68
2 Temmuz_2014.indd 1 18.07.2014 06:12:52

Kırklareli Aşiyan Dergisi

Embed Size (px)

DESCRIPTION

Kırklareli'inde altı ayda bir çıkarılan Kültür, Sanat, Tarih ve Edebiyat Dergisi

Citation preview

Page 1: Kırklareli Aşiyan Dergisi

2Temmuz_2014.indd 1 18.07.2014 06:12:52

Page 2: Kırklareli Aşiyan Dergisi

1Temmuz_2014.indd 2 18.07.2014 06:12:55

Page 3: Kırklareli Aşiyan Dergisi

2Temmuz_2014.indd 3 18.07.2014 06:12:58

Page 4: Kırklareli Aşiyan Dergisi

1

EDiTÖRALi OSMAN GÜNDÜZ

YayıncıAşiyan Bilim, Kültür Sanat ve Spor Derneği

İcra Kurulu BaşkanıMustafa Keskin

Yayın YönetmeniTalat Şafak

Yazı İşleri MüdürüArş.Gör.Bünyamin Taş

EditörAli Osman Gündüz

Yayın KuruluDoç.Dr.Ertuğrul KarakuşYrd.Doç.Dr.İzzet Yüksek

Yrd.Doç.Dr.Mustafa YaylaYrd.Doç.Dr.Raşit GündoğduYrd.Doç.Dr.İskender Gümüş

Yrd.Doç.Dr.Şenol ÖztürkOkutman Ammar Tekin

Öğr.Gör.Ali Karakoç

Sanat ve Tasarım DanışmanıZehra Şafak

Grafik TasarımTalat ŞafakZehra Şafak

İdare Merkezi ve İletişim AdresiKarakaş Mahallesi Karaumur Caddesi Coştur İşhanı 26/B

Kırklareli/Merkez

Telefon0505572895505325278421

Dilek, Şikayet, Memnuniyet ve Makale Gönderimleriniz İçin

[email protected]/asiyan.dernek

Yayın YeriAşiyan Yayınevi

Kırklareli/Merkez

Dergimizde yayınlanan makale ve yazılar, kaynak gösterilmeksizin alıntılanamaz. Yazılar yayınlanmasa dahi geri iade edilemez ya da başka bir yayında yayımlanamaz. Yayınlanan yazı, makale ve reklamların yasal

sorumluluğu yazarlarına yada reklam verenlere aittir.

Merhaba sevgili okuyucularımız. Üçüncü

sayımızla tekrar karşınızda olmanın kıvancını

yaşıyoruz. Uzun çalışmaların ürünü olan dergimiz

bu sayısında yepyeni bir tasarım ve kapak ile

karşınızda...

Değerli İcra Kurulu Başkanımız Mustafa

Keskin’in yoğun çabaları sonucu bu ay da sizlere

dopdolu bir dergi hazırladık. Tarih, sanat, coğrafya

ve edebiyat ile dopdolu olan bu sayıda yayıncılık

hayatımızı profesyonel çizgiye doğru taşımaya

çalıştık.

Sizlerin de beğenerek okuyacağı yazılarımız

birbirinden değerli yazarlarımız tarafından kaleme

alındı. Derslerinden kalan vakitlerini dergimize

ayırarak çok kıymetli makaleler gönderen değerli

bilim adamlarımıza da teşekkürü borç bilirim.

Bu sayı itibariyle editörlük görevini

devraldığım bu kıymetli derginin uzun soluklu

olması için her türlü, katkı, eleştiri ve tavsiyelerinize

açık olduğumuzu özellikle belirtmek isterim.

Sizlerden gelecek şiir, hikaye ve yazıları da

yayınlayacağımızı belirtir, desteklerinizi bekleriz.

Son olarak sizleri zevkle okuyacağınız

dergimizin sayfalarıyla başbaşa bırakıyorum

Temmuz_2014.indd 4 18.07.2014 06:12:59

Page 5: Kırklareli Aşiyan Dergisi

2

iÇiNDEKiLER

YIL:2 SAYI:3 TEMMUZ 2014RAMAZAN AYININ İSLAM DÜNYASINDAKİ SOSYAL BOYUTUProf.Dr.Ramazan BİÇER

RAMAZAN OKULUMusa MERT

MEVLANA’NIN BAKIŞ AÇISI VE KURANHakan BÜYÜKDERE

İNFAK MEDENİYETİ SADAKA TAŞLARINidayi SEVİM

KADİR GECESİNİN KADRİNİ BİLMEYE DAVETProf.Dr.Kadir ÖZKÖSE

ENDÜLÜS’Ü OKUMAKErcan BABACAN

OSMANLI’DA RAMAZANYrd.Doç.Dr.Raşit GÜNDOĞDU&Ebul Faruk ÖNAL

KİTAP TANITIMI

ÖZLÜ SÖZLER

DERNEK FAALİYETLERİMİZ

ŞİİR

DERGİMİZE YAZI GÖNDERİMİ İLE İLGİLİ BİLİNMESİ GEREKENLER

KIRKLARELİ YEMEKLERİZekeriya KURTULMUŞ

AFRİKA GÜNLÜĞÜYrd.Doç.Dr.Mustafa YAYLA

NEDEN ULUSLARARASI İNSANİ YARDIMYrd.Doç.Dr.Şenol ÖZTÜRK

ALİYA İZZET BEGOVİÇ’İ BİR DÜŞÜNE ADAMI OLARAK ANLAMAKÖğr.Gör.Faruk KARAASLAN

AYLARIN EFENDİSİ RAMAZAN Halil ATALAY

KIRKPINARÖğr.Gör.Selim Hakan AKINCI

CEPHEDE BAYRAM NAMAZISaadettin ÖZGÜR

KÜÇÜK KAYNARCA ANTLAŞMASIGüngör MUTLU

8

12

13

14

16

20

24

30

37

38

40

46

50

56

60

616264

6534

Temmuz_2014.indd 5 18.07.2014 06:13:03

Page 6: Kırklareli Aşiyan Dergisi

1

İcra Kurulu BaşkanıMustafa Keskin

TAKDİM

Bizim de söyleyecek sözümüz var diye çıktığımız yayın hayatında bir iki derken Mevla’mızın inayetiyle üçüncü sayımızı çıkarma imkanına sahip olduk. İlk sayımızda gördüğümüz eksik ve hatalarımızı ikinci sayımızda gidermek suretiyle daha kaliteli bir dergi ortaya çıkarmaya çalıştık. Üçüncü sayımızın ise daha iyi olması için gayret ettik. Bu vesileyle dergimiz hakkında tenkitlerini bizlerle paylaşan ve öneriler sunan tüm okurlarımıza ve dostlarımıza şükranlarımızı sunuyoruz.Dergimizin üçüncü sayısının Ramazan ayına denk gelmesi nedeniyle yayın kurulumuzun önerisi üzerine bu sayımızı Ramazan ağırlıklı çıkarmaya karar verdik. Dergimizin tamamı ramazan üzerine olmasa da çoğunluğu Ramazan hakkında olmuştur. Ramazan ayının dinimizde büyük bir önemi ve diğer aylar arasında seçkin bir yeri vardır. Çünkü kalplere nur, gönüllere şifa, müminlere rahmet ve insanlığı güzele ve doğruya götürecek olan hidayet kaynağı olan kutsal kitabımız Kur’an-ı Kerim bu ayda indirilmeye başlanmıştır. Kur’an’da bin aydan daha hayırlı olduğu bildirilen “kadir gecesi” yine bu ay içindedir ki; Peygamber Efendimiz de “Kim inanarak ve sevabını Allah’tan umarak Kadir Gecesi’ni değerlendirirse geçmiş günahları bağışlanır” buyurarak, bu gecenin önemini belirtmiştir. Ayrıca İslam’ın temel ibadetlerinden olan oruç da bu ayda tutulur. Bu nedenle Ramazan ayı, Müslümanlar için en kutsal aydır ve ona “on bir ayın sultanı” denilmiştir. Ramazan ayı oruç, ibadet ve sabır ayıdır. Allah’ın rahmet ve bağış kapılarının açıldığı aydır. Sevgili Peygamberimiz, ramazan ayında içtenlikle yapılan dua, ibadet ve iyiliklerin Allah katında daha değerli olacağını bildirmiştir.Hepimiz yaşayarak görüyoruz ki, Ramazan ayını diğer aylara göre daha heyecanlı bir şekilde karşılıyoruz. Üç ayların girmesiyle başlayan manevi hava, ibadet aşkı Ramazan ayı ile birlikte zirveye ulaşmaktadır. Üç aylar ve Ramazan ayı bizlere kulluğumuzu, insanlığımızı, acziyetimizi ve tüm insani değerlerimizi yeniden hatırlatıyor. Bu ayda iftar vakti tüm aile bireylerinin toplu olarak yemek yediklerine, yemek sonrası dualarına, sadece kendileri değil akraba, komşu ve arkadaşların iftarlara çağırıldığına ve topluca ibadet

ettiklerine, camilerin dolup taştığına şahit oluyoruz.Ramazan ayının gerçekten bir ibadet ayı olmasının yanında aynı zamanda bir yardımlaşma ayı olduğunu görüyoruz. Bu ayda yoksullar, düşkünler daha çok hatırlanıyor. Zekatlar bu ayda hesaplanıp dağıtılıyor. Fitre Ramazan ayına mahsus yerine getirilmesi gereken bir vecibe olduğu için toplumsal yardımlaşmaya da katkı sağlamaktadır.Ramazan ayının ve bu ayda yapılan ibadetlerin faziletlerini saymakla bitiremeyiz. Ancak şunu unutmamalıyız ki, Müslümanların dikkat etmeleri gereken hususlar, emir ve yasaklar sadece Ramazan ayına mahsus hususlar değildir. Ramazan ayı tüm sene boyunca unuttuğumuz, terk ettiğimiz güzel hasletlerimizi, itaat ve kulluğumuzu bizlere yeniden hatırlatmaktadır. Bu ayda yasak olan şeyler esasen diğer aylarda da yasak kılınmıştır. Oruç tutmanın dışında diğer ibadetler sadece bu aya mahsus ibadetler değildir. Kur’an-ı Kerim’in bu ayda indirilmeye başlamış olması sadece bu ayda okunup gereğinin yapılması anlamına gelmemektedir. Oysa Kur’an-ı Kerim tüm zamanlarda tüm insanlığa hitap etmektedir. Hayatımızın her anını kuşatmaktadır. Kur’an’a bakışımızdaki çarpıklığı İstiklal Marşı şairimiz merhum Mehmet Akif ERSOY şöyle dile getirmektedir: “İnmemiştir hele Kur’an şunu hakkıyla bilin. Ne mezarlıkta okunmak ne de fal bakmak için.” Kur’an-ı Kerim bizim sadece başkalarına nasihat etmemiz için indirilen bir kitap değildir. Herkesin bizatihi kendisi için hayat rehberi edinmesi gereken bir kitaptır. Telaffuz ettiğimiz bütün güzel davranışların kendi üzerimizde olup olmadığını gözden geçirmeliyiz. Kınadığımız çirkin işler bizde de varsa kınamanın hiçbir tesiri ve anlamı yoktur. Paramparça yaşayarak birlikten bahsedemeyiz. Damarlarımıza varıncaya kadar kalbimizi haset, kin ve nefret tohumları içimizi kaplamışsa, bu davranışların kötülüğünden bahsedemeyiz. Evvela Müslümanca bir düstur olan “kendi nefsin için arzu ettiğin bir şeyi başkası için de arzu etmedikçe hakiki mümin olamaz” hadisi şerifi gereği kalplerimizi ve nefislerimizi gözden geçirip haset, kin ve nefret tohumlarını içimizden söküp atmalıyız. Ramazan ayını da bu vesileyle çok iyi değerlendirmeliyiz.Ramazan ayının tüm insanlık için, özellikle İslam coğrafyası için uyanışa, kardeşliğe, birlik ve beraberliğe, hayırlara vesile olması temennisiyle… tüm kardeşlerimizin Ramazan-ı şerifini, kadir gecesini ve bayramını kutluyorum.

Temmuz_2014.indd 6 18.07.2014 06:13:04

Page 7: Kırklareli Aşiyan Dergisi

2Temmuz_2014.indd 7 18.07.2014 06:13:07

Page 8: Kırklareli Aşiyan Dergisi

1

RAMAZAN AYININ iSLAM DÜNYASINDAKi SOSYAL BOYUTU

Prof.Dr.Ramazan BİÇER*

Ramazan ayı, genellikle bereket, rahmet, huzur ve müspet oluşum ve hareketler için bir sembol haline gelmiştir. Şeytanların dizginlenip zincire vurulduğu bu ayda Müslümanlar, diğer günlerden farklı olarak Allah’a yönelerek, daha çok dini buyruklara boyun eğerler. Şeytani olan davranış ve tutumlardan uzaklaşarak meleki bir boyuta yükselirler. Oruç, Müslümanların kendi acziyetlerini hissedip, yaratıcıya olan ihtiyaçlarını daha iyi idrak edip, kendi benlik davalarından vazgeçerek, kul olmanın bilincine de ulaşarak, kendilerini uhrevi alanlara yönlendirmesine yol açar. Bu doğrultuda dini alanda hassasiyet kazanarak, kutsal buyruklara boyun eğen kimseler haline gelirler. Bu nedenle bu ayda ibadetlere süreklilik kazanırken, mü’minin kendisini sorgulama aşamasına geçilir ve de hayır ve hasenatta daha özenli bir davranış sergilenir. Mü’minin bu manevi yönelişinin tezahürü olarak da birey, tutum ve davranışlarında duyarlı olur. Orucun sadece açlık ve nefsi terbiye olmadığının farkına varılmasını teşvik ve teşci eden Hz. Peygamber de (sav), mü’mine Ramazan ayına özgü olarak daha etkin buyrukları sunmaktadır. Bu doğrultuda Ramazan ayının en belirgin özelliği, sabra yönelik Hz. Peygamberin öğütleridir. Bu ise aynı zamanda mü’mine otokontrolü tavsiye etmektedir. Oruç ibadetini yerine getiren bir mü’minin ahlaki değerlerinde işlerlik kazandırması, bu ibadetin doğal bir sonucudur.İnsanlar arasındaki ilişkilerde daha hassas olmak, insanların kırmamak ve üzmemenin yanında *Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi /İletişim E-Posta: [email protected]

onları sevindirici ve mutlu edici bir hal kesbetmeye çalışmak, yine bu ibadetten doğal bir beklentidir. Sözgelimi trafikte daha duyarlı olmak, kurallara uymak, başkalarının hakkını yememeye çalışmak, bu konuda önemli bir sosyal algıdır. Oruçtaki sabrın göstergeleri, bireysel ve toplumsal olarak tezahür etmektedir. Bireysel olarak midenin, ruhun boyunduruğu altına alınmasıyla, el, göz, kulak ve diğer organların otokontrolünü sağlamak, bütün bunları nefsin istekleri doğrultusunda kullanmaktan uzak durmak, oruç ibadeti yanında daha önemli diğer ibadetleri de gerçekleştirmek anlamına gelmektedir. O nedenle bir mü’min, oruç tutarken, kendisinin aleyhine olacak, ahirette sorguya yol açacak tutum ve davranışlardan da uzak durması gerektiğinin bilincine ulaşır. Bu alanda en önemli ibadet oruçtur. Zira oruç, bireyin kendisine hakim olmadığı, kendini yönetmekten uzak kaldığı algısını oluşturmaktadır. Kendisini yaratanın emri ve kontrolü altında olduğu bilincine ulaştıran oruç, İslam dininin en hassas alanı şirk düşüncesinden de mümini uzaklaştırır.

ASiYAN DERGiSi YIL:2 SAYI:3 TEMMUZ 2014 8

Temmuz_2014.indd 8 18.07.2014 06:13:08

Page 9: Kırklareli Aşiyan Dergisi

2

Zira oruç tutan anlar ki, kendisi bir başka gücün emri altındadır. O izin vermezse, normal ve insani olguları da uygulamaktan uzak kalır. Kendi öz benliğinin tezahürü olan iradesi de, yüce iradenin emri altına alır. Bu ise mü’minin her halükarda Allah’a olan ihtiyacını tazelendirir. Oruç ile ilgili hadislere bakıldığında, aç ve susuz kalmanın yanında iradesini de Allah’ın buyrukları altında yönlendirmek suretiyle, “kendi nefsini ilah edindi” şeklindeki ilahi buyruğa ram olarak, kibir, gurur, büyüklenmeden uzak kalarak, gücünün etkinlik alanının sınırlı olduğu bilincine varmak suretiyle, yaradanın karşısında bir hiç olduğu inancına ulaşır. Böylece enfüsi alemindeki şirk emarelerinden uzak kalır. Bu nedenle oruç, bedeni ve ruhu, maddi ve manevi kir ve paslardan bir tür arındırmadır. Kişisel olarak kendisini sorgulayan, Rabbine yönelten, her türlü aşırılık ve din dışı oluşumlardan uzak durmak şeklinde tezahür eden oruç, sosyal açıdan da hiçbir kimsenin bir başkasından üstün ve farklı olmadığı şeklindeki kulluk bilincine ulaştırır. Zira sosyal ve manevi statüsü ne olursa olsun, bu ayda tüm mü’minler ortak bir statüye kavuşur ki, o da Allah’ın kulu olmaktır. Bu nedenle “kendini bilen, Rabbini bilir” buyurulmuştur. Bu “kendini bilme” ancak kul olduğu inancı şeklinde oruç ile mümkün olmaktadır. İslam dünyası son birkaç yıldır ciddi bir sınavdan geçmektedir. Başta yazmış olduğumuz Ramazan ayının nitelikleri ile hiç bağdaşmayan bir olgu içerisine giren Müslümanlar, zor günlerin çetin imtihanına tabi tutulmaktadır. Kuş bakışı ile bakıldığında, Müslümanların yaşadıkların alanların büyük çoğunluğunda, acı, gözyaşı ve kan görülmektedir. Günümüzde Ramazan ayı ile ilgili nakledilen rivayetlerin tam aksi istikamette bir gelişim söz konusudur. Günümüz Müslümanları ciddi bir oluşum ve dönüşümden geçmektedir. Adının Müslüman olduğunu söylemekle birlikte,

eylem ve hareketleri İslami olmayan önemli bir kesim dikkatleri üzerine çekmekte ve adeta diğer Müslümanların huzurunun bozmak için elinden geleni yapmaktadır. İslam dünyası son birkaç yıldır huzurlu bir Ramazan geçirememektedir. “Mü’minin derdiyle dertlenmeyen bizden değildir” buyruğu doğrultusunda bireysel olarak rahat ortamlarda oruç tutma imkanı olsa da, bugün İslam coğrafyasının belirli kesiminde acı çeken Müslümanları da gözlerden uzak tutamayız. Müreffeh iftar sofraları, lüks mekanlardaki iftar menüleri, seçkin zümreleri buluşturan iftar mekanları, Ramazan ayının anlamıyla bağdaşmamaktadır. Uygur Türklerinin çetin Ramazan imtihanı yanında, Suriye, Irak, Filistin ve diğer Müslüman coğrafyasındaki realite, buruk bir Ramazan ayı geçirmemize neden olmaktadır. Ramazan ayına giren İslam dünyası, naslarda belirtilen şekliyle oruç tutamamaktadır. Bu ay içi tanımlanan rahmet ifadesi, yönlendiricisi dışarıdan olsa da, yine bizzat Müslümanlar tarafından yaralanmaktadır. Öte yandan marjinal konumdaki kendilerini Müslüman adıyla dünya kamuoyuna takdim eden kesimlerin, İslam dışı tutum ve davranışları da yine bu ayın kutlu anlamıyla hiç de uyuşmamaktadır. “Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir” şeklindeki Nebevi buyruğun aksine, mükellef sofralarda iftar yapmak, “Müslümanlar bir binanın taşları gibidir. Biri diğerini destekler” emriyle hiç de bağdaşmamaktadır. İslam’ın sosyal bir din olduğu algısıyla hareket eden bir mü’min, bireysel olarak rahat ortamlarda ve imkanı bol mekanlarda oruç tutarken, diğer Müslümanları da unutmamalıdır. İmkanı ölçüsünde yardım ve destek sağlayabilirken aynı zamanda, “oruçlunun iftar açarken yapacağı dua reddedilmez” emri doğrultusunda hareket ederek, dua ve yakarışta onlara öncelik tanımalıdır.

Ramazan AyInIn islam DünyasIndaki Sosyal Boyutu

ASiYAN DERGiSi YIL:2 SAYI:3 TEMMUZ 2014 9

Temmuz_2014.indd 9 18.07.2014 06:13:09

Page 10: Kırklareli Aşiyan Dergisi

1

Bereket ayı olarak tanımlanan bu ayda, yeme ve içme gibi kalemlerde malı alabildiğince pahalılaştıran ve fiyatını yükselten kimselerin bu tutumlarının da, Kur’an’da yerilen “din ticareti” kategorisine girdiği de unutulmamalıdır. Dini söylemlerde bulunan kimselerin de, söylem-eylem birlikteliğine ayrı bir özen göstermesi ve bunu realiteye yansıtması da, bu ayda mü’minden özellikle beklenen bir husustur. Kara bulutların üzerimizde yoğunlaştığı bu günlerde, onların dağıtılması ve yerine günlük-güneşlik bir atmosferin yerleşmesi için, gönülden duaların yapılması da, tüm Müslümanlar için büyük bir fırsattır. Bir tür ruhsal inzivaya çekilerek, maneviyat iklimine dalarak, ülkemiz ve tüm İslam dünyası için yapılacak duaların makbuliyeti, bizim samimiyetimizle doğru orantılıdır. Bu aynı zamanda Müslümanların bir samimiyet testidir. O nedenle tüm benliğimizde bedensel ve ruhsal olarak arınmayı hedefleyip, bu maneviyat sofrasından istifade edip, Türkiye, İslam dünyası ve tüm insanlığın huzuru, refahı ve süküneti için dua etmeliyiz.

Bireysel olarak şeytani olan her türlü düşünce, tutum ve davranışlardan uzak durmamız gerektiği gibi, İslami kesim, grup ve oluşumlar olarak da nifak, fitne ve fesattan oluşan şeytani olgulardan arınmayı amaçlayarak bu mübarek ayı değerlendirmeliyiz. Unutulmamalıdır ki bir mü’min, kendisi için istemediği bir şeyi başkası için de istemez. Dünya kamuoyundaki negatif Müslüman algısı ancak, doğru İslamiyeti ve İslamiyete layık doğruluğu yansıtabildiğimiz ölçüde pozitife dönüşecektir. Zira İslam, arı ve durudur. Onu lekelendirmek, “fitne uykudadır, onu uyandırana lanet olsun” buyruğu ile yasaklanmıştır. Bu kutsal emre itaat ise, mü’minin bir şiarıdır. Ülkemizde ve İslam dünyasında fitne, bütün boyutlarıyla iş başındadır. Ona bulaşmamak, uzak durmak ve onu söndürmeye çalışmak, her Müslümanın bir görevidir. Bu ise ancak müspet hareketle tahakkuk eder. “Zalimler için yaşasın cehennem” şiarını benimseyen bir mü’min, zulmün, kendisini Müslüman o- larak tanımlayan kimse ve kesimler için de söz konusu olabileceğinin farkında olmalıdır.

ASiYAN DERGiSi YIL:2 SAYI:3 TEMMUZ 2014

Ramazan AyInIn islam DünyasIndaki Sosyal Boyutu

10Temmuz_2014.indd 10 18.07.2014 06:13:10

Page 11: Kırklareli Aşiyan Dergisi

2

Ramazan AyInIn islam DünyasIndaki Sosyal Boyutu

Temmuz_2014.indd 11 18.07.2014 06:13:13

Page 12: Kırklareli Aşiyan Dergisi

1

KÜÇÜK KAYNARCA ANTLASMASI

ASiYAN DERGiSi YIL:2 SAYI:3 TEMMUZ 2014

Küçük Kaynarca Antlaşmasında Rusların Ortodoksları himaye etme hakkı elde ettiği bilgisi günümüze kadar gelmiştir. Aslında bu bilgi yanlıştır. Olayın aslı Rusların sadece Galata semtinde Rus elçisinin himayesinde Greko-Rus inancına sahip bir kilisenin kurulmasından ibarettir. Zira o dönemde Osmanlı Devletinde Ortodoks tebaa vardır. Fakat Antlaşmayı tercüme eden Bab-ı Ali tercümanı Ruso-Grek yazacağına Osmanlıca Dosoğrafya yazmıştır. Antlaşmanın Osmanlıca metninde bunu görmek mümkündür. Böylece Dosoğrafya bütün Ortodoksları himaye edilecek şeklide yorumlanmıştır. Aslında Kaynarca antlaşmasının orijinal metni yoktur. Tercümenin tercümesi olduğunu Murat Bardakçı daha önce zikretmişti. Küçük Kaynarca Anlaşmasının orjinali Moskova’da askeri müzededir. Aşağıda Rusça kaynaktan aldığım anlaşma metninde yukarıda yazdıklarımı rahatça teyid edebiliriz Küçük Kaynarca Anlaşmasının 14’ncü maddesi Rusça’sı ve Türkçe tercümesi şöyledir:

Росийскому высочайшему двору,по праву других держав, позволяется,кроме домашней в доме министра церкви, воздвигнуть в части Галата,в улице Бей Оглу называемой публично Греко-Российского исповедания церковь, которая всегдапод протекцией оной империй миннистров остаться имееть и никакому притеснению или оскробление подвержана не будеть.

Rusya’nın kendi ülkesinin dışında Rus elçisinin himayesinde Galata’nın Beyoğlu caddesinde Grek-Rus inancına uygun bir kilisenin kurulacağına ve hiçbir taciz ve hakarete maruz kalamayacağından söz etmektedir.

Bu maddeden anlaşılacağına göre Rusların bütün Ortodoks tebaanın koruyculuğunu elde etmesi söz konusu değildir. Ayrıca antlaşmanın 7 maddesinde de Bab-ı Ali’nin Hıristiyan inancını ve kiliselerini himaye edeceğini kesin bir dille belirtmektedir.Tercüman aynı şekilde Rusların diyerek zekice bir cümle sokuşturarak 14 maddeye atıfta bulunmuştur. Sonuç olarak 7 ve 14’ncü maddelerden Rusların bütün Ortodoksları himaye etme hakkı elde ettiği çıkarılamaz. Tarihi yer adları sıradan sözcükler değildir taşıdıkları anlam toplumun benliğinde derin izler bırakır. Küçük Kaynarca adı da böyledir. Fakat yer olarak neresi olduğunu hiç düşündük mü? Bulunduğu yer hakkında fikir sahibi miyiz? Küçük Kaynarca kasabası Bulgarista’nın Silistre kentine bağlı 900 haneli bir köydür. Bu köyü ünlü yapan burada Küçük Kaynarca Antlaşmasının imzalanmış olmasıdır. Köy halkı hakkında ilk bilgilere 1853 Osmanlı belgelerinde rastlıyoruz. Adı Kaynarca(Carup)diye geçmekte. (Bugün Kırklarelin’de Kaynarca ilçesi olması yer adlarında benzerliklere bir örnektir.) 1892 yılında Bulgarlar, bu olayı anmak için buraya bir çeşme yaptırmışlardır. 1913 Bükreş antlaşması ile buralar Romanya’ya verilmiştir, daha sonra 1940 Krayovski antlaşmasıyla tekrar Bulgaristan’a geri verilmiştir. 1862’de köyde Osmanlı- Rus savaşında ölenler adına Bulgarlar anıt dikmişlerdir. Burada törenler yaparak geçmişlerini yad etmektedirler. Öğrencilik yıllarımda bu törenlere içim burkularak katılmışımdır. Bulgaristana gidipte Küçük Kaynarca Antlaşmasının imzalandığı yeri görmek isteyenlerin bilmesi gerekir ki, bu yer Silistre’ye 25 km, Varna’ya 116 km, Albena’ya 104 km. dir.

Güngör Mutlu

12

Temmuz_2014.indd 12 18.07.2014 06:13:14

Page 13: Kırklareli Aşiyan Dergisi

2

CEPHEDE BAYRAM NAMAZI

Saadettin ÖZGÜR*

*Çanakkale Savaşları Araştırmacısı ve Yazar

13 Ağustos 1915 Perşembe, Ramazan Bayramı’nın ilk gününün sabahı… Askerimiz büyük bir iştiyakla bayram namazı kılma isteğinde. Ama orası Çanakkale cephesi… Siperlerin içinden burnunun ucunu dahi göstermek mümkün değil. Düşman basıyor kurşunu. Hele hele bir yerde bayram namazı için toplanılırsa, Saros’tan düşman zırhlıları toplarıyla darmadağın eder orasını… Toplu halde helâk olur Mehmetçikler…Böyle izah eder komutan, bayram namazı için izin istemeye gelen ere… Aslında kendisi de için için ne kadar çok istiyordur, askerlerle birlikte, omuz omuza bayram namazını kılmayı… Ama bunun mümkünâtı yoktur.Er buruk döner komutanın yanından… Yolda yaşlı bir askere rastlar. Yaşlı asker ona burukluğunu sorar. O da izah eder, askerin nasıl da iştiyakla bayram namazı kılma isteğinde olduğunu… Ama komutan haklı nedenlerle izin vermemiştir. Yapılacak bir şey yoktur. Erat, siperler içinde, kendi arasında, düşman ateşi başlamadan hüzünle bayramlaşacaktır.Ama Çanakkale cephesi boş değildir. Cenâb-ı Allah’ın Peygamberinin vekili olan salihleriyle, azizleriyle doludur. İşte o yaşlı asker de izin alamayıp siperine dönen askere:“Sen git arkadaşlarına söyle, bayram namazı için hazırlıklarını yapsınlar” der.Biraz sonra umulmadık bir şey olur. Ağustosun 13’ünde, o sıcak havada ortalığı bir sis kaplar. Göz gözü görmez olur.Rahman ve Rahim olan Cenâb-ı Allah, cephede O’nun rızası için Bayram namazı kılmak isteyen âbidleri, o hakiki iman sahibi kulları için bir mu’cizesini onlara lütfetmiştir.

Onlar için, o gün, o anda Coğrafya kurallarını iptal etmiş, değiştirmiştir.Askerler sonsuz bir hamd ve şükür ile coşku dolu bir heyecanla Ramazan Bayramı namazını edâ ederler. Çanakkale Cephesi’nde kılınan o bayram namazında, askerimizdeki heyecan ve coşku o kadar çok artar ki bir ara ortalığı tekbir ve salavat sesleri kaplar.Öbür tarafta düşman da şaşkındır. Bir taraftan tam saldırıya geçecekleri esnada, Ağustos’un ortasında, ortalığı göz gözü görmeyen bir sis kaplarken, diğer taraftan da sisin içinden Müslümanların coşkulu naraları yeri göğü inletmektedir.İşte o anı, Çanakkale’de İngiliz Orduları Komutanı olan Ian Hamilton, savaşı günü gününe kaydettiği anı defterinde şöyle anlatır:“13 Ağustos 1915. Bu sefer İsmailoğlu Tepesi’ni hiçbir kuvvet elimizden kurtaramazdı. Ama sabahın erken saatlerinde durumda hiç umulmadık bir değişme başladı. Gittikçe yoğunlaşan bir sis, etrafı göz gözü göremez hale getirmişti. Top tüfek sesleri birden bire dindi ve cephe sustu. Allah yine Müslüman Türkler ’den yana idi.”

ASiYAN DERGiSi YIL:2 SAYI:3 TEMMUZ 2014 13

Temmuz_2014.indd 13 18.07.2014 06:13:15

Page 14: Kırklareli Aşiyan Dergisi

1 ASiYAN DERGiSi YIL:2 SAYI:3 TEMMUZ 2014

KIRKLARELi YEMEKLERi

Zekeriya Kurtulmuş*

Kırklareli Marmara Bölgesi’nin Kuzey-Batısında yer alır ve Kuzeyden Bulgaristan, Batı’dan Edirne, Güneyden Tekirdağ, Güney-doğudan İstanbul, Doğudan ise Karadeniz ile komşudur. 6.550 km²’lik alana sahip olup 2013 yılı adrese dayalı nüfus sayımına göre 340.559 kişilik bir nüfusa sahiptir. Merkez dışında Babaeski, Demirköy, Kofçaz, Lüleburgaz, Pehlivanköy, Pınarhisar ve Vize olmak üzere 7 ilçe ve bunlara bağlı 181 köyü, 22 bağımsız belediyesi ile şirin bir Marmara bölgesi vilayetidir. 1993 yılından beri ilimiz Aşağıpınar bölgesinde İstanbul Üniversitesi Prehistorya Bölüm Başkanı Prof. Dr. Mehmet ÖZDOĞAN Başkanlığında yürütülen kazılardan, Kırklareli tarihinin M.Ö. 5800 yıllarına kadar indiği anlaşılmaktadır. Daha sonra ırmak kenarları ve Karadeniz’in batı kıyılarında Traklar, Yunanistan’dan gelen Akalar, Karadeniz’in kuzeyinde oturan İskit’ler, Makedon, Roma, Bizans hakimiyeti kurulmuş ve nihayet 1363 yılında Osmanlılar tarafından alınarak, Kırklareli’nde Türk hakimiyeti başlamıştır. Kırklareli’nde Türk hakimiyeti o yıldan beri kesintisiz devam etmektedir. Yöre mutfağının kaynağını tarım ürünleri, büyük ve küçükbaş hayvancılık ile deniz ürünleri oluşturmaktadır.

Yöremizde ekilen ve yöre mutfağına besin olarak giren tarım ürünleri şunlardır:Buğday, ayçiçek, şeker pancarı, çekirdeklik kabak, patates, mısır, kuru fasulye, arpa, üzüm, karpuz, kavun, domates, biber, meyve olarak şeftali, erik, ceviz, kayısı, elma, ayva, dut, çilek yetiştirilmektedir.

*Kırklareli İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü / Halk Kültürü Araştırmacısı / [email protected]

Hayvancılık olarak inek, koyun, keçi, manda, kümes hayvanlarından da tavuk, ördek, hindi, kısmen de kaz bakılmaktadır. Kırklareli’nin Karadeniz’le kıyısı olan Demirköy ve Vize ilçelerine bağlı İğneada, Kıyıköy, Beğendik, Limanköy’de yaşayan halkın geçim kaynağının önemli bir kısmı balıkçılık olup, buralarda avlanıp Kırklareli’nin diğer bölgelerine gönderilen balıklar da; kalkan, tekir, barbun, mezgit, hamsi, istavrit, palamut, çinekop, sarıkanat lüfer, kofana, yayın balıklarıdır. Ayrıca ilimizde mevcut akarsularda yaşayan ve avlanıp yöre mutfağına giren balıklar da şunlardır: Göletlerde aynalı sazan ve İsrail sazanı, derelerde ise; kara sazan, kızıl kanat, miryana, gümüş balığı ve alabalıktır. Yöremizde hayvansal ürün olarak; hayvan kesimiyle et, hayvandan elde edilen süt ile yoğurt, peynir, ekşimik, kümes hayvanlarından da yine et ve yumurta elde edilmekte, elde edilen bu ürünlerden yöre insanımızın becerisine ve mutfak kültürüne göre değişik yiyecekler yapılmaktadır. Şimdi bu açıklamalar doğrultusunda Kırklareli yöresine ait çorba ve yemeklerden tatlılardan örnekler verelim.A- KIRKLARELİ YÖRESİ ÇORBALARI

Yöresel İsimle Anılan Çorbalar

1. PAPARA:Toz biber katılmış yağlı suya ekmek doğranıp yenir.(Muhacır ve gacallar tarafından yapılır.)2.DEĞİRMENDERE:Terbiyesiz işkembe çorbasına bu isim verilir.

14

Temmuz_2014.indd 14 18.07.2014 06:13:16

Page 15: Kırklareli Aşiyan Dergisi

2ASiYAN DERGiSi YIL:2 SAYI:3 TEMMUZ 2014

KIrklareli Yemekleri Zekeriya Kurtulmus

3. UMAÇ ÇORBASI:Hamur çorbasına verilen isim olup Kırklareli Merkez ilçe Dolhan Köyü’nde yapılıp yenmektedir.4. HÖŞMEL, PAPARA, YAĞLI ÇORBA: Sığır etinin kaynatıldığı sudan yapılan çorba olup Kırklareli ili, Babaeski ilçesi Karahalil kasabasında yapılmaktadır.

Yapıldığı Malzemeden İsmini Alan ve İlimizde Yapılıp Yenen Çorbalar1. İŞKEMBE ÇORBASI :Sıcak suyla yıkanan işkembe bol suyla düdüklü tencerede kaynatılır. İşkembe piştikten sonra küçük küçük doğranır. Daha sonra 1 yumurta sarısı ve yoğurtla terbiye edilir. İsteğe göre yenirken içine sarımsaklı su, sirke veya limon ilave edilir.2. TAVUK SUYU ÇORBASI:a)Kırık pirinç, tavuk suyu, didiklenmiş tavuk eti, bir kaşık yağ, bir kaşık un, bir domates ve tuz ilave edilerek yapılır.b)Tavuk suyu, 3 kaşık un, 2 kaşık taze yoğurt, 1 yumurta sarısı çırpılıp karıştırılır ve pişirilir.(4 Kişiliktir)3. ŞEHRİYE ÇORBASI :Tavuk suyu veya sade su, 1 kaşık salça veya 1 domates, 1 kaşık yağ, 1 yumurta sarısıyla yapılır.(4 Kişiliktir)4. MERCİMEK ÇORBASI:1 bardak kırmızı mercimek, 1 havuç, 1 patates, 1 baş soğan, 1 yumurta sarısı, 1 limon ve 1 kaşık unla yapılır.(4 Kişiliktir)5. PİRİNÇ ÇORBASI:Yayla çorbası da denir. 1 bardak kırık pirinç, yarım kg.taze yoğurt, arzuya göre tavuk suyu, 1 kaşık margarin, bir tutam kuru nane ve tuz ilave edilerek yapılır.(4 Kişiliktir)6. BAKLA ÇORBASI:Uç kısımları kesilmiş yarım kg. taze küçük bakla, 1 baş soğan, 1 kaşık salça, 2-3 kaşık un, 1 kaşık yağ ve tuz ilave edilerek yapılır.(4 Kişiliktir)7. SÜT ÇORBASI:1 kg. pişmiş süt, 1 kaşık yağ, 1 avuç pirinç ve tuz ilave edilerek yapılır. 8. TARHANA ÇORBASI:2-3 kaşık tarhana, 1 kaşık salça veya 1 domates, 1 kaşık yağ, tavuk suyu veya su ile tuz ilave edilerek kaynatılır.(4 Kişiliktir)9. DOMATES ÇORBASI :3-4 adet domates rendelenir. Yağda suyu çekilinceye

kadar kavrulur. Sonra içine sıcak su ilave edilir. Bir taşım kaynadıktan sonra 1 yumurta, 2 kaşık un ve 2 kaşık yoğurt ilave edip çırpılır. B- KIRKLARELİ YÖRESİ YEMEKLERİ1. KALIN KIYI : Malzeme:1 paket pak maya, yarım kg kıyma, 1 yumurta, yoğurt, tuz, un, toz şeker, salça, yarım çay bardağı sıvı yağ, su. Hamurun kabartılması için, bir paket pak maya bir tutam toz şeker, ılık süte karıştırılır. Derin bir kabın içerisinde bulunan un içerisine 1 yumurta, bir tutam tuz, yarım çay bardağı sıvı yağ dökülür. Ilık süt ile kulak memesi yumuşaklığında hamur yapılır ve hamurun kabarması için hamur temiz bir bezle sarılarak bekletilir. Hamurdan yumruk büyüklüğünde parçalar koparılarak kalın kalacak şekilde oklava ile yufka açılır. Birinci yufka tepsinin içerisine yayılır. Daha sonraki yufkaların üzerine ay çiçek yağı serpilir, yufkalar büzülerek ortalama 40 cm çapındaki tepsinin ortası boş kalacak şekilde kenarlarına dizilir. En sonundaki yufka ilk yufka gibi tepsinin tamamına yayılır. Tepsinin ortasında ortalama 10 cm çapında bir boşluk kalmıştır. Bu haliyle yufkaların tekrar kabartılması için bekletilir. Bu arada ince kıyılmış bol miktarda soğan bir tencerede kavrulur. İçerisine yarım kg kıyma ve bir kaşık salça ilave edilir. İçerisine su konarak koyu kıvamda yemek olarak pişirilir. Bu yemek, yufkaları kabarmış olan tepsinin ortasına dökülmeden, yemeğin koyu kıvama ulaşması amacıyla bir kaşık un sulandırılarak soğan yemeğinin içerisine dökülür. Tepside kabaran hamuru (yufkaları) fırına koymadan önce yoğurt, yumurta, yağ karışımı yapılarak hamurun üzerine sürülür.Daha sonra tencerede pişirilen soğanlı, kıymalı yemek tepsinin ortasında çukur bırakılan bölüme dökülür ve önceden ısıtılmış fırına konur. Yufkalar kızarıncaya kadar fırında pişirilen kalın kıyı yemeği, tepsinin kenar kısımlarına büzülerek konulan yufkalar elle koparılıp, ortada bulunan soğanlı, kıymalı yemeğe bandırılarak yenir.

Devamı önümüzdeki sayıda...

15

Temmuz_2014.indd 15 18.07.2014 06:13:17

Page 16: Kırklareli Aşiyan Dergisi

1

AFRiKA GÜNLÜGÜ

Yrd.Doç.Dr.Mustafa YAYLA*

ASiYAN DERGiSi YIL:2 SAYI:3 TEMMUZ 2014

Afrika kıtasını tarih boyunca sömüren acımasız sömürgeci yönetimler günümüzde hala askeri, siyasi, ekonomik ve kültürel alanda etkilerini sürdürmekte ve bu kıtadan ellerini çekmemek yerine daha da güçlendirmektedirler. Afrika’da devam eden/ettirilen bazı ülke içi ve zaman zaman bunların ülke dışına taşan anlaşmazlıklarına rağmen Afrika’nın tabiat ve insan güzelliği oraları bizzat görenlerin takdir ve hayranlıklarını kazanmaktadır. Afrika kıtasının ortasındaki ekvator kuşağının güzel ülkelerinden tutun da kuzey-güney ile doğu- batı ekseninde serpiştirilen, sanki bir cetvel yardımı ile sınırları çizilen devletler bizzat gezip görülmeye hatta yatırım yapmaya değer. Afrika kıtasının gizemi ancak buraların gidip yerinde görülmesi ile hissedilebilir. Bugün Afrika’da 54 devlet yer almaktadır. Kırklareli Üniversitesi Afrika Araştırmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi Müdürü olarak görev kapsamında başta Mozambik olmak üzere sırayla Kongo Demokratik Cumhuriyeti, Orta Afrika Cumhuriyeti, Kamerun ve Güney Afrika ülkelerini bizzat akademik maksatla ziyaret ettim ve oralarda araştırma ve gözlemlerde bulundum. Bu gözlem ve araştırmalarım esnasında Afrika’nın gizeminin tahminimizden de derin olduğunu keşfetmeye başladım. Ayrıca yurtdışından özellikle de Afrika’dan Türkiye’ye bakabilmenin ne kadar önem taşıdığını gözlemleyebildim. Ülkede istikrarın, eğitimin ve sağlıklı yaşamın o ülkenin gelişmesindeki temel dayanaklarını bizzat yerinde gözlemleyebildim.

Ülkemizin Afrika kıtasında ne kadar gıpta edildiğini de görmenin mutluluğunu tadarken Afrika insanı bize olan ilgisini ve sevgisini de kalbimin derinliklerinde bana hissettirebildi. Bütün bu güzelliklerin yanı sıra ülkem ve Afrika insanının heyecanını bazı siyasilerimizin hatta akademisyenlerimizin dahi hala anlayamadığını da görmenin dayanılmaz ve inanılmaz sıkıntısını hissetmekteyim. Hatta zaman zaman gerek akademik gerekse diğer çevrelerde Kırklareli Afrika Araştırmaları Merkezi’nden bahsedince hala şaşkınlıklarını gizleyemediklerini gördüklerim de ayrıca gizli bir hüzün vermeye devam etmektedirler. Sanki “Kırklareli neresi?” ve “Afrika da ne iş?” dercesine manasız sorularla muhatap olduğumda verilecek cevapların boyutu için de sıkıntı çektiğimi ifade etmeliyim. Bugün ismi anıldığı zaman bile, insanımıza uzak mesafesi sebebiyle hayal gibi gelen Güney Kutbunun en son noktasını barındıran Cape Town ile olan ilişkilerimiz resmi olarak 1852 yıllarında atanan ilk fahri Konsolosumuza kadar varmaktadır. Afrika kıtası ile bu ve benzeri ilişkilerimiz sayesinde bizim bugün artık kabuklarımızı kırarak bir dünya vatandaşı olmamıza giden yolu açabilecek tarihi koridorlar oluşturmaktadır. Yeterli genç nüfus yanısıra yeraltı ve yerüstü zenginliklere sahip olmasına rağmen birçok Afrika ülkelerinin kaderi sistem olarak 50 yıl ya da daha öncesi diyebileceğimiz bir Türkiye görünümü vermektedir. Az gelişmişlik ile birlikte az gelirli nüfusun çokluğu bunun hoş olmayan ama yaşanan bir örneğini sunmaktadır bizlere.

*Ankara Polis Akademisi ve Güvenlik Fakültesi Öğretim Üyesi

16Temmuz_2014.indd 16 18.07.2014 06:13:17

Page 17: Kırklareli Aşiyan Dergisi

2ASiYAN DERGiSi YIL:2 SAYI:3 TEMMUZ 2014

Afrika Günlügü Yrd.Doç.Dr..Mustafa Yayla

Türk ulusu hiçbir zaman koloni rejimlerine muhatap olmadığı gibi ayrıca çağının süper devleti olan Osmanlı’nın küllerinden çıkan ve Orta Asya’dan hicret ettiği günden bu yana hep devlet ve millet geleneği ile varlığını sürdüren bir toplum olarak devam etmenin mirasyediliği yerine artık bu birikimleri yatırıma dönüştürerek hedeflerine doğru adım adım hızla ilerlemektedir global eksende. Afrika insanı ile bütünleşerek el ele daha güzele doğru atılmış adımların daha da sıklaştırılmasını hepimiz hasretle beklemekteyiz. Bu güzel Afrika’nın güzel insanları için temel gıda maddeleri ne yazık ki Afrika’nın az gelişmiş ülkelerinde Türkiye kadar hatta zaman zaman daha pahalı da olduğu söylenebilir. Afrika sanıldığı kadar ucuz bir ülke değildir medeni standartlar ölçüsünde değerlendirildiğinde. Toplumun temel ihtiyaç maddelerinin pahalı oluşu bu ülkelerde sosyal adalet ve güvenliğin acilen tesis edilerek eğitimin bir an önce kalkınmaya yönelik hamlelerle modernleştirilerek ayağa kaldırılması gerekmektedir. Kalkınmanın güvenlik, eğitim, sağlık ve sosyal adalet olmadan başlayıp gelişmesini düşünmek zor olsa gerek. 1980 yıllardan sonra bütün bunları yaşayıp hisseden Türkiye’nin Afrika’lı öğrencilere verdiği eğitim ve araştırma bursları da bu amaca yani insani bir düşünceye matuftur. Afrika kıtasında en çok bilinen yabancı yatırımcılar arasında Çin’in başı çektiği görülmektedir. Bazı göze gelen ana yolları ve binaları yapıp bağışladıkları için her ne kadar göze hoş gelen bir takım işler yapsalar da bu ülkeleri kalkındırma ve eğitme katkıda bulunma gibi sosyal amaçları var mı bilmiyorum ama Afrika’da benim görebildiğim kadar en büyük sorun başta sağlık, temizlik, eğitim ve güvenlik problemleri belki de gerek dini gerekse seküler ahlaki prensiplerin eğitimsizlik sebebiyle oldukça az olmasından kaynaklanıyor.

Buna rağmen Afrika kıtasında doğrudan yabancı yatırımcıların sayısı her geçen gün artmaktadır. Dinamik ve müteşebbis Türk yatırımcıları da kendi imkanları dahilinde buralara kadar uzanıp gelmekten çekinmeyerek dev dünya yatırımcıları ile rekabet edebilmektedir. Her ne kadar bazı büyük yatırımlar dışında şimdilik küçük şirketler gibi görünseler de ileriye ümitle bakıp diğer Türk yatırımcıları da Afrika’nın dayanılmaz cazibesine çekerek daha çok büyüyeceklerinden şüphe yoktur. Bu yatırımcıların çoğu küçük ölçekli de olsa tecrübeleri ile bu alanda paha biçilemeyecek kadar bilgi ve tecrübe birikimlerine sahiptirler. Bütün bunlara rağmen zaman zaman bölgeye şu veya bu sebeple gelen Türk yatırımcıların ürkekliği gözlemlenebilmektedir. Bu gibi yatırımcılar yatırım yaparak risk almak yerine Türkiye’de sıfır risk alanları gibi yatırımları tercih etmekte oldukları kanısını vermektedir. İstanbul’da Türkiye bursu ile okuyan Kongo’lu bir öğrenciye sorduğumda 2000 dolarla bile iş kurarım demişti. Her ne kadar mütevazi bir rakam olsa da kendini iş adamı diye lanse edenlerimiz için bir daire ya da cip parası bir yatırım, çok da büyük bir risk olmasa gerek. İş adamlarımıza “yatan aslandan gezen tilki karlıdır” atasözünü hatırlatarak birkaç bin dolar harcayıp bu güzel Kıta’yı hem gezmelerini hem de iş ve yatırım açısından görmelerini dilerim. Tek başına motosikletle Afrika içinde gezecek kadar risk alabilen bir Türk’ten tutun da buralarda yetimhane açarak eğitim vererek hafız yetiştirerek onlara meslek eğitimi veren vatandaşlarımız da yok değil. Onlar da kendi alanlarında ellerinden geleni yapmakla birlikte iş adamlarının daha çok gelmesine ihtiyaç var çünkü onların da en önemli kaynakları arasında işadamlarımızın destekleri var. Resmi dilin birçok Afrika ülkesinde keza Fransızca olması Türk yatırımcılarını etkilese de zamanla öğrenilmez bir dil ve ayrıca çok büyük bir engel de değil. Ayrıca çok sayıda

17Temmuz_2014.indd 17 18.07.2014 06:13:18

Page 18: Kırklareli Aşiyan Dergisi

1

yerli dillerin de konuşulduğu Afrika ülkelerinde Türkiye’den aldıkları burslarla eğitimlerini ülkemizde tamamlayan ancak sayıları parmakla gösterilebilecek kadar az olan Türkçe bilenlerini de zaten buradaki Türk işadamları istihdam etmiş durumda. Demokratik yaşam kültürüne hazırlıksız ve yeterli insan kaynaklarından yoksun olarak bağımsızlıklarını kazanan birçok Afrika ülkesinde kişi başı milli gelir dünyanın en fakir ülkeleri arasında yer alacak kadar azdır. Kişi başı milli gelirin insanca yaşanabilir bir düzeye gelebilmesi için daha nice istikrarlı gelişme yıllarına ihtiyacı var birçok Afrika ülkelerinin.Afrika ülkelerinde doğal kaynaklar genelde yabancılar tarafından işletildiğinden bu bolluk ve zenginliğe rağmen ülkelerin yoksulluk seviyesi oldukça ileri düzeydedir. Özellikle maden sektörü olmak üzere yabancıların doğrudan yatırımları artmaktadır. Madenlerin yanısıra telekomünikasyon, orman işletmeciliği ve tarım alanlarında ülkenin doğrudan yatırımcıları cezbettiği ortadadır. Zaten doğrudan yatırımlar Afrika’da Güney Afrika ve Çin gibi gelişmiş olan sanayi devleri tarafından madencilik, enerji, ağır sanayi ve bankacılık gibi birçok önemli alanlarda gerçekleştirilmektedir. Çin, Afrika’nın birçok ülkesinde başı çeken yabancı yatırımcıdır ve ayrıca bazı halklar arasında sevilmektedir. Çin’in hammaddeden çok pazar arayışı çerçevesinde gerçekleştirdiği yatırımlar buraya malzeme satışı ile geri dönmektedir. Çin’in diplomatik taktiği yatırım yaptığı ülkelerde sadece ticareti hedef alarak iç politikada tarafsız görünümle ekonomik etkinliği sürdürmektir. Bazı Afrika ülkelerinde çatışma ortamı, süregiden siyasi istikrarsızlık, ekonomik faaliyetlere ilişkin hukuki mevzuattan kaynaklanan güçlükler, coğrafi uzaklık, bölgede mevcut ticari riskler, Türk işadamlarının da Balkanlara ya da risk oranı daha az bölgelerde yatırım yapmalarına neden olmaktadır. Buna rağmen ikili ilişkiler politik düzeyde geliştikçe ekonomik alandaki sorunlar da yavaş yavaş çözülmektedir.

Türkiye’nin Afrika ülkelerindeki elçilik sayılarını artırması en güzel hizmetlerin verilerek yatırım yapacak işadamlarına yardımcı olunmaktadır. Türk mallarının ve yatırımcılarının Afrika’nın gelişmekte olan ülkelerini ihmal etmemeleri gerek. Türk Hava Yollarının nerdeyse hemen hemen başkentlere ve de büyük şehirlere doğrudan seferler yapmaya başlamış olması Türk işadamları için büyük bir teşviktir. Çorum’dan bir un fabrikasının Afrika’nın ortalarına büyük bir miktarda makarna ihraç ettiğini biliyorsak Trakya’nın da yağ, tarım ve tekstil gibi üretim dallarıyla buralarda yeni yatırım alanlarına girebileceğine kuşku yoktur. Ayrıca çeşitli Türk oluşumları ve sivil kuruluşlar da iki ülke arasındaki bu gelişime en büyük katkıyı sağlamaktadır. Özellikle Türk süper marketlerinin, orta ölçekli üreticilerin ve yatırımcıların sabırlı olmaları halinde burada iyi işler yapabilecekleri ortadadır. Afrika’ya açılımda oldukça geç kalan ama kısa sürede istikrarlı bir açılım politikasına girmeyi başaran Türkiye’nin üst düzey ziyaretleri gerçekleştirerek Türkiye tarafına samimi bir hava estirmekte olduğu görülmektedir. Gelişen Türkiye’nin sömürgecilik zihniyetinden farklı olarak Afrika’ya yardım eli uzatan bir yatırımcı olarak görülmesi koloni rejimlerinin hala ızdırabını yaşıyan bu güzel kıtaya bir umut kaynağı da olabilecektir. O yüzden istikrarlı, güvenli ve eğitimli bir Türkiye’nin kıymetini milletçe bilip istikrar ve düzenin ne olduğunu buralara gidip görmekle daha iyi anlaşılabileceğini söylemekte fayda var. Nitekim Afrika’yla dünya üretim devi Çin’e paralel oranda gelişen ticaretimizin ivmesi gittikçe artmaktadır. Ancak Türkiye’nin ihtiyacı olan en önemli hammadde kaynağına sahip olan bu ülkelerle hem maddi hem de manevi yatırımların acilen artırılması gerektir. Küresel bir ekonomik güç olma yolunda atılan adımların aynı zamanda bu ülkelerle de manevi bağ kurma yolunda kardeşliğe ve dost eline susayan bu güzel Afrika insanına kültürel ve sosyal alanlarla da gelişmesine katkıda bulunmak gerek.

ASiYAN DERGiSi YIL:2 SAYI:3 TEMMUZ 2014

Afrika Günlügü Yrd.Doç.Dr..Mustafa Yayla

18

Temmuz_2014.indd 18 18.07.2014 06:13:18

Page 19: Kırklareli Aşiyan Dergisi

2

Cumhuriyet sonrası içine kapanan Türkiye’nin Afrika’da elçilik kurma teşebbüsleri 60’lı yılların sonu gibi geç başlamasına rağmen ancak 21. Asrın başlarında ivme alarak o günden bu yana açılan birçok elçiliğimiz faaliyetlerini sürdürmektedir. Afrika ülkelerinin de Türkiye’de elçilik açmaları yeni gelişmeleri göstermektedir. Ayrıca son yıllarda Türk devletinin Afrika öğrencilerine yönelik bursların sayılarını artırarak iyileştirmeler yapması her sene Afrika’dan 4000 bin civarında öğrenciye burs verilerek Afrika milletleri ile Türk halkı arasında köprüler oluşturacak kültürel, siyasal ve ekonomik elçiler yetişmektedir. Türkiye tarafından verilen Afrika öğrenci bursları ikili kültürel ve sosyal ilişkilerin önemli bir veçhesini oluşturmakla birlikte geleceğin işadamları, bürokrat ve akademisyenlerini yetiştirmeye de katkıda bulunmaktadır. Bu yüzden Afrika çapında özellikle eğitim düzeyi ve imkanların çok az ve yeterince gelişmemiş olduğu gelişmekte olan Afrika ülkelerine tahsis edilen bu tür bursların sadece devlet düzeyinde değil bankacılık, sanayi ve sivil kuruluşların da kendi kapasitelerinde arttırılması gerekmektedir. İlgililerin buraları ziyaret ettikten sonra konuya daha değişik açılardan bakabilme şansı olacaktır.

Söz konusu gelişmekte olan Afrika ülkelerinde 100-200 gibi sınırlı miktarda Türk vatandaşı yaşamakla birlikte giyim, mobilya, asansör, kapı imalat ve montajı ve kuyular açma gibi orta ölçekli genç Anadolu aslanları bulunmaktadır. Yetişkin, tecrübeli ve olgun Anadolu aslanları için yapı sektörü gibi köklü yatırım alanları da onları beklemektedir.

Özetle Kırklareli Üniversitesi’nde Afrika Araştırmaları Merkezi’nin açılması tesadüfi olmayıp tarihi, duygusal ve mantıksal bağı vardır. 1912-13 Balkan Savaşları’nda Afrika’nın en güneyinde yer alan Güney Afrika Müslümanları Balkanlarda savaşan Türk kardeşlerini unutmamıştır. 1912-13 Balkan savaşlarında yaralanan askerlerimizin bakım ve tedavisi için aralarında karınca kararınca de olsa o günün şartlarında yardım toplayıp Balkan savaşlarında yararlanan askerlerimiz için göndermişlerdir. Güney Afrika nere Kırklareli ve civarı neresi! İşte cevabını tarih vermektedir. Afrika’nın değişik devletlerinde yaşayan Müslümanlar o günlerin şartlarında bizleri nasıl unutmamışsa biz de bugün bu kardeşlerimizi unutmayarak el ele, birlikte bu yola baş koyarak hareket edeceğiz.

ASiYAN DERGiSi YIL:2 SAYI:3 TEMMUZ 2014

Afrika Günlügü Yrd.Doç.Dr.Mustafa Yayla

19

Temmuz_2014.indd 19 18.07.2014 06:13:19

Page 20: Kırklareli Aşiyan Dergisi

1

NEDEN ULUSLARARASI iNSANi YARDIM

ASiYAN DERGiSi YIL:2 SAYI:3 TEMMUZ 2014

Yrd.Doç.Dr.Şenol ÖZTÜRK*

*Kırklareli Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Öğretim Üyesi

Günümüzde sivil toplum kuruluşları hem ulusal hem de uluslararası alanda siyasi, kültürel ve sosyal dayanışma-insani yardım konularında oldukça etkili faaliyetler yürütmektedirler. Bunların içinde uluslarası insani yardım alanı ülkemizdeki bazı önemli kuruluşların öncülüğü ile sıklıkla gündeme gelmektedir. Bir çok kişi ise bu tür bir alanda faaliyet göstermenin gerekçesini sorgulamakta hatta bu türden çalışmalara karşı çıkan bir pespektife sahip marjinal de olsa bir kesimin varlığı söz konusudur.. Osmanlı devletinin yıkılışı ile islam ümmetinin parçalanması sürecininin önce modern ardından post-modern bir sömürgeleşme sürecinin başlangıcı olduğunu ve uluslararası sorunlara salt ulusal bir perspektiften bakarak gelişmiş batılı devletlerin kendi aralarında farklı platformlarla bir birlik halini sürekli kılarken, sömürgeleştirmek istedikleri ülkeleri atomize ederek güçlerini daim kıldıklarını okuyamamak bu perspektifin ana sebebidir. Uluslararası insani yardım faaliyetlerinin gerekçelerine geçmeden önce şu soruyu sormak belki bazı kimseler için farklı bir bakış açısına kapı aralayacaktır: Neden ABD, İngiltere, Fransa gibi batılı ülkeler kendilerinden onbinlerce kilometre uzaklıktaki Uzak Doğu, Afrika ve Latin Amerika’daki az gelişmiş ülkelerde yüz yıla yakın bir süreden beri adım başı insani yardım kurumları açmaktadırlar? Yada neden bir Avrupa ülkesi Asya ve Afrika ile ilgili onlarca araştırma merkezine ihtiyaç duymaktadır?

Şimdi gelelim Türkiye olarak bizim uluslararası çalışmalar yapacak kuruluşlara olan ihtiyacımızın sebeplerine ve bu tür yardım faaliyetlerinin gerekçelerine. Genel olarak müslüman sivil toplum kuruluşlarının misyoner kuruluşlar gibi gizli gündemleri yoktur . Bu nedenle ülkemiz ve diğer islam ülkeleri tarafından yapılan yurt dışı yardımların tabiki birincil ve gerçek amacı yardım edilen insanların ihtiyaçlarını ve uğradıkları mağduriyetleri gidermektir. Yani yapılan iş tamamen insani yardımlaşma amaçlıdır. Bizim için mesele yardımlaşma boyutunda dini ve insani sebepler nedeni ile önemli ve zaruridir. Bununla birlikte bu yardımlaşma sürecinde ortaya çıkan ilişkiler ve etkileşimler sebebiyle elde edilen siyasi, ekonomik kazanımlar meseleye daha farklı bir boyut ve önem kazandırmaktadır. Meselenin nedenlerine değinmeden önce tartışılan bir konuya da değinmekte fayda var. O da yapılan yardımlarda Müslümanların öncelenmesinin insani bir durum olup olmadığıdır. Bu konuyla ilgili olarak da şu söylenebilir ki, nasıl ki İslam dünyasında ki sermaye birikimi ile batı ülkelerinin sermaye birikimi arasında büyük bir uçurum varsa, aynı uçurum sivil toplum kuruluşlarının bütçeleri için de geçerlidir. Yani misyonerlik amacıyla faaliyet gösteren batılı kuruluşların hem sayıları hem de sahip oldukları bütçeleri bizim yardım kuruluşlarımızdan kat be kat fazladır. Bu nedenle bu yardım kuruluşları dururken, bizim yardım kuruluşlarımızın ellerindeki kıt kaynaklarla yoksul müslüman toplumları öncelemesi olması gereken durumdur.

20

Temmuz_2014.indd 20 18.07.2014 06:13:19

Page 21: Kırklareli Aşiyan Dergisi

2

Neden UluslararasI insani YardIm Yrd.Doç.Dr.Senol Öztürk

ASiYAN DERGiSi YIL:2 SAYI:3 TEMMUZ 2014

Siyasi olarak konuyu ele aldığımızda, öncelikle bir çok İslam ülkesinin şu an bir özgüven sorunu yaşamakta olduğu bu sorunun da temelinde gelişmiş batılı ülkeler karşısında sinerji oluşturabilecekleri bir oluşumun bulunmaması gösterilebilir. Osmanlı’yı İstanbul’u hayallerinde yaşatan fakat Türkiye’yi Ankara’yı tanımayan ve sömürgeciler karşısında yalnızlık psikolojisi ile baş başa büyük bir İslam Coğrafyası gerçeğinin olması bu tür çalışmaların ana gerekçesini oluşturmaktadır. Küresel sistemin, devletleri terbiye eden özelliğinden dolayı yardım kuruluşları sivil bir hareket olarak bu farklı coğrafyaların birbirleri ile etkileşime geçmelerine ve bilinç altındaki ortak hafızalarını aktifleştirmelerine ön ayak olmaktadır. Ben buna tersine küreselleşme diyorum. Daha açık bir şekilde ifade edersek, bu zamana kadar küreselleşme hep gelişmiş ülkelerin gelişmekte olan ülkeleri etkiledikleri bir süreç olarak tanımlandı. Oysa az gelişmiş ülkelerin birbirlerini olumlu yönde etkilemesi -desteklemesi ve aralarında bir sinerji oluşturması yoluyla, küreselleşmenin onu yaratanların aleyhine çalışması sağlanabilir. İşte uluslararası insani yardımların en temel işlevi batılıların sömürge faaliyetlerine karşı kardeş toplumlarda direnç bilinci oluşturmaya yönelik bir adım oluşturması olarak tanımlanabilir. Bu zamana kadar bir yandan doğrudan yada dolaylı biçimde sömürülen ve yoksullaştırılan, bunun yanında kendisine temel ihtiyaçlarını karşılamak için karşısında Hıristiyan beyaz adamdan başkasını göremeyen sarı-siyah bu insan kitlesi, hem fiziksel ama daha da önemlisi bir zihinsel çaresizlik girdabına girmişti. Bu sömürüden kurtulmanın bir yolu olmadığı gibi, yaşamak için misyoner nitelikli yardım kuruluşlarının yardımlarına ve bunların taleplerine uymaktan başka çarenin de olmadığına inanmak zorunda kalmışlardı. Karşısında sömürü amacı olmadan yardım eden Müslüman kardeşlerini görmek bu insanların en büyük ümit kaynağı olmuştur. Bundan 12 yıl önce Güney Afrika’nın Johannesburg şehrinde Soweto isimli banliyöde küçük çaplı

bir yardım dağıtımında içimizdeki oldukça beyaz tenli arkadaşımızı görüp onu Hıristiyan zanneden ve müslüman olduğunu öğrenince Beyaz Müslüman da mı var diye cevap veren kişinin zihni aslında yakın zamana kadar bir çok Müslüman coğrafyanın zihnini yansıtıyor. O nedenle insani yardım faaliyetleri pratikte bu insanların fiziksel ihtiyaçlarını giderse de, bundan daha önemlisi, bölgeler arasındaki etkileşimi başlatarak ve canlı tutarak bu zihni dönüşümü tetiklemektedirler ki, en önemli katkısı da budur. Daha birbirinden haberi olmayan bir ümmet toplumu nasıl sömürüye karşı el birliği yapsın? Ekonomik açıdan yardım faaliyetlerinin hedef kitlesindeki toplumlar ya ekonomik açıdan bağımlı durumdadırlar ya da, ellerindeki varlıklar sadece belirli tröstler vasıtası ile uluslararsı ticarete sunulduklarından, bu yardım ve işbirliği sayesinde oluşturalacak ilişkiler kazan-kazan şeklinde bir ticari ilişkiye de kapı aralayacaktır. Bu amaç tek taraflı düşünüldüğünde bencilce olsa da, iki taraflı düşünüldüğünde daha anlamlı olmaktadır. Bir yan ürün olsa da, yapılan insani yardım faaliyetleri nihayetinde uzun vadede kendi bereketini de getirme potansiyeli taşımaktadır. İnsani ve dini açıdan olaya baktığımızda, bizim bağımsız bir ülke olarak gelişimimizi sürdürürken, bu ülkelerin çoğu doğrudan sömürüldüler ve tıpkı vasıfsız bir insan gibi vasıfsız birer toplum haline getirildiler. Oysa bir yüz yıl önce ekonomik, sosyal yönlerden aramızda böyle uçurum sayılacak bir durum sözkonusu bile değildi. Bazı düşünürler tartışmalı olsa da, bizim bu görece kolay bağımsızlığımızın aslında vazgeçtiğimiz yada emeperyalistlerin insafına bıraktığımız bu büyük bereketli coğrafların yüzü suyu hürmetine olduğunu kabul etmektedirler. Bu açıdan bakıldığında, bir şekilde daha müreffeh olan ülkemizin zekatı-sadakası olarak görülmesi gerekir bu yardımların. Bazıları şöyle düşünebilir; bizim ülkemizde de fakir yok mu da oralara bu paralar gönderiliyor. Birincisi yardımların gittiği yerlerde, insanlar

21

Temmuz_2014.indd 21 18.07.2014 06:13:20

Page 22: Kırklareli Aşiyan Dergisi

1 ASiYAN DERGiSi YIL:2 SAYI:3 TEMMUZ 2014

Neden UluslararasI insani YardIm Yrd.Doç.Dr.Senol Öztürk

bizim ortalama birimizin bir öğünde yediğini bazen iki günde ancak yiyebilmektedir o da sadece yardımlar olduğu için. Ev, elbise konforundan bahsetmiyorum bile. İkinci olarak biz inanıyoruz ki, verilen sadakalar bir rahmete ve berekete vesile olurlar. İhracatımızın artması,işsizlik oranlarının bir çok ülkeye göre iyi olmasında bu mazlumların dualarının payının olmasına bir Müslüman olarak nasıl inanmayız? Zenginliğin kaynağının Allah’ın rahmeti olduğuna inandığımızı söyleyip ondan sonra, bir kibir içinde bu insanlara sırtımızı

dönmek bir mümine yakışır mı? Yine yapılan yardımlarla bu kardeşlerimizi misyonerler karşısındaki zillet içinden kurtarmak da, şerefli bir Müslümanın yapması gereken dini bir görevdir aslında. Hilafet fiilen kalkmış olsa da, İslam Dünyası Türkiye halkını, Anadolu insanını hala merkezde, önder bir konumda görmektedir. O nedenledir ki, bizler Katmandu’nun neresi olduğunu bilmeyiz ama bir Nepalli Müslüman İstanbul’u bilir ve İstanbul’u hala Payitaht olarak görür. Bizim üstümüzdeki yük ise bunun sorumluluğunu yerine getirmektir.

22

Temmuz_2014.indd 22 18.07.2014 06:13:21

Page 23: Kırklareli Aşiyan Dergisi

2Temmuz_2014.indd 23 18.07.2014 06:13:26

Page 24: Kırklareli Aşiyan Dergisi

1

ALiYA iZZET BEGOViÇ'i BiR DÜSÜNCE ADAMI OLARAK ANLAMAK

Kadim bir düşünce geleneğinin mirasçısı olmamıza rağmen, neden nevi şahsına münhasır bir sosyal bilim geleneği ikame edemediğimiz sorusu, ülkemizde sosyal bilimlerle uğraşan birçok düşünce adamının zihninde yer etmiştir. Uzun yıllardır üzerinde durulan bu soru birçok tartışmaya kapı açmış ve yeni yaklaşımların ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Kendine has bir sosyal bilim geleneğinin oluşturulamamasına ya da bu durumun pratik hayattaki karşılığı olan; yaşanan toplumsal problemlere yerel kültürel kodlardan yararlanarak cevap arayışına girişecek bir bakış açısının geliştirilememesine dair yapılan tartışmaların tamamı ‘aydın’ probleminde düğümlenmektedir. Tartışmaların bir diğer boyutunu içerisinde aydın yetiştirebilecek sosyal ve kültürel sermayeye sahip toplumsal alanlarımızın var olup olmadığı ya da bu toplumsal alanların nasıl oluşturabileceği sorunudur. Bilgi, toplum ve aydın ekseninde dönen tüm bu tartışmaların çözüme kavuşturulmasının yegane yolu yeni bir paradigma ortaya koyma çabasını benimsemiş aydınların yol izlerini takip etmektir. Hele ki bizim düşünce dünyamıza nispeten daha yakın bir düşünce adamının yol izlerini takip etmek, hem kültürel kodlarımıza kolaylıkla geri dönebilmemize imkân vermesi açısından hem de takip ettiğimiz düşünce adamının fikri tahakkümünün altına girme tehlikesinden kurtulabilmemiz açısından son derece önemlidir.

Aliya İzzetbegoviç, düşünce dünyasında ve siyasal/sosyal hayatında; içinde bulunduğumuz tarihsel koşulların fikri hegemonyasından kurtulmaya çalışmış, yeni bir paradigma inşa etmenin yollarını aramış bir düşünce adamıdır. Sosyal bilimler üzerindeki Avrupa merkezli bakış açısının hegemonyasından sıyrılabilmek için kapılar aralamıştır. Onu siyasi ve lider kimliğinin yanı sıra bir akademisyen olarak değerlendirmek bir nebze olsun araladığı kapılardan içeriye girmek anlamına gelmektedir. İzzetbegoviç düşünce adamlığı ve siyasetçi kimliğini bir arada başarılı bir şekilde taşıyan ender kişilerdendir. Bu yönüyle o yirminci yüzyıla damgasını vurmuş birisidir. Şüphesiz, kendisinin bir halkın kurtuluş mücadelesinin lideri, yeni kurulan bir ülkenin yöneticisi ve iki kutuplu dünyada üçüncü yol fikrini ortaya atan bir düşünce adamı olarak tarih sahnesine çıkmasına rağmen, günümüze kadar müstakil bir çalışmada incelenmemiş olması bizim düşünce dünyamızın bir eksikliğidir. Bu eksiklik aynı zamanda neden bir sosyal bilim geleneği ikame edemediğimiz sorusunun da cevaplarından birini oluşturmaktadır. İzzetbegoviç’in dördü müstakil, biri konuşmalarından derlenmiş beş adet eseri bulunmaktadır. Bunların yanı sıra özellikle hapishanede tuttuğu bir kısmı kaybolan bir kısmı da İzzetbegoviç tarafından yayımlanması uygun görülmeyen notları mevcuttur. Hersek savaşına dair notlarından oluşmaktadır.

*Erciyesi Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Öğretim Görevlisi / [email protected]

ASiYAN DERGiSi YIL:2 SAYI:3 TEMMUZ 2014

Öğr.Gör.Faruk KARAARSLAN*

24

Temmuz_2014.indd 24 18.07.2014 06:13:27

Page 25: Kırklareli Aşiyan Dergisi

2

onun eserleri, hem tarih sahnesinde üstlendiği rol hem de, sosyal bilimlere yönelik derin bilgi birikimi sebebiyle İngilizce, Almanca, Türkçe, Arapça vb. dillere çevrilerek okunmuş, tartışılmış ve üzerine yorumlar yazılmıştır. Bu durum onun lider kişiliğinin yanı sıra bir düşünür olarak hafızalarımıza kazınmasına sebep olmuştur. Bir düşünce adamı olarak İzzetbegoviç’i ele almanın bir takım gereksinimleri vardır. Daha genel bir ifade ile belirtecek olursak, herhangi bir düşünce adamını ele alıp analiz edebilmenin bir takım gereksinimleri vardır. Bunlardan ilki düşünce adamının öyküsüne vakıf olmaktır. Her düşünce adamının akademik sınırının en geniş halkasını kendi biyografisi oluşturur. Onun sosyalleşme süreci boyunca edindiği her türlü bilgi, davranış ve tutumlar zihninde oluşan fikirlerin mahiyetine etki etmektedir. İzzetbegoviç’i de anlayabilmek için onun düşünce dünyasında dolaşmak gereklidir. Örneğin İzzetbegoviç’in dedesinin bir Osmanlı subayı olduğu ve ailesinin Sırpların baskıları sebebiyle topraklarından göç etmek durumunda kaldığını ya da ziraat ve hukuk eğitimi aldığını bunun yanı sıra din eğitimini büyük ölçüde annesiyle tamamladığını bilme

den akademik çalışmalarının nasıl bir aile ortamının içinden yetişerek şekillendirdiğini tam manasıyla anlamak mümkün değildir. Ya da Bosna Hersek’te etnik ve dini kimlikler üzerinden yaşanan siyasal mücadelelere, bu mücadelelerde İzzetbegoviç’in ideolojik konumlanmalarına, bu coğrafyanın yaşadığı savaşlara, savaşlar sonrasında Müslümanların konumuna vakıf olmadan İzzetbegoviç’in ilmi ve siyasi mücadelesini anlamak mümkün görülmemektedir. Kısacası bir düşünce adamını anlamaya çalışmak, onun sadece fikirlerine ve eserlerine vakıf olmak anlamına gelmemektedir. Bir düşünce adamını anlamak, onun yürüdüğü sokaklarda yürüyebilmek, içinde yetiştiği coğrafyayı, siyasal ve toplumsal koşullarını tahayyül edebilmektir. Bu noktada Aliya İzzetbegoviç’i anlamaya giriş mahiyetinde dört temel parametre belirlemek mümkündür. Bunlar içinde yaşadığı siyasal sistemler, aile hayatı, Genç Müslümanlar Örgütü yılları ve hapishane hayatı olarak ifade edilebilir.i) İçinde Yaşadığı Siyasal Sistem: İzzetbegoviç cumhurbaşkanlığı yaptığı döneme kadar üç farklı yönetim şekli altında yaşamıştır. İlki, Boşnakların nüfusunun yeterli olmasına rağmen temsil edilemediği Hırvat, Sloven ve

ASiYAN DERGiSi YIL:2 SAYI:3 TEMMUZ 2014

Aliya izzet Begoviç'i Bir Düsünce AdamI Olarak Anlamak

25Temmuz_2014.indd 25 18.07.2014 06:13:28

Page 26: Kırklareli Aşiyan Dergisi

1

Sırpların baskın oldukları Yugoslavya Krallığı (1914–1941), diğeri; İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazi Almanya’sının ikame ettiği Hırvat Uslaşa yönetimi (1941–1945) ve üçüncüsü Sırpların yönetimde etkin olduğu, Tito’nun uzun yıllar yöneticiliğini yaptığı Yugoslavya Federal Cumhuriyeti (1945–1989) dir. Kendi cumhurbaşkanlığı yaptığı dönemi de ekleyecek olursak İzzetbegoviç’in hayatı boyunca dört farklı siyasal rejim altında yaşadığını söylemek mümkündür. Yani İzzetbegoviç krallık, faşist, sosyalist ve demokratik yönetim biçimlerinin tamamını kendi hayatında tecrübe etme imkanı bulabilmiştir. Bu ona, yönetim biçimlerinin tamamının teorik çerçevesi ile pratik hayattaki görünümlerini kıyaslama imkânı vermiştir. Nitekim İzzetbegoviç, Doğu ve Batı arasında İslam adlı eserinde hem sosyalist, hem faşist, hem de krallık yönetim biçimini eleştirmiş ve bunların dışında yeni bir yönetim anlayışının benimsenmesi gerektiğini belirtmiştir.ii) Aile Hayatı: Köklü bir aileden gelen İzzetbegoviç’in düşünce ve inanç dünyasının oluşmasında ailesinin çok yoğun etkileri vardır. Ailesinin İzzetbegoviç’in kendisini dilediği gibi geliştirmesine imkan tanıyacak ortamı sunması ve onun okumalarına müdahale etmemesi dönemi itibari ile son derece az rastlanır bir durumdur. Bunun yanı sıra ailesi İzzetbegoviç’in dini eğitim almasında da son derece etkili olmuştur. O, “Tarihe Tanıklığım” eserinde; inanç dünyasının oluşmasında annesinin çok büyük etkisinin olduğunu, dindar bir aileden gelmesine rağmen 15 yaşlarında inancına dair tereddütler yaşadığını belirtmiştir. Bu tereddütler sebebiyle o zamanki arkadaşları ile komünizm ve ateizm hakkında yoğun tartışmalar ve okumalar yapmıştır. Komünist propagandanın yoğun olduğu ve birçok hocasının komünizm savunuculuğunu yaptığı bu dönemlerde, komünizmin tanrı tasavvurunun yanlış olduğuna ve esasında komünizmin de faşizm gibi baskıcı bir rejim olduğuna karar vermiştir. Böylece inancına iki üç yıllık bir ‘sallantıdan’ sonra geri dönmüştür. Fakat bu sefer atalarından devraldığı bir inancı

değil, yeni baştan edinilmiş, birçok sorgulamadan sonra ulaşılmış bir inancı benimsemiştir. Bu tarihten sonra İzzetbegoviç bu inancını hiç kaybetmemiştir. Tüm bu süreç boyunca ailesi ona destek olmuş ve fikri gelişimine katkı sağlamıştır.iii) Genç Müslümanlar Örgütü: Müslümanlar Osmanlı dönemi sonrasında Bosna Hersek’de her daim temsil ve örgütlenme sıkıntısı yaşamışlar ve bunun bedelini çok ağır bir şekilde ödemişlerdir. Bunun en somut örneği Mehmet Spaho’dur. Yugoslavya Krallığı döneminde Müslümanların, nüfus bakımından yeterli sayıya sahip olmalarına rağmen, yönetimde temsil edilememesi sebebiyle, Mehmet Spaho Yugoslavya Müslümanlar Örgütünü kurmuş ve bu örgüt ile birlikte Mehmed Spaho bölgedeki Müslümanların lideri haline gelmişti. Fakat 1939 yılında Mehmed Spaho’nun bir Sırplı tarafından öldürülmesiyle Müslümanlar lidersiz kalmıştı. Bu süreç zarfında Müslümanlar üzerindeki baskı artarak devam etmişti. Böyle bir ortamda birkaç lise ve üniversite talebesi bir araya gelerek bölgedeki Müslümanların durumlarına yönelik tartışmalar yapmaya başlamışlardı. İzzetbegoviç henüz 16 yaşındayken bu talebelerden Tarık Muftiç, Esad Karadoviç, Husrev Başagiç ve Emin Granov ile tanışarak, yapılan tartışmalara ve toplantılara katılmaya başlamıştı. Bu durum İzzetbegoviç’i genç yaşında Bosna’da ve dünyanın diğer bölgelerinde yaşayan Müslümanların problemlerine dair okumaya, tartışmaya ve yazmaya sevk etmiştir. Özellikle İzzetbegoviç ve arkadaşları İzzetbegoviç, Metiljeviç’in “Gerçeklerin Işığında İslam” ve Osman Nuri Hadziç’in “Muhammed ve Kuran” eserlerini şevkle defalarca okumuşlardır. Bunların yanı sıra Mostar’da bulunan bir yayınevi tarafından çıkarılan kitapların tamamını düzenli olarak takip etmişler ve bu kitaplar üzerine tartışmalar yaparak metinler kaleme almışlardır. Böylelikle İzzetbegoviç genç yaşlarında İslam’ın temel problemleri üzerine çıkan yazıları okuyarak, bu konu üzerine kafa yormuştur. Nitekim kendisi sonraları bu konuyu işleyen müstakil eserler de yazmıştır.

ASiYAN DERGiSi YIL:2 SAYI:3 TEMMUZ 2014

Aliya izzet Begoviç'i Bir Düsünce AdamI Olarak Anlamak

26Temmuz_2014.indd 26 18.07.2014 06:13:29

Page 27: Kırklareli Aşiyan Dergisi

2

İzzetbegoviç’in dahil olduğu çevre gittikçe genişlemiş ve 1941 yılının Mart ayında 50 kişinin katılımıyla Genç Müslümanlar teşkilatının kuruluş toplantısını yapmıştır. Fakat bu toplantıdan 15 gün sonra 2. Dünya Savaşı’nın çıkması örgütün kurulması için gerekli olan resmi işlemlerin yarım kalmasına sebep olmuştur. Bu toplantı Müslümanların ileriye yönelik nasıl bir yol takip etmeleri gerektiği noktasında yol gösterici olmuştur. Savaş döneminde yeni kurulan Ustaşa yönetimine tâbi olmak istemeyen Genç Müslümanlar bir dönem Mehmed Hadziç Efendi’nin başında bulunduğu El Hidaye cemiyetinin çatısı altına girmişlerdir. Fakat Genç Müslümanlar, cemiyetinin pasif duruşu nedeniyle El- Hidaye’ye eleştirel bir tavır almışlar ve 2. Dünya Savaşının bitmesi ile faaliyetlerine devam etmişlerdir. Bu faaliyetlerin başında dini baskı altına almaya çalışan komünist yönetime karşı muhalefet etmek gelmiştir. Bu faaliyetlerin birinde Genç Müslümanlar rejime karşı seslerini yükseltmek maksadıyla yaklaşık 1000 kişi ile toplanmış ve rejimi protesto etmişlerdir. Bu protestodan sonra tutuklamalar başlamış ve İzzetbegoviç de 1946–1949 yılları arasında tutuklananlardan biri olmuştur. İzzetbegoviç hapishaneden çıktığında Miladi Müslümanlara yönelik operasyonlar hız kazanmış ve 1950–51 yılları arasında Miladi Müslümanlar fiili olarak son bulmuştur. Fakat bu tarihten sonra Müslümanların gerçekleştirdiği her türlü eyleme Miladi Müslümanlar temel teşkil etmişler ve Bosna’da ortaya çıkan her türlü fikri ve siyasi akımın arka planını oluşturmuşlardır. Nitekim 1991 yılında kurulan SDA partisinin yönetici kadrosunda bulunan kişilerin birçoğu zamanında Genç Müslümanlar Örgütünde İzzetbegoviç ile birlikte rol almış kişilerdir.iv) Hapishane Hayatı: İlk bakışta olumsuz gibi görünmesine rağmen İzzetbegoviç’in hapiste geçirdiği süreler entelektüel birikimine katkı sağlamıştır. Bu dönemde edindiği tecrübeler onun yazarlık ve siyaset hayatını beslemiştir. Dünya’nın her yerinde okunan eserlerinin bir kısmını hapishanedeki okumalarından ve tuttuğu notlardan oluşturmuştur.

1946–1949 ve 1983–1988 yıllarını hapishanede geçiren İzzetbegoviç özellikle ikinci kez hapishane hayatıyla karşılaştığında birçok insan tanımıştır. Çünkü bu dönemde katillerle aynı bölümde kalan İzzetbegoviç hukuk fakültesini bitirmiş olması sebebiyle her mahkûmun öyküsünü dinleyerek, onlara mahkûmiyetlerinde izleyecekleri yolu tarif etmiştir. Bu durum onun birçok insanı hayat hikâyeleri ile birlikte tanımasını sağlamıştır. Bunun yanı sıra o, hapis hayatında hiçbir zaman boş durmayarak aklına gelen her şeyi not almış ve bu notları bir araya getirerek “Özgürlüğe Kaçışım: Hapishane Notları” başlığında müstakil bir eser olarak yayımlatmıştır. Ahlaktan siyasete, felsefeden tarihe kadar birçok konudaki düşüncelerini aktardığı bu eser, sonraki dönemlerde İzzetbegoviç’in bilgi birikimini sergilediği temel eser olarak değerlendirilmiştir. Hapishane hayatı İzzetbegoviç’in düşünce dünyasına katkılarının yanı sıra, olgunlaşmasına da vesile olmuştur. Bu süreçte adalet, sabır, iyi, kötü vb. kavramlar üzerine fazlaca düşünen İzzetbegoviç, bu kavramları gerçek manasıyla hayata geçirmeye çalışmıştır. Bu süre zarfında, günümüzde birçok yazarın entelektüelliğin ilkelerinden olduğunu bildirdiği tutarlılık ilkesinden de taviz vermemiştir. Öyle ki ikinci kez mahkûm edildiği dönemde bağışlanma istediği takdirde salıverileceği bilgisine haiz olmasına rağmen bunu hiçbir zaman yapmamış ve davasını savunmuştur. Nitekim bu tavrı gösterme istikrarı onu bir düşünce ve siyaset adamı olarak günümüze taşımıştır. Bu kırılma dönemlerinin her birisi İzzetbegoviç’in bir düşünce adamı olarak tarih sahnesine çıkmasını derinden etkilemiştir. Fakat bunların ötesinde İzzetbegoviç’e düşünce adamı kimliği katan temel husus, bir derdinin olmasıdır. Onun içinde yaşadığı topluma, coğrafyaya, millete ve siyasal koşullara dair dertleri vardır. Bu dertler sebebiyle çözüm arayışına girişmiştir. Çözüm arayışı sürecinde temel motivasyonu inancı olmuştur. Yani onun derdi İslami bir derttir. İçinde doğduğu

ASiYAN DERGiSi YIL:2 SAYI:3 TEMMUZ 2014

Aliya izzet Begoviç'i Bir Düsünce AdamI Olarak Anlamak

27Temmuz_2014.indd 27 18.07.2014 06:13:30

Page 28: Kırklareli Aşiyan Dergisi

1

zamanda hiçbir Müslüman topluluğunun bağımsız bir şekilde yaşayamıyor oluşunun derdidir. Bu durumun nedenlerini araması ve bu duruma cevap üretme çabası onun eserlerinin ve fikir dünyasının temel gayesini oluşturmaktadır. İzzetbegoviç’i bir düşünce adamı olarak değerlendirirken göz önünde bulundurmamız gereken bazı noktalar vardır. Bunlardan birincisi, İzzetbegoviç’in yaşadığı dönem ve tarihsel koşullar ile değerlendirilmesi gerektiğidir. O, Doğu ve Batı bloğu şeklinde keskin ayrımların olduğu bir dönemde, Doğu bloğu olarak adlandırabileceğimiz Sosyalist sistemin içinde bir Müslüman olarak yaşamıştır. Bu tarihsel koşullar esas itibariyle O’nun sınırlarını oluşturmaktadır. Hiç kimsenin kendi tarihsel koşullarını aşamayacağı gibi İzzetbegoviç’inde bu sınırları aşma imkânı yoktur. Bu sebeple günümüzde ya da bundan bir asır sonrasında İzzetbegoviç’in fikirlerinin önemli olmadığı düşünülebilir. Fakat O’nun kendi döneminde, üçüncü bir şıkkın akla gelmediği bir kutuplaşma halinde, ‘üçüncü yol’ fikrini ortaya atması onun düşünce adamı olarak ezber bozucu olduğunun ve kendi tarihsel koşullarının ötesinde bir şey söylemeye çalıştığının göstergesidir. Bu sebeple İzzetbegoviç’i okurken her şeyden önce yaşadığı dönemi ve kendisinin sınırlılıklarını hesaba katarak, dönemini aşmaya çalışan bir düşünür ve siyasetçi olarak okumamız gerekmektedir. Diğer bir nokta; İzzetbegoviç’in hem bir siyasetçi ve eylem adamı hem de bir düşünür olmasıdır. O’nu sadece entelektüel olarak nitelendirmemize imkân vermeyen temel noktalardan birisi burasıdır. Çünkü günümüze kadar hem siyasetçi hem de düşünce adamlığı kimliğini aynı anda taşıyan çok az insan varolagelmiştir. Devlet yönetiminin teorisyenliğini yapan Platon bile kendisine küçük bir yerin yönetilmesi fırsatı verildiğinde, yöneticiliği eline ayağına bulaştırmış ve ilk fırsatta yöneticilikten kaçmıştır. Genel itibari ile entelektüeller masa başında çalışmalar yaparak siyaseti, yöneticiliği, hayatı, insanı tanımlamaya çalışmışlar fakat eylem noktasın

da eksik kalmışlardır. Siyasetçiler ise, sürekli eylemi öncelemeleri sebebi ile düşünce adamlığı yönlerini ihmal etmişlerdir. İzzetbegoviç’in kişiliğinde bu ikiliğin ortadan kalktığını görmek mümkündür. Kendisi hem bir siyasetçiden öte halkının kurtuluşunda lider rolü üstlenmiş, hem de kendi dönemini aşan sentezler yaparak düşünce adamlığı yönünü ortaya koymuştur. O’nun kendi halkı tarafından bilge kral olarak adlandırılmasının sebebi budur. Ortaya koyduğumuz bu düşünceyi bir adım daha ileri taşıyarak İzzetbegoviç’in birçok entelektüelde ve düşünce adamında eksikliğini hissettiğimiz teori pratik uyumunu sağlamaya çalıştığını söylememiz mümkündür. Diğer bir husus ise O’nun Doğu Batı arasında bir düşünce adamı olduğudur. O hem doğu hem de batı düşünce dünyasından kompleksiz bir şekilde beslenmiş ve iki düşünce dünyasının sentezine gidebilmiştir. Bu sebeple gerek O’nun ortaya koyduğu üçüncü yol fikrinden, gerekse beslendiği kaynaklardan yola çıkarak sentezci bir düşünce adamı olduğunu söylememiz mümkündür. İzzetbegoviç hakkında belirtmemiz gereken en önemli husus onun hem sentezciliğinde, hem üçüncü yol fikrinde, hem de tüm yapıp ettiklerinde İslam’ın belirleyici olduğudur. O ortaya koyduğu bütün düşünceleri İslami bir bakış açısıyla ortaya koymuştur. O’na dönemini aşma noktasında imkân veren temel nokta da burasıdır. İzzetbegoviç en genel manasıyla tarih aşırı bir bakış ile ele aldığı konuları incelemesi sebebiyle kendi dönemini aşma girişiminde bulunabilmiştir. Bu sebeple içinde yaşadığımız dünyanın mevcut halinden huzursuz olanlar için bizlere yol izleri bırakabilmiştir. Hamasetin ve nostaljinin salgıladığı hain duygulara bulaşmadan İzzetbegoviç’i ve daha bir çok düşünürü anlamaya çalışmak bizim bu izleri takip etmemize ve hatta bizden sonraki nesiller için daha kalıcı izler bırakmamıza vesile olacaktır.

ASiYAN DERGiSi YIL:2 SAYI:3 TEMMUZ 2014

Aliya izzet Begoviç'i Bir Düsünce AdamI Olarak Anlamak

28Temmuz_2014.indd 28 18.07.2014 06:13:31

Page 29: Kırklareli Aşiyan Dergisi

2Temmuz_2014.indd 29 18.07.2014 06:13:35

Page 30: Kırklareli Aşiyan Dergisi

1

Halil ATALAY

AYLARIN EFENDiSi: RAMAZAN

(O sayılı günler), insanlar için bir hidayet rehberi, doğru yolun ve hak ile batılı birbirinden ayırmanın apaçık delilleri olarak Kur’an’ın kendisinde indirildiği Ramazan ayıdır. Öyle ise içinizden kim bu aya ulaşırsa, onu oruçla geçirsin. Kim de hasta veya yolcu olursa, tutamadığı günler sayısınca başka günlerde tutsun. Allah, size kolaylık diler, zorluk dilemez. Bu da sayıyı tamamlamanız ve hidayete ulaştırmasına karşılık Allah’ı yüceltmeniz ve şükretmeniz içindir. BAKARA 185

Ramazan ismi Kur’an’da açıkça geçen ve övülen bir aydır. Bundan dolayıdır ki; Rasülullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Eğer kullar, ramazanda neler olduğunu bilseydiler elbette ümmetim bütün senenin ramazan olmasını isterdi.” Ramazanda, Kur’an-ı Kerim’in nazil olması, orucun tutulması ve Kadir gecesinin kendisinde bulunması bakımından büyük fazileti vardır. Hatta Mücahid, ‘Ramazan’ demeyin çünkü Allahü Teâlâ’nın bir ismi de ‘Ramazan’dır. “Ramazan ayı” deyin, demiştir. Allah Teâlâ; ramazan ayını diğer aylardan ayırt ederek övüyor ve bu ayı, Kur’an-ı Azim’i indirmek üzere bizzat kendisinin seçtiğini bildiriyor. Bu ayın bütün ilâhî kitapların peygamberlere indirilmek üzere tahsis edilmiş ay olduğu hadiste şöyle bildirilmiştir: “İbrahim (a.s.)’in sayfaları ramazan-ı şerifin ilk gecesi indirildi, Tevrat altıncı gecesi, İncil on üçüncü gecesi, Kur’an-ı Kerim de yirmi dördüncü gecesi indirildi.” Zebur, ramazan-ı şerifin on ikinci gecesi ‘indirilmiştir.”“Ayların efendisi ramazan ayıdır. Hürmet bakımından en büyükleri ise zilhicce’dir.”

“Ümmetime, ramazan-ı şerif ayında beş haslet verilmiştir ki, onlar kendilerinden evvel hiç bir ümmete verilmemiştir. Oruçlunun ağız kokusu Allah katında misk kokusundan daha hoştur, iftar edinceye kadar melekler onlar için istiğfar eder. Allahü Teâlâ her gün cennetini süsler sonra (ona hitaben) yakında salih kullarım kendilerinden sıkıntı ve eziyetleri atıp sana varacaklar, buyurur. O ayda azgın şeytanlar zincire vurulur, bundan dolayı başka ayda yaptıklarına o ayda ulaşamazlar. Ramazan-ı şerifin son gecesinde (oruç tutan kullar) affolunur. O zaman, kadir gecesi midir? diye sorulunca Rasülullah (s.a.v.) Efendimiz: “Hayır. Lakin çalışan kişiye ücreti, işini bitirdiği zaman verilir.” buyurdu. “Ramazan ayının birinci gecesi olunca, şeytanlar ve cinlerin şirretleri (azgınları) zincire vurulur; cehennemin kapıları kapatılır ve hiçbir kapısı açılmaz; cennetin kapıları açılır ve hiçbir kapısı kapanmaz ve bir münâdi (çağırıcı), ‘Ey hayır isteklisi! (hayır işlemeye ve hakka ibadete) yönel, ey şer isteklisi! kendini tut (günah işlemekten vazgeç). Allah tarafından ateşten azad edilenler olun.’ diye çağırır. Bu (çağrı ve âzad edilme işi) ramazanın her gecesinde olur.” Ramazan orucu, günahları kavurup yaktığı için bu aya ramazan ismi verilmiştir. Çünkü Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur. “Kim inanarak ve sevabını Allah’tan bekleyerek ramazan orucunu tutarsa geçmiş günahları bağışlanır.”Oruç, dengi olmayan bir ibadettir. Peygamber (s.a.v.), bir sahabiye: “Oruç tut, çünkü oruca denk, orucun benzeri bir ibadet yoktur.” buyurmuştur.

ASiYAN DERGiSi YIL:2 SAYI:3 TEMMUZ 2014 30

Temmuz_2014.indd 30 18.07.2014 06:13:36

Page 31: Kırklareli Aşiyan Dergisi

2

AylarIn Efendisi Ramazan Halil Atalay

“Her şeyin bir zekâtı vardır. Bedenin zekâtı da oruçtur. Oruç sabrın yarısıdır.” Oruçlu insanların dualarını Allah kabul eder. “Üç kimse vardır ki, Allah onların hiçbir duasını reddetmez.” Bu reddedilmeyen dualardan biri de iftar edinceye kadar oruç tutanın duasıdır. “Ramazan ayına erişip de bağlanmayanların Allah’ın rahmetinden uzak olduklarını” Peygamber Efendimiz (s.a.v.) haber vermiştir. Bu ay Müslümanlar için önemli bir fırsattır. Bu hususu Rasül-i Ekrem Efendimiz şöyle ifade etmiştir: “Müslümanlar için de bu aydan daha hayırlı hiçbir ay geçmemiştir. Şüphesiz ki Allah, mü’minin bu aya girmeden önce sevabını ve nafilelerini yazar. Münafığın da o aya girmeden önce günahını ve şekavetini yazar. Çünkü mü’min ibadetlerini güzelce yapabilmek için bu aya hazırlık yapar, bunu bir fırsat ve ganimet olarak bilir (ona göre hazırlanır). Münafık ise bu ayda mü’minlerin gafletlerini ve ayıplarını araştırır.”Öyleyse bu ayda ileri-geri konuşanlara aldırmamak, milletin maneviyatının yükseldiği böyle bir ortamda ortalığı karıştırmak, kafaları bulandırmak isteyenlere fırsat verilmemelidir.Ramazan Ayına Mahsus İbadetler(Onlara şöyle denir:) “Geçmiş günlerde yaptıklarınıza karşılık, afiyetle yiyin, için.HAKKA 24 Peygamberimiz (sav): “Cenabı Hak size ramazanın orucunu farz kıldı. Bende, kıyamını size sünnet kıldım.” buyurur. Ramazan orucu, İslam’ın rükünlerinden bir rükün ve farzlarından bir farzdır. Oruç (savm): Belli vakitte,belli ölçülerle, belli şeylerden kendini alıkoymaktır. Hakka süresinin 24. âyetinde geçen “Dünyada geçmiş günlerde önden gönderdiğimiz güzel işlerinizin karşılığı olarak afiyetle yiyin, için.” âyetinde belirttiği gibi; oruçlular yeme ve içmeyi terk ettikleri günlere karşılık Cenabı Hakkın bu güzel hitabıyla ikram olunurlar. Orucun başlama vaktine ‘imsak’,orucu bozma vaktine de ‘iftar’ denilir,Ramazan ise; kavurucu, yakıcı sıcaklık, güneşin yakıcı sıcaklığı anlamındadır. Oruç ayına bu ismin verilmesi, ateşin herhangi bir şeyi yakıp bitirmesi gibi,orucun da insanların günahını yok ettiği içindir.

“Kim inanarak ve sevabını Allah’tan bekleyerek, samimiyetle oruç tutarsa, onun geçmiş günahları affolunur. “Hadisi şerife dikkat edersek; Allah’ın emri olduğu için, inanılarak oruç tutulacaktır.Samimiyetle ve ihlasla Allah rızası için tutulacaktır. Eğer böyle oruç tutulursa ve sevabı da Allah’tan beklenirse, bu kişinin günahları affolunur. Zira güzel ameller, günahlar için kefarettir. Peygamberimizin hadisi şerifte geçen ‘kıyamı Ramazan’dan kastı dateravih namazıdır’. Teravih namazı, Ramazan ayına mahsustur, başka zamanlarda kılınmaz. Teravih, orucun değil, Ramazan’ın sünnetidir. Oruç tutamayanlar da teravih kılabilirler. Teravih namazı, kadın-erkek herkes için sünnettir. Teravihi cemaatle kılmak da sünnettir. Cemaatle kılmayı, bir mescidin veya beldenin halkının hepsi terk etseler, bunlar kötü bir iş yapmış ve günah işlemiş (günahkar)olurlar. Teravih, rahat rahat, biraz oturup istirahat ederek kılınan namaz demektir. Teravihteki bu oturmalara, ‘terviha’ denir ve teravih namazı beş tervihadır. Her dört rekat arasında bir oturmaya terviha denir. Biraz oturup, istirahat etmek, rahatlamak demektir. Bu oturma esnasında cemaat serbesttir, dileyen tesbih çeker, dileyen sükut eder. Terviha’ da Mekiğe ehlitavaf eder ve tavaf namazı kılar, Medine’liler ise ayrı ayrı dörder rekât namaz kılarlar. İbadetleri, mabudumuzun istediği şekilde yerine getirmek zorundayız. Teravihleri kılarken, sünnete riayet edilmelidir. Zira sevap, süratte değil, sünnete uygun harekettedir. Sahur: Seher vakti yenen yemek demektir. Sahur, hem gece kalkıp Allah’ı anmamıza, hem de vücut direncini korumaya yönelik bir sünnettir. Her şeyden önce seher vaktinde kalkıp istiğfar edenler, Kur’an’da övülürler: “(Cennetle müjdelenen takva sahipleri) seher vakitlerinde istiğfarda bulunanlardır.”Seher vaktinde yapılan duaların kabul edileceği beyan buyrulur. Çünkü bu vakitlerde ruh daha saf, zihin daha derli toplu, ibadet daha zordur. Dolayısıyla, duanın kabul edilme ihtimali daha kuvvetlidir.

ASiYAN DERGiSi YIL:2 SAYI:3 TEMMUZ 2014

31Temmuz_2014.indd 31 18.07.2014 06:13:37

Page 32: Kırklareli Aşiyan Dergisi

1

“Üç ses vardır ki Allah bu sesleri sever: 1- Horoz sesi, 2- Kur’an okuyanın sesi ve 3- Seher vakti istiğfar edenlerin sesi.” III. Sultan Murat Han der ki:Seherde uyanır bu cümle kuşlar,Dili dillerince tesbihe başlar,Tevhid eder dağlar,taşlar,ağaçlar,Uyan hey gözlerim gafletten uyan…!“Sahur yemeği yiyin, zira sahurda bereket vardır.”Sahurda kalkanlar, ehli kitaba muhalefet etmiş olurlar. Hadis-i şerifte: “Bizim orucumuzla Ehli Kitabın orucunu ayıran fark sahur yemeğidir.” buyrulur. “Sahur berekettir, sakın onu bırakmayın. Bir yudumluk su ile de olsa sahur yapın. Zira Allah ve melekleri, sahur yapanlara rahmet okurlar.”Oruçluya müstehap olan şeylerin biri de iftarı acele etmektir. Zira hadis-i şerifte: “İnsanlar iftarı acele ettikleri sürece, din hep ortada üstünlüğünü sürdürecektir, insanlar hayır üzere devam edeceklerdir.” buyrulur. İftarı hurma ile, yoksa tatlı bir madde ile, o da yoksa su ile ve tek sayıya dikkat ederek yapmalıdır.Yemek ortadayken, önce yemek yenilmeli sonra namaz kılınmalıdır. Önce yemeğin yenmesinin sebebi; namaz kılanın fikrinin yemekle meşgul olmaması, huşuu gidermemesi içindir. İnsanlar peygamberimizin sünnetine uygun hareket ederlerse, din, hep üstünlüğünü sürdürür, devam eder… Hz. Peygamber’in Ramazan Hayatı Nasıldı?Rasülullah (s.a.v.) Ramazan hayatına Recep ve Şaban aylarının girmesiyle hazırlanmaya başlar ve Recep ayının girmesiyle her gün, “Allahümmebariklenâ fi Recebe ve Şaban ve belliğna Ramazan” (Allah’ım! Recep ve Şaban ayını bize mübarek kıl ve bizi Ramazan’a ulaştır.) diyerek dua eder ve böyle dua edilmesini tavsiye ederdi. Ondan sonra da zaten güzel olan ibadet hayatını daha da güzelleştirirdi. Bazen bu iki ay (Recep ve Şaban) da öyle çok oruç tutuyordu ki, ehl-i beyt bir daha hiç oruçsuz gün geçirmeyecekler zannediyordu. Bazen de oruca o kadar çok ara veriyorlardı ki, hiç oruç

tutmayacak zannediyorlardı. Ama ittifak edilen bir husus vardı. Peygamber (as) Ramazan’dan sonra en çok bu iki ayda oruç tutuyorlardı. Gece namazlarına da gereken önemi verirdi. Ramazan ayının başlangıcının ve bitiminin nasıl belirleneceğini açıklamış ve “Ramazan hilalini görünce oruç tutunuz, Şevval hilalini görünce de oruca son veriniz. Ramazan başlangıcı bulutlu bir güne rastlarsa, Şaban’ı otuza tamamlayınız.” buyururlardı.Rüyet-i Hilal esas alınmasına rağmen, bunun mümkün olmadığı haller de, önceki ayın otuza tamamlanması hesabın devreye girmesi demektir. Bu da Ramazan ayının başlangıç ve sonunun tesbitinde rü’yet öncelikli bir hesaplama yönteminin meşruiyetini ortaya koymaktadır.İbni Abbas (r.a.) anlatır:Resülullah (s.a.v.), insanların en cömerti idi. Onun en cömert olduğu anlarda Ramazan’da Cebrail’in kendisi ile buluştuğu zamanlardı. Cebrail (a.s.), Ramazan’ın her gecesinde Hz. Peygamber ile buluşur, (karşılıklı) Kur’an okurlardı. Bundan dolayı Resülullah (s.a.v.) Cebrail ile buluştuğunda, esmek için engel tanımayan bereketli rüzgardan daha cömert davranırdı. Rasül-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz’in Ramazan ayında artan cömertliğinin iki ana sebebi olduğu anlaşılmaktadır. Birisi, Cebrail (a.s.) ile karşılaşmak. İkincisi Cebrail (a.s.) ile Kur’an mukabele etmek, yani karşılıklı Kur’an okumak, Ayrıca Rasül-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz, Ramazan gelince kelimenin tam anlamıyla “Kulluğa soyunur”, zikri, Kur’an okumayı, hayır hasenat yapmayı artırırdı. Ramazan’ın son on gününde de itikaf yapardı. Hz. Aişe (r.a.) bunu şöyle anlatır: “Ramazan ayının son on günü girdiğinde Rasülullah (s.a.v.), geceleri ihya eder, ev halkını uyandırır, ibadete soyunarak eşleriyle ilişkisini keserdi.” Rasül-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz’in Ramazan ayında artan cömertliğinin iki ana sebebi olduğu anlaşılmaktadır. Birisi, Cebrail (a.s.)

ASiYAN DERGiSi YIL:2 SAYI:3 TEMMUZ 2014

AylarIn Efendisi Ramazan Halil Atalay

32Temmuz_2014.indd 32 18.07.2014 06:13:37

Page 33: Kırklareli Aşiyan Dergisi

2ASiYAN DERGiSi YIL:2 SAYI:3 TEMMUZ 2014

ile karşılaşmak. İkincisi Cebrail (a.s.) ile Kur’an mukabele etmek, yani karşılıklı Kur’an okumak, Ayrıca Ramazan’ın son on gününde itikaf yapması ve ibadeti artırması da “Bin aydan daha hayırlı” Kadir Gecesi’nin bu on gün içindeki tek gecelerde bulunmasından ve o gecenin ihyasına ümmetin dikkatini çekmek istemesinden dolayıdır. Ramazan ayı girdiğinde Rasül-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz, her esiri salar ve her dilenciye verirdi ve Ramazan-ı Şerifte rengi değişir, namazı çoğaltır ve çok dua ederdi.İftar da acele etmeyi sever ve şöyle buyururdu:“Oruç açmakta acele ettikleri sürece müslümanlar hayır üzere yarışırlar.” Rasülullah (s.a.v.), akşam namazından önce birkaç tane hurma ile orucunu açardı. Taze hurma bulamazsa, kuru bir hurma ile iftar ederdi. Kuru hurma da bulamazsa birkaç yudum su içerek iftar ederdi. İftarda şöyle dua ederdi: “Allahümme leke sumtü ve ala rızgıkeeftartü”(Allah’ım! Sadece Senin rızan için oruç tuttum ve Senin verdiğin rızıkla orucumu açtım.”Sahur yemeğini tavsiye ederdi.“Sahur yemeği yiyiniz. Çünkü sahur yemeğinde bereket vardır.” Sahur vakti, duaların kabul edildiği bir vakittir.“Gündüz tutacağınız oruç için sahur yemeğinden, gece kılacağınız namaz için öğle uykusundan (Kaylule) yararlanınız.”Oruç tutanların tam bir imsak disiplini içinde olmasını ister ve şöyle buyururdu:“Hiç biriniz, oruçlu olduğu gün çirkin söz söylemesin ve kimse ile çekişmesin. Eğer biri kendisine söver veya çatarsa, ‘Ben oruçluyum’ desin.”“Kim yalan konuşmayı ve yalan-dolanla iş yapmayı terk etmez ise, Allah o kimsenin yemesini, içmesini bırakmasına kıymet vermez” buyurdu. Ramazan ayında yolculuğa çıktığında oruç hususunda Allah’ın verdiği ruhsatın kullanılmasını tavsiye eder, “dilersen tut, dilersen tutma” derdi. Oruçlulara iftar ettirmeyi sever ve herkesin kendi imkanlarına göre iftar ettirmesini tavsiye

ederdi. Evinde yemek yediği kişilere şöyle dua ederdi: “Eftaraındekümüs-sâimûn. Ve ekeletaamekümülebrar ve salletaleykümülmelaiketü” (Evinizde hep oruçlular iftar etsin, yemeğinizi hep iyiler yesin, melekler de duacınız olsun) Teravih namazını kılar ve kılınmasını tavsiye ederdi. Kadir gecesini ihya eder, ihya edilmesini isterdi.”Bayram günlerindeki sürurun, sevincin gaflete dönüşmemesi için, güne bayram namazı ile başlar. Ramazan ve Kurban bayramlarını Allah’ın bir lütuf olarak verdiğini belirtir ve şöyle buyururdu:“Bayram günlerini tehlil, tekbir, tahmid ve takdisle süsleyiniz.” Ümmetini zikrullah’a, şükre teşvik ederdi.İşte o en güzel örneğin Ramazan hayatından kesitler sunduk, bize düşen O’nun sünnetine uymaktır.

AylarIn Efendisi Ramazan Halil Atalay

33Temmuz_2014.indd 33 18.07.2014 06:13:39

Page 34: Kırklareli Aşiyan Dergisi

1 ASiYAN DERGiSi YIL:2 SAYI:3 TEMMUZ 2014

KIRKPINAR

Öğr.Gör. Selim Hakan AKINCI*

Bir kimliktir Kırkpınar,Türklüğün,İslamiyetin mührüdür,Rumeli’ne geçtiğimiz 1361’den beri tapu senedimizdir Kırkpınar. Dünya’ya mertliği, yiğitliği gösterdiğimiz er meydanıdır Kırkpınar,Adaletin, kardeşliğin ve paylaşımın vizyonudur,Pehlivanı, cazgırı ve ağasıyla bir bayramdır Kırkpınar. 14. yüzyılda Bizans’ın iç çekişmelerinin artması ve Bizans’ın bunlarla zayıf düşmesiyle kısa sürede büyüyen Osmanlı Türkleri Balkan yarımadasına akınlar yapmaya başlamışlardır. 1360 yılında Osmanlı tahtına oturan Sultan Murat 1362’de balkan yarımadasına geçerek Keşan, Lüleburgaz, Çorlu, Babaeski ve Dimetoka’yı aldıktan sonra Lala Şahin Paşa’ya Edirne üzerine yürüme emri vermiştir. Bunun üzerine Lala Şahin Paşa dönemin Edirne Tekfuru olan Adriyan’ı yenerek şehri 1362 yılının yaz aylarında teslim almıştır. (Peremeci, 1940:-9-10-11)

Şehrin fethi ile birlikte Adrianopolis olan ismi de Edrinos, Edrune ve Edirnebolu olarak değiştirilmiştir. I. Murat’ın İlhanlı Hükümdarı Uveys Han’a gönderdiği fetihnamede şehirden Edirne olarak bahsetmektedir. Edirne’nin fethedilmesiyle birlikte şehir Osmanlının Rumeli’ye geçişlerinde önemli bir merkez halini almıştır ve 1362 den (bir çok kaynakta 1361 olarak geçmektedir.), Fatih Sultan Mehmet Han’ın İstanbul’u fethine kadar olan sürede Osmanlı Devletine başkentlik yapmıştır. (Badi, 2000: 21) Günümüzde var olan yapıların birçoğu II. Murat döneminden kalmıştır. İstanbul’un fethi için gerekli olan planlar burada yapılmış ve Şahi isimli ağır toplar Edirne’de döktürülmüştür. 29.05.1453 yılında İstanbul’un Fethi ile birlikte başkent İstanbul’a taşınmıştır. Buna rağmen Balkanlara yapılan seferlerde hareket üssü olarak kullanıldığından Edirne önemini yitirmemiştir. Kanuni Sultan Süleyman’ın hükümdarlığı döneminde yapaca

*Trakya Üniversitesi Öğretim Görevlisi / [email protected]

34Temmuz_2014.indd 34 18.07.2014 06:13:40

Page 35: Kırklareli Aşiyan Dergisi

2ASiYAN DERGiSi YIL:2 SAYI:3 TEMMUZ 2014

KIrkpInar Hakan AkIncI

ğı seferler öncesi Edirne’de aylarca süren hazırlıklar yapması şehir adına büyük bir şans olmuş ve şehirde pek çok sanat eseri inşa edilmiştir. (Gökbilgin, 1997: 107-112) İşte tüm bu tarihin cereyan ettiği topraklarda, Kırk yiğit’in kıran kırana mücadelesine sahne olan Rumeli toprakları 1361’den beridir bu kırk akıncı’nın tutuştuğu evsanevi güreşleri onların ruhuna saygı ve hürmetle devam ettirmektedirler. Kırkpınar denince aklımıza Edirne, Edirne denince de aklımıza hemen mülkiyeti Sultan Selim Vakfiyesine ait Sinan’ın ustalık eseri Selimiye Cami ve Külliyesi gelmektedir. Baktığımızda tüm bu değerlerin, (bizi millet yapan unsurların) birbiri ile ilintili olduğunu ve Türk İslam Ülküsü’nü işaret ettiğini görmekteyiz. Ne mutlu Peygamber Efendimiz’in(S.A.V.) tavsiyesi ve Türk Akıncıları’nın dünya görüşü olan güreşi yaşatan pehlivana, ağaya ve kamu kurumuna, ne mutlu hala ben pehlivan olacağım diyen toz koparan pehlivanlarına…

CUMHURİYETİN İKİNCİ BAŞPEHLİVANI GEÇKİNCİLİLİ YUSUF PEHLİVAN

(1925) Yusuf BOZKURT (1888-21.05.1976), günümüzde Bulgaristan sınırları içinde kalan Deliorman Bölgesinde bulunan Şumnu’ya bağlı Uyvan Köyünde 1304-Rumi (1888-Miladi) yılında altı erkek, bir kız olmak üzere yedi kardeşten biri olarak dünyaya geldi. Kalabalık ve orta halli çiftçi bir ailenin oğlu olarak dünyaya gelmesi ve diğer kardeşleriyle sürekli rekabet halinde olması onun hayatında önemli bir rol oynamıştır. Bu rekabet ortamı ve özellikle de babasının öğütleri onu sürekli daha fazla çalışmaya ve yaptığı işi daha iyi yapmaya sevk etmiştir. Haşim oğlu Yusuf ’un kardeşlerinin ismi Mehmet BOZKURT, Osman Çabuk, Ahmet Bilgin, Molla Hasan (Şumnu Müftülüğü yapmış, Türkiyeye geldiğinde Arnavutköy’e yerleşmiştir), Nasuf (Bulgaristan’da Uyvan Köyünde kalmıştır, soy ismi bilinmiyor), Yusuf BOZKURT (Geçkinli’li

Yusuf Pehlivan), Ümmü (Bulgaristan’da Uyvan Köyünde kalmıştır, soy ismi bilinmiyor) olmak üzere toplam yedi kardeştir (kardeşlerin isimleri büyükten küçüğe doğru yazılmıştır). Kardeşlerin soy isimlerinin farklı olması Türkiye’ye farklı dönemlerde gelmelerinden kaynaklanmaktadır. Balkan Savaşları sonucunda Şumnu kazasına Uyvan Köyü Bulgaristan sınırları içinde kalmasından sonra farklı dönemlerde Yusuf Pehlivan ve erkek kardeşi Türkiye’ye Edirne İli Geçkinli Köyüne akrabalarının yanına göç etmişlerdir. Annesi, Babası, kız kardeşi ve bir erkek kardeşi Şumnu’ya bağlı Uyvan Köyünde kalmıştır. Yusuf Pehlivan’ın Bulgaristan’ı terk ediş hikâyesi de hayli ilgi çekicidir. Yusuf Pehlivan gençlik yıllarında Şumnu ve çevresinde dürüstlüğü ve yiğitliğiyle nam salmıştı, dolayısıyla da bölgede dikkat çekici bir yapısı vardı ve bu özelliğini kullanarak Şumnu’nun yerel yöneticisinin dillere destan güzellikteki kızının gönlünü çalmayı başarmıştır. Gönlünü çaldığı kızı babasının bir Türk’e verme şansı olmadığından kız ile anlaşarak kızı kaçırmış ve yaklaşık olarak bir hafta kız ile birlikte saklanmak durumunda kalmışlardır. Hakkında çıkan ölüm fermanı üzerine kızı daha sonra tekrar alıp götürmek kaydıyla Türkiye topraklarına, Edirne iline bağlı Geçkinli Köyü’nde yaşayan akrabalarının (kardeşi Osman bozkurt) yanına kaçmıştır. Aradan geçen üç yılın ardından çıkan ölüm fermanından çekinerek de olsa geride onu bekler halde bıraktığı yavuklusunu ve kendisine ait olan mallarını almaya Şumnu’ya gitmiştir. Her ne kadar uğraştıysa da kale gibi korunaklı bir konakta tutulan yavuklusunu kaçıramamış ve bunun üzüntüsüyle köyüne (Uyvan) dönerek kendisine ait yaklaşık olarak 300 baş hayvanı önüne katarak Edirne’ye doğru yola koyulmuştur. İşte böyle maceralı bir göç yaşadıktan sonra Geçkinlideki hayatına başlamış bulunuyordu. Yeni memleketinde Zeynep BOZKURT ile evlendi.

35Temmuz_2014.indd 35 18.07.2014 06:13:40

Page 36: Kırklareli Aşiyan Dergisi

1 ASiYAN DERGiSi YIL:2 SAYI:3 TEMMUZ 2014

KIrkpInar Hakan AkIncI

İlerleyen yıllarda eşini genç yaşta kaybetmesiyle birlikte Hediye ve Refiye isminde diğer eşleriyle evlendi. Bu evliliklerinden Süleyman, Tenzile ve Fatma isminde 3 çocuk sahibi oldu. Beraberinde getirmiş olduğu hayvanlar ile kardeşi Osman Bozkurt’un yanında çiftçiliğe başlamıştır. Hiçbir zaman spor meslek olmamıştır. Zira her sporcunun bir mesleği vardır. Her sporcunun gerileme devri vardır. İşte bu sporcunun elindeki bu meslek onu ekonomik açıdan ayakta tutar. Pehlivanların da kimisi, çiftçi kimisi demirci, kimisi de marangozdur. Buna en güzel örneklerden biriyse Geçkinli’li Yusuf BOZKURT’tur. Güreşi bıraktıktan 50 yıl sonra bile asıl mesleği olan çiftçilikte ilerleyen yaşına rağmen daha da başarılı işler yapmıştır. Mert, yiğit ve cüsseli bir vücuda sahip oluşu onu daha önce Şumnu’da da uğraştığı güreş sporuna yöneltmiştir. Çevre ilçelerde yapılan panayırlarda güreş tutmaya başlamıştır. Kim bilir belki hemşerisi olan cihan pehlivanı Koca Yusuf ’u kendine rehber edinerek bu spora başlamıştır. Güreş sporundaki başarısını 1925 yılında asıl Kırkpınar’ın son, Cumhuriyet’in ikinci başpehlivanı olarak kanıtlamıştır. Başpehlivan olduğunda ayakkabısını ters, baş aşağı koyarmış. Pehlivanlık pazu kuvveti ve erlik demekti. Geçkinli’li Yusuf Pehlivan’ın güreş esnasında üstünlüğünü sağlayanda göğüs çaprazının kuvvetli olması ve mert güreş tutmasıydı. Güreşteki bu başarılarının devam ettirirken de çok sevdiği çiftçiliği bırakmıyordu. Başpehlivanlığının yanında 1946 yada 1953 yılında Kırkpınar Ağalığı yapmıştır. Tüm köylü Yusuf Pehlivan’ın ağalığı esnasında köyde hazırlıklar yapmış ve tüm köy halkı biten hazırlıkların ardından süsledikleri fayton ve öküz arabalarıyla birlikte Er meydanına gitmişlerdir (Geçkinli’li Yusuf Pehlivan’ın ağalık yaptığını tüm çevre köylülerinde hali hazırda sanki dünmüş gibi hatırlamalarına karşın resmi kayıtlarda onun ismine rastlamamamız biz akrabalarını ve köylülerini üzmektedir). Güreşi bırakmasına karşın güreşteki tecrübe bilgisinden ötürü uzun yıllar Kırkpınarda hakemlik görevini yürütmüştür.

Bu başarılarının yanı sıra 1943 yılında köy muhtarlığını kazanmıştır. Yaşının ilerlemeye başlamasıyla birlikte çiftçilikteki atılımları sürdürmüştür. Köy merkezinde Geçkinli deresinin deltasına büyük ve derin bir havuz açarak çevresinde sebze yetiştirmeye başlamış, bahçecilikte önemli çalışmalarda bulunmuştur. Günümüzde Gazhane’nin bulunduğu mevkide evi ve büyük ahırları bulunmakta. Yaklaşık olarak 3-4 yıl köy mandırasını da işletmiştir. Bunların akabinde Köy kahvesini ve bakkaliyesini de çalıştırmıştır. Ömrü boyunca çok çalışan Yusuf Pehlivan çevrede çalışkanlığı dürüstlüğü ve efendi kişiliği ile nam salmış ve ekonomik açıdan da hayli iyi bir seviyeye ulaşmıştır. Sadece dürüst ve çalışkanlığıyla değil çevresine yaptığı hayırlar ile de ismini duyurmuştur. Bu bağlamda köy camine ilk suyu o getirmiştir. İki kez yalnız bir kez de hanımı Refiye ile toplam üç kez Hacca gitmiştir. 21.05.1976 yılında 88 yaşında hayata gözlerini yummuştur. Mekanın Cennet olsun Geçkinli’li Yusuf Pehlivan !

KAYNAKÇAFatma Yılmaz ( kızı ), Nail Yılmaz, Havva Çabuk, Nazım Çabuk, Selim oğlu Recep Akıncı, Mehmet Akıncı, ve Geçkinli Köyü’nün o dönemini görmüş olan tüm yaşlıları.

36Temmuz_2014.indd 36 18.07.2014 06:13:41

Page 37: Kırklareli Aşiyan Dergisi

2

RAMAZAN OKULU

Musa MERT

Ramazan bir okuldur. Mekânı tüm yeryüzü olan bir okul... Hem bireysel, hem toplumsal, hem maddi hem de manevi bir eğitimin gerçekleştirildiği hem yaygın hem de örgün bir eğitim kurumudur Ramazan. Recep ve Şaban’da yapılan yoğun hazırlığın ardından, hangi coğrafyada olurlarsa olsunlar bütün Müslümanlar, Ramazan ayının girmesiyle hep birlikte bir ay sürecek bir okula/eğitime başlarlar: İrade/kendine sahip olma eğitimine… Çünkü insan kendisine/iradesine/duygularına/dürtülerine/nefsine sahip olabildiği kadar insandır. Kur’an sağanağı altında oruç tutarak aklını, yüreğini, vücudunu ve davranışlarını Rahmânî/insanî hizaya sokmayı, alışkanlıklarını değiştirmeyi/bilinçli davranışa dönüştürmeyi, vücudunun alışkanlıklarını bile tersyüz etmeyi öğretir Ramazan. Sıhhatli yaşa

mayı, yokluğu, yok ile var olmaya çalışanların hâlini, nimetin kadr-ü kıymetini ve disiplini öğretir Ramazan. Bir ay süren Ramazan Okulu’nda, kırılan / yıpranan yanlarını tamir eden; böylece maddi ve manevi eğitimini tamamlayan; akıl, yürek, davranış ve yeme içme disiplini kazanan Mü’minler, kirlerinden tamamen arınmış, yenilenmiş olarak ellerinde / yüreklerinde / hayatlarında Kur’an’la tekrar yürümek için çıkarlar sırat-ı müstakim’e, dosdoğru cennete giden yola. Kazandıkları güç ve enerji, onlara on bir ay boyunca fazlasıyla yetebilecek miktardadır. Rahmet ve mağfiretten sonra hep birlikte ellerinde cehennemden kurtuluş belgeleriyle artık hak etmişlerdir bayramı, kendilerine yakışan neşe ve eğlenceyi. Birlikte kutlarlar Rab’lerinin onları yalnız bırakmayıp bir hayat rehberi olan Kur’an’la lütuflandırmasını.

ASiYAN DERGiSi YIL:2 SAYI:3 TEMMUZ 2014 37

Temmuz_2014.indd 37 18.07.2014 06:13:41

Page 38: Kırklareli Aşiyan Dergisi

1

MEVLANA'NIN BAKIS AÇISI VE KUR'AN

Hakan BÜYÜKDERE*

*Eğitimci, şair, öykü yazarı

Yüce Allah’ın şu ayetine kulak verelim.” “ Ey İnsanoğulları! Ayıp yerlerinizi örtecek giyimlikle sizi süsleyecek elbiseler gönderdik. Takva örtüsü ise bunlardan daha hayırlıdır. Allah’ın bu ayetleri öğüt almanız içindir” A’RAF 26 Takva: Yüce Allah’tan sakınmak,yaratıcaya karşı hissedilen saygı,çekinme ve mahcubiyet duygusuyla kötülüklerden uzak kalıp iyi işler yapmaktır.Yüce Allah bu ayette giyinmenin önemli olduğunu yeryüzündeki giyinecek nesneleri bizim için yarattığını belirttikten sonra asıl olanın giysi değil,içimiz olduğunu vurguluyor. Yine mal ve evlatların dünya hayatının bir süsü olduğunu belirten Yüce olan devamla şöyle diyor:“O gün ne mal ne de evlatlar fayda verir ancak temiz bir kalple gelenler hariç” Şuara 88-89Bu ayette de yine asıl olan insanın içinde taşıdığı düşünceler ve bunların eylem haline gelişi olduğunu söylüyor. Yine Yüce Allah Müslümanların namazda Mescid-i Aksa’dan Mescid’i Haram’a yönelmeleri sonucu bunu eleştiren Yahudileri ve inançsızları kınayan ayetinde şöyle buyuruyor.“ Yüzlerinizi doğudan yana ve batıdan yana çevirmeniz iyi olmak demek değildir; Lakin iyi olan, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, Kitap’a, peygamberlere inanan, O’nun sevgisiyle, yakınlarına, yetimlere, düşkünlere, yolculara, yoksullara ve köleler uğrunda mal veren, namaz kılan, zekat veren ve ahidleştiklerinde ahidlerine vefa gösterenler, zorda, darda ve savaş alanında sabredenlerdir. İşte onlar doğru olanlardır ve sakınanlar ancak onlardır.” Bakara 177

Bu ayette de aslında şekilciliğin,dışsallığın yetersizliğinin eleştirisi yapılıyor ve iyi insan olmanın namazda dönülen yön ile değil yukarıdaki ayette belirtilen hususlara dikkat edilerek kazanılacağını söyleyerek kolaycılıktan,basitlikten derinliğe ve içselliğe doğru yöneliş anlatılıyor. Buna benzer bir çok ayeti sıralayabiliriz.Ancak o zaman bu yazının sınırlarını zorlamış oluruz.Bu konuda son bir örnek daha vermek istiyorum “Gökten bir su indirdi de vadiler, kendi miktarlarınca sel olup aktılar. Sel de suyun yüzüne çıkan bir köpük yüklendi. Bir zinet eşyası veya bir değerli mal yapmak için, ateşte üzerini körükledikleri madenlerden de onun gibi bir köpük meydana gelir. İşte Allah hak ile batılı böyle çarpıştırır. Fakat köpük atılır gider, insanlara faydası olan ise yerde kalır. İşte Allah böyle misaller verir.” Ra’d 17 Bu ayette yine Yüce Allah yüzeyde bulunan yani dıştan görünenlerin aslında önemsiz ve geçici olduğunu kalıcı ve daha derinde olanların daha faydalı olduğunu bize anlatıyor.Özet olarak gizlediklerimizi ve açıkladıklarımızı bilen Yüce Rabbimiz daha ziyade bizim kalbimizde taşıdığımız niyetlerimize,daha derinde hissettiklerimize önem veriyor.Dış görünüşün aldatıcılığını bize gösteriyor. İsterseniz bu konuda bir de Mevlana’nın bakış açısısını görelim“Nice Elbiseler gördüm içinde insan yok,Nice insanlar tanırım üzerinde elbise yok.”Lütfen yukarıda verdiğim “Takva elbisesi” ayeti ile bu sözleri karşılaştırın.Aslında bir çok konuda olduğu gibi bu konuda da Mevlana’nın tabiri caizse yaratıcının bakış açısıyla dünyaya

ASiYAN DERGiSi YIL:2 SAYI:3 TEMMUZ 2014 38

Temmuz_2014.indd 38 18.07.2014 06:13:42

Page 39: Kırklareli Aşiyan Dergisi

2

baktığını dışsal aldatıcılığını kavradığını görebiliriz.İşte Mevlana’nın Mesnevisindeki öyküleri ve diğer kitaplarında geçen sözleri sürekli olarak bu bakış açısının yansımasıdır.Şimdi bir kaç örnek daha verelim.“Avcı, kuşlara dane saçarsa merhametinden değil onları avlamak içindir.” “(Ş.M.c.11,s.588-589)Dışarıdan birisi kuşlara yem atan birisini görse “Ne kadar merhametli bir insan!” diye düşünür.Ama eğer bu avcıysa, bu görünüş aldatıcı olabilir.Çünkü onun amacı bu hayvanları beslemek değil,tuzağa çekmektir. “Beden elbise gibidir.Elbiseyi giyen ruhu ara bedeni opüp okşama.” (Ş.M. c.9-s.395-416) “GÜZEL KOKUYU BEDENİNE SÜRME GÖNLÜNE ÇAL”Modern insan bir insanı değerlendirirken genellikle onun dışsallığına,sahip olduklarına göre değerlendiriyor.Kullandığı cep telefonu markası,giyim kuşamı,arabası,parası,fiziksel görünüşü,mevkii,soyu,sopu vs.çok büyük önem kazanıyor.Bunlara sahip olunca mutlu olacağını düşünüyor.Oysa “Kalpler ancak Allah’ı anarak huzura kavuşur” Ra’d 28 ayeti çerçevesinde dışsallık mutluluk için yeterli değildir.Önemli olan ruhun huzur bulabileceği işlerdir.Bunu Mevlana çok iyi anlamış ve bizi dış görünüşe takılıp kalmama konusunda çağlar öncesinden tıpkı Yüce Allah’ın bizi uyardığı gibi uyarmak istemiştir.“Defineler yıkık yerlerdedir.” (ş.m.c.6.s.91-100) İşte mükemmel bir örnek daha.Önceleri şöyle bir söz okumuştum.“Bir insanı aşağılayan ve hakir gören aslında onu yaratını aşağılamış sayılır.” Ve bu söz bana devamının şöyle olması gerektiği fikrini verdi. “Bir insana insan olduğu için önem verip saygı duyan insan, aslında onun yaratıcısına saygı duymuştur.”Yine Mevlana yukarıdaki sözüyle yoksul,yoksun,yıkık dökük evleri olan,giysileri belki modaya uygun olmayan,dışarıdan baksan işe yaramaz,serseri,güçsüz gibi görünen insanların içlerinde hazineler,zengin duygular,en insanca merhamet sahneleri olabileceğini ve kimseden yüz çevirmememiz gerektiğini anlatıyor. Gerçekten de bütün değerli hazineler,harabe olan yerlerden çıkmamış mıdır? İşte gönlü ve iç zenginliğini bu kadar önemseyen Mevlana gönlü şu sözleriyle baş tacı yapmıştır ▶Gönül gözü açık olan sırlar aslanı,kalplerden geçeni bilir.( ş.m.c.5.s.1411-1451)▶Gönül gözü açık olmayan sakal ve sarıktan başka

ASiYAN DERGiSi YIL:2 SAYI:3 TEMMUZ 2014

Mevlana'nIn BakIs AçIsI ve Kuran Hakan Büyükderebir şey göremez. (ş.m.c.6.s.24) ▶Gönül yakınlığı dil yakınlığından daha iyidir.Kalpten kalbe yolun dili bambaşkadır. (ş.m.c.3.s.659-661)▶Ayağa batan diken çok zor bulunursa,gönle batan diken nasıl bulunur? (ş.m.c.1.s.156)▶Gönülden gönüle bir pencere vardır.Gönüller bedenler gibi ayrı değildir. (ş.m.c.11.1137) İç dünyanın,gönlün üstünlüğün kalbin ne kadar önemli bir yer olduğunu çevresindeki insanların kalplerini kırdıktan,akrabalarıyla,komşularıyla berbat ilişkilerinden sonra Kabe’ye “Allah’ın Ev”ni ziyarete gitmeye niyetlenen kişiye verdiği nasihatte görüyoruz.Kabe,Azer oğlu İbrahim peygamberin binası, Gönül yüce Allah’ın nazar ettiği(baktığı)yerdir. Yani Mevlana Allah’ın evinin sembolik olarak Kabe olabileceğini ama gerçekte insanın gönlü olduğunu söylerken aslında derin anlamda şu ayetten hareket ediyor sanırım“Andolsun insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz. Ve biz ona şah damarından daha yakınız.”Kaf 16 Bu konuda çok fazla örnek olmasına rağmen maksadın anlaşıldığını düşünerek son bir örnek verip sözlerimi bağlamak istiyorum“Ne zamana kadar testinin resim ve desenlerine aşık olacaksın,şekilden vazgeç testide suyu ara…(ş.m.)” İnsan kişiliği sadece söylediği sözler ve yaptığı işlerden oluşmaz,söylemedikleri ya da söyleyemedikleri de onun kişiliğinin bir parçasıdır.Oysa biz sadece onun yaptıklarını ve söylediklerini değerlendirebiliyoruz.Ama onun söylemediklerini biz bilemiyoruz. Bunları sadece kendisi ve yaratıcı biliyor.O halde hiçbir insanı dış görünüşüne ve söylediklerine göre iyi ya da kötü diye yargılayamayız.Bunu yapma hakkına sahip olan tek varlık Yüce Allah’tır. İşte Mevlana yaşamı boyunca anlattığı tüm öykülerde -ki öykülerden çıkaracağımız dersler başka bir yazımızın konusu olacak- hep bu gerçeği yani kişinin kendisini tanıyıp kendi içine doğru yolculuk yapmasını ve başkalarını değerlendirirken dikkatli olması gerektiğini anlatmıştır.Yine ona ait bir örnekle yazımı bitiriyorum Kendi kasabasında tanınan bir şeyh müridiyle birlikte büyük bir kente gelmiş.Bu kente gelince müridi ona şöyle demiş:“Efendim,bu kentte sizi kimse tanımaz.”“Olsun,” demiş Şeyh “Ben kendimi tanıyorum ya!,Ya tersi olsaydı ne olurdu? Herkes beni tanısaydı da ben farkında olmasaydım kendimin.HOŞÇAKALIN.

39Temmuz_2014.indd 39 18.07.2014 06:13:43

Page 40: Kırklareli Aşiyan Dergisi

1

iNFAK MEDENiYETi SADAKA TASLARI

Nidayi SEVİM*

*ESKADER kurucu yönetim kurulu üyesi ve Araştırmacı Yazar

Bütün insanlığın iyiliği düşünülerek üretilen ortak değerlerin öncüsü olan Osmanlı; insanı son derece önemli sevgi ve saygı odağı haline getirmiş, bunun olumlu yansımaları olarak da, kültür, tefekkür ve medeniyet tarihine yeni usul, vasıta kurum ve kuruluşlar armağan etmiştir. Asırlar boyunca Balkanlar’dan Anadolu’ya, İstanbul’dan Kudüs’e kadar hâkim oldukları coğrafyalarda hangi dil, din, ırk ve meşrepten olursa olsun yönetimi altındaki insanlara bir arada, barış içinde, mutlu ve mes’ud günler yaşatmıştır. Bugün yeni devletlerin oluştuğu eski Osmanlı ülkelerine gittiğimizde bu kapsayıcı, kucaklayıcı medeniyetin yüzlerce şahidini görmekteyiz. Osmanlı ülkesini ziyaret eden birçok insaf ehli yabancı gezgin, buralarda insana verilen değeri ve hoşgörüyü ülkelerine döndükleri zaman övgü ile dile getirmişlerdir. Öyle ki İstanbul muhasarası sırasında Katolik ve Ortodoks Kiliselerinin birleştirilmesi dahi düşünülmüştü. Ancak, Ortodoks Kilisesi liderlerinden Gennadias ile Başvekil Notares, bu birleşmeye karşı idiler. Hatta iki lider şöyle diyorlardı: “İstanbul’un içinde Latin Serpuşu görmektense Osmanlı sarığı görmek evladır.” Bırakın gündelik yaşamdaki ahenk ve coşkuyu, dedelerimiz sosyal dayanışma ve yardımlaşmanın en güzel örneklerini sergileyerek birbirinden anlamlı ve zarif eserlerle bir vakıf medeniyeti oluşturmuştur. Devlet-millet eliyle yapılan cami, çeşme, han, hamam, şifahane, darülaceze, imarethane gibi mücessem eserlerin yanında halk tarafından çeşitli vakıflar aracılığı ile insanların istifade edecekleri binek taşları, mola taşları ve kuş evleri gibi insanı hayrete düşüren ve düşündü

ren hayır eserleri de kazandırmışlardır. Osmanlı döneminde tespit edilebildiği kadarıyla yirmi altı binden fazla vakfın kurulmuş olması, ecdadımızın bu husustaki gayretini ve faziletini göstermesi bakımından oldukça manidardır. İşte bu vakıflardan birkaç örnek; “Yoksul kızlara çeyiz almak için kurulmuş vakıf ”, “İstanbul sokaklarında insanlar rahatsız olmasın diye yerlerdeki tükürüklerin üzerini kül ve benzer şeylerle örtmek için kurulan vakıf ”, “bebeğinin süt ihtiyacını karşılayamayan annelere sütannesi bulunması için kurulan vakıf ”, “insanların yatsı veya sabah namazlarına aydınlık içinde gidip gelmelerini sağlayan yol güzergâhını mum veya benzeri şeylerle aydınlatmak için inşa edilen vakıf ”, “insanların hayvanlara rahatlıkla binmelerini kolaylaştıran binek taşları için kurulan vakıf ”, “sırtlarında yük taşıyanların yorulduklarında dinlenmelerine imkân sağlayan konaklama (mola taşı) taşlarının tedariki için kurulan vakıf ”, “ihtiyaç sahiplerinin gerektiğinde faydalandıkları, sadakayı alanında, vereninde başkaları tarafından bilinmediği, şehrin muhtelif yerlerine dikilen evrensel iyilik abidesi sadaka taşlarının tedariki için kurulan vakıf ”...

Mesela bu vakıflar içinde Bezm-i Âlem Valide Sultan’ın Şam’da kurduğu vakıf oldukça dikkat çekicidir. Mezkûr vakıf, hizmetkârların yanlışlıkla kırdıkları veya zarar verdikleri eşyaları, onların haysiyetleri rencide edilmesin diye tazmin ediyordu. Ecdadımız Osmanlı’da beraber yaşadığı toplumu düşünme olgunluk ve hassasiyeti öyle yüksek bir nezaket, zarafet ve incelik meydana getirmişti ki, bir evde hasta

ASiYAN DERGiSi YIL:2 SAYI:3 TEMMUZ 2014 40

Temmuz_2014.indd 40 18.07.2014 06:13:44

Page 41: Kırklareli Aşiyan Dergisi

2

*ESKADER kurucu yönetim kurulu üyesi ve Araştırmacı Yazar

bulunduğu takdirde o evin penceresine “kırmızı bir çiçek” konur, satıcılar ve hatta mahallenin çocukları bile oradan sükûnetle geçmek gerektiğini böylece anlar ve hastayı rahatsız edecek davranışlardan kaçınırlardı. Osmanlı döneminde ceddimizin güzel ananelerinden biri olarak, hali vakti yerinde olan aileler ramazanda fakirleri evine davet eder, yedirir içirir, zekâtını, fitresini verir, yemekten sonra davet ettikleri misafirleri uğurlarken hem fakire dua eder, hem de ayrıca “diş kirası” adı altında bir miktar para veya kıymetli eşyayı hediye ettikleri nakledilmektedir. Ecdadımız Osmanlıların yaptıkları imaret, kervansaray ve misafirhanelerde, gelen yolcuların önüne, onun kim olduğuna bakılmaksızın yemek konulur, bütün yolcular, buralarda üç gün kalabilirdi, giderken de şayet ayakkabıları eski ise yenisi verilirdi. M. D’Ohsson’a göre 18. yüzyılda İstanbul imarethanelerinde her gün 30.000’den daha fazla kişi bedelsiz yemek yiyordu. Zenginler hapishaneleri dolaşıp borcunu ödeyemediği için hapsedilmiş olanları kurtarırlardı. Yine varlıklı müminler, bilhassa ramazan-ı şerif ’te bakkalları gezip borç defterinden (Zimem defteri) herhangi bir yaprağı açtırır, borcun sahibini bilmeksizin hesabı öderdi. Sırf Allah rızası için harikulade bir din kardeşliği yaşanırdı. İşte bu kardeşlik şuurunun bir mahsulü olarak Osmanlı’da vakıf müesseseleri toplumu bir şefkat ağı halinde örmüştür. Osmanlı yüzyılları boyunca bütün gezginlerin ittifakla yazdıkları konulardan biri de ceddimizin çevreyi ve doğal hayatı koruma hassasiyetidir. Çünkü onlar, bırakınız bahçelerindeki bir ağacı kesmeyi, kamuya ait

yerlerdeki ağaçlara da kimseyi dokundurtmazlarmış. Hayvanlara da sevgi vardı; Bizim medeniyetimizde kurdun kuşun hakkı gözetilmiştir. Rahmet Peygamberimiz, susuzluktan kavrulan bir köpeğe su verdiği için cenneti kazanmış olan faziletli bir kişiyi büyük bir mutlulukla ümmetine örnek göstermiştir. Bu sebeple ecdadımız, cami mimarisinde kuşları bile düşünmüş; sokakta kalmış hayvanlar, yaralı veya hasta göçmen kuşların bakım ve tedavi hizmeti için vakıflar kurmuştur. Kuş evleri, milletimizin hayvanata, özellikle kuşlara verdikleri değer ve önemin simgesi olmuştur. Bir binanın güneş duvarında bir kuş evi varsa kimse buna şaşırmaz; çünkü dedelerimiz kuşları, köpekleri, kedileri pek severdi. Sokak hayvanlarına barınak, kuşlar için kuş evleri, bunların su içebilmeleri için sulaklar yapılırdı. Soğuk kış günlerinde dağda bayırda bulunan kuşların, yabani hayvanların dahi gıda ve su ihtiyaçlarının karşılanması için kurulan vakıflar bulunuyordu. Bu ne asil, bu ne yüce bir anlayış, kavrayış ve hayatı yorumlama biçimidir... Yakın zamana kadar köylerde mahallenin fakir fukarasını o beldenin “ emin” leri bilirdi. Bazı bölgelerde bu “emin”’lere “kâhya” veya “şimbil” de denirdi. Kimin muhtaç, kimin ihtiyacı olduğunu o beldenin emini bilir, yapılan yardımlar, eminin vasıtası ile ihtiyaç sahiplerine ulaştırılırdı. “Emin” kime ne verdiğini ulu orta dillendirip söylemezdi. Ne alan kimden aldığını bilir, ne de veren kime verdiğini bilirdi. Günümüzde kapınızda bir sürü isteyiciler türedi. Modern isteyiciler. Bir sürü mazeret ile duygularınızı harekete geçirmek suretiyle sizden istediklerini alıp gidiyorlar. Gerçekten ihtiyacı olan hayâ sahibi insanlar ise yine yoksul, yine ihtiyaçları giderilmeden, çaresiz öylece kalıyorlar. Rabbimiz, Bakara suresi 273 ayet-i kerimesinde mealen şöyle buyurur: “(Sadakalar) kendilerini Allah yoluna adayan, yeryüzünde dolaşmaya güç yetiremeyen fakirler içindir. İffetlerinden dolayı (dilenmedikleri için), bilmeyen onları zengin sanır. Sen onları yüzlerinden tanırsın. İnsanlardan arsızca (bir şey) istemezler. Siz hayır olarak ne verirseniz, şüphesiz Allah onu bilir.”

ASiYAN DERGiSi YIL:2 SAYI:3 TEMMUZ 2014

infak Medeniyeti Sadaka TaslarI Nidayi Sevim

41Temmuz_2014.indd 41 18.07.2014 06:13:45

Page 42: Kırklareli Aşiyan Dergisi

1

Gerçekten bu sıfatlar ilk Müslümanlar olan sahabe muhacirlerden bir topluluğa tıpa tıp uyuyordu. O mümin zatlar mallarını, ailelerini geride bırakmışlar, Medine-i Münevvere’ye yerleşmişler ve kendilerini ilim tahsiline adamışlardı. “Ehl-i Suffa” denilen bu sahabeler aynı zamanda Peygamber Efendimiz (s.a.v.)‘in evinin muhafızlığını da üstlenmişlerdi. Bu yüzden çarşıya-pazara gidip, alış-veriş yapıp kazanç sağlayacak imkân ve zamanları da yoktu. Bütün bunlarla birlikte yine de o mümin zatlar hiç kimseden bir şey istemiyorlardı. O kadar güzel hareket ediyorlardı ki, iffetlerinden ve hayâlarından dolayı ihtiyaçlarını hiç kimseye hissettirmediklerinden, onların bu durumlarını bilmeyenler onları zengin sanıyorlardı. Feraset ve hikmet sahibi müminlerden başka bilen yoktu bunların halini... Medine-i Münevvere de mukim Ensar-ı Kiram bu ihtiyaç sahibi, iffetli, hayâlı muhacir kardeşlerinin durumlarını yukarıda açıklanan ayet-i kerimede ki tasvirden hemen anlamışlardı. Onları incitmeden yardım elini uzatacak bir formül geliştirmişlerdi. Ensar’dan bazı kimseler hurmaların toplanma zamanı geldiğinde henüz olgunlaşmamış, ham hurmaları toplayarak Mescid-i Nebevideki

iki direğin arasında bir ipe asardı. Muhacir-i kiramın fakirleri gelir, bu hurmalardan yerlerdi. Böylece ihtiyaç sahibi, fakat iffetli, hayâlı ve ince ruhlu muhacir kardeşlerinin ihtiyaçlarını onları incitmeden yine aynı incelik ve zarafetle gidermiş oluyorlardı. İşte bu pratik formül ilerleyen zamanlarda bu örnek insanların takipçisi, İslam’ın yüzyıllar boyu bayraktarlığını yapma şerefine mazhar olan ceddimiz Osmanlının “alanın da verenin de birbirini tanımadığı bir sadaka metodu” geliştirmesinde ilham kaynağı oldu. Hz. Peygamber Efendimizin (s.a.v.)’in: “Ashabım gökteki yıldızlar gibidir” iltifatına mazhar olan ilk Müslümanlar, gösterdikleri fazilet, erdem ve fedakârlık örnekleriyle insanlığın bir daha asla ulaşamayacağı bir medeniyetin ilk temsilcileriydi…

Dedelerimiz bu faziletli ve ince ruhlu insanlardan aldığı ilham ile iffet ve utancından dolayı fakirliğini gizleyenler, onur ve vakarından dolayı ihtiyaçlarını kimseye açamayanlar için, eşine tarihte rastlanmayan, gayet zarif bir yardım yolu geliştirdi. Bunun adı “Sadaka Taşları”dır. Ceddimiz, iyilik yapmanın en zarif yöntemlerinden biri belki de ilki olan bu yardım şeklini, İstanbul başta olmak üzere, Osmanlının egemen olduğu bütün her yerde yaygınlaştırılarak bir dönem sadaka verecek fakir fukara bırakmayacak kadar müesseseleştirmiştir… Sadaka taşları, İstanbul, Süleymaniye Camii ihata duvarında; Bursa da caminin duvarı içinde; Konya’da Sahip Ata Külliyesi kapısının iki yanında açılmış oyuk şeklinde, Antakya sokaklarında yerden bir buçuk metre yükseklikte duvarda bir çıkıntı şeklinde, Üsküdar İmrahor Camii önünde Bizans döneminden kalan “antik porfir sütun”dan dönüştürülmüş örnekte olduğu gibi farklı ebat ve türde olmakla beraber iki model ön plana çıkmaktadır. Bunlardan birinci tip çoğunlukla beyaz, farklı renkleri de bulunan, silindirik, çoğu Bizans döneminden kalma dönüştürülmüş antik mermer sütunlardır. Selâtin camilerin yakınında bulunanlar daha

ASiYAN DERGiSi YIL:2 SAYI:3 TEMMUZ 2014

infak Medeniyeti Sadaka TaslarI Nidayi Sevim

42Temmuz_2014.indd 42 18.07.2014 06:13:46

Page 43: Kırklareli Aşiyan Dergisi

2

infak Medeniyeti Sadaka TaslarI Nidayi Sevim

sanatlıdır. İkinci tip ise, dikdörtgen şeklinde mermer, granit veya küfeki taşı sütunlardan oluşan sadaka taşlarıdır. Sadaka taşları genellikle sade olmalarının yanında süslemeli olan tiplerine de rastlamak mümkündür. Kastamonu Hz. Pir Şeyh Şaban-ı Veli Kültür Vakfı giriş katında sergilenen geometrik şekillerle oyma tekniğiyle süslenmiş sadaka taşı böyle bir örnektir. Sadaka taşlarının kesin olarak ne zaman uygulamaya koyulduğu hakkında bir bilgi bulunmamakla birlikte Selçuklular döneminde de farklı şekillerde uygulandığı bilinmektedir. Sadaka taşları, Türkmenistan Aşgabat’ta “İhtiyaçgâh” olarak biliniyor. Konya Obruk Gölü’nün kıyısında bulunan Selçuklu Kervansarayı’nın yakınındaki caminin duvarında yer alan niş, halk tarafından “Hayrat deliği” olarak anılmaktadır. Kayseri, Şeyh Yahya Efendi Türbesi ile doğusundaki Ulu Camii’nin müşterek avlusunda bulunan sadaka taşına Yahyalılar “Hacet yeri” demektedirler. Bunların dışında Sadaka taşları, “zekât taşı”, “zekât kuyusu”, “ihsan kapısı” , “fukara taşı” gibi isimlerle de anılmaktadır. Genellikle yere, dikine gömülmüşlerdir. Çoğunlukla çeşme, cami, tekke gibi yerlerde yapıların bitişişinde olmakla beraber, yapılardan müstakil olarak bulunanları da vardır. Yerden yükseklikleri 100 ile 200 cm. arasında değişmektedir. Fakat çevrelerinde uzun yılların getirdiği zemin dolgusu ve aşınmalar sebebiyle bu yükseklikler değişmektedir. Genişlikleri ise 30 cm ile 70 cm arasında değişmektedir. Bu taşların tepesinde daire veya kare şeklinde 5 ile 20 cm arası oyuklar bulunur. Bazı taşların bazılarında zamanla oluşan tahribatlar sebebiyle sadaka konulan oyuklar tamamen yok olmuştur. Yardımlar bu oyuklara konulurdu. Gelenler bu oyuklara elini sokar bırakır, alanlar elini sokar alırdı. Kimin alıp kimin verdiği de belli olmazdı. Yüksek taşların önünde uzanabilmek için basamak taşları vardı. Genellikle el-ayak çekildiği saatlerde vereni, alanı bulunan bu sadaka taşlarının, günümüze pek azı ulaşabildiği için sayıları hakkında kesin rakam vermek şuan için mümkün değildir.

Ancak bir zamanlar sadece İstanbul’da 160 adet sadaka taşının bulunduğu bilinmektedir. Orta Asya’dan Balkanlar’a kadar insanlığın en kalabalık olduğu coğrafyada sadaka taşları bulunmaktadır. Tıpkı “Medeniyetimizin Sessiz Tanıkları”; Osmanlı mezar taşları gibi... Belli ki, bu kültür belli bir bölgeye ait değil, itikadi bir iştiyaka ait… Sadaka taşları görülen lüzum ve ihtiyaca göre değişik yerlere dikilmiştir. Bununla beraber daha çok şu mekânlarda bulundukları tespit edilmiştir. Üç beş semtin birleştiği bir köşede; fakir, muhtaç, hasta insanların barındığı yapıların önünde; camilerin, tekkelerin, türbelerin, imarethanelerin, çeşmelerin, köprülerin ve mezarlıkların yakınında bulunmaktaydı. Sadaka taşlarında yardım iki türlü yapılıyordu. 1 Nakdî: Para yardımı özellikle uçup kaybolmaması için de kâğıt para yerine madeni paralar bırakılarak gerçekleştirilirdi. 2 Aynî: Giyim, kuşam eşyaları ve çeşitli gıda ürünleri bırakmak suretiyle yapılan yardımlardı. Yaşlıların anlattıklarına göre buradaki enteresanlık fakir ve muhtaçların taşta birikenlerden sadece ihtiyacı kadarını alarak, diğerlerini başka ihtiyaç sahiplerine bırakmaya özen göstermeleridir. Bu kanaat ve diğergamlık her türlü takdirin üzerindedir. Yardımda bulunabilmek için genellikle gece karanlığında veya kimselerin olmadığı dönemlerde, hali vakti yerinde olanlar ihtiyaç sahipleri için sadakalarını bu taşların tepesindeki çukurlara bırakırlardı. Burada bir hususu açıklamakta yarar var. Sadaka taşlarına zannedildiği gibi zenginler keseler dolusu altın bırakmıyordu. Orta halli bir mümin veya kendi yağıyla kavrulan fakir bir mümin kendisinden daha fakir kardeşleri için sadaka bırakıyordu. Mesele bol keseden dağıtmak değil; yarım ekmek bile olsa onu kardeşi ile paylaşma erdemi asaletidir... Bir insan sadaka vermekle hayır yapıyordu fakat kime iyilik yaptığını da bilmiyordu. Hangi din, dil, ırk ve meşrepten olursa olsun, sosyal konumu ne olursa olsun hiç fark etmezdi. Yardım karşısında ezilen iki

ASiYAN DERGiSi YIL:2 SAYI:3 TEMMUZ 2014

infak Medeniyeti Sadaka TaslarI Nidayi Sevim

43Temmuz_2014.indd 43 18.07.2014 06:13:47

Page 44: Kırklareli Aşiyan Dergisi

1

büklüm olan insanlar olmuyordu. Derdini kimseye açamayan hakiki bir fakir, ihtiyacı olunca oraya geliyor yine kimseye halini açmadan oradaki paranın ihtiyacı kadarını alıyordu. Ne kadar ihtiyacı varsa o kadar... 17.yüzyıl İstanbul’unu anlatan bir Fransız gezgin, üzerinde para bulunan bir sadaka taşını tam bir hafta boyunca gözetlediğini, ancak oradan sadaka almaya gelen kimseyi göremediğini yazmaktadır. Çünkü Osmanlı insanı biliyordu ki, kendisi gibi ihtiyacı olan başka insanlar da var. Bu sadakayı verenin de meçhul olması sebebiyle kimsenin karşısında yüzsuyu dökme ve ezilme durumu da olmuyor ve duasını da tanımadığı, bilmediği bir insana gönderiyordu. İşte evrensel iyilik budur... Ceddimiz bu zarif yardım şeklini, bir dönem sadaka verecek fakir fukara bırakmayacak kadar yaygınlaştırmıştır. Sadaka taşları bütün Osmanlı coğrafyasında geçtiğimiz yüzyıla kadar bu asil ve onurlu görevlerini yerine getirmiş, bugün fonksiyonelliğini kaybetseler de günümüze kadar ulaşmayı başaranları milletimizin sevgi ve asalet taşları olarak hala dimdik ayaktalar. Bize erdemli insan olma yolunda ilham vererek ışık saçmaya devam ediyorlar. Sadaka taşları, ceddimiz Osmanlı’nın kaybolmaya yüz tutmuş şeref belgeleri, onur abideleridir. Yardımı sayarak değil, saçarak yapan dedelerimizin iyilik düşüncesinin taşa işlenmiş fazilet abideleridir. Bir anlamda çağının işsizlik sigortası fonksiyonunu icra eden böylesine ulvî bir sistemi geliştirmek nazarını almaya değil, vermeye odaklayan yüce gönüllü, nitelikli insanlarla gerçekleştirilebilecek bir güzelliktir.Bir medeniyetin ihtişamı, derinliği ve fazileti göklere yükselen devasa binaları veya kişi başına düşen yüz binlerce dolarlık milli geliri ile ölçülemez. Bir yanda fakir halkın, diğer yanda trilyonları olanların bulunduğu millet, pek talihsiz bir millettir. Sadaka taşları olanca mütevazılığıyla büyük bir medeniyetin ihtişamını yansıtmaktadır... Sadaka taşlarının isimleri, şekilleri değişmiş olabilir fakat “Sağ elin verdiğini sol el görmeyecek” anlayışı hiçbir

şekilde değişmemiştir. O ruh günümüzde de yaşamaktadır. Dün sadaka taşlarının yaptığını bugün yüzlerce vakıf ve dernek daha geniş bir şekilde yapmaktadır. Hatta bu dernekler ve vakıflar yurt içindeki insanımıza götürdükleri hizmetlerin yanı sıra dünyanın birçok yerinde mağdur, mazlum ve muhtaç durumda bulunan insanlara, hayatlarını bu hizmetlere adamış gönül erleri tarafından her türlü yardım bin bir güçlükle ulaştırılmaktadır. Adapazarı depreminde, Bosna savaşında, Irak’ın işgalinde, Endonezya depreminde, Haiti depreminde son olarak Gazze ablukasında, Arakan’da ve yanı başımızdaki Suriye sınırında bu dayanışmanın en güzel örneklerini müşahede ettik. Bugün ne işe yaradığı, kimler tarafından ne zaman dikildiği hususunda hiçbir bilgimiz bulunmayan ve önünden her gün kayıtsızca geçtiğimiz sadaka taşları, meğer “taş” değil, sıcak aş, ihtiyaçgâh, acil çıkış kapısı, can simidi gibiymiş... Ve onlar bize, lisan-ı hal ile adaleti, barışı, sevgiyi, paylaşımı, iffeti, onuru, fazileti kısacası “insan” olmayı hatırlatıyor. Hem de ciltler dolusu kitabın anlatamadığı, anlatamayacağı kadar…SADAKA TAŞLARIKarbeyaz sütunların tepeleri oyuktu,Alanı gayet az vereni oldukça çoktu.Hali vakti olan bırakırdı akçasını, Olmayan bölüşürdü kalan son lokmasını.

O’na uzanan “ihtiyacı kadar” alırdı,Geriye kalanın payını da ayırırdı. Cami, türbe, çeşme, imarethane yanında,Fakir fukaranın sırdaşıydı zor anında.

Veren sormaz kimedir? Alan bilmez kimdendir?Bu zarafet hangi düşüncenin eseridir?Sağ elin verdiğini sol elin bilmemeli,Medeniyetimizin düsturudur ezeli.

Bir zamanların samimi, sıcak sofraları,Ne arayanları kalmış ne de soranları.Asil ecdadımızın medar-ı iftiharı,Fazilet abideleri sadaka taşları…

Nidayi Sevim11 Ekim 2010 Eyüpsultan

ASiYAN DERGiSi YIL:2 SAYI:3 TEMMUZ 2014

infak Medeniyeti Sadaka TaslarI Nidayi Sevim

44Temmuz_2014.indd 44 18.07.2014 06:13:48

Page 45: Kırklareli Aşiyan Dergisi

2

infak Medeniyeti Sadaka TaslarI Nidayi Sevim

Temmuz_2014.indd 45 18.07.2014 06:13:52

Page 46: Kırklareli Aşiyan Dergisi

1 ASiYAN DERGiSi YIL:2 SAYI:3 TEMMUZ 2014

KADiR GECESiNiN KADRiNi BiLMEYE DAVET

Prof.Dr.Kadir ÖZKÖSE*

Kadir gecesi Muhammed ümmeti için büyük bir müjde ve mükemmel bir mükafattır. Nebevî dille bu müjde şöyle dile getirilmektedir: “Her kim, kadir gecesini faziletine inanarak ve alacağı sevabı Allah’tan ümit ederek ibadet ve itaat ile geçirirse geçmiş günahları bağışlanır.”1 Kadir Gecesi, Rabbin, ümmet-i Muhammed’e sonsuz merhametinden saçtığı müstesnâ bir lutuf gecesidir. Bu gece, nice mânevî hazîneler bahşedilmektedir. Bu gecenin ihtişam ve azametine binâen hakkında müstakil bir sûre nâzil olmuştur. Allah kullarının hatasız ve kusursuz olmalarını değil, günahlarından tövbe etmelerini ister. Çünkü hatasız kul olmaz. Hata ve günahtan hâli olmayan insanlara, mübarek gün ve geceleri ihsan etmiştir. Kadir gecesinin ulviyeti, kutsiyeti hakkında başlı başına bir sûre bulunmaktadır: Kadir sûresi. Ayrıca Duhan sûresi 1. ve 6. âyetleri ile Bakara sûresinin 185. âyetinde Kur’an’ın o gecede indirildiğinden bahsedilmektedir. Kadir suresinde Rabbimiz bizlere işte şu müjdeleri vermektedir:“Doğrusu biz O’nu, Kadir gecesinde indirdik. Kadir gecesinin ne olduğunu bilir misin sen? Kadir gecesi, bin aydan daha hayırlıdır. Melekler ve ruh, o gece Rablerinin izniyle (o yıl takdir edilmiş olan her iş için) iner de iner. O, tan yeri ağarıncaya kadar bir selamettir, bir esenliktir.” Kadir Gecesi, Kur’ân-ı Kerîm’in kendisinde indirilmesiyle nurlanmış, Cebrail ve diğer meleklerin iştiraki ile manevi kıymete büründürülmüştür. Müminlere görülmez nûrânîler tarafından selâm verilen bu gece; feyz ve bereket dolu bir lütuf, Allah’ın kullarına bir merhamet gecesi ve Ramazan ayının bir bahar faslıdır.

Kur’an’ın Kadir gecesinde indirildiğine dair Duhan sûresinde de şöyle buyurulmaktadır: “Hâ, mîm. Allahu Teâlâ bi muradi bihi. Apaçık kitaba andolsun ki biz onu mübarek bir gecede indirdik yani, (O’nu, Kur’an’ı). Çünkü biz uyarıcıyız, bir gece ki her hikmetli iş, her emir onda ayırd edilir. Yani katımızdan her emir o gecede verilir. Çünkü biz elçi göndericiyiz.”Bakara sûresi 185. âyetinde de Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır: “Ramazan ayı ki, insanlara yol gösterici hidayeti, doğruyu ve yanlışı birbirinden ayırt edip, açıklayıcı olarak Kur’an, o ayda indirilmiştir.” Kadir gecesi, hüküm, kaza, takdir, şeref ve azimet gecesi anlamına gelir. O gecede itaat ve ibadet ile Allah’a yaklaşanların değeri ve şerefi fazla olur. O gecedeki itaatin kadri çok, şerefi fazla olur. “Kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır.” ifadesi de buna delalet eder. Her hikmetli işin ayırt edildiği gecedir. Bu geceye Kadir gecesi denilmesinin hikmeti şöyle izah edilmektedir: “O gecede kadri büyük bir kitabın, kadri büyük meleğin diliyle, kadri büyük peygambere ve ümmetine indirilmiş olmasındandır. Belki de Cenab-ı Hakk’ın kadr kelimesini bu sûrede üç defa zikretmesinin sebebi de budur.” Ebu Bekir el Verrâk (ö. 320/932) bu gerçeği şöyle ifade etmektedir:“Cenâb-ı Hakk (cc), dokuz şeyi dokuz şeyde gizlemiştir:1. İbadetlerde rızasını gizlemiştir ki; bütün ibadetlere rağbet edilsin. Yani sadece bir tek ibadetin üzerinde yoğunlaşılmasın2. İsyanlarda da gazabını gizlemiştir ki; bütün günahlardan kaçınılsın.

*Tokat Gaziosmanpaşa Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi

46Temmuz_2014.indd 46 18.07.2014 06:13:52

Page 47: Kırklareli Aşiyan Dergisi

2

*Tokat Gaziosmanpaşa Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi

ASiYAN DERGiSi YIL:2 SAYI:3 TEMMUZ 2014

3. İnsanlar arasında, dostlarını gizlemiştir ki; bütün insanlara saygı gösterilsin.4. Dualar arasında, kabul ettiği duayı gizlemiştir, bütün dualar yapılsın.5. İsimler arasında İsm-i A’zam’ı gizlemiştir ki, bütün isimlere saygı duyulsun.6. Namazlar arasında, orta namazı gizlemiştir, bütün namazlara dikkat edilsin 7. Tövbeler arasında kabul olanı gizlemiştir, sorumlular çokça tövbe etsin8. Canlılar arasında ölüm vaktini gizlemiştir ki, mükellef ölümden korksun9. Kadir gecesini de bütün Ramazan ayında gizlemiştir ki, bütün Ramazan gecelerine saygı duyulsun diye. Kadir sûresinin sebeb-i nüzulü hakkında Ali İbn Urve (r.a.) şu rivayeti nakletmektedir:Bir gün Mescid-i Saadet’te Peygamber Efendimiz, İsrailoğullarından, onların âbid olan zâtlarından, Allah’a seksen yıl ibadet edip bir an dahi isyan etmeyen, isyan etmemiş olan dört kişiden bahsetti. Bunların Eyyüb, Zekeriya, Haskiyal ve Yûşa (a.s.) olduğunu bildirdi. Ashab-ı Kirâm (r.a.) öyle gıpta ettiler ki, hayran kaldılar.Hemen Cebrail (a.s.) geldi:“-İşte ondan daha hayırlısı!..” dedi ve bu sûreyi getirdi, okudu ve devamla:“-Bu, senin ve ümmetinin hayran olduğunuz şeyden daha üstündür.” dedi. Rasulullah ve ashab çok sevindiler. Öyle ki, ashab-ı kiram bu surenin inişinde duydukları sevinci başka hiçbir şeyde duymamışlardı. Kadir gecesinin belirtileri hakkında şu rivayetler bulunmaktadır: “Kadir gecesini Ramazan ayının son on gününün tek gecelerinde arayınız.” “Bir kimse, ramazan ayının yirmi yedinci gecesini sabaha kadar ihya ederse o, benim için ramazan ayının bütün gecelerini ihya edenden daha sevimlidir.”Bir başka rivayet de şöyle gelmektedir:“Melekler o gece sabaha kadar; erkek kadın her müslümana, mü’mine dua ederler. Cebrail (a.s.) o gece her mü’minle mutlaka musafaha eder. Bu musafahanın belirtisi olarak, derisi ürperir; derisinin ürpermesi, kalbinin uyanık olması ve

gözlerinin yaşarmasıdır. Gönül uyanık olur, gözlerden yaş dökülebilir. Aşk ağlatır, dert söyletir insanı.”Bu rivayetlerden neşetledir ki Mehmet Önder, gönlüne seslenir, bu geceyi uyanık geçirmesinde çağrısında bulunur:Konuğum ben bu gece sanaEy can, ey Cânımın cânıEy gül, ey güzeller sultanıN’olur bu gece uyumaGönlümü alıp götürdünCânı da al götür ama,Sakın bu gece uyuma.Sen ey dilber, ey güleç bahçeSen sarhoş gönlümde huzur,Dilimde heceSensiz iki dünya zindan banaYumma gözlerini, durSakın uyuma:Kadir gecemiz bu gece…2 Kadir gecesi vakti kuşanmak, ömrün gidişatını hayra tebdil etmektir. Kadir gecesi uyanış vakti, müminin fasl-ı baharıdır. Kadir gecesinde kulluk kalitesini yeniden sorgulamak zorundadır. Tıpkı Şakîk-i Belhî (ö.194/809) ile öğrencisi Hâtem-i Asamm (ö.237/851) arasında yaşanan şu diyalog gibi: - Benden otuz üç yıldır ders alıyorsun, neler öğrendin bakalım?- Sekiz mesele öğrendim.- Allah Allah, ömrüm seninle geçti, yalnızca sekiz mesele mi öğrendin?- Hocam yalan söyleyemem, evet yalnız bunları öğrendim.- Peki, söyle bakalım, neymiş bunlar?1. İnsanların sevdikleri şeylerin onlarla ancak kabre kadar beraber olduklarını, orada kendilerini yalnız bıraktıklarını gördüm, ben mezara kadar ve ondan sonra benimle olacak güzel şeyleri (amelleri, hayırları, ibadetleri) sevdim.2. Nefsin arzularını kontrol edenlerin cennete gideceklerini bildiren âyeti okuyunca olanca gayretimi bu noktada topladım, sonunda nefsim Allah’a itaatte karar kıldı.3. İnsanların değer verdikleri şeylerini kaldırıp koruduklarını gördüm, “Sizdekiler bitip tükenir, Allah katında olanlar ise kalıcıdır”

Kadir Gecesinin Kadrini Bilmeye Davet Kadir Özköse

47

Temmuz_2014.indd 47 18.07.2014 06:13:53

Page 48: Kırklareli Aşiyan Dergisi

1 ASiYAN DERGiSi YIL:2 SAYI:3 TEMMUZ 2014

mealindeki âyeti okuyunca en kıymetli varlıklarımı Allah’a yönelttim, O’nun rızasına tahsis ettim. 4. İnsanların servet, mevki, soy sop ile değer kazanmaya çalıştıklarını gördüm, halbuki Allah Teâlâ kendi katında en değerli olanın en fazla sakınan (takvâ içinde yaşayan, güzel ahlak sahibi olan) kimse olduğunu bildirmişti, ben de değeri takvâda aramaya ve bulmaya yöneldim. 5. İnsanların birbirine karşı çeşitli kötü davranışlarının temelinde hasedin (çekememezliğin) bulunduğunu tespit ettim; oysa Allah “İnsanların geçimliğini, dünyadan alacağı payı biz bölüştürdük” buyuruyordu; bunu idrak ederek hased derdinden kurtuldum. 6. İnsanların kavgalarının şeytan tarafından kızıştırıldığını fark ettim, Allah’ın buyurduğu üzere şeytanı düşman bildim ve insanlara düşmanlık etmekten kurtuldum. 7. Halkın rızık peşinde koşarken bazen zillete ve harama düştüklerini gördüm, halbuki Allah, yeryüzündeki bütün canlıların rızkını vereceğini vaad etmişti, “ben de bu canlılardan

biriyim” diyerek rahatladım, rızık kaygısı ile yanlış yollara sapmadım. 8. Gördüm ki insanlar yaratılmışlara dayanıyor, onlara güveniyorlar; Allah ise “kendine dayanıp güvenenlere yeter olduğunu” bildiriyor, ben de O’na güvendim, O’na dayandım, O bana yeter. -Allah seni yolunda başarılı ve daim kılsın. Ben bütün dinlerin bilgisini elde etmeye çalıştım ve gördüm ki bütün dindarlık ve iyilikler bu sekiz temelin üzerinde kurulmuştur.3 Kadir gecesinde kazanılacak bu kıvam tüm seneye yayılmalıdır. Peygamber Efendimiz kulun ramazandaki ibadetlerinin, Allah indinde makbul olmasının alâmetini; kulun hüsn-i hâlinin Ramazan’dan sonra da bozulmadan devam etmesinde bağlamaktadır. Eğer kul Ramazandan sonra gene iyi Müslüman ise, gene ibadet ve itaatlerine aynı titizlikle, aynı zevk ve şevkle devam edebiliyorsa; demek ki ibadetleri kabul olmuş, demek ki manevî maya tutmuş, fidan toprağa kök salmış, kurumamış, yaşıyor; demek ki yapraklanacak, çiçeklenecek, meyve verecektir.

Kadir Gecesinin Kadrini Bilmeye Davet Kadir Özköse

48Temmuz_2014.indd 48 18.07.2014 06:13:54

Page 49: Kırklareli Aşiyan Dergisi

2ASiYAN DERGiSi YIL:2 SAYI:3 TEMMUZ 2014

Kadir gecesi imanın güçlenmesi, inancın yapılanması, aşkın kuşanılması, duanın Arş’a yükselmesidir. Sezai Karakoç’un ifadesiyle kolay iman inkara dönüşebilir ama çile çekilerek erişilen inanç, inkarların fırtınasına dayanıklıdır. Her çağda, şartlar ne kadar ağır ve umutsuz olursa olsun inananlar için bir Nuh’un Gemisi vardır.4 Müminin görevi, Amentü’yü bir ilaç prospektüsü gibi ezberlemek değil, acı gibi de gelse ilacı içer gibi onu ruhuna geçirmesi, onunla ruhunu özdeşleştirmesidir, ruhunu Amentüleştirmesidir.5 Kadir gecesi bizlere iman kıvamı kadar helal-haram çizgisine riayette hassassiyet de kazandırmalıdır. Zira fikren karşı olduğumuz kötülüklere fiilen de karşı olduğumuzu göstermedikçe kötülüklerden kendimizi sıyıramayız!6 Kadir gecesinde kullukta kaliteyi yakalamayı öngören Hâlidiyye tarikatının pîri Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî kardeşi Mahmud’a yazdığı mektubunda riayet edilmesi gereken kulluk hassasiyetini şöyle dile getirmektedir:1. Gıybeti yapsalar dahi sen kimsenin gıybetini yapma2. Şeriatın alınmasını helal kıldığını al ve onu hayır yollarda harca3. Mümin kardeşlerin muhtaç durumdayken gereksiz harcama yapma4. Hiç kimseyi hakir görme, nefsinin başkasında üstün olduğunu düşünme, kalbî ve bedenî ibadetlerde tüm gücünü sarf et5. Nefsine “hiç bir zaman makbul olacak hayır işlemedim” düşüncesini kabul ettir. Çünkü bedenin ruhu niyettir6. Şeytanın akıllarıyla oynadığı kimseler gibi Allah’ın fazlına güvenerek ibadetleri terk etme7. Zikr-i kalbî ile murakebeye devam et. Yolda yürürken dahi ondan ayrılma. Ulu saadetin rûhâniyetine sığın8. Hüküm sâhibi hiçbir emirin işine girme.

DİPNOTLAR1. Ahmed Zıyauddin Gümüşhanevî, Ramuz El-Ehadis (Hadisler Deryası), trc. Abdülaziz Bekkîne, haz. Lütfi Doğan - M.Cevad Akşit, Milsan Basın Sanayi, İstanbul 1982, hadis no: 5443.2. Mehmet Önder, Mevlâna (Hamdım-Pişdim-Yandım), Ajans Türk, ts., s. 55.3. Hayrettin Karaman, “Bayram”, Yeni Şafak Gazetesi, 24 Şubat 2002.4.Sezai Karakoç, Yitik Cennet, Diriliş Yay., 4.bs., s. 25.5. Bedri Mermutlu, “Sistematik Düşünceden Düşünce Sistemine, Gelenekçi Düşünceden Gelenekçi Düşünceye”, Kitap Dergisi, yıl 13, sayı 93, Ocak 1999, s.49.6.Abdülkadir Akgündüz, “Deprem Kıssasından Hisseler”, Eğitim Bilim, yıl. 2, sayı.12, Eylül 1999, s. 40.

Kadir Gecesinin Kadrini Bilmeye Davet Kadir Özköse

49Temmuz_2014.indd 49 18.07.2014 06:13:56

Page 50: Kırklareli Aşiyan Dergisi

1 ASiYAN DERGiSi YIL:2 SAYI:3 TEMMUZ 2014

ENDÜLÜS'Ü OKUMAK

Varoluş ve yok oluşları ile tarihe altın harflerle geçmiş medeniyetleri, kültürleri veya milletleri tanıyabilmek için onlara ait yazılı ve görsel unsurları okumak ne kadar önemli ise o medeniyetlerin neşvü neva bulduğu coğrafyaları, yerinde ve doğru okumak da aynı öneme sahiptir. Özellikle İslam medeniyeti açısından dünyada birçok örneğine rastladığımız kültürel mirasımızın birer parçası olan bu coğrafyaları dolaşmak, bizim için ayrı bir öneme haizdir. Bu anlayışı önemseyenlerin, batıda özellikle Avrupa’da İslam medeniyetinin izlerini yerinde görmek isteyenlerin ilk tercihi, 800 yıl Güney Avrupa’da İber Yarımadasında varlığını sürdürebilmiş Endülüs coğrafyası olmalıdır mutlaka. Yaklaşık 5 asır önce haritadan silinen, hazin bir şekilde kaybedilmiş bir coğrafyadan miras kalan eserleri yerinde görmek ve gözlemleme yapabilmek, en doğru okuma olacaktır. Endülüs’ün 711 yılında fethi, Emevi Halifesi 1.Velid’in emrindeki Kuzey Afrika genel valisi Musa Bin Nusayrin ve muzaffer komutanlarından Tarık Bin Ziyad’ın gemileri yaktığı, yürekleri ferahlattığı İslami bir fetihtir. Bugün hala kullanıyor olduğumuz “Gemileri Yakmak” deyimi 1300 yıl öncesine dayanan bu fetih hareketinden kalmadır. Fetih öncesi dönemlerde İspanyol topraklarında yaşayan Vizgotlar ile Papazların güdümündeki Hıristiyan haçlı zihniyetinden-zulmünden bölge halkı bıkmıştır. Fitnenin yeryüzünden kaldırılması uğruna düzenlenen fetih hareketi ile bölge insanı; insani ve vicdani hürriyetlerine kavuşacaklarını, sosyo ekonomik refaha ulaşmalarının mümkün olabileceğini Müslümanlarla olan çeşitli münasebetler nedeni ile bilmektedirler. İslam’ın yeryüzünde adaleti tesis ettiğini bilen

bölge halkı adeta fethin kolaylaştırılması için gayret sarf etmiştir diyebiliriz. Dolayısı ile sayıca Hıristiyan ordularından az olmasına rağmen Cebeli Tarık boğazından İspanya topraklarına çıkartma yapan İslam Orduları, haçlı ordularını güney Fransa’ya kadar püskürterek İspanya topraklarını ve gönülleri kısa zamanda fethetmeyi başarmışlardır. Endülüs’te Müslümanlar; 711-1492 tarihleri arasında 780 yıl boyunca İber yarımadasında hüküm sürmüş, bu dönemde tüm Avrupa’yı ilim ve medeniyet ile tanıştırarak Rönesans hareketinin başlamasına öncülük etmişlerdir. Özellikle Endülüs Bölgesinin önemli üç şehri, Granda,Cordoba ve Sevilla; Endülüs İslam medeniyetinin izlerini günümüze kadar taşıyabilmişlerdir. Granada Nazif Gürdoğan; Granada için şöyle bir tespitte bulunur: “Gıranada’nın en eski mahallelerinden biri olan El Beyazin mahallesinde dolaşırken kendinizi Bursa’da ya da Cidde’de bir Müslüman mahallede sanırsınız.” Gerçekten Avrupa’nın bazı ülkelerinde dolaşırken yabancılık hissetmemize rağmen Endülüs sanki ruhumuzda iz bırakmış bizden bir parça gibi gelir.

Ercan BABACAN

50Temmuz_2014.indd 50 18.07.2014 06:13:57

Page 51: Kırklareli Aşiyan Dergisi

2ASiYAN DERGiSi YIL:2 SAYI:3 TEMMUZ 2014

Endülüs sokaklarında veya meydanlarında kendimizden izlere rastladıkça sanki bir hatıramız canlanacakmış gibi olur. Gırnata’yı, bir kere görüldükten sonra sürekli hatırlanacak şehir olarak nitelendiren Yahya Kemal belki de aynı hissiyatı bir adım öne götürenlerdendi. İspanya’nın özellikle Endülüs bölgesinin neresine giderseniz gidin, en güzel eserlerin Müslümanların döneminde yapılmış olduğunu görürsünüz. Müslüman egemenliğinin son bulmasından sonra meşhur olan “Quien tiene moro tiene oro’’ yani “kimin bir mağriplisi var onun altını vardır’’ sözü; bilgileri, becerileri, teknikleri ve çalışkanlıklarıyla Endülüslü Müslümanların Hıristiyanlardan kat kat üretken olduklarını en iyi şekilde vurgulamaktadır. Gıranada’da bulunan Elhamra Sarayı; nefes kesen güzelliği ile İslam medeniyetinin adeta bölgeye kazınmış mührü gibi binlerce yıl sonra bile hala parıldamaktadır. Su ve bahçe kültürünün en nadide örnekleri ile güneşin duvarlarında kırmızının en güzel tonu ile buluştuğu Elhamra Sarayı, gerçekten görülmeye değer kültür varlıklarından biridir. Unesco’nun kültür varlıkları listesine aldığı bu ihtişamlı eser dünyanın 7 harikası yarışmalarına sürekli aday gösterilmektedir. Ayrıca onca savaşa, istilaya ve iktidar mücadelelerine rağmen sarayın duvarlarına işlenmiş “Allah’dan başka galip yoktur” sözü de tüm zenginliğe veya acizliğe karşın sürekli hatırlanası bir düstur olarak yüzyıllardır önemli bir ikaz olarak Elhamra’da karşımıza çıkmakta ve zihinlerde silinmez yer edinmektedir.

Sırtını Sierre Nevada dağlarına dayamış Elhamra sarayı, tarihin derinliklerinden İslam medeniyeti ve Müslüman kimliği ile geçmişin izlerini taşıdığı gibi günümüz Endülüs’ünde ise aynı samimiyete eş değer ancak daha dar bir alanda Es Sufi Cami diye de bilinen Mezquita de Granada ( Granada Camii ); El Beyazin Tepesindeki Müslüman mahallesinde aynı izleri sürdürmenin çabasında sanki… İskoç asıllı Müslüman düşünür Abdulkadir Es Sufi ( İan Dallas )’ın gayretleri ile 1993 yılında yıkılmış bir kilise iken satın alınarak dönüştürülen camii, Endülüs’te kilise ve katedrallere dönüştürülen camilerin sızılarına bir nebzede olsa varlıkları ile ferahlık vermeye devam etmektedir. Endülüs Medeniyetinin son toprağı olarak da bilinen Granada’da dolaşırken Müslümanların güçlerini kaybederek fitne ateşi ile kavruldukları ve ihtişamlı devletlerinin son bulmasının hüznünü yaşayabilirsiniz. Yine sokaklarda hatta binalarda zorla Hıristiyanlaştırma ve sürgünlerle yapılan zulümlerin çığlıklarını hissedebilirsiniz. Granada’da bir binanın açık kapısını görseniz aklınıza zorla vaftiz edilen Müslümanların kontrolü için koyulan kurallardan evlerin kapılarının açık bulunarak yaşamaları aklınıza gelir de bu ve benzeri zulümden insanlık adına utanç duyabilirsiniz. Her şeye rağmen Endülüs; tarihe ve bizlere muhteşem ibret alınabilecek bir miras bırakabilmiştir, tıpkı Amerikalı yazar Washington Irwing’in dediği gibi: “Bir Hıristiyan toprağının bağrındaki Müslüman sarayı; Batı’nın gotik binaları arasındaki Şark âbidesi; fetheden, yöneten ve yok olup giden yiğit, zekî ve seçkin bir halkın zarîf kalıntısı Elhamrâ…” Cordoba Romalılar döneminde kurulan Cordoba, Guadalquivir (Vadi ul Kebir – Büyük Vadi) nehri üzerindeki stratejik yeri sebebi ile ticaretinin merkezi olmuştur. Roma Köprüsü olarak da bilenen ve şehrin simgelerinden olan El Puento Romano da adından anlaşılacağı gibi Romalılar devrinde inşa edilmiştir. Cordoba’yı asıl önemli kılan uzun zaman Endülüs Emevi devletinin egemenliğinde kalmasıdır.

Endülüs'ü Okumak Ercan Babacan

51Temmuz_2014.indd 51 18.07.2014 06:13:59

Page 52: Kırklareli Aşiyan Dergisi

1 ASiYAN DERGiSi YIL:2 SAYI:3 TEMMUZ 2014

den fetih hamlesi ile ele geçirdikleri tüm şehirlerdeki İslami eserlere karşı kendi kültürleri ve inançlarına ait eserler oluşturma hırsları Cordoba Mescidinde de gördüğümüz gibi nadide eserlere karşın kondurulmuş soğuk izler gibi her yerde karşımıza çıkmaktadır. La Mezquita ( Cordoba Camii)’yı dolaşırken veya camii etrafındaki mahalleri arşınlarken her daim ders veren bir İslam âlimine veya ilim tahsili için kitapları elinde talebelere rastlayacakmış gibi bir his kaplar içinizi. İbn-i Rüşd’ün, İbn-i Haldun’un, İbn-i Bacce’nin, İbn-i Arabi’nin ve İbn-i Tüfeyli’nin yaşadığı, ilim ve irfan yaydığı topraklarda dolaşırken hem İslam dünyasına hem de Avrupa kıtasına nasıl bir miras bırakarak tüm toplumların kalkınmasına katkı sağladıklarını hatırlayarak gurur duyabilirsiniz. Ve fakat aynı zamanda İspanyanın yeniden Hıristiyanlaştırma sürecinde yakılan çok değerli kitapların, katledilen ilim adamlarının, kaybedilen kültür ve medeniyetin de yüreklerde bıraktığı acıyı da hissedebilmeniz mümkün. Bu anlamda Cordoba’da İslam Medeniyetinin seviyesini anlatabilmek ve şehri ziyaret edenlere aktarabilmek için vakıf kurarak (Roger Garaudy Foundation) Roma köprüsünün hemen başındaki kuleyi İspanya kültür bakanlığı izni ile düzenleyen Ünlü Fransız asıllı İslam düşünürü Garaudy’in Torre de la Calahorra adlı İslam eserleri müzesi; görülmeye değer mekânlardan biridir. Yıkılan

Endülüs'ü Okumak Ercan Babacan

Endülüs Emevi Devleti hâkimiyeti sırasında Cordoba’da Müslüman, Hıristiyan ve Yahudiler dostça yaşayarak bu şehirden önemli bilim adamı, filozof ve sanatçılar yetiştirerek İber yarımadasının ve Avrupa’nın bilim ve sanat merkezi haline gelmiştir. Uzun zaman halifeliğin de merkezi olan Cordoba, Avrupa’daki ilk üniversiteye ve ilk şehir aydınlatma sistemine sahip olması ile ünlüdür. Her dine inanç özgürlüğü tanıyan ve özgürce beraber yaşaması için bir ortam oluşturan Mağribiler (Emeviler) fetihten sonra devrim sayılabilecek bir sosyal sistem oluşturdular. Özel tarzlarda düzenlenen saraylar ve yapılan icatlar ile bilim ve sanatın zirvesine çıktılar. Endülüslü Müslüman âlimlerin yazdığı birçok kitap Latinceye çevrildi ve bu sayede matematik, kimya, fizik, mimarlık ve felsefe ile ilgili kitaplar Avrupa’ya yayıldı. Tarih araştırmacılarının birçoğu Rönesans’ın temelini Endülüs Medeniyetinin attığına dair hem fikir. Ayrıca günümüzde önemli yeri olan kağıt, ipek, barut, ve pusula gibi icatlar da tüccar Müslüman Araplar tarafından dünyaya yayıldı. Endülüs Bölgesine yapılacak gezilerde mutlaka görülmesi gereken ve UNESCO’nun 1984 yılında Dünya Kültür Mirasına aldığı Cordoba şehri, eski çağlarda dünyanın en büyük camisi olan ve günümüzde de 3.büyük cami/kilisesi olan muhteşem La Mezquita’ya ev sahipliği yapar. Cordoba’da bulunan 600 camiden ayakta kalabilen tek cami olan Cordoba Cami, 26 bin metrekarelik bir alana yayılmış olup, yapımına 786 yılında başlanmış ve 200 yılda tamamlanabilmiştir. Cordoba; 1236 yılında Hristiyanların eline geçtiğinde camiinin büyük bir kısmı kiliseye çevrilmiştir. Yapı 16. Yüzyılda V.Carlos tarafından camiyi ortadan iki bölmek sureti ile katedrale dönüştürülmüştür. İslam mimarisinin gelmiş geçmiş en muhteşem eserlerinden biri olan Cordoba camii’nin maalesef ortasına katedral yerleştirmek maksadı ile yaklaşık 150 sütun yıkılmış camiye ait 19 kapıdan 15’i şapele dönüştürülmüş ve mistik ortam bozulmuştur. Hristiyanların yeni

52

Temmuz_2014.indd 52 18.07.2014 06:14:01

Page 53: Kırklareli Aşiyan Dergisi

2ASiYAN DERGiSi YIL:2 SAYI:3 TEMMUZ 2014

eserler, yakılan kitaplar bir medeniyetin barbarca yok edilmeye çalışılmasından öte değildir. Avrupalı ünlü fizikçi Pierre Curie’nin yakılan kitaplar ile ilgili tespiti insanlık adına nelerin kaybedildiğini açıkça ortaya koymaktadır: “Müslüman Endülüs’ten bize 30 kitap kaldı, atomu parçalayabildik. Şayet yakılan bir milyon kitabın yarısı kalsaydı çoktan uzayda galaksiler arasında geziyor olacaktık.”SevillaEndülüs özerk bölgesinin başkenti, İspanya’nın 4.büyük şehri Sevilla; geleneksel mimari yapısını modern şehircilik ile bütünleştirmiş geçmişte çeşitli kültür ve dinlerin bir arada yaşadığı Avrupa’nın suriçi bölgesi en geniş şehirlerinden biridir.

Sevilla’da bu gün koruma altına alınmış turizm öncelikli bölgelerinde dolaşırken bazen Arap mimarisi ile tasarlanmış cumbalı evlerdeki Müslüman yaşam kültürüne, bazen Santa Cruz mahallesindeki duvarları saksılar ile süslenmiş Yahudi evlerinin estetiğine, bazen de demir doğramalı pencerelerinin sağına veya soluna yerleştirilmiş azizlerin ikonları ile Hıristiyan evlerinin sakince karşılamalarını hissedebilirsiniz. Ancak tarihi bölgede hissedebildiğimiz bir arada yaşam kültürünün inceliklerini, yaşanan tarihin derinliklerinde her zaman hissedemiyoruz maalesef. Bugün Sevilla’da bulunan Avrupa’nın en büyük Cadetrallerinden biri olan Santa Maria Catedrali; yıkılan bir medeniyetin kültürel

Endülüs'ü Okumak Ercan Babacan

53

Temmuz_2014.indd 53 18.07.2014 06:14:03

Page 54: Kırklareli Aşiyan Dergisi

1 ASiYAN DERGiSi YIL:2 SAYI:3 TEMMUZ 2014

Endülüs'ü Okumak Ercan Babacan

mirası üzerine kurulmuş muhteşem abide gibi görünse de kimi için kaybedilmiş bir mirasın acısı, kimi için yeniden fethedilmiş, dinsel zaferin gurur verici sevinci olmuş. Bir medeniyetin çöküşü ile tarihe bıraktığı izler maalesef silinmeye çalışılmış. Sevilla’nın görmeye değer kültür varlıklarından sayılan Santa Maria Katedrali’nin yıkılan İslam medeniyetinin kalıntıları üzerine inşa edildiğini duvarlarındaki at nalı şeklindeki revaklardan ve hemen yanı başında bulunan bugün Giralda kulesi olarak adlandırılan minareden anlamak mümkündür. İspanyolların Giral’da kulesi dedikleri minare (İşbiliyye Cami Minaresi), yüzyıllarca İslam medeniyetine ev sahipliği yapmış kente bırakılmış tevhidi simgedir aslında. Örneğine dünyada çok az sayıda rastlanan Arap mimari tarzına sahip kare tip kule 98 metre yükseklikte olup yarıçapı 12.5 metredir. 35 kattan oluşan kule-minare’ye müezzinler atlarla çıkar ve güney Avrupa coğrafyasında Allah’ın birliğini seslenerek insanları kurtuluşa çağırırlardı. Hıristiyan egemenliği sırasında Sevilla’da yaptırılan İspanyol Meydanı, geniş alana yayıl

mış yüzlerce sütun arasından, yıkılan yakılan Cordoba ilim merkezine nazire gibi Üniversite binası ve kültür sanat merkezi olarak karşımıza çıkmaktadır. Sevilla kentinde Endülüs medeniyetine ait günümüze kadar ulaşan çok fazla tarihi eser bulunmamaktadır. Birçok tarihi eser ya yok edilmiş ya da dönüştürülerek asli hüviyetinden mahrum edilmiş ya da asimile edilen yaşam kültürü gibi tarihin derinliklerine gömülmüş. Yok edilen veya dönüştürülen eserlerin yanı sıra müdajer (doğu batı sentezi ) yapıların örneklerini de Sevilla’da görebilmek mümkün. Katolik kralların Endülüs Arap mimarisinden etkilenilerek Endülüslü sanatkâr ve mimarlara yaptırdıkları temeli Endülüslü emirler tarafından atılan El Cazar sarayı, müdajer yapıların belki de en önemlisidir. Sarayın; geniş bahçeleri, botanik zenginliği, su kültürünün zarif örnekleri ile taş işçiliğinin nadide örneklerinden oluşan süslemeleri, Endülüs stilinin en önemli özelliklerini yansıtmaktadır. Atlas Okyanusundan 90 km içerde bulunan iç liman kenti Sevilla; Romalılardan Vizigotlara,

54Temmuz_2014.indd 54 18.07.2014 06:14:06

Page 55: Kırklareli Aşiyan Dergisi

2

Emevilerden İspanyollara birçok krallığa başkentlik yapmıştır. Tarih içindeki en kozmopolitik kentlerden biri olan Sevilla’da kimi zaman geçmişin izleri silinmeye çalışılarak belirli bir kültür ve gelenek yaşatılmaya çalışılmış, kimi zaman da AlCazar sarayının duvarlarında, Kur’an ve İncil’den alıntılarla yapılan tezyinatlarda gördüğümüz gibi bölgeye damgasını vuran kültür ve inançlar yaşatılmaya çalışılmış. Ancak bugün Sevilla’da dolaşırken maalesef korumaya alınmış az sayıdaki tarihi ve kültürel mirasın yanı sıra geçmişin o şanlı izlerini yaşayan toplum arasında görememenin hüznünü de yaşabilmekteyiz. Endülüs’e bir gezi planlamak veya bu geziye fiilen çıkmak aslında Endülüs’ü okumaya başlamak demektir. Endülüs ve Endülüs İslam Medeniyeti denince merakınızı celbeden, cevabını arayan yüzlerce soru veya öğrenmek isteyeceğiniz onlarca konu karşınıza çıkacaktır. Örneklendirmek gerekirse, Doğuda yok olan Emevi hanedanlığının batıda nasıl bir medeniyete imza attığını, Emevi-Abbasi hanedanlığı arasındaki ilişkileri, Endülüs Müslümanlarının Avrupa, Kuzey Afrika ve Orta Doğu ile olan ilişkilerini, Avrupa kıtasındaki bir krallığın fethini, farklı bir toplumda yeni bir medeniyet inşa etmeyi, barış içinde bir arada yaşama kültürünün nasıl geliştirildiğini, Endülüs Medeniyetinin ortaçağdan yeniçağa geçiş sürecindeki katkılarını, İslam dünyasına karşı düzenlenen haçlı seferlerinin nasıl başladığını, Hıristiyanlığın ve kilisenin gerçek yüzlerini, Müslüman toplumların ve idare mekanizmalarının zaaflarını, siyasi ihtiraslarını, dini taassuplarının bedellerini, makam ve mevki uğruna düşman ile nasıl işbirliğine girilerek acziyete düşüldüğünü, iktidarın el değiştirmesi ile nasıl bir kıyımın yaşandığını, insani ve vicdani hak ihlalleri ile bir toplumun nasıl zorla din değiştirilmeye zorlandığını, kin ve nefretin öfkeye dönüşerek zorla gasp ve göç tehdidi ile insanların nasıl sürgün edildiğini, tüm yapılan zulümlere ve kıyımlara karşın ümmetin Endülüslü Müslümanlara ne kadar yardım edebildiğini, Endülüslü Müslümanların Kuzey Afrika savunmalarına katkılarını ve dolayısı ile haçlı

ordularının ilerleyişinin nasıl durdurulduğunu, göçe zorlanan Müslümanların hangi ülkeler tarafından kurtarıldığını, Endülüs’ten günümüze kalan kültürel mirasa nasıl ve ne kadar sahip çıkılabildiğini, Avrupalı İslam ve Avrupa’ya damgasını vuran bir İslami Medeniyeti ne kadar ve nasıl tanıyabildiğimizi gibi soruları ve merak edilen konuları çoğaltabiliriz… Unutulmamalıdır ki Endülüs medeniyeti üzerine aklımıza takılan her soru veya konu, geçmişin derin izlerinin doğru okunmasına ve düşünce ufkumuzun genişlemesine vesile olacaktır. Tarihi olayların ve oluşan kavramların yaşandığı coğrafyayı ziyaret, bir nebze de olsa aynı havayı teneffüs edebilmek şüphesiz Endülüs-İslam medeniyetine olan hayranlığımızı arttıracak ve yaşadığımız dünyaya olan katkılarını bir kez daha hatırlamamıza vesile olacaktır.

ASiYAN DERGiSi YIL:2 SAYI:3 TEMMUZ 2014

Endülüs'ü Okumak Ercan Babacan

55Temmuz_2014.indd 55 18.07.2014 06:14:07

Page 56: Kırklareli Aşiyan Dergisi

1

OSMANLI'DA RAMAZAN

Ramazan-ı Şerîf kamerî (ay esasına dayanan) dokuzuncu ayın adıdır. Mukaddes kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’in bu ayda indirilmeye başlaması ve farz olan oruç ibadetinin bu ayda yapılması sebebiyle Müslümanlar Ramazan-ı Şerîf ’e daha fazla hürmet gösterirler ve bu ayda dinî hususlarda daha dikkatli olurlar. Aynı şekilde ecdadımız Osmanlı zamanında da bu aya büyük ehemmiyet verilmiş, On Bir Ayın Sultanı en iyi şekilde karşılanıp yaşanarak uğurlanmaya gayret gösterilmiştir. Biz de bu yazımızda geçmişe dönüp, eski Ramazanlarda nelerin yapıldığını denizdeki bir damla misali anlatmaya çalışacağız. Bu sayede günümüzle geçmişimizi mukayese etme şansı bulmuş olacağız. Osmanlı’da Ramazan-ı Şerif ’i anlatırken mevzuyu ikiye ayırdık: Osmanlı sarayı ve saray çevresinde yaşanan ile Osmanlı halkının yaşadığı Ramazan ayı.Ramazan Ayı İlan Ediliyor Fıkhî olarak, Ramazan-ı Şerif ’in başlayabilmesi için ayın hilal şeklinde görülmesi şarttır. Bunun için hilal gözlenmeye başlanır. Görüldüğü takdirde bu durum şahitler ve kadı huzurunda “re’ye’l ayn” teyit edilir. Kadı da buna dair bir belge hazırlar ve sadrazam vasıtasıyla padişaha iletirdi. Hilal, Şaban-ı Şerif ’in 29’unda görülürse ertesi gün Ramazan-ı Şerif ilan edilirdi. Hilal görülmezse 30 gün tamamlanır, ondan sonraki günün Ramazan-ı Şerif olduğu halka ilan edilirdi. İstanbul’da hilalin görüldüğü haberi Süleymaniye Camii kandilcilerine haber verilir, buradan diğer minareler de kandillerini yakarlar, aynı şekilde mahalle aralarında çocukların peşine takıldığı davullarla bekçiler

tarafından ertesi günün Ramazan-ı Şerif olduğu ilan edilirdi. Sarayda Ramazan Osmanlı sarayında öteden beri Ramazan ayına büyük ehemmiyet verilir, Ramazan başlamadan önce büyük hazırlıklar yapılırdı. Saray mutfağı olan Matbah-ı Amire’de de hummalı bir çalışma başlayarak mevsimine göre en güzel yemekler hazırlanarak sarayda ikram edilirdi. Ramazan-ı Şerif ’in başladığı sadrazam tarafından padişaha arz edildikten sonra yatsı vakti güzel sesli müezzinler ve hafızlar tayin edilir, salât u selam ve güzel kıraatler eşliğinde teravih namazı kılınır ertesi gün de oruca başlanırdı. Asırlarca Devam Eden Huzur Dersleri Ramazan-ı Şerif ayında padişahların huzurunda yapılan huzur dersleri önemli yer tutardı. Padişahın da hazır bulunduğu bu derslere kısaca “Huzur Dersleri” veya “Huzûr-ı Hümâyûn Dersleri” denilirdi. Huzur dersleri Sultan Üçüncü Mustafa Han devrinden itibaren sistemleştirilmiş ve derslerde müderrisle beş muhatap bulunması usulü getirilmiştir. Daha sonra adet fazlalaşmıştır. Dersler Ramazan-ı Şerif ’in ilk günü başlar ve sekizinci günü sona ererdi. Bu derslerde Kur’ân-ı Kerim’den ayetler okunur ve tefsir edilirdi. Bu sekiz dersin her birine meclis denirdi. Sahasında mütehassıs âlimler, padişahın maiyeti ve devlet ricali ile birlikte büyük yekûn teşkil ederdi. Bu dersler devletin sonuna kadar devam etmiştir.Sultanın Hırka-i Şerif Ziyareti Sarayda yapılan en önemli merasimler

Yrd.Doç.Dr Raşit GÜNDOĞDU*&

Ebul Faruk Önal**

*Kırklareli Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi**Araştırmacı Yazar

ASiYAN DERGiSi YIL:2 SAYI:3 TEMMUZ 2014 56

Temmuz_2014.indd 56 18.07.2014 06:14:07

Page 57: Kırklareli Aşiyan Dergisi

2

*Kırklareli Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi**Araştırmacı Yazar

den biri de Hırka-i Şerif ziyaretiydi. Yavuz Sultan Selim Han’ın Mısır’ı fethiyle İstanbul’a getirilen kutsal emanetler, Topkapı Sarayı’nda Has oda’ya yerleştirilmişti. İçlerinden en mühimi de Hırka-i Şerif ’ti. Ramazan-ı Şerif ’in 15. günü saray erkânı ve sultan, Hırka-i Saadet Dairesi’ni ziyaret ederdi. Bu ziyaretten önce daire, gülsuyuna batırılmış süngerlerle büyük bir itina ve hürmet ile temizlenirdi. Ziyaret günü, hırkanın sarılı olduğu kat kat bohçalar padişahın huzurunda tekbirler eşliğinde açılır ve herkes teşrifat sırası ile ziyaretini yapardı. Bu ziyaret sırasında Hırka-i Saadet’in üzerine, her bir ziyaretçi için daha önceden hazırlanmış destimâl denilen mendil büyüklüğündeki tülbentler konulur ve ziyaretçi bu tülbenti öperdi. Hırka-i Şerif ’e temas etmiş bu destimaller de ziyaretçilere hediye edilirdi. Bu gelenek saltanatın ilgasına kadar devam etmiştir.Konaklarda Devlet Ricalinin İkramları Devlet ricali kendi ikametgâhlarında iftar davetleri verirlerdi. Misafirler iftara kısa bir süre kala konağa gelirler, birkaç dakika kala da kendileri için hazırlanan iftariyelikler gelirdi. Ezanın okunması ile birlikte davetliler iftarını açardı. Ramazan ayı yoksulları gözetip, yardımlaşma, dayanışma ve ikram etme ayıydı. Bu nedenle hali vakti yerinde olan konakların kapısı herkese açık olurdu. Civar halkı gelir ve kendileri için kurulan sofralarda iftarını açardı. Hastalar, yaşlılar da unutulmazdı bu ayda. Çevre muhitlerde fakir fukaralar araştırılır, evlerinden çıkamayanlara yemekler gönderilirdi. Yemekten sonra sıra bülbül sesli hafızlara ve müezzinlere gelirdi. Akşam namazı gibi teravih de cemaatle konakta kılınırdı. Namazdan sonra aşr-ı şerifler okunur, şerbetler ikram edilirdi. Bundan sonra isteyen müsaade alıp ayrılırdı. Padişahların da devlet ricalinin iftarlarına katıldıkları olurdu. Mesela Sultan İkinci Mahmud Han Şeyhülislam Dürrizade’nin iftarına katılmıştır. Aynı şekilde devlet adamları da Ramazan’ın 15’inden sonra, tayin edilen bir günde Babıâli’de iftara giderlerdi. Bu âdet

zamanla teşrifata da girmiştir. Daha sonra bu iftarlar sadrazam konaklarında yapılır olmuştur. Babıâli’deki bu iftardan bir gün sonra da Şeyhülislam’ın konağına gidilirdi. Ramazan-ı Şerif ’in 21. akşamı da padişah sadrazama iftariye kahvaltısı ile yemek yollardı.

Osmanlı Halkının Ramazan Heyecanı Ramazan-ı Şerif ’in yaklaşmasıyla birlikte halkta bir kıpırdanma başlar; evler temizlenir, Ramazanlık gıdalar hazırlanır, iftariyelik zeytin, peynir çeşitleri tedarik edilirdi. Ramazan-ı Şerif ’in ilanı ile birlikte küçük büyük herkes birbirini tebrik ederdi. Bir ay boyunca büyük camilerin bahçesine sergiler kurulurdu. Gün içerisinde sakin olan sokaklar geceleri canlanırdı. Sahurdan sonra sokaklar tekrar tenhalaşırdı. Bu durum Ramazan ayına mahsustu. Diğer aylarda geceleri Osmanlı toplumunu sokakta görmek mümkün değildi; çünkü Osmanlı’da gece alışkanlıkları yoktu. Halk arasında da saray veya konaktakiler kadar olmasa da, iftar ziyafetleri verilir, teravih vakti büyük camilere akın edilirdi. Ramazan-ı Şerif ’in diğer bir özelliği de ay boyunca Kur’ân-ı Kerîm’in baştan sona bir kişi tarafından okunup dinleyenler tarafından takip edilmesi usulüdür ki buna mukabele denir. Peygamber Efendimiz’den (s.a.v.) bu yana yapıla gelen mukabele, Osmanlı halkı tarafından da çok önemsenmiştir. Diğer taraftan teravih namazları her gün 1 cüz okunmak suretiyle hatimli/mukabeleli olarak da kılınırdı ki bu usulle günümüzde de kılınmaktadır.

ASiYAN DERGiSi YIL:2 SAYI:3 TEMMUZ 2014

OsmanlI'da Ramazan Rasid Gündogdu

57Temmuz_2014.indd 57 18.07.2014 06:14:08

Page 58: Kırklareli Aşiyan Dergisi

1

Ramazan-ı Şerif ’te kabir ve türbe ziyaretleri yapılır; özellikle son hafta Ebû Eyyûb el-Ensârî hazretlerinin türbesi ziyaret edilirdi.Ramazan Davulcusu Ramazan ayında sahur vakti halkı oruca kaldırmak için Ramazan davulcuları vardı. Bu davulcular boyunlarına astıkları davulları ile sokak sokak dolaşırlar ve ramazana uygun şiir ve manilerle Müslümanları sahura kaldırırlardı. İşte bu manilerin meşhurlarından bir misal:Besmeleyle çıktım yolaSelam verdim sağa solaA benim devletli efendimRamazan’ın mübarek olaMedrese Talebeleri Cerre Çıkıyor Bu ayda ilim tahsil eden medrese talebeleri Receb-i şeriften itibaren 3 aylık bir izine çıkarlar ve bu zaman zarfında da memleketlerinde veya kendilerine ihtiyaç duyulan herhangi bir yerde camilerde, mescitlerde cemaati irşad ederlerdi. Bu mübarek ay boyunca talebeler cemaate teravih namazı kıldırır, mukabele okur, vaazlar verir, okumayı bilmeyenlere Kur’an-ı Kerîm’i öğretirlerdi. Ramazan-ı Şerif ’in sonunda da halk, aralarında toplamış oldukları para, yiyecek, giyecek gibi hediyeleri talebelere verirdi. Böylece talebeler eksikliklerini tamamlama fırsatı bulurlardı. “Cerre çıkma” denilen bu usul II. Meşrutiyet’ten sonra ortadan kalkmaya başlamıştır.

Ramazan Ayında Çifte Maaş Osmanlı Devleti’nde memur ve askerler başta olmak üzere devlet erkânına, Ramazan-ı Şerif ’te maddî sıkıntı çekmemeleri, daha çok hayır ve hasenatta bulunmaları için hem maaşlarının bir bölümü Ramazan’dan önce veriliyor hem de “Bayramiyye” ya da “Ramazaniyye” adı ile çift maaş tahsis ediliyordu. Sıkıntılı günlerde bile devlet bazı maddî zararları göze alarak “Ramazan’dan evvel çalışanlara maaş verilebilmesi için hazinede mevcut Osmanlı tahvillerinden kâfi miktarının satılması veyahut rehin verilmesi” gibi riskli ekonomik kararlar bile alabilmişti. Bu da mümkün olmazsa, Sultan İkinci Abdülhamid’in çoğu zaman yaptığı gibi, bazı vazifelilerin Ramazaniyyesi bizzat padişah tarafından “ceyb-i hümayundan” Ramazan atiyyesi olarak ödenmişti.Osmanlı Sarayında Bayram Merasimleri Ramazanı Şerif ’in başlangıcı gibi sonunda da, hilalinin görülmesi ve bu hadisenin de şahitler huzurunda teyit edilip, hazırlanan ilamın sadrazam tarafından padişaha arz edilmesi gerekiyordu. Hilalin görülmemesi durumunda Ramazan-ı Şerif 30 gün sayılır ondan sonraki günün bayram olduğu ilan edilirdi. Osmanlı Devleti’nde bayram merasimleri çok büyük ehemmiyet ve itina ile yapılırdı. Bunların başında sarayda icra edilen merasimler gelirdi. Fatih Sultan Mehmed Han tarafından kanun haline getirilen bayramlaşma merasimlerinin belli usûl ve kaideleri vardı. Namazın kılınacağı yerden bayramlaşma merasimine; hediye ve ihsanların dağıtılmasına kadar bu kaideler tespit edilmiştir. Padişah sabah namazını Topkapı Sarayı’nda Hırka-i Saadet Dairesi’nde kıldıktan sonra kapısı önünde kurulan tahta oturur, sonra orada hazır bulunan imam ve hatipler birer aşr-ı şerîf okurlardı. Hazînedarbaşı tarafından bunlara hediye ve câizeleri verilir, ardından mehter çalmaya başlardı. Bu esnada

ASiYAN DERGiSi YIL:2 SAYI:3 TEMMUZ 2014

OsmanlI'da Ramazan Rasid Gündogdu

58Temmuz_2014.indd 58 18.07.2014 06:14:09

Page 59: Kırklareli Aşiyan Dergisi

2

oradakiler “Ve hemîşe bunun emsâli eyyâma erişmek nimeti müyesser ola” diye alkış (dua) tutarlardı. Duacı çavuşlar da hep bir ağızdan duaya başlarlardı. Padişahın bayramını tebrik edecek olanların isimleri önceden tespit edilirdi. Bu kimseler sabah namazından sonra saraya gidip Kubbealtı’nda toplanırlardı. Teşrifâtî Efendi, Silahdar Ağa vasıtasıyla Sünnet Odası’nda oturan padişaha durumu arz ettikten sonra padişah da Arz Odası’ndan çıkıp taht-ı hümâyûn önüne gelir, tahta otururdu. Nakîbüleşraf Efendi ellerini kaldırıp bir dua okuduktan ve etek öptükten sonra huzurdan çıkardı. Enderûn ağaları da yüksek sesle “Aleyke avnullâh” (Hazret-i Allâh’ın yardımı üzerine olsun) derlerdi. Teferruatlı ve uzun bayramlaşma merasiminin ardından Teşrifatçı Efendi, merasimin bittiğini padişaha arz etmesinden sonra padişah ayağa kalkar, sağ koluna kızlar ağası girer, birkaç adım sonra sadrazam onun yerini alır, daha sonra onun da yerini Silahdar Ağa alırdı. Padişah, Has oda’ya geçer ve hazırlığını yaparak bayram namazına giderdi.Bayram Alayı Padişahlar bayram namazını ekseriyetle Ayasofya veya Sultanahmed Camii’nde kılarlardı. Padişah gelip önceden hazırlanmış olan ata binince Kapıcıbaşılar, Çavuşbaşı, Mîrâlem, Çavuşlar ve Rikâb-ı Hümâyûn solakları dışındaki devlet erkânı da atlarına binerek padişaha refakat ederlerdi. Buna “Bayram Alayı” denirdi. Bu alayla saraydan çıkılarak camiye varılırdı. Sipâh ve silâhdâr ağaları önceden camiye varıp Sultanahmed Camii’nin Atmeydanı tarafında selâma dururlardı. Sadrazam da padişahı yer öpmek denilen bir selâmlama ile karşılardı. Bu sırada Dîvân-ı Hümâyûn çavuşları alkış tutarlardı. Alkış bugünkü gibi ellerin çarpılmasıyla değil, “Padişahım çok yaşa”, “Gururlanma padişahım senden büyük Allah var”, “Ömrünüz uzun olsun” gibi sözlerle yapılırdı. Sadrazam ve yeniçeri ağası namaz kılınacak olan mahfil-i hümayuna kadar padişaha refakat ederlerdi.

Bu günde kapıcılar kethüdâsının padişahın seccadesini önceden camiye götürmesi bir gelenekti. Bayram namazından sonra sadrazam, vezirler ve diğerleri dışarı çıkıp, atlarına biner ve muslukların önünde padişahı selâmlamak için beklerlerdi. Padişah mahfil kapısından çıkarken alkışlanırdı. Sadrazamın olduğu tarafa bakınca hepsi birden eğilip selâm verirlerdi. Sadrâzam yedekçilerin önüne geçer ve bilinen düzen içinde alayla saraya gidilirdi.Padişah, vezirler ve diğer devlet adamları ile birlikte Ortakapı’dan geçip saraya girdiği zaman bayram alayı sona ererdi. Yeniçeri erleri de çorba içmeye koşarlardı. Padişah, alayla camiden döndükten sonra Has oda önüne hazineliler tarafından kurulan tahta oturur ve burada da bir bayramlaşma merasimi icra edilirdi. Bu tebrik merasimi saray halkı ile bayramlaşmak üzere tertip edilirdi. Saray ve çevresinde bayram bu şekilde geçerken halk da birbirini ziyaret eder, çocuklar için mahalle aralarında rahatça eğlenebilecekleri oyun parkları kurulurdu.

Kaynaklar:▶BOA, A. MKT. NZD, 310/91; ▶Esad Efendi, Teşrîfât-ı Kadîme, İstanbul 1287▶Necati Döğüş, Arşiv Belgeleri Işığında XIX. Yüzyılda Dinî Bayramlar, M. Ü. İslam Tarihi ve Sanatları Anabilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 2001▶Özdemir Nutku, “Bayram: Osmanlılar Dönemi”, DİA, c. V, İstanbul 1992, s. 263–265 ▶Özdemir Nutku, “Bayram Alayı”, DİA, c. V, İstanbul 1992, s. 265–266▶Süheyl Ünver, Bir Ramazan Binbir İstanbul, İstanbul 1997▶ Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey,’ ’İstanbul’da Ramazan Mevsimi’’, İstanbul 1998▶Mehmet Zeki Pakalın, “Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü”, Cilt 3, İstanbul 2004.

ASiYAN DERGiSi YIL:2 SAYI:3 TEMMUZ 2014

OsmanlI'da Ramazan Rasid Gündogdu

59Temmuz_2014.indd 59 18.07.2014 06:14:09

Page 60: Kırklareli Aşiyan Dergisi

1

KİTAP TANITIMI

Niyet:Allah’tan başkasına minnet etmemek.Dua:Ya Rabbi, ya Rabbi! Ey kendine güvenip sığınan kullarının işlerini en iyi yola koyan. Ey doğunun ve batının Rabb’i olan Allah’ım. Arkamızdan kuyumuzu kazanlardan, kem gözden, fitne fesat insanlardan, çekemeyenlerden sana sığınırız. Sen bizi her türlü şerden koru. Vekil olarak sen yetersin Allah’ım. Aşamadığımız her ne sıkıntımız varsa tek yardımcımız sensin. Ben senin kulunum sen benim Rabb’imsin. Sen bize kâfisin. Ben ölümsüz ve daima diri olana tevekkül ettim. Âmin...Yazarın yayınevinden çıkan diğer kitapları:Allah De Ötesini Bırak, Bana Allah Yeter, Yüzleşme, Kendini Bilen Rabb’ini Bilir, Rabb’in İçin Sabret.

Bu derlemede bir arada sunulan yorumlar, toplumumuzun gündemindeki değişik konular üzerien kaleme alınmışlardır. Ancak bu farklı konular üzerinde durma niteliği, onların belirli bir ortak paydası bulunmadığı anlamına gelmemektedir. Bu payda ise konulara sathi ve güncel tartışma temelinde değerlendirmeler getirmek yerine onları, tarihi süreç çerçevesinde ele almaya ve toplumumuza özgülüğü vurgulamak yerine, mukayeseler yardımıyla, daha geniş bağlamlara oturtmaya çalışma girişimidir.

Ünlü Horasan Hükümdarı Uluğ Bey, dünya tarihine hem bilimsel çalışmalarıyla hem de kendi oğlu tarafından öldürülmesiyle geçti. İnsanlığa dehşet veren bir cinayeti canlandıran bu kurgu, o dönem Horasan bölgesinde yaşanan iktidar savaşlarının yarattığı kaosu da bir çığlık şeklinde dillendirirken, çocuklarını savaşlarda yitiren anaların da isyanını tiyatronun bize sunduğu imkânlarla sergiliyor. Türk iktidarının İslam din adamları sayesinde pekiştiği 15. yüzyılda tüyleri ürperten bu cinayetin asıl sorumlularını da tarihi kitaplardan alınan verilere göre sorguluyor.

60

Temmuz_2014.indd 60 18.07.2014 06:14:10

Page 61: Kırklareli Aşiyan Dergisi

2

özlü sözlerBilgi bize güç verir, ancak saygıyı karakterimizle kazanırız BRUCE LEE

Gülmek için mutlu olmayı beklemeyin, belki de gülemeden ölürsünüz VİCTOR HUGO

Ve herşey bittiğinde hatırlayacağımız şey, düşmanlarımızın sözleri değil, dostlarımızın sessizliği olacaktır. ALİYA İZZET BEGOVİÇ

ilk özür dileyen en cesurdur, ilk affeden en güçlü, ilk unutan en şanslı... OSHO

Bir insanı, ahlaken eğitmeden, sadece zihnen eğitmek demek, topluma bir bela kazandırmak demektir. THEODORE ROOSEVELT

Siz erteleyebilirsiniz ama zaman ertelemez. BENJAMİN FRANKLİN

61Temmuz_2014.indd 61 18.07.2014 06:14:11

Page 62: Kırklareli Aşiyan Dergisi

1

DERNEK FAALİYETLERİMİZ

ANNELER GÜNÜ ÖZEL KONFERANSI

ATASOY MÜFTÜOĞLUKÜRESEL ÇAĞDA VAROLMAK KONFERANSI

ARAP BAHARI VE TÜRKİYE KONFERANSI

BALKANLARA GEZİ GERÇEKLEŞTİRDİK

GELENEKSEL PİKNİKLERİMİZDEN BİR KARE

PROF.DR .MEHMET DALKILIÇ’IN İSLAM’DA MEZHEP ALGISI KONFERANSI

YRD.DOÇ.DR .RAŞİT GÜNDOĞDU İSTANBUL’UN FETHİ KONFERANSI

HAFTALIK SOHBETLER DÜZENLİYORUZ

62Temmuz_2014.indd 62 18.07.2014 06:14:28

Page 63: Kırklareli Aşiyan Dergisi

2

DERNEK FAALİYETLERİMİZ

ÜCRETSİZ KİTAP DAĞITIM HAREKETİ

HALK MÜZİĞİ GRUBUMUZUN VERDİĞİ KONSER

TÜRK MÜZİĞİ KONSERİ YABANCI DİL KURSUMUZ SONUCU VERİLEN SERTİFİKALAR

FAKİR ÖĞRENCİLERE YARDIMLARIMIZ

FUTBOL TURNUVALARIMIZ İHH İLE ORTAK YARDIM FAALİYETLERİMİZ

PROF.DR .MEHMET ÇELİK’İN 100. YILINDA BALKAN SAVAŞLARI KONFERANSI

63

Temmuz_2014.indd 63 18.07.2014 06:14:48

Page 64: Kırklareli Aşiyan Dergisi

1

UNUTULMUYORSUN

Yapraklar durgun, hiç hareket yok,Sanki fışkıran nimetler, bereket yok,

Sessizlik, boş bakan gözler,Bana bir şeyler fısıldıyor,Babana koş sarıl diyor,

Saatin zili çalıyor,Anladım babam gidiyor,

Engel olamam!,Dağları çin seddi gibi,

Önüne koyamam,Sana fütursuzca bakıyorum,

Sadece dua ediyorum.

Uyan baba uyan,Son kez ışıldayan gözlerinle bana bak,Nur tanesi sözlerinle bana öğüt ver,

Gücüm kalmadı baba, yalvaramıyorum,Sana doyamadan, sen hayatı yaşamadan,

Gitme dur diyemiyorum,Öyle bir güç var ki baba,

Sesim kesildi konuşamıyorum,Sadece dua ediyorum.

Damarlarımdaki kanda seni hissediyorum,Bu zorlu yaşamda seni arıyorum,

Sen rahat ol baba, yattığın yerde rahat uyu,Yüreğim, nasihatlarınla dolu,

Sen toprak altında değilsin,Bulutlarda uçuyorsun,

Kalplerimizde coşuyorsun,Dualarımızda bitiyorsun,

Sen unutulmuyorsun baba.

alaaddin ikican

ŞİİR

64Temmuz_2014.indd 64 18.07.2014 06:14:48

Page 65: Kırklareli Aşiyan Dergisi

2

YAZI GÖNDERİMİ İLE İLGİLİ BİLİNMESİ GEREKENLER

◆Dergimiz altı ayda bir olmak üzere senede iki kez yayınlanır.◆Dergiye edebi, tarihi, kültürel ve sosyal konularda yazılar gönderebilirsiniz.◆Yazılarınızı “[email protected]” adresine gönderiniz.◆Hazırladığınız yazı, makale yada şiirleri word belgesi olarak gönderiniz.◆Yazılarınızı 12 punto ve 1,5 satır aralığı formatında gönderiniz ◆Yazınızla birlikte yayınlanmasını istediğiniz fotoğraf ya da grafik var ise onları word belgesinin içine koymadan ayrı olarak ve açıklamaları eklenmiş olarak gönderiniz.◆Bunlara ek olarak eğer yazınızın başlığının yanında yayınlanmasını istiyorsanız bir adet vesikalık fotoğrafınızı dijital ortamda gönderebilirsiniz.◆Göndereceğiniz yazıların en fazla 3 word sayfasını geçmemesine özen gösteriniz.◆Yazılarınızı anlaşılır ve yazı diline uygun olarak gönderiniz.◆Yazınızda yazım yanlışı, hatalı bilgi ve intihal bulunması tamamen sizin sorumluluğunuzdadır ve herhangi bir şikayet durumunda hakkınızda yasal işlem başlatılmasına sebep olabilir. Bu yüzden bu tür yollara tevessul edilmemesini tavsiye ederiz ◆Aşiyan Dergisi, gönderdiğiniz yazıyı, gelen yazı yoğunluğu sebebiyle, gönderdiğiniz periyotta yayınlamayabilir. Yazınız bir sonraki yayın dönemine kadar bekletilebilir.Bu tamamen derginin inisiyatifindedir.◆Dergiye gönderilen yazılar, hiç bir koşulda geri iade edilmez. Yazıyı gönderen tüm bunları kabul etmiş sayılır.◆Dergide yayınlanan makale ve yazılar ayrıca başka bir dergi, kitap ya da gazetede yayınlanamaz.◆Yazılarımızın kaynak belirtmeksizin alıntılanması durumunda Aşiyan Dergi yönetimi yasal haklarını saklı tutar.

65

Temmuz_2014.indd 65 18.07.2014 06:14:48

Page 66: Kırklareli Aşiyan Dergisi

1Temmuz_2014.indd 66 18.07.2014 06:14:51

Page 67: Kırklareli Aşiyan Dergisi

2Temmuz_2014.indd 67 18.07.2014 06:14:55

Page 68: Kırklareli Aşiyan Dergisi

1Temmuz_2014.indd 68 18.07.2014 06:14:58