Upload
ihlamur-aksami-fanzin
View
238
Download
6
Embed Size (px)
DESCRIPTION
Â
Citation preview
cansu türkmen
bilinçaltı halısı
Mutfakta savaş çıktı
Bir arı bir karıncayı parmağından ısırdı
Kraliçenin gözyaşı aktı kimi bilse anasıdır Kraterler açıldı tezgâhın avuçlarında, Kavanozun biri bütün acısını havaya saldı. Bir çocuk
Hiç emeklememiş ve emeğin köküyle bilenmemiş
Hiç bir kökle toprağa güvelenmemiş
Hiç kuyruğu kopmamış ve hiç devam bilmemiş Fakat bilgelerin anka’sıydı hatice, Bu fakatın günahını Ve'siyle affeyleyebilecek kadar anka’sı. O çocuk kafama bardak fırlattı benim
Kolu çocuktu fırlattığı yarı yolda kırıldı Bir parkeler bir de sol tarafım yara aldı hatice Kafam hiçbir parçaya bölünmedi diye. Çok içerleyince çok içtim çok sızdım belediye parkında
Tek kişi binilen turuncu bir spor demirinin önünde tam Hiç yastık istemeden kimseden
Sonra dün rüyalarımın sokağından geçtim hatice
Önüne kum dökülmüş bir ağır ceza şantiyesinden geçtim Peygamber simidi isimli bir apartmanın önünden
Sokağın en dar yerlerinde küs komşular selamladım
En geniş yerlerine gerilmiş ipler
Mahallenin bittiği yerden
Mutfakta çıkan savaşa ateşkes otu topladım ellerimle Hatice, ayılınca karıncayı bulamadım. Kalbim kabarmıyor artık hatice Hiç büyümeden, mayasız birikiyorum
Rüyadan su yeli arıyorum ki her yerden kaçmasıyla meşhurdur Rabbim diyorum bu ellerim titreyerek Gözlerimi nereye diksem bu seferki gece.
Paytak paytak gidiyorum Palmiyelerdeki karanlık icattan gibi Yol boyu parmaklıklarla apartmanlar hapis Gece uykusunda yapay dilde uzlaşmışlar hatice
İsmail de buna uygun giyinmiş Gözlerimi dikecek uyku arıyorum Sallanmadan uyku bulamayan
Koca ben değil yemin ederim, ellerim.
Bir ağaca takılsam dik dur diyor ağacın kabuğu
Beni de bu toprağa sonradan mandalladılar Nuh ismimi unuttu çatırdadım ki kaç yangından kendimi kaçırmıştım Sen dik dur diyor üç keresi var Tünelin öbür yakasından sesleniyor bunu Su bitiyor ocakta. Hatice beni kaç yerimden uyandıracaklar Dua et Çarpılmak buramdan olmasın.
Fotoğraf – Banu Kahraman
inci yıldırım
kötü niyetli 2. Kişi fotoğraf – banu kahraman
Gözlerini açtın. Yeni bir gün. Perden sinekliğin önündeki kısmı tam olarak
kapatmamış. Gözüne belli belirsiz bir ışık geliyor. Arasında milyon tane toz
zerreciğini gördüğün öğlen ışığı bu. Elini kaldırıp tozları kovaladıysan da nafile
sanki bu eve her şeyden daha çok bağlanmışlar ve kıpırdamayarak sahibin onlar
olduğunu söylüyorlar sana. Her şeyini birileriyle paylaştığın gibi odanı da bu
varlıkları bile kesin olmayan zerrelerle paylaşabilirsin. Bir tanesini yakala ve kat
kat giyindiğin kazaklardan birinin cebine koy. Böylece sınırları çizmiş oldunuz.
Şimdi kalkabilirsin yatağından. Kalk ve bir duş al, saçını yıka, kurula, temiz
kıyafetler giy. Bunlar yapman gerekenler arasında.
Saat kaç oldu? Yine geç kalmışsın. Neyse çık dışarı anahtarını unutma sakın,
kapıyı da kilitle. Kapının önünde önce seni, annenden çaldığın bisikletin
karşılayacak. Yine ayakkabılarını yavaş yavaş giyerken izliyorsun. Hava soğuk ve
frenleri tutmuyor dedin yine ve çıkmaya başladın telefon çekmeyen ininden.
Bisiklet ve tren. Bunlar sana huzur veren taşıtlar. Birini sadece kendi çabanla
gidebileceğin en uzak yere seni götürebildiği için, diğerini ise camdan dışarı
sarkıp ağaçlara değebildiğin ve bundan garip bir haz aldığın için seviyorsun.
İkisinin de ortak noktası seni uzağa götürmek ama senin uzak olduğun tek şey
artık uzaklar. Çarşıya doğru yürümeye başladın. Zaten geç kaldın, artık acele
etme. Solunda 7/24 açık bir çiçekçi göreceksin. Yıllardır burayla ilgili ilginç
düşüncelerin var, her geçtiğinde yeniden aklına gelen aynı düşünceler. Şimdi
ışıklardan karşıya geç. Bu ışıklar buraya gelen çoğu insanın geçmesi gereken bir
yer olduğundan sanırım, mutlaka karşıdan karşıya geçmeye çalışan fazla torbalı
bir yaşlı veya görme engelli bir insan yanında belirir. Yardım edeyim diye
başlayan cümleyle giriş yaparsın, muhabbet uzayabilir. Ayrıldığınız zaman
kendinle gurur duyma ve mutluluk karışımı bir duygu yaşarsın. Hemen ardından
bunu sadece içindeki canavarı beslemek için mi yoksa salt iyi bir insan olduğun
için mi yaptığını düşünmeye başlarsın. Fiil gerçekleşip sonuca ulaştığına göre
düşünmenin bir anlamı yoktur aslında. Olsun bunu da düşün sen, sen hep
düşünürsün çünkü.
Karşı kaldırımda bir banka var. Bugüne kadar hiç bir işine yaramadı ama
oradan bir banka kartın var. Git kapat o kartı. Kapatırken de bireysel işlemlerdeki
kadına 'Lütfen bu bankada benimle ilgili bir bilgi kalmasın' de. Çünkü... çünkü ne
ben de bilmiyorum bankada bilgilerin durmasın işte. Bankadan çıktıktan sonra
yandaki kitapçıya gir. Burası pahalıdır yüzden göz gezdir ama bir şey alma. Az
ilerideki büfeye doğru yürü. Sınavda son 5 dakikada cevap kağıdını işaretleyen ve
hayatı buna bağlıymış gibi sayısal oynayan insanlar karşılayacak seni. Onların
arasından sıyrılarak bir paket sigara al şimdi. Bugün işe gitmedin ve biraz fazla
içebilirsin. İşe gitmediğin bir gün. Daha ay doğmamışken sokakta geziyorsun.
İlginç biliyorum. İlginç ve kötü. Sürekli meşgul olmalısın oysaki. Ya bankadan
kredi çekip yıllarca hayalini kurduğu evi almış ama işinden olduğu için krediyi
ödeyememiş adamın evine haciz koymalıydın ya da makarnasına mantar yerine
tavuk koyulan kadının evine haciz koydurtmuşçasına mahcup olarak çay ikram
etmeliydin şimdi. Birazdan postaneye girip tanımadığın insanlara kartpostal
göndereceksin.2,80 TL imiş,pahalı.2 tane yolla şimdilik.
Postaneden çıktıktan sonra yukarılara doğru yürüyeceksin. Oralarda göz
teması kurmamaya çalışacağın anketörler ve girmemen gereken sokaklar var.
Bunu bir oyun gibi düşün ve yanmadan ilerle. Kulağın telefonunda olsun, çünkü
büyük bir iş haberi bekliyorsun. Bu iş, vasıflarına göre mutlaka alınman
gerektiğini düşündüğün, büyük bir holdingde şaşalı bir iş. Bir Amiş kadar onurlu
olamamış Aspidistra'daki Gordon'ı kendine örnek alan sen bir 'holding’den haber
bekliyorsun ha. Lütfen gel, sana bir kaç şey söylemeliyim.
Bütün tanıdık mekânlara girip, uzun süredir görmediğin insanları gördün
ve aynı sorulara aynı cevapları verdin. Üstüne 2 demlik çay içtin. Artık her an
bulunmasan da kirasını ödediğin ve bunu saçma bulduğun evine dönüp içini
rahatlatabilirsin. Sürekli eve gitme isteğinin altındaki düşünce sanırım bu.
Oysa sahilde seni bekliyordum. Geç kaldın ama bekledim, sen eve varana
kadar bekledim. Kayalarda oturup elimle bir balık tuttum ve onunla konuştum.
Balık bana seni korudu. Senin benim anlatacağım gerçeklere ihtiyacın yokmuş.
Çünkü gerçekleri insan bilmemelidir, bir insana gerçekleri anlatmaya çalışmak
saf kötü niyetliliktir, böyle dedi bana. Sonra uzun bir tartışmaya girdik hava
karardı. Tartışmaya bir kuş, bir bulut ve oturduğum kaya parçası da katıldı.
ç. atacan feyzioğlu
zweigvari
Kuvvetlice esiyordu rüzgâr. Sigarasını yakmak istedi. Çakmağını çıkardı. Bir kere çaktı olmadı, ikinci kez denedi, olmadı. Ancak üçüncüde yakabildi. Vapur
gelmek bilmemişti. Zaten hep böyle olmaz mıydı? Ne zaman acelesi olsa beklemek
zorunda kalmaz mıydı? Boğazın ayazı içine işliyordu. Bu sabah vakti erkenden
halletmesi gereken bir sürü işi vardı. Ve kendi uydurduğu meşgaleleri. Duramazdı yerinde. Hayır olmazdı. Bu sadece onun daha fazla içine kapanmasına
sebep olurdu. İnsanların arasında olmalıydı. Bu yüce kalabalığın içinde
boğulmalıydı. Yoksa kendi içinde boğulur ve kimse ona yardım edemezdi. Aslında
kimsenin yardımı da isteği yoktu. Yalnız yaşamaya alışkındı kalabalıklar içinde.
Sadece çaresiz kalmayı sevmiyordu. O elim olayın üstünden ne kadar geçmişti?
Zaman bile yok edememişti hatıralarını. Elini ceketinin iç cebine daldırdı. Baba
yadigârı köstekli saatine baktı. Bu eski saat onun için bir hatırattı. Baktıkça geçmiş
günleri anımsıyor biraz afallıyordu Fakat şimdi geç kalıyordu ama yine de boğazı
vapurla geçmeden edemezdi. Uzaklara bakakaldı. Bir anda ne kadar özlediğini
fark etti gençliğinde yaptığı yolculukları. Bir yandan da bu mekân onu boğuyordu
hatıralarına. Belki de özlediği gençliğiydi… Sonunda vapur geliyordu. Yavaşça
iskelenin kapısına ilerledi. Her zaman olduğu gibi insanların sürü gibi birbirini
ittireceğini bildiği için bekledi. Asla insanları anlamayacaktı. Biraz daha
bekleseler de vapurda yer olacaktı. Fakat her zaman bu kargaşa meydana
geliyordu. Bu şehir insanları yabanileştiriyordu. Temposu, koşuşturması adeta bir
yarışın içine sokuyordu onları. Yine de onları anlamayacaktı Çoğu zaman yaptığı
gibi kıç tarafındaki açık alana geçti. Soğuk günlerde bu bölgede pek insan olmazdı. Sessiz ve sakin bir yolculuk için en iyi taraf burasıydı. Yazın ise her daim
çalgıcıların bulunduğu ve curcunanın olduğu yerdi. Mevsimlere göre hareket
ederdi o da yazın biraz daha kanı kaynardı insanlara aldırış etmezdi yolcuğu
onlarla paylaşmaya. Kışın ise daha bir soğuk olurdu. Sürüsünden ayrılmış kurt gibiydi o zamanlar. Daha temkinli daha hırçın belki de biraz korkunçtu
dışarıdaki insanlara. Hâlbuki kışı daha çok severdi. Kar onu her daim mutlu
etmişti. Her kış karın yağışını hayranlık izlemiş ve toprağa buluşup dünyamız
tarafından kirletilmesine üzülmüştü içten içe. Vapur harekete geçtiğinde boğazın
o doyumsuz manzarasını izlemeye başladı. Kız Kulesi'nin önünden geçerken bir
ağırlık bastı. Ve yine anımsadı o eski günleri taşıdığı büyük yükü, derin sırları.
Belki de içine attıkça büyümüştü her şey. O yaşlandıkça evrilmişti dertleri de. Ne
yapsa rahatlayamıyordu. Bu yolculuğun onu rahatlatacağını düşünmüştü oysaki.
Düşüncelere daldı yavaş yavaş. O anda kopmuştu her şeyden. Artık o ve
içerisindeki hep kavga ettiği adam vardı. Savaşı kendisiyleydi ve bu yüzdendi her
defasında kaybedişi, vazgeçişleri. Zamanın her şeyi çözeceği inanmıştı. Yeni
başlangıçlar yapabileceğine belki de hayata yeniden başlayabileceğine. Fakat
olmamıştı onca sene boşa çırpınmıştı. Yapmaya çalıştığı her şeyi eline yüzüne
bulaştırmıştı. Martılar da gelmişti işte onunla dalga geçmeye. Aslında severdi bu
hayvanları ama o alaycı tavırları yok muydu? İnsanı deli ederlerdi. Yine
gelmişlerdi ve onla dalga geçiyorlardı işte Batırdığı işlerle, kaybettiği zamanlarla,
sevdiği kadınları nasıl kaybettiğiyle ve daha onun canını yakacak bir sürü şey ile. Martılar yalan söylemezdi. Lanet olsundu ki haklıydılar. Martılara takacak kadar
ne zaman delirdiğini bilemedi. Ancak bildiği bir şey vardı tamamen bir kaybeden
olduğuydu. Oysa güçlü ve genç olduğu zamanlar böyle bir geleceği olacağını hiç
düşünmemişti. Artık bu hayatın bir anlamı kalmamıştı. Sevdiği insanları bir bir
kaybetmiş veya onu yüz üstü bırakmıştılar. Yalnız olmak bir tercih değildi onun
için artık… Geminin yan tarafındaki korkuluklara doğru yürüdü. Derin bir nefes
aldı. Etrafında kimsenin olmadığını kontrol etti. Kendini yavaşça boğazın soğuk
sularına bıraktı. Sonunda çok sevdiği boğazla bir bütün olabilecekti. Sonunda
özgür kalacaktı. Varsa başka bir dünyada devam edecekti hayatına…
Fotoğraf – Banu Kahraman
aykan suat ipek
tam da uyumuşken
Bir gece tam da uyumuşken sizinkiler
Havada kuru bir soğuk olacaktır bozkırlardan
İklimlere yabancılık çekeceksiniz
Oysa senin iki ayağını hep suda sanırdım ben
Hep deniz kokmuştu
Bu noktada seni de aşıyor kesinlikler
Tüylü battaniyelerin eskidiği zamanlar bunlar
Mutlaka üşüyeceksiniz ve mutlaka bir düş göreceksiniz
Bir gece huzursuzluğu ve şehre ilk ayak basanı Tarihten kırk dokuz gün çalanı Toprakların en güzelini göreceksiniz Yalnız bir terminalde basit şakalar yapan adamı
Cebinde yarım kalmışların adreslerini taşır
Tek bir yargısı vardı kesinlikle şaka değildi
Görmeyi başarabilseydi açık denizleri
Birçok şeyi daha başaracaktı
Mesafelerin ucuzladığı yıllarda bağımsız köyler tasarladım Yolculuk boyunca Yolların kaprisi sırtımda canlandı ve
Omuzlarımın düşmesi bu nedenledir
Ekinler hayvanlara yedirildi şüphesiz ki açlıktan Nasıl bir düzenlemedir aç kalmamak için karın doyurmak
Bilmenin ömrü kısalttığı yıllarda Kim bilir nasıl bir düzenlemedir
Elbette sadece bu değildi sebebi böylesine kahrolmuşluğun
Otobüsün ters koltuğunda midemin bulanması
Ellerimde biriktirdiğim yaraları fareler kemirmedi mesela
Ana yollarda başlaması kirliliğin Rahatsız sandalyelerde bitmesi
Ya da dün yağan kardan felç olmuş birkaç çocuk Onlar da ana yolların izinde Abartılı kahkahalar atan ötedekiler Kimlerin cezası olabilir ki
Dalga boyunun kısalığını düşündüğümüzde
Hiçbir şey olmamaktı aslında büyük lafların tek sorumlusu
Var olan kayıtsızlığın göze çarpan silinmişliği
Sadece çelişkileri ve yolculukları sıfırdan aldı
eylül çetinkaya
1 bayan E ve bay F
Bay F ile Bayan E sıradanlığa, tekdüzeliğe, alışılmışın kolaycılığına hiç mi hiç
katlanamıyor. Hem farklıyı, hem doğru olanı arıyor. Çabalarının boşuna
olduğunun da farkındalar üstelik... BAYAN E : … Bir müzik kutusu… minicik bir müzik kutusu sadece. Hiç bir müzik
kutusunu sorguladığınız oldu mu? Çevirdikçe kolu, perdelenmiş ince metallerin
silindirin üstündeki minik noktaları tararken çıkardığı o sesin, nasıl olurda
boyundan büyük bir huzur verdiğini çözemediğiniz zaman; çoktan dalıp
gittiğiniz peki? Sahip olduğunuz mutluluğu küçümsemeyin bayım, bunu size sunan dostlarınızı ise hiç...
BAY F: ...bazen ise hedeflerimiz ve hayallerimizin ardından koşarken ne olayın
dışındayızdır ne de içinde. Güzellik olanların içinden filizlenecektir, olması
gereken kendiliğinden olur diye düşünürüz. Bu bekleyiş çoğu zaman can sıkar.
Aynı soruyu sormaktan minör ağrılardan yoruldum, gitmeliyim buralardan
içinde buharlaşan cıvayı soluyorum artık diyen bedenimiz tükenmek üzeredir
gereklilik kipinde yaşamaktan... Aslında ruhun özgürlük isyanıdır var olan.
Hayatın üç buçukla dört arasında olduğu gerçekliğiyle ruhumuz benliğimizden
kaçmak ister artık. Ya üç buçuk atarız ya da dört dörtlük yaşarız. Ne gelir ki
elimizden insan olmaktan başka...? Evet... Bir müzik kutusu, minicik bir müzik
kutusu çevirdikçe kolu, perdelenmiş ince metallerin silindirin üstündeki minik
noktaları tararken çıkardığı o sesle ruhun sesini yansıtır... BAYAN E: Yürüyorum, yürüyorum, yürüyorum... Üç buçukla dört arasında gidip
geliyorum. Başkaldırıp emir kiplerine isyan ediyorum. Hayata müzik kutusundan
bakıyorum; dingin ve huzurlu... Ruhumu bana katışını izliyorum notaların.
Gözlerimi kapatıyorum, bulduktan sonra benliğimi daha iyi bakıyorum griliklere
yer olmayan penceremden. Sokak köpeklerinin ürkek bakışlarını selamlıyorum,
burnu akan bir çocuğun kirli yüzünün ardındaki beyazlığı daha iyi görebiliyorum
Şimdi her şey daha şeffaf daha saf. En güzeli keşfettim bile. Saygı ve sevgiyle
hoşça kal, dostça kal BAY F... 2 BAYAN E’nin mektubuna BAY F’den yanıt:
Sevgili tabiat ana hayatın akışı içerisinde verdiğimiz var olma mücadelemize
yaptığın dokunuşla ufak bir kesinti sunarak uzun zamandır kifayetsiz kalmış olan
düşüncelerimizin satırlara dökülmesine sebep olduğun için şükranlarımı
iletiyorum. Sevgili Bayan E, Death 'in Voice Of The Soul enstrümantali eşliğinde
balkondayım ve sokak lambalarının yansıttığı loş ışığın altında mataramdan
şarabı yudumlarken, elimdeki müzik kutusunun çıkardığı sesle sokağın sesini
gecenin dinginliğini keşfe dalıyorum. Ansızın dudaklarımdan şu sözler dökülüyor. Kelimeler albayım kelimeler bazı anlamlara gelmiyor. Tebessümle diyorum ki: “Ne çıkar siz bizi anlamasanız da, evet siz bizi anlamasanız da ne
çıkar. Ne gelir elimizden insan olmaktan başka. Ne kadarcık bir fark var bizimle
bütün insanlar arasında. Bunları palyaço söyledi ben yazdım. Yazmasam alçaklık
gibi bir şey olurdu bu, biraz bilirsin.” Her neyse söylenecek çok şeyim var;
kelimeler çoğalsın var olsun istiyorum. -Cümleler çoğalsın, şarkılarda hiç
susmasın.- Kısa bir an da olsa zamanı somutlaştırmak, kendimi soyutlaştırmak
istiyorum. Belki de bir bilinci yoğunlaştırıyorum böylece. Hiç değilse bir karşı
koyma biçimi. Karanlık ve susmak daha çok konuşmak için var olmuş aslında.
Aslına bakarsan etrafımıza saçtığımız kelimeler oranında ölürüm. Konuşanların
sırrı yoktur ve hepimiz konuşuruz. Kendimize ihanet eder, kalbimizi teşhir ederiz;
her birimiz dile gelmezliğin celladıyızdır. Her birimizin sırları, en başta da kendi
sırlarımızı yok etmek için yırtınırız. Farklı olan her şey diyorduk evet. Bence biz
hiç seslenmeyelim, seslenmeyelim içimizden oynayalım. Bir eylül akşamı Bayan E
bir aylak adam olarak Eminönü’nde bir durakta elimde balık ekmeğimle
bekleyeceğim. Şiirler gökyüzü olsun ve avare avare dolaşmak istiyorsun doyasıya.
Şayet buluşursak eğer, yaşadığımız andan kendimizi soyutlayarak göğe bakma
durağında geyikli geceyi yaşama fırsatını iki aziz serseri olarak anlamsız bir
bütünlüğün içerisinde oyunumuzla anlam kazandırarak yaşama fırsatı verebiliriz.
Benim küçük çirkin ördek yavrum, kuğum seni bilirim eskiden neşemiz vardı.
Gülümserdik her gün uzaktaydı hüzün. Hayallerimiz vardı. Sergilediğimiz
oyunlarla karanlığı aydınlatırdık çocuk gülümsemeleriyle. Okullarda, kimsesiz çocuk yuvalarında... Ve büyüdük aniden… Evet gitme vakti. Sevgili Jonathan.. Sınırlarını zorlayan bir martı vardı ona ulaşmalı ve bildiklerimizi O'nunla
paylaşmalıydık.
Gülen gözlerinden öperim. En kısa zamanda görüşmek dileğiyle. Herkese selam, sana hasret Bayan E.
Sevgilerimle… Hoşça kal, dostça kal... İMZA: BIR DOST
3
Gözler kimilerinin hiç görmediği ve bilmediği, kimilerinin gördüğü ama
anlayamadığı, belki yapmacık bulduğu bu yüzden, kimilerinin hemen anladığı
ama çare bulamadığı anlamsızlıklar bütünü. Gözlerinin içindeki "o ışı(k)"ğın
eksik olması bir şey kaybettirmez insana, yaşarsınız, yemek yersiniz, gülersiniz, güldürürsünüz, anlamazsınız nasıl geçiyor vakit, hayat nasıl geçiyor anlamazsınız. Kocaman bir yalana sıkı sıkıya tutunup, "ne kadar mutluyum" ya da "ne kadar mutlu olmalıyım" der durursunuz. Biri size "en son ne zaman gerçekten
mutlu oldun" diye sormazsa her şey iyidir, güzeldir, normaldir. Sonra içinize bir
sıcaklık yayılır, yavaş yavaş, gözlerinizin içinin güldüğünü görürsünüz, mutlu
olduğunuzu, belki sebepsiz yere sokakta yürürken gülümser, belki sebepsiz yere
ağlarsınız. İçinizden dışınıza çıkar hayat, akar sanki ve sanki o enerji çevrenize de yansır. "ben yoksam, biliyorum, ben sen de yokuz... sen yoksan, biliyorum, sen ben de yokuz… ve de gözlerimizdeki o ışık…ki.. o yoksa, biliyorum, biz bizde yoku.z.."
Fotoğraf – R.zorba Martin eden
nazlı ağalar
Çıkıyoruz öyle içinden çıkamadığımız şeylerin, keyif için dışına çıkıyoruz.
Yokluklarımızın varlıklardan daha büyük yer kapladığı bu coğrafyada,
seçimlerimiz için en dışa çıkabilme telaşına giriyoruz. En özgür olduğumuz alan ise acımız. Bize sadece acımızı seçmekte özgür bırakıyorlar.
Hayatını seçemezsin mesela. Adını, aileni, dış görünüşünü, sesini, boyunu, âşık
olacağın kişiyi. Ama acını seçmekte özgürsün. Özgür müsün?
Değil gibisin, ama özgürsün işte.
İhtimaller, olasılıklar işkence ediyor.
Onlarca kahkahalarından seçtiğin hangisi?
Gördüğün astronomik sayıdaki yüzlerden en beğendiğin hangisi?
Bazen bir cevaba ulaşmak yanında binlerce soruyu getirir. Hadi sor. Hadi cevapla.
Hatta biraz gözyaşlarıyla yumuşat olanları.
Gözyaşlarının tadını aldıkça, gerçeğe ulaş.
Gerçek bir cehennem. Unutma cehennem yandığın yer değil, yandığını kimsenin
görmediği bir yer.
Gerçek ilk kalp ağrın, ilk hayal kırıklığın, ilk göz yaşın…
Bazen yalnızca bir kadeh içmek için uğradığın bir bar.
Orada görüp âşık olduğun biri.
Onunla bir daha asla karşılaşamayacaksın. Senin olmayacak. Gerçek bu kadar acı. Çocuklar da ölecek, ölümlere tanık da olacaksın. Gerçek bu kadar keskin. Sen de gerçeksin nefes alıyorsun ve seven bir kalbe sahipsin, hiç yoktan. Kaos
burada başlıyor.
Bir kurşun kadar gerçeksin işte. Can yakacak kadar canın yanacak kadar. Kendi
ateşini harlayacak kadar…
Özgürlüğün sonuna geldik işte. Acımı ben seçtim. Acını seçmekte özgürsün.
İyi akşamlar.
R.zorba Martin eden
death - voıce of the soul ( ruhun sesi )
...zamanın birinde duraksamak. Derin derin düşünmek... An ve an bu
noktaya nasıl gelindiğinin hesabını yapmak... Buna neden olan soyutluğu,
içindeki derin boşluğu doldurabilen bir diğer boşluğun şeklini aramak... Kendi
boşluğunu keşfe giden dolaylı yollar... Bastırılan çığlık, yarayı kapatan daha
büyük çaplı bir yara, limite yaklaşan cesaret. Ciddiye alınmadığına bozulan… En
ihmal edilebilecek ‘yokluk’un ihmal edilme sebebinin olmamasından değil, aksine
göze alınamayacak kadar büyük olduğundan zorla ihmal ettirilmeye çalıştırıldığı
gerçeğinin yüzünüze vurması... İfadenizdeki yansıyan acizlik... Boşluğun dahi
kendini var edebildiği şekil… Ona şekli veren onu dolduran başka bir boşluk... Ya
da dışındaki ondan bağımsız soyutluk... Katlanan sonsuzluk... Beyazın içindeki
siyahları ararken, kendisinin siyahlar içindeki beyaz olduğunu fark etmek... Kendi
dışındaki her şeyi aranan ilan etmek. Aradığı kendi olmak... Sessizlik... Yüzleşme
zamanı. Silinen gözyaşları... Ruhun sesi. Boşluğun sesi. Hiçliğin kanayan yarası,
bilinmeyen olası gerçeğin feryadı... Kulakları sağır eden... Karmaşa, düzensizlik,
yalnızlığın ironik kaosu, evrimleşemeyen en ilkel ruhsal denge… Ruhsal
dengesizlik... ve zamanın birinde duraksamak. Derin derin düşünmek... .
Evrende ruhumu ağlatabilen tek beste... Ve içinde her türlü duyguyu bulunduran,
gitarla yazılmış bir şiirdir voice of the soul
Dipnot: kendinizi şarkının akışına bırakırken okumanızı tavsiye ederim
Fotoğraf – Banu Kahraman
beyza hocaoğlu
yağmurdan kaçarken
Yürüdüm, uçsuz bucaksızmış gibi yol. Hâlbuki iki adım değildi gittiğim ve
ben yürümekten nefret ederim. Hele ki hava yağmurluysa iyice çekilmez olur
yürümelerim. Derin derin iç çektim. Çiseleyen yağmur yüzünden tıklım tıkış
olmuş halk otobüslerine baktığım an vazgeçtim binmekten. Taksilerse gözü yaşlı
İstanbul günlerinin fatihi gibi burunları düşse yerden almayacaklar.
Kaldırdım yakalarımı soğuğa etki etmeyeceğini bilerek. Hızla yanımdan
geçen otomobil yol kenarında birikmiş çamurlu suyu üzerime sıçrattığında öylece
durup orijinal bir küfür mırıldandım. Aynı gün içinde başıma daha kötü ne
gelebilirdi ki? Sağolsun ilahi ses hemen sorumu yanıtlayıverdi. Gökleri yaran bir
gürültü duyuldu. Birkaç saniye içinde yağmur sağanağa dönüşürken sinirli bir
gülümseme ele geçirdi beni. Adımlar hızlanır; yürüyüşler koşuşma ve kaçışlara
dönüşürken herkesin aksine ben yavaşladım. Nasılsa yolum uzun. Her şekilde
sucuk gibi olacak olmanın haricinde bir de hiç yoktan yorulacağım.
Yürüdüm, her yağmurda mantar gibi türeyen şeffaf ve renkli şemsiye
satıcılarının yanından geçtim. 10 saniye sonra rüzgârın yumruğuyla ters
döneceğini bildiğimden her zaman yaptığımın aksine bir 5 lira daha kaptırmadım
onlara. Yürüdüm; seyyar arabasını brandayla kapatmış simitçinin, soğuğa meydan okuyan dilencinin, her gün aynı yerde usanmadan "bi liraya bi liraya bi
lirayaaaa" diye bağıran çiçekçinin önünden geçtim. Neyden sonra pıtır pıtır ayak sesleri duydum arkamda. Hemen dönüp
baktım. Telaşla yağmurdan kaçanların, bir yerlere yetişmeye çalışanların dışında kimseyi göremedim. Herhalde bana öyle geliyor dedim. Devam ettim yürümeye.
Ayak sesleri devam etti. Bu kez aldırmadım. Hüsnü kuruntu işte! Hem benim gibi
sırılsıklam deliyi kim takip etsin böyle bir günde? Sesler yaklaştı iyice. Merakım
iyiden iyiye körüklenince sonunda dayanamadım. Aniden döndüğümde iş
üstünde yakaladım takipçimi. Enselenen o değilmiş gibi mutlu mutlu sırıttı.
Mutluluğu canımı sıktı. Bu dünyada ne vardı sanki bu kadar mutlu olacak? Hem
de böyle bir havada! Kaşlarımı çattım. Bir yerden tanıdık geliyordu yüzü ama çıkaramadım bir türlü. "Selam!" El salladı bana, iyice sinir oldum. "Hasbinallaaaah!"
Devam ettim yürümeye. Hızlı adımlarla önüme geçip durdurdu beni. İşin garibi
yağmurda yürümüyormuş gibi ıslak da değildi. "Dur! Nereye gidiyorsun?" "Cehennemin dibine! Sanane?"
Terslememişim gibi arkamdan yürümeye devam etti. Üstelik o yüzündeki sinir zıplatan gülümseme de hala yerindeydi. "Orayı seveceğini pek sanmam."
İyice çileden çıkıp hışımla ona döndüm."
"Kimsin sen be? Peşimde dolanıp durma. Tanışmıyoruz etmiyoruz."
Şaka yapmışım gibi eğlenerek cevapladı beni.
"Dünya üzerinde tanımadığım yoktur benim. Hem onlar da bilir beni. Sadece
insanlar mı? Uçan kuşlar, martılar, yeşil tatlı bir bahar..."
"Tamam kes! Biliyorum şarkının gerisini. Bildiğim bir şey daha var. O da şu: Ben-seni-tanımıyorum!"
Büyük bir özgüvenle ellerini önünde birleştirip çocuk gibi sağa sola sallandı. "Emin misin?" Ofladım. "Eminim hem de son kararım." Burnumun dibine kadar girip gözlerini belertti.
"Şunu bir yüzüme yüzüme söylesene."
Belki onu tanımadığıma ikna olur da defolup gider diye dikkatle baktım gözlerinin içine. Sonra bir gülme tuttu beni.
"Ya bir git işine!"
Yeniden önüme geçip palyaço adımlarıyla zıp zıp zıpladı. Umut dolu bakışlarıyla sorguladı beni. "Şimdi tanıdın değil mi?"
Kaşlarımı havaya kaldırdım. "Cık! Tanımadım."
Sonunda yüzü düşer diye bekledim ama olmadı. Hayal kırıklığı nedir bilmeyen bir
çocuk gibi neşeli. "Sen ne inatçı çıktın be birader!" Cevap vermeden seri adımlarla yoluma devam ettim. Ama o gürültülü ayak sesleri yüzünden takibi sürdürdüğünü biliyordum. İyice canım sıkılmaya başladı bu işe.
"Bırak peşimi! Bak polis çağıracağım şimdi."
"Çağır da gelsinler. Polisler de sever beni."
Bir an durup kuşkuyla baktım ona.
"Onlar bile sever beni. Var sen düşün gerisini. Silahlı külahlı olsalar da neticede onlar da insan tabii." "Nesin sen, mahallenin delisi mi?"
Hınzır bir gülüşle hafifçe eğildi.
"Seni seni! Kim olduğumu iyi biliyorsun da işine gelmiyor değil mi?" “Çattık belaya iyi mi?”
"Kimileri bela olduğumu da söyler tabii. Sen ne dersin bilemem. Ama ben çözdüm seni." "Çok merak ediyorum, iki dakikada neyimi çözdün acaba?"
Bilmiş bir ifadeyle başını aşağı yukarı salladı.
"Sen gözlerini yummuşsun."
Şuna bak yahu! Bir de çok yerinde bir tespit yapmış gibi kendinden emin
öylece dikiliyor karşımda. Ama hata bende, burada durmuş bunu dinliyorum. Bir
şey demeden devam ettim yürümeye. O da peşimde... "Niye geldim biliyor musun?" ... "Gözlerini açmaya" ...
"İstediğin kadar kaç. Bundan sonra peşindeyim. Bir kere kestirdim seni gözüme." ... "Havalar da soğuk gidiyor. Bu aralar üşürsün sen bilirim. Aman dikkat et, aklına yazları getir." ... "Gözüm kapalı bile seni görebiliyorum. Gülümse çekiyorum." ... "Bana ben olalı sana seninim."
Ben cevap vermeyince sıkılır, vazgeçer, çekip gider dedim. Ama yok! Ben sustukça daha çok saçmalıyor. "Beni benden alırsan seni sana bırakmam." ...
"Melek misin gümüş söğüt dalı mı?" "YETER BE! Bir sus artık." "Susmam, susamam."
"Gelme peşimden." "Olmaz." "Yahu neden?" "Gözlerini açmadan şuradan şuraya gitmem."
"İyi de belki ben istemiyorum." "Anlamam." "Mutluyum ben böyle." "Dinlemem."
"İyi o zaman dolap beygiri gibi döner durursun peşimde." Sonunda önüme geçti. Beni omuzlarımdan kavrayıp durdurdu. "Niye böylesin sen?"
"Nasılmışım?"
"Böyle işte!" "Çünkü inanmıyorum, oldu mu?"
"Neden inanmıyormuşsun bakalım?" "Yok, da ondan." "Nereden biliyorsun olmadığını?" "Olsaydı görürdüm." "Uzaktan da mı görmedin?" "Gördüklerim sahteydi."
"Niagara Şelalesi'ni gördün mü hiç?" "Hayır"
"Öyleyse sana göre o gerçek değil öyle mii?"
"Konuyu saptırma! Bir şeye inanman için onun senin hayatına dokunmuş olması gerekir. Hissetmelisin." Yüzü aydınlandı birden.
"Şimdi anlaşıldı! Sen dokunulmamışsın."
Suratımı buruşturdum. O da ne demekti öyle? Düşünceli bir hale büründü.
Çenesini kaşıdı.
"Materyalist filan mısın sen ya da ateist? Hoş onlar da inanırlar."
"Yoo, dindar değilim ama bir yaratıcı olduğuna inanırım."
"Hoppala paşam Malkara Keşan! Ne cins çıktın sen arkadaş."
"Bütün bunlar saçmalık. Hepsi birer illüzyon. Bizim yarattığımız ve yine bizim
inandığımız, inanmak istediğimiz tatlı bir yalan. Kitaplar, filmler, şarkılar tüm o öyküler bu kandırmacanın bir parçası."
"Problem anlaşıldı. Öyleyse hemen çözüm aşamasına geçelim. Haydi, seni inandıralım!" Beni ters istikamete götürebilmek için kolumdan yakalayıp çekmeye başladı. Hemen kurtardım kendimi ondan.
"Git başımdan istemiyorum." "Madem kendinden bu kadar eminsin bir deneme yapalım. Bakalım kim
haklıymış?"
"Çekil git şuradan!" "Korkuyorsun!" "Beni bu şekilde gaza getiremezsin. Kararım kesin, istemiyorum."
"Bir şans ver." "Oyalayıp duruyorsun beni. Bak sırılsıklam oldum senin yüzünden."
"Hiii! Sırılsıklam mı? En sevdiğim!" "Hem sen nasıl ıslanmadın? Peygamber misin nesin be?"
"Hiçbir şey bilmiyorsun Jon Snow. Sorunun cevabına gelecek olursak müritlerimin peygamberi sayılabilirim elbette. Ama bir peygamberden fazlası var bende. Etten kemikten değilim ki ben. Yağmur ıslatamaz, güneş kurutmaz beni.
Dünya dönmeye devam ettikçe evelallah kimse bükemez bileğimi. Eee hala etkileyemedim mi seni?"
İnatla başımı iki yana salladım. Omuz silkti. "Eh iyi madem benden bu kadar."
Tam dönüp gitmeye hazırlanırken geri geldi. İlginç bir şey görmüş gibi omzumun üzerinden arkaya baktı. Merak edip ben de arkama döndüm. Deniz kenarındaki bir banktı izlediği. Hemen kafamı çevirdim. Ama geç kalmıştım. Kuş
kafese girmişti bir kere, hissediyordum. Durduramayacağımı biliyordum. Sadece
bir saniye gördüğüm o yüze yeniden bakma isteğime gem vuramayacaktım. "Bana tuzak kurdun. Beni oyuna getirdin." "Suçu hiç bana atma. Sana zorla bir şey yaptırmadım. Merakına yenilip bakan sendin. Bu kararı tamamen sen verdin." "Beni buraya sen getirdin." "Kuru iftira! Israrla bu tarafa yürüyen sendin. Ben seni öteki tarafa götürmeye
çalışmıştım."
"Bana numara yapma! Sana inat bu tarafa yürüyeceğimi biliyordun. O yüzden yaptın."
"İyi de zaten en başından buraya yürüyordun. Aklını okuyamam ki ben."
Yaklaşıp parmağıyla şakağıma vurdu.
"Sandığının aksine ben orada değilim."
Bilgece gülümsedi. Elimi alıp göğsüme götürdü.
"İşte tam buradayım!"
"Şimdi ne yapacağım ben?"
"İçinden ne yapmak geliyorsa onu yap. Korkma, korkacak bir şey yok. Kabul bu
işler kolay değil. Ama ben de kimseye dikensiz gül bahçesi vaat etmiyorum zaten.
İnsanı göklere de çıkarırım yerin dibine batırırım ben. Ama güzel tarafı da bu
zaten. Kaybetmekten korktuğun şey değerli olur. Mesela hayat... Sonu olan,
bitebilen şeyler güzeldir. Bu yüzden acı olmadan mutluluğun anlamı yok. İki
seçeneğin var. Ya şimdi bir şey olmamış gibi çekip gider ve kaldığın yerden
devam edersin ya da cesur olup mutluluğu tadar ve acıyı göğüslersin. Karar senin."
"Hile yapıyorsun. Bana seçim şansı vermiş gibi davranıyorsun. Ama artık
duramayacağımı biliyorsun."
"Haklısın, ben çark her döndüğünde şanslı numarayı bilen bir rulet oyuncusuyum."
Omuzlarımdan tutup yeniden banka ve bankta oturana doğru döndürdü
beni. Gözlerime gözlerinin içiyle dokunduğu anda işim bitti. Kıyıyı döven dalgalar
ehlileşti. Yazdan kalma bir hava içimi ısıttı. Çiçek kokuları geldi burnuma. "Ah mutlu sonlara bayılıyorum." dedi takipçim. "Ne oldu bana böyle?"
"Bunun çeşitli halleri var. Seninki yıldırım hali oldu. Haydi, şimdi git."
Bu emri bekliyormuşum gibi gidip bankın boş kısmına oturdum. Çenemden tutup
yüzüme kendisine çevirdi. Yanağımı okşadı. Sonunda ait olduğum yerdeydim.
Yıllarca arayıp bulamadığım nihayetinde olmadığına inandığım o şeyin
içindeyim. Kendini kaybetmek, benliğini unutmak böyle bir şeydi demek. Yüzümü kavrayan avcu tapınır gibi öptüm.
Kavuşmamızın verdiği sarhoşlukla baktı bana. "Neredeydin? Beni çok beklettin." "Seni arıyordum. Ararken hem yolumu hem kendimi kaybettim." Sarıldık. Sonra alnını benimkine dayadı. "Ben yağmuru çok severim."
Sahi hala yağıyor mu yağmur? İyi de ben niye sadece güneşi görüyorum?
"Ben de severim. Yani sevebilirim. Seni seviyorum. Sen de yağmuru seviyorsun.
Bu durumda senin için yağmuru da sevebilirim." "Eee ıslanmamız daha ne kadar sürecek?"
Sonsuza kadar diyecektim ki sonu olan şeylerin daha değerli olduğunu hatırladım. "Yıllarca sürsün isterim."
Yeniden sarıldık birbirimize. Dönüp arkama baktığımda hala oradaydı. Memnun
bir ifadeyle ikimizi izliyordu. Koşarak yanına gittim.
"Teşekkür ederim." "Ne demek efendim görevimiz. Bu arada çaylar da müesseseden."
İşaret ettiği yere bakınca çaycının bankımıza iki çay bıraktığını gördüm.
"Her zaman böyle vücut bulmuş halinle gösterir misin kendini insanlara?" "Bu tarifeyi sadece senin gibi umutsuz vakalara uyguluyorum." Sırıttım. En başta şüphe duysam da onun kim olduğunu artık biliyorum. Yine de
ağzından duymak istedim. "Kimsin sen?"
"Bunu biliyorsun. Gözlerime bakıp ya bir git işine dediğin andan beri biliyordun. Sadece son ana kadar kabullenmek istemedin." "Ama duymak istiyorum." Gülümseyip sırtımı sıvazladı.
"Peki, senin dediğin gibi olsun. Aşk! Benim adım aşk."
Fotoğraf – Banu Kahraman
hilal duran
Sanırım böyle insanlar sırf görebilelim diye varlar. Önümüzde dursunlar ve biz hmm ne kadar da güzelsin hadi kendimi mutsuz edip her gece Ahmet Kaya dinlerken can vereyim demek için. Ne kadar da falson yok, hadi beni mutsuz et. Gel ve beni mutsuz et. Ne kadar da mükemmel bir kariyer planı. Hayatımın son 3 yılında mütemadiyen aynı cümleyi duydum. Ne kadar da
pesimistmişim. Ne kadar da yanlış yerlerden bakıyormuşum önüme. Bir insanın
şansı ne kadar dönmezse o kadar dönmedi benimki. Diyemedim ki bak ablacım
benim başıma bunlar bunlar geldi. Şimdi hadi gel beraber ağlayalım. Sonra
pesimist ben oldum. Bütün o ‘için ölmüş senin’ciler mutlu görünmek için
instagramı yağmalarken ben ışığını açmaya tenezzül etmediğim odamda
parıldayan boş ekrana bakar oldum. Mutlu sonlu tırt Türk filmlerine gitmedim. El
ele tutuşan insanlara ehe öhö demedim. Tavşan dağa gerçekten küsmüştü ve dağ
tavşanla dalga geçiyordu. Belirli gün ve haftalarda çeşitli mecralar ‘seni sövöyöröm’ları kusuyordu ve ben yalnız kalınabilecek dört duvarlar arıyordum.
Sense o kadar kendi içinde o kadar başı önündeydin ki, ya ağır salak olmalıydın
yahut ermiş bir kişi.
Yok dedim, benim mutsuz ve huysuz dünyama tuhaf adamlar yakışır, bu ne salt netlik.
Benim dünyam egosantrik erkek kusuyordu ve sen başın önünde yürüyordun.
Bu ne biçim gerçeklik.
Evet, bal böceğim bak bu dağlar benim. Bu ovaları gözlerimi açmadan yarattım.
Yaklaşık 3 yaşımdan bu yana böyle adamlar geçiyordu hayatımdan ve ben
birine çarpmayayım diye sek sek oynuyordum. Canım o egoyu taşımak zorlamıyor mu dememek için gözümü kapatıyordum. ‘sen beni terk edemezsin bak ben seni terk ederim’ci megalomanlardan kaçayım derken tuhaf anormal bir
espri anlayışına kavuşmuştum ve ruh halim sirenler çalıyordu. TEVAZU. Ceplerimi yokladım evvela, bir bakındım sağıma soluma. Zordu yahu
aradığım, biliyorum bilinmez mi. Az biraz dedim sabredeyim, sabır mühim bir
meleke. Ben bekledikçe şahsına münhasır beyefendiler geldi, hep geldi ve dediler ki MERHABA BEN BUYUM. BAK. BUYUM. Gözümü acıttı iflah olmaz karakterleri.
Sert, köşeli ve katı bir şey gibi, yüzeyi pürüzlü ve soğuk bir şey gibi.
Beyefendiler MERHABA BEN ÂŞIK OLACAĞIN ADAM diyordu ve sen sınırını
aştığını sandığın her kelimenle kıpkırmızı oluyordun. İnsanların feleğini şaşırtan
o güzelliğini bir nişan gibi göğsünde taşıyorken yüzün kızarıyordu.
Sana baktıkça anneni başarısından dolayı tebrik etmek isteği doğuyordu çünkü
böyle bir şey yaratmak bir başarıydı hakkı verilmeliydi ve sen susup kıpkırmızı oluyordun.150’yle giderken düz duvara çarpmak gibiydi. Hani olur ya bazen, o
kadar ani çarpmışsınızdır ki 3 dakika kadar çözemezsiniz ne olduğunu. Duyu
kaybı yaşanır ve siz mutlaka bir yerlerinizi kırmışsınızdır fakat şoktan
hissetmiyorsunuzdur. İşte aynen böyle bir şeydi.
Saat akşamın altısıydı okulu üzerimize kapatmalarına az kalmıştı ve ben
bulunduğumuz odanın kapı kilidine takmıştım, belki bozulur diyordum ve seni asla o pis o çirkin dünyaya tekrar çıkartmam. Sen odaya bahar sabahı gibi yayılan kahkahalar atıyordun ve benim o duvara çarpmama 3 dakika falan vardı. Sen kollarını kaldırmış etrafında dönerek bana
kurumsallık diyordun ve ben kafamdan ilk çocuğumuza isim bulmuştum bile. Zehirlenme gibiydi ve bütün vücudumu etkiliyordu. Kafamın içinde bir müzik
yayılıyordu ve ah dedim. Ah hiç haberin yok. İşte tam olarak böyle bir andı.
Nefes almak gibiydi ama tıkanmıştım.
Ölüm gibi bir şeydi ama kimseyi öldürmedi.
Fotoğraf – Banu Kahraman
sibel erol
bir tutam hesaplaşma
Günlerdir içimde bir huzursuzluk, kulaklarımda hiç susmayan bir uğultu,
baktığım her yerde şekli şemaili belli olmayan karartılar… Gözlerimi kapatıp
kulaklarımı tıkayıp içimdeki huzursuzlukla yüzleşmeye çalışıyorum; çalışıyorum
ama yapamıyorum. Çünkü çok savunmasızım, neyle cebelleştiğimi bilmiyorken
cesur olamıyorum. Bu kasvetin karşısına dikilip “Defol, beni rahat bırak! “ diyemiyorum. Sahi neydi beni böylesine çaresiz bırakan, ruhumu esir alan? Sorguladıkça türlü türlü sebepler içinde yitip gidiyorum. Bir çırpıda çıkıp
kurtulmak istiyorum beynimi, benliğimi hapsettiğim kör kuyudan. Zira ben o
kuyuda kaldıkça çığlıklarım sessiz, gözyaşlarım donmuş birer damla. Ama yok
öyle yağma, galip gelen ben olacağım. Cevaplarımı alıp zincirlediğin kalbimi,
hissizleşen bedenimi kurtaracağım. Bu hesabı kapatmadan bu duvarların
arasından çıkmayacağım.
Önce hayatı, başka insanları sorgulayarak başladım. Neden bu sevgisizlik, neden bu bencillik? Neden bu kadar zor samimiyet kurmak, içtenlik? Ama cevaba
ulaşamadım. Çünkü aradığım yanıtları bana taş duvarlar veremedi. Ben haykırarak sordum ama kimsenin gıkı bile çıkmadı. Sonra ben de sustum, sessizliğe ortak oldum. Mum ışığında aynaya yansıyan siluet tanıdık geldi bir
anda. Bu karartının kim olduğunu biliyordum. O an beynimde bir şimşek çaktı;
evet, bu bendim. Sorularıma cevap verebilecek kişi leke tutmuş aynada bana
bakıyordu. İşte dedim, yüzleşmen gereken kişiyi buldun, o sensin.
Bu hayatı yaşayan sen değil misin? Konuştuğun, görüştüğün insanları seçen;
dünyasını kendisi kurgulayan sen değil misin? Şikâyet ettiğin, hayıflandığın ne
varsa sen istediğin için tanık olduğun şeyler değil mi? Birkaç saniye sonra “ Evet
ama nerden bilebilirdim? Bu kadar üzüleceğimi, pişmanlık duyacağımı nasıl
bilecektim? “ derken gözyaşlarımın yanaklarımdan süzüldüğünü hissettim. Sessiz
değildi artık odam. Beklediğim hesaplaşma başlamıştı.
Yaşadıklarımı ben tercih ettim, sevdiklerimi ben seçtim. Ama hiçbir zaman
sonunu düşünmedim, hiçbir zaman hesap kitap yapmadım. İyi mi ettim peki?
Şimdi cevap verme sırası yine bendeydi. Biraz soluklandım, derin derin nefes
alırken omuzlarımdan az da olsa bir yük kalkmıştı sanki tedirgin değildim,
rehavet içimi terk etmek üzereydi. Rahatlamış hissediyordum. Bir yudum
ıhlamurla boğazımı ıslattım. Şimdi konuşabilirdim. Cevap vermem gerekiyordu
değil mi? Evet, hazırım. “ Neden sonunu düşünmedim biliyor musun? Çünkü
yaşamadan bilemezdim, pişman mı olacağım yoksa iyi ki mi diyeceğim
bilemezdim. “ Yaşamalıydım, görmeliydim ki bileyim. Artık biliyorum. Sonunu da
ne isteyip istemediğimi de, kimle ve nasıl mutlu olacağımı da çok iyi biliyorum.
e.b.etyemez
fikret abinin selamı
Evden koşarak çıktım. Köşeyi döndüm. Mahallemiz birbirine bitişik
apartmanlar ve de birbirine kenetlenmiş insanlarla dolu bir mahalledir. Sokak
taşlarının birkaçını maç yapan veletler kale yapmak için sökmüş geri kalan taşlar
ise yıkıma gelecek iş makinelerine fırlatılmak üzere bekliyordu. Neymiş efendim
kentsel dönüşümmüş. Ulan kent yokken bu mahalle vardı dümbükler. Neyse
Fikret Abi kahvehanede olmalıydı. Kahvehane benim evden çıkıp köşeyi dön
yokuştan bir on on beş adım in hemen sağda. Kapısında sigara içenler için iki üç
masa ve bir içeri bir dışarı taşınan, kiloları seksen ila yüz yirmi arası değişen ve
bir süredir ihtiyar heyetinin götüne yapışmış olduğunu düşündüğüm sandalyeler
vardı. İçeri girdim. İhtiyar heyeti henüz gelmemişti. Fikret Abi o anda yumruğunu
yüzünü kandan seçemediğim birinin yüzüne indiriyordu. 'Selamın aleyküm abi'
'Vay aleyküm selam yeğenim. Geç soluklan bir çay iç. Benim işim az kaldı. Sonra
ortalığı düzeltiriz seninle. Arkadaşa taş çalmamanın önemini anlatıyorum da.'
Bir tek ona anlatabilirdim her şeyi, bir de sadece ondan akıl alabilirdim. Ama bu seferki farklıydı. Akla ihtiyacım yoktu. Sadece anlatacaktım. 'Abi tamam
anlamıştır. Hem sen niye yordun ki kendini söylerdik bizim çocuklara kendi
mahallesine kadar yorarlardı bu lavuğu.' Fikret abi çok baba adamdır. Göçükte babamı kaybedince o sahiplendi beni.
Babam mühendisti. Mahalledeki çoğu aileye göre hatta hepsine göre varlıklıydık
aslında. Ama annem olacak kadına yetmemiş ki daha babamın kırkı çıkmadan
ensesi kalın birinin piçine kaçtı. Babamdan bana ise şimdiki evle biraz da para
kalmıştı. Hemen gittim Fikret Abi'nin yanına, tüm paramı ona verecektim. Fikret
Abi o zamanlar yeni yeni iş kuracaktı. Beni de ortak yap abi dedim. 'O para ne lan
puşt. Beni paranla mı satın alacan? Kahvehaneyi bir açalım. Geç kasaya otur. Kârın yüzde otuzu senin.' dedi. Abi payımı al bari dedim. 'Babana borcum vardı.
Ona say.' dedi. O gün bugündür de kahvehaneyi birlikte işletiriz. Kârın da yüzde
otuzunu hiçbir zaman hesaplamadık. İkimiz de yeteni alır kalanını eşle dostla yerdik.
Anlatacaklarım daha mühim dedim. Ağzı yüzü dağılmış bir halde bana hayır duası eden lavuk sürüne sürüne çıktı. O gidince Fikret Abi elini yıkamaya
gitti. Gelmesini bekleyemeden yüksek sesle konuşmaya başladım. 'Abi onu
gördüm. Tüm asaletiyle karşımda duruyordu abi.' Fikret Abi elini kurulayarak geldi. Kendine çay koydu. Ben çayımı daha ellememiştim bile. 'Kimi gördün abicim? Nerde duruyordu? Ne bu heyecan? 'Fikret Abi Bodrum'da gördüm. Onu gördüm. '
'Lan oğlum sen babanın Bodrum'daki arsasını satmaya gitmedin mi? Neyden bahsediyon?'
'Abi gittim de dur bir lafımı bölme. Hatırlar mısın köşe başında bir terzi vardı. Bundan 15 yıl evvel. Hasan mıydı Orhan mıydı adamın adı neydi ?'
'Süleyman'dı. Ee nolmuş Süleyman Efendi'ye?'
'Süleyman Efendi'ye ne olmuş bilmem abi ama…'
'Lan sen bunun kızı Saliha'ya âşık değil miydin?'
'Heh işte bildin değil mi abi? Saliha'yı gördüm işte. Abi yüzündeki o çocuksu
masumiyeti kaybetmemiş. Hala çok güzeldi. Bir bakan bir daha bakıyordu.
Sapsarı saçları, öndeki yamuk dişi, kıvrımlı beli, memeleri... Bir duruşu var
sanırsın Kılodya Şifır.'
'Kıloda kim oğlum ?'
'Dur abi girme araya. Abi 3 gün sadece karşısına çıkmaya çalıştım. En sonunda
çıktım karşısına. Merhaba dedim. Tanıdın mı beni? İlk aşkım karşımdaydı abi.
Düşünebiliyor musun? Elim ayağıma dolandı. Ne yapacağımı bilemedim. Elimi bir
cebime soktum, bir kafamı kaşıdım, en sonunda uzattım. Ah uzatacağıma bir
yerime soksaydım o eli. Bin pişman oldum. Tanıyamadım, kusura bakma dedi.
Döndü. Barda görmüştüm onu. Biliyorsun 50lik golddan uzak kalamıyorum. Söyledim bir tane. Yanına oturdum. Bir yudum aldım. Bir bira ısmarlamak
istedim. Kabul etti. Ama tanımamıştı abi. Sonra döndü yalnız bir birayla olmaz o
iş dedi. Şaşakaldım. Hangi iş dedim? Bastı kahkahayı. Ayol ne diye geldin yanıma
sen demez mi. O an anladım abi. Terzi Süleyman Efendi'nin kızı Saliha, ilk aşkım
Saliha orospu olmuş be abi. Gülme Fikret Abi dur hele de dinle. Dedim Saliha benim tanımadın mı? Senin baban terziydi. Aynı mahalledeydik. Babam göçükte
kaldığı sene gitmiştiniz mahalleden. O sene zaten babam, annem, sonra da sen.
Sırayla terk etmiştiniz beni. Ben de Fikret Abi'yleydim sonraları. Hatırlamadın mı
dedim. Nerde kalıyorsun oraya gidelim dedi. Hatırlamıştı sanki abi. Tanımıştı.
Kafamdan bin bir türlü şey geçmeye başladı. Bir sürü soru vardı. Nasıl düşmüştü bu çukura? Sonra beni nasıl hatırlamazdı. O an karar verdim. Çekip kurtaracaktım bu hayattan onu. Tabi o anda ne karımı ne de çocuğumu
düşünüyorum. Karşımda ilk aşkım var abi. Yanlışım varsa düzelt. İnsanın kalbi
titremez mi? Zangır zangır titredi benimki de. Çıktık odaya demesin mi saatim şu
kadar. Ben hatırladı sanmıştım. Konuşacaktık. Eski günlerden bahsedecektik.
Onun için bakkal Mehmet Amca'dan meybuz çalarken yediğim dayağı, sonra
dayaktan moraran yanağımı öpüşünü konuşacaktık. Meğer niyeti farklıymış. Dert etmedim be abi. Kendimi ona hatırlatacaktım. Kafaya koydum. Dedim bir hafta
benimlesin. Ne kadar? Şu kadar. Al bakalım. Anlayacağın bir hafta onunlaydım.
İçtik güldük, eğlendik, ben konuştum o dinledi o sustu ben onu izledim be abi.
Hatırlamamıştı ama olsun. Ben biliyordum ya onun kim olduğunu. Derken bir haftanın sonuna geldik. Ben bir anda cep delik cepken delik. Mecbur dönecektim. Ama gelesim gelmedi be abi buralara. Saliha gitti belki benden ama
ben ondan gidememişim abi. O gün de ağzıma bir şarkı dolanmıştı. Bizim
çocukluktan kalma bir şey. Dırırı rım dırırı rım rım rım rım diye bir melodisi vardı bildin mi? Bunu duyunca bir duraksadı Saliha. Gözlerime baktı. Usulca
eğildi dudağımla yanağımın birleştiği yerden öptü git hadi artık, Fikret Abi'ye de selam söyle dedi. He unutmadan Saliha'nın sana selamı var abi.
Hani taşındıkları gün sana selamını getirmiştim sonra da abi bu sefer bir
farklı öptü, içimden bir parça aktı gitti sanki demiştim ya, aynen öyle öptü.
Gözleri cam gibiydi. Dokunsam darmadağın olacaktı. Dokunamadım abi.
Cebimde kalan paradan bilet paramı ayırdım kalanını ona verdim. Çalışma artık o
lanet yerde ben bir şekilde kurtaracağım seni buradan deyince ee dedi herkese
babası ölünce miras kalmıyor be yakışıklım dedi. Arkasını döndü gitti. Ben de
geldim işte. Az önce de hanımla kavga ettim.'
'Vay Saliha vay. Orhan Veli "Yazık oldu Süleyman Efendi'ye" demiş de kızına daha
bir yazık olmuş. Lan oğlum bunları anlattın da arsa noldu ? Sattın mı? Parası
nerde? Hanımınla Saliha yüzünden mi kavga ettin yoksa? Bak eğer öyleyse
değişiriz külahları haberin olsun '
'Sattım abi 120 kâğıda okuttum. Ama para yok. Hanımla da o yüzden kavga ettik. Çaldırdım abi. Cebimde az biraz yol param vardı dedim ya onunla da döndüm
işte. Hırsızın biri aldı götürdü.'
'Ne demek çaldırdım. Sen 120 kâğıdı nasıl çaldırırsın? Ne hırsızı oğlum? Polise niye gitmedin ?' 'Kalp hırsızı abi kalp. Paranın gideceği varmış. Aslında bakarsan ben parayı
bundan 15 sene önce kaptırmışım da şimdi fark etmişim.'
'Vay be Saliha'ya bak esaslı orospuymuş. Neyse oğlum canın sağolsun. Kalk da
çayı tazele bari. Damlar birazdan bizim ihtiyar heyeti.' En başta da bahsettiğim
ihtiyar heyeti bizim kahvenin müdavimleri. Yakında demirbaşa yazacağım
isimlerini. Bir de götlerine yapışan sandalyeleri de vereceğim onlara evde de
kullansınlar. Hoş zaten yatmadan yatmaya gidiyorlar ya eve.
Neyse ne demiştik en son. He. Çok baba adamdır, babamdır Fikret Abi. O günden sonra ne Bodrum'daki arsadan ne de Saliha'dan konu açıldı. Ama benim kalp titredi bir kere. Hanıma uydurursam bir yalan belki ilerde giderim yine Bodrum'a. Sonuçta selamını ilettik, Fikret Abi'nin de sana selamı var Saliha.
Fotoğraf – Banu Kahraman
ufkum ç.
çakmak taşı pervasızlığı ve dünü unutan barut kokusu
Sonsuzluğu öldü halk şairi
Kimsesizliğe temenni ve teyemmüm
Dile kifayetsiz yaklaşım ve ayak bilekleri Ve saçları
Kıvrıma ihtiyaç duymadan sürdürdüğü hatları
Tüm bunlar bilinçle oluşturulmuş Tesadüfe yer yok Yine tüm bunlar katı-bozum
Ve aşırı dozda aramamak lazım
Akışkandır çirkin mevsimlerin kaldırımları
Yaralar dökümlüdür çünkü kurduğun cümlecikler Beni sevmeni salık veriyorum Rafa kaldır, sakla Eminim bir vakit gözüne çarpar dündrobunun sana yakın rafında
Tartışmasız pozisyonlar tartışalım
Apolitik siyaset tartışalım Ben iktidar olurum, kabul
Tartışalım Yan masadaki tavsiyeye küfredelim
Torbadan ölüm seçelim, bana yakışır aldırış etmem
Kötü bir taklidiyim farklı nedenle mürekkep yalamışların Kötü bir takdimiyim
Yaşanmış birkaç sene ve bir boş bulunmuşluğun Kimsesiz Tahammülsüz Ve ölü.
Fotoğraf – Ufkum Ç.
“bugün masal değil,
masaldan daha güzel, gerçek;
bugün yeryüzünde olduğum gün!
…” (Cahit Sıtkı TARANCI)
Fotoğraf – Banu Kahraman
twitter.com/ihlamuraksami
Yakında açacağımız blogda sayılarımızı paylaşmaya başlıyoruz
Hepinizi seviyoruz. Yüzünüzden gülümsemeyi eksik etmeyin. <3
Fanzin okuyun, fanzin okutun.