliğini sürdürmüştür, ha-lende etkilerini pek çok sahada görmek mümkündür.
Somuncu Baba h a z r e t l e r i n d e n günümüze kadar gelen uzantılar ve yansımaları o kadar mükemmel ki Ana-dolu’nun her köşe-sinde bir parçasını bulmak ve yürek-lerde hissetmek mümkündür. Tüm bunların üzerinde etkisi ve emeği olan Somuncu Baba hazretleri için kültürümü-zün temel taşlarından biridir diyebiliriz. Öyle ki uzantılarının günümüze kadar devam etmesi neseb-i aliyesinin günümüzde halen etkili olması hizmet ve misyonu aynı tarihî değerlerle tüm coğrafyalara taşıması gü-nümüz insanları için ise Allah’ın bir lutfudur. Bunun ise kıymeti-ni bilerek yaşamak gereklidir.
Somuncu Baba hazretlerinin halifeleri, takipçileri ve talebele-rini tek tek inceleyecek olursak
ciltler dolusu kitap yapar. Belki de buna araştırmacıların ömrü vefa etmez. Yalnızca bu uzan-tılardan şu örnekleri verebiliriz; Hacı Bayram Veli, Akşemsed-din (Akşeyh), Aziz Mahmut Hü-dayi, Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi, Darende’de bulunan neseb-i aliyesi ve torunları. Böy-lece Somuncu Baba hazretleri-nin uzantılarının etki sahasını ve bu sahanın genişliğini yakından müşahede ederken, bu etki ve genişliğin halen devam ettiğinin
de farkına varabiliriz. Böylece kendi kültürümüzün temel taş-ları, incelikleri ve özelliklerini anlayabiliriz.
Sonuç:
Somuncu Baba hazretleri ha-yatının hemen hemen tamamını gizlilikle geçirmiş, sırları meyda-na çıktıkça bulunduğu belde-lerden başka yerlere gitmiştir. Tüm yolculukları neticesinde en son olarak Darende’ye gel-miştir. XIV. Asrın ikinci yarısı ile XV. asrın ilk çeyreğinde yaşayan
bu mümtaz insan Darende’ye geldiği zaman dergâhını Zaviye mahallesinde kurmuştur. Der-gâhın kurulduğu saha çok güzel ve ferah bir alandır. Bu müstes-na yerin önünden hem Tohma ırmağı hem de balıklı kuyuların suyu akar. Sonraları türbe ve camiye dönüştürülen bu ma-kam değişik zamanlarda tamir-ler görmüştür. Son dönemlerde; önce Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi tarafından yaptırılmış ve tamir edilmiştir. Daha sonra ise
Es-Seyyid Hamid Hamideddin Efen-di tarafından itina ile çok güzel bir şe-kilde tekrar yaptırıl-mıştır, çevre düzen-lemesi mükemmel bir şekilde dizayn edilmiş ve ek bina-lar yapılmıştır.
Somuncu Baba hazretlerinin yaktı-ğı Hacı Bayram Veli hazretlerinin tu-tuşturduğu bu aşk meşalesi gönülden gönüle aktarılarak günümüze kadar
gelmiştir. Günümüzde önce Seyyid Osman Hulûsi Efendi tarafından bu meşale taşınmış şimdide varisi ve halifesi Sey-yid Hamid Hamideddin Efendi tarafından bu meşale zirveye çıkarılmıştır. Somuncu Baba hazretlerinin; misyon, neşve, hâl, hareket, hizmet ve muhab-beti aynen devam etmekte aynı güzellik ve mükemmelliği ile devam ettirilmektedir. Bunun içinde bulunulan zaman, coğ-rafya, yaşanılan an çok önemli-dir ve bunların kıymeti mutlaka bilinmelidir.
Fotoğraf: Hulûsi GÜLSEREN Hacı Bayram-ı Veli Camii / ANK.
İ nsan ister modern zamanlarda yaşasın ister bin yıl
öncesinde... Her zamanın kendisine göre meşgalesi
oluyor. Günümüz insanları televizyondan, gazeteden
ve meşgul eden onca şeyden dert yanarak kendileri-
ne bir türlü zaman ayıramadıklarından dem vururlar.
Okuyamadıklarını, bir kitabı aylarca oradan oraya gez-
dirdiklerini söylerler. Kalabalık ve telaşlı şehir hayatı,
olanları bir nebze haklı gösteriyor gibidir ancak sade-
ce bir nebze... Çünkü sızlanmanın derde çare olduğu
henüz keşfedilemedi. Esasında beş yüz yıl öncesindeki
insanların da kendilerine göre sorunları ve uğraşıları
vardı. Tarlada, bağda, bahçede, bugüne göre oldukça
ilkel sayılabilecek yöntemlerle ziraatçılık yapmak veya
bir zanaatkâr olmak kolay şey değildi. Havanın karar-
masının ardından, eda edilen yatsıyla birlikte insanlar
kendilerini yataklarında bulmaktaydılar. Ayrıca onların
zamanında elektrik de yoktu. Kandiller değerliydi ve
çoğunlukta aydınlatmak için vardı. Karanlığın çökmesi
demek, arzulu insan için okumanın olmadığı koca bir
zaman dilimi demekti. Filhakika, sorun mazeretlerde
değil de, bu zorluklar arasında bir yol açıp kendisine
vakit ayıramayanlardaydı, bugün olduğu gibi...
İslâm bilginleri insanların bu yönünü bildiklerinden,
onları çok fazla şey öğrenmeye mecbur tutmamışlardır
doğrusu. Temel ibadetleri ifa edecekleri malumat ile
çalıştıkları meslek dalının gerektirdiği dinî bilgileri öğ-
renmelerini yeterli görmüşlerdir. Bundan ötesi insanın
manevî açlığıyla ilgilidir deyip fazlasını öğrenmeyi onla-
32 Somuncu Baba
Peygamber İklimiDoç.Dr. Enbiya YILDIRIM
Şeyh Hâmid-i Velî’den Kırk Peygamber
Buyruğu
“Derlediği hadisleri neye göre seçtiğini
incelediğimizde, insanın bütün
hayatında ilahî iradeyi göz önünde
bulundurması, dünyevî gayelerden
uzaklaşması ve iyi bir ahlakla edeplenmesi
ön plana çıkmaktadır.”
33Haziran / 2007
rın kalbî çabalarına bırakmışlar-
dır. İslâm ilmihalleri olarak anı-
lan temel bilgi kitapları ile aka-
id risaleleri böylesi bir ihtiyaç
nedeniyle kaleme alınmış özet
çalışmalardır. Çok da büyük bir
hizmet ifa etmişlerdir…
İnsanların çeşitli mazeretler
ardına saklanarak uzak kaldıkla-
rı manevî besin kaynaklarından
birincisi Kur’an ise ikincisi de
Hz. Peygamber’in hadisleridir.
Günde beş kez namaz ibade-
tini yerine getiren mümin, Fa-
tiha ve ardından okuduğu sure
veya ayetler sayesinde hergün
Allah’ın kitabıyla iç içe olmakta-
dır. Ancak, Fatiha ile Kur’an’ın
sonunda yer alan on kısa sure,
Kur’an’ın müminlerden bekle-
diği gerçek bir yüzleşme değil-
dir. Zira, Allah’ın kitabını açıp
bizim için neler ferman etmiş
diyerek özel olarak bakmak çok
farklıdır. Kaldı ki namazda kıra-
at ettiğimiz ayetlerin anlamlarını
öğrenmeyi de ihmal etmişizdir.
Namazda okuruz, ama sadece
okuruz…
Allah elçisinin buyruklarına
gelince, hadis kitaplarının çok
önemli bir kısmı tercüme edil-
miş olmasına karşın, elimizi
uzatıp alabileceğimiz yakınlık-
ta değillerdir, nedense. İslâm
büyükleri bizlerdeki bu atale-
ti gördüklerinden, müminleri
sevgililer sevgilisinin hadisle-
riyle hemhal etmek için yollar
aramışlardır. Çok erken bir dö-
nemde, hicri ikinci asırda bul-
dukları yollardan birisi de, Ra-sûlullah’ın buyruklarından aynı konuyu veya farklı hususları ele alan kırk hadisi bir araya getire-rek müminlerin önüne koymak olmuştur. Peygamber buyruğu olarak nakledilen, kırk hadis öğrenmeyi ve öğretmeyi teşvik eden rivayetler de onları bu çalışmaları yapmaya şevklen-dirmiştir. Bunlar bazen ticaretle, bazen ibadetlerle, bazen de in-sanın manevî dünyasını onaran türden rivayetlerden oluşmuş-
tur. Hadislerin ardından, oku-yucuların alacakları öğüdün ne olduğuyla ilgili kısa açıklamalar yapılmıştır. Bu tür çalışmala-rı hazırlayanların meşrep ve meslekleri de hangi hadislerin seçileceğinde etkili olmuştur. Nitekim sûfilerin eserleri, gerek seçilen hadisler ve gerekse ha-dislerin işarî yöntemle açıklan-ması açısından, diğer gelenek-
lerde hazırlanan çalışmalardan farklılıklar arz etmiştir.
Osmanlılar döneminde Arapça kırk hadis şerhini ilk kez yazan Hâmid-i Velî’nin çalış-ması bu tür bir eserdir. Bunun önemi, bir tasavvuf önderinin, insanların Allah’ın dinine daha bilinçli yönelmelerini, ibadetle-rini daha içten yapmalarını ve gerçek anlamda birer kul ol-malarını sağlamak için böylesi bir çalışmaya girişmiş olması-dır. Burada onun, kendisini se-
ven insanları Hz. Peygamber’in hadisleriyle bizzat buluşturma çabası yanında kutlu elçinin buyruklarıyla manevî terakkile-rini sağlama niyeti göze çarp-maktadır. Bir sûfî önderin ilme önem vermesi, gönüldaşların-dan hazırlamış olduğu kırk ha-disi okumalarını ve kendilerine kılavuz yapmalarını beklemesi son derece önemlidir. Bu bir
tekke gerçeğidir, aynı zamanda
tekkelerin olmaları gereken yü-
züdür.
Hâmid-i Velî çalışmasının
baş tarafında, Hz. Peygamber’in
Müslümanlardan, hadislerini bir-
birlerine aktarmalarını istediğini
aktarır. Sünneti ihya, imanı güç-
lendirmek için son elçinin ha-
disleri kendisine ulaşan kişinin
bunları başkalarına ulaştırması
gerektiğini belirtir. Böylece İs-
lâm’ın bizzat kaynaklarından
öğrenilmesi gerektiğine, dinin
insan zihninde sağlam ve sağ-
lıklı bir şekilde yer edinebilmesi
için hadislerin müminler arasın-
da anılmasının önemine dikkat
çekmiş olur. Onun bu çalışması
hadislerin önemini ortaya koy-
manın bir çabası olarak da kar-
şımıza çıkmaktadır. Hiç şüphe-
siz ki insanlar, onun gibi saygın
bir kişinin kaleminden sunulan
hadislere daha da bir önem ve-
recekler, bunları birbirlerine ak-
taracaklar ve yaşamaya çalışa-
caklardı. Şüphesiz o, derlediği
kırk hadis çalışmasıyla ne kadar
hayırlı bir görevi yerine getirdi-
ğinin pekâlâ farkındaydı.
Derlediği hadisleri neye göre
seçtiğini incelediğimizde, insa-
nın bütün hayatında ilahî ira-
deyi göz önünde bulundurması,
dünyevî gayelerden uzaklaşma-
sı ve iyi bir ahlakla edeplenmesi
ön plana çıkmaktadır. Kısa, ez-
berlenmesi kolay ancak, bahset-
tiğimiz çerçeve içinde vurgusu
güçlü olan rivayetlerden seçilen
hadisler, tasavvufî terbiye göz
önünde bulundurularak derlen-
miştir.
Çalışma, İslâmî geleneğe uy-
gun olarak niyet hadisi ile baş-
lamaktadır: “Ameller niyetlere
göredir. Herkese niyet ettiği şey
vardır. Öyleyse kimin hicreti Al-
lah’a ve Rasûl’üne ise, onun hic-
reti Allah ve Râsûl’ünedir. Kimin
hicreti de elde edeceği bir dün-
yalığa veya nikâhlanacağı bir ka-
dına ise, onun hicreti de o hicret
ettiği şeyedir.”
Hâmid-i Velî zikrettiği hadis-
lerden alınacak dersi, hadislerin
ardından “hisse” başlığı altında
vermiştir. Bu yorumlarında bazı
hususlar öne çıkmaktadır:
Her durumda, iyi Müslü-
manlığın Allah’ın emir ve yasak-
larına riayetten geçtiğini dile ge-
tirir. İbadetleri yerine getirmeye
ve haramlardan kaçınmaya sü-
rekli vurgu yapar. Bu bağlamda,
iki cihan mutluluğuna ermenin
niyetin ve amelin salih olması
yanında takvaya bağlı olduğunu,
Allah’ın hakkını her şeye takdim
etmek gerektiğini belirtir. İman
davasının, kalbin içinin gereksiz
şeylerden boşaltılıp, ibadetlerle
süslenmesiyle ispat edileceğini
dile getirir ve ibadetlere istikrarlı
bir şekilde devam etmenin öne-
mine dikkat çeker. Orucu, tüm
dünyevî ve uhrevî isteklerden
uzaklaşarak tutmanın zaruretini,
helal rızık kazanmanın her şe-
yin başı olduğunu, iyi insanlar-
la arkadaşlık etmek gerektiğini
söyler. Hacminin küçüklüğüne
rağmen, şirke de birkaç kez
vurgu yapar. Örneğin, kâmil
imanın bütün şirk çeşitlerinden
uzaklaşmakla gerçekleşeceğini,
hâli kâlini yalanlayanın gizli şirk
içinde olduğunu, kalbi gizli şirk-
34 Somuncu Baba
Fotoğraf: Bekir SARI Şeyh Hamid-i Veli Camii
ten korumak gerektiğini ifade
etmesi gibi.
Hadisleri yorumlarken za-
hiri anlamlarının ötesine geçe-
rek tasavvufî yorumlar getiren
Hâmid-i Velî, bu yorumlarında
hem yılların kazandırdığı ta-
savvufî birikimi yansıtır, hem
de işarî yorum geleneğini de-
vam ettirmiş olur. İnsan iyi bir
kul olursa, Allahu Teâlâ’nın
nurunun kula tecelli edeceği-
ni söylemesi; zikreden kimseyi
canlıya, zikretmeyeni de ölüye
benzeten hadisi izah ederken
Allah’ın zikrinde yok olanın ila-
hî tecellilerle ihya edileceğini
ifade etmesi; Rabbin sevgisin-
de yok olanın Allah’ın zatının
tecellilerine mazhar olacağını
demesi; halvetin önemini dile
getirmesi ve kul ile Allah arasın-
daki perdelerin kalkabileceğini
belirtmesi hadisleri tasavvufî
bakış açısıyla yorumlamasına
bazı örneklerdir.
Yazımızı, eserindeki ikinci
hadis ve buna yazdığı açıkla-
mayla bitirelim:
“Muaz (r.a) anlatıyor: Merkep
üzerinde Hz. Peygamber’in ter-
kisinde idim. Aramızda sadece
semerin ardındaki çıkıntı vardı.
Bana ‘Ey Muaz! Allah’ın kulları
üzerindeki haklarıyla, kulların
Allah üzerindeki haklarının ne
olduğunu biliyor musun?’ diye
sordu. Dedim ki: ‘Allah ve O’-
nun elçisi daha iyi bilir.’ Bunun
üzerine Hz. Peygamber bana;
‘Allah’ın kulları üzerindeki hakkı,
kulların O’na itaat etmeleri ve
başka hiç bir şeyi ortak koşma-
malarıdır. Kulların Allah üzerin-
deki hakkı ise, kendisine hiçbir
şeyi şirk koşmayanlara azap et-
memesidir.’ Bunun üzerine ‘Ey
Allah’ın elçisi! Bunu insanlara
müjdeleyeyim mi?’ diye sordum.
Peygamber (s.a.v) bana, ‘Hayır,
o zaman (buna güvenip) tem-
bellik ederler.” buyurdular.
Hisse:
“Bütün emirlerine yapışmak
suretiyle Allah’a hakkıyla kulluk
eden, yasaklarının tamamından
kaçınan, aşikâr-gizli hiçbir şirk
çeşidiyle O’na şirk koşmayan
kimsenin kalbini Allah kâmil
imana ulaştırır, dalâlet ve tuğ-
yandan kurtarır.”
35Haziran / 2007
II. Abdülhamid Yıldız Albümünden Medine
36 Somuncu Baba
H. Hamidettin ATEŞ Akçakaya Köyü ZiyaretiFotoğraf: Aslan TEKTAŞ
37Haziran / 2007
EdebiyatMuhsin İlyas SUBAŞI
“81 yıllık ömrü içerisinde, Alaeddin Eretna ve Kadı
Burhaneddin Ahmet Devletleri’nin kendi doğduğu
şehirde yani Kayseri’de yıkılışlarını ve bu devletlerin başında bulunan insanların genç yaşlarında hayatlarını
kaybedişlerini gören, Osmanlı İmparatorluğunun ihtişamını geniş bir coğrafyaya taşıyan
Yıldırım Bayezid’in acılı sonuna şahit olan Somuncu
Baba, artık kendi gönül fırınında sabrı pişirmenin nöbetini tamamlamıştır.”
Ş eyh Hamid-i Velî, 1331 yılında Kayseri’nin Akçakaya köyünde doğar. Akçakaya, Ali Dağı’nın güney doğu-
sunda yer alan, Kayseri’ye 11 km. mesafede bir merkez köyüdür. Tarıma elverişli alanı çok sınırlıdır. Köyün güney doğusunda Erciyes, Kuzeyinde Ali Dağı yer alır. Stratejik alan olarak bu iki dağın koruması altında sakin bir yerleşim alanına sahiptir. Buradaki halkın geçim kaynağı hayvancı-lık ve el dokuması halıcılıktır. Bugünkü nüfusu 400 dola-yındadır. Köyün 14. asırdaki durumu hakkında kayıtlarda herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Bilinen tek sağlam bilgi, o asırda bu köyde doğup ve çocukluğunu burada geçiren Hamid’in babasının burada yaşıyor olmasıdır. Ba-bası Musa Şemseddin, dönemin önemli isimlerinden bi-risidir ve tasavvuf ehli olarak “Şeyh”lik mertebesine kadar yükselmiştir. Oğlu Hamid’in eğitimi için Kayseri’yi yeterli görmemiş olacak ki, onu gençlik döneminde Şam’a gön-derir. Şam, o tarihlerde önemli bir ilim merkezi durumun-dadır. Bir süre orada eğitim alır, arkasından Tebriz’e ora-dan da Erdebil’e geçer. Erdebil’de Şeyh Seyfeddin İshak’ın torunlarından Alaeddin Ali Erdebilî’den dersler alır. Kısa sürede zâhirî ve bâtinî ilimleri öğrenir ve tekrar hocalarının talimatıyla irşad ve aydınlatma görevini yürütmek üzere Anadolu’ya döner. Bursa’ya gelir. Burada fırıncılık yaparak geçindiği için “Somuncu Baba” lakabıyla anılır. Oradaki hikâyesi meşhurdur. Buradan Aksaray’a geçer. Oradan da Hac ziyaretinden sonra Darende’ye yerleşir.
Şeyh Hamid-i Velî’nin Kayseri’deki hayatının süresi, çocukluğu çıkılınca pek bilinmemektedir. Bilinen o ki, Somuncu Baba’nın Aksaray’dan Darende’ye geçerken memleketi Kayseri’ye uğrayıp bir sürede burada kalması ve bu sırada müridlerinden Numan ile Kayseri’de buluş-masıdır: Rivayete göre, bu buluşmanın bir bayram günü-ne denk gelmesi üzerine, Hoca-Talebe “İki bayram’ı bir arada yapıyoruz” diye bir espri yaparlar. Bu buluşmanın mutluluğundan dolayı, Numan’a “Bayram” unvanının
Somunca Baba’nın Yetiştiği Ortam
38 Somuncu Baba
hocası tarafından verildiği rivayet edilir. Burada buluşan hoca-ta-lebe birlikte Şam’a oradan da Hacca giderler. Artık toplum ara-sında, Hoca Şeyh Hamid-i Velî’ye, talebe ise Hacı Bayram-ı Velî’ye dönüşür. Tarihe bu kimlikleriyle yansırlar.
O tarihlerde Kayseri, büyük bir ilim merkezidir. Burada bir önemli hususa daha işaret etmekte fayda vardır: Selçuklu Medrese sistemi-ni Alpaslan’ın Başveziri Nizamü’l-Mülk’ün kurduğu bilinmektedir. Bunun içindir ki, bu medreselere
“Nizamiye Medreseleri” denilmiş-tir. Bu medreseler, o çağlarda Sel-
çuklu hükümranlığının bütün böl-gelerinde yaygın ve etkindir. Kay-seri de bu yaygınlık ve etkinlik ala-nı içindedir ve burada çok sayıda medrese vardır: Bunlar, Muham-med Melikgazi Medresesi, Hoca Hasan Medresesi, Muineddin Pervane Medresesi, Hunat Hatun Medresesi, Sahabiye Medresesi, Şifaiye-Giyasiye Medresesi, Hatu-niye Medresesi, Hacıkılıç Medre-sesi, Siraceddin Medresesi, Gülük Medresesi ve diğerlerinde önemli oranda çeşitli bölgelerden gelmiş gençler eğitim görmektedir. Şehir,
“Makarr-ı Ulemâ (Alimlerin gelip yerleştiği şehir)” gibi bir unvanla anılmaktadır. Ne var ki, ortam si-
yasi açıdan pek güvenilir değildir. Şeyh Hamid-i Velî’nin doğduğu tarihlerde Moğol Hükümdarı Ebu Said Bahadır Han adına Alaeddin Eratna, eniştesi Timurtaş’la birlik-te Kayseri’de yönetimdedir. Ka-ramanlılar Kayseri’yi kendilerine ilhak etmeye kalkışınca, Alaeddin Eratna, 1343 yılında kendi bağım-sızlığını ilan eder ve emirlikten melikliğe yükselir. Bu siyasi çal-kantıya rağmen kendisi ilim ve di-n’e bağlı bir hükümdardır. Dahası da var: Hamid-i Velî, 19 yaşında iken, 1344 yılında Kayseri’de dünyaya gelen Burhaneddin Ah-med, 21 yaşına ulaşınca Kayseri-’ye kadı olur. İlmi ve ameliyle çok sevilen bu genç Kadı, kısa sürede adaletten siyasete yönelir ve 36 yaşında Kayseri’de kendi adına bir devlet kurarak, tarihe “Kadı Burhaneddin Ahmet Devleti”ni emanet eder. Tabii, bu kolay bir iş olmamıştır. Çok sarsıntılı ve çok da kanlı bir sonuç doğurmuş. 18 yıl süren hükümdarlığı 1398’de öldürülmesiyle sona ermiştir. Kadı Burhaneddin’in öldürüldüğünde Şeyh Hamid-i Velî, yani Somuncu Baba, 73 yaşındadır. Doğal olarak, Kadı Burhaneddin Ahmed’in ma-cerasında, bir insanın doğuşundan eğitimine, ilk hizmetinden siyaset-teki atılımlarına ve nihayet iktidar kavgası uğruna ölümüne kadar geçen bir hayat sahnesinin bütün karelerini gözlemleyip değerlen-dirmeler yapmıştır.
Şeyh Hamid-i Velî’nin böyle bir ortamda olayların merkezi du-rumundaki Kayseri’ye yerleşmeyi düşünmemesi normaldir. O yıllar-da Bursa huzurludur ve bunun ta-bii sonucu O da orayı tercih eder. Bursa’ya gidişinin önemli sebeple-rinden birisi, Osmanlı hakimiyeti altında daha güvenli bir çalışma ortamı bulmak eğilimi olmalıdır.
Fotoğraf: Aslan TEKTAŞ Şeyh Hamid-i Veli Camii Akçakaya Köyü
39Haziran / 2007
Bir önemli nedeni daha dikkate almamız gerektiği-ne inanıyorum: Selçuklu Medrese sistemini geliştirip günün şartlarına göre oturtan Osmanlı İmparatorluğu, bu işi Davud-u Kayserî’ye bırakmıştır. O da, bu yeni uygulamada Kayseri’deki Selçuklu medreselerinde gör-düğü güzellikleri taşırken, aynı medreselerde karşılaştığı eksiklikleri de gidererek daha mükemmel bir eğitim sis-temine doğru önemli adımlar atmıştır. Hamid-i Velî’nin gençlik dönemi, Davud-u Kayserî’nin olgunluk döne-mine denk gelir. Davud-u Kayserî’nin Osmanlı Sultanı Orhan Gazi’nin 1336’da İznik’e çağırmasıyla İmpara-torlukta başlattığı bu yenileşme ve hamle hareketi kuş-kusuz bu genç insanı etkilemiş olacaktır…
Şeyh Hamid-i Velî, hemşerisinin başlattığı bu ilmî hamlenin içinde aktif bir role belki de sahip değildir, ama irşad alanında, onun yaptıklarından da daha geri-de bir hizmet üretmez. İnsanların, gönül pencerelerini açmak, oradan sızan ışık huzmelerine kendi levhasını uzatarak onların beslenmelerini sağlamak kolay bir iş değildir. Hele böyle çalkantılı bir dönemde bunla-rı yapmak az bir alın teri ve yorgunluğa mal olmaz. Üstelik, Osmanlı da bu dönemde sancılı günler yaşa-maktadır. Bir Timur belası vardır: Anadolu’ya doğru bir yıkım fırtınası halinde gelmektedir. Şeyh Hamid-i Velî, Yıldırım Bâyezid’in Bursa’da yaptırdığı Cami’nin açılı-şında, Sultanın da hazır bulunduğu Cuma namazında ilk hutbeyi okuduğu ve bir ilâhî aşk mahşerine dönü-şen o günden bu yana yıllar geçmiştir. Şimdi o Sultan, Timur’a mağlup olmuş, ona esir düşmüş ve kahrından 44 yaşında iken hayata veda etmiştir…
81 yıllık ömrü içerisinde, Alaeddin Eretna ve Kadı Burhaneddin Ahmet Devletleri’nin kendi doğduğu şehirde yani Kayseri’de yıkılışlarını ve bu devletlerin başında bulunan insanların genç yaşlarında hayat-larını kaybedişlerini gören, Osmanlı İmparatorluğu-nun ihtişamını geniş bir coğrafyaya taşıyan Yıldırım Bayezid’in acılı sonuna şahit olan Somuncu Baba, artık kendi gönül fırınında sabrı pişirmenin nöbetini tamamlamıştır. 1412 yılında Rabbine vasıl olurken arkasında, sağlam bir irade, disiplinli bir inanç, örnek alınacak bir vecd hâli bırakmıştır. Yaşadığı ortam o sabır ve tevekkül dediğimiz muhteşem ilâhî imtiyaz-lardan beslenmeseydi acaba bugün Somuncu Baba rahlesi devam eder miydi?.. Bu soruyu bugün artık kendimize de sormalı ve bu çizgide bir şahsiyet göm-leği aramak için gayret göstermeliyiz. Onların sahip olduğu ruhaniyet şemsiyesine kavuşmak istiyorsak, bundan başka yol olduğunu sanmıyorum!..
Kardeşliğe çağırarakGel etti Somuncu BabaYunus, Mevlana misaliEl etti Somuncu Baba
Erdebilden ilim aldıBursa’da Ekmekçi olduAksaray’da biraz kaldıYol etti Somuncu Baba
Sultan Yıldırım çağındaYaktı fırın sıcağındaGönlü aşkın ocağındaKül etti Somuncu Baba
Devam eyledi soyunuRasulullahın huyunuHacı Bayram’ın suyunu Bal etti Somuncu Baba
Somuncu Baba
Hac dönüşü Darende’yeYerleşti güzel beldeyeMekanına hoş hediyeGül etti Somuncu Baba
Kayadan çıkar bir gözeİbret olur size bizeBalıklar doldu havuzaGöl etti Somuncu Baba
Evlatları hizmetiniYaptı bildi kıymetiniSevenlere himmetiniBol etti Somuncu Baba
Musa Tektaş
40 Somuncu Baba
41Haziran / 2007
E s-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Hazretlerinin anıl-
dığı bir sempozyumda bir dos-tumuz; “O çok köşeli kristal bir prizmaya benzemekteydi” de-mişti. Gerçekten Hulûsi Efendi ilahî hikmetten aldığı feyz ışıkla-rını çeşitli renklerle etrafına hatta bütün insanlığa yansıtan bir yüce şahsiyetti. Hangi yönünden ele alınırsa alınsın kâmil bir örnek in-sandı. Asaletinin temizliği ahlakı-na yansımış, ameliyle şekillenmiş hayatıyla bütünleşmişti. Köylüye, şehirliye, zengine, fakire, âlime cahile, hâsılı herkese bir ışık ol-muş bir ümit olmuş ufuk açmıştır.
Kur’an ve sünnetten beslenen iç dünyası, tasavvufun letaiflerin-deki renklerle birleşince herkese merhamet eden, hoşgörüyle davranan, faziletli, ilim ehli yar-
dımsever vasıflarıyla bir prizma gibi herkese ışık vermiş, şuleler, huzmeler, parıltılar saçmıştır.
Onu tanıyanlar, kendi anla-yışları ve kabiliyetleri ile onun özelliklerini görebilmiş, kendi cephelerinden ona olan hayran-lıklarını izhar etmişlerdir. Millî kültürümüze ve manevî zen-ginliklerimize olan hizmetiyle o
“Gönüller Sultanı” olmuştur.
Kitaplara olan merakı ile meydana getirdiği H. Hulûsi Ateş Şeyhzâdeoğlu Özel Kütüphane-si’ni önemli ziyaretçilere açmış, istifade etmelerini sağlamıştır.
Hulûsi Efendi oluşturmuş ol-duğu özel kütüphanesine ziya-retçi özel defteri koyarak, ziyare-te gelen önemli şahsiyetlerin ve misafirlerin duygu ve düşüncele-
rini kaleme almalarını sağlamıştır. Bunların içerisinde birçok ilim adamı, siyaset adamı ve memle-ketin önde gelen iş adamları var-dır. Biz bu yazımızda ziyaretçi özel defterinden sadece akade-misyenlerimizin, erbab-ı ilimin görüşlerini aktaracağız.
Karış karış Türkiye’yi gezmiş coğrafik araştırmalarda bulun-muş, ilmî çalışmalarıyla tanınan, Erciyes Üniversitesinin Kurucu Rektörü Prof. Dr. Metin Tuncel Bey, Hulûsi Efendi’nin evindeki özel kütüphanesini ve oradaki değişik malzemeleri görünce hayretini gizleyememiştir. Çün-kü Hulûsi Efendi Hazretleri aziz vatanımızın, güzel Darende’mi-zin dağlarındaki madenleri, gü-zel taşları, ağaç köklerini veya buna benzer birçok değişik mal-
İlim Adamlarının Kaleminden
Hulûsi Efendi(k.s)
EdebiyatMusa TEKTAŞ
“Onu tanıyanlar, kendi anlayışları ve kabiliyetleri ile onun özelliklerini görebilmiş, kendi cephelerinden ona olan
hayranlıklarını izhar etmişlerdir. Millî kültürümüze ve manevî zenginliklerimize olan hizmetiyle o ‘Gönüller Sultanı’ olmuştur.”
42 Somuncu Baba
zemeleri bile kütüphanesinde biriktirmekle, sergilemekle millî kültürümüzün yer altı ve yerüstü zenginliklerimize sahip çıkılma-sına olan memnuniyetini şu sa-tırlarla ifade etmiştir:
“Millî Kültürümüze hizmet edenler, onların korunmasına ve devamlılığına yardımcı olanlar arasında Hacı Hulûsi Ateş’in müs-tesna bir yeri olduğunu epeyce önceleri duymuştum. Fakat bu evi ve kütüphaneyi gezdikten sonra bu kanaatim daha da kuvvetlendi. Allah bu yolda hizmet edenlerden razı olsun ve Hulûsi Ateş gibilerin soyunu artırsın. Saygılarımla.”
4. 12 . 1984Prof. Dr. Metin TUNCELErciyes Üniversitesi Rektörü ve İstanbul ÜniversitesiCoğrafya Profesörü
Darende’den yolu geçen in-sanlar, sadece karayolunun etra-fındaki normal bir ilçenin genel görünümünü seyrederek geçer-ler. Somuncu Baba Külliyesi ta-biî ve manevî güzellikleriyle çok müstesna bir ortamdır. Karayo-lundan Somuncu Baba kavşağı-na dönenler ayrı bir dünya ile karşılaşırlar. Birçok ziyaretçinin bir keşif gibi kabul ettiği bu ger-çeği yaşayanlardan biri de Prof. Dr. Yüksel İşyar Bey’dir. Şimdi de onun ziyaretçi defterine kay-dettiği ifadelere bakalım:
“Mevcudiyetinden bile haber-dar olmadığım muhterem zat Somuncu Baba’yı bir vesile ile ziyaret edip bu arada muhterem zat Hacı Hulûsi Ateş Beyefendi’yi tanımam, birlikte namaz kılmak ve bir tarihi kültür hazinesi olan mütevazı ikametgahında kendi-
si ile kısa da olsa sohbet etmek fırsatını bulmam hayatımda çok önemli bir olay oldu. Kendi im-kânları ile oluşturduğu müze evini takdirle karşıladım. Bu gibi muhterem zatların Devletimizce himaye edilmesi en içten temen-nimdir. Saygı ve takdir hislerim-le.”
4.7.1985Prof. Dr. Yüksel İŞYAR Cumhuriyet Üniversitesi Rektör Yard. veZiraat Fakültesi Dekanı
İnsanların eğitimi özellikle de din eğitiminin yapılması, yaptırıl-ması toplum huzuru için en mü-him konulardandır. 1969 yılında temelini attığı Darende İmam Hatip Lisesini 1974 yılında açan Hulûsi Efendi, eğitimin ufkunu daha ilerilere taşımış, ilçeye bir İlahiyat Fakültesi açılması için
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi İnönü Üniversitesi Rektörü ve YÖK Üyeleriyle
gayretler göstermiştir. Binasını yaptırmış, içini tefriş ettirmiş ilgili kurum ve kuruluşlara müracatta bu-lunarak Darende İlahiyat Fakültesi’nin açılmasını arzu etmiştir. Bu arzusu vefatından sonra evladı H. Hamidettin Ateş Efendi’nin gayretleriyle 1993 yılında yerine gelmiştir. 2001 yılında ise bu eğitim hizmeti Malatya’daki üniversite kampüsüne taşın-mıştır. Biz esas konumuza dönecek olursak, işte fa-kültenin açılması hususunda girişimler neticesinde çeşitli zamanlarda davet edilen ve incelemeye ge-len ilmiye sınıfını kendi evinde misafir eden Hazret onların da teveccühünü kazanmıştır. İnönü Üni-versitesi Rektörü M. Engin Gözükara Bey İlahiyat Fakültesi açılması hususundaki bir heyetle yaptığı ziyatrette şu hakikatleri kaydetmiştir:
“Pek muhterem zat Hacı Hulûsi Ateş Hocamızı şeker bayramının üçüncü gününde şahsen tanımak-tan büyük bir memnuniyet duymuş bulunuyorum.
Memleketin her problemi ile ilgilendiği gibi ay-dın din adamı yetiştirilmesindeki gayretleri de övgü-ye değer. Muhterem H. Hulûsi Ateş gibi aydın din temsilcilerimizin bulunmasından dolayı da ayrıca büyük bir bahtiyarlık duymaktayım. İnşallah İlahi-yat Fakültesi kurulması gayretlerinin neticesini yakın zamanda bizler de görürüz. Memleketimizin bilim adamı yanında aydın din adamına olan ihtiyacı da göz önünde tutularak Muhterem Hocamızın bu ko-nudaki gayretlerinin de sonsuz destek ve savunu-cusu olacağız. Sayın H. Hulûsi Ateş Hocamıza Türk İslâm kültürüne olan gayretlerinden dolayı teşekkür-lerimi arz ederim. Saygılarımla.”
11.6.1986Prof. Dr. M. Engin GÖZÜKARAİnönü Üniversitesi Rektörü
İnönü Üniversitesi’nde görev yaptığı sırada zi-yarete gelen Prof. Dr. Halide Dolu Hanımefen-di’nin ziyaretçi defterine yazdığı duyguları Efendi Hazretlerinin çok yönlü bir insan olduğunun gös-tergesidir:
“Darende’nin yetiştirdiği en soylu ailelerinden mütefekkir ve mutasavvıf Şeyh Hâmid-i Veli’nin to-runu olan âlim ve şair Hacı Hulûsi Ateş Beyefendi’yi değerli bir müze, kitaplık ve sanatın her çeşidinin
zengin koleksiyonu bulunan tertemiz ve aydınlık köşkünde tanımakla çok memnun oldum. Türk Kültür ve Darende tarihine yaptıkları bu yardımlar gerçekten övülmeye değer. Bu değerli hazinenin Üniversitemizde açılmasını yürekten istemek ve bi-nası hazır İlahiyat Fakültesinde daha da değer bula-cakları inancındayım.
Hacı Hulûsi Ateş Beyefendi’ye sağlık ve mutlu günlere erişmesi dileklerimiz ve en içten saygılarımı sunarım.”
24 Ekim 1986 CumaProf. Dr. Halide DOLUİnönü ÜniversitesiEğitim Fakültesi Dekanı
Özellikle Kars, Doğu Anadolu ve Kafkasya tari-hi ile ilgili çalışmaları ve kitapları bulunan Prof. Dr. Kırzıoğlu (1917-2005), Doğu Anadolu ve Kafkasya ile Ahıska konusunda ilmî araştırmaların yolunu açan ilk bilim adamı olması hasebiyle Osman Hu-lûsi Efendi Hazretlerini de ziyaret etmiş tarihî kitap-larını incelemiş bilgi alış-verişinde bulunmuştur.
Çok verimli ve faal bir bilim adamı olan Kırzıoğ-lu, sosyal hayatta birçok dernek ve kurulun kurucu-su, yöneticisi veya üyesi olarak görev yapmıştır.
43Haziran / 2007
44 Somuncu Baba
İrfan yadigârları olarak tanımlanabilecek olan
kitaplar, belgeler ve manevî hususiyete haiz eşyala-
rın ihtimamla korunması hususunda Hazrete tak-
dir ve hayranlığını şöyle dile getirmiştir:
“Darende’mizin medar-ı iftiharı büyük bir mü-
nevver, şerefli ve şerafetli ailenin varisi olarak, cibili-
yetinize uyan biçimde Türk-İslâm irfanı yâdigarlarını
cem ve kütüphane ve aile müzenizde muhafaza
etmenizin kadir ve kıymetini takdirden acizim. Zatı
âlinizi, hürmet ve hararetle tebrik eder; erbâb-ı ilm-
den her yaştakilere, bu hazinelerinizden istifadeye
açık oluşunuza da gıpta ile Hulûsi Ateş Hazretlerini
tekrar tebrik eylediğimi arz ederim.”
24. X. 1986
Prof. Dr. M. Fahrettin
KIRZIOĞLU
Gazi Üniversitesi
Tarih Kürsisi Öğr. Üyesi.
Yazımızı üç ayrı tespitle tamamlayalım. Bakalım
dünya gözüyle olduğu kadar gönül gözüyle ziyare-
tini tamamlayan erbab-ı ilim neler görmüş ve neler
yazmışlar:
“Güzel beldemiz Darende’yi ziyaretlerimde mem-
leketimizin manevî kalkınmasında büyük hizmetleri
geçen muhterem Hacı Hulûsi Ateş’in dinî eserler ve
yayınlarını muhafazası, idâmesi ve memlekete hiz-
met aşkıyla çabalarını, gayretlerini ifadeden acizim.
Sözlerimi eski bir Anadolu tabiriyle bitirmek is-
tiyorum:
“Âlimin yaşlısı yaşlandıkça koç olur,
Câhilin yaşlısı yaşlandıkça hiç olur!”
Allah cümlemizin emeğini yağlı çıkarsın.”
26 Ekim 1986
Keramettin Ünsoy
Yükseköğretim
Denetleme Kurulu Üyesi
“Muhterem Hocam,
Anadolu evliyalar enbiyalar yatağı. Darende de
Anadolu kültürünün, medeniyetinin bir parçasını
bağrında taşıyor.
Hocam, Hacı Hulûsi Ateş’in nurlu yüzü, elleri, si-
ması, imanı derinden etkiliyor. Maneviyat pınarı…
Bu pınardan su içmek, tüm Allah (c.c.) dostlarına
nasip etsin…
Duânızı eksik etmeyin, Hocam. Allahaısmarla-
dık.”
11.09.1988
Dr. Abdulkerim KILIÇ
“Pek muhterem, Sayın Hacı Hulûsi Ateş Hazretle-
rine en derin saygılarımla, nacizane;
Bu ev, bu eserler ve bu yücelik,
Huşu uyandırdı hep, bende Hacım.
Bütün ülkemizde bir sembol olmuş,
İsminle beraber Darende Hacım.
Şevk vermiyor bize hiçbir bencil iş,
Bir Ateş bulduk ya, ey gönül yan, piş.
Varolmak sırrının hikmeti neymiş,
Bir daha anladım sayende Hacım.”
25.11.1989
Prof. Dr. Aydoğan ALBAYRAK
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi ve H. Hamidettin Ateş Efendi
45Haziran / 2007
Adı : Abdullah
Künyesi : Tespit edilemedi.
Doğum yılı : Tespit edilemedi.
Doğum yeri : Mekke
Baba adı : Erkam (Abduyağûs). İlk Müslüman-lardan olan ve evini Hz. Peygamber’e açan büyük sahabi değil.
Anne adı : Ümeyme bint Harb veya Amra bint Evkas b. Hişam
Eş(ler)i : Tespit edilemedi.
Akrabaları : Hz. Peygamber’in annesi, Abdullah’-ın babası Erkam’ın halasıydı.
Oğulları : Ömer, Osman
Kızları : Tespit edilemedi.
Kabilesi : Kureyş
İslâm’a girişi : H. 8. sene, Mekke fethinde.
Sohbet süresi : 2 yıl
Rivayeti : 4 hadis.
Yaşadığı yer : Mekke, Medine
Mesleği : Katiplik
Hicreti : Mekke fethi sonrasında olmalı
Savaşları : Tespit edilemedi.
Fiziki yapı : Hayatının sonlarına doğru gözlerini kaybetti.
Ayrıcalığı : Mekke’de okuma-yazma bilenler-dendi.
Ömrü : Tahminen 60 yıl dolaylarında.
Ölüm yılı : H. 35.
Ölüm yeri : Medine
Ölüm sebebi : Yaşlılık
Kaynaklar: İstiab, II. 260-2; Üsd, III. 172-4; Nubela, II. 482-3; İsabe, II. 273-4; DİA, I. 102; Sahabiler Ansiklopedisi, s. 28; Ahmed, Müsned, III. 483, IV. 35; Hakim, Müstedrek, III. 334-5.
Hadisleri
“Birinizin tuvalet ihtiyacı geldiğinde, namaz için ka-met getirilmişse, (namaza değil) tuvalete gitsin!”
Hakkında
Hz. Peygamber’e gelen bir mektuba yazdığı cevabı beğenen Peygamberimiz: “İsabet ettin, güzel yazmışsın. Allah’ım onu muvaffak kıl!” diye Duâ etti. Hz. Ömer ona şöyle demiştir: “Eğer daha evvel Müslüman olsaydın, kimseyi sana takdim etmezdim. Allah’tan, Abdullah b. Erkam’dan daha çok korkan birini görmedim.”
Abdullah b. Erkam
Doç. Dr. Bünyamin ERUL
Mizacı
İslâm sonrasında çok güvenilir biri oldu. Hz. Pey-gamber ve halifeler, bilhassa Hz. Ömer ona çok iti-mad etti.
Görevleri
Hz. Peygamber’e vahy katipliği yapar, O’nun dışarıya gönderdiği mektuplarını yazar, gelen mektupları okur ve muhafaza ederdi. Adeta O’nun özel kalem müdürü idi. İlk üç halife döneminde de benzer görevler ve Beytu’l-Mal başkanlığı.
Hz. Osman onu, Beytu’l-Mal’in (Hazine) başına geçirmiş ve üç yüz bin dirhem vermişse de o bunu kabul etmemiş ve şöyle demiştir: “Ben Yüce Allah için çalıştım ve benim ecrim/ücretim sadece Allah tarafından verilecektir.”
Sözleri
46 Somuncu Baba
İstanbul Pendik Müftüsü Dr. Süleyman Aktaş:
“Yeni bir din eğitimi anlayışına ihtiyaç var”
Fotoğr
af: B
ekir
SARI
47Haziran / 2007
Ülkemizde din eğitiminin bir kritiğini ya-parsak nasıl bir tablo ile karşılaşırız?
Ülkemizde din eğitimi adına güzel hiz-metler yapılıyor. Ancak yapılan hizmetler ta-mamdır, ya da bir takım insanların söylediği gibi fazladır dersek, bir yere varamayız. Bu alanda yapılacak çok iş var. Çok açık söylü-yorum: Devlet millet el ele olduğu zaman bu meselinin üstesinden gelebiliriz. Din eğitimini devlet ele almalıdır. Yüzde 99’u Müslüman olan bir ülkede bu çok normal bir süreçtir. Aynı zamanda yanlış din eğiti-minin ortadan kalkması için bu son derece gereklidir. Devlet her zamankinden daha çok bu işe el atmalıdır. Bakınız, hassasiyet göstermesi demiyorum, bir görevi olarak bu işi üstlenmesi gerekir.
Somut bir öneriniz var mı?
Elbette, mesela batılılar “Bir fideye iyi bakılırsa mahsuller verimli olur” derler. Oysa ki İslâm uleması derki; “Tohumu ele almak lazım. Tohum kaliteli olmalı. Kali-tesiz bir tohumdan verimli bir bağ bahçe yetişmez.” Yani insan eğitimi, din eğitimi o kadar önemli ki, yanlış ve zararlı bir tohum atılırsa bunun zararları çok büyük olur. Bu yüzden hem genel eğitim hem de dinî eği-tim, verilmesi gereken zamanda ve doğru bir şekilde verilirse iyi sonuç alınır.
Din eğitimi pratik olarak öğretiliyor mu?
Eğitim aynı zamanda tatbikattır. Amaç sadece bilgilendirici değil, davranış kazan-dırıcı, bütünlük ve aktüalite ilkelerine göre hedef kitleler oluşturularak, kitlenin ihtiyacı-na göre bir metot belirtilmelidir. Okullarda bu yapılmıyor. Siz abdest almayı istediğiniz kadar öğretin, eğer abdest aldıramıyorsanız, burada dört başı bir mamur bir eğitimden söz edemeyiz. Aynı şekilde namaz. Ahlak
Konuşan: İbrahim YARIŞ
İstanbul Pendik MüftüsüDr. Süleyman Aktaş:
1954 yılında Sakarya Hendek’te doğdu. İlkokulu bitirdikten sonra Hafızlığını tamamladı. Daha sonra Sakarya İmam Hatip Lisesi’ni bitirdi ve İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’nü bitirdi. Fakültede okurken Üsküdar Esatpaşa Merkez Camii’nde İmam Hatiplik görevini yürüttü. Bu görevini eksiksiz 11 yıl devam ettirdi. Aynı sıralarda Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakaltesi’nde Din Eğitimi Ana Bilim Dalı’nda Yüksek Lisansa başladı. Aynı yıl Haseki Eğitim Merkezi’nde yüksek lisans ve doktora bölümüne devam etti. 1991 yılında Haseki’deki öğrenimi bitince Sakarya’nın Taraklı İlçesi’ne müftü olarak tayin edildi. Akabinde Sapanca’da müftülük görevini yürüttü. Sırasıyla İstanbul Kartal, Adalar ilçesinde aynı vazifeyi yerine getirdi. Son 7 senedir de İstanbul Pendik Müftüsü olarak görev yapıyor. 1997 yılında da Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde Din Eğitimi Ana Bilim Dalı’nda doktorasını tamamladı.
48 Somuncu Baba
bilgisi derse bütün Avrupa’da öğ-retiliyor. Fakat “Ahlak var mı” der-seniz bunun cevabını bulmak çok zor.
Hafızlık Çok Zora Girdi
Hafızlık müesseseleri ne du-rumda? Günümüzde hafız yetişi-yor mu?
Uygulamanın bizzat içinden biri olarak söylüyorum. Çok zor şartlarda yetişiyor. Artık bu kurum-lar çok büyük sıkıntıdalar. Önce-likle hukuki bir süreç var. Zorunlu sekiz yıllık eğitimle birlikte hafızlık öğrencilerinin önü kapanmıştır. Sekizinci sınıftan sonra kız veya erkek öğrenciye hafızlık yaptırmak çok zordur.
Hafız kime denir?
Kur’an-ı Kerim’in tamamını ezberleyen, belleğine alan kişiye denir. Bir kere hafızlık, çok zor bir eğitim sürecini gerektirir. Kur’an’ı 600 sayfayı ezberlediği zaman hafız oluyor. Bunun metodu var, heyecanı var, psikolojik ortamı var, manevi ortamı var, beslenme ortamı var, sosyal donatı alanla-rı var, sosyal güvence ortamı var. Bunların hepsini birden yaparsa-
nız, bir insanı mükemmel bir hafız yaparsınız.
Kur’an ezberleme yaşı kaçtır?
11-14 arasıdır. Hatta daha geri çekebilirseniz, daha iyi olur. Ancak diğer eğitimin ihmal edil-memesi kaydıyla. Pedagogların ifade ettiğine göre ezberleme yaşı, ilköğretimi, yani sekizinci sınıfı bi-tirdikten sonraki yaş değildir. Mu-hakeme yaşı ayrı, ezber yaşı ayrı-dır. Çok net söylüyorum.Diyanet İşleri Başkanlığı’nın uzmanları var, bu konuyu derinlemesine tahlil ediyorlardır. Ancak bu konunun bir açmazı var. Bütün bunlara rağ-men çok büyük ilgi de var. Mari-fet iltifata tabidir. Eğer hafız olan bir kişinin ileride yaptığı görevde derecesini yükseltirseniz, o kişi bu işe ilgi duyacaktır. İmam, müezzin, vaiz v.s. Ben bunu teklif ediyorum. Yoksa küçük bir çocuk niçin bu eğitimi alsın?
Bu eğitim verilirken dayak bir ceza unsuru olarak kullanıldı yıl-larca…
Olmamalı. Bakın ben size çok iyi bir örnekten bahsedeceğim. Sa-panca müftüsüyken ben bir hafız-lık kursu açtım. 90 kişilik bir yatılı
kurstu. Sabah altı çeşit kahvaltı ve-rilirdi. Bütün Sapanca halkı şahittir. Nazım Dikici hocamız şahittir, öğ-renciler şahittir, öğrencilerimizi Sa-panca Gölü’nde yüzdürüyorduk, öğrencilerimize top oynatıyordu. Açık havada ders okutuyorduk. Dinlenme ve eğlence ihtiyacını karşılıyorduk. Diyanet yeniden bir Kur’an Kursu formatını hayata ge-çirmek durumundadır. Çocuklar severek gelmeliler. Sapanca’daki kursta çocuklar hafta sonu evleri-ne gitmek istemezlerdi.
Din eğitimi ne zaman başlar?
İslâm’a göre din eğitimi do-ğumdan önce başlar. Nahl Suresi 78. ayette. “Siz hiçbir şey bilmez-ken, Allah sizi analarınızın karnın-dan çıkardı; şükredesiniz diye size kulaklar, gözler ve kalpler verdi” diyor. Yine A’raf Suresi 189. ayet-te “Hamileliği ağırlaşınca, Rableri Allah’a, Andolsun, bize kusursuz bir çocuk verirsen, muhakkak şük-redenlerden olacağız” deniliyor. Ancak uzmanların da söylediğine göre 0- 6 yaş dönemi eğitim için çok önemlidir. Bu dönemi verimli kullanmak gerek.
Camilerdeki Yaz Kursları Çok Yaygın Bir Eğitimdir
Sizce din eğitiminin gayesi ne-dir?
Din eğitiminin gayesi insanın yalnız dünyasını değil, ahiretini de kurtaracak bir mutluluk yoludur. Sağlam bir din eğitimi olmadan diğer eğitimlerin insanı tam olarak tatmin etmesi mümkün değildir. Dinin boşluğu başka hiçbir şeyle doldurulamaz.
Camilerdeki yaz kursları verimli olabiliyor mu?
Fotoğraf: İbrahim YARIŞ
49Haziran / 2007
Yaz kursları belki size ilginç gelebilir fakat, ülkemizde görmez-den gelinmeyecek kadar yaygındır. Fakat çok ciddi bir şekilde ele ala-madığımız da bir gerçektir. Çünkü çocuklarla empati kuramıyoruz. Okullar kapanınca çocuk tatile çıktım diye seviniyor. Dolayısıyla camide de oynamak istiyor. Hoca eğer iyi iletişim kuramazsa emin olun onulmaz yaralar açılıyor. Ka-yıplar başlıyor. Veliler de bir tatil programı yapıyor ve çocuğunu orada camiye gönderiyor. Çocuk oraya da irtibat sağlayamıyor ve eğitimi yarım kalıyor. Çok duy-duğumu hatırlıyorum. “Hocam, tam Kur’an’a geçtim, kurs bitti. Bu, olayın vahametini net ortaya koyuyor. Zira seneye kadar bir daha eline Kur’an’ı almayacak, bu eksiklik böyle devam edecek. Her yıl, baştan, tekrar baştan… Sonra ergenlik sorunları derken çocuk birkaç namaz suresi ezberliyorsa yanına kâr kalıyor.
Bir de aşırı tekrar oluyor, her yıl aynı şey…
Aşırı tekrar ilgisizliğe ve bık-kınlığa neden oluyor. Bu yüzden yaz kurslarının daha etraflıca ele
alınması gerekir. Öğrencilerin gelişim özelliklerine, yaşanan ve yaşanacak dini hayatı doğru bir şekilde realize edebilecek şekilde yeniden düzenlenmelidir. Tekrar-layarak ezberleme yerine anlaya-rak ezberleme metodu yerleştiril-melidir.
Velilere büyük iş düşüyor o hal-de?
Tabi ki. Veli eğer çocuğuyla ilgileniyorsa yüzde 80 oranında olumlu tesir yapıyor. Ebeveynler kurs hocaları ile mutlaka görüşe-rek ders programı hakkında bilgi almalıdır. En büyük sıkıntıyı da, kursun ortasında tatile çıkan ço-cuklar çekiyor. Ancak velilere şunu söylemeliyim ki, eğer çocuğunuza din eğitimi vermek istiyorsanız, Kur’an Kursu’na göndermeyecek-seniz, önünde tam 5 yaz mevsimi var. Yedi yaşından itibaren. Dola-yısıyla çok iyi planlanabilirse, Kur’-an ve din eğitimi alabilir çocuklar. Sekiz haftalık bir yaz kursu, 1 yıllık din kültürü ve ahlak bilgisi dersine eşittir. Ayrıca çocuk hafta içi de devam ettiği için Kur’an eğitimi ile dini bilgiler birbirini tamamlayıcı nitelikte olduğu için daha kalıcı
oluyor. 5 yıl yaz kurslarına ciddi-
yetle devam eden bir çocuk, yaz
kursundan istifade edecektir.
Cami hocaları yeterli mi?
Hocalarımızın özellikle çocuk
psikolojisi alanında profesyonel
desteğe ihtiyaçları olduğunu dü-
şünüyorum.
Peki ne yapılmalı?
Yaz kurslarından bir ay önce
hazırlığa başlanmalı. Cami cema-
atiyle iyi bir diyaloga girerek her
türlü desteği sağlama gayreti için-
de olmalıdır. Ders, oyun, eğlence,
gezi hep bir arada düşünülerek
planlanmalıdır. Hocalarımıza eko-
nomik olarak ve diğer konularda
da destek olunmalıdır. Çalışanla
çalışmayan birbirinden ayrılmalı-
dır.
Geleneksel eğitim metodu ile
modern eğitimin farkı nedir?
Teknolojik imkânların dışında
çok ciddi bir fark olduğu söylene-
mez. Peygamberimizden itibaren
İmam-ı Azam gibi büyük hocalar
da hocanın ders anlattığı sistemi
tercih etmişlerdir. Hoca dersi an-
latır. Talebe dinler, ezberler. İdeal
olan öğrenci merkezli eğitimdir.
Zaten ona doğru kayma da kendi-
ni hissettirmektedir.
Çok teşekkür ediyoruz.
Ben de teşekkür ederim.Fotoğraf: İbrahim YARIŞ
50 Somuncu Baba
Bilge Hükümdar Fatih’in Özgür Bilginleri
Bilim ve HikmetDoç. Dr. Bayram Ali ÇETİNKAYA
“Fatih, yaşadığı zaman içerisinde bilim ve bilim adamlarına çalışma ve araştırma yapmak için her türlü imkânı
sunmuştur. O, bilim adamlarını, insanlara ve topluma hizmet etmeleri için sarayına çağırmış ve onları büyük bir
saygı ve şerefle karşılamıştır.”
51Haziran / 2007
K elamî ve felsefî tartışmalara
büyük ilgi gösteren bilge hü-
kümdar Fatih, dönemindeki bil-
ginlerin ilmî çalışmalar yapmasına
ve özgür düşünmesine mani ola-
cak her türlü engeli kaldırmıştır.
Fatih’in inşa ettiği (Ocak
1471) Sahn-ı Seman ile birlikte,
medreseler yeniden teşkilatlan-
mışlar ve aşağıdan yukarıya doğ-
ru şöyle bir derecelenmeye tabi
tutulmuşlardır:
Hâşiye Tecrid Medreseleri
(20’li medreseler), Miftâh Med-
reseleri (30’lu medreseler), Kırklı
Medreseler, Hâric-i Ellili Med-
reseler, Dâhil-i Ellili Medreseler,
Sahn-ı Seman Medreseleri, Alt-
mışlı Medreseler.
Kırklı ve Hâric-i Ellili Medrese-
ler, Osmanlılar’dan önceki Ana-
dolu Selçukluları ve Anadolu Sel-
çuklu Beylikleri hükümdarlarının
yaptırdığı medreselerdir. Ayrıca
bu tür medreselerin ilim yuvala-
rına dönüştürülmelerine, hüküm-
dar aileleri, vezir ve sancak beyle-
ri de katkıda bulunmuşlardır. Dâ-
hil-i Ellili Medreselerin yapımına,
Osmanlı padişahlarının yanı sıra
onların hanımları ve çocukları da
destek vermişlerdir.
Osmanlı Uleması Tabiî ve
Fizikî İlimler
Osmanlı uleması, Gazâlî çiz-
gisinden hareket ederek, aklî
delillerle İslâmî prensipleri pe-
kiştirmek maksadıyla felsefenin
öğretilmesini uygun görmüştür.
Osmanlı yönetimi de bilginlerin
düşünce ve fikirlerini özgürce
ifade edebilmeleri için her türlü
kolaylığı sağlamıştır.
Fatih döneminde fıkıh ve ke-
lâm bilginleri, tabiî ve fizikî ilim-
lerle ilgilenmişlerdir. Bu çerçeve-
de, Hocazâde’nin, Üsküdar’dan
İstanbul’a kayıkla geçtikleri bir sı-
rada Ali Kuşçu ile “gelgit (medce-
zir)” hususunda tartıştıkları kayıt-
larda geçmektedir. Yine bir başka
olayı da hatırlatacak olursak, o da
şudur:
“Muslihüddin Kastelânî, -Me-
daris-i Semaniye’den birinde mü-
derristi- Sinan Paşa’nın evinde bir
sohbet sırasında Molla Lütfi’nin
‘bir zamanlar vücudumdan ter
yerine kan gelirdi’ demesi üzeri-
ne, herkes gülmüş; fakat Kastelânî
böyle bir hastalığın baştan aşağı
okuduğu İbn Sînâ’nın Kanun’una
geçtiğini söylemiştir.”
Demek ki, Osmanlı bilginleri
dinî ilimlerin yanında aklî ilimler-
le de meşgul olmayı, toplum ve
insanlık için bir zorunluluk olarak
görmüşlerdir.
Hocazâde ve Tûsî’nin
Din ile Felsefe Arasındaki
İlişkiyi Tartışması
İlahiyat ilimleri Osmanlı İm-
paratorluğu’nun ilk iki yüzyılında
önemli bir mesafe kaydetmiştir.
Özgür düşünceli Fatih, din ve
felsefe arasındaki ilişkiyle ilgili
olarak, Gazâlî ile İbn Rüşd ara-
sındaki tartışmanın yeniden de-
ğerlendirilmesinin yapılması için,
zamanın iki önemli bilginine gö-
rev vermiştir. Bu iki ilahiyat âlimi,
Alâeddin Tûsî ile Bursalı Hocazâ-
de’den başkası değildir. Fatih, bu
iki bilginden bahsi geçen konu
hakkında birer risâle kaleme al-
malarını arzu etmiştir.
Olayın geçtiği zamanın ule-ması, ortaya çıkan iki risâleden Gazâlî’nin haklılığını savunan Hocazâde’nin eserini üstün bulur. Alâeddin Tûsî ise, ortaya çıkan durumdan dolayı, küçümsendiği hissine kapılarak ülkesi İran’a geri döner. Hocazâde’nin beğenilen eseri, İslâm dünyasında, Gazâlî ve İbn Rüşd’ün eserleriyle birlik-te 1303’te Kahire’de basılmış ve günümüze kadar ulaşmış olup, İran’da ve Arabistan’da meşhur olmuştur.
Hocazâde, Fatih dönemi-nin önemli bilgini olarak, filozof, matematikçi ve astronom olan Esirüddin Mufaddal b. Ömer Eb-herî’nin eski fizik üzerine yazılmış Hidayetü’l-Hikme’sine bir şerh yazmıştır.
“Hocazâde, bu eserde eski fi-ziğin, tabiî cisimlerdeki hareket, sükun ve meyil gibi özelliklerini açıkladıktan, nokta ve çizgi üze-rine bazı bilgiler verdikten sonra, ışık ışınlarının ve gök kuşağını ve
başka gök olaylarını anlatır.”
Fatih döneminde, vezir Mah-
mut Paşa’nın kıskançlığına maruz
kalan Hocazâde, II. Beyazıd dev-
rinde tekrar Bursa’daki Sultaniye
Medresesi müderrisliğine ve aynı
zamanda Bursa Kadılığına tayin
edilmiştir.
Matematik Dahisi Musa Paşa
Kadızâde lakabıyla bilinen
Musa Paşa, bir metamatik dahi-
sidir. Bu alanda, onun Öklid ve
Çağmini üzerine kaleme aldığı
şerhler, son döneme kadar med-
reselerde okutulmuştur. Kadızâ-
de, Timur’un torunu Uluğ Bey’in
sarayına giderek Semerkant rasat-
hanesinin idareciliğinde bulun-
muş ve orada İslâm astronomisin-
de otorite kabul edilen Uluğ Be-
y’in Zic’i üzerinde araştırmalarda
bulunmuştur.
Mutasavvıf, Matematikçi ve
Astronom Yusuf Sinan Paşa
Fatih dönemi matematikçile-
rinden Hızır Beyoğlu Yusuf Sinan
Paşa, aynı zamanda tasavvuf ve
astronomiyle ilgilenmiş bir bil-
gindir. En önemli eserleri tasav-
vufa ait Tazarru’at ve astronomi
hakkındaki Çağmini Risâlesi için
yazdığı şerhtir. Bununla birlikte o,
İstanbul’un ilk kadısıdır.
Tazarru’at ile tanınan Yusuf
Sinan Paşa, gençlik dönemin-
de, şüpheci bir kimliğe sahiptir.
Onun felsefî düşüncelerle ilgisi ve
düşünce krizleri geçirmesi, ailesi
tarafından kendisine deli olarak
bakılmasına sebep olmuştur. Ali
Kuşçu’nun İstanbul’a gelişiyle bir-
likte onun derslerini takip etmiş-
tir. Öğrencisi Molla Lütfi kanalıy-
la, Ali Kuşçu’yla irtibat kurmuştur.
Zira öğrencisi Molla Lütfi, Ali Kuş-
çu’nun derslerini takip ettiği için,
onun öğrendikleri, dolaylı olarak
Yusuf Sinan Paşa’ya ulaşmıştır.
Hatta Yusuf Sinan Paşa, öğrenci-sinin Ali Kuşçu’dan aktardığı bilgi-lerle, meşhur Çağmini astronomi risâlesine bir şerh yazmıştır.
Kelam, Dil, Matematik ve
Astronomi Bilgini Ali Kuşçu
Ali Kuşçu’nun babası, Semar-kant’ta Timur’un meşhur astrono-mu Uluğ Bey’in doğancısı olmuş-tur. Bu sebeple Kuşçu lakabıyla anılan bilgin, Doğu’da müspet
ilimlerin gerilediği bir dönemde doğmuştur.
Büyük astronomi bilgini Uluğ Bey’in Zic’ini tamamlayan Alâ-eddin Ali b. Muhammed Kuşçu, Fatih’in özel davetiyle İstanbul’a gelmiştir. Onunla birlikte, Os-manlı matematiği, altın çağını yaşamıştır. Ali Kuşçu, matematik, astronomi, kelam ve dille ilgili eserlerini İstanbul’da kaleme al-mıştır. O, aynı zamanda Molla Lütfi ve Mirim Çelebi gibi mate-matik ustalarının yetişmesine ve-sile olmuştur.
Hem kendisi hem de medre-
selerin istifade etmesi için, Doğu
ve Batı’nın bilginlerini sarayına
davet etmeyi seven bilge padişah
Fatih, İstanbul’a gelen Ali Kuşçu’yu
günde 200 akçeyle Ayasofya Med-
resesine tayin etmiştir.
Hakikatte Ali Kuşçu, diploma-
tik bir elçilik göreviyle İstanbul’a
geldiğinde, Fatih onun payitahta
kalması için ısrar etmiştir. Bunun
üzerine o, vazifesini bitirdikten
sonra, ailesi ve yanındaki adam-
larıyla İstanbul’a geri dönmüştür.
Bu geri dönüş seyahati için, yol-
luk olarak kendisine 1000 akçe
takdim edilmiştir.
Bilginlere karşı çok cömert ol-
duğu bilinen Fatih’in bu özelliğini,
Ali Kuşçu için sağladığı imkânlar
ispatlamaktadır. İstanbul’a geli-
şinde, Ali Kuşçu, devrin önemli
bilgini Hocazâde ve diğer ulema
tarafından Anadolu yakasında
Üsküdar’da karşılanmıştır. Hatta,
o sırada gelgit dalgaları üzerine
bir tartışma da yaşanmıştır.
Ali Kuşçu’nun bilimsel çalışma-
ları iki kısımda değerlendirilebilir.
Bunlardan bir kısmı, kelam ve dil
üzerine aittir. Diğer kısmını da,
onun matematik ve astronomi ile
ilgili eserleri oluşturmaktadır.
Bunların en önemlilerinin
biri Farsça kaleme alınan Risâle
fi’l-Hey’e’dir. Astronomiyle ilgili
bu eser, Uzun Hasan seferi sıra-
sında Arapça’ya tercüme edilmiş
ve son kısmına gökcisimlerinin
dünyadan uzaklıklarına dair bir
52 Somuncu Baba
53Haziran / 2007
bölüm eklenmiştir. Zafer günü
tamamlandığı için, Ali Kuşçu, bu
eserine Fethiye ismini vererek Fa-
tih’e sunmuştur.
Ayrıca Ali Kuşçu, 1473 yılında,
Fatih Camii için bir güneş saati
hazırlamıştır. Dikey bir güneş sa-
ati olan bu alet, sağdaki minare-
nin alt kısmındadır.
16 Aralık 1474’te İstanbul’da
vefat eden Ali Kuşçu, Eyüp türbe-
sinin yakınlarına defnedilmiştir.
Hekim Müderrisler
Fatih’in yaşadığı dönemde,
Ahmet Kutbeddin-i Acemî, He-
kim Mehmed Şükrullah-i Şirvanî,
Hoca Ataullah-i Acemî, Yakup
Hekim, Hekim Lâri-i Acemî, He-
kim Arap ve Altunî (Altıncızade)
adlarındaki hekimler, medrese-
lerde hem dersler verip öğrenci
yetiştirmişler hem hastaları tedavi
etmişler hem de hastalıklara karşı
çareler keşfetmişlerdir.
Bunlar içerisinde bulunan Ya-
kup Hekim, başlangıçta Yahudi
iken sonradan Müslüman olmuş,
defterdarlık mertebesine kadar
yükselmiş, hatta vezir olmuştur.
Fatih’in özel doktoru da olan bu
bilginin, insanın rengini esmerle-
ten behk-i şâmil isimli bir hastalığı
tedavi ettiği bildirilir. Tıp tarih ya-
zarları, bu hastalığın Addison has-
talığı olduğunu ifade ederler.
İsmi geçen hekimlerden bir
diğeri de Hekim Lâri-i Acemi’dir.
Bu hekim, Fatih’in son hastalığın-
da onu tedavi etmiştir. Kudüslü
olan Hekim Arap ise, memleke-
tinde tıp tahsilini tamamlandık-
tan sonra, Üsküp’e yerleşmiştir.
İlminden ve tıp alanındaki uz-
manlığından haberdar olan Fatih,
onu İstanbul’a davet etmiştir.
Fatih dönemi hekimlerinin, o
devirde bir tıp şurası düzenledik-
leri de bilinmektedir.
Beden ve Gönül Hekimi
Akşemseddin ve Fatih’n Hocası
Molla Güranî
Tıp sahasındaki çalışmalar, Fa-
tih döneminin önemli bilimsel
araştırmaları olarak tıp tarihinde
yerini almıştır. Yine bu dönem
tıp bilginleri arasında Kitâbu’t-Tıp
ve Maddetü’l-Hayat adlı eserle-
rin müellifi olan ve dönemin en
önemli şeyhlerinden biri Akşem-
seddin’dir.
Dönemin bilginleri arasında
Fatih’in hocalığını yapan ve Gâ-
yetü’l-Emânî Tefsirü’s-Seb’a’l-Me-
sânî isimli tefsirin yazarı Molla
Güranî de bulunmaktadır.
Amasya Dârüşşifası başheki-
mi ve Cerrahnâme-i İlhânî yazarı
Sabuncuoğlu Şerafeddin Ali b.
Elhac İlyas da Fatih döneminin
önemli hekimlerindendir. Ayrıca
idrar yolları hastalıkları uzmanı
Altıncızâde ismi de tıp alanındaki
yetkin bir bilgin olarak kabul edil-
mektedir.
Yılan Zehrine Karşı
Panzehir Geliştiren Hekim:
Sabuncuoğlu
Hekim Sabuncuoğlu, Mücer-
rebnâme isimli eseriyle bilinmek-
tedir. O, eserin önsözünde, kitabı,
hekim dostlarının arzusuyla ken-
di tecrübelerinden derleyerek te-
lif ettiğini bildirir.
Eserde bazı tıp deneyleriyle
birlikte yılan zehrine karşı bir ilaç
bulduğunu ve bunu hem kendi
üzerinde hem de horoz üzerinde
tecrübe ettiğini anlatır.
“Sonda”yı İlk Kullanan Hekim:
Altıncızâde
İdrar yolu hastalıkları uzmanı
olan Altıncızâde, idrar tutulması-
na karşı bir çare bulmuştur. Ken-
disinin aktardığına göre, o, İbn
Sina’nın eserinde okuduğu bir
yöntemle, bu hastalığı bir sonda
ile tedavi etmiştir.
Tıp tarihi açısından onun diğer
buluşu da, idrar yolunda ortaya
çıkan bir et parçasını, yine sonda
ile olumlu yönde çözüme kavuş-
turması olmuştur.
İdrar Yolu Hastalıkları Uzmanı:
Hekim Ahi Çelebi
Fatih’ten başlayıp Kanuni’ye
kadar dört padişah döneminde
çalışmış usta bir hekim olan Ahi
Çelebi, Osmanlı tıbbında ender
olan özel bir alanda eser vermiş-
tir.
Aynı zamanda dönemin iyi
bilinen hekim ve cerrahı olan Ali
Çelebi, babası Hekim Kemal Şir-
vanî ile birlikte Anadolu toprakla-
rına gelerek İstanbul’da Fatih’in
hizmetinde bulunmuştur.
İstanbul’da Mahmutpaşa’da
babasının açtığı muayenehanede
çalışan Ahi Çelebi, burada pratik
tıbba giriş yapmıştır. Babasının
hayatını kaybetmesinden sonra,
zamanın usta hekimlerinden ileri
düzeyde tıp bilgisi alarak kendisi-
ni geliştirmiştir.
Nihayetinde Ahi Çelebi, bir
muayenehane açarak başarılı
hekimler arasına katılmıştır. Bu
başarısıyla Fatih devrinde Edirne
Sarayı’na hassa hekimliğine, aka-
binde Fatih Darüşşifası’na tayin
edilmiştir.
Osmanlı İmparatorluk tarihin-
de, Ahi Çelebi, Yavuz Sultan Seli-
m’in vefatına sebep olan Şirpen-
çe’yi (anthrawx’ı) tedavi etmeye
çalışan bir hekim olarak şöhret
kazanmıştır.
Bununla beraber Ahi Çelebi,
böbrek ve mesane taşları hak-
kında araştırmalarda bulunmuş
ve çok önemli bir risâle yazmıştır.
Eserinde taş hastalıklarının genel-
likle zenginlerde ortaya çıktığını
söyleyen Ahi Çelebi, taşların vü-
cuttaki yerini, belirti ve işaretleri-
ni anlatır. Akabinde o, taşın idrar
yolunu tahrip ve tahrişinde uygu-
lanacak tedavi yöntemlerinden
bahseder. Hastalığın tedavisi için,
Ahi Çelebi, bitkisel ilaçları ve ilaçlı
sularla banyoları önerir.
Görüldüğü üzere, Fatih, ya-
şadığı zaman içerisinde bilim ve
bilim adamlarına çalışma ve araş-
tırma yapmak için her türlü imkâ-
nı sunmuştur. O, bilim adamları-
nı, insanlara ve topluma hizmet
etmeleri için sarayına çağırmış ve
onları büyük bir saygı ve şerefle
karşılamıştır. Bunu yaparken Fa-
tih, dinî ilimlerle aklî ilimler ara-
sında bir ayırım yapmamış, her
iki sahanın insanlarına maddî ve
manevî geniş fırsatlar vermiş ve
ortamlar hazırlamıştır.
54 Somuncu Baba
1- Adnan Adıvar, Osmanlı Türklerinde İlim, V. baskı, İstanbul 1991.
2- Yusuf Halacaoğlu, “ Osmanlı Devlet Teşkilatı”, Doğuştan Günümüze İslâm Tari-hi, İstanbul 1993.
3- Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu Klâsik Çağ (1300-1600), çev: Ruşen Sezer, IV. baskı, İstanbul 2004.
4- Cevat İzgi, Osmanlı Medreselerinde İlim, İstanbul 1997, I-II.
5- Aykut Kazancıgil, “Osmanlılarda Bi-lim ve teknoloji”, Osmanlı Ansiklopedisi (Ta-rih, Medeniyet, Kültür), İstanbul 1996.
Kaynakça
Fotoğraf: Muhammed GÜLSEREN
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi’nin Ruhaniyetine İthafYürekler büryan oldu, alevlendi köz olduSen göçeli dünyadan, kamu yandı Sultanım.Çiçekler açan bahar, birdenbire güz olduHerkes bu tecelliyi rüya sandı Sultanım.
Âlemin ölümüydü, âlimlerin ölümüYolculuğun dikkate şâyandı sultanım.Melûl-mahzun şekilde, kaldı eşyanın tümüHele de en çok makes âşiyandı Sultanım.
Âlibaht-ı hâviydi, malûm zat-ı âlinizKi seyyidlik vasfını taşıyandı sultanım.Göreni mest-i hayran ederdi cemâlinizLâkin firkat kapıya tez dayandı Sultanım.
Gerçek alperendiniz, koca bir ömür boyuMaksadınız ne şöhret ne de şandı sultanım.İrşada çalıştınız tekmil Anadolu’yuSay-ü gayretinizle halk uyandı Sultanım.
Hassaten kırk iki yıl; mihrab ile minberdeGeçirdiğiniz anlar, ne hoş andı sultanım.Ve şimdi halîlinle, yatarsın aynı yerdeO, Somuncu Baba ki nasıl candı Sultanım.
İnsanlığa hizmeti vazife bilmiştinizDüşünce altyapınız hüsn-i zandı sultanım.Adetullah gereği, sevip/sevilmiştinizMütevazı hâliniz çok ayandı Sultanım.
Sen ki ehl-i tasavvuf, sen ki ehl-i dil şâirHulûsi Darendevî, bir beyandı sultanım.Bal şerbeti dağıttın, ilahî aşka dâirGel gör ki kimler içti, kimler kandı sultanım.
Ahmet Süreyya DURNA
56 Somuncu Baba
EğitimYrd. Doç. Dr. Ali ÇAVUŞOĞLU
Çocuk, Sevgi ve Oyun
“Sevgi sözünden daha tatlı söz duymadım, gök kubbede ka-lan tek anı sevgi.” (Hafız)
“Sevgide acılar tatlanır; bakırlar altın olurSevgiden, kirli ve bulanık sular duru bir hâle gelir” (Mevlânâ)
•••
Çocuk için anne bir sevgi masalı; oyun, çocuğun gerçek dünyası; annesinin dili ise masalların en güzelidir.
Anne-sevgi-oyun, çocuğun hayatından ayrı düşünüleme-yecek çok önemli üç unsurdur. En önemlisi ise elbette, sanat ürünlerimizde yaratılışa bile kaynaklık ettiği belirtilen sevgi-dir. İster bireysel düşünülsün ister sosyal, sevgi her durumda yaratıcıdır, yaratır. Sevgisizlik ise kötü, tehlikeli, acı veren bir yıkımdır.
Sevgi, kimi psikologlara göre doğuştan, kimilerine göre ise sonradan öğrenme yoluyla kazanılmıştır. Esasında her ikisini de birlikte düşünmek gerekir. Sevgi, potansiyel olarak doğuş-tan olmakla birlikte içeriğini, biçimini kazandıran aile ve kül-türel ortamlardır. Bu yüzden bebeklik döneminden itibaren sevgi duygusunun geliştirilmesi hayatî bir öneme sahiptir.
Sevgi, çocuklar için tıpkı bir besin ya da su kadar önemli bir gereksinimdir. Sevginin olmaması veya olumsuz koşul-larda gerçekleşmesi hâlinde, duygusal ve bilişsel yetenekler gerilemektedir. Çocukların dil gelişimi ve başkalarıyla olumlu iletişim kurabilmeleri sevgi ortamında yetişmelerine bağlıdır.
“Çocuğa uygunluk açısından sevgiyle
birlikte düşünülecek tek sözcük “oyun”dur.
Sevginin oyun ortamıyla birlikte
olması hâlinde ise sonuç: Ruhsal ve
zihinsel açıdan sağlıklı çocuktur.”
57Haziran / 2007
Sevgisiz büyüyen çocuklar, başka-larından yardım isteyemez, kendi-lerine güvenemez ve girişim yete-nekleri gelişemez.
Bu gelişimi hızlandıran, sevgi ihtiyacını karşılayan en güzel zi-hinsel ürünler masallar, en güzel bedensel etkinlikler ise oyunlardır.
Masallar sevgi motifinin bolca bulunduğu edebiyat ürünleridir. Bu sebeple çocuğun tabiî ihtiyaçla-rına en uygun tür de masal olmak-tadır. Sevgi duygusu geliştirilebilir, şekillendirilebilir bir duygudur ve mutlaka başka edebî metinler yo-luyla olduğu gibi oyunlar yoluyla da geliştirilmelidir.
Çocuğa uygunluk açısından sevgiyle birlikte düşünülecek tek sözcük “oyun”dur. Sevginin oyun ortamıyla birlikte olması hâlinde ise sonuç: Ruhsal ve zihinsel açı-dan sağlıklı çocuktur.
Gerçekten oyun, çocuğun ya-şaması gereken gerçek hayatıdır. Çeşitli konularda zaman zaman değinildiği gibi, hem kişilik kazan-mada hem de sağlıklı kişiliği pekiş-tirmede oyundan daha etkili bir araç yoktur. Çocuk, atalarından aldığı bütün yeteneklerini oyun ortamında ortaya koyduğu gibi, farklı yeteneklerini de oyun orta-mında keşfeder ve geliştirir.
Çocukları oyundan, oyun alan-larından, oyuncaklardan mahrum etmek, onlara yapılacak en büyük kötülüktür. Çünkü oyun, onun için yemek içmek gibi tabiî bir ihtiyaçtır. Oyuncaklardan mah-rum çocukların kendiliklerinden birtakım oyuncaklar edinmeleri, oyunun tabiî bir ihtiyaç olduğunu
gösteren bir delildir. Sadece insan yavruları değil hayvan yavruları da oyunlarla büyürler.
Şehirlerde kapalı mekânlara sı-kışan, sokaklardan ve oyun alanla-rından mahrum çocuklar, her ne kadar çok çeşitli oyuncaklara sa-hip olsalar da yine de oyuncakları olmayan, ama açık alanlarda öz-gürce oynayan çocuklardan daha şanslı sayılmazlar. Üstelik gelişen teknoloji, bedenlerini yeterince kullanamayan, taşı, toprağı, kırları, böcekleri yeterince tanımayan ço-cuklar için, manyetik alanlara ma-ruz kalmış olmaktan kaynaklanan pek çok başka tehlikeler anlamına gelmektedir. Bu nedenle başta devleti yönetenler ve yerel idare-ciler olmak üzere bütün yetkililer, sadece eğitim ve öğretim konula-rında değil, çocuğun bulunduğu her çevrede çocuğu oyunla birlik-te düşünmek, yapacağı her işe bu
çerçevede bir şekil vermek duru-mundadır.
Çocukların, kendileri için uy-gun olmadığı ya da başarama-yacakları düşünülen zihinsel ve bedensel etkinliklerin bile, oyun hâline getirildiğinde nasıl üstesin-den geldikleri bilinmektedir. Hatta büyüklerin de hayatı bir oyun gibi algılayıp yaşayabilmeleri hâlinde daha çok ve büyük başarılardan, mutluluktan daha çok pay alacak-ları söylenebilir.
Sadece daha huzurlu bir top-lum için değil, daha barışçı, daha güvenli bir dünya için de; oyna-yan, sevilen, seven çocuklara ih-tiyaç vardır. Çünkü çocuk insanın atasıdır. Çünkü dünyayı güzelleş-tirenler, iki cihanda da hem anne babalarını hem de çocuklarını mutlu edenler sevilen ve seven çocuklardır.
Fotoğraf: Bekir SARI
Işığı Yanan Ev
Y aşadığı yerde hep ‘güzel’ kalan insanlar, zamanla, isimlerinden çok ‘güzellikleriyle’ anılır. Biyolojinin
ötesindeki güzellikleriyle insana ve hayata yöneldikle-rindendir ki, arkalarında, gönül ve zihinlerde ışıltılı bir iz bırakırlar. Bakışlarının, ellerinin, dahası kalplerinin değdiği her bir şey iyileşmeye yüz tutar. Güzeldirler; güzelce yaşar ve güzelce kılarlar.
Güzel görünmek gibi bir dertleri de yoktur; ‘gö-rünmeye’ çalışmanın profesyonelce bir şey olduğu-nu düşünüp, bundan fellik fellik kaçınırlar. Hayatın oynanacak değil, yaşanacak bir şey olduğuna inanır-lar. Başka türlü olmak ellerinde değil; kalplerinde ne yaşanıyorsa, bakışlarından ve ellerinden o dökülür. Ayak bastıkları toprağı, sokaktaki kediyi, yaralı kuşu, topal leyleği, aç köpeği, kalbi kırık yetimi, düşmüş insanı ‘kardeşi’ görür, acılarını acısı bilir, başkasıyla paylaşmadığı bir huzurun huzur olamayacağını düşü-nürler. Başkalarına açık kalplerin ve sofraların sahibi-dirler. Başkasına kapanma içinde oburlaşan bencilliği; insana, kalbe, iyiliğe ve güzelliğe düşman bir şey gibi görürler. Kendilerinden vazgeçtikçe kendileri olurlar.
Ama gelin görün ki, şimdilerde, ‘güzel insanlar at-larına binip’ gitmişler. Şair öyle diyordu: ‘Güzel insan-lar atlarına binip gittiler.’
Bu iç yakıcı deyiş, ‘güzel insan’ yoksulu bir zaman-dan geçen veya buna yakın düşen döneme karşılık gelen bir tespittir. Ve bugün için de söylenebilecek bir şeydir. Bizi, dolayısıyla yaşadığımız hayatı güzelleşti-ren ‘vasıf’ların arkalara düştüğünü, öne çıkan başka türlü ‘değer’lerin olduğunu gösteren bir şey...
DenemeNihat DAĞLI
“Güzel kalmak gerçekten zordur;
bedel ister. O esaslı şey olabilmek
için çok şeyden vazgeçmek
gerekiyor. Evet, her kazanç,
birçok kaybın göze alınmasıyla
mümkün oluyor.”
58 Somuncu Baba
Şimdi bu güzel insanlar, ni-çin ve nasıl atlarına binip gitti-ler? ‘Güzel’in diline yabancı-laşarak çirkinleşen insanların arasında bir ‘yabancı’ olunca ve bu taşınmaz bir hâl alınca mı? Güzel adamı atına bindiren şey, herkesin delirdiği bir yerde hâlâ selim akla sahip olmak durumu mudur? Güzel bir şey niçin yiti-rilir, insanlar niçin güzel bir şeye dört elle sarılmaz?
Bu sorulara kendimce bul-duğum cevap şudur: Güzeli ta-şımak zordur!
‘Güzel’ kalmak gerçekten zordur; bedel ister. O esaslı şey olabilmek için çok şeyden vaz-geçmek gerekiyor. Evet, her ka-zanç, birçok kaybın göze alın-masıyla mümkün oluyor.
Bizleri güzelleştiren değerle-rin hayatımızdan düşüşü, bazı kazançlar adına görmezden ge-linmiş veya üzerinde çok fazla düşünülmemiştir. Atlarına binip giden güzel adamlarla birlikte hayatımızdan çekilen bu değer-ler, ‘geçmiş zaman sesleri’ gibi, yine de arada bir kuytularda çınlar. Yüzü ‘geçmiş’e dönük değer bilir ‘eski zaman insanla-rı’nın konuşmalarında çınlayan bu kayıplara baktığımızda, kay-bettiklerimizin az şey olmadığını görürüz. Ve bunu fark ettiğimiz-de, ellerimiz öylece aşağılara düşer.
Nasıl bir kayıptan bahsetti-ğimi, bilmem anlatabiliyor mu-yum? Profesör Saffet Solak, bir konuşmasında bir anısını pay-laşmıştı. Bir anı, geçmiş zama-
nın bir ayrıntısı ne çok şey an-latıyor:
“Tıp fakültesini yeni bitirmiş, pratisyen hekim olarak ilk görev yaptığım yere, Konya’ya bağ-lı bir beldenin sağlık ocağına gitmiştim. Gençtim, bekârdım. Küçük bir beldeydi gittiğim yer. İlk gece bir eve misafir olmuş-tum. Tren istasyonunun hemen yanında bir evdi. Akşam yeme-ğinden sonra çaylarımız gelmiş, sohbetler edilmişti. Üzerimde yol yorgunluğu, geldiğim yeni yerin yabancılığı vardı. Saatler ilerliyor, ağır bir uyku beni içine çekiyordu. Ev sahibine bir şey de diyemiyordum. Saatler epey ilerliyor, yine bir hareket yoktu. Evin büyüğü olan hacıanneye sıkılarak, ‘Anneciğim, sizin bu-ralarda kaçta yatılıyor?’ dedim.
59Haziran / 2007
Hacıanne, ‘Evladım treni bek-liyoruz. Az sonra tren gelecek, onu bekliyoruz.’ dedi. Merak ettim, tekrar sordum: ‘Trenden sizin bir yakınınız mı inecek?’ Hacıannenin cevabı inanılacak gibi değildi: ‘Hayır evladım, beklediğimiz trende bir tanıdı-ğımız yok. Ancak burası uzak bir yer. Trenden buraların ya-bancısı birileri inebilir. Bu sa-atte, yakınlarda, ışığı yanan bir ev bulmazsa, sokakta kalır. Bu-raların yabancısı biri geldiğinde, ışığı yanan bir ev bulsun diye bekliyoruz.”
Uzaklarda, karanlığın kuy-tularında bir yerde, oraların yabancısı birine ‘ışığı yanan ev’
olmak, ne muhteşem bir şeydir. Karanlığı, yabancılığı, üşümüş-lüğü çözüveren sıcak bir yuva; gidebileceği bir yeri olmayana çalacak bir kapı; yorgun bir be-dene serilmiş bir yatak; aç bir mideye hazırlanmış bir sofra olmak ne iyileştiricidir. Yolcuya, yabancıya, düşküne, kimsesize, yetime, kırık kalplere yer aç-mak; ‘hiçbir yer’ olan ara bir durakta onlara ‘bir yer’ olmak; yersiz ve yurtsuz kaldıkları için hiçbir yere gidemeyenlere dö-nebilecekleri bir ‘adres’ olmak ne çok makbule geçer. Üşümüş bir kediyi evin içine almak; aç bir köpeğin önüne bir kap ye-mek bırakmak; yaralı bir kuşun
yarasına inceden bir merhem sürmek; hayatın dokunup ge-çerken acıttığı bir insan kalbin-de, esastan bir sabır estirmek, hayatı yaşanılır kılan ne diri bir güzelliktir.
Konya ovasında, son tren-den inen yabancılar için ‘ışığı yanan ev’ler yerinde hâlâ du-ruyor mudur? Yabancılar, yor-gun bedenlerini yün yataklarda dinlendirmeye devam ediyorlar mı? Aç bir köpeğin önüne bir kap yemek bırakan kadınlar ya-şıyorlar mı? Kuşlara yuva yapan mimarlar sahi şimdi neredeler?
Atlarına binip giden güzel adamları olan bir medeniyetin yetimleriyiz. Çekip gidenlerin doldurulmamış boşluklarında savrulup duran yoksullarız. Ka-labalıkların ortasında, kocaman bir ‘yalnızlık’la hemhal ‘yaban-cı’lar gibiyiz. Akrabalarımızın, dostlarımızın, dahası insan kar-deşlerimizin uzağında yalnız ba-şımıza yaşlanıp ölüyoruz. Psiki-yatrist ve şair Kemal Sayar, Öz-gürlüğün Başdönmesi kitabında, düşmüşlüğümüzü anlatan ilginç bir anekdot aktarıyordu: ‘Bur-sa’da yaşayan bir arkadaşıma Bayburtlu hemşehrisi ziyarete gelmiş, evlerinin önündeki so-kakta yürürlerken konuk kişi bir camiden selâ verildiğini duy-muş ve arkadaşıma kimin öl-düğünü sormuş. Arkadaşım bil-mediğini söyleyince, Bayburtlu misafir çok şaşırmış. Şaşkınlığı, ev sahibinin tanımadığı bir ki-şinin cenaze namazına gitmek istememesi karşısında daha da büyümüş.’
60 Somuncu Baba
Fotoğraf: Hamit MOR
61Haziran / 2007
‘Öz’den bağımsız soru ve ihtiyaç-ların kurduğu karmaşada, dörtnala koşan atların sürüklediği bir arabada uçuruma giderken, aklımıza ne ken-dimiz ne de yitiklerimiz geliyor. Güzel adamlara uzaklığımızda ve gün gün bizi kemiren yoksullukta, çocuksu oyun ve uğraşlarla oyalanıyoruz. Kal-bimizi, giydirerek nefessiz bırakmış; ‘can’ımızı, soluksuz ‘canan’ların ar-kasında koşturarak yormuşuz. Hayat kalbimize ulaşamıyor, yorgun düşmüş ‘can’ımıza bir şey ifade edemiyor.
Neyi kaybettiğimizi hatırlama-dan yeniden yola koyulamayız. İs-met Özel, ‘Neyi kaybettiğini hatırla!’ diyordu. Zira hatırlamamak, kişiyi; kimliğinden, yürüdüğü ve geldiği yeri kuran ‘tarih’ten yoksun bırakır. Kişisel tarihin çöktüğü yerde, kişi de kalmaz. Hafıza kaybını yaşayan hasta için dün, bugün, etrafta dönen çok şey, yani ha-yat anlamsızlaşıyorsa, neyi kaybettiği-ni hatırlamayan biri için de bu böyle-dir. ‘Tarih’siz kalmışsanız, yani ‘dün’ü-nüz yoksa, ‘yarın’sız kalmış sayılırsınız. ‘Dün’süzlüğün ve ‘yarın’sızlığın orta yerindeyseniz, ‘bugün’ diye bir şeyi-niz de kalmamış demektir.
Hamiş: 4 Şubat 2006 tarihinde, İstanbul Küçük Çamlıca tepesinde, bir akşam yemeğinde, Es-Seyyid Osman Hulusi Efendi Vakfı bünyesinde çıkan Somun-cu Baba dergisinin konuğuydum. Yazarlarla tanışma yemeğiydi bu. Özcan Ünlü’nün davetiyle ordaydım. Uzaktan takip ettiğim bir vakfın ve derginin o akşam-ki tanışma yemeğinde, vakıf çalışmalarını gösteren film gösteriminden sonra orda bulunan herkese mik-rofon uzatıldı. Mikrofon bana geldiğinde, Es-Seyyid Osman Hulusi Efendi’nin etrafında oluşmuş şahs-ı manevinin hizmetlerinin bendeki karşılığını vermesi için daha önceleri yazdığım bir metne gönderme ya-pacaktım, yapılan hizmetlerin ‘ışığı yanan ev’ olmak durumuyla izah edilebileceğini anlatacaktım. Ancak diğer misafirlerin zamanlarından çalmamak için bun-dan vazgeçtim. Oraya davet edilmemizin bir sebe-binin de, Somuncu Baba dergisine katkı talebi olun-ca, dergiye bu yazımı göndermeyi düşündüm. Evet, Es-Seyyid Osman Hulusi Efendi Vakfı, oralarda ‘ışığı yanan ev’ gibi duruyor. Yoksulun, zayıfın, mağdurun elinden tutmak; insanların çaldığı bir kapı olmak; in-sanlara ev ve adres olmak tam da böyle bir şeydir. Allah hepimizin yardımcısı olsun.
Bir Yâreyi Gördüğünde
Bir yâreyi gördüğündeSarar mısın, sarmaz mısın?
Yoksullara can sofrasıKurar mısın, kurmaz mısın?
Bir sırçadır gönül tende Tüm azadan gelir önde Seni kıran kalbi sen de
Kırar mısın, kırmaz mısın?
Bilir misin hiç hâlini Kaybeylemiş mecâlini
Yetimlerin ahvâlini Sorar mısın, sormaz mısın?
Sana bühtan etse diller Düşman olsa bütün eller Gülşeninden yâre güller
Derer misin, dermez misin?
Sevda için kalıp zordaBir yem olsan kuşa kurda
Öz canını bu uğurdaVerir misin, vermez misin?
Koşup durdun ardı sıraBir hâl oldun sora sora
Bilmem Ahmed sen bu sırraErer misin, ermez misin?
Ahmet EFE
“Görünüşte ufak bir et parçası olan dil, yaratılışı itibariyle
akıllara hayret veren bir harika, gördüğü işler
itibariyle de büyük bir vasıtadır. Onun taati
de cürmü de büyüktür. Küfür de; iman da
ancak bununla zahir olur. Bunlar ise taat
ile isyanın gayesidir. İmanın sıhhatinde
ikrarın şart olması da bundan değil midir?”
“Söz Ola Kese Savaşı; Söz Ola Kestire Başı…”
Etkili Konuşmanın Sırları
19 aylıkken kör, sağır ve dilsiz kalan; nice yıllar
sonra özel yöntemlerle konuşma gücünü kazanan
ünlü Amerikan Eğitimcisi Helen Keller, yaşam öy-
küsünü anlattığı kitabının bir yerinde şöyle der: “…
Suskunluğun tutsaklığından, çıldırtıcı karanlığından
kurtuldum. Ruhum yeni bir bilinç ve güç kazandı.
Konuşmayı oluşturan simgelerin aracılığıyla bilgile-
rin, inançların evrenine ulaştım.” Helen Keller’in
kitabındaki bu bahis, insan ve insanlar arası anatomi
incelendiğinde oldukça manidar değil midir? Yani,
bizi biz kılan, konuşma gücümüzdür. Bu gücümüzü
kaybettiğimizi bir an için bile olsa düşündüğümüzde,
suskunluğun dayanılmaz köleliğine düşeriz. Dış dün-
yayla bağlantımız kopar ve kendimizi dayanılması
zor, derin bir boşluğun tam ortasında buluruz.
Sade bir tanımla konuşma, duygu ve düşüncele-
rimizi, görüp yaşadıklarımızı karşımızdakilere sözle
iletme işidir. Bu bağlamda yapılabilecek bir değerlen-
dirme ile konuşmanın yaşamımızın bir parçası oldu-
ğu sonucuna varmak kaçınılmazdır. Aynen yürümek,
nefes alıp vermek, yemek, içmek gibi…
İletişim araçları ne kadar gelişirse gelişsin, insa-
noğlunun çevresindekiler ile iletişimini sağlayan en
KültürM. Fatih KERİMOĞLU
62 Somuncu Baba
önemli metoddur konuşma. Düşündüklerimizi,
tasarladıklarımızı, özlemlerimizi, öfkemizi biçim-
lendirip yansıtmada en başta gelen araçtır. Konuş-
manın ne kadar önemli olduğunu satırlar sığdıra-
mayacaktır kendisine ama konuşmanın nasıl ol-
ması gerektiğini sözün üstatlarına bırakmak sanki
daha doğru olur.
Eski bir Mısır şiiri konuşmanın önemine ve ol-
ması gereken konuşma şekline şöyle vurgu yapı-
yor:
Güçlü olmak istersen söz ustası ol:
Dil, yiğit elindeki kamçı gibidir.
İyi konuşan daha merttir iyi dövüşenden.
Dize getiremezler yüreği cerbezeli olanı,
İyilikle, adaletle hüküm sürer,
Atalar dilini güzel konuşan.
Bileğin yıkamadığını üç beş güzel sözün yı-
kabildiğini işte bu dizelerle dile getiriyor bu şiir.
Nasıl ki, ağzı verene istinaden ağızdan çıkanlara
dikkat etmek gerekiyorsa, bunu başarabilmek
için de aynaya bakmak yeterli olacaktır sanki. Ay-
naya bakmak ve gördüklerimizi izhara dalmak…
Neden her şeyi, hayatta olup biteni, alçak veya
yüksek duyduğumuz kulaklarımız iki tanedir? Ve
neden hayatın bütün renklerini, güzelliklerini ya
da çirkinliklerini gördüğümüz gözlerimiz iki ta-
nedir? Bunların karşılaştırılması nazarıyla, hayatın
güzelliklerini ya da çirkinliklerini anlatabileceği-
miz, kendimizi ifade edebileceğimiz ağzımız ni-
çin diğerleri gibi iki değil de bir adettir? Neden
dilimiz dişlerimiz tarafından adeta bir kale, sur
gibi korunmaktadır? İşte bu deruni düşüncelere
daldıktan sonra atalarımız oldukça yerinde söyle-
mişlerdir “İki dinle, bir söyle!” diye…
Bu tasavvurlara bir başka izahat Kutadgu Bilig’-
ten gelmektedir:
Aman sözün aydın olsun, öz olsun
Işık saçsın, bakan köre göz olsun.
İşte bu ifadeler de bize bir nimet olarak verilen-
lerin farkında olmanın yarışına girdiğimiz hayatta,
farkında olmayanları da farkında kılmak için en
etkili hususun dil ve konuşmak olduğunu beyan
63Haziran / 2007
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi, Mehmet Akif Ersoy Anma Programında
64 Somuncu Baba
etmektedir. Sözün ayrıntıda-
ki gizemini keşfetmiş ve Divan
Edebiyatındaki son örneklerin
altında imzasını bulunduran
Osman Hulûsi Efendi de bu hu-
susa elli ikinci hutbesindeki şu
ifadeleriyle açıklık getirmekte-
dirler:
“Görünüşte ufak bir et parçası
olan dil, yaratılışı itibariyle akıl-
lara hayret veren bir harika, gör-
düğü işler itibariyle de büyük bir
vasıtadır. Onun taati de cürmü
de büyüktür. Küfür de; iman da
ancak bununla zahir olur. Bun-
lar ise taat ile isyanın gayesidir.
İmanın sıhhatinde ikrarın şart ol-
ması da bundan değil midir?”
Osman Hulûsi Efendi Haz-
retleri, taatin ve cürmün bir
arada ne kadar önemli olabi-
leceği ve hissettirilebileceği bir
kavram olarak nitelendirmişler-
dir konuşmayı ve dili. Bir imanı
sağlıklı kılabilmek için ikrar ve
bunun için de dil ve konuşma-
nın birbirlerine bir zincirin hal-
kaları gibi içi içe geçtiğini ifade
etmişlerdir.
Yukarıda yapılan tüm bu
açıklamalar, konuşmanın ne
derece etkili olduğunu ayan be-
yan gözler önüne sermektedir.
Ancak akıllardan kesinlikle çıka-
rılmaması gerekir ki, konuşmak
ancak “doğru” olanı söyleyince
değerlidir. Ötesi, kısır bir dön-
günün ta kendisidir. Peki ko-
nuşmaya mevzu olan değerli ise,
o konuşmayı etkin ve etkili bir
halde gerçekleştirmek ne dere-
ce değerlidir? Verilecek cevap,
malumunuz… Bir vebalden öte
değildir. Bu durum, ağzımızdan
çıkan her kelimenin muhataba
doğru ve etkili bir biçimde ulaş-
tırılması gerektiğinin bir ifadeci-
sidir.
Güzel ve Etkili Konuşabiliyor muyuz?
Konuşma, karşılıklı olarak
gerçekleştirilen etkileşimsel bir
süreç olduğuna göre, güzel ve
etkili bir konuşmanın nitelikleri
üzerinde duran konuşma uz-
manları da bu sürecin eksiksiz
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi
65Haziran / 2007
gerçekleşip gerçekleşmediğine
bakarlar. Şöyle ki, konuşma,
karşımızdakinde ve karşımız-
dakilerde bir yankı uyandırma,
onları etkileme işi olduğundan;
• İnsanlar üzerinde etki bıra-
kabiliyor muyuz?
• Konuşmacı olarak beklenti-
miz gerçekleşmiş oluyor mu?
• Söylediklerimizin doğrulu-
ğuna ve geçerliliğine bizi dinle-
yenler inandılar mı?
• Söylemek istediklerimizi
tam olarak iletebildik mi?
sorularına olumlu cevap ver-
memiz gerekir.
Güzel ve Etkili Konuşmanın Sırları
Nelerdir?
1- İyi bir konuşma, yıkıcı değil;
yapıcıdır.
2- İyi bir konuşma, ilginç ve
değerli konuları kapsar.
3- İyi bir konuşma, konuşmacı-
nın kişiliği ile bütünleşir.
4- İyi bir konuşma belli bir
amaca yönelir.
5- İyi bir konuşma, konuşmayı
etkileyen etkenleri çözüm-
leyerek olur.
6- İyi bir konuşma, sağlam bir
konuşma yöntemi üzerine
oturtulur.
7- İyi bir konuşma, dinleyicile-
rin dikkat ve ilgilerini toplar.
8- İyi bir konuşma, sağlam bil-
gilere dayanır.
9- İyi bir konuşma, etkili bir ses
tonu, el ve yüz hareketlerini
gerektirir.
10- İyi bir konuşma, canlı bir dil,
hareketli bir üslup gerektirir.
Konuşmayı Etkileyen Nedenler
1- Dinleyicilerimizi iyi ta-
nımalıyız. Çünkü, konuşma, bir
kimseye bir şey hakkında söz
söyleme işidir. Buna göre ko-
nuşmanın ilk öğesi kendisine
söz söylediğimiz kişidir. Bundan
dolayı, dinleyicilerimizin bilgi
ve kültür durumu, yaş, cinsiyet,
sayısal, iş ve uğraş durumunu iyi
analiz edip bu verilere uygun
bir biçimde konuşmak doğru
olmaktadır.
2- Hangi ortamda konuştu-
ğumuzu da iyi analiz etmeli ve
buna uygun davranmak gerekir.
Toplantının niteliği, konuşma-
nın yeri, toplantının programı,
süresi gibi unsurları da gözden
kaçırmamak gerekir.
3- İyi bir konuşmacının
konuşmaya yönelik niteliklerini
de taşımak gerekir. Sorumluluk
duygusu, sağlam bir kişilik, dü-
şünsel yetkinlik, konuşma yön-
teminde ustalık, bu nitelikler-
den bazılarıdır.
4- En önemli ve altı çizil-
mesi gereken husus, sesimizi
amacımıza göre kullanıp kulla-
namadığımızdır. Ses, dinleyici
tarafından kesinlikle işitilebilir
olmalıdır. Tatlılık, esneklik, can-
lılık, akıcılık, açıklık ses tonu-
muzda olması gereken diğer
özelliklerdir.
Tüm bu unsurlar, sözü doğru
olanların, sözünü gerçek söyle-
yenlerin, söylemleri esnasında
dikkat etmeleri gereken unsur-
lardır. Aksi halde sadece kendi-
mize değil; konuştuklarımıza da
zarar vermiş olmaz mıyız? Belki
insanlar tarafından anlaşılma-
mak insan açısından yadsınabilir
ama, konuştuğumuz mevzular
ve konular açısından bir vebali
de beraberinde getirmektedir.
Bu nedenledir ki doğruyu söy-
lediğini düşünen ve hakkı söy-
lemek zorunluluğunu yüreğinin
derinliklerinde hisseden herkes,
konuşmanın inceliklerini çok iyi
bilmek ve uygulamak zorunlu-
luğunu da hissetmelidir aynen
Yunus Emre’nin yüreğinden
mısralarına döküldüğü gibi:
Sözünü bilen kişinin
Yüzünü ak ede bir söz
Sözü pişirip diyenin
İşini sağ ede bir söz
Söz ola kese savaşı
Söz ola kestire başı
Söz ola ağulu aşı
Balıla yağ ede bir söz
Kişi bile söz demini
Demeye sözün kemini
Bu cihan cehennemini
Sekiz uçmağ ede bir söz.
66 Somuncu Baba
PsikolojiYrd. Doç. Dr. M. Doğan KARACOŞKUN
Kur’an ve Hadisler Işığında
Sabır Psikolojisi“İnsanın ruh sağlığının yerinde olması, bütün bu zorluk ve
meşakkatlere katlanabilmesi ve yaşadığı her tür soruna karşı güçlü bir şekilde direnebilmesi ile mümkündür. İnsan ancak,
zorluk ve felaketlere karşı direnme gücü elde ettiği sürece ruhen sağlıklı olabilir.”
Hat
: Meh
met
ÖZÇ
AY
67Haziran / 2007
Hayat, sayısız meşakkat ve acılarla doludur. İnsan ya-
şadığı sürece, pek çok zorluklara karşı mücadele etme zorunluluğu duyar. Aslında bu zorluklar, insan daha hayata adım atar atmaz baş-lar. Bebeklik döneminde (0-2 yaş) insan, tümüyle yetişkinlerin yar-dımına muhtaçtır. Hiçbir ihtiyacı-nı kendisi göremez. İlk çocukluk yıllarında (ort. 2 -6 yaş) da yürü-me, gezme gibi konularda yetiş-kinlerin desteğini arar. Ayrıca her şeyi öğrenmek için sorular sorar ve her sorusuna yeterince cevap alamayabilir. Kendi kendine bir iş başarmak istediğinde zorlanır. Son çocukluk dönemi (ort. 6 -11 yaş) okul çağıdır. Zihin aktiviteleri yoğunlaşır. Daha çok çalışmalıdır. Başarısız olduğu konularda üzülür. Ailesi, öğretmenleri ve arkadaşla-rınca beğenilmek, sevilmek takdir edilmek ister. Ama bu her zaman olmayabilir. Ayrıca bir yandan oyun oynamak da ister. Bu ise ba-zen mümkün olur, bazen olmaz. Yani hayatın meşakkatleri insanın peşini bırakmaz bu dönemde de.
Meşakkatlerin zirveye çıktığı dönem, gerçekte ergenlik döne-midir (ort. 12 -18 yaş). Önüne geçilemeyen fiziksel değişimlerin doğurduğu sıkıntılar, ruhsal dönü-şümün getirdiği güçlükler, anlaşı-lamama problemleri, aile ile an-laşamama noktalarının artması vb. Yani bir başka zordur bu dönem.
Yetişkin olunca meşakkatler bi-ter mi dersiniz? Artık sorumlu bir insan oldunuz öyle değil mi? Siz de adam yerine konuluyorsunuz. Bu-nun iyi yanı var ama ya ötesi? Evle-nip yuva kurmak, bir iş edinip ge-çimini sağlamak, aileyle gelen yeni hayatın kendine özgü sorunlarına uyum sağlamak kolay mı yani?
Orta yaş dönemi (ort. 40 -60) farklı olur diyen varsa yine yanılır. Fiziksel rahatsızlıkların baş göster-
meye başladığı geçmişe dönük sorgulamalarla, hayal kırıklığı gibi olumsuz düşüncelerin getirdiği, şa-irin ifade ettiği gibi “Allah’ım benim mi bu çizgili yüz” türü soruların gittikçe artması az bir meşakkat midir?
Yaşlılık dönemini (ort. 60 yaş ve sonrası) ise hiç sormayın. Me-şakkatleri sormakla biter mi?
Bütün bunlar, her dönemin kendine özgü ortalama sorunları-dır. Ancak bunların dışında, yaşa-dığımız sürece daha ne zorluklar, ne meşakkatler vardır değil mi? Deprem, sel, kaza gibi felaketler, hastalıklar, sevdiklerimizin ölümü, ülkemizin yaşadığı bazı kaoslar, savaşlar vb. Yani saymakla bitme-yecek nice zorluk ve problemler!
İşte, insanın ruh sağlığının ye-rinde olması, bütün bu zorluk ve meşakkatlere katlanabilmesi ve yaşadığı her tür soruna karşı güç-lü bir şekilde direnebilmesi ile mümkündür. İnsan ancak, zorluk ve felaketlere karşı direnme gücü elde ettiği sürece ruhen sağlıklı olabilir. İşte bütün bu nedenlerle insanın ruhen sağlam olabilmesi-ni hedefleyen Kuran-ı Kerim, bir çok ayette sabrı tavsiye etmiştir. Nitekim Yüce Allah, Bakara Sure-si, 153. ayette şöyle buyurur: “Ey iman edenler! Sabır ve namazla Allahtan yardım isteyin”, “Allah ke-sinlikle sabredenlerle beraberdir.”
Peygamberimiz (s.a.v) de, asha-bına hastalık, felaket vb. karşısında sürekli sabrı tavsiye etmiş ve bütün bunların insan için birer imtihan ol-duğunu söylemiştir. Hatta sabrı teş-vik etme noktasında, sabredenlerin sabırlarına karşılık büyük karşılıklar elde edeceklerini vaat etmiştir. Ko-nuyla ilgili bir hadiste: “Allah bir kulunun iyiliğini istediğinde cezasını dünyada verir. Aksi halde ise güna-hının cezasını kıyamete kadar erte-ler.”(Şeybani, 3/344) buyururken, aynı
çerçevedeki bir başka hadiste sabrı şöyle müjdeler: “Müminin başına kronik bir ağrı/sızı, bir hastalık, bir keder, onu üzen bir durum gelirse, bu yüzden Allah onun bazı günah-larını bağışlar.” (Şeybani, 3/343). İşte bu hadisler ışığında baktığımızda, ha-yatın çeşitli risk ve problemlerini bi-rer imtihan vesilesi olarak görmek suretiyle sabrı kuşanmak, hayatın her alanında insana güç sağlayıp, onu başarı ve mutluluğa götürdüğü gibi, dinî duygularını da güçlendirir. Böylece insan ruhen daha sağlıklı kalabilmeyi başarabilir.
Herkesin kabul edeceği gibi, insanlık, asırlardır ilimde, teknolo-jide, sanatta sayısız buluş ve geliş-meler elde etmiştir. Hiç şüphesiz bu gelişmeleri, sağlayan iki temel faktör çalışmak ve sabretmektir. Bunlar ise ancak güçlü bir irade gerektirir. İradesi güçlü kimseler, ne tür zorluklarla karşılaşırlarsa karşılaşsınlar, kararlılık ve sebatla-rını asla kaybetmezler. İşte bu ira-deyi oluşturabilmenin en önemli yolu, güçlü bir inançtır. Kendi po-tansiyellerine ve Allah’ın yardımı-na inanan insanlar, gayret ve sabır-la her işin üstesinden gelebilirler.
Bütün bunlardan anlaşılmakta-dır ki, sabretmek, insanın ruh sağ-lığını korur ve onu güçlendirir. Bu gücün en önemli dayanaklarının başında ise, dinî inancımız gelir. İnancımıza göre, sabrın sadece bu dünyada değil, ahirette de bize faydası olacaktır. Nitekim şu ayet-lerde görüleceği gibi sabretmek, hem bu dünyada pek çok işler başarmanın ve zorluklara katlana-bilmenin yolu, hem de ahiret için bir kurtuluş vesilesidir.
“Asra and olsun ki, insan ziyan içindedir. Ancak inanıp iyi işler ya-panlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka (onlar ziyandan kur-tulmuşlardır)” (Asr Suresi, 103/1-3).
68 Somuncu Baba
Sükûtun Saltanatı
KültürRamazan DURANOĞLU
Ç epeçevre duvarları süsleyen hasır yastıklar, otur-mak için yer minderleri ile döşeli nezih bir mekan..
İnsanlar her meslekten ve yaş grubundan diz çöküp sı-ralanmışlar.. Kimi ellerini birbirine bağlamış, kimi ise iki dizinin üstüne uzatıp yapıştırıvermiş.. Başlar omuzda, çeneler göğüste.. Sükût dalga dalga semada.. Gözlerden mahmurluk yerine, muhabbet şuası yayılıyor.. Ses bazen utancından duvar dibine siniyor, bazen da edeb duva-rına çarpıp, hüzne bürünüyor.. Kor olmuş yüreklerden nokta nokta sükût helezonlaşıyor.. Ruhlar ise, asr-ı sa-adet letafetinde, gönül ummanına doğru kıvrım kıvrım yol alıyor..
Kelamın şövalyeleştiği yalancı dünyada, sükût altın devrini yaşıyor bu mekanda.. Bu mekan, içeriye doğru sevgi yumağı örerken, dışa doğru dünyayı imar ve inşa etmenin ruh dinginliğini besteliyor.. Kaygılar kilitlenmiş, telaşa ise sürgün bu mekanda.. Bakışlar, kısa aralıklarla dış mekana çevrilirken, hasret, kılıç yarası gibi tenlerini acıtıyor.. Siz siz olun, böyle zamanlarda yaraya merhem sürmeye kalkmayın.. Çünkü, şifayı derde salar da, sizi çaresiz bırakır.. Zira birazdan, zamanın efendisi, vakar atının üstünde, sükûttan ve teslimiyetten insanlarla örül-müş iki yol arasından geçerek bu mekanı şereflendire-cektir..
İnsanlar, gayri iradi ayaktalar.. Gözler yerde, bakışlar bir yerlere doğru kaymaya çalışıyor. Salonun ortasına gel-diğinde, siması bulut safiyetinde, edası güven veren sel-
“Divan-Hulûsi-i Darendevî” hece
hece size hasret yüklü nağmeleriyle, ılgıt ılgıt akacak gönül
ummanlarınıza.. Şimdi hicranı besteleyen
yüreğiniz, bu muhabbet ülkesine şehzade
olacaktır.. Asil duruşlar, manalı bakışlara yerini
bırakır..
69Haziran / 2007
vi endam... Bir muhabbet halesi, bir sükût maverası.. Oturup, yeri-ni aldığında, yürekler çatlayacak.. Acaba benimle göz göze gelecek mi diye? Bir nazarı, tüm zamanı durduracak, bir edası , fezaya se-fer müjdesi verecek adeta..
Mekan ve sükût.. Sükût ve çığlık anaforu, birbirine karışmış itikaf halindeler.. “Sükûtumuz-dan bir şey anlamayanlar, sözü-müzden ne anlar” dilde ezkar olur yudum yudum içe çekilir bu demde.. Mana yüklü bu ifade, dervişin dilinde perçinlenirken, gönlünde amansız bir derdin merhemini usta ellerle havanlar-da dövmeye başlar.. Dokunsan çatlayacak, hasret diyarlarına at süren süvari misali.. Sevgi hâlesi sarmış dört bir yanı, kaçamazsın.. Enaniyet, esaret altında, ruhumuz ise hürriyet çığlığı atıyor, kirlen-miş zamana.
Muhabbet medeniyetinin ameleleri, birazdan harç karacak bu muhteşem binaya.. Güzel ses-li yiğitler, zarif kıyafetleri ile gelir orta yerde, diz çöker, halka olur-lar..Kokular sinmiştir tenlerine, Gönüller Sultanın nefesinden..Yanmamak, erimemek imkansız, ama ateş kor olmuş neyi yakacak-sın.. Birazdan bir işaretle “Divan-Hulûsi-i Darendevî” hece hece size hasret yüklü nağmeleriyle, ılgıt ılgıt akacak gönül ummanla-rınıza.. Şimdi hicranı besteleyen yüreğiniz, bu muhabbet ülkesine şehzade olacaktır.. Asil duruşlar, manalı bakışlara yerini bırakır..
“Yandım yandım narına yandım
Kandım kandım ahdine kandım”
ilahisi mekana nokta nokta nüfuz eder.. Yakarış ve yıkanış, gözyaşı-nın ıslak menfezinde sükût bulur.
O anda semaverin bestelediği armoni, kulakları delip geçen bir mavera çığlığına dönüşür.. Bura-da dünya adına, dünyalık adına sadece bu sesi duyarsınız.. Kendi yürek ülkenizin, sürgünüsünüz bu atmosferde.. Çaylar, küçük bardaklarda, büyük muhabbetin demlendiği ısıyı dört bir yana sa-lar.. Buğulu sözler, buğulu yüzlere bahar serinliği getirir, muhabbet medeniyetinin öncü simasından..Siz o an, yoklukta varlığı, varlık-ta yokluğu yaşarsınız. Zaman durmuştur, saadet semasının o
gül yüzlü efendisine hürmeten..Hüdhüd kuşları, o an ilahilere vokalistlik yapmak üzere pence-re kenarına teşrif ederler. Gönül telinizin, mızrabı;
“Meylimi verdim sen gül-i zara,
Anın için bu derdi kazandım.”
uduyla bestesini yapmaktadır, za-mana karşı.. Dert katar katar yük-lenir, gönül ummanlarına.. Gönül yarası, merhemini bulmuştur bu mekanda.. Sükût limanına yakla-şan muhabbet gemisi, yolcularını sevenlerine teslim etmektedir.. Bu yürek ülkesinde, köleliğe mahku-miyet ilan edilmişken, gönüller
sultanından bir ferman yayınla-nır. Artık tüm gedalar, bu ülkede efendi muamelesi görecektir..
“Hulûsi geda, lûtfunu bekler
Ey gözüm nuru canım efendim”
sözleri ile münzevi bakışlarına, bir ömür sürgün hayatı yaşasam ne bahtiyarlık dersiniz içinizden.. Asıl efendilik, Hakk’a ve Hak dostlarına kölelik değil mi?
Ve vuslatın, ayrılığa demir at-tığı saatler yaklaşıyor.. Gönüller Sultanının, mukaddes bakışların-da beslenen yüreklerimiz, bahar suyunun sökun ettiği ışkınlara dönüyor.. Huzura çıkış, bir hu-zur senfonisinde akort ayarlarıdır. Huzurla dolmak, huzura varmak.. Uzaklık nokta nokta, içimizde da-ralıyor, yollar adım atsak bize ge-lecek yakınlıkta selam duruyor.. Birazdan insanlar, sadakatlerini ve ahvallerini, liyakat makamına arz edecekler. Kimi gözü yaşlı, hüznü besteliyor.. Kiminin göz-leri ışık ışık, mukaddes müjdeye muhatab. Kimi mahcubiyetini saklıyor, o bakışlardan.. Kimi “bir nazar kıl mürüvvetkanı efendim”, diye boynu bükük geçiyor, hu-zurdan. Kimi, seninle bir an göz göze gelmek, dünyalara bedel efendim diye geçiyor halkadan..
Hasılı, zamanın durduğu, me-kanın kutsallaştığı bu feyiz um-manının sultan-ı kaptanı; herkese yetecek nevaleyi, filikalarına yük-leyip, sahte dünyalarına yeniden emanet ediyor. Yürekler kirlenin-ceye kadar, sözler, ruhlara azap ve acı verinceye kadar ayrılık var.. Gönüller Sultanı ise; sevgilisiyle baş başa kalmak üzere uzlet pa-yitahtına dönüyor. Zira, sözün sultan olduğu çağlarda, sükût çoktan saltanatını sürüyordu..
70 Somuncu Baba
Nasihat Yayınları’ndan İki Yeni Eser
Bir Şehir Kitabı: “Darendeli Âlimler ve Peygamber Sevgisi”
M illî kültürün oluşumunda ve millî eğitimin
daha sağlam temeller üzerine oturtulma-
sında yerel kaynakların büyük bir önem taşıdığı
tartışılamaz. Bunlar büyük kaynakların oluşması
açısından temel nitelikler taşımaktadır. Bu çalış-
maların göz ardı edilmesi halinde kültürde, bilgide
gedikler, yanlışlıklar, hatalar kaçınılmaz olur. Bu ba-
kımdan Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir’le baş-
layan, şehir kitaplarının son yıllarda artarak devam
etmesinin millî kaynaklarımızı zenginleştireceğini
ve yerel değerlerin evrensel zenginliğe büyük kat-
kı sağlayacağını düşünüyorum.
Her şehir, her ilçe, hatta her köy kendi geçmi-
şi ve günü ile yöresindeki tarihî, edebî, coğrafî…
değerlere sahip çıkar ve bunları mutlaka yazıya
geçirirse başta tarih olmak üzere edebiyat, coğraf-
ya, folklor, turizm gibi bir çok ilim, sanat, ticaret
dalına da katkıda bulunmuş olacaktır.
KitapVedat Ali TOK
“
“Türk Edebiyatının Mevlânâ’sı, Yunus’u,
Ahmed Yesevî’si… aslında Kur’an-ı Kerim’i, hadis-i şerifleri eserlerinde edebî bir dille vermekten gayri bir şey yapmamışlardır.
Onlar için şiir de edebiyat da aslında fikirlerini
istedikleri kitleye ulaştırmak için birer
araçtan başka bir şey değildir.”
71Haziran / 2007
Malatya ilimizin köklü bir
tarihe sahip ilçesi Darende ile
ilgili yeni bir kitap yazıldı. Ça-
lışkan yazar-şair Musa Tektaş’ın
Darendeli Âlimler ve Peygam-
ber Sevgisi isimli kitabı Nasihat
Yayınları arasında (Nisan 2007)
yayınlandı. Kitaba olan düşkün-
lüğü böylece ortaya çıkan ve
en iyi hediyenin kitap olduğu
şuuruyla hareket eden Darende
Din Görevlileri, bu eseri Kutlu
Doğum münasebetiyle hedi-
ye etmeyi amaçlayarak kitabın
yayımına yardımcı olmuşlardır.
Kendilerini gönülden kutlamak
gerekir. Umarız bu hayırlı hare-
ketleri diğer illerdeki ilçelerdeki
kurumlara, kuruluşlara, dernek-
lere örnek teşkil eder.
Darendeli Âlimler ve Peygam-
ber Sevgisi XXX+226 sayfalık bir
eser. Adından da anlaşılacağı
gibi kitap, tarih boyunca birçok
âlime beşiklik etmiş Darende’-
den, Darendeli âlimlerden, on-
ların eserlerinden bahsediyor.
Musa Tektaş bir taşla iki kuş
vuruyor. Bir taraftan Darendeli
âlimleri anlatıp, onların eserle-
rinden bahsederken diğer yan-
dan da hususen Hz. Muham-
med’e muhabbetlerini arz eden
âlimlerin ve şairlerin o noktada-
ki konumlarına parmak basıyor;
mevlid, na’t gibi Peygamber
Efendimizi anlatan şiir türünde
eser veren şairlerin şiirlerine ve
bunların tahlillerine yer veriyor.
Yazar, kitabının ön sözünde
Peygamber Efendimize mensur
bir na’tla hitap ediyor: “Va’din-
den dönmedin asla. Vefalı idin,
dolu dolu idin ihlâsla. Şimdi ka-
pındayız yüzümüz kara, sinemiz
dolu pasla. Çorak gönül tarlamı-
zı bereketli kıl, rahmet bulutla-
rınla ısla…” (Önsöz Niyetine, s.
XXVI)
Darendeli Âlimler ve Pey-
gamber Sevgisi’nin ilerleyen
sayfalarında Tektaş bizi bir geç-
miş zaman sohbetine misafir
ediyor: “Kutlu Doğum Üzerine
Sohbet Gönülleri Saran Muhab-
bet”. Bu başlıkta Cuma gününe
rastlayan bir Rebiü’l-evvel ayı-
nın 12. günü Es-Seyyid Osman
Hulûsi Efendi, Darendeli âlim
Hacı Esad Efendi, Korkmaz Ha-
fız ve Muhyiddin Tütüncü’nün
Sevgili Peygamberimizin kutlu
doğumuna müteallik sözlü-şiirli
muhabbetleri anlatılıyor.
Darendeli Âlimler ve Pey-
gamber Sevgisi Darende’de ye-
tişmiş şahsiyetlerin hayat hikâ-
yelerinin, eserlerinin bölümler
hâlinde anlatıldığı sade bir dille
ve yaşayan Türkçe ile anlatıldığı
güzel bir şehir biyografyası…
Kitabın muhtevasını daha
fazla deşifre etmeden eseri oku-
yucularına, onların gönülhane-
lerine havale ederek şunların
altını çizmemiz gerekiyor: Şe-
hirlerin, ilçelerin, köylerin kültü-
rel değerlerini yansıtan âlimleri,
velileri, kahramanları, şehitleri,
gazileri, güzide insanları; bu-
nun yanında destanları, hikâye-
leri, bilmeceleri, efsaneleri, ma-
salları… derlenmeli ve mutlaka
yazıya geçirilmeli, neşredilmeli.
Bu vesileyle velud araştırma-
cı, yazar, şair Musa Tektaş’ı bu
güzel eseriyle kutluyor, eserin,
okuyucular tarafından takdirle
karşılanacağını ve Darende ile
ilgili araştırma yapacaklar için
güzel ve zengin bir kaynak ola-
cağı kanaatini taşıyoruz.
Ve Bir Mevlânâ Kitabı: “Mevlânâ Gözüyle
Kur’an’a Bakış”
Molla Cami Mevlânâ için
“Peygamber değil, ama kitabı
var” diyordu…
Mevlânâ Hazretleri asırlardır
insanlığın ufkunu aydınlatmaya
devam etmektedir. Onun yaz-
dıklarına, söylediklerine bak-
tığımız zaman kuru bir hüma-
nizma savunucusu olmadığını,
Hak’tan aldığını halka verme
mücadelesi ile mücahede etti-
ğini görüyoruz. Onun Mesnevî
isimli mükemmel eseri sadece
yaşadığı çağa değil günümüze
dahi ışık tutabilmektedir. Çün-
kü Mesnevî evrensel mahiyette
bir kitaptır. Bugün dünyanın
dört bir yanında Mevlânâ mu-
hiblerinin bulunması ve onun
fikirleri ile gıdalanması başka
türlü izah edilemez.
Prof. Dr. Ali Akpınar’ın Na-
sihat Yayınları arasında (Nisan
2007) çıkan eseri Mevlânâ Gö-
züyle Kur’an’a Bakış ismini taşı-
yor. Eser, adından da anlaşıla-
cağı üzere Mevlânâ’nın fikirleri
çerçevesinde Kur’an-ı Kerim’in
değerlendirilmesini içeren bir
kitap.
Peşinden büyük toplulukları
sürükleyen insanlara ve onla-
rın eserlerine baktığımız zaman
aslında bunların ilham aldıkları
kaynakları yansıttıklarını rahat-
lıkla görebiliriz. Nitekim Türk
Edebiyatının Mevlânâ’sı, Yûnu-
s’u, Ahmed Yesevî’si… aslında
Kur’an-ı Kerîm’i, hadis-i şerifleri
eserlerinde edebî bir dille ver-
mekten gayri bir şey yapmamış-
lardır. Onlar için şiir de edebi-
yat da aslında fikirlerini istedik-
leri kitleye ulaştırmak için birer
araçtan başka bir şey değildir.
Dolayısıyla eser müessiri yan-
sıtır muktezasınca Mevlânâ’nın
da yaptığı Kur’an-ı Kerim’i an-
latmaktan, açıklamaktan, hatta
tefsir etmekten başka bir şey
değildir.
Men bende-i Kur’anem eger can
dârem
Men hâk-i reh-i Muhammed
Muhtârem
Eger nakl kuned cüz in kes ez güf-
târem
Bizârem ez u vez an suhen bizâ-
rem
(Ben yaşadıkça Kur’an’ın kö-
lesiyim. Ben, Hz. Muhammed
Mustafa’nın yolunun tozuyum.
Biri benden bundan başkasını
naklederse ondan da şikâyetçi-
yim, o sözden de şikâyetçiyim.)
diyen bir tasavvuf erinden başka
bir şey beklemek de abes olur-
du zaten. İşte Ali Akpınar Mev-
lânâ’nın eserinden hareketle,
72 Somuncu Baba
Mevlânâ’nın, Kur’an-ı Kerim’i
değerlendiriş yönünü ele almış
Mevlânâ Gözüyle Kur’an’a Bakış
isimli eseriyle… Akpınar’ın bu
yeni kitabı XVI+221 sayfa.
Kitap, Mevlânâ ile Tarihe
Yolculuk’la başlıyor ve burada
asıl adı Muhammed Celâlüd-
din olan Mevlânâ’nın doğum
yeri olan Belh’ten, ailesinden,
çocukluğundan söz edilerek
Konya’ya gelip yerleşmesi özet
halinde veriliyor. Mevlânâ’nın
eserleri, düşüncesinin temelle-
ri kitabın ilerleyen sayfalarında
yer alan konulardan.
Mevlânâ’nın nasıl anlaşılma-
sı gerektiği hep tartışma konusu
olmuştur. Nitekim kitabın bir bölümü de bu hususa ayrılmış. Bu bölümün “Mevlânâ Anla-yışları ve İnsanımızın Yanlışları” ana başlığı; Gizlenen Mevlânâ, Özlenen Mevlânâ, İzlenen Mev-lânâ alt başlıklarını teşkil ediyor. Akpınar bu başlıkların birinde şöyle diyor haklı olarak: “Mev-lânâ’yı anlamak, onu sevmek, onu günümüze ve hayatımı-za taşımakla ispatlanacaktır. Yoksa kuru bir Mevlânâ edebi-yatı yapmak, Aralık aylarındaki anma festivalleriyle onu geçiş-tirmek değildir, Mevlânâ’yı an-lamak. Folklorik bir gösteriye dönüştürülen semâ’ törenle-riyle üzeri örtülen/gölgelenen değildir Mevlânâ. Türbesine
gömülen bir ölü değildir Mev-
lânâ.” (s. 21)
Mevlânâ Gözüyle Kur’an’a
Bakış bundan sonra asıl konusu-
na geçiyor. Bizim asıl konu diye
nitelendirdiğimiz kitabın bu
gövde kısmı üç bölüme ayrılmış.
I. Bölüm Kur’an ve Mesnevî baş-
lığını taşıyor. Burada Mevlânâ’-
ya göre Mesnevî, Mevlânâ’nın
Mesnevî’yi Kur’an’a benzetme-
si, Mesnevî’de Kur’an’ın tanımı
ve isimleri, bütün kutsal kitap-
ların Kur’an’ı tasdik etmesi ko-
nuları yer alıyor. Kitabın II. Bö-
lümü Mesnevî’ye Göre Kur’an’ı
Okumak ve Anlamak başlığı ile
sunuluyor. Buradan da okuyu-
cularımız için birkaç konunun
ismini verelim: Kur’an’ı doğru
okumak ve hayata Kur’an’la
bakmak. Kur’an ile gıdalanmak.
İştiyakla Kur’an okumak. Kur’-
an’ın anlaşılması için çalışanlar,
Allah için çalışanlardır. Kur’an’-
dan kimler yararlanabilir/ kimler
yararlanamaz? Kur’an’a dil uza-
tanlar, Kur’an korunmuştur…
Eserin III. ve son bölümünde
Mesnevî’de Kur’an Ayetlerinin
Tefsirene Örnek Kaza ve Kader
başlığı altında da kaza, kader,
irade gibi hususlar ele alınıyor.
Dünyanın Mevlânâ yılı kabul
ettiği hiç olmazsa 2007 yılında
gereği veçhile Mevlânâ’yı tanı-
mak için Mevlânâ Gözüyle Kur’-
an’a Bakış okunması için tavsi-
ye edebileceğimiz bir eser…Fotoğraf: Hulûsi GÜLSEREN Mevlâna Türbesi / KONYA
Haziran / 2007 73
İbrahim Bin Edhem
Örnek HayatYusuf HALICI
A dı İbrahim bin Edhem, künyesi Ebû İshak’-tır. Horasan’nın Belh şehrinde doğup (M.714
H.96) Şam’da vefat etti. (M.779 H.162)
Sultan iken, tacı tahtı bırakıp sufilik yolunu seç-miş, tabiînin meşhur âlimlerinden ve evliyanın bü-yüklerinden olmuştur. Fudayl bin İyâd, Süfyan-ı Sev-ri ve İmam-ı Azam’ın sohbetlerinde bulunup, Veysel Karânî hazretlerinin ruhaniyetinden istifade etmiştir.
İbrahim bin Edhem Belh sultanı iken başından geçen önemli birkaç olay sonucu kalbi Allah aşkı ile yanmış ve dünya sultanlığı yerine ahiret sultanlığını tercih etmiştir.
Bir mağarada dokuz yıl ibadetle meşgul oldu. Bazı günler mağaradan çıkar dağlardan topladığı çalı çırpı ve odun parçalarını pazarda satar, parasını da ihtiyaç sahibi kişilere dağıtırdı.
İbrahim bin Edhem hac ve ziyaret maksatlı birçok defa Mekke’ye gitmiştir. Yine yaya olarak Mekke’-ye doğru yola çıktığı bir zaman yolda deve üstünde Mekke’ye giden bir adamla karşılaşır. İbrahim bin Ed-hem’e nereye gittiğini soran adam Hazretin; “Mek-ke’ye” cevabına karşı adam bineksiz, azıksız uzun ve kızgın çöl yollarını nasıl geçeceğini sorar. İbrahim bin Edhem; “Benim birçok bineğim var ama sen onu gö-remezsin der.” Hayretler içinde kalan adam bunların ne olduğunu sorunca İbrahim bin Edhem anlatmaya başlar:
-Benim sabır adlı bir bineğim var. Başıma bir bela geldiği zaman ona binerim. Nimete kavuştuğum za-man şükür adlı bineğime binerim. Bir kazaya uğraya-cak olursam rıza adlı bineğimle yola devam ederim. Bir de nefsim beni bir şey yapmaya zorlayacak olursa ömrümün çoğunun gitmiş azının kalmış olduğunu
74 Somuncu Baba
“Öbür âlemde en ağır amel, dünyada,
yapılması bedene en ağır gelen ameldir.
Nefsini ezip bol bol hayırlı amel
edene, öbür âlemde bol bol ecir vardır. Dünyadan ahirete
amelsiz gidenin öbür âlemde iki eli
boş kalır.”
hatırlayarak nefsime uymaktan sakınırım.
Bu cevap karşısında adam:
-Desene asıl yaya benmişim de binek sahibi senmişsin, der.
Çalışıp alın teri ile kazandı-ğını yerdi. Daima helal arardı. Helal yiyecek bulamazsa toprak yerdi. Bir ay kil yiyip hayat sür-düğü olurdu. Zaten yiyecek bul-sa da çok az yerdi. Sırf ayakta durabilmek için yerdi. Derdi ki; “ Her kim veliler mertebesine ermek isterse, helâl lokma ye-meli, dünya ve ahirete düşkün olmamalı, Allah’tan başkasına bel bağlamamalı.” Yine buyur-du ki: “Lokmayı helâlden temin edebilmek için uğraşmak, gece-leri ibadet edip, gündüzleri oruç tutmaktan daha efdaldir. Çünkü her şeyin başı helâl lokmadır.”
Bir gün dediler ki; “Ya! İb-rahim, Allahu Tealâ ‘ Bana dua ediniz ki onu kabul edeyim’ bu-yuruyor. Hâlbuki biz devamlı dua ettiğimiz halde dualarımız neden kabul olmuyor? İbrahim bin Edhem cevaben dedi ki:
-Kalpleriniz on şeyden öl-müştür. Ölü kalplerin duasını Cenab-ı Allah kabul etmez. Allah’ı tanıdığınızı söylüyorsu-nuz, ama emirlerini yerine ge-tirmiyorsunuz. Kur’an-ı Kerim’i okuyorsunuz, ama onunla amel etmiyorsunuz. Allah Rasulünü sevdiğinizi söylüyorsunuz, ama sünneti üzere yaşamıyorsunuz. Şeytanın düşman olduğunu söylüyorsunuz, ama onun izin-den gidiyor onunla dostluk ku-ruyorsunuz. Cenneti sevdiğinizi söylüyorsunuz, ama onun için bir hazırlıkta bulunmuyorsunuz.
Cehennemden korktuğunu-zu söylüyorsunuz, ama ondan kurtulmak için çareler aramıyor günahlardan sakınmıyorsunuz. Başkalarının ayıplarıyla meşgul oluyorsunuz, ama kendi ayıpla-rınızı hiç göz önüne getirmiyor-sunuz. Cenab-ı Hakk’ın verdiği nimetlerinden faydalanıyorsu-nuz, ama O’na hiç şükretmiyor-sunuz. Ölülerinizi götürüp top-rağa defnediyorsunuz, ama bu hâlden hiç ibret almıyorsunuz. Sizler ne zaman bunları terk eder, günahlarınızdan dolayı tevbe eder, kalplerinizi Allah’ın zikri ile parlatırsanız dualarını-zın ancak o zaman kabul edildi-ğini görürsünüz.
Derdi ki; “Öbür âlemde en ağır amel, dünyada, yapılması bedene en ağır gelen ameldir. Nefsini ezip bol bol hayırlı amel edene, öbür âlemde bol bol ecir vardır. Dünyadan ahirete amelsiz gidenin öbür âlemde iki eli boş kalır.”
Bedeni çok zayıf ve güçsüz-dü, sanki üflesen düşecek gibi. Onu gören cansız bir ceset sa-nırdı. Yanına bazı ilim ehli in-sanlar gelir nasihat isterlerdi. O da şu nasihati yapardı:
-Dip ol, baş olma. Dip kurtu-lur, ama baş kurtulamaz, gider.
İbrahim bin Edhem hazret-leri bir adamın bağında bekçilik yapıyordu. Bağ sahibi bir gün gelip; “Tatlı nar getir.” dedi. İbrahim bin Edhem hemen bir miktar nar topladı ve adama götürdü. Ama narlar ekşi çık-tı. Adam yine; “Tatlı nar getir.” dedi. İbrahim bin Edhem gitti bahçenin muhtelif yerlerinden bir miktar daha nar toplayıp
adama getirdi. Narlar yine ekşi çıktı. Bunun üzerine bağ sahi-bi, “Bunca zamandır burada bekçisin, narın tatlısını ekşisini bilemiyorsun. Sen ne yaramaz bir bekçisin” dedi. İbrahim bin Edhem hazretleri boyun büktü ve “Siz beni bağı beklemek için tuttunuz, nar yemek için değil. Ben bunların tatlısını ekşisini nereden bileceğim.” dedi. Bu hâl karşısında aklı uçacak gibi olan bağ sahibi; “Senin adın İbrahim. Sakın sen İbrahim bin Edhem olmayasın” dedi. Bunun üzerine İbrahim bin Edhem ta-nınmamak için hemen oradan ayrılıp gitti.
-Bir gün kendisine; “Sen ki-min kulusun?” dediler. İbrahim bin Edhem titredi ve hemen yere düşüp kendinden geçti. Bir müddet sonra kendine gel-di, kalktı ve bir ayet-i kerime okudu. “Ne oldu, niçin cevap vermedin?” dediler. İbrahim bin Edhem:
-Korktum, eğer O’nun ku-luyum desem, benden kulluk haklarını ister, değilim desem, bu da mümkün değil, dedi.
Derdi ki:
-İlmi, amel için öğreniniz. Birçok insan bu hususta yanıldı. İlimleri dağlar gibi büyüdü, ama amelleri zerre gibi küçüldü.”
Yine buyurdu ki:
-İşittiğime göre, kıyamet günü insan, daha çok utansın diye tanıdıklarının yanında he-saba çekilir. Yine; “ Kalbinde şöhret sevgisi taşıyanların Allah, ne ilminde, ne amelinde ve ne de yaptığı iyilikte doğruluk na-sip etmez.”
75Haziran / 2007
Mutlu Bir Yuva İçin
D ünyada mutlu olabilmemiz ve yaşadığımız hayat-tan zevk duyup, sevebilmemiz; İslâm temelleri
üzerine kurulan ve devam eden aile ile mümkündür. Nasıl ki bir binanın sağlam olması, temelinin sağlam olmasına bağlı ise toplumun temeli olan ailenin de sağ-lam temeller üzerine kurulması gerekmektedir. Allah (c.c) Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır: ”Allah’ın varlığının işaretlerinden biri de, size kendinizden olan eşler yaratmasıdır. Siz onlara ısınır, onlarla huzura kavu-şursunuz. Allah’ın verdiği duygular sayesinde birbirinizi sever ve korursunuz. Bunda düşünen insanlar için ders-ler vardır.”(Rûm 30/21)
Kadın ve erkeğin hayatlarını birleştirmesiyle birlik-te ilahî kudret onları birbirine yaklaştırıp, gönüllerinin birbirine ısınmasını sağlayacak, birbirlerini koruma duy-guları gelişecek ve herhangi bir ev “mutlu bir yuva”ya dönüşecektir. Yuva kuran faziletli erkek ve kadının, kur-dukları yuvada karşılıklı sevgi ve saygı duygularıyla ya-şamaları; gerek ferdî, gerek ailevî gerekse içtimaî vazife-lerini bilerek bir düzen ve intizam içerisinde hayatlarını devam ettirmeleri gerekmektedir. Ailede birlik bağını koparacak, aile saadetini bozacak ve yuvanın yıkılması-na sebep olacak her türlü yanlış hareketten kaçınılma-lıdır.
Eşlerin birbirine karşı anlayışlı davranması, o yuva-da yaşayanların huzuru ve mutluluğu için son derece önemlidir. Şunu da unutmamak gerekir ki, insanın her anı aynı olmayabilir. Herhangi bir sebepten dolayı ken-disinden beklenen her zamanki davranışı göstermeye-bilir. Bu kişi evin erkeği de olabilir, kadını da. Böyle du-rumlarda karşılıklı anlayış ve hoşgörü çok önemlidir. Eş-
AileKevser BAKİ
“Peygamber efendimiz (s.a.v.): ’Bir Müslüman
erkek zevcesine (muhabbetle) baktığı,
zevcesi de ona baktığı zaman Allahu
Teala her ikisine de rahmet nazarıyla
nazar buyurur. Ve bu erkek zevcesinin elini
tuttuğu zaman her ikisinin de günahları
parmaklarının arasından düşer gider’
buyurmaktadır.”
76 Somuncu Baba
ler birbirleriyle ilgilenip sıkıntının sebebini öğrenmeli ve birbirleri-nin üzüntülerine çare olmalılar.
Aile içerisinde, yuvayı ayakta tutan erdemlerden birisi de sa-bırdır. Sıkıntıya sabretmek her zaman güzeldir. Fakat aile içeri-sinde bütün bireyleri ilgilendirdi-ği ve yuvanın mutluluğu uğruna sabredildiği için daha bir güzeldir. İdeal olanı herkesin sorumluluğu-nu yerine getirip, birinin diğerini sabra zorlamaması. Rabbimiz sa-bır imtihanıyla karşılaşanlara bü-yük mükâfatlar veriyor.
Her insan hata yapabilir. Önemli olan yaptığı hatayı fark et-mek ve özür dilemesini bilmektir. Eşlerin birbirinden özür dileyebil-mesi bir zayıflık değil, büyük bir erdemdir. Özür dilendikten son-ra mutlaka hatanın düzeltilmesi yoluna gidilmelidir. Böylelikle ailedeki sorunların büyümesi, kır-gınlıkların önlenmesi ve huzurun devam etmesi sağlanmış olur.
Tebessüm etmek çok zor de-ğil. Aynı zamanda sadaka. Eşler hiçbir zaman karşılarında asık bir surat görmek istemezler. Dünyevî işlere yönelik ufak-tefek kusurlar görmemezlikten gelinmeli ya da kırmadan düzeltilmeye çalışılma-lıdır. Asık surat her zaman negatif enerji yayar, bastırılmış öfke ve sıkıntıların patlak vermesine se-bep olabilir. Hâlbuki güler yüz ve tebessüm muhabbetin, huzurun, sükûnetin kaynağıdır.
Mutluluk ötelerde değil. Mut-lu olanlar, olması imkânsız olan büyük şeyler beklemeyenlerdir. Kapıdan küçük bir hediyeyle içe-ri giren eşine, tebessümle bakabi-len kadın; eşinin pişirdiği yemeği mazeret üretmeden, teşekkür
ederek yiyebilen erkek mutludur.
Ailede hitap edilirken kullanı-lan sözlere dikkat edilmelidir. Ko-nuşmalarda emredici bir dil kul-lanmak karşıdaki kişiyi rencide eder. Hele ki bunu eşler birbirine yapıyorsa daha üzücü olur. Aşağı-layıcı, küçük düşürücü, yargılayıcı, sorgulayıcı ifadelerin kullanılması olumsuz sonuçlar doğurur. Karşı tarafın savunmaya geçip, “niçin öyle konuştun? Böyle demekle ne kastediyorsun?” gibi hesap sormalar başlar. Bu durum sevgi ve güvenin kalkmasına, huzur-suzluğa sebep olur. Rica etmek hiç kimseden bir şey eksiltmez. Bilakis saygınlık kazandırır. Eşi-mize gerçekten hayat ortağımız olduğunu göstermiş oluruz.
Mutlu bir yuva içerisinde di-yalog kapıları kapanmamalı. Eşler kendisini veya karşısındakini aynı oda içerisinde duvarlar arkasında yalnızlığa terk etmemeli. “Beni anlamayan bir eşim var.” diyerek sessizliği ve içe kapanıklığı tercih etmek çözüm değildir. Ev içeri-sinde eşlerin birbirleriyle konuş-mamaları hayatı paylaşmalarını engeller. Sessizlikten çıkışın yol-larını aramak lazım. “Sen zaten beni adam yerine koyup, bir şey anlatmazsın.” ya da “sen benim-le bir şey konuşmazsın” gibi suç-lamalar daha çok içe kapanıklığa ve yalnız kalmaya sebep olur. Her şeyden haklılık payı çıkarıp, kendimizi tek akıllı görmeyelim. Eşlerden birisi iyilik perisi, diğeri cadı olamaz. Unutmamak gere-kir ki, eşler birbirinin rakibi değil tamamlayıcısıdır.
Aile içerisinde yaşanan olayları iyi tahlil etmek gerekir. Tartışmak için fırsat kollayan eşler kendisi-
ne haksızlık yapıldığı duygusuna çok çabuk kapılır. En küçük şey-ler için sayıp dökerek, kendimizi mazlum, eşimizi sanık sandalye-sine oturtmayalım. Sorumluluk-larımızı hakkıyla yerine getirelim.
“Ben yapmazsam nasıl olsa eşim yapıyor.” diyerek fedakârlıklar suistimal edilip başkasına kambur olunmamalı. Bardağı taşıran son damla geldiğinde o kamburdan kurtulmak istenilebilir. Ve her tartışma mutlu yuvadan bir tuğla koparır.
Aile hayatı içerisinde her şey olabilir. Önemli olan alıcıların güzelliklere çevrilmesidir. Bahar günlerinde dahi dolu ya da sağa-nak yağabiliyor. Bu fırtınalı gün-ler şükür, tevekkül, sabır, itaat ve karşılıklı anlayışla geçecektir.
Peygamber efendimiz (s.a.v.):“Bir Müslüman erkek zevcesine (muhabbetle) baktığı, zevcesi de ona baktığı zaman Allahu Teala her ikisine de rahmet nazarıyla nazar buyurur. Ve bu erkek zev-cesinin elini tuttuğu zaman her ikisinin de günahları parmakla-rının arasından düşer gider” bu-yurmaktadır. (İslâm’da evlilik mahremiyetleri)
Görülüyor ki ailede erkek ve kadın birbirlerine daime sevgi, muhabbet, hürmet ve itaatle gü-ler ve tatlı dille muamele ederler-se Cenab-ı Hakk’ın nuru o evde tecelli eder. O ailede feyiz ve be-reket, saadet ve selamet, ülfet ve muhabbet meydana gelir. Bu da yuvanın nizam ve intizam içeri-sinde, huzurlu bir şekilde, devam ve bekasını sağlar.
77Haziran / 2007
Ağladığımız Günler
A kasyaların altında, sessiz sakin bir çay bahçesiy-di. Yıllar var ki gelmiyordum buraya. Şu anda
da adımlarım içeri girip girmeme arasında kararsızdı. İçimden neler konuşabileceğimi kurdum yol boyun-ca. Oysa buraya gelmemem gerekti, bunu biliyorum. En iyisi içeri girmemek diye düşünüyorum, ama onu da yapamıyorum. İçimde sihirli bir kuvvet, beni oraya doğru itiyordu.
Dün ansızın durakta rastlamıştım ona. Önce gözle-rimin beni aldattığını sanmış, o mu değil mi diye dik-katlice bakmıştım. Yıllar sonra ona rastlayacağımı hiç aklımdan bile geçirmezdim. Başımı çevirip gözlerime ihanet ederek görmemek istedimse de başaramadım. O bana doğru yaklaşmış, sessizce “Merhaba’ demişti. On yıl sonra ne yüzle benimle konuşabiliyordu hâlâ hayret ediyorum. Benden çıktığına emin olmadığım bir sesle “Merhaba” diye cevap verebildim. O anda otobüsün gelmesiyle konuşmamızın başlamadan bi-teceğini sezinlemiş olacak ki, “Yarın seninle Burak hakkında mutlaka görüşmem gerek. Öğleden son-ra Akasyalar Çay Bahçesi’nde bekliyorum, mutlaka gel” diyebilmişti alelacele. Hiç bir şey soramamış, tek kelime dahi edememiştim. Oysa “Seni görmek iste-miyorum!” diye bağırmak geliyordu içimden. Gelen otobüse binerken, ona rastlamamın şaşkınlığını hâlâ atamamıştım üzerimden.
Bugün adımlarımın beni neden Akasyalar Çay Bahçesi’ne getirdiğine de bir türlü anlam veremiyor-dum. Yoksa gözlerim, düşüncelerim ve bacaklarım ar-tık bana itaat etmiyor mu? Oysa yıllar önce ne kadar
HikâyeÜmit Fehmi SORGUNLU
“Aradan tam on yıl geçmişti. Bu zaman
sürecinde oğlumu kendi çabalarımla
büyütmüştüm. Daha sonraları evlenmiştim,
gelen kadın ona bir anne sıcaklığını
vermekten çok uzaktı. Burak’ın annesini
her soruşunda yüreğime bir hançer
sokulur, içimde bir yerlere doğru ılık ılık
kanardı. Oğlum şimdi ilköğretim okuluna
gidiyor.”78 Somuncu Baba
79Haziran / 2007
da sık gelirdik buraya. Garsonlar tanımışlardı bizi. Mevsim yazsa dondurmamızı, sonbaharsa çayı-mızı hiç sormadan getirirlerdi. O zamanlar buradan nefret edece-ğimi, hiç gelmek istemeyeceğimi nasıl bilebilirdim ki?... Şimdi dü-şüncelerimi etkileyen, beni yeni-den eski günlere çeken kuvvet neydi? Yılların arkasına sığınmış bir kaç silik anı mı, yoksa soyut bir merak mı?.. Gece sabaha kadar düşünüp çıkaramadığım bir soruyu şimdi çay bahçesine girerken soruyordum kendi ken-dime. On yıl sonra tekrar onu görmek, onu duymak, onunla konuşmak zor geliyordu bana. Ne konuşabilirdi benimle?... Bu-rak için ne söyleyebilirdi? Yoksa Burak adına bir hak mı arıyordu kendinde? Evlendikten sonra oğlumu bir yaşında terk eden o değil miydi? Hiç bozulmaya-cağını, bitmeyeceğini sandığım evliliğimiz onun batı hayranlığı, manasız özentileri ve gençliğini yaşamak istemesi yüzünden son bulmamış mıydı? Giyinmeyi eğ-lenmeyi seven bir tipti. Sorum-suzca harcamaları vardı. Ona mütemadiyen, bütçemizin buna uygun olmadığını, yaşayışının törelerimize uymadığını, bir za-manlar batı hayranlığı yüzünden koca Osmanlı İmparatorluğunun yıkıldığını, Avrupa’nın mutluluk değil daima huzursuzluk getirdi-ğini, bu yersiz özentileriyle şim-di de Türk milletinin kutsal bir topluluğu olan ailenin yıkılabile-ceğini defalarca anlatmaya çalış-mama rağmen, o hiç anlamamış, yada anlamak istememişti. Her konuşmamızda “ben böyle ye-tiştim, kopamam ki, sen bana uymaya çalışsan” diye anlamsız
bir savunmaya geçerdi. Yersiz münakaşalarla daha fazla huzur-suz bir aile ortamının çocuğumuz Burak’a da tesir edebileceğini söylememe rağmen hiç aldırış etmezdi. Bir keresinde bana ay-rılmayı bile teklif etmişti. Bunu söylerken de sanki ayrılmayı de-ğil de, tatile çıkmayı teklif eder gibi gülüyordu. Ona ortada bir çocuk olduğunu, yuva yıkmanın kolay olmayacağını, yeniden iyi-ce düşünmesi gerektiğini söyle-diğim zaman da “Çocuğu baha-ne etme, onu sana bırakabilirim” demişti. Ama bütün bu buhran-ların geçici olabileceğini, ileride düzelebileceğini sanarak bu şa-şırtıcı teklifini, bir kere daha dü-şünmesi gerektiğini söyleyerek reddetmiştim. Onu evlenmeden önce çok iyi tanıdığımı sanırdım. Aşkın gözü kördür derlerya, bu sözün doğruluğunu, onu hiç mi hiç tanıyamadığımı bir gün ansı-zın beni ve çocuğunu terk edip gidince anlamıştım.
Aradan tam on yıl geçmiş-ti. Bu zaman sürecinde oğlumu kendi çabalarımla büyütmüştüm. Daha sonraları evlenmiştim, ge-len kadın ona bir anne sıcaklığını vermekten çok uzaktı. Burak’ın annesini her soruşunda yüreği-me bir hançer sokulur, içimde bir yerlere doğru ılık ılık kanardı. Oğlum şimdi ilköğretim okuluna gidiyor. Ama ben oğlumun her anne diye ağlayışında, köşelere çekilip sessiz sessiz ağladığımı hiç unutmamıştım, unutamaz-dım da...
Bütün bunlara rağmen şimdi neden buradayım ve neden göz-lerim akasya ağacının dibindeki masayı arıyor, bilemiyorum. Ne
kadar da değişmiş burası. Ortaya küçük bir havuz yapmışlar. Her taraf çiçeklerle süslenmiş, ma-salar daha modernleşmiş. Yıllar önce oturduğumuz ağacın altın-daki masada şimdi genç bir çift oturuyordu. Ortalarda bir masa seçip oturdum.
Bırakıp gitsem “seni bekledim gelmedin” desem, ne olurdu?
Ben gidip gitmemek arasın-da kararsızken, kapıda gözüktü. Görünmesiyle birlikte içimde bir yerin bir kez daha kırıldığını hissettim. Üzerinde çok şık bir elbise vardı. Permalı saçları kısa kısa kesilmişti. Benimle olduğu günler saçını hep uzatırdı. Ne de çok yakışırdı uzun saç ona. Şim-diyse saçlarının kısalığından çı-kık elmacık kemikli yüzü ortaya çıkmış ve iri kulakları güzelliğini bozmuştu. Bir zamanlar ben bu kadını mı sevmiştim.
Gülerek masama oturdu. Yıl-ların değiştiremediği tek şey gü-lüşleriydi herhalde.
- Merhaba, dedi. Geleceğini biliyordum.
Demek bakışlarım beni hâlâ ele veriyordu. Demek gözlerim-deki merak dolu manayı okuya-bilmişti.
- Merhaba, diye karşılık ver-dim soğukça.
Bir müddet sustuk. Gözlerimi ondan kaçırıyor, boşlukta amaç-sız dolaştırıyordum. Garson ge-lip, gülümseyerek “Hoş geldiniz” deyince:
- Yine çay mı içersin? diye sor-dum.
80 Somuncu Baba
Hayır anlamında başını salla-dı. Sonra garsona dönüp:
- Eskiden yoktu ama, şimdi kapiçino bulunur mu?
Garson “hay hay” diyerek çe-kildikten sonra, daha “nasılsın?” gibi hâl hatır bile sormadan he-men konuya girdi.
- Niçin konuşmak istediğimi tahmin ediyorsundur herhalde. Aslında kaç gündür seni arıyo-rum. Dünkü karşılaşmamız tesa-düf değildi. Burak nerede? Oğlu-mu görmek istiyorum.
Biliyordum, böyle bir teklifle karşılaşacağımı. En azından tah-min ediyordum. Ama birden-bire, tepeden inme bu konuya girebileceğini kestirememiştim. Demek yıllar sonra gelip oğlum üzerinde hak iddia edebilecek kadar cüretkâr hissediyordu kendini.
- Lütfen beni anla, ben ana-yım, diye devam etti sözlerine.
Birden öfke kapladı içimi. Bu kez gözlerimi ondan kaçırma-dan, gözlerinin içine diktim.
- On yıldır ana oluşunu yeni mi hatırlıyorsun? diye sertçe sor-dum.
Bu ani sinirlenmeme gülerek karşı koydu. Zengin bir iş ada-mıyla evlenmiş, Avrupa’dalarmış şimdiye kadar onun için arayıp soramamış oğlunu. Çocukları ol-muyormuş, evlat yüzüne hasret-miş, bu bakımdan anlayış göster-meliymişim. Sanki yıllarca önce bırakıp giderken anne değilmiş gibi, bugün annelik taslaması çok zoruma gidiyordu.
- Seni öldü biliyor, dedim.
- Bunun yalan olduğunu beni görünce anlar. Araştırma yaptım, hâlâ memur olarak çalışıyor-muşsun. Oğluma ne verebilirsin. Bende her türlü imkan var. Onu kolejlerde okutacağım, Avrupa kültürü vereceğim anlıyor mu-sun, onu senden alacağım..
İkide bir, canım, ciğerim, ha-yatta tek sevdiğim varlık olan Burak’a oğlum demesi sinirime dokunuyordu. Şimdi de onu senden alacağım şeklinde teh-ditkâr konuşması bardağı taşıran son damla olmuştu.
- Hayır! diye bağırdığımı, yan masalardan bize baktıklarını görünce fark ettim. Hayır buna müsaade etmeyeceğim. Düşün-cesiyle Türk, duygularıyla Türk, yaşayışıyla Türk gibi yetişecek oğlum, dedim.
Sakin olmaya çalışıyordum ama ellerimin titremesine de mani olamıyordum. Fark edil-memesi için de masada parmak-larımla uyumsuz trampet çalma-ya başladım.
- Ona, neden bırakıp gittiğini nasıl izah edeceksin merak edi-yorum, diye kayıtsızca sordum. Gözlerini, gözlerimden kaçı-rarak bir an sustu. Sonra vakit kazanmak için mi, yoksa konu değiştirmek için mi kestireme-dim, bahçedeki çiçekleri seyretti uzun uzun.
- Ne kadar da değişmiş bu-rası, dedi. Eskiden bu kadar şık değildi. Biz eski dostuz. Eski dost düşman olmaz değil mi?
İç geçirdi. Derin bir nefes alıp yavaş yavaş bıraktı.
- Evet hatamı anlıyorum diye-rek tane tane konuşmasını sür-dürdü. Ama lütfen eskinin kötü anılarını değil, iyi olanlarını ha-tırlayalım. Biliyor musun buraya hep ilk defa sen gelirdin. Elinde ikimiz için alınmış, ya bir sinema, ya da bir tiyatro bileti mutlaka olurdu.
- Evet, sen de, sevgin de gitti-ğimiz filmler gibi sahteymiş. İn-san geçmişiyle vardır. Geçmişte de acı ve tatlı hatıralar olabilir. Ama bunların hepsi bir bütün-dür. Artısına eksisine bakılır. Se-nin verdiğin acılarsa tatlı diye bir şey bırakmadı bende. Oğlumla birlikte ağladığımız günleri unut-mamsa mümkün değildir. Oğlu-mu vermeyeceğim sana. Onunla beraber ağladık, beraber gülece-ğiz.
Gülmeye çalıştı. Yapmacık bir gülüştü bu. Sakin olmaya, iyi davranmaya gayret gösteriyordu.
- Peki hiç mi sevmedin beni? O günlerin hatırı yok mu?
- Sevgi mi? Bunu sen mi söy-lüyorsun. Giderken sevgiye dair ne varsa hepsini kırıp, döküp birlikte götürdüğünü unuttun galiba. Hayır, senden bana acı-ların tortusundan başka bir şey kalmadı. Ne yaparsan yap oğlu-mu vermeyeceğim sana.
Birden hırçınlaştı, kaşları ha-vaya kalktı, gözleri irileşti.
- Hak kuvvetli olanındır. Kuv-vetli kimse o kazansın.
Demek yıllar önce, hak kuv-vetlinin değil, hak haklı olanındır, diye boşa anlatmış durmuşum ona.
Somuncu Baba Dergisi -14. Yayın Yılı Anısına-
Son derece albenili, Somuncu Baba DergisiYazarların yeteneği doğuştan Hak vergisiBirinci kuşe kâğıda, birinci sınıf bir baskıGüzel yazılar, şiirler, fotoğraf ve hat sergisi…
Bekir OĞUZBAŞARAN
81Haziran / 2007
Gülümsedim ama bu gül-mekten ziyade alaycı bir tebes-sümdü.
- Elinden geleni ardına koyma, hak haklınındır.
- Bakıyorum saplantılarından hiç vazgeçmemişsin.
- Evet, inandığım şeylerden taviz vermedim. Gayet iyi bi-lirsin ki , insan inandığı, savun-duğu fikirlerle yaşar. Sen de kendi amaçların doğrultusunda yaşamadın mı şimdiye kadar? Avrupa’ya ulaşmak, onun gibi yaşamak amacın değil miydi? Neticede ulaştın da. Peki Avru-pa mutluluk getirdi mi?
Bir süre havuzun fıskiyesini takip etti gözleriyle. Suyun şırıl-tısı onu birazcık sakinleştirmiş
gibiydi. Bir ara derin derin bana baktı. Sevgi dolu bir bakıştan ne kadar da uzaktı bu gözler. Ancak bana bir şeyler fısıldar gibi oldu bakışları. Mutlu değildi bu ka-dın. Aksine çok huzursuz bir hali vardı. Evet ne kadar mutluluk oyunu oynasa da, gözleri duygu-larını ele veriyordu. Bir zamanlar
“Gözler yalan söylemez” derdi.
-Bırakalım şimdi Avrupa’yı, el-bette istediğim oydu kavuştum. Neden birbirimize karşı kırıcı ko-nuşuyoruz sanki. Lütfen bir orta yol bulmaya çalışalım. Biliyorsun mahkemeye versem alırım ama oğlumu incitmek istemiyorum.
Daha fazla oturup onunla ko-nuştukça, bu görüşmenin aleyhi-me neticeleneceğini biliyordum. Hırsla ayağa kalktım:
- Benim için konuşma bitmiş-
tir. Buraya seni görmek için gel-
medim.
- Gidiyor musun? Daha çayın
gelmedi.
- Eski günler için çayı sen iç.
Sonra da yeni hayatının şerefine
kapiçinonu yudumla. Yalnız o
eski günlerden bana öğrettiğin
tek şey, gerçekten gözler yalan
söylemezmiş.
Bunu söylerken, renklerini
dahi unuttuğum fersiz, boyalı,
huzursuz gözlerinin ta içine ba-
kıyor, ona olan nefretimi anlat-
mak istiyordum.
Fotoğraf: Bekir SARI BOSNA
“Dondurma değişik besin öğelerini
bünyesinde toplayan, besin değeri yüksek bir
yiyecektir. Dondurmada protein, karbonhidrat ve yağın yanı sıra A, B, C, D
ve E grubu vitaminlerle birlikte kalsiyum, fosfor,
magnezyum, sodyum, potasyum, demir ve
çinko gibi mineraller de bulunuyor.”
Üçbin Yıllık Lezzet: Dondurma
S ıcak yaz günlerinin gelişiyle tüketimi hızla artan dondurmanın bugün üç bin yaşında olduğunu bi-
liyor muydunuz? Dondurma ile ilk olarak tanışanların Çinliler olduğu tahmin edilse de ilk dondurmanın ya-pım öyküsünün kahramanları Romalılardır.
Roma imparatoru Neron, savaşçılığıyla olduğu ka-dar boğazına düşkünlüğü ile de tanınırmış. Gladyatör dövüşlerini seyrederken, kendisine lezzetli yiyecekler sunan çeşnibaşlarını ödüllendirirmiş. Çeşnibaşlarından biri, bir gün dağın zirvesinden topladığı karları bir kaba sıkıştırarak doldurmuş. Üzerine bal ve çeşitli meyve parçaları dökerek, imparatora sunmuştur. Neron, o güne kadar hiç tatmadığı bu yiyeceği çok sevmiştir.
1676 senesinde Paris’te 250’ye yakın dondurma-cı olduğu biliniyor. 1851’de de Jacob Fussel, ABD’de dondurma yapıp satmaya başladı. Değişik maddelerle hazırlanan dondurmanın İtalyanlara özel bir çeşidi var: Semi-freddo. Dondurma yapılırken karışım dondurul-madan önce içine kremalı bir bisküvi katılarak bu ünlü dondurma hazırlanır. O dönemlerde dondurma, etra-fı buz ve tuz tabakasıyla kaplı olan döner yayıklarda dövülerek yapılırdı. 1900’den sonra soğutucu maki-nelerin geliştirilmesiyle dondurma daha da yaygınlaştı. Dondurmaya çıtır Iezzet katan külahı, ilk kez 1904 ‘te Missouri Louis’de düzenlenen Dünya Fuarı’nda orta-ya çıktı.
Türkiye’de dondurma, eskiden özel dondurma dükkanlarında ya da sokak dondurmacıları tarafından hazırlanırdı, Dövme dondurma “Maraş dondurma-sı” adıyla meşhur oldu. Salep katılarak koyulaştırılan kaynamış süt, kepçeyle karıştırılarak soğutulur. Etrafı kalın bir buz tabakasıyla kaplı olan karışım dövülerek
SağlıkAkın DİNDAR
82 Somuncu Baba
dondurulur. Böylece dondurma sakız gibi uzayan ve kolay kolay erimeyen bir hâl alır. Kahraman-maraş’ta hazırlanan dövme don-durma, kasap çengeline asılarak ve dönerci bıçağına benzer bir bıçakla kesilerek satılır.
Dondurma İle İlgili Merak Edilenler
Dondurma çocuk sağlığını nasıl etkiler? Üst solunum yolla-rı enfesiyonuna sebep olur mu? Doktorumuz Alper Soysal ce-vaplıyor...
Dondurma çocuklara ilk olarak kaç yaşında verilmeli?
Çocuklara 2-3 yaşından itiba-ren dondurma verilebilir. Ancak, özellikle küçük çocuklar için, dondurma oda sıcaklığına yakın bir ısıda verilmelidir. Bekletilen bir dondurma tekrar soğutulma-malıdır.
Dondurma besleyici midir?
Dondurma değişik besin öğe-lerini bünyesinde toplayan, be-sin değeri yüksek bir yiyecektir. Dondurmada protein, karbon-hidrat ve yağın yanı sıra A, B, C, D ve E grubu vitaminlerle birlik-te kalsiyum, fosfor, magnezyum, sodyum, potasyum, demir ve çinko gibi mineraller de bulunu-yor.
Donudurmanın çocuk açısından zararları nelerdir?
Süt ürünleri çabuk bozulan ve yararlılıklarını hızla yitiren gıdalardır. Bu nedenle homoje-nize ve pastörize edilmiş sütten üretilen hijyenik dondurma, ya-lanarak ya da küçük parçalar ha-linde yendiği takdirde, solunum ve sindirim organlarını olumsuz yönde etkilemez. Sağlıklı üre-
tilmiş ve sağlıklı koşullarda sak-lanan bir dondurmanın çocuk açısından bir zararı olmadığını kabul ediyoruz. Ancak sağlıklı koşullarda üretilmemiş veya sak-lanmamış dondurmalar Salmo-nella enfeksiyonu salgınlarına yol açabilir. Bu nedenle sağlık koşullarına uygun ortamda üreti-len, gerektiği şekilde korunan ve sağlıklı ambalajlarda satışa sunu-lan dondurmalar tüketilmelidir.
Dondurma yedikten sonra bo-ğaz ağrır mı, bu ihtimal çocuklar için daha mı fazla?
Dondurma yenilmesi neti-cesinde yumuşak damak, geniz bölgesi ve solunum yollarının üst kısmı soğuk ile en çok temas eden bölgeleridir. Soğuk bir gıda alımı sonrasında ağız içi sıcaklı-ğında düşme olur ve bu sıcaklık farkları nedeniyle, boğazda nor-malde hazır bulunan bakteriler, vücut direncinin üzerinde olum-suz etki gösterebilir. Bu nedenle özellikle bağışıklık sistemi henüz tam gelişmemiş çocuklarda, üst solunum yolları enfeksiyonları artabilir. Bununla birlikte don-durmanın üst solunum yolu enfeksiyonu sıklığını arttırdığına ilişkin dünyada yayınlanmış bi-limsel bir bilgi yoktur, ancak hiç etkisinin olmadığına ilişkin de bilimsel bir bilgi yoktur. Bunun yanında boğaz bölgesinin soğu-ğa maruz kalmasının baş ağrısı sıklığını arttırdığına dikkat çeken yayınlar da vardır.
Genel olarak çocuğun astım, allerjik rinit, sinüzit gibi kronik bir hastalığı yoksa, dondurma-nın boğazda ağrı, enfeksiyon, ateşlenme gibi sorunlara yol aç-masını beklemiyoruz.
Bir çocuk donudurmayı en fazla ne kadar sıklıkta yemeli? Ne kadar yedikten sonra zararlı olur?
Dondurma sütten yapılması-na karşın basit karbohidrat de-diğimiz şeker içermektedir. Aşırı tüketimi ishale neden olabilir. Enerji açığı olan, zayıf çocuklar-da hergün tüketiminde bir sakın-ca yoktur. Enerji fazlasına ihtiya-cı olmayan kilolu çocukların ise haftada 1- 2 kez tüketimi daha uygundur.
Dondurma satın alırken nelere dikkat edilmelidir?
Dondurmayı tüketirken dik-kat etmemiz gereken en önemli nokta, dondurmanın sağlık ve hijyen kurallarına uygun hazır-lanmış olmasıdır. Özellikle don-durmanın yapıldığı sütün pas-törize olması ve hazırlanırken mikroorganizmalarla bulaşma-sının önlenmesi gereklidir. Süt mikroorganizmalar için çok iyi bir ortamdır. Özellikle yaz ayla-rında bakteriler daha kolay üre-yebilmektedir. Bu nedenle çok kolay bozulur ve sağlığa zararlı bir duruma gelir. Bu nedenle açık satılan dondurmalarda dik-katli olunmalıdır. Paketlenmiş dondurmalar tercih edilebilir. Bu ürünlerde de dikkat edilme-si gereken saklama şekli ve son kullanma tarihidir.
Dondurmanın sindirimi hızlan-dıran bir etkisi var mı?
Sindirimi hızlandırıcı etkisi olduğuna dair hiç bir bulgu yok-tur.
Dondurma çocuklarda şişmanlı-ğa neden olur mu?
Fazla ve sık tüketimi şişman-lamaya yardım edebilir.
83Haziran / 2007
Malzemeler• 1 kg Un• 1 adet yumurta• Yarım kg kıyma• 1 kibrit kutusu yaş maya• 2,5 su bardağı süt• 1 tatlı kaşığı tuz• 1 tatlı kaşığı şeker• 1 adet orta boy soğan• 1 demet kıyılmış maydanoz• Pul biber• Karabiber
Kızartmak İçin Malzemeler• 2 su bardağı yağ
YapılışıUndan yarım su bardağı ayırıp, diğerini hamur
yoğurma kabına boşaltalım. Ortasını havuz yapa-lım. Yumurta, maya, tuz, şeker ve ılıttığımız sütü ilave edip, yumuşak bir hamur elde edene kadar yoğuruyoruz.. Sıcak bir yerde üzerini kapatıp, mayalanmaya bırakıyoruz.
İçini hazırlamak için; soğanları küçük küçük doğruyoruz. Maydanoz, baharatlar, tuz ve kıyma-yı karıştırıp yoğuruyoruz.
Mayalanan hamurdan 3 eşit parça yapıyoruz. Oklavayla 1cm kalınlığında açıyoruz. Açtığımız hamuru önce 3 parmak boydan, sonrada aynı ka-lınlıkta enlemesine kesip kare şeklini veriyoruz.
Hazırladığımız kıymadan her karenin içerisine fındık büyüklüğünde parçalar koyup gül şeklinde kapatıyoruz. Önceden kızdırılmış yağda, tavada boş yer kalmayacak şekilde dizip kızartıyoruz.
Üzerine sarımsaklı yoğurt ve salçalı sos dökü-lerek servis yapıyoruz.
Salçalı Sosun Yapılışı: Bir yemek kaşığı domates salçasıYarım kaşık tereyağı Bir tane kesme şekerMalzemeler bir taşım kaynatarak sos elde edilir.
Gül (Yağ) Mantısı
Gönülden İkramlarMesude SARI
“Mantılar daha çok soslarla birlikte
kullanılır. Sosları iyi taşıdıkları için
salatalarda da mükemmel sonuç
verirler.”
84 Somuncu Baba
85Haziran / 2007
86 Somuncu Baba
87Haziran / 2007
88 Somuncu Baba