24
Aydınlık BU SAYIDA 38 KİTAP TANITILIYOR 29 Haziran 2012 Cuma / Yıl: 1 / Sayı: 18 Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir KITAP . Adaletin vuku bulması veya kötü bir rastlantı Tanışıyor muyuz Einstein? Gerilim ve Gizem Bayramda çalışırız, bayramlar için Akıl var mantık var! Yaşlı tavuk anlatıyor... “Mizah ezilenlerin silahıdır” “Mizah ezilenlerin silahıdır” “Mizah ezilenlerin silahıdır” “Mizah ezilenlerin silahıdır” “Mizah ezilenlerin silahıdır” “Mizah ezilenlerin silahıdır” Muzaffer İzgü: Toplam: 638

KAPAK Say-18- 29 hzrn:Layout 1aydinlikgazete.com/images/dosyalarim/kitapeki/2012/sayi18.pdf · fen” diyen Soner Yalçın ısrarla vurguluyor: “Unutturarak rahata ermek is-teyenlere

  • Upload
    others

  • View
    4

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

Page 1: KAPAK Say-18- 29 hzrn:Layout 1aydinlikgazete.com/images/dosyalarim/kitapeki/2012/sayi18.pdf · fen” diyen Soner Yalçın ısrarla vurguluyor: “Unutturarak rahata ermek is-teyenlere

AydınlıkBU SAYIDA

38KİTAP

TANITILIYOR

29 Haziran 2012 Cuma / Yıl: 1 / Sayı: 18

Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidirKITAP.

Adaletin vuku bulmasıveya kötü bir

rastlantı

Tanışıyor muyuzEinstein?

Gerilim ve Gizem

Bayramda çalışırız,bayramlar için

Akıl varmantık var!

Yaşlı tavuk anlatıyor...

“Mizah ezilenlerin silahıdır”

“Mizah ezilenlerin silahıdır”

“Mizah ezilenlerin silahıdır”

“Mizah ezilenlerin silahıdır”

“Mizah ezilenlerin silahıdır”

“Mizah ezilenlerin silahıdır”

Muzaffer İzgü:

Toplam: 638

Page 2: KAPAK Say-18- 29 hzrn:Layout 1aydinlikgazete.com/images/dosyalarim/kitapeki/2012/sayi18.pdf · fen” diyen Soner Yalçın ısrarla vurguluyor: “Unutturarak rahata ermek is-teyenlere
Page 3: KAPAK Say-18- 29 hzrn:Layout 1aydinlikgazete.com/images/dosyalarim/kitapeki/2012/sayi18.pdf · fen” diyen Soner Yalçın ısrarla vurguluyor: “Unutturarak rahata ermek is-teyenlere

29 HAZ�RAN 2012 CUMA 3Aydınlık KİTAP

Odatv davası nedeniyle 18 aydır Silivri'de tutuklu bulunan gazeteci-yazarSoner Yalçın, 2 Temmuz Pazartesi akşamı, İstanbul-Beşiktaş'taki MustafaKemal Kültür Merkezi'nde, bir kez daha gazetecilik görevini yerine getirecek...

Yalçın, çalışmalarına 2010'da başladığı, 14 Şubat 2010'da gözaltına alı-nana kadar üzerinde çalıştığı, çekimlerini ve ilk kurgusunu bitirdiği ve tu-tuklanmasının ardından Zeynep Altıok Akatlı, Tuğçe Tatari, Melda Okurgibi bir grup gazeteci-aydın arkadaşı tarafından tamamlanan “Menekşe'denÖnce” adlı belgeselinde Sivas katliamını anlatacak, katliamı unutturmayacak.

Belgesel çalışma, yaşananları, Sivas'taki olaylar sırasında yaşamını yiti-ren 15 yaşındaki Menekşe Kaya ile 12 yaşındaki Koray Kaya'nın ölümlerindensonra dünyaya gelen kardeşleri Menekşe Kaya'nın gözünden anlatıyor.

“Menekşe'den Önce”nin müzikleri, Fazıl Say'ın imzasını taşıyor... ProjeSorumlusu ise Halide Didem...

“Tek üzüntüm, belgeselimin son halini görememek. Ama sevgili dostla-rım bu bayrağı benden aldılar ve daha yükseğe çektiler; hepsine teşekkür ede-rim. Herkesi 2 Temmuz'da MKM'ye bekliyoruz; benim yerime de seyredin lüt-fen” diyen Soner Yalçın ısrarla vurguluyor: “Unutturarak rahata ermek is-teyenlere bu fırsatı vermeyeceğiz.”

� � �

Yobazlık, 19 yıl önce Sivas'ta Türkiye'nin beynini ve canını yakarken, bu-gün de değişik görünümlere bürünüyor.

Habere konu olan resmi belgede şöyle deniyor: “Yapılan inceleme neti-cesinde müstehcen içerikli bulduğumuz bu dergilerin Elazığ İl Halk Kü-tüphanesi ve ilçe halk kütüphanelerimize bağış yolu ile olsa dahi gönder-memenizi rica ederim.”

İmza, Elazığ İlk Halk Kütüphanesi Müdürü... Müstehcen yayından kasıt: Bir tiyatro dergisi olan “Mimesis”... Müstehcen olan: Dergideki makalelerde görsel unsur olarak kullanılan,

binlerce yıllık bazı tasvirler... İnsanlık beş bin yıl önce daha mı ileriydi acaba? Elbette ki hayır... Ama

toplumlarını ve dünyayı geriye döndürmek isteyenlerin de beş bin yıldır varoldukları bir gerçek.

Oysa dünya dönüyor!

Haftaya görüşmek dileğiyle.

Unutturamayacaklar verahata eremeyecekler

İÇİNDEKİLER SUNU

[email protected]

Baskı: Toros Yay. Mat. Tur. Org. San. Tic. Ltd. Şti.Yalçın Koreş Cad. No: 12/A Bodrum Kat

Bağcılar / İstanbul Tel: 0212 655 44 34

Yönetim Yeriİstiklal Cad. Deva Çıkmazı No:3/3 Beyoğlu / İstanbulTel: 0212 251 21 14 / 251 21 15 / 251 55 04

Faks: 0212 252 51 22

Editör: Pınar AkkoçYazıişleri: Damla YazıcıReklam Müdürü: Saynur OkuroğluSayfa Sekreteri: Alev Özgenç

Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir

Anadolum Gazetecilik Basım Yayın San. ve Tic. A.Ş.

adına sahibi:Mehmet Sabuncu

Genel Yayın Yönetmeni:Serhan Bolluk

Sorumlu Müdür:Mehmet Bozkurt

Aydınlık

KITAP.

Memleket Hikayeleri, Ayfer Tunç, İletişim Yay.,Deneme ile öykü türleri arasında kaleme alınmış bir dizigözlem, tespit ve hikaye. Önemli bir tanıklık. Ülkemi-ze bakan ve gördükleriyle hesaplaşan bir edebiyatçınınkaleminden...

Tirza, Arnon Grünberg, Alef YayınlarıYirmibirinci yüzyılda bir Dostoyevski karakteri. Kü-resel ekonomi, yeni bir öteki olarak Müslümanlar,beyaz kültürlü orta sınıf Avrupalı adamın trajik çö-küşü.

Rüyada Terakki, Molla Davutzade, Boğaziçi Üniver-sitesi YayıneviTürk ütopya edebiyatının nadir ilk örneklerindenbiri. 1913'de yayınlanmış olan bu eser ilk kez günü-müz Türkçesi'yle... Ondokuzuncu yüzyıldan geleceğebakan Osmanlı aydınının hayal ettiği İstanbul; köprü-

Haftanın Portresi: Lillian Hellman s. 4

NEMESİS: Adaletin vuku bulması veya kötü bir

rastlantı s. 4

Mücadeleci yurttaşın el kitabı s. 5

Yetenekli cellat kara Agop s. 6

Çağın vebasını anlamak için... s. 7

Tanışıyor muyuz Einstein? s. 8

Gerilim ve Gizem s. 9

Akıl var, mantık var! s. 10

Yurtsuz bir aşkın yurdu... s. 11

Muzaffer İzgü: “Ezilmiş insanın tek silahı,

gülmecedir” s. 12-13

Bayramda çalışırız, bayramlar için s.14

Aynı kabileden sayılırız... s. 15

Dine dair kimi yanılsamalar ve 2 Temmuz s. 16

Nejat Bayramoğlu’nun ardından s. 17

Yeni Çıkanlar s. 18-19

Çocuk s. 20

Sahaf s. 21

Alıntı Test-Bulmaca s. 22

ÖneriYorum

MuratGülsoy

1)

4)

5)

2)

3)

1984, George Orwell, Can YayınlarıHer dönem yeniden okumak gerekli. İdeo-lojilerin insan zihnini, belleğini nasıl ele ge-çirdiğini ve tarihi, bugünü, geleceği nasıl kur-guladığını anlatan bu roman serbest-düşü-nürün el kitabı.

Türk Romanında Yazar ve Başkalaşım, JaleParla, İletişim YayınlarıEdebiyat eleştirimizde hiç incelenmemiş birkonuyu açığa çıkaran önemli bir kitap. Türkromanının temel yazarlarını başkalaşım bağ-lamında yeniden okuyor. Zihin açıcı, iz bıra-kan bir düşünsel eser.

ler, hızlı trenler, otomatik lokantalar, face-book benzeri toplumsal puanlama sistem-leri...

Page 4: KAPAK Say-18- 29 hzrn:Layout 1aydinlikgazete.com/images/dosyalarim/kitapeki/2012/sayi18.pdf · fen” diyen Soner Yalçın ısrarla vurguluyor: “Unutturarak rahata ermek is-teyenlere

29 HAZ�RAN 2012 CUMA4 Aydınlık KİTAP

MELİS YALÇ[email protected]

"Bir de ölümcül Nyx (Gece) Nemesis'idoğurdu, fani insana acı vermek için."

Hesiodos

Nemesis, adaleti sağlamak için inti-

kam almayı savunan merhametsiz bir tan-

rıçadır. Yunan mitolojisinde, aşırı gurur ve

enaniyete düşenleri cezalandıran tanrıça-

dır. İnanışa göre Nemesis, kinci, yapılan hata

veya kötülüğün karşılığını getiren, kaderin

vücut bulmuş hali, merhametsiz bir tanrı-

çadır. Daha çok Helen düşüncesindeki

denge kavramının kişileştirilmiş şeklidir. Öl-

çüsüz hareket yapan her kimse tanrıların

öfke veya kıskançlığını üstüne çeker ve Ne-

mesis'in gazabına uğrar. Nemesis mitoloji-

de aşırı gurur ve bolluğun ardından büyük

felaketleri getiren adaletin ve kader ritmi-

nin temsilcisidir. Philip Roth’un 1944 ya-

zında Newark sakinlerinin, ama özellikle de

çocukların hayatını cehenneme çeviren

polio salgınını anlattığı romanına bu tan-

rıçanın ismini vermesi oldukça ilginçtir. An-

cak sürpriz bir sonla biten romanın son bir-

kaç sayfasında, bunun için ona hak vere-

ceğinizden emin olabilirsiniz.

Amerikalı ünlü yazar Philip Roth’un

“Nemesis” adlı romanı Haziran 2012’de

Yapı Kredi Yayınları’ndan çıktı. Çeşitli

yayınevlerinde editör olarak çalışan ve ki-

tap çevirmenliği de yapan Deniz Koç ta-

rafından dilimize çevrilen “Nemesis”’in

başkahramanı Bucky Cantor. Gözleri ye-

terince iyi görmediği için orduya alınmayan

genç beden eğitimi öğretmeni Bucky Can-

tor, şehrin Yahudi mahallesindeki bir oku-

lun bahçe sorumluluğunu yapmakta ve

orada oynayan çocukları hastalıktan (po-

liodan) korumaya çalışmaktadır. Şehirden

ve salgından uzak-

taki bir yaz kam-

pında çalışan sev-

gilisi Marcia onun

için endişelen-

mektedir ve onu

sürekli yanına ça-

ğırır. Görevinin

başında kalmak

ve sevgilisine ka-

vuşmak arasında

bocalayan Bucky,

vereceği kararla bütün hayatını değiştire-

cektir.

Philip Roth edebiyat dünyasının en il-

ginç simalarından biri. Roth sıkı Yahudi ge-

lenekleriyle büyümesine rağmen romanla-

rında ve diğer yazılarında cinsellikten açık

yüreklilikle bahsetmekten çekinmeyen bir

yazar. Playboy dergisi için yazdığı öyküler

bu durum için iyi birer örnek teşkil eder. Ya-

zar kendi sosyal yaşamı da, yarattığı ka-

rakterlerin yaşamını aratmaz. Ancak yazar

yazmaya ağırlık vermek adına hayatında bir

değişiklik yaptı, New York’tan ayrılıp kır-

sal alanda bir eve taşındı. David Remnick,

New Yorker'da Roth'a yazma hallerini sor-

muş, Roth’un cevabı şöyle:

"Yalnız yaşıyorum yani sorumlu oldu-

ğum, vakit geçireceğim kimse yok. Saatle-

rimin tamamen bana ait. Genelde tüm

gün yazarım. Akşam devam etmek istersem

salona gitmem, bir başkası bütün gün yal-

nız kaldı diye onunla vakit geçirmem ge-

rekmez. Öylece oturmam ya da birilerini eğ-

lendirmem gerekmez. Tekrar oturur ve iki-

üç saat daha çalışabilirim. Gecenin ikisin-

de uyanırsam - bu, nadiren başıma gelir ama

arada olur- ve aklıma bir şey gelirse ışığı açar

ve yatak odasında yazarım. Dört bir yanda

şu sarı not kâğıtlarından var. Sabaha değin

okurum eğer istersem. Eğer beşte kalkar-

sam ve çalışmak istersem gider çalışmaya

başlarım. Böyle çalışırım, nöbetçi gibi.

Doktormuşum ve acildeymişim gibi. Acil

olan benim."

(Nemesis, Philip Roth, YKY çev: Deniz Koç, 176 s.)

HAFTANIN PORTRES�

Yaşamı boyunca “haksızlığa, bencil-

liğe ve sömürüye” karşı çıkmasıyla ta-

nınan ABD’li oyun yazarı-senarist Lilli-

an Hellman, 20 Haziran 1905’te, bir Ya-

hudi ailesinin kızı olarak Lousiana’da

doğdu. Ülkemizde, Bilgesu Erenus’un

“Güneyli Bayan” adıyla sahnelediği ve

onurlu bir yaşama saygı duruşu niteli-

ğindeki “Güneyli Bayanın Özel Defte-

ri” adlı kitabıyla da tanınıp sevilen Lil-

lian Hellman, İkinci Dünya Savaşı son-

rasında ABD’de gemi azıya almış “cadı

avı” yıllarında onurlu bir tavır sergile-

mişti. Hellman, komünizm korkusunun

paranoyaya dönüştüğü, McCarthy ko-

misyonlarının özellikle Hollywood’da

ilerici aydın ve sanatçılar üzerinde terör

estirdiği 1950’lerde dimdik ayakta kalmış,

bir adım geri atmamış, kendisini ve

dostlarını satmamıştı. Bu dönemi an-

lattığı “Şarlatanlar Dönemi” adlı anı ki-

tabı ünlüdür. Polisiye romanın öncüle-

rinden, 1930’lu yılların ABD’sinin en par-

lak yazarlarından biri olan Dashiel Ham-

mett’la geçirdiği aşk ve çalkantı dolu 30

yıl ise Hellmann’ın yaşamının bir başka

eksenini oluşturmuştur. Hellman-Ham-

mett ikilisi özellikle ifade özgürlüğü ko-

nusunda yoğun bir mücadele yürüttü.

Oyunlarında genellikle (feminist

özellikler göstermeyen) kadın karak-

terleri ön plana çıkarması, ahlak kavra-

mını ve toplumdaki önyargıları sorgu-

lamasıyla tanınan Hellman’ın yaşamın-

dan bir kesit, 1977’de yönetmenliğini

Fred Zinnemann’ın yaptığı, başrollerini

Jane Fonda ile Vanessa Redgrave’in

paylaştığı “Julia” adlı filmle yansıtıl-

mıştı. İnsanın içindeki kötülüğün orta-

ya çıkış biçimlerine özel ilgi duyan yazar,

“Küçük Tilkiler” (The Little Foxes)

adlı en ünlü oyununda yalnızca kendi çı-

karlarını düşünen ama tüm üyeleri ben-

cil bir aileyi anlatmıştı.

Ünlü sanatçı, 2000 yılında Ahmed

Levendoğlu’nun çevirip yönettiği “Lil-

lian” adlı oyunda da Aliye Uzunatağan

tarafından canlandırılmıştı.

Ardında tümü sahnelenmiş sekiz

oyun, iki oyun uyarlaması, hepsi çekilmiş

15 senaryo ve üç anı kitabı ve onurlu-

örnek bir yaşam bırakan Lillian Hell-

man’ı ölümünün 28. yılında (30 Haziran

1984) saygıyla anıyoruz.

Lillian Hellman(1905-1984)

Hellman, komünizm korkusunun paranoyaya dönü�tü�ü,McCarthy komisyonlar�n�n özellikle Hollywood’da ilericiayd�n ve sanatç�lar üzerinde terör estirdi�i 1950’lerdedimdik ayakta kalm��, bir ad�m geri atmam��, kendisini

ve dostlar�n� satmam��t�. Bu dönemi anlatt��� “�arlatanlarDönemi” adl� an� kitab� ünlüdür

Bucky yatağında uyanık halde uzanmış Fransa’da, kendisinin dışında bırakıldı-

ğı bir savaşta çarpışan Dave ve Jake’i düşünürken, yağmur kulübenin çatısını döv-

meye başladı. Askere çağrılıp giden Irv Schlanger’i düşündü; şu anda yatmakta ol-

duğu yatakta daha bir gün önce o uyumuştu. Sanki kendisi dışında herkes savaşa

gitmiş gibi geliyor, bu his yakasını bırakmıyordu. Savaştan uzakta kalmak ya da kan

dökmekten kurtulmak gibi başkasına lütuf gibi görünebilecek her şey, onun içinin

acımasına neden oluyordu. Dedesi tarafından korkusuz bir savaşçı olmak üzere ye-

tiştirilmişti; sonuna kadar sorumluluklarının arkasında durması, doğru olanı savunmaya

zihnen ve bedenen hazır olması gerektiğini düşünmesi öğretilmişti; fakat dünyanın

her yerinde iyiler ile kötüler arasında süregiden bu yüzyılın en büyük mücadelesi

karşısında en küçük bir katkıda bulunmak bile elinden gelmiyordu.

KİTAPTAN

Philip Roth

NEMESİS: Adaletin vuku bulmasıveya kötü bir rastlantı

Page 5: KAPAK Say-18- 29 hzrn:Layout 1aydinlikgazete.com/images/dosyalarim/kitapeki/2012/sayi18.pdf · fen” diyen Soner Yalçın ısrarla vurguluyor: “Unutturarak rahata ermek is-teyenlere

MEHMET EM�N KUNT'TAN “AYDINLIK TÜRK�YE �Ç�N MÜCADELE”

Mücadeleci yurttaşın el kitabı

BARIŞ DOSTER

Mehmet Emin Kunt, duyarlı bir

Cumhuriyetçi, mücadeleci bir yurtsever,

Ulusal Sivil Toplum Kuruluşları Birliği

(USTKB) genel sekreterliği yapmış bir

aydın. Bu faal mücadele içinde hem koş-

turuyor, hem araştırıyor. Belli ki müca-

dele içinde bilendikçe üretkenliği de di-

renci de artıyor, pekişiyor. Bu çabaları-

nın ürünü olan “Aydınlıktan Karanlığa

Türkiye Cumhuriyeti” adlı kitabı 2011 yı-

lında çıkan Kunt, bu kez de “Aydınlık

Türkiye İçin Mücadele” (Pupa Yayınları)

adlı çalışmasıyla ses veriyor, mücadele-

ye çağırıyor.

Kunt, üç bölümden oluşan kitabın ilk

bölümünde nesnel bir durum tespiti

yapıyor. Ülkenin fotoğrafını çekiyor.

Bir uygarlık projesi olarak kurulan Cum-

huriyet’in tasfiye edildiğini, sadece adı-

nın kaldığını vurguluyor. “İleri demok-

rasi” diye diye Cumhuriyet’in ortadan

kaldırıldığını, yeni anayasa ile de resmen

bölünerek tarihe karışacağını belirti-

yor. Kitabın ikinci bölümünde, Cumhu-

riyet’i savunmak için yapılması gere-

kenler sıralanıyor, bir yol haritası çizili-

yor. Öncelikli olarak ulusal birlik öneri-

liyor, partilerin ittifak yapması gündeme

getiriliyor. Bir çatı dernek kurulması sa-

lık veriliyor. Bu amaçla etkinlikler, ça-

lıştaylar, kongreler yapılabileceği vur-

gulanıyor. Karşıdevrimle mücadelenin

değişik cepheleri sıralanırken TBMM’de

muhalefete, meclis dışında ise demo-

kratik kitle örgütlerine büyük görevler

düştüğünün altı çiziliyor. Özellikle iş-

birlikçilerin teşhir edilmesi gerekliliği be-

lirtiliyor.

Demokrasinin ve Cumhuriyetin özü-

ne, toplumcu, devrimci, milli ve aydın-

lanmacı köklerine vurgu yapıyor Kunt.

Yeni bir kurucu meclis öneriyor. Ku-

rumların görev tanımlarının, yetki ve so-

rumluluk alanlarının kesin ve keskin

çizgilerle saptanmasını istiyor. Çoğul-

culuğun esas alınmasının, milletvekilli-

ğinin meslek olmaktan çıkarılmasının,

yargı ve hukuk reformu yapılmasının,

güçler ayrılığının sağlanmasının şart ol-

duğunu belirtiyor. Siyasi partiler ve se-

çim yasalarında değişiklik yapılmasını, se-

çim sayımı sisteminin güvenliğinin sağ-

lanmasını öneriyor. Sosyal devletin, sen-

dikal hak ve özgürlüklerin, basın öz-

gürlüğü ve sorumluluğunun, üniversite

özerkliğinin, örgütlenme özgürlüğünün

önemine değiniyor. Cinsiyet eşitsizliğini

giderici önlemlerin alınması gerektiğine

işaret ediyor. Bürokraside devlet politi-

kalarının sürekliliğine, etkin denetim me-

kanizmalarının önemine, yerel yöne-

timlerin çalışmalarının denetimine vur-

gu yapıyor. Kamu hizmetlerinde eşitlik,

etkinlik ve yararlılık, nüfus planlaması,

Türkçenin korunması, eğitim, sağlık,

çevre gibi konular üzerinde duruyor.

Mehmet Emin Kunt’un bu çalışma-

sı, bir anlamda Cumhuriyetçi sol bir par-

tinin programı, öncelikli hedefler bil-

dirgesi, seçim beyannamesi olabilecek,

buna altyapı oluşturacak bir çalışma. Ni-

tekim kitabında da “yüreği yurdu için

atan, zihni bir şeyler yapma telaşıyla dolu

nice yurttaşın Cumhuriyet savunusunda

buluşması, etkin rol alması, çoğalması

için” bu çalışmayı yaptığını söylüyor.

Bir cumhuriyet yurttaşı olarak durumdan

vazife çıkardığını vurguluyor. Yakınmı-

yor, saptama yapmakla da kalmıyor,

çözüm önerilerini sıralıyor.

Özetle Kunt’un bu çalışması, Cum-

huriyetçilerin sanılandan daha çok, daha

güçlü olduklarını göstermesi açısından

önem arzederken, aynı zamanda bu bü-

yük gücün örgütsüzlüğünü, dağınıklığı-

nı göstermesi açısından da uyarıcı işlev

görüyor.

(Aydınlık Türkiye İçin Mücadele,Mehmet Emin Kunt, Pupa Yay.,

208 s.)

Demokrasinin ve Cumhuriyetin özüne, toplumcu, devrimci, millive ayd�nlanmac� köklerine vurgu yap�yor Kunt. Yeni bir kurucu

meclis öneriyor. Ço�ulculu�un esas al�nmas�n�n,milletvekilli�inin meslek olmaktan ç�kar�lmas�n�n, yarg� ve hukuk

reformu yap�lmas�n�n, güçler ayr�l���n�n sa�lanmas�n�n �artoldu�unu belirtiyor

Kunt

Aydınlık KİTAP

Page 6: KAPAK Say-18- 29 hzrn:Layout 1aydinlikgazete.com/images/dosyalarim/kitapeki/2012/sayi18.pdf · fen” diyen Soner Yalçın ısrarla vurguluyor: “Unutturarak rahata ermek is-teyenlere

29 HAZ�RAN 2012 CUMA6 Aydınlık KİTAP

NİHAT İRSEN

“Derler ki, ölümün bakışlarına müsadifolan ve hâlâ hayatlarını sürdürebilecek ka-dar talihli âdemoğulları, dünyevi olmayan osoğuk bakışların sahibi varlığın, fani ya da ru-hani gözlerinde çoğu zaman merhametten izbulunmadığına şahit olmuşlardır. Merhamet,ancak ihsan sahiplerine bahşedilmiş bir lü-tuftur. Bu haşiyede kendimle cebelleştiğim asılsual şudur; her kim ki bir canı yaratıcısınadöndürecek kadar gaddarlaşmıştır ve ceza-ya tabi olmamıştır, işte o âdemoğlunun, ha-yatın bir sonraki menzilinde dinmeyen birazap ile cezalandırılacağını kim bilebilir?”

Notos edebiyat dergisinin bu ayki (Hazi-

ran-Temmuz) sayısında popüler edebiya-

tın ne olduğu ve ne olmadığı tartışılıyor.

Bu konuyla ilgili dergide yer alan en dik-

kat çekici yazılardan birisi de Umberto

Eco’ya ait. Yılların göstergebilimcisi Eco,

edebiyatın popüler örneklerinin her

zaman kötü olmayacağını söylüyor. Ona

göre “popüler roman diye bir şey var ve

sınırları polisiyelerin ya da ikinci sınıf aşk

romanlarının, plajlarda okunan, amacı

yalnızca eğlendirmek olan kitapların çok

ötesine geçiyor.”

Tam da bu noktada edebiyat dünyasına

ilk adımını “Şehristan Rivayetleri” adlı

romanıyla atmış genç yazar Serhat Poy-

raz’dan bahsetmemiz mümkün görünü-

yor. En sonda söylenmesi gerekeni en

başta söyleyecek olursak, “Şehristan Ri-

vayetleri” son dönemde kitapçılarda boy

gösteren en iyi popüler edebiyat örnekle-

rinden biri.

İlk sayfasından itibaren okuru ayrıksı

bir atmosferin içine çeken bir dili var. Ki-

tabın adıyla müstesna bir kentte (Kos-

tantiniye), kaybolmuşluk hissini

daha iyi verebilmek adına özellikle belir-

siz bırakılmış bir dönemde bir insanın bir

diğerini öldürme hakkı ve adalet anlayışı

üzerine şekillenen bir roman. Şaşaalı

geçmişi, heybetli yapıları, masalsı güzelli-

ğinin yanında gizli loncaları, düzenbaz-

ları, sokaklarda kol gezen ölümü ve

zulmü barından bir diyar Şehristan. Kita-

bın bu havasına eski İstanbul’un mekân-

sal özellikleri de eşlik ediyor. Kitap

boyunca başkişileri takip ederken lonca-

ları, sandalcıları, yeniçerileri, yıkık saray-

ları, meyhaneleri, mahalleleriyle bir

dönemin İstanbul’u ve kent yaşantısı göz-

ler önüne getirebiliyorsunuz. Başarıyla

kurgulanan tüm bu mekânsal ve zaman-

sal çerçeve kitap boyunca yükselen geri-

limi taşımayı kolaylaştırıyor. Aynı

zamanda okura kimi zaman aşina gelen

kimi zaman gerçekliğinden şüphe duyu-

ran bir dünya sunuyor.

Uzun bir çalışma döneminin eseri olduğu

her halinden belli olan roman kendi

içinde devinebileceği bir dille, dönemin

atmosferine uygun bir biçimde kaleme

alınmış. Çok katmanlı yapısında okurları

bekleyen sayısız sürpriz, göndermeler,

detaylar var. Yazgıları sürekli olarak kesi-

şen kahramanların hikayelerinin anlatıl-

dığı bölümlerin tamamını sarıp

sarmalayan ve onlara birer rivayet havası

veren belirsizlik bulutu hâkim. Bu anla-

tım biçimi metin içerisinde yazarın sık sık

başvurduğu masalsı öğelerle pekiştirili-

yor. Bu açıdan yazarın edebiyatımızda

kendine has bir dili ve yeri olan İhsan

Oktay Anar’ın açtığı yoldan ilerlediğini

söyleyebiliriz. Meraklı okurların seveceği

metinlerarası göndermeler, irili ufaklı

bulmacalarla bezeli, tıpkı kullanılan dil

gibi labirentvari bir kitap.

SUÇ ORTA�I ÇOCUK“Şehristan Rivayetleri”, dilenciler lonca-

sına kayıtlı bir çocuk olan Yavuz Ali’nin

karşısına Kara Agop’un çıkmasıyla başlı-

yor. Kara Agop kendisini adalet dağıt-

maya adamış profesyonel katillerden

oluşan Mevt-i Esved adlı gizli bir lonca-

nın en yetenekli cellâdıdır. Ne var ki geç-

mişi hakkında kimsenin en ufak bir fikir

sahibi olmadığı bu adam maharetlerinin

yanısıra soğukkanlılığı ve kana susamış-

lığı ile de ün salmıştır.

Kara Agop gerçekleştireceği bir katle suç

ortağı ettiği çocuğu loncasından alıp

Mevt-i Esved’e getirir. Yavuz Ali’nin ha-

yatı Bizans döneminden beri nice impa-

ratorlar, nice padişahlar görüp geçirmiş,

adaletin kılıcı olmaya ant içmiş loncaya

girmesiyle değişir. Yavuz Ali’nin lonca-

daki ustası, bir zamanlar tüm ülkede ve

Şehristan’da yapmadığı dolandırıcılık

kalmamış Pencüyek olur. Eğitimini ta-

mamlayan Yavuz Ali loncanın cellâtları

arasına girer. Ancak kendi iç hiyerarşisi,

bir divanı, işinin ehli cellâtları, Şehris-

tan’ın dört bir yanına dağılmış muhbirle-

riyle güçlü bir örgüt olan Mevt-i

Esved’de değişim rüzgârları esmektedir.

Bir yandan da toplumsal adaletsizlikle-

rin, yüksek vergilerin ve yeniçerilerin

keyfi talanlarının bıktırdığı ahali içeri-

sinde, başlarını Ali Cengiz’in çektiği bir

grup genç Robin Hood’luğa soyunur.

Soygunlarda elde edilen geliri halka da-

ğıtır. Dikkat çeken bu eylemleri hem

Mevt-i Esved’in hem de Teşkilat-ı İstih-

barat-ı Humayûn’un Ali Cengiz’in peşine

düşmesine neden olur. Ancak artık lon-

caya neredeyse tek başına hükmeden

Kara Agop’un gerekse de ustası Pencü-

yek’in ortadan kaybolmasından loncanın

bozulan düzenini ve onun yeni piri

Agop’u sorumlu tutan Yavuz Ali’nin ak-

lında başka planlar vardır.

HAKLI GEREKÇELERKarakterler Osmanlı döneminde adalet

dağıtmayı üzerine alan bir lonca örgüt-

lenmesinden kişiler. Kendi ahlaki değer-

leri var. Her birinin bu profesyonel

katiller loncasına katılmasına neden olan

kendilerince haklı gerekçeleri var. Lon-

canın tüm bu gayriinsanı işleyişini kont-

rol altında tutan ve “meslek etiği” olarak

adlandırılabilecek iç tüzüğü her türlü ça-

tışmanın önceden engellenmesini sağlı-

yor. Ancak tüm bu işleyişin, iktidarını

tekelleştirmek isteyen bir cellât tarafın-

dan bozulması, tüm sistemin sorgulan-

masına ve loncanın ortadan kalkmasına

yol açan bir dizi olayı tetikliyor. Sırlarla

bezeli ortak geçmişlerinin ışığında, bir-

birlerinin kaderini ellerinde tutan bir us-

tayla çırağın giriştiği kanlı bir

mücadeleye neden oluyor.

Serhat Poyraz bu ilk romanıyla insanın

adalet arayışına ve onu kendi eliyle dağıt-

masının sonuçlarına dair edebiyatta sıkça

işlenmiş bir konuyu ele almış ve incelikle

örülmüş bir dünyanın, dönemin, şehrin

masalsı, sürükleyici atmosferine taşımayı

başarmış.

(Şehristan Rivayetleri, Serhat Poyraz,

Kırmızı Kedi Yay., 180 s.)

OSMANLI DÖNEM�NDE ADALET DA�ITAN B�R LONCA VE “�EHR�STAN R�VAYETLER�”

Yetenekli cellat Kara AgopKitap boyunca ba�ki�ileri takip ederken loncalar�, sandalc�lar�, yeniçerileri, y�k�k saraylar�, meyhaneleri, mahalleleriyle bir

dönemin �stanbul’u ve kent ya�ant�s� gözler önüne getirebiliyorsunuz. Ba�ar�yla kurgulanan tüm bu mekânsal vezamansal çerçeve kitap boyunca yükselen gerilimi ta��may� kolayla�t�r�yor

“... Yavuz Ali gelen bir tekmeyi yumruğu ile savuşturdu, aynı anda solundan

gelen Pencüyek’in hançer darbesinden de kıl payı kurtuldu, eğilip rakibine çelme

taktı. Ayağa kalkmasından bir an sonra bendirin sesi dışında kulağının hemen al-

tında ıslık sesine benzer hafif bir ses duydu. Pencüyek omzunda küçük bir acı his-

setti. Yavuz Ali’nin sağ eline baktığında hançerinin yerinde olmadığını gördü. Sol

eliyle sağ omzundaki çizilen yeri tuttu. Kanıyordu.

Pencüyek her zamanki gülümseyen yüz ifadesini takındı, yere eğilip hançerini

bir kenara bıraktı, ayaklarını altına alıp bağdaş kurdu. Şerbet, geçen kısa bir sü-

renin sonrasında vücudunun her yerine etki etmeye başladı ve koca adamı yere ser-

di. Galip gelen taraf çıraktı.”

KİTAPTAN

Serhat Poyraz

Page 7: KAPAK Say-18- 29 hzrn:Layout 1aydinlikgazete.com/images/dosyalarim/kitapeki/2012/sayi18.pdf · fen” diyen Soner Yalçın ısrarla vurguluyor: “Unutturarak rahata ermek is-teyenlere

KAAN TURHAN

Suriye üzerine hesaplar devam ederken

Türkiye, haçlı irtica tarafından kıskaca

alınmış durumda. Türkiye'yi bölge merkezli

dış politikaya yönlendirebilecek mekaniz-

malar çoktan tasfiye edilmişken, Suriye ve

İran'a karşı da güdümlenebilecek operas-

yonel gücüyle hazır bulunan Türkiye ko-

şulları yaratılmıştır. Türkiye ayrıca, Rusya

ve Çin'in Birleşmiş Milletler'de, Suriye'ye

operasyon kararına karşı vetosuyla da böl-

gede yalnızlaştırılmış sadece taşeron bir güç

haline sokulmuştur.

EMPERYAL�ZMDEN �NSAFBEKLENMEZAmerikan işgaline yol veren AKP iktidarı,

Irak'ta yaşananlara adeta göz yummuştur.

Öyle ki Irak'ta, “1 milyon kayıp vermiş hal-

kın kaybedecek hiçbir şeyi kalmamış, ölü-

me alışmış, ölümü dahi aşmıştır. Yakınla-

rını, çocuklarını, bebeklerini, analarını,

babalarını kaybedenler için yaşamanın, di-

renmek demek olduğu ortada... Gözünü

kan bürümüş emperyalizmden insaf bek-

lenemez. Bush, ölüm olmuş Ortadoğu'da

dolaşıyor, milyonlarca insanın katili ol-

maktan utanmadan, sıkılmadan hâlâ za-

ferden söz edebilmekte, Amerikan ka-

muoyunu kandırmayı sürdürmekte. Zafer

diye tepinmenin insanları öldürmeye devam

etmek olduğunu anlayamayacak kadar ze-

kâdan yoksun.” (s.11)

Orhan Özkaya'nın Asya Şafak Yayın-

ları'ndan çıkan yeni kitabı “Küreselleşme ve

Ulusal Devletler” günümüzü anlamak

için kılavuz niteliğinde. Yoksul halklar

üzerinden petrol, su, toprak ve döviz mer-

kezli işgal politikalarını çözümlemesi açı-

sından önemli verilerle dolu kitabında,

Özkaya; çağın “vebası” olan küreselleşme

olgusunun, halklarda yarattığı etkiyi şöyle

açıklıyor: “...sömürülen halkların bilinç

düzeylerinin, yaşamın diyalektik çelişkile-

ri içerisinde gelişmesi ve yükselmesi en çok

korkulan silâh durumuna ulaşınca, kapita-

lizm için, ulusların enerji kaynaklarına ve

doğal zenginlikleriyle tarihlerine saldır-

maktan başka bir seçenek kalmıyor. Yaşa-

yabilmesi, sömürü düzenini sürdürebilme-

si için insanlık değerlerine aykırı düşmesi-

ne aldırmadan, silâh gücünün üstünlüğünü

kullanarak, saldırganlığa devam etmesi

gerekiyor.” (s. 31)

DO�U’NUN DURU�UÖyle ki emperyalizmin küreselleşme teo-

risinde ortaya koyduğu sınırların kalkma-

sı meselesi, silah şirketlerinin devasa yatı-

rımlarıyla birlikte anılıyor. Doğu halkları

kendi kendini yiyen bu dev canavara karşı

duruşunu ortaya koymuştur. Tarihsel sü-

reçte ortaya çıkan devrim istenci, küresel-

leşmeyle birlikte daha da yoksullaşan halk-

ların kıvılcımı niteliğindedir. “Devrimler bit-

meyen toplumsal devinimler olması nede-

niyle insanlığı sürekli ayakta tutmuş, üre-

tim ilişkilerindeki geçişleri tetiklemişlerdir.

İşte, bugün, dünya; kapitalist emperyaliz-

min pençesinden kurtulma savaşının san-

cılarını yaşamaktadır... Bugün Latin Ame-

rika'dan, Afrika'ya ve Ortadoğu'ya kadar

toplumlar devinim halindedir...Halk iktidarı

üreten kesimi dünyanın, hiç çalışmadan

emek katkısı koymadan ve tümüyle ezilen

en alt toplumsal sınıfın alın terini, yaşamı-

nı, yarattığı 'artı-değeri' çalarak sermaye ya-

pan yağmacı sınıfın sömürü olarak tanım-

lanan bu davranışına bir son vermiştir.”(s.

233) Ne var ki, “...Tunus, Mısır, Yemen ve

diğer Ortadoğu ülkelerindeki direnişlerle

Libya olaylarını aynı eksende değerlendir-

memek gerekir. Libya, tamamen Soros,

NGO ve etnik, dinsel aşiret yapısını kulla-

nan ABD ve Batı'nın, petrölün üzerine kon-

mak istemesiyle, bir anlamda anti-emper-

yalist Kaddafi arasında yapılan bir sa-

vaş...”(s.48) diyor yazar.

Orhan Özkaya'nın “Küreselleşme ve

Ulusal Devletler” kitabı, emperyalistleşen

kapitalizmin inceliklerini anlamak açısından

önemli bir yapıt. Kuşatılan Doğu'da direnen

halkların, sosyalist sistemle Amerika'ya

kafa tutan anti-emperyalist İran, Çin, Rus-

ya, Hindistan birlikteliğinin emperyalist

sömürüye karşı denge politikalarını ve La-

tin Amerika'nın devrimci siyasetinin nasıl

bir direnç göstererek, dünya halklarına

örnek olduklarını, Özkaya kaleminin im-

biğinden damıtarak aktarmış.

(Orhan Özkaya, Küreselleşme veUlusal Devletler, Asya Şafak Yayınları,

240 s.)

ORHAN ÖZKAYA'DAN “KÜRESELLE�ME VE ULUSAL DEVLETLER”

Çağın vebasını anlamak için...

Aydınlık KİTAP

Page 8: KAPAK Say-18- 29 hzrn:Layout 1aydinlikgazete.com/images/dosyalarim/kitapeki/2012/sayi18.pdf · fen” diyen Soner Yalçın ısrarla vurguluyor: “Unutturarak rahata ermek is-teyenlere

29 HAZ�RAN 2012 CUMA Aydınlık KİTAP8

Tanışıyor muyuz Einstein?Fikir �ahane. Kuramsal fizik profesörü olan yazar Herald Fritzsch harika bir bile�im yaratm��.Tabii kolay i� de�il yapt���; hem bu dört fizikçiyi iyi tan�mak hem de s�k� bir edebiyat kafas�na

sahip olmak laz�m böyle bir i� ç�karmak için. Fizikçileri iyi tan�d��� a�ikâr. Münihteki MaxPlanck Fizik Enstitüsü’nde Werner Heisenberg’le beraber çal��m�� zaten. Ayr�ca, hâlen hem

CERN’de hem de Max Planck Enstitüsü’nde konuk bilimadam� olarak hizmet veriyormu�

MURAT HATUNOĞ[email protected]

Einstein’la ilgili ne çok kitap var. Daha

doğrusu adında ya da içinde Einstein geçen.

Herhâlde Einstein’ın Madonna gibi popüler

olmasından kaynaklanıyor bu. Rahmetlik,

hayattayken de böyleymiş işler. Değeri öl-

dükten sonra anlaşılan adamlardan değil-

miş kendisi. Hatta bir gün, “Neden beni hiç

kimse anlamıyor, ama herkes beni seviyor?”

bile demiş. Marka olmuş işte. Anlaşılmadan

konuşulmuş, güya sevilmiş. Öteden beri var-

dır böyle markalar.

İşin garibi, bu durumun az çok farkın-

da olmama rağmen ben de içinde Einste-

in adı geçen her şeye merakla bakıyorum.

“Einstein tıraş köpüğüyle sabunu karıştı-

rıyormuş.” “Einstein günde şu kadar saat

uyuyormuş.” “Einstein’ın kıyafeti tek mo-

delmiş, kendisi bu durumu, ‘benim elbise

seçecek vaktim yok, bir modelden çok sa-

yıda aldım, onları giyiyorum’ diyormuş.” ve-

saire vesaire... Yarın sözde büyük özde dan-

dik basın yayın kuruluşlarından birinin in-

ternet sitesinde “Einstein’ın İç Çamaşırı Şu

Renkmiş” diye bir başlık görsem, dayana-

maz o “haber”i de okurum muhtemelen. Ve

o haberin tıklanma sayısının astronomikli-

ğini görünce de şaşırmam pek.

KL��E �ÇERM�YORİşte yine benzer bir kafayla başladım bir ki-

taba. Metis Yayınları çevirtmiş, Alman Fi-

lolojisi’ni su gibi içmiş çevirmen Ogün

Duman’a. Kitabın ismi, tahmin edebilece-

ğiniz üzere Einstein içeriyordu: “Yanılı-

yorsunuz Einstein!” Genelde “Einstein

şöyle dedi, böyle dedi; Einstein’ın şusu şöy-

le, busu böyle” şeklinde kaynak gösterilen

adama, yanılıyorsunuz, diyordu kitap. Ba-

kalım bu sefer ne çıkacak, diye karıştırın-

ca kitabı, pek hoşuma gitti içerik. İsminde

Einstein ismini geçirmek haricinde pek bir

Einstein klişesi de içermiyordu hani. Arka

kapağı da okuyunca, tamam, dedim, alı-

yorum.

Şöyle diyordu arka kapak:

“Tüm zamanların en önemli fizikçile-

rinden dördü bir araya gelip kuantum fizi-

ği hakkında konuşsaydı ortaya nasıl bir soh-

bet çıkardı? Hiç şüphesiz ilginç bir sohbet.

Aydınlatıcı. Kışkırtıcı. Hatta eğlenceli.

Alman fizikçi Harald Fritzsch'in New-

ton, Einstein, Heisenberg ve Feynman'ı bir

araya getirdiği ‘Yanılıyorsunuz Einstein!’ bu

sıfatların hepsine sahip. Adrian Haller adlı

(kurmaca) bir fizik profesörünün bir tren

yolculuğu sırasında uyuyakalmasıyla rüya-

lar âleminde buluşan bu büyük fizikçilerin

sohbeti, kuantum kuramının doğuşunu,

gelişimini ve bugünkü durumunu yalın ve

akıcı bir dille anlatıyor. Sohbet esnasında

fizikçilerin birbirlerine takılmaları ve tatlı

kaprisleri de cabası. Sözgelimi Einstein ıs-

rarla ‘İhtiyar’ın evrenle zar atmayacağını,

evrenin bir kumarhane olmadığını söyle-

yerek kuantum kuramına ilişkin hoşnut-

suzluğunu dile getirirken, diğerleri onu

kuantum kuramına kötü babalık etmekle,

kuramın doğumuna katkıda bulunduktan

sonra onu ortada bırakmakla suçluyor. Fi-

zikçiler kendi aralarında konuşadursun, biz

okurlar da bu sohbete kulak misafiri olarak

modern fiziğin en zorlu konularını daha iyi

kavrama imkânına kavuşuyoruz.”

HAR�KA B�LE��MFikir şahane. Kuramsal fizik profesörü

olan yazar Herald Fritzsch harika bir bile-

şim yaratmış. Tabii kolay iş değil yaptığı;

hem bu dört fizikçiyi iyi tanımak hem de sıkı

bir edebiyat kafasına sahip olmak lazım böy-

le bir iş çıkarmak için. Fizikçileri iyi tanıdığı

aşikâr. Münihteki Max Planck Fizik Ens-

titüsü’nde Werner Heisenberg’le beraber

çalışmış zaten. Ayrıca, hâlen hem CERN’de

hem de Max Planck Enstitüsü’nde konuk

bilimadamı olarak hizmet veriyormuş.

Fizikçileri toplayıp muhabbet ettirme

fikri bana “The Big Bang Theory” adlı bir

yabancı diziyi anımsattı. Orada da kuram-

sal fizik, deneysel fizik ve yıldız fiziği üze-

rine çalışan üç fizik doktoru ile MIT’de yük-

sek lisans yapmış bir mühendisin muhab-

betleri yer alıyor. Tabii dizinin geneli geyik

muhabbetinden oluşuyor olsa da, dizide yer

alan fizik muhabbetleri -daha doğrusu

muhabbetlerde geçen fizik kırıntıları- iz-

leyenlerin fiziğe ve fizikçilere sempati duy-

masını sağlıyor. Bu sayede, geneli gençler-

den oluşan izleyici kitlesi, kendilerini be-

yinsizleştirmeye ve ahlaksızlaştırmaya prog-

ramlanmış televizyon programlarından bi-

razcık uzak kalmış oluyor. Tabii bu dizi için-

de de yoz Batı’yı bol bol görmekten kur-

tulamıyoruz.

“The Big Bang Theory” dizisinde yer

alan ukala kuramsal fizikçi karakteri Shel-

don Cooper bir bölümde dizinin “Ameri-

kan sarışını” karakteri Penny’ye şöyle di-

yordu: “Penny, ben bir fizikçiyim. Tüm ev-

ren ve içerdiği her şey hakkında işime ya-

rayacak kadar bilgiliyim.” Sonra alışıldık du-

rum komedisi efekti olan yapay kahkaha-

lar duyuluyor, dizi geyik muhabbeti üze-

rinden devam ediyordu. Aslına bakarsanız,

bu minik diyalogda da bir fizik kırıntısı mev-

cuttu: Bir fizikçinin evren ve içerdiği her şey

hakkında az çok bilgili olması gerektiği. Sa-

hiden de böyle değil midir? Sadece fizikte

de değil, hayatın genelinde büyük işler ya-

panlar, farklı disiplinleri, farklı disiplinle-

rin bilgilerini zihinlerinde harmanlayan

kişiler değil midir?

Kitabın insanlığa hizmetinin kıymeti bu

noktada artıyor. Fiziğe -kuvvetle muhte-

melen rezil eğitim sisteminin etkisiyle-

uzakta duran herhangi bir insana dahi fizik

öğretebilecek, hatta kuantum kuramı hak-

kında fikir edindirebilecek bir kitap “Ya-

nılıyorsunuz Einstein!” Hem de öyle sayı-

ya, grafiğe ve anlaşılması güç tanımlara boğ-

madan. Kitapta sayılar ve işlemler var el-

bet, fakat yazar okuyucuya korkmamasını,

dilerse bu işlemleri atlayarak okumaya

devam edebileceğini, bunun meseleleri

anlamakta bir sorun çıkarmayacağını söy-

lüyor önsözde. Zaten öyle anlaşılmaz bir du-

rum olsa, başta Newton oturmazdı bu mu-

habbetin başına. Malumdur, Newton

1643’te doğup 1727’te ölmüş olan bir

adam. O zaman kuantum nerde, fizik ner-

de. Daha yerçekimi meselesi yeni kavuşmuş

açıklığa.

DERS G�B� DE��LYazarın ustalığı ve keskin zekâsı burada tek-

rar giriyor devreye. Bu muhabbete Newton’ı

katarak hem işin mizahi yönünü güçlendi-

riyor hem de şimdinin fiziğine Newton gibi

yaklaşık üç yüz yıl kadar geri bir kafadan ba-

kan bir okura bile kuantumu anlatmış ve öğ-

retmiş oluyor. Tabii bu anlatma ve öğretme

süreci, bildiğimiz dersler gibi olmuyor. Bir

senaryoyu andıran kitapta tartışıyor büyük

fizikçiler. Einstein diğer iki fizikçinin söy-

lediklerine karşı duruyor. Hatta daha ilk ko-

nuşmalarından birinde, “...kuantum me-

kaniğinin gerçek anlamda bir çözüm ol-

madığı görüşümde ısrar ettiğimi eklemek

istiyorum.” diyor. Sonra karşı durduğu in-

san sayısı üçe çıkıyor, zira Newton da

kuantumu kapıp, onun savunucusu oluyor.

Yazar önsözünün sonunda, “Araların-

daki sohbeti aktarırken Albert Einstein’ın

‘Önemli olan her şeyi mümkün olduğunca

kolay kılmalı, ama daha kolay değil’ sözü-

nü kendime düstur edindim” diyor. Ne ka-

dar önemli, ne kadar değerli sözler! Ve ba-

siti zorlaştırmak, sonra zoru son ana bıra-

karak imkânsıza yakınsatmak âdeta ata spo-

ru hâline gelmiş olan biz Türkler için ne ka-

dar gerekli...

Bu anlayış, bu uygulama ve bu kitaplar

bize her sahada gerekli. Gittikçe daha sığ ve

sığırca yaşamamızın istendiği bir zamanda

böylesi kitaplar çevirecek insanın başkaldırı

çarkını. “Ben işime bakarım” deyip, kendi

işinden başka bir faydalı alana en ufak eme-

ğini dökmeyen; hayata ve düzenlere dair

çoğu şeyi bilmeyen, daha da tehlikelisi,

bilmediğini de bilmeyen insanların başları

yavaş yavaş kalkacak yukarı, çevirdikçe in-

sanlar sayfaları, sayfalarsa çarkları.

İşte o zaman, “Dünya yaşamak için teh-

likeli bir yer; kötülük yapanlar yüzünden de-

ğil, durup seyreden ve onlara ses çıkarma-

yanlar yüzünden” diyen Einstein gerçekten

tanınmış olacak ve insanlar yaşamaya de-

ğer hayatlar yaşayacak, şu sözü anarak:

“Ancak başkaları için yaşanan bir ha-

yat, yaşamaya değer bir hayattır.” (Albert

Einstein)

(Yanılıyorsunuz Einstein,Harald Fritzsch, Metis Yay.,

Çev: Ogün Duman, 224s.)

Albert Einstein

Harald Fritzsch

Page 9: KAPAK Say-18- 29 hzrn:Layout 1aydinlikgazete.com/images/dosyalarim/kitapeki/2012/sayi18.pdf · fen” diyen Soner Yalçın ısrarla vurguluyor: “Unutturarak rahata ermek is-teyenlere

29 HAZ�RAN 2012 CUMAAydınlık KİTAPBABİL BALIĞI 9

Gerilim ve GizemM. SALİH [email protected]

“Kurguyu, her sahnesini gözümünönünde canlandırmadan okuyamıyo-rum. Sonuç olarak da bir kitaptan çok,bir çeşit fotoğraflar serisi haline geliyor.”

Alfred Hitchcock

Bu haftaki konumuz gerilim edebiya-

tı. Yaşadığımız yüzyılda oldukça dallanıp

budaklanmış ve inanılamayacak bir ge-

nişliğe yayılmış olan türün artık belirgin

sınırlarından bahsetmek pek mümkün

olmasa da ortak noktalardan yola çıkarak

belirli hatları çizmek mümkün. Gerilim,

ana elementleri olarak şüphe, beklenti, ar-

tırılmış bir merak ve heyecanı kullanır. Te-

mel olarak artan bir merak duygusu ile

okuyucunun ruh hali ile etkileşimde bu-

lunur ve frekansı bir azaltıp bir çoğaltarak

endişe, emin olamama, merak, beklenti,

heyecan hatta korku duygularını oluştu-

rur. Kurgusu, bir ana düşmana odaklıdır.

Bu bir cisim de bir kişi de olabilir ve hi-

kaye boyunca ana kahramanın üstesinden

gelmesi beklenir. Kurguda ani değişme,

beklenti oluşturan objeyi saptırma, dü-

ğümler oluşturarak okuyucunun “daha

sonra ne olacak?” sorusunu sormayı sağ-

lama temel karakteristik özellikleridir.

Başlıca alt türleri arasında: fidye, intikam,

soygun, esaret gibi temaları işleyen Suç

Gerilimi, dedektiflik, araştırma ve düğü-

mü çözme kurgularını barındıran Gizem

Gerilimi, akıl oyunlarını, obsesyon ve ki-

şisel sendromlar gibi psikolojik etmenle-

ri, gözetlemeyi ve karakter açılımlarını

tema edinen Psikolojik Gerilimi, para-

noya, yanlış suçlama ve şüphe teorilerini

barındıran Paranoya Gerilimi, fantastik ve

doğa üstü elementleri kullanan Doğaüs-

tü Gerilim, erotizm ve cinsel ilişkiler üze-

rine yoğunlaşan Erotik Gerilim ve casus-

luk, komplo teorileri, ülke güvenliği, sui-

kast gibi temaları barındıran Casus Ge-

rilimi bulunur. Ana başlıklarının ötesin-

de diğer edebiyat türleriyle de iç içe ge-

çirilerek devasa bir alana ve alt türlere ay-

rılır. Bu bağlamda Dan Brown’dan Robert

Ludlum’a, Douglas Preston’dan Ian Fle-

ming’e pek çok yazarın Gerilim ana baş-

lığı altında eser verdiğini söylemek müm-

kündür.

GER�L�M DALLANIP BUDAKLANACAKTema ve alt türler genellikle yazarların kul-

landıkları ve öyküyü çekimsedikleri te-

malara yönelik belirlendiğinden ilerleyen

yıllarda gerilim türünün daha da dallanıp

budaklanacağını öngörmek, yanlış bir

varsayım olmaz. Bu nedenle bir kitabı “ge-

rilim” kurgusu içine dahil edenin yukarı-

da yazdığım karakteristik özellikler olduğu

göz önüne alınmalıdır. Bir başka tartışma

konusu, “Gizem” alt türünün “Geri-

lim”den bağımsız bir tür olarak incelen-

mesi gerektiğini savunan görüştür. Bu gö-

rüşü savunmalarındaki temel sav, görsel

ve imgelem olarak “gizem” türünün in-

sanın içine doğru daha derinlemesine

yaptığı yolculuk ve kurgunun daha yavaş

şekilde sürdürdüğü ilerlemedir. Bir baş-

ka deyişle, “Gizem” türünü ayrı tutmak is-

temelerindeki temel sebep içten içe “Ge-

rilim” türünü -fazla macera dolu bul-

duklarından olsa gerek- yüzeysel bulma

hatasına düşmüş olma-

larıdır. Bu teze kesin-

likle katılmıyorum, çün-

kü genel anlamda “Gi-

zem” türünün kullan-

dığı literal oyunların ve

kurgu açılımlarının ta-

mamı “Gerilim” türü

ile birebir örtüşmekte-

dir. Yine bir başka tar-

tışma konusu “Geri-

lim” türünün başlangı-

cının ne zaman olduğu

ve sinemanın da dev-

reye girmesiyle 20. yy.

geriliminin tamamen

bağımsız “Modern Ge-

rilim” adı altında incelenmesi gerektiği-

ne yönelik olan tezdir. Açıkçası bu tezin

daha kabul edilebilir noktaları vardır.

Çünkü ilginçtir ki diğer bütün edebiyat tür-

lerinin aksine “sinema”daki açılımı ede-

biyata ilham olan ve sinemayla gelişen tek

edebiyat türü “Gerilim”dir. Gerilim tü-

rünün temel silahları olan, heyecan, kur-

guda çarpılma ve merak duygularının

yansıtılabileceği en uygun mecranın si-

nema olduğu düşürülürse, bu sonuçta – en

azından tüketim tabanlı düşünüldüğünde-

şaşılacak bir şey yoktur. Şaşılacak olan sa-

dece uyarlama anlamında değil, kurgusal

anlamda da sinemanın türe kattıklarıdır.

Alfred Hitchcock ile birlikte gerilimin ye-

niden şekillenmediğini kim iddia edebilir?

Veya bir başka örnek; günümüzde gerilim

kurgularının sanki filmi çekilmesi arzu-

lanırmış gibi, aksiyonlara ve sahnelere bö-

lünerek kurgulandığını (en güzel örnek

bkz. Dan Brown kitapları) görmememiz

mümkün mü? Bu açıdan sunulan tez her

ne kadar haklı görünse de yine temel kur-

gu elemanlarına bir göz attığımızda, “mo-

dern gerilim” tezinin sinemanın çoğu za-

man sınırlandırıcı engellerinden (bkz. iz-

leyiciyi tutma, süre gibi faktörler) kay-

naklandığını görürüz. Bunu anlamak için

türün başlangıcına gidip pek çok edebi-

yatçı tarafından “gerilim” türünün ilk

öğelerini içerdiği söylenen Homer’in

Odyssey’ine göz atmamız gerekir. Aynı şe-

kilde Alexandre Dumas’nın “Monte Kris-

to Kontu” da “gerilim” türü için özel ör-

nekler arasındadır. Kısaca bu tez “gerilim”

türünün ana elementleri-

ni anlamadan kısıtlamaya

kalkılmasından kaynak-

lanmaktadır.

Kısaca da olsa türün te-

mel, ayırt edici özellikleri-

nin anlaşıldığını düşünü-

yorum. Türe yönelik özel-

likle tavsiye edeceğim isim-

ler arasında, James Pat-

terson, Daniel Silva, Tho-

mas Harris, Stieg Lars-

son, John Grisham, Ro-

bert Ludlum, Richard

Condon, Patricia Highs-

mith, Ian Fleming, Ro-

bert Bloch, Carlos Ruiz

Zafon, Neal Stephenson, Dean Koontz sa-

yılabilir. Yine özellikle henüz tercüme edil-

memiş olsa da “Germ” kitabıyla Robert

Liparulo da dikkat çekici bir isimdir.

SADE B�R D�LRobert Liparulo’nun yetişkinlere yönelik

yazdığı gerilim romanları henüz tercüme

edilmemiş olsa da gençlere yönelik yazdığı

ve daha çok Doğaüstü Gerilim alt kate-

gorisinde incelenebilecek serisi, 6 kitaplık

“Hayalevi Kralları” Martı Yayıncılık ta-

rafından dilimize kazandırılıyor ve ilk ki-

tabı “Karanlık Gölgeler Evi” okuyucunun

beğenisine sunuldu. Kitap, seriye uzun bir

başlangıç şeklinde kurgulandığından, se-

rinin okuduğum üç kitabı üzerinden eleş-

tirisini yapmam doğru olacaktır. Öncelik-

le seri, genç okuyucunun okuyabileceği,

çok sade bir dil barındırıyor ve daha faz-

la kitleye ulaşmak açısından bu bir avan-

taj sayılabilir. Lakin, kitapta özellikle refe-

ranslı betimlemelerin sürekli olarak po-

püler kültürden alınması biraz rahatsız edi-

ci ve aynı zamanda okuyucu kitlesini kü-

çümseyici veya yazarken tembelliğe kaç-

ma izlenimi yaratıyor. Bu tıpkı sürekli “fa-

lanca filmi izledin mi? Hah işte, burada ka-

rakter, o filmdeki gibi korkuyor,” demek

gibi. Popüler kültürü referans göstermek

yanlıştır demiyorum. Fakat referans ser-

best çağrışımla gelmeli, doğrudan hedef

göstererek değil. Bunun dışında seri tam

bir sayfa çevirici. Özellikle genç okurun bir

sonraki sayfa, bir sonraki sayfa derken bü-

tün seriyi sıkılmadan okuyacağına nere-

deyse eminim. Tek sıkıntı, seriye oldukça

uzun bir girişten fazlasını ifade etmeyen ilk

kitabın ancak ikinci kitapla devam ettiğinde

bu istenilen etkiyi yaratmaya başlaması. Bu

anlamda benim tavsiyem Martı Yayınla-

rının ikinci kitabı da bir an evvel tercüme

etmesidir. Hatta iki ve üç kitap bir arada

yayına sunulmuş olsaydı genç okurun

(yanlış anlaşılmasın, yazı boyunca genç

okurla 12-17 yaş arasından bahsediyorum)

kitabı bu tatil zamanında eğlence amaçlı

keşfetmesi için daha iyi olabilir. Bu bağ-

lamda kitabın sanki ilerde filmi çekilmek

üzere kurgulandığını ve yazıldığını yazmak

da yanlış olmaz. Serinin aslında bitince na-

sıl bir tat bıraktığını en iyi genç okurlar an-

layacaktır, benim yaşım biraz geçkin ol-

duğundan ancak yazım tekniklerini ince-

leyebilir ve yaratabileceği etkiler üstünde

varsayımlarda bulunabilirim.

BA�ARILI KURGUTemel olarak seri, “gerilim” türünün ana

temalarını, genç okuyuculara yönelik sun-

ma bakımından bir başarı taşıyor. Yaratı-

lan mekân, genç okuyucusunu da içine hap-

sedecek denli sürprizleri ve korkuları ek-

sik olmayan bir şekilde başarıyla kurgu-

lanmış. Hatta bu yaz aylarında macerayı ki-

taplarda arayan genç okurun böyle bir evi

terk etmek için hiçbir nedeni olmadığını da

söylemek mümkün. Fakat daha önce be-

lirttiğim şeyin tekrar altını çizmemde fay-

da var. İlk kitap seriye bir giriş kitabı ve çok

fazla olay veya heyecan oluşturmuyor.

Çok fazla detaylandırılmamış ve ne yapa-

cağı önceden az biraz belli olan karakter-

leri de buna tuz biber ekiyor. Fakat kitabın

hitap etmeyi amaçladığı yaş grubu düşü-

nüldüğünde bu bağışlanabilir. Karakterlerin

anlatılan özellikleri de genç okuyucunun

kendisiyle bağdaştırabileceği, sevilebilir

verilerden oluşmaktadır. Konudan bahse-

dersek, özetle Los Angeles’ta yaşayan

Kings ailesi küçük bir kasabaya taşınır, bir

motele yerleşir ve daha sonra bir ev bu-

lurlar. Bu evle birlikte, Kings ailesi için es-

rarengiz bir dünyanın kapıları da açılacaktır.

Seri, bu haliyle genç okura keyifli bir yaz

okuması sunuyor.

Robert Liparulo

Page 10: KAPAK Say-18- 29 hzrn:Layout 1aydinlikgazete.com/images/dosyalarim/kitapeki/2012/sayi18.pdf · fen” diyen Soner Yalçın ısrarla vurguluyor: “Unutturarak rahata ermek is-teyenlere

29 HAZ�RAN 2012 CUMA Aydınlık KİTAP10

CENK ÖZDAĞ[email protected]

HEGEL'� ALINTILAMANINDAYANILMAZ HAF�FL���!Ne zaman birisi Doğu-Batı sentezi veya ay-

rılığından, çelişkilerin birarada bulunu-

şundan, tarihselcilikten, tarihin sonundan

söz açacak olsa muhakkak Hegel'in adı ge-

çer. Bir söz vardır: “Dante'nin İlahi Ko-

medyası'nın önemi her geçen gün artıyor,

çünkü kimse onu okumuyor”. Sanırız,

“Dante'nin İlahi Komedyası”nın yerine

“Hegel'in herhangi bir eseri”ni koysak bu

söz daha gerçekçi olurdu.

Hegel'e atfedilen doğru ve yanlış birçok

düşünce var. Tez-Antitez-Sentez üçlemesi-

nin, Nazizmin köklerinin Hegel'de olduğu

sıklıkla söylenir. Bunların ayrıntısına gir-

meyeceğiz fakat sadece şu ünlü “Tez-anti-

tez-sentez” üçlemesinin Hegel'de olmadığını,

daha doğrusu bu adlarla herhangi bir ifa-

denin Hegel'e ait olmadığını belirtmekle ye-

tinelim. Hegel'in eserlerinde yer alan “Ta-

rihin sonu”, “mutlak bilgi” gibi kavramlar

ve Devletin Tanrı'nın yer yüzündeki eli ol-

duğuna ilişkin ifade, Hegel'in kullandığın-

dan çok başka anlamlarda kullanılmakta ve

yaygınlaşmaktadır. Bunların dışında “Köle-

efendi diyalektiği”, “tanınma”, “başkalık /

ötekilik” gibi kavramlar hep Hegel'in eser-

lerinde yer almakta ve günümüz aydını

sıklıkla bu kavramları kullanmaktadır.

TÜRKÇE'DE HEGELYukarıda anılan kavramların Hegel'den

doğrudan alındığını varsaysak bile bu kav-

ramların tümü Hegel'in o ünlü eseri “Tinin

Fenomenolojisi”nde ve ''Tarihte Akıl”da yer

almaktadır. Bu arada bu eserlerden ilkini

Aziz Yardımlı, ikincisini ise Önay Sözer

Türkçeye kazandırmıştır. Oysa Hegel'in fel-

sefi sistemi açısından giriş niteliğinde olan

bu eserini takip eden “Mantıkbilim”, “Doğa

Felsefesi” ve “Tin Felsefesi”nden oluşan

Ansiklopedi'ye başvurulduğu pek görül-

memektedir. Kaldı ki Hegel'in eserlerinin

önemli bir bölümü Türkçeye çevrilmiş de-

ğil. Sözgelimi “Doğa Felsefesi” ve “Tin Fel-

sefesi” adlı eserleri hâlâ Türkçeye kazan-

dırılmış değil. Hegel'in Ansiklopedisi'nin ilk

bölümü olan “Mantık Bilimi” (küçük man-

tık) ve “Ansiklopedi”yi önceleyen ve “Bü-

yük Mantık” diye bilenen “Mantık Bilimi”

adlı eserleri Aziz Yardımlı tarafından Türk-

çeye kazandırılmış ve İdea Yayınevi tara-

fından basılmıştır. Aziz Yardımlı'nın çevi-

rilerine ilişkin yaygın eleştirilerin doğrulu-

ğu / yanlışlığı bir yana, sonuç olarak bu eser-

ler Türkiye'de yaygınlaşmamıştır.

MANTIK'IN ZORLU�U, BAS�TL���Mantık, Hegel'e göre, hem en basit hem

de en zor bilimdir. Basittir çünkü onu bil-

mek ve onunla iş görmek için insanın ken-

di aklının dışında bir araca gereksinimi

yoktur. Zordur çünkü herhangi bir dışsal

araç ya da bilgi kullanılmadan mantık üze-

rine düşünmek ciddi bir disiplin gerekti-

rir. Hegel'in “Mantık Bilimi” üzerine,

“Mantık Bilim” adlı eserinin ilk bölümü

olan “Varlık Öğretisi”nin üç temel kavramı

ve başlığı olan “Nitelik”, “Nicelik” ve

“Ölçü”yü ele alan bir eser yayımlandı.

Mustafa Cemal tarafından kaleme alınan

“Hegel'in Kayıp Mantığı” başlıklı çalışma

Belge Yayınları'nca basıldı. Mustafa Ce-

mal, Hegel'in diyalektiğini “Varlık Öğre-

tisi” başlıklı bölümün alt başlıkları üze-

rinden incelemekte ve geometri, kimya, fi-

zik gibi dallardan yardım alarak örnekler

ortaya koymaya çalışmaktadır. Hegel'in

mantığa ilişkin soyutluktan kaynaklanan

zorluğu aşma adına girişilen bu çabanın

zorluğu aşıp aşmadığına karar vermek

güç görünmektedir.

HEGEL'DE TERM�NOLOJ�SORUNUMustafa Cemal, eserinde, Hegel termino-

lojisine ilişkin kapsamlı bir tartışma yürüt-

mektedir. Spekülatif, diyalektiğin Türkçe

karşılığı olarak önerilen Eytişim, Önay

Sözer tarafından Türkçede Düşüngeme söz-

cüğüyle karşılanmaya çalışılan Reflexion,

Aziz Yardımlı tarafından Kıpı ve çoklarınca

An sözcüğüyle karşılanan Latince Mo-

ment, Hegel'in felsefesinde çok büyük bir

önemi olan Türkçede anlamını pek sorgu-

lamadan kullandığımız Değil, Türkçe ve İn-

gilizce çevirilerde sorun yaratan Almanca

Objekt ve Gegenstand sözcüklerine ilişkin

yürüttüğü tartışmalar ve verdiği bilgilerle dil-

sel sorunları aşmaya yönelik önemli bir ba-

şarı elde etmektedir. Özenli bir Türkçe çe-

virinin ve Hegel'in metnine sadakatin bir

arada yürütülmesi çok zordur. Bu zorluğa

karşın Mustafa Cemal, eserinde, kendi-

sinden sonraki araştırmacılar için önemli

ipuçları sunuyor.

MET�N ÇÖZÜMLEMES� VE YAKINOKUMAYLA ORTAYA ÇIKMI� ESEREser Hegel'in metnini çözümler gibi başlı-

yor ve yer yer metin çözümlemesinden

oluşuyor. Bunun yanında, yazar, Hegel'in

metninden hareketle, onu anlaşılır ve algı-

lanabilir kılmak adına, geometriden,

fizikten, kimyadan örneklerle met-

ni açıyor. Fakat, yazar, metin çö-

zümlemesi yaparken kendini

Hegel'in biçemine kaptırı-

yor ve Hegel'in ağzından

Hegel anlatılıyor. Bu tercih

edilebilir bir yöntem ola-

bilir ama metin çözümle-

mesine ve Hegel'i anlaşılır

kılma çabasına pek uymu-

yor. Hegel'in bu metnine

ilişkin belki de en çok yapıl-

ması gerekilen iş, Hegel'in

biçemine kapılmadan Hegel'in

diğer metinlerinden de faydala-

nılarak, metnin içeriğinin serimlen-

mesi olurdu. Bilindiği gibi, Hegel'in metin-

leri mantıksalın üçlü yapısından oluşur.

Kabaca söylersek, Hegel'in herhangi bir ki-

tabında öncelikle soyutluğu içerisinde be-

lirli bir kavramla başlanır, sonrasında bunun

belirlilikten yoksun olduğu gösterilip ona be-

lirlilik kazandırılır ve son olarak da bu be-

lirlilik aşılır. Örneğin, “Hukuk Felsefesi”,

“Soyut Hak” ile, “Tinin Fenomenoloji-

si”nin birinci bölümü, “Duyu pekinliği

(Duyusal kesinlik)” ile başlar. Her ikisinde

de soyutluk, ikinci uğrakla aşılır.

AKIL HER YERDEBu örneklerden de görülebileceği gibi,

Hegel, İncil'de geçen “Taşı kaldırsan altında

beni bulacaksın!” sözünü, Evrensel Akıla

uyarlıyor. Mantık'ta serimlemeye çalıştığı

Evrensel Aklın (Logos'un) bütün tekiller-

de üstü örtülü olarak yer aldığını üstüne

basa basa vurguluyor. Hegel'e yönelik,

çağdaşlarının en büyük eleştirisi, bireysel-

liği tanımamasıydı. Oysa, özellikle son yıl-

larda, Hegel'in sanıldığının aksine, tekile,

somuta çok büyük bir yer verdiği ve tekil-

liği esas aldığı savunulur olmuştur. Terry

Pinkard'dan, Robert Pippin'e kadar, daha-

sı son yılların ünlü filozofu Zizek'i de içine

alan, 20. yüzyıl filozofları Hegel'in bu yö-

nüne sürekli olarak işaret ediyorlar. Bu ko-

nuda belki de en güncel eserler, Zizek'in

“Olumsuzla Oyalanmak” ve “Gıdıklanan

Özne” adlı eserleriyle, henüz Türkçeye

kazandırılmayan fakat Encore Yayıncı-

lık’ın önümüzdeki yıl içinde Türkçe basımını

yapacağını duyurduğu “Less Than Nothing:

Hegel and the Shadow of Dialectical Ma-

terialism” (Hiçten az: Hegel ve Di-

yalektik Materyalizmin Gölgesi)

adlı eseridir.

Platon'dan bu yana idea-

ların gerçekliğini savunan

filozoflar arasında en gör-

kemlisi olan Hegel, Kant'ın

bir yorumcusu olarak ele

alındığında, öznelerarası

düzlemde, ideaların ger-

çekliğini, varlığını ve belir-

leyiciliğini hararetle savu-

nan bir filozof olarak karşı-

mıza çıkıyor. Hegel'in diya-

lektiğini ve idealizmini anla-

mada anahtar önemde olan

“Mantık Bilim” adlı eserinin, ağız-

lara pelesenk olmuş “Nicel birikimden ni-

tel dönüşüme” şeklindeki düşünceye ola-

nak sağlayan “Nitelik” ve “Nicelik” kav-

ramlarının ele alındığı eser, bu kavramlar

üzerine kapsamlı bir biçimde düşünmenin,

emek vermenin sonucu olarak görünüyor.

Mustafa Cemal, eserinde, mantık ko-

nusundaki bir metnini ele aldığı için haklı

olarak, sıklıkla Spinoza'ya, Kant'a ve Le-

ibniz'e göndermelerde bulunuyor. Hegel'in

mantığının 19. ve 20. yüzyıldaki diğer man-

tık örneklerinden farklılığını yeterince or-

taya konmuyor. Eser, bu eksiğinin ötesin-

de, Hegel'in “Büyük Mantık”ında kap-

samlı bir biçimde ele aldığı Matematik ko-

nularına, özellikle analiz (calculus) konu-

sunu, göndermede bulunuyor ve bu kap-

samda matematik tarihinden önemli kişi-

lerin eserleriyle Hegel'in çözümlemeleri ara-

sında bağlar kuruyor. Eser, bu yönüyle, ya-

kın okumanın hakkını veriyor.

(Hegel’in Kayıp Mantığı, Mustafa Cemal, Belge Yay., 363 s.)

MANTIK, HEGEL'E GÖRE, HEM EN BASİT HEM DE EN ZOR BİLİMDİR

Akıl var, mantık var!Hegel’in diyalekti�ini ve idealizmini anlamada anahtar önemdeolan “Mant�k Bilim” adl� eseri, a��zlara pelesenk olmu� “Nicel

birikimden nitel dönü�üme” �eklindeki dü�ünceye olanaksa�layan “Nitelik” ve “Nicelik” kavramlar�n�n ele al�nd���, bu kavramlar üzerine kapsaml� bir biçimde dü�ünmenin,

emek vermenin sonucu olarak görünüyor

Page 11: KAPAK Say-18- 29 hzrn:Layout 1aydinlikgazete.com/images/dosyalarim/kitapeki/2012/sayi18.pdf · fen” diyen Soner Yalçın ısrarla vurguluyor: “Unutturarak rahata ermek is-teyenlere

29 HAZIRAN 2012 CUMA 11Aydınlık KİTAP

BEDRİYE KORKANKORKMAZ

Sevgi, aşk, insanlık gibi kavramlar gü-

nümüze değin sorgulanagelmiştir. İnsan-

ların yaşadıklarına yansıyan sevgiye dair dü-

şüncelerimi sorguluyorum içimde. Sevgisiz

bir insan yaşayabilir mi? Sevgisiz bir yaşam

mümkünse sevgiye yüklediğimiz anlamı

abartıyor muyuz? Sürdürülebilir bir ya-

şamda sevginin biyolojik olarak eksikliği ha-

yati tehlike taşımıyor ama düşünsel ve

ruhsal olarak yokluğunun yarattığı boşluğun

birçok insanı intihara sürüklediği de bir ger-

çek. Aşk ve sevgi üzerine bu denli şiir ro-

man ve öykü yazılması başka nasıl açıkla-

nabilir… Sevgisiz yaşayan insanın hayatı ne

türden bir dramsa birbirini seven iki insa-

nın birbirini karşılıklı olarak doğru bir bi-

çimde sevmeyişi de o türden bir dramdır.

Sevgiyi ben insanın kendisini insan olarak

algılaması olarak tanımlıyorum. Tüm bu

haklı sorgulamalar doğal olarak doğru se-

vilme biçiminin doğru sevgi bilincini ge-

rektirdiğini anımsatıyor bize. Yanlış sevgi bi-

çiminin sevgisizliği, doğru sevilme biçimi-

nin ise anlamlı paylaşımları beraberinde ge-

tirdiği nasıl bir gerçekse sevmeyi bilmenin

başlı başına bir bilinç uyanması, bir bilinç

aydınlanması olduğu da öyle bir gerçektir.

OKURUN �Ç�NDEK� Z�RVEToplumsal sevgi/ aşk kendi içinde birçok ka-

tegoriye ayrılıyor. Bireysel aşk/sevgi ise sa-

dece âşığın ruhuna/kalbine sığıyor. Sıra

dışı evlilik ile standart evlilik arasındaki fark-

lılık üzerinde düşünmemi kendisi gibi ka-

rakteri de sıra dışı olan Andrew Jolly' e borç-

luyum. Jolly'nin “Seni İçime Gömdüm” ese-

rinin satırları arasında kayboluyorum. Ya-

zarın zamana meydan okuyan kavramlar-

la kurduğu güçlü bağ yıllar sonra da oku-

ru içten içe kuşatıyor. Okuyucu içinde gü-

zellik uykusuna yatan sevgi, sevgisizlik,

yalnızlık, duyarsızlık gibi kavramları uyan-

dırma gücünü kendinde buluyor. Böyle

böyle ruhunun aynasından kendisine söy-

leyemediği sözlerin güzelliği ile sevdikleri-

nin kendisine söylediği haksız sözlerin acı-

masızlığıyla yüzleşiyor. Okuyucuyu için-

deki zirveye taşıyan yazar, içindeki zirveden

kendi yalnızlığına, sevgisizliğine, sessizliği-

ne ille de anlaşılmazlığına bakmasını değil;

yalansız ve önyargısız kendisini sorgula-

masını istiyor okuyucusundan. Yazar bun-

ları bize bir şeyler anlatma derdiyle yap-

mıyor. Biz onun kendi kendine anlattıkla-

rından kendimizi çıkarlarımıza pazarladı-

ğımız gerçeğiyle yüzleşiyoruz. Bilinçaltımıza

bastırdığımız duyguların karşısında otur-

mak, idam sehpasının önünde durmaktan

farksızdır. Bu farkın hayatımızı bu denli de-

rinden sarsması kendimize ve yaşadıkları-

mıza karşı riyakâr oluşumuzdan kaynakla-

nıyor. Nasıl ki para sevgisi ile Tanrı sevgi-

si birbirleriyle örtüşmüyorsa riyakârlık ile

aşk da birbirleriyle bağdaşmıyor. İnsanın ya-

kınları tarafından anlaşılmazlığının ne ya-

şının ne de zamanının olmadığını daha iyi

algılıyorum bu eserde.

SÖZCÜKLER�N HAYAT VERD���... Yasalarla koruma altına alınan çift kişilik

ilişkiler zamanla toplumsal bir tabuya dö-

nüşüyor. Bu tabu insanın en hakiki yal-

nızlığının kalabalıklar içindeki yalnızlık ol-

duğu gerçeğini görünmez kılıyor. Ne ger-

çeğin ne de gerçek sevginin yasalarla ko-

runmaya ihtiyacı yoktur. Bir insanın ruhu

sadece kendisine özgüdür ve insan da sa-

dece yaşadıklarına sığıyor/ sığmıyor Kab-

rero gibi. O, sözcüklerin hayat verdiği yü-

rekli bir âşıktır. Onun yürekliliği âşık olu-

şunda değil; aşkını sahiplenişinde. Aşkın

ölü/canlı beden üzerindeki etkisinin hiç de-

ğişmeyişini bize anımsatmasında. Toplu-

mun yaptırım güçlerini karşısına alıp tek

başına kendi doğrularını yaşamasındaki yü-

rekliliğinde. Sevmeyi bildiği kadar sevdi-

ğini içinde çoğaltmasındaki bilgeliğinde.

Her tür ilişkinin tüketim üzerine kurulduğu

günümüzde Kabrero’nun Kızılderili karı-

sıyla yaşadıkları “sevginin” canlı kanıtı ola-

rak dikiliyor karşımıza. Sevgi ile konuşmak,

sevginin sesiyle tanışmak böyle bir şey ol-

malı duygusuyla insanı içten içe sarsan

Kabrero, beynimizdeki sevgiye dair tabu-

ları da yerle bir ediyor. Aşkın bir insanı na-

sıl özgürleştirdiğini bilmek isteyenlerin

onun aşka dair söylediklerini dinlemesi ge-

rektiğine inanıyorum. Eğer hapiste de-

ğilsek özgürüzdür. Bu yaklaşım bir anla-

mıyla doğru ama bu doğruluk Kabero’nun

ruhsal özgürlüğü karşısında pespaye bir öz-

gürlüğe dönüşüyor. Özgürlük insanın ken-

disini yaşadıkları/ hissettikleriyle gerçek-

leştirmesidir. Bir insanın yaşarken neleri

içine gömdüğünü bilmiyorum ama Kab-

rero’nun ölü karısını kendi elleriyle yıka-

yıp tabuta koyup günlerce o vahşi dağlar-

da karısının tabutunu sırtında kasabaya ka-

dar taşımasının nedeninin karısının ölü-

süyle de yaşadıklarını ölümsüzlüğe göm-

mek isteği olduğunu biliyorum. Onun iç

gömüsünü benim için kıymetli yapan da sa-

dece yaşanmışlıklara özgü olmasıdır. Yurt-

suz bir aşkın yurdu insanın içidir. Tepeden

tırnağa insan olan kahramanımızın aşkını

bu denli gerçek yapan doğanın aşkı gibi

gerçek olmasıdır. Çöl çiçeği Kabrero, bir

sanatçı gibi yazdıklarından öte haklı sap-

tamalarıyla da günümüze damgasını vu-

ruyor.

M�ZAH VE SORGULAMAAşk hakkındaki birikimlerimizin sabun

köpüğünden ibaret olduğunu okuduğu-

muz kitaplardan, izlediğimiz filmlerden, ni-

telikli insanların yaşadıklarıyla aşka kattı-

ğı farkındalıktan algılıyoruz. Soylu Kabre-

ro ile Kızılderili eşinin iki yıllık evlilikleri bize

birbirleri için doğru zamanda buluşan âşık-

ların azınlığın âşığı olduklarını düşündü-

rüyor. Toplumun öngörülerine zıt olan

ilişkilerin evlilik çatısı altında olmasının da

bir anlam ifade etmeyeceği gerçeğini bize

anımsatması yazarın yazın dehasının de-

rinlikleriyle yüzleştiriyor bizi. Jolly, kara kap-

kara mizahın yazarı olduğu kadar derin sor-

gulamaların da yazarıdır. O, dağda karşı-

laştığı öğretmeni haydutluğa terfi ettiren sis-

temin başarılarını semt pazarı gibi gözleri-

mizin önüne sermiyor gözlerimizin içine içi-

ne sokuyor adeta. On yaşındaki öğrencisi-

ne sokağın ortasında tecavüz eden jandar-

mayı öldürdüğü için kızın babasının “Altı

üstü bir kadın o. Nasıl olsa başına gelecek

bir iş” deyip öğretmeni azarlaması insana

bir eğitimcinin öğrencilerinden önce siste-

me vereceği ders neler olmalıdır sorusunu

sorduruyor. Öğretmen de insanın onuru /na-

musu için yaşayacağı dersini davranışlarıy-

la topluma verdikten sonra dağları mesken

tutuyor. Her iki bilgenin dağdaki konuş-

maları bile eseri bir başyapıt yapmaya ye-

terdi diye düşünüyorum.

Meksikalı Kabrero Yaki’li karısıyla ilk

karşılaştığında onun kadınlığına değil, göğ-

sünün altında sürekli kanayan yarasına

vurulmuştu. Bu da bildik bir kadın erkek

yakınlığının dışında dostluk bağını oluş-

turmuştu onun içinde. Hasta karısı onu iç-

ten içe kanayan duygusal yaralarıyla tanış-

tırmış o da yarasından aldığı güçle kendi-

sini alışılagelmiş yaşamın kokuşmuşluğun-

dan bir çırpıda kurtarmıştı. Kendinde var

olan değerleriyle tanışması böyle olmuştu.

Davranışların diliyle konuştuğu için karısına

yaşarken “seni seviyorum” deme ihtiyacı-

nı hissetmemişti. Davranışların yaşamı

nasıl bir yaşamdır merakını hiçbir eser

bana bu kadar derinden hissettirmemişti.

Varlığın içinde yoksulluğun ne olduğu ka-

dar birlikteliklerin nasıl yoksunluğa dön-

üştüğünü alıntıladığım satırların çok güzel

özetlediğini düşünüyorum.

“ Az rastlandığı için mi vahşiydi bu aşk

yoksa? Yengesinin öpüşünü, ona ve ağa-

beyine duyduğu acımayı anımsadı yine.

Oysa ölü karısını yüklenip kasabaya gelen

kendisiydi, yani aslında onların acıma duy-

maları gerekirdi. Ama acımamışlardı işte…

Ne onlar, ne rahip, ne haydutlar, ne kimse.

Acıma beklememişti ki onlardan. Gerek

duymamıştı. Düşünmek bile şaşırtıyordu in-

sanı: Vahşilik bu muydu acaba? Ölümünün

uyandırdığı acının ötesine geçen her şeye se-

vecenlikle kucak açan bir aşk tatmak mıy-

dı?” (s.88). “Ardından sürüklediği ceset yü-

zünden değildi bu korku; bu aşk, onların tü-

münü gereksizleştirmişti gözünde, öyle ki

kendisiyle sevgilisi dışında kalan hiçbir

şeyden sorumluluk duymayan birinin gu-

ruruyla, küçümser tavrıyla aralarında do-

laşmıştı; bu yüzden korkmuşlardı ya.”

( s.144).

GELECE�� KARARTMAKKarısının ölümünün akabinde kendi içine

yaptığı yolculukta içindeki hastalığın adını

koymuştu kahramanımız. Bu bir insan için

inanılmaz bir servetti. Ve her babayiğidim

diyen böyle bir serveti onuruyla taşıma ce-

saretini kendinde bulamazdı. Onun ruhu-

nu hasta eden nedenleri şöyle özetleyebi-

lirim: Ona hem annelik hem de babalık ya-

pan babasının yalnızlığına ortak olmadığı-

nı, yalnızlığın ona niçin iyi geldiğini, karı-

sından önce duygularının sevgisizlikten

kanadığını, insanlıkla aşkın elçileri olduk-

ları için karısıyla kasaba ile kilisenin ön-

yargılarına sığamayacaklarını, sevdiği ta-

rafından sevilmeyen insanın kendisini de se-

vemeyeceğini, karısına hissettiği sevginin as-

lında kendine hissettiği sevginin toplamı ol-

duğunu, aile mezarlığına karısını ısrarla

gömmek istemesinin altında yatan asıl ne-

denin karısına istenmeyen bir gelin olma-

dığını kanıtlamak istemesi, vahşi aşkının me-

zarının yine vahşi doğa olacağını, toplumun

yaralı insanlardan ne kadar korktuğunu, ka-

sabanın kokuşmuş kurallarını barındıran

toprağın da o kokuşmuş insanlar gibi acı-

masız olabileceğini, karısının yaşarken ye-

nilmediği topluma ölürken de yenilmeye-

ceğini bilmeyişi ile sevdiği kadınına veda

ederkenki acının bir erkeğe neler yaptıra-

bileceğini tasavvur edemeyişiydi. Onun

tüm bu tasavvur edemediklerinin topla-

mında biz de toprağın derinliğine göm-

düklerimizin aslında bir ceset olmaktan öte

korkunç mutsuzluk ile korkunç ötesi el değ-

memiş yalnızlık olduğunu öğreniyoruz.

Evet, bizim toplum olarak hastalığı-

mızın da “Yat sevgilim. Kıpırdama. Yat bir

tanem. Seni içime gömdüm” diyerek ölü ka-

rısını yakan kahramanımız gibi azınlığı

temsil eden güzel insanları dışlamanın bir

toplumun geleceğini karattığını görme-

mek olduğunu düşünüyorum.

(Seni İçime Gömdüm, Andrew Jolly.Çev. Tomris Uyar. Ayrıntı Yay., 128 s.)

Yurtsuz bir aşkın yurdu... Soylu Kabrero ile K�z�lderili e�inin iki y�ll�k evlilikleri bize birbirleri için do�ru zamanda bulu�an â��klar�n az�nl���n

â���� olduklar�n� dü�ündürüyor. Toplumun öngörülerine z�t olan ili�kilerin evlilik çat�s� alt�nda olmas�n�n da biranlam ifade etmeyece�i gerçe�ini bize an�msatmas� yazar�n yaz�n dehas�n�n derinlikleriyle yüzle�tiriyor bizi.

Anderw Jolly, kara kapkara mizah�n yazar� oldu�u kadar derin sorgulamalar�n da yazar�...

ANDREW JOLLY'N�N “SEN� �Ç�ME GÖMDÜM”Ü VE AZINLI�IN Â�I�I KABRERO

Page 12: KAPAK Say-18- 29 hzrn:Layout 1aydinlikgazete.com/images/dosyalarim/kitapeki/2012/sayi18.pdf · fen” diyen Soner Yalçın ısrarla vurguluyor: “Unutturarak rahata ermek is-teyenlere

29 HAZ�RAN 2012 CUMA Aydınlık KİTAP12 KAPAK

DAMLA [email protected]

İnsan çocukluğunda onu en çok gül-

düren “görünmez adam”la birgün röportaj

yapacağını öğrenirse ne hisseder? İşte ben

tam da bu durumun içine düştüm ve iyi ki

de düştüm.

Mizahın en sağlam kalemlerinden olan

yazarın “Ekmek Parası” ve “Zıkkımın

Kökü” adlı otobiyografik eserlerini oku-

duğumda ve bu eserlerden uyarlanan filmi

izlediğimde günlerce evde “darı var darıııı,

hamama girdi kocakarııı, saçları sarı sarı-

ıı” diye bağırdığımı bilirim. Adana'da ken-

di ekmek parasını kazanmaya çalışan ve mı-

sır satan bu küçük çocuk Muzaffer İzgü'ydü

ve büyük emeklerle ilerlediği yazarlıkta adı-

nı edebiyat hayatına unutulmaz kalemler-

den biri olarak yazdırdı.

Bir çocuk... henüz hayatın kibrini al-

mamış bir çocuk, karşısındakine -kim ol-

duğuna aldırış etmeden- “dişinde yeşillik

var” diyebilme özgürlüğüne ve dürüstlüğüne

sahip bir çocuk... O çocuk sizi 50 yaşına da

gelse unutmuyorsa bir yazar bu hayatta her-

kesin istediği ama ulaşamadığı şeyi yaka-

lamış demektir: ölümsüzlük. Muzaffer İzgü

böyle bir yazardır.

Biz de Aydınlık Kitap olarak hayatımı-

zın önemli mizah üstadı Muzaffer İzgü ile

bu hafta söyleşi yapma fırsatını bulduk.

Sayın Muzaffer İzgü, siyasi mi-zah edebiyatında düne oran-la bugün ne durumdayız?Türkiye’nin son 10 yılınabaktığınızda ne söyle-yebilirsiniz?

Bütün içtenliğimle

söyleyeyim ki, bugün

siyasi gülmece yok de-

necek denli azalmıştır.

Hatta yoktur da diyebi-

liriz. Çizgiyi karıştırma-

yalım, orada az da olsa ba-

zen çok etkin siyasi karika-

türler görmekteyim. Ama yazılı

gülmece bitmiştir, yoktur. Şu dö-

nemi kıyasıya eleştiren benim yapıtlarımı

burada sırasıyla saymak isterim. “Ham-

dolsun Açız” bu dönemin ilk yapıtı. Onu

“Anamı da Aldım Geldim” izledi, onun ar-

dından geçen yıl “Padişahım Çok Yaşa”yı

yazdım. Şu anda da yeni kitabımı hazırlı-

yorum, “Ayıya Bak”... Bu yapıtların hepsi

geçtiğimiz sekiz dokuz yılda olanları anla-

tır. Bana başka yayımlanmış bir tane gül-

mece yapıtı gösteremezsiniz. Oysa ki bizim

gülmecemiz çok güçlüdür. Ta Nasreddin

Hoca'dan başlar. İncili Çavuş, Bektaşi,

Bekri Mustafa daha niceleri. Hatta gülmece

Anadolu'dan doğmuştur. İlk gülmece ör-

nekleri Hititlerin Purilli törenlerinde gö-

rülmektedir. Bağbozumu törenleri, Sel-

çukların sürüye koç katma törenleri, Noel

Baba, Ezop, hepsi Anadolu'dan... Aslında

biz gülmeyi seven bir ulusuz ama nedense

yöneticiler her zaman gülmeyi yasakla-

mak istemişlerdir. Çünkü onlar da gülme-

cenin topsuz tüfeksiz bir silah olduğunu bil-

mektedirler. Bir kahkaha, bir gülme, oto-

riteyi yerle bir eder. Zaten yöneticiler her

zaman gülmececileri sevmemişlerdir. Ama

onları halk sever, bir Nasreddin gibi onu

bağrında yaşatır.

Gerçek gülmece, güldürürken dü-

şündüren bir gülmece olmalıdır. Ben kime

güldüm, neye güldüm, niçin güldüm? Bu

soruları okuyucuya sordurtmayan yapıt

gülmece yapıtı değildir. İnsanı gıdıklarsa-

nız güler, gülme gazı sıkarsanız yine güler,

işaretle güler, bunlar sağlıklı gülmece de-

ğildir. Gerçek gülmececi halkını sağlıklı ola-

rak güldürmelidir. Yenilmiş, ezilmiş insa-

nın elindeki tek silah gülmecedir. İşte bu-

rada gülmeceye çok iş düşüyor. Elbette ger-

çek gülmececiye halkını sarsmak, uyan-

dırmak, onun katılmasını iste-

mek... Yoksa günümüzde de

insanları güldürüyorlar.

Tek kişilik gösteriler, bir

de onun Amerikanca

adı var. Bunu izlemek

hayli pahalı ama in-

sanlar parayı basıp

gidiyor. Ben de bas-

tım, ben de gittim.

Nelerle halkımı gül-

dürüyorlar, salt onu

görmek, işitmek için...

Baktım halkım, sahne-

deki adam iki kolunu oy-

natsa kahkahayı basıyor, çıktı

verdiği yüz liranın beş lirası, ayağı-

nı şöyle kaldırsa bir kahkaha daha patla-

tıyor, çıktı beş lirası daha... Hepsi belden

aşağı... Katıla katıla gülüyorlar ama dışa-

rıya çıktıklarında akılda hiçbir şey yok. Gül-

mece kalıcı olmalıdır. Bir Aziz Nesin, bir

Rıfat Ilgaz, bir Muzaffer İzgü gülmecesi ka-

lıcı gülmecedir. Ben onların kitaplarının ku-

şaklar boyu okunacağına inanıyorum.

“GENÇLERE H�ÇB�R �EYÖNERM�YORUM”

Mizahın eleştirel yönü ve siyasi iktidarla-rın bundan hiçbir zaman pek hoşlanmadığıdüşünülürse, genç yazarlara ne önerirsiniz?

Ben şu anda sırtını edebiyata dayamış

gülmece yazarı görmüyorum, yani gülme-

ce öyküsü, gülmece romanı, taşlama yok.

Onun için de önereceğim hiçbir şey yok.

Gerek siyasetçilerin kişilikleri, gerekseTürkiye’de olup bitenler akla getirildi-ğinde siyasi mizah açısından “malzeme” miazaldı, bir çeşit oto-sansür mü başladı? Bualandaki üretimde belli bir azalma ya-şandığını söyleyebilir miyiz?

Hayır, siyasi malzeme azalmadı. Hem de

o denli çok ki, halkından tombalak atma-

sını isteyen bakanlar mı yok, dumandan ağ-

layan yöneticiler mi yok, bugün söylediği-

ni yarın “söylemedim” diyenler, memura

beş kuruş zam yapıp, vergisini on kuruş ar-

tıranlar, aç olduğu halde hâlâ kendini aç bı-

rakanlara oy verenler, öyle inanıyorum ki

şu anda malzeme eskisinden daha çok. Ama

dediğim gibi gülmececi yok. Ben şu dört ki-

tapta tastamam yüz altı konuya parmak bas-

tım, o olayın, o konunun gülmecesini hal-

kıma sundum. Karanlıkların aydınlığa çık-

ması için hiç korkmayacaksın. Hele gül-

mececiysen bildiğini, inandığını söyleye-

ceksin ve yazacaksın. Korkarak, çekinerek

gülmece yapılmaz. Gülmece en büyük halk

desteğidir ama halkından önde gitmelidir.

GURURLANMA PAD��AHIM!

“Padişahım Çok Yaşa” adlı kitabınızın altbaşlığı “hayaldi, gerçek oldu” şeklinde…Kimlerin hayaliydi bu ve ne zaman ger-çekleşti? Buna bağlı olarak, hayal-ger-çek-kabus ilişkisi hakkında neler söyleye-

MUZAFFER İZGÜ, “PADİŞAHIM ÇOK YAŞA”YI, MİZAHI VE TÜRKİYE'Yİ ANLATTI

Ezilmiş insanın tek silahı, gülmecedir

“Gerçek gülmece, güldürürken dü�ündüren bir gülmece olmal�d�r. Ben kime güldüm, neye güldüm, niçingüldüm? Bu sorular� okuyucuya sordurtmayan yap�t gülmece yap�t� de�ildir. �nsan� g�d�klarsan�z güler, gülme gaz�

s�karsan�z yine güler, i�aretle güler, bunlar sa�l�kl� gülmece de�ildir. Gerçek gülmececi halk�n� sa�l�kl� olarakgüldürmelidir.”

Karanl�klar�nayd�nl��a ç�kmas� içinhiç korkmayacaks�n.Hele gülmececiysenbildi�ini, inand���n�

söyleyeceksin ve yazacaks�n.

Korkarak, çekinerek gülmeceyap�lmaz. Gülmece enbüyük halk deste�idirama halk�ndan önde

gitmelidir

Muzaffer �zgü

Page 13: KAPAK Say-18- 29 hzrn:Layout 1aydinlikgazete.com/images/dosyalarim/kitapeki/2012/sayi18.pdf · fen” diyen Soner Yalçın ısrarla vurguluyor: “Unutturarak rahata ermek is-teyenlere

29 HAZIRAN 2012 CUMA 13KAPAK Aydınlık KİTAP

bilirsiniz?“Hayaldi Gerçek Oldu” tümcesi de

orada gülmecedir. Zaten onun için yazdım.

Cemaatlerin, şeriatçıların taa Cumhuriyet

kurulduğundan beri düşleridir. Bir gün

şeriat gelecek, padişahlık kurulacak, hali-

feler yerini alacak. Şimdi onlara, o kafa-

dakilere bakarsanız, hayal gerçek oldu

ama, asla... Aç tavuk meselesi. Ergene-

konlar, telefon dinlemeler, tehditler, hiçbir

zaman pes ettirmeyecektir laikleri, Atatürk

ilkelerini ve yurdunu sevenleri. Sonuna dek

onlarla yasal çerçeveler içinde savaşa-

caklardır.

Bugünün Türkiyesi’ne bak-tığımızda, “PadişahımÇok Yaşa” diye bağı-ranlar olduğunu gö-rüyoruz gerçekten de.“Mağrur Olma Pa-dişahım” diyen isepek yok. Ne düşünü-yorsunuz bu konu-da?

Mağrur olma pa-

dişahım diyen az. Gül-

meyi seven bir halk de-

miştim. Halkım biliyor, dese

bile karşıdaki dinlemeyecek

... duracak. Ama şunu da unut-

mayalım ki, bu halkın yüzde 50'si oylarıy-

la, “Gururlanma Padişahım” diyor.

“ERGENEKON”UN ROMANI DAYAZILACAK

Kitabınızda Ergenekon ve Balyoz gibi da-valara da değiniyorsunuz… İleride, ülke-mizin “kara mizah” tarihinde daha genişyerler alacaklarını düşünüyor musunuz budavaların?

Bir kez ben de Silivri'ye gittim, orada-

ki çadırda kitaplarımı imzaladım, içeride

olanların yakınlarıyla konuştum. Bir de du-

ruşma izledim. Ama duruşmayı sonuna dek

izleyemedim. Orada oynanan dram değil

komediydi. İçim sıkıldı, patlayacak gibi

oldum ve dışarı çıktım. Ergenekon olsun,

Balyoz olsun sahneye konacaktır, kara gül-

mece olarak, romanı yazılacaktır, anıları ka-

leme alınacaktır. Ben bu davaların bitece-

ğine hiç inanmıyorum. Bu davalar açılırken

de, sürerken de bir amacı vardı, sindirmek,

yıldırmak, susturmak. Daha çok dalgalar gö-

receğiz. Yoksa dalga geçildiğini göreceğiz

mi demeliydim. Ama nereye dek!.. Halkım

direnmeli, karşı gelmeli, bir arada olmalı.

Günümüz Türkiyesi’nde yoksulluğun, iş-sizliğin, işten atılmaların vb. edebi olarakgeçmişe kıyasla çok daha az ele alındığınıgörüyoruz. Yoksullar, adeta ortadan kay-boldu! Siz ise ısrarla üzerinde duruyor-sunuz bu sorunların. Neler söyleyebilirsi-niz?

Zengine, varlıklıya gülmece yapılmaz.

Eğer onlara yapmaya kalkışırsan yaptığın

dalkavukluk olur. Gülmece halkından ya-

nadır. Kimin yani; memurun, işçinin, emek-

linin, işsizin. Gülmece onların sesidir. Ger-

çek gülmececi bunları yansıtır. Ben pazar-

lara giderim, yoksul pazarlarına, akşama

doğru, pazar dağılırken, alınanları görür, ko-

nuşulanları dinlerim, belediye otobüsleri-

ne, minibüslere binerim, yoksul semtleri do-

laşarak, oradaki kahvelere otururum. Han-

gi yazar fildişi kulesine çekilmişse o yazar

bitmiş demektir. Ben halkımın arasındayım.

Onların ucuz peynirlere koştuklarını izle-

rim. Büyükler için yazdığım gülmece ki-

taplarında hep bunları yazdım, bunları

konu olarak seçtim.

ÇOCUKLARI GÜLDÜRMEK...

Çocuk ve gençlik edebiyatımız konusundada görüşlerinizi almak istiyoruz. Binlerceyüzbinlerce insan kitap okuma alışkanlı-ğını, çocukluğunda-gençliğinde sizin ya-

pıtlarınız sayesinde edindi. Çocukla-ra yönelik kitapların önemi ve

özelliği nedir?Çocuk okuru olma-

yan bir toplumun asla

yetişkin okuru olmaz.

Bunu bildiğim için

yazdığım 151 kita-

bın yarısından çoğu

çocuklara yazıl-

mıştır. Benim ya-

pıtlarımı çocuklar

çok severler. Çünkü

ben onları güldürü-

rüm. Gülerken de

eğitirim. Çocuklar için

de büyükler için de yaz-

dığım kitaplarda gülmeceyi

araç olarak kullanırım. İşte bu-

rada gülmeceyi çok iyi kullanmak gerek.

Ayarında kullanmışsanız çocuk yazdığınız

için değil, sizin için “çok komik bir yazar”

der. Ben çocuk yapıtlarımda çocuklara

emeği, üretmeyi öğretirim. Paylaşmayı,

güçsüzden yana olmayı, doğayı, ülkesini çok

sevmeyi öğretirim. Atatürk ilkelerine sahip

çıkmasını isterim. Yaşamdaki en önemli şe-

yin bilim olduğunu aşılarım. Düşünen,

soru soran, başını dik tutan çocuklar ol-

malarını isterim.

Gençler için de yapıtlarımda da aynı il-

keleri işlerim.

Çocuk yazınında olsun, gençlik yazı-

nında olsun, sırtımı edebiyata yaslarım. An-

laşılır, sade yazarım. Yazdıklarınızla genç-

lere, çocuklara düş kurduramıyorsanız,

yazmayın. Yani buradan çalakalem yazar-

lara sesleniyorum, “geldik de gittik de ye-

dik de koşturduk da”.

DEMOKRAS�N�N KAD�FEKALE'S�

İzmir’i anlatır mısınız biraz da…. Muzaf-fer İzgü’nün İzmir’i nasıl bir yerdir, nedenönemlidir?

İzmir anlatılmaz, yaşanır. Ben Ada-

na'da doğdum, büyüdüm. Diyarbakır ve Ay-

dın'da öğretmenlik yaptım. Emekli olunca

İzmir'e geldim. 1978 yılından beri İz-

mir'deyim. Ve İzmir'i çok seviyorum. Kız-

larım, oğlum, gelinim, torunlarım da bu

kentte yaşıyorlar. Önceleri Alsancak'ta ya-

şıyordum, eşim Günsel bundan dokuz yıl

önce felç oldu. Alsancak'taki evim üçüncü

kat. Bir felçli hastanın üçüncü katta yaşa-

ması çok zor. Onun için şimdi Yeşilyurt'a

geldim, orada bir giriş katında oturuyorum.

80 yaşındayım, eşim Günsel de 78 yaşında.

Onunla yıllarca öğretmenlik yaptık, baskı-

lara karşı savaştık. Ben yaşamda en çok ka-

rımı sevdim. Şimdi de onu yaşatmaya çalı-

şıyorum...

Adana'ya da selam olsun, benim o ço-

cukluğumun Adana'sına, canım kentime.

Şunu da herkes bilsin ki İzmir demok-

rasinin Kadifekalesi'dir...

Burada her zaman halktan yana yö-

netimler olacaktır.

(Padişahım Çok Yaşa, Muzafferİzgü, Bilgi Yayınevi, 208 s.)

Bençocuk

yap�tlar�mdaçocuklara eme�i,

üretmeyi ö�retirim.Payla�may�, güçsüzden yanaolmay�, do�ay�, ülkesini çoksevmeyi ö�retirim. Atatürkilkelerine sahip ç�kmas�n�

isterim. Ya�amdaki en önemli

�eyin bilim oldu�unu a��lar�m.Dü�ünen, soru soran,

ba��n� dik tutan çocuklarolmalar�n�

isterim

Muzaffer �zgü çocuklarla birlikte...

Page 14: KAPAK Say-18- 29 hzrn:Layout 1aydinlikgazete.com/images/dosyalarim/kitapeki/2012/sayi18.pdf · fen” diyen Soner Yalçın ısrarla vurguluyor: “Unutturarak rahata ermek is-teyenlere

29 HAZ�RAN 2012 CUMA Aydınlık KİTAP14 KAPAK

MEHMET BEDRİ GÜLTEKİN

“Ortakçının Oğlu Talip Apaydın” söy-

leşiyle ortaya çıkarılmış bir hayat öyküsü.

Yayına hazırlayan Feyziye Özberk. “İz Bı-

rakanlar” kitap dizisinin ikinci kitabı. Kay-

nak Yayınları'ndan çıktı.

Kitap, 16 yıl cephelerde savaşmış Po-

latlılı topraksız köylü Durmuş’un, 1926 yı-

lında dünyaya gelmiş oğlu Talip’in haya-

tından hareketle, Cumhuriyet tarihini su-

nuyor bize. Atatürk’e ve Cumhuriyet Dev-

rimine saldırıların yoğunlaştığı ve milleti-

mize “yeni bir tarih”in kabul ettirilme-

ye çalışıldığı bugünlerde, Talip

Apaydın’ın hayatı; 19 Mayıs

2012’de ayağa kalkarak ta-

rihine ve geleceğine sahip

çıkan milyonların, gü-

cünü nereden aldığını

da gösteriyor.

KÖYLÜ DEVR�M�Cumhuriyet Devrimi-

miz bir Köylü Devri-

midir. Devrimin önderi

Mustafa Kemal tarafın-

dan dile getirilen bu gerçe-

ği en derinden kavrayanlar,

doğal olarak o Devrimin ayağa

kaldırdığı, uyandırdığı, kaderlerini ellerine

almalarını sağladığı yoksul köylü çocukla-

rıdır. Talip Apaydın söyleşisinde, Devrimin

bu cephesini Hamidiye Köyü Öğretmen

Okulunda, Çiftçiler Köy Enstitüsünde ve

Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsünde

okuduğu 1938-1946 yıllarında yaşadıklarıyla,

bugünün Türkiye’sine en önemli ders ola-

rak anlatıyor.

AFER�N ULAN ELLER!Apaydın söyleşisine 1940 yılı Kurban Bay-

ramında yaşadıkları bir olayı anlatarak

başlıyor. Kış ortası, dondurucu soğuk ve tipi

var. Her yer donmuş. Okulun elektriğinin

üretildiği küçük santral, su donduğu için

elektrik üretmiyor, sular akmıyor.

Okul Müdürü Rauf İnan. Öğrencileri

okul önünde topluyor. “Bugün bayram.

Önce bayramlaşacağız. Sonra ya içeri girip

mıymıntı mıymıntı oturacağız ve üç günü

böyle geçireceğiz ya da kazmayı küreği alıp

yurdunu düşmandan kurtarmaya koşan

asker gibi santral kanalını temizlemeye

gideceğiz” diyor.

Sonra Müdür Rauf İnan kazmasını ve

küreğini alıp kanal kazmaya gidiyor. Öğ-

rencilere de “Gelmek isteyenler

gelsin. Parolamız ‘Bayramda

çalışırız bayramlar için’ di-

yor.”

600 öğrenci öğret-

menlerinin peşinden

coşkuyla gidiyor. Tam

iki gün bütün güçle-

riyle çalışıyorlar.

“Sonra merasimle

suyu aldık. Nazlı bir

gelin getirir gibi önün-

den ardından yürüye-

rek, türküler ve marşlar

söyleyerek getirdik. Ve geç

zaman, santral havuzuna dök-

tük. Sonra bir baktık okulumuzun bal-

konuna çakılı “ÇKE” (Çiftçiler Köy Ens-

titüsü) yandı. O zamanki sevincimizi nasıl

anlatmalı… Hiç unutmam bir arkadaşımız

kendi ellerini öpüyordu. “Aferin ulan eller”

diyordu.

Cumhuriyet, yoksul köy çocuğunun

kendi gücünün ve neler yapabileceğinin far-

kına varmasıdır.

ELE�T�REN, BA�I D�K ve B�L�NÇL�CUMHUR�YET YURTTA�IÖğrenciler sadece ders kitaplarını değil kla-

sikler başta olmak üzere her türlü kitabı

okumaya özendiriliyor. İhtiyaç: başı

dik, kendine güvenen ve yüzyılların

miskinliğine meydan okuyan, milleti

ayağa kaldırmada öncü rolü üstlenecek

kadrolar yetiştirmektir.

Bunun için bütün öğrenciler gör-

dükleri yanlışlıkları eleştirmeye teşvik

edilir. Her Cumartesi değerlendirme

toplantıları yapılır. Orada herkes söz alır.

Okul yönetimine ve öğrencilere eleşti-

riler varsa açıkça söylenir. Öğretmenler

büyük bir sabırla cevap verirler.

Dayak yoktur. Genel Müdür İsma-

il Hakkı Tonguç bir genelge gönderir ve

haftada iki sefer bütün öğretmen, öğ-

renci ve müstahdemlerin önünde okun-

masını ister: “Hiçbir öğretmen, hiçbir öğ-

renciye el kaldıramaz, kötü söz söyle-

yemez. Eğer bu dediklerimi yapan olur-

sa öğrencinin de aynı şekilde mukabe-

le etme hakkı vardır.”

Enstitüde en kötü söz; “Utan, ar-

kadaşlarından utan”dır.

Cumhuriyet, başı dik, onurlu yurttaşı

böyle yetiştiriyor.

YEN� �NSAN, DEVR�MC� ÖNDEREnstitüde insan emeğinin her şeyin başı ol-

duğu öğretilir. Tarihi, krallar, kumandan-

lar değil, emeğin sahipleri yaptı. Uygarlığın

tarihi “iş”in tarihidir. “Beyni çalışmayan elin

değeri yoktur. Ama eli çalışmayan insan da

gerçek aydın değildir.”

Köy Enstitüleri hem üretim hem eği-

tim yapan kurumlardır. Çiftçiler

Köy Enstitüsü kendi ürettikle-

riyle bütün giderlerini kar-

şılamaktadır.

Çeşitli Köy Enstitü-

lerinden gelen öğrenci-

ler Balıkesir Savaştepe

Köy Enstitüsünün bi-

nalarını imece ile hep

beraber yaparlar. Ha-

sanoğlan Köy Enstitü-

sü ve Kars Cılavuz Köy

Enstitüsünü de. Bunlar

Talip Apaydın’ın yaşadık-

ları. Aynı durum bütün Köy

Enstitülerinde yaşandı.

Her Köy Enstitülü teorik eğitimin

yanı sıra pratik bir beceri de edindi. Duvarcı,

marangoz, demirci, elektrikçi vb.

Köye gidecek öğretmen hayatın her ala-

nında köylüye önderlik edecek birikime ve

yeteneğe sahip bir önder olarak yetiştiril-

mektedir.

“SEVABI S�Z�N OLSUN, GÜNAHIBANA YETER”İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye

adım adım Atlantik kapısına bağlanır. Bu

yönelimin kaçınılmaz sonucu Devrimin

kadrolarının işbaşından uzaklaştırılmasıdır.

Hasan Ali Yücel Milli Eğitim Bakanlı-

ğı’ndan, İsmail Hakkı Tonguç Köy Ensti-

tüleri Genel Müdürlüğünden alınır.

Hasan Ali Yücel, 1947 yılında kendisine

hakaret eden Demokrat Parti İl Başkanı

Kenan Öner’i mahkemeye verir. Bütün ge-

riciler Yücel’e yönelik bir saldırı kampan-

yası yürütürler. CHP bu davada Hasan Ali

Yücel’i yalnız bırakır. Talip Apaydın,

Hasan Ali Yücel’in mahkemede “Biz köy

çocuklarının asla unutamayacağı şu sözle-

ri söylediğini” belirtiyor: “Köy

Enstitülerinin bütün günahını

omuzlarıma alıyorum. Se-

vabı başkalarının olsun.

O kurumların günahı

bile bana yeter.”

GÖREVBA�INDATalip Apaydın’ın ha-

yatı Cumhuriyetimi-

zin bugüne kadar olan

tarihidir.

27 Mayıs, 12 Mart, 12

Eylül, 1990’lar ve bugün…

Apaydın bütün bu dönem-

leri devrimci bir Cumhuriyet aydını

olarak yaşadı.

1999 seçimlerinde İşçi Partisi’nden

Güçbirliği adayı olarak Amasya’dan mil-

letvekili seçimlerine katıldı. Kendi deyişiyle

bir görev yaptı.

Cumhuriyetin devrimci aydını, şimdi 86

yaşında ve hâlâ görev başında.

Hâlâ ülkesine ve halkına borcunu öde-

meye çalışıyor.

“Ortakçının oğlu Talip Apaydın” kita-

bı Türkiye’nin ihtiyacı olan bir “ders kitabı”.

(Ortakçının Oğlu Talip Apaydın, Fevziye Özberk, Kaynak Yay., 215 s.)

FEYZİYE ÖZBERK “ORTAKÇININ OĞLU” TALİP APAYDIN’I ANLATIYOR

Bayramda çalışırız, bayramlar içinKöy Enstitüleri hem üretim hem e�itim yapan kurumlard�r. Çiftçiler Köy Enstitüsü kendi ürettikleriyle bütün

giderlerini kar��lamaktad�r. Çe�itli Köy Enstitülerinden gelen ö�renciler Bal�kesir Sava�tepe Köy Enstitüsününbinalar�n� imece ile hep beraber yaparlar

HerKöy Enstitülü

teorik e�itimin yan�s�ra pratik bir beceri de

edindi. Duvarc�, marangoz,demirci, elektrikçi vb. Köye

gidecek ö�retmen hayat�n heralan�nda köylüye önderlik

edecek birikime veyetene�e sahip bir

önder olarakyeti�tirilmektedir

�kinciDünya

Sava��’ndan sonraTürkiye ad�m ad�m Atlantik

kap�s�na ba�lan�r. Buyönelimin kaç�n�lmaz sonucu

Devrimin kadrolar�n�n i�ba��ndan

uzakla�t�r�lmas�d�r. Hasan AliYücel Milli E�itim

Bakanl���’ndan, �smail Hakk�Tonguç Köy EnstitüleriGenel Müdür lü�ünden

al�n�r

Page 15: KAPAK Say-18- 29 hzrn:Layout 1aydinlikgazete.com/images/dosyalarim/kitapeki/2012/sayi18.pdf · fen” diyen Soner Yalçın ısrarla vurguluyor: “Unutturarak rahata ermek is-teyenlere

29 HAZ�RAN 2012 CUMA 15Aydınlık KİTAP

CAFER [email protected]

“Menekşenin dilinden ne zaman anlayacaksın,

taşla, denizle, ateşle ne zaman konuşacaksın?

Böyle soruyor kendi kozasını ören bir ses-

Yaranın sesini ne zaman duyacaksın?”

O “ses” gerçekte sürekli olarak taşla da

denizle de ateşle de konuşuyor. Çünkü içi-

ne doğduğu evrenin bütün görüntüleri,

insani halleri, ilişkileri, o evrenin gizemle-

ri, bilinmeyen koyakları onun ilgi alanının

içinde bulunuyor. Ve onun ilgisi etrafını yeni

yeni algılamaya başlayan bir bebeğin merakı

cinsinden bir safiyet ve süreklilik arz ediyor.

Seçtiği vadide, binbir çabayla açtığı ya-

takta hiç kesintiye uğramadan ilerleyen bu

sesin bir yazıcı kimliğine bürünmüş olma-

sı onun ayırt edici niteliğidir.

Bu, şu anlama geliyor: Özdemir İnce şii-

ri sözsel değil bütünüyle yazılı kültürün, ya-

zılı geleneğin sesiyle seslenir size.

Bizim divan şairlerimizin saz-halk şair-

lerine küçümseyerek baktıkları bilinen bir

gerçektir. Fakat kendi şiirlerinde de sözsel

bir damarın varlığı daima hissedilir. Bu ger-

çekliğin sınırlarını bütün şairlerimiz için ge-

nişletebiliriz, bir istisna kaydıyla: O istisna

Özdemir İnce’dir.

Özdemir İnce, doğa ile insan, hayat ile

insan, devlet ile insan ve insanın insanla iliş-

kisine, insanın kendisiyle kurduğu ilşkiden

doğan duygu anlarına, düşünce oluşumla-

rına, düş ve umut silüetlerine sabırlı bir din-

ginlik içinde kalemiyle dokunup dokunduğu

her gerçekliği çekici bir izlek olarak şiir sa-

natının evrenine ustalıklı bir hünerle dahil

eden kişidir. Bu manada, ustasından el al-

mış, sazını omuzlamış köy kent, dağ bayır

dolaşan ve artık şairlik hünerini sergileyen

bir ozandan değil, ışıklar ve karanlıklar için-

de eğildiği rahlelerde birikimini edinmiş, da-

ğarcığını tıka basa doldurmuş bir yazıcı-

şair kimliğinden söz etmemiz gerekir Öz-

demir İnce mevzu bahis olunca.

ASLINA RÜCU ETMEKEn başta, anlatımının, dile yüklediği yepyeni

anlamların, benzetme ve imgelerindeki

farklılığın, farklılık sınırlarını aşıp bir buluş

niteliğine dönüşmüş olması o her dizesin-

de hissedilen engin birikiminin ürünü ol-

malıdır. Bir örnek vermek isterim: Edebi-

yatımızdaki bin yıllık gül imgesi onun şiir

kurgusunda nasıl bir değişime ve dönüşü-

me uğrayıp öyle rücû ediyor aslına:

Gül resimleri, nişanlı mektuplarında,

asker mektuplarında,

nişanlı asker mektuplarında.

Ey güller,

unutulmuş güller

yağmalanmış güller

adları silinmiş mezarlarda

önce güldü, sonra kül oldu;

savaşın utkusu önce gül

sonra kül olacak

ve geriye bir tek onlar kalacak:

Nişanlı mektuplarındaki

gül resimleri.

Özdemir İnce şiirini

okurken şaşırtıcılık ol-

sun diye yapılmış şaşır-

tıcılıklara değil ama oku-

manın doğal akışı içinde

şaşırmaya her zaman ha-

zır olmalısınız. O, “varlı-

ğın anlamını arayan insa-

nın merakının”, “her şeyi

dile getiren ama sözcükleri-

nin birbirini sildiği bir şairin

hüznünün”, “dalın gövdeden kop-

tuğu yerde büyüyen anlamın”, “yalnızlık

uykusunda uykusuz bekleyenin umudun” ve

“dut ağacından düşen yaprağın” da far-

kındadır.

Serap, kas, lif ve bir usun sabunlaşması,

bütün bunlar bir uykunun yıldönümü olsun.

���R YATA�IÖyle anlaşılıyor ki dileği tutmuştur ve ar-

zuladığı yıldönümleri birbirine eklenmiştir.

Böyle olduğu için onun şiiri sürekli bir ara-

yışın, sürekli bir atılımın şiiri olmuştur.

Özdemir İnce şiirinin üzerinde, daima ta-

zeliğin buğusunu ve yeniliğin ilginç, o oran-

da da ilgi çekici varyantlarını görmemiz bun-

dandır.

Özdemir İnce, toplu şiirlerinin 1. cil-

dinde “Vedalaşmadan Önce Son Menzilde”

başlıklı yazısında şöyle diyor:

“Size içtenlikle bir şey söyleyeceğim: Şi-

irlerimin, kuramsal yazılarımın, deneme-

lerimin, çevirilerimin ve gazete yazılarımın

ölümümden sonra başına gelecekler hiç il-

gilendirmiyor beni. Unutulurlar

mı, unutulmazlar mı, yaşar-

lar mı, yaşamazlar mı?

Bunlar hiç ilgilendir-

miyor beni. Ben on-

ları yazarak kendi-

me bir hayat kur-

dum ve bu hayatta

mutlu oldum. Belki

başkalarını da biraz

mutlu etmişimdir.

Olabilir!”

Böylesi bir yüce

gönüllülük karşısında ne

denebilir ki… Fakat ben

şunları söylemeden edeme-

yeceğim:

Ben Özdemir İnce’nin beş ciltlik şiir top-

lamını satır satır okudum. Açtığı şiir yata-

ğında bambaşka coğrafyalara, iklimlere,

duygu zamanlarına, anımsamalara, dü-

şünce uğraklarına, düş ülkelerine yolcu-

luklar yaptım. Zaman zaman onun götür-

düğü, götürmek istediği menzillere doğru

yol aldım, bazen onun yarattığı çağrışımlarla

kendime doğru ilerledim.

Gördüm ki bir şair bazen dip sulara inen,

dip dalgaları arasında tükenmez bir merakla

yeni keşiflerin peşinde koşan bir dalgıç kis-

vesine girebilirmiş. O, bazen ise “kuyuya at-

tığı taşın suya çarpan sesini ve yankısını bek-

leyen” sabrın sesi de olabilirmiş.

“Başak ile Terazi”de şu dizelerle karşılaştım:

Eline alıyorsun kalemi, sen daha almadan,

Yeryüzünün bir yerinde bir su baskını,

Bir yerinde tayfun ve bir zelzele haritada.

EBRUL� ANAFOROysa eline aldığı kalem ile onun daima ha-

yat içinde ve insanlığın büyük hayatını yaz-

ma gayretinde olduğunu, ortaya koyduğu

eserler yeteri kadar anlatıyor. Her türden

acıya, her aşka, her umuda, her tufana, her

zelzeleye yetişebildiğini, “erdenliğini özen-

le korumak istediği beyaz kâğıda” o halle-

rin manzaralarını bütünüyle yansıtabildiğini

tabii ki söyleyemeyiz. Fakat onun şiiri Türk

şiiri içinde en kapsayıcı niteliğe sahiptir ve

aktığı yatak içinde renklerin ebruli anafo-

runu, biçimlerin binbir gölgesini, seslerin on-

larca ve binlerce tınısını değil sadece bir-

birine karışan yankılarını da barındırmak-

tadır.

Bu şair tabii ki gökyüzünü örtünmek is-

teyecektir.

Özdemir İnce’den dizelerle bitireyim:

Öldüğümde üç gün gömmeyin beni*

cuma, cumartesi, pazar,

güneşin altında tozlansın bedenim.

Toprağı serin altıma

üzerime gökyüzünü örtün;

sakıncası yok,

aynı kabileden sayılırız.

*Vasiyettir: Yasa uygun olursa cesedim

yakıla; külün bir yarısı Mersin/Narlıku-

yu’da, öteki yarısı Bodrum/Gündoğan’da

denize savrula. Özdemir İnce.

Aynı kabileden sayılırız…DUT A�ACINDAN DÜ�EN YAPRAK VE ÖZDEM�R �NCE ���R�

Özdemir �nce �iirini okurken �a��rt�c�l�k olsun diye yap�lm�� �a��rt�c�l�klara de�il ama okuman�n do�al ak��� içinde�a��rmaya her zaman haz�r olmal�s�n�z. O, “varl���n anlam�n� arayan insan�n merak�n�n”, “her �eyi dile getiren amasözcüklerinin birbirini sildi�i bir �airin hüznünün”, “dal�n gövdeden koptu�u yerde büyüyen anlam�n”, “yaln�zl�k

uykusunda uykusuz bekleyenin umudun” ve “dut a�ac�ndan dü�en yapra��n” da fark�ndad�r

BenÖzdemir �nce’nin

be� ciltlik �iir toplam�n�sat�r sat�r okudum. Açt����iir yata��nda bamba�ka

co�rafyalara, iklimlere, duyguzamanlar�na, an�msamalara,

dü�ünce u�raklar�na, dü�ülkelerine yolculuklar yapt�m.

Zaman zaman onun götürdü�ü,götürmek istedi�i menzilleredo�ru yol ald�m, bazen onun

yaratt��� ça�r���mlarlakendime do�ru

ilerledim

Özdemir �nce

Page 16: KAPAK Say-18- 29 hzrn:Layout 1aydinlikgazete.com/images/dosyalarim/kitapeki/2012/sayi18.pdf · fen” diyen Soner Yalçın ısrarla vurguluyor: “Unutturarak rahata ermek is-teyenlere

16 Aydınlık KİTAP29 HAZ�RAN 2012 CUMA

SEYY�T NEZ�R

[email protected]

ARAKABLO

SEYYİT NEZİR [email protected]

2 Temmuz 1993 gecesi Gazeteciler Cemiyeti

Lokali’nde Veysel Öngören’in kulağını çınla-

tarak İran Konsolosluğu damlarına martıların

tüneyip kalkışları eşliğinde rakımızı yudumla-

yıp matbaa kokusu henüz üstündeki Evrensel

Kültür dergisinin edebiyat sayfalarını tartışır-

ken TV’den aldık kara haberi Tevfik Taş’la: Pir

Sultan Abdal Kültür Etkinlikleri için Sivas’ta bu-

lunan sanatçıları Madımak Oteli’nde kuşatan

yobazlar, oteli ateşe vererek 37 canı yakmıştı.

Birkaç gün önce Turan Dursun’un kitapları ne-

deniyle nicedir diş biledikleri Kaynak Yayınla-

rı’nın Cağaloğlu Vilayet Han’daki satış ve da-

ğıtım merkezine Cuma namazı sonrasında ka-

labalık gruplarla saldırarak İsmet Öğütücü’yü

ağır biçimde yaralayan yobaz çeteleri, şimdi de

eleştirilerden tahrik olarak Aziz Nesin’le birlikte

birçok yazar ve sanatçıyı tam bir öfke ve kana

susamışlıkla otele kıstırıp kuşattıktan sonra bir

tabur askerin önünde gaz döküp yakarak eşi

benzeri görülmedik bir katliama yol açmıştı.

Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, “olaylar-

dan ötürü halka bir zarar gelmemiştir” diyerek

saldırganları mazur göstermişti.

Birkaç gün sonra, Fethi Naci ve Selahattin

Hilav, son köşe yazılarında Aydınlık’tan ayrıl-

dıklarını belirterek Türk aydını için tarihe ta-

lihsiz bir iz bıraktılar. Üstelik bu ayrılışı

insani kaygılar yerine sosyalizme

dayandırdılar. Emek ve aydın-

lanma saflarında, sosyalizmin

dinle hiçbir meselesi olmadığı

yanılgısının pekişmesinde

etkili oldular, aydınlanma

savaşında gelinen aşamada

bir kararsızlığa yol açarak

birçok isteksiz aydındaki

adam sendeciliği büsbütün

yaygınlaştırdılar. Din teker-

leğinin kimi tarihsel anlarda si-

nema filmlerindeki araba teker-

leği misali ters dönüyor görünme-

sinin bir yanılsama olduğunu ima ettiler...

Oysa özellikle 1950 sonrasında emperyalizmin

yönlendirmesiyle dinci örgütlenmelerin sinsice

ve kararlı yükselişini dikkatli izlemeksizin, yal-

nızca açık ve öfkeli saldırılarına bakarak bun-

ların tahrikler yüzünden ve kesintili biçimde or-

taya çıktıkları sanısına kapılan kimi aydınlar, as-

lında zihinlerindeki ters dönüşten bir türlü kur-

tulamadılar.

Selahattin Bağdatlı’nın yayına hazırladığı

“Selahattin Hilav’la Konuşmalar” kitabında, ül-

kemiz Marksist felsefesinin oluşumunda büyük

emek ve katkısı bulunan Hilav, pek çok doğru-

nun yanı sıra yanlışa da ardışık biçimde yer ver-

diği birçok meseleyi dinle ilişkisi bağlamında ele

alırken, 20 yıl sonra, öbür kitaplarından farklı ola-

rak din konusuna epeyi kafa yormuş ve yeni var-

gılara ulaşmış bir düşünür kimliğiyle karşımıza

çıkıyor. Gerçekten de ülkemizde ve dünyada

Marksistler, dinin günlük yaşamdaki kuşatıcı iz-

leri konusunda kesintisiz düşünme alışkanlığı-

nı postmodernizmin felsefeye ve dünyaya ege-

men oluşu sonrasında, Yeni Ortaçağ tasarımı-

nın küresel düzeyde dayatılmasıyla birlikte, şu-

nun şurasında çeyrek yüzyıldır edindi. Bu süreç

Turan Dursun cinayetinin ardından 2 Temmuz

1993’ün yaşanmasıyla ülkemizde kimi aydınla-

rın iç dinamik bağlamında oldukça ciddi yö-

nelişlerini yansıtıyorsa da, din sorununa politik

ve felsefi eleştirinin özellikle 22 Temmuz 2007

karşıdevrimiyle birlikte derinleşerek genişledi-

ği daha açık gözlenmektedir (Nitekim sol kül-

türe ait süreli yayın organlarının hemen hiçbi-

rinde 2 Temmuz’un 10. yılı dolayısıyla belirgin

bir vurguya rastlanmamıştır).

2 Temmuz’un hemen sonrasında Aziz Ne-

sin’le birlikte Aydınlık gazetesinin de kışkırtıcı

bir işlev gördüğü savıyla kimi sol aydınlar eleş-

tirel yaklaşımda frene basarak kavgayı sözümona

yanlış bir zeminden yaşamın maddi gerçekleri-

ne taşıma yönelimini benimsemiştir. 28 Şu-

bat’ınsa hemen karşısında yer tutarak kendile-

rini darbeci konuma düşmekten korumuşlardır.

Hilav’ın adı geçen kitabındaki konuşmalar da

2004 yılında kaydedilmiş olup son yıllarda

önem kazanmış ve yayımlanmıştır (Nisan 2012,

YKY). Kitapta 2. bölüm olarak sunulan ve “Tür-

kiye Defteri”nde yayımlanan (Nisan

1975) ilk konuşmada dinsel te-

malara nerdeyse hiç girilmez-

ken, 2004’te yapılan konuş-

malar boyunca, bu kez tam

tersine, hiçbir konu din

dolayımının dışında ya

da dinle bağlantısı ku-

rulmaksızın ele alınmaz.

Bu, kanımca kitabın en

çarpıcı yönüdür ve çeliş-

kin öğeleriyle de, Hilav’ın

düşünsel eğrisi açısından

önemli yaklaşım farkları taşır.

Hilav konuşmalarında dine

karşı aydınlanmacı ve materyalist

bir eleştiriye girmekle birlikte, öteden

beri getirdiği hayırhah tutumunu sürdürmek-

ten de geri durmaz.

Dinci ideolojiye karşı hayırhah tavır, Turan

Dursun ve İlhan Arsel’in ömür boyu verdikle-

ri savaşıma karşın sürmektedir. Laik tutumla bu

ülkede adım atmanın olanaksızlığı düşünülmeye

başlanmış, ABD karşıtı dinci siyasetler laikliğin

hoşgörüsünü hakketmektedir. Oysa Batı’da

aydınlanmayı hazırlayan düşünce, pratiğini

köylü savaşları sürecinde ve dinle savaşım için-

de edinmiştir.

Hilav, kitabında Müslüman Doğu toplum-

larının özelliğini çok doğru belirliyor: “Doğu kül-

türü dediğiniz zaman, Doğu düşüncesi dediği-

niz zaman, dinsel ideoloji içinde yer alan bir dü-

şünce topluluğunu anlıyoruz. Bu düşüncenin tam

anlamıyla rasyonel bir temeli yoktur.” (s.77)

Ardından, okurunu din ve yabancılaşma ko-

nusunda Feuerbach’a gönderiyor: “Tanrı’yı ya-

ratan insanlardır, sonra ona taparlar.” Sonra ek-

liyor: “İşte bu dinsel yabancılaşmadır.” (s.58)

Kurtuluş teolojisinin siyasal uzantısına dik-

kat çekiyor: “... biri gelecek, bizi kurtaracak. Bu

dinsel gelenekten gelen yapıdır.” (s. 60)

Ne ki Cumhuriyet ideolojisinin sınıfsal ni-

teliği olmadığını ve aydınlanmacı geleneği ger-

çekten özümseyemediğni de öne sürüyor:

“Gerçek düşmanı yok aslında. Ama olabilecek

olan düşman. O da nedir? Dini temeldeki

halk kitlelerinin potansiyel düşmanlığı.” (s.63)

Gerici ve rantiye sınıflar, dinsel yabancı-

laştırmayı kendi çıkarlarını gizlemek için kul-

landığına göre, devrimciler bu örtüyü paçavraya

çevirmeyecekse ne yapacaklar?

Hilav, bu soruyu boşlukta bırakan bakış açı-

sıyla elbette İdris Küçükömer’e bitişmekte bir

yanlış görmeyecektir: “... bu söylemi benimse-

yen, sağ bir grup ya da Kemalist solcu dediği-

miz bir grup. Sağ diyorum, Marksist analizde

sağdır ama onlar kendilerine göre sol.” (s. 65)

Bir yandan dinsel yabancılaşmanın altını çi-

zerken öbür yandan bu yabancılaşmanın acısı-

nı çeken insanları sola yerleştiriyor, sonra dö-

nüp yeniden bu kitlelerin siyasal tercihlerinin

kendileri için kötülük yarattığını söylüyor: “...

çok parti rejimine gelindiği zaman, niçin insanlar

durmadan kendilerine bir nevi kötülük eden in-

sanları tekrar tekrar seçiyorlar.” (s. 66, 71)

Düşünebiliyor musunuz, dinsel yabancı-

laşmanın yanılsattığı kitleler, laik ve Kemalist

olmadıkları için, seçilenlerse onları ülkenin ta-

lanına ortak etmek üzere din kisvesiyle aldatarak

büsbütün soyup soğana çevirdikleri için sol olu-

yor?! Tutarsızlığın bu kadarına pes!

İşte bu kafa karışıklığı ve zihin bulanıklığı-

dır ki 2 Temmuz yargılamalarını sahipsiz bı-

rakmış, her zaman olduğu gibi, araba devril-

dikten sonra çokimzalı baştan savma metinlerle

onu yeniden yoluna koyma girişimleriyse hem

kendini hem herkesi aldatma sonucu vermek-

ten öte gidememiştir.

Dine dair kimi yanılsamalar ve 2 Temmuz

Dü�ünebiliyor musunuz, dinsel yabanc�la�man�n yan�lsatt���kitleler, laik ve Kemalist olmad�klar� için, seçilenlerse onlar� ülkenintalan�na ortak etmek üzere din kisvesiyle aldatarak büsbütün soyupso�ana çevirdikleri için sol oluyor?! Tutars�zl���n bu kadar�na pes!

1950sonras�nda

emperyalizminyönlendirmesiyle dinci

örgütlenmelerin sinsice vekararl� yükseli�ini dikkatli

izlemeksizin, yaln�zca aç�k veöfkeli sald�r�lar�na bakarak

bunlar�n tahrikler yüzünden ve

kesintili biçimde ortaya ç�kt�klar�

san�s�na kap�lan kimi ayd�nlar,asl�nda zihinlerindeki ters

dönü�ten bir türlükurtulamad�lar

Selahattin Hilav

Page 17: KAPAK Say-18- 29 hzrn:Layout 1aydinlikgazete.com/images/dosyalarim/kitapeki/2012/sayi18.pdf · fen” diyen Soner Yalçın ısrarla vurguluyor: “Unutturarak rahata ermek is-teyenlere

29 HAZ�RAN 2012 CUMA 17Aydınlık KİTAPBİR KİTAP BİR FİLM

NORMAN MAILER’IN ROMANI, RAOUL WALSH’UN F�LM�:“ÇIPLAK VE ÖLÜ”

Savaş ve bağıran ölüler

CÜNEYT AKALINNejat Bayramoğlu’nu yitirdik.Nejat Bayramoğlu 68 kuşağının parlak

aydınlarındandı. İyi bir yazar, iyi bir çevir-mendi. Dik başlıydı, gururluydu, inatçıydı.Devrimciydi.

Bir gece evine giderken bir hata yaptı,hayatı değişti.

Nejat’ın devrimci yaşamı 3 perdelik birdramdır.

1. Perde Mamak’ta açıldı. Arkadaşlarıuzun boylu, yakışıklı, tok sesli, vurgulukonuşma tarzlı, kalın çerçeveli gözlükleriyledönemin ünlü yazarı Arthur Miller’i andı-ran Nejat’ı, halk arasında“Şafak davası” olarak bilinendavada tanıdılar. Eşi Özal daoradaydı. Nejat'ın Şafak Da-vasının önde gelen sorumlu-larından olduğunu İddiana-me gelince öğrendik. Nejat,eşi ve birkaç arkadaşı ile bir-likte baskı gurubuymuş. Mamak'taki duruşma salo-nunun dili olsa da anlatsa...150’ye yakın devrimcinin As-keri Mahkemeye kök sök-türdüğü davada, Nejat, gürsesi, duruşu ve kalın çerçe-veli gözlükleriyle dostlarınınbelleğinde iz bıraktı. 74 Affıile çıkan, Ankara Sanat Tiyatrosu’nda yö-neticilikten babasının işini çekip çevirme-ye kadar çeşitli denemeler yapıp piyasadabaşarılı olamayan Nejat, kendisini İstan-bul’da buldu.

2. Perdenin mekanı Cağaloğlu’dur. Tak-vimler 1981-82’yi gösteriyordu. 12 Eylül

Sol’un üzerinden silindir gibi geçmiş, Ne-jat’ın kader arkadaşlarının çoğu hapse tı-kılmıştı. Politik yayınlardan uzaklaşarak yenimecralar arayan Cağaloğlu’nun yayıncıla-rı Türkçe yayımlamaya kadar verdikleri seksdergisi “Playboy” için yönetici arıyorlardı.Nejat teklifin üzerine atladı. Neye niyet neyekısmet; Nejat’ın kaderi döndü.

Nejat öyle bir işi neden kabul etti?Boşluk mu, ideolojik tutarsızlık mı? Play-

boy iddialı bir dergiydi, her sayı sözgelimiFidel Castro’dan, ünlü bir oyuncuya kadardeğişik kişilerle yapılmış ilginç röportajla-ra yer vererek, kendine sözde bir “muhalifkimlik” yaratıyordu.

O tarz Nejat’ın hoşuna gitti. Başkaçare yok, diye düşündü kanımca; kendinibir güzel kandırdı. Nejat “Playboy”a sarıl-dı, “Playboy” Nejat’ı saldı sarmaladı. Sanatdergisi Gergedan yine o sıralarda hayatınagirdi.

Bilen bilir, Cağaloğlu akşamları, renklitartışmalara, bol içkiyle yataklık eder. O ak-şamlardan birinde vapurdan inerken sen-deleyen Nejat’ın bacağı iskele ile gemi ara-

sında sıkışıp kaldı. Nejat ba-cağını kaybetti.

3. Perde otuz yıla yakınsürdü; mekan, hastane ko-ridorları ve bir küçük apart-man dairesidir. Artık ne Play-boy vardı ne de içki muhab-betleri….

Pendik’teki küçük apart-man dairesinde yaşamını sür-dürürken, uçmayı bıraktı, ye-niden gerçeklerle başbaşakaldı. ATABE çalışması Ne-jat’ı o ortamda buldu.

Nejat yaşamının son yıl-larını ATABE adındaki büyük

çalışmanın bir emekçisi olarak geçirdi. İşlek zekasını son ana kadar devrim için

çalıştırdı. Aydınlık'ı didik didik edercesineokuyor, pek çok eleştiri getiriyordu. Ancakbu eleştirilerde en ufak bir tereddüt, bir piş-manlık yoktu. Hakikatin peşindeki aydınhep daha iyisini aradı.

Nejat Bayramoğlu 68 kuşağının parlakbir aydınıydı. İyi bir yazar, iyi bir çevirmendi;dik başlıydı, gururluydu.

Bu kadar parlak bir aydının geride ken-di adına bir şey bırakmamış olması, dü-şündürücüdür.

Nejat, yaptıkları kadar eksik bıraktıklarıile anılacak….

Bu dünyadan bir Nejat Bayramoğlugeçti….

NEJAT BAYRAMO�LU’NUN ARDINDAN

Onurlu yaşam ve “keşke”ler...Bu kadar parlak bir ayd�n�n geride kendi ad�na bir �eyb�rakmam�� olmas�, dü�ündürücüdür. Nejat, yapt�klar�

kadar eksik b�rakt�klar� ile an�lacak….

2006 yılı baharında tanıştım Nejat Ağa-

bey'le. Atatürk'ün Bütün Eserleri'nin 18. cildini

yeni yayımlamıştık. Üç ciltlik Nutuk'un yayımına

gelmişti sıra. ATABE Genel Yayın Yönetmeni

Şule Perinçek'le birlikte Pendik'teki evine konuk

olduk. İki eski dostun güzel sohbetine tanıklık et-

tiğim bu görüşmeyle kıymetli bir ağabey, bir ar-

kadaş da kazanmış oldum. ATABE'nin redak-

törlüğünü üstlenmesi teklifimizi sevinerek kabul

etti o gün. Ve öldüğü güne kadar canla başla ATA-

BE'nin tamamlanması için çalıştı. Bu süreçte Kay-

nak Yayınları'nın yoğun emek isteyen birçok ki-

tabını da yayıma hazırladı.

Entelektüel birikimi, kıvrak zekâsı, hepsin-

den önemlisi sağlam ahlakı en dikkat çeken

özelliğiydi.

Araştırmacıydı, titizdi. Çalışmalarda karşılaş-

tığımız güçlükleri, çözemediğimiz, karanlıkta kal-

mış noktaları mutlaka çözerdi. İngilizce, Fransız-

ca ve Osmanlıcayı iyi bilirdi. İnternete, kaynakla-

ra hâkimdi. Kütüphanelerden, arşivlerden arayıp

da bulamadığımız birçok yerli ve yabancı kaynağı

internet üzerinden bulur, çevirir, gönderirdi.

Hastalığı dolayısıyla evinden çalışıyordu.

Kaza sonucu kaybettiği bir ayağı protezdi. Am-

fizem hastası olduğu için oksijen konsantratörü-

ne bağlı yaşamak zorundaydı. Solunum hortu-

munu uzatmıştı. Böylelikle küçük çalışma odasının

karşısında bulunan tuvalete hortumunu çıkar-

madan gidip gelebiliyordu.

Çok çalışkan ve disiplinliydi. Baskıya yetiş-

tirilmesi gereken bazı kitaplar için sağlığı elver-

memesine rağmen bilgisayar başında sabahladı-

ğı çok olmuştur.

Paraya pula önem vermezdi. Dik dururdu,

eğilmezdi. Gururlu bir insandı. Acısını, sıkıntısı-

nı pek belli etmezdi.

Eleştirirdi. Açık olarak ifade ederdi öneri-

lerini. Ölümünden iki gün önce hastanede üç saat

kadar görüştük. Kitaplardan, önümüzdeki işler-

den, Türkiye'den konuştuk. TGB ve Aydınlık'ı

övdü. Ancak Aydınlık kapağının çok kalabalık

(“çingene bohçası gibi”) olduğunu da eleştiri ola-

rak ekledi.

Kurtuluş GüranAtatürk'ün Bütün Eserleri Redaktörü

Titiz bir araştırmacıydı

TUNCA ARSLAN

Türkiye’de “Barbarlık Kıyısı” adlı ro-

manıyla da tanınan ABD’li roman yaza-

rı Norman Mailer’in 1948’de 25 yaşın-

dayken yazdığı “Çıplak ve Ölü”, savaş ede-

biyatının en önemli örnekleri arasında gös-

terilir. Ülkemizdeki ilk basımı 1970 yılın-

da E Yayınları’nda (ikinci basım 1978) ya-

pılan romanı, 1985’te Can Yayınları’nın

748 sayfalık basımından okumuştum. Ra-

sih Güran’ın tertemiz çevirisi, küçücük

puntoyla yayımlanmış olsa da bu dev ro-

manın gerçekten bir solukta okunmasını

sağlıyordu.

Mailer’ın İkinci Dünya Savaşı sırasın-

da tutmuş olduğu notlardan hareketle

kaleme aldığı “Çıplak ve Ölü”, son dere-

ce gerçekçi bir dil ve büyük bir kurgu us-

talığıyla, Pasifik Okyanusu’nda Japonların

işgal ettiği Anopopei adasına çıkartma ya-

pan Amerikan askerlerinin gerçeklerini,

korkularını, acılarını anlatır. İki taraf, ge-

niş düzlükler ve sık ormanlarla kaplı ada-

da mutlak üstünlük sağlamak için kıyası-

ya bir savaşa girişirler. Oysa tümüyle bo-

şuna bir savaştır bu, çünkü Anopopei’nin

gerçekte hiçbir stratejik önemi yoktur. Mai-

ler, belli başlı kahramanlar oluşturmadan,

farklı karakterlerdeki 15 kadar Amerikan

deniz piyadesinin hepsine eşit ağırlık ve-

rerek, geride bıraktıkları yaşamlarını, ar-

kadaşlarına ve savaşa karşı bakışlarını, ada-

ya ve Japonlara yönelik düşüncelerini,

okura “bu roman hiç bitmesin” duygusu

yaşatarak sunar “Çıplak ve Ölü”de. Bir an-

lamda Terrence Malick’in 1998 yapımı

unutulmaz savaş karşıtı filmi “İnce Kırmızı

Hat”ta seyirciyi soktuğu atmosferi, yıllar

öncesinden oluşturmuştur. Mailer, (Tıpkı

Malick’in filmindeki gibi) bu tür bir sava-

şın “toplu intihar” olduğuna vurgu yapar.

Amerikalı askerlerden Red, “yüzü-

koyun yerde yatan ve hemen hemen çı-

rılçıplak bir ölüye” bakar. Bir Japon’un ce-

sedidir bu. “Bağıran bir ölüydü bu. Be-

deninde hiçbir yara izi yoktu; eller o her

zamanki yanıtsız soruyu sanki son bir kere

daha sormuşcasına toprağı tırmalamıştı”

diye anlatır Norman Mailer. Red, o ölü-

nün başından ayrılamaz bir türlü: “Öte-

kiler yolda metrelerce önde gidiyorlardı

ama o bakmayı sürdürdü. Anlatamadığı

bir duygu onu yerinden kıpırdatamıyordu.

Bir zamanlar bu adamın da bir şeyler is-

tediğini iç dünyasının çok derinlerinde dü-

şünüyordu. Kendi ölümü ona hiçbir zaman

inanılır bir şey gibi gelmemişti. Bu adamın

bir çocukluğu, bir gençliği olmuştu; ha-

yaller ve anılar yaşatmıştı. Red bir ölüye

sanki ilk kez bakıyormuş gibi, bir insanın

gerçekten ne kadar çabuk kırılıveren,

nazik bir şey olduğunu birdenbire ve şaş-

kınlıkla anladı.”

Mailer’ın bu enfes romanı da sinemaya

aktarıldı ve sonuç ne yazık ki tam bir ha-

yal kırıklığı oldu.

Serüven, savaş ve western filmlerinin

ünlü yönetmeni Raoul Walsh’ın 1958’de

Aldo Ray, Cliff Robertson, Raymond

Massey gibi oyuncularla çektiği film, 131

dakikalık süresine rağmen dikişleri tut-

mamış bir çaba olarak geçti sinema tari-

hine. Tüm deneyimine rağmen Walsh, kay-

nak romanın çok karakterli, çok kat-

manlı yapısını beyazperdeye aktarmaya ça-

lışırken, romanı okumuş olanların hemen

fark edecekleri bir “dağılmaya” yol açmış

ve filmini “başarısız edebiyat uyarlamaları”

listesine yazdırmıştı.

Mailer’�n �kinci Dünya Sava�� s�ras�nda tutmu� oldu�u notlardanhareketle kaleme ald��� “Ç�plak ve Ölü”, son derece gerçekçi bir

dil ve büyük bir kurgu ustal���yla, Pasifik Okyanusu’ndaJaponlar�n i�gal etti�i Anopopei adas�na ç�kartma yapan

Amerikan askerlerinin gerçeklerini, korkular�n�, ac�lar�n� anlat�r

Page 18: KAPAK Say-18- 29 hzrn:Layout 1aydinlikgazete.com/images/dosyalarim/kitapeki/2012/sayi18.pdf · fen” diyen Soner Yalçın ısrarla vurguluyor: “Unutturarak rahata ermek is-teyenlere

29 HAZ�RAN 2012 CUMA18 Aydınlık KİTAP YENİ ÇIKANLAR

Zaman�n Tan���

Sofist diyaloğu, Parmenides,Theaetetos ve Devlet Adamı diya-loglarıyla yakından ilişkilidir. Çoğudiyaloğun aksine bu kez Sokra-tes'in yerine konuşan, Elealı bir ya-bancıdır. Bu yabancı aracılığıylaPlaton, Parmenides'in "var olmaya-nın düşünülemeyeceği ve söylene-meyeceği"ni dile getiren görüşünüeleştirir. Eserin temel fikri varlığınolumsuzlanmasını yokluktan ayırtetmek ve doğru ile yanlış yargı veyainancı tanımlamaktır. Sokrates'inyerini Elealı bir yabancıya bırakması,gençlik diyaloglarına özgü Sokratikçürütme yönteminin yerine yeni biryöntem olarak toplama-bölme yön-teminin ikame edilmesi üzerindenifade edilir. Platon bu diyalogda ay-rıca üç farklı insan daha doğrusu uz-man tipinden birisi olarak sofisti de-ğişik açılardan tanımlar.

Sofist

Ham bir taş olarak dünyaya ge-

lir, ham taşımızı yontmaya başlar,

kâmil insan olma yolunda çaba

sarf ederiz. Kâmil insan olma yo-

lunda Baco'un dediği gibi "okumak

bir insanı doldurur, insanlarla ko-

nuşmak hazırlar, yazmak ise ol-

gunlaştırır.'' Bu süreçte yaşananla-

rın hatırda kalacağına satırlarda

kalması, tecrübelerimizi ileri ku-

şaklara taşımak için en iyi yoldur.

Andre Gide'nin de dediği gibi "Anı

yazmak, ölümün elinden bir şeyler

kurtarmaktır''. “Hapşırık” bir öykü

kitabı...

Hap��r�k

Kendi şehir arşivini açıyor AyferTunç. Biraz, bu memleketin doğalve toplumsal coğrafyasını hor kul-lanışımıza diz döverek... Biraz Ada-pazarı, biraz Karasu, biraz İstanbul..."Memleket nere" sorusunun ceva-bını veremeden - bütün memleke-te merakî... Memleket duygusundabir gezinti; "memleket insanıyla"yarenlik eden hikâyeler... "Çerkezgelinlerinin hürmetkârlığı, Bulgarmuhacirlerin çalışkanlığı, Boşnakkızlarının güzelliği" Arnavutlarıninatçılığı, Lazların siniri, Abhaz er-keklerinin tembelliği, Gürcü ka-dınlarının huysuzluğu..." Taşra ban-dosu, Büyük Çarşı'daki fotoğrafçı,kadınlar hamamı, mesire yeri...Yengeler, gelinler, refakatçiler...Çitlenen ayçekirdeklerinin gürül-tüsüyle yazlıkçılar... "Sakarya Neh-ri'nin kıvrılarak genişlediği manza-raya karşı rakı...

Memleket Hikayeleri

“İztanbul”, imparatorluklar baş-kenti İstanbul'un gizemli geçmişinedaha yakından bakmak isteyen gençokurlara (ve elbette masallardanvazgeçemeyen her yaştan gence)dört başı mamur bir macera vaatediyor: İstanbul'un kaderi bir ma-dalyona, madalyonun kaderi ise üçmeraklı çocuğa bağlı...

Ayla Hacıoğulları, Sultan Sü-leyman'ın izinde, Evliyâ Çelebi'ninrehberliğinde İstanbul'a dair bir"Doğu" hikâyesi anlatıyor. Küçükkahramanları Emre, Acar ve Mineile bir martının kanadına tutunupAyasofya'dan Topkapı Sarayı'na,Sultanahmet'ten Adalar'a, Kapalı-çarşı'dan Beyazıt'a uzanıyor; "rüyamadalyonu"nun 150 yılllık macera-sının peşinde sıradışı bir "İstanbulgezi rehberi" koyuyor ortaya: "Yedigün yedi gece, İstanbul bir bilmece!"

�ztanbul – MadalyonunLaneti

Avatar'lar bilim kurgu konusu ol-

maktan çıkıyor. Günümüzde artık

beyin sinyallerini kullanarak bir ma-

kineyi kontrol etmek olanaklı. Duke

Üniversitesi Nöromühendislik Mer-

kezi'nin kurucusu olan Profesör Mi-

guel Nicolelis'in araştırmaları “Na-

ture”, “Science” ve diğer önde gelen

bilimsel yayınların yanı sıra kendisi-

ni dünyanın en önemli yirmi bilim in-

sanı arasında gösteren Scientific

American’da yayınlandı. Nicolelis ki-

tabında, temel konusu beyin maki-

ne ilişkisi olan bu araştırmalarını

özetliyor. Beyin sinyalleriyle bir ma-

kineyi kontrol etmenin ilk adımı

beynin nasıl çalıştığını anlamaktır.

İşte Nicolelis'in de dahil olduğu nö-

rologların en büyük başarılarından

birisi, beynin çok sayıda nöronla

karmaşık bir mesaj veya görevi ifa

ederken, aslında bir tür senfoni icra

etmekte olduğunu saptamaları.

S�n�rlar�n Ötesi

17 Haziran Babalar Günü'ne

özel...

Bir babadan yaşadıklarımıza

dair sarsıcı

tanıklıklar, saptamalar...

Sen İstanbul kızısın.

Erguvan görünümlü,

Boğaz kokulu, şiirli ve sevgili!

Umutsun elbet. Güzel bir

cümlesin.

Tutkulu bir melodi...

O yapmayı çok sevdiğin kız

resminin ta kendisi! Saçları mavi,

upuzun elleri kalem gibi ince-

cik, hep gülümseyen, morlara, tu-

runculara, erguvan pembesine

boyanmış o kızlar gibi...

Hayat dolu...

Nisan'a Mektuplar

Dev iriliğinde bir adam... Kı-demli bir gangster... Hapisten yeniçıkmış... Sevdiği kadını arıyor. Bir ba-taklıkta bulduğu, bir bataklıkta bı-rakıp hapse girdiği kadını... Hasre-tini uzun hapishane gecelerine katıkettiği eski sevgilisini... Öldürmekiçin değil hâlâ kadına âşık olduğuiçin... Elbette gergin, sabırsız ve öfkedolu... Hiç kuşkusuz yolu dedektifi-miz Philip Marlowe'la kesişecek.Dedektifimiz önce bu işe pek sıcakbakmasa da ister istemez kendiniolayların ortasında bulacak. Çünkübu aşk hikâyesinin derinliklerindebaşka entrikalar olduğunu fark ede-cek. Kadim entrikalar: İnsanoğlununahlaksızlığı, deva bulmaz bencilliği,keskin acımasızlığı...

-Ahmet Ümit-Everest Yayınları Amerikan po-

lisiyesinin klasikleşmiş isimlerindenRaymond Chandler külliyatını, Türkpolisiyesinin usta ismi Ahmet Ümiteditörlüğünde sunuyor.

Elveda Güzelim

Miguel Nicolelis, Alfa Bas�m Yay.,Çev: Kerem Çiftçio�lu, 480 s.

Necmettin Bayraktar,Kora Yay., 150 s.

Ölü zamanı yeniden yaşatan

bir romandır “Zamanın Tanığı”.

Zamanın dünü-bugünü, yarı-

nın kavramı ve yaşanmışı vardı

ve var olacaktı. Zamanın dünü

geçmişte kalan olaylardı. Dün

büyük bir savaş yaşadık (Irak-

İran Savaşı). Bu savaş bir destan

olarak bizi alıp götürdü. Birçok

cana mal oldu. İster savaş cep-

helerinde, isterse savaş gölgesin-

de kalan şehirlerde, özellikle de

Kerkük şehrinde. İşkence sehpa-

ları kuruldu hem de zalimce.

Birçok babayiğit darağacında

asıldı. Ama dün bütün karanlı-

ğıyla dünde kaldı.

Bugün zaman olarak dünün

pençesinden kurtulur mu?

Yarınımız dünden, bugünden

ilham alıp yoluna devam eder

mi? İşte Zamanın Tanığı bu soru-

lara cevap vermek iddiasındadır.

Erdener Ild�z, �kinci AdamYay�nlar�, 162 s.

Raymond Chandler, EverestYay�nlar�, Çev: Sinan Fi�ek, 312 s.

Platon, Say Yay�nlar�, çev: Furkan Akderin, 136 s.

Ayfer Tunç, �leti�im Yay�nlar�,278 s.Ayla Hac�o�ullar�, Yap� Kredi

Yay�nlar�, 436 s.

Enver Aysever,Remzi Kitabevi, 152 s.

Page 19: KAPAK Say-18- 29 hzrn:Layout 1aydinlikgazete.com/images/dosyalarim/kitapeki/2012/sayi18.pdf · fen” diyen Soner Yalçın ısrarla vurguluyor: “Unutturarak rahata ermek is-teyenlere

29 HAZ�RAN 2012 CUMA 19Aydınlık KİTAPYENİ ÇIKANLAR

Aldanan Kad�n

“Mucize Tatlı”, bir ailenin ka-

dınlarının Sicilya'nın tatları ve ko-

kularıyla iç içe geçmiş hikayesini an-

latıyor..

Agati, gözlerini kocaman koca-

man açıp bakmanın faydası yok...

Şunu aklına yaz: Erkekler sana do-

kunduğunda zevk almıyorsan ken-

dilerini eksik hissederler, ama bir de

zevk almayagör, o zaman da seni fa-

hişe yerine koyarlar... Agata'nın ai-

lesindeki bütün kadınların hikâye-

sinde arzulu bir erkek var. Ama bu

hikâyelerin tartışmasız başrol oyun-

cusu memeler! Luisa kocasını tah-

rik edecek en etkili şeyin güzel gö-

ğüsleri olduğunun farkında. Cetti-

na'ya Tanrı meme vermemiş ama

cezbedici başka bir "aksesuar"la

ödüllendirmiş onu.

Mucize Tatl�

“Mutluluğun Mimarisi”, Kuzey

Avrupa mimarisinden Japon ve İs-

lam mimarisine kadar dünyanın

farklı yerlerinde ortaya çıkmış ve ka-

bul görmüş mimari üslupları daha

yakından tanımanızı, mimari ile

felsefe, psikoloji, politika gibi alan-

lar arasında daha önce hiç aklınıza

gelmeyen bağlantılar kurmanızı

sağlayacak. Bu kitabı okuduktan

sonra evinizle, sokağınızla, en önem-

lisi de kendinizle ilgili düşünceleri-

niz tamamen değişecek.

Mutlulu�un Mimarisi

Ayaklarım beni, denize atlama-dan önce gördüğüm, üç tarafı sarpkayalarla kaplı küçük koya kadar gö-türüyor... Rüzgarın uğultusunu,ağaçların fısıltısını, dalgaların sesi-ni dinleyerek... aynı yerde, aynıdüzlemde... yedi gece geçiriyorum...Işığı arıyorum... Ha buldum ha bu-lacağım. Yedinci gecenin şafağında,bütün benliğimle aydınlığı hissedi-yorum. Sükûnet, her şeye egemen.İşte, İnisiyasyon süreci başlıyor... Ar-tık 'nirvana'ya yürüme zamanı..."

Bu, paralel dünyaların karanlıkdehlizlerinde ışığı arayan bir insanınöyküsü...

Bir yanda iki paralel aşk kuyu-su, diğer yanda, normal ve para-normal iki dünya...

Aşk kuyularından birinin berraksuları, kana kana içilecek mutlulukiksiri olurken, diğer kuyuyu kapat-mak zorundadır, biçare; hüznünyoğun kıvamıyla...

7. His

“Selçuklular'dan Cumhuriyet'eTürkiye'de Mimarlık”, Aptullah Ku-ran'ın 40 yılı aşan akademik yaşamı-nın farklı zamanlarına ait ürünleriniakıcı bir bütün halinde derleyen birçalışma. Yapıtı oluşturan 41 makaleaynı zamanda, geniş bir coğrafyadabin yıllık bir süreç boyunca mimarigeleneklerle pratiklerin oluşum vedönüşümünü inceleyen bir tarihçininseyir defteri. 1961'den 1994'e uzanandönemde kaleme alınmış makaleler,Selçuklu Anadolusu, Osmanlı İm-paratorluğu ve Cumhuriyet Türki-yesi'nde mimarlık akımlarını mercekaltına alıyor. Mimarlık geleneklerininfarklı toplumsal-siyasal ortamlardayeni tarzlarla yeniden biçimlenişininöyküsünü 500'ü aşkın çizim, plan, ha-rita ve fotoğraf eşliğinde sunuyor.

Selçuklular'danCumhuriyet'e Türkiye'de

Mimarl�k

Bu kitap, bir düşünce ürünü.

Hiçbir bilimsel veriye dayanmıyor.

Bırakın düşüncelerinizi alabildiği-

ne özgürce. Kim karışabilir ki bey-

ninize? Alıp götürsün sizi ulaşa-

madığınız yerlere. Zaten hayat ye-

terince tekdüze. Yeter ki hayalleri-

niz terk etmesin sizi. Zira, aynı bir

dizede geçen sözler gibi, insan

alemde hayal ettiği müddetçe yaşar.

“Gönlüm dedi ki

Ben sadece bir damlayım

okyanusta

Ben, neredeyim

Okyanus nerede, diye sordu

daima

Böyle derken bir gün

Okyanusa kavuşunca gönlüm

Gördü ki,

Kendinden başka bir şey yok

orada.”

-Mevlana-

Bo�lukta Bir Damla

Pierre Louys (1870-1925), hem

romanları, hem şiirleriyle büyük

ilgi uyandırmış bir yazın adamıdır.

Afrodit'le (1896) ünlü olmuş, ge-

nellikle başyapıtı olarak nitelenen

“Kadın ve Kukla”yla (1898) bu ünü

doruğuna çıkarmıştır. Ünlü yazar

burada bir yandan İspanya'nın ken-

dine özgü havasını yansıtırken, bir

yandan da bedensel güzelliği dışın-

da pek bir üstünlüğü bulunmayan sı-

radan bir kadının, bir adamı nasıl bir

oyuncağa dönüştürüp aşağılayabi-

leceğini gösterir. Buna bir de Pier-

re Louys'in kendine özgü anlatımı

eklenince Conchita'yla Mateo'nun

öyküsü bir başyapıta dönüşür.

Kad�n ve Kukla

Neden kahvaltıda makarna ye-miyoruz? Yemek yerken aldığımızkararları, neye dayanarak alıyoruz?Neden kuzu eti yiyoruz ama köpeketi yemiyoruz?

Köpeklerini seven Fransızlar,bazen atlarını yer.

Atlarını seven İspanyollar, bazenineklerini yer.

İneklerini seven Hintliler, bazenköpeklerini yer.

“Aşırı Gürültülü” ve “İnanıl-maz Yakın” ile “Her Şey Aydınlan-dı”nın parlak yazarı Jonathan SafranFoer, bu kez tabağımızdaki yemek-lerin öyküsünü anlatıyor. Hayvan Ye-mek, kurgulanamayacak denli deh-şetli birtakım gerçeklerin bize sof-ralarımız kadar yakın olduğunu gös-teriyor; insanın marifetlerini, tümçıplaklığıyla ortaya koyuyor. “Hay-van Yemek”, bir vejetaryenlık çağ-rısı değil, bir uyanış çağrısı...

Hayvan Yemek

Gülgün Ayral,Çat� Kitaplar�, 160 s.

Thomas Mann, Can Yay�nlar�,çev: Esen Tezel, 96 s.

Rosalie eşini kaybetmiş, kırıkbir aşktan geri kalan boşluğu resimyaparak gidermeye çalışan kızı velise öğrencisi oğluyla birlikte sakinbir yaşam sürmektedir. Oğluna İn-gilizce dersi vermek için eve gelengenç Amerikalı, onu çok etkiler.Önce kendine bile itiraf etmektençekindiği duyguları, konuşmaları-na ve hareketlerine farkına var-maksızın yansıyınca ilk tepkiyi ço-cuklarından alır. Ama ne pahasınaolursa olsun, doğanın kendisinebahşettiğine inandığı bu aşkın pe-şinden gitmeye kararlıdır.

“Aldanan Kadın”, yazarın öl-meden önce tamamladığı son öy-küsüdür. Thomas Mann, erken dö-nem çalışmalarından “Venedik'teÖlüm”ün ana motiflerini, bu defayaşlanmakta olan bir kadının duy-gu dünyasına yerleştiriyor. Eserle-rinde yaşam ile ölümün karmaşıkdiyalektiğiyle hesaplaşan Mann,ölmeden önce tamamladığı bu sonöyküsüyle adeta kendi yazınsaldöngüsünü de tamamlıyor.

Alain de Botton, Sel Yay�nc�l�k, çev:

Banu Tellio�lu Altu�, 298 s.

Jonathan Safran Foer, Siren Yay�nlar�,

çev: Garo Karg�c�, 352 s.

Giuseppina Torregrossai, Do�anKitap, çev: Ezay Aky�ld�z, 304 s.

Mehmet Öngeo�lu, Bencekitap,194 s.

Aptullah Kuran, �� Bankas�Kültür Yay�nlar�, 840 s.

Pierre Louys, �mge Kitabevi, çev: Tahsin Yücel, 121 s.

Page 20: KAPAK Say-18- 29 hzrn:Layout 1aydinlikgazete.com/images/dosyalarim/kitapeki/2012/sayi18.pdf · fen” diyen Soner Yalçın ısrarla vurguluyor: “Unutturarak rahata ermek is-teyenlere

29 HAZ�RAN 2012 CUMA20 Aydınlık KİTAP ÇOCUKLAR İÇİN

Yetimler yurdunda öğretmenlik

yapan annesiyle birlikte Nepal'in baş-

kenti Katmandu'da yaşayan Bir-

ke’nin, çok sevdiği arkadaşı Nami-

ta'yla birlikte bu oldukça gizemli ül-

kede kaygısız, mutlu bir yaşamı var-

dı. Ta ki annesinin hayatlarını altüst

edecek planını keşfedinceye kadar...

Annesi kendi yaşlarında oğlu

olan bir mimarla evlenerek, İstan-

bul’a taşınmaya karar vermişti.

Acaba Birke, “büyük sırrını” bi-

len tek kişi olan sevgili arkadaşı Na-

mita'dan ayrı kalmaya ve hiç bilme-

diği İstanbul’da yaşamaya alışabile-

cek miydi?

Büyük S�r

Zehra Tapun�,Alt n �ocuk, 192 s.

Kaptan Düşükdon'un Kahra-manları, George Beard Ve HaroldHutchıns'in İlk Çizgi Romanı.

George Beard ve Harold Hutc-hins harika çocuklar. Yalnızca Kap-tan Düşükdon'u yaratmakla kalma-dılar, aynı zamanda tam beş kezdünyayı kurtardılar! George ve Ha-rold şimdi de sizi, hızlı bir bebek ara-basından daha hızlı, bebek bezi pişi-ğinden daha güçlü ve kakasını ka-çırmadan uzun binaların üzerindenatlayabilen yepyeni bir süper kahra-manla tanıştırıyor.

Süper Bezli Bebek’le tanışın! Ge-orge ve Harold’ın bu sıkı yumruklusert ufaklığı çok komik! Çocuklar,kahkahalarla gülerken içtiğiniz ga-zozun burnunuzdan fışkırmaması-na dikkat edin, yoksa karşınızdakininmidesi bulanabilir!

Süper Bezli Bebek’inMaceralar�

Dav Pilkey, Alt n �ocuk,�ev: ?pek Demir,

128 s.

Yaşlı tavuk anlatıyor...

İREM HALIÇ[email protected]

Tatiller yapamadığımız şeyleri gerçekleş-

tirmek için iyi bir fırsattır, ne yazık ki kitaplar

için de öyle. Okuldaki derslerinden geri kal-

masın, dershanenin verdiği testleri gecik-

tirmesin diye çocuklarının eline roman ver-

meyen ebeveynler tatil geldiğinde çocukla-

rına hediye edecek kitap önerileri istiyorlar.

Bu şekilde kitap okumak, alışkanlıktan zi-

yade yaz etkinliği haline geliyor, böyle olun-

ca da tüm sene zaten bir şeyler okuyan ço-

cuklar yaz tatilinde okumaya mola verme ih-

tiyacı hissediyorlar, dolayısıyla kitaplar yaz

etkinliği bile olamıyor. Buna çözüm bulmak

isteyen bazı öğretmenler öğrencilerine bir

dönemde bilmem kaç kitap okutarak sınav

yapıyorlar. Ama bunların tümü çocuğa gö-

rev bilinci kazandırmaktan öteye gitmiyor

çünkü iş, ailede bitiyor. Kitap okumayı sev-

meyen çocuk olmaz, dedemin deyişiyle

“gözü göreni okur”. Sorun çocuğun zevk-

lerine, ilgi alanlarına uygun bir şeyler bula-

mamaktan kaynaklanır. Oysaki artık tüm

dünya edebiyatı elimizin altında. Çocuk ede-

biyatındaki boşluklar da seçkin yayınevleri

tarafından özenle dolduruluyor. Tek yap-

manız gereken çocuğunuzun nelerden hoş-

landığını öğrenebilmek için kendi doğrula-

rınızı bir kenara bırakıp, bu çeşitliliğin ni-

metlerini çocuklarınıza sunmak ve onları se-

çim yapmakta özgür bırakmak.

Çocuğunuz sıkı bir kitap takipçisiyse el-

bette istediği kitapları almanızda fayda var,

çünkü onların da yetişkinlere yönelik ki-

taplarda olduğu gibi kendi kişilik özellikle-

rine uygun farklı türlerde kitaplar seçme şan-

sı olmalı. Özellikle Günışığı Kitaplığı ve Can

Yayınları yaş gruplarına göre çeşitlilikle

birlikte bahsettiğim kişisel farklılıklar ba-

kımından da geniş bir yelpazeye sahip.

Okumaya yeni başlayan çocuklarınızın eli-

ne ille de masal kitapları vermek ya da oku-

mayı çoktan söken çocuklarınızın elinden re-

simli kitapları almak zorunda değilsiniz. Bı-

rakın kocaman resimleri olan kitapları da

okusun, ne tür kitaplardan hoşlandığına öz-

gürce karar verebilsin.

Bu hafta incelediğim kitaplar içinde

Can Yayınları’ndan çıkan “Telli Horozun

Öyküsü”nü çok eğlenceli buldum. İlhan Yü-

cel’in yazdığı, Reha Barış’ın Telli Horoz’un

en şaşkın hallerini resimlediği bu hoş öykü,

her zaman güçlülerin galip gelmeyeceğini

anlatıyor. Karakanat Horoz’un serçeler-

den öğrendiğine göre kendisi daha civcivken,

babası Karakuyruk Horoz kümeslerde te-

rör estiren bir zorbaymış. Böyle zararsız, se-

vecen bir horozun böyle bir babası olacağı

kimsenin aklına gelmezdi. O da merak

ediyor haliyle babasının öyküsünü. Yaşlı Ta-

vuk başlıyor anlatmaya, öğreniyoruz ki bu

aslında Karakanat’ın babasının değil, ufak

tefek bir kahramanın öyküsüymüş. Kü-

meslere korku salan, horozlara, tavuklara,

hindilere gün yüzü göstermeyen Karakuy-

ruk Horoz’a kimseler ses çıkaramazken cı-

lız, çelimsiz, bir gözü kör, bir ayağı topal bir

Telli Horoz ona meydan okumuş. Adı yan-

lışlıkla yuttuğu telden gelen bu horoz, Ka-

rakuyruk’un kabadayılığına son verince kü-

mesler arasında ün salmış ve efsane olu-

vermiş. Efsaneler her zaman iri yarı yiğitler

olmak zorunda değildir tabi. İlhan Yü-

ce’nin kusursuz, akıcı ve sempatik bir anla-

tımla yazdığı bu öykü okumayı yeni söken

çocukların tatilde okumalarını geliştirmeleri

için faydalı olabilir. İyi okumalar diliyoruz.

İlhan Yüce,Can Çocuk, 50 s.

Kasabadan kente, İstanbul’dan Av-rupa’ya, bir çocuğun gerçekleşen düşleri!

Marmara kıyısında, Silivri’de yaşayanAyça’nın en büyük hayali turist olmak-tır. Yaz mevsiminde kasabadan gelip ge-çen turistlere çok özenir. İstanbullu ta-til arkadaşı Ege’ye duyduğu ilgi de, İn-gilizce tutkusunu körüklemektedir. Pa-rasız yatılı sınavını kazanıp, İstanbul’dakız lisesine kaydolunca, önce sevinir. An-cak, düşlerinden çok farklı, zor bir ya-tılı yaşamının içinde bulur kendini. Ney-se ki, bir gün babasından inanılmaz birhaber gelir...

2010 Memet Fuat Yayıncılık Ödü-lü’yle taçlanan Köprü Kitaplar 14. kitabaulaştı! Editörlüğünü Semih Gümüş’ünüstlendiği dizinin yeni kitabını, çağdaşedebiyatımızda, toplumun farklı ke-simlerinden insanları yalın bir dille ve iç-

tenlikle anlattığı öyküleriyle sevilen LeylaRuhan Okyay yazdı. Bir kıyı kasabasındabüyüyüp, İstanbul’a yatılı okumaya gidenbir kızın dünyayı gezip görme özlemini,onun ağzından anlatan roman, yazarınyaşamından da izler taşıyor. Çocukluk-tan ergenliğe geçişin duygusal karma-şasını anı tadında, sıcacık dillendiren ki-tap, bir dönemin gençlik hayallerin-den, okul yaşamından, arkadaşlar ara-sı diyaloglardan sahneler aktarıyor.1960’lı yılların Türkiye’sinden bir kesitniteliği taşıyan kitap, dönemin Avru-pa’sında yaşanan tarihsel olaylara da ta-nıklık ediyor.

Dizinin editörü Semih Gümüş diyorki: “Leyla Ruhan Okyay abartılı anla-tımlara gönül indirmez. Ne anlatıyorsa,dinginlikte, içtenlikle gözümüzün önün-den geçirir. Yalın bir dil içinde.”

Leylek Havada

Leyla Ruhan Okyay, Gün����� Kitapl���, (Köprü Kitaplar), s.172

Okumaya yeni ba�layan çocuklar�n�z�n eline ille de masal kitaplar�vermek ya da okumay� çoktan söken çocuklar�n�z�n elinden resimlikitaplar� almak zorunda de�ilsiniz. B�rak�n kocaman resimleri olankitaplar� da okusun, ne tür kitaplardan ho�land���na özgürce karar

verebilsin.

GÜÇLÜLER HER ZAMAN GAL�P GELMEZ

Page 21: KAPAK Say-18- 29 hzrn:Layout 1aydinlikgazete.com/images/dosyalarim/kitapeki/2012/sayi18.pdf · fen” diyen Soner Yalçın ısrarla vurguluyor: “Unutturarak rahata ermek is-teyenlere

EMEL TELCİİzmir'in Çeşme ilçesi son yıllarda en çok

rağbet gören tatil yerlerinden biri haline gel-

di. Özellikle Alaçatı son yıllarda popüler

mekanlardan biri. Bundan çok değil, 15 yıl

önce Ege'nin alışık olduğumuz denize kıyısı

olmayan köylerinden biri Alaçatı. Şimdi-

lerde ise çok farklı bir görüntü var. Köy ev-

leri yerini pansiyonlara bırakmış, giriş kat-

lar lüks restoranlara dönüşmüş. Sokaklar bu

restoranların masa sandalyelerinden ge-

çilmiyor. Buna karşın hâlâ belirli bir süku-

net hakim. Ses kirliliği yok. Bu açıdan

Alaçatı özgünlüğünü koruyor. Bodrum'a

benzedi diyorlar ya, aslında pek de benze-

miyor. Bodrum, Barlar Sokağı'nda bütün o

hengamenin arasında bir kitabevine rast-

lamak mümkün mü? Alaçatı'da mümkün!

Dost Kitabevi, Alaçatı'nın en eski mekan-

larından. Sahibi Ömer Önal yıllardır bu işin

başında. Bölge insanının kitaplara ulaşa-

bildiği tek yer olma özelliğine sahip. Ki-

tabevinin bir özelliği de bu güzel tatil bel-

desinde ünlü yazarları ağırlaması. Geçtiği-

miz yıllarda Muazzez İlmiye Çığ, Yılmaz

Özdil ve Uğur Dündar bunlardan bir kaçı.

Kitabevi'nin duvarları bu yazarların re-

simleriyle dolu. İçlerinde bir tanesi var ki,

görünce gözlerimiz doldu. Aziz Nesin.

Aziz Nesin, 5 Temmuz 1995 tarihinde Ala-

çatı Dost Kitabevi'nde düzenlenen imza gü-

nünün ardından akşam vefat etmişti. Dost

Kitabevi, tatilde yanına kitap almayı unu-

tanlar için..

29 HAZ�RAN 2012 CUMA 21Aydınlık KİTAPSAHAF

ANADOLU’DAN KİTABEVİ

İskoçyalı bir ailenin tek çocuğu

olarak 1819’da doğan John Ruskin (ö:

1900), babasının çok kültürlü ve sanat

zevki gelişmiş birisi olması; annesinin

de yalnızca oyuncaklarla değil, halıla-

rın desenleri, duvar kâğıtlarının renk-

leri, karıncalar ve kuşlarla ilgilenmesini

istemesi sonucu daha küçük yaşların-

da bir sanatsever haline gelmiş bir şair,

eleştirmen ve deneme yazarıdır.

1988’de Kültür ve Turizm Bakanlığı

Yayınları’nın 973. kitabı olarak, Türkan

Turgut’un çevirisiyle dilimize kazan-

dırılan “Susam ve Zambaklar” ise ya-

zarın en çok okunan, en sevilen yapı-

tı olarak biliniyor. Hemen belirtelim ki

1865’te yayımlanan kitabı zamanında

Fransızcaya çeviren isim, Marcel Pro-

ust’muş…

“Kendimize dost seçeceğiz. En iyi-

lerini seçmek istiyoruz, ama nerede bu-

lacağız o dostları? Kaç kişiyi tanıyoruz?

Her istediğimizle tanışabilir miyiz?

Talihimiz yâr olursa, uzaktan görebi-

liriz büyük bir şairi, sesini duyabilirsek

ne devlet... Bir bakanın odasında on da-

kika kalmak, bir kraliçenin bakışlarını

bir saniye üzerimize çekmek, ümit

edeceğimiz bahtiyarlıkların en büyüğü.

Ama hep buna benzer mesut tesadüf-

ler peşindeyizdir. Yıllarımızı, duygu-

larımızı, kabiliyetlerimizi harcarız bu

uğurda. Sayısız zilletlere katlanırız.

Bize her an kollarını açan bir dostlar

topluluğundan habersiz yaşarız. İçle-

rinde hükümdarlar da vardır, devlet

adamları da. Günlerce şikâyet etmeden

iltifatlarımızı beklerler. Ağız açmalarına

izin vermeyiz. Filhakika seçiş hürriye-

timizin hudutsuz olduğu tek dünya: ki-

taplar dünyası” diyen yazar, aslında eği-

timden, özellikle de çocukların eğiti-

minden gerçek manada ne anlaşılma-

sı gerektiğinin üzerinde duruyor. Bu ko-

nuda en güçlü kaynak olarak da gelmiş

geçmiş yılların büyük adamlarının or-

taya koyduğu edebi eserleri gösteriyor

ilk adres olarak.

“Susam ve Zambaklar”, aslında

iki bölümlük bir konferans metni…

“Susam”da eğitim üzerinde duran

Ruskin “Zambak”ta ise kadınların ne

şekilde, ne amaçla ve ne kadar eğitil-

mesi gerektiği; toplumdaki yerlerinin

ve doğalarının nasıl olması gerektiği-

ne ilişkin fikirlerini ileri sürüyor. Gü-

nümüzden bakıldığında tabii ki “çok ye-

tersiz” görüşler bunlar ama yaklaşık

150 yıl önce “kadını süs eşyası gibi gö-

ren anlayıştan vazgeçilmelidir” diyen

bir ses, neresinden bakılsa bugün de

önemsenmeli. Ruskin’e göre aile fert-

lerinin mutluluğu, doğrudan kadına

bağlı…

Çevirmen Türkan Turgut’un giriş

yazısından Ruskin’in güzel bir kızla ev-

lendiğini ve ne yazık ki bu evliliğin de-

vam edemediğini de öğreniyoruz.

“Çünkü karısı sosyeteye dükün, gösteriş

meraklısı, tabiattan uzak bir insandı.

Oysa Ruskin’in aradığı başka şeylerdi”

diyor Turgut. Ünlü yazar bir daha da

evlenmemiş.

Eğitim üzerine klasikleşmiş bir

metin, kadınlar üzerine de 19. yüzyıl-

dan kalma fikirler okumak, en önem-

lisi de John Ruskin’le tanışmak isti-

yorsanız, 24 yıllık ve kütüphaneler ha-

ricinde artık yalnızca tozlu sahaf raf-

larında rastlanabilen “Susam ve Zam-

baklar”ın peşine düşün.

JOHN RUSKIN’DEN “SUSAM VE ZAMBAKLAR”

Eğitimin manası ve kadınlar üzerine…

ÇE�ME, ALAÇATI / DOST K�TABEV�

Ünlü yazarları ağırlayan kitabeviSükunetini ve özgünlü�ünü koruyan, ses kirlili�inin olmad���Alaçat�’daki tek kitabevi, Muazzez �lmiye Ç��, Y�lmaz Özdil,U�ur Dündar gibi yazarlar�n imza günü yapt�klar� bir mekân

Page 22: KAPAK Say-18- 29 hzrn:Layout 1aydinlikgazete.com/images/dosyalarim/kitapeki/2012/sayi18.pdf · fen” diyen Soner Yalçın ısrarla vurguluyor: “Unutturarak rahata ermek is-teyenlere

29 HAZ�RAN 2012 CUMA22 Aydınlık KİTAP

BULMACA

ALINTI-TEST

Okuyaca��n�z bölümler hangi yazar�n hangi kitab�ndan al�nt�lanm��t�r?

Değerli yazarımızın dediği gibi: suç da kalmaz, suçluda. Doğrudur. Ama ceza kalır. Bazen çekilmiş, bazençekilmemiş ceza olarak. Zamanın geride kalan haya-letidir ceza ve bir gün mutlaka tatmin edilmek ister,suçlu olması gerekmeyen herhangi biri ya da birileritarafından. Yoksa, her gece biraz daha ağırlaşaraksonsuza kadar üstünde asılı kalır insanın, kentin, ma-sanın, kâğıt ve kalemin, yolların, nehirlerin. Ceza, hepaltında yaşadığın şey olur.

1 “Meram Bağları”nın geceleri ne güzel oluyor!Burada geceleri esen hafif bir meltem rüzgârı varki adına (geda abad) diyorlar. Geda abad ciğer-lere geniş bir nefes alma duygusu veriyor ve gedaabad ruhlarda tıpkı derin bir kuyuda soğutulmuşbuğulu bir limonatanın tesirlerini yapıyor. Bugece penceremin önünde geda abadı uzun uzunruhuma içirerek düşündüm.

2 Yetişkinlerin çocuk sevme uğraşısını hoş tutmak içinsonsuza dek çocuk kalmaya mecbur bırakılan ço-cukları anlatmaya karar verdim. Önce başlık geldi;“Veletler”. İlk cümle gelmek bilmedi. O geldiktensonra devamı su gibi aktı. Daha doğrusu öyle san-mıştım. Meğer su iki saatte akmış! Hepi topu iki pa-ragraf! Daha önce sayfalarca süren hikâyeleri birkaçsaatte yazan bana ne olmuştu böyle? Bu hızla devamedersem hikâyeyi bitiremeyecektim.

3

Do�ru yan�tlar gelecek hafta bu sayfada… Geçen haftan�n do�ru yan�tlar�: 1-(c) 2-(c) 3-(a)

a) Suat Derviş / Çılgın Gibi

b)Hamdi Koç / İyi Dilekler Ülkesi

c) Kovalı Süvari / Franz Kafka

d) Clarwater Günlükleri / Al Rennie

e) Elif Şafak / Şemspare

a)Mehmed Rauf / Eylül

b)Güzide Sabri / Yabangülü

c) Mahmut Yesari / Pervin Abla

d) Fikret Adil / İntermezzo

e) Selahattin Enis / Zaniyeler

a) İlhan Tarus / Varolmak

b) Doğu Yücel / Varolmayanlar

c) Kemal Tahir / Yol Ayrımı

d) Sadri Ertem / Düşkünler

e) James Hatfield / Şanslı Velet

Soldan sa�a1. Resimdeki ünlü hikayecimiz2. Parça ya da ezme et ya da sakatata çe�itli harçlar kat�larak haz�rlanan

bir �arküteri ürünü - Kalsiyum'un simgesi - Radyum'un simgesi - �ki�ey aras�nda ya da bir �ey

önünde perde olan, bir engel olu�turan �ey için kullan�l�r3. Herhangi bir sefer için merkez olarak seçilip ona göre donat�lm�� olan

yer - Üçdörtya��na kadar olan di�i manda - �nce dantel - Tak�m (k�sa)4. Yüce, yüksek, ulu - Divit, yaz� hokkas� - Japonya'da buda rahibesi5. Al��kanl�k, al��ma - Tek bir sanatç�n�n tek bir çalg� ile verdi�i konser -

Akümülatör (k�sa)6. Kiloamper (k�sa) - Kal�n kabuklu ve çekirdekli bir portakal türü -

�nand�rma,kand�rma - Çal��ma, meslek7. Türk Standartlar� Enstitüsü (k�sa) - �i�e a�z� gibi dar delikleri t�kamaya

yarayanmantar, cam, tahta veya plastikten yap�lm�� t�kaç8. Erzurum'un bir ilçesi - Üvey olmayan - Güney Kore'nin para birimi9. Kar� ile kocadan her biri - Alamet, ni�an - E�, zevce10. Bir ���k demetinin ayr�ld��� basit renklerden olu�mu� görüntü - Yer

k�r���, yer çatla��11. Belli bir i�i ve yeri olmayan ba��bo� kimse, kabaday�, hayta - Bir

soru sözü - �lave12. Tanzanya'n�n plakas� - Herhangi bir toplulukta bireylerin her biri,

aza - Kurçatovyum'un simgesi - Hücum13. Kudret, iktidar - Birbirine uygun renk ve yap�da olan - Rusça'da

“evet”14. �sim - "... Güler" (foto�rafç�) - En k�sa zaman parças�, lahza - Düzgün

konu�an15. Resimdeki yazar'�n bir eseriYukar�dan a�a��ya

1. Öpme, öpü�, buse - �htiyaca yetmeyecek kadar az - Bir tür cila2. So�urma, emme - "... King Cole" (Amerikal� caz piyanocusu ve

�ark�c�) -H�rvatistan'da bir liman kenti - Tavlada "iki" say�s�3. M�s�r’�n plakas� - Favori - Bir topluluktaki gelir düzeyi yüksek ve

kendilerineözgü ya�ama biçimleri olan topluluk4. Gerçek - Romatizma a�r�s� - Fransiyum'un simgesi - Habe� soylusu5. Durmadan, aral�ks�z - Boru sesi - Ekvator'un para birimi6. "... Ayhan" (�air) - Resimdeki yazar'�n bir eseri - Beyaz7. Geceleri uçan, ön ayaklar� perdeli kanat biçiminde geli�mi� memeli

bir hayvan -Satürn gezegeninin be�inci uydusu8. Bir tembih sözü - Uykusu hafif kimse9. Rütbesiz asker - Hitit - Aya�a giyilen �eylerin bilekten bald�ra do�ru

ç�kan k�sm�10. Eski Çin felsefesinde, evrenin birli�ini sa�layan düzen ilkesi - Erkek

oyuncu -�lahi bir güç taraf�ndan gönderildi�ine inan�lan parlakl�k11. Resimdeki yazar'�n bir eseri - Türlü metallerden yap�lm��, kopmaya

kar�� dirençgösteren ince uzun nesne12. Kuruntuya dü�ürme - Bir haber ajans� - Bir nota - En küçük

sosyolojik birim;familya13. Sodyum'un simgesi - Bir haber ajans� - Arma�an� kabul edenin

vermek zorundaoldu�u kar��l�k - Stronsiyum'un simgesi14. Köpek - �lgi eki - �lkel bir silah - Oturma,

oturu�15. Resimdeki yazar'�n bir eseri - �nan�lan

dü�ünce, kanaatBulmacan�n do�ru yan�tlar�n� bize 10gün içinde fax veya mektup yoluylagönderen okurlar�m�za �brahim�im�ek’in resimdeki kitab�n� arma�anedece�izFAX: 0212 252 51 22

GEÇEN HAFTANIN ÇÖZÜMÜ

Page 23: KAPAK Say-18- 29 hzrn:Layout 1aydinlikgazete.com/images/dosyalarim/kitapeki/2012/sayi18.pdf · fen” diyen Soner Yalçın ısrarla vurguluyor: “Unutturarak rahata ermek is-teyenlere
Page 24: KAPAK Say-18- 29 hzrn:Layout 1aydinlikgazete.com/images/dosyalarim/kitapeki/2012/sayi18.pdf · fen” diyen Soner Yalçın ısrarla vurguluyor: “Unutturarak rahata ermek is-teyenlere