15
KARAVAN karavandakiadam.com YENİ BİR EDEBİYAT DERGİSİ Ocak 2015 | Sayı: 2 Çağdaş Mehmetali Sakalı | Osmanlıcaya Dair Hakan Koç | Yalnızlık Üzerine Fatma Begüm Dalga | Çıkılan Bir Yalnızlığın Öyküsü Rukiye Yakar | İzmir’de Bir Yalnızlık Senfonisi Nihal Tali | Karamsarlık Üzerine Kardelen Akçasağaç | Şampanya Köpüğü Baloncukları Özgün Halil Köse | Tarihin Sessiz Tanıkları

Karavan - Ocak Sayısı

Embed Size (px)

DESCRIPTION

Yeni bir edebiyat dergisi olan Karavan'ın ikinci sayısı huzurlarınızda!

Citation preview

Page 1: Karavan - Ocak Sayısı

KARAVANk a r a v a n d a k i a d a m . c o m

YENİ BİR EDEBİYAT DERGİSİ

Ocak 2015 | Sayı: 2

Çağdaş Mehmetali Sakalı | Osmanlıcaya Dair

Hakan Koç | Yalnızlık Üzerine

Fatma Begüm Dalga | Çıkılan Bir Yalnızlığın Öyküsü

Rukiye Yakar | İzmir’de Bir Yalnızlık Senfonisi

Nihal Tali | Karamsarlık Üzerine

Kardelen Akçasağaç | Şampanya Köpüğü Baloncukları

Özgün Halil Köse | Tarihin Sessiz Tanıkları

Page 2: Karavan - Ocak Sayısı

2

İÇİNDEKİLERKARAVANDAKİ SESLER 2

ÇAĞDAŞ MEHMETALİ SAKALLI 3

OSMANLICAYA DAİR 3

ÖZGÜN HALİL KÖSE 6

TARİHİN SESSİZ TANIKLARI 6

FATMA BEGÜM DALGA 7

ÇIKILAN BİR YALNIZLIĞIN ÖYKÜSÜ 7

NIHAL TALI 8

KARAMSARLIK ÜZERİNE 8

HAKAN KOÇ 9

YALNIZLIK ÜZERİNE 9

RUKİYE YAKAR 10

İZMİR’DE BİR YALNIZLIK SENFONİSİ 10

KARDELEN AKÇASAĞAÇ 11

ŞAMPANYA KÖPÜĞÜ BALONCUKLARI 11

Page 3: Karavan - Ocak Sayısı

3

Osmanlıcaya Dair

Şu sıralar sıkça gündeme gelen Osmanlıcanın zo-

runlu ders olarak okutulması hakkındaki görüşlerimi

bildirmek istiyorum. Öncelikle belirtmeliyim ki bu

görüşler ban ait olup, öznel yorumlar içerecektir. Der-

gideki arkadaşlarımdan bana katılmayan birçok insan

olacaktır, ben sadece bu konu hakkındaki görüşümü

bildirmek istiyorum.

Arap Alfabesi ve Osmanlıcadaki Dil Bilgisi Kuralları:

Arap alfabesinin Türk dilinin yapısına aykırı olduğunu

söyleyebiliriz. Çünkü bu alfabede bir harf, Türkçedeki

birkaç harfi karşılayabiliyor. Arapça ve Farsça kökenli

kelimelerde, kelime sonundaki vokaller ile uzun vo-

kaller dışındaki vokallerin gösterilmemesi anlamı iyice

güçleştiriyor.

Türk dilinin yapısına bu denli aykırı bir alfabenin

kullanılması Osmanlıcayı Türkçe yapmaktan çıkarmaz.

Ancak bana sorarsanız bu alfabe kullanılmamalı.

Osmanlıcaya dair asıl fikirlerimi birazdan okuyacaksınız.

Osmanlıca Türkçeyle alakasız bir dil desek yeridir. Size

çok basit birkaç örnekle bunu açıklayacağım.

İlkokuldan aşina olduğumuz Alp Er Tunga sagusu-

nun bilinen o ilk kıtasını değil de son kıtasını ele almak

istiyorum.

Osmanlıcanın sözlük tanımı bile ”Arapça ve Farsça

hâkimiyetindeki Türkçedir.”. Bu dil Türk dil yapısını ihlâl

eden birçok kelime ve yapı içermektedir. Bir Arap ya da

Yazan: Çağdaş Mehmetali Sakallı

Son dönemlerde gündemde olan Osmanlıcaya dair bazı düşünceler...

bir Fars bundan 100 yıl önceki dili bizden çok daha iyi anlayacaktır.

Geçtiğimiz günlerde metrobüste Abdullah isminde biriyle tanıştım. 2 yıl önce Yemen’den, Türkiye’ye gelmiş üniversite için. Bildiğiniz üzere Yemen’de Arapça konuşul-makta. Bu süre zarfında Türkçeyi öğrenmiş, şive meselesi-ni aşamasa da gayet akıcı bir Türkçesi var. Ona ”Türkçede Arapça kökenli birçok sözcük var, yeni geldiğinde o söz-cükleri anlayabiliyor muydun?” sorusunu yönelttiğimde ”Türkçenin %40’ı Arapça, kelime konusunda çok sıkıntı yaşamadım.” cevabını aldım. %40 meselesi biraz abartı olsa da Türkçemizin bu kadar temizlenmiş olmasına rağmen, 100 sene önce bile Arapça ve Farsça sözcükle-rin bolluğu sebebinden o eski dili anlayamamamıza rağmen, anadili Arapça olan biri nasıl oluyor da Türkçe öğrenirken kelime sıkıntısı yaşamıyor, anlamak zor. Şu an kullandığımız dil dahi Türkçeden uzak. Yine de Türkçe olduğunu söyleyebiliriz. Dile dair görüşüm elbette tüm yabancı kelimeleri atmak değil nitekim gerek konuşma dilinde gerekse dergimizin yazılarında yabancı kelimeleri sıkça kullanmaktayım. Çünkü yabancı kelime kullanmaya

Page 4: Karavan - Ocak Sayısı

Könglüm için ötedi. Yitmiş yaşıg kartadı.Kiçmiş ödig irtedi.

Tün kün kiçip irtelür.

Gönlüm içten yandı.Yetmiş yaş yaşlandı.

Geçmiş zaman arandı.Tüm günler geçse de,

Yine de aranır.

Bu iki kıtanın dilleri arasında bariz var bir fark söz konu-su. Ancak Alp Er Tunga’nın 7. yüzyılda yaşadığı biliniyor. Yani 14 asır öncesinin diliyle günümüz dilini kıyaslıyoruz ki coğrafya farkı da söz konusu.

Şimdi ise 1870-1937 yılları arasında yaşayan Servetifünûn şairi olan Cenap Şehabettin’in Elhânışitâ şiirinden birkaç dizeyi ele alacağız.

Bir beyaz lerze, bir dumanlı uçuş;Eşini gaib eyleyen bir kuş gibi karGeçen eyyâm-ı nevbahârı arar…

Ey kulûbün sürûd-i şeydâsı,Ey kebûterlerin neşîdeleri,O bahârın bu işte ferdâsı:

Kapladı bir derin sükûta yeri karlarKi hamûşâne dem-be-dem ağlar!

Bir beyaz titreyiş, bir dumanlı uçuş,Eşini kaybeden bir kuş gibi karGeçen ilkbahar günlerini arar...

Ey kalplerin çılgın ezgileriEy güvercinlerin marşları,O baharın işte yarını bu:

Kapladı derin bir sessizliğe yerikarlar

Ki sessizce sürekli ağlarlar.

Şiirin en sade dizelerini ele aldım, dileyenler diğer di-zeleri inceleyebilirler. 100-150 yıllık bir şiirin en sade di-zelerine göre oldukça ağır, anlaşılması zor bir dil var. 14 asırlık bir eserle 1 asırlık bir eser arasında bariz bir dil farkı mevcut.

Aynı zamanda Osmanlıca Türkçenin yapısını „bozmu-ştur!” Tamlamaların Türkçenin yapısına aykırılığına hiç gir-miyorum, Türkiye Türkçesindeki basit kuralları bile Arap-Farslaştırmıştır. Örneğin Türkiye Türkçesinde iyelik eki bildiğiniz üzere „-ın, -in, -un, ün”dür. Ancak Osmanlıcada,

Arapçadan esinlenerek iyelik eki olarak „-î” kullanılmıştır.

İşte bazı örnekler:

Rumî takvim: Rum’un takvimi

Hicrî takvim: Hicrin takvimi

Miladî takvim: Miladın takvimi

Türkî: Türkü kelimesinin eski Türkçedeki telaffuz şekli.

Maddî: Madde kökünden gelir, somutluğu ifade eder.

Sünnî: Sünnet ehlinden olan kimse anlamına gelir. Sünnetle aynı kökten olduğunu tahmin etmek çok da zor olmasa gerek.

Bu örnekler daha da çoğaltılabilir.

Türkçeden böylesine uzak bir dilin Türkçe olduğunu ısrarla savunanları anlayamıyorum. Bakın benim kastım sarayda kullanılan dil, halk dili her zaman Türkçe kalmıştır. Elbette Arapça ve Farsçanın etkileri orada da olmuştur ancak bu, dilin ” Türkçeliğini” bozmamıştır.

”Osmanlıca Yüksek Zümre Dilidir”

Yarım asırlık Osmanlı döneminde halk hiçbir zaman Osmanlıca konuşmadı, konuşamadı.

Türkçe konuşan halk, Arapça ve Farsça kuralları, keli-meleri benimseyemedi. Cumhuriyetin ilk yıllarında dahi etkisini hissettiren Osmanlıcayı konuşan birine Anadolu-’nun hiçbir yerinde rastlayamazsınız. Aksine Anadolu’da öze yaklaşan bir dil kullanılır. Örneğin geçen kelime ince-lerken ”buğasa” diye bir kelimeye rastladım, ineğin boğa istemesi anlamına geliyormuş. Ve öz Türkçe. Anadoluda kullanılıp kullanılmadığını merak ettim, çocukluğunu Anadolu’da geçiren anneme sordum böyle bir kelime bi-lip bilmediğini. Annemin yanıtı ”Boğasak deriz bir ona.” oldu.

Halk böylesine öze yakın bir dil kullanırken, Sarayda, resmi kurumlarda ve yüksek zümrede Arapça ve Farsça tesirindeki Türkçe konuşuluyordu. Her ne kadar Türkçe denilebilirse...

”Osmanlıca Ölü Bir Dildir”

Osmanlıcanın kullanım alanı günümüzde yok denecek kadar azdır. Üniversitelerde elbette arşiv araştırmaları

4

Page 5: Karavan - Ocak Sayısı

için okutulmalı ama size soruyorum bir lise öğrencisinin Osmanlıcayla ne işi olabilir ki? Günlük hayatta kullanacak bir alanları yok. Çünkü dünyada Osmanlıca konuşan tek bir insana bile rastlayamazsınız. Şim-di bana çıkışanlar olacaktır, sanki lisede öğretilen her şey günlük hayatta işe yarıyor diye. Haklılar da , bu eğitim sisteminin büyük bir sorunu.

Kimi eski kitapları seviyordur, eski dile ilgilidir. Eski dile ilgisi olanlar ise Osmanlıca kurslarına katılabilirler, sıkça rastlanıyor bu kurslara. Ama bu ölü dilin „zorunlu ders” olarak dayatılmasının hiçbir mantığı yok.

Sizi mantıklı düşünmeye çağrıyorum, şu an çevremizde birçok İngilizce ve Fransızca tabela görüyor ve İngilizce sözcük günümüzde sıkça rastlıyoruz. Birçoğumuz buna büyük tepki gösteriyor. Bunun sebebi Batı’ya yakın olmamız. Ve dilimizde bu kadar yabancı sözcüğe rastlar hâle gelmemiz ne kadar acı verici bir durum. Zamanında İslâmiyet Doğu’ya yaklaştık ve şu an nasıl sular seller gibi İngiliz-Fransız kökenli sözcük alıyorsak o dönem de aynı şekilde Arap-Fars kökenli sözcükler aldık. Ve Osmanlıca denen dil ortaya çıktı. Batı’dan sözcük almamız ne kadar yanlışsa Doğu’dan sözcük almamız da o kadar yanlış.Özetle Türkçenin katledilmiş hâli olan Osmanlıcanın „liselerde”,”zorunlu ders” olarak okutulması hiçbir akla hizmet etmemek-te. Başta da belirttiğim gibi bunlar tamamen kendi görüşlerim, katılmak ya da katılmamak sizin seçiminiz, iyi okurlar.

5

Page 6: Karavan - Ocak Sayısı

6

TarihinSessizTanıkları

Tarihi eserlerin “koruma” altına

alınması gerçekten çok güzel bir

girişim. Bu güzellik de tarihin sahip

olduğu gizemden ileri geliyor. Ko-

ruma altına alınan eserleri değerli

kılan, belki de hepimizden daha

fazla tarih gizemine tanıklık etmiş

olması.

Bir düşünsenize, sadece 100 yıllık

bir eser bile kim bilir neleri gördü de

sanki anlatsa dünyanın sonu gele-

cek gibi büyük bir titizlikle saklıyor.

Mesela bir ev… Bir evin tanıklık ettiği

ne büyük sırlar olabilir düşünsenize.

Ne büyük yasak aşklar, ne büyük

fedakarlıklar, ne büyük acılar… An-

cak söylemez hiç birini. Hepimizden

büyük yaşanmışlıklarıyla tüm sırları

içlerine gömerler.

Bir başka büyük örnek, çeşmeler-

dir. Neleri saklar, neleri temizler yıkar

sularıyla. Nice büyük, belki kimisi

imkansız, aşklar o çeşmelerin başında

hayat buluyordu, ve hatıraları o çeşme-

lerin başında yıkanıp, temizlenip gitti

ayrılığın acısıyla beraber.

Korumak diyoruz iyi, hoş da; nedir

bu “korumak”? Pek çok şeyde olduğu

gibi bu konuda da son derece ezbere

gidiyoruz. Koruduğumuz şeylere bir

dokunulmazlık verip, hayatlarımıza de-

vam ediyoruz. Onların yaşam alanlarına

saygı aklımızın ucundan bile geçmiyor!

”Birilerinin çıkıp bu sessiz kahramanları korumak istemesi çok güzel ve erdemli. Kendini savunamay-an, sesi dahi çıkmayan varlıkları, tarihin tanıklarını,

koruyoruz. Ne kadar güzel!”

Bugün gördüğüm bir çeşme feryat ediyordu adeta, gözlerinden tıp tıp diye yere düşen yaşlar beni derinden yaraladı. Tarihi bir çe-şme, ancak çevresi son derece modern döşenmiş. Muslukları ile yer arasındaki mesafe yarıdan aşağı inmiş. etrafı defalarca kez dolgu yapıldığı için artık bırakın su içmeyi el bile yıkanamayacak kadar alçakta. Belki de yer yüksekte!

Öyle acı içinde ki. Sadece bir asırdan fazla zaman önce emektar ustasının, üstüne kazıdığı işlemeler kaldırım taşları altında kalmış. Sadece korunmuş, hiç saygı duyulmamış.

Sesi çıkmayan tanıklar korunuyor olmaktan memnun mu acaba? Kim bilir belki de kendi dönemleri bittiğinde sökülmüş olmayı yeğliyorlardır. Arkadaşlarıyla aynı hurdalıkta, hiçbir şeyden korun-maya ihtiyaç duymamayı…

Yazan: Özgün Halil Köse

Bu, çok sevdiğimiz bir

insanı bir kapsüle hapse-

dip onu “korumaya” ben-

zer. Fakat çok değerlimiz

nefes alamazsa ölür…

Günümüzde, koruma

altındaki “tarihin suskun

tanıkları” da aynen bu

durumda ve acı çekiyor-

lar. Eski bir ev kalıyor ve

onu koruyor, yıkılmasına

izin vermiyoruz. Kim-

se dokunamıyor. Fakat

onun yaşam alanı elinden

alınabiliyor. Tarihi eser an-

cak yine o tarihi doku için-

de yaşayabilir.

Tarihi eserlerin günümüzde ne vaziyette olduğuna dair düşünceler...

Page 7: Karavan - Ocak Sayısı

7

Çıkılan Bir Yalnızlığın Öyküsüİnsan az öncesine kadar nefes alamamacasına kalabalık hissederken şimdi nasıl bu kadar yalnız hatta yapayalnız hissedebilirdi?

Geçenlerde yalnızlığa bir yolculuğum oldu. Kendimi kolumdan tutup çekerek götürdüğüm bir yolculuk. Bilirsiniz bazı şeyler kendinizi yanınızda götürmeden olmaz. “Hadi!” dedim, “Bir isim koyacağız buna.” Ruhumu gri sarmaşıklar bürümüşken sisli günün basıncında, arafta kalan düşüncelerimi kurtarmak içindi bu yolculuk.

Soğuk havaları severim; düşüncelerimi mi yoksa bedenimi mi dinç tuttuğundandır bilinmez ama severim. Kendimle yalnız kalma fikrini düşündükçe boğulacak gibi oluyordum, hep bir kaçış hep bir çıkmaz… İşte, çıktığım bu yolculukta adını bilmediğim bir durakta indim. Hiç düşünmeden yürüdüm. Yürüdükçe hafiflediğimi hissediyordum. Kendimce yürümek, özgür olmaktı çünkü. Hele bilinmezliğe yürümek… Yürürken pek çok ses duyuyordum fakat hiçbirini diğerinden ayıramıyordum. Çevremdeki sesler karmaşık, alacalı bir yumak halini alıyordu. Saatlerce yürüdüm. Tabanlarım ağrıyana kadar yürüdüm hatta. Daha önceleri insani bir an-lam yükleyemediğim kaldırım taşları sanki acıyarak bakıyordu biçare düşmüş çehreme. Her adımım hüzünlü bir yüzleşmeye götürüyordu beni… Derken karşımda o yüce maviliği gördüm. Denizin kokusunun genzimi yaktığını, gözlerimin dolduğunu hissettim. Tabanlarımın ağrısı dizlerime vurdu ve birden güçsüzleştiğimi his-settim. Oturmaya ihtiyaç duydum. Uzun zaman sonra kendimle ilk kez bir bankta yalnız kalıyordum. Kendi gözlerime karşıdan bakmak, denizin ve çevredeki silüetlerin gözlerimdeki yansımasını görmek istiyordum. İmkânsız kelimesinin olasılıkları kol geziyordu zihnimin tehlikeli sokaklarında… Düşünüyordum. Çünkü düşünmek haz veriyordu bana… Güneş’in sıcak ışınlarıyla yıkanıp gevşeyen ve gerinirken esneyen bir kedinin duyduğu türden biz hazdı bu fikrimce… Dalıp gidiyordum. Bir dalmak ki bu, boyut değiştirircesine… Boşluğa düştüğümü sanıyordum. Boştu şehir, bomboş… İnsan az öncesine kadar nefes alamamacasına kalabalık his-sederken şimdi nasıl bu kadar yalnız hatta yapayalnız hissedebilirdi? Denizin hırçın dalgaları haklardı belki beni o an; fakat içimdeki hüzünden olsa gerek karşımda griye bürünmüş deniz bile durgun seyrediyordu o gün yolunu. Aklıma geçmişim geliyordu, duraksıyordum. Ve sevdiğim şairler geliyordu aklıma, onlardan bana kalan birkaç güzel satır... Kendimle bütünleştirdiğim yazarlar ve onların sözleri… Kafka’nın şu sözünün benliğimde vücut bulduğuna inanıyordum: ’’Benim yalnızlığım insanlarla dolu.’’ Bunları düşündükten sonra ne yaparsam yapayım zihnimdeki bu yalnızlık savaşına son veremeyeceğim kanısına vardım.

Elbette her yalnızlık tek başına olmazdı. Benimki çok kişili bir yalnızlıktı. İçine birilerini dâhil ettikçe daha da büyüyen… Umutsuz bir gülüşle baktım karşımdaki kudretli denize, derin bir soluk çektim içime. O solukla bir-likte denizi çektim, griye dönmüş maviyi çektim… Akciğerlerimi o manzarayla doldurup ellerimle güç alarak kaldırdım bedenimi ve ardıma bakmadan tıpış tıpış döndüm; o çok gürültülü yalnızlığıma…

Yazan: Fatma Begüm Dalga

Page 8: Karavan - Ocak Sayısı

8

Yalnızlık ÜzerineYalnızlık kötü bir şey midir?

Yazan: Hakan KoçYalnızlığı fiziksel ve zihinsel olarak ikiye ayırmak mümkün olabilir. Ben

bu iki yalnızlık türünden, zihinsel yalnızlığın insan üzerinde daha fazla

etki kurduğu düşünmekteyim. Modern dünyada fiziksel yalnızlık tam

anlamıyla mümkün olmasa da zihinsel yalnızlık daima var olabilir. Zihinsel

yalnızlıkta toplum bireyin benliğini yok etmeye çalışan bir rol üstlenir. Bu

yüzden zihinsel yalnızlık devamında fiziksel yalnızlığı getirebilir.

Fiziksel yalnızlık ise toplumu bir kurtarıcı olarak görebilir. Var olduğu

durumu değiştirme umudu ve şansı zihinsel yalnızlığa göre, oldukça daha

azdır. Bu iki kavramı daha derin bir şekilde incelemek mümkün fakat bu iki

yalnızlığın kötü olduğunu düşünenler de fazlasıyla mevcut.

Bu düşünceyi aydınlatmak için bazı konularda anlaşmak gerekiyor.

Bir ruhun vaziyetinin bir başka ruh tarafından belirlenmesi, bir insan

için en kötü bağımlılıklardan birdir. Son derece aciz bir durum olan bu

şey, mutluluğu kendinden başka bir ruhta aramaktır da aynı zamanda.

Mutluluğu başka bir ruhta arayan birey, eninde sonunda mutsuzluğa

mahkûm olacaktır. Mutluluk, dürüstlüğü de gerektirir. Birey ise kendine

en dürüst olabilir. Bu sebebinde katkılarıyla daimi mutluluğa ulaşmak

isteyen birey onu başlarında değil kendinde arama yoluna gitmesi doğru

bir düşünce olacaktır. Bu doğrultuda yalnızlık aslında hiç de düşünüldüğü

gibi insanın düşmanı değildir.

Çoğunlukla sahip olunan düşünceler topluma göre şekillenir. Hatta ba-

zen bu; bireyde öylesine gizli şekilde olur ki birey, bu inancının toplum

aracılığıyla kendisine geçtiğini fark etmez.

”Tüm belalar, yalnız kalma yeteneğimizin olmayışından gelir

başımıza.” Jean de La Bruyère

Birey yalnızlığı kötü bir vaziyet olarak görmeyip benimserse ebedi ve güvenilir mutluluğa ulaşır. Aynı zamanda yalnızlığı, bir sıkılma veya ne yapacağını bilememe durumu olarak görmek yanlış bir düşünce-dir. Çünkü insan kendi içerisinde kendine bir evren olabilir. Bu evren-de bireye daimi olarak fazlasıyla doyurucu şekilde eşlik edebilir. Bu evren bireyi olumsuz duygulara götürmekten çok bir çeşit mutluluk kaynağı olduğu bilinmelidir. Çünkü birey sandığından çok daha zengin bir dünya barındırır kendi içinde.

Fiziksel yalnızlık mümkün değildir çoğunlukla fakat zihinsel yalnızlık her zaman birey için var olabilir. Birey kendini yalnız hissettiği vaki-tlerde, tüm dertlerini yine kendinde çözebileceğini bilmesi, ve yalnızlık diye adlandırıp olumsuz bir şey ola-rak benimsediği şeyin aslında hiç de öyle olmadığını mutlak suretle bil-mesi önemlidir.

Page 9: Karavan - Ocak Sayısı

Yazan: Nihal Tali

9

Karamsarlık ÜzerineSkolastik bir eğitim sistemine hapsolmuşuz biz.

“Ben onu sana yiyesin diye aldım, martıya atasın diye

değil!”

Bu sayıda sizlerle Ezgi’nin Günlüğü’nün Sarhoş Balık

ile Topal Martı şarkısından esinlenerek yazdığım öy-

kümü paylaşmak isterdim. Ama içinde bulunduğum

vaziyet şimdi yazacağım yazıyı paylaşmamı gerektirdi.

Çünkü yazdığım öykü umut dolu, düşündürücü. Lakin

şimdiki ruh halim ise epey karamsar ve bir parça asabi.

Neden mi efendim? Çünkü yavaş yavaş monoton ki-

tleye girmeye başladığımı fark ettim.

Okul vaktimin çoğunu alıyor. Kendime vakit

ayıramadığımı fark ettim. Pek çok yapmak istediğim

şey varken hepsini her gün ertesi güne erteliyorum.

Ve okuduğum bölümün bana pek getirisi olmadığının

da farkına varmam cabası. Skolastik bir öğrenim siste-

mine hapsolmuşuz hepimiz. Her daim başkalarının

düşüncelerine göre konuşup duran bize yorum yap-

ma hakkı tanınmayan minik insanlarız sadece. “ Şu

yazara göre Namık Kemal şöyledir.” Kendi fikirlerimiz

her daim öteleniyor. Bizim yerimize düşünen birileri

var nasılsa, bizim okumamız gereken eserleri okuyup

yazarın kişiliğini tespit ederek kitaplaştıran insanlar

varken biz niye uğraşalım ki. Onun yerine hafız gibi

ezberlesek daha mantıklı (!) olmaz mı ?

İşte biz böyle böyle tekdüzeleşiyoruz. Yarın öbür gün

iş hayatına atıldığımızda da tıpkı eğitim sistemi gibi

skolastik ve yüzeysel bir birey olacağız. Her şeyden öte

tekdüze insanlar olacağız. Yorum kabiliyeti ve bakış

açıları bir bir elinden alınmış, hazıra alışkın 8-5’lik saat

dilimlerine mesaisi sıkıştırılmış birer insancık olacağız.

Öyle hayallerim vardı ki. Şimdi ise istediğim tek şey

bir tarım kentine yerleşip çiftçilik yapmak. Kitaplar

okumak, gramofonda müzik dinlemek... Ama en çok

kitap okumak. Çünkü okunmayı bekleyen o kadar çok

kitap var ki… Tanışmayı beklediğim pek çok kahra-

man... Ama bunları yapacağım yerde kalkıp inceleme

araştırma kitaplarındaki başkalarının fikirleri olan olan

düşünceleri kendime benimsetmeye çalışıyorum.

Sürekli bir telaş bir yere yetişme halindeyim. Hızlı hızlı,

koşmazsam kaçacak gibi. Oysa ben acele etmeden

yaşamak istiyorum.

Hâl böyle olunca düzene ayak uyduramıyorum. Çe-

vremde her şey hızlı tükeniyor, korkuyorum çok kor-

kuyorum. Sanırım benim eski zamanlarda yaşamam

gerekirdi.

Galiba epey kararttım içimizi. Olsun kararmak iyidir

bazen. Umutsuzluk, karamsarlık da iyidir efendim. Bak-

terilerin bile yararları var, karamsarlığın mı olmayacak?

İnsan karamsarlıkta umut etmeyi özler, umut etmenin

kıymetini bilir. İçinizi karartmaktan korkmayınız hatta

bu karanlıkta tehlikeli ıvır zıvırı devirip ortalığın alev

almasından da korkmayınız. Zira Nazım’ım ne demiş:

-Sen yanmazsan, ben yanmazsam, biz yanmazsak

nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa?

Page 10: Karavan - Ocak Sayısı

İzmir’de Bir Yalnızlık Senfonisi

Yıllarını bırakmıştı beyaz bir mermerin altında. Şim-

di ise geçen onca seneyi umursamadan aynı günde,

aynı saatte, aynı yerde rutin ayinini yapıyordu. Arka-

da çalan müziğe eşlik etmeye çalıştı, duyamayınca

doğruldu, kulak kabarttı. Radyoları bir kez daha se-

vdi, yine beklemediği anda başını çıkarmıştı notalar

kara kutudan. ’’ Bir ihtimal daha var, o da ölmek mi

dersin?’’ diyordu Selma Hüner.

Bir günün daha intihar ettiği dakikalarda yine

yalnızlığının omzuna başını yaslamıştı genç kız.

Uzakta yanıp sönen şehrin ışıklarında takılı kalmıştı

düşünceleri. Her şehirde ışıklar, her ışıkta sıcak bir

evin huzuru ve her huzurda bir parça yaşanmışlık...

Zaman geçtikçe, biz bizden geçtikçe, yüze bir

kırışıklık daha eklenince insan yaşamış oluyor-

du değil mi? Eğer insanlar onun her sabah aynada

gördüğü şeyi görebilseydi bunun adını ‚’yaşanmışlık’’

değil, ’’ölememişlik’’ koyarlardı.

Bu hayatta mutluluk senfonisinin en arkasında

bulunan vokallerdendi o. Sadece eşlik edebilmi-

şti, hiç yönetemişti. Gideninin arkasından ağlarken

boğulduğu hıçkırıklar notaları dahi kaçırmasına

sebep olmuştu. Denizin tuzlu kokusundan tu-

tup kaçırdı zihnini. Tuzunun tenini yakışını sevmi-

şti İzmir’in, canını değil. Oturduğu hasır koltuğu

gıcırdatarak hareket etti yerinde. Omuzlarından

düşen ılık battaniyesini kavrayıp tekrar örttü

dünyanın ona yüklediği tonlarca yükten çökmüş

sırtına. Açıkta kalan ayaklarına baktı, küçüklüğünden

beri vazgeçemediği toz pembe çoraplarına...

Yaşamındaki ‚’toz pembe’’ kalan tek şeye...

Buruk bir gülümsemeyle selamladı onları. İçinde

ukte kalmıştı her zaman bir şeyler. Alışmıştı aslında

yarımlığa. ’’Olmayacak.’’ dedi mırıltı ile fısıltı arasında

kalan ses tonuyla. Gidenin ardında elinden tuttuğu

çocukluğu, kalbinin burukluğu, sesinin kuruluğu ile

kalakalmıştı. Yıllarını bırakmıştı beyaz bir mermerin

altında. Şimdi ise geçen onca seneyi umursama-

dan aynı günde, aynı saatte, aynı yerde rutin ayinini

yapıyordu.

Yazan: Rukiye Yakar

10

Page 11: Karavan - Ocak Sayısı

Sanırım şimdi tüm şehir kaçıyordu, güneş her sabahki gibi doğuyordu çünkü. İzmir de severdi karanlıkta kaybolmayı, İzmir içinde, İzmir dışında, İzmir benliğindeydi. Yutkundu sessizliğinin yarattığı düğüm boğazını aşıp yüreğine insin diye. Parmaklarını battaniyesinin içinden çıkarıp güneşe doğru uzattı,canını daha çok yakabilecek bir şey olup olmadığını öğrenmek istercesine.Umutsuzca indirdi elini. Derin bir çekişten sonra söyleyeceklerini nefesinin oluşturduğu dumana karıştırdı. Beklemekten yorulan bedenini orada bırakıp kaçmak istedi, onu da beceremedi. Yıllardır beklediği gemiyi bu gece de sabahlayarak gözlemişti, hiç gelmeyeceğini bile bile, susa susa, özleye özleye...

11

Page 12: Karavan - Ocak Sayısı

12

ŞampanyaKöpüğüBaloncukları

Ben biricik Karavan’ımızın çiçeği burnunda yazarı

Kardelen. Hatta çiçeği burnumda oluşumdan ötürü

bu yazım boyunca kendimi bir ayçiçeği ilan ediy-

orum. Zira bütün yazı boyunca yüzümü güneşe, yani

size dönüyor olacağım.

Madem bu bir Karavan ve madem bir yolculuğa

çıktık, o halde bir de şarkımız olması gerekmez mi siz-

ce de? Yazıyı yazıyor olduğum süre boyunca biramın

hemen yanında sigaram yanıyor olacak ve arkada

Asha’dan ”Come Away With Me” çalacak, dolayısıyla

okurken de aynısını yapmanızı şiddetle tavsiye ediy-

orum. Ne diyor Asha ? ”Uzaklara gel benimle.”

Sayılar boyunca benim Deli olduğum konusunda

hem fikir olacağız zaten ama, madem bu benim ilk

yazım, size önce kendimi tanıtayım. Sonra da ne-

den yazıma bir şampayanın köpüğünü isim olarak

seçtiğimi anlatayım.

Not : Aramızda kalsın,hiç şampanya içmedim. Ama

Çağdaş söz verdi, deneyeceğiz.

Efendim bendeniz, oldukça minyon, kendi ha-

linde, delice sigara tüttüren (öyle ki artık paket al-

maya para yetiştiremeyeceğine karar verip tütün

sarmaya başlamış), her güne yeni bir ruh hali ve yeni

bir kimlikle uyanan, hiç kimseyi ve hiçbir durumu

yargılamayan, her durumda bulunmuş ve içinde su-

smayan bir ses olduğu için yazan bir insanım. Sylvia

Plath söylemişti bunu Sırça Fanus’u neden yazdığını

sorduklarında. Ne kadındı be?

Evet, artık beni tanıyorsunuz. Ben yolda

gördüğünüz o hiç gülümsemeyen, soğuk; insan-

lara başta alışamayan, mesafeli; hatta insanlardan

çoğunlukla kaçan kadınım. Ben bağlandığı za-

manlarda kopamayan kadınım. Ben kelimelerine

aşık kadınım. Hâl böyleyken, bir akşam,yine hiçbir

şey yapmadan her şey üzerine konuşurken, birbi-

rimize şarkılar dinletirken Çağdaş celallenip, “sen

yazıyodun dimi ya?” dediğinde, omuz silkip “evet

noldu ki?” dedim. Tabi o zamanlar habersizdim bir

anda ufuk çizgisinde uçan bir kuş olacağımdan.

“Ya biz bir dergi yazıyoruz. Amatörüz daha. Ama

çok güzel bi’şey. Bizimle yazsana.”

Bir cümlenin ve akabinde gelecek olan bir linki-

n,ve o linkten çıkacak olan bir derginin ve o dergiyi

okurken bir insanın ne kadar heyecanlandırabilecek

olduğunu bilmiyordum henüz. Öğrendim.

Karnımda şampanya baloncuklarının patladığını

hissederek hem de. Evet evet şampanya

baloncukları. Hiç içmemiş olmama rağmen bunu

hissettirecek kadar güçlü patlamalar.

“Oğlum bayıldım lan. Harikaymış.”

Söyleyecek binlerce kelimeniz olduğunda, hepsi

aynı anda çıkmak istediğinden sıkışıklık olur beyni-

nizde,hepsi birbirini ezmeye çalışırken iç içe girer

ve söyleyecek o kadar hiçbir şeyiniz olmaz ki en

saçmalarını söylersiniz.

Öyle böyle anlaştık velhasıl. Ben de bir baktım

Page 13: Karavan - Ocak Sayısı

13

Ben de bir baktım yazıyorum. İyi de oldu bence. Umarım siz de böyle düşünüyor olursunuz. Çünkü hep inandığım bir şey var; ışığınız başkalarının karanlığını aydınlatmaya yetmiyorsa,karanlıktasınızdır. Ben ışığım artık aydınlatsın istiyorum.

Bu sayı yazımın konusu yazmanın ne olduğu olsun madem. İnsanın neden yazıyor olduğu olsun. Çünkü ben inanıyorum ki kendini en şair ilan edenler, yazmaya en uzak olana kadar herkes bir kaç satır da olsa yazıyor bir yerlere. Kimi yazının ortasında bırakıyor kalemi, sıkılıyor; kimi inatla deniyor doğru kelimeyi bulmayı, kimi yazdıkça rahatlıyor, kimi de ben işte, ancak yazarken gerçekten kendisi olabiliyor. Ancak yazarken ışık tutuyor en derinlerindeki düşüncelerine. Zaten genelde paslanmış ya da küflenmiş oluyor o düşünceler, beklemekten, zihnin karanlığından.

Diyeceğim o ki, yazmalı insan. İçi tozlanmadan,duyguları eskimeden yazmalı. Behçet Necatigil’den bir kaç alıntı yapayım tam buraya.

“Sevgileri yarınlara bıraktınız

Çekingen,tutuk, saygılı.

Bütünyakınlarınız

Siziyanlış tanıdı.”

Hepimiz bunu yapıyoruz. Bunu yapmayalım diye yazmalıyız aslında. Söylemesi zor, biliyorum. Gözleri-nin en içine bakıp ona olan sevgini, özlemini, nefretini söylemesi çok zor. Ama hep yarınlara bırakıyoruz duygularımızı. Ve onları ifadeyi tabi. Hep incitiyoruz en başta içimizi, sonra dışımızdakileri. Biz önce kendi-mizle konuşmayı bırakıyoruz, sonra başkalarına edecek tek bir kelam kalmıyor. Onun yerine, yazmalı insan. Söyleyeceklerini. Hissettiklerini. Kendinden başlayarak. Kendini tanımalı önce. Kendini yazmalı. En içini. En derinlerini. Sonra başkalarına tanıtabilmeli. Kendimize uzağız. Kendini bulmalı insan. Bence bunu da ancak yazarak yapar. Çünkü yazmak dediğiniz; menekşelerin mor olduğu, aşıkların kara sevdaya tutulduğu sanat olmak zorunda değil. Bazen tam olarak marangozluktur yazmak. İnsanın kendine şekil verme zanaati. Burda da Ahmet Haşim’in çok sevdiğim bir sözü vardır. Paylaşmazsam olmaz.

“Şiir bu tarzda bir inilti olmakta devam ettikçe şair kelimesi, müthiş bir hastalığın ismi gibi, sağlıklı insanları elbette korku ve iğrenme ile titretecektir.”

Yani diyor ki şiir sadece aşkın, acıların, öyle yapış yapış ve yapmacık duygusallığın aracı olmak zorunda değil. Sen yaz. Varsın kötü olsun. Hastalık değil yazmak. Kendini anlatmak hastalık değil. İçindeki hastalık olsa bile. Çünkü bakarsın bir gün vaktin olmaz artık onları anlatmaya. Sadece ölümle ayrılmaz insanın hisle-riyle yolları. Ya sevgisini kaybeder ya sevdiceğini. Geniş zamanlar yok. Cemal ne demiş, “Hayat kısa, kuşlar uçuyor.” İçindeki kuşları kaybetmeden yaz. Kendini kaybetmeden yaz. Yaz ki çiçek açsın içindeki topraklarda. Huzur ancak yazmakla doğuyor,sükût bile yazıda. Hiç konuşmadan, milyonlarcasını yazıyorsun.

Yazımı Behçet’le bitireceğim tekrar. Demek istediğimi pek güzel özetlemiş vesselam.

Page 14: Karavan - Ocak Sayısı

14

“Sizgeniş zamanlar umuyordunuz

Çirkindidar vakitlerde bir sevgiyi söylemek.

Yıllarıntelaşlarda bu kadar çabuk

Geçeceğiaklınıza gelmezdi.”

Ama geçiyor zaman. Siz de kalmıyorsunuz olduğunuz yerde. Orada kalacak tek şey birkaç satır oluyor. Bırakın o satırı. Ölümsüzlüğün tek çaresi budur bence.

Bu seferlik benden bu kadar. Tekrar merhaba ve ilk kez elveda.

- Ayçiçeği.

Yazan: Kardelen Akçasağaç

Page 15: Karavan - Ocak Sayısı

Kardelen Akçasağaç | [email protected]

karavandakiadam.com

Rukiye Yakar | [email protected]

Nihal Tali | [email protected]

Fatma Begüm Dalga | [email protected]

Çağdaş Mehmetali Sakallı | Editör ve [email protected]

Hakan Koç | Genel Yayın Yönetmeni ve [email protected]

Özgün Halil Köse | [email protected]