41
MANEVÎ YOLCULUK Mükâşefât-ı Gaybiyye İ MÂM-I RABBÂNÎ Tercüme: Doç. Dr. Necdet Tosun Sufi Kitap 1

Imami Rabbani - Mukasefetul Gaybiyye (Necdet Tosun)

Embed Size (px)

Citation preview

Page 1: Imami Rabbani - Mukasefetul Gaybiyye (Necdet Tosun)

MANEVÎ YOLCULUK Mükâşefât-ı Gaybiyye

İMÂM-I RABBÂNÎ

Tercüme: Doç. Dr. Necdet Tosun

Sufi Kitap

1

Page 2: Imami Rabbani - Mukasefetul Gaybiyye (Necdet Tosun)

İÇİNDEKİLER

ESER HAKKINDA BİLGİ ...................................................................................... 3 SEYR U SÜLÛK MERTEBELERİ ............................................................................. 5 MUKADDİME .................................................................................................... 9 Giriş: Silsileler ve Bazi İcazetnameler................................................................. 10

Kâdiriyye Şeyhlerinin Şeceresi (Ks) ................................................................ 10 Nakşbendiyye Şeyhlerinin Şeceresi (k.s): ........................................................ 10 Çiştiyye Şeyhlerinin Şeceresi (k.s).................................................................. 11 İcazetname................................................................................................. 11 İcazetname................................................................................................. 12 İcazetname................................................................................................. 12 İcazetname................................................................................................. 12

1. Bölüm: Hâcegân Yolunun Cezbesi ve Sülûk ..................................................... 13 2. Bölüm: Hâce Ubeydullah Ahrâr'ın Seyr u Sülûkü .............................................. 16 3. Bölüm: Muhammed Pârsâ'nın Meşrebi ............................................................ 16 4. Bölüm: Hâce Bahâeddin Nakşbend'in Seyr u Sülûkü ......................................... 17 5. Bölüm: Muhammed Bakî Billâh'ın Seyr u Sülûkü .............................................. 17 6. Bölüm: Allah'ın Zâtı ve Sıfatları ..................................................................... 18 7. Bölüm: Vahdet-i Vücûd Ehlinin Yanılgısı .......................................................... 18 8. Bölüm: Hakîkat-ı Muhammedî (Kâbiliyyet-i Ûlâ) ve Diğer Kâbiliyyetler ................ 20 9. Bölüm: Allah'ın Kelâmı Kur'ân ....................................................................... 21 10. Bölüm: Kur'ân Harfleri ve Şuûnlar................................................................ 22 11. Bölüm: Kur'ân Âyetleri ............................................................................... 22 12. Bölüm: Kur'ân İlâhî Âlemdendir ................................................................... 22 13. Bölüm: Kur'ân'ın İncelikleri ve Kâbiliyyet-i Ûlâ ............................................... 22 14. Bölüm: Kur'ân Ayı Ramazan........................................................................ 23 15. Bölüm: Hurma ile İftarın Hikmeti ................................................................. 23 16. Bölüm: İlâhî Sıfatlar, Şuûnlar ve Vuslat ........................................................ 24 17. Bölüm: Ruhlar Âlemi ve Zatî Tecellî .............................................................. 25 18. Bölüm: Ruhlar Âlemi, Sûrî ve Manevî Tecellîler............................................... 25 19. Bölüm: Vahdet-i Vücûd ve Vahdet-i Şuhûd .................................................... 26 20. Bölüm: Nasihat ......................................................................................... 28 21. Bölüm: Nakşbendî Yolunun Medhi ................................................................ 28 22. Bölüm: Allah'a Yakınlık, Peygamberlik ve Velilik Hâlleri.................................... 29 23. Bölüm: Kabe'nin Hakikati............................................................................ 31 24. Bölüm: Veliliğin Üstün Hâlleri ...................................................................... 32 25. Bölüm: İrâde ve Keramet ........................................................................... 32 26. Bölüm: Seyr u Sülûk Mertebeleri.................................................................. 33 27. Bölüm: Hakîkat-ı Ahmedî Eleştirisine Cevap................................................... 35 28. Bölüm: Mahlûkâta Merhamet....................................................................... 37 29. Bölüm: Zikir Hakkında Nasihat .................................................................... 37 30. Bölüm: Vehim Mertebesindeki Âlem ve Kayyûmluk ......................................... 37 KIRK HADÎS ................................................................................................... 39

2

Page 3: Imami Rabbani - Mukasefetul Gaybiyye (Necdet Tosun)

ESER HAKKINDA BİLGİ

Mükâşefât-ı Gaybiyye tasavvufta manevî yolculuk (seyr u sülûk) ve varlık (vücûd) konularıyla ilgili Farsça bir eserdir. İmâm-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî'nin (ö. 1034/1624) muhtelif zamanlarda kaleme aldığı 30 parça yazısı, onun vefatından sonra hicrî 1051 (1641) senesinde derlenerek bu eser meydana gelmiştir. Eseri derleyen kişi İmâm-ı Rabbânî'nin oğlu Muhammed Ma'sûm'dur. Dr. Gulâm Mustafa Hân (ö. 25 Eylül 2005) eseri İmâm-ı Rabbânî'nin halifelerinden Muhammed Hâşim Kişmî'nin derlediğini ifâde etmiş ise de1, en eski ve muteber Nakşbendî-Müceddidî kaynakları Mükâşefât-ı Gaybiyyenin Muhammed Ma'sûm tarafından derlendiğini açıkça belirtirler2.

Eserin Farsça metni, Ebu'l-Feth Sagîruddîn'in Urduca tercümesi ile birlikte Gulâm Mustafa Hân tarafından Mükâşefât-ı Ayniyye adıyla Pakistan'da yayınlanmıştır (Karaçi, İdâre-i Müceddidiyye, 1965). Ancak eski kaynaklarda eserin ismi Mükâşefât-ı Gaybiyye şeklinde kayıtlıdır3.

Türkçe'ye ilk defa tercüme edilen bu eserin çevirisinde önce Karaçi baskısı esas alınmış, ancak bu neşirde baskı hatalarının çok olduğu görülünce İstanbul'da Süleymaniye Kütüphanesi, Esad Efendi, nr. 1688'de kayıtlı olan diğer bir Farsça nüsha ile karşılaştırılarak tercüme edilmiştir4. Metnin aslında olmamakla birlikte, okuyuculara kolaylık sağlayacağı düşünülerek bölümlere uygun başlıklar konmuştur. Eser, farklı zamanlarda yazılmış müsvedde yazıların ve Mektûbâta girmeyen bazı mektup parçalarının

1 bk. Ahmed Sirhindî, Mükâşefât-ı Ayniyye, Karaçi 1965, s. 3-4 (naşirin mukaddimesi). 2 Muhammed Emîn Bedahşî, Menâkıbu'l-hazarât, Islâmâbâd, Gencbahş Ktp., nr. 12522, vr. 263b: “Çün ez Hazret-i Mahdûmî Mevlânâ Şeyh Muhammed Ma'sûm kuddise sirruh porsîdem, îşân goftend: Belî, în mektûb râ ba'd-i ez sî sâl yâftem ve der Risâle-i Mükâşefât dâhil kerdem”; Safer Ahmed Ma'sûmî, Makâmât-ı Ma'sûmî (nşr. Muhammed İkbâl Müceddidî), Lahor 2004, III, 48: “Mükâşefât-ı Gaybiyye râ Hazret-i îşân (Muhammed Ma'sûm) kaddesenallâhü teâlâ bi-sırrihi'l-akdes ve Mebde' ve Me'ad râ Hâce Muhammed Sıddîk Bedahşî kuddise sirruh cem' numûde end”. Ayrıca bk. Muhammed İkbâl Müceddidî, Makâmât-ı Ma'sûmî- Mukaddime, Lahor 2004, I, 253-258; Ebu'l-Hasan Zeyd Fârûkî, Makâmât-ı Ahyâr, Delhi 1395/1975, s. 44. 3 Muhammed Hâşim Kişmî, Berekât-ı Ahmediyye, Kanpur 1307/1889, s. 240; Bedreddîn Sirhindî, Hazarâtü'l-kuds (nşr. Mahbûb İlâhî), Lahor $971, II, 136. 4 Süleymaniye Kütüphanesindeki bu nüsha hicrî 1244 (1828) senesinde Salih b. Sun'ullah Erzincânî tarafından istinsah (kopya) edilmiştir. Mükâşefât-ı Gaybiyyenin Pakistan ve Özbekistan'daki diğer bazı yazma nüshaları için bk. Ahmed Münzevî, Fihrist-i Müşterek, Islâmâbâd 1984, III, 1976-1977; A. A. Semenov, Sobranie Vostoçnih Rukopisei Akademii Nauk Uzbekskoi SSR, Taşkent 1955,111,336-337.

3

Page 4: Imami Rabbani - Mukasefetul Gaybiyye (Necdet Tosun)

4

toplanmasıyla oluşmuş ise de, derleyici, ilgili konulardaki parçaları arka arkaya dizmek suretiyle eser içinde bir konu bütünlüğü ve insicamı kurmuştur.

Hâcegân ve Nakşbendî büyüklerinin seyr u sülûk usûlleri, Allah'ın zâtı ve sıfatları, Kur'ân, ruhlar âlemi, tecellîler, manevî yolculuk esnasında karşılaşılan yüksek hâller, vahdet-i vücûd, vahdet-i şuhûd vb. konuları ele alan eser, ihtiva ettiği mühim bilgiler ile İmâm-ı Rabbânî'nin daha iyi anlaşılmasına katkı sağlayacak niteliktedir.

Eserin tercümesine geçmeden önce, İmâm-ı Rabbânî ve takipçilerinin tasavvuf anlayışında önemli bir yeri olan “Seyr u Sülûk Mertebeleri” konusunda bir miktar bilgi vermek hem İmâm-ı Rabbânî'nin, hem de eserlerinin daha iyi anlaşılmasına yardımcı olacaktır.

Page 5: Imami Rabbani - Mukasefetul Gaybiyye (Necdet Tosun)

SEYR U SÜLÛK MERTEBELERİ

Tasavvuf târihinde, manevî yolculuğun aşamalarını bütün detaylarıyla anlatan ilk sûfîlerden biri muhtemelen İmâm-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî'dir. Seyr u sülûk varlık mertebelerinde bir yolculuk olduğu için Sirhindî'nin ortaya koyduğu “sülûk mertebeleri”, onun “varlık mertebeleri” anlayışına da ışık tutmaktadır.

Ahmed Sirhindî kendi ruhî tecrübelerinden yararlanarak seyr u sülûk (manevî yolculuk) esnasında ulaşılacak mertebeleri oldukça detaylı bir şekilde anlatmıştır. Ancak eserlerinde ve mektuplarında seyr u sülûk mertebelerini baştan sona anlatmak yerine, daha ziyâde muhatabı ilgilendiren bazı mertebeler hakkında bilgi vermiştir. Bu mektuplardaki parçalar bir düzen içinde sıralanmadığı takdirde okuyucuya bir yap-boz oyununun dağınık parçaları gibi görünmekte, manevî yolculuğun başlangıcı, ortası ve sonu hakkında bütüncül bir fikir vermemektedir. Bu mektuplardan sâdece birinci cildin 260. mektubunda verilen bilgiler nisbeten daha derli toplu ise de yeterli değildir. Sonraları Sirhindî'nin halifelerinden Mîr Muhmamed Nu'mân Risâle-i Sülûk isimli eserinde manevî yolculuğun aşamalarını sistematik ve özet bir biçimde anlatmış, Muhammed Bakır Lâhûrî (ö. 1080/1669'dan sonra) de Ahmed Sirhindî ile oğlu Muhammed Ma'sûm'un mektuplarında dağınık durumda olan mertebeler ile ilgili bilgileri sıralarına göre dizerek Kenzü'l-hidâyât isimli eserini vücûda getirmiştir. Sonraki Müceddidiyye mensupları da seyr u sülûkü bir bütün olarak anlatan birçok eser kaleme almışlardır. Bu eserler, Ahmed Sirhindî tarafından ortaya konan manevî yolculuğu ve aşamalarını, başlangıcı, sonu ve durakları (mola yerleri) belli olan bir yol haritası ya da seyahat rehberi gibi derli toplu anlatmışlardır. Dolayısıyla, konunun daha iyi anlaşılabilmesi için burada Sirhindî'nin eserlerinin yanı sıra sonraki Müceddidîler'in verdiği bilgilerden de zaman zaman yararlanılacaktır.

Manevî yolculuk İmkân Dâiresi'nde başlar. Bu dâirenin alt yarısında (Halk Âlemi'nde) insan, insana âit latifeler (letâif), kâinat, melekler, Cennet, Kürsî vs bulunur, imkân Dâiresi'nin ortasında Arş yer alır. Üst yarısında (yani Emr Âlemi, rûhânî âlem) ise insanın beş letâifınin asılları bulunur. Sâlik önce letâifini zikre alıştırır. Sonra letâifini fenaya ulaştırarak Arş'ın üzerindeki asıllarına ermesini sağlar (letâifı kendi asıllarında fânî ve bakî eder). Letâifin asıllarındaki seyri de bitince İmkân Dâiresi seyri tamamlanmış olur. Bunun ardından Nakşbendîler'in “vücûd-i adem” dedikleri fenaya benzer bir hâl zuhur eder.

İmkân Dâiresi'ndeki yolculuğunu tamamlayan sâlik, ikinci mertebe olan Velâyet-i Suğrâ Dâiresi'nde seyre başlar. Velâyet-i Sugrâ'ya Velâyet-i Evliya, Velâyet-i Zılliyye ve Merâtib-i Zılâl (gölge mertebeleri) de denir. Bu dâiredeki seyr, letâifin asıllarının da asılları sayılan, “ilâhî isim ve sıfatların gölgelerinde” olan yolculuktur. Sâlik bu mertebede, bağlı bulunduğu ve feyz aldığı ilâhî ismin gölgesine (mebde-i taayyününe) ulaşır ve orada yolculuk yapar. Müceddidî meşâyıhına göre ilâhî fiillerin tecellîsi (tecellî-yi efâl), kalbin fenası (fenâ-yı kalb, fena fıllâh), sâlikin kendisini Allah ile bir görüp “Ene'l-Hak” gibi sözler söylemesi ve varlığı bir olarak idrâk etmesi (vahdet-i vücûd) Velâyet-i Suğrâ'da zuhur eder. Sâlik, bu mertebede Allah'tan başka varlık göremez. İlâhî isim ve sıfatların gölgelerinde olan yolculuk “seyr ilallâh”a dâhil olduğu için, Velâyet-i Suğrâ Dâiresi'ndeki yolculuk da imkân Dâiresi'ndeki gibi seyr ilallâh içindedir. Velâyet-i Suğrâ'nın sonunda “tecellî-i berkî” (şimşek gibi gelip geçen tecellî) hâsıl olur. Ancak bu Allah'ın zâtının tecellîsi olmayıp, ilâhî isim ve sıfatların asıllarının gölge perdesindeki tecellîsidir. Bir sonraki mertebe olan Velâyet-i Kübrâ'ya ulaşanlar için bu tecellî daimî olur.

Üçüncü mertebe Velâyet-i Kübrâ Dâiresi'dir. Velâyet-i Suğrâ, ilâhî isim ve sıfatların gölgeler hâlinde belirdiği mertebe iken, Velâyet-i Kübrâ bu isim ve sıfatların “asılları” mertebesidir. Velâyet-i Kübrâ'ya Velâyet-i Enbiyâ, Velâyet-i Asliyye ve Merâtib-i Usûl (asıl mertebeleri) de denir. Gerçekte peygamberlere âit olan bu velilik mertebesinden, onlara tabî ve vâris olma yönüyle bazı velîlerin de nasîbi vardır. Velâyet-i Kübrâ Dâiresi, üç küçük dâire ve bir kavsi (yarım dâireyi) içerir. Birinci dâirenin alt yarısı ilâhî isim ve sıfatların asıllarını (kendilerini), üst yarısı ise bu isim ve sıfatların asıllarının da asılları

5

Page 6: Imami Rabbani - Mukasefetul Gaybiyye (Necdet Tosun)

demek olan zatî şuûnlar ve itibârları ihtiva eder. Sâlik birinci dâireden yükselince seyr, ikinci dâire olan Asıl Dâiresi'nde olur. Asıl Dâiresi'nden yükselince üçüncü dâire olan Aslın Aslı'na erişir. Oradan da kavse (yarım dâireye) geçer. Velâyet-i Kübrâ Dâiresi'nde seyre başlayan sâlik “seyr fillâh”a başlamış olur. Bu mertebede vahdet-i şuhûd hâsıl olur. Mahlûkâtın varlığı ve sıfatları Allah'ın varlığı ve sıfatlarından bir parıltı ve gölge olarak görülür, gerçek varlık olarak değil. Dönen bir noktanın havada hayalî bir dâire oluşturması gibi âlem de hayalî (mevhum) olarak hissedilir. Velâyet-i Kübrâ makamında nefsin itmi'nânı ve sadrın şerhi hâsıl olur, sâlik rızâ makamı ve İslâm-ı hakîkî mertebesine kavuşur. Velâyet-i Kübrâ'nın sonunda ilâhî isim ve sıfatların asılları perdesinden şimşek çakması gibi zatî şuûnât tecellîsi olur.

Dördüncü mertebe Velâyet-i Ulyâ Dâiresi'dir. Buna Velâyet-i Mele-i A'lâ (meleklerin velîlik mertebesi) de denir. Bu velilik makamının seyri de, Velâyet-i Kübrâ gibi isim ve sıfatların asıllarındadır. Farkı ise, Velâyet-i Suğrâ ve Kübrâ'nın seyirleri “Zahir” ismine ilişkin iken, Velâyet-i Ulyâ seyrinin “Bâtın” ismiyle alâkalı olmasıdır. Zahir isminde Allah'ın zâtı düşünülmez, Bâtın isminde ise isimle birlikte zât da düşünülür. Meselâ Allah'ın “ilim” sıfatında zâtı düşünülmez, “Alîm” (Bilen) sıfatında ise zâtı düşünülür. Sâlik, Velâyet-i Ulyâ'da isim ve sıfatların asıllarının asılları olan zatî şuûnât tecellîsine ve bu tecellî perdesinden zaman zaman Allah'ın zât tecellîsine şimşek çakması gibi mazhar olur. “Tecellî-i zâtî-i berkî” budur. Bu makamda feyzin geliş yeri toprak dışındaki üç unsurdur, yani hava, su ve ateş. Bu üç unsurun arınıp temizlenmesi bu mertebede gerçekleşir. Yukarıda sayılan üç velilik mertebesine (Velâyet-i Suğrâ, Kübrâ ve Ulyâ'ya) “Velâyât-ı Selâse” (üç velîlik) veya “Kemâlât-ı Velayet” adı verilir.

Beşinci mertebe Kemâlât-ı Nübüvvet Dâiresi'dir. Velâyet-i Ulyâ'da şuûnât perdesinden gelen Zât'ın şimşek gibi tecellîsi, Kemâlât-ı Nübüvvet Dâiresi'ne ulaşanlara daimî olur (tecellî-i zâtî-i daimî). Bu daimî Zât tecellîsi asıl olarak peygamberlere mahsus ise de, seyri bu mertebeye ulaşan sâlikler, tabî ve vâris olma yoluyla bu tecellîden nasip alırlar. Kemâlât-ı Nübüvvet Dâiresi'nde feyzin geliş yeri “toprak” latîfesidir (unsurudur). Müceddidî meşâyıhına göre, bu mertebede vahdet-i vücûd ve vahdet-i şuhûddan eser kalmaz. Sâlik, önceleri varlık hakkında yorum yapamaz, bir cehl ve hayret hâli yaşar. Sonra hâli yükseldikçe Allah ile âlemi ayrı iki varlık olarak görmeye başlar. Zât, gölgeye, asla ve şuûnâta ilişkin perdeler olmaksızın tecellî ettiği için gerçek anlamda “vasl-ı uryân” (tüm varlığından ve benliğinden geçmiş olarak zatî kavuşma) meydana gelir.

Altıncı mertebe Kemâlât-ı Risâlet Dâiresi'dir. Bu mertebede feyzin geliş yeri insanın birleşik hâlde bütün latifeleridir, insanın Emr ve Halk Âlemi'ne âit on latifesinin arınıp temizlendikten sonra birleşerek tek bir latife hükmünü almasına “hey'et-i vahdânî” denir. Bu durum, Kemâlât-ı Risâlet Dâiresi'nde gerçekleşir.

Sâlik bundan sonra hey'et-i vahdânîsi ile manevî yolculuğuna devam eder. Bu mertebede de daimî zât tecellîsi devam eder.

Yedinci mertebe Kemâlât-ı Ulü'l-Azm Dâiresi'dir. Bu mertebede de daimî zât tecellîsi kendi mertebesine göre devam eder. Feyzin geliş yeri, bir önceki mertebede olduğu ve bundan sonraki tüm mertebelerde olacağı gibi hey'et-i vahdânîdir. Bu makamda Kur'ân'ın mukatta'ât ve müteşâbihâtına âit sırlar açılır. Kayyûmiyyet (bütün eşyanın kendisiyle kâim olması) görev ve rütbesine ulaşılır. Kemâlât-ı Nübüvvet, Kemâlât-ı Risâlet ve Kemâlât-ı Ülü'l-Azm'a “Kemâlât-ı Selâse” (üç kemâlât) adı verilir.

Ahmed Sirhindî bu mertebelerden sonra Hakîkat-ı İbrâhîmî, Hakîkat-ı Musevî, Hakîkat-ı Muhammedî ve Hakîkat-ı Ahmedî gibi “Peygamberlere Âit Hakikatler” ile Hakîkat-ı Ka'be, Hakîkat-ı Kur'ân ve Hakîkat-ı Salât gibi “İlâhî Hakîkatler”den bahsetmiş ancak bunların sıralanışı hakkında detaylı bilgi vermemiştir. Hakîkat-ı Ka'be'nin, Hakîkat-ı Muhammedi'den daha üstün olduğu şeklindeki sözleri ise sonraları önemli bir tartışma konusu olmuştur.

6

Page 7: Imami Rabbani - Mukasefetul Gaybiyye (Necdet Tosun)

Müceddidiyye meşâyıhına göre, Kemâlât-ı Ülü'l-Azm Dâiresi'nden sonra manevî yol ikiye ayrılır. Bu yollardan birine “Hakâik-ı İlâhiyye” (İlâhî Hakikatler), diğerine “Hakâik-ı Enbiyâ” (Peygamberlerin Hakikatleri) adı verilir. Hakâik-ı İlâhiyye yolunda Hakîkat-ı Ka'be, Hakîkat-ı Kur'ân ve Hakîkat-ı Salât isimlerinde üç adet hakikat; Hakâik-ı Enbiyâ yolunda ise Hakîkat-ı İbrâhîmî, Hakîkat-ı Musevî, Hakîkat-ı Muhammedî ve Hakîkat-ı Ahmedî isimlerinde dört adet hakikat bulunmaktadır. Bunların toplamı yedi mertebe olup “Hakâik-ı Seb'a” (yedi hakikat) adıyla da bilinirler. Sâliki bu hakikatlere yönlendirirken bu iki yoldan birine öncelik vermek mürşidin tercihine bağlıdır. Sonraki Müceddidîler genellikle Hakâik-ı İlâhiyye yoluna öncelik vermişlerdir. Ancak Sirhindî “Hakîkat-ı Kur'ân, Hakîkat-ı Muhammedi'den üstündür” dediğine göre, urûc mertebelerinde onun önce (içinde Hakîkat-ı Muhammedî'nin de bulunduğu) Hakâik-ı Enbiyâ (Peygamberlerin Hakikatleri) grubunda, ardından (içinde Hakîkat-ı Kur'ân'ın da bulunduğu) Hakâik-ı İlâhiyye (ilâhî Hakikatler) grubunda yolculuk etmeyi tercih etmiş olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla buradaki sıralamada Sirhindî'nin tercihi esas alınacaktır.

Hakâik-ı Enbiyâ grubunun ilk mertebesi, tüm sülûk mertebelerinin sekizincisi olan Hakîkat-ı Ibrâhîmî Dâiresi'dir. Hakîkat-ı İbrâhîmî seyrinde mahbûbiyyet-i sıfâtiyye (Allah'ın sıfatlarına ilişkin sevgililik, sıfatlarına âşık olma) hâlleri oluşur. Bu mertebeye “Velâyet-i Halîlî” ve “Velâyet-i Hullet” (Allah'ın dostu olma makamı) da denir. Dokuzuncu mertebe Hakîkat-ı Musevî Dâiresi'dir. Buna Velâyet-i Musevî de denir. Bu mertebedeki yolculukta muhibbiyyet-i zâtiyye (Allah'ın zâtına yönelik sevgi) hâli oluşur. Onuncu mertebe Hakîkat-ı Muhammedî Dâiresi'dir. Buna Velâyet-i Hâssa-i Muhammedî de denir. Bu makamdaki yolculukta muhibbiyyet-i zâtiyye ile mahbûbiyyet-i zâtiyye hâlleri karışmış durumdadır. Bu mertebedeki tasavvuf yolcusunda Hz. Peygamber'e karşı özel bir muhabbet oluşur. Ahmed Sirhindî bu mertebede: “Hak Teâlâ'yı onun için severim ki, Muhammed'in Rabbidir” demiştir. On birinci mertebe Hakîkat-ı Ahmedî Dâiresi'dir. Bu mertebede mahbûbiyyet-i zâtiyye (Allah'ın zâtına âşık olma) hâli zuhur eder, sıfatlarından ilgi kesilir. Ahmed Sirhindî, Hakîkat-ı Muhammedî mertebesinin kendi makamından yükselip Hakîkat-ı Ka'be ile birleşmesi neticesinde Hakîkat-ı Ahmedî ismini aldığını ifâde etmiştir. On ikinci mertebe Hubb-i Sırf-ı Zatî Dâiresi'dir. Sirhindî buna varlık mertebelerinde Taayyün-i Hubbî demiştir. Hakîkat-ı Ahmedî Dâiresi'ndeki yolculuğunu tamamlayan sâlik Hubb-i Sırf-ı Zatî (Allah'ın sırf zatî sevgisi) mertebesinde seyre başlar. Allah'ın zât mertebesi demek olan Lâ-taayyün'e en yakın makam budur. Dolayısıyla Sirhindî'ye göre gerçek anlamda Hakîkat-ı Muhammedî (Taayyün-i Evvel, Taayün-i Hubbî) bu mertebedir. Bundan önce sözü edilen Hakîkat-ı Muhammedî bunun gölgesidir. Bu mertebede yolculuğunu tamamlayan sâlik Peygamberlerin Hakikatleri grubunu tamamlamış olarak on üçüncü mertebe olan Zât-ı Baht Dâiresi'ne kademî değil nazarî seyr ile kavuşur. Burası Zât makamı (Lâ-taayyün) olduğu için oraya adım atmak mümkün değildir.

Hakâik-ı Enbiyâ grubundaki mertebeler aşıldıktan sonra sıra Hakâik-ı İlâhiyye grubundaki mertebelere gelir. Bu yolun ilk mertebesi, tüm sülûk mertebelerinin on dördüncüsü olan Hakîkat-ı Ka'be Dâiresi olmaktadır. Hakîkat-ı Ka'be makamında Zât mertebesinin azameti zuhur eder. On beşinci mertebe Hakîkat-ı Kur'ân Dâiresi olup burada Zât'ın keyfiyeti meçhul olan genişliğinin başlangıcı zuhur eder. On altıncı mertebe de Hakîkat-ı Salât Dâiresi'dir. Burada Zât'ın keyfiyeti meçhul genişliğinin kemâli idrâk edilir, ilâhî Hakikatler grubundaki bu mertebeler aşıldıktan sonra on yedinci sıradaki Ma'bûdiyyet-i Sırf Dâiresi seyr-i kademi ile değil, seyr-i nazarî ile müşahede edilir. Zîrâ burası ilâhlık ve Zât mertebesidir (Lâ-taayyün).

Buraya kadar anlatılan mertebeler seyr u sülûkteki “yükseliş” (urûc) makamlarıdır. Bundan sonra sâlik “inişe” (nüzul) geçer, seyr ani'llâh billâh ve seyr fi'l-eşyâ aşamalarını tamamlayarak yolculuğa başladığı yer olan kalp makamına döner.

Bunlara ek olarak, Müceddidî seyr u sülûk sistemi içinde “Murakabeler” konusunun da önemli bir yeri vardır. Ahmed Sirhindî murakabeler hakkında eserlerinde geniş bilgi vermemiş ise de, sonraki Müceddidîler bunları detaylı ve sistematik bir şekilde

7

Page 8: Imami Rabbani - Mukasefetul Gaybiyye (Necdet Tosun)

8

anlatmışlardır. Bu murakabeler belli âyet ve kavramların derinlemesine tefekkürü olup bu tefekkür bağlamında feyzin Allah'ın Zât'ından sâlikin letâifine gelişini beklemek ve düşünmektir. Meselâ birinci murakabe olan “Murâkabe-i Ahadiyyet”te bütün kemâl sıfatlara sahip ve noksan sıfatlardan uzak olan “Allah” isminin mânâsı tefekkür edilir ve bu mertebeden sâlikin kalp latifesine feyzin geldiği düşünülür. Bu murakabe imkân Dâiresi'nin seyri esnasında letâif ve nefy u isbât zikirlerinden sonra yapılır, ikinci murakabe olan “Murâkabe-i Ma'iyyet”, Velâyet-i Suğrâ Dâiresi'nde yapılır. Burada, “Her nerede olursanız, O (Allah) sizinle beraberdir” (el-Hadîd, 57/4) âyetinin anlamı üzerinde derinlemesine düşünülür. Üçüncü murakabe olan “Murâkabe-i Akrabiyyet” Velâyet-i Kübrâ Dâiresi'nin içindeki üç küçük dâireden birincisinin alt yarısında yapılır. Burada,” Ve biz ona (insana) şah damarından daha yakınız” (Kâf, 50/16) âyeti tefekkür edilir. Dördüncü murakabe olan “Murâkabe-i Muhabbet”, Velâyet-i Kübrâ Dâiresi'nin içindeki ikinci küçük dâireden Velâyet-i Ulyâ'nın sonuna kadar yapılır. Bu murakabede “Allah onları sever, onlar da Allah 'ı severler” (el-Mâide, 5/54) âyeti tefekkür edilir. Beşinci murakabe olan “Murâkabe-i Zât-ı Baht” da, Kemâlât-ı Nübüvvet Dâiresi'nde ve sonraki tüm mertebelerde yapılır.

Müceddidiyye öncesi Nakşbendîlik'te murakabe uygulaması olmakla birlikte, bu şekilde belirli mertebelerde belirli âyetler kullanılarak yapılan sistematik bir murakabe usûlü bulunmamaktadır. Ahmed Sirhindî'nin eserlerinde de bu tarzda sistematik olarak murakabelerden bahsedilmez. Üstelik Sirhindî Murâkabe-i Zât yapan sûfîleri eleştirmekte ve Allah'ın Zât'ının düşünülemeyeceğini öne sürmektedir. Dolayısıyla sonraki Müceddi-dîler'in bu murakabe usûlünü Sirhindî'den şifahî yolla almış olabileceklerini söylemek oldukça zordur.

Yukarıda anlatılan tarzda sistematik murakabe usûlünü Müceddidiyye sülûk metodları arasına katan ilk kişi Mazhar Cân-ı Cânân (ö. 1195/1781) olmalıdır. Bu murakabeler tesbit edilirken muhtemelen Çiştiyye tarikatının sülûk sisteminden yararlanılmıştır. Zîrâ Çiştiyye şeyhlerinden Seyyid Muhammed Gîsûdırâz'ın (ö. 825/1422) Risâle-i Murakabe isimli eserinde 36 tane murakabe anlatılmaktadır. Bunlardan üçüncüsü “Murâkabe-i Kurbet”, dördüncüsü “Murâkabe-i Ma'iyyet”, dokuzuncusu “Murâkabe-i Zatî” isimlerini taşır. Mazhar Cân-ı Cânân bu murakabeler sistemini bazı düzenleme ve özetlemelerden sonra Müceddidî sülûk sistemine dâhil etmiş olmalıdır. Bu durum, İmâm-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî'nin temellerini attığı seyr u sülûk sisteminin kendisinden sonra bazı gelişmelere uğradığını göstermektedir5.

5 Geniş bilgi için bk. Necdet Tosun, İmâm-ı Rabbani Ahmed Sirhindi: Hayatı, Eserleri, Tasavvufî Görüşleri, İstanbul 2005.

Page 9: Imami Rabbani - Mukasefetul Gaybiyye (Necdet Tosun)

MUKADDİME

Bismillâhirrahmânirrahîm.

Hamd eden kişinin hamd ve şükrü zât âlemine erişemeyen Allah Teâlâ'yı teşbih ve tenzih ederim. Bütün hamdlerin son noktası, Allah'ın ancak isim ve sıfatları otağının altına kadar ulaşabilir. Kendisini ancak kendisi övebilen Allah'ım! Seni teşbih ederim. Hamd, hamd eden ve hamd edilen sensin. Senin gayrın olan her şey, maksûd olan hamd ve şükrü edadan âcizdir. Âhiret gününde Makâm-ı Mahmûd'un sahibi olan Habîbinin hakikati ise hamdden büyük bir nasip sahibidir. Allah'ım! Ona, lâyık olduğu şekilde, âlemde gören ve görülenlerin sayısınca salât ve selâm eyle! Biz sana hamd etmekten âciz olduğumuz gibi, o peygamberine istendiği şekilde salât ve selâm etmekten de âciziz. Bu hamd ve salât işi sana havale olunmuştur, onların hakkını ancak sen verebilirsin. O peygamberin, tam tabî olarak kurtuluşa ve velilik derecesine erişen ailesine ve arkadaşlarına da bol bol selâm olsun.

Bundan sonra; muhakkıkların önderi, vuslata erenlerin örneği, Allah Teâlâ'nın âlemlerdeki delili, kutubların ve nücebânın sığınağı, efrâd ve büdelâ velîlerin kalesi, aslî veliliğin sahibi, ilâhî rahmetin bekçisi, peygamberlerin vârisi, kâmil, âlim, (Allah Teâlâ ve meleklerle) konuşan ve kendisiyle konuşulan (ilham edilen) İmâm-ı Rabbânî ve halîfe-i rahmânî pederimiz Şeyh Ahmed b. Abdülehad el-Fârûkî (k.s) hazretlerinin müsvedde evrakından birkaç sayfa hicrî 1051 (mîlâdî 1641) senesinde bazı dostlar yoluyla elimize geçti. Bu notlar, bu güne kadar (başka bir yerde) nakledilmemiştir. Bunlar, gizli sırları ve yüksek bilgileri ihtiva etmekte olup güzel lafızlarla ayrı ayrı parçalar halindedir. Şiir:

Onun her kelimesi bir arzu bahçesidir,

Her satırında bir inci dizisi (kolyesi) vardır.

Bu notların her sayfası Maksûd Kâbesi'ne ulaştıran şefkatli bir mürşiddir. Onun her sayfası, kâinat sayfası üzerinde, mabudun tüm sırlarının yazısıdır. Mısra:

“Her sayfası, yaratıcıyı tanıtan bir defterdir”.

Bu dergâha gönlünü fedâ edenlerden birisinin aklına bu yazıları nakletmek, bu dağınık incileri toplayıp bir ipe dizmek geldi. Bu yazılardaki bilgilerin çoğu, o hazretin önceden beri bilinen fikirleridir. Bazı bilgiler de o hazretin risalelerinde ve mektuplarındaki konuların özetidir. Ancak sözün açılımı farklı bir üslup ile olduğu için yeni ve ilâve bilgilerden de yoksun değildir. O kişi, bereketini umarak, diğer evraklar gibi bunları da nakledip temize çekti ve Mükâşefât-ı Gaybiyye adı verilen bu risaleyi düzene koydu. O hazretin yazdığı Kâdiriyye ve Nakşbendiyye meşâyıhının şecereleri ve bazı halifelerine yazdığı icazetnameler de bereket olsun diye Mükâşefât-ı Gaybiyye'nin başına eklendi, ilâve olarak, o hazretin kendi yazısıyla olmasa da, Çiştiyye şeyhlerinin isimleri de yazıldı. Risalenin sonuna o hazretin derlediği 40 hadis eklendi. Bunlar, Buhârî ve Müslim'in ittifakla naklettiği hadislerdendir. Hz. Ebû Bekr ve Hz. Ömer'in fazîletleriyle ilgili hadisler de yine o hazretin derlemesidir. Bu hadisler, bu risale gibi, çoğu zaman o hazretin el yazısıyla görülmüştür. Son hadis ise o hazrete Peygamber Efendimiz'den (a.s) silsile yoluyla gelmiştir. Doğruyu ilham eden Allah Teâlâ'dır. “Rabbimiz! Unutursak veya hataya düşersek bizi sorumlu tutma.”1 (el-Bakara, 2/286). İşte, Allah Teâlâ'nın yardımıyla risaleye başlıyorum.

9

Page 10: Imami Rabbani - Mukasefetul Gaybiyye (Necdet Tosun)

Giriş: Silsileler ve Bazi İcazetnameler

Kâdiriyye Şeyhlerinin Şeceresi (k.s)

Hz. Peygamber (a.s) buyurdu ki: “Benim çocuklarım (neslim) Nuh'un gemisi gibidir. Ona binen kurtulur, ondan geri duran helak olur”.

Bismillâhirrahmânirrahîm.

Marifetiyle ariflerin kalplerini aydınlatan, büyük lütfü ile sâliklerin hâllerini âlemlerden daha üstün tutan Allah'a hamd olsun. Elçisi Hz. Muhammed'e ve tüm ailesine de salât ve selâm olsun. “İşte Allah'ın, iman eden ve iyi işler yapan kullarına müjdelediği nimet budur. De ki: Ben buna karşılık sizden akrabalık sevgisinden başka bir ücret istemiyorum” (eş-Şûrâ, 42/23).

Bundan sonra; tek ve ganî (zengin) olan Allah'ın muhtaç kulu (İmâm-ı Rabbânî) Ahmed b. Abdülehad el-Fârûkî der ki: O, Rabbinin razı olduğu amelleri işlemesi konusunda tavsiyede bulunduktan sonra, Kâdiriyye tarikat hırkasını sâlih kardeşi fülân oğlu fülâna giydirmiştir. Kendisi de bu hırkayı arif ve kâmil Şeyh iskender'in elinden giymiştir. Şeyh iskender bu hırkayı şeyhi ve dedesi ârif-i billâh Şeyh Kemâl'den, o mürşidi kutbü'levliya ve şeyhu'l-muhakkıkîn Şâh Fudayl'den, o şeyhi ve mürşidi Seyyid Gedâ-i Rahmandan, o şeyhi kutbü'l-âlem Seyyid Şemseddîn Sahrâî'den, o şeyhi kutbü'l-âlem Seyyid Ukayl'den, o şeyhi kutbü'l-âlem Seyyid Bahâeddîn'den, o şeyhu'l-muhakkıkîn Seyyid Abdülvehhâb'dan, o şeyhi kutbü'l-âlem Seyyid Şerefüddîn el-Kattâl'den, o şeyhi ve mürşidi seyyidü's-sâdât kutbü'l-âlem Seyyid Abdürrezzâk'tan, o şeyhi ve babası kutbu'r-rabbânî ve gavsü's-samedânî el-Hasenî el-Hüseynî el-Hanbelî eş-Şâfıî Hazret-i Emîr Seyyid Muhyiddîn Ebî Muhammed Abdülkâdir el-Cîlânî (k.s)'tan, o babası kutbü'l-âlem seyyidü's-sâdât Şâh Ebî Salih'ten, o babası Şâh Seyyid Mûsâ Cengî-dost'tan, o babası kutbü'l-âlem Şâh Seyyid Abdullah'tan, o babası kutbü'l-âlem Seyyid Yahya Zâhid'den, o kutbü'l-âlem Seyyid Muhammed Mûris'ten, o babası kutbü'l-âlem Şâh Seyyid Dâvûd'dan, o babası kutbü'l-âlem Şâh Musa'dan, o babası kutbü'l-âlem Şâh Seyyid Abdullah el-Mûris'ten, o babası kutbü'l-âlem Şâh Mûsâ el-Cevn'den, o babası Şâh Seyyid Abdullah el-Mahz'dan, o babası seyyidü's-sâdât câmi-i cemî-i berekât el-Hasan el-Müsennâ'dan, o babası muttakîlerin imâmı ve müslümanların önderi İmâm Hasan (r.a)'dan, o babası Ali el-Murtazâ b. Ebî Tâlib'den (kerremallâhü vecheh), o peygamberlerin efendisi Hz. Muhammed Mustafâ'nın (a.s) kızı Fâtımatü'z-zehrâ'dan (r.a) giymiştir.

Nakşbendiyye Şeyhlerinin Şeceresi (k.s):

Bismillâhirrahmânirrahîm.

Elçisine itaati kendisine itaat sayan ve müminlere (kendisine yaklaşma yolunda) vesîle aramalarını emreden Allah'a hamd olsun. Nitekim şöyle buyurmuştur: “Kim Rasûl'e itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur” (en-Nisâ, 4/80). “Ona yaklaşmaya yol arayın” (el-Mâide, 5/35). Şüphesiz, kim O'nun elçisine itaat ederse kurtuluşa ermiştir, kim de O'na ulaşmak için vesîle ararsa yüksek derecelere ulaşır. En güzel salât ve selâm da, “Gözü kaymadı ve sınırı aşmadı. Andolsun o, Rabbinin en büyük âyetlerinden bir kısmını gördü” (en-Necm, 53/17-18) âyetinde ifâde edildiği üzere gözü kaymaktan uzak ve temiz olan Rasûlü'ne, ailesine, arkadaşlarına, hidâyet yıldızları ve en yüksek mertebelere ulaşma vesilesi olan büyük tâbîlerine olsun.

Bundan sonra; Melik ve kuvvetli olan Allah'a muhtaç kul Ahmed b. Abdülehad el-Fârûkî en-Nakşbendî -Allah Teâlâ günahlarını bağışlasın, kusurlarını örtsün- der ki: Fülân kişi -Allah onu rızâsına uygun işlerde muvaffak eylesin- bu azığı az olan fakirin vâsıtası ile Nakşbendî şeyhlerinin mürîdlik silsilesine girdi. Bu şeyhler -Allah sayılarını arıtırsın ve onlara hased edenleri helak eylesin, son hâli başlangıca yerleştirdikleri, sünnete tabî

10

Page 11: Imami Rabbani - Mukasefetul Gaybiyye (Necdet Tosun)

olmayı şart koştukları ve bid'at işlemekten sakındırdıkları için uyulmaya ve vesîle olmaya daha lâyıktırlar. Onun (İmâm-ı Rabbânî'nin kendisinin) şeyhi ve tarikat muallimi Müeyyidüddîn er-Radî Şeyh Muhammed el-Bâkî idi. Onun şeyhi Mevlânâ Hâcegî İmkenegî, onun şeyhi Mevlânâ Derviş Muhammed, onun şeyhi Mevlânâ Muhammed Zâhid, onun şeyhi hürlerin önderi Ubeydullah (Ahrâr), onun şeyhi Mevlânâ Ya'kûb Çerhî, onun şeyhi bu tarikatın kıblesi (merkezi ve piri) imâmımız Bahâeddîn Nakşbend, onun şeyhi, tarikat ve âdâb muallimi Emîr Külâl, onun şeyhi Mevlânâ Baba Muhammed Semâsî, onun şeyhi Azîzân diye meşhur olan Hâce Ali Râmîtenî, onun şeyhi Mahmûd Encîrfagnevî, onun şeyhi Mevlânâ Arif Rîvgerî, onun şeyhi bu tarikatın reisi Abdülhâlik Gucdevânî, -Şeyh Nakşbend bu reisin rûhâniyetinden terbiye görmüştür-, onun şeyhi rabbânî imâm Şeyh Ebû Ya'kûb Yûsuf Hemedânî, onun şeyhi şeyhu't-tarîka Ebû Ali Fârmedî et-Tûsî, onun şeyhi kutbü'z-zamân Şeyh Ebu'l-Hasan Harakânî, onun şeyhi ve rûhânî terbiyecisi sultânü'l-ârifîn Şeyh Ebû Yezîd Bistâmî, onun şeyhi ve manevî terbiyecisi sultân ve büyük imâm Ca'fer-i Sâdık, onun şeyhi ve anne tarafından dedesi Kasım b. Muhammed b. Ebî Bekr es-Sıddîk, o tabiînin büyüklerinden ve meşhur yedi fakîhtendir, onun şeyhi Selmân-ı Fârsî, ki Hz. Peygamber onu: “Selman bizden, âilemizdendir” diyerek şereflendirmiştir, Hz. Peygamber'in sohbetine nail olmakla birlikte onun şeyhi emîru'l-mü'minîn Ebî Bekr es-Sıddîk'tir (r.a), onun şeyhi de peygamberlerin en üstünü ve önderi Hz. Mu-hammed'dir. Allah ona salât ve selâm etsin. “Dînini bütün dinlere üstün kılmak için Rasûlünü hidâyet ve hak din ile göndermiştir” (et-Tevbe, 9/33)

Çiştiyye Şeyhlerinin Şeceresi (k.s)

Bilmek gerekir ki, Şeyhimiz (İmâm-ı Rabbânî) Çiştiyye intisabını muhterem babasından almış ve bu büyük zâtların (icazet) hırkasını ondan giymiştir. Babası, ârif-i rabbânî, muhakkiklerin örneği, âlimlerin hocası, muttakîlerin sığınağı, şeriat ve hakikati birleştiren Şeyh Abdülehad (k.s) icazet hırkasını velilik dâiresinin kutbu, hidâyetin ve halkın simgesi, kâmil ve kemâle erdirici Şeyh Rükneddîn (k.s)'tan giymiştir. O, babası Şeyhu'l-İslâm kutbü'l-aktâb Şeyh Abdülkuddûs (k.s)'tan, o şeyhi Şeyhu'l-İslâm Şeyh Muhammed Ariften, o şeyhi ve babası Şeyh Şemseddîn Ahmed Abdülhak'tan, o şeyhi Şeyh Celâl Pânîpatî'den, o şeyhi Şeyh Şemseddîn Türk Pânîpatî'den, o şeyhi Şeyh Alâeddîn Ali Ahmed Sâbir'den, o şeyhi Şeyh Ferîdeddîn Mes'ûd Ecûdehenî'den, o şeyhi Hâce Kutbüddîn Bahtiyar Ûşî'den, o şeyhi Mu'îneddîn Siczî'den, o şeyhi Osman el-Hârûnî'den, o şeyhi Hacı Şerif Zendenî'den (Zindânî'den), o şeyhi Şeyh Mevdûd Çiştî'den, o şeyhi Şeyh Ebû Yûsuf Çiştî'den, o şeyhi Şeyh Ebû Muhammed Çiştî'den, o şeyhi Şeyh Ebû İshâk eş-Şâmî'den, o şeyhi Şeyh Ali ed-Dîneverî'den, o şeyhi Şeyh (Ebû) Hübeyre Basrî'den, o şeyhi Şeyh Huzeyfe el-Mar'aşî'den, o şeyhi Sultân İbrâhîm Edhem'den, o şeyhi Şeyh Fudayl b. İyâz'dan, o şeyhi Abdülvâhid b. Zeyd'den, o şeyhi Hasan el-Basrî'den, o şeyhi Hz. Emîru'l-mü'minîn İmâmu'l-müslimîn Ali el-Murtazâ'dan, o da şeyhi yüksek peygamberlik makamının sahibi Hazret-i Muhammed Rasûlullah'tan (a.s) giymiştir6.

İcazetname

Hamd ve salât ü selâmdan sonra Melik ve Velî olan Allah'ın muhtaç kulu Ahmed b. Şeyh Abdülehad el-Fârûkî en-Nakşbendî -Allah Teâlâ ona bol bol merhamet eylesin- der ki: Şeriat, tarikat ve hakikat ilimlerini kendisinde toplayan sâlih, âlim ve şaddık kardeş Şeyh Hamîd el-Bengâlî -Allah Teâlâ onu sevdiği ve razı olduğu amellerde başarılı eylesin- kendisine son hâlin başlangıçta oluşması el verdikten sonra, seyr u sülûk makamlarını ve cezbe merdivenlerini aşarak velilik mertebesine ulaştı. Bu sebeple ona Nakşbendî şeyhlerinin (k.s) usulünce irşâd isteyen taliplere ve ihlâslı mürîdlere istihare ve manevî izinden sonra tarikatı öğretmesi konusunda icazet verdim. Allah Teâlâ'dan dileğim, onu

6 Bu silsiledeki bazı şahısların isim ve nisbeleri Mükâşefât-ı Gaybiyye nin matbu nüshasında yanlış kaydedildiği için Hazarâtü'I-kuds'ten düzeltilmiştir. Bk. Bedreddîn Sirhindî, Hazarâtü'l-kuds (nşr. Mahbûb İlâhi), Lahor 1971, II, 28-29.

11

Page 12: Imami Rabbani - Mukasefetul Gaybiyye (Necdet Tosun)

12

uygun olmayan işlerden koruması, gereksiz işlerden muhafaza etmesi ve peygamberlerin efendisine (a.s) tabî olma konusunda onu sabit eylemesidir.

İcazetname

Bismillâhirrahmânirrahîm. O'na hamd ederiz, nebisine ve nebisinin ailesine de selâm ederiz. Sonra, ehlullâhın yoluna giren sâlih kardeş ve arif billâh Seyyid Muhammed Nu'mân -Allah Teâlâ onu ve bizi razı olduğu işlerde muvaffak buyursun- bu fakirin vasıtasıyla Nakşbendiyye mürîdlik zincirine katılıp onların yolunda ilerleyince ve taliplere faydalı olmaya başlayınca hakikat yolunu öğretmesi için ona izin (icazet) verdim. Selâm, doğru yola uyanlara ve Mustafâ'ya (a.s) tabî olmaya devam edenler üzerine olsun.

İcazetname

Bismillâhirrahmânirrahîm. Dostluğu ve âlemi idaresi sebebiyle Allah'a hamd, nebisine, nebisinin insanları Cennet'e çağıran ailesine ve arkadaşlarına selâmdan sonra Velî ve Ganî olan Allah'ın muhtaç kulu Ahmed b. Abdülehad el-Fârûkî en-Nakşbendî -Allah Teâlâ onların günahlarını bağışlasın ve kusurlarını örtsün- diyor ki: ilmiyle amel eden, faziletli ve kâmil kardeşim Şeyh Muhammed Tâhir, Allah ona velîlerinin yoluna girmeyi nasip edince ve o da Nakşbendiyye tarikatına bütün gayretiyle girince kendisinde huzur, şuhûd (müşahede), kurbet (Allah'a yakınlık) ve cem'iyyet (Allah ile beraberlik) hâlleri hâsıl oldu. Tasavvuf yolunda son hâlin de içinde bulunduğu ilk hâli yaşamak nasip oldu. O, bu hâller içinde iken bir süre geçti ve kendisine, büyük belâlara uğrayacağı, doğru yoldan çıkıp farklı yollara gireceği, ehl-i hakkın mezhebinden bâtıl mezheplere meyledeceği zahir oldu, bu durumu bana da bildirdi. Beni, ondan bu belânın kalkması için Allah'a yalvarmaya sevketti. Birçok yalvarmalardan sonra bana ondan bu belânın kaldırılacağı bildirildi. Bu sebeple Allah'a hamd ettim. Kısa bir süre sonra, ilk önce bildirilen hâl ortaya çıktı ve o (arkadaş) doğru yoldan uzaklaşıp eğri yollara girdi. Hak yoldan bâtıl yollara meyletti. Hattâ hak ve doğru yola dönmesi konusunda ümit kesildi. Dağınık yollardan birine her girişinde onu bu yoldan zorla çıkarmak için Allah'ın yardımıyla teveccüh edip yönelmem ilham olundu. (Buna muvaffak olduktan) sonra, o yola ikinci kez dönmemesi için yolun önüne bir set çekmek ile meşgul oldum. Bu hâl üzere aylar, belki de yıllar geçti. Sonra Allah'ın yardımıyla ikinci olarak ilham olunan hâl zuhur etti, doğru yola döndü, ardından geriye kalan cezbe ve sülûk yollarını aşarak talip ve mürîdlere bu yüce tarikatı öğretme konusunda kendisine izin verilmeye ehil hâle geldi. Bu tarikatı tâlim etmesi ve talebeleri eğitmesi için ona icazet vermek aklıma geldi, istihare ve teveccühten sonra ona icazet verdim. Allah'tan dileğim, önceki ve sonraki insanların efendisine (a.s) tabî olma konusunda sebat ve istikâmet nasip etmesidir. Söz konusu şeyh Kâdiriyye ve Çiştiyye tarikatlarından bol nasip alınca, mürîdlere Kâdiriyye ve teberrüken de Çiştiyye dersi vermesi konusunda ona ruhsat ve icazet verdim. Allah'tan onu korumasını ve başarı ihsan etmesini dilerim. Başta ve sonda Allah'a hamd olsun. Peygamberlerin efendisine, onun aile ve ashabına dâima selâm olsun.

İcazetname

Hamd, Allah'a; selâm da O'nun seçilmiş kullarına. Bundan sonra; istihare ve Allah'a duadan sonra sıddîk ve sâlih kardeş Muhammed Hâşim'e tarikat talîmi için icazet verdim. Tıpkı şeyhim ve efendim Muhammed Bakî en-Nakşbendî'nin -Allah Teâlâ onu arzu ettiği yere ulaştırsın- bana icazet verdiği gibi. Hidâyete uyanlara selâm.

Page 13: Imami Rabbani - Mukasefetul Gaybiyye (Necdet Tosun)

1. Bölüm: Hâcegân Yolunun Cezbesi ve Sülûk

Bu yazı, Hâcegân hazretlerinin (Nakşbendîler'in) tarikatının açıklamasıdır. Bilesin ki, onların teveccühü (mânevi yönelişi), özel bir teveccühtür. O teveccühteki istihlâk ve izmihlale (kendini kaybetme hâline) cezbe derler. Bu cezbe, şânının yüceliğinden dolayı, diğer cezbelere benzemez, onlarla ilgisi yoktur. Onların cezbesi, meselâ gayb dâiresinin noktası (Allah'ın sırf zât mertebesi) ile irtibatlıdır. Bu nokta ise sonun sonudur, Hakîkat-ı Muhammedî denen ve kâbiliyyet-i câmi'a olan taayyün-i evvelin menşeidir. Nitekim bu konu erbabına aşikârdır. Hâcegân cezbesinin bu noktayla irtibatından dolayı, “Bu tarikatta son hâl başlangıca yerleştirilmiştir” denebilir. Bu sebeple bu güçlü tarikatın büyüklerine seyr fillâhtaki manevî kazanımlarından sonra sonsuz manevî yükselişler el verir. Onlarda manevî susuzluk asla görülmez. O noktada fânî ve müstehlek (yok) olurlar. Hattâ kabiliyetleri farklı olmakla beraber orada bekâ hâline ulaşırlar. O noktaya ulaşmak velâyet-i Muhammedi'ye (Muhammedî meşreb velîlere) mahsusdur. O noktada bekâ hâline ulaşmak halkı Hakk'a davetin ve irşadın başladığı yerdir, tam fark makamıdır.

Hz. Peygamber'in manevî vârislerinin önde gelenleri (olan cezbe ehli) için ona tabî olma sebebiyle bu makamın fena ve bekasından nasip vardır. Seyr u sülûk ehli ise böyle değildir. Onların sülûkü (manevî yolculuğu), cezbelerinden öncedir. Ya da söz konusu olan cezbenin dışında başka bir tür cezbe onların sülûkünden önce vâki olmuştur. Bu başka tür cezbeden sülûke ulaştıkları zaman onlarda bir miktar soğukluk oluşur. Çünkü sülûk, cezbe dönemindeki hızlı yükselişi durdurur. Bu sebeple Hz. Emîr (Hz. Ali) sülûkünü yani manevî yolculuğunu tamamladıktan, fena ve bekaya nail olduktan sonra o dâireden çıkmış, maiyyet-i zâtiyye (zatî beraberlik) yoluyla nihayet noktasına ulaşmıştır.

Her ne kadar (diğer tarikatlara bağlı) meczûb-i sâlikler (önce cezbeye sonra sülûke nail olanlar) sâlik-i meczûblardan (sülûkü cezbelerinden önce olanlardan) hararet ve yanma yönüyle daha önde olsalar da, bu tarikatın meczûb-i sâlikleri mertebesine ulaşamazlar. Çünkü merkeze ulaşmak, bu (Hâcegân'a âit) cezbeye mahsustur. Bu sebeple diğer tarîkatlerin son noktaya ulaşan sûfîleri bazen fena ve bekadan sonra sonu sıfatsızlık ve renksizlik olan bu haneden (mertebeden) yükselirler. Bazıları efrâd velîlerin gayb hanesine gidip orada yükselirler. O makama mahsus olan muhabbet ile vâsıl olur, Allah'a ulaşırlar. Diğer bazıları oradan yükselip semâ ve nağmeye (mûsikî dinlemeye) yönelirler. Mûsikînin teşvik ve tahrikiyle terakki edip manen yükselirler.

Sâdece ilâhî cezbe ile yükselen bu tarikatın vâsılları (Hakk'a ulaşanları) ise böyle değildir. Onlarda sıfat ve renk (özellik) kalmamıştır ki onlarla yükselsinler. Cezbe, onları çeke çeke götürür. Bu cezbenin, nihayetin nihayeti noktası (Allah'ın zâtı) ile tam bir irtibatı vardır. Nitekim anlatıldı. Bu tarikatın bazı büyükleri o makamda (cezbede), bu nihayet makamının nuru ile aydınlandılar ve renklendiler. Nihayette hâsıl olacak olan şey, bu hanede (cezbe mertebesinde) müyesser olmuştur. Hâce Ahrâr diye bilinen kutbü'l-muhakkıkîn Nâsıruddîn Hâce Ubeydullah bu cezbe makamında nihayet nuru ile şereflenmişlerdir. Bu konudan bir miktarı, onların ahvâlini anlatırken zikredilecektir.

Aynı şekilde seyr u sülûkünü tamamlayıp velilik, şehâdet ve sıddîklık makamlarına ulaşan7 bu tarikatın büyüklerinden bazıları her ne kadar o (son) noktaya ulaşmamış iseler de, o noktanın nuru onların gönüllerini aydınlatmış ve tam olarak Allah'ı müşahededen faydalanmışlardır. Onlar bu cezbe nimetinden sonra sülûk ederler, bu sülûkü teveccühe (mânevi yönelişe) yardımcı yapıp uzak yolu en kısa sürede aşarlar ve yöneldikleri Kabe'ye (Allah'a) ulaşırlar. Onların bu yolu (usûlü) Hz. Sıddîk-ı Ekber'e (Ebû Bekr'e radiyallâhü anh) aittir.

7 Bu üç makam hakkında İmâm-ı Rabbânî'nin Ma 'ârif-i Ledünniyye isimli eserinin 36. bölümüne bakılabilir.

13

Page 14: Imami Rabbani - Mukasefetul Gaybiyye (Necdet Tosun)

Burada bir incelik vardır. Bilmek gerekir ki, Hz. Sıddîk, Hz. Ali'ye âit olan cezbe ve seyr-i âfâkî (mânevi yolculuğu dış âlemde yapmak) ile irtibatlı üst âleme âit sülûk yolunu elde ettikten sonra -nitekim Hz. Ali bunu şöyle ifâde etmiştir: “Bana göklerin yollarını sorun! Oradaki yolları yeryüzündeki yollardan daha iyi bilirim”-, (Hz. Ebû Bekr) seyr-i enfüsîden yani kendi kalbi içinde olan manevî yolculuğu da yapmıştır. Seyr-i enfüsî şuna benzer, cezbe evinden (makamından) bir tünel kazmışlar, tüneli Allah'ın zât gaybına ulaştırmışlar, bu tünel yoluyla zâta gitmişlerdir. Son Peygamber (a.s) da bu yoldan nihayete ulaşmıştır.

Seyr-i âfâkî ile irtibatlı olan üst âlemdeki yolculuk her ne kadar o Hazret'in (a.s) nübüvvet kandilinden alınmış ise de, Hz. Ali'ye mahsustur. Diğer üç halife (Hz. Ebû Bekr, Ömer, Osman) başka yollardan gayba (Allah'ın zâtına) gitmişlerdir. Hz. Sıddîk'ın yolu anlatıldı. Hazret-i (Ömer) Faruk'un ve Hz. Zinnûreyn'in (Osman'ın) yolları ise ayrı ve müstakildir. Sâliklerin manevî yolculuğu, bu dört yol ile olur. Hz. Ali'nin yolu meşhurdur. Tarikatların çoğu bu yol ile maksûda yönelmişlerdir. Hz. Sıddîk'ın yolu, diğer tarikatlar arasında Hâcegân'a mahsustur.

Ancak bu tarikatın dışındaki bazı büyük şeyhler de bu yol ile ilerleyip maksûda ulaşmışlardır. Bu yolda yürümek, gizliliğinden dolayı zorluklar içerdiği için, nitekim Mevlânâ Abdurrahmân Câmî buna şöyle işaret etmiştir:

Nakşbendîler ilginç kafile başıdırlar,

Kafileyi gizli yoldan Harem 'e götürürler.

ve Hz. Ali'nin yolu açıklığa sahip olduğundan dolayı Hz. Ali'nin yolu meşhur ve yaygın olmuştur. Hz. Ömer ve Hz. Osman'ın yolları da gizlilik içerdiği ve o yollarda yürümek zor olduğu için, şeyhler açık olan Hz. Ali yolunu tercih etmişlerdir. Hz. Ali diğerlerinden daha sonra olup onun yolu meşhur olunca, şeyhler onun yoluna girdiler. Anlayışı kısa olanlar, sülûk ettirme ve kemâle ulaştırma yolunun Hz. Ali'ye mahsus olduğunu zannetmişlerdir. Onlar diğer üç halifenin kâmil (olgun) ama mükemmil (kemâle erdirici) olmadığını düşünürler. Onların cesaret ve cür'etine feryâd! Kendi sülûkleri (manevî yolculukları) Hz. Ali'nin yoluyla olunca onun dışmdakileri yok saymışlar ve bu kötü işi işlemişlerdir. Şiir:

Taşta gizlenmiş olan kurt (böcek) gibi,

Onun yeri ve göğü sâdece o taştır.

Bu fakîr, bazı büyük şeyhlerin Hz. Faruk'un (Hz. Ömer'in) yolu ile sülûk yaptıklarını görmüştür. Hz. Gavsü's-sekaleyn (Abdülkâdir Geylânî) de bu yol ile gayb-ı zâta (Allah'ın zâtına) ulaşmıştır. Hz. Ali'nin yolunda velilikte ilk adım olan fena ve bekadan daha fazla bir müddet geçirmemişlerdir. Şeyh Ebû Sa'îd Harrâz da Hz. Ömer'in yolunu tutmuşlardır. Duymadınız mı, Hz. Peygamber (a.s) şöyle buyurmuştur: “Benden sonra bir peygamber gelecek olsaydı, Ömer olurdu”. Bu sözden maksad Hz. Ömer'in insanları kemâle ulaştırması ve fayda vermesi olmasaydı, peygamberlik makamına nasıl münâsebeti olabilirdi? Düşün ve idrâki kısa olanlardan olma!

Hz. Ebû Bekr Sıddîk'tan sonra bu nisbet (manevî hâl, seyr-i enfüsî, kalpte yolculuk) Selmân-ı Fârsî'ye ulaştı ve derûnî yoldan maksûda bağlandı. Ondan sonra bu nisbet aynıyla Hz. Kasım b. Muhammed b. Ebî Bekr Sıddîk'a ulaştı. Ondan sonra Hz. İmâm Ca'fer-i Sâdık'a annesinin babası olan Hz. Kâsım'dan ulaştı. Ca'fer-i Sâdık buyurmuştur ki: “Ebû Bekr beni iki kez doğurdu”. Bu söz ile bu iki veliliğe işaret etmiştir, iki kez doğmayan kişi, semâvâtın melekût âlemine geçemez, İmâm Ca'fer-i Sâdık kendi babalarından da bir nur almış oldukları ve o nur fevkanî (üst ve dış âlemle ilgili, âfâkî) sülûk ile irtibatlı bulunduğu için, cezbeyi elde ettikten sonra fevkanî sülûk ile maksada ulaştı, her iki nisbeti (Hz. Ebû Bekr ve Hz. Ali'nin hâl ve yollarını) kendisinde toplamış oldu.

14

Page 15: Imami Rabbani - Mukasefetul Gaybiyye (Necdet Tosun)

Sonra bu nisbet Hz. İmâm Ca'fer-i Sâdık'tan emânet ve (Üveysî) velîlerin metodu olan rûhâniyet yoluyla Sultânü'l-ârifîn'e (Bâyezîd Bistâmî'ye) ulaştı. Sanki o emânet nuru, ehline ulaştırması için emânet olarak onun sırtına yüklemişlerdir. Sultânü'l-ârifîn'in teveccüh yüzü başka tarafa yöneliktir. O emâneti yüklenmeden önce bu nisbet ve mânevi hâl ile irtibat anlaşılamaz. Sonra bu nisbet anlatılan açıklamada olduğu gibi (rûhânî ve üveysî yolla) Sultânü'l-Ârifîn'den Şeyh-i Harakân'a (Ebu'l-Hasan Harakânî'ye) ulaştı. Onlardan Şeyh Ebû Ali Fârmedî'ye, onlardan Hz. Hâce Yûsuf'a, onlardan da bu yüce nisbet onun ehli ve Hâcegân'ın halka başı (önderi) olan Hâce Abdülhâlik Gucdevânî'ye ulaştı.

Burada, Hz. İmâm'a (Ca'fer-i Sâdık'a) mahsus olan cezbe (seyr-i enfüsî) ve seyr-i âfâkî yolundan olan iki nisbet (hâl) tekrar zuhur sahasına çıktı ve tekrar tazelik kazandı. Onlar (Gucdevânî) bu yoldan yükselip Sıddîklık Makâmı'na ulaştılar. Olgunluk ve başkalarını olgunluğa eriştirme konusunda yüksek bir makama sahip oldular. Ayrıca aktâbın (kutub mertebesindeki velîlerin) reislerinden idiler. Hz. Hâce (Gucdevânî) sâlikin son hâlini “yâd dâşt” (Allah'ı sürekli akılda tutmak) diye ifâde etmişlerdir. Yâd dâşt'ın mânâsı bu risalede detaylı olarak yazılacaktır inşâallah. Hz. Hâce Gucdevânî'den Hâce Nakşbend'e kadar bu silsilenin şeyhleri cezbeden gayba seyr-i enfüsînin derûnî yoluyla yöneldiler ve kendi isti'dâdları nisbetinde nasip aldılar.

Hz. Hâce Nakşbend'in zamanı gelince, büyük hâce (Gucdevânî) onu rûhânî yolla terbiye etti. O nisbet aynısıyla cezbe ve sülûk olarak onlara ulaştı, kemâl buldu. Onların (Nakşbend'in) halifeleri olan Hâce Alâeddîn Attâr ve Hâce Muhammed Pârsâ (k.s) bu nisbetin hâsıl olması sayesinden onların terbiyesiyle şereflendiler.

Hâce Alâeddîn, kendisinde velilik, şehâdet ve sıddîklık nisbetleri bulunmakla beraber, ma'iyyet-i zâtiyye (Allah ile beraberlik şuuru) yoluyla zât gaybına gitmişler ve nihayet noktasına ulaşmışlardır. O noktada bekâ kazanmışlar ve bu bekâ hâli ile kutb-i irşâd olmuşlardır. Çünkü kutb-i irşâd, belki kutb-i medar olmak, o noktaya ulaşmaya bağlıdır. O makamda fena ve bekaya ulaşmadıkça bu kutbiyyet makamına ulaşamazlar. Hz. Hâce (Alâeddîn Attâr) bu mertebeye ulaşmak için bir yol ve usul ortaya koymuşlardır. Onun halifeleri bu yolu şöyle ifâde etmişlerdir: “Yolların en kısası Alâeddîn'in yoludur”. Gerçekten de, nihayetin nihayetine ulaşmak için bu yol, yolların en kısa ve kestirme olanıdır. Büyük velîlerden bile çok az bir kısmı bu nimete ulaşmışlardır, nerede kaldı ki o yüce makama ulaşmak için bir yol ortaya koysunlar?

Hz. Hâce Muhammed Pârsâ ve Hz. Mevlânâ Ya'kûb (Çerhî) Hâce Alâeddîn'in sohbetinde bu yoldan da nasiplenmişlerdir. Oğulları Hâce Hasan Attâr ve diğer halifeleri de bu yoldan gitmişlerdir. Sâlikleri de bu yol ile sülûk ettiriyorlardı. Hz. Hâce Ahrâr, Mevlânâ Ya'kûb Çerhî vasıtasıyla bu yoldan nasip almışlardır. Bugüne kadar onun halifeleri bu yolun bereketinden nasiplenmişlerdir. Bu yoldan ulaştıkları nur ile mürîdleri faydalandırıyorlar. Mevlânâ Ya'kûb Çerhî cezbeden gayba (cezbe yoluyla Allah'ın zâtına ulaşmaya) anlatılan enfüsî yolla yönelmişlerdir.

Bu durumdan anlaşıldığına göre, Hâcegân şeyhlerinin cezbesi iki kısımdır. Birisi yukarıda açıklaması geçmiş olan cezbedir (Hz. Ebû Bekr'den gelen seyr-i enfüsî usûlü). İkinci cezbe ise ma'iyyet yolundandır (Allah ile beraber olma duygusunun getirdiği cezbedir). Bu cezbe yoluyla sâlikleri terbiye etmek, Hâce Alâeddîn Attâr'a (k.s) mahsustur. Evliyanın büyüklerinden bazıları her ne kadar bu yoldan gitmiş iseler de, bir yol (usûl, metod) ortaya koymamışlardır. Bir yol ortaya koymak ve onunla mürîdleri eğitip manevî yolda yürütmek, o zâtın irşâd makamındaki kemâl, kemâle ulaştırma (tekmil) ve üstün gücüne delildir.

Hâce Muhammed Pârsâ'nın şöyle dediği nakledilir: “Bütün mahlûkâtı maksûd-i hakîkî olan Allah Teâlâ'ya ulaştırabilirim”. Hâce Muhammed Pârsâ'nın bütün bu kemâlâtına rağmen Hâce Bahâeddîn Nakşbend ona Hâce Alâeddîn'e tabî olmasını emretmişti. Hâce Attâr bu silsilede bereketi çok olan bir zâttır. Bugüne kadar bu tarikatta bulunanlar ister Attâriyye

15

Page 16: Imami Rabbani - Mukasefetul Gaybiyye (Necdet Tosun)

koluna mensup olsunlar, ister Ahrâriyye koluna, hepsi o zâtın hidâyet nuru ile doğru yolu bulmuşlardır. O zâtın ortaya koyduğu yol sâliklere nur vermişse, bu yol sayesindedir.

Hz. Peygamber (a.s) mahlukâta doğru yolu göstermek için bu maiyyet yolu ile geriye (halk arasına) dönmüştür. Hz. Ebû Bekr ve Ömer de bu yoldan inmişlerdir. Buradan bu iki cezbe makamının büyüklüğü anlaşılmış oluyor. Çünkü Hz. Peygamberin urûcu yani manevî yükseliş yolu birinci cezbe (seyr-i enfüsî), iniş yolu da ikinci cezbedir (ma'iyyet-i zâtiyye).

2. Bölüm: Hâce Ubeydullah Ahrâr'ın Seyr u Sülûkü

Seyyidü'l-muhakkıkîn Nâsıruddîn Hâce Ubeydullah Ahrâr bu büyüklerin cezbe makamında büyük bir değer sahibi olmuşlardı. O cezbe yoluyla tam bir istihlâktan (kendini unuttuktan) sonra özel bir bekâ (ve bilincin geri gelmesi) hâline geçmişlerdi. Bu bekâ hâli ile, yukarıda anlatıldığı gibi, nihayetin nihayeti noktasından gelen fevkânî (üst âleme âit) nura ulaşmış ve kesrette vahdeti müşahedeye yani çoklukta birliği görmeye öyle dalmıştı ki, sanki ortada hiç kesret perdesi yoktu. Âfâkî seyr u sülûklerini de kendilerinin mebde-i tayyünü (ayn-ı sabitesi) olan ilâhî isme kadar ulaştırmışlardı. Ancak o isimde fânî ve müstehlek (yok) olmamışlardı. Belki daha sonra aynı cezbe içinde önceki istihlâkin ötesinde özel bir tür istihlâk elde etmişlerdir. Cezbede ortaya çıkan özel istihlâk ile, özel buluşma (lika, vuslat) ve fevkânî nurun fazlalığı ile yani bu sülûk usûlünün tümüyle kabiliyetli mürîdleri terbiye ediyorlardı. Mâsivâya (Allah'tan başka şeylere) takılıp kalma sıkıntısından kurtarıyorlardı.

Aynı şekilde, Hz. Osman ve Hz. Ali'nin nihayetin nihayetine ulaşmış oldukları ma'iyyet-i zâtiyye yolundan da Hz. Hâce'nin (Ahrâr'ın) büyük bir nasîbi vardır. O yoldan da gayb-i zât (Allah'ın zât mertebesi) ile irtibatı vardır. Bütün bu kemâl ve tekmilin yanı sıra, on iki kutbun makamından da tam bir nasîbi vardı.

Bu makam gaybdadır, bilinmez, nisbetsizlik ile çok irtibatı vardır. O makamda zatî muhabbetin özel bir kısmı gereklidir. Dîni yüceltmek ve şeriat ahkâmını icra etmek, o makamla irtibatlıdır. İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe el-Kûfî bu makamın kutupları arasında idi. Hz. Hâce (Ahrâr) her ne kadar bu makamın kutupları arasında değil idiyse de, bu makamdan bol nasîb sahibi idiler. Kendilerindeki dîne yardım ve onu yüceltme gayreti, bu makamın ürün ve neticelerinden idi. Bu sebeple ona Nâsıruddîn (dînin yardımcısı) diyorlardı. Bununla birlikte, baba tarafından olan ecdâdından bir nisbet ve manevî hâl aldığı anlaşılıyor. Bu büyük hanedanın (ailenin) tüm şerefiyle bu silsilenin lambası muhteşemdir. Allah onlara en güzel şekilde sevap ve karşılığını versin!

Dünyâya takılıp kalmış olanları ahmaklık ve dalâlet çölünden, o büyük zâtların hidâyet nuru çıkarmış ve maksûda giden yolu göstermiştir. Onların hidâyeti olmasaydı biz helak olurduk, onların yardımı olmasaydı batardık. Allahım! Bizi onların muhabbeti ile sabit ve dâim eyle, onlara uyarak istikâmette yani doğru yolda bulunmayı nasip et! Habîbin (a.s), ailesi, ashabı ve hayırlı tabileri hürmetine.

3. Bölüm: Muhammed Pârsâ'nın Meşrebi

Hâce Muhammed Pârsâ hazretleri (k.s) Hâce Nakşbend'in önde gelen mürîdlerinden idi. O, cezbe ve sülûk ile yoldaki merhaleleri aşmış, fena fillâh ve bekâ billâhın hakikatine ulaşmış, velilik ve şehâdet ve mertebelerine yükselmişti. Hâce Nakşbend hazretleri buyurdular ki: “Ben onu cezbe ve sülûkün her ikisiyle de terbiye ettim”. Yine onun hakkında şöyle demişti: “Sahip olduğum her şeyi benden kaptın”. Bununla birlikte, Mevlânâ Ariften aldıkları nisbet-i ferdiyyet (yalnızlık hâli) vardı ve bu nisbet ile gayb-i hüviyyete (Allah'ın zâtına) ulaşmışlardı, ancak bu yalnızlık hâli dünyâ ile irtibatsızlığı gerektirdiği için Hâce Pârsâ'nın halkı irşâd etmesine mânî oluyordu. Yoksa bu ferdiyyet hâli olmasaydı kendisinde irşâd en kâmil şekilde bulunurdu.

16

Page 17: Imami Rabbani - Mukasefetul Gaybiyye (Necdet Tosun)

4. Bölüm: Hâce Bahâeddin Nakşbend'in Seyr u Sülûkü

Hâce Nakşbend hazretleri Hâcegân şeyhlerinin cezbesini elde ettikten sonra sülûk-i fevkaniye (seyr-i afakîye, dıştaki manevî yolculuğa) döndüler. Sülûkü yani manevî yolculuğu sonuna kadar tamamlayıp fena fıllâh ve bekâ billâh ile müşerref oldular. Bu, velilik makamıdır. Sonra “veliliğin” üstünde olan “şehâdet” (şehidlik) makamına gittiler. O “şehâdet” makamının “velilik” (velayet) makamına nisbeti, tecellîyi sûrînin tecellîyi zatîye nisbeti (aralarındaki farkı) gibidir8. O makamdan sonra “sıddîklık” (sıddîkıyyet) makamına ulaştılar. Bütün bu kemâl ve kemâle eriştirme (tekmil) makamlarına sahip olmakla beraber, Hz. Ali'nin gayb-i hüviyyete (Allah'a) gitmiş olduğu ma'iyyet-i zatî yolundan gittiler ve tıpkı Hz. Ali gibi o nihayet noktasında müstehlek ve fânî oldular. Gavsü's-sekaleyn Abdülkâdir Geylânî de bu yol vâsıtası ile Hz. Muhammed'e (a.s) has olan velilik mertebelerinin nihayetine ulaşmıştır. O nihayette bir bekâ oluşursa, o hazretin (a.s) risâlet mertebesinden nasip alınmış olur. Bu büyüklerin o makamda bir miktar bekaları vardır. Mürîdlere fayda vermeleri de o yoldandır.

5. Bölüm: Muhammed Bakî Billâh'ın Seyr u Sülûkü

Bugün, o büyük zâtların yerine kâim olan, Nakşbendiyye büyüklerinin vekili olan, nihayetin nihayetine ulaşmış olan, velilik mertebelerinin sonuna erişen, velayet dâiresinin kutbu, mahlûkâtın merkezi, hak ehlinin sırlarının keşfedicisi, Allah'a zâti muhabbette en üst mertebede bulunan, Muhammedî veliliğin kemâlâtını kendisinde toplayan ve gerçekleştiren, irşâd ve hidâyet ehlinin dayanağı, başlangıca sonun dâhil edildiği tarikatın mürşidi, ariflerin özü, hakikate erenlerin önderi, şiir:

Ehl-i dünyâya onu anlatmak yazıktır,

Gizli bir yerde aşk sırrı gerekir,

Ancak yolu bulsunlar diye önceden onun vasfını anlattım,

Çünkü vefatından sonra üzülüp hasret çekerler.

Şeyhimiz, efendimiz, sığınağımız, büyük şeyh, arif, kâmil Muhammed Bakî -Allah Teâlâ uzun ömürler versin- ilk hâllerinde zahirî bir şeyhin eğitimi olmaksızın Hâcegân şeyhlerinin huzur hâline ve onların cezbe makamına ulaştı. Orada istihlâk ve izmihlal (fena) elde etti. O makamda bir miktar kesrette vahdeti müşahede (çokluk içinde birliği görme) hâline erişti. İrşâd kutubluğunun bağlı olduğu nihayetin nihayeti nuru ile gönlü doldu ve aydınlandı. Zahirî bir şeyhin icazetinden sonra irşadın bağlı olduğu nur ile ve kesrette vahdeti müşahede ile mürîdleri terbiye etti. İrşâd ve kemâle eriştirme makamında büyük bir şânı oluştu. Onların bir sohbetinde taliplere o kadar faydalar hâsıl olurdu ki, zor riyâzat ve mücâhedelerle (perhizler ve yorucu ibâdetlerle) bile elde edilemez. Ayrıca on iki kutbun makamından da tam bir nasip sahibi idi. Aynı şekilde, Hz. Ömer'e has olan yol ile yukarıya yönelmişlerdi. Sülûk-i afakîyi ayn-ı sabitesine kadar aşmışlardı. O esnada Allah Teâlâ'nın yardımı ulaştı, sülûk-i âfâkî yolunu onlara açtılar ve o yolla kendi terbiyecisi olan ilâhî isme yöneldiler. O isme ulaştılar, velilik, şehâdet ve sıddîklık derecelerinde yükseldiler. Aynı yoldan gayb-i hüviyyete gittiler. Nihayetin nihayeti noktasında müstehlek (fânî, kendini kaybetmiş) olup büyük seyyidlik makamı ile

8 Tecellî-yi sûrî, Allah Teâlâ'yı dünyevî varlıklardan birinin suretinde görmektir. Hz. Musa'nın Tuvâ Vâdisi'nde Allah'ı ateş suretinde müşahede etmesi gibi (Tâhâ, 20/9-12). Tecellî-yi zatî ise, kaynağı Allah'ın zâtı olan tecellîdir. Gerçi bu tecellî de ilâhî isim ve sıfatlarla olur, ancak menşei sıfatlar değil zâttır. Allah'ın dağa tecellî etmesi, bunun üzerine dağın parçalanması ve Hz. Musa'nın bayılması misâlindeki gibi (el-A'râf, 7/143). Bk. Seyyid Şerif Cürcânî, et-Ta'rîfât, Beyrut 1988, s. 52; Abdurrahmân Câmî, Nakdü'n-nusûs fi şerhi Nakşi'l-Fusûs (nşr. W.C.Chittick), Tahran 1977, s. 270; Aliyyü’l-Kârî, el-Esrâru'l-merfû'a, Beyrut 1986, s. 209-210; Ahmed Avni Konuk, Fusûsu'l-hikem Tercüme ve Şerhi (nşr. M. Tahralı- S. Eraydın), İstanbul 1992, IV, 214, 309.

17

Page 18: Imami Rabbani - Mukasefetul Gaybiyye (Necdet Tosun)

müşerref oldular. Bu konuda Hz. Ali oğlu İmâm Hasan (r.a) hakkında şöyle demiştir: “Benim bu oğlum seyyiddir”. Hz. İmâm bu nihayet noktasında bu sebeple istihlâk sahibidirler ve o noktada kutb-i medarın bekasıyla irtibatlı bir tür bekâ da vardır. Hâce Nakşbend hazretleri o makamda bekanın bu kısmına sahiptirler, işte Hâce Muhammed Bakî (Billah) için o hâller de ortaya çıkacaktır. Bu yoldan Allah'ın zât gaybına ulaştılar ki, evliyadan çok azı buraya ulaşabilmiştir.

Bu yüksek hedefe ulaşmanın aslı, bazı büyüklerin de büyüklerine mahsustur. Özellikle sâlik mahbûb (Allah tarafından sevilen kişi) olmadıkça bu yoldan gayba gidemez. Kâmil ve mükemmil bir mahbûbun tasarrufu olmadan bu iki yoldan gitmek gerçekleşmez. Efrâd velîlerin yolundan ma'iyyet yoluyla da bu hedefe ulaşırlar. Ancak sülûk yoluyla ilerleyerek sâliklerin bu nihayete ulaşmaları çok zor, hattâ imkânsız görünüyor. Ama mahbûb ve murâd olan bir velî onları güçlü cezbelerle çeker ve maksûda ulaştırırsa, o zaman durum başka. Nîmet erbabına nimetleri ne güzeldir.

6. Bölüm: Allah'ın Zâtı ve Sıfatları

Hak Teâlâ'nın zâtı, sıfatlarının itibârlarından, hattâ sıfatların kendilerinden müstağnidir, onlara ihtiyacı yoktur. Yani sıfatlar sayesinde oluşan şeyler konusunda, sıfatlardan ayrı sırf zât kâfidir. Meselâ Hayat, İlim, Kudret ve İrâde sıfatlarına bağlı olan işleri, o sıfatlar hiç olmasa bile, sâdece Allah'ın zâtı bu işleri yapar. Bu ifâde, “sıfatlar hiç mevcut değildirler veya ilimde mevcutturlar (hayâlidirler) hâriçte gerçek varlıkları yoktur” demek değildir. Çünkü böyle bir söz, Ehl-i Sünnet ve Cemâat'in görüşüne aykırıdır. Aksine, sıfatlar, zâtın onlara ihtiyâcı olmamasına rağmen, hâriçte zâta zâid bir varlık ile mevcûddurlar. Nitekim ehl-i hakkın mezhebi ve görüşü budur.

Bu, bir örnekle daha açık hâle gelecek: Deriz ki, su bizzat yüksekten aşağıya meyledicidir. Bu meyle tabiî meyi denir. O hâlde suyun zâtı ilim, hayat, kudret ve irâde sıfatlarının işini yapıyor. Suda eğer ilim sıfatı olsaydı, yine aşağıya giderdi. İrâdenin işi, iki eşit durumdan birini tercih etmektir. Bu iradî hareketten hayat ve kudret işi oluşur. Aynı şekilde bu su, tenezzül (iniş) mertebelerinde hayâtın ve canlılığın parçası olur. Bu aşağıya doğru meyl-i tabiîsi sebebiyle, zâid sıfatlarla da vasıflanmış olur. Su, bu işleri, kendi yapısında ve tabiatında olmasına rağmen, zâid sıfatlarla yapar. “En güzel misâller (sıfatlar) Allah'a aittir” (en-Nahl, 16/60).

Allah'ın zâtı, sıfatlara karşı zatî istiğna (ihtiyaçsızlık) ve kifayetine rağmen, ulûhiyet mertebesinde zâid olarak mevcut sıfatlarla vasıflanmış olur. Zâtın yapma konusunda yeterli olduğu işleri bu sıfatlar kuvveden fiile geçirir. O hâlde, tıpkı sıfatlardan uzak olan su için “onun sıfatları, zâtının aynısıdır” denemezse, -çünkü orada zât vardır, sıfat oraya asla sığmaz- aynı şekilde Allah Teâlâ'nın zâtı hakkında “sıfatlar zâtın aynısıdır” denemez. Çünkü orada sıfat yoktur ki zât ile aynı olduğuna hüküm verilsin, ilmî itibâr olsa bile, itibârlar (sıfatların asılları) da sıfat olduğuna göre, zât ile aynilik ihtimâli ortadan kalkmıştır. O hâlde açıklığa kavuştu ki, kelâm âlimlerinin görüşü yani Allah'ta zâid sıfatların mevcut olduğu fikri, sıfatların zât ile aynı olduğuna inanan ve zâid sıfatlar kabul etmeyen bir kısım sûfilerin görüşünden daha doğrudur.

7. Bölüm: Vahdet-i Vücûd Ehlinin Yanılgısı

Allah'ın sıfatlarının zâtı ile aynı olduğunu söylemek ve sıfatların zâid varlıklarını inkâr etmek, hakikatlerin hakikatine ulaşamamanın sonucudur. Çünkü bu grup insanlar için Hak Teâlâ henüz bu sıfatların perdesinde görünmektedir. Allah'ın zâtını sıfatlar aynasında gördükleri zaman, aynanın görünmezliği sebebiyle, sıfatlar onların gözünden gizlenir ve onlar da sıfatların olmadığına hükmederler. Onların bu müşahedesi perdeden yükselip çıksaydı sıfatları zâttan ayrı olarak görürlerdi ve sıfatların var olduğuna hükmederlerdi. Onların vahdet-i vücûda (varlığın birliğine) hükmetmelerinin sırrı ve sebebi budur. Çünkü onların müşahedesi perdeden yükselememiştir, hattâ mâsivâ perdesindedir. Mâsivâ (Allah'tan gayrisi) onların gözünden henüz gizlenmemiştir. Sıfatları göremedikleri için

18

Page 19: Imami Rabbani - Mukasefetul Gaybiyye (Necdet Tosun)

onların var olmadığına hükmetmişlerdir. Görülen ayna yokluk aynası olunca, onun bilgisi de mâsivâda mevcut olunca, bu iki sebeple sıfatların hârici varlığını reddettiler ve ilmî (zihnî, hayâlde) var olduğunu kabul ettiler. Bu yüzden onların fenası tam olmaz. Çünkü mâsivâyı görmezler ama ona şuurları vardır. Mâsivâya karşı şuur ve hissin ortadan kalkması, sâliklerin müşahedesi mâsivâ aynasından tamamen yükseldiği zaman gerçekleşebilir. Oysa onlar (vahdet-i vücûd ehli) için durum böyle değildir. Onların bekâ hâli de kâmil değildir. Çünkü bekanın kemâli, fenanın tam olmasına bağlıdır. Bu cemâat bekadan sonra kendilerini Hakk olarak bulurlar. Bu bilginin kaynağı da sekrdir (mânevi sarhoşluktur). Eğer bekanın kemâli ile müşerref olsalardı, kendilerini oldukları gibi, bir şeye gücü yetmeyen kul ve köle olarak görürlerdi.

Bu cemâat cansız varlıklarda ilim, kudret vs. sıfatların bulunduğunu söylüyorlar. Bu sıfatların cansızlarda var olmasını da, Allah'ın zatî sirayeti ile izah ediyorlar. Oysa Allah Teâlâ hiçbir şeye sirayet ve nüfuz etmez. Onun eşyayı kuşatması da ilmî kuşatmadır (bilmektir), zât bundan münezzehtir. Ancak Allah Teâlâ'yı eşyayı bilen insanlara benzetmek de doğru değildir. Allah Teâlâ eşyanın (dünyevî varlıkların) yaratıcısı, rabbi, rızık vericisi ve sahibidir. Bu sözün hakikati yukarıda, suyun zâtı ve tabiî meyli bölümünde anlatıldı. Onlar (vahdet-i vücûd ehli) ise kendi bilgileri ölçüsünde farklı bir hüküm vermişlerdir. Hakkı hak (doğru) olarak bildiren ve doğru yolu gösteren Allah Teâlâ'dır.

Nakledilir ki, Hâcegân şeyhlerinin (k.s) halka başı olan Hâce Abdülhâlik Gucdevânî'nin şeyhi Hâce Yûsuf Hemedânî'nin meclisinde bir gün büyük zâtlardan birinin hâlleri anlatılıyordu. Yûsuf Hemedânî buyurdular ki: “Bunlar, tarikat çocuklarının terbiye edildiği hayâllerdir”. Bütün şer'î hükümler ve nübüvvet kandilinden alınmış olan ilimler mânâları açık olarak doğruluğun tam merkezindedirler. Onlara aykırı olan bilgi ve görüşler ise, te'vîl (yorum) ve keşf ile elde edilmiş olsa bile yanlış ve eğridirler. Allah Teâlâ buyurdu: “Şüphesiz bu benim dosdoğru yolumdur. Buna uyun. (Başka) yollara uymayın” (el-En'âm, 6/153). Nihayetin nihayetine ulaşmanın alâmeti, bu şer'î hükümlere teslim olmak, boyun eğmek, o ilimleri hayâtımıza geçirmek ve onlarla ahlâklanmaktır. Keşfi nassa (Kur'ân ve sünnete) tabî kılmak ve ilhamı vahye terk etmek doğru yolun ve istikâmetin ta kendisidir. Hz. Peygamber'e (a.s) mahsus olan şeriatlar, zât mertebesiyle ilgili ilimlerin hükümleridir. Onlarla amel etmek, nihayete ulaştırıcıdır. Aynı şekilde, kendi terbiyecisi olan ilâhî isimle irtibatlı bir peygamberin ilimleriyle amel etmek de, ancak o isimlere ulaştırır.

O hâlde, son peygambere tabî olmaları sebebiyle Hak Teâlâ'nın nihayete ulaştırdığı cemâat, ilim ve amelde şeriata kıl ucu kadar bile aykırı olmazlar. Ehl-i hak âlimlerin hemfikir olduğu gibi, şeriat ahkâmında haddi aşmazlar, geride de kalmazlar. Kendilerine taşıp gelen ledünnî ilimler ve ilhamlar şeriata uygundur. Belki onlar, bu şeriat ilimlerinin tafsili ve açıklamasından ibarettir.

Bir şahıs Hâce Nakşbend hazretlerine (k.s) “Seyr u sülûkten maksad nedir?” diye sormuştu. Cevap olarak şöyle buyurdular: “Özet bilginin detaylı olması, delille bilinenlerin keşf ile bilinmesidir”. Şeriatın zahirine ve Ehl-i Sünnet ve Cemâat âlimlerinin görüşüne muhalif olan keşfler, kabule lâyık değildir. Çünkü o, Hz. Muhammed'e (a.s) has olan doğru yoldan sapmaktır. Allah Teâlâ buyurdu ki: “Sen şüphesiz peygamberlerdensin. Doğru yol üzeresin” (Yâsîn, 36/3-4). Muhammedî meşreb olan kişi, bu ilim ve amel nimeti ile müşerreftir. Velâyet-i hâssa-i Muhammedî (Hz. Muhhammed'e has olan velilik) onun nasibi olur. Ona muhalif olan, muhalefeti keşfe dayansa ve velîlerden olsa bile, bu Muhammedî velilik makamından nasip alamaz, önceki peygamberlerden birinin kademi ve meşrebi üzere olur (onların velayetinden feyz alır). O ilimler, o peygamberlerin şeriat ilimlerine muvafık olur. O kişinin seyri yani manevî yolculuğu da, o peygamberin kademine (hakikatine) kadar olur. Muhammedî meşreb olan kişi ise bütün ilmî ve amelî kemâlâtı kendisinde toplamıştır ve orta yolun merkezindedir. Mısra: “Bütün güzellerin sahip olduğu şeylere, sen tek başına sahipsin”.

O din ve dünyânın efendisine (a.s) inmiş olan kitap, diğer peygamberlere indirilen bütün semavî kitapların mânâsını ihtiva etmektedir. Onun şeriatı da, diğer şeriatların özü ve

19

Page 20: Imami Rabbani - Mukasefetul Gaybiyye (Necdet Tosun)

hulâsasıdır. Tam fena hâli, Muhammedîlerin özelliğidir ve onlara mahsustur, tam bekâ da onların şânına uygundur. Çünkü bekanın kâmil oluşu kul mertebesinde değildir. O nîmet, o efendiye (a.s) merhameten verilmiştir, diğer insanlar ise onun sayesinde istifâde eden tufeylilerdir. Bu tufeyliler de onun tâbîleridir. Ona tâbi olmadan bu nimete ulaşmak zordur, hattâ imkânsızdır. Bu yüksek makam, nihayetin nihayetine ulaşmaya bağlıdır. Bu makam, inişin son (en alt) noktasındadır, o nihayet de yükselişin en üstündedir. Yani iki zıt uçtadırlar. Ancak bir şey kendi sınırını aştığı zaman, zıddına döner.

8. Bölüm: Hakîkat-ı Muhammedî (Kâbiliyyet-i Ûlâ) ve Diğer Kâbiliyyetler

Bilmek gerekir ki, “Hakîkat-ı Muhammedî” denen “kâbiliyyet-i ûlâ”, zâtın îtibâr-ı ilmî (ilim sıfatı) üzerine kabiliyetidir, yani âlemi icmâlen bilmesidir. O kâbiliyyet-i ûlâ da özet olarak Kelâm şânında (sıfatının aslında), hattâ Kur'ân-ı Mecîd'de tafsil bulan tüm kemâlât ile irtibatlıdır. Ve o kâbiliyyet, Hz. Muhammed'in (a.s) terbiyecisidir (feyz kaynağıdır, hakikatidir). Bazı sûfîlerin “O hazretin (a.s) terbiyecisi ilim şânıdır” şeklindeki sözleri, bu mânâda olabilir. O kâbiliyyet-i ûlâ itibariyle ona (a.s) nisbet edildi. Onun (a.s) kademi üzere (meşrebinde) olan kâmil tâbîlerinin terbiyecileri de, söz konusu itibârın (ilim sânının) kabiliyetleridir. Bunlar, o kâbiliyyet-i cem'e (Hakîkat-ı Muhammedi'ye) göre cüz gibidirler.

Peygamberimiz dışındaki diğer ulü'l-azm (büyük) peygamberlerin ve diğer nebî ve rasûllerin terbiyecisi, özet yoluyla bütün sıfatlarla muttasıf “zât kâbiliyeti”dir. Bu kâbiliyyet, bazı itibârlarla feyizlenmiş, derecelerine göre o itibârların muhtelif hakikatleri olmuştur. Onların (diğer peygamberlerin) kademi üzere olan kişiler, bu makamdan pay ve nasip alırlar. Ancak bu kişilerin hakikatleri (a'yân-ı sabitesi) başka bir sıfattır ve o (peygamberlere âit) son kabiliyetin altında bulunmaktadır. Bu kâbiliyyet (zât kabiliyeti), Allah'ın zât ve sıfatları arasında bir berzah ve perdedir. “Kâbiliyyet-i ûlâ” (taayyün-i evvel, Hakîkat-ı Muhammedî) ise, zât, sıfatlar ve şuûnât-ı zâtiyye (sıfatların asılları) ile o kâbiliyyet-i ûlânın cüzleri gibi olan diğer kabiliyetler arasında perdedir. Perdenin iki yönü olduğuna göre, son kabiliyette perde olma hükmü ortaya çıkar. Çünkü onun son yönü, zâta zâid olan sıfatlardır ve zâta zâid bir vücûd ile mevcûddurlar. Nitekim Ehl-i Sünnet âlimlerinin görüşü de böyledir. Allah Teâlâ onlara çalışmalarının ecrini versin, işin doğrusu böyledir. Perdenin mânâsı, ancak bir şeye zâid olmaktır (perde bir şeyin zâtının aynısı olmaz, zâta ilâvedir).

Kâbiliyyet-i ûlânın altında madem ki başka kâbiliyyetler vardır ve o kabiliyetler ancak zât-ı mahza (sırf zâta) göre zâiddir, o hâlde o (ilk) kabiliyetin bu (alt) cihetten boyanması perde olmaya sebep olmaz. Evet burada perde de ortaya çıkmıştır. Birinci surette (diğer peygamberlerin hakikati olan kâbiliyyet-i zâtta) ise böyle değildir, çünkü perde burada aynî ve haricîdir. Ancak bilmek gerekir ki, ilmî (hayalî) perdeyi kaldırmak mümkün hattâ vâkidir. Haricî (varlık sahasına çıkmış olan) perdeyi kaldırmak ise mümkün değildir. Bu sebeple Muhammedîler (müslümanlar) için terakki yani manevî yükseliş vuku bulur, terbiyecileri (rableri, feyz kaynakları) olan ilâhî isimlerden Rabbü'l-erbâba (zâta) yükselirler. Şüphesiz, tecellî-yi zatî Hz. Muhammed'e (a.s) ve ona tabî olanlara mahsustur. Onların müşahedeleri perdesiz olur. Düşün! Sıfatlar ve kabiliyetler tarafında mahlûkâttan ve kendi terbiyecileri olan isimlerden bu yükselişin olması mümkün değildir. Çünkü bu perde ortadan kalkmaz ki yükseliş mümkün olsun.

Bugün bazı sûfıler Hakîkat-ı Muhammedi'yi, zâtın bütün sıfatlarla icmâlen (özet olarak) vasıflanma kabiliyeti olarak düşünmüşlerdir. Bu düşüncenin kaynağı şudur: O cemâat, sıfatlar hânesindedir (makâmındadır), o makamdan nasipleri vardır. O makamın kâbiliyyeti, söz konusu edilen kâbiliyyettir. Nitekim yukarıda geçti. Bu sebeple mecburen o yüksek makamı o servere (a.s) nisbet etmişlerdir. Doğrusu ise daha önce zikredilendir. Allah Teâlâ daha iyi bilir, doğru yolu gösteren de O'dur.

Onların hükmü ve anlayışı böyledir, onlara göre bu kâbiliyyet şuûnâtın üzerindedir, şuûnâtı da onun altında saymışlardır. Oysa onların şuûnât dedikleri şey şuûnât değil o

20

Page 21: Imami Rabbani - Mukasefetul Gaybiyye (Necdet Tosun)

kâbiliyyetin altındaki sıfatlardır. O taifenin nazarı o haneyi (makamı) geçemediği için sıfatları şuûnât (sıfatların asılları) zannetmişlerdir. Bu sebeple sıfatların zâta zâid oluşunu inkâr etmişlerdir. Aksine, şuûnât zâtın aynısıdır, sıfatlar ise zâta zâid olarak mevcutturlar. Şuûnât (şuûnlar) konusu ayrıca yazılmıştır, sıfatlar da müstakil olarak ayrı bir kağıtta yazılmıştır. Oradan okuyup düşünmek gerekir.

9. Bölüm: Allah'ın Kelâmı Kur'ân

Burada Kelâm sıfatı, daha doğrusu Kelâm şânı (sıfatının aslı) söz konusu edilecektir. Kelâm (konuşma sıfatı) olmadan bir şeyi ifâde etmek düşünülemez. O hâlde bütün zâtî kemâlât ve zâtî şuûnât, önce bu Kelâm sıfatında hattâ şânında feyz yoluyla zuhur ederler. Sonra oradan ifâde âlemine gelirler.

Meselâ bir çok kemâlât (hüner) sahibi bir kişi bu hünerlerini göstermek isteyince önce onları konuşma gücü mertebesine indirir, oradan ortaya çıkarır. O halde Allah Teâlâ'nın zâtına sâdece itibarî olarak zâid olan şuûnât mertebesinde Kelâm'ın özel bir konumu vardır. Zât ve şuûnât mertebesinde bulunan her kemâlât, tümüyle Kelâm şânında feyz yoluyla tecellî eder. Bu şânın tüm hakikati sâdece Kur'ân'dır. Arapça olarak ve bilinen sıra ile mushaflarda yazılmıştır. Peygamberlere inen bütün kitaplar bu Kur'ân'ın parçalarındandır ve Kur'ân'ın bazı ibarelerinden istifâde yoluyla hazırlanmıştır. Başlangıçtan sona kadar bütün kâinatın yaratılması ondan (Kur'ân'dan) istifâde ile olmuştur. “Biz, bir şeyin olmasını istediğimiz zaman ona (söyleyecek) sözümüz sadece “Ol” dememizdir. Hemen oluverir” (Nahl, 16/40) âyeti, bu sözümüzü desteklemektedir.

Bu Kur'ân, bu büyük değer ile Asıl Dâiresi'ne (ilâhî âleme) dâhildir. Ona gölge olma durumu (zılliyyet) asla yol bulup gelmemiştir. Evliyâullahın büyüklerinden bazılarının: “Kur'ân, cem mertebesindendir” demesi, bu mânâya işaret için olmalıdır. Hakîkat-ı Muhammedî diye ifâde edilen kâbiliyyet-i ûlâ bu Kur'ân-ı Mecîd'in gölgesidir. O hâlde o kâbiliyyet de asıl değil gölge olma yoluyla bütün zâtî kemâlâtı ve şuûnâtı ihtiva etmektedir. Kur'ân ise asıl olma (asalet) yoluyla bunları ihtiva etmektedir. Bu sebeple Kur'ân, o efendiye (a.s) inmiş ve onu bu büyük nimetle imtiyaz sahibi eylemiştir. Nitekim Hz. Peygamber'in kendisi hakkında: “Dîninizin yarısını bu Humeyrâ'dan öğrenin” buyurduğu Hz. Âişe, Hz. Peygamber'in ahlâkı hakkında şöyle buyurmuştur: “Onun ahlâkı Kur'ân'dı”. Hz. Peygamber'in şeriatının büyüklüğünü, asalet ve zılliyyeti buradan kıyas edip düşünmek gerekir. Ona (a.s) tabî olmayı, bütün mutlulukların sermâyesi olarak bilmelidir. Mısra:

“Bu iş bir nimettir, şimdi kime gelir?”

Bu anlatılanlar, ahlâkını Kur'ân ahlâkı yaptıkları ve Kur'ân nuruyla gözünü sürmeledikleri efrâddan bazı kişilere mahsustur. Kutub mertebesinde olanların nazarı ve düşüncesi buraya erişemez, onlar gölge mertebesinden geçemez. Bu ilimlerin ve makamların incelikleri kutublardan bazı ferdlere mahsustur. Kutb-i irşâd ve kutb-i medarın önünde başka bir iş vardır. Onlar özel bir hizmete seçilmişlerdir. Kutbiyyet ve ferdiyyet mertebelerinin ikisini de kendisinde toplayan kişiye ne mutlu. Tıpkı Seyyidü't-tâife Cüneyd-i Bağdadî gibi. Ona bu ferdiyyet nisbeti Şeyh Muhammed Kassâb'dan gelmiştir, onun kalbî hâli elde etmesindeki pîri ise Serî Sakatî'dir. Cüneyd kutubluk hâlini, ferdiyyet hâlinin yanında unutarak şöyle diyor: “Halk zannediyor ki ben Serî'nin müridiyim. Oysa ben Muhammed Kassâb'ın müridiyim”.

Sözün başına ve aslına dönüp deriz ki: Kur'ân-ı Kerîm'deki mâzî (dili geçmiş) ve istikbâl (gelecek zaman) lafızları, ezelî ve ebedî bütün zamanların ondan (Kur'ân'dan) zuhur ettiğini ifâde etmek içindir. Bazı lafızlar mâzî, bazıları şimdiki zaman, bazıları da istikbal ile alâkalıdır, ancak bu kalıplar Kur'ân'a nisbetle değildir, aksine Kur'ân'ın kapsadığı bazı zamanlarla ilgilidir.

21

Page 22: Imami Rabbani - Mukasefetul Gaybiyye (Necdet Tosun)

Meselâ bir şahıs kendi başından geçen bazı olayları anlatmak için geçmiş zaman kalıbı kullanır. Bu geçmiş zaman kalıbı, o şahsın olayının zamanı ile ilgilidir, o şahsın kendisiyle ilgili değildir. O şahıs bütün zamanları kapsamaktadır. Doğrusunu bilen ve doğru yolu ilham eden Allah Teâlâ'dır. Doğruyu doğru olarak gösteren ve doğru yola ileten Cenâb-ı Hak'tır.

Bu durumda, Kur'ân'ı tasdik eden ve hükümlerine tâbi olan kişi, bütün semavî kitapları tasdik etmiş, bütün peygamberlerin şeriatlarının kemâlâtını ihtiva etmiş olur. Allah'ın bu kelâmını (Kur'ân'ı) yalanlayan kişi de bütün inmiş olan kutsal kitapları yalanlamış olur. Bu dinin gereğini yapmamak da büyük bir mahrumiyete sebep olur. Şiir:

“Muhammed-i Arabî her iki cihanın kaşıdır (süsüdür),

Onun ayağının tozu olmayanın başına toprak serpilsin”.

10. Bölüm: Kur'ân Harfleri ve Şuûnlar

Bilmek gerekir ki, Kur'ân harflerinden bir her bir harf, özet olarak bütün kemâlâtı kapsamaktadır. Uzun sûrelerdeki özel faziletin aynısını kısa sûrelere de koymuşlardır. Uzunluk ve kısalık bu konuda fark etmez. Evet, her sûrenin, her âyetin, hattâ her kelimenin özel bir üstünlüğü ve kendine has fazileti vardır. Tıpkı ilâhî şuûnlardan her bir şânın özet olarak bütün şuûnâtı kapsaması, bununla birlikte özel bir fazilet ve tesirinin bulunması gibi. O hâlde kâbiliyyet-i ûlâda, ki “o mertebede her şân bütün şuûnları kapsamaktadır” derler, şuûn kelimesini kullanmak şuûnun gölgesi olması itibariyledir. Yoksa şuûn (sıfatların asılları), asıl dâiresine dâhildir (zâtın aynısıdır).

11. Bölüm: Kur'ân Âyetleri

Bilesin ki, özel ve münferid bir olay üzerine nazil olmuş olan her sûre, hattâ her âyet onları okuyan kişiye o konuda tam bir fayda verir. Meselâ nefs tezkiyesi (nefsi kötü huylardan arındırma) konusunda inmiş olan bir âyetin okunmasının, nefs tezkiyesinde büyük bir tesiri vardır. Diğerleri de bu şekildedir.

12. Bölüm: Kur'ân İlâhî Âlemdendir

“Ona (Kur'ân'a) önünden de ardından da bâtıl gelemez. O, hikmet sahibi, çok övülen Allah'tan indirilmiştir” (Fussilet, 31/42) âyet-i kerîmesi sanki Kur'ân'ın asıl dâiresine (ilâhî âleme) dâhil olduğuna dâir bir remz ve işarettir. Çünkü asıl dâiresine bâtıl asla yol bulup gelemez. Gölge dâiresine ise altta olmak sebebiyle bâtıl yol bulup gelebilir. Bâtıl olan şeyler o asıl mertebesine ulaşamazlar. Orası (Allah'ın zâtı) hâlis asıldır. “O'nun zâtından başka her şey yok alacaktır” (el-Kasas, 28/88). Allah Teâlâ daha iyi bilir, doğru yolu gösteren de O'dur.

13. Bölüm: Kur'ân'ın İncelikleri ve Kâbiliyyet-i Ûlâ

“Ona ancak temizlenenler dokunabilir” (Vâkı'a, 56/79) âyet-i kerîmesinde sanki Kur'ân'ın hakikatinin inceliklerine muttali olmanın sâdece temiz insanların kâmil olanlarına mahsus olduğuna dâir bir remz vardır. Ancak Kur'ânın bütün inceliklerine vâkıf olmak, Cenâb-ı Hakk'a mahsustur. Nitekim Hz. Peygamber (a.s) buna işaret etmiştir. Ayrıca bir şeyin zahirine dokunmak, onu düşünmektir. O hâlde âyette kast edilen şey, Kur'ân'ın zahirî yönlerine muttali olmaktır. Yoksa bâtınların bâtınını sâdece Cenâb-ı Hak bilir. Temizliğin kemâli, mâsivâdan uzaklaşmaya ve mâsivâ bağlarıyla kirlenmemeye bağlıdır. Bu da, asla bağlanmak ve her türlü gölgeden yüz çevirmekle olur. Mısra: “Dosttan ayrılmak az ise de, gerçekte az değildir”.

22

Page 23: Imami Rabbani - Mukasefetul Gaybiyye (Necdet Tosun)

Bakışları kâbiliyyet-i ûlâ mertebesinden öteye geçemeyen bazı sûfîler bu kâbiliyyeti manevî yükselişin sonu zannetmişler, ona taayyün-i evvel adını vermişler ve “bu taayyün zâta zâid değildir” (zâtın aynısıdır) demişlerdir. Bu kâbiliyyeti görmeye de tecellî-yi zât taayyünü demişlerdir. Onlar için de özel velilikten nasip vardır, çünkü bu veliliğin dereceleri farklıdır. Şiir:

Gök, Arşa göre aşağıdadır,

Yoksa toprağa göre çok yüksektir.

Ancak evliyâullahtan başka bir grup bu mertebeyi (kâbiliyyet-i ûlâ, tayyün-i evveli) de zâid (zâttan farklı) bilmişler, yakînin gölgesiyle huzur bulmuşlardır. Allahım! Habîbin hürmetine onların sevgisiyle bizi rızıklandır.

14. Bölüm: Kur'ân Ayı Ramazan

Daha önce zikredildiği üzere, zâti şuûnlardan olan Kelâm şânı (Allah'ın konuşma sıfatının aslı), zâta âit kemâlâtın ve şuûnların tümünü kapsamaktadır. Mübarek Ramazan ayı da bütün hayır ve bereketleri kapsamaktadır. Var olan bütün hayır ve bereketler Allah Teâlâ'nın zâtından feyz yoluyla gelmektedir ve O'nun şuûnâtının neticesidir. Meydana gelen her kötülük ve eksikliğin kaynağı ise yaratılmış olanların zât ve sıfatlarıdır. “Senin başına gelen kötülük nefsindendir” (en-Nisâ, 4/79) âyet-i kerîmesi kesin bir hükümdür. O hâlde bu mübarek ayın bütün hayır ve bereketleri, Kelâm şânının ihtiva ettiği zatî kemâlâtın neticesidir. Kur'ân-ı Kerîm o kapsayıcı Kelâm sânının tüm hakikatinin sonucu ve ürünüdür. Bu sebeple bu mübarek ayın Kur'ân-ı Kerîm ile tam bir münâsebeti vardır. Çünkü Kur'ân bütün kemâlâtı (fazilet ve üstünlükleri) kapsamaktadır, bu ay da o kemâlâtın ürün ve neticeleri olan hayırları kapsamaktadır. Kur'ân ile Ramazan arasındaki bu münâsebet, Kur'ân'ın bu ay içinde inmesine sebep olmuştur. “Ramazan ayı, Kur'ân'ın indirildiği aydır” (el-Bakara, 2/185).

Bu ayın içindeki Kadir gecesi de, bu ayın hulâsası ve özüdür. O gece öz (meyvenin içi), bu ay da onun kabuğu gibidir. O hâlde bu ayı gönül diriliği ve istikâmeti ile geçiren, bu ayın hayır ve bereketlerinden nasip alan herkes, bütün seneyi gönül diriliği ve istikâmeti (cem'iyyet) ile geçirir, hayır ve bereketlerle dolar. Allah Teâlâ bizi bu ayda hayır ve bereketlere muvaffak eylesin, büyük nasip ile rızıklandırsın.

15. Bölüm: Hurma ile İftarın Hikmeti

Hz. Peygamber (a.s) buyurdu ki: “Sizden biriniz iftar edip orucunu açtığı zaman hurma ile iftar etsin. Çünkü hurma berekettir”. Orucu hurma ile açmada ve hurmanın bereket olmasındaki hikmet, hurma ağacının insan gibi kapsayıcılık ve düzgünlük sıfatı ile yaratılmış olmasıdır. Bu sebeple Hz. Peygamber (a.s) hurma ağacına “Âdemoğullarının halası” demiş ve Âdem'in çamurundan yaratıldığını ifâde etmiştir. Nitekim şöyle buyurmuştur: “Halanız hurma ağacına hürmet ve ikram ediniz. Çünkü o, Âdem'in çamurunun bakiyesinden yaratılmıştır”. Hurmanın bereket ile ilişkisi, onun kapsayıcılıgı sebebiyle olmalıdır. O hâlde hurma ağacının meyvesi olan hurma ile iftar etmede, iftar eden kişinin cüz'ü (parçası) ile oruç açılmış olmaktadır. İnsan ile hurma arasındaki parça olma ilişkisinden dolayı, hurmanın hakîkat-ı câmi'ası (kapsayıcı hakikati) onu yiyenin hakikatinin parçası olur. Onu yemenin tavsiye edilmesi, hurmanın hakîkat-ı câmi'asının ihtiva ettiği sonsuz kemâlât sebebiyledir. Bu durum (hurmanın hakikatinin onu yiyenin hakikatinin cüz'ü olması), hurmayı normal zamanda yemek ile de oluşur, ancak oruçlunun nefsânî arzulardan ve fânî lezzetlerden uzaklaştığı iftar vaktinde daha tesirli olur, bu iş o zaman daha kâmil bir şekilde ortaya çıkar. Hz. Peygamber'in (a.s): “Müminin hurma ile sahur etmesi ne güzeldir” buyurmasının hikmeti de, o gıdanın, gıdayı alanın cüz'ü olması ve kendi hakikati ile yiyenin hakikatini kemâle erdirmesi olmalıdır.

23

Page 24: Imami Rabbani - Mukasefetul Gaybiyye (Necdet Tosun)

Oruç ânında (bir şey yenmemesi sebebiyle) bu iş gerçekleşmediği için onu telâfi etmek gayesiyle hurma ile sahura teşvik buyurmuşlardır. Çünkü onu yemek, sanki bütün gıdaları almak gibidir. Kapsayıcılığı sebebiyle hurmanın bereketi (sahurdan) iftar vaktine kadar sürer. Hurmanın zikredilen bu faydası, onu dînin meşru gördüğü bir yoldan temin etmek ve şeriattan kıl ucu kadar bile ayrılmamak durumunda gerçekleşir. Bu faydanın hakikati de, onu yiyen kişi suret ve şekilden geçip hakikate ulaştığı zaman, zahirden geçip bâtınla süslendiği zaman müyesser olur. Gıdanın zahiri, o kişinin zahirine (bedenine) yardımcı olur. Gıdanın bâtını (hakikati) de o kişinin bâtınını kemâle eriştirir. Ancak durum böyle olmazsa (şer'î ahkâma riâyet edilmezse) hurmanın faydası zahirî yardım ile yani bedeni güçlendirmekle sınırlı kalır, onu yiyen de kusurun ve eksikliğin tam içinde olur. Şiir:

“Lokmayı cevher yapmak için çalış,

Ondan sonra ne istersen ye!”

İftarda acele etmek, sahuru da geciktirmek konusundaki hikmet, gıdanın gıda alanı kemâle erdirmesi sırrıdır.

Eğer “madem ki arif kişinin kemâle ermesinde gıdanın tesiri var, o hâlde oruçta (gündüzleri) gıdayı terk etmenin hikmeti nedir?” diye bir soru sorarlarsa, cevaben deriz ki: Allah'ın isimlerinden bazıları Samediyyet (muhtaç olmama) mertebesiyle irtibatlıdır. Bu isimlerden tam nasip almak, yeme ve içmeyi terk etmeden mümkün ve müyesser değildir. Bu sebeple gıdayı almakta arifin kemâle erişmesi olduğu gibi, gıdayı terk etmekte de onun (Samedî isimlerden feyz alarak) kemâle erişmesi vardır, işin gerçeğini Allah Teâlâ daha iyi bilir.

16. Bölüm: İlâhî Sıfatlar, Şuûnlar ve Vuslat

Şuûnâtın (sıfatların asıllarının) zât üzerine zâid oluşu sâdece itibarîdir (bir yöndendir, varsayımdır), sıfatların zât üzerine zâid oluşu ise vücûd-i haricî iledir (gerçektir). Çünkü Allah'ın sıfatları hâriçte zâta zâid (ilâve) bir varlık ile mevcûddurlar. Nitekim hak ehlinin mezhebi ve görüşü budur. Şuûn ile sıfatlar arasındaki fark çok incedir. Muhammedîlerin büyükleri bu farka vâkıftırlar. Bu taifeden (sûfılerden) çoğu bu farkı anlayamadıkları için şuûnu sıfatların aynısı zannetmişler ve sıfatların hâriçteki varlığını inkâr etmişlerdir. Gördüğün gibi, bu Ehl-i Sünnet ve Cemâat'in icmâına aykırıdır. Allah Teâlâ hepsinden razı olsun.

Bu fakir bazı müsvedde evrakında söz konusu farkı tafsilatıyla yazmış, örnekler vererek konuyu aydınlatmıştır. Kastedilen şey şudur: Şuûn (şânlar), asıl dâiresine yani ilâhî âleme dâhildirler. Gölge olma durumu onlara asla yol bulup erişemez. Bu şuûnun altında bulunan ve onların gölgeleri gibi olan kabiliyetler -dereceleri farklı olmakla beraber- Muhammedîlerin (müslümanların) hakikatleridir. Hakîkat-ı Muhammedî, o hakikatlerin en kapsamlı olanıdır. Ona mazhar olan Efendimiz'e salât ve selâm olsun. Onların (müslümanların) kutublarının manen yükselebileceği son nokta, Hakîkat-ı Muhammedî (Hz. Muhammed'in hakikati) olan kâbiliyyet-i ûlâ (taayyün-i evvel) mertebesinin son noktasına kadardır. Bu kutubların makamı -ister kutb-i medar olsun, ister kutb-i irşâd- sanki bu kâbiliyyetin merkez noktasındadır. Aşağıya inerken de bu noktadan inerler. Onlar için daha yukarıya yükselmek mümkün değildir. Bazıları yükselmiş ise de, azıcık yükselmiştir. O makamdan yükselmek ve asıl dâiresine (ilâhî âleme seyr-i kademî değil, seyr-i nazarî ile) girmek, bu ümmetin efrâd derecesindeki velîlerine mahsustur. Allah Teâlâ'nın rızâsı onların üzerine olsun.

Kişi, ferdiyyet makamına ulaşmadıkça bu kemâlden nasipsizdir. Evet, bazı kâmil zâtlar, ferdiyyet makamına ulaşmadan ve asıl dâiresine dâhil olmadan, efrâd ile sohbetleri vasıtasıyla ve efradın onlar üzerindeki tesiri sayesinde o yüksek makamdan nasip alırlar. Asıl dâiresine girmek efrada mahsustur. Ancak diğerleri için o makamdan nasip almak,

24

Page 25: Imami Rabbani - Mukasefetul Gaybiyye (Necdet Tosun)

efrâd ile münâsebet vâsıtası ile hâsıl olur. Asıl dâiresine girdikten sonra efrâd velîler arasında da çok farklar vardır. Çünkü şuûn (ilâhî sıfatların asılları) da o dâireye dâhildir. Gerçi şuûn zâtın aynısıdır ama mahz itibariyle (sırf zâta göre) onlarda bir zâidlik vardır. Şiir:

“Dostun ayrılığı az da alsa, az değildir,

Gözün içi yarım kıl kadar ise de çoktur.”

Bu dâireye dâhil olduktan sonra, zâtı şuhûd (Allah'ı müşahede, görme) hepsine hâsıl olur. İster şuûn mertebesinde olsunlar, ister zâta vâsıl olsunlar. Şuhûd kelimesi, terim yetersizliğinden dolayı kullanılmıştır. Yoksa orada müşahedenin bir etkisi ve tesiri yoktur. Aynı şekilde, bu özel hâlin bir sureti (benzeri) misâl âleminde şühûd ve Allah'ı görme gibi hâsıl olur. Bu sebeple bu lafızlar ve benzerleri kullanılıyor. Söz konusu görme de, asıl dâiresine girmeden düşünülemez. Gölge mertebelerini tamamen aşan, ancak asıl dâiresine (mertebesine) girmeyen kişilerin gördüğü şey, hem zât mertebesini hem de şuûnâtı ihtiva eden “asıl dâiresi”dir. Şuûnât olmaksızın sâdece zâtı görmek, efrada mahsustur.

Bilmek gerekir ki, efrâd adı verilen bu büyük insanlardan zâta vâsıl olanlar azın da azıdır. Sahabenin büyükleri ve ehl-i beytten on iki imâm -Allah onlardan razı olsun- bu nimeti kazanmışlar ve bu şansı elde etmişlerdir. Evliyâullahın büyüklerinden Gavsü's-sekaleyn Kutb-i rabbânî Muhyiddîn Şeyh Abdülkâdir Cîlânî (k.s) bu nimet ile mümtazdır ve bu makamda özel bir durumu (hâli, husûsiyyeti) vardır ki diğer velîlerin bu durumdan nasibi azdır. Bu Allah vergisi imtiyaz, onların (Şeyh Abdülkâdir'in) hâlinin yüksek olmasına sebep olmuştur. Şöyle demişlerdir: “Şu ayağım, bütün velîlerin omuzu üstündedir”. Diğerlerinin de fazilet ve kerametleri çoktur ama o zâtın bu husûsiyyete yakınlığı, hepsinden daha fazladır. Manevî yükselişte onlardan hiç biri bu keyfiyyete (hâle ve makama) ulaşamaz. O zât, bu konuda ashâb ve on iki imâm ile ortaktır. “Bu Allah'ın birlütfudur, onu dilediğine verir. Allah büyük lütuf sahibidir (el-Hadîd, 57/21)”.

17. Bölüm: Ruhlar Âlemi ve Zatî Tecellî

Cisimler âlemi, ruhlar âleminin gölgesi gibidir. Ruhlar âlemi de zâtın aynısı olan ilâhî şuûnâtın ya da zâta zâid olan ilâhî sıfatların gölgesi gibidir. Birinci gölge olma durumu yani ruhlar âleminin şuûnâtın gölgesi gibi olması, Muhammedî meşreb insanlara mahsustur (Muhammedî meşreb kişilerin ruhları, ilâhî sıfatların değil, o sıfatların asılları olan şuûnların gölgesi gibidir). Çünkü zât gaybından (sırf zâttan) hâsıl olan tam câmi'iyyet (kapsayıcılık) bu şekilde (şuûnâtın gölgesi olarak) gerçekleşebilir. Bu sebeple tecellî-yi zatî de onlara (Muhammedî meşreb velîlere) mahsus olmuştur. “Bu Allah'ın bir lütfudur, onu dilediğine verir. Allah büyük lütuf sahibidir (el-Hadîd, 57/21).”

18. Bölüm: Ruhlar Âlemi, Sûrî ve Manevî Tecellîler

Sâlik, bu cisimler âleminden daha yükseğe adım atmak istediği zaman, sırf Allah'ın yardımı ile bazı sâliklerin nazarı bu âlemin aslı olan ruhlar âlemine düşer, orayı görür. Ruhlar âlemi ile şuûnât veya ilâhî isimler arasında gölge olma ilişkisi bulunduğu için, gölgenin de gölgesi olan cisimler âlemini Hak olarak bilir ve onu görmeyi Hak Teâlâ'yı görmek olarak kabul eder. Gerçekte ise, onun gördüğü kendi aslıyla irtibatlı olan ruhlar âlemidir. Bu kişiye bu tecellînin (görüntünün) başlangıcında cisimler âlemi de görülür. Ancak nazarı ve bakışı daha yukarıya yönelince ve üste teveccüh edince bu süflî (aşağı) âlemi ruhlar âlemi olarak bilir ve onun hakikatine hükmeder. Gerçi o esnada bu kişi onu rûhâniyet adıyla (ruhlar âlemi olarak) bilmez, Hakkâniyyet adıyla hayâl eder. Bu sebeple kendisini ve âlemi Hak olarak bilir. Sonunda kendisine tecellî gelen bu kişinin gözünden cisimler âlemi tamamen silinir ve ayna olma durumu ortaya çıkar. Bu âlemde ruhlar âlemini müşahede eder. Rûhâniyet adıyla bilse de, bu esnada Allah Teâlâ'nın mevcud olduğuna ve O'nun hâricinde hiçbir şey olmadığına hükmeder. Bu müşahedenin galip

25

Page 26: Imami Rabbani - Mukasefetul Gaybiyye (Necdet Tosun)

geldiği esnada bazı sâliklerin tüm benlikleri (nefs, ego) ortadan kalkar, kendilerini kaybederler. Bu iki durumda da onların tecellîleri, tecellî-yi sûrîdir, gördükleri şey de ruhlar âlemidir.

Çoğu zaman sâlik bu makamda bekâ (kalıcılık) elde eder. Ancak bazen bu hâl (benliğini yitirme) gidip sâlik eski hâline döner ve tekrar kendisini Hak olarak görür. Gerçekte ruh ile bekâ bulmuş, benliği ruhun üzerine düşmüştür. Bu bekayı bazen hakka'l-yakîn olarak hayâl eder. Nitekim bazıları böyle zannetmiştir. Fena ve bekayı ilk adımda ispat eder. llme'l-yakîn, ayne'l-yakîn ve hakka'l-yakîni bu makamda düşünür ve hedefe ulaşmaktan geri kalır. Şiir:

Taşta gizlenmiş olan kurt (böcek) gibi,

Onun yeri ve göğü sâdece o taştır.

Tarikat çocuklarında ortaya çıkan hâllerden, Hak Teâlâ'nın âlemi kuşattığını (ihata) ve âlemin bütün zerrelerine sirayet ettiğini düşünmek, kesrette vahdeti yani çokluk içinde birliği müşahede etmek ve bunlara benzer hâllerin hepsi bu makamdadır. Gerçekte ise o kuşatma, ruhların cisimler âlemini kuşatmasıdır ve cisimler âleminde ruhlar âleminin görülmesidir. Allah'ın yardımı o sâlikin hâlini kuşatınca onu bu tehlikeden geçirir, böylece sâlikin nazan ruhlar âleminin aslı olan şuûnâta, belki de şuûnâtın yansımasına (gölgesine) ya da ilâhî isimlere düşer. Bu nazar (görme ve düşünme) sayesinde önceki bilgi ve algılamalanndaki yanlışlığı idrâk eder. Kendisini ve âlemi Hak Teâlâ olarak zannettiği algılama ve bilgi ortadan kalkar. Aynı şekilde sâlikte var olan Allah'ın kuşatması, sirayeti ve benzeri hüküm ve düşünceler de yok olur. Çünkü sâlik artık, tenzih mertebesiyle ilişkili olan ve bu âlem (cisimler âlemi) ile fazla münâsebeti olmayan şuûn ya da ilâhî isimleri müşahede etmektedir. Bu hükümlerin binasıyla da ilişkilidir. Bu dönemde sâlikin işi hayret ile sonuçlanır.

Bu müşahedenin (şuûn ya da isimleri görmenin) galip gelmesiyle ruhlar âleminin görüntüsü gizlenir ve ayna olma hükmü zuhur eder. Sâlikin o âlemdeki müşahedesi, o şuûn ve isimlerin aynasında kalır. Bu sebeple o dönemde, geri dönmüş olan benlik tekrar kaybolur ve o müşahedede yok olur. Bazıları için bu makamda bekâ (kalıcılık) el verir. Kendi hakikatlerini (a'yân-ı sabitesini), müşahede ettiği ilâhî ismin hakikati olarak bulurlar. Meselâ kendilerini ilim, kudret veya irâde olarak bulurlar. Bu ismin hakikatinin kapsayıcılıgı sebebiyle sâlikler kendilerini bütün ilâhî isimlerin hakikati olarak hissederler. Ancak bu isimlere vücûb ve kıdem (varlığı zorunlu ve ezelî olma sıfatları) dâhil değildir. Bu tür ilâhî isim tecellîlerine “tecelliyât-ı ma'neviyye” (manevî tecellîler) adını verirler.

Eğer Allah'ın lütfü sâlike bu makamdan yükselmeyi nasip ederlerse, müşahedesi zâtın isimleri ve şuûnu aynasında olur, şuûn aynasının gizlenmesi sebebiyle de isimler onun nazarından gizlenir. Bu makamda şuûn ve isimlerin gizlenmesi sebebiyle ilâhî sıfatların var olduğuna hükmedemez.

19. Bölüm: Vahdet-i Vücûd ve Vahdet-i Şuhûd

Taliplere manevî yolda zuhur eden tevhîd iki türlüdür: (1) Tevhîd-i şuhûdî (vahdet-i şuhûd) ve (2) tevhîd-i vücûdî (vahdet-i vücûd). Tevhidin birinci kısmı (vahdet-i şuhûd) bu yolun zarurî hâllerindendir. Yani talibin (Hakk'ı arayan sâlikin) gördüğü şey bir olmadıkça ve kesret (çokluk) onun nazarından kalkmadıkça, velilikteki ilk adım olan fena makamından nasip alamaz. Tekliği (vahdet) görmek, her şeyi bir tek görmek değildir. Çünkü bu, bizzat çokluğu görmektir. Ancak o (tâlib) bu bir görme esnasında çokluğu, tekliğin aynı olarak görür. Bu durum ise hakikat (gerçeklik) bakımından bir şey ifâde etmez. Aynı şekilde, çokluk imkân âleminin husûsî veya hayalî şekillerinden ve suretlerinden ibaret değildir ki, sâdece onları ortadan kaldırmakla tekliği görmek mümkün olsun. Hâşâ ve asla!

26

Page 27: Imami Rabbani - Mukasefetul Gaybiyye (Necdet Tosun)

Burada kıldan daha ince bin tane incelik vardır,

Başını traş eden herkes kalenderliği bilmez.

Aynı şekilde, çokluk gözden kalktığı zaman, dâima tekliği görme hâli oluşur, yoksa bu durumda çokluk bazen gözden kaybolup bazen görülür değildir. Çünkü çokluğun gözden kaybolmasının (daimî olmayıp gelip giden) bu türü, ademe (fenadan önce oluşan bir tür yokluk, kendinden geçme hâline) dâhildir ve fena makamı ile bir işi ve ilişkisi yoktur. Bekâ hâlinden sonra halkı irşâd etme makamında çokluğu görme hâli tekrar el verir, mümkün olur, o makamda tekliği görmek de çokluğu görmek de daimîdir. Ancak bu, bazen tekliği görmek, bazen çokluğu görmek şeklinde değildir. Çünkü orada fena ve bekâ birbirine karışmış durumdadır. Kişi, fenanın içinde bakîdir, bekanın içinde fânidir.

Tevhidin ikinci türü (vahdet-i vücûd) ise, tarikatın zarurî hâllerinden değildir. Bu sebeple bazılarına manevî yolculuk esnasında zuhur eder, bazılarına ise zuhur etmez. Sülûk mertebelerini kat etmeden önce kalbî çekiliş (cezbe, incizâb-ı kalbî) makamından yolculuk yapan insanlar bundan (vahdet-i vücûddan) nasip alırlar. Bu tür tevhîd hâli, daha çok oluşur. “Daha çok” demek, bu yolun (tarikat) yolcularının haricindeki diğer insanların yolları itibariyledir. Yoksa kalbî çekiliş hâlinde de çoğu zaman bu tevhîd (vahdet-i vücûd) zahir olmaz.

Tevhidin bu türünün ortaya çıkmasının temel sebebi, sekr (manevî sarhoşluk), hâlin galebesi ve kalbî muhabbetin istilasıdır. Bu sebeple bu tevhîd, kalp erbabına mahsustur. Bu kalp makamından geçmiş olan, kalpten kalpleri çevirene, hâlden hâlleri oluşturana (Allah Teâlâ'ya) ulaşan müntehiler (yolun sonuna erişenler) sekrden sahva (ayıklığa) gelmişlerdir. Onlarda ruhî çekiliş hâli oluşmuştur. Onların bu tevhîd hâli (vahdet-i vücûd) ile işleri yoktur. Onlardan bazılarına hakikati gösterirler ve geçirirler. Diğer bazılarının ise nefy ve isbât (Allah'tan başkalarını yok saymak ve O'nu var bilmek) ile işleri yoktur.

Önceki sûfîlerin yolunun bu tevhîd ile alâkası pek az idi, belki de onunla hiç ilişkisi yoktu. Onların sülûkü, nefs-i arındırmakla ilgili olan meşhur on makamı aşmaktan ibaretti. Tevhîd makamı, kalp tasfıyesindeki kalbî muhabbet makamıdır, önceki sûfîlerin, “Ene'l-Hak” ve “Sübhânî” gibi bu tevhide (vahdet-i vücûda) delâlet eden bazı sözlerini, tevhîd-i şuhûdî (vahdet-i şuhûd) ile yorumlamak gerekir ki onların sülûküne uygun olsun. Evet, cezbe ile karışık olan sülûkte eger sâlik makamları aşarken bu tevhîd-i vücûdî yüz gösterirse bu mümkün ve uygundur. Bazılarını bu makamdan geçirip işin sonuna eriştirirler. Bazılarına ise bu makam ile ülfet ve dostluk bahşederler de o makamda hap-solup kalır.

Bilmek gerekir ki, bu dönemde veya daha önceki dönemlerde, tevhîd-i vücûdî murakabelerinden (tefekküründen) ve kelime-i tevhidi “Allah'tan başka varlık yoktur” anlamında düşünmeye bir süre devam ettikten sonra oluşan tevhîd-i vücûdîde hayâlin tam bir etkisi vardır. Çünkü bu tevhîd düşüncesi, onun üzerinde çok düşünmek ve alıştırmaları tekrarlamak neticesinde hayâlde suret bağlar, zihinde yerleşir. Cezbe ve muhabbetsiz oluşmasa bile, muhabbetle fazla irtibatı da yoktur. Kişinin kendi çabası ve yapmasıyla zihninde oluşmuştur.

Bilesin ki, tevhîd-i şuhûdînin oluşması, tevhîd-i vücûdîden sonradır. Bu her iki tevhide de yönelen insanlar tevhîd-i vücûdî-yi (vahdet-i vücûdu) kabul ettikleri sürece kesreti (çokluğu) görme bağındadırlar. Kesret tamamen gözlerinden kalkıp tevhîd-i şuhûdî (vahdet-i şuhûd) hâsıl olunca, tevhîd-i vücûdîden yükselmiş olurlar.

Bu satırların yazarını bu her iki tevhîd ile de müşerref eylediler. İlk hâllerde tevhîd-i vücûdîyi gösterdiler, birkaç sene o makamda tuttular. O makamın inceliklerini ve hakikatini öğrettiler. Sonunda şefkatin kemâlinden dolayı o makamdan geçirdiler ve tevhîd-i şuhûdî makamı ile müşerref eylediler. Her iki makamın da ilim ve maârifini bildirdiler.

27

Page 28: Imami Rabbani - Mukasefetul Gaybiyye (Necdet Tosun)

Tevhîd-i vücûdî, seyr-i afakîdedir, bu seyrin sonu fena diye tâbir edilen tevhîd-i şuhûdîdir. Bekadan sonra ise seyr-i enfüsî başlar. Kendilerini sûfiler taifesinden sayan zamane çocuklarından bazıları, talibin tevhîd-i vücûdîde kendisini Hak Teâlâ ile aynı görmesi hâlini seyr-i enfüsîye dâhil zannediyorlar, eşyayı Hakk'ın aynısı görmeyi de seyr-i afakîye dâhil sayıyorlar. Doğruyu doğru olarak bildiren ve doğru yola hidâyet eden Allah Teâlâ'dır. İşin hakikatini bil. Sonunda dönülecek olan Allah Teâlâ'dır.

20. Bölüm: Nasihat

Aziz kardeş! Zaman, çalışma zamanıdır, konuşma zamanı değil. Zahir ve bâtın ile gönlü Cenâb-ı Hakk'a bağlamak gerekir. Allah'ın izni olmadan Ondan başkasına bakmamak gerekir. Mısra:

“İş budur, bunun dışındaki her şey hiçtir”.

21. Bölüm: Nakşbendî Yolunun Medhi

Bir süreden beri o kardeşin mânevi dersinden ve hâllerinden haber vermediler. Güzel şecereden ve Nakşbendiyye nurlarından alınmış olan istikâmet hâli üzere bulunacağından ümitvârım. Çünkü bu büyük zâtların sözü deva, nazarı şifâdır. Onların sohbetinde, Allah'ın lütfü ile, senelerin işi ve hâlleri saatler içinde müyesser olur. Onların bir iltifatı, 100 erbainden (halvetten) daha iyidir. Zîrâ diğerlerinin nihayetini, bu büyüklerin bidayetine (tasavvuf yolundaki ilk hâllerine) yerleştirmişlerdir. Onların yolu, en kısa (kestirme) yoldur. Onların nisbeti (mânevi hâli) huzur ve âgâhîden (Allah Teâlâ'nın huzurunda olma bilincinden) ibarettir ve bütün nisbetlerin üzerindedir.

Hâce Nakşbend buyurmuştur ki: “Biz, nihayeti bidayete yerleştirdik”. Yine buyurmuş ki: “Eğer ilk hâli, Bâyezîd Bistâmî'nin son hâli değilse, Bahâeddîn'e (kendime) Hak Teâlâ'yı tanımak haram olsun”. Yine buyurmuştur: “Bizim yolumuz en yakın (en kısa) yoldur ve elbette Hakk'a ulaştırıcıdır”. Hâce Ahrâr (k.s) da şöyle buyurmuştur: “Bizim nisbetimiz (metod ve hâlimiz) bütün nisbetlerin üzerindedir”. “Nisbet” kelimesi ile huzur ve âgâhlığı kastetmiştir. Hulâsa, bu büyüklerin atölyesi ve dünyâsı çok değerlidir. Her hîlekâra ve dansöze (yani dünyevî şeylere) gönül bağlamazlar. Mevlânâ Abdurrahmân Câmî (k.s) buyuruyor ki:

“Yesrib (Medîne) ve Bathâ'da bastıkları sikkeyi (parayı),

Son defasında Buhara'da bastılar.

O sikkenin yazısından nasip almadı,

Şâh-ı Nakşbend'in nakışsız gönlünden başkası.

Onun ilk hâli, her müntehinin son hâlidir,

Onun son hâlinden ise arzu cebi boştur (bilinemez)”.

Ne yapılabilir, sizinle sohbet dört saati geçmedi ki o büyüklerin kemâlâtından bir nebze açıklığa kavuşsun. Henüz hiçbir şey kaçmış değildir. Fırsat ganimettir. Başarı ihsan eden Cenâb-ı Hak'tır. Aziz ve başarılı kardeş Miyân Şeyh Ferîd'i huzurunuza göndermiştik ki manevî dersi hatırlatsın ve onu cilalasın.

28

Page 29: Imami Rabbani - Mukasefetul Gaybiyye (Necdet Tosun)

22. Bölüm: Allah'a Yakınlık, Peygamberlik ve Velilik Hâlleri9

Allah seni irşâd etsin! Bilesin ki, velilik ve nebîligin her ikisi de Hak Teâlâ'ya yakınlık (kurb) mertebelerindedir. Ancak burada kulun Allah'a yükselmesi veya Allah Teâlâ'nın aşağıya inmesi söz konusu değildir. Allah'ın yakınlığının mâhiyeti bilinemez. Evet, mâhiyeti bilinemez olan (Allah Teâlâ) ile ilgili bir nisbet (yakınlık durumu) da şüphesiz bilinemez olacaktır. Kul, bilinemezliğe mazhar olmadıkça bu yakınlığı anlayamaz. İnsanların, hattâ keşf ve müşahede ehlinin çoğunun kendi keşfleriyle “yakınlık” kelimesinden anladıkları ve lezzet duydukları şey, latif (şeffaf) şeylerin yakınlığı türündendir ve Mücessime (Allah'ı cisme benzeten bâtıl fırka) mezhebine adım atmaktır. Allah Teâlâ bundan münezzeh ve çok yücedir.

Allah Teâlâ'nın yakınlığı iki türdür: (1) Zâtının yakınlığı ve (2) sıfatlarının yakınlığı, ilâhî isim ve sıfatların gölgeleriyle ilgili yakınlık ise gerçekte bu iki yakınlık makamının dışındadır. Ona “yakınlık” demek mecâzendir ve caiz olduğu içindir. O hâlde deriz ki, Allah Teâlâ'nın asaleten yakınlığı, dereceleri farklı olmakla beraber, peygamberlere mahsustur. Peygamberlere tabî olmanın kemâlâtından dolayı, peygamberlerin ashabının da -dereceleri farklı olmakla birlikte- bu yakınlıktan nasipleri vardır. Allah Teâlâ'nın rızâsı hepsinin üzerine olsun.

Asaleten veya tabî olarak zatî yakınlık nimetiyle müşerref olan insanlar sabıklardır (manen ve hayırda önde olanlardır). Nitekim: “(Hayırda) önde olanlar, (ecirde de) öndedirler. İşte bunlar, naîm cennetlerinde (Allah'a) en yakın olanlardır. (Onların) çoğu önceki ümmetlerden, birazı da sonrakilerdendir” (el-Vâkı'a, 56/10-14) âyet-i kerîmesi onlar hakkındadır. Evet, önceki insanlar arasında binlerce peygamber vardı, onların da bir çok ashabı vardı. Dolayısıyla sayıları, sonraki insanlara göre çok oldu. Oysa sonraki insanlar içinde son peygamber olarak bir tane peygamber ve onun bir grup ashabı gelmiştir. Âyetteki “az” ifâdesinden kestedilen, Mehdî (a.s) ve kâmil ashabı olabilir. Çünkü Hz. Peygamber (a.s) bu şansın ümmetin sonunda da olabileceğini şöyle ifâde etmiştir: “Öncekiler mi daha hayırlıdır, yoksa sonrakiler mi, bilinmez”.

Allah'ın sıfatlarına yakın olmak, kabiliyetleri farklı olmakla birlikte evliyanın büyüklerinin nasibidir. Bu yakınlık, peygamberlerin veliliğine tabî olmanın kemâlâtındandır. Peygamberlere tabî olmaları sayesinde onlara nasip olmuş ve ulaşmıştır. Gerçi çoğu kişi bu yakınlığı Allah'ın zâtına yakınlık olarak anlarlar, renksizlik ve sıfatsızlık hâli diye ifâde ederler. Oysa durum öyle değildir. Sıfatlar mertebesindeki izâfı renksizlik ve sıfatsızlıgı, zât mertebesindeki mutlak renksizlik ve sıfatsızlık olarak düşünmüşler ve bu vehme düşmüşlerdir. Sıfat tecellîsini zât tecellîsi zannediyorlar. Allah'ın sıfatlarına yakınlıkla irtibatlı olan bu velilik makamı, Allah'ın zâtına yakınlıkla irtibatlı olan nübüvvet derecesi kemâlâtının gölgesidir.

İlâhî isim ve sıfatların gölgelerine yakın olmakla alâkalı olan yakınlık, bir veya birkaç vâsıta ile (sıfatlara yakın olma anlamındaki) bu veliliğin gölgesidir. Bu (gölgelere) yakınlık için velilik kelimesi kullanılıyor ise de, bu mecaz ve müsamahadan başka bir şey değildir (ilâhî isimlerin gölgelerine ulaşanlar tam anlamıyla velî değildirler). Nitekim anlatıldı.

İmkân dâiresinin dışında olan gölgeye yakın olmayı (ismin) aslına yakın olmak kabul ederek ona “velilik” mertebesi demişlerdir. Bu yakınlığa ulaşanlar da, sûfîlerin örfünde evliya sınıfına dâhil sayılırlar. Fena ve bekaya ulaşmış kabul edilirler. Çünkü bu insanlar imkân dâiresinden (mahlûkât mertebesinden) yükselmişler ve ilâhî âlemin gölgelerine ulaşmışlardır. O hâlde mutlaka imkândan (bu âlemden) fânî olmuşlar, ilâhî âlemin (vücûb) gölgeleriyle bekâ bulmuşlardır.

9 Eserin matbu nüshasında bu kısım, ayrı bir bölüm değildir. Yazma nüshada ise ayrı bir bölümdür. Burada yazma nüsha esas alınmıştır. Dolayısıyla matbu nüshada toplam 29, yazmada ve bu tercümede 30 bölüm vardır.

29

Page 30: Imami Rabbani - Mukasefetul Gaybiyye (Necdet Tosun)

Bilmek gerekir ki, imkân dâiresinden (bu âlemden) yükselmek ve vücûb dâiresine (ilâhî âleme) girmek ifâdelerinden maksad, şuhûd (müşahede, görme) itibariyledir. Yoksa o kişi gerçekte imkân dâiresinden çıkmış ve vücûb dâiresine girmiş değildir. Çünkü böyle bir düşünce mülhidlik ve zındıklıktır, ayrıca hakikatlerin değişmesini gerektirir ki bu aklen imkânsızdır.

Bilesin ki, Allah'ın zâtına yakınlıkla ilişkili olan peygamberlik mertebesi, velilik mertebelerine göre, birkaç damlaya oranla bir okyanus gibidir. Evet, Allah Teâlâ'nın zâtı ile sıfatları arasında bu nisbet (damla ile okyanus oranı) varsa, sıfatların gölgelerine ne kalır? Aynı şekilde, peygamberlik mertebesinde müşahede (Allah'ı görmek) ne âlemde, ne de âlemin hâricinde olur. Ne âleme bitişik, ne de âlemden ayrı olur. Velilik mertebesindeki müşahede ise böyle değildir. Bu mertebede tam yükseliş vaktinde Allah Teâlâ âlemin dışında görülür, iniş vaktinde ise âlemin, hattâ sâlikin nefsinin içinde görülür. Aynı şekilde, peygamberlik kemâlâtına sahip olan (kemâlât-ı nübüvvet mertebesinde bulunan) kişi, âlemi yaratıcısıyla ilişki içinde görmez, aralarında sâdece yaratıcılık ve yaratılmışlık, efendilik ve kulluk ilişkisi görür.

(Velâyet-i sugrâ ve velâyet-i kübrâ mertebeleri gibi) aslî ve zillî (gerçek ve gölgesel) “velilik sahipleri” ise böyle değildir. Onlar âlemi Allah'ın zâtının ve vacibi sıfatlarının aynaları olarak bilirler; Allah Teâlâ'nın isim ve sıfat kemâlâtının gölgeleri olarak düşünürler. Gölgeye yakınlık ile daha çok ilişkisi olan insanlarda bu görüş daha galip olur. Gölgeye yakınlıkla ilişkisi az olanlarda bu görüş daha az olur, ama zaman zaman da olsa bu görüşün aslından uzak olmazlar. Ancak o kişi ilim ehlinden değilse ve cahillik ile yoğrulmuş ise, bu durum konumuzun dışındadır. Çünkü bu kişi kendi hâllerinin tafsilâtını bilemez.

Ayrıca, “peygamberlik kemâlâtı”na sahip olan kişi, âlem ile dâima bir ilişki içindedir. Âlemden ne yükselir, ne de âleme iniş yapar. Allah Teâlâ'yı âlemin dışında olarak müşahede etmez ki oraya yükselsin de orada müşahedeye devam etsin. Allah Teâlâ'yı âlemin içinde olarak da müşahede etmez ki aşağı insin ve âlemde müşahedeyi gerçekleştirsin.

“Velilik mertebesi”ndeki insanlar ise böyle değildirler. Ehl-i hak âlimlerin buyurduğu gibi, Hak Teâlâ âlemin ne içindedir, ne de dışındadır. Âleme ne bitişiktir, ne de ondan ayrıdır. Bu görüş, peygamberlik kandilinden ve peygamberlere tâbi olma nurlarından alınmıştır. Oysa velilik mertebesinde bulunanların müşahede zevki, bu yüksek bilgiden uzaktır.

Ayrıca “peygamberlik kemâlâtı”na sahip olan kişinin bakışı âleme dönünce tamamen yani zahir ve bâtın ile âleme yönelecektir. Ancak o kişinin bâtını Hakk'ı düşünür, zahiri âleme yönelik olur. Belki yukarıya yöneliş zamanında onun bakışı ilâhî âleme tahsis edilmiştir, âleme yöneliş (iniş) zamanında ise bakışı tamamen âleme doğrudur. Bu büyükler iki tarafa da bakmazlar.

“Velilik makamı” erbabı ise böyle değildir. Onların bâtını kendi hâli üzeredir, zahiri de âleme yönelmiştir. Bu hâle tekmil (halkı kemâle ulaştırma, irşâd) makamı derler. Bu mertebedeki müşahedelerine de Hak Teâlâ'yı ve halkı birlikte görmek derler.

Bu mertebeyi velilik mertebelerinin en üstünü olarak kabul ederler. Bu mertebede teşbih ve tenzihi bir araya getirirler. Bu kapsayıcı yönelişi, sırf tenzihe yönelişten daha üstün olarak düşünürler. “Her grup kendilerinde bulunan (düşünce) ile sevinmektedirler” (el-Mü'minûn, 23/53).

Bu bin yıl içinde bu yüksek bilgi konusunda dudak açan (konuşan) kimse olmuş mu, bilinmez. (Âleme) dönüş zamanında tüm bakış âleme olur denmiş oluyor. (Bize âit) bu sözü muhtemelen manen eksikliğe hamledecekler, öyle yorumlayacaklar. Bunu eksiklik bilirler, ama ma'zûrdurlar. “Tatmayan bilmez” cümlesi, onların özrünü açıklamaktadır.

30

Page 31: Imami Rabbani - Mukasefetul Gaybiyye (Necdet Tosun)

Bilesin ki, sâlikler (âleme) dönüş vaktinde bakışı (nazarı) tamamen geriye (Hakk'a) çevirirlerse, bu yukarıda işin bakiyyesinin kaldığını ve bu sâliklerin hakîkî maksûda ulaşamadıklarının alâmetidir. Eğer bakışlarını tamamen (âleme) döndürürlerse anlaşılır ki işi (yükselişi) sonuna ulaştırmışlar ve halkı eğitmek için dönüş yapmışlardır. “Hidâyetiyle bizi (bu nimete) kavuşturan Allah 'a hamdolsun! Allah bizi doğru yola iletmeseydi kendiliğimizden doğru yolu bulacak değildik. Hakîkaten Rabbimizin elçileri gerçeği getirmişler” (el-A'râf, 7/43). Bu yüksek bilgi ve onun benzerleri vehbî (Allah vergisi) ilimlerdendir. Mantık yürütmeyle hükme varılan kesbî ve delile dayalı ilimlerden değildir. “Bu Allah'ın bir lütfudur, onu dilediğine verir. Allah büyük lütuf sahibidir” (el-Hadîd, 57/21).

23. Bölüm: Kabe'nin Hakikati

Allah'a hamd, Onun seçkin kullarına da selâm olsun. Değerli kardeşim Şeyh Muhammed Tâhir, Mebde've Me'âd risâlesindeki10 “Ka'be'nin sureti, Hz. Muhammed'in suretinin secde yeri olduğu gibi, Ka'be'nin hakikati de Hz. Muhammed'in hakikatinin secde yeridir” şeklindeki sözümü açıklamamı istemiştir. Bu sözden Ka'be'nin hakikatinin Hakîkat-ı Muhammedi'den daha üstün olduğu anlaşılmaktadır. Hâlbuki âlem ve içindekilerin Hz. Muhammed'in hürmetine yaratıldıkları bilinmektedir. Âdem ve oğulları onun sayesinde nasiplenmektedirler. O olmasaydı kâinat yaratılmazdı ve rubûbiyyet zuhur etmezdi. Nitekim bu konuda hadisler nakledilmiştir.

Bilmek gerekir ki, Ka'be'nin sureti taş ve sıvadan ibaret değildir. Çünkü faraza taş ve sıva ortada olmasa bile Ka'be yine Ka'be'dir ve mahlûkâtın secde yeridir. Belki Ka'be'nin sureti âlem-i halktan olmakla birlikte, emr alemindeki eşyanın hakîkatleri gibi bâtındır, his ve hayâl sahasının dışındadır. Hissedilir âlemdendir ama hiç hissedilmez. Her şeyin yöneldiği yerdir ama hiç yönelişte değildir. Yokluk elbisesi ile örtülü bir varlıktır. Varlık kisvesi içinde kendini gösteren bir yokluktur. Bir yönde ama yönsüzdür, bir mekânda ama mekansızdır. Hulâsa hakikat gibi olan bu suret, hayret verici bir şeydir ve akıl onu idrâkten âcizdir, akıllı insanlar da onu ifâdeden mahrumdurlar. Sanki mâhiyeti bilinmeyen (ilâhî) âlemden bir numuneye sahiptir, benzersizlikten bir nişan onda hazırlanmıştır. Evet, böyle olmadığı sürece secde edilmeye lâyık olamaz. Varlıkların en hayırlısı olan Efendimiz (a.s) kendi arzusuyla onu kıble edinmedi. “Orada apaçık alâmetler vardır” (Âl-i İmrân, 3/97) âyeti onun hakkında kesin nasstır. “Oraya giren emniyet içinde olur” (Âl-i İmrân, 3/97) ifâdesi onun için bir övgüdür. Allah'ın evidir, sahibinin onunla özel bir ilişkisi vardır. Mâhiyeti bilinmeyenin onunla mâhiyeti meçhul bir irtibatı vardır. “En güzel sıfatlar Allah'a aittir” (en-Nahl, 16/60).

Hakikatin köprüsü olan mecaz âleminde ev şeklinde kurulmuştur ve ev sahibinin dinlenme yeridir. Gönül ehli için oturup kalkacak yer her ne kadar çok ise de, bu öyle bir evdir ki, ağyar sıkıntısından habersizdir ve sevgilinin dinlenme yeridir. “Ancak mü 'min kulumun kalbine sığarım” kudsî hadîsinin hükmü, mâhiyeti bilinmeyenin (Allah'ın) tecellîsinin sığdığı yeri ifâde etmekte ise de, Allah'ın evi olma ilişkisi nereden zuhur eder ve evin gereklerinden olan ağyar (yabancıların) sıkıntısından uzak olmayı nereden getirir? Orada gayr ve (Allah'tan) gayrılığın yeri olmadığına göre, şüphesiz mahlûkâtın secde yeri olur. Çünkü gayrıya secde olmaz, gayrılık secdeye aykırıdır. Allah Rasûlü Hz. Muhammed (a.s) kendi tarafına secde edilmesine izin vermedi. Allah'ın evi (beytullah) tarafına aşk ve şevk ile secde etti. (Ka'be ile Hz. Muhammed arasındaki) farkın sırrını buradan anla! Secde eden ile secde edilen arasında çok fark vardır.

Ey kardeş! Ka'be-i Mu'azzama'nın sureti hakkında bir miktar bilgi sahibi olduktan sonra, şimdi de Ka'be'nin hakikati hakkında bir şeyler dinle! Ka'be'nin hakikati (Hakîkat-ı Ka'be) Allah Teâlâ'nın mâhiyeti bilinmeyen zâtından ibarettir. Zuhur ve gölge olma tozlarından

10 İmâm-ı Rabbânî'nin Mebde' ve Me'âd risalesi tarafımızdan Türkçe'ye tercüme edilip Rabbani ilhamlar adıyla yayınlanmıştır (İstanbul, Sufı Kitap, 2005).

31

Page 32: Imami Rabbani - Mukasefetul Gaybiyye (Necdet Tosun)

hiçbirisi ona ulaşamamıştır. Secde ve ibâdete lâyıktır. Bu hakikat için, “Hz. Muhammed'in hakikatinin secde ettiği yerdir” demenin ne mahzuru olabilir? Onun (Hakîkat-ı Ka'be'nin) bundan (Hakîkat-ı Muhammedi'den) üstün olduğunu söylemenin ne kusuru olabilir? Evet, Hakîkat-ı Muhammedî, âlemin diğer fertlerinin hakikatlerinden daha üstündür. Ancak Hakîkat-ı Ka'be-i Mu'azzama bu âlemden değildir ki onunla mukayese edilsin. Onun üstünlüğü konusunda duraklanmıştır. ilginçtir ki, bu iki şans sahibinin (Ka'be ve Hz. Muhammed'in) secde eden ve secde edilen olma noktasında sûretlerindeki farklılık, akıl ve ilim sahibi insanları onların hakikatlerinin de (üstünlükte) farklı olduğu fikrine götürmemiştir. Bu sebeple (bana) îtirâz ettiler, kötülemek için ağızlarını açtılar. Allah Teâlâ onlara insaf versin de anlamadan eleştirmesinler. “Ey Rabbimiz! Günahlarımızı ve içimizdeki taşkınlığımızı bağışla; ayaklarımızı (yolunda) sabit kıl; kâfirler topluluğuna karşı bizi muzaffer kıl” (Âl-i Imrân, 3/147).

24. Bölüm: Veliliğin Üstün Hâlleri11

Bismillâhirrahmânirrahîm. Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah'a, Salât ve selâm da peygamberlerin efendisine, onun ailesine ve tüm temiz arkadaşlarına. (Abdülkâdir Gîlânî hazretlerine âit) Fütûhu'l-gayb isimli eserdeki özel ifâdeler ve işaretler mütâlâa edildi. O ifâdelerin özeti, irâdenin ve hevânın (nefsânî arzuların) fenâsıdır. Bu fena (yokluk) hâli, tasavvuf yolunda ilk adımdır ve tecellîlerin ilki olan tecellî-yi ef’âlin (fiil tecellîlerinin) neticesidir.

Yazmışlardı ki, “Bu güzel kitabın hulâsası ve anafikri, halk, nefs, hevâ, irâde ve ihtiyardan (tercihten) fâni olmaktır”. Bu fakire göre, o zât (Abdülkâdir Gîlânî) kendisine ikram edilen mânevi hâlleri anlatmışlardır. Bu ifâdelerden anlaşılmaktadır ki, o hazretin velilik mertebesi özellikle de velâyet-i kübrâ mertebesi çok yüksektir.

Ey muhterem oğul! Hevâ ve irâdenin fânî olması, maksad ve gaye olan şeylerden değildir. Belki o fenanın gayesi, tecelliyât ve sonsuz zuhurat ile isti'dâd ve kabiliyetin ortaya çıkmasıdır. O tecellî ve zuhurattan faraza bir nebze ortaya getirilse, yakın olanlar hemen uzaklaşmak isterler, uzak olanlara ne demeli? O zuhuratın içinde Allah'a yakınlık mertebeleri ve inbisât menzilleri el verir. Onlardan azıcık bir şey söylenecek olsa âlimler mülhidlik ve zındıklığa hükmederler, câhillerden nice şikâyetler görülür. Orada hevâ ve irâdenin fenasından bahsetmek binlerce utançtır. Yeni mürîdleri terbiye etmek için kâmil zâtlar mecburen bu tür fenadan bahsederler ve gayenin elde edilmesinin başlangıcını gösterirler. O hâlde anlaşıldı ki, velîlerin üstünlüğünün kendisine bağlı olduğu kemâlât-ı velayet (veliliğin üstün hâlleri) ayrı bir iştir, irâde ve hevânın fenası müşterek kaderdir ki o fena elde edilmeden kemâlât-ı velayete ulaşılamaz. Şiir: Fenaya ulaşmayan hiç kimse, Yüce Tanrının huzuruna yol bulup giremez. “Kemâlât-ı velayet”ten12 bir nebze anlatılacaktır. Başlangıç vakitleri olan zikir esnasında sâlik âfâkta ve enfüste (dış âlemde ve kendi içinde) yaratılmış zerrelerden her bir zerreyi zikreder hâlde bulur. Zikir makamının üstünde bulunan teveccüh (Hakk'a yöneliş) esnasında her zerreyi Allah Teâlâ'ya yönelmiş olarak görür. Âlemle ilgili olan ve aynada zuhur eden şuhûd (müşahede, Hakk'ı görme) esnasında ise zerrelerden her zerreyi Allah'ın cemâlinin (güzelliğinin) aynası bilir, hattâ bütün zerrelerin ilâhî isim ve sıfatların tümünü kapsadığını düşünür.

25. Bölüm: İrâde ve Keramet

Ey oğul! Sâlike, ihtiyar (tercih) ve irâdesinin fâni olmasından sonra ihsan edilen irâde ile keramet türünden her istediği şeyin vuku bulması şart değildir. Oysa avam ve halk bunu böyle (vuku bulur) zannederler. Hattâ olur ki, (bazen) kâmil bir zâta bu irâdeyi ihsan

11 Bu bölümdeki yazı, anlaşıldığı kadarıyla tamamlanmamıştır. 12 Velâyet-i suğrâ, velâyet-i kübrâ ve velâyet-i ulyâ mertebeleri. “Seyr u sülûk mertebeleri” bölümüne bakınız.

32

Page 33: Imami Rabbani - Mukasefetul Gaybiyye (Necdet Tosun)

ederler ama onda hiç keramet zuhur etmez. Yine bu irâde sahibinin, birinci irâde sahibinden (keramet ehli kişiden) daha yüksek makamda bulunması da caizdir.

Şeyhu'ş-şuyûh (Sühreverdî) Avârifte demiştir ki: “Bazen Allah Teâlâ kulunu terbiye etmek ve onun îmânını takviye etmek için bâzı alâmetleri ve kerametleri ona açar (nasip eder)”. Sonra keşf ve keramet erbabına dâir bazı hikâyeler nakletmiş ve ardından şöyle demiştir: “Bunların hepsi Allah Teâlâ'nın hediye ve ihsanıdır. Bazen sâlik keşf sahibi olur, ona kerametler ihsan edilir. Bazen de kendisinden daha yüksek mertebede olan bazı kişilere bu keşf ve kerametlerden bir şey verilmez. Çünkü bunlar îmânı güçlendirmek içindir. Kendisine hâlis îmân ve yakîn verilen kişi bu tür kerametlere ihtiyaç duymaz. Bütün bu keramet türü şeyler, bizim bahsettiğimiz zikrin kalpte cevher hâline gelmesinin ve zât zikrinin oluşmasının altında kalır.

Ancak Şeyhu'l-İslâm Herevî Menâzilü's-sâirin isimli eserinde şöyle demiştir: “Tecrübe ile bende sabit olan bilgiye göre, marifet ehlinin firâseti (ince anlayışı), huzur-i ilâhîye lâyık olan kişi ile lâyık olmayanın ayrılması içindir. Bu fırâset ile, gönlünü Allah ile meşgul eden ve cem' makamına ulaşan isti'dâd (fıtrî kabiliyet) sahibi kişileri tanırlar. Bu, ehl-i marifetin firâsetidir. Allah'a vâsıl olmayan riyâzat, açlık, halvet ve gönül tasfiyesi ehli olanların firâsetine gelince, onlar bu firâsetle Allah Teâlâ'ya has olan gaybî bilgileri ve suretleri keşfederler. Ancak onlar halktan (yaratılmıştan) haber verirler. Çünkü onlar Hak Teâlâ'dan perdelidirler. Oysa marifet ehli olanlar, kendilerine gelen Hak Teâlâ hakkındaki bilgilerle meşgul olmadıkları için sâdece Allah'tan haber verirler.

Dünyâdaki insanların çoğu Allah'tan uzak kaldıkları ve dünyâ ile meşgul oldukları için suretlerin ve mahlûkâtın hâllerinden kendilerine gayb olan haberlerin keşf olunmasına meyl ederler. Bu konularda bilgi veren kişileri yüceltirler, onları Allah'ın seçkin kulu ve ehlullahtan sayarlar, ehl-i hakikatin keşfinden ise yüz çevirirler, Allah hakkında verdikleri bilgilerden dolayı onları itham ederler, kendi zanları ile “Bunlar ehl-i Hak'tan olsalardı bize mahlûkâtın hâlleri hakkında bilgi verirlerdi, bunu yapamadıklarına göre daha yüksek keşflere nasıl kadir olacaklar” derler. Bozuk kıyas ve akıl yürütmeleriyle bu zâtları yalanlarlar. Neticede doğru haberlere gözleri kör kalır. Bilmezler ki Allah Teâlâ bu zâtlara olan sevgisi ve himâyesi sebebiyle onları halkı düşünmekten korumuş, onları seçmiş, kendisinden başka şeyleri düşünmekten onları alıkoymuştur. Mahlûkâtın işleriyle ilgilenselerdi, Allah Teâlâ'ya lâyık olamazlardı.

Ehl-i Hak, halk ile meşguliyete uygun değildir; ehl-i halk da Hak Teâlâ ile meşguliyete uygun ve lâyık değildir. Bazen görmüşüzdür ki, ehl-i Hak'tan olan kişiler suretlerin keşfine azıcık iltifat ettikleri zaman marifet adını verdiğimiz fırâset ile diğer insanların idrâkine kadir olamadıkları şeyleri idrâk ederler. Bu, Cenâb-ı Hak ile ve Ona yakınlıkla ilişkili bir firâsettir. Halk ile ilişkili olan gönül safâsı ehlinin firâseti ise Cenâb-ı Hak ile ve Ona yakınlıkla irtibatlı değildir. Bu konuda Müslümanlar, Hristiyanlar, Yahudiler ve diğer gruplar ortaktır. Çünkü bu fırâset Allah katında değerli değildir ki dostlarına tahsis etsin.

26. Bölüm: Seyr u Sülûk Mertebeleri13

Gölge mertebesi (daire-i zill) Allah'ın vacibî isim ve sıfatlarıdır. Bu mertebe mahlûkâtın taayyünlerini (hakikatlerini, a'yân-ı sabitesini) ihtiva etmektedir. Ancak peygamberler ile büyük meleklerin hakikatleri bundan müstesnadır. İlâhî isimlerden her birinin gölgesi şahıslardan bir şahsın mebde-i taayyünüdür (hakikatidir). Bu gölge mertebesi hakikatte isim ve sıfatlar mertebesinin tafsilidir. Meselâ “İlim” sıfatı hakîkî bir sıfattır. Cüz'iyyât (ilmin alt unsurları, detay parçaları) o sıfatın gölgeleridir ve icmal (ilmin özü) ile irtibatlıdırlar. O hakikatin her cüz'ü (parçası), peygamberler ve melekler dışındaki

13 Bu bölümü okumadan önce İmâm-ı Rabbânî'nin Mektûbât'ından 1. cildin 260. mektubunu okumak konunun anlaşılması için faydalı olacaktır. Bu bölümdeki bilgiler o mektupta bazen, aynı cümlelerle, bazen de tafsilatıyla ele alınmıştır.

33

Page 34: Imami Rabbani - Mukasefetul Gaybiyye (Necdet Tosun)

şahıslardan bir şahıstır. Peygamberler ve meleklerin mebde-i taayyünleri ise, bu gölgelerin asıllarıdır. Yani bu tafsile gelen cüz'iyyâtın küllileridir, hulâsasıdır.

Meselâ İlim, Kudret, İrâde gibi sıfatlar (külli sıfatlardır). Birçok şahıs bir sıfatta ortaktırlar. Meselâ Son Peygamber'in (a.s) mebde-i taayyünü “ilim” sıfatıdır. Bu sıfat, bir başka itibarla Hz. ibrahim'in mebde-i taayyünüdür. Bir başka itibarla da Hz. Nuh'un mebde-i taayyünüdür, hakikatidir. Hepsine salât ve selâm olsun.

Demişlerdir ki, Hakîkat-i Muhammedî (Hz. Muhammed'in hakikati) icmal mertebesidir (ilâhî isim ve sıfatların hulâsası mertebesidir). “Vahdet” diye adlandırılan taayyün-i evvel, bu gölge mertebesinin merkezidir. Bu gölge mertebesini (dâiresini) taayyün-i evvel zannetmişler, onun merkezini de icmal bilip “Vahdet” diye adlandırmışlardır. Dâirenin çevresi gibi olan o merkezin tafsilini de “Vâhidiyyet” zannetmişlerdir. Gölge mertebesinin üzerindeki makamı ki ilâhî isim ve sıfatların (asılları) dâiresidir, mâhiyeti bilinmeyen Zât (sırf zât, lâ taayyün) olarak düşünmüşlerdir. Böylece sıfata, Zât'ın aynısı demiş oldular, sıfatı Zât'a zâid bilmediler. Gerçekte bu, isimler ve sıfatlar dâiresi diye adlandırılan ve gölge mertebesinin aslı olan üst dâirenin (mertebenin) merkezidir. Hakîkat-ı Muhammedî de o asıl dâiresinin merkezidir. O merkezin gölgesine “Hakikat” demek, gölgeyi asıl ile karıştırmaktan kaynaklanmıştır.

Peygamberlerden sonra insanların en hayırlısı olan Hz. Ebû Bekr'in mebde-i taayyünü, isimler ve sıfatlar dâiresine bitişik olan bu dâirenin üst noktasıdır, isimler ve sıfatlar dâiresi ise, peygamberler ve melâike-i kiramın mebde-i taayyünüdür. Onun üzerindeki diğer bir daire de, bu aslın aslıdır. Diğer bir daireden olan bir yay (yarım dâire, kavs, yarım mertebe) ise onun (önceki mertebenin) asıllarındandır. Bundan sonra başka bir şey (tam mertebe) zuhur etmedi. Sâdece sözü edilen bu yay zuhur etti. Orada bir sır vardır ama onu bana bildirmediler.

Bu asıl mertebeleri Zât mertebesinde sırf itibârdır ve zâid sıfatların kökleri olmuşlardır. (Bu fakir) manevî yolculuğunu buraya ulaştırdığı zaman zannetti ki işin sonuna geldi. Ona şöyle nida ettiler: “Aştığın ve gördüğün bu tafsil, “ez-Zahir” isminin tafsili idi ve mânevi uçuşun iki kanadından biri idi. “el-Bâtın” ismi ise henüz ileridedir. Onu tafsîliyle sona ulaştırırsan kendi uçuşun için iki kanadı da uçar hâle getirirsin”. Allah'ın yardımı ile el-Bâtın isminin seyri (yolculuğu) da tamamlandı, diğer kanat da zuhur etti, matlûba uçuş müyesser oldu. “Hidâyetiyle bizi (bu nimete) kavuşturan Allah'a hamdoisun! Allah bizi doğru yola iletmeseydi kendiliğimizden doğru yolu bulacak değildik. Hakikaten Rabbimizin elçileri gerçeği getirmişler” (el-A'râf, 7/43).

el-Bâtın isminin seyri hakkında ne yazılabilir ki? O seyrin hâline münâsip olan gizlemek ve örtmektir. O makamdan şu kadarı açıklanabilir ki, ez-Zâhir isminin tafsîlindeki seyr, sıfat-lardaki seyrdir, ancak orada Zât düşünülmez. el-Bâtın isminin seyrinde ise yolculuk her ne kadar isimlerde ise de, bu isimlerin içinde Zât düşünülür. Meselâ “ilim” sıfatında Allah Teâlâ'nın Zât'ı düşünülmez. el-Alîm (Bilen) isminde ise ilim peresinin ardında Zât düşünülür. Çünkü “Alîm” ilmi olan zât demektir. O halde “ilim”de seyr, ez-Zâhir isminde seyrdir; “el-Alîm”de seyr de el-Bâtın isminde seyrdir. Diğer sıfatları ve isimleri de buna kıyas et!

el-Bâtın ismiyle ilişkili olan bu isimler, mele-i a'lâ meleklerinin mebde-i taayyünleridir. Bu farkı küçük zannetmeyesin ve “İlim”den “el-Alîm”e az bir yol vardır demeyesin. Asla! Yeryüzünün merkezi ile Arş'ın zirvesi arasındaki mesafe, söz konusu farka göre, okyanusun damlaya oranı gibidir. Bu Allah'ın bir lütfudur, onu dilediğine verir. Allah büyük lütuf sahibidir (el-Hadîd, 57/21).

ez-Zâhir ve el-Bâtın isimlerinin kanatları meydana geldikten sonra uçuş ve yükselişler müyesser olunca anlaşıldı ki, bu manevî yükselişler asaleten ateş, hava ve su unsurlarının nasibidir. Melekler de bu yükselişlerde (bize) ortaktırlar. Çünkü onlar da bu unsurlardan bir hisse sahibidirler.

34

Page 35: Imami Rabbani - Mukasefetul Gaybiyye (Necdet Tosun)

Bu seyr esnasında vakıada (rüyada veya uyku ile uyanıklık arasında) gösterdiler ki, sanki bir yolda gidiyorum. Çok yürümekten yorulmuştum. Bir baston ve asâ istiyordum ki onun yardımıyla yürüyebileyim. Ama bulmak mümkün olmadı. Yürümeme yardımcı olsun diye her çalı çırpıya tutunuyordum, yürümekten başka çâre bulamıyordum. Bu şekilde bir süre yürüyünce bir şehrin kenarı (mücavir alanı) görüldü O alanı geçtikten sonra bu şehre girdim. Bu şehrin, bütün isim, sıfat, şuûn ve itibâr mertebelerini, hattâ bu mertebelerin asıllarını da kapsayan, asılların da asıllarını ve ayırt edilmeleri ilm-i husûlîye bağlı olan zatî itibarların sonlarını ihtiva eden “taayyün-i evvel”den kinaye olduğunu bildirdiler. Bundan sonra eğer bir seyr vuku bulursa o ilm-i huzûrîye münâsiptir. Bu taayyün-i evvel, (peygamberlere mahsus) velâyet-i kübrâ ve meleklere mahsus olan velâyet-i ulyâ gibi bütün velilik mertebelerinin sonudur. Peygamberlerin ve meleklerin bütün velilik makamlarını kapsamaktadır.

Bu makamda akla geldi ki, acaba bu taayyün-i evvel meşâyıhın bahsettiği Hakîkat-ı Muhammedî midir? O olmadığını bildirdiler. Hakîkat-ı Muhammedî, yukarıda zikredildigi gibi başka bir mertebedir. Bu sebeple o şehrin üstünde vuku bulacak olan seyr (yolculuk) “kemâlât-ı nübüvvet” (peygamberliğin yüksek hâlleri ve bilgileri) mertebesinde olacaktır. Bu makam asaleten peygamberlere aittir. Büyük velîler de onlara tabî olmak sayesinde bu makamdan bol nasip alırlar.

İnsanın letâifı arasında bu kemâlâttan asaleten büyük nasip alan toprak unsurudur, ister emr âleminden olsun, ister halk âleminden, insan letâifınin diğer tüm unsurları bu makamda o temiz unsura tâbi ve bağlıdırlar. Bu toprak unsuru insanlara mahsus olduğu için, insanların seçkin (havâss) olanları meleklerden üstün olmuştur. Anlatıldığı üzere, her ne kadar dört unsurun kemâlâtı nefs-i mutmainne kemâlâtından daha yukarıda ise de, nefs-i mutmainne bu velîlik makamı ile irtibatı ve emr âlemine dâhil oluşu sebebiyle sekr (manevî sarhoşluk) makâmındadır ve istiğrak makamında kendisinde muhalefet gücü kalmamıştır. Dört unsurun ise nübüvvet makamı ile ilişkileri daha fazla olduğu için onlarda sahv (ayıklık) hâli galiptir. Dolayısıyla kendisiyle ilişkili bazı faydaların elde edilmesi gayesiyle, dört unsurda muhalefetin suretini (görüntüsünü) bırakmışlardır.

27. Bölüm: Hakîkat-ı Ahmedî Eleştirisine Cevap

Değerli (din) kardeşim Hâce Muhammed Hâşim, din büyüklerinden bir zâtın benim iki sözüm hakkında şüpheye düştüğünü yazarak açıklama istemişlerdi. Bu iki sözden birisi şudur: “(Peygamberimizden) Bin yıl sonra Hakîkat-ı Muhammedî, Hakîkat-ı Ahmedî olur”14, ibarenin tümünü yazmışlardır ki bundan sonra bir fıkra (paragraf) vardır. (Bin yıl sonra) her iki isimle de (Hakîkat-ı Muhammedî ve Hakîkat-ı Ahmedî olarak) gerçekleşir. Bu ibare üzerinde düşündükten sonra baksınlar, o şüphe kalacak mı, kalmayacak mı? Bir hakikatin, kendi isimlerinden ikisi ile isimlenmesine bir mâni var mıdır? Bu isimler de uzun zaman sonra bir biri ardından gelen özel kemâlâttır ve bir kemâlden diğerine bil-kuvve (teorik ve potansiyel olarak) yükselmektir. Filozoflar mücerred (soyut) şeylerde bütün kemâlâtı bilfiil itibâr etmişler, kuvveden fiile yükselmeyi caiz görmemişlerdir. Bu, onların dar görüşlülüğü sebebiyledir. (Hadis-i şerif:) “iki günü eşit olan (aynı seviyede kalan) kişi aldanmıştır”. (Hz. Muhammed'in hakikati de aynı seviyede kalmamış, zamanla manen yükselip Hakîkat-i Ahmedî ismini almıştır).

Yeryüzüne inişi, Peygamberimizin gönderilişinden bin sene sonra olacak olan Hz. İsa'nın (a.s) Efendimiz'i (a.s) “Ahmed” ismiyle anmış olması ve onun geleceğini kavmine müjdelerken bu ismi kullanmış olması bu hikmete mebnî olmalıdır. Çünkü (Hz. isa'nın yeryüzüne ineceği zaman olan hicretten en az bin yıl sonrası) bu Ahmed isminin saltanat zamanıdır (çünkü bu dönemde Hakîkat-ı Muhammedî ismi, Hakîkat-ı Ahmedî'ye dönüşür). Yoksa, Hz. îsâ'nın meşhur olmayan bu Ahmed ismini anmasının ne hikmeti olabilirdi?

14 Bk. Ahmed Sirhindî, Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbani, c. I, mektup no. 209.

35

Page 36: Imami Rabbani - Mukasefetul Gaybiyye (Necdet Tosun)

Çünkü halk bu isim sebebiyle şüpheye düşerler ve isimden müsemmâya (hakikate) ulaşamazlar.

Bundan da kıyâs etmek gerekir ki, Efendimiz'in (a.s) ismi yeryüzünde Muhammed, gökte ise Ahmed'dir. Kemâlât-ı Muhammedî dünyâ ehli ile ilişkilidir, Kemâlât-ı Ahmedî ise gök ve mele-i a'lâ (melekler) ile ilişkilidir. Efendimizin (a.s) vefatından sonra 1000 sene geçince -ki bu sürenin değişimde tam bir etkisi vardır ve onun (a.s) dünyâ ehli ile ilişkisi azalır-, Kemâl-i Ahmedî doğar, o kemâlin ilim ve marifetleri zuhur eder. Şüphe nedir ve tereddüt nerededir? Şüphe konusunda yazmışlardır ki: “Hakikat olan bir şeyde zaman ve değişme olmaz. Hakikat kelimesiyle ne kastetmişler ve değişme derken ne demek istemişlerdir”. Kalp hakikat değildir. Takallüb (değişme) hakikattir. Kalbin bir kemâlden (yüksek hâlden) diğerine, bir renkten diğerine boyanmasıdır hakikat.

Bu açıklama ile (itiraz eden kişinin): “Hakîkat-ı Ahmedî derken onun (Ahmed Sirhindî'nin) maksadı bizzat kendisidir, yoksa bin yıl kaydının ne anlamı olurdu, bin yıllık duâ kabul edildi ve Hakîkat-ı Ahmedî oluştu demesinin ne anlamı kalırdı?” şeklinde ortaya attığı şüpheler giderilmiş oldu. Bin yıl dememizin hikmeti de açıklanmış oldu.

İkinci şüphe şudur ki: “Onun (Sirhindî'nin) sabâhat ve melâhat15 kelimelerinden maksadı nedir? Hz. Peygamber ve Hz. ibrahim onları birleştirememiş de, o (Sirhindî) birleştirmiş”.

Sabâhat ve melâhat kelimelerinden maksadımız, Hz. Peygamber'in: “Kardeşim Yusuf (a.s) daha sabâhat (yüz güzelliği) sahibidir, ben ise daha melâhat (mânevi güzellik) sahibiyim” şeklindeki sözünde ifâde edilen sabâhat ve melâhattir. Hz. Peygamber melâhati (manevî güzelliği) kendisine, sabâhati ise Yusuf (a.s)'a nisbet etmiştir. Bu sabâhat de, Hz. Yusuf'a büyük babası Halîlürrahmân Hz. ibrahim'den ulaşmıştır.

Bir hizmetçi hizmetkârlık etse, güzel bir insanın güzelliğini arttıracak şekilde ona tarayıcılık (kuaförlük) yapsa, rehberlik ederek iki güzeli buluştursa ve birinin güzelliğini digerininki ile birleştirse, o iki güzelde ne kusur olabilir ve bu hizmetçiliğin güzelliğinde hangi eksiklik vardır? Hizmetçilerin efendilerine yardımı, efendilerin değerinin büyüklüğü sebebiyledir; efendilerin kemâl, heybet ve yüksek makamını gösterir. Kendisine hizmet ve yardım edecek hizmetçileri bulunmayan bir efendi, hizmetçileri olmayan ve ordusuz yaşayan bir padişah gibidir. Kişinin kendi seviyesindeki insanlardan yardım alması eksikliktir, hizmetçi ve uşaklardan yardım almak ise övülen bir durumdur. Övülen ile yerilen durumu ayırmak için basiret lâzımdır. Allah'ı hamd ile teşbih ederim.

Bir grup insan vardır ki, bir şahsın binlerce hüneri olsa, ama sâdece bir tane kusuru bulunsa, o kusuru öne çıkarıp hünerlerini arkaya atarlar ve eleştirirler. Bilmezler ki, belki o bir kusur da -zahirden sarf-ı nazar edilirse- bir hüner ihtiva etmektedir. Zahirden sarf-ı nazar edilen (mecaz olarak yorumlanan) sözler Kur'ân'da, sünnette ve tarikat şeyhlerinin sözlerinde çoktur. Bu (sözümüz), islâm'da kırılan ilk şişe değildir. (Daha önce şatahât türünde söz söyleyen bir çok zât olmuştur).

Şu kadarını bilmek gerekir ki, bir kişi kendisini peygamberden daha üstün görürse ve peygamberi bazı işlerde kendisine tâbi bilirse, bu zındıklıktır. Ama bizim bu açıklanan mânâdaki sözümüzden şüpheye düşmek, o sözün sahibinin zındık olduğuna hükmetmektir. Allah insaf versin. Mısra: “Rûmî küfür sözü söylememiştir, söylemez de, onu inkâr etmeyin”.

Ne garip belâdır ki, sözlerimden şüphe eden kişiyi dost bilirdim ve onun talihli olduğunu düşünürdüm. Beni inkâr ve sözlerimi red nereden çıktı? Hangi sebeple inat yolunu seçti? inat ve taassup sebebiyle ortaya attığı sorular cevap vermeye değmez, mazerete de

15 “Sabâhat” yüz güzelliği, “Melâhat” ise, yüz güzelliğinin ötesinde daha üstün bir güzelliktir, velâyet-i Muhammedi'nin en üst zirvesidir. Bk. Sirhindî, Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbani, c. III, no. 94.

36

Page 37: Imami Rabbani - Mukasefetul Gaybiyye (Necdet Tosun)

sığmaz. Ama arada siz (Muhammed Hâşim) vâsıta olduğunuz için cevap verildi. Doğruyu ilham eden Allah Teâlâ'dır. Dönüş de O'nadır.

28. Bölüm: Mahlûkâta Merhamet

Ey muhterem oğul! Hadîs-i kudsîde (Cenâb-ı Hakk'ın): “Halk, benim âilemdir” buyurduğu nakledilmiştir. Madem ki halk onun âilesidir, onlara iyilik yapmak ve ihsanda bulunmak Mevlâ azze ve celle'nin rızâ ve hoşnûdluğuna ne kadar sebep olur? Çünkü ihsan, onun ailesine yapılmış oluyor. Nakledilir ki, dedeniz muhterem şeyh (k.s), mahlûkâta karşı şefkat ve merhametinin çokluğundan dolayı: “Ey Rabbim! Benim bedenimi o kadar büyüt ve bütün Cehennem benim bedenimle öyle dolsun ki, hiçbir günahkâr oraya sığmasın ve orada azap çekmesin” demiştir. “Çocuk, babasının sırrıdır” hükmünce, aynı hâl, Hazret-i Şeyh'in çocuklarında da mevcuttur, iyi biliniz ki, sizin gelişiniz dervişlerin mutluluğuna sebep olmuştur. Hak Teâlâ sizi mesrur eylesin ve ecdadınızın yolu üzere istikâmet bahşetsin!

29. Bölüm: Zikir Hakkında Nasihat

Malumdur ki, bu dünyâ çalışma yurdudur, boş durma ve dinlenme yeri değildir. Gayretinizi tümüyle çalışmaya yönlendirmelisiniz. Boş durmayı ve eğlenmeyi bir kenara koyunuz. Dilinizi Lâ ilahe illallah zikri ile öylesine meşgul ediniz ki, dil zaruret olmadıkça bu kelime-i tayyibenin dışında bir şey söylemesin. Zikir, hem dil hem de kalp ile hafi yolla (sessiz olarak) söylenmelidir. Eğer gücünüz yetiyorsa, bu zikri her gün 5000 defadan daha az yapmayın. Daha fazla yapma konusunda ise tercih size aittir. Tembellik ve gevşeklik, düşmanların nasibi olsun! Amel etmeli, çalışmalı, yine çalışmalı. Mısra: “Evde bir kimse varsa, bir harf (söz) yeterlidir”.

30. Bölüm: Vehim Mertebesindeki Âlem ve Kayyûmluk

Şüphe yok ki, âlem, Hak Teâlâ'nın mahlûkudur, sebat ve istikrar sahibidir. Doğru haberci olan Efendimiz'in (a.s) bildirdiği üzere, âhiretteki dâimi azap ya da sevap türünden ebedî hayatta karşılaşacağımız hususlar, (bu dünyâdaki) âlemin bazı cüzleri ile ilişkilidir (meselâ bu dünyâda iyilik yapan, âhirette sevaba ulaşacaktır). Zahir âlimleri bu âlemi mevcûd-i hârici (gerçekte var olarak) bilirler, onu haricî tesirlerin kaynağı olarak düşünürler. Sûfîler ise âlemi vehmî (gerçekte değil, vehim ve hayâl mertebesinde var) bilirler. Vehim ve his mertebesinin dışında âlemin varlığını kabul etmezler. Ancak âlem, vehmin ürettiği bir şey (hayal ürünü) olmadığı için, vehmin ortadan kalkmasıyla da ortadan kalkmaz. Asla! Aksine, Hak Teâlâ'nın yaratmasıyla sağlam bir yer kazanmış, vehim mertebesinde istikrar bulmuş ve mevcûd (varlık) hükmünü elde etmiştir.

Bu büyüklere (sûfîlere) göre, hâriçte mevcûd (gerçek var) olan sâdece Hak Teâlâ'dır. Âlemin ise, ilimdekinden (hayâldekinden) başka bir varlığı yoktur. Hâriçte, onun vehmî istikrardan başka nasibi yoktur. “En güzel sıfatlar (misâller) Allah'a aittir” (en-Nahl, 16/60). Mevcûd-i hakîkî olan Allah Teâlâ ile mevhûm-i haricî (hayâl olarak var olan kâinat), “dönen bir nokta” ile o noktanın süratinden dolayı vehim ve his mertebesinde oluşan “hayâli bir dâire'ye benzer. O hâlde dâirenin, vehimdekinin dışında gerçek bir varlığı yoktur. Varlık, sâdece o noktadan ibarettir. Şiir: “Dilberlerinin sırrının, başkaları tarafından konuşulması daha hoştur”.

Bir araya gelmiş sıfatlardan (arazlardan) oluşan âlemde sıfatların kâim olacağı zât olma ve cevher olma özelliği bulunmadığı için, sıfatların kâim olma işini tam marifet sahibi bir arife verirler. O arifi, âlemdeki arazların ayakta tutucusu (kayyûmu) yaparlar. O arife verilmiş olan zâtta mâhiyeti bilinemezlikten (bî-çûn) bir nasip olacaktır. Nitekim bu konunun açıklaması diğer mektuplarda geçti. Mâhiyeti bilinmezlikten bir nasip zuhur edince, (arife verilen bu zât) görülmekten, bilinmekten, anlaşılmaktan ve vehmedilmekten uzak kalır. Akl-ı selîm onu her ne kadar arasa da, hiçbir şey elde

37

Page 38: Imami Rabbani - Mukasefetul Gaybiyye (Necdet Tosun)

edemez, hızlı bir seyr ile ne kadar uzaklara gitse de, ele bir şey geçiremez, onu ötelerin de ötesinde görür. Cevher olma ve imkân âleminden olma özellikleri kendisinde bulunmasına rağmen, onda cevherlik ve imkân yoktur. Yokluk hükmünden başka bir şey kabul etmez.

Bütün hayırların kendisinde birleştiği Efendimiz'in (a.s) hadîs-i şerifi olarak Nevâdiru'l-usûl’de Abdurrahman b. Semereden (r.a) şöyle nakledilir: “Rasûlullah (a.s) birgün biz Medîne mescidinde iken çıkıp geldi ve buyurdu ki: Dün gece ilginç bir rüya gördüm. Ümmetimden bir adamı gördüm, ölüm meleği onun ruhunu almak için gelmişti, derken onun anne ve babasına yaptığı iyilik geldi ve ölüm meleğini geri çevirdi. Ümmetimden bir adamı gördüm, üzerine kabir azabı yayılmıştı, derken abdesti geldi ve onu bu azaptan kurtardı. Ümmetimden bir adamı gördüm, şeytanlar onu sarmıştı, Allah'ı zikretmesi geldi ve onu şeytanların arasından kurtardı. Ümmetimden bir adamı gördüm, azap melekleri onu kuşatmıştı, namazı geldi ve onu ellerinden kurtardı. Ümmetimden bir adamı gördüm, susuzluktan dili sarkmıştı, havuzun başına geldikçe geri itiliyordu, derken orucu geldi, ona su verdi ve suya kandırdı. Ümmetimden bir adamı gördüm, peygamberler de halka halka oturmuşlardı, ne zaman bir halkaya yaklaşsa kovalanıyordu, derken guslü geldi, onu aldı ve benim yanıma oturttu. Ümmetimden bir adamı gördüm, önünde, arkasında, sağında, solunda, üstünde ve altında zulmet (karanlık) vardı, derken hac ve umresi geldi ve onu aydınlığa çıkardılar (ya da Hz. Peygamber şöyle dedi: Onu bu durumdan kurtardılar). Ümmetimden bir adamı gördüm, mü'minlerle konuşuyordu ama onlar kendisi ile konuşmuyorlardı, derken akrabayı ziyareti geldi ve: Ey müminler topluluğu, onunla konuşun! dedi. Ümmetimden bir adamı gördüm, ateş yakmıştı ve o ateşi eliyle yüzünden uzaklaştırmaya çalışıyordu, derken sadakası geldi ve onun yüzüne örtü, başına serinlik oldu. Ümmetimden bir adamı gördüm, zebaniler onu her taraftan yakalamıştı, derken iyiliği emretmesi ve kötülükten nehy etmesi geldi, onu zebanilerin elinden kurtardı ve rahmet meleklerinin arasına dâhil eyledi. Ümmetimden bir adamı gördüm, diz üstü oturmuştu, onunla Allah Teâlâ arasında perde vardı, derken güzel ahlâkı geldi ve onu Allah'a (ilâhî âleme) dâhil eyledi. Ümmetimden bir adamı gördüm, amel defteri sol tarafından verilmişti, derken Allah'tan korkusu geldi, defterini aldı ve sağ eline verdi. Ümmetimden bir adamı gördüm, amel terazisi hafif gelmişti, sevapları (veya küçük yaşta ölen çocukları) geldi ve terazisini ağırlaştırdı. Ümmetimden bir adamı gördüm, Cehennem'in kenarında duruyordu, Allah'tan korkup titremesi geldi, onu bu durumdan kurtardı ve götürdü. Ümmetimden bir adamı ateşte gördüm, Allah'a saygı ve haşyetinden dolayı akan göz yaşları geldi ve Cehennem'den kurtardı. Ümmetimden bir adamı gördüm, Sırat Köprüsü üzerinde duruyordu, gök gürültüsünden titrercesine titriyordu, derken Allah hakkındaki hüzn-i zannı (güzel düşüncesi) geldi, titremesi kesildi ve gitti. Ümmetimden bir adamı gördüm, bazen sallanıyor, bazen zorla yürüyor, bazen de tutunuyordu, derken bana gönderdiği salavât geldi, elini tuttu ve Sırât'tan geçirdi, o da yürüyüp gitti. Ümmetimden bir adamı gördüm, Cennet kapılarına gelmişti, ancak yüzüne kapılar kapandı, derken Lâ ilahe illallah şeklindeki şahadeti geldi, kapılar kendisine açıldı, bu söz onu içeri soktu”.

Bu Mükâşefât-ı Gaybiyye'nin derleyicisi diyor ki: Bu risale tamamlandıktan sonra, o hazretin (îmâm-ı Rabbaninin k.s.) el yazısı ile 40 hadis gözüme ilişti. Bunlar Buharî ve Müslim'in ittifak ile rivayet ettiği hadislerden derlemişlerdi. Bereket olsun diye bu risale bu hadislerle bitirilecektir. O hadislerin kaynağına salât ve selâm olsun.

38

Page 39: Imami Rabbani - Mukasefetul Gaybiyye (Necdet Tosun)

KIRK HADÎS

1. Ömer İbnü'l-Hattâb radıyallâhu anh'den rivayete göre Rasûlullah (s.a.s) şöyle buyurmuştur: “Ameller niyetlere göredir. Herkes için niyet ettiği şey vardır. Kimin hicreti Allah'a ve Rasûlü'ne ise, onun hicreti Allah'a ve Rasûlü'nedir. Kimin de hicreti elde edeceği bir dünyâ malına ya da evleneceği bir kadına ise, onun hicreti de hicret ettiği şeyedir”.

2. İbn-i Ömer, Hz. Peygamber'in şöyle dediğini rivayet etmiş tir: “İslâm beş esas üzerine binâ olunmuştur. Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in onun kulu ve elçisi olduğuna şahadet etmek, namazı kılmak, zekatı vermek, haccetmek ve ramazan orucunu tutmak”.

3. Ebû Hüreyre, Hz. Peygamber'in (a.s) şöyle dediğini rivayet etmiştir: “İmân, yetmiş küsur şubedir. En üstünü Lâ ilahe illallah demek, en aşağısı da yoldan eziyet verici bir şeyi kaldırmaktır. Utanmak da îmandan bir şubedir”.

4. Enes'ten (r.a) rivayetle Hz. Peygamber (a.s) şöyle buyurmuştur: “Sizden biriniz, ben ona babasından, oğlundan ve bütün insanlardan daha sevimli olmadığım sürece îmân etmiş olamaz”.

5. Yine Enes'ten rivayete göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Kimde şu üç şey bulunursa, îmânın tadını alır: Allah ve Rasûlü'nü diğer her şeyden daha çok sevmek, bir kulu sâdece Allah için sevmek, Allah onu kâfirlikten kurtardıktan sonra tekrar küfre dönmekten, ateşe atılmaktan korkarcasına korkmak”.

6. Mu'âz (r.a)'dan rivayete göre o şöyle demiştir: “Bir binek üzerinde Hz. Peygamber'in arkasında oturuyordum. Aramızda sâdece palanın ucu vardı (başka insan yoktu). Buyurdu ki: Ey Mu'âz! Allah'ın kulları üzerindeki hakkının ve kulların da Allah üzerindeki haklarının ne olduğunu bilir misin? Ben: Allah ve Rasûlü daha iyi bilir, dedim. Buyurdu ki: Allah'ın kullar üzerindeki hakkı, Ona ibâdet etmeleri ve başka bir şeyi ortak koşmamalarıdır. Kulların Allah üzerindeki hakları ise, Allah'a başka bir şeyi ortak koşmayan kişilere azap etmemesidir. Dedim ki: Yâ Rasûlallâh! Bunu insanlara müjdeleyeyim mi? Buyurdu ki: Müjdeleme, yoksa buna güvenirler (de ibâdet ve amel konusunda gevşerler)”.

7. Ubâde b. Sâmit'ten rivayete göre, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Allah'tan başka ilâh olmadığına şahadet eden, Ona ortak koşmayan, Muhammed'in Onun kulu ve elçisi olduğunu kabul eden, isa'nın da Allah'ın kulu ve bir cariyenin oğlu olduğuna, Meryem'e atılmış bir kelime ve Allah'tan bir ruh olduğuna inanan, Cennet ve Cehennem'in gerçek olduğunu kabul eden kişiyi Cenâb-ı Hak yaptığı amellere karşılık Cennet'e koyacaktır”.

8. Ebû Hüreyre'den rivayete göre, Hz. Peygamber (a.s) şöyle buyurmuştur: “Yedi helak edici büyük günahtan sakının”. Onlar nelerdir yâ Rasûlallâh? diye sordular. Buyurdu ki: “Allah'a şirk (ortak) koşmak, sihir yapmak, insan öldürmek -ki hukukî yollarla olan dışında Allah bunu yasaklamıştır-, faiz yemek, yetim malı yemek, savaş günü kaçmak, iffetli kadınlara iftira etmek”.

9. Yine Ebû Hüreyre'den rivayetle, Hz. Peygamber (a.s) şöyle buyurmuştur: “Cenâb-ı Hak, ümmetimin aklından geçip de yapmadığı veya söylemediği şeyleri affetmiştir”.

10. Süheyl b. Sa'îd'den rivayetle Hz. Peygamber (a.s) şöyle buyurmuştur: “Kul, Cennet ehlinden olduğu halde, cehennemliklerin amelini yapar, Cehennem ehli olmasına rağmen de cennetliklerin yaptığı işi yapar. Ameller sonlara göredir (günahkâr bir kişi ömrünün son döneminde tevbe ederek Cennetlik olabilir, bunun tersi de mümkündür)”.

11. Hz. Âişe'den rivayetle Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Kim bu işimizde (dînimizde) onda olmayan (dinin ruhuna uymayan) bir şey uydurursa, o reddedilir”.

39

Page 40: Imami Rabbani - Mukasefetul Gaybiyye (Necdet Tosun)

12. Mu'âviye'den rivayetle Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Allah bir kişinin hayrını isterse onu dinde ince anlayışlı yapar. Ben yemin ederim, Allah verir”.

13. Osman'dan (r.a) rivayetle Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Kim abdest alır ve abdestini güzelce tamamlarsa bedeninden hatâları ve günahları çıkar, hattâ tırnak altlarından bile çıkar”.

14. Ebû Hüreyre'den rivayetle Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Abdesti bozulan kişinin, tekrar abdest alıncaya kadar namazı kabul edilmez”.

15. Enes'ten rivayetle, Hz. Peygamber tuvalete gireceği zaman şöyle buyurmuştur: “Allahım, kirlilikten ve kirlerden sana sığınırım”.

16. Ebû Hüreyre'den rivayetle, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Ümmetime zorluk vereceğinden korkmasaydım yatsıyı erteleyerek kılmalarını ve her namazdan önce misvak (diş fırçası) kullanmalarını emrederdim”.

17. Âişe (r.a) şöyle buyurmuştur: “Hz. Peygamber gücü yettiğince, abdestte, saç tararken, ayakkabı giyerken, her zaman sağdan başlamayı severdi”.

18. Yine Âişe (r.a) şöyle buyurmuştur: “Hz. Peygamber gusledeceği zaman ellerini yıkar, sonra namaz abdesti alır, sonra parmaklarını suya sokup (çıkarır ve) saç köklerini ovalardı. Ardından başına eliyle üç avuç su döker, sonra suyu bütün bedenine dağıtırdı”.

19. Yine Âişe (r.a) şöyle buyurmuştur: “Hz. Peygamber'e gusül lâzım olup da o (gusülden önce) bir şey yemek ya da uyumak isterse, namaz abdesti alırdı”.

20. İbn-i Ömer'den rivayetle Hz. Peygamber (a.s) şöyle buyurmuştur: “Sizden biriniz Cuma namazına geleceği zaman gusletsin”.

21. Ebû Hüreyre'den rivayetle Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Birinizin kapısı önünden nehir aksa ve o kişi bu nehirden her gün beş defa yıkansa onda kirden eser kalır mı? Dediler ki: Hayır, kirinden bir şey kalmaz. Buyurdu ki: İşte beş vakit namaz da böyledir, Allah onlar ile hatâları siler”.

22. İbn-i Ömer'den rivayetle Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “İkindi namazını kaçıran kişi, ailesini ve malını kaybeden gibidir”.

23. Ebû Musa'dan rivayetle Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Sabah akşam namaz kılan Cennet'e girer”.

24. İbn-i Ömer (r.a) şöyle demiştir: “Hz. Peygamber yolculukta binek üzerinde namaz kılardı, binek hayvanı nereye dönerse (ilgilenmezdi), farz olanlar müstesna gece namazlarını imâ ile kılardı, vitir namazını da binek üzerinde kılardı”.

25. Enes'in (r.a) şöyle dediği rivayet edilir: “Hz. Peygamber (a.s) iki alaca ve boynuzlu koçu kurban etti. Onun, koçların yanlarına ayağını koyduğunu, besmele çekip tekbir getirerek kendi eliyle kestiğini gördüm. Bismillâhi Allâhü ekber diyordu”.

26. Ebû Hüreyre'den rivayete göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Müslümanın müslüman üzerinde beş hakkı vardır: Selâm vermek, hastalanınca ziyaretine gitmek, cenazesine iştirak etmek, dâvetine icabet etmek, aksırınca rahmet dilemek.

27. Ebû Sa'îd Hudrî'den rivayetle Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Müslümanın mâruz kaldığı her dert, hastalık, keder, hüzün, eziyet, gam, hattâ kendisine batan her diken sebebiyle Cenâb-ı Hak onun hatâlarını örter”.

40

Page 41: Imami Rabbani - Mukasefetul Gaybiyye (Necdet Tosun)

41

28. Hz. Aişe (r.a) şöyle demiştir: “Rasûlullah'tan (s.a.v) ağrısı daha çok olan kimse görmedim”.

29. Ebû Hüreyre'den rivayetle Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Şehitler beş gruptur: Taundan (salgın vebadan) ölen, karın ağrısından ölen, suda boğulan, göçük altında kalan ve Allah yolunda şehid olan kişi”.

30. Ebû Sald Hudrî'den rivayetle Hz. Peygamber şöyle Duyurmuştur: “Bir kişi Allah yolunda bir gün oruç tutarsa, Allah onun yüzünü ateşten (Cehennem'den) yetmiş yıl uzaklaştırır”.

31. Ebû Katâde'den rivayetle Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Sizden biriniz bir mescide girdiğinde oturmadan önce iki rekat namaz kılsın”.

32. Enes'ten rivayetle Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Mescidde tükürmek hatâdır, keffâreti de onu gömmektir”.

33. İbn-i Ömer'den rivayetle Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Cemâatle kılınan namaz, tek başına kılınan namazdan 27 kat daha üstündür”.

34. İbn-i Ömer (r.a) soğuk ve rüzgarlı bir gece namaz için ezan okunduktan sonra: “Bineklerin (eyerlerin) üzerinde namaz kılın! dedi ve ilâve etti: Rasûlullah (s.a.s) soğuk ve yağmurlu bir gece olunca müezzine “bineklerin üzerinde namaz kılın” diye seslenmesini emrederdi”.

35. Mugîre'nin (r.a) şöyle dediği rivayet edilir: “Hz. Peygamber namazda o kadar çok ayakta kaldı ki, ayakları şişti. Kendisine: Niçin böyle yapıyorsun, oysa senin geçmiş ve gelecek günahların bağışlanmıştır, denince o: Çok şükreden bir kul olmayayım mı? diye cevap verdi”.

36. Hz. Âişe'den rivayetle Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Allah'ın en çok sevdiği ameller, az da olsa devamlı olandır”.

37. Ebû Hüreyre'nin şöyle dediği nakledilir: “Dostum bana üç şeyi tavsiye etti, ölünceye kadar onları terk etmeyeceğim: Her ay üç gün oruç, kuşluk namazı ve uyumadan önce vitir namazı”.

38. Ümmü Hânî'nin şöyle dediği rivayet edilir: “Rasûlullah (a.s) Mekke'nin fethi günü evine girdi, gusletti ve sekiz rekat namaz kıldı. Ondan daha hafif (hızlı) bir namaz görmedim, ancak rükû ve secdeleri tam olarak yapıyordu”. Başka bir rivayette Ümmü Hânî bunun kuşluk namazı olduğunu söylemiştir.

39. Enes'in (r.a) şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Hz. Peygamber öğle namazını Medine'de dört rekat olarak kıldı, ikindiyi Zül-Huleyfe'de iki rekat olarak kıldı”.

40. İbn-i Abbâs'ın (r.a) şöyle dediği rivayet edilir: “Hz. Peygamber (s.a.s) Medine'ye geldi, Yahudiler'in Âşûrâ (Muharrem ayının 10.) günü oruç tuttuklarını gördü ve: Bu oruç tuttuğunuz gün nedir? diye sordu. Yahudiler: Bu büyük bir gündür, bu gün Allah Teâlâ Musa'yı ve kavmini kurtardı, Firavunu suda boğdu, Mûsâ da Allah'a şükretmek için oruç tuttu. Bu sebeple biz de oruç tutuyoruz, dediler. Rasûlullah (a.s): Biz Musa'ya (tâbi olmaya) sizden daha lâyıkız, dedi, o gün oruç tuttu ve (ashabına) oruç tutmalarını söyledi”.