26
Aydınlık BU SAYIDA 36 KİTAP TANITILIYOR 3 Ağustos 2012 Cuma / Yıl: 1 / Sayı: 23 Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir KITAP . Toplam: 836 Demir Özlü’yle yazma sanatı ve yeni kitabı üzerine Demir Özlü’yle yazma sanatı ve yeni kitabı üzerine Demir Özlü’yle yazma sanatı ve yeni kitabı üzerine Demir Özlü’yle yazma sanatı ve yeni kitabı üzerine Güneşi sırtında taşıyan köpek Reddedilemeyecek Gerçek: Devlet var! Çocukluğum, Suya Bı- raktığım Ayak İzleri Okko Bir “Profesyonel” Sürgünün Türkiye dönemi Müziğin ‘Berserker’i

KAPAK SAYI23 TEMMUZ:Layout 1aydinlikgazete.com/images/dosyalarim/kitapeki/2012/sayi...Asıl adı Leon Davidoviç olan Troçki, 1879 yılında Ukrayna’nın Karadeniz tarafında doğdu

  • Upload
    others

  • View
    2

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

Page 1: KAPAK SAYI23 TEMMUZ:Layout 1aydinlikgazete.com/images/dosyalarim/kitapeki/2012/sayi...Asıl adı Leon Davidoviç olan Troçki, 1879 yılında Ukrayna’nın Karadeniz tarafında doğdu

AydınlıkBU SAYIDA

36KİTAP

TANITILIYOR

3 Ağustos 2012 Cuma / Yıl: 1 / Sayı: 23

Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir

KITAP.

Toplam: 836

Demir Özlü’yleyazma sanatıve yeni kitabı

üzerine

Demir Özlü’yleyazma sanatıve yeni kitabı

üzerine

Demir Özlü’yleyazma sanatıve yeni kitabı

üzerine

Demir Özlü’yleyazma sanatıve yeni kitabı

üzerine

Güneşi sırtında taşıyan köpek

Reddedilemeyecek Gerçek: Devlet var!

Çocukluğum, Suya Bı-raktığım Ayak İzleri

Okko

Bir “Profesyonel” Sürgünün

Türkiye dönemi

Müziğin ‘Berserker’i

Page 2: KAPAK SAYI23 TEMMUZ:Layout 1aydinlikgazete.com/images/dosyalarim/kitapeki/2012/sayi...Asıl adı Leon Davidoviç olan Troçki, 1879 yılında Ukrayna’nın Karadeniz tarafında doğdu
Page 3: KAPAK SAYI23 TEMMUZ:Layout 1aydinlikgazete.com/images/dosyalarim/kitapeki/2012/sayi...Asıl adı Leon Davidoviç olan Troçki, 1879 yılında Ukrayna’nın Karadeniz tarafında doğdu

Geçtiğimiz hafta yazarımız Seyyit Nezir köşesinde anlattı Demir-

taş Ceyhun’u. Yine O’nu mezarı başında anan dostları da farklı yön-

lerini bir kez daha hatırlattılar bizlere. Demirtaş Ceyhun’u 29 Tem-

muz 2009 tarihinde kaybetmiştik. Türk yazınına eserleriyle sunduğu

katkıların yanı sıra yetiştirdiği sağlam kalemlerle de iz bıraktı. O'nu

kaybettiğimizde Aydınlık’ın bir kitap eki yoktu henüz. Bizler O’na en

çok ihtiyaç duyanlardanız şimdi. Demirtaş Ceyhun Aydınlık Kitap’ı

görseydi ne derdi, ne gibi eleştiriler yapardı... Hocamızı saygıyla anı-

yoruz.� � �

D - Marin Turgutreis 8. Uluslararas Klasik Müzik Festivali ger-

çekleştirildi. Dünyaca ünlü müzisyenlerin sahnelendiği festivalde Fa-

zıl Say’ın yorumladığı Çaykovski’nin 1 No’lu Piyano Konçertosu ile

Fazıl Say bestesi “Mezopotamya” 2. senfonisi Türkiye’de ikinci kez ses-

lendirildi. Niyetimiz bunun haberini vermek değil, elbet bizden baş-

ka haber eden olmuştur. Kırmızı Yayınları’ndan çıkan “Fazıl Say” ki-

tabı geliyor akla. Bir dahinin hayatını Jürgen Otten anlatıyor. Kitaba

ilişkin yazıyı iç sayfalarımızda bulabilirsiniz. Jürgen Otten, Fazıl Say’ın

eğitim hayatındaki önemli evrelere, sanatçının dünyaca ünlü beste-

lerinin prömiyerlerine tanıklık etmiş. Haliyle bugüne kadar Say’a dair

yazılmış en kapsamlı biyografi de O’nun kaleminden çıkıyor. Fazıl

Say’ın yakın gelecekteki bestelerinin oluşum aşamasına bizler bura-

da aydınlık bir Türkiye'de tanıklık edeceğiz!

Haftaya buluşmak dileğiyle...

Demirtaş Ceyhun’unardından...

İÇİNDEKİLER SUNU

[email protected]

Baskı: Toros Yay. Mat. Tur. Org. San. Tic. Ltd. Şti.Oruçreis Cad. Remzi Özkaya Sok. No:16Bahçelievler / İstanbul Tel: 0212 655 44 34

Yönetim Yeriİstiklal Cad. Deva Çıkmazı No:3/3 Beyoğlu / İstanbulTel: 0212 251 21 14 / 251 21 15 / 251 55 04

Faks: 0212 252 51 22

Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir

Anadolum Gazetecilik Basım Yayın San. ve Tic. A.Ş.

adına sahibi:Mehmet Sabuncu

Genel Yayın Yönetmeni:Serhan Bolluk

Sorumlu Müdür:Mehmet Bozkurt

Aydınlık

KITAP.

“Yürekte Bukağı”, Tomris Uyar (YKY): Kıpkısa öykülerde dili ve hikayeyi aynı oranda

öne çıkararak can yakan öyküler kurduğu için.

“Lütfen Sessiz Olur musun, Lütfen?”, Ray-mond Carver (Can Yayınları):Bir şey anlatmıyormuş gibi yaparken insanın

gizlerini çırılçıplak ortaya çıkardığı için.

“Yanık Saraylar”, Sevim Burak (YKY):Öyküdeki şiirin şiirsellikten doğmasının gerek-

mediğini gösterdiği için.

“Gümüş Damacana”, Truman Capote(Sel Yayınları):Her yazdığı okunması gereken bir yazarın

birbirinden çarpıcı öykülerini tanıyabilmek

için.

“Eski Bahçe - Eski Sevgi”, Tezer Özlü(YKY): Sahicilik ve samimiyetin kısa öyküdeki ya-

lınlıkla birleşince nasıl bir etki yarattığını

görebilmek için.

ÖneriYorum

YALÇINTOSUN

1)

2)

3)

4)

5)

Haftanın Portresi: Joseph Conrad s. 4

s. 5

Platon’un Eczanesinde Kalfa Olmak s. 6

Dikkat Kuantum İçerir! s. 7

Çocukluğum, Suya Bıraktığım Ayak İzleri s. 8

Babil Balığı: Okko s. 9

Kayıp Şair: Safa Fersal s. 10

Reddedilemeyecek Gerçek: Devlet var! s. 11

s. 12

Remzi Ünal polisiyeleri s. 14

s. 15

“Kültürler arası bir değiş tokuş” s. 16

s. 17

Yeni Çıkanlar s. 18-19

Çocuk: Güneşi sırtında taşıyan köpek s. 20

Sahaf: İttihat ve Terakki içinde dönenler s. 21

Alıntı Test-Bulmaca s. 22

3 A�USTOS 2012 CUMA 3Aydınlık KİTAP

Reklam Müdürü: Saynur Okuroğlu

Sayfa Sekreteri: Alev Özgenç

Editör: Pınar Akkoç Yazıişleri: Damla Yazıcı

“Beyaz, boş kâğıtla baş başa oturmak en dramatik an’dır”

Bir “Profesyonel” Sürgünün Türkiye dönemi

“Türkiye’nin ruhunu arayan aydın: Kemal Tahir”

Küresel dengeleri alt üst eden gün: 11 Eylül

Page 4: KAPAK SAYI23 TEMMUZ:Layout 1aydinlikgazete.com/images/dosyalarim/kitapeki/2012/sayi...Asıl adı Leon Davidoviç olan Troçki, 1879 yılında Ukrayna’nın Karadeniz tarafında doğdu

MEHMET [email protected]

Adı bile nota sesiyle başlayan bir piyanist;

Fa’zıl Say. Ne zaman Twitter’da, Facebo-

ok’ta yazsa ya da bir röportajı çıksa olay

oluyor. Tartışmaların ortasında görüyoruz

Fazıl Say’ı. Bir bakmışsın memleketinden

ayrılmak istediğini söylüyor, bir bakmışsın

tutuklanmaktan bahsediyor. E, bu adam pi-

yanist değil mi? Galiba en az bildiğimiz

yönü!

O kendine “Berserker” diyor. Ber-

serkler İskandinav ve Cermen efsanele-

rinde geçiyor, cesareti ve kuvvetiyle meş-

hur savaşçı. Müziğin Berserker’i “Piyanist-

besteci-dünya yurttaşı Fazıl Say”ı Alman

yazar Jürgen Otten yazdı. Kır-

mızı Yayınları kitabı İlknur

Aka’nın çevirisiyle yayımladı.

“Baba” bir önsözle başlıyor

kitap. Önsözdeki, “Her çağda ve

her coğrafyada görülen, gerici-

liğe muhalafet etme görevini ye-

rine getiren tüm gerçek sanat-

çılar gibi, Fazıl Say da, ülke-

sindeki çarpıklık ve bozukluk-

lara dikkat çekmeyi görev edi-

niyor. Fazıl Say’ın sanatçı du-

yarlılığıyla ortaya koyduğu bu

muhalif tutumu, yurdumuzun emperyalizm

ve yobazlık kıskacından kurtuluşu yolun-

da verilen mücadeleye katkı sağlıyor.” Bu

sözler baba Ahmet Say’a ait.

Fazıl Say’ın müzik yeteneğinin nasıl keş-

fedildiğini biliyor muydunuz? Ben bilmi-

yordum, öğrendim. Eğer bugün dünya

Fazıl Say’ı tanıyorsa oyuncakçılarda bile

gördüğümüz, üfleyerek ses verilen, piyano

gibi tuşları olan o melodikaya çok şey borç-

luyuz. Tabii, Nazi Almanya’sından anava-

tanına geri dönen piyanistlerin duayeni

Mithat Fenmen’e de... Fenmen ışığı belki

geç keşfedebilirdi, oğlunun çıkardığı ses-

leri dinlediğini farkettirmemek için Ahmet

Say gazete okur gibi yapmasaydı. Alman

yazar Jürgen Otten Fazıl Say’ın yeteneği-

nin nasıl ortaya çıktığını ve yaşadığı orta-

mı tüm yalınlığıyla anlatmış.

Kitabın satırlarının bir Alman yazara ait

olmasını biraz kıskançlıkla okumuyor de-

ğiliz. Aslında utanmalı mıyız? Biraz uta-

nalım lütfen! Dünyaca ünlü piyanist Fazıl

Say, en önemli eseri olarak kabul edilen İs-

tanbul Senfonisi’nin ilk konserini İstan-

bul’da değil de Almanya’nın Dortmund

şehrinde vermek zorunda kalıyorsa, Say’la

ilgili bilinmeyenleri yazmak, İstanbul Sen-

fonisi’nin de hikayesini anlatmak niye bir

Alman yazarın hakkı olmasın...

Say, memleketinin müzik olduğunu

söylüyor. Ama memleketi için de duydu-

ğu kaygıları uzun boylu anlatıyor. 2066 Tür-

kiye’sini bile resmediyor. Oldukça ilginç.

Sanki bir siyaset bilimci gibi konuşuyor Fa-

zıl Say. Almanlar da onun bu yönünü tar-

tışıyor. Yazar, Dortmund Konser Binası’nın

Müdürü Benedikt Stampa ile Fazıl Say

hakkında söyleşi yapıyor. Yılla-

rın müzik adamı Stampa, Say

için “Özgür ama yalnız” diyor ve

ekliyor; “o bir dahi”.

Kitapta en şaşırtıcı konular-

dan biri de Fazıl Say’ın müzik tar-

zı ile ilgili yapılan tartışmalar. Fa-

zıl Say’ın müziği Almanya’da ve

Amerika’da da tartışma konusu

oluyor. 1995’te kazandığı Young

Concert Artist International Au-

ditions genç piyaniste Amerika’da

konserler vermenin yolunu açtı. 30 daki-

kalık sahnede kalma hakkını 5 dakika

olarak Nasreddin Hoca’nın Dansları’ndan

birkaç pasaj çalarak kullandı. İşte bu per-

formans onun dünyaca tanınması yolun-

daki ilk 5 dakika oldu. Sonrasında ABD’nin

klasik müzik başkenti New York’ta verdi-

ği konser gelir. Burada konser veren ilk

Türk piyanisttir. Bu genç ve sıradışı piya-

nistin konserine seyirci ve New York Ti-

mes’ın seçkin müzik eleştirmenleri bam-

başka bir tepki verir.

Otoriteler farklı fikir söyleselerde hem-

fikir oldukları şey belli; bu adam müzikle

yaşıyor. Kitapta Say’ın hayatındaki önem-

li dönemeçler, eserlerinin öyküleri göz-

lemlenerek yazılmış. Otten’ın gözlemleri

okuyucuyu Fazıl Say’a yaklaştırıyor. Bu ki-

tabı okurken canınız Fazıl Say’ı dinlemek

isteyecek. Mesela, İstanbul Senfonisi. Sesi

açın ve müziği duyun...

(Fazıl Say, Jürgen Otten, KırmızıYayınları, Çev: İlknur Aka, 198 s.)

HAFTANIN PORTRES�

Anadili Lehçe olmasına rağmen eser-

lerini yirmi yaşından sonra öğrendiği dil

olan İngilizce yazan Joseph Conrad, 3

Aralık 1857 tarihinde, o yıllarda Rus yö-

netiminde olan Berdiçev'de dünyaya

geldi. 1865’te annesini veremden, dört

sene sonra da babasını kaybetmesiyle

öksüz kalan Conrad hayatını dayısının

yanında, Krakov’da sürdürmeye başla-

dı. On altı yıl boyunca deniz donanma-

sında görev aldı. Kongo’da buharlı bir

geminin kaptanlığını yaparken karşı-

laştığı zulüm manzaraları bu meslekten

ayrılmasına sebep oldu. Aynı zamanda

1898’de yayımlanan ve ses getiren “Ka-

ranlığın Yüreği” adlı romanını yazma-

sına da zemin hazırladı.

İlk romanı “Almayer’in Deliliği”ni

1895'te yayımlayan Conrad’ın bu roma-

nını, 1897’de “Narcissus’da Bir Zenci”,

1898’de “Karanlığın Yüreği”, 1900’de

“Lord Jim”, 1907’de “Gizli Ajan” adlı

başlıca roman ve öyküleri izledi.

Yazarın en bilinen eserlerinden ‘Ka-

ranlığın Yüreği’nde Conrad, Avru-

pa’nın sömürgeci politikasını eleştirdi.

Conrad bu eserini, sömürülen ülkeleri

ve insanlarını ana konusu yapan eserleri

kapsayan, postkolonyalizm akımı doğ-

rultusunda kaleme aldı. Marlow isimli

bir gemicinin hikayesini dehşetle din-

leyen anlatıcının hikayesini anlattığı bu

eser, doğurduğu sömürgecilik tartış-

malarının yanı sıra, yerlileri vahşi ve hay-

vani özelliklerle anlatması nedeniyle, Ni-

jeryalı romancı ve eleştirmen Chinua

Achebe tarafından yapılan ırkçılık suç-

lamalarıyla da gündeme geldi.

Greenwich Gözlemevi’nin bomba-

lanmasını temel olay olarak aldığı bir di-

ğer romanı “Gizli Ajan”, yazıldığı dö-

nemde büyük ses getirmesinin yanında,

11 Eylül saldırılarından sonra da en çok

atıfta bulunulan kitaplardan biri olarak

kendisinden söz ettirdi.

1913’te beş ayrı üniversitenin ken-

disine sunduğu fahri ünvanları reddeden

Conrad, ölümünden kısa bir süre önce

kendisine sunulan Britanya Şovalyeliği

ünvanını da geri çevirdi.

1924’te geçirdiği kalp krizi sonu-

cunda hayata gözlerini yumdu.

Joseph Conrad(1857-1924)

“Yazar�n en bilinen eserlerinden ‘Karanl���n Yüre�i’ndeConrad, Avrupa’n�n sömürgeci politikas�n� ele�tirdi.

Conrad bu eserini, sömürülen ülkeleri ve insanlar�n� anakonusu yapan eserleri kapsayan, postkolonyalizm ak�m�

do�rultusunda kaleme ald�.”

Müziğin ‘Berserker’i3 A�USTOS 2012 CUMA4 Aydınlık KİTAP

K�TAPTAN ÜÇ CÜMLE

Bir zaman gelecek, bu para tutkusu bitecek ve insanlar kendilerini tekrar sa-

nata verecek...

Evet, ‘iPhone’ nesli sanatçılarında bir tuhaflık var.

Mozart’ın bir çikolata firmasının adı mı yoksa bir bestecinin adı mı olduğunu

bilmeli.

Say, memleketininmüzik oldu�unusöylüyor.Ama memleketi içinde duydu�ukayg�lar� uzunboylu anlat�yor.

..

.

.

Page 5: KAPAK SAYI23 TEMMUZ:Layout 1aydinlikgazete.com/images/dosyalarim/kitapeki/2012/sayi...Asıl adı Leon Davidoviç olan Troçki, 1879 yılında Ukrayna’nın Karadeniz tarafında doğdu

3 A�USTOS 2012 CUMA 5Aydınlık KİTAP

ERDEM ERGEN

Asıl adı Leon Davidoviç olan Troçki, 1879

yılında Ukrayna’nın Karadeniz tarafında

doğdu. Musevi bir çiftçi ailesinin ferdi

olan Troçki genç yaşından itibaren ihtilal-

ci fikirlere ilgi duyarak devrimci gruplara

katıldı. Bir bavul dolusu bildiriyle yaka-

landığında Çarlık Rusya’sı tarafından 20 yıl

hapse mahkûm edildi. İlk evliliğini 1900 yı-

lında hapishanede kendisi gibi bir ihtilalci

olan Aleksandra Sokolovskaya ile gerçek-

leştirdi. Bu evliliğinden Zenaide ve Nina ad-

larında iki kızı oldu.

SÜRGÜNLE BA�LAYAN S�YASALYA�AM1902 yılında Sibirya’da sürgünde iken

“Troçki” adlı bir gardiyan adına, sahte bir

kimlik hazırlatarak sürgünden kaçmayı

başardı.

1907 yılında Çarlık tarafından tekrar tu-

tuklanarak ikinci kez Sibirya’ya sürgüne

gönderildi. Buradan ikinci kez kaçmayı ba-

şardı. Bu seferde çeşitli tarihlerde Avus-

turya, İsviçre ve Fransa’da komünist faali-

yetlerini sürdürdü. 1916 yılında Fransa’dan

sınırdışı edilen Troçki bu kez de ABD’ye sı-

ğındı ancak burada kısa süre kalarak 1917

yılında Rusya’ya geri döndü. Yeniden Pet-

rograd Asker ve İşçi Sovyeti başkanlığına

seçildi ve bu sıfatıyla 1917 Ekim Bolşevik

Devrimi’nde çok önemli rol oynadı.

DEVR�M YILLARITroçki Devrim ile birlikte Dışişleri Ba-

kanlığı görevine getirildi. SSCB’nin ilk yıl-

larında dış politikada aktif görevler aldı.

İlkin Almanlarla Brest-Litovsk Barış Mua-

hedesini imzaladı. Türkiye ile de ilk an-

laşma orada oldu. 1918’de Vladimir Lenin

tarafından Harbiye ve Bahriye komiser-

liklerine getirildi. Kızılordu’yu kurarak baş-

kumandanı oldu. Lenin’in halefi olarak

anılmaya başlandı. Zırhlı treni ile Rusya’yı

dolaşarak, komünist ihtilaline karşı olan-

ları tasfiye ettirdi. Batı devletlerinin si-

lahlandırdığı “Vrangel-Denikin Beyaz

Rus Orduları”nı yendi. Lenin’in ölümün-

den sonra, Parti Sekreteri Joseph Stalin ile

mücadeleye başladı. Mücadeleyi kaybet-

ti. Stalin onu 1925 yılında önce Harbiye

Komiserliği’nden uzaklaştırdı. Bunun üze-

rine Troçki Stalin’e karşı “Sol Muhalefet”i

örgütlemeye başladı.

SÜRGÜN YEN�DEN BA�LIYORAncak Parti Kongresi’nden de galibiyetle

çıkan Stalin bu kez de Troçki’yi 1927 yılında

önce Alma Ata’ya sürgüne yolladı. Ancak

Troçki'nin muhalefeti orda da sürdürdüğü

için Stalin son çare olarak Troçki’yi ola-

bildiğince etkisiz kılacak yurtdışı sürgün se-

çeneklerini düşünmeye başladı. Arayışların

sonunda Troçki Türkiye’ye gönderilir. Böy-

lece Troçki'nin İstanbul yılları başlar. İşte

bu yıllar Ömer Sami Coşar’ın “Troçki İs-

tanbul’da” kitabında ayrıntılı bir biçimde ak-

tarılıyor.

Stalin, Napoleon’dan sonra Avrupa’nın

en çok korktuğu ve “bir numaralı isten-

meyen adam” olarak nitelenen Troçki’yi

sürgüne yollamaya karar verdiği zaman,

dünyada bu “baş ihtilalci”yi kabul edecek,

vize verecek tek bir devlet çıkmamıştır. Bu

durum üzerine Stalin, o günlerde dostça iliş-

kiler yürüttüğü ve anlaşmalarla bağlı bu-

lunduğu Türkiye’ye başvurmuş ve hasmının

“siyasi mülteci” olarak kabulünü ısrarla biz-

den rica etmiştir. 1929 yılının ilk günlerin-

de Ankara’da Atatürk devrinin Dışişleri Ba-

kanı Tevfik Rüştü Aras ile Sovyet Sefiri Su-

riç ile yapılan gizli görüşmeler 1968 yılın-

da açıklanmıştır. Bu gizli görüşmelerde,

Mustafa Kemal Paşa’nın, Troçki’nin Tür-

kiye’ye kabulü için Stalin’e bazı şartlar

ileri sürdüğü ve Stalin’in de görüşmeler so-

nunda bu şartları kabul etmek zorunda kal-

dığı ortaya çıkmıştır. Yazara göre bu şart-

lar şu dört noktada toplanıyordu:

“Troçki, Türkiye sınırları içinde tam bir

siyasi mülteci muamelesi görecektir. Bunun

dışında Sovyet hükümetinin herhangi bir

özel muamele isteği mevzubahis olamaz.

Troçki, Türkiye’de bulunduğu süre

içinde, başka bir memleketten vize temin

ettiği takdirde, derhal o memlekete git-

mekte serbest olacaktır.

Troçki, Türkiye sınırları içinde faaliyet

gösteremeyecek, neşriyat yapamayacak-

tır. Fakat, Türkiye’de istediğini yazabilir, bu

yazılarını Türkiye dışına yollayabilir ve

oralarda, isterse, bunları bastırabilir. Onun

bu hürriyetini Türkiye Cumhuriyeti katiyen

engelleyemez.

Troçki’yi Türkiye’de öldürtmek için

Sovyet idarecileri tarafından herhangi bir

teşebbüs yapılmayacağına dair kati teminat

verilecektir. Ayrıca Türkiye zabıtasının da

gerekli emniyet tedbirlerini alacağı ve top-

rakları üzerinde yaşayan bir siyasi mülteciye

böyle bir müdahaleyi şiddetle boğacağı da

peşinen bilinmelidir.”

Kitapta, Türkiye’de kaldığı dört yıl bo-

yunca, Troçki’nin vermiş olduğu siyasi mü-

cadele çeşitli ara başlıklar ve bölümler ha-

linde özetlenmiş durumda. Her bölümde an-

latılan tek tek olayların dünyanın o dönemki

siyasi gidişatına çok önemli etkilerde bu-

lunduğunu söylemek zordur. Ancak Troç-

ki’nin SSCB’den sürgün edilme nedeni,

Türkiye’ye kabul süreci, Türkiye’de kaldığı

süre boyunca gördüğü muamele, uluslararası

ilişkiler disiplini açısından öğretici örnekler

içermektedir. Kitap bu açıdan ele alındı-

ğında, ülkemizin bir dönem yürütmüş olduğu

dış ilişkilerindeki hassasiyetlerini kavramak

açısından da yararlı olacaktır.

Yazar, kişisel kavganın dışında, Troç-

ki’nin sürgüne gönderilmesine birkaç temel

gerekçe gösteriyor. Bunlardan bir tanesi,

Stalin’in ilk beş yıllık kalkınma planını uy-

gulamaya koymaya hazırlanmasıydı. Bu

planı ne pahasına olursa olsun uygulama-

ya odaklanmış olan Stalin açısından, Troç-

ki’nin Rusya’da bulunması bir tehditti. Si-

yasi etkisi fazla olan bir lider olarak Troç-

ki, bu dönemde memnuniyetsiz kitleleri ör-

gütleyerek Stalin’in iktidarına son verebi-

lirdi. Yine yazara göre Stalin, beş yıllık pla-

nın uygulanmasında ciddi anlamda paraya

gereksinim duyacaktı. Bunun temin yolu

olarak “Burjuva Batı”’yı gören Stalin, eğer

“Aşırı Sol”u tasfiye ettiğine Batı’yı inandı-

rabilirse gereken desteği bulabilecekti. Ni-

tekim yazar tarafından aktarılan, Stalin’in

devrin İngiliz Dışişleri Bakanı Austen

Chamberlain ile görüşmesi ve bakanın

Sovyet-İngiliz taraflarının ekonomik alan-

da sağlıklı görüşmeler yapabilmesinin ön

koşulu olarak Troçki’nin mutlaka elenme-

si gerektiğini ifade etmiş olması, bu tezine

somut destek olarak sunuluyor.

Troçki ise Bolşevik Devrimi sırasında

ezerek ülkeden sürdüğü ve bir kısmı İs-

tanbul'da yaşayan Beyaz Ordu komutan-

larının kendisine karşı bir suikast örgütle-

mesinden çekiniyordu. Türkiye’deki yaşa-

mını güvenli bir biçimde tamamlayan Troç-

ki daha sonra kısa süren Fransa ve Norveç

sürgünlerini gördü, ardından da Stalin'in

ajanı olduğu iddia edilen Jaime Ramón

Mercader del Río Hernández tarafından

barbarca öldürüldü.

SONSÖZ VE B�RKAÇ ELE�T�R�Troçki, 20. yüzyıl tarihinin hiç şüphesiz en

önemli simalarından bir tanesidir. Kendi ül-

kesinin kaderinin çizilmesindeki ve dünya

siyasetinin şekillenmesindeki yeri tartışılmaz

olan liderlerdendir. Siyaset açısından bu

denli önemli bir şahsın sürgüne gönderil-

mesi, üstelik ülkemize gelmesi ise pek çok

açıdan üzerine onlarca kitap yazılacak bir

hadisedir. Bu önemli görevi yerine getiren

kişilerden birisi olan gazeteci Ömer Sami

Coşar, ülkemiz gazetecilik tarihinin önem-

li isimlerindendir. Atatürk döneminde ye-

tişmiş, Kurtuluş Savaşı’nda milli mücade-

lenin yayılmasına ve zafere ulaşmasına ka-

lemiyle katılmış bir Kuvay-ı Milliyecidir.

Çok önemli bir arşivci olduğu da ifade edil-

mektedir. Kitap bu açıdan, dönemle ilgili bi-

rinci el kaynaktır.

Troçki, ülkemizde kaldığı dört buçuk yıl

boyunca dünyanın çeşitli yerlerinden faz-

la sayıda siyasi liderle doğrudan veya dolaylı

temaslar kurmuştur. Bu açıdan baktığı-

mızda, Troçki’ye herhangi bir biçimde esir

veya sürgün muamelesi yapılmadığını an-

lıyoruz. Cumhurbaşkanlığı makamından

başlayarak, dışişleri, emniyet yetkilileri ve

diğer görevliler, eski başkomutan ve dışiş-

leri bakanı olan Troçki’ye karşı önemli bir

misafir muamelesinden öte bir davranış ser-

gilememişlerdir.

Kitap, ayrıca söz konusu dönemde

uluslararası ilişkilerdeki, eğilimleri, den-

geleri, hesapları, vb. canlı olarak kavrama

imkânı sunmasının yanında Türkiye’nin ba-

ğımsız bir devlet olarak, dış politikadaki iti-

barını ve ilkelerinden ödün vermeyişinin de

canlı bir belgesidir.

Yazarın eleştirilecek tek noktası, kitapta

birkaç yerde geçen yargılarla ilgili somut

kaynakları kullanmamış olmasıdır. Troçki’yi

öldüren kişinin Stalin’in ajanı olması, Troç-

ki’nin sürgünde sürekli korku içinde yaşa-

ması, vb. psikolojik tahliller bu duruma iki

örnektir.

(Troçki İstanbul’da, Ömer Sami Co-şar, İş Bankası Kültür Yayınları, 216 s.)

Bir “Profesyonel”Sürgünün Türkiye dönemi

“Troçki’nin SSCB’den sürgün edilme nedeni, Türkiye’ye kabul süreci,Türkiye’de kald��� süre boyunca gördü�ü muamele, uluslararas� ili�kiler

disiplini aç�s�ndan ö�retici örnekler içermektedir. Kitap bu aç�dan eleal�nd���nda, ülkemizin bir dönem yürütmü� oldu�u d�� ili�kilerindeki

hassasiyetlerini kavramak aç�s�ndan da yararl� olacakt�r.”

Page 6: KAPAK SAYI23 TEMMUZ:Layout 1aydinlikgazete.com/images/dosyalarim/kitapeki/2012/sayi...Asıl adı Leon Davidoviç olan Troçki, 1879 yılında Ukrayna’nın Karadeniz tarafında doğdu

3 A�USTOS 2012 CUMA6 Aydınlık KİTAP

MURAT HATUNOĞ[email protected]

Etrafımızda ne çok rahatsız edici şey var.

Çoğunun neden var olduğunu bilmiyoruz,

sadece şikayet ediyoruz; ama hep etrafı-

mızdalar. Siğiller mesela ya da sivrisi-

nekler. Acaba kaç kişi sorup yanıtını

bulmuştur, sivrisinekler neden var ve o siv-

ri burunlarını neden her halta sokar? Peki

ya siğiller niye var? Neden kimi insanın

vücudunda yer tutar?

Bir bilene, bir cildiye hekimine, sor-

dum, virütiktir, dedi, bir şekilde bir yer-

den bulaşır, kaşımayla da vücuda ekilir.

Sonra denk geldi, başka bir bilene, baş-

ka bir cildiyeciye sordum. Virütiktir, ama

nedeni, nasıl bulaştığı, neden bazı in-

sanlara etkisinin olmadığı bilinmiyor,

dedi. Ve konu oradan tıbbın aslında çoğu

şeyi çözemediğine geldi. İmmün sis-

tem(bağışıklık sistemi) çözülemiyor, dedi,

sadece neyin bu sisteme iyi geldiği, güç-

lenmesine yardım ettiği hakkında tah-

minler var. Hele hele ki konu virüsler

olunca... Virüs küçüktür, ama çoğu zaman

net bir açıklaması ve çözümü yoktur,

grip virüsünün bile. Derken, immün sis-

temden söz etmeye devam ettik. Neşeli ol-

mak, zamanın efendisi olup önceyi ve son-

rayı kafaya takmadan yaşamak lazım, dedi

doktor, bakıyorsun, bir evde herkes has-

ta oluyor, bir kişi olmuyor; niye, adam

stressiz, neşeli; dolayısıyla bağışıklık sis-

temi güçlü.

Sonra, bir başka gün yine bu konu açıl-

dı. Tıbbiyelilerden biri, bir profesörleri-

nin siğiller hakkında ettiği bir sözü söy-

ledi. “Okutun çocuklar.” demiş profesör,

“hiç bilimsel değil, ama biz okuttuk öyle

geçti.”

Siğil küçüktür, ama mide bulandırır ve

bu yorumlar da merak uyandırır. O yüz-

den burada yazdıklarımdan daha çok

kez “bir bilene” danıştım bu konuyu. Ve

aldığım yorumların ortalaması, siğillerin

virütik olduğu, -diğer çoğu tıbbi mesele

gibi- hakkında bir kesinlik olmadığı ve te-

davisinde telkinlerin etkili olabildiği yö-

nündeydi.

Sadece siğil için değil, neredeyse

tüm hastalıklar için söyleniyor telkin ve

stres mevzusu. Hatta bu konuda kitaplar

yazılıyor. Bu kitapların büyük bir kısmı

sözümona felsefe zırvaları içeren saç-

malıklardan ibaret kalırken, kimisi de ger-

çekten düşündürücü içeriklere sahip

olabiliyor.

Bir süre önce “Platon’un Eczanesi”

isimli bir kitap, raflara çıktı. İsmi, benzer

isimlerle ortaya çıkan zırvaların çoklu-

ğundan olsa gerek, akla, “acaba bu da mı

onlardan” sorusunu getiriyor ilk bakışta.

Sonra okur, yazarın ismini görünce iç-

eriğin bambaşka bir yola gideceğini an-

layıp uzanıyor kitabın arka kapağına.

Jacques Derrida. Her satırı meraklandı-

rıcı, her satırı korkutucu. Korkutucu,

zira anlaşılamama riski fazla. Ya da öyle

sanılmış bu zamana kadar.

Oysa kitabın çevirmeni Zeynep Direk,

okurun yüreğine bu konuda su serpiyor

kitabın en başında: “1997 yılında Önay

Sözer’in öncülüğünde Derrida’dan bazı

kısa metinler çevrilmiş ve Toplumbilim

dergisinde yayımlanmıştı. Ben de o zaman

tezini Derrida üzerine yapan bir dokto-

ra öğrencisi olarak, Önay Sözer’in bana

uygun gördüğü “Platon’un Eczanesi”nden

bir parçayı çevirmeyi kabul etmiştim.

Kendisi de “Diffêrence” makalesini çe-

viren ve diğer makaleleri düzeltmekle uğ-

raşan Önay Sözer ona teslim ettiğim çe-

viride ‘çok anlaşılır bir Derrida’ bulmuş-

tu. Derrida bu kadar anlaşı-

labilir olabilir miydi? O za-

mandan beri, bu konuda ıs-

rarlıyım: Derrida aslında ga-

yet anlaşılır bir düşünür; sorun

bizim Derrida’yı okuma tec-

rübesizliğimizde ve genel ola-

rak felsefe çevirisi yaparken

yaşadığımız tedirginlikler ve

acemiliklerde. Zaman içinde

insan bir şeyin nasıl daha ko-

lay anlaşılabilir bir biçimde

söylenebileceğini öğreniyor.

Çeviri hantallığından biraz

daha kurtarılabiliyor.”

Kitabı okuduktan sonra bu sözlerine

itiraz etme ihtimali düşüyor okurun,

doktorasını Memphis Üniversitesi’nden

alan, yurtiçinde ve yurtdışında editörlük

çalışmaları yapan(“Derrida: Critical As-

sessments of Leading Philosophers”;

“Dünyanın Teni”; “Sonsuza Tanıklık”;

“Irk Kavramını Kim İcat Etti” gibi),

Defter ve Felsefelogos dergilerinde Der-

rida, Levinas, Heidegger, Merleau-Ponty

ve Sartre üzerine yayımlanan makalele-

riyle bilinen Prof. Dr. Zeynep Direk’e.

Zira okuru arka kapaktan iç say-

falara çeken şu satırlara yanıt

ararken, keyifli ve az sancılı bir

fikrî seyahate çıkıyor okur, Antik

Yunan’dan düne, döne döne.

“İnsan bedeninin girişlere, sız-

malara açık geçirgen doğasını dü-

şünürken akla gelen fiillerden

biri: zerk etmek. Felsefe tarihi, in-

san bedeniyle birlikte ruhunun da

deva bulmak, şifaya kavuşmak

için eczaya ihtiyacı olduğunu söy-

leyen filozoflarla dolu, Sokra-

tes’in hilafına. Sonu gelmez tar-

tışmalara yol açan bu mesele Pla-

ton’un Phaedrus’unda açığa çık-

mıştır. Derrida, bu tartışmaya,

mitle felsefenin iç içe geçişini

vurgulayarak sıra dışı bir katkıda

bulunuyor: Yazı, mitolojinin ve fel-

sefenin dediği gibi ruha zerk edi-

len bir zehirse söz nedir? Sözün

suç ortağı yazı! Söz de ruha zerk

edilmiyor mu? Söz de yazı da

doğaya kafa tutuşun ta kendisi de-

ğiller mi? Bedeni ve ruhu da ola-

ğan seyrinden uzaklaştırmıyorlar

mı? Acılarını dindi-

reyim derken onları

zehirlemiyorlar mı?”

Kitaptaki güzelliklerden

biri de, çoğu kavramın ve

sözün hem Türkçe karşılık-

larının hem orijinal hâllerinin

sürekli olarak veriliyor ol-

ması. Böylece hâlihazırda bi-

linen ve yeni öğrenilen kav-

ramlar ya da Türkçesinin ne

olduğuna bir türlü karar kı-

lınamayan karşılıklar çarpış-

mıyor; aksine birbirlerine

muntazam ilikleniyor. Tabii yine de fel-

sefe kavramlarına ve Derrida’ya çok da

mesafeli olmamak gerek. Yoksa hafif

hafif başlayabilir sancıma.

Velhasıl, Pinhan Yayıncılık yine ilgiyle

ve lezzetle okunacak bir kitabı koymuş

raflarına. Zaten Pinhan kitaplarının ta-

mamına yakını okunası, Şark, İnceleme,

Edebiyat ve Felsefe Dizisi raflarında...

Yazının başındaki, sivrisinekler neden

vızıl vızıl sokar, sorusunun yanıtını merak

eden okurlara:

Erkeğin kafasından çıkan iki tane

küçük ve tüylü duyargada bulunan çok sa-

yıda duyu hücresinden meydana gelmiş

Johnston organı, ses dalgalarının titre-

şimlerini alır ve ayırt eder. Bu tüylü du-

yargalar yalnızca dik durumdayken ses tit-

reşimlerine karşı duyarlıdırlar. Johnston

organı, eşeylerin bulunmasında çok

önemlidir. Dişinin çıkardığı titreşimler

belli bir rakamdan sonra (100-8000 tit-

reşim/saniye) erkeklerde çiftleşme isteği

yaratır. Erkeklerin sürü oluşturduğu ev-

relerde bu vızıltılar en üst seviyeye çıkar.

Ergin dişi ve erkek sivrisineklerin be-

sini bitki ve meyve sularından aldıkları şe-

ker ve proteinden oluşur. Ancak, dişiler

yumurta yapabilmek için kan emmek

zorundadır. Laboratuvar ortamında, kan

emmeden ve bitkisel besinlerle beslene-

rek uzun süre yaşatılabilirler fakat yu-

murta elde edemezler.

Az sivrisinekli, bol kitaplı geceler!

(Platon’un Eczanesi,Jacques Derrida, Pinhan Yayıncılık,

Çev: Zeynep Direk, 128 s.)

Platon’un EczanesindeKalfa Olmak

Yaz�, mitolojinin ve felsefenin dedi�i gibi ruha zerk edilen bir zehirse söz nedir? Sözün suçorta�� yaz�! Söz de ruha zerk edilmiyor mu? Söz de yaz� da do�aya kafa tutu�un ta kendisi

de�iller mi? Bedeni ve ruhu da ola�an seyrinden uzakla�t�rm�yorlar m�?

Page 7: KAPAK SAYI23 TEMMUZ:Layout 1aydinlikgazete.com/images/dosyalarim/kitapeki/2012/sayi...Asıl adı Leon Davidoviç olan Troçki, 1879 yılında Ukrayna’nın Karadeniz tarafında doğdu

“PARADOKS: BİLİMİN EN BÜYÜK DOKUZ BİLMECESİ”

Dikkat Kuantumİçerir!

SEVİLAY ATAİBİŞ ASLANOĞLU [email protected]

Bilimin iletişimine yaptığı katkılardan

dolayı, İngiliz Kraliyet Akademisi tara-

fından madalyaya layık görülen, Jim Al-

Khalili'nin yeni kitabı “Paradoks: Bili-

min En Büyük Dokuz Bilmecesi”, Cem

Duran çevirisi ile Domingo Yayın-

evi’nden çıktı.

Kitabın giriş bölümünde paradoksla-

rı; “Çeşit çeşit paradoks vardır. Bazıları

ekstra bilgi gerektirmeyen düz mantık

paradokslar, bazılarıysa altında bütün

bir bilimdalının yeraldığı buzdağının

ucudur. Çoğu paradoks, genelde hatalı

olan bazı varsayımlarda bulunur; üze-

rinde dikkatlice düşünüldüğünde çözü-

lürler. Aslında bunlara paradoks demek

bile doğru değildir, çünkü karışıklık çö-

züldüğünde paradoks da ortadan kal-

kar. Gerçek paradoks, kısırdöngüsel ve

kendisiyle çelişen bir sava yol açan veya

mantıksal açıdan imkânsız bir durum

doğuran ifadedir” diye açıklıyor.

“Paradoks” aklınızı fazlasıyla zorla-

yacak bir kitap... ama bundan çok zevk

alacaksınız”. Kitabı okumaya başlayıp

ilk paradoksu okuduğunuzda pek de

zorlayıcı bulmuyorsunuz. Fakat merak

boyutu sizi hemen bir sonrakine uçuru-

yor. Kitabı okurken sonraki aşamada

ise, bir hesap makinası, not kağıdı ve ka-

lem ediniyorsunuz. Verilen paradoks ör-

nekleri öyle zihin çalıştırıcı ki ve merak

uyandırıcı ki, yazarın örnekleri ile bü-

tünleşiyorsunuz. Bilim ve Kuantum Fi-

ziği'ne ilgi duyanlar için, zaman zaman

bildiğimiz paradokslarında kitapta yer

aldığını belirtmek isterim.

Örnek: Üç yolcu geceyi geçirmek

için bir otele gelmişler. Genç resepsi-

yoncu üç yataklı bir oda için 30 dolar is-

temiş. Üç yolcu, her biri eşit olarak 10

dolar verecek şekilde anlaşmışlar.

Anahtarı alıp odaya çıkmışlar. Birkaç

dakika sonra resepsiyonist bir hata yap-

tığını farketmiş. Otel bir haftalığına özel

bir kampanya başlattığı için yolculardan

aslında 25 dolar alması gerekiyormuş.

Müdüre farkettirmeden hatassını dü-

zeltmek üzere kasadan bir 5 dolarlık

kaptığı gibi müşterilerin odasına fırla-

mış. Yolda beş doları üç kişiye bölüştü-

remeyeceği aklına gelince her bir müş-

teriye birer dolar verip geri kalan iki do-

ları kendisi almaya karar vermiş. Böyle-

ce herkes memnun olur diye düşünmüş.

Fakat şöyle bir sorun var: Bu durumda

üç arkadaştan her biri dokuzar dolar

vermiş olacak. Bu para otelin kasasına

giren 27 dolara karşılık geliyor. Resepsi-

yonistin cebine de 2 dolar girdi; etti 29

dolar. Peki ilk baştaki 30 doların son bir

dolarına ne oldu?

Yazar bu örneğe; “açıkçası ben göre-

medim diyor. Sorunun paradoks gibi gö-

zükmesinin tek nedeni ifade ediliş şekli”

açıklaması ile kitap bir sonraki para-

doks örneğine, macera edermişsiniz gibi

sizi sürüklüyor.

(Paradoks: Bilimin En Büyük Do-kuz Bilmecesi, Jim Al-Khalili, Domin-go Yayınevi, Çev: Cem Duran, 200 s.)

“Ço�u paradoks, genelde hatal� olan baz� varsay�mlardabulunur; üzerinde dikkatlice dü�ünüldü�ünde

çözülürler. Asl�nda bunlara paradoks demek bile do�rude�ildir, çünkü kar���kl�k çözüldü�ünde paradoks da

ortadan kalkar.”

7Aydınlık KİTAP

Page 8: KAPAK SAYI23 TEMMUZ:Layout 1aydinlikgazete.com/images/dosyalarim/kitapeki/2012/sayi...Asıl adı Leon Davidoviç olan Troçki, 1879 yılında Ukrayna’nın Karadeniz tarafında doğdu

3 A�USTOS 2012 CUMA8 Aydınlık KİTAP

Çocukluğum, SuyaBıraktığım Ayak İzleri

DAĞHAN DÖ[email protected]

Çamurdan oyuncaklarda dağıldı çocukluğumBaşağın su sıkıntısındaHep ağrıdı yüzüme kazınan bozkırEllerimde buhran, sesimde tenha

(Gonca Özmen, Sonbahar Üşümeleri)

Sis perde gibi kentin semasına çekilmiş.

Sanki göğün tenhalarında sevişen çiftler var

da, ardına gizleniyorlar. Aynı kentin so-

kaklarında, sağımdan ve solumdan insan-

lar yürüyor. Yüzler ifadesiz. Mimikler ti-

yatral bir kurguya hizmet ediyor. Her sabah

aynı saatte aynı yerden geçmek, törensel bir

mahiyet kazanmış adeta. Güneşin düşüş açı-

sını dahi bu geleneksel geçiş törenine göre

ayarladığını düşünüyorum. İçinde bulun-

duğum sıradanlığın aksine, beynimde ışıl-

tılı bir lunaparkın kapıları aralanmış. Ha-

yal gücümün atlı karıncalarına bilet kesi-

yorum. Birden bire küçücük bir bedenin

içinde buluyorum yaşlı ruhumu. Birileri gök-

delenlerin mavi ejderhalar gibi yükseldiği

bu soğuk kent dekorunu değiştiriyor. Ve ben

25 yıl öncesinin Teşvikiye’sinde açıyorum

gözlerimi. 19.yüzyılda Abdülmecid Han ta-

rafından yaptırılan o geniş avlulu Teşviki-

ye Camii’nin bitişiğindeki Kalıpçı So-

kak’ta… Yazın sakin ve esintili akşamla-

rında, caminin bahçesinden yükselen ağus-

tos böceğinin şarkısını duyar gibi oluyorum.

Üç ay süren uzun yaz tatillerinde ne-

redeyse her akşam yemekler

yenilip, eller yıkandıktan sonra mahallenin

bütün çocukları sokağın, Şakayık Aralığı’na

dönen köşesinde toplanıyor. Gözleri kapalı,

birden otuza kadar sayan çocuğun sesi, git-

tikçe uzaklaşan ayak seslerine karışıyor ve

ansızın tekerlemeye benzer bir şeyler işiti-

liyor: “ önüm arkam sağım solum sobe, sak-

lanmayan ebe…” Kah kahkahalarla kah

kavga ederek biten saklambacın ardın-

dan, gizli ajan edasıyla caminin bahçesine

sızıyor ve oturduğumuz apartmanın bitişi-

ğindeki iki katlı ahşap binayı gözetliyoruz.

Binanın üst katında yalnız ve yaşlı bir ka-

dın oturuyor. Hepimizin ortak kanaati ka-

dının bir katil olduğu ve evinde kesik insan

başları sakladığı… Az evvel oyun oynarken

her türlü sudan sebepten kavgaya tutuşan

çocuklar, kadının bir cani olduğu konusunda

istisnasız anlaşıyorlar.

ESK� MAHALLEYE DÖNÜ�İnatla yatağa yatmamaya diretilen, salon-

daki koltukta sızılan yorgun gecelerin sa-

bahında, sokakta oyun oynayan çocuk,

evin küçük erkeğine dönüşüyor. Tek başı-

na bakkala gidip, evin ihtiyaçlarını karşı-

lamak zorunda. Ciddi bir yüz ifadesi takı-

nıp, emin adımlarla arka sokakta; Top-

ağacı’na inen yokuşun başındaki bakkala

ulaşıyor. Daha doğrusu bakkal amcası-

na… “Ne istiyorsun delikanlı?”, “On yu-

murta, gazete…” Görevin ilk bölümü ta-

mamlandı. Kendinden memnun. Küçük

adımlar bu defa, Sait Çiftçi Okulu’nun

önünden yolun karşısındaki fırına yöneli-

yor. Fırın sahipleri Rizeli… Kürekçi usta-

nın şivesi onu gülümsetiyor. Eve varana dek,

mutlaka ekmeğin sivri ucu yenmiş oluyor.

Bu zor işi başarmanın ödülü!

Bir havanın erken kararmasından, bir de

içinde yuvalanan hüzünden anlıyor çocuk;

kış aylarının yaklaşmakta olduğunu. Her sa-

bah, yarı mahzun yarı uykulu gözlerle,

mavi önlüğünün beyaz yakasına uzanıyor

eli. İlikleyemiyor; ekşimiş yüzüne, öfkenin

suları karışıyor. İmdadına babaannesi ye-

tişiyor. Su dinginleşiyor.

Son dersin de zili çaldığında, koşar

adımlarla eve dönüyor çocuk. Mahallenin

neşesizliğine, bir fıkra gibi dalıyor. Onu gö-

ren esnaf laf atıyor; kahkahalarla gülüm-

süyor. Oysa bu cümbüşe aldırış etmeden,

çantasını fırlattığı gibi pencerenin önüne di-

kiliyor. Pencere nöbetine! Babası işten dö-

nene dek, endişe içinde türlü oyunlar oy-

nuyor. “Gözümü açacağım ve gelmiş ola-

cak!” “İki arabadan sonra,

üçüncüsü babamın ki ola-

cak!” En sonunda tanıdık

bir duygu, ona babasının ge-

lişini müjdeliyor. Huzur duy-

gusu! Tıpkı, kış akşamların-

da gecenin karanlığını loş

bir aydınlığa çeviren karın;

içinde yarattığı duygu gibi.

Bir de lapa lapa sessizliği, na-

ralarıyla bölen bozacının!

Beni eski mahalleme

döndüren, aynı pencerenin

önüne geldiğimde bilinçsiz-

ce kafamı kaldırıp, o çocuğu,

kendi çocukluğumu görme

umuduyla dolduran, Her-

mann Hesse’nin dilimize

“Gençlik Güzel Şey” adıyla

çevrilen ve birçok öyküsünden derlenerek

kitaplaştırılan eseri oldu. Bazı kitaplar

vardır ki, sizi bir yolculuğun içine sürükler.

Hesse’nin kitabı, okuyucuyu çocukluğuyla,

çocukluğunun henüz hayata soru işareti gibi

bakan gözleriyle yüzleştiriyor. Çevresindeki

insanlar ve nesneler üzerinden kendini, ha-

yattaki yerini anlamlandırmaya çalışıyor.

“…Az önce Oskar ayrılmıştı benden ve

biliyordum ki, şimdi eve gidiyordu, geniş ve

rahattı, şen bir ıslık oturtmuştu dudakları-

na, hiçbir önseziyle ruhu kasvete boğul-

mamıştı. Yolda hizmetçilere ve fabrika iş-

çilerine rastlayıp da, onların bilmecemsi,

belki o toz kondurulamayacak, belki yüz kı-

zartıcı yaşamlarını gördü mü, buna ne bir

gizem, ne olağanüstü bir sır, ne bir tehlike,

ne de vahşi ve sürükleyici bir şey gözüyle ba-

kıyor, suyla karşılaşmış ördek gibi bunu eni-

konu doğal ve tanıdık buluyordu. Evet, böy-

leydi durum. Oysa ben hep dışarıdaydım,

hep kıyıda kenarda kalacaktım; tek başıma,

güven duygusundan uzak, içi sezgilerle

dolu ve bir kesinlikten yoksun yaşayıp gi-

decektim hep” (Gençlik Güzel Şey, s. 113).

�ÇSEL YOLCULUK: DO�Aİtalyan yazar Calvino, “Görünmez Kentler”

isimli kitabında, gezgin Marco Polo’nun ağ-

zından, “geçmişin durağan olmadığını,

baktığın konuma ve zamana göre her an de-

ğişmekte olduğunu” söyler. 1946 yılında No-

bel Ödülü de alan yazar Hesse’nin, yazıya

konu eserinde; benzer bir zihinsel yaklaşım

sezilebilmektedir. Geçmişine bulunduğu

yerden bakan ve çözümlemeye çalışan

Hesse, otobiyografik bölümler içeren öy-

külerinde; kitabın arka kapağındaki tanıtım

yazısında da belirtildiği üzere, genellikle do-

ğayı kendine dekor olarak seçmiştir. Hat-

ta doğa kavramı Hesse’de dekor olmakla

kalmamış, kendi içsel yolculuğunun ayrıl-

maz bir parçası konumuna ulaşmıştır;

“…Sırf bir şeyler yapmak, yaşamakta ol-

duğumu hissetmek için, bulunduğum yer-

den bakınca bu işi başarmak pek yorucu ol-

duğu halde, dağın ta doruğuna çıkmaya ka-

rar verdim. Dorukta insan, kasabanın ada-

makıllı üzerinde olur, uzakları görebilirdi.

Hemen bayır yukarı koşup, üstteki kaya-

ya vardım, taşların arasından yukarı çıktım,

çalılıklar ve kağşamış kaya kırıntıları halinde

ıssız dağın uzayıp gittiği yüksek araziye ulaş-

tım…” (s. 18).

20. yüzyılın en büyük yazarlarından

kabul edilen Hermann Hesse, Roman-

tizm akımının etkisinde kalmış, romanla-

rında ekseri bireyin kendini anlama ve

aşma serüvenini tema edinmiştir. Birinci

Dünya Savaşı sonrasında, savaş karşıtı ola-

rak saf tutan yazarın, 1922 yılında kaleme

aldığı “Siddharta” kült eserlerinden biri ola-

rak kabul edilmektedir. Kitapta, Doğu fel-

sefesinden hareketle yine bireyin arayışı ve

ruhsal serüveni anlatılmaktadır.

Beni çocukluğuma döndüren, Behçet

Necatigil ve Kamuran Şipal’in doyulmaz çe-

virisiyle Can Yayınları'ndan kitaplıklarımıza

sunulan “Gençlik Güzel Şey”, bakalım sizi

ne tür yolculuklara çıkaracak saygıdeğer

okuyucu...

(Gençlik Güzel Şey, Hermann Hesse,Can Yayınları, Çev: Behçet Necatigil/

Kamuran Şipal, 278 s.)

“Hesse’nin kitab�, okuyucuyu çocuklu�uyla, çocuklu�ununhenüz hayata soru i�areti gibi bakan gözleriyle yüzle�tiriyor.

Çevresindeki insanlar ve nesneler üzerinden kendini,hayattaki yerini anlamland�rmaya çal���yor.”

Hermann Hesse

Page 9: KAPAK SAYI23 TEMMUZ:Layout 1aydinlikgazete.com/images/dosyalarim/kitapeki/2012/sayi...Asıl adı Leon Davidoviç olan Troçki, 1879 yılında Ukrayna’nın Karadeniz tarafında doğdu

OkkoM. SALİH [email protected]

“Hayat bir hastalıktır; cinsel yolla taşınır ve her zaman ölümcüldür.”

Neil Gaiman

1 Haziran tarihli “Çizgilere ne oldu?” baş-

lıklı yazımda, Türkiye’deki çizgi roman ya-

yıncılığı hakkındaki düşüncelerimden kı-

saca bahsetmiş ve yayımlanmakta olan sı-

nırlı sayıdaki güzel çizgi romanlara dikkat

çekmiştim. Yazının yayımlandığı tarihten

bu yana seri halinde yayınına devam edi-

len ve birer çizgi roman klasiği olmaları,

nostaljik duyguları yineletmeleri dışında

hiçbir önemi olmadıklarından bahsettiğim

Tex, Nathan Never, Martin Mystere, Za-

gor, Mister No, Kit Taylor, Dylan Dog’un

ciltlerinin basımını bir kenara koyarsak,

çizgi roman yayıncılığı inanılmaz dur-

gundu. Sandman’in daha önce yayım-

lanmış ve artık piyasada zor bulunan bir-

kaç cildi yeniden baskıya girdi. Hala ra-

kipleri bulunamayan iki devin -ve elbet-

te yerli çizgi romancılığı da yeni isimleri

çıkaramadığı için bu nedenle yerden yere

rahatlıkla vurabileceğimiz- Galip Tekin’in

“Tuhaf Öyküleri”nin 3. cildi (Cilt ilginç şe-

kilde şu ana kadar yayınlanmış en sevdi-

ğim Galip Tekin öykülerini barındırı-

yor.) ve Bülent Arabacıoğlu’nun Türk çiz-

gi romanında bir süper kahramana en ya-

kın olarak yaratılmış, efsane serisi “En

Kahraman Rıdvan”ın 5. cildi piyasaya çık-

tı. Marmara Çizgi, Conan’ın 2. kitabını ya-

yımladı. Sıkıntıyla yurt dışından sipariş ge-

tiren birkaç çizgi romancıdan aldığım

çizgi romanları karıştırırken, artık ne za-

man ülkemizde de bir çizgi romancıya gir-

diğimde (ki zaten sadece çizgi roman sa-

tışı yapan yerler ne yazık ki birkaç şehir-

de ve belirli yerlerde mevcut) seçim yap-

mak için başımın döneceğini, ne zaman sa-

atlerimi harcayabileceğimi düşündüm.

Paramı “Johnny The Homicidal Maniac”a

mı, “Elmer”a mı, “Preacher”a mı, “Dayt-

ripper”a mı versem, hangisi ile daha faz-

la eğlenebilirim diye düşüneceğim? Oku-

yucuların da seçim şansının fazla olmaması

sebebi ile mecburen belirli isimlere ve se-

rilere yönelmesiyle sonuçlanan bu çeşit-

siz ve renksiz çizgi romanı yayıncılığının

değişmesi, gelişmesi için daha ne kadar za-

manın geçmesi gerektiğini bilmiyorum an-

cak edebiyat eleştirmenleri ve kitap in-

celemesi üzerine yazılar yazan bizler için

de bu durum oldukça zorlayıcı ve sınır-

landırıcı bir hal almaya başladı. O ne-

denledir ki çoğunlukla çizgi romanlara da

köşemde yer vermek isterken ancak iki ay

sonra bir çizgi romanın tanıtımına geçe-

biliyorum.

BASKI VE ÇEV�R�Bu açıdan Yapı Kredi Yayınları’na çizgi ro-

man okurları olarak sanırım ne kadar te-

şekkür etsek az. Hem oldukça güncel sa-

yılabilecek bir seriyi dilimize kazandırdı-

lar hem de raflarda bulunan diğer çizgi ro-

manlarla karşılaştırdığımızda kusursuz

bir baskı kalitesiyle, kalın kapaklı ve üs-

telik gayet makul bir fiyatta piyasaya

sundular. 3. cildi “Hava Devri” de yayın-

lanan Okko aslen ilk olarak Fransız çiz-

gi roman firması Delcourt tarafından ve

ilk sayısı 2005 yılında olmak üzere ya-

yımlanmaya başlandı. YKY’nin bir ciltte

topladığı her devir aslında iki kitaptan ve

her kitapta Okko’nun sıralı olarak ya-

yımlanmış sayılarından oluşuyor. Yazarı-

nın ve çizerinin asıl adı Humbert Chabu-

el olmakla birlikte kalem adı olarak

“Hub” lakabını kullanıyor. Serinin içeri-

ğindeki şiddet ve cinsel temalar göz önü-

ne alındığında serinin tamamen yetiş-

kinlere ve genç yetişkinlere yönelik ol-

duğunu söylemek yanlış olmaz. Hub’ın çi-

zimleri ve detayları o kadar iyi ki bazen çiz-

gi romanı unutup dakikalarca sadece çi-

zimleri inceliyorsunuz. Stephan Pela-

yo’nun ve Hub’ın ortaklaşa renklendir-

meleri de gerçekten inanılmaz ve hay-

ranlık uyandırıcı. Renklendirmeleri ile her

kareye yeni bir ışık ve boyut kazandır-

mışlar. Kullanılan renk paletleri de ol-

dukça özenli ve fazla sayıda. Çizgi roma-

nı ve konusunu anlatmaya geçmeden

önce son olarak tercümesi için birkaç şey

söyleyelim. Her üç cildin de çevirmenli-

ği yapan Teyfur Erdoğdu’nun tercümesi

şüphesiz son beş yıldır gördüğüm en iyi çiz-

gi roman tercümesi! Hiçbir cümle yapısını

ve konuşma tarzını es geçmemiş. Yakın-

sama ve yorumlamaları ise kusursuz. Se-

rinin İngilizce tercümesinde bile bulun-

mayan sözlük açıklamalarını eklemekten,

bu özeni göstermekten dahi kaçınmamış.

Şöyle ki serinin İngilizce tercümesinde de

Japon kültürünü diyaloglardan arındır-

mamak, mekânı ve kurguyu korumak

adına Japonca kelimeler tercüme edil-

mezken, elimdeki İngilizce baskısında

bu kelimelerin anlamlarıyla ilgili hiçbir

açıklama veya dip nota da rastlamadım.

Fakat Türkçe baskısının eşsizliği burada

da devreye giriyor ve ek araştırmaya ihti-

yaç duymadan, Samuray ve Ronin ara-

sındaki farkı, Bunraku, Kami, Sapman, vb.

pek çok kelimenin anlamına anında dip

notlarla ulaşabiliyorsunuz. Çevirisine ve

baskısına on puan verebileceğimiz serinin

içeriğine gelelim.

HER YER�NDEN ÖZENFI�KIRIYORKöşeyi takip edenler Lian Hearn’ün Oto-

ri Efsaneleri kitabındaki başarısız ve ür-

kütücü boyutlarda cehaletle dolu, Batı yo-

rumuyla Japon mitolojisi anlatımını nasıl

yerden yere vurduğumu hatırlayacaklar-

dır. Burada durum bunun tam tersi. İn-

sanlarla sıklıkla temas halinde bulunan

tanrılardan en küçük detaylara kadar

Hub’ın kurguladığı Pajan İmparatorluğu

bu işin nasıl yapılması gerektiğinin dersi-

ni sunuyor. Öykü anlatımını ve kurgusu-

nu dahi batılılaştırma gayretine girişmiyor

ve Batı’nın sevilmeye mecbur bırakılan ka-

rakter tek tipleştirmelerine bulaşmıyor. Bu

nedenle de eleştirilerimden biri bencilce,

son derece detayla inşa ettiği her halinden

belli olan dünyasının kurgusunu nebze

nebze okuyucuya anlatıyor olmasıdır.

Hâlbuki evreni bir an önce tanımak, he-

men içinde kaybolmak istiyorum ancak

bunun için Hub’ın diğer işlerini beklemek

mecburiyetinde kalacağımız kesin. Öykü,

temel olarak bir samuray hikâyesi ve bu

tipte öykülerin Japon mangalarının hi-

mayesi altında kaldığı düşünülürse, bu hi-

mayenin dışında kendisini kanıtlayabilmiş

ve beğeni görebilmiş tek serinin Okko ol-

duğunu söylemek yanlış olmaz. Hikâye,

Pajan İmparatorluğu’nun uçlarında efen-

disi olmayan bir samuray olan (Ronin) Ok-

ko’nun başı çektiği, gizemli Noburo ve ke-

şiş Noshin’den oluşan iblis avcısı grubunun

etrafında şekilleniyor. Tikko’nun kız kar-

deşi Küçük Sazan’ın kaçırılması ve Ok-

ko’dan yardım dilemesi ile 1. cildin asıl ma-

cerası başlar. Zamanla anlatıcıda olduğu

gibi hikâyede de dönüm noktaları ve de-

ğişimler oluyor fakat zevkinizi bozmamak

için hiçbirinden bahsetmeyeceğim. Her

ciltte hikâyenin daha da güzelleştiğinin ve

karakterlerin de daha fazla renklendiğinin

sözünü verelim yeter.

Genel olarak kurgusal temposunda hiç

düşüş yaşanmayan ve bir sonraki karede

başka ilgi çekici bir detayla dönmeyi be-

cerebilen Okko’da tek sıkıntı, aksiyonunun

biraz anlaşılması ve görünüşüne alışılma-

sı zor olduğudur. Bunun nedeni -şahsi fik-

rim- her karede Hub’ın yeteneğini daha da

fazla kanıtlamak ister gibi tıkıştırmaya ça-

lıştığı detaylardaki fazlalık ve sayfa yapısı

boyutlarının buna pek müsaade etmeye-

cek ölçüde olmasıdır. Özellikle aksiyonun

bol olduğu sayfalarda detaylardan fazlasıyla

kaçınılan mangalara ve aksiyonu sürekli

olarak renk şeritleri ve efekt balonları ile

çözümleyen geleneksel Amerikan çizgi ro-

manlarına alışkın okurun bu detayları

hazmetmesi biraz zaman alabilecektir.

Ancak bir kez alıştıktan sonra her sayfa-

da, ürkütücü bir yetenekle resmedilmiş de-

tayların arasında kaybolacak ve çıkmak is-

temeyeceksiniz. İlgi çekici ve sonradan fark

ettiğim detaylardan biri de çizgi romanın

anlatım balonlarının sayfaların akışını ve

okunuşunu hiç bölmeyişiydi. Dikkatle in-

celenirse öykü balonlarının bu amaçla ne

kadar kusursuzca yerleştirildiği görülebi-

lir. Bu anlamda yerli çizerlerimize de ör-

nek oluşturabileceğini umuyorum. Tam an-

lamıyla modern bir Avrupa çizgi romanı

olan Okko’yu bütün çizgi roman severle-

re tavsiye ediyorum.

(Okko 3: Hava Devri, HumbertChabuel, Yapı Kredi Yayınları,

Çev: Teyfur Erdoğdu, 96 s.)

3 A�USTOS 2012 CUMA 9BABİL BALIĞI Aydınlık KİTAP

Humbert Chabuel

Page 10: KAPAK SAYI23 TEMMUZ:Layout 1aydinlikgazete.com/images/dosyalarim/kitapeki/2012/sayi...Asıl adı Leon Davidoviç olan Troçki, 1879 yılında Ukrayna’nın Karadeniz tarafında doğdu

BİR BÖLÜMÜ SÖYLENMİŞ VE ANSIZIN KESİLMİŞ BİR ŞARKI GİBİ ŞİİRLER

CAFER YILDIRIM [email protected]

Safa Fersal doksanlı yılların başında

ürün vermeye başlayan şairlerdendir.

‘90,‘91 ve ‘92 yıllarında ardı ardına ba-

sılmış üç kitabı bulunuyor. Ayrıca yine ‘93

yılında basılmış Sunay Akın’la birlikte ha-

zırladıkları “Şiir Cumhuriyeti” adlı bir

mensur eseri var.

“Seni Bir Güle Armağan Ettim” adlı

ilk kitabı 12 Eylül öncesi dönemim dev-

rimci duyarlıklarını yansıtıyor. “Partiza-

nın Günlüğü” ve “Sevgili Düş Saatle-

ri”nde şairin yeni tematik açılım çabala-

rına rastlanmakla birlikte “antifaşist di-

renç, devrimci inanç, eşitlik ülküsü, öz-

gürlük özlemi, ölüm ve yaşamla ilgili sor-

gulama, aşk ve ayrılık” bir izlek olarak

varlığını sürdürüyor. Bütün bu izlekler

devrimci mücadele içinde bulunan insa-

nın eylem ve yaşam alanında şekilleniyor.

Safa Fersal hapishane kökenli olan

kendi kuşağına dâhil diğer şairlerden en

fazla Soysal Ekinci ile söylem benzerli-

ği gösterse de şiirsel arayış bakımından

en özgür davranışları sergileyen şair ola-

rak tümünden farklı bir yerde duruyor.

B�R UZUN YOL YÜRÜYÜ�ÇÜSÜŞiir kişisinin, karşısındaki kişiye sesleni-

şi biçiminde kurgulanmış olan söyle-

minde arada bıraktığı anlam boşlukları

okuyucuya geniş bir yorum olanağı su-

nuyor. Okuyucu şiiri başka zaman ve me-

kânlarda yeniden okuduğunda yeni an-

lamlar yükleme olanağına fazlasıyla sa-

hip bulunuyor. Bu durum onun şiirinin

başat özelliklerinden biri olarak öne çı-

kıyor. Anlamı değişik biçimler içinde

yoğurma çabası da onda süreklilik ka-

zanmış ayırıcı bir özellik olarak görünü-

yor. Harflerin alt alta sıralanışından tu-

tun da kelimelerle şekiller oluşturma, di-

zeleri kırarak ya da merdiven biçiminde

sıralamaya dek farklı farklı biçimler kul-

lanmaktan, bu biçimler yoluyla yeni bir

şiir kurma arayışından hiç vazgeçmeyen

bir şair Safa. Biçimde olduğu gibi söyle-

yiş alanında da gündelik yaşamda hiç kul-

lanılmayan ya da pek az kullanılan keli-

meleri şiirine taşımakta çekince göster-

miyor. Onlara hayatiyet kazandırmaya ça-

lışıyor. İşte birkaç örnek: Gong, anafor,

plea, arpeji, tüveyc, dekadan, barbi-

zon… Ayrıca bu noktada şairin anlatı-

mındaki alışılmamış bağdaştırmaların

yoğunluğuna da işaret etmek gerekiyor:

Anlık edim, çıkarcı imge, ulu enerji,

barbar kahır, tropik düşünce, çiçek sesi,

kar yongası, tüzel sevi, emeğin tözü…

Safa Fersal’ın günlük hayatın dışın-

daki kelimeleri kullanmaya yönelik eği-

limi, şiirinde alışılmamış bağdaştırmala-

ra sık sık rastlanmasının nedenini de açık-

layıcı durumdadır. Kendine özgü bağ-

daştırmalarıyla anlatımında sürpriz-

ler yaratması onun söylemini farklı ve

ilginç kılmaktadır.

Hem biçim hem anlatım alanın-

da sürekli bir arayış ve yenilik çaba-

sı içinde olması, onun şiirini aynı dö-

nemdeki diğer şairlerin şiirinden

farklılaştırmakla birlikte bu farklılı-

ğın bir olgunluk aşamasına ulaştığı-

nı, karakteristik halini aldığını söy-

leyemeyiz.

Safa Fersal aşağı yukarı 2002 yı-

lından bu yana şiir yayımlamıyor, ya-

yımlanmış olanlar da bir elin par-

maklarını geçmiyor. Daha önce ya-

yımlanmış şiirleri ise savruk yaşamı-

na koşut biçimde değişik dergi say-

falarında kalmış, kitap bütünlüğü

içinde bir araya getirilmemiştir. Onun

şiiri bir bölümü söylenmiş ve ansızın

kesilmiş bir şarkı çağrışımı yapmak-

tadır. Söylediklerinden daha çok

söyleyeceklerinin olduğunu, oluş-

turduğu imgelerden yepyeni oriji-

nallikler yaratabileceğini, dünya ve

hayat tasavvurundan “bir uzun yol

yürüyüşçüsü” olabileceğini çıkarta-

biliyoruz:

“hayırgül kalsıngülmek bir ilktir geleceğesüt aksınyaksın dölü.üret proleter aşklarıverimli yüreğinin yamacındagerilirken sancıyla bilinç damarlarınyarınların savaşçı çocuklarına gebe kalsabırla direnve inatla besle bilgeliğiki çığlık çığlığa doğsun isyanınkitlelerin yüreğine”Safa Fersal oldukça şehirli bir dil kul-

lanmasına karşın kırların kokusunu dai-

ma hissettiriyor. Dağların ıssızlığında, ya-

maçlarda, geçitlerde, çamların, polenle-

rin, yağmurların ve çiçeklerin diyarında

dolaşan gerilla figürü ise onun şiirine ro-

mantik bir hava katıyor. Kırların yalnız-

lığı ve uzaklığında isyanını kuşanmış

olan gerilla, halk savaşı özleminin de en

güçlü dayanağı olarak bir umut metafo-

runa dönüşüyor:

“yağmurla geleceğimyalıtılmış sözcüklerle-gün aydındiyeceğim sana-gün aydın, güllediğim gökkuşağıhaylaz çakan şimşekaydınlatacak siyah saçlarınıgövdendeki al yiniyeterli olacaksın böylecekaranlığa parlamak içinşiiri tanıtlamak için

…(taşlıkta ayrıkotları, güvercin kümesi)veevevvesaniyesi yıldızlarınbir türevyasasız, yörünge dışı.örneğin son demindeyiz yetersiz kalmanın-utkulu- budanmamışve saatler işliyor”Safa Fersal 1960 Elazığ doğumlu.

Necati Bey Eğitim Enstitüsü Türkçe bö-

lümünü bitirdi. Bir süre Türkçe öğret-

menliği yaptı, daha sonra farklı işlerde ça-

lıştı. Sık sık işsiz kaldı. Bir ara İsveç’e git-

ti, bir yıl kadar orada yaşadı ve döndü.

Daha önce söylediğim gibi savruk bir ya-

şamı oldu Safa Fersal’ın. On yılı aşkındır

şiir yazmıyor, yazıyorsa bile yayımlamı-

yor. Üç kitabından sonra yayımladığı şi-

irler ise şimdi adını kendisinin bile unut-

tuğu dergilerin tozlu sayfaları arasında

kaldı. Bu haliyle onun şiiri özgün ama he-

nüz tamamlanmamış, yeterince olgun-

laştırılmamış bir görünüm arz ediyor.

“Öteki-siz” dergisinde 2002’de yayım-

lanmış “Durmadan” adlı şiiri şu dizeler-

le son buluyor:

“kimseye ölüyüm diyemiyorum

durmadan bir safa yaratıyorlar be-

denimden”

Biz de şairimize diyoruz ki: Ölü ol-

madığını biliyoruz, şiirin seni bekliyor “ve

saatler işliyor”.

Harflerin alt altas�ralan���ndan tutun

da kelimelerle�ekiller olu�turma,

dizeleri k�rarak ya damerdiven biçimindes�ralamaya dek farkl�

farkl� biçimlerkullanmaktan, bu

biçimler yoluyla yenibir �iir kurma

aray���ndan hiçvazgeçmeyen bir �air

Safa.

3 A�USTOS 2012 CUMA10 Aydınlık KİTAP

Kayıp Şair: Safa Fersal

Page 11: KAPAK SAYI23 TEMMUZ:Layout 1aydinlikgazete.com/images/dosyalarim/kitapeki/2012/sayi...Asıl adı Leon Davidoviç olan Troçki, 1879 yılında Ukrayna’nın Karadeniz tarafında doğdu

3 A�USTOS 2012 CUMA 11Aydınlık KİTAP

CENK ÖZDAĞ

Bilgimizin şüphe götürdüğü durumlarda bil-

gimizi sınayacak durumların peşine takılırız.

Bilgimizi sınamak için kimi deneyler düzen-

ler ve kontrollü deneyler aracılığıyla yanılgı-

larımızı bertaraf etmeye, doğru bildiklerimizi

yanlışlamaya çalışırız. Yanlışlama girişimle-

rimize rağmen ayakta kalan bilgilerimize

sıkı sıkıya sarılırız.

Devletin ve egemenlerin varoluşuna iliş-

kin şüphelere karşı ilk yapılacak şey, devle-

tin otoritesini sınamak, sınırlarını zorlamak

olacaktır. Devletin en güvenilir kayıtlarına yö-

neldiğimizde hapishane (güvenlik) ve vergi

(borç) kayıtlarına ulaşırız. O halde parmak-

lıkları sınayalım. Parmaklıklar kimleri kim-

lerden ayırmaktadır. Yahut da vergi kaçırmak

yerine vergi ödemeyelim, o halde, devletin ya-

nıtı ne olurdu dersiniz? Bu soruları soran

önemli bir figür Henry David Thoreau idi.

Amerikalı bir anarşizan eylemci olan Tho-

reau’nun ruhu bugün Antonio Negri ve Mic-

hael Hardt’ın bedeninde, yazdıklarında ya-

şıyor. İkilinin, Abdullah Yılmaz tarafından

Türkçe’ye kazandırılan, son eseri Duyuru bu

yıl Ayrıntı Yayınları tarafından yayımlandı.

Manifestodan Duyuruya: Anlatılan se-

nin hikayendir! Bu kez anlatan da sensin!

Negri ve Hardt, devletin kırmızı çizgile-

rinde şekillenen yeni öznellikleri ele alıyorlar.

Eserin adı, daha şimdiden, ağırlığına ilişkin

önemli ipuçları sağlasa gerek. Duyuru söz-

cüğünü eserin çevirmeni Abdullah Yılmaz,

Declaration sözcüğüne karşılık kullanmış.

Bir bakıma manifestoyu çağrıştırıyor. Kitap-

ta Komünist Parti Manifestosu’na benzeyen

yönler mevcut. Eser, 2011 yılında tüm dün-

ya’da yaygınlaşan toplumsal hareketleri ele

alıp, bunları daha da geliştirme ve bu top-

lumsal hareketleri daha da ileriye taşıyacak öz-

neleşme olanaklarına odaklanıyor. Yazarların

duyurdukları, tüm dünya halklarının, ezilen-

lerinin gösterileri ve özlemleridir. Bu özlem

ve gösterilere ilişkin görüşlerini bir an önce tar-

tışmaya açmak adına hızla kaleme alan ya-

zarlar tartışmalarına önemli saptamalarla

başlıyorlar. Marx, Kapital’de “Anlatılan senin

hikayendir!” (De te fabula narratur.) demiş-

ti. Şimdi, Negri ve Hardt, Duyuru’da hikaye-

sini dinliyor kitlelerin, kendilerini tutamadan

çözüm önerilerini ekleseler de. Bu yazıda ya-

zarların düşüncelerine ilişkin açıklamalar ve

eleştiriler yazarların görüşleriyle birlikte kol

kola ilerleyecektir.

HAK�KAT� GÖRMEN�NFORMÜLÜYukarıda saydığımız vergi ve hapishane iki-

lisinin ikincisi hakikatin kalın demir par-

maklıklarla ayırması bakımından belki de ha-

kikati görmenin en yalın formülünü oluştu-

ruyor: “Hapishanede olanlar birçok bakım-

dan daha az şeyden korkar; karşılarına çıkan

hapishane sistemi, gardiyanlar ve diğer mah-

puslar ne kadar tehlikeli ve sert olursa olsun,

sınırlı ve bilinen bir şeydir.”

Negri ve Hardt de hakikati görmenin

formülünü ortaya koyarak başlıyorlar tartış-

malarına: “Bu mücadeleler içinde yer alma-

yan birçok insan söz konusu olaylar arasındaki

bağlantıları görmekte zorlanacaktır.” Bu for-

mülden hareketle 2011 yılında tanıklık ettiği-

miz eylemlerin genel özelliklerini sıralayalım:

Lidersizlik ve örgütsüzlük: “Günümüzün

toplumsal hareketleri düzeni tersine çeviri-

yor, manifestoları ve peygamberleri gereksiz

kılıyor… Medyanın kavrayamadığı ya da

kabul etmediği şey şuydu: Tahrir Meydanı’nda

lider yoktu.”

Toplumun çeşitli kesimlerini kucakla-

yan sorunlar ve talepler: Konut yokluğu, yok-

sulluk, diplomalı işsizlik, artan ırkçılık, poli-

sin göstericilere karşı uyguladığı şiddet, sağ-

lık ve eğitim haklarının piyasa mekanizmaları

ile çiğnenmesi ve sosyal hizmetlerin nitelik-

sizleşmesi.

Yerleşiklik: Eskiden Dünya Ticaret Ör-

gütü, IMF, Dünya Bankası ya da G 8 Zirve-

lerinde tanık olduğumuz gezici eylemci kit-

lesinin sert eylemlerinin yerine, yerleşik, di-

siplinli ve somut gerçekleştirilebilir taleple-

ri olan eylemliliklere tanıklık ediyoruz. Hat-

ta, işin ilginç tarafı, bu kez gezici eylemleri yü-

rütenler protesto edilenler olmaktadır. “Dün-

ya liderleri’’ çeşitli “önlemler’’ almak için bü-

tün kriz noktalarına ya adamlarını yolluyor-

lar ya da bölgesel toplantılara katılıyorlar.

Yerele özgülüğün bir sonucu olarak pro-

testolar farklı şekillere kavuşuyor: “İsrail’e

özgü çadır protestosu (Bunlara işgalci de-

meyelim!) Filistinlilerin hakları ve yerleşim

yeri meseleleri konusunda sessiz kalmak

adına taleplerini hassas bir dengede tutuyor;

Yunanlar tarihsel boyutta bir borç ve kemer

sıkma önlemleriyle karşı karşıya; Britanyalı

isyancıların öfkesi uzun bir geçmişe dayanan

ırksal hiyerarşiye yönelik ve onlar çadır bile

kurmadılar’’.

ÜRET�LEN ÖZNELL�KNegri ve Hardt’ın ifadeleriyle, yukarıdaki ye-

niliklerin ışığında, amaçlarına yer verelim:

“Biz bu bildiride 2011 yılında patlak ve-

ren mücadeleler çevriminin arzularını ve ba-

şarılarını anlatmayı amaçlıyoruz ancak bunu

yaparken hareketleri doğrudan analiz etmek

niyetinde değiliz; biz bu hareketlerin içinde

yükseldiği genel toplumsal ve politik koşulları

irdelemeye girişiyoruz. Bizim saldırı noktamız,

mevcut toplumsal ve politik krizler bağlamında

üretilen hakim öznellik biçimleridir. Biz,

hepsi de yoksullaştırılmış ve toplumsal eylem

güçleri maskelenmiş ya da gizemli bir hava-

ya büründürülmüş başlıca dört öznel figürle

ilgiliyiz: Borçlandırılan, medyalaştırılan, gü-

venlikleştirilen ve temsil edilen.’’

Yukarıda sayılan dört öznel figürün de

hikayesi, esasında, aynı sürece dayanıyor. Do-

layısıyla birbirlerinden ayrılamayan bu dört

figür toplumsal hareketlerde kolaylıkla bu-

luşabilmiştir. Negri ve Hardt bu dörtlü ya-

pıyı sınıflandırırken şu şekilde kavramsal-

laştırıyor:

“Neoliberalizmin zaferi ve krizi ekonomik

ve politik hayatın koşullarını değiştirdi ama

aynı zamanda da, yeni öznellik figürleri oluş-

turarak, toplumsal, antropolojik bir dönü-

şümü başlattı. Finansın ve bankaların ege-

menliği borçlandırılanları yarattı. Bilişim ve

iletişim şebekeleri üzerindeki kontrol med-

yalaştırılanları yarattı. Güvenlik rejimi ve ge-

nelleştirilen istisnalar devleti korkunun pen-

çesine düşmüş ve korunmak için yalvaran bir

figürü, güvenlikleştirilenleri yarattı. Ve de-

mokrasinin yozlaşması garip, depolitize edil-

miş bir figürü, temsil edilenleri ortaya çıkardı.’’

KORKUTAN GÜVENL�KGüvenlikleştirilmekte gönüllü olmak için

öncelikle korkutulmak ve sürekli olarak kor-

kutulmak gerekmektedir. Sistem hem ken-

disinden hem de kişinin çevresinden kork-

masını sağlıyor. Böylelikle çevre ile sistem ara-

sında bir özdeşlik kurmak da kolaylaşıyor. Sis-

tem artık kişinin içinde yaşadığı bir ortama,

hem de zorunlu bir yaşamsal ortama dönü-

şüyor. Kişi bununla da kalmayarak sistemin

uygulayıcısı olacak şekilde görevlendirili-

yor: “Güvenlikleştirilen toplumda iki tür

dramatis personae vardır: Mahpuslar ve gar-

diyanlar. Ve sizden iki rolü birden aynı anda

oynamanız istenir.” Gardiyanlar, zaten her za-

man biraz da mahpustular. Onları mahpus-

lardan ayıran parmaklıklar ve üniformalar dı-

şında sahte bir “serbest zaman”a ve gerçek

bir vardiyaya sahip olmalarıdır. Bu açıdan ba-

kıldığında bu yanılsama hemen her yurttaş

için geçerlidir.

Bunun en somut göstergesi evlerin ha-

pishaneye çevrilmesidir. Öyle ki evler hapis-

hane olmuş ve dışarısının “tehlikesi”nden

yurttaşları korumaktadır: “Güvenlik toplu-

munda yaşayanların korkusu, egemen med-

yanın korkutma taktikleriyle sinsice ve acı-

masızca üretilmektedir. Akşam haberlerini iz-

lemeniz bile dışarıya çıkmaktan korkmanız

için yeterlidir; süpermarket reyonları ara-

sından kaçırılan çocuklardan terörist bom-

balama planlarına, komşu semtteki psikopat

katillere kadar her şey vardır.”

AMER�KAN KARABASANIDolayısıyla gardiyanla mahpus arasında gö-

reli bir ilişki vardır. Bir kişi aynı zamanda hem

mahpus hem de gardiyandır. Ama gardiyan

kendi kendisini hapsetmez, altta kalacak bi-

rilerine ihtiyaç vardır. Bu basit bir “altta ka-

lanın canı çıksın” oyunu değildir. Olay bunun

da ötesinde başgardiyanın bir türlü görüle-

mediği, yargıcın hiç kalem kırmadığı, mah-

kemenin hiç toplanmadığı, celp kağıdının hiç

gelmediği bir muhakeme sisteminin sürekli

işletildiği bir egemenlik deneyidir. Birey bu

nedenle kırılmıştır, çoklaşmıştır:

“Güvenlikleştirilen birey homojen bir fi-

gür değildir. Aslında, sonsuz derecede fark-

lı hapislik biçimi güvenlikleştirilen öznelliğin

işleyişi açısından çok önemlidir. Çok düşük

bir oranda olsa da, her zaman sizden daha

kötü durumda, daha büyük bir gözetim ya da

denetim altında, olan birileri vardır’’.

Eskiden Amerikan Rüyası vardı: Çalışan

kazanacağına inanırdı, daha fazlası için ça-

lıştırılırdı insanlar. Şimdi ise yine bir Ameri-

kan Rüyası var. Bu kez rüya, kabusa hatta bir

karabasana dönüşmektedir. ABD’de “Son yir-

mi otuz yıldaki olağanüstü hapishane inşaa-

tı projelerine rağmen, hücreler hala aşırı

dolu.’’ Amerikan Kabusu da Rüya gibi in-

sanları çalıştırmaya ve itaate zorluyor. Bu kez

kitleler “istisnaların’’ berbat sonlarından

kendilerini ayırarak aşağı düşmemeye çalı-

şıyor. Artık kitleler boğulmamak için suda çır-

pınıyorlar.

S�STEM�N KARABASANI:GÜVEN�LECEK HALK VAR!Sistem halka her şeyden çok güveniyor. Söz

konusu hapishane inşaatları ve tutuklamalar,

medyalaştırma ve borçlandırma beraber dü-

şünülünce sistemin halka duyduğu “sarsılmaz

güven’’ açıkça görülebilir. “Neoliberal eko-

nominin gereği olarak işçiler açısından gi-

derek artan belirsizlik, esneklik ve hareket-

lilik ilksel birikimin yeni bir aşamasına işaret

ediyor; bu aşamada artık nüfus katmanları ya-

ratılmıştır. Kendi hallerine bırakılacak olur-

sa, işsiz ve düzenli işi olmayan yoksullar dü-

zen güçleri açısından tehlikeli sınıflar oluş-

turabilir.’’ Hapishane, bu yönüyle düşünül-

düğünde, “artık nüfusun deposudur bir ba-

kıma ama aynı zamanda da ‘özgür’ nüfus için

korkutucu bir derstir de.’’ Bu sonuncu sap-

tamaya katılmamak elde değil. Ama yine de

sormak gerek hapishaneler söz konusu iş-

levden bağımsız düşünülebilir mi? Bu işlev,

sınıflı toplumun tarihi kadar eski olsa gerek.

(Duyuru, Antonio Negri/ Michael Hardt,Ayrıntı Yayınları, Çev: Abdullah Yılmaz, 128 s.)

Reddedilemeyecek Gerçek: Devlet var!“Demokrasi ancak, onu kavray�p hayata geçirmeye yetkin bir özne ortaya

ç�kt���nda gerçekle�ecektir.’’

ÖZNE ARANIYOR!

Page 12: KAPAK SAYI23 TEMMUZ:Layout 1aydinlikgazete.com/images/dosyalarim/kitapeki/2012/sayi...Asıl adı Leon Davidoviç olan Troçki, 1879 yılında Ukrayna’nın Karadeniz tarafında doğdu

ELİF ŞAHİN HAMİDİ[email protected]

1985’te “Bir Beyoğlu Düşü”, 1987’de “Ber-

lin’de Sanrı” ve 1991’de “Kanallar” adını ta-

şıyan anlatı kitapları yayımlanan Demir

Özlü, yirmi yıl gibi uzunca bir aradan son-

ra “Önünde Boş Bir Uzam” isimli yeni bir

anlatıyla okura merhaba dedi. Bunca yıl el-

bette boş durmadı Özlü; romanlar ve öy-

küler kaleme aldı. Üstelik yazarlık tasarı-

larının bittiğini düşünmesine rağmen...

1950 kuşağının önemli yazarlarından De-

mir Özlü, son anlatısında küreselleşme

sonucu oluşan yeni Berlin’i bugünün bakış

açısıyla; baba-oğulun kuşak farkını da or-

taya koyarak yansıtıyor. Bu son kitapta bir

yandan Berlin’i solurken bir yandan da Öz-

lü’nün yazmak eylemi ile olan ilişkisine, bu

eylemin sancılarına tanık oluyoruz. “Beyaz,

boş kâğıtla baş başa oturmak en dramatik

an'dır. Yanılarak, doğacak metnin doğdu-

ğunu sanarak, yazar kâğıtların başına otur-

duğunda ilk cümlelerden sonra yazı kendi

kendini, kendi içinden çıkarak, yani kendini

doğurarak yürümüyorsa hemen bırakma-

lı yazmayı” diyen Demir Özlü ile son kita-

bını konuştuk...

1985, 1987 ve 1991 yıllarında kaleme al-dığınız anlatı kitaplarının ardından tamyirmi yıl sonra yeni bir anlatıyla okurunkarşısına çıktınız. Neden bu kadar uzun biraradan sonra yazıldı bu kitap?Başka şeyler yazdım. 91’de kendi yazarlığım

açısından üç “anlatı”nın yeterli olacağını dü-

şünmüştüm. Öte yandan yaşamımın bu

kadar uzayacağını bilmiyordum. Kendimi bir

anlatı daha yazabilmeye yoğunlaştırma-

mıştım. Bu son yirmi yılda romanlarla öy-

küler yazdım. Anlatı bu yıl kendini zorladı.

Yazıldığından sonra da hemen yayınlandı.

Bu yıl mart ayında İstanbul'da yazılmıştı.

Bir söyleşinizde, “Kanallar’ı yazdıktansonra benim yazarlık tasarılarım bitti.Baktım kitaplarıma, ben söylemek iste-diğim her şeyi söylemişim, diye düşündüm.Özellikle okumak isterseniz, size o üç taneanlatıyı öğütlerim: “Bir Beyoğlu Düşü”,“Berlin’de Sanrı”, “Kanal Kentlerinde”.(…) Bu kitaplarda ben söylemek istediğimher şeyi söylemişim. Kanallar’la benim ya-zarlık projem bitti. Artık elimi kolumu sal-layarak dolaşmak istiyordum biraz” di-yorsunuz. Ama görüyoruz ki daha söyle-

yecek çok şeyiniz var… Evet, “Kanallar” 91’de yayınlandıktan son-

ra söylemek istediğim şeylerin hemen hemen

hepsini söylemiş olduğumu düşündüm. Ya-

yınladığım şeyleri tekrar tekrar okumam. Bu

bana çok zor gelir. 91’de ruhsal bir rahatlık

duydum. Bu rahatlıkla yayınladığım şeyle-

rin bir bölümüne göz attım. Gerçekten bir

yazar sürekli yazmaya, yazmayı da yaşamı-

nın sonuna kadar sürdürmeye

zorunlu değildir. Yazın tarihinde

pek çok örnekleri var. O üç anla-

tı: “Bir Beyoğlu Düşü” (1985),

“Berlin’de Sanrı” (1987) ile “Ka-

nallar”dır (1991). Şimdi üçü, ge-

çen yıl bir arada yayınlandı. “Ka-

nal Kentlerinde” (2010) günceler

kitabıdır. Başka bir söyleşide yan-

lış not edilmiş. O günceler, yaşa-

mım ile çalışma düzenimin bel-

geleri. Onları bu açılardan çok seviyorum.

“Kanal Kentlerinde” anlatı değil. 1979 ile

1989 arasında Türkiye’ye hiç gelmeden

yurtdışında yaptığım geniş (ve gerçekleşti-

rilmesi zorunlu olmayan) bir programda

“Kanallar”ı son kitap olarak düşünüyordum.

Zorunlu olmayan bu program tamamlandı

ama ne var ki ben başka şeyler de yazmak,

yayınlamak zorunda kaldım. Örneğin, geçen

eylülde üçüncü baskısı yapılan “Tatlı Bir Ey-

lül” gibi, şimdi piyasada olmayan “İthaka’ya

Yolculuk” gibi romanlar... Söyleyecek çok şe-

yiniz var demenizi “iltifat” kabul ederim.

Ama bu zamanla belli olur, yani neler ye-

nidir, neler yeni değildir gibi şeyler... Ama

91’den sonra yazdıklarımda da yeni şeyler var

sanıyorum. Fakat bunu ben değerlendire-

mem. Bizde yeterince varolmayan yazınsal

incelemelerle anlaşılabilir bu.

Bu son anlatı kitabınızda okuru da Ber-lin’de bir yolculuğa çıkarıyorsunuz; şehrintarihsel acılarına ortak ediyorsunuz. Okurda yazarla birlikte metroya biniyor, Ber-

lin’in güzel mahallerini keşfeçıkıyor; sakin kafelerde bir nefesalıyor. Yazarı “sen” diye anlatı-yorsunuz; neden birinci tekil şa-hıs “ben” değil? Neden “sen”?“Önünde Boş Bir Uzam”, akılcı

bir gözle bakılırsa Batı dünyası-

nın en büyük belirleyici merkez-

lerinden biri olan Berlin’i güncel

bir gözle -adeta gazetecilik gibi-

yansıtmak istiyor. Arada bir ruh-

sal ve düşünsel olarak göndermelerle de-

rinleşmek istiyor. Orada yeni Berlin var; di-

yeceğim, küreselleşme sonucu oluşan Ber-

lin. Baba ile oğul -iki kuşak- arasındaki ba-

kış farkı. Bazen dünyanın da, kendi ülke-

nin de çıkışsız kaldığı dönemler yaşanır. El-

bette sonra değişecek bu. Tarihin sonu gel-

medi. Yakın gelecekte de, orta gelecekte de

çok büyük olaylar olacak. Danimarkalı fi-

lozof da, Kleist da dönemlerinin büyük çal-

kantıları içinde böyle düşünmediler. Tersine

Hegel böyle düşündü. 20. yüzyılın Alman-

ya’sı Hegel’le Bismark’ın yarattıkları Al-

manya’dır. Kuşkusuz bugün de büyük çal-

kantılara gebe. 1919’da o kaos içinde Rosa

Luxemburg ve Karl Liebknecht iktidara ge-

lebilselerdi hem Rusya’daki Sovyet ihtila-

li güçlenecek, hem de sosyalizm, bütün zor

koşullara karşın tek ülkede kalmayacaktı.

Şimdi Türkçede 1950’lere kadar söylev

(nutuk) anlamına gelen Fransızca “disco-

urs” sözcüğünü 1950’lerden sonra felsefe ça-

lışmalarında kazandığı yan anlamlarla

“söylem” diye karşılıyorlar. Bu karşılık ye-

terli mi bilmiyorum. Ama bu anlatı “gün-

cel bir discours” olduğu için “sen” anlatı-

mını seçtim.

OKUMAK EDEB�YATIN EN BÜYÜK�T�C� GÜCÜKitapta, kendini iyileştirmek için yazdığı-nı düşündüğünü söylüyor yazar. Edebiya-tın böyle de bir işlevi var; bir yanıyla şifaverici, iyileştiricidir. Öte yandan da acıtanbir eylem. “Yazı tasarıları kolay kolaygelmez insanın zihnine. Tamamlanmış, se-nin kabul edebileceğin parlak bir tasarınınaniden gelişiyse çok seyrek olur. Onu dahiyazıya geçirirken bazı bölümlerini dermeçatma bulursun. Ama yazıp tamamlama-lısın” diyorsunuz. Yazma sürecinizi, bu sü-recin sancılarını biraz detaylıca konuşabilirmiyiz? Sadece beyaz olan kâğıtla baş başakalma durumunu…Bu defa ben İstanbul’dan ayrılmadan önce

de çok genç bir edebiyat tutkunu benden

yazma süreçlerini anlatan bir kitap yazma-

mı istedi. Çok sevimli bir istek, ama çok ro-

mantik. Kendimi dolaylı da olsa ders vere-

cek düzeylerde görmem. Örneğin ben bir

3 A�USTOS 2012 CUMA12 Aydınlık KİTAP KAPAK

DENEY�ML� YAZAR DEM�R ÖZLÜ’YLE YEN� K�TABI “ÖNÜNDE BO� B�R UZAM” ÜZER�NE...

“Beyaz, boş kâğıtla baş başaoturmak en dramatik an’dır”“Önünde Bo� Bir Uzam, ak�lc� bir gözle bak�l�rsa Bat� dünyas�n�n en büyük belirleyici merkezlerinden biri

olan Berlin'i güncel bir gözle -adeta gazetecilik gibi- yans�tmak istiyor. Arada bir ruhsal ve dü�ünsel olarakgöndermelerle derinle�mek istiyor. Orada yeni Berlin var; diyece�im, küreselle�me sonucu olu�an Berlin.

Baba ile o�ul -iki ku�ak- aras�ndaki bak�� fark�. Bazen dünyan�n da, kendi ülkenin de ç�k��s�z kald���dönemler ya�an�r. Elbette sonra de�i�ecek bu. Tarihin sonu gelmedi.”

Page 13: KAPAK SAYI23 TEMMUZ:Layout 1aydinlikgazete.com/images/dosyalarim/kitapeki/2012/sayi...Asıl adı Leon Davidoviç olan Troçki, 1879 yılında Ukrayna’nın Karadeniz tarafında doğdu

3 A�USTOS 2012 CUMA 13KAPAK Aydınlık KİTAP

“yaratıcı yazarlık” kursunda öğretmenlik ya-

pamazdım. Ama çok deneyi olmuş kişiler-

ce yapılmasına da karşı değilim. Şu kadarını

anlatmaya çalışayım; okumak, büyük ya-

zarları okumak edebiyatın en büyük itici gü-

cüdür. Yaşamak, yaşam deneyleri de. Mo-

dern edebiyatta bilinçaltı birikimleri çok

önemli bir etkendir sanırım. Bir şey çok be-

lirli olmayan çizgileriyle zihninizde beliriyor;

bir konu, bir imgeyi canlandırma isteği, bir

duyguyu somutlaştırma eğilimi vs... Bu-

nun çizgileri de yukarıda andığım temel et-

kenlerden alınan güçle belirginleşir; yani

okumaya, yaşamaya devam etmekle. Beyaz,

boş kâğıtla baş başa oturmak en dramatik

an'dır. Yanılarak, doğacak metnin doğdu-

ğunu sanarak, yazar kâğıtların başına otur-

duğunda ilk cümlelerden sonra yazı kendi

kendini, kendi içinden çıkarak, yani kendi-

ni doğurarak yürümüyorsa hemen bırakmalı

yazmayı. Ama bu müsvetteleri atmamalı.

Belki on yıl, belli yirmi yıl sonra bilinçli-bi-

linçsiz yaşam deneyleri sonunda o yazı

kendini yazdırabilir. Marcel Proust’un çok

gençken yazdığı, kendi başına kalmış, önem-

siz sayılmış -yazarın kendisince de- bir öy-

küsünün sonradan büyük yapıtı Geçmiş Za-

man Peşinde de önemli bir yer aldığını Tah-

sin Yücel çok iyi anlatır. Zaten Yücel’in de-

nemelerinde “yazış”la ilgili çok önemli bil-

giler var. Gene bu defa İstanbul’da

karşılaştığım olgunluk çağında

bir edebiyat meraklısı tanı-

dığım, bana eski yazarla-

rın çok eskide kaldıkla-

rını, en yeni yazarların

roman tekniklerini

çok geliştirdiğini söy-

ledi. Asla doğru değil.

Modern romanın ku-

rucusu 19. yüzyılın ilk

yarısında yazmış olan

Balzac’tır. Onu tanıma-

dan, incelemeden roman

yazılamaz dersem, sanırım

yanlış bir şey söylemiş olmam.

Yazmak bana hem büyük bir mut-

luluk, hem de yazma sürecinde acı veriyor.

Yazma süreci sporcuların kampa çekilme-

leri gibidir, ama tek başına bir kampa. Re-

daksiyon da önemli tabii. Bir çağdaş met-

nin göndermeleri de olmalı. Bir kitap yaz-

maya oturmak için ruhsal bir yükselme duy-

malıyım. Anlatı yazarken hemen her gün

yazmak gerekiyor. Her defasında sinirsel ya

da duygusal bir sarsıntı geçiriyorum. Yazarlık

yükü bilinçaltındadır sanıyorum. Salt bilin-

çle yazanlar didaktik ya da ticari şeyler ya-

zabilirler gibi geliyor bana.

ON YIL YURDUMA DÖNEMED�M“Senden ne kadar uzak yaşamış olsam da,benim bitimsiz kentim sensin” diyorsunuzParis için. Şu an Stockholm ve İstan-bul’da yaşıyorsunuz ve de İstanbullusunuz.80 askeri darbesi sonucu vatandaşlıktan çı-karıldınız ve Türkiye’den uzaklarda yaşa-mak zorunda kaldınız. Bir göçebelik, yer-siz yurtsuzluk hali söz konusu. En çok ne-reye ait hissediyorsunuz kendinizi; bu ai-diyetsizlik, yazınınızı nasıl besliyor?İstanbul’da doğdum. Dört yaşla on dört yaş

arasında ailemle Batı Anadolu’nun ilçele-

rinde dolaştım. On dört yaşında İstanbul'a,

liseye yatılı öğrenci olarak döndüm. On yedi

yaşında gündüzlü öğrenci oldum. Ben on se-

kiz yaşında üniversiteye başlamışken babam

bazı akrabalarımızla birlikte Fatih’teki apart-

manı inşa ettirdi. Bir dairede özel odam oldu.

İstanbul’da Beyazıt’taki üniversite kanti-

ninde ve Beyoğlu’ndaki Baylan Pastanesi’nde

kalabalık yazar, sanatçı toplulukları haline

geldik. Birbirimizden çok şey öğrendik. Bo-

hem hayatı başladı. 61-62’de Onat Kutlar’la

birlikte Paris’e gittik. Paris bizim kültür

kentimizdir. Daha gitmeden önce hem

Fransız edebiyatını hem de Paris’i tanıyor-

duk. Bizim kuşak Paris romantizmi yaşıyordu

ve hangi koşullarda olursa olsun oraya ak-

mıştı. Yeni kuşaklarda böyle eğilimler yok sa-

nıyorum. Daha çok bu kolaylaştırılmış üni-

versiteleri bitirerek ABD’ye master ya da

doktora yapmaya gidiyorlar. Sonra ancak

1974’de pasaport alabildim. Ulla -İsveçli ka-

rım- ile ilk defa gene bir Paris ikameti son-

rası İskandinavya’yı gördüm. 1979’da küçük

oğlumun yurdumuzdaki olaylardan rahatsız

olması sonucu Stockholm’da oturmaya baş-

ladım. On yıl yurduma hiç dönmedim, dö-

nemedim. Bana yapılan şeyleri anlatmayı kü-

çüklük sayarım. İstanbul’daki ev haklı ola-

rak satıldı, yıkıldı. Akrabalarım nüfus ve ah-

laksal değişime katlanamıyorlardı. Yerine

üzerinde mozaikle “maşallah” yazılı gudu-

bet bir bina yapıldı. 90’lı yıllar. Bugünkü İs-

tanbul estetik olmayan mimari yapısıyla

da, oraya üşüşmüş nüfus yapısıyla da bizim

İstanbul’umuz değil. İstanbul’u özlüyorum

dersem yalan söylemiş olurum. Paris’e

gelince; oraya 61’de ilk defa

gittiğimde İstanbul nostalji-

si de yaşamıştım. 74’de

Paris’e gittiğimde yeni-

den sevemedimdi ora-

yı. Son yıllarda sık sık

gittim, Paris’i yeniden

sevdim. Ben Türkiye

kültüründen ne kadar

beslenmişsem, Fran-

sız kültüründen de o

kadar beslendim. Şimdi

otuz iki yıldır oturduğum

İsveç de bana çok şey öğret-

ti. Burada yaşamın niteliği çok

yüksektir, insana da rahat verirler. Çok

karışık şeyler söylüyorum, değil mi? İnsan bu.

Karmaşık bir varlık. 1962’de 1.Türkiye İşçi

Partisi’ne üniversiteden ilk girenim. İlk par-

ti programını yazanlardan biriyim. O in-

sanları genç kuşaklar tanımasa da birer le-

janttır onlar. Ama bizi siyasi arenadan uzak-

laştırdılar. Siyasi kadrolar, dönem dönem hep

niteliksizlik kademeleriyle alçaltılarak, bu-

günkü en alt kademeye indirildi. Daha aşa-

ğı bir kademeye indirilebilir mi? Buna da ha-

yır diyemem. Gerçekten kaçılamaz; şimdi ai-

diyetsizim. Her yerde bir ziyaretçiyim. Tür-

kiye'deki siyasi ve etnolojik değişim bende

kök bırakmadı. Yalnız Türk diline bağlıyım.

Türk dilinde bir kitabımın çıkması beni en

çok sevindiren şey. Bu köksüzleşme yazma-

mı besliyor, hem de fazlasıyla.

İstanbul ne ifade ediyor sizin için; “Aslın-da İstanbul’daki mahallenden çıkmak is-temezdin. En mutlu olan insanların doğ-dukları yerde yaşayıp ölen insanlar olduk-larını düşünüyordun”. İstanbul dışındada yeterince mutlu olabiliyor musunuz?Doğduğu yerde yaşayıp ölen insanlar ger-

çekten en mutlu insanlarmış gibi geliyor

bana. Onlara imreniyorum. İstanbul dışında

da mutlu oluyorum. Tersine günümüz İs-

tanbul’unda mutlu olamıyorum. Elbette

genç kuşaklar orada yaşayacaklar, orada

mutlu olacaklar.

KLEIST KADAR NECAT�G�L’�N DE ETK�S�Sevgilisi Vogel’le birlikte intihar eden Al-man şair-yazar Heinrich von Kleist’tenbahsediyorsunuz; henüz on beş yaşınız-dayken sizde yazar olma ateşini yakan, te-şekkür borçlu olduğunuzu dile getirdiğinizKleist. Bu yazarın sizin için öneminden vesize kattıklarından konuşabilir miyiz?Kabataş lisesinde edebiyat öğretmenim

büyük edebiyat adamı Behçet Necatigil, öğ-

rencilerine Alman Romantik Yazını’nı ta-

nıttı. Öteki öğrenciler ne kadar ilgilendiler

bilmiyorum. Önce kendi çevirisi Eichen-

dorff’un “Bir Haylazın Hayatı”nı okuttu sı-

nıfta, sonra Rilke: “Malte’nin Notları”. Ben

sonra akşam etütlerinde Keller’i okudum.

Ardından Hoffman’ı, Chamisso’yu, sonra

da Kleist’ı. Alman romantik edebiyatı

Fransız romantik edebiyatından kat kat üs-

tündür. Kleist’daki kötümser ama parlak ya-

zışı, o çifte intihar olayı beni çok düşün-

dürdü. Bunda bir derinlik buldum. Çağıy-

la da ilgilendim. O genç bir yazarken Na-

polyon Almanya’yı işgal etmişti. O za-

manki Napolyon, cumhuriyetçi fikirler ta-

şıyordu, krallıkları, imparatorlukları Av-

rupa'da yıkmak istiyordu. Almanya'da da

çok taraftarı vardı. Kleist işgalci Fransız or-

dusuna karşı Alman ordusuna girmeyi ter-

cih etti. Bu ulusalcı tutumunu yüz yirmi yıl

sonra Nasyonal-Sosyalist ideoloji istismar

etmek istemiştir. Nietzsche’ye de yaptığı

gibi. Ben hiçbir yere ait değilim, ama ölçülü

bir biçimde ulusal onurumu koruyorum. Fa-

kat bu ulusal gurur bugünkü Türkiye reji-

mine ve toplumsal örgütlenmesine dönük

değil. Türkiye’nin bağımsız olduğu dö-

nemlere, Yeni Osmanlılardan beri müca-

dele edenlerin tarihine bağlı. Doğru olan

budur. Beni Kleist kadar, Necatigil de ede-

biyata itti.

Edebiyat tarihi intihar eden yazarlarladolu; Virginia Woolf, Ernest Hemingway,Viladimir Mayakovski, Jack London, Sa-dık Hidayet vs… “İnsan yaşama dayan-malı, sonuna kadar yaşamalıdır. Ama oyolu tutanlara da derin bir saygı duyarım.(…) Yaşam kadar ölüm de saygıdeğerdir”

diyorsunuz. Bu insanlar için yaşamı da-yanılmaz kılan, kendi hayatlarına sonvermeye iten neydi sizce? Derin acıma duy-guları olan insanların öteki insanlarınüzerine çıkarak onları ezmediklerinden,tersine, ellerinden geldiğince bu çarkı ter-se çevirmeye çalıştıklarından bahsediyor-sunuz. Edebiyatla-sanatla uğraşan insan-lar da çarkı tersine çevirmeye çalışanlar-dan olsa gerek; bu yükün ağırlığı da insa-nı intihara sürüklüyor diyebilir miyiz? Doğru, edebiyat tarihinde intihar etmiş ya-

zar çoktur. Zaten yazış, ölümün bir sahilinde

yol alır. Sonra da ölümü aşar. Kuşkusuz bü-

tün intihar olaylarının yapısı karmaşıktır.

Birçok öğe birden vardır olgunun içinde. Bu

ismini yazdığınız yazarlar içinde Sadık Hi-

dayet’in, Mayakovski’nin, Hemingway’in in-

tiharları üzerine ne buldumsa okudum, bil-

gi toplamaya çalıştım. Hidayet’in ölümün-

de tam bilmediğimiz birçok öğesinin ara-

sında toplumunun istenildiği gibi uygarla-

şamayacağı gibi kendi toplumuna dönük kö-

tümser sezgileri de var sanıyorum. Molla-

lar gericiliği üzerine sezgileri Kör Baykuş

adlı romanında imgeler olarak vardır. Bunu

yazmıştım: Samuel Beckett’in Terzisi (2003)

adlı kitabımın içinde, (s: 17) İran’ı bugün-

kü haline getiren Musaddık’a karşı dü-

zenlenen CIA darbesidir. Günümüz siyaset

yorumcuları bunu çoktan unutmuş görü-

nüyorlar. Petrol sahibi ülkelere emperyalizm

rahat vermiyor. Daha da rahat vermeme-

ye devam edecek. ABD’nin sağda solda ye-

nilmesinin hiç önemi yok, onlar açısından.

Çünkü bu ülkede zenginliğin devamı çar-

kı savaşlarla dönüyor. Onlar da kendi fakir

ailelerinin çocuklarını böyle feda ediyorlar.

Aynı bizim gibi. Hemingway’in intiharında

birçok öğenin yanında babasının da intihar

etmiş olması var. Güçlü olma isteminin de-

vam etmesini istemesi gibi. Castro’nun ar-

kadaşı olup CIA’ce izlenmesi gibi. Bir de

İtalya’da çok genç bir kıza aşık olması

gibi. Büyük şair Mayakovski’nin Sovyet ih-

tilalinin gidişinden memnun olmaması

üzerinde çok durulmuştur. Ama son yıllarda

Lili Brick’e aşıkken, aktirist bir kıza duyduğu

aşk da karışıyor işin içine. Olabilir. Şairle-

re ani bir aşk çarpabilir.

“Yazmak bana hembüyük bir mutluluk, hem deyazma sürecinde ac� veriyor.

Yazma süreci sporcular�n kampa

çekilmeleri gibidir, ama tek ba��na bir

kampa. Redaksiyon da önemli tabii. Bir

ça�da� metnin göndermeleri de olmal�. Bir

kitap yazmaya oturmak için ruhsal bir

yükselme duymal�y�m. Anlat� yazarken

hemen her gün yazmak gerekiyor. Her

defas�nda sinirsel ya da duygusal bir

sars�nt� geçiriyorum. Yazarl�k yükü

bilinçalt�ndad�r san�yorum. Salt

bilinçle yazanlar didaktik ya daticari �eyler yazabilirler

gibi

FOTO

�R

AFL

AR

: Sev

diye

Kah

ram

an

Page 14: KAPAK SAYI23 TEMMUZ:Layout 1aydinlikgazete.com/images/dosyalarim/kitapeki/2012/sayi...Asıl adı Leon Davidoviç olan Troçki, 1879 yılında Ukrayna’nın Karadeniz tarafında doğdu

3 A�USTOS 2012 CUMA14 Aydınlık KİTAP

YERLİ DEDEKTİF

BURAK DEMİR

Polisiye edebiyat; merak, heyecan, geri-

lim, korku gibi duyguları tekdüze yaşamın

sınırını aşarak okura hissettirebildiği öl-

çüde başarılıdır. Okur, polisiye metinde

yaşadığı dar alanda hissedilmesi mümkün

olmayan duyguları arar. Çünkü cinayet

başlı başına bir sıra dışılıktır ve bu sıra dı-

şılığı büyüleyici kılan cinayetteki gizemin

saklanabilirliğidir. Polisiye edebiyat temel

olarak üç ana unsur üzerine bina edilir.

Suç, suçlu ve dedektif…

Suç ne kadar komplike, suçlu ne ka-

dar zeki olursa olsun dedektif okurla eşit

şartlarda yarışmadığı müddetçe nitelikli

bir polisiyeden söz edilemez. Polisiye

edebiyata damga vurmuş bütün metin-

lerde yazar okuyucu ile dedektifi saf bir

annelik duygusuyla eşitlemiştir. Birini

diğerinden çok sevmemiştir, birine ne ka-

dar ipucu vermişse diğerine de o kadar

ipucu vermiştir. Yazar bu eşitliği sağla-

yamadığı müddetçe okuru tatmin eden bir

kurgu meydana getiremez. Okur ve de-

dektif eşit olduğunda ise gizemi çözecek

olan yegâne unsur zekâdır.

Whodunit yani katil kim metinleri

okuru cezbeden, kurmacının içine hap-

seden ve zamanın akışını unutturan çar-

pıcı bir yazın türüdür. Yazar aynı im-

kânları verdiği okuru ve dedektifi ara-

sındaki eşitliği el altından yapacağı bir

kumpasla yani gizemi bir rastlantı ya da

basit bir alicengiz oyunu ile dedektife çöz-

düremez. Celil Oker basit rastlantılarla,

alicengiz oyunlarıyla polisiyeyi kaçak gü-

reşerek yazanlardan biri değil.

PEK�, NASIL B�R YAZAR?Okuruna saygı duyan, dedektifi Remzi

Ünal hangi ipuçlarına sahipse okurları-

na o ipuçlarını sunan bir polisiye yazarı

Celil Oker. Kadim İstanbul şehrinin ha-

vasını okurlarına yavaş yavaş soldurma-

ya başlar önce. Sonra tarihi mekânlar,

semtler, sokaklar okurun gözünde can-

lanır ve birde bakmışsınız önünüzde

Remzi Ünal arkasında siz şehrin kirli kal-

dırımlarında suçun, suçlunun peşinden

koşarsınız bazen hızlanarak, bazen tö-

kezleyerek hatta düşerek ama koşarsı-

nız…

Bir romanın en önemli tamamlayıcı-

larından biridir olayların yaşandığı kent.

Kentin havası, metnin arasından sıyrılıp

ne kadar berraklaşırsa okur kurgunun o

denli içine girer. Celil Oker’in polisiye-

lerinde ambulansların sirenlerini, seyyar

satıcıların bağrışlarını, taksilerin kulak tır-

malayan kornalarını, martıların çığlıkla-

rını duyarsınız. Bildiğimiz mekânlardadır

koşuşturmacalar, cinayetler, soruştur-

malar… Yadırgamaz aksine sahipleniriz

metni ve böylece Remzi Ünal’ın peşinden

daha hızlı koşarız.

Romanlarındaki dil de bizim dilimiz-

dir, okuru dil oyunları ile kandırmaya

kalkmaz yazar. Amerikan polisiyelerinde

olduğu gibi otopsiler, parmak izleri, tek-

nik izlemeler ve dinlemelerin kolaycılığına

da sığınmaz. Diliyle, mekânlarıyla, cina-

yetiyle, katiliyle, dedektifi Remzi Ünal’la

yerlidir ve evrenseli kucaklar Celil Oker’in

var ettiği Remzi Ünal polisiyeleri.

K�M BU ME�HUR REMZ� ÜNAL?“Remzi Ünal... Şu Hava Kuvvetleri'nden

müstafi, THY’den kovulma, kendine say-

gısı olan hiçbir “frequent flyer’in” adını

bile duymadığı sekizinci sınıf charter şir-

ketlerine bile tutunamayan, şu sıralar sa-

yenizde ms flight similator’un cessa-

na’sını her çakışında inatla bir daha yük-

selen eski pilot, ex kaptan, nevzuhur

özel dedektif Remzi Ünal...”

Romanlarında kendini yukarıda ya-

zılanlarla anlatır Remzi Ünal. “Bizim Rol

Çalan Ceset”, “Kramponlu Ceset”, “Bir

Şapka Bir Tabanca”, “Yenik ve Yalnız”,

“Son Ceset”, “Çıplak Ceset”, “Bin Lot-

luk Ceset” maceralarından tanıdığım

Remzi Ünal yalnız yaşar, dedektiflik ofi-

si ya da bir cep telefonu yoktur ev ya da

araç telefonundan ulaşırsınız ona. Arka-

daşı yoktur, aslında vardır. Reklamcı.

Onun sayesinde ucuza dedektiflik rekla-

mı verir. Müşterilerini de bu ilanlar sa-

yesinde bulur. Bazı olayların çözümünde

Reklamcı çıraklığını yapar Remzi Ünal’ın.

Sorumsuz ve unutkandır. Tipik bir apart-

manda yaşar. Apartman panosunda ismi

her daim aidatını ödemediği için asılıdır

ve apartmanın yöneticisiyle de bu yüzden

arası limonidir. Apartmanda hazzetme-

diği bir diğer kişi üst komşularının çocu-

ğudur. Yüksek sesle müzik dinlemesi

Remzi ağabeyi illet eder. Kendisi ise

Moğollar dinler. Hafif solculuk sezdirir

hâl, hareket ve konuşmalarıyla. Hazır-

cevaptır. Esprilidir. Lafı gediğine otur-

turuma konusunda ustadır. İyi açık ya-

kalar. Şüphelilere sürpriz yapmayı sever.

Kitabın sonuna kadar ipucu vermez, en

sonuna kadar dökmez eteğindeki taşları.

Sonrasında da yakar sigarasını ve ağır ağır

terk eder mekanı...

Remzi Ünal’ı Türk Polisiyesinin en

kült dedektiflerinden biridir hiç kuşkusuz.

Farklıdır, yalnızdır, yeniktir. Bizdendir.

Yukarıda yazdıklarım onu anlatmaya

yetmez. Daha da derindir Remzi ağabey.

Yıldız Turanlı’yı, Dayı’yı, telesekretere bı-

rakılan gizemli mesajları daha birçok

şeyi siz keşfedin. Okuyun Remzi Ünal’ı.

Remzi Ünal polisiyeleriCelil Oker’in polisiyelerinde ambulanslar�n sirenlerini, seyyar sat�c�lar�n ba�r��lar�n�, taksilerin kulakt�rmalayan kornalar�n�, mart�lar�n ç��l�klar�n� duyars�n�z. Bildi�imiz mekânlardad�r ko�u�turmacalar,

cinayetler, soru�turmalar… Yad�rgamaz aksine sahipleniriz metni ve böylece Remzi Ünal’�npe�inden daha h�zl� ko�ar�z.

Page 15: KAPAK SAYI23 TEMMUZ:Layout 1aydinlikgazete.com/images/dosyalarim/kitapeki/2012/sayi...Asıl adı Leon Davidoviç olan Troçki, 1879 yılında Ukrayna’nın Karadeniz tarafında doğdu

3 A�USTOS 2012 CUMA 15Aydınlık KİTAP

Geçtiğimiz pazar günü Demirtaş Cey-

hun’u Aşiyan’daki mezarı başında anar-

ken şunları söylemiştim: “Ayrıntıları çok

sıkı irdeler, olguyu belirleyici nitelikte

olanlarda en küçük yanlışı bağışlamaz,

böylesi yanlışlara düştüklerinde, özel-

likle en çok sevdiklerini uyarıp eleştirmeyi

gerçekçiliğin yanı sıra dostluğun gereği sa-

yardı. Kemal Tahir’i de yazar ve aydın ola-

rak uyumsuz tavrından ötürü çok tutar-

dı. Ama “Esir Şehrin İnsanları”nın ilk ba-

sımında Kâmil Bey’in kişiliğini belirleyi-

ci nitelikteki kimi ayrıntıların bir tutarsızlık

içinde sunulmasını sahicilik yönünden ze-

deleyici bulunca romanı eleştirir. Çiçeği

burnunda bir yazar olarak, hem ünlü ve

hem de çok sevdiği bir yazarı cesaretle

eleştirmesi onun gerçekçilik konusundaki

pervasızlığının göstergesidir. Nitekim

Kemal Tahir, önce çok bozulduysa da,

ona hak vermiş olmalı ki, sonraki basımda

kimi düzeltmelere gider... Ceyhun, yazı ve

konuşmalarını, bir satranç oyuncusu gibi,

birkaç hamle sonrasını gözeterek tasar-

lar, edebiyata olduğu kadar, tarihe de böy-

le bakar, anın içindeki kötü gidişin gerçek

nedenini anlamak için bütün süreci ya da

kurguyu en ince ayrıntısına kadar üşen-

meden çözümlemeye girişirdi.”

DO�U VE BATI’NINARAKES�T�NDEAynı gün Ulusal Kanal’da Hüseyin Hay-

dar’ın Edebiyat Cephesi programının

bir tekrarına rastladım: Ölümünün 35. Yı-

lında Kemal Tahir (2008; tekrar:

29.07.12). Konuşmacılarsa Demirtaş Cey-

hun ve Halit Refiğ... Ceyhun, yine onun

yapıtlar boyunca ülke gerçeğini arayışını,

hazır düşüncelere uzak duruşunu, Os-

manlı’nın ve günümüz toplumunun öz-

günlüğündeki kökleri yakalamak üzere

sürekli tarihe gidip bugüne dönüşlerini

anlatıyor, bu çerçevede ATÜT (Asya

Tipi Üretim Tarzı) ile bağlantısını de-

ğerlendiriyordu. Halit Refiğ, onun bir sü-

redir toplumun ilgisizliğine uğrasa da git-

gide yeniden anlaşılmaya başlanacağını

belirterek bunu AB konusuna bağladı:

“Türkiye AB’ye girme umudunu yitirdi-

ği ölçüde kendi gerçeklerine dönecek,

kendi gerçeklerini bulabileceği romancı

olarak da Kemal Tahir’le buluşacak.

Sağcısı da solcusu da ülkenin değerleri

karşısında izlenecek tutumun köklerini

onda bulacak.”

Birden aklıma, aylar önce yazdığım

şu satırlar ve okurlara verdiğim bir söz gel-

di (Aydınlık, “Edebiyatın Tarihe İzdü-

şümü”,15 Ocak 2012):

“Böyle düşünerek Cağaloğlu Yoku-

şu’nu tırmanırken vitrinde Hece Dergi-

si’nin kapağında Kemal Tahir’i görüver-

dim. Tamam dedim, bu da oldu işte, kap-

tırdık sonunda! Kültür Bakanlığı’nca ya-

yımlanan ‘Kemal Tahir 100 Yaşında’ ki-

tabının peşinden şimdi de 600 sayfalık

‘Türkiye’nin Ruhunu Arayan Aydın Ke-

mal Tahir’ kitabı... Yalçın Küçük’ün ‘sağ-

cılara verelim, Peyami Safa’yla takas

edelim’ dediği Kemal Tahir gitti gidiyor*.”

Peki nedir solculardaki Kemal Tahir

düşmanlığı? Ya sağcıların aşkı?

“Kemal Tahir, Batı ve Doğu’nun ara-

kesitindeki bir tarihin biçimlendirdiği en

tipik aydındır. Düşünün, Troya Savaşı’yla

başlayıp bugüne gelen karşılaşmalar, tarih

ve uygarlık açısından olağanüstü derin iz-

ler, zengin birikimler yaratmıştır. Bu sü-

reçte öylesine mucizevî toplumsal ayrışma

ve birliktelikler yaşanmıştır, tarihsel ol-

guların dönenceleri ve katmanları öylesi-

ne üst üste birikmiştir ki, özellikle Anadolu

ve Balkanlar, Doğu ve Batı’nın başlayıp da

bitemediği engin bir coğrafya ve tarihin,

mekân ve zamanın habire açılıp kapandığı

örtüşme alanları olarak süregelmiştir.

Doğu-Batı Köprüsü üzerindeki gidip ge-

lişlerde hep ayakaltında kalma yazgısını te-

vekkülle karşılayarak varoluşunu ‘gelen

ağam giden paşam’ düsturuyla talandan

pay umarına dayandıran bir halkın ger-

çekliğini tanımlamak, bu toplumsal yapı-

nın iç ve dış evrim yasasını belirlemek hiç

de kolay değil!”

Yazı şöyle bitiyor: “Gel de, tarihsel

söylemin mecazlar olmadan gerçekliği

aktaramayacağını öne sürerek, farklı

bağlamda da olsa, edebiyatı tarihin yar-

dımına çağıran Vico’yu, üstelik peşi

sıra giden Dilthey’i ve White’ı anımsa-

ma. İlginç: Doğu ve Batı bunda da ara-

kesitte buluşuyor.”

“HECE”C�LER B�NA OKUR...Okuduğum, okumakta olduğum nice ki-

tap arasında Hece Dergisi’nin bu çok

önemli özel sayısı üstüne daha kapsam-

lı yazmayı ertelemişim. Zaman zaman dö-

nüp okurken kimi notlar da aldığım der-

ginin gelecek yazıda daha bir içine girmek

üzere, şimdilik bölüm başlıklarını anım-

satayım:

I. Bölüm: Hayatı, kişiliği, düşüncesi

(15-209); II. Bölüm: Romancı olarak

Kemal Tahir (210-305); III. Bölüm: Yazı

ve eserlerinin açısı (306-431); IV. Bölüm:

Mektuplarıyla Kemal Tahir (432-477); V.

Bölüm: Soruşturma (478-540); VI. Bö-

lüm: Kaynakça (541-558); VII. Bölüm:

Albüm (559-590).

Gerek bu bölüm başlıkları, gerekse bö-

lümler içindeki yazı başlıkları ve ara baş-

lıklar, yazarlar, dergiye her el atışta onu so-

luk soluğa bitirmeye heveslendiriyor insanı.

Üstelik sunuda kimi yavan saptamaların

yer alıyor oluşu bile sizi okumak ve tar-

tışmak yöneliminden vazgeçirmeye yet-

miyor. Okuduğunuz her yazıdan sonra,

şimdi daha tutarlı yaklaşımlar bulacağınız

beklentisiyle yenisine başlıyorsunuz.

“Hece” imzalı Sunu (5-13), Cemil

Meriç’in cümleleriyle açılıyor: “Dost bir

sesti Kemal, okşayan, inandırıcı bir ses...

Bir vicdanın sesiydi bu.” Satırlar ilerle-

dikçe, Kemal Tahir özel sayısının “Meh-

met Akif, Necip Fazıl, Nurettin Topçu,

Sezai Karakoç, Nuri Pakdil, Ahmet Ham-

di Tanpınar gibi sanatçı ve düşünürlerle

oluşan bir anlam çerçevesinde” düşünü-

lüp hazırlandığını anlıyorsunuz**. Daha

ilerde, “Genç Kemalist Kemal Tahir,

altmış üç yıllık hayatının dördüncü on yı-

lını, yani beşte birini (1940-50), roman-

tik bir komünist olarak Kemalizmin ha-

pishanelerinde geçirir.” denerek, “Bastığı

yeri yeniden tanımak ve tanımlamak is-

ter.” yargısıyla şu saptama verilir: “Artık

ülkesine de ülkesinin insanına ve tarihi-

ne de o güne kadar inandığı Kemalist ve

Marksist ideolojiye de bir başka gözle ve

çok farklı bir açıdan bakar.”

Ne ki, bütün içtenliğine karşın, bak-

tıklarında “Türkiye’nin ruhunu bulama-

mıştır”. Çünkü bu toprağın insanını

“künhüne vakıf olacak şekilde anladığı-

nı söylemek mümkün değildir”. Üstelik

“Türkiye’de İslâm, her zaman yerli dü-

şüncedir; yerleşmeyi / yerlileşmeyi ba-

şarmıştır. ... sosyalizmin yerli düşünce ol-

ması halâ imkânsız görünmektedir***.”

“Hece”, ezberlediğini buralarda hiç

sektirmeden heceliyor, dönüp dönüp

bina okuyor da, sürüsüne bereket dizgi

yanlışları ortasında meramını anlatma

derdiyle kan ter içinde kalan Hilmi Ya-

vuz’un zeyl üstüne zeyl vererek, “Os-

manlı’nın ‘Kerim Devlet’ini ‘Rum çocu-

ğu’ yeniçerilere dayanan Fatih’in ‘Ce-

berrut Devlet’e dönüştürdüğü” savının

doğurduğu en yeni, terütaze “Ne o Os-

manlı?” sorusu karşısında “neo-Osman-

lı” ve “neOsmanlı!” düğümlerini çözmeyi

nedense okura bırakıyor.

Öyleyse hep birlikte çözümleyeceğiz...

*Bu konuya ise şöyle değinmiştim

(Aydınlık, 02.10.12): “Yalçın Küçük, üs-

lubunu kavgayla ören bir yazar; hiç kim-

se yoksa, Turgut Uyar dediğince, kendiy-

le dövüşür, bu arada anıların alkolüyle zih-

nini formatlar, elhak bizimkileri de güzelce

ovar. Ama kavgayı durduk yere çıkarma-

dığı izlenimine de hep ihtiyaç duyar: Ke-

mal Tahir’i tepeleyecekse, önce İdris Kü-

çükömer’i mezarında ters döndürür. Bu-

nun içinse ödeme aracı özbeöz zikir ya!

Hay elleri dert görmesin, ne iyi etti, biz ok-

şamış gibi olduk... diye nicenin hayırdua-

sını alır, yüreğini soğutur. Ufaktan sağlı sol-

lu Nâzım’a ilişmesini de sevimli bulanımız

çoktur. Hepsi tamam ya, edebiyatın eko-

nomi politiği açısından tartıya vurduğu-

muzda, Tahir’le Safa’nın takasında Nâzım

da terazinin darası mıdır? diye kırk yıldır

sormaktan kendimizi alamayız. Eğer öy-

leyse, Şair Eşref üslubunca, biz bu alışve-

rişte hepten zarardayız! İkisinin daraları

birbirini hiç tutmaz da...”

**Bu arada, Yalçın Küçük’ün kendi

safına almayı pek istediği Peyami Safa’nın

–nedense Hilmi Ziya Ülken’in de– burada

vurgulanan “anlam çerçevesi”nin dışın-

da bırakıldığını fark ediyoruz. Acaba

Ülken’in şu değerlendirmesi yüzünden

mi?: “Türk İnkılabına Bakışlar [Kanaat

Y., 1938] hararetli bir milliyetçi tezidir. Fa-

kat milliyetçiliği Kemalizm açısından gö-

rür: gerçek milliyetçilik ve medeniyetçi-

liğin onunla başladığını söyler. ... Burada

[ölümünden sonra yayımlanan Doğu-

Batı Sentezi’nde (Yağmur Y., 1963)] Pe-

yami Safa’yı oldukça değişmiş buluyoruz.

1) Artık idealizme karşı değildir; hatta

isimle dahi olsa onlara dayanır. 2) Birin-

ci kitabında Russel’den cümleler alarak

Bergson’a ve genel olarak mistik düşün-

ceye hücum ederken burada dine, misti-

sizme bağlanıyor. 3) Birincide Doğu kav-

ramına hücum ettiği halde burada onun-

la barışıyor; ... 4) ... öncülük şerefini

1908 Meşrutiyeti’nde, 1915’te kadının iş

hayatına girişinde, 1920’de üniversiteye

kızların alınmasında, Latin harfleri ve şap-

ka cereyanının önceden hazırlanışında bu-

luyor.” (Türkiye’de Çağdaş Düşünce Ta-

rihi, Ülken Y., 1966)

*** Burada Doğu Perinçek’in bir

sözünü anımsıyorum. Bana, “Devle-

tin müzelik olduğu bir dünya özlemiyle

ve dostlukla” diyerek imzaladığı,

“Gün akşamlıdır devletlûm” maz-

munuyla açılan, bir başyapıtın tasla-

ğı niteliğindeki “Osmanlı’dan Bugü-

ne Toplum ve Devlet” kitabının Ön-

söz’ündeki şu bir çift cümleyi: “Top-

lumumuzun gelişmesini tarih önce-

sinden başlayarak bugünlere getiren

özlü ve bütünsel bir tahlil yazmak için

büyük istek duyuyorum. Önümüz-

deki yıllarda böyle bir çabanın içinde

olmayı ümit ediyorum.” (Kaynak Y.,

Temmuz 1986). O günlerden bugün-

lere, hele Silivri’de, yakıcı sorunlara yö-

nelik çok önemli kitaplar yazdı; bu ki-

tabı da yazarak, kendine verdiği sözü

tutmanın belki de tam sırası...

NOT: Geçen haftaki yazı, hazır kalıp

sayfa düzeninden ötürü daha önceki ya-

zının başlığıyla çıktı. Oysa başlık “Os-

manlı’nın göçebe karşıtlığının anlamı ve

süregelen gerçek” olmalıydı. Düzeltir,

özür dilerim (SN).

SEYY�T NEZ�R

“Hece”, Hilmi Yavuz’un zeyl üstüne zeyl vererek, “Osmanl�’n�n ‘Kerim Devlet’ini ‘Rum çocu�u’ yeniçerileredayanan Fatih’in ‘Ceberrut Devlet’e dönü�türdü�ü” sav�n�n do�urdu�u en yeni, terütaze “Ne o Osmanl�?”

sorusu kar��s�nda “neo-Osmanl�” ve “ne Osmanl�!” dü�ümlerini çözmeyi nedense okura b�rak�yor

ARAKABLO

Türkiye’nin ruhunu arayan aydın: Kemal Tahir

Kemal Tahir

Hilmi Ziya Ülken

Halit Refiğ

Peyami Safa

Cemil Meriç

Page 16: KAPAK SAYI23 TEMMUZ:Layout 1aydinlikgazete.com/images/dosyalarim/kitapeki/2012/sayi...Asıl adı Leon Davidoviç olan Troçki, 1879 yılında Ukrayna’nın Karadeniz tarafında doğdu

LALE AKALIN’LA ÇEVİRİ ÜZERİNE..

3 A�USTOS 2012 CUMA16 Aydınlık KİTAP

Can Yücel’e atfedilen bir söz vardır, “Çeviri

kadın gibidir, güzeli sadık, sadığı güzel olmaz”

diye. Çevirinin nasıl olması gerektiği konu-

sunda çeşitli görüşler var. 1990’larda üniver-

sitelerde Çeviribilim bölümlerinin de açıl-

masıyla beraber akademik düzlemde de ha-

raretli tartışmalar yürütülüyor. Bilim ve Ütop-

ya yazarı Feyziye Özberk, çeviri üzerine bu

alanda 40 yıllık deneyime sahip çevirmen Lale

Akalın’la konuştu. Söyleşinin tamamını Ay-

dınlık okurlarına sunuyoruz...

Sevgili Lale, İngilizce okutmanı ve çevirmenolarak yaptığın çalışmaları senden öğrenebilirmiyiz?Aşağı yukarı 45 yıllık bir meslek yaşamım var.

1963’te liseyi, 1967’de üniversiteyi bitirdim.

Üniversiteyi bitirdiğim yıl, Hacettepe Üni-

versitesi'nde hem doktoraya başladım hem de

İngilizce Eğitimi bölümünde okutman olarak

görev aldım.

İzleyen yıllarda okutmanlığım Orta Doğu

Teknik Üniversitesi’nde devam etti. Orada çok

canlı siyasi tartışmalar ve olaylar yaşanıyordu.

1970 yılıydı. Gözümüzün önünde adeta bir ta-

rih yazılıyordu. Üniversite boykottaydı, genç-

ler tutuklanıyordu… Gençlerle yakın yaşlar-

da olan bir grup öğretim görevlisi de bu siyasi

olaylara katıldık. Sonunda bizi ODTÜ’den at-

tılar. Rektörümüz Erdal İnönü’ydü.

Gerekçe neydi?Öğrencilerin boykotuna katılmak… Yaptığı-

mız gençlik ve saflıktı. Bir öğretim elemanı ola-

rak “öğrencilerin boykotunu destekliyorum”

diye avaz avaz bağırır dolaşırsanız olacağı buy-

du. Haklıydılar bir bakıma. Dekanımız dün-

yaca ünlü matematikçimiz Cahit Arf’tı. “Çok

iyi çocuklarsınız ama böyle de yapılmaz ki” de-

diğini anımsıyorum. Oradan atılınca İstanbul’a

geldim ve bir süre bir çeviri bürosunda çalış-

tım. Sonra da uzun yıllar çalışacağım İstanbul

Üniversitesi’nde göreve başladım. Bu üni-

versitenin Yabancı Diller Okulu’nda yine

okutman olarak çalıştım. Daha sonra, Ede-

biyat Fakültesi'ndeki İngiliz Dili ve Edebiya-

tı Bölümü’ne girdiğimde çeviri derslerini

üstlendim. Sanırım 1987 yılıydı. Rahmetli Prof.

Akşit Göktürk kanser olmuştu, tedavi olmak

için derslerini bıraktı, çeviri derslerini bana ver-

diler. Ünlü akademisyen, edebiyatçı ve çe-

virmen Akşit Hoca’nın derslerini devralmak

inanılmaz bir şeydi. O tarihten itibaren bu çe-

viri dersi, benim bir tür uzvum gibi oldu.

Ne tür çeviriler yaptın?Okutmanlığın yanı sıra farklı türden pek çok

çeviri yaptım. Siyasi içerikli çeviriler yaptım,

çocuk kitapları, öykü, roman ve anı kitapla-

rı çevirdim. Eşim Cüneyt Akalın’ın ve benim

çevirdiğimiz, Can Yayınları’ndan çıkan, iki ço-

cuk kitabı neredeyse 20 yıl oldu, hâlâ baskı ya-

pıyor: Roald Dahl’ın “Matilda” ve “Dev Şef-

tali” adlı romanları. Daha sonra aynı yayın-

evine aynı yazarın anılarının ikinci kısmını çe-

virdim, “Tek Başına” adıyla. Birinci kısmı “Kü-

çük Adam Büyürken” adıyla Prof. Cevat

Çapan’ın eşi Gönül Çapan çevirmiş. Evvel-

ki kış da çok keyifli bir çeviri yaptım, onun çık-

masını dörtgözle bekliyorum. Linda McJan-

net adlı bir İngiliz akademisyenin eseri. “The

Sultan Speaks”. 16. yüzyılda İngiliz Tarihçi-

liği’nde ve İngiliz Tiyatrosu’nda Türk imge-

si teması üzerine bir eser. Örneğin Shakes-

peare’e yakın üne sahip o dönemin İngiliz

oyun yazarı Marlowe’un, “Tamburlaine” adlı

Timurlenk’i ve Sultan Beyazıt’ı anlattığı uzun

bir oyunu vardır. Bu oyunu ve diğer eserleri

inceleyen yazılar yazmış. Dönemin eserlerinde

çok farklı söylemlerin olduğunu, birçoğunda

Yunan, Arap ve Osmanlı kaynakların esas

alındığını, birçoğunda oryantalist, yani Do-

ğu’yu küçük gören bakış açısının olmadığını

belirtiyor. Sanıyorum 2013’de yayımlanacak.

Geçen yaz da Çanakkale’den Antakya’ya

kadar batı ve Güney Anadolu’nun tarihini ve

bugününü anlatan, John Freely’in yazdığı

hoş bir kitap daha çevirdim. Bu iki kitap Do-

ğan Kitap’tan çıkacak.

Kaynak Yayınları için de çeviriler yaptığınıbiliyorum. Doğu Perinçek senin çevirilerin-den hep övgüyle söz eder. Onlardan da bah-seder misin?Ermenistan’ın ilk Başbakanı Kaçaznuni’nin

Rusçadan Türkçeye Mehmet Perinçek tara-

fından çevrilen kitabını, yurtdışına gönderil-

mesi için İngilizceye çevirdim. Sovyetler Bir-

liği’nde yaşamış olan Ermeni tarihçi A.A. La-

layan’ın 1914’lerle ilgili çeşitli saptamaları olan

kitabını da yine Türkçeden İngilizceye çevir-

dim. Bu kitapları Kaynak Yayınları bastı

Ayrıca Doğu Perinçek’in Lozan’da Ermeni

“soykırımı” iddialarına karşı savunmasını İn-

gilizceye çevirdim.

ÇEV�R� ÜZER�NE TARTI�MALARÇevirinin yeri ve önemi hakkında konuşalımbiraz da...Bizim Edebiyat Fakültesi’nde çeviri dersleri

hep çok önemsenir. Bu ders, Akşit Göktürk,

Minâ Urgan, Murat Belge gibi çok yetkin ho-

calar tarafından verilmiştir. Şimdi bunun doğ-

ru bir bakış açısı olduğunu görüyorum. Çün-

kü çeviri; iki dili, iki kültürü yaklaştırmaktır,

yabancı bir kültürü yadırganmayacak bir bi-

çimde yerli okura sunmaktır. 1940’larda Ha-

san Âli Yücel “Kültür tüm insanlığa ait bir şey-

dir, onu paylaşmalıyız” derken bu anlayışı ifa-

de ediyordu. Batı ve Doğu klasiklerinin Türk-

çeye kazandırılmasının amacı buydu.

Ben de yaptığım çeviri kuramı çalışmala-

rının sonunda şu noktaya vardım: Kültürler

aslında çok farklı şeyler. Bir İzlandalının

yazdığı romanı Türkçeye kendi ağzınla, ken-

di geçmişinle, kendi kimliğinle, Türkçenin

ürettiği kalıplarla düşünerek çeviriyorsun.

İzlanda’yı görmüş olsan da bu çok fazla fark

yaratmıyor. Kültürler arası bir değiş tokuşsa

çeviri, çok değişerek ve dönüşerek öbür dile

aktarılıyor. Çevirmen bu işi yapmış oluyor, ama

bu farklılıkları tüm insanlığa ait değerler, al-

gılar ve bilgiler üzerine inşa ediyorsun.

Böyle olmalı mı?Böyle olmak zorunda! Çünkü gerçek bu.

Çağdaş çeviribilim kuramı, çağdaş felsefe

kuramı da diyebiliriz bunu böyle görüyor. İn-

san, beyninde oluşmuş kültür kalıpları dışın-

daki bir şeyi, görmediği, tanımadığı, yaşama-

dığı şeyi hayal edemez. Hatta bazı insanlar, “çe-

viri yapılamaz” diyorlar. Ama yapılıyor.

“Çevirmek yeniden yazmaktır” da deniyor.Yapılamaz dedikleri halde Kadeş Savaşı’ndan

bu yana 1000 yıllardır çeviri yapılıyor. Kadeş

savaşından sonra, iki taraf da kendini haklı

gösterecek ifadeler kullanarak, iki metin ha-

zırlamışlar bir Mısırca biri Akatça. MÖ 4. yüz-

yılda bile çeviri hakkında fikir beyan edenler

var. Bir şey yapılıyorsa vardır. Madem ayrı ayrı

kültürlerden birbirine çeviri yapılıyor, da-

yandığı bir şey var. İşte bu insanlığın ortak kül-

türüdür. İnsanı anlattığın zaman her kültüre

birden hitap etmiş oluyorsun. Çeviriyi var eden

insanlığın ortak kültürüdür.

NÂZIM’IN ÇEV�R� ÜZER�NEDÜ�ÜNCELER�Nâzım Hikmet, Bursa Cezaevinde mahpus-ken Tolstoy’un “Harp ve Sulh” romanını çe-virmeye başlamadan bir hafta önce “tercü-me üslubu üzerinde kafa yoruyor,” düşünü-yor, ilkeler belirliyor. Vardığı sonuçları Ke-mal Tahir’e yazdığı mektuplarda aktarıyor:“Ben tercümeden şunu anlıyorum: Tercümeedilen eserin yüzde yüz Türkçeleştirilmesi de-ğil. Yani tercüme romanı okuduğun zaman,sanki onu bir Türk muharririn yazdığını san-mayacaksın. Bilakis onu hangi milletin, han-gi devirdeki muharriri yazmışsa o milletin,o devirdeki muharririni okuduğunu anlıya-caksın”.

Bak şu tercüme meselesi hakkında bir dü-şüncem daha var. Bunu bir misalle anlatayım.Mesela Ruslar, sevgi sözü olarak güvercinimtabirini kullanırlar, biz gözümün nuru, göz-bebeğim filan deriz. Bence bunları tercümeederken ille de bizde güvercinim denmez diyeyavrucuğum filan dememeli, Ruslar da biz-den tercüme ederken gözümün nuru Rusça-da denmez diye güvercinim diye tercüme et-memeli, biz bizim dile güvercinim tabirini, on-lar kendi dillerine gözümün nuru tabirini sok-malı. Bu surette dillerin birbiri üzerinde ta-bir, sıfat mıfat alışverişiyle de zenginleşme-si kabil olur.” (*)Nâzım’ın bu düşüncelerininasıl değerlendirirsin?Ben bunca yıldan sonra şunu anladım: “Şöy-

le yapmak lazım” dediğinizde zaten kimse sizi

duymuyor. Çevirmenler kendi ülkelerinde,

kendi yaşadıkları çağda geçerli olan normla-

ra göre çevirmeye devam ediyorlar. Ödül al-

dığında herkes ona bakıyor. Yayın kurulları,

yayınevleri karar verip seçim yapıyor. Hoca-

larımız bizleri yönlendiriyorlar. Beğenilen

çevirimiz o tarzı sürdürmemizi etkiliyor. Bir

sürü denetleyici faktör var. Bizim çeviri an-

layışımız toplumumuza ait. Davranış kural-

larındaki günahlar, ayıplar gibi… Çok aykırı

davranırsan ya yenilirsin ya da sen çevreni de-

ğiştirirsin, yeni normlar koymuş olursun. Çe-

viride de böyle: Bu yanlış ben değiştireceğim

dersen, ya sen yok olursun ya da sen toplumun

anlayışını değiştirirsin. Örneğin Can Yücel

bunu yaptı.

İki farklı anlayışı örnekleyecek olursak

Minâ Urgan’ın, Orhan Burian’ın yani 40’la-

rın, 50’lerin anlayışı: Şöyle “Edebiyat eseri ya-

zarına aittir, özgün metnin tüm özellikleri ol-

duğu gibi korunmalıdır.” Tabii bu, o eserin

okunacağı dilde, tuhaf ifadelere, yabancı bir

söyleme götürüyor. O yıllarda yalnız Nurul-

lah Ataç bu anlayışa karşı çıkmıştı. “Çevrildiği

dilde okunacak, çeviri Türkçe söyleme uygun

olmalı” diyordu. Bugünkü anlayışa daha ya-

kındı o.

60’lardan, 70’lerden sonra çevirmenler:

“Çevrildiği dilde yadırganmadan, anlaşılarak,

zevk alınarak okunmalı” anlayışında birleşi-

yorlar. Bir eser bir dilden öbür dile çevrilir-

ken başta sesi, cümle yapısı olmak üzere za-

ten pek çok değişime uğruyor. Örneğin “zey-

tin ekmek yiyelim” dersek Türkçede basit,

ucuz bir yemek anlaşılır. Bunu Moldova’da

söylersek, yeni öğrendikleri en pahalı ve lüks

bir yiyecek anlaşılır. Hangisi değiştirme, zey-

tin yiyelim mi yoksa onların sıradan yemeği

ekmeği domuz eti suyunda ıslatılarak yenmesi

mi? Bence bu anlayışta kelimeler değiştiril-

miş oluyor ama anlam korunuyor. Çeviri ya-

ratıcılığı çok olan bir çalışma. Bir dilden

öbürüne dümdüz, kelime kelime aktarım ya-

pılamıyor. Ünlü bir söz vardır: “Yazarlar

kendi çağlarının çocuğudur” der. Ben de

içinde bulunduğum kültürün çocuğuyum.

Onun anlayışını benimsiyorum.

Can Yücel nasıl bir çeviri yapmıştı?Can Yücel, örneğin Shakespeare’in ünlü 66.

sonesini çevirdi. “Kızoğlan kız”, “Yemen’e

kadı olmak” gibi deyimler kullanıyor. Tabii

“Shakespeare böyle laflar kullanmadı” diye

itiraz edildi. Yanıtı hazırdı: “Türkçe söyleyen”

Can Yücel. 66. Soneyi karıkoca akademisyen

bir çift de çevirmiş. Onlar da milim milim Sha-

kespeare’e bağlı kalmışlar. İki metni yan

yana koyuyorsun. Can Yücel’inki son derece

keyifli… Shakespeare’in söylemek istediği şeyi

de içinde hissediyorsun. Bu sonede haksız-

lıklara karşı çıkılır. İyiler hep ceza görürken,

kötüler bir şekilde sıyrılırlar. Can Yücel’in çe-

virisinde bu haksızlığa isyanı hissediyorsun.

Öbür metinde ise, bir şiir heyecanı duymadan

edebiyat tarihinin bir örneğini okumuş olu-

yorsun.Teşekkür ediyor çalışmalarında başarılar

diliyoruz.(*) Nâzım Hikmet, Kemal Tahir’e

Mapusaneden Mektuplar, Adam Yayınları,Birinci Basım: Ağustos 1968, 370 s.

“Kültürler arası bir değiş tokuş”

Feyziye Özberk(sa�da)

Lale Alal�n’labirlikte

Page 17: KAPAK SAYI23 TEMMUZ:Layout 1aydinlikgazete.com/images/dosyalarim/kitapeki/2012/sayi...Asıl adı Leon Davidoviç olan Troçki, 1879 yılında Ukrayna’nın Karadeniz tarafında doğdu

Küresel dengelerialt üst eden gün: 11

EylülMUSTAFA SOLMAZ

“11 Eylül, Küresel Felakete Yerel Yorumlar”

kitabı derleme bir çalışma olarak Tan Ki-

tabevi tarafından okuyucuya sunuldu. Kita-

bın içinde yer alan çalışmalar, 11 Eylül’ün 10.

yılı dolayısıyla gerçekleştirilen bir konfe-

ransta sunulan tebliğlerden edinilmiş. Eser,

11 Eylül’ü sadece ABD açısından değerlen-

diren görüşlerin yanı sıra küresel dengeleri

alt üst eden bu olayı tüm dünyayı ilgilendi-

ren yönüyle ele alan görüşleri yansıtıyor. Bi-

rinci bölümde “11 Eylül: Neydi, Neyi De-

ğiştirdi?” makalesiyle Funda Gençoğlu On-

başı, 11 Eylül’ün demokrasi, ulus-devlet,

küreselleşme, güvenlik, özgürlük alanında-

ki düşüncelerimize etkisini tartışıyor. Küre-

selleşme için “rıza ve iknaya dayalı hege-

monya” tanımı yapılan makalede 11 Eylül

sonrasında Irak ve Afganistan işgalleri de

dünya kamuoyunu ikna etmenin önemli bir

argümanı olarak değerlendiriliyor.

FRAKS�YONLARIN ÇEL��ENTALEPLER�Ali Murat Özdemir “11 Eylül ve Yeni Dev-

let Biçimi” makalesiyle “Devlet nedir?” so-

rusundan yola çıkarak yeni devlet biçimini tar-

tışıyor. Devletin, sivil toplumun dışında ve kar-

şısında konumlanmış bir organizma ya da

alan olmadığını belirten yazar, tersi bir algı-

lamayı da gözler önüne seriyor: Buna göre

devlet, “Sermayenin yeniden üretimi temel

ekseninde bir araya gelmiş ve işleyişi çeliş-

kilerden muaf olmayan yapısal biçimlerin, ku-

rumların ve örgütlerin toplamıdır.” Devlet za-

mandan ve mekandan bağımsız değildir.

Sermaye hiçbir zaman “genel olarak serma-

ye” formunda temsil edilmez. Farklı fraksi-

yonların (TÜSİAD, MÜSİAD, TUSKON vs.)

bazen birbiri ile esaslı olarak çelişen farklı ta-

lepleri olacaktır. Sermayenin fraksiyonları

arasındaki ilişkide talepler, birikim strateji-

leri üzerinden içerik kazanır. Bu noktada ya-

zar, örneğin Türkiye’de Ortadoğu eksenli ser-

maye gruplarıyla kurulacak ilişkiyi merkeze

alarak, kendi dar iktisadi çıkarlarını aşmaya

yönelmiş sermaye gruplarıyla alakalı talep-

leri temsil eden kimseler tarafından domine

edilmiş devlet aygıtlarında, Yeni Osmanlıcı

bir söylemin diğerlerine üstün gelebileceği-

ni belirtiyor. Bu aygıtın içerisine giren ta-

leplerin de bu söylemi destekleyen grupların

işine yarayabileceği söylenebilir. Türkiye’nin

Avrupa Birliği perspektifi de, ilgili grupların

ve uluslararası almaşıklarının küresel siste-

me eklemlenme tarzlarıyla ilişki içinde geli-

şecektir. Dolayısıyla devlet “Kendi içerisin-

de temsil bulan çeşitli sınıfların güçlerinin ke-

siştiği noktada iktidarını kullanılabilen ya-

pılaşmış bir ilişkiler setidir.”

11 Eylül, Irak’ta görüldüğü gibi Ameri-

ka’yla ve diğer emperyalist devletlerle ters dü-

şen ülkelerin, devlet biçimin dönüştürül-

mesi için fırsat yaratmıştır. Önümüzdeki

dönemde, stratejik hammadde satıcılarının

Amerikan hegomanyası ile sorunları olan ül-

keler için (Venezuella, İran) savaşa varan dış

müdahale gündeme gelecektir. Yazar tam bu-

rada Türkiye ile Irak’ı karşılaştırarak, Tür-

kiye’de yaşananın adeta “savaşsız teslim” ol-

duğunu dile getiriyor.

11 EYLÜL’ÜN ESAS FA�L� VEAMACIProf. Dr. Sencer İmer “11 Eylül Sonrası Kü-

resel Değişimler” adlı makalesinde 11 Eylül

sonrasında emperyalist devletler ve ezilen

dünya arasındaki ilişkileri değerlendiriyor. 11

Eylül’de İkiz Kuleler’in yıkılışının tarihteki

bazı olayların sonuçlarıyla aynı etkiyi yarat-

tığını gündeme getiriyor. İmer, Almanya’da

Hitler döneminde Alman Meclis binası Re-

ichstag’ın, Naziler tarafından yakıldığının son-

radan ortaya çıktığını hatırlatarak, o dönemde

suçun komünistlerin üzerine atıldığını, çün-

kü Hitler’in o dönemde mecliste üstünlük

sağlamak için böyle bir hadiseye ihtiyacı ol-

duğunu belirtir. Dolayısıyla 11 Eylül olayının

da Amerika’nın Ortadoğu’da ve Asya’da

hegemonya sağlayabilmek için “teröre kar-

şı savaş” sloganıyla başlatacağı savaşları ger-

çekleştirebilmek için kendisinin yapmış ola-

bileceğini iddia ediyor.

İmer, makalesinde ABD – Çin rekabeti-

ne de değiniyor. Amerika, Asya’ya yönelik

hamlesinde Henry Kissinger aracılığıyla

“Çin’in yükselişini durduramayız, fakat ya-

vaşlatabiliriz.” diyor. ABD, Çin’in büyüme-

sinde esas engelin enerji teminindeki zor-

luklar olacağını tespit ediyor. Afganistan, İran

ve Suriye operasyonları ile de Çin’in enerji

kaynakları kesilerek yükselişi yavaşlatılma-

ya çalışıyor. Bu arada “Çin, Libya’ya yönelik

operasyonda neden BM güvenlik konseyin-

de veto hakkını kullanmadı? diye sorulabi-

lir. İmer bu soruya “Çin’in şu anda savaşa ih-

tiyacı yok. 10-15 sene daha dişini sıkarsa bel-

li bir duruma geldikten sonra zaten savaşa ih-

tiyaç kalmayacak.” Diyerek Çin’in Amerika’yı

“savaşsız yenme” stratejisini belirtmiş oluyor.

Kitapta yer alan makalelerden biri de

Emel G. Oktay’ın kaleme aldığı “11 Eylül

Sonrası ABD Kamu Diplomasisi”. Makale-

de soğuk savaş sonrası değişen kamu diplo-

masisi anlayışı ve “yumuşak güç” kavramı

üzerinden kamu diplomasisinin küresel te-

röre karşı araçlaştırılması ele alınıyor. Yine

Anar Somuncuoğlu “11 Eylül’den Sonra

Orta Asya: Tek Kutupluluktan Çok Kutup-

luluğa” makalesinde ABD ve iki Asya ülke-

si Rusya ve Çin arasındaki mücadeleyi irde-

liyor. 11 Eylül sonrası Rusya ve Çin’in daha

aktif hale geldiğini söyleyen Somuncuoğlu,

enerji hatları üzerindeki mücadeleyi sergili-

yor. Zuhal Yeşilyurt Gündüz ise “11 Eylül

Sonrasında AB ve Göç: Güvenlikleştirme ve

Ekonomikleştirme İkilemi” adlı yazısında

AB’nin Kuzey Afrika’yı yoksulluktan öte aç-

lıkla karşı karşıya bıraktığını, AB’nin göçün

nedenleriyle değil göçmenlerle ve mültecilerle

mücadele ettiğini örneklerle açıklıyor.

(11 Eylül: Küresel Felakete Yerel Yorumlar, Der: İsmail Aydıngün- Ali

Murat Özdemir, Tan Kitabevi, 186 s.)

17Aydınlık KİTAP

Page 18: KAPAK SAYI23 TEMMUZ:Layout 1aydinlikgazete.com/images/dosyalarim/kitapeki/2012/sayi...Asıl adı Leon Davidoviç olan Troçki, 1879 yılında Ukrayna’nın Karadeniz tarafında doğdu

3 A�USTOS 2012 CUMA18 Aydınlık KİTAP YENİ ÇIKANLAR

Kirli, Pasl�, Bozuk

Bu kitabı, son müsveddeleri dikkatleokurken yüzüne yerleşen tiksinti ger-çekten ilham verici olan anneme adı-yorum.

-Mike Segretto-Bu kitabı neden yazdığını bilmiyo-

rum, Mike. Ama ben, öncelikle zihin-lerimize hakim kılınan aşk anlayışına ta-mamen farklı bir alternatif oluşturdu-ğu için bastım. Tiksinti konusuna gelinceAnneciğini üzme; zaman zaman ger-çekten iğrenç olabiliyorsun. Öte yandanen aykırı, en olmayacak, en gerçekdışıama mutlaka gerçek aşkı biraz kanlıcanlı olsa da tarif etme yolun buysa, di-yecek şey yok.

Ne demiş bu kitabın kahramanı Whizer Whale:Garunga!Öyle olsun.-Yayıncı-Tanrı ikinizin de belasını versin!-Okuyucu-

Çöpün Gelini

Bu kitabın amacı bir TÖS tarihi yaz-

mak değildir. Amaç, TÖS’ü TÖS ya-

pan özellikler içinde ön plana geçen

ve TÖS’ü unutulmaz kılan özellikle-

rin temelinde yatan antiemperyalist,

ulusalcı ve emekten yana çizginin in-

celenmesi ve değerlendirilmesidir.

TÖS’ün resmi belgelerinde yer

alan görüşler kitapta alıntılar biçi-

minde sunulmaktadır.

“Bir TÖS Vardı”

Öğretmenlerin İlk Örgütlenmeleri

TÖS’ün Kökleri

TÖS’ün Kuruluşu ve Çalışmaları

TÖS’ün Başarıları ve Nedenleri

TÖS’ün Antiemperyalist, Ulusalcı ve

Emekten Yana Politikaları

TÖS Niçin Hedef Oldu?

TÖS adı niçin unutulmuyor?

TÖS - AntiemperyalistBir Ö�retmen Örgütü

Aşırı şekerli mısır şurupları, işlenmiş karbon-hidratlar ve ofislerde harcanan saatlerdenönce atalarımızın hayatta kalmak için ihtiyaçduyduğu yakıtlar otla beslenen hayvanların et-leri, yaban hayatta avlanan balıklar ve taze seb-ze-meyvelerdi. Hareket etmenin bir zorunlu-luk, yiyeceklerin ise kıt olduğu dönemde sadecegüçlüler hayatta kalabiliyordu. O zamandan buyana DNA’mız çok az değişti ama ifadesini bul-duğu ortamın kökten değiştiğine şüphe yok.Spor salonlarında egzersiz yapmadığımız, ye-meklerimizi kutulardan yemediğimiz günde 10saat boyunca oturmadığımız bir dünyada varolmak üzere tasarlanmış vücutlarımız ve ha-yatlarımız çok daha farklı eziyetler çekiyor. “İlkİnsan Diyeti”nde Arthur De Vany, tabiat ana-nın bizim için uygun gördüğü sağlıklı yaşam for-mülünü veriyor. De Vany mağara adamlarınınalışkanlıklarını taklit etmenin getirilerindenbahsediyor: Arada sırada öğün atlayın, daha azama daha yoğun spor yapın, kardiyo makine-lerinde saatlerinizi harcamaktansa kısa mesa-feleri yüksek hızda koşarak kat etmeye çalışın...

�lk �nsan Diyeti

Châvez, hazırlanan petrol planı uyarınca,petrol gelirinden halka kalacak payı yüzde30’a çıkardı. Ardından “Toprak Refor-mu”nu gerçekleştirdi. Bütün bunların ama-cı yoksulları doyurmak, barındırmak, eğit-mek, gönendirmek. ABD yönetimi bütünbunları “fazla sosyalistçe” bulmakta, Irak’ademokrasi götürmek(!)” için işgalci olurken,Venezuela’da demokrasiye karşı darbecikimliğiyle gerçek yüzünü göstermekte. İştebu nedenle, küresel azgınlığın en pervasız dö-neminde, yoksulların devrim yaptığı bu ül-keyi, Venezuela’yı görmek, devrimin lideriChâvez’i tanımak gerekiyor. Sözün kısası, an-layana sivrisinek saz, anlamayana Venezuelaaz... “Bu gelişmelerin en önde gelen aktö-rü olan Châvez’in daha şimdiden efsane-leşmiş olan serüveni, Noyan Umruk’unaraştırmasının eksenini oluşturmaktadır.Noyan Umruk, çok öncelerden tanık oldu-ğumuz üstün araştırmacılık yeteneğini bu ça-lışması ile bir kere daha kanıtlamıştır.”

Prof. Dr. Alpaslan Işıklı

Chavez Bizi B�rakma

Bilim kurgu/fantastik edebiyat alanının“Nobel”i Arthur C. Clarke ödülünü üç kezkazanan tek yazardan varoluşsal bir polisi-ye... Yayınlanışının hemen ardından, 2010 yı-lında Hugo, Dünya Fantezi, Nebula ve Art-hur C. Clarke ödüllerini kazanan “Şehir veŞehir”, okuyucuyu sanatsal doruklara çıka-ran bir gerilim romanı... Britanya fantastikedebiyatının parlak isimlerinden China Mi-êville, fantastik edebiyat alanının “Nobel”iolarak nitelendirilen Arthur C. Clarke ödü-lünü üç kez kazanan tek yazardır. YazarınaHugo, Dünya Fantezi, Nebula ve Arthur C.Clarke ödüllerini kazandıran Şehir ve Şehir;gerçek ya da hayal ürünü, hiçbir şehre ben-zemeyen bir şehirde geçen varoluşsal bir po-lisiyedir. Avrupa’nın kıyıda köşede kalmış birşehri olan Beszel’de bir kadın cesedi bulu-nur. Bu olay, başta, Ağır Suçlar Birimi mü-fettişi Tyador Borlû’ya sıradan bir cinayet gibigelir. Ama soruşturma ilerledikçe, kanıtlaronu hayal bile edemeyeceği kadar ölümcülplanlara götürür...

�ehir ve �ehir

“Her resim ufak birer hikâyedir. On-

ları seyredersen birkaç dakika içinde

sana bir öykü anlatırlar.” Resimli

Adam’ın vücudundan yansıyan, hep-

si birbirinden etkileyici on sekiz öykü...

Ray Bradbury’den eleştiren, düşün-

düren ve dehşete düşüren bir bilim-

kurgu klasiği... “Mars Yıllıkları”ndan

hemen sonra, “Fahrenheit 451”den bir

süre önce yayımlanan bu kitap, Brad-

bury külliyatının en önemli eserle-

rinden biri. Ölümden inançlara, nük-

leer savaştan ırkçılığa, dünyanın so-

nundan uzaydaki yalnızlığımıza kadar

insanlığa dair birçok konuya değinen

Bradbury, hayallerimizle hakikatin

karşı karşıya geldiği, modern bireyin

psikolojisine ve teknolojik ilerlemenin

karanlık yanına ışık tutan öyküleriy-

le bize yine bizi anlatıyor.

Resimli Adam

Keret’in büyülü, tuhaf, ters köşeler ile doluinişli çıkışlı dünyasına bir giriş bileti: “Nim-rod Çıldırışları”. “Tanrı Olmak İsteyenOtobüs Şoförü” ile “Buzdolabının ÜstündekiKız”ın hınzır yazarı, hiçbir şeye aldırmaksı-zın akan sıradan hayatlara derin kesikler at-maya devam ediyor. “Nimrod Çıldırışları”kendi kafasına göre dönüp duran dünyadaçıldırmadan yaşamayı başaranlara, ne olur-sa olsun arkadaşlarına inanmakta ısrarcıolanlara, yaralarıyla yaşayanlara ve yaşaya-mayanlara, hayatın karanlıkları içinde pa-rıltıları arayanlara sesleniyor. Geceleri en-sesi kıllı, şişko bir adama dönüşen sevgilisiyleşehrin altını üstüne getiren bir adam, kay-bettikleri arkadaşlarını anmak için sırayla fıt-tıran dostlar, ikinci fırsatların hayaliyle birömür boyunca yaşayanlar ve umutsuzluğu birip şeklinde hayal ederek ilmeği boyunları-na geçiriveren insanlar... Hepsi ve dahafazlası, Keret’in hüzünlü, oyunbaz, eğlencelihikayeleriyle, kanlı canlı karşınızda.

Nimrod �ld�r��lar�

China Mieville, Yordam Kitap,Çev: Mehtap Gün Ayral, 336 s.

Alican Ökmen,Ayr�nt� Yay�nlar�, 272 s.

Duyguların en safı, en karanlığı ve en acımabilmezi olan intikam, mağdurun zalim, zali-min mağdurla yer değiştirmesine nedenoluyor. Her şeyin kirlendiği, insanların çü-rüdüğü, adilik ve bayağılığın egemen oldu-ğu bu dünyada insan hayatlarının hiç bir de-ğeri yok. Herkesin silahla ve kötülükle do-nandığı “Kirli, Paslı, Bozuk”da bütün ka-rakterler kendilerini bekleyen vahşi sona doğ-ru frene basmadan yol alıyor... Alican Ök-men, ilk romanı “Kirli, Paslı, Bozuk”da yer-altının dibe vurmuş insanlarının suça batmışhayatlarını, polisiye kurgusunun gerilimini si-nemasal anlatımın araçlarını da kullanaraktırmandıran hızlı, tempolu ve sert bir dille ak-tarıyor okura. Hikayenin karakterlerininkaderlerinden kurtulmak hiç değilse malumsonu geciktirmek için çırpınışlarında isedramatik bir arka planda aşina olduğumuzinsani duygulara dokunuyor. Türk romanındayeterince işlenmemiş yeraltı dünyasına kes-kin bir bakış atan roman okurun yüzündeadeta bir tokat gibi patlıyor.

Y�ld�r�m Koç,Kaynak Yay�nlar�, 112 s.

Etgar Keret, Siren Yay�nlar�,Çev: Avi Pardo, 160 s.

Mike Segretto, Tembel HayvanYay�nlar�, Çev: Cihat Ta�ç�o�lu, 176 s.

Arthur De Vany, NTV Yay�nlar�,Çev: Bülent Do�an, 256 s.

Noyan Umruk,Destek Yay�nlar�, 251 s.

Ray Bradbury, �thaki Yay�nlar�,Çev: �lker Sönmez, 344 s.

Page 19: KAPAK SAYI23 TEMMUZ:Layout 1aydinlikgazete.com/images/dosyalarim/kitapeki/2012/sayi...Asıl adı Leon Davidoviç olan Troçki, 1879 yılında Ukrayna’nın Karadeniz tarafında doğdu

3 A�USTOS 2012 CUMA 19Aydınlık KİTAPYENİ ÇIKANLAR

A�k�n Normal Kaosu

Bu kitap, Attilâ İlhan’ın yaşamına odak-lanmış kuru bir biyografi değil. Ustanın ken-di anlatımıyla kayda düşürülmüş bir anılartoplamı. Ciltlere sığmayacak bir yaşamın,dev bir şiirin özeti. Şairin yaşamının satır-başları... “Attilâ İlhan okumaları, benim içinadeta bir yaşama biçimi halini aldı. (...) Bu-günün gençleri gibi biz de 1960’larda Nâ-zım Hikmet’in, Attilâ İlhan’ın şiirleriyle co-şardık. İnanırdık ki, her okuyuşumuzdadünya yeniden kurulacak. Sanırdık ki iç-kievlerinde masalar, onun şiirleriyle çınla-yınca gökyüzü fethedilecek. Bizim kuşağınedebiyat tutkusuydu bu... Bu tutkuyu alt-tan alta besleyen neydi? Attilâ İlhan, herşeyden önce kendine özgü bir üslup yarat-mıştı. Edebiyatta yaratılan bu üslup, gide-rek hayatı kavrama, açıklama ve dönüş-türme uğraşında bir ahlakın oluşmasına yolaçmıştı. Genç kuşaklarla iletişim kurabilenbir yazardı. Hepimizi etkileyen de buydu.”

Büyük Yollar�nHaydudu

Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın değerianlaşılamamış eserlerinden biri olanSon Arzu, temelde bir aşk romanı ol-masının yanında, okuyucusuna 19. yüz-yıl İstanbul konak ve sosyal hayatınadair önemli ayrıntılar sunuyor. Şehza-debaşı, Direklerarası’nda ramazan ge-cesi tasvirleriyle açılan roman, bu eğ-lencelerde karşılaşan gençlerin birbir-lerine sevdalanmalarıyla asıl mecrası-nı buluyor. Nuruyezdan, Zişan ve Vic-dan, üç farklı karakterdeki üç genç kız,sevgilileriyle şartların müsaade ettiği öl-çüde alakalarını sürdürürler. Üçününmacerası da farklı şekillerde sonuçla-nır ama bunları belirleyen ortak etken;toplumun ve toplum yaşantısını belir-leyen “ihtiyarların” kadın-erkek ilişki-lerinde takındığı sert tutumdur. Evle-re Şenlik Kaynanam Nasıl Kudurdu?ise insan ilişkilerine dair, hiçbir zamaneskimeyecek, klasik bir roman.

Son Arzu - Evlere�enlik - Kaynanam

Nas�l Kudurdu?

Sizin hukukunuz, dünyadaki hiçbir hu-

kuk, bir insanın vicdanından daha bü-

yük değildir. Ben vicdanımın temizli-

ğiyle burada dimdik duruyorum! Ha-

yatımın sonuna kadar da dururum.

Ben hasretten yaprak dökmesin-

ler diye burada göğsümün üstünde

sakladığım fesleğenleri, yarime gön-

deriyorum.

Ben memleketimin fesleğenine,

toprağına, insanına aşkla bağlıyım,

aşk! Beni bu topraklardan kimse sö-

küp atamaz. Beni zindanlar, hücreler

bu topraklardan söküp atamaz. Tec-

ritler vız gelir. Ancak faşistler dü-

şünceden korkar. Ancak alçaklar in-

sanlara tuzak kurar.

Faşizme ve alçaklığa artık izin

vermeyin...

Anne Hiç Can�mAc�mad�

Sandman’in 1990’ların en beğenilen veödül kazanmış çizgi roman serisi olma-sının bir nedeni var: Neil Gaiman tara-fından yazılan ve çizgi roman sektörününen çok rağbet gören çizerleri tarafındanresimlenen bu akıllıca yazılmış ve derinbir hüzün içeren destan; çağdaş kurgu,tarihi öyküler ve efsanelerin kusursuzcabir araya getirildiği, modern mitoloji vekaranlık fantezinin birleşimi olan bir eser.Sandman efsanesi çizgi roman edebiya-tında eşi olmayan, unutamayacağınızbir öykü. Sisler Mevsimi, bizi EbedilerAilesi’nin diğer üyeleri ile tanıştırıyor. Ka-der’in bahçesinde başlayan olaylar dizi-si, Düş’ün cehennemi tekrar ziyaret et-mesiyle doruğa ulaşır. Kendisini bekle-yen cehennemin efendisi Lucifer, Düş'ühiç beklemediği bir şekilde karşılaya-caktır. Lucifer’ın üzerine yüklediği ağırsorumluluk, Düş’ün pek çok mistik tan-rıyla muhatap olmasına neden olacaktır.

Gizemli.Efsane dolu.Ve asla sırrını açmıyor.Hiç kimseye..Katie’nin yalnızca tek bir hedefi var-

dır. Hayalet’in zirvesine tırmanmak.Vadi üzerinde yükselen efsanevi üçbin metreyi aşmak. Yetmişli yıllarda birgrup gencin kaybolmasından bu yana,dağla ilgili etrafta inanılmaz söylentilerdolaşmaktadır. Katie, Julia, David ve di-ğerleri yola çıkar çıkmaz olaylar kont-rolden çıkar. Üstüne üstlük bir de havaansızın değişince grubun yaşamı tehli-keye girer. Peki son anda gruba katılangizemli Paul Forster’ın amacı nedir? Ku-lübede bulunan huzursuz edici kanıtınnasıl bir anlamı vardır? Şimdi artık ki-min dost, kimin düşman olduğu ortayaçıkacaktır. “Vadi harika! Gizemli, ka-ranlık sırlarla dolu etkileyici bir hikâye.Hiçbir sayfasını kaçırmak istemeyece-ğiniz karşı konulamaz bir macera.”

Felaket - Vadi 2

Mikro’da Michael Crichton görülemeyecekkadar küçük, fakat göz ardı edilemeyecek ka-dar tehlikeli bir evreni gözler önüne seriyor.Honolulu’da içeriden kilitli bir ofiste üç ada-mın cesedi bulunur. Geride kalan tek ipucubıçaklı, çıplak gözle görülemeyecek kadar mi-nik bir robottur. Oahu’nun bereket fışkıranormanlarında biyolojik araştırmalarda çığıraçan yepyeni bir teknoloji uygulanmaktadır.Cambridge, Massachusetts'te alanlarındasivrilmiş yedi doktora öğrencisi mikrobiyo-lojide devrim yapan yeni bir şirket tarafın-dan işe alınırlar. Nanigen Mikro-Teknolojibu grubu Hawaii’deki gizemli bir laboratu-vara götürür ve onlara bilimin sınırlarını zor-layabilecekleri gereçleri sunar. Ne ki, bu gençbilim insanları Oahu yağmur ormanlarınaadım attıkları anda kendilerini adım başı kor-kunç tehlikelerle karşılaştıkları düşman biryabanıl ortamda bulurlar. Doğal dünya hak-kında bildikleri dışında silahları yoktur. Acı-masız ve dizginlenemeyen bir düşmana yemolmak istemiyorlarsa, önce doğanın kendi gü-cünü alt etmek zorundadırlar.

Mikro

Türkiye’den insan manzaraları ve özgün hi-kâyeler bu kitapta bir araya geldi... Çocuklukyıllarımızda bize anlatılan masalların etkisin-de kalmayan hiç kimse yoktur. Masalların için-deki iyi kalpli kahramanları kendimizin yeri-ne koyarak, arkadaşlarımızla olan ilişkilerimizibelirlemişizdir. Onların gerçek olmadıklarınıanladığımız zaman kendi masallarımızı uy-durmaya başlamış ve ilk yalanlarımızı kendi-mizi savunma amaçlı söylemişizdir. Masalla-rı öyküye dönüştürürken çıktığımız yolcu-luklarda inmek zorunda olduğumuz duraklargeleceğimizi belirlediğinde geride iyi-kötüanılar, pişmanlıklar, kırgınlıklar kalır. Bazı öy-küler vardır ki dinlediğinizde veya okuduğu-nuzda kahraman siz olursunuz. En güzelaşkları yaşar, bütün ihanetleri, yokluğu-varlı-ğı siz çekersiniz. İsyan eden de, boyun eğen desizsinizdir. Öykülerin hep iyi bitmesini isteriz.Tıpkı masallardaki gibi “Onlar ermiş mura-dına, biz çıkalım kerevetine” veya “Gökten üçelma düşmüş, kimin ne muradı varsa onun ba-şına” dileklerimiz gibi biten...

Tekrar� OlmayanÖyküler

Krystyna Kuhn, Pegasus Yay�nlar�,Çev: Firuzan Gürbüz, 336 s.

Elisabeth Beck-Gernsheim, UlrichBeck, �mge Kitabevi Yay�nlar�,

Çev: Nafer Ermi�, 414 s.

Aşkın Normal Kaosu, cinsiyet rollerini,ilişki kalıplarını, cinsiyetle ilintili ya-şam biçimlerini inceler. Eski normlarınmodernizm tarafından yıkılışı ve bu ge-çiş sürecinin yarattığı sorunlar çerçeve-sinde günümüzdeki kadın erkek ilişki-lerinin durumunu betimler. Aşkın ortayaçıkışıyla birlikte, maddi temellere dayalıevlilik ve ilişki biçimlerinin yerini gü-nümüzde çoğunlukla aşka dayalı ilişki bi-çimleri almıştır. Dünyaca ünlü Almansosyolog Ulrich Beck, bu son derece şa-şırtıcı kitabında, çoktandır önümüzdeduran ama belki hiç adlandıramadığımızbir şeye dikkat çekiyor. Dinin vaat etti-ği öteki dünyanın cenneti; bugünü, şim-diyi yaşamak isteyen modern insanaartık yetmemektedir. Onun yerini hemenşimdi yaşanabilecek bir cennet hayali al-mıştır ve bu cennet aşktır. Beck'e göre,yeryüzünde bir cennet vaat eden aşk, ge-nel tanımıyla bir “yeryüzü dini”dir. An-cak bunu gerçekleştirmek hiç kolay de-ğildir ve giderek de zorlaşmaktadır.

Hüseyin Rahmi Gürp�nar,Everest Yay�nlar�, 362 s.

Tülin Dursun, Yitik ÜlkeYay�nlar�, 159 s.

Öner Ciravo�lu,Can Yay�nlar�, 120 s.

Tuncay Özkan,Cumhuriyet Kitaplar�, 226 s.

Neil Gaiman, Laika Yay�nc�l�k,Çev: Ece Esmer, 224 s.

Michael Crichton, RichardPreston, Alt�n Kitaplar, Çev:

Esat Ören, 464 s.

Sandman - SislerMevsimi

Page 20: KAPAK SAYI23 TEMMUZ:Layout 1aydinlikgazete.com/images/dosyalarim/kitapeki/2012/sayi...Asıl adı Leon Davidoviç olan Troçki, 1879 yılında Ukrayna’nın Karadeniz tarafında doğdu

Güneşi sırtındataşıyan köpek

İREM HALIÇ[email protected]

İlk sayılarda Behiç Ak’ın “Güneşi Bile Ta-

mir Eden Adam” adlı çocuk romanını an-

latmıştık. Eğer okuduysa çocuklarınız ve

beğendilerse, şimdi de yine aynı tatta bir

diğer çocuk kitabından bahsetmek istiyo-

ruz: “Buzdolabındaki Köpek”. Her iki ki-

tap da çocuğunuzun kütüphanesinin önem-

li köşelerine layık kitaplar. Tabi o bembe-

yaz sayfaların üzerindeki rengarenk kari-

katürlere bakmaya doyup kütüphaneleri-

ne kaldırabilirlerse.

“Buzdolabında köpeğin işi ne?” diye-

cek olursanız, bu halinizle sıcağa dayana-

mıyorsunuz ki hele bir de bir Sibirya kur-

du olsaydınız ve sıcacık bir adada yaşamaya

zorlansaydınız siz de o buzdolabına girer,

bir daha da çıkmazdınız. “Sibirya kurdu-

nun sıcacık adada işi ne?” diyecek olursa-

nız, o zaman kitabı okumalısınız.

Behiç Ak, okuduğum bir önceki kita-

bında yaptığı gibi yine çocukları hoşnut

edecek ve eğlendirecek bir öykü yazmış.

Hiçbir karakteri vasıfsız bırakmamış, hep-

sinden ayrı ayrı bahsetmiş. Nasıl ki hepi-

mizin ayrı huyları, ayrı becerileri, ayrı

korkuları varsa, Behiç Ak da kitaplarında

her karakteri özenle yaratmış ve uzun

uzun da bahsetmiş. Olur ya bazı kitaplar-

da sadece kahramanı doğru düzgün tanı-

rız, diğerleri yalnızca onun annesidir, ba-

basıdır, eşidir, komşusudur, arkadaşıdır. Bu

kitapta kahramanımız Cem, ama Behiç Ak

bize onun deniz aşığı babası, çılgınca ge-

zen halası, köyün en yaşlısı olan, tüm

ağaçlar hakkında her şeyi bilen ve sırları-

nı sadece onlarla paylaşan Sırdede, serçe-

lerle konuşan Serçe Kadın hakkında, on-

ları bizim için önemli yapacak birçok şey-

den bahsetmiş. Her birini yaşanan komik

olayların bir parçası haline getirip yalnız

kalmalarına izin vermemiş. Kitaptaki ko-

mik olayların arkasında da aslında tarihi bir

gerçek yatıyor. Bu küçük şirin köyde ya-

şayan insanlar aslında dedeleri savaş son

rası Türkiye Yunanistan arasında yapılan

nüfus mübadelesinde yeni bir savaşı en-

gellemek için Yunanistan’daki evlerinden

zorla koparılıp Türkiye’ye getirilen köylü-

lermiş. Ancak sonraki nesle mübadeleden

hiç bahsedilmemiş. Sanki büyük büyük de-

delerine kadar hep bu köyde yaşamış,

hep bu köye ait olmuşlar gibi anlatılmış.

Böylece her biri köyüne sıkı sıkıya bağ-

lanmış, dışarıdaki hayatı umursamaz ol-

muşlar. Hikaye üzücü bir gerçeğe dayan-

sa da Behiç Ak eğlenceli bir halde anlat-

tığı için sıkmadan, germeden, üzmeden

okutturuyor kitabını.

AFACAN BUZDOLABINA SI�INIRSAAsıl kurgu Cem’in gezgin halasının Rus-

ya’ya yaptığı gezi sonrasında Cem’e hedi-

ye olarak getirdiği Haski cinsi küçük bir kö-

pek etrafında dönüyor Akrabaları Rus-

ya’nın karlı dağlarında bir o yana bir bu

yana koşturan bu köpek, haliyle kanında

haylazlık olduğu için büyüdükçe köyü bir-

birine katıyor. Olacakları önceden sezen

köylüler zamanında köpeğe Afacan adını

vermişler bile. . Behiç Ak kitabın bir bö-

lümünün başlığında Afacan için “Güneşi

sırtında taşıyan köpek” demiş. Afacan

gün geçtikçe sıcağa daha da dayanamaz

oluyor. Bir vantilatöre, bir soğuk depoya,

bir buzdolabına dadanan hayvancağızın iç-

ler acısı halini görünce Sevgi Hala ve köy-

lüler, Afacan’ı köklerinden ve vatanın-

dan ayırıp, yapısına uygun olamayan or-

tamda yaşamaya zorlamakla hata ettikle-

rini anlıyorlar ve onu vatanına geri götür-

meye karar veriyorlar. Peki, bugüne kadar

köylerinden hiç ayrılmamış bu insanlar bir

köpek için sınırları aşma riskini göze ala-

bilecekler mi sizce?

Eğlenceli okumalar diliyoruz.

(Buzdolabındaki KöpekYazan ve Resimleyen: Behiç Ak

Günışığı Kitaplığı, 96 s.)

3 A�USTOS 2012 CUMA20 Aydınlık KİTAP ÇOCUKLAR İÇİN

“Buzdolab�nda köpe�in i�i ne?” diyecek olursan�z,bu halinizle s�ca�a dayanam�yorsunuz ki hele bir de

bir Sibirya kurdu olsayd�n�z...

�t�r �t�r Felsefe - A�K VE DOSTLUK

Sevginin iki farklı biçimi, kural tanımaz iki

duygu: Aşk ve dostluk!

Biri “Seni seviyorum” dediğinde, ger-

çekten öyle hissettiğinden nasıl emin olabi-

liriz? Kimsede sözcüklerin doğruluğunu öl-

çen bir makine, itiraf edilen aşkın içtenliğini

tartan bir alet yoktur! Ancak gayet iyi ölçü-

lebilen bir şey vardır: Davranışların içtenliği.

Sırf bir dostu görmek uğruna yapılan tren yol-

culuğu, hasta birinin başında günlerce bek-

lemek, arkadaşına en güzel elbiseni ödünç ver-

mek... İşte, gerçek ve içten hareketler... Tüm

dünyada her yaştan okurla buluşan “Çıtır Çı-

tır Felsefe” dizisinin 21. kitabında yazar Bri-

gitte Labbe, insanı büyük mutluluklara ya da

umutsuzluklara sürükleyen iki kavramı in-

celiyor: Aşk ve dostluk. Brigitte Labbê’nin dü-

şünmeye davet eden özgürlükçü yaklaşımı ve

güçlü anlatımı kadar, Jacques Azam’ın kari-

katür tadındaki renkli resimleriyle de ben-

zersiz kıldığı “Çıtır Çıtır Felsefe” dizisi, çeşitli

ülkelerde olduğu gibi, ülkemizde de birçok okulun en çok önerdiği kitaplar

arasında yer alıyor.Yaşamı ve dünyanın işleyişini anlamaya çalışan çocukla-

ra yardımcı olacak temel sorularla kurgulanan her kitap, farklı bir temel ko-

nuyu, günlük yaşamda sıkça karşılaştığımız örnek olaylarla öyküleştirerek tar-

tışıyor. Dizi, öğretmenler ve anne babalar tarafından da severek okunuyor.

U�urböce�i Sevecen ileSalyangoz Tomurcuk 6 - Deniz

Maceras�

Uğurböceği Sevecen ile Salyangoz Tomur-

cuk’un Maceraları Devam Ediyor!

Macar yazar Erika Bartos’un yazıp re-

simlediği Uğurböceği Sevecen ile Salyangoz

Tomurcuk’un maceraları devam ediyor. Ön-

ceki maceralar: “Arkadaş”, “Gökkuşağı”,

“Noel Baba”, “Uçurtma” ve “Cadılar” baş-

lıklarını taşıyordu. Yeni maceranın yer aldığı

altıncı kitap ise: “Deniz Macerası”. Dereden

nehre, oradan ver elini deniz! Rüzgâr, renkli

balıklar, yengeçler, midyeler ve daha neler ne-

ler? Sevecen ile Tomurcuk’u bu macerada yep-

yeni dostlar ve heyecanlı bir yolculuk bekliyor.

Kim Korkar Mavi Kurt’tan?

Günlerden bir gün, siz deyin on, ben diyeyim

yirmi yılda bir yaşanacak farklı bir akşam ge-

çirdi Ninni Ninesi. Bütün çocuklar yatağa gir-

miş, onun evinden gökyüzüne yayılan sesini

duymak için beklerken, Ninni Ninesi’nin

içinden hiç mi hiç ninni söylemek gelmiyor-

du... İşte ne olduysa bundan sonra oldu.

Ninni Ninesi sorduğu bilmece ile tüm ço-

cukları gece boyunca sürecek cesaret dolu bir

maceraya sürükledi… Kim korkar Mavi

Kurt’tan? Ayın aydınlık yüzü mü? Yoksa ka-

ranlık gece mi? Çocuk yazının en önemli

isimlerinden Şiirsel Taş ve çizer Özlem Ke-

leş’ten sevgi, beraberlik, cesaret ve inanç

üzerine sımsıcak bir çağdaş masal… Bilen var-

sa, ninnimi duysun, uyusun, Bilmeyenler ben-

le gelsin, arasın, Söyleyin, söyleyin, söyleyin ba-

kalım Kim korkar Mavi Kurt’tan?

Brigitte Labbe,Michel Puech, Gün�����Kitapl���, Çev: Azade

Aslan, 40 s.

Erika Bartos,YKY, Çev: Agi JuditKiri�o�lu – Elvan L.

Eti, 24 s.

�iirsel Ta�Özlem Kele�,Tudem, 32 s.

Page 21: KAPAK SAYI23 TEMMUZ:Layout 1aydinlikgazete.com/images/dosyalarim/kitapeki/2012/sayi...Asıl adı Leon Davidoviç olan Troçki, 1879 yılında Ukrayna’nın Karadeniz tarafında doğdu

AYKUT BABACAN

“Kitap Dünyası” Silifkeli kitapseverlere

paylaşmanın ve öğrenmenin heyecanını

sunuyor.

İlçede üç yıldır çalışma yürüten ki-

tabevinin kurucusu Baki Günüç, kitap-

severler ve bilhassa gençler için oluştu-

rulan kütüphanelerin, toplumun bilgi dü-

zeyine sağladığı yararların farkında ol-

duğunu belirtiyor. Bu farkındalığın eyle-

me dönüştürülmesinde başarılı olundu-

ğunu somut bir şekilde görüyoruz. Nite-

kim “Kitap Dünyası” birkaç aylık çalışma

ile gençlerin uğrak mekanlarından birisi

olmuş.

İçinde edebi, felsefi, bilimsel, siyasi

eserlerin ve derslere yardımcı kaynakla-

rın yer aldığı kütüphanede 5 bin kitap bu-

lunuyor. Kitapseverlere nitelikli bir oku-

ma ortamı sunmanın yanında ikinci el ki-

tap değişimi imkanı da sağlanıyor.

Kitabevinin kurucusu Baki Günüç,

ilçedeki bütün kitap dostlarının katkıla-

rıyla Kitap Dünyasını sanat etkinlikleri-

nin de yürütüldüğü bir kültür merkezi ha-

line getirmeyi hedefliyor.

Kitapseverlere duyurulur!

ANADOLU’DAN KİTABEVİ

İttihat ve Terakki dönemi devrimcilerine

bugün de saldırılıyor. Hani meşhur sözleri var

ya: “İttihatçı zihniyet” diye. Aslında o zihni-

yetin tam karşılığı: Vatanseverlik ve devrim-

ciliktir! Çökmekte olan bir İmparatorluğun

son çocuklarının onur ve şeref direnişidir aynı

zamanda. Onlara fedai de derlerdi. İttihat-

çı devrimcileri suçlayanlar da nedense hep

emperyalizmle işbirliği yapan gericilerdir. O

gün ve bugün de hep böyle olmuş...

İttihatçı dönemin isimlerinden Galip

Vardar anlatmış; Sami Nafiz Tansu da yaz-

mış. İnkılâp Kibabevi tarafından 1960 yılın-

da basılmış. İçinde çok önemli anlatımlar var.

O dönemin olaylarını ve şahsiyetlerini ya-

kından tanıyan bir insanın anlatımı ayrı bir

değer katıyor kitaba. Dönemin meraklıları-

na ve araştırmacıları için önemli bir eser.

SAVA�LARDA GEÇEN YA�AMTansu, Galip Vardar’ı şöyle anlatıyor: “Ga-

lip Vardar, hayatı Rumeli’de eşkıya takibinde

geçirmiş bir Ohrili Eyüp Sabri, İttihatçıların

meşhur Maarif Nâzırı Şükrü, Yakup Cemil

ve Sapancalı Hakkı Beylerin en eski ve en

iyi arkadaşlarıdır. Galip Vardar Serezli’dir.

Çocukluğu Rumeli'de geçmiş, genç yaşında

babasının yanında vazifeler almış, Balıkesir

idadisini bitirdiği zaman umumi harbe gö-

nüllü bir delikanlı olarak gitmiş, Miralay Ra-

be’nin ordugâhında talim görerek Çanakkale

Savaşı’na iştirak etmiş, büyük Atatürk’ün 19.

Fırkası’nda Conkbayırı, Seddülbahir savaş-

larına girmiş, yaralanmış geriye alınmış,

sonra da Galiçya’ya sevk edilmiş, fakat kıs-

mi paralize giden durumu onu geriye çe-

virtmiş. Mütareke senelerinde gizli teşkila-

tın başı olan Albay Hüsamettin Ertürk'ün

emrinde ve yanında onun sağ kolu olarak

hizmet etmiş, babasının bu en iyi arkadaşı

ona çok nazik ve mühim vazifeler vermiştir.

İstiklal Savaşı’na gönüllü olarak karışmış, Sa-

karya Harbi’ne iştirak ederek ağır surette ya-

ralanmış ve kırmızı şeritli İstiklâl Madalya-

sı almaya muvaffak olmuştur.”

NADYA’NIN ACI ÖYKÜSÜGalip Vardar anılarında çocukken Make-

donya dağlarında vuruşan Türk delikanlı-

larının nasıl dağda taşta yiğitçe vuruşarak

hayatlarını kaybettiklerini ve onların anıla-

rına bir anıt bile dikilmediğini söylüyor. Ço-

cukluk anılarının en çarpıcısı Ödemişli genç

subay Nazım Bey’in, Bulgar asıllı sevgilisi

Nadya’nın çeteler tarafından; Türklerle iş-

birliği yaptığı gerekçesiyle öldürülerek bir

ağaca asılmasıdır. Nazım Bey ise yaralanır.

Yaman bir İtithatçı devrimci subaydır. Ga-

lip Bey o dönemin çok ayrıntılı Makedon-

ya tasvirlerini de yapıyor. Çeteler ve reisle-

ri hakkında da ayrıntılı bilgiler veriyor. Bu

örgüde başlayan kitap, Birinci Dünya Savaşı

sonuna kadarki İttihatçı dönemdeki olaylara

ve insanlarının ayrıntılı portrelerine yer ve-

riyor. 415 sayfalık kitap meraklıları için iyi

bir kaynak.

(İttihat ve Terakki İçinde Dönenler, Sa-mih Nafiz Tansu, İnkılâp Kitabevi, 584 s.)

İttihat ve Terakki içinde dönenler

3 A�USTOS 2012 CUMA 21Aydınlık KİTAPSAHAF

Bir dünya kitapSİLİFKE, MERSİN / KİTAP DÜNYASI

ERCAN DOLAPÇI

Page 22: KAPAK SAYI23 TEMMUZ:Layout 1aydinlikgazete.com/images/dosyalarim/kitapeki/2012/sayi...Asıl adı Leon Davidoviç olan Troçki, 1879 yılında Ukrayna’nın Karadeniz tarafında doğdu

BULMACA

ALINTI-TEST

Okuyaca��n�z bölümler hangi yazar�n hangi kitab�ndan al�nt�lanm��t�r?

Benim başımdan neler geçti buraya geldim geleli, ne ben söyleyeyim. ne senduy. Bu gözler neler gördü, bu kulaklar neler duydu adaya gelinceye kadar.Adaya canımı zor attım. Ada bir cennet, insanlar birer melek şaştım kaldım.Ama insanın doğup büyüdüğü yer başka. İnsanın yüreğini koparıp almışlargibi oluyor. Girit benim düşlerimden hiç çıkmıyor. Gurbete düştüm düşelidoğduğum toprak gündüz hayalimde gece düşümde. Her sabah uyanırkenkendimi Girit’teki evimde sanıyorum, bir de bakıyorum ki bilmediğim bir yer-deyim. Bu adada her sabah uyanınca, yalnızlık o kadar yüreğime, o kadar iş-lemiş ki korkuyorum. Adaya alışıyor, doğduğum toprakları unutmuş gibioluyorum. Alışmaktan, kendimi unutmaktan korkuyorum.

1 ...başlamıştır rüyalarını saymaya. onun da öl-mesini engelleyenler, işte o rüyalar. uyku, his-sederek yapabildiği son iş. elinde kalan sonhuzur. rüyaları ise yeryüzünde bir türlü ara-yıp da bulamadığı evi. Ama o, ev fikriyle ken-dini rahatlatırdı. yolculuğu, gecesi ne kadarkötü geçerse geçsin dönebileceği ve hiçbir şeyolmamış gibi kendisini bekleyen bir evin ol-ması, hayatındaki bütün tehlikeli işleri yapa-bilmesini sağlıyordu...

Denize vardım; kıyıdan kıyıya aceleyle yü-rüyordum. Deniz kıyısında yalnız başınayürümek güçtür; her daga ve gökteki herkuş bağırıp insana borcunu hatırlatır. Baş-kalarıyla yürürken güler, konuşur tartışır-sın; gürültü olur, dalgalarla kuşların nedediğini duymazsın; belki de o zaman hiç-bir şey söylemiyorlardır. Sizin bir söz kala-balığının içinden geçmekte olduğunuzugörüp, susarlar.

3

Do�ru yan�tlar gelecek hafta bu sayfada… Geçen haftan�n do�ru yan�tlar�: 1-(d) 2-(c) 3-(e)

a) Halikarnas Balıkçısı - Ötelerin Çocukları

b) Yaşar Kemal – Karıncanın Su İçtiği

c) Yaşar Kemal – Tanyeri Horozları

d) Saba Altınsay – Kritimu Girit’im Benim

e) Ahmet Yorulmaz - Savaşın Çocukları Girit’ten Sonra Ayvalık

a) Hakan Günday – Kinyas ve Kayra

b) Chuck Palahniuk – Ninni

c) Chuck Palahniuk – Günce

d) William S. Burroughs – Nova Ekspresi

e) Murat Uyurkulak – Tol

a) Panait İstrati, Akdeniz

b) Nikos Kazancakis, Zorba

c) Yaşar Kemal, Çakırcalı Efe

d) John Banville, Deniz

e) Ferit Edgü, Eylülün Gölgesinde Bir Yazdı

SOLDAN SA�A1. Resimdeki yazar - Kuyruk sokumu kemi�i2. Lantan’�n simgesi - Berilyum’un simgesi - Türk liras� (k�sa) -

Ölüm zaman�3. Nijerya’n�n para birimi - Evcil bir geyik türü - Kekli�in

boynundaki siyah halka4. Geri; pe� - Rodyum’un simgesi - Özellikle ciltçilikte kullan�lan

bitkisel sepileme görmü� keçi derisi5. Yasa, kural ve mant�k ölçülerine dayanmayan - Tanzanya’n�n

plakas� - Neodim’in simgesi6. Beyaz - “Albrecht ...” (Alman ressam ve gravürcü) - Ulusal

içkimiz7. Bir soru sözü - Mezopotamya panteonunda tüm tanr�lar�n babas�

ve kral� olan gök tanr�s� - Gece yap�lan sinema, tiyatro gösterisi8. Boru sesi - Bir binek hayvan� - Notada duraklama i�areti -

Verme, ödeme9. Yeni, taze - Söz10. Devrimden önce Fransa’da soylu olmayanlardan al�nan bir

vergi - Ulusal bir parayla yabanc� bir para birimi aras�ndakide�i�im oran� - Platin’in simgesi

11. �lave - Bar�� - Ba�l�ca içece�imiz - Konusunda, hakk�nda12. �ovenizmden yana olan kimse, görü�, vb. - Ya�� küçük oldu�u

halde sözleri ve davran��lar� büyükmü� gibi olan çocuk - Saz�nen kal�n teli ya da kiri�i

13. Küçük ma�ara - Felsefede, bir sorunun ç�k�� yolunun olmay��� -Ailesinin geçimini sa�layan

14. Bulut - Disprosyum’un simgesi - �erit halinde bezemeli çevresüsü - Molibden’in simgesi

15. Resimdeki yazar�n bir eseri - 1988’de Dustin Hoffman’a “en iyioyuncu” dal�nda Oscar kazand�ran film

YUKARIDAN A�A�IYA1. Dünyaca tan�nan Türk keman virtüözü - Mütareke2. “... Güler” (foto�rafç�) - M�s�r’�n plakas� - Bir Afrika a�ac� -

Baryum’un simgesi3. Baz� böceklerin kat� ve sert olan üst kanatlar� - Kay�nbirader -

Dinsel bir sözü sürekli yineleme4. Kara ta��tlar�nda yolu ayd�nlatan çok ���kl� fener - “... Gündüz

Kutbay” (ney üstad�) - Düzgün konu�an5. Su yolu, kanal - Deniz ta��mac�l���nda yük ve yolcu için ödenen

ücret - Rusça’da “evet”6. Niyobyum’un simgesi - S�n�r - Yabanc� - Göz7. Alt�n - Bir i�aret s�fat� - Her zaman, daima, sürekli olarak8. Tutsak - Kuruyarak veya çürüyerek içi bo�alm�� olan9. �talya’da bir yanarda� - Taht10. Vilayet - Ha�lanm�� ve dövülmü� bu�day - Kurçatovyum’un

simgesi - Bir peygamber ad�11. Cet - Yaramazl�k yapmayan, söz dinleyen - Bir yön ad�, garp12. Baz� böceklerin kat� ve sert olan üst kanatlar� - Metal üzerine

kaz�da ya da ah�ap tornas�nda kullan�lan çelik kalem - Bir say�13. Kutup - “... Kaptan” (ressam) - Japonya’da buda rahibesi14. Seryum’un simgesi - Sormaca - Matematikte

3.14 say�s� - Dolayl� anlat�m15. Para veya ba�ka bir �eyin al�nd���n�

gösteren belge, makbuz - Alt�na bezyap��t�r�lm�� özel çizim ka��d�

Bulmacan�n do�ru yan�tlar�n�10 gün içinde fax veya mektup yoluylagönderen okurlar�m�za �BRAH�M��M�EK’in resimdeki kitab�n� arma�anedece�iz FAX: 0212 252 51 22

3 A�USTOS 2012 CUMA22 Aydınlık KİTAP

2

GEÇEN HAFTANIN ÇÖZÜMÜ

Page 23: KAPAK SAYI23 TEMMUZ:Layout 1aydinlikgazete.com/images/dosyalarim/kitapeki/2012/sayi...Asıl adı Leon Davidoviç olan Troçki, 1879 yılında Ukrayna’nın Karadeniz tarafında doğdu

AYKUT BABACAN

“Kitap Dünyası” Silifkeli kitapseverlere

paylaşmanın ve öğrenmenin heyecanını

sunuyor.

İlçede üç yıldır çalışma yürüten ki-

tabevinin kurucusu Baki Günüç, kitap-

severler ve bilhassa gençler için oluştu-

rulan kütüphanelerin, toplumun bilgi dü-

zeyine sağladığı yararların farkında ol-

duğunu belirtiyor. Bu farkındalığın eyle-

me dönüştürülmesinde başarılı olundu-

ğunu somut bir şekilde görüyoruz. Nite-

kim “Kitap Dünyası” birkaç aylık çalışma

ile gençlerin uğrak mekanlarından birisi

olmuş.

İçinde edebi, felsefi, bilimsel, siyasi

eserlerin ve derslere yardımcı kaynakla-

rın yer aldığı kütüphanede 5 bin kitap bu-

lunuyor. Kitapseverlere nitelikli bir oku-

ma ortamı sunmanın yanında ikinci el ki-

tap değişimi imkanı da sağlanıyor.

Kitabevinin kurucusu Baki Günüç,

ilçedeki bütün kitap dostlarının katkıla-

rıyla Kitap Dünyasını sanat etkinlikleri-

nin de yürütüldüğü bir kültür merkezi ha-

line getirmeyi hedefliyor.

Kitapseverlere duyurulur!

ANADOLU’DAN KİTABEVİ

İttihat ve Terakki dönemi devrimcilerine

bugün de saldırılıyor. Hani meşhur sözleri var

ya: “İttihatçı zihniyet” diye. Aslında o zihni-

yetin tam karşılığı: Vatanseverlik ve devrim-

ciliktir! Çökmekte olan bir İmparatorluğun

son çocuklarının onur ve şeref direnişidir aynı

zamanda. Onlara fedai de derlerdi. İttihat-

çı devrimcileri suçlayanlar da nedense hep

emperyalizmle işbirliği yapan gericilerdir. O

gün ve bugün de hep böyle olmuş...

İttihatçı dönemin isimlerinden Galip

Vardar anlatmış; Sami Nafiz Tansu da yaz-

mış. İnkılâp Kibabevi tarafından 1960 yılın-

da basılmış. İçinde çok önemli anlatımlar var.

O dönemin olaylarını ve şahsiyetlerini ya-

kından tanıyan bir insanın anlatımı ayrı bir

değer katıyor kitaba. Dönemin meraklıları-

na ve araştırmacıları için önemli bir eser.

SAVA�LARDA GEÇEN YA�AMTansu, Galip Vardar’ı şöyle anlatıyor: “Ga-

lip Vardar, hayatı Rumeli’de eşkıya takibinde

geçirmiş bir Ohrili Eyüp Sabri, İttihatçıların

meşhur Maarif Nâzırı Şükrü, Yakup Cemil

ve Sapancalı Hakkı Beylerin en eski ve en

iyi arkadaşlarıdır. Galip Vardar Serezli’dir.

Çocukluğu Rumeli'de geçmiş, genç yaşında

babasının yanında vazifeler almış, Balıkesir

idadisini bitirdiği zaman umumi harbe gö-

nüllü bir delikanlı olarak gitmiş, Miralay Ra-

be’nin ordugâhında talim görerek Çanakkale

Savaşı’na iştirak etmiş, büyük Atatürk’ün 19.

Fırkası’nda Conkbayırı, Seddülbahir savaş-

larına girmiş, yaralanmış geriye alınmış,

sonra da Galiçya’ya sevk edilmiş, fakat kıs-

mi paralize giden durumu onu geriye çe-

virtmiş. Mütareke senelerinde gizli teşkila-

tın başı olan Albay Hüsamettin Ertürk'ün

emrinde ve yanında onun sağ kolu olarak

hizmet etmiş, babasının bu en iyi arkadaşı

ona çok nazik ve mühim vazifeler vermiştir.

İstiklal Savaşı’na gönüllü olarak karışmış, Sa-

karya Harbi’ne iştirak ederek ağır surette ya-

ralanmış ve kırmızı şeritli İstiklâl Madalya-

sı almaya muvaffak olmuştur.”

NADYA’NIN ACI ÖYKÜSÜGalip Vardar anılarında çocukken Make-

donya dağlarında vuruşan Türk delikanlı-

larının nasıl dağda taşta yiğitçe vuruşarak

hayatlarını kaybettiklerini ve onların anıla-

rına bir anıt bile dikilmediğini söylüyor. Ço-

cukluk anılarının en çarpıcısı Ödemişli genç

subay Nazım Bey’in, Bulgar asıllı sevgilisi

Nadya’nın çeteler tarafından; Türklerle iş-

birliği yaptığı gerekçesiyle öldürülerek bir

ağaca asılmasıdır. Nazım Bey ise yaralanır.

Yaman bir İtithatçı devrimci subaydır. Ga-

lip Bey o dönemin çok ayrıntılı Makedon-

ya tasvirlerini de yapıyor. Çeteler ve reisle-

ri hakkında da ayrıntılı bilgiler veriyor. Bu

örgüde başlayan kitap, Birinci Dünya Savaşı

sonuna kadarki İttihatçı dönemdeki olaylara

ve insanlarının ayrıntılı portrelerine yer ve-

riyor. 415 sayfalık kitap meraklıları için iyi

bir kaynak.

(İttihat ve Terakki İçinde Dönenler, Sa-mih Nafiz Tansu, İnkılâp Kitabevi, 584 s.)

İttihat ve Terakki içinde dönenler

3 A�USTOS 2012 CUMA 21Aydınlık KİTAPSAHAF

Bir dünya kitapSİLİFKE, MERSİN / KİTAP DÜNYASI

ERCAN DOLAPÇI

Page 24: KAPAK SAYI23 TEMMUZ:Layout 1aydinlikgazete.com/images/dosyalarim/kitapeki/2012/sayi...Asıl adı Leon Davidoviç olan Troçki, 1879 yılında Ukrayna’nın Karadeniz tarafında doğdu

BULMACA

ALINTI-TEST

Okuyaca��n�z bölümler hangi yazar�n hangi kitab�ndan al�nt�lanm��t�r?

Benim başımdan neler geçti buraya geldim geleli, ne ben söyleyeyim. ne senduy. Bu gözler neler gördü, bu kulaklar neler duydu adaya gelinceye kadar.Adaya canımı zor attım. Ada bir cennet, insanlar birer melek şaştım kaldım.Ama insanın doğup büyüdüğü yer başka. İnsanın yüreğini koparıp almışlargibi oluyor. Girit benim düşlerimden hiç çıkmıyor. Gurbete düştüm düşelidoğduğum toprak gündüz hayalimde gece düşümde. Her sabah uyanırkenkendimi Girit’teki evimde sanıyorum, bir de bakıyorum ki bilmediğim bir yer-deyim. Bu adada her sabah uyanınca, yalnızlık o kadar yüreğime, o kadar iş-lemiş ki korkuyorum. Adaya alışıyor, doğduğum toprakları unutmuş gibioluyorum. Alışmaktan, kendimi unutmaktan korkuyorum.

1 ...başlamıştır rüyalarını saymaya. onun da öl-mesini engelleyenler, işte o rüyalar. uyku, his-sederek yapabildiği son iş. elinde kalan sonhuzur. rüyaları ise yeryüzünde bir türlü ara-yıp da bulamadığı evi. Ama o, ev fikriyle ken-dini rahatlatırdı. yolculuğu, gecesi ne kadarkötü geçerse geçsin dönebileceği ve hiçbir şeyolmamış gibi kendisini bekleyen bir evin ol-ması, hayatındaki bütün tehlikeli işleri yapa-bilmesini sağlıyordu...

Denize vardım; kıyıdan kıyıya aceleyle yü-rüyordum. Deniz kıyısında yalnız başınayürümek güçtür; her daga ve gökteki herkuş bağırıp insana borcunu hatırlatır. Baş-kalarıyla yürürken güler, konuşur tartışır-sın; gürültü olur, dalgalarla kuşların nedediğini duymazsın; belki de o zaman hiç-bir şey söylemiyorlardır. Sizin bir söz kala-balığının içinden geçmekte olduğunuzugörüp, susarlar.

3

Do�ru yan�tlar gelecek hafta bu sayfada… Geçen haftan�n do�ru yan�tlar�: 1-(d) 2-(c) 3-(e)

a) Halikarnas Balıkçısı - Ötelerin Çocukları

b) Yaşar Kemal – Karıncanın Su İçtiği

c) Yaşar Kemal – Tanyeri Horozları

d) Saba Altınsay – Kritimu Girit’im Benim

e) Ahmet Yorulmaz - Savaşın Çocukları Girit’ten Sonra Ayvalık

a) Hakan Günday – Kinyas ve Kayra

b) Chuck Palahniuk – Ninni

c) Chuck Palahniuk – Günce

d) William S. Burroughs – Nova Ekspresi

e) Murat Uyurkulak – Tol

a) Panait İstrati, Akdeniz

b) Nikos Kazancakis, Zorba

c) Yaşar Kemal, Çakırcalı Efe

d) John Banville, Deniz

e) Ferit Edgü, Eylülün Gölgesinde Bir Yazdı

SOLDAN SA�A1. Resimdeki yazar - Kuyruk sokumu kemi�i2. Lantan’�n simgesi - Berilyum’un simgesi - Türk liras� (k�sa) -

Ölüm zaman�3. Nijerya’n�n para birimi - Evcil bir geyik türü - Kekli�in

boynundaki siyah halka4. Geri; pe� - Rodyum’un simgesi - Özellikle ciltçilikte kullan�lan

bitkisel sepileme görmü� keçi derisi5. Yasa, kural ve mant�k ölçülerine dayanmayan - Tanzanya’n�n

plakas� - Neodim’in simgesi6. Beyaz - “Albrecht ...” (Alman ressam ve gravürcü) - Ulusal

içkimiz7. Bir soru sözü - Mezopotamya panteonunda tüm tanr�lar�n babas�

ve kral� olan gök tanr�s� - Gece yap�lan sinema, tiyatro gösterisi8. Boru sesi - Bir binek hayvan� - Notada duraklama i�areti -

Verme, ödeme9. Yeni, taze - Söz10. Devrimden önce Fransa’da soylu olmayanlardan al�nan bir

vergi - Ulusal bir parayla yabanc� bir para birimi aras�ndakide�i�im oran� - Platin’in simgesi

11. �lave - Bar�� - Ba�l�ca içece�imiz - Konusunda, hakk�nda12. �ovenizmden yana olan kimse, görü�, vb. - Ya�� küçük oldu�u

halde sözleri ve davran��lar� büyükmü� gibi olan çocuk - Saz�nen kal�n teli ya da kiri�i

13. Küçük ma�ara - Felsefede, bir sorunun ç�k�� yolunun olmay��� -Ailesinin geçimini sa�layan

14. Bulut - Disprosyum’un simgesi - �erit halinde bezemeli çevresüsü - Molibden’in simgesi

15. Resimdeki yazar�n bir eseri - 1988’de Dustin Hoffman’a “en iyioyuncu” dal�nda Oscar kazand�ran film

YUKARIDAN A�A�IYA1. Dünyaca tan�nan Türk keman virtüözü - Mütareke2. “... Güler” (foto�rafç�) - M�s�r’�n plakas� - Bir Afrika a�ac� -

Baryum’un simgesi3. Baz� böceklerin kat� ve sert olan üst kanatlar� - Kay�nbirader -

Dinsel bir sözü sürekli yineleme4. Kara ta��tlar�nda yolu ayd�nlatan çok ���kl� fener - “... Gündüz

Kutbay” (ney üstad�) - Düzgün konu�an5. Su yolu, kanal - Deniz ta��mac�l���nda yük ve yolcu için ödenen

ücret - Rusça’da “evet”6. Niyobyum’un simgesi - S�n�r - Yabanc� - Göz7. Alt�n - Bir i�aret s�fat� - Her zaman, daima, sürekli olarak8. Tutsak - Kuruyarak veya çürüyerek içi bo�alm�� olan9. �talya’da bir yanarda� - Taht10. Vilayet - Ha�lanm�� ve dövülmü� bu�day - Kurçatovyum’un

simgesi - Bir peygamber ad�11. Cet - Yaramazl�k yapmayan, söz dinleyen - Bir yön ad�, garp12. Baz� böceklerin kat� ve sert olan üst kanatlar� - Metal üzerine

kaz�da ya da ah�ap tornas�nda kullan�lan çelik kalem - Bir say�13. Kutup - “... Kaptan” (ressam) - Japonya’da buda rahibesi14. Seryum’un simgesi - Sormaca - Matematikte

3.14 say�s� - Dolayl� anlat�m15. Para veya ba�ka bir �eyin al�nd���n�

gösteren belge, makbuz - Alt�na bezyap��t�r�lm�� özel çizim ka��d�

Bulmacan�n do�ru yan�tlar�n�10 gün içinde fax veya mektup yoluylagönderen okurlar�m�za �BRAH�M��M�EK’in resimdeki kitab�n� arma�anedece�iz FAX: 0212 252 51 22

3 A�USTOS 2012 CUMA22 Aydınlık KİTAP

2

GEÇEN HAFTANIN ÇÖZÜMÜ

Page 25: KAPAK SAYI23 TEMMUZ:Layout 1aydinlikgazete.com/images/dosyalarim/kitapeki/2012/sayi...Asıl adı Leon Davidoviç olan Troçki, 1879 yılında Ukrayna’nın Karadeniz tarafında doğdu
Page 26: KAPAK SAYI23 TEMMUZ:Layout 1aydinlikgazete.com/images/dosyalarim/kitapeki/2012/sayi...Asıl adı Leon Davidoviç olan Troçki, 1879 yılında Ukrayna’nın Karadeniz tarafında doğdu