39
1

HT_dergi_19

Embed Size (px)

DESCRIPTION

halkintakimi resmi yayinidir

Citation preview

Page 1: HT_dergi_19

1

Page 2: HT_dergi_19

Espri/çizim: Şafak BATMAN

2

Page 3: HT_dergi_19

3

Page 4: HT_dergi_19

Merhaba dostlar

19.sayımızla birlikte 4. yaşımıza bastık.

Doğum günümüzü her yıl olduğu gibi bu yıl da işçi sınıfı ve emekçilerle birlikte dayanışma içerisinde 1 Mayıs alanlarında kutladık. Alanlarında diyoruz çünkü bu yıl Halkın Takımı sadece Taksim’de değildi. İzmir, Antalya, Adana, Gaziantep, Edirne ve hatta tek kişiyle de olsa Havana’da da açtık atkı, bayrak ve pankartlarımızı.

Tüm zorluklara karşın, sadece kendi emeğimiz ve gücümüzle; parasız, sponsorsuz ve en önemlisi BAĞIMSIZ olarak yayın hayatımızı sürdürmenin huzuru içerisindeyiz. Destek veren tüm Beşiktaşlılara teşekkür ederiz.

Doğal olarak bu sayımızın kapak konusu 1 Mayıs ve hayata Beşiktaş katan Beşiktaş taraftarı.

Hayata Beşiktaş katmak ne demek?Taraftar olmakla peşinden sürüklendiğimiz armamızı, renklerimizi hayata dair kutsal değerlerle yoğurmak demek. Bu konuda taviz vermez Beşiktaşlı. Kapak konumuzu Hakan Kirezci yazdı.

Bu sayıdaki analizinde Barbaros Tantan ustamız diyor ki “Beşiktaş’ı malı gibi görenler, onun üzerinden kendi çıkar ilişkilerinin çarklarını yağlayanlar bilmeliler ki sabahın da Beşiktaş’ın da sahibi var”.

Geçen yıl olduğu gibi bu yıl da 1 Mayıs alanında olan bitenleri 30 yıldır bu alanlarda her koşulda yer almış olan, kızının doğum günü olan bugünü bizim gibi işçilerle omuz omuza kutlayan Çene Ergin (Demir) yazıyor. Çene Ergin’in olanca duygusallığı ile yazdığı yazıyı okurken biz de o anları yeniden yaşıyoruz.

Kazanmak ama ne uğruna, neyi kazanmak?Para mı?.. İktidar mı?.. İtibar mı?... Kazanmak uğruna kimler, neleri ve nasıl feda edebilirler ve bunu yaparken kimleri, nasıl satarlar?

Sadece mal, meta ve alıp satmak üzerine kurgulanmaya çalışılan bu dünyada bu ateş arabasının önüne atılacak takoz yok mudur?

“Dünyayı istiyoruz” diyor Yılmaz Yılgın ve anladığımız kadarıyla rica etmiyor. Endirek

serbest vuruşlarda Yumurtakafa Yılmaz sert çakmış.

Kendisi ricamız üzerine dergimize konuk olurken gönderdiği yazısında -ki buna salt yazı deyip geçmek ayıp olur- yazı başlığını bize bıraktı. Dedi ki “yazının adını ister Feyyaz ya da Che, ister Zeki Demirkubuz ya da Süleyman Seba, ister Necip ya da Necip koy; hiç fark etmez”. Buyurun 10. sayfaya, okuyun Ali Ece’yi ve becerebiliyorsanız kendiniz koyun bu senfoninin adını; biz ayıramadık.

Bülent Çoşkun’ un, 17. sayımızda başlayan “Futbol sosyolojik bir kanıt mıdır” başlıklı yazı dizisinin 2. bölümünü bu sayımızda yayımlıyoruz. Futbolun sosyolojisi üzerine özenle işlenmiş bu uzun soluklu çalışmayı zevkle okumayı sürdüreceğiz sonunda.

Futbolun baskısı altında hep ihmal ettiğimiz (hem taraftar hem de yönetim olarak) amatör branşlarımızın kısa tarihçesi üzerine bir araştırmayı eski dostumuz Mete Gürkan’ın kaleminden sunuyoruz sizlere. Arma aşkının bu seçkin sporcularına olan gönül borcumuzu ihmal etmeden ödemeyi sürdürmemiz dileğiyle…

Yeniaçık Mustafa diyeceğiz başka da bir şey demeyeceğiz. O hep alışkın olduğumuz naif, sevdalı diliyle taraftara yani bizlere seslenmeye devam ediyor Mustafa Şakıma. Dikkate alınması değer tesbitlerini mutlaka okuyun ve düşünün deriz.

Hep merak edilen bir konudur Çarşı’daki lakaplar konusu. Bu konuda her zaman bir şeyler duymuşuzdur, bir kısmını da biliriz. Çiftdiş lakaplı Oğuz Akman kardeşimiz hatırlayabildiği kadarıyla bu lakapların kaynaklarını anlatıyor. Hepsi bu kadar değil elbette ve Çiftdiş Oğuz’un da bı konuyu sürdüreceğine inanıyor, merakla bekliyoruz.

Ülkemiz gündeminden düşmeyen konulardan biri de nükleer santrla konusu. Konunun uzmanı bir hocayı, eski adı Prof. Dr. Alexander Kollmann, şimdiki Kayseri’li Ali Kaya ile bu konuyu aklımıza estiği gibi konuştuk. Hakan Kirezci’nin yaptığı bu söyleşi bazı konular üzerine aydınlatıcı olabilir dedik ve yayımlıyoruz.

Klasiğimiz satranç sayfamız, Aykut İlker Mete hocamızın kaleminden yine yerli yerinde duruyor.

20. sayıda görüşmek üzere…

4

Page 5: HT_dergi_19

Kapak konusu

Hayata Beşiktaş katmak…

Bu söz öylesine, fiyakalı olsun diye söylenmiş bir söz değil.

Bu söz bizi tarif eden bir söz olduğu için her yerde, her ortamda, bıkmadan tekrarlanıp duruyor tarafımızdan.

Bu söz, taraftar olmanın, topun peşinde koşan 22 kişiyi seyreden binlerce, milyonlarca alık olmak demek olmadığını anlatan bir darb-ı meseldir.

Kadim değerlerin itinayla muskalaştırıldığı ve kalbimizin üzerine çakıldığı bir Beşiktaşlılığı anlatır bu söz.

Hayat, içinde her ne taşıyorsa hamuruna Beşiktaş’ı da katmaya devam ettiğimizin, edeceğimizin teminatı olarak dilimize pankart ettiğimiz bir sözdür bu;

HAYATA BEŞİKTAŞ KATIYORUZ!..

Biz, yüzlerce üyesi olan demokratik kitle örgütü değiliz…

Biz, binlerce üyesi olan sendika da değiliz…

Biz, onbinlerce üyesi olan siyasi parti hiç değiliz.

Peki biz kimiz? Biz;

Kitle örgütlerinde üye, sendikalarda işçi, partilerde partizan, üniversitelerde öğrenci, tarlada ırgat, ağa kapısında maraba, bankada memur, suda balık, havada kuş, toprakta karıncayız.

Biz hepsiyiz; halkız biz.

Biz milyonlarız.

Biz emeğin, emekçi sınıfın çocuklarıyız…

Biz, basit bir taraftarlığı hayatın ve emeğin emrine sunmuş, kendimizi her türlü pislikten ayıklayıp hayata katmış Beşiktaş taraftarıyız.

Her türlü küçümsemeler karşısında bile kaptık bayrağımızı, giydik hayat ve ölümün simgesi formalarımızı, yapıştık anamız amele sınıfının eteğine yürüyoruz.

Yasaklanmış alanlarda makul sayıda koştururken aslında ne kadar da çoktuk.

Şimdi geri aldığımız alanlarda ne kadar makuluz artık.

Yarın o alanlara nasıl da sığmayacağımızı gösterdik dosta düşmana; göstermeye devam edeceğiz; hayata Beşiktaş katmaya devam edeceğiz.

1 Mayıs 2011 tarihi Halkın Takımının çArşı, çArşı’nın da Halkın Takımı olduğunun mührüdür.

1 Mayıs 2011 tarihi, Halkın Takımının tarlayı saran ayrık otu değil koca çınarın en kalın dalı olduğunun resmini çizmiştir.

1 Mayıs 1977’de katledilen emekçi, öğrenci tüm kardeşlerimizin anılarıyla kolkola yürümüştür Beşiktaş taraftarı. Bundan sonraki her bayramda daha bir siyah beyaz olacak 1 Mayıs alanı Taksim.

Artık daha bir siyah Beyaz olacak İzmir Gündoğdu meydanı.

Daha bir siyah beyaz olacak Antalya, Adana, Edirne, Havana ve daha nice meydanlar…

Armamızın içinden doğan Che’ye bakıp “Che Beşiktaşlı mıymış?” diyenlere artık cevabımızı verelim;

Hayır, Che Beşiktaşlı değildi ama her Beşiktaşlı Che’dir…

5

Page 6: HT_dergi_19

Sabahın bir sahibi var; BEŞİKTAŞ’ın da…Futbol denilince akla bir BEŞİKTAŞ GÜZELLEMESİ gelir aslında.

Yöneticisiyle, futbolcularıyla, taraftarlarıyla ve semtiyle bırakın Türkiye’nin, dünyanın imrendiği bir kulüptür. O yüzden de ‘’sabahın bir sahibi var, BEŞİKTAŞ’ın’’da dedim…

Neden dediğime gelince…

Futbol takımının teknik direktör sorunu yine taraftarı gerdi. Belki bu sayı elinize ulaştığında sorun çözülmüş olacak ama yönetimin kamuoyuna ilgileniyoruz dediği bir ismin BEŞİKTAŞ’ a ne kadar katkısı olur diye düşündüğüm şeyleri sizlerle paylaşmak istiyorum.

Flaş isim FLORES…

BEŞİKTAŞ yönetimine Flores konusunda gelen duyumlar yenir yutulur cinsten değil. “Türkiye'yi bazı hocalar garanti para ve tatil olarak görüyor. Schuster bu kafadaydı, Flores de ondan farklı değil. Sizin için doğru bir tercih olmaz. Guti tanıdığı için onu ister ve önerir. Ama Flores gelirse, ikinci Schuster vakası yaşarsınız.....’’

Flores'in taleplerine bakın: Garanti para, özel uçak biletleri, lüks villa, arabalar ve hizmetçiler. Bunlar yan istekler ama olmazsa olmaz istekler.Teknik direktör değil, futbol burjuvazisinden bir akıl hocası gelecek galiba…

Gelelim futbolcu transferlerine…Uzun süredir Hamit Altıntop’un peşindeymişiz. Bu oyuncu, "Kardeşim Halil'i de alırsanız gelmeyi kabul ederim" demiş. Yönetim de hemen kolları sıvamış Bayern Münih'le sözleşmesi sona eren Hamit'le yıllık 4.2 milyon Euro, Eintracht Frankfurt'ta oynayan ve boşa çıkacak olan Halil Altıntop ile yıllık 2.4 milyon Euro karşılığında el sıkışmış.Belki de, bugünlerde forma giydirilmiş olur.

Ama, Hamit'in transferinde son dakika pürüzü çıkması durumunda G.Birliği'nden Orhan Şam'ın kadroya katılması da planlanmış. Yönetim, bir süredir peşinden koştuğu Bursaspor'un başarılı futbolcusu İbrahim Öztürk ve Trabzonspor savunmasının vazgeçilmez ismi olan Egemen Korkmaz ile de söz kesmiş…

Yetmemiş,Chelsea'de oynayan Rus sol bek Yuri Zhirkov ile de anlaşma sağlanmış. Almeida’nın dediği gibi, "Beşiktaş her yıl şampiyonluğa oynayan, Avrupa Kupası için mücadele eden, potansiyeli büyük bir kulüp…….’’Bu transferler için girişimlerde bulunup adım atan yönetim, BEŞİKTAŞ kamuoyunun ne düşündüğünü acaba hiç merak etti mi ? Böyle bir transfer politikası uygulayan ekip gerçekten de BEŞİKTAŞ’ın sahibi olabilir mi ?

Bütün bunları neden yazıyor ve neden hep eleştiriyorum ? Derdim, Beşiktaş futbol takımının sözde başarılara ulaşması için içinden çıkılamayacak milyarlarca dolarlık borç batağına itilmesini engelleyecek adımlar atmak ve bu konuda yönetime talip olanları da uyarmak.

Bu anlayış (piyasacı ve reklamcı), BJK’ nin mal varlığını da tehdit edecek sonuçlar yaşanmasına neden olabilir. İşi gücü bırakırlar, Fİ Yapı gibi sponsor aramaya başlarlar.

BJK’nin, Adnan Polat başkanlığındaki GS’ye dönüşmesini asla istemeyiz ve buna izin vermeyiz…

Unutulmasın, bu takımın gerçek sahibi ne futbolcudur, ne teknik adamdır, ne kulüp başkanıdır ne de yönetimdir. Gerçek sahibi taraftardır. Dolayısıyla, taraftarı yok sayan projeler BEŞİKTAŞ için üretilmiş olamaz.

Futbolcu ya da teknik adam transferinde taraftar görüşüne önem vermeyen başkan ya da yönetim, BEŞİKTAŞ’ın sahibi olamaz…

Tribünlerdeki milyonlarca taraftarına sahip çıkmayan başkan ya da yönetim, BEŞİKTAŞ’ın sahibi olamaz…

Semtine uğramayan ve BEŞİKTAŞLILIK havasını solumayan başkan ya da yönetim, BEŞİKTAŞ’ın sahibi olamaz.

Bu yüzden, uyanın beyler, herkes uyansın.

Sabahın bir sahibi var, BEŞİKTAŞ’ın da…

6

Page 7: HT_dergi_19

1 MAYISDirenenler söyleyecektir son sözü…

Gayrı umudu ayarlayıp yarınlara, ayağının tersiyle itersin tabureni; çekersin ümüğündeki urganı…

Ölüm safa gelir hoş gelir.Gerisi yalan, gerisi traş, gerisi boş gelir.

2009…2010… derken; bu sene 2011 1 Mayıs’ ını yaşadık İstanbul’un. “Her sene daha coşkulu ve daha hazırlıklı olarak taşıyacağız sesimizi alanlara”… 2012 bekle bizi…

“çArşı’ ya yer açın” dedik bir kere ve her sene olduğu gibi coşkumuzu paylaşacağız tüm dostlarımızla. Günlerce öncesinin hazırlıklarını dinliyorum arkadaşlardan. “200 bayrak, 5 pankart ile çıkmayı düşünüyoruz.” heyecan sarıyor bedenimi. Ya o kadar insanı alanda bulamazsak endişesi sarıyor beynimi. Renklerin kardeşliğine evet, evet olmasına da o renklerin kendini tribünlere de taşıması gerekmez mi? “Tamam” diyoruz. “Alanda Beşiktaş taraftarı olarak var olacağız her ne kadar az da olsak biz buradayız” diyeceğiz.

Bir gece öncesinden çıkmam gerekiyor yola. 1 Mayıs’a yetişmem gerek; üstelik kızımın da doğum günü bugün. Yine telefonla haberleşiyorum ve bilgi alıyorum. Şişli Camii karşısında buluşacağız, içim kıpır kıpır. 30 yıldan

fazla zamandır 10-15 arkadaşla katılıyorduk 1 Mayıs’a, işçilerin Birlik Dayanışma ve Mücadele gününe. Taa yasaklı dönemlerde Beşiktaş maçına gider gibi heyecanla hazırlanıyor ve emekçiden yana duruşumuzu; gururla, onurla sergilemeye çalışıyorduk.

Otobüs yolculuğu bittiğinde adımlarımı hızlandırdığımı fark edemedim bile… Arkadan biri bana sesleniyordu “Çene ağbi!.. Çene ağbiii!..” dönüp bakacak halim yok, “oğlum sen bana yetiş” der gibi hızımı kesmeden buluşma noktasına akıyorum. Saat: 09.00 gibi buluşma noktasındayım. Sokağın başında 150 civarında Beşiktaş taraftarı beni karşılıyor; selamlaşıp kucaklaşıyoruz hasretle…

Sarhoş gibiyim. Neredeyse her Beşiktaş’ lının elinde bir bayrak ve en önde ırkçılık karşıtı bir pankart. Filistin geliyor aklıma, sonra 2. Paylaşım savaşı, sonra da bizim savaşlarımız…Nereden nereye… 10-15 kişi ile semtimizde başlattığımız sevdamız, emekten yana tavır koyan neredeyse tüm taraftarlarımızı sarmıştı. İlerleyen saatlerde yürüyüş kortejinin solundan gideceğimiz bildiriliyor ancak bizim güzergahta ilerleme yok. Israrla kortejin sağını zorlayalım diyoruz, bir an evvel alana ulaşmalıyız diyoruz ve bu şekilde başlıyoruz yürümeye.

Aman Allahım kortejimiz bir anda dolarak coşkusunu yansıtmaya başlıyor. Bir anda 2000 civarında bir kitleye ulaşıyoruz.

“Koy koy IMF’ye, koy a..ye, koy f….lere” ve ısrarla “şifre” talep ediyoruz, beceriksiz emek hırsızlarından.

Pankartlarımız akıyor alana peş peşe. Küresel emperyalizme, nükleer santral deliliğine, ırkçı saldırganlığa, Hes’lere ve yerli işbirlikçelere vuruyoruz tokadı. Agos Gazetesi önüne geldiğimizde yeniden anıyoruz Hırant kardeşimizi… Pencerelerden, semt sakinlerinden ve diğer kortejlerden alkışlar alıyoruz. Bir teyze camının önüne siyah beyaz bir halı koymuş, bizimle siyah-beyaz çekiyor.

7

Page 8: HT_dergi_19

1 Mayıs alanına yaklaşmışız. TRT önündeki araçtan anons yapılıyor; “çArşı-hAlkın tAkımı, hoş geldiniz”

Sesimiz daha bir gür çıkmaya başlıyor.Alana yaklaşmış olmanın verdiği heyecanı taşıyor yüreğimiz. Tarlabaşı Bulvarı başına vardığımızda ise alandaki kitleler kortejimizi alkışlamakla meşgul. Bazıları sarılıp kucaklaşmak istiyor, esirgeyecek değiliz ya… “Che-hAlkın tAkımı” ve “siz vermediniz, biz aldık-A” bayrağımız alanda dalgalanmaya başlıyor, ırkçılık karşıtı pankartımız eski sular idaresi çatısında.

Yönümüz belli; soldan soldan Mabedimize gitmek istiyoruz ama bir çok engel var. Fındıklı yokuşundan aşağı salıyoruz kendimizi, bayrağımız sokaklarda dalgalanmaya devam ediyor, sloganlar-tezahüratlar çınlatıyor sokakları. Semt sakinleri şaşkın fakat yine de pencerelerinden alkışlarla bize destek sunuyor.

Mabedimizin önüne geldiğimizde ise yorgunluk atarak hep birlikte dinlenmeye çalışıyoruz. Kolay değil onca yolu aşmak…

Bir ağabeyimiz katılan ve destek veren tüm dostlara teşekkür ederek, “seneye daha kalabalık olacağız” sinyalini veriyor. Tabii ki daha kalabalık olmalıyız. Gerek Sporda Şiddet Yasası, gerek bilet ücretleri hangi birimizi etkilemiyor ki!

Yorgunuz, gururluyuz… Belki de 30 sene evvel harcını attığımız bina daha yeni inşa olmakta ve kendisini yenileyerek umudu yarınlara taşımakta…

Arkadaşlarla vedalaşma vakti geliyor. Hepimiz üzgünüz fakat gururumuz bizi ayakta tutuyor.Antalya, Adana, İzmir, Gaziantep, Edirne yurdun dört bir yanında, Beşiktaş taraftarı emekçinin yanında.Bu gurur hepimizin.

Yangınlar, Kahpe fakları,Korku çığlıklarıVe irin selleri, aç yırtıcılar,Suyu zehir bıçaklar ortasındasın.Bir cana, bir başa kalmışsın vay vay!Pusatsız, duldasız, üryanBir cana bir de başaSeher vakti leylim –leylimCellat nişangahlar aynasındasın.Oy sevmişim ben seni...Düşün, uzay çağında bir ayağımız,Ham çarık, kıl çorapta olsa da biriDüşün, olasılık, atom fiziğiVe bizi biz eden amansız sevda,Atıp bir kıyıya iki zamanıYarının çocukları, gülleri içinHer birinin ayva tüyü, çilleri için,Koymuş postasını,Görmüş restini.He canım,Sen getir üstünü.Deeey, dağları un eder Ferha’tın gürzü! Benim de boş yanım hançer yalımıVe zulamda kan-ter içinde, asi,He desem, koparacak dizginlerini Yediveren gül kardeşi bir arzu

Oy sevmişem ben seni... Ahmet ARİF

8

Page 9: HT_dergi_19

Dünyayı istiyoruzMeyve ağaçlarının çiçekleri baharı müjdeler. Güzel bir koku vermesine ve gölgesinde serinleme fırsatı bulmamıza rağmen akasya ağacının meyvesi olmaz. Tabiat ana onun gölgesinden ve gövdesinden yararlanmamız için var etmiş. Başka?

Tatlı ve nahoş kokusu çoğu böceği kendine çeker ve zengin aromasını arsızca paylaşırlar.Karıncalar ve arılar akasya ağacı çiçeklerinin başlıca müdavimlerindendir. Özellikle arı dediğimiz böcek, bal yapımında reçinesi tatlı olan bir çok bitkiden yararlanmaya çalışır; adını duymadığımız bitkiler de buna dahil. Karıncaların ve arıların yok olması halinde yaşamın biteceğini biliyor muyuz?

İşte meyve vermeyen ve gereksizmiş gibi düşündüğümüz akasya ağacı...

Hayatın her alanında insanlar kazanıma odaklanmış, sürekli olarak daha fazlasını isteyerek farkına varmadan kendisini köleleştirmiş. Milyarlarca yıl yaşındaki Güneş sisteminde gelişen primat türü Homo Sapiens’ler daha dün “komün” denilen birlikte yaşamı paylaşmışken, bugün bu hırs niye?

Kazanmak nereye kadar meşrudur?

Takip eden oldu mu bilmiyorum. Nisan ayında medya manşetlerden yayın yaptı. İnternet üzerinden soyunan kadın, 8 yaşındaki kız kardeşini de buna alet etti. Nedeni sorulduğunda ise; “para için” dedi…

Para için…

Postmodernizm işte budur. Liberalliği, muhafazakarlığı, milliyetçiliği menfaat için önce dar bir kalıba sokar, onlardan yararlandıktan sonra da yan cebinde saklayarak kullanıma hazır halde tutar.

Peki ya sol? Sol anlayış! içerisinde bunlardan etkilenen yok mudur?

Şu meşhur “liboş” tayfasından bahsediyoruz. Soldan sağa esen rüzgara ve paraya taparak şerefini pazara sunanlar var ya İşte onlar.Her ne kadar başka takımı tutsalar da onlar için güçlü olan haklıdır. Güçlerini güçlüden almak artık rutinleşir. Doğrudan saldırmazlar. Kıyıda köşede maskeleriyle gezerek kendilerini koruduklarını zanneder ve hedef olmaktan kaçmaya çalışırlar. Her ne kadar güçlüden yana olsalar da onlar için hedef olmaya değer bir şey de yoktur; yani! Bir çok şeyden vazgeçebilirler.

Şimdi diyeceksiniz;Akasya ağacı, postmodernizm, liboş tayfası… Ne alaka?

Hayatımızda bir çok şey var değerini bilmediğimiz ama kaybolduğunda farkına varacağımız…

En kaba haliyle: Kokusuz bir çiçek ile kokusuz bir ölüm gazının arasındaki fark nedir?

Elektriksiz bir evde televizyon olduğu halde maç izlememeye ne kadar alışabilirsiniz?

Ailesini geçindirmek için asgari ücret alan bir insanın çocuğunu maça götürmek için kaç ekmek feda etmesi gerekir?

9

Page 10: HT_dergi_19

Futbol sahasında ruhunu kaybetmiş sporcu, o ruhu nerede bulabilir?

Henüz hayatını, enerjisini ve ruhunu kaybetmemişler olarak bizim de bir çift sözümüzün olması gerekmez mi?

Ne için mi? Tabii ki ekmek ve gül için.

Beşiktaş’ımız iyi yönetilmiyor dediğimiz için bazıları sitem ediyor… Halbuki güç ve güçlü biziz. Bizler tıpkı şu akasya ağacı gibiyiz. Gölgemiz ve reçinemiz yetiyor bal yapmak için. Onlara da balı yemesi kalıyor.

Ha liboşlar mı? Onlar da binbir yalakalık yaparak kemikleri, artıkları kapmakla meşguller.

Hayat acımasız fakat biz acınacak durumda değiliz…

Bize düşen tek bir söz var : Onlar ürksün.

Tarlaya pancar ekerimYaz boyunca ter dökerim

Çayı şekersiz içerimHani benim şekerim

Bağlara çubuk dikerimÇubuktan üzüm keserimÜzümden şıra süzerimHani benim pekmezim

Güneşe pamuk atarımÇapada çıplak yatarım

Bulutu balyalarımHani benim göğneyim

Cehenneme ben inerimKömürü de ben sökerim

Kara kışta titrerimHani benim kömürüm

Yeter artık yeter beBu rezillik yeter be

Bu iş burada biter beGelsin benim de günüm

10

Page 11: HT_dergi_19

Feyyaz ya da Che…

Zeki Demirkubuz ya da Süleyman Seba…

Necip ya da Necip…

1993 yazıyla ilkbaharının birbirine teğet geçtiği “malum gün”… İnönü’ye gidemediysek tıpkı 1986 yazında tarihin en görkemli siyah-beyaz kalecilik performansıyla kazandığımız Zafer’de çocukken heyecanımızdan Zafer Öger abinin her bir kurtarışıyla kafamızı kalorifere vurup canımızın acısını asla hissetmediğimiz gün gibi… 

Victoria Kamhi-Joaquin Rodrigo

Tıpkı rahmetli babaannemin futbolun 11 kişiyle oynandığını bile bilmemesine rağmen 1982 yazında 15 yıl sonra gelecek şampiyonluğun gol duasına çıktığı günün ikiz kardeşi bir gün! Hatta ve hatta bizden yüzbinlerce kilometre uzakta başlayan Dünya Kupası’nın açılış gününde Deniz Gezmiş’in son isteğinde çalan âmâ gitarcı Rodrigo’nun eşi bayan Kahmi’nin açılış maçında

Nou Camp’a astığı uzak-yakın tanımayan Beşiktaş aşkının en güzelinin söze dökülmüş hali Katalanca pankarttaki gibi: “Aldırma gönül aldırma!” 

O büyük usta Edip Akbayram’ın, halkın has çocuğunun halkın selameti için haykırdığı ölümsüz nağmedeki “Aldırma gönül aldırma”…

15 gün arayla iki yaşayan siyah-beyaz efsane anlatmıştı: “Aldırmak mı, aldırmamak mı?” Önce o 1982’deki 15 yıllık hasreti golleriyle bitiren Ziya Doğan hocadan dinlemiştim:

“Beşiktaş önce Tezcan abi sonra da onun kardeşi Ercan’ın son maçtaki golleriyle kümede kalmıştı. Biz o zaman şimdiki A2 o zamanki PAF adıyla mücadele eden yavru kartallardandık. Maçlarımızı A takımdan önce İnönü’de oynardık. Bir keresinde biz Fenerbahçe’yi 3-0 yenmiştik ama bizden sonra A takımdaki ağabeyler daha 10. dakikada 2-0 yenik duruma düştüklerinde İnönü’den aynı hüzünlü nağmeler yükselmişti: ‘Aldırma Kartal aldırma, aldırma gönül aldırma!’ Ama o gün Serpil Hamdi Tüzün hocamız beni Rıza’yı Fikret’i alıp çıkış tüneline sürüklemişti. ‘Duyuyor musunuz?’ demişti hocaların hocası Serpil Hamdi Tüzün ‘Onlar aldırmasa da siz aldıracaksınız, siz bu takımın kaderini değiştireceksiniz!’ Tam da ‘Değiştireceksiniz’ derken Muhammed Ali gibi duvara okkalı bir yumruk atmış, bakımsızlıktan dokunsan bile dökülen badana ve duvar elinde kalmıştı. Beşiktaş’ta oynadığım her maçta Serpil hocanın o yumruğu ve o anda gözünden süzülen yaşlar hiçbir zaman gözümün önünden gitmedi. Bir keresinde iki ayak bileğim de davul gibi şişti ama ben o yumruğun ve gözyaşlarının izinde gram bile acı hissetmedim.” 

Serpil Hamdi hoca ise o gün duvara attığı yumruğu dün gibi hatırlıyordu: “Ajax’a gitmiştim. ‘Staj yapmak, başarınızın sırrını yerinde öğrenmek istiyorum’ diye. Kovacs ‘Tamam peki çılgın Türk’ demişti.

11

Page 12: HT_dergi_19

Sonra Ajax o sene Şampiyon Kulüpler Kupası’nı kazandı. Ben de diğer yarı final eşleşmesi sonucu Ajax’a rakip olacak takımlardan Derby County ile Juventus’un maçını izledim, notlar aldım ve Kovacs’a sundum. Ajax şampiyon olunca Kovacs beni buldu ve zorla para verdi ben istemesem de…

O parayla da bir daktilo alıp Beşiktaş kulübüne ‘Takımımız özkaynak-altyapı devrimiyle nasıl Türkiye’nin Ajax’ı olur?’ mealinde bir rapor yazdım. O zaman beni altyapıya teknik adam olarak kabul eden yönetici yıllar sonra asıl gerçeği kabul etti: ‘Hocam aslında sizden hiçbir başarı beklemiyorduk ama paramız yoktu sizin delice cesaretinizden dolayı sizi işe aldık. Siz ise makûs talihimizi değiştirdiniz, çok teşekkür ederiz!” 

Biz böyle “bir değişik” büyüdük işte.

Şimdilerde çalıştırdığı takımlara oynattığı ya da imkânsızlıklar yüzünden oynatmak zorunda kaldığı yavan futbolu boşverin, Ziya Doğan bizim siyah-beyaz kuşağın ilk futbol idolüydü! Onlar Anadolu’nun kavruk gençleriydi… Gümüşhaneli Ziya Doğan, Elazığlı Ulvi Güveneroğlu, Trabzonlu Ali Kemal, siyah-beyaz Beckenbauer Mehmet Ekşi ve diğer kulüp tarihinde yoklarmış, hiç olmamışlar gibi davranılan gerçek ötesi kahramanlar…

Ulvi Güveneroğlu demişken, genç arkadaşlarım not düşsün hatta herkese hatırlatsın isterim: 10 yıl oynadı Ulvi abi, 5 yıl şampiyon yaptı bizi… Tıpkı Kadir Akbulut gibi ve hatta 1995’te 11. şampiyonluğu da yaşatan Rıza Çalımbay gibi… Hayır, madem şimdi bizlere yutturulmaya çalışılan endüstriyel futbol kazığında tek geçer akçe şampiyonluk, alın o zaman size 10 yılda 5 şampiyonluk yaşatan üç kavruk tenli siyah-beyaz zanaatkârın sonsuzluğu! 

İkincilikleri saymıyorum bile, başına “şerefli” sıfatını getirmeme gerek bile yok… O Anadolu’nun kavruk gençlerine eklemlenen Serpil Hamdi Tüzün hocanın özene bezene yetiştirdiği Metin-Ali-Feyyaz-Rıza’ları izlemek en

büyük şerefti bizim için… Kim kazandıysa bana ne… Bize ne bir yerden sonra…

* * *

Biz sizlerden üstün değiliz, aramızda Turgenyev ustanın ölümsüz eseri “Babalar ve Oğullar”daki gibi bir kuşak çatışması yok…

Benim için tek kuşak var bir yerden sonra: Mesela değil ilk 11’i saymak futbolun 11 kişi bile oynandığını bilmeyen ama Dinamo Kiev’den 5 yediğimiz maçtan önce bile sonuna kadar inanıp dua eden babaannem, aynı gün 2 gün önce anjiyo olmasına rağmen yenileceğimizi hatta fark yiyeceğimizi bile bile hastaneden kaçan babam, Metin Ali Feyyaz Gül adını taşıdığı için bile yaşıtlarından 10 yaş yaşlı gibi davranma zorunluluğunu hisseden yeğenim, tıpkı bir sabahın köründe Süleyman Seba Caddesi’nde bana Feyyaz forması hediye eden adını bile bilmediğim simitçi abi gibi hepimiz bir kuşağız, bir aileyiz… Aileler dağılır hatta, biz başka bir şeyiz… Tıpkı rahmetli dedemin “Oğlum başka şeyler döner bu hayatta biz ne kadar çalışırsak çalışalım üst üste 4. sezon şampiyon olamayız, yapmazlar çünkü!” diye uyaran bilgeler bilgesi dedeme rağmen Ortaköy’e gittiğim o 1993 ilkbaharıyla yazının teğet geçtiği, hayatın gerçeğinde yaz gününde üşüdüğümüz o günkü gibi… 

O gün yine İnönü’ye gidememiştik… Tıpkı heyecandan takıma altın çağını yaşatmasına rağmen birçoğuna yerinde şahit olamayan Süleyman başkan gibi… Sanki onun öz be öz torunlarıymışız gibi…

Belki 16 yaşındaydık ama o belirsizlik ölümden bile beterdi… İlk 45 dakikada şampiyonluk yolundaki rakibimiz Zalad’ı beşlemiş, bunu duyan Recep Çetin abi maçın hemen başında sinirden oyundan atılmıştı…  Maçların bitmesine daha 10-15 dakika vardı… Zalad oyundan çıkmış ama Galatasaray çoktan 8.ciyi atmıştı bile… Bitiş düdüğünü beklemedik… O güne kadar “çalışan kazanır” sanırdık, hâlbuki futbol basbayağı yaşadığımız hayatın metaforuymuş…

Hatta sonradan anlayacağımız gibi kaleci ve insanlık taklidi Zalad neymiş ki siyaset, ekonomi başta olmak üzere yaşadığımız ülkenin her santimetrekaresine nüfuz etmiş hakiki Zalad’ların yanında? 

12

Page 13: HT_dergi_19

Ne mi yaptık?

Birbirimizi tanımasak da kardeşten de öteydik o gün hepimiz…

20-25 kadar Beşiktaşlı çocuk, son düdüğü beklemedik… Kendi idam sehpasını tekmeleyen Deniz Gezmiş misaliydik, büyük devrimcinin kim olduğunu bile bilmeden! Ortaköy iskelesinde başımıza Kenan Evren faşistinden beter dikilen pislik bekçiyi itip kendimizi boğazın sularına attık…

Hiç unutmam, yanımda suya dalıp çıkan çocuğun gözlerinin deniz suyu yüzünden değil basbayağı ağladığı için yaşardığını fark edince yeni doğmuş çocuk gibi ağlamıştım ben de… Belki bir maç süresi belki de daha uzun süre… Tek hatırladığım bulanık suyun dibinde çok rahatlamıştım o gün… Deniz yıldızları yoktu, hepsi Feyyaz abi, Metin abi ya da Rıza’nın asla Beşiktaş formasından çıkarılamayacak emeğiydi…

Çocuktuk işte hep de çocuk kaldık ya halen F7 formasıyla dolaştığımıza göre belki de geriye gittik zekâ olarak… Hatta bir yerden sonra zekâ meka bize ters bir kavram oluverdi çünkü yaşayan insanlar arasında Süleyman Seba’dan sonra Beşiktaş’ı en çok seven kişi olan Zeki Demirkubuz abinin evine ilk gittiğimizde de hüngür hüngür ağlamıştık dönüşte…

Nasıl ağlamaz ki insan böyle bir sevginin, aşkın gücü karşısında… Zeki Demirkubuz abinin “Kader”ini izleyip ağlamayan insan mıdır sahi, bence Kenan Evren bile değildir ama neyse!  

Zeki abi Beşiktaş’ı sevdiği kadar odunu bile sevse ağlatırdı bizi aslında…

Ama bizim âşık olduğumuza Türkiye insanının yüz akı Zeki Demirkubuz da âşıksa, hele hele gecenin üçünde onunla Necip Uysal üzerine konuşuyorsak bana hiç fark etmez! Ben her mayıs ayında 1993 mayısı gibi Ortaköy’ün bulanık sularına dalar, yanımdaki çocuk ağlıyor diye o pis deniz suyuna inat ağlarım… İsteyen hakkımda ne derse desin, ben cüzdanımda Beşiktaş’tan sonra hayatımda en sevdiğim varlıklar olan annem ve Senem hanımın resmi yerine Ronny Johnsen ve Stefan Kuntz’u taşıyor, her sabah kalkınca önce Süleyman Seba’nın portresi ve Zeki Demirkubuz’un “Kader” kitabını görüyorsam milyonlarca Zalad bile beni mutsuz edemez, asla da edemeyecek!

Feyyaz ya da Che! Süleyman başkan ya da Zeki Demirkubuz! Johnsen veya Kuntz! Şampiyonluk ya da 5.lik! Kesinlikle en iyi futbol yazarı yorumcusu olmak falan gibi bir derdim yok, değilim de hatta hiç istemiyorum da ama Beşiktaş’a olan aşkıma dil uzatan son salak gibi Beşiktaş aşkımdan gram şüphe duyana bin Cantona tekmesi, gram acımam!

Alın Demirörenist hedefleriniz sizin olsun, bana dedemin, Süleyman başkanın Feyyaz’ın hatırası 10000000000000 yıl yeter de artar!

En kötü gider yine Ortaköy’ün bulanık sularına bırakırım kendimi, deniz yıldızları yerine Metin Tekin’in siluetini görürüm!

Ali ECE

13

Page 14: HT_dergi_19

Futbol Sosyolojik Bir Kanıt mıdır (2)

Avrupa Birliğinin ve G8'in güzide semtlerinden biri olan İtalya’da, kendi Milli Takım maçlarında tribünlerine astıkları pankart olan 'Forza İtalia', Berlusconi'yi iktidara taşıyan partinin sloganı olmuştur. (ama tabii ki bunda Milan Kulübünün başkanı ve Lig yayıncısı şirketin hamisi olmasını dahil etmiyor değilim).  

Güney Avrupa’nın rönesans kentlerinden biri olan Livorno, tarihi ve kültürüyle sadece aristokrasiyi değil, 1921 yılında Antonia Gramsci'nin kuruculuğunu yaptığı İtalya Komünist Partisinin de doğduğu, liman işçileri ve yoksul insanları barındıran bir kent olmasıyla İtalya siyaset tarihinin tanığıdır. Aslında tüm bu siyasi ve sosyolojik doneler Livorno tribünlerinin farklı ve politik tavrının nasıl bir tarihten geldiğini anlamamıza yardımcı olacağını sanıyorum. İtalya’da Livorno harici endüstriyel futbola tavır koyan diğer sol tribünler Empoli, Modena ve Atalanta'dır.

Livorno

Livorno’nun yaşayan efsanelerinden olan, 2003-2004 İtalya Seri A'nın gol kralı, 1975 doğumlu Cristiano Lucarelli, kulübüyle olan bağı bir futbolcudan çok daha fazlası olan bir şahsiyettir. Kendisini transfer etmek istiyen Zenith klübünün milyonlarca Euro'sunu elinin tersiyle itip şöyle bir demeç vermiştir.

''Bazı futbolcular yarım milyona bir Ferrari ya da güzel bir tekne alırlar. Ben o paraya sadece bir Livorno forması satın almak isterim. Tüm beklentim ve isteğim bu.''

Bu tutku, hala bir takıma duyulan ve onun karşısındaki endüstriyel futbolun satın alamayacağı bir şey...

Lucarelli 99 no’lu formasını, Livorno’nun 1999 yılında kurulan ateşli tribün grubu 'Otonom Tugayları'na ithaf etmiştir. Öyle ki İtalya 21 yaş altı Milli Takımına çağrıldığında sahaya çıkıp golünü atar ve gol sevincini formasının altındaki Che resmini göstererek yaşar. Bu İtalya ve Avrupa futbol  kamuoyunu' na açık bir mesajdır.

Livorno sadece ideolojik bir tavır değildir!; küreselleşmenin karşısında ezilen dünya tribünlerinden sadece bir tanesidir. Berluconi'nin siyasi hegomanyasına, karşı astıkları pankartlarla sömürüye ve faşizanlığa bir tavırdır.

Faşist diktatör Mussolini'nin adının Lazio Kulübüyle anılması bir rastlantı değildir. Bu kulübün tribünleri faşizan ırkçı söylemleri ve bazı futbolcularının neo-nazi selamıyla taraftarını selamlaması veya Afro-İtalyan Boletelli’nin İtalyan Milli takımında oynamasının tartışılması, tamamiyle 'beyaz ve katolik İtalyan’ların' gündeminde olmaması geren şeylerden bir tanesidir. 

14

Page 15: HT_dergi_19

Ve ne yazık ki ırkçılık Avrupa futbolunun kalbine kadar inmiştir. 'Medeni Avrupa', tribünlerindeki bir çok olayı vandalist ve holigan gibi nitelendirmelerle örtmeye çalışsa da bu gittikçe büyüyen bir sorundur. Marka değeri en üst düzeyde olan İngiltere Premier Lig ve İspanya La Liga aynı sorundan muzdariptir. ( adı tanıdık bir çok futbolcu ve tribün ırkçılık soruştumalarına muhatap olmuşlardır )

'Ezilen' tribünlerin faşizanlığa ve futbolun derebeylerine kafa tutması elbette ki Livorno’yla sınırlı değildir. St. Pauli 1910 yılında kurulmuştur. Tarihine baktığımızda üst sınıf Hamburg ahalisinin kent dışına atmaya çalıştığı veya görmezden geldiği, dışlanmış bir kenar mahalle semtidir. Yoksulların, denizcilerin, göçmenlerin uğrak yeri olan pub'ları ve genelevleri ile günümüze ulaşmış, klasik bir eski çağ Avrupa kenti fakat bu futbol kulübüyle ilgili bir manşet atmaya gelince her şey çok farklı çünkü dünyada endüstriyel futbola karşı duran en sağlam barikatlardan birisidir St. Pauli. Halen Bundesliga 'da mücadele eden bu kulüp tüm Almanya’da 'ötekilerin takımı’ olmuştur.

 

Egemen toplumun tüm değerlerine inat, futboldan anlamadığını itiraf etmek bir kenara, eşcinsel olduğunu saklamayan bir kulüp başkanına sahiptir. İşçisi, patronu, sanatçısı, mühendisi, punk’çısı, gay'i ve sokaktaki garibanına kadar değişik sosyal katmanlardan, alt ve üst kültürden örnekler bulabileceğiniz bir sosyolojik kütüphanedir tribünleri. 

22.500 kişilik Millerntor Stadyumu, Almanya’nın diğer tribünlerine inat, Neo-nazi barındırmayan, 'birbirlerini farklılıklarıyla seven' bir mabettir. Tribün pankartları korsan kuru kafası, Che, Marx sembol ve resimleriyle donatılır. Hatta Solingen Katliamından sonra, ‘’Faşitleri S… Edin Biz Hepimiz Kardeşiz’’ pankartları asılmıştır. İnsan olmanın dünyada en büyük ve evrensel değer olduğunu gösterenlerin yeridir orası.

Dünyada endüstriyel futbolun giderek tırmanan terörü etkisindeki bizler şunu iyi anlamalıyız ki futbol, ona tutku ve anlam katan tribünleriyle güzel ve dünyadaki her tribün kendi tarihinde saklı, sosyolojik bir serüvendir.

[email protected]

15

Page 16: HT_dergi_19

"Beşiktaş amatör branşlardan çekilsin" diyenler…

Sadece futbol takımının formasında ter olmaya gelenler

 BUNLARI BİLİYOR MUYDUNUZ?

Amatör branşlarda bu yıl Beşiktaş için işler yolunda gitmedi. Uzun vadeli planlar dahilinde gerçekleştirilmeyen yatırımlar sadece günü kurtarmaya yetiyor; bazen ise kurtaramıyor. Beşiktaş’ımız voleybol erkeklerde ikinci ligin yolunu tutarken, kadınlarda da zirveden uzak kaldık. Kadın baskette ezeli rakiplerin gerisinde kaldık. Erkek baskette Ergin Ataman ile canlandık biraz, heyecan geldi en azından.

Hentbolde ise yıllardır süren başarı devam ediyor, takımımız yine şampiyon oldu. Tribünler ise bildiğiniz gibi, amatörde, yani genelde olduğu gibi boş ancak erkek basketbol takımında işler iyi gidiyorsa önemli maçlarda doluyor. Hentbol maçlarında Son Barikat Beşiktaş gibi taraftar gruplarımız desteği esirgemiyor ama genelde Beşiktaş taraftarı desteği esirgiyor onur mücadelesi veren spor emekçilerinden.

Kısacası Beşiktaş taraftarı, sadece futbol takımının “formasında ter olmaya” geliyor. Hatta desteği vermedikleri gibi, alınan her kötü sonuçta, “Beşiktaş amatör branşlardan çekilsin, futbola ağırlık versin” gibi bir söyleme, basitçi bir anlayışa sığınıyor bazı renktaşlarımız. Koca bir tarihi bir kalemde silmek onlar için çok kolay oluyor.

Oysa ki Beşiktaş sadece bir futbol külübü değildir. Hiçbir zaman böyle olmamıştır. Beşiktaş tüm Türkiye’ye ve Türkiye dışındaki de tüm sevdalılarına mal olmuş bir spor kulübüdür. Beşiktaş basketbolla da, hentbolla da, jimnastikle de, atletizmle de, voleybolla da, masa tenisiyle de, engelli basketboluyla ve tüm spor dallarıyla Beşiktaş olmuştur, olmaya devam etmektedir ve olacaktır da.

Gelin Beşiktaş’ın futbol dışındaki branşlarda da “Şanlı,” Şeref”li tarihinden birkaç kesidi birlikte okuyalım; bunları biliyor muydunuz diyerek bazı dostlara…

- Hentbol şubemiz 1978’de kuruldu. Şu anda 4 şampiyonluğumuz bulunuyor. Yıllardır yenilmez armada konumundayız. 2006-2007 sezonunda namağlup şampiyon olan Beşiktaş, hentbol sporunun Türkiye’deki öncüsüdür. Bu yıl da 5. şampiyonluğu kazandık.

16

Page 17: HT_dergi_19

- Beşiktaş’ta kadınlar voleybol faaliyetleri 1923’de başladı.Voleybolda sponsor destekli başarılardan çok önce, Avrupa Konfederasyon (CEV) Kupası’nda 2000-2001 sezonunda Beşiktaş bayan voleybol takımı Final-Four oynamıştı. Aynı yıllarda Eczacıbaşı ile zirve mücadelesine de girilmişti. 2004 sezonunda Beşiktaş Şampiyonlar Ligi’ndeydi. Maddi yetersizliklere rağmen her yıl ilk 8 içinde yer alıyorlar. Beşiktaş erkekler voleybolda faaliyetlerine de 1923’de başladı. Gelgitli yıllar halen sürüyor.

* * *

- Tekerlekli Sandalye Basketbol takımımız, üç büyükler arasında, Türkiye’de bu alanda ilk kurulan takım (2003). İlk iki yılımızda ligde ardarda şampiyon olduk. Bu branşta Şampiyonlar Ligi final maçlarına Akatlar’da ev sahipliği yapmıştık. Ligde yıllardır Galatasaray ile çekişen takımımız, Avrupa Andre Verweugen kupasında iki yıldır büyük başarılar yakalıyor.

* * *

- Erkek basketbolda 1975 yılında şampiyonluğu elde ettik. O günden bu yana şampiyonluk özlemindeyiz ama bu süreçte Beşiktaş hep zirvenin yakınındaydı. ULEB CUP ve Koraç Kupası’nda çeyrek final başarıları geldi.

 - Erkek basketbolda ULEB CUP’da, eleme gruplarında Beşiktaş, 10’da 10 yaparak Avrupa Kupaları tarihine geçti. Aynı sezon parasal sıkıntılar ve takım içi huzursuzluklar elimizden Avrupa şampiyonluğunu kaçırmamıza neden oldu.

Şampiyon takımımız (1975)

- Bayan basketbolda üç şampiyonluğumuz var. Eurocup’da 2006 yılında çeyrek final oynarken, bu branşta Şampiyonlar Ligi’nde de mücadele ettik. Önemli genç sporcuları bu branşta yetiştiriyoruz.

Nice başarılar, nice hüzünler, nice sevinçler, kederler. Binlerce spor emekçisi. Amatör branşlardaki tarihimizle de hep övünelim ve yönetimler üstünde baskı yaratalım ki amatör branşlarda kalıcı başarılar elde edebilecek, sadece sponsor desteğiyle değil özkaynaklarla da kartalın hep zirvede yer alabileceği yapılar kurulsun.

17

Page 18: HT_dergi_19

BU YAZI SİZE… (ÖVÜN BEŞİKTAŞLI ÖVÜN)Sevgili Beşiktaşlılar, Kara Kartallar… Hepinize kucak dolusu sevgilerimle merhaba diyerek, kavlimce kelamımı paylaşmak istiyorum, yüksek müsaadenizle.

Evet, bir sezon daha gelip geçti. Çoğu zaman takımımızın siyahını yaşadık bu yıl, üzücü olaylara tanık olduk ama yılmadık. Hep omuz omuza birlikte hareket ettik ve bugün yüzümüz de az da olsa tebessüm olmasını sağlayan Türkiye kupasını ülkenin dört bir yanından ve farklı ülkelerden gelen Beşiktaşlılarla birlikte, pastırma cenneti kayseri’ de hep birlikte aldık. Ayrıca tüm kupalara ambargo koyan hentbol takımımızı da canı gönülden tebrik ediyorum.

Maç öncesi İstanbul belediye tribününün satılmayan biletlerinin bize tahsis edilmesi konusunda yoğun girişimlerimiz oldu. Emniyetin güvenlik gerekçesi ve İBB kulübünün taraftar üstünlüğünün zaten Beşiktaş’ta olduğunu iyi bildiklerinden kendi tarafındaki biletleri kesinlikle satmayacağını açıklaması üzerine sonuç alamadık. Oradaki kardeşlerimizin bizi dışarıda bıraktınız sitemlerine karşılık bunu açıklama

gereği duydum. Keşke elde daha çok imkân olsaydı.

Son bir haftada Bursa deplasmanı, İBB kupa maçı, hentbol, basketbol ve son olarak Eskişehirspor maçı için BJK İnönü’ deydik Bizim canımız gidene kadar bu formanın arması uğruna gücümüz nispetinde abilerimizin izinden gitmeye devam edeceğiz. Bu yıl tüm deplasman maçlarına ve hentbol ile basketbol başta olmak üzere amatör branştaki tüm maçlara giden tüm karakartalları yürekten tebrik ediyor, bunun artarak devamını canı gönülden diliyorum.

Arkadaşlar, görülmeyen ama ileride tehlikeli olabilecek bir konuyu sizlerle paylaşmak istiyorum. Şimdi hepimiz aynı renklere gönül vermiş kişileriz. Konum olarak farklı tribünlerde olsak da, semtlerimiz farklı olsa da tribünümüzün geneli Çarşıdır. Ancak içimizde irili ufaklı oldukça fazla gruplar da var. Her 50 kişiyi veya 100 kişiyi toplayan benim bestem bağırılacak, benim dediğim olacak derse, ileride deplasman olsun, iç saha olsun kargaşadan işler ilerlemez bunu bilesiniz. Orduda komutan ne kadar önemliyse asker de o kadar önemlidir.

Bu tribünlerin böyle büyümesinde en büyük unsur ağabeylerin birbirlerine olan bağlılıkları, Beşiktaş sevgileri, büyüklerine olan saygıları ve küçüklerine olan sevgileridir. Arkadaşlar bunu bilerek yeniden tribünümüz gözden geçirilmeli ve bu sağlam temelin daha sağlamlaşması için semtleri, irili ufaklı grupları kaynaştırmalı, Çarşının ‘Ç’ sinden başlayarak neyin ne olduğu iyice anlatılmalı ve ünü yedi düvele ulaşmış bu tribünlerin daha da sağlam temeller üzerinde yürümesi sağlanmalıdır. Bu da benim naçizane önerim; iki büyük abiyle muhabbet eden, iki isim ezberleyen, kendini diğerlerinden farklı görmemeli. Benim düstürümdur ki sete çıkıyon hey amigo Mustafa ancak önemli olan setten indikten sonra sevilip, sayılmandır bunu unutma… Ben de buna dikkat ediyorum. Önemli olan budur benim için. Amacım da ölümlü dünyada kimseyi kırmamaya dikkat ederek, sevgi ve saygı çerçevesinde; 15 yıl şampiyonluk görmeden nasıl abiler Beşiktaş’ ın peşinde koşmuş iseler, biz de en azından karınca misali su taşımaktır bu yolda. Bunu yapmaya gayret

18

Page 19: HT_dergi_19

ediyoruz kavlimizce ve gücümüzle. Hayatın anlamı bizim için sadece Beşiktaş.

Boyalı basın bizi şampiyonluklarımızda bile arka sayfalardan verirken, tabiî ki çok da iyi olmadığımız zaman daha da az yer verecektir. Hem medya ortamında hem de lobi anlamında Beşiktaş’ ın daha da güçlenmesi ve bunların uygulanabilir hale gelmesi, yani Beşiktaş’ ın hakkının yenmemesi için Üniversiteli Kartallar başta olmak üzere, imkânı olan tüm genç kartallardan bir ricam var. Güzelce okusunlar, iyi yerlere gelsinler. Hakem olsunlar, federasyonda yetkili kurullara girmeye çalışsınlar. Bunları Beşiktaş’a basit penaltılar çalmak veya kupalar kazandırmak için değil, Beşiktaş’ımızın hakkının yenmemesi için mücadele edecek birileri olsun diye istiyorum.

Bir de BJK TV’ miz vardı ya hani eskiden, Erdem Ulus ve 5 kişiyle yürüyen TV’ miz. Şu an için varlığı yokluğu belli değil, hiçbir ağırlığı yok. Acaba kendi içimizden çıkan Erdem Ulus’ a daha fazla sahip çıkmak gerekirdi de biz mi yeterince yapamadık acaba diyorum. İlgilenenlerin bilgisine…

Biz Beşiktaş’ın renklerine aşığız. Beşiktaş’ın asaletine hastayız. Beşiktaş’taki ağabeyliğin, dostluğun, kardeşliğin, birbirine yaklaşımlarına hastayız. Birine bir şey olduğunda kendi canı yanmışçasına kardeşine yardıma koşmasına hastayız. Tribünlerindeki coşkusuna, semte olan bağlılığına hastayız. Sonuç ne olursa olsun arka plan yapmayan, gerekirse canını arma aşkına veren kişilerin oluşturduğu topluluk olduğu için Beşiktaş’a hastayız. Yerinde slogan üretebilen,

birbirlerini çok iyi tanıyan, sahadaki 11 gibi tribünlerin çoğunu sayabildiğimiz için hastayız.

Bize saldırmayana saldırma huyumuz olmadığına hastayız. Ülke ve dünya gündemini en yakından takip eden, gündeme bomba etkisi yapan pankart ve besteleri ürettiği için hastayız.

Kimseye tepeden bakmayan bir takım olduğu için Beşiktaş, Şerefiyle oynayıp, Hakkıyla kazanılmayan kupa alınacaksa alınmasın deyip, gerekirse mahalli ligde oynamayı şiar edinmiş olmaktır Beşiktaşlılık.

Halktan yana, ezilmişten yana, mağdur olandan yana, haksızlığa uğramış olandan yana olduğu için Beşiktaş. Sevgi ve saygının anlamı olduğu için Beşiktaş. Kimse anlayamaz bu aşkı.

Sürçü lisan ettiysek affola…

19

Page 20: HT_dergi_19

Çarşı’ nın lakapları

Selam olsun tüm Beşiktaşlı kardeşlerime ve abilerime. Öncelikle kendimden bahsedeyim; ben oğuz akman, nam-ı diğer Çiftdiş Oğuz. Semtteki lakabım budur.

1969'da İstanbul’un tek erkek semti olan Beşiktaş’ta, eski adıyla Spor caddesi, şimdilerde Süleyman Seba caddesinde 81 numaralı evde dünyaya gelmişim. Çocukluğumuz şimdi Şairler parkı olarak bilinen Valideçeşme parkında

geçmiştir. Bana neden Çiftdiş derlerdi önce onu anlatayım sonra da hatırlayabildiğim kadarıyla diğer arkadaşlarımın lakapları neden konmuştur onu anlatmaya çalışayım.

Kardeşim Yavuz’un lakabı Tekdiştir. Biz daha 13-14 yaşlarındayken, kardeşimle bizim oturduğumuz evin arka tarafındaki bahçede oynardık hep. Bir gün kardeşim bahçenin duvarına çıkmıştı ki yerden yaklaşık 2-3 metre kadar yüksek bir duvar. O incecik duvarın üstünde yürümeye çalışırken birden ayağı kaydı. Düşerken bastığı taş oynuyormuş, kardeşim sırtüstü yere düştüğünde o taş da direk suratına düştü ve ön dişlerinden biri kırıldı.

Olaydan sonra bahçeyi bırakıp semte, hamamın köşeye inmeye başlamıştık. Kardeşime ilk tekdiş lakabını takan Sarı Murat’tır. O günden beri kardeşimi kimse adıyla değil lakabıyla çağırır olmuştu. Bana da o zaman onu Tekdiş diye çağırıyoruz bari senin de lakabın Çiftdiş olsun dediler ben de tamam dedim; öyle kaldı.

O zamanlar zaten herkes lakaplarıyla meşhurdu. Hatırlayabildiklerimden bazılarını sizlere anlatmaya çalışayım. Mesela Sarı Murat’ın saçları sapsarı olduğu için sarı lakabını almıştır. Upuzun boyundan dolayı Erol’a Deve, Hal ve tavuırlarıyla o zamanların İnci Babasına benzeyen Selim’e İnci Baba denirdi. Ergin’e neden çene denirdi? Çok konuştuğu için ve hep makara yaparak konuştuğu için çene denirdi.

Deve Erol - Yumurtakafa Yılmaz - Çene Ergin - Sarı Cem

Diğer arkadaşların da hep buna benzer nedenlerle edindiği birer lakabı olmuş ve hep o lakaplarıyla anılır olmuşlardır. Aklıma gelen bazıları şunlar;

20

Page 21: HT_dergi_19

Romanlara benzediği için çingene Erol, Spastik hareketlerinden dolayı spastik Erol diyerek Erol’lar birbirinden ayrılmıştı. Burnunun ucu kıpkırmızı olduğu için Metin’in adı Kırmızıburun’dur. Şu an Almanya’ da yaşayan Engin Er ismindeki arkadaşın yana doğru açılan ağzı nedeniyle adı Kayıkağız olmuştur. Öküze benzeyen kafasından dolayı Öküzkafa Ömer’i şu anda Bodrum’da yaşayan bir başka Ömer’den, arap olduğu için ona da Arap Ömer diyerek ayırmıştık.

Denyo denyo hareketlerinden dolayı Yılmaz’ın adı Denyo Yılmaz’dır.

Gözlerinin altı belki bir rahatsızlığından dolayı sürekli mor dolaştığı için Selçuk oldu Morgöz Selçuk. Cengiz hayatta hiçbir işe telaş etmezdi. Kavgaya gitsek bile aynı ölü gibi gibi giderdi. O yüzden aramızdaki adı Ölü Cengiz oldu.

Aramıza yeni katıldığında Ankara’dan gelmişti ve aslen de Ankara’lı oldugu için, bir de rahmetli cüce Ayhan’la isimleri aynı olduğu için birbirlerinden ayırabilmek için ona Ankaralı Ayhan denirdi.

Doğuştan beden özürlü olduğu için Cüneyt’e çolak Cüneyt, Kabataş Erkek Lisesinde okuduğu için de Hakan’a Kabataş Hakan denirdi. Çoğunuzun tanıdığını zannettiğim Erdal Kara'nın lakabı da marlo Erdal’dı. Kendisinde aynı

Marlon Brando’nun hareketleri olduğundan adı Marlo Erdal kaldı..

Şevşek Ali’ye neden Şevşek denirdi? çünkü ‘S’ harfini sürekli ‘Ş’ gibi kullanırdı da o yüzden.

Şimdi de aramızda olmayan arkadaşlarımızın lakaplarından bahsedelim biraz öncelikle hepsi nur içinde yatsın inanın hiçbirini unutmuş değiliz ve hepsi kalbimizde yaşıyor.

Kısa boyu yüzünden cüce Ayhan, kızlarla konuştuğunda yanakları pembe

pembe olduğundan pembe Hasan. Çocukluğunda kullandığı kalın camlı gözlükleri yüzünden de Optik Mehmet. Tümü nur içinde yatsın…

Şimdilik hatırladığım lakaplar bunlar. ama sizlere şunları da söyleyeyim, bu lakaplarıyla isimlerini saydığım abilerinizin arkadaşlıkları ve dostlukları dünyadaki hiç bir insanın dostluğuna ve arkadaşlığına benzemez o zamanlarda bir tek bildiğimiz bir kelime vardı; birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için… Biz böyle Beşiktaşlıyız… Bizler böyle sevdik semtimizi.ASLOLAN HAYATSA HAYAT DA BEŞİKTAŞ

21

Page 22: HT_dergi_19

Nükleer enerji, nükleer santraller ve alternatif enerji kaynaklarıNükleer enerji ve santralleri üzerine sürdürülen tartışmalar yıllardır kafamızı karıştırır durur. Kimimiz yekten karşı çıkarken kimimiz artan enerji ihtiyacı nedeniyle istemeye istemeye olabileceğini düşünür. Bazılarımızın ise kafası tamamen karışmıştır. Olmasın tamam ama neden olmasın? Çok önemli bir enerji kaynağını her şeye rağmen reddetmek ne derece doğrudur? Ya da; Sahiden nükleer enerji kaynakları çok önemli kaynaklar mıdır yoksa bilmediğimiz başka şeyler var mıdır bu işin ardında.

İşte tüm bu soruların yanıtlarını soracak birini bulduk ve yapıştık yakasına. Profesör Dr. Alexander Kollmann… Bütün Avrupa onu bu isimle biliyor ama kendisi aslen Kayseri’li bir Anadolu çocuğu Ali Kaya…

Almanya’da Kayseri’li bir işçi ailesinin çocuğu olarak başladığı ilk eğitimi sırasında olağandışı zekası öğretmeninin dikkatini çekince ailesinin rızası alınarak bir Alman aileye evlatlık verilmiş. Alman vatandaşı olarak aldığı eğitim sonucu Frankfurt Goethe Üniversitesinde öğretim üyeliği yaparken öte yandan nükleer fizik ve biyogaz sistemleri üzerinde yaptığı buluş ve araştırmalarla dikkatleri çekmiş. Bir takım sebeplerle yeniden Türk vatandaşlığına geçerek eşi ve çocuklarıyla birlikte Ankara’ya yerleşerek Enerji Bakanlığında uzman olarak çalışmış ancak ilke sorunları nedeniyle her işi bırakıp bir sahil kasabasına yerleşmiş sıra dışı bir tip Prof. Dr. Alexander Kollman; yani bizim Ali Kaya…

Kendisi bildiğimiz standart profesör tiplemesinden çok farklı ve bir o kadar samimi biri. Prof. Kollmann olarak karşılaşmamız muhtemel surat(sızlık) tan bizim Kayserili Ali

Kaya yaklaşımıyla rahat rahat kahve muhabbeti yaptık o da aynı şekilde cevapladı.Şimdi bu sıra dışı hocayla yaptığımız sohbeti sunuyoruz.

Ali Hocam, şu nükleer santral dedikleri şey nedir, nasıl çalışır? Bize anlayacağımız dilden bir özet geçsen.

Dünyada nükleer enerjinin santral kurularak sanayide kullanılması fikri ilk olarak sanayi devriminin beşiği İngiltere’de doğdu, Kraliçe 2. Elizabeth’ in talimatıyla da hayata geçirildi. Kraliçeye konu hakkında bilgi veren sermaye çevreleri ve siyasetçi tayfasının argüman olarak sundukları şey şuydu; Elektrik üretiminde zaten binlerce kişiyi çalıştırıp dünyanın masrafını yapıyoruz. Bir de sadece elektrik sayaçlarını okumak için her eve memur gönderip onca para vereceğimize nükleer santral kurup ucuz elektrik üretiriz ve büyük karlar elde ederiz, İngiltere’de uçar dediler ama işin aslı tam tersiydi. Bu işten büyük kazanç sağlayacakları kesindi ama ürettikleri ucuz! Enerjiden dolayı değil. Asıl karlar ürettikleri teknolojiyi satarak elde edilecekti.

Bir de işin bir başka yüzü daha var ki asıl önemli olan da budur. Nükleer silahların başlıkları belli bir süre sonra yenilenmek zorundadır. Bu da son derece masraflı bir iştir. Oysa nükleer santraller kanalıyla zenginleştirilen uranyumun kullanılması sonucu çıkan malzeme dönüştürülerek nükleer silah endüstrisine çok ucuz bir kaynak sağlamakta. Bu da yan ürün gibi görünmesine karşın asıl amacın bu olduğuna dair yeterli ipuçlarını veriyordur. Yani ucuz elektrik enerjisi üretmek işin paravanından ibaret bir palavra.

Gelelim soruna. Zenginleştirilmiş uranyum çubuklarının uçlarını füzyonla ısıtıyorlar ve birbirine sürtüyorlar. Çıkan muhteşem enerjiyle (binlerce santigrad derece) borulardan geçen yağı ısıtıyorlar. Bu çok yüksek derecede ısınan kızgın yağ ile (yağ kaynamaz, ısınır) boruların geçtiği tanklardaki suyu anında buharlaştırıp elektrik üreten türbinleri çalıştırıyorlar; hepsi budur. O santral bacalarından çıkan yoğun su buharının nedeni budur. Az da olsa radyoaktif bir

22

Page 23: HT_dergi_19

buhardır ama kimse üzerinde bile durmaz bunun o ayrı mesele.

Bu zenginleştirme denilen işlem nedir? İran sürekli bu nedenle suçlanıyor mesela ama biz bunun ne demek olduğunu anlamıyoruz. Rafine etmek gibi bir şey mi?

Aynen öyle. Uranyum madeni yüksek basınçla imal edilmiş, üzerinde çok ince delikleri olan seramik kaplar içerisine konuluyor. Bu kaplar 3600 derece ısıtılarak saniyede binlerce devirlik bir hızla döndürülüyor. Bu işlem sırasında oluşan merkezkaç gücüyle seramik kabın iç çeperlerine doğru hızla savrulan uranyum elementinin gereksiz kısımları seramik yüzeyine kuvvetle tutunabiliyor ama en saf haldeki uranyum ince deliklerden dışarı geçiyor. İşte zenginleştirilmiş uranyum dedikleri bu saf parçalardır. Çok büyük miktarlardan çok az saf uranyum elde edilebildiğinden bu iş için çok yüksek miktarda uranyum elementi ve de çok fazla zaman gerekmektedir.

Peki bu işe yaramayan atıklar tehlikeli midir?

Elbette tehlikelidir. Zenginleştirme işleminden ortaya çıkan atıklar da tehlikeli miktarlarda radyasyon içerirler. Öyle torbaya koyup çöpe atamazsınız.

Peki uranyumu zenginleştirip uranyum çubuklarını elde ettik. Sonra bunları kullandık ve bitti. Ne oluyor o kullanılan çubuklar?

Dünyada kullanılmış uranyumu tekrar çevirip kullanılmaya hazır hale getirebilen teknolojiyi bugün Fransa, İngiltere ve Rusya en yetkin olarak kullanabilmektedir. Bu çok maliyetli bir işlemdir; şöyle ki örneğin Fransa bir tonluk bir kullanılmış uranyum atığını 1.5 milyar Euroya tekrar kullanılır hale getiriyor. Ortalama bir santral yılda 6-7 ton kadar uranyum çubuğunu kullandığı hesabından hareketle bu çok karlı bir iş görüldüğü üzere. Ya da kurşun kaplara hapsedip beton bloklara gömerek de saklayabilirsiniz ama yıllar içerisinde radyoaktivite kurşunu bile parçalayıp zamanla açığa çıkar. Okyanuslar da böyle mahvediliyor zaten. İşte bu yüzden Fransa’da bugün nükleer ile ilgili konularda tam bir serbestlik mevcut. Nükleer enerjiyle ilgili herhangi bir çalışma, araştırma ya da deney yapacağım deseniz en ufak bir engelleme olmadan istediğiniz gibi çalışabilirsiniz. Sanki kutsal bir dokunulmazlığı var bu konunun.

Karşı çıkan olmuyor mu?

23

Page 24: HT_dergi_19

Olmaz mı mutlaka var ama onlar da teknoloji karşıtı ve hatta vatan haini olarak aşağılanıyor, teşhir ediliyor ve cezalandırılıyorlar.

Peki o zaman biz ne halt etmeye nükleer santral kuracağız diye yırtınıyoruz hocam? Türkiye bu işi yapabilir mi? Yaparsa niye yapar? Ne çıkarı var bu işten?

Türkiye bunun teknolojisini ne üretebilir ne satabilir ne de bu işi kıvıracak yeterlilikte teknik eleman kadrosuna sahip. Bu iş öyle bina inşaatı, gökdelen, stadyum yapmaya benzemez. Milimetrik hatalar büyük facialara yol açar. Örnek vermek gerekirse;

Isıtılan yağlar özel borulardan geçerek kalorifer gibi suyu buharlaştırmak için kullanılıyor demiştik. İşte bu radyoaktif yağlar içinden geçtikleri boruların yapısındaki karbon moleküllerini yakar. Bunların soğutma sistemleriyle sürekli kontrol edilmesi ve belli bir aşamada yenilenmesi lazımdır, yoksa patlarsa büyük nükleer felaket olur. Şu sıralar Japonya’ da olan bu işte. Soğutmak için deniz suyu kullanıyorlar ama bu büyük bir saçmalıktan başka bir şey değil. 10 katlı binayı bir bardak suyla söndürmeye çalışmakla aynı şeyi yapıyorlar.

Peki bunlar salak mı hocam?

Değiller elbette. Nükleer santrallerin işletmesi tüm dünyada özel sermayenin elindedir ve bu işleri yapan şirketler kar hırsıyla mesleğine fazla düşkün mühendisleri hiç tutmazlar. Sorumluluk sahibi bir mühendisin güvenlik için dayattığı önlemlerin yüksek maliyeti nedeniyle göz ardı edilmesi, güvenliği bir yerde Allaha emanet ederek ucuz iş yapmak bugün bütün dünyanın sorunu. Bir de bizde bu yanan boruları yenilemek için hurdacılar arasında ihale açılabileceği ihtimalini düşünürsek işler ne hale gelir düşünün.

Peki bizde neden nükleer santral yapılması bu kadar ısrarla dayatılıyor?

Öncelikle uluslar arası büyük sermaye ve yerli işbirlikçileri tarafından yürütmeye yani hükümete yanlış bilgi veriliyor. Başbakan ya da Enerji

Bakanının bu işleri bilmesi beklenemez ama ona gerçekleri anlatacak kişiler de yanlarına yaklaştırılmaz. Ayrıca bu çıkar ağının içerisinde kimin nerede olduğunu da dışarıdan bilmek imkansız tabii.

Verilen brifinglerde söylenenler aşağı yukarı şudur; Çok ucuza elektrik üreteceğiz. Sanayiyi elektriğe boğarız. İdarenizdeki ülke uçar gider vs.vs. Oysa nükleer enerji kullanarak üretilen 1 Kw elektriğin maliyeti 1.28 kuruşa geliyor. Basit bir hidroelektrik santralinde 1 Kw elektrik sadece 6 kuruşa üretiliyor.

Peki hocam diyelim ki santrali kurduk. Bu santralin ömrü ne kadardır?

Bir nükleer santralin ömrü ortalama 20 senedir. 6 milyara kurduğun bir santralin işi bittiğinde sökülmesi gerekir ki bu işin maliyeti 30 milyarı geçer. Maliyeti artıran unsur santralin tüm hurdasının radyoaktivite içeriyor olması ve güvenlikli bir şekilde yüzbinlerce yıl saklanabilmesinin sağlanması gereğidir.

Radyokativitenin organizmaya zararı nedir?

Radyoaktivite vücuda girdiğinde ne kadar karbon molekülü varsa onu değiştirmeye uğraşır. Bilindiği gibi karbon maddenin temel yapıtaşıdır. Değişen maddenin bozulan programı onun tüm dengesini altüst ederek mutlak ölüme yol açar. Aktarılan bozunmuş moleküller ise sonraki nesillerin onlarca yıl boyunca yapılarında mutasyona yol açar. Bildiğimiz kanser yani.

Bu santralleri özel şirketler işletiyor dedik. Peki kuruluşunun 5 katı söküm maliyeti olan bir işin altına neden girer ki sermaye?

Şimdi bu iş şöyle oluyor. Santraller devletler tarafından kuruluyor ama işletilmesi işi şirketlere veriliyor. Santralin Ömrü bitiyor ve hurdayı devlet kaldırmak zorunda.

24

Page 25: HT_dergi_19

Nasıl yani?

Şöyle, Santralin ömrünün bitmesinden aşağı yukarı 1 sene önce santral minik bir paravan şirkete satılıyor. Yıl sonunda o paravan şirket söküm işini beceremeyip (haliyle) bilançosunda iflas gösterince cenazeyi kaldırmak mecburen! devlete düşüyor. Bu iş her gelişmiş ülkede böyledir. İşin karı sermayeye aktarılır ve esas borç bu katakulliyle devlete yani bize yüklenir. Bir küçük santralin kapanması 36 milyar Euro’ya patlıyor diyeyim de durumu anla artık. Çernobil’i biliyoruz, şimdi Japonya’daki de patladı. Peki onca nükleer santralin olduğu Avrupa ülkelerinde neden bu tür kazalar olmuyor?

Olmaz mı? Orada da oluyor. Almanya’da kaçak olmuyor mu mesela, oluyor ama saklanıyor. 1992 de bir bölgede kanser vakaları aniden artıverdi. Meseleye uyanan bölge halkı büyük bir ayaklanma başlattı ve bastırıldı. 10 yıl sonra ise mutant bebekler doğmaya başlayınca araştırmalarda bu iş ortaya çıktı ama olayı deşifre eden gazetecileri hapsettiler, fizikçileri işten çıkarıp seslerini kesmeyi sağladılar.

Yani nükleer santrallerden ucuz enerji üretmek hikaye. Tek amacı kar ve nükleer silahların yenilenmesi için ucuz kaynak yaratmak diyorsun.

Başka hiçbir nedeni yok. Bizde de bu santraller yapılacak; imzalar falan atıldı. Şimdi kamuoyu yaratılmaya çalışılıyor hepsi bu. Peki kim yapacak dersen Rusya ile Japonya yapacak. Bunu engellemeye hükümetlerin gücü yeter mi? Yeter ama yapmazlar. Büyük çıkarlar söz konusu. Eğer bu iş yapılacaksa ki yapılacak, bana göre en uygunu Rusların yapması. Japonya bu konuda Ruslar kadar yetkin değil. Zaten coğrafi olarak santral yapılamayacak yerlerin başında geliyor Japonya ama kim engel olabilir ki?. Şimdi Ruslar deyince peki ya Çernobil diyeceksiniz ; açıklayayım. Çernobil ömrünü tamamlamış ve yukarıda bahsettiğimiz türden büyük bakım gerektiren hatta sökülmesi gereken bir durumdaydı. Sovyet sisteminin hantal bürokrasisi işin başına dangalak bir bürokratı yerleştirmiş ve mühendislerin tüm uyarılarına karşın bu bürokrat 10 yıl boyunca yukarıya durumumuz iyidir diye rapor veriyordu. Sonunda patladı tabii kaçınılmaz olarak. Patlama nedeni de şu. Yine yukarıda anlattığımız yağ borularından birinde 0.2 mm bir açılma oluyor. Radyoaktif yağ sızıntısı başlıyor. Bu iş yayılıp diğer boruları da tamamen yiyince ani bir dağılma oluşuyor. Isınan uranyumu soğutamadıklarından da patlama oluşuyor.

Peki hocam senin önereceğin alternatif enerji kaynağı var mı?

En basit ve en karlısı biyogaz sistemi. Tüm doğal atıklar bu iş için kullanılabilir. Atıklarından da yüksek kalite gübre oluşturur. Rüzgar diyebilirsin ama o iş doğanın keyfine kalmış olduğundan riskli ama insanın olduğu her ortamda pislik de her zaman mevcut. İronik ama gerçek bu. Bir de termik enerji var. Onca geniş ovanın olduğu bu ülkede en ideali budur. Sera tipi yapılandırmalarla kurulacak sistemde hava ısıtılıp kullanılabilir. Böylelikle çok az parayla güneşi rahatlıkla kullanabiliriz.

Şu biyogazdan bahsetsene biraz hocam. Nedir bu sistem ve maliyetleri nedir?

Organik atıkları kullanacağımız biyogaz sistemi şöyle çalışıyor. Somut rakamlarla örnekleme yapalım daha iyi anlaşılsın. Örnek olarak 20 bin litrelik bir tank yaptık. Bu tankın havayla tüm ilişkisini kesiyor ve içine atıkları dolduruyoruz; bildiğimiz organik çöpleri yani. Gübre, bahçe atıkları, çürümüş meyve sebzeler, otlar, yapraklar, insan pisliği vs.... Fermantasyon yani mayalanma sonucu ortaya metan gazı çıkar. Hani şu büyük çöplüklerde patlayan gaz var ya işte o gaz. İşte çıkan bu gazı tanktan borularla depola ve ister ısıtmada kullan ister gaz motoru çalıştırarak jeneratörleri çalıştır ve elektrik üret. 20 bin litrelik bu sistem saatte 400 KW elektrik üretebilir. Bu miktar 1000 konutun 2 haftalık ihtiyacı olan elektrik enerjisi demektir. Bu sistem 500 m 2 lik bir alana sığabilir.

25

Page 26: HT_dergi_19

Ayrıca buradan çıkan atık süzülerek çok değerli bir gübre elde edilir. Bu gübrenin özelliği topraktaki aşırı PH değerini düşürür ve verimi kat kat artırır. Yani bir nevi toprağa masaj yapmaktan sözediyoruz. İlaçla zehirlenmiş tarım arazileri bu şekilde geri kazanılabilir. 300 binlik TL lik bir yatırımla bu sistemi kuran bir çiftçi rayiç fiyatlarla günlük 700 TL elektrikten kar eder. Bütün çiftçiler bu sistemi kurduğunda ülkenin tüm organik gübre ve tarım sektörünün enerji ihtiyacını karşılar. Bu da 12 büyük nükleer santrale eşittir.

Aslında bilinçli çiftçi bunu yapmak istiyor ama para yok. Normalde yasa ve mevzuata göre alternatif enerji ve organik gübre üretimi yapmak isteyen çiftçiye devletin vermeyi taahhüt ettiği bir hibe kredisi var. Bunu kimden alacaksın? Ziraat Bankasından değil mi? Haydi git de al bakalım. Bankalar buna bin dereden su getirip engel oluyorlar. Bir örnek vereyim. Geçen yıl bu sistemi kurmak için Aydın’da ilgili bankanın müdürüne başvurdum. Kefil istedi haliyle ve bir arkadaşımı götürdüm. Adamın şubede 700 milyon parası var ama bizim müdür kefili beğenmedi. Gerekçe mi? Adamın bir telefon. Faturasının ödemesi 3 gün geç yapılmışmış! Bu nedenle kendisini güvenilir bulmadılar ve kredi başvurumuz daha suyun başında reddedildi. Yani niyet yok .

Şimdi Mersin’e düşünülen santral çok çok büyük bir hata. O bölge bunu taşıyacak bir bölge değil. Kumluk bölge. Santral inşasından önce atılan ana temel normal toprak yapısında bile atıldıktan sonra en az 2 yıl beklemesi lazım oturması için mesela. Kumluk bölgede ise temel çatlar. Temel çatlamasa bile eğilir ki bir nükleer Santralde 1 mm. lik kayma bile büyük tehlike yaratır. Türkiye’de belediyeler bu işi ele almalı. Mesela Ankara’nın çöpleri organik, inorganik olarak ayrılmayıp direk yakılıyor. Hem çok değerli organik atıklar yanıyor hem de hava kirleniyor. Ankara’nın milyarlarca tonluk atığıyla bütün enerji ihtiyacı karşılanabilecekken ancak 2 sera ısıtılıyor göstermelik olarak.

Mesela İzmir 17 milyon liralık bir sistemle (St. Pauli’de yaptık bunu) çöp hurdasından büyük para ve enerji kazandırabilir kente.

Peki büyük enerji tekelleri ne derler bu işe?Ona ben değil Rufailer karışır, onlara sor.

Hocam sağolasın sohbet için. İleride başka sorularımız olursa tekrar kapındayım ona göre.

Beleşe bilgi vermiyorum, iki biraya patlar.

26

Page 27: HT_dergi_19

Tataristan’nın başkenti Kazan’da 03 Mayısta başlayan ve 27 Mayısta tamamlanacak olan Dünya Şampiyonası Adaylık Maçları hakkında bilgi vermeyi düşünüyordum. Fakat 08 Mayıs pazar günü Kocaeli Derince Öğretmenevi Lokalinde oynanan yöresel lig maçlarında aldığım haber beni hem mutlu etti hem de yazımın içeriğini değiştirdi.

Bu yıl yedincisi düzenlenen Dünya Okullar Bireysel Satranç Şampiyonası 29 Nisan – 09 Mayıs 2011 tarihlerinde Polonya’nın Krakow şehrinde düzenlendi. 7,9,11,13,15,17 yaş altı açık ve kızlar olmak üzere toplam

12 kategoride düzenlenen şampiyonada 23 sporcuyla yer alan milli takımımız iki altın, üç gümüş ve 2 bronz madalya elde etti. şte sporcularımızın dereceleri;

7 yaş altı açık 2. Ekin Barış Özenir11 yaş altı açık 1. Bahadır Özen13 yaş altı açık 2. CM Vahap Şanal13 yaş altı açık 3. FM Cemil Can Ali Marandi13 yaş altı kızlar 3. Nezihe Ezgi Menzi15 yaş altı açık 1. Batuhan Daştan17 yaş altı açık 2. Cankut Emiroğlu

Bu arada aktarmadan geçemeyeceğim, madalya alan sporcuların yanı sıra 5 sporcuda ilk altı sırada yer aldı.

İsviçre Sistemi ile dokuz maç üzerinden oynanan şampiyonada başhakemliği ise tecrübeli uluslararası hakemlerden aynı zamanda da uluslararası usta (IM) unvanına da sahip olan (IM unvanını 1975’te,

uluslararası hakem unvanını 1984 yılında almıştır.) Andrzej Filipowicz yaptı.

Gelelim kategorilerinde şampiyon olan sporculara;

7 yaş altı açık Mihnea-Ionut Ognean - ROM9 yaş altı açık Farid Aslanov - AZE11 yaş altı açık Bahadır Özen - TUR13 yaş altı açık Kirill Kozionov - RUS15 yaş altı açık Batuhan Daştan - TUR17 yaş altı açık Lewicki Miroslaw - POL7 yaş altı kızlar Bibissara Assaubayeva - KAZ9 yaş altı kızlar Assel Serikbay - KAZ11 yaş altı kızlar Zhansaya Abdumalik - KAZ13 yaş altı kızlar Wozniak Mariola - POL15 yaş altı kızlar M. q. Khatun Baghirova - AZE17 yaş altı kızlar Magdalena Mucha - POL

Kafilemiz 09 Mayıs 2011 saat 17:10’da yurda döndü ve havaalanında TSF Yönetim Kurulu üyeleri, Türkiye İş Bankası yetkilileri ve İstanbul İl Temsilcisi tarafından karşılandı.

Son olarak böyle güzel bir başarıya imza atan tüm sporculara ve ilgililere teşekkür ediyorum.

BUNLARI BİLİYOR MUSUNUZ?

** Bu yıl 41. si düzenlenen Uluslararası Bosna Turnuvası 03-12 Mayıs 2011 tarihlerinde düzenlendi. 20 ülkeden 53’ü unvanlı olmak üzere toplam 103 sporcunun yarıştığı turnuvada ülkemizi 9 sporcu temsil etti. 2011 Türkiye ikincisi olan uluslararası ustamız Mustafa Yılmaz 2623 ELO puanı performansı ile ikinci büyük usta normunu almayı başardı. Sporcumuz, üçüncü ve son normunu yine bu yıl alırsa ülkemizin en genç büyük ustası unvanını alacak.

** Avrupa Emektarlar Takım Şampiyonası 03-11 Mayıs 2011 tarihlerinde Yunanistan’ın Selanik şehrinde yapıldı. 36 takımın katıldığı şampiyonada Rusya birinci olurken, milli takımımız şampiyonayı 26. Sırada tamamladı.

SATRANCIN BÜYÜSÜ :Beyaz oynar ve kazanır. Nasıl ?

Cevap : 1.Ka5+ Şxa5 [1...Şb6 2.Vxc5#] 2.Vxc5+ dxc5 3.Ac4+ Şb5 4.Kb6# 1–0……………………………………………………………………………Satranç sporu ile ilgili soru ve görüşleriniz için eposta adresim : [email protected]

27

Page 28: HT_dergi_19

28

Page 29: HT_dergi_19

29

Page 30: HT_dergi_19
Page 31: HT_dergi_19