24
Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 2012/1, c. 11, sayı: 21, ss. 29-52. Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2012/1, c. 11, sayı: 21 TASAVVUFÎ DÜŞÜNCEDE HZ. MUHAMMED ALGISI Halil İbrahim ŞİMŞEK * Özet Hz. Muhammed, sûfîlerin manevi hayatlarında örnek olarak benimsedikleri mükemmel insan mode- lidir. Sûfîler, nübüvvetin son bulduğunu belirtmekle birlikte, Hz. Peygamber’in velâyetinin kâmil müminler tarafından devam ettirildiğini ifade etmektedirler. Hz. Peygamber’in örnekliğinde Allah’ın razı olacağı kâmil insan olma hedefine odaklanan sûfîler söz konusu bu velâyetin mirasını temsil ettiklerini açıklamaktadırlar. Çünkü sûfîler hem amelî hem de ahlâkî yönden en mükemmel mürşid olarak kabul ettikleri Hz. Peygamber’in örnekliğini devam ettirmenin kendi anlayışlarının bir esası olduğunu belirtmektedirler. Sûfîlerin Hz. Peygamber’i model insan olarak görmeleri sadece amelî ve ahlâkî yönlerden değil aynı zamanda onların geliştirdiği bazı metafizik yorumlarda da kendini gös- termektedir. Mesela yaratılışta model tip olarak kabul edilen “nûr-i muhammedî” ve “hakîkat-ı muhammediyye” gibi kavramları bu bağlamda değerlendirmek mümkündür. Ancak bu makalede daha çok Hz. Muhammed’in manevi açıdan model oluşu incelenmektedir. Anahtar kelimeler: Peygamber, Hz. Muhammed, tasavvuf, algı, mürşid. Abstract The Perception of Prophet Muhammad in The Sūfī Thought The Prophet Muhammad has been taken by the Sūfīs as the best model for their spiritual life. Though they profess that the prophethood came to an end, they hold that the sainthood of the Prophet Muhammad has been continued by the perfect believers. Engaging themselves in the ideal of becoming a perfect man pleased by God on the model of the Prophet Muhammad, the Sūfīs present themselves as heirs to this sainthood. For they take as the basis of their teaching the following and continuation of the Prophet Muhammad’s model whom they view to be the best guide in practical and ethical sense. Yet their view of the Prophet Muhammad as the best human model embodies itself not only in their ethical and practical but also metaphsical teachings. For example, one can mention such Sūfī concepts as “the Muhammadan Light (al-Nūr al-Muammadī)” and “the Muhammadan Truth (al-aqīqah al-Muammadiyyah).” This paper, however, will focus on the Prophet Muhammad as a spiritual model for the Sūfis. Keywords: Prophet, The Prophet Muhammad, sufism (tasawwuf), perception, spiritual guide. İnsan, yaratılışı itibariyle maddî ve manevi veya diğer bir deyişle dış ( zâhir) ve iç (bâtın) olarak iki yönlü bir yapıya sahiptir. Bunlardan ilki insanın bu âleme gelişiyle birlikte yeme, içme vb. hayatî özelliklerinin devam etmesini ve geliş- mesini sağlayan dünyevî unsurlardan oluşan bedenle alakalıdır. İkincisi ise * Doç. Dr., Hitit Ü. İlahiyat Fakültesi

New TASAVVUFÎ DÜŞÜNCEDE HZ. MUHAMMED ALGISI · 2015. 2. 14. · Tasavvufî Düüncede Hz. Muhammed Algısı | 31 Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2012/1, c. 11,

  • Upload
    others

  • View
    2

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

  • Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi

    2012/1, c. 11, sayı: 21, ss. 29-52.

    Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2012/1, c. 11, sayı: 21

    TASAVVUFÎ DÜŞÜNCEDE HZ. MUHAMMED ALGISI

    Halil İbrahim ŞİMŞEK *

    Özet

    Hz. Muhammed, sûfîlerin manevi hayatlarında örnek olarak benimsedikleri mükemmel insan mode-

    lidir. Sûfîler, nübüvvetin son bulduğunu belirtmekle birlikte, Hz. Peygamber’in velâyetinin kâmil

    müminler tarafından devam ettirildiğini ifade etmektedirler. Hz. Peygamber’in örnekliğinde Allah’ın

    razı olacağı kâmil insan olma hedefine odaklanan sûfîler söz konusu bu velâyetin mirasını temsil

    ettiklerini açıklamaktadırlar. Çünkü sûfîler hem amelî hem de ahlâkî yönden en mükemmel mürşid

    olarak kabul ettikleri Hz. Peygamber’in örnekliğini devam ettirmenin kendi anlayışlarının bir esası

    olduğunu belirtmektedirler. Sûfîlerin Hz. Peygamber’i model insan olarak görmeleri sadece amelî ve

    ahlâkî yönlerden değil aynı zamanda onların geliştirdiği bazı metafizik yorumlarda da kendini gös-

    termektedir. Mesela yaratılışta model tip olarak kabul edilen “nûr-i muhammedî” ve “hakîkat-ı

    muhammediyye” gibi kavramları bu bağlamda değerlendirmek mümkündür. Ancak bu makalede

    daha çok Hz. Muhammed’in manevi açıdan model oluşu incelenmektedir.

    Anahtar kelimeler: Peygamber, Hz. Muhammed, tasavvuf, algı, mürşid.

    Abstract

    The Perception of Prophet Muhammad in The Sūfī Thought

    The Prophet Muhammad has been taken by the Sūfīs as the best model for their spiritual life.

    Though they profess that the prophethood came to an end, they hold that the sainthood of the

    Prophet Muhammad has been continued by the perfect believers. Engaging themselves in the ideal

    of becoming a perfect man pleased by God on the model of the Prophet Muhammad, the Sūfīs

    present themselves as heirs to this sainthood. For they take as the basis of their teaching the

    following and continuation of the Prophet Muhammad’s model whom they view to be the best guide

    in practical and ethical sense. Yet their view of the Prophet Muhammad as the best human model

    embodies itself not only in their ethical and practical but also metaphsical teachings. For example,

    one can mention such Sūfī concepts as “the Muhammadan Light (al-Nūr al-Muḥammadī)” and “the

    Muhammadan Truth (al-Ḥaqīqah al-Muḥammadiyyah).” This paper, however, will focus on the

    Prophet Muhammad as a spiritual model for the Sūfis.

    Keywords: Prophet, The Prophet Muhammad, sufism (tasawwuf), perception, spiritual guide.

    İnsan, yaratılışı itibariyle maddî ve manevi veya diğer bir deyişle dış (zâhir) ve

    iç (bâtın) olarak iki yönlü bir yapıya sahiptir. Bunlardan ilki insanın bu âleme

    gelişiyle birlikte yeme, içme vb. hayatî özelliklerinin devam etmesini ve geliş-

    mesini sağlayan dünyevî unsurlardan oluşan bedenle alakalıdır. İkincisi ise

    * Doç. Dr., Hitit Ü. İlahiyat Fakültesi

  • 30 | Doç. Dr. Halil İbrahim ŞİMŞEK

    Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2012/1, c. 11, sayı: 21

    Allah’ın bir lütfu olarak insana can veren, onun bedenî özelliklerini anlamlı

    kılan ve onu ilahî kelâmda belirtilen yaratılış amacına uygun davranışlara yö-

    nelterek manevi tekâmülünü sağlayan rûhla alakalıdır. Rûh vasıtasıyla bedene

    can verilip onun anlamlandırılmasına işaretle Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrul-

    maktadır: “Onu biçimlendirip ona ruhumdan üflediğim zaman derhal ona sec-

    deye kapanın!”1 Bu âyette ifade edildiği gibi Allah tarafından rûhun bedene

    üflenmesiyle birlikte bu dünya hayatıyla tanışan insanın kendi fıtratında var

    olan iç-dış bütünlüğünü muhafaza etmek için manevi bir ünsiyet meydana

    getirmesi gerekir. Söz konusu bu durum onun Allah’la bağını ifade eden ve

    onu canlı tutan içsel (derunî, ruhsal) hayatıyla alakalıdır. Kur’an-ı Kerim’de ifa-

    de edilen insanın Allah’la ahidleşmesinden2 beri onun sahip olduğu iç dünya-

    sındaki gelişme ve farkındalık sayesinde bedeninin manevi açıdan yaratıcısıyla

    irtibatı sürekli hâle getirilir. Dolayısıyla insanın yeryüzündeki hayat serüveni-

    nin her aşamasında içsel (derûnî) boyutun manevi kuşatıcılığı vardır. Sûfîlere

    göre kişinin manevi tekâmülü dinî hayattaki diğer amellerin yanı sıra onların

    kemâl derecesinde ifa edilmesini sağlayacak kalp tasfiyesi, nefis tezkiyesi, zikir

    gibi içsel (bâtınî) boyutlar ve bunların neticesinde oluşacak manevi gelişmelerle

    mümkündür.

    Allah, hem kelâmı olan vahyi insanlara iletmede vasıta hem de bu vahiyle

    bildirdiği nasslara göre onların manevi hayatlarını düzenlemede kendilerine

    rehber veya diğer bir tabirle model olmak üzere aralarından peygamberleri

    seçmiştir. Kur’ân-ı Kerim’de bu konuyla alakalı ifadelerin yer aldığı pek çok

    âyet vardır. Bunlardan birkaçı şöyledir: “Nitekim kendi aranızdan size âyetle-

    rimizi okuyan, sizi kötülükten arındıran, size kitabı, hikmeti ve bilmediklerinizi

    öğreten bir peygamber gönderdik.”3 “Ey Âdemoğulları! İçinizden size benim

    âyetlerimi anlatan peygamberler gelir de kim Allah’a karşı gelmekten sakınır

    ve hâlini düzeltirse artık onlara korku yoktur. Onlar üzülecek de değillerdir.”4

    Allah’ın insanlara elçi ve rehber olarak seçip gösterdiği peygamberler sırf

    O’nun emirlere itaat eden ve insanî vasıfların pek çoğuna sahip kılınmayan

    1 Hicr, 15/29; Sâd, 38/72.

    2 “Hani Rabbin (ezelde) Âdemoğullarının sulblerinden zürriyetlerini almış, onları kendilerine

    karşı şahit tutarak: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? demişti. Onlar da: Evet, şahit olduk (ki

    Rabbimizsin), demişlerdi. Böyle yapmamız kıyamet günü: Biz bundan habersizdik, dememe-

    niz içindir.” Araf, 7/172.

    3 Bakara, 2/151.

    4 Araf, 7/35.

  • Tasavvufî Düşüncede Hz. Muhammed Algısı | 31

    Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2012/1, c. 11, sayı: 21

    melekler değil, elbette yine kendileri gibi birer insandır.5 Ancak bu rehber şah-

    siyetler kendileri de beşer olmalarına karşın, sıradan insanlar gibi olmayıp Al-

    lah tarafından diğerleri arasından seçilerek korunmuş ve özel bir şekilde eğiti-

    lerek kemâle erdirilmiş, üstün vasıfları haiz olan ve özel bilgiyle donatılan6

    nebîler, resûllerdir.7 Peygamberler vahiyle belirlenen manevi vazifeleri sebebiy-

    le kulların Allah’a ulaşmasını veya diğer bir deyişle Allah ile kulların râbıtasını

    sağlayan vasıtalar konumundadırlar.8 İnsanlar ilahî kelamdan uzaklaştıkların-

    da Allah’ın verdiği nübüvvet göreviyle gelen peygamberler onları uyararak

    Allah’a yakın olmalarını sağlamışlardır. Mevlânâ Celâleddin Rûmî (ö.672/1273)

    bu durumu açıklarken parçaların (cüzler) belirme (taayyün) açısından Hakk’a

    bitişik olamayacağını, ama onların hakikatleri itibariyle de O’ndan ayrı düşü-

    nülemeyeceğini belirtir. Ona göre eğer belirme (taayyün) açısından parçalarla

    (cüzler) bütün (küll) arasında birlik olsaydı, o zaman peygamberlere gerek kal-

    mazdı. Çünkü peygamberlerin görevi ortalığa saçılarak ayrılığa düşmüş olan

    parçaları bütüne birleştirmektir.9 Mevlânâ’nın sözü edilen bu yaklaşımına göre

    insanlar, ancak dinî hayatlarını vahye göre şekillendirmiş, aşk ve muhabbetin

    birleştiricilik özelliği kendilerine ihsan edilmiş öğretici ve eğitici rehberler olan

    peygamberlere uyarak manevi (derûnî) hayatlarını olgunlaştırabilirler. Böyle

    yaptıkları zaman insanlar kendilerini tanır, Allah’ın onlara ihsan ettiği hakikati

    keşfeder ve bunun neticesinde amaçlanan gerçek kurtuluşa erebilirler.

    İnsanlığın başlangıcından beri dinlerin tebliğ edicileri olarak görevlendiri-

    len bütün peygamberler, sâlih müminler olarak öncelikle kendi manevi hayat-

    larını Allah’tan aldıkları vahye göre düzenlemişlerdir. Bunun yanı sıra onlar,

    peygamber olarak gönderildikleri veya muhatap kılındıkları toplumu oluştu-

    5 Celaleddin Vatandaş, “İnsanlığın Model İhtiyacı ve Hz. Peygamber’in Örnekliği Üzerine”,

    Cahiliye Toplumundan Günümüze Hz. Muhammed: Sempozyum Tebliğ ve Müzakereleri, Fecr Yayın-

    ları, Ankara 2007, ss. 291-292.

    6 “O, gaybı bilendir. Hiç kimseye gaybını bildirmez. Ancak seçtiği resûller başka. Fakat O,

    Resûlün önünde ve arkasında gözetleyici (melek)ler yürütür ki resûllerin, Rablerinin vahiyle-

    rini tebliğ ettiklerini bilsin. Allah, onların her hâlini kuşatmış ve her şeyi inceden inceye sayıp

    dökmüştür.” Cin, 72/26-28.

    7 Şefaettin Severcan’ın iki bölüm halinde yayınlan makalesinde insanların sahip oldukları

    peygamber anlayışları farklı boyutlarıyla değerlendirilmiştir. Bk. Şefaettin Severcan, “Pey-

    gamberlik Anlayışları ve Hz. Muhammed”, Bilimnâme, Kayseri, 2003, sayı: 1 (2003/1), ss. 229-

    250; sayı: 3, 2003/3, ss. 161-182.

    8 Safi Arpaguş, Mevlânâ ve İslâm, Vefa Yayınları, İstanbul 2007, s. 319.

    9 Mevlânâ Celaleddin Muhammed Rûmî, Mesnevî, çev.: Derya Örs, Konya Büyükşehir Beledi-

    yesi Yay., Konya 2007, c. 1, s. 206.

  • 32 | Doç. Dr. Halil İbrahim ŞİMŞEK

    Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2012/1, c. 11, sayı: 21

    ran fertlerin manevi açıdan olgunlaşmaları, kötülüklerden arınıp iyiliklere yö-

    nelmelerine vesile olmaları ve kendi özlerindeki hakikati keşfetmelerini sağla-

    mak için gayret sarfetmişlerdir. Peygamberlerin bu türden bütün çabaları Al-

    lah’ın onlara vahiyle bildirdiği ilahî kelamda vurgulanan görevleridir. Onlara

    böyle görevler verildiğini belirten birçok âyet vardır. Mesela bunlardan birinde

    şöyle buyrulur: “Nitekim kendi aranızdan, size âyetlerimizi okuyan, sizi temiz-

    leyen (tezkiye), size kitabı, hikmeti ve bilmediklerinizi öğreten bir peygamber

    gönderdik.”10 İnsanların kurtuluşa ulaşmak için peygamberlere bağlanmaları

    ve ona itaat etmeleri gerekmektedir. Kur’ân-ı Kerim’de peygamberlere uyma-

    nın kazanımlarına işaretle şöyle buyrulmaktadır: “…Tarafımdan size bir yol

    gösterici (peygamber) gelir de kim ona uyarsa, onlar için herhangi bir korku yok-

    tur ve onlar üzülmeyeceklerdir, dedik.”11 Aynı bağlamda peygamberlerin (nebî

    ve resûllerin) son halkası olan Hz. Muhammed(s)’in yukarıda söz konusu edilen

    özelliklerine işaretle Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır: “Onlar, yanla-

    rındaki Tevrat’ta ve İncil’de yazılı buldukları Resûl’e, o ümmî peygambere

    uyan kimselerdir. O, onlara iyiliği emreder ve onları kötülükten alıkoyar. Onla-

    ra iyi ve temiz şeyleri helâl, kötü ve pis şeyleri haram kılar. Üzerlerindeki ağır

    yükleri ve zincirleri kaldırır. Ona iman edenler, ona saygı gösterenler, ona yar-

    dım edenler ve ona indirilen nura uyanlar var ya, işte onlar kurtuluşa erenler-

    dir.”12 Nakledilen âyetlerde de görüldüğü gibi peygamberlerin görevlerinden

    biri olan “iyiliği emretme ve kötülükten alıkoyma (emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i

    ani’l-münker)” Hz. Peygamber özelinde değerlendirilmekle birlikte, genel olarak

    bütün peygamberlerin manevi görevlerinin bu eksende geliştiğine işaret edil-

    mektedir. Kur’an-ı Kerim’de pek çok yerde geçmekle birlikte burada birkaçı

    zikredilen âyetler göz önünde bulundurulduğu zaman kişilerin manevi olgun-

    luğa erişmeleri için peygamberlere uymaları gerekmektedir.

    Genelde bütün peygamberlerin özelde ise Hz. Peygamber’in ümmetine

    rehber oluşu ve örnekliği, çeşitli boyutlarıyla birçok ilim dalı ve disiplini açı-

    sından ele alınıp değerlendirilebilir. Bu bağlamda elinizdeki makalenin kapsa-

    mı tasavvufî düşüncede Hz. Peygamber algısı ile sınırlandırılmıştır. Ancak me-

    sele bazı açılardan peygamberlerin nübüvvet ve velâyet yönleriyle alakalı ol-

    duğu için bu konulara da kısaca değinmek gerekmektedir.

    10 Bakara, 2/151.

    11 Bakara, 2/38.

    12 A’râf, 7/157.

  • Tasavvufî Düşüncede Hz. Muhammed Algısı | 33

    Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2012/1, c. 11, sayı: 21

    1. Peygamberlerin Örnekliği Bağlamında Nübüvvet ve Velâyet

    Sûfîlere göre peygamberler insanlara rehber olmak üzere Allah tarafından seçi-

    len ve O’nun görevlendirmesiyle üstün özelliklere sahip olan şahsiyetlerdir.

    Onlara göre vahye muhatap olan her peygamberin nübüvvet göreviyle birlikte

    kendine has velâyet yönü de vardır. Nübüvvet, genel anlamıyla sınırları vahiy-

    le belirlenmiş bir “emin elçilik” görevini içermekle birlikte rehberlik ve insân-ı

    kâmil vasfıyla örnekliği de kapsamaktadır. Allah, vahyi peygamberlere iletmek

    ve onlara örneklik yapmak üzere büyük meleklerden Cebrail’i elçi yaptığı13 gibi

    peygamberlerini de insanlarla kendisi arasında vasıta kılmıştır. Fakat peygam-

    berler nübüvvet görevleri sebebiyle manevi açıdan arındırılmış ve kemâle ulaş-

    tırılmışlardır.

    Peygamberlerin velâyetleri onların nübüvvet görevlerinin yanı sıra kendi

    iç dünyaları diyebileceğimiz derûnî (manevi, ruhsal, tasavvufî, irfânî, mistik) ha-

    yatlarını yansıtmaktadır. Bu sebeple velâyet açısından peygamberler (nebîler)

    birbirinden farklı özellikler ve derecelere sahip olabilir. Çünkü Kur’ân-ı Ke-

    rim’de “İşte o elçilerden kimini kiminden üstün kıldık…”14 meâlindeki âyet-i

    kerimeyle peygamberlerin her birinin bazı manevi ve ferdî durumlarına göre

    diğerlerinden farklı yönlerinin olduğuna işaret edilmektedir. Bu sebeple pey-

    gamberlerin konumları ve örneklikleri ele alınırken onları sadece nübüvvet ve

    risâlet değil aynı zamanda bu görevleriyle ayrılmaz bir bütün olan velâyet yön-

    leriyle birlikte değerlendirmek gerekmektedir.

    Tarihî süreçte başta makalemizin temel alanı Tasavvuf olmak üzere Kelâm,

    Tefsir ve Fıkıh (İslâm Hukuku) sahalarında görüşleri revaç bulan bazı âlimler

    arasında nübüvvet, risâlet ve velâyet konularını içeren pek çok tartışma yapıl-

    mış olup bu bağlamda birçok eser yazılmıştır.15 Mesela söz konusu bu tartışma-

    13 Cebrail’in vahyi iletmede elçi oluşunu açıklayan pek çok âyet-i kerime vardır. Bunlardan

    birinde Allah şöyle buyurur: “De ki: Ruhu’l-Kuds (Cebrail), inananların inançlarını sağlam-

    laştırmak, müslümanlara doğru yolu göstermek ve onlara bir müjde olmak üzere Kur’an’ı

    Rabbinden hak olarak indirdi.” Nahl, 16/102.

    14 Bakara, 2/253. Benzer bir âyette şöyle buyrulmaktadır: “...Gerçekten biz peygamberlerin ki-

    mini kiminden üstün kıldık…” İsrâ, 17/55

    15 Farklı alanlarda eser veren İslâm âlimlerinin nübüvvet ve velâyet meselelerini merkeze alarak

    birçok açıdan değerlendirmeler yaptıkları bilinmektedir. Özellikle İbn Arabî, konu hakkında-

    ki farklı yorumlarıyla Miladi 13. (Hicri 7) yüzyıldan sonra tartışmaların odağı hâline gelmiş-

    tir. Bu anlamda yapılan tartışmaların geniş bir değerlendirmesi için bk. Faruk Sancar, Nübüv-

    vet ve Velâyet Merkezli Kelam-Tasavvuf Tartışmaları: Fahreddin er-Râzî ve İbnü’l-Arabî Örneği, Sar-

    kaç Yayınları, Ankara 2011.

  • 34 | Doç. Dr. Halil İbrahim ŞİMŞEK

    Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2012/1, c. 11, sayı: 21

    ların bir başlığını “peygamberlerdeki nübüvvet mi yoksa velâyet mi daha üs-

    tündür?” sorusu oluşturmaktadır. Bu konudaki tartışmaların tasavvufî boyu-

    tunun ötesinde mezhebî yaklaşımlardan kaynaklanan farklılaşmalar da söz

    konusudur. Özellikle bazı Şia âlimlerinin mezhep anlayışları gereği “velâyet”

    ve ona bağlı olarak “imâmet” konusunda diğerlerinden (sünnî âlimlerden)

    farklı bir tutum sergiledikleri bilinmektedir.16 Ancak bu makalenin kapsamı

    gereği Şia’daki velâyet konusuna sadece işaret etmekle yetineceğiz. Sünnî top-

    lumda hem sûfîler hem de diğer âlimler tarafından nübüvvet, risâlet ve velâye-

    tin kapsamları hakkında farklı bazı değerlendirmeler yapılmıştır. Meselenin

    Kelâm ve Fıkıh (İslâm Hukuku) gibi İslâmî ilimler açısından konunun tartışılma-

    sı ve bu bağlamda ortaya çıkan görüşlerin değerlendirilmesi için her bir ilim

    dalında müstakil araştırmalara ihtiyaç vardır. Her ne kadar nübüvvet ve

    velâyet konusundaki derin tartışmalar elinizdeki makalenin kapsamında ol-

    mamakla birlikte, mutasavvıflar tarafından bu konuyla alakalı olarak savunu-

    lan birkaç hususa kısaca değinmek gerekmektedir.

    Mutasavvıflardan bazısı peygamberlerin velâyetleri ile nübüvvet görevleri

    arasında mukayese yapmışlardır. Bunlardan bir kısmı peygamberlerdeki

    velâyetin onların nübüvvet görevlerinden daha umûmî bir kapsama sahip ol-

    duğunu ifade etmişlerdir.17 Mesela sözü edilen bu yaklaşımı benimseyen sûfîle-

    rin öncülerinden biri olan Muhyiddin İbn Arabî (ö.638/1240) velî, nebî ve resûl

    kelimelerinin terim anlamları bağlamında karşılaştırmalı bir tahlil yapmakta-

    dır.18 Ona göre “velî”, “nebî” ve “resûl”den daha kapsamlı bir terimdir. Bunun

    16 Bu konudaki tartışmalara yönelik değerlendirmeler için bk. Henry Corbin, “Şiîlikte Velâyet

    Kavramı”, çev.: Sabri Hizmetli, Ankara Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, Ankara 1983, sayı: XXVI,

    ss. 717-726; Salih Çift, “Tasavvufta Velâyet Kavramı: Hakîm Tirmizî Örneği”, Bursa’da Dünden

    Bugüne Tasavvuf Kültürü-2, Bursa Kültür Sanat ve Turizm Vakfı, İstanbul 2003, ss. 116-150;

    Nuran Döner, Tasavvuf Kültüründe Hz. Peygamber Tasavvuru, Yayımlanmamış Doktora Tezi,

    Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Bursa 2007, ss. 60-74; Hulusi Aslan, “İmâmiyye

    Şiasında İmâmet-Nübüvvet İlişkisi”, İslâm’da Peygamber İnancı Sempozyumu, edit.: İbrahim

    Coşkun, Ensar Neşriyat, İstanbul 2009, ss. 201-219.

    17 Sûfîlerin nübüvvet ve velâyet görüşlerinin tespiti için bk. Cağfer Karadaş, “Tasavvufta Pey-

    gamber Tasavvuru”, İslâm’da Peygamber İnancı Sempozyumu, edit.: İbrahim Coşkun, Ensar

    Neşriyat, İstanbul 2009, ss. 235-250.

    18 İbn Arabî’den önce yaşayan ve onun bazı görüşlerine kaynaklık eden Hakîm Tirmizî

    (ö.320/932) de resûl, nebî ve muhaddes şeklinde Allah’la iletişimi olan üç insan tipinden bah-

    seder. Bunlardan resûlün bağının risalet, nebînin nübüvvet ve muhaddesin ise velâyetle ger-

    çekleştiğini belirtir. Burada resûl Allah tarafından verilmiş bir şeriata sahiptir, nebî insanları

    ona davet eden ve uyarandır. Muhaddes ise resûle gelen naslara (şeriata) uyarak onu kalbî

    keşfleriyle yorumlayıp yaşayarak insanlara örnek olandır. İlk ikisinin getirdği haberi inkâr

  • Tasavvufî Düşüncede Hz. Muhammed Algısı | 35

    Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2012/1, c. 11, sayı: 21

    yanı sıra o, “nebî”nin de “resûl”den daha kapsamlı olduğuna dikkat çekerek,

    bu üç kelimenin en dar anlamlısının “resûl” olduğunu savunmaktadır. Çünkü

    her “resûl” aynı zamanda “nebî” olmasına rağmen, her “nebî” resûl değildir.

    Bir “nebî”nin “resûl” olarak anılması için Allah’ın ona tanzim edici nassları

    vahyetmesi gerekir.19 Her “nebî” aynı zamanda “velî” olmasına karşın, pey-

    gamberlerin dışında hiçbir “velî” nübüvvete sahip değildir. Bir kişinin “nebî”

    sayılabilmesi için onun Allah tarafından elçilik göreviyle seçilmiş olması la-

    zımdır. Burada özelden genele doğru bir anlam açılımı söz konusudur. Aksi

    durumda ise anlam daralması gerçekleşmektedir. Bunun ötesinde İbn Arabî’ye

    göre “Velî”, Allah’ın güzel isimlerinden (esmâ-i hüsnâ) biri olması sebebiyle

    diğer ikisinden daha üstündür. Dolayısıyla Allah’ın isminin tecellisi olarak

    kendisine belli bir sınır konulmayan “velâyet” kıyamete kadar varolacaktır.

    Fakat hem risâlet hem de nübüvvet görevi resûl ve nebîlerin son halkası olan

    Hz. Peygamber’le tamamlanmıştır. Hz. Peygamber’den sonra herhangi bir nebî

    veya resûl gelmeyeceği sabittir. İbn Arabî’nin Hz. Peygamber’den sonraki devir

    için kullandığı “nübüvvet-i âmme” kavramından kastettiği ise velîlerin velâye-

    tinden başka bir şey değildir.20

    İbn Arabî’nin yukarıda arzedilen görüşlerine göre velâyet, resûl, nebî ve

    velîlerde bulunan ortak bir özellik olduğu açıktır. Nübüvvet ve risâlet görevle-

    rinin peygamberlerin son halkası Hz. Muhammed(s)’le sonlandırıldığı konu-

    sunda mutasavvıflarla diğer İslâm âlimleri arasında görüş ayrılığı söz konusu

    değildir. Ancak mutasavvıflara göre Hz. Peygamber’in âyet-i kerimelerde ifade

    edilen müjdeleme (tebşîr) ve uyarma (tenzîr) görevleri21 onun vefatıyla sona

    ermemiş olup bu vazifeler velâyete ulaşmış insân-ı kâmiller veya velîler vasıta-

    sıyla devam ettirilmektedir.

    veya red küfürdür. Ama üçüncüsünü kabul etmemek sadece ondan mahrum bırakır ve küfrü

    gerektirmez. Buradaki muhaddes ile kastedilenin velî olduğu açıktır. Ebû Abdullah Muham-

    med b. Ali b. Hasan Hakîm et-Tirmizi, Kitabu Hatmi’l-evliyâ, tahk.: Osman İsmail Yahya,

    Ma’hedü’l-Âdâbi’ş-Şarkıyye, Beyrut 1965, ss. 352-353.

    19 Nebî ve resûl kelimelerinin kapsamlarına dair Kelâm âlimlerinin kanaatleri ile İbn Arabî’nin

    görüşleri birçok açıdan örtüşmektedir. Kelamcıların yaklaşımları için bk. Salih Sabri Yavuz,

    İslâm Düşüncesinde Nübüvvet, İnsan Yayınları, İstanbul, ts., ss. 17-18.

    20 İbn Arabî, Fusûsu’l-hikem, ss. 167-168.

    İbn Arabî’nin umumî, nübüvvet-i hususî veya nübüvvet-i teşriî ve nübüvvet-i mutlaka gibi

    kavramlar hakkındaki görüşleri ile bu konudaki değerlendirme için bk. M. Mustafa Çakmak-

    lıoğlu, “İbnü’l-Arabî’nin Nübüvvet-Velâyet Hakkındaki görüşleri ve İbn Teymiyye’nin Bu

    Husustaki Eleştirileri”, Tasavvuf, Ankara 2008, sayı: 21, ss. 224-234.

    21 Bakara, 2/119.

  • 36 | Doç. Dr. Halil İbrahim ŞİMŞEK

    Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2012/1, c. 11, sayı: 21

    Bazı meşhur mutasavvıflar açık veya örtülü bir şekilde İbn Arabî’nin gö-

    rüşlerini paylaşmadıklarını belirtmişlerdir. Mesela Osmanlı döneminin meşhur

    mutasavvıflarından biri olan Hacı Bayram-ı Velî’ye (ö.833/1429) göre bir velînin

    bin sene ömrü olsa ve istediği kadar maneviyatını geliştirecek amel yapsa bile

    nebîlerden birinin ayağının seviyesindeki yere onun başının varması mümkün

    değildir.22 Nakşbendî silsilede önemli bir yeri olan ve kendinden sonraki sûfîle-

    rin müceddid olarak vasıflandırdığı İmâm Rabbânî Ahmed Sirhindî’ye

    (ö.1034/1624) göre velîlerin nebîlik mertebesine erişmesi imkânsızdır. Çünkü

    nübüvvet makamına nispetle velâyet, sonu olmayana nispetle sonlu olan gibi-

    dir. Dolayısıyla İmâm Rabbânî, ancak bu konularda bilgisi az olan birinin

    “velâyet nübüvvetten daha üstündür” ya da bir başkasının “nebî’nin velâyeti

    onun nübüvvetinden daha üstündür” diyebileceğini belirterek bu tür iddialar-

    da bulunan insanlara Kur’ân-ı Kerim’den şu âyeti hatırlatır: “…Ağızlarından

    ne büyük söz çıkıyor...” (el-Kehf, 18/5)23 Yukarıda arzedilen görüşlerinden anla-

    şıldığı üzere İmam Rabbânî açık bir şekilde isim vermese de mektubunu gön-

    derdiği muhatabına sözü edilen görüşlerini aktarmakla birlikte, daha önce bu

    eleştirdiği görüşleri savunan İbn Arabî ve onun gibi düşünenleri yetersiz bilgi-

    ye sahip olmakla suçlamaktadır. Esasen tevhîd ve varlık hakkındaki görüşleri

    bütünüyle değerlendirildiğinde İmam-ı Rabbânî’nin muhataplarında yetersiz

    olarak nitelediği durum, tasavvufî seyirdeki manevi makam ve bunun netice-

    sinde ortaya çıkan keşf itibariyledir. Yoksa burada kastedilen muhatabının veya

    eleştirdiği kişinin zâhirî bilgi düzeyi ve kapasitesi değildir.

    Nübüvvet ve velâyet meselesi hakkında görüş belirten sûfîler yukarıda

    ismi geçen zâtlarla sınırlı değildir. Ancak bizim özellikle İbn Arabî ve İmam-ı

    Rabbanî’nin görüşlerine yer vermemizin sebebi bu iki zâtın belli iki görüşün en

    bilinenleri olmalarıdır. Tarihî süreçte hem İbn Arabî hem de İmam Rabbânî’nin

    yukarıda kısmen ifade ettiğimiz görüşlerinin önceki ve sonraki savunucuları

    veya karşıtları fikirlerini açıkça öne sürmüşlerdir. Tarafların söz konusu bağ-

    lamda yaptıkları fikir tartışmaları bugüne kadar yazılan eserlerde önemli bir

    yer oluşturmaktadır. Her geçen gün yapılan yeni araştırmalar ve yayımlanan

    eserler sayesinde bu konunun geniş kapsam ve farklı boyutlarıyla tahlil edil-

    mesi mümkün olacaktır.

    “Nübüvvet” peygamberlerin onu elde etmek amacıyla özel gayretleri ol-

    22 Ethem Cebecioğlu, Hacı Bayram Velî, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 1991, s. 150.

    23 İmam Rabbanî Ahmed Sirhindî, Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî, (ofset baskı), Işık Kitabevi, İstan-

    bul 1977, c. 1, s. 437, (m.no: 260).

  • Tasavvufî Düşüncede Hz. Muhammed Algısı | 37

    Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2012/1, c. 11, sayı: 21

    madan Allah’ın insanlar arasından seçerek onlara verdiği ilahî bir görev olma-

    sına rağmen velâyetleri onların manevi amelleri, tecrübeleri ve ilahî sevgide

    derinleşmeleri neticesinde Allah tarafından onlara ihsan edilen bir lütuftur.

    Kur’ân-ı Kerim’de bu duruma işaretle şöyle buyrulmaktadır: “Onlar iman et-

    miş ve takvaya ermişlerdir.”24 Ancak âyetlerde ifade edildiği üzere Allah katın-

    da peygamberlerin velâyet dereceleri birbirinden farklıdır. Mesela bu duruma

    işaretle âyette şöyle buyrulmaktadır: “İşte o elçilerden kimini kiminden üstün

    kıldık. Allâh onlardan kimine konuştu, kimini de derecelerle yükseltti...”25 Fa-

    kat burada kullarının velâyet derecelerindeki farklılığı ancak Allah’ın bildiği

    unutulmamalıdır. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Musa ile genç arkadaşının

    yolculukları esnasında karşılaştıkları bir zâttan bahsedilerek aralarında cereyan

    eden konuşma şöyle aktarılmaktadır: “(Orada) Kullarımızdan bir kul buldular

    ki, biz ona katımızdan bir rahmet vermiştik ve ona tarafımızdan bir ilim (ilm-i

    ledün) öğretmiştik. Mûsâ ona: Sana öğretilen bilgilerden bana doğruya iletici

    bir bilgi öğretmen için sana tabi olayım mı? dedi. Adam şöyle dedi: Doğrusu

    sen benimle beraberliğe asla sabredemezsin. Sana bildirilmeyen bir şeye nasıl

    dayanabilirsin?”26 Bu âyetlerin metninde Hz. Musa’nın karşılaştığı kişinin kim

    olduğu açık bir şekilde belli değildir. Ancak her ne kadar metinde isim belirtil-

    mese de genellikle kaynaklarda bu kişinin Hz. Hızır olduğu kabul edilir. Ama

    burada onun bir peygamber mi, yoksa velî bir zât mı olduğu açıklanmamıştır.

    Açık olan husus onun Hz. Musa’dan daha farklı bir bilgi ve özellikle sunulmuş

    olduğudur. Yukarıda nakledilen âyetlerden de anlaşıldığı üzere peygamberler-

    den birinin velâyet derecesi diğerinden farklı olabildiği gibi peygamberlere

    gönderilen bazı insanların da onlardan farklı bir donanıma sahip oldukları gö-

    rülmektedir. Sonuç olarak bu tür konular hakkındaki kesin hüküm ve gerçek

    bilgi ancak Allah’a aittir.

    Peygamberlerin her biri nübüvvet vazifesinin gereği olarak Allah’tan va-

    hiyle aldığı emirleri emin bir şekilde insanlara tebliğ ettiği gibi sahip olduğu

    kendi manevi hayatıyla (velâyet) da ümmetine en güzel şekilde örnek veya di-

    ğer bir değişle model olmuştur. Çünkü peygamberler Allah’ın onlara ihsan

    ettiği görevlerinin gereği olarak insanlara örnek olarak seçilmişlerdir. Peygam-

    berlerin insanlara manevi hayat açısından örnek veya bir çeşit model olmaları-

    na işaretle Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır: “Andolsun! Onlarda sizin,

    24 Yunus, 10/63.

    25 Bakara, 2/253

    26 Kehf, 18/65-68.

  • 38 | Doç. Dr. Halil İbrahim ŞİMŞEK

    Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2012/1, c. 11, sayı: 21

    Allah’ı ve âhiret gününü arzu edenler için güzel bir örnek vardır. Kim yüz çevi-

    rirse bilsin ki, Allah her bakımdan sınırsız zengindir, övülmeye lâyıktır.”27 Bu

    âyet-i kerimede işaret edilen örneklikten hareketle kişinin manevi olarak geliş-

    mesini, bunun neticesi olarak da özündeki hakikati keşfetmesini amaçlayan

    tasavvufî düşünce ve anlayış biçiminin genel anlamda insanlığın ilk dönemin-

    den beri süregelen nebevî geleneğin bir tezâhürü olarak görüldüğü söylenebi-

    lir.

    Tasavvufî düşünceyi yargılayıcı yaklaşımı benimseyen bazı kişiler tarafın-

    dan iddia edildiği gibi sûfîler nübüvvet-velâyet mukayesesinde farklı düşünen

    belli bir zümre dışında kendi şeyh/mürşitlerini veya velîleri peygamberlerden

    herhangi biriyle aynı seviyede veya ondan daha üstün görmemektedirler.28

    Bununla birlikte peygamberlerin velâyetleri ile sûfîlerin velâyetleri arasında bir

    bağ kurulmaktadır. Sûfîlerin bazısı velâyet derecelerini peygamberlere nispetle

    açıklamaktadırlar. Mesela bir makamda velâyet Hz. İsa(s)’ya nispet edilirken

    diğerinde Hz. Musa(s) veya bir başkasında Hz. İbrahim(s)’e nispet edilebilmek-

    tedir. Nübüvvetin kemâlleri velâyet derecelerine aksetmektedir.29 Bu durum

    tasavvufî eğitimin değişik merhalelerinde ulaşılan velâyet dereceleriyle alaka-

    lıdır. Burada sûfîlerin velayetinin nübüvvetle aynı merhalede değerlendirilmesi

    söz konusu değildir. Çünkü nübüvvet silsilesi Hz. Peygamber’le son bulmuş-

    tur. Velâyete ulaşan kişilerin durumlarına göre dereceleri de değişmektedir.

    Velîlerin velâyetleri ayrı bir sınıfta ve kendi aralarında, nebîlerin velâyetleri de

    kendi aralarında farklılık arzetmektedir. Mesela daha önceki peygamberlerin

    velâyetleri ile Hz. Peygamber’in velâyeti veya Hz. Musa(s) ile Hz. İsa(s)’nın ve

    Hz. İbrahim(s)’in velâyetleri aynı derecede değildir.30

    Bazı sûfîler, peygamberlerin her birinin tebliğ için gönderildiği toplumdaki

    rehberlik ve modellik konumu ile mürşid-i kâmillerin irşat vazifelerini yürüt-

    tükleri toplum içindeki durumları arasında bir bağ kurmuşlardır. Tasavvufî

    düşünceyi öğreten, kendileri de bizzat yaşayarak müritlerine örnek olan ve

    onları bu doğrultuda eğiten mürşid-i kâmiller, Hz. Peygamber’in ashabı ara-

    sında gerçekleştirdiği rehberliği manen temsil eden önder insanlardır. Onlar,

    dinî hayatlarını kendilerine önder ve rehber edindikleri Hz. Peygamber’in ya-

    27 Mümtahine, 60/6.

    28 Ali b. Osman Cüllabî el-Hucvirî, Keşfü’l-mahcub: Hakikat Bilgisi, haz.: Süleyman Uludağ, Der-

    gah Yayınları, İstanbul 1982, s. 356.

    29 Sirhindî, Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî, c. 1, s. 447, (m.no: 260).

    30 Aynı eser, c. 1, s. 442, (m.no: 260).

  • Tasavvufî Düşüncede Hz. Muhammed Algısı | 39

    Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2012/1, c. 11, sayı: 21

    şadığı gibi düzenlemeyi esas aldıklarını her zaman belirtmektedirler.31 Tasav-

    vufî eserlerin birçoğunda belirtildiği gibi sûfîler, nebevî kaynağa dayanmayan

    veya ondan çıktığı belli olmayan herhangi bir tarzı benimsemediklerini açıkça

    ifade etmektedirler.

    Sûfîlerin kesin kabulüne göre peygamberlik (nübüvvet) görevi Hz. Mu-

    hammed(s) ile sona ermiş olup ondan sonra gelen nesillerden ortaya çıkan hiçbir

    kâmil mürşit veya velî şahsiyetin nebî ve resûl konumunda veya makamında

    değerlendirilmesi söz konusu değildir. İlk dönem sûfîlerinden olmakla beraber

    bazı şathiyeleriyle meşhur olan Bâyezid-i Bistâmî (ö.234/848 veya 261/875) pey-

    gamberlerin hâlleri yönünden diğer insanlardan üstünlüğüne işaretle şöyle der:

    “Sıddîkların (evliyâ) son hâlleri peygamberlerin ilk hâlleridir, peygamberlerin

    son hâllerini ise kapsayacak bir sınır yoktur.”32 Çünkü sûfîlere göre Hz. Pey-

    gamber’in manevi hayatını yaşayarak ve yaşatarak devam ettirme amacına

    hizmet eden velîler veya mürşid-i kâmillerin Hz. Peygamber’e gelen vahiyleri

    anlamak ve yorumlamaktan öte onun zıddına veya uygulamasını değiştirerek

    farklı bir şekilde hüküm koyma gibi görevleri olamaz. Fakat sûfîler, Kur’ân-ı

    Kerim’in âyetlerinin maksadını kendi manevi yükseliş derecelerine göre elde

    ettikleri kalbî keşifler ve ilhâmlarla anlamaya çalışırlar. Onlar Hz. Peygam-

    ber’in pınarından beslenirler. Yoksa onlar kendilerini veya velî mürşitleri vahiy

    gelen peygamberlerin konumunda görmezler. Diğer bir deyişle sûfî mürşitler

    kendilerine yeni bir din geldiğini iddia etmezler. Ancak onlar İslâm’ı takvaya

    ermiş olarak yaşayarak canlı tutarlar ve hayatın inşasında Allah’ın lütfuyla onu

    yeniden yorumlarlar.33 Dolayısıyla mürşid-i kâmiller fertlerin manevi hayatla-

    rının düzelmesine vesile olan bir çeşit yenileme (tecdîd) veya ihyâ görevi üstle-

    nirler.

    2. Yaratılışn Özü ve Örneği Olarak Hz. Muhammed(s)

    Vahdet-i vücûd görüşünü benimseyen mutasavvıfların varlık mertebeleri tasni-

    finde ikinci mertebe taayyün-i evveldir. Bu aşamada Mutlak Vücûd kendi aha-

    diyyetini vâhidiyyete dönüştürerek belirmelere (taayyünât) başlar. Mutlak Vü-

    31 Azizüddin Nesefî, Tasavvufta İnsan Meselesi: İnsân-ı Kâmil, çev.: Mehmet Kanar, Dergah Yay.,

    İstanbul 1990, s. 14.

    32 Ebu Bekr Muhammed el-Kelâbâzî, et-Taarruf li-mezhebi ehli’t-tasavvuf, tahk.: Mahmud Emin

    en-Nevâvî, Kahire 1980, s. 85.

    33 Himmet Konur, “Şeriat ve Tasavvuf”, İslâmiyât, Ankara 1998, c. 1, sayı: 4, s. 119.

  • 40 | Doç. Dr. Halil İbrahim ŞİMŞEK

    Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2012/1, c. 11, sayı: 21

    cûd’dan ilk taayyün eden hakîkat-ı muhammediyyedir.34 Mahmud Erol Kılıç bunu

    şöyle açıklamaktadır: “Mutlak Vücûd açısından bakılınca bu mertebe varolu-

    şun başlangıcıdır ama mevcudât açısından bakıldığında ise gerçek yaratma

    (halk) bu hakîkat-ı muhammediyye mertebesinden sonra olacak ve bütün

    mahlûkât ondan yaratılacaktır.”35 İbn Arabî Fusûsu’l-hikem’inde Hz. Peygam-

    ber’e ferdiyeti atfederken şöyle der: “Hz. Muhammed(s) yaratılışın ilki, yaratıl-

    mışların özü ve mayasıdır. Varlık âleminde beliren ilk görüntü hakîkat-ı Mu-

    hammediyyedir.”36 Yukarıda naklettiğimiz ifadeler doğrultusunda düşünüldü-

    ğünde Hz. Peygamber yaratılışta bir model olarak vasıflandırılmıştır. Dolayı-

    sıyla Hz. Peygamber varlıkların özü, her kemâlin başı, bütün güzel özelliklerin

    kaynağı olarak kabul edilen hakîkat-ı Muhammediyye’yi yansıtan ve manevi ha-

    yat adına zikredilen bütün özellikleri kendinde toplayan en mükemmel bir

    simadır.37 Diğer bütün peygamberler Hz. Muhammed(s)’in kemâli olan nûr-i

    Muhammediyye/hakikat-ı Muhammediyyenin birer yansıması ve işaretleridir.38 Söz

    konusu bu yaklaşım İbn Arabî’nin genel (umumi) ve özel (hususi) nebîlik veya

    risâlet görüşüyle birlikte değerlendirilmesi gerekmektedir. Aynı şekilde Hz.

    Muhammed(s)’e vahyedilen şeriatın diğer peygamberlerin şeriatları karşısındaki

    durumu yıldızların güneşe nisbeti gibidir. Güneşin aydınlığı hüküm sürdüğü

    sırada yıldızların bir hükmü yoktur.39

    Nûr-i Muhammediyye kavramının tasavvuf tarihinde ilk olarak Sehl b.

    Abdullah et-Tüsterî (ö.283/896) tarafından öne sürüldüğü ifade edilmektedir.40

    34 İbn Arabî, el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, c. 1, s. 169; Mahmud Erol Kılıç, İbn Arabî Düşüncesine Giriş:

    Şeyh-i Ekber, Sufi Kitap, İstanbul 2011, s. 299.

    35 Aynı yer.

    36 Muhyiddin Muhammed İbn Arabî, Fusûsu’l-hikem, tahk.: Ebu’l-Ala Afîfî, 2.bs., Daru’l-Kitabi’l-

    Arabi, Beyrut 1980, s. 214.

    37 Abdullah Kartal, Abdulkerim Cîlî: Hayatı, Eserleri, Tasavvuf Felsefesi, İnsan Yayınları, İstanbul

    2003, s. 206; Mehmet Demirci, Nûr-i Muhammedî, Kitabevi, İstanbul 2008, s. 2, 4, 23.

    38 İbn Arabî, el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, c. 1, s. 186; Mustafa Kara, Dervişin Hayatı Sûfînin Kelâmı: Hâl

    Tercümeleri, Tarikatlar, Istılahlar, Dergâh Yayınları, İstanbul 2005, ss. 208-209; Ekrem Demirli,

    “Sûfîlerin Düşüncesinde Hz. Peygamber: Ahlakın İdeal Örneği ve Varlığın Gayesi Olarak

    Peygamber”, http://www.sonpeygamber.info/sûfîlerin-dusuncesinde-hz-peygamber-ahlakin-

    ideal-ornegi-ve-varligin-gayesi-olarak-peygamber, (erişim tarihi: 30.05.2011).

    39 İbn Arabî, el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, c. 1, s. 198.

    40 İbn Arabî, el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, c. 1, s. 169; Gerhard Böwering, “Zulme Uğrayan ve İlhâdla

    Suçlanan İlk Sûfîler”, çev.: Abdurrezzak Tek, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Bur-

    sa 2003, c. 12, sayı: 2, s. 377; Salih Çift, “İlk Dönem Tasavvuf Düşüncesinde Nûr Kavramı”,

    Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2004, c. 13, sayı: 1, ss. 140; Nuran Döner, “Tasav-

    vuf Kültüründe Hakîkat-ı Muhammediye ve Nûr-ı Muhammedî”,

  • Tasavvufî Düşüncede Hz. Muhammed Algısı | 41

    Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2012/1, c. 11, sayı: 21

    Söz nûr-i muhammediyyeyi ilk kullanan zâtın kim olduğu meselesine gelmişken

    bu konu etrafında cereyan eden tartışmalardaki ayrıntıların atlanarak nasıl

    farklı yorumların yapıldığına dikkat çekmek istiyorum. Çünkü bu yorumların

    neticesinde mesele tasavvufun kaynağının dışarıda aranmasına kadar götürül-

    müştür. Bazı müsteştriklerin iddiasına göre nûr-i muhammediyye görüşünün

    ilk olarak Şia tarafından kullanıldığını, Tüsterî ve onunla aynı görüşü paylaşan-

    ların Karmatîler’den etkilendiği iddia edilmektedir.41 Dahası “Allah göklerin ve

    yerin nûrudur…” (Nûr, 24/35) meâlindeki âyeti Bâtınî manada ilk tefsir edenin

    Câfer es-Sâdık olduğu ve Tüsterî’nin ilgili ayete getirdiği yorumlarda ona yakın

    bir tarzı benimseyen Hasan-ı Basrî’ye uyup şöyle söylediği nakledilmektedir:

    “Buradaki nûr Kur’ân’ın nûru gibidir. Ayette geçen misbâhın kandili marifet,

    fitili farzlar, yağı ihlâs, nûru da nûr-ı ittisâldir.”42 Tüsterî, bu âyet-i kerimeyi

    yorumlarken kendisi herhangi bir şahsa atıf yapmadan “Muhammed’in nuru-

    nun örneği” ifadesini kullanmaktadır.43 Sonra Hasan el-Basrî’ye atıf yaparak

    yukarıda nakledilen ifadelere yer vermektedir. Dolayısıyla iki hususa dikkat

    etmek gerekir: Birincisi Tüsterî bu görüşünü herhangi bir nakille izah etmeyip

    doğrudan kendisi ifade etmiştir. İkincisi onun Hasan el-Basrî’ye atıf yaparak

    naklettiği görüşlerin Cafer es-Sadık’a ait olduğu görüşü şüphelidir. Çünkü Ha-

    san el-Basrî (22-110/642-728) yaklaşık 60 yaşında iken doğan ve o vefat ettiğinde

    henüz 26 yaşında olan Cafer es-Sadık’tan (83-148/702-765) etkilenmiş olduğu

    iddiası şüpheyle karşılanması gerekir. Etkileşim meselesine dair değerlendir-

    melerin önemli bir kısmı “nûr-i muhammedî” kavramından hareketle tasavvufî

    düşüncenin dış kaynaklı olduğu veya Şiâ etkisiyle ortaya çıktığını öne süren

    bazı müsteşrikler ve onlara itibar eden araştırmacılara aittir. Söz konusu türden

    görüşe sahip olanların ifadelerini tetkik etmeden nakletmenin bazı olumsuz

    tespitlere götüreceği âşikârdır

    Tarihî süreçte üzerinde pek çok tartışmanın yapıldığı bu konuyla alakalı

    mutasavvıfların lehinde ve aleyhinde pek çok görüşler savunulmuştur. Sözü

    edilen görüşü benimseyen ve meselenin tarafı olan mutasavvıflar hem sûfîler

    hem de zâhir ulemasının bazısı tarafından şiddetle eleştirilmişlerdir. Makalenin

    http://www.sonpeygamber.info/ilk-ve-son-peygamber-hz-muhammed-sav, (erişim tarihi:

    30.05.2011).

    41 Salih Çift, “İlk Dönem Tasavvuf Düşüncesinde Nûr Kavramı”, Uludağ Üniversitesi İlahiyat

    Fakültesi Dergisi, 2004, c. 13, sayı: 1, ss. 140.

    42 Çift, “İlk Dönem Tasavvuf Düşüncesinde Nûr Kavramı”, s. 141.

    43 Sehl b. Abdullah et-Tüsterî, Tefsîru’l-Kur’âni’l-azîm, tahk.: Taha Abdurrauf Sa’d, Sa’d Hasan

    Muhammed Ali, Daru’l-harem li’t-türas, Kahire 2004, s. 206.

  • 42 | Doç. Dr. Halil İbrahim ŞİMŞEK

    Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2012/1, c. 11, sayı: 21

    amacı ve kapsam alanı göz önüne alınarak söz konusu açıklamalara veya bu

    bağlamda yapılan farklı tartışmalara girilmeyecektir.

    3. Tasavvufî Hayatın Rehberi Olarak Hz. Muhammed(s)

    Sûfîlerin benimsedikleri düşüncelere, geliştirdikleri anlayış biçimlerine ve ya-

    şadıkları manevi hayata örnek veya model olan Hz. Peygamber’in onların fikir

    ve eylemlerindeki konumunu doğru bir şekilde tespit etmek, gelişen bu yapıyı

    anlamak ve değerlendirmek açısından oldukça önemlidir. Aynı zamanda orta-

    ya konulan bu durum hem tasavvufî düşünce ve anlayışa kaynak arayışları

    hem de onun sahihliğinin tespiti bağlamlarında açıklayıcı bir fikir zemini oluş-

    turacaktır.

    Hz. Âdem(s) ile başlayan bu manevi rehberlik geleneğinin peygamberler

    silsilesinin sonuncusu Hz. Muhammed(s) tarafından sürdürüldüğü bilinen bir

    gerçektir. Hz. Peygamber, manevi hayatında diğer peygamberler gibi vahiyle

    belirlenen ve nübüvvetinin gereği olan görevlerini yerine getirmekle birlikte,

    manevi hayatında diğer peygamberlerden farklı kendine özgü bazı yaklaşım ve

    tecrübeleri de söz konusudur. O, hem vahye hem de ona göre inşa ettiği dinî

    tecrübesine dayanan kendi manevi hayatı doğrultusunda ashabını eğiterek

    onların daha sonraki nesillerin örnek alacakları kâmil insanlar ve mürşitler ol-

    malarını sağlamıştır. Hz. Peygamber ashabının kendinden sonra irşada ehil,

    kâmil ve mükemmil insanlar olduğuna işaret etmek üzere bir hadisinde şöyle

    buyurmaktadır: “Ashabım yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız sizi hidayete

    götürür.”44 Hz. Peygamber’den nakledilen bu sözün hadis ilmi açısından değer-

    lendirilmesi konumuz dışında olduğu için bu bağlamdaki tartışmalara girme-

    den burada kastedilen mana üzerinde durmanın yararlı olacağını düşünüyo-

    rum. Bu hadiste işaret edilen sahabîlerle kastedilen kişiler, elbette Hz. Peygam-

    ber’i görüp onunla konuşanların bütünü değil onların içinde Hz. Peygamber’in

    terbiyesinde yetişip kendilerini olgunlaştırarak kâmil müminler olan ve onun

    örnek hayatını sonraki nesle yansıtan zâtlardır. Çünkü Hz. Peygamber döne-

    minde yaşayan ve onunla görüşüp konuşan veya bazı eserlerde isimleri sa-

    habîler arasında zikredilen şahıslardan bazısı birtakım hatalı davranışlar yap-

    mış olabilir. Dolayısıyla yukarıda zikredilen hadisteki “uyma” ve “hidayete

    44 Ebu Abdullah Hakim et-Tirmizî, Nevâdirü’l-usûl fî ahâdisi’r-resûl, tahk.: Abdurrahman Umey-

    re, Daru’l-Cîl, Beyrut 1992, c. 3, s. 62; İsmail b. Muhammed el-Aclûnî, Keşfu’l-hafâ ve muzîlu’l-

    ilbâs ‘ammâ iştehere mine’l-ehâdîs ‘alâ elsineti’n-nâs, 3. bs., Daru İhyâi’t-Turâsi’l-Arabî, Beyrut

    1352 H., c. 1, s. 132, h.no: 381.

  • Tasavvufî Düşüncede Hz. Muhammed Algısı | 43

    Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2012/1, c. 11, sayı: 21

    vesile olma” ifadeleri Hz. Peygamber’i gören ve sahabî olarak anılan bütün

    insanları ya da böyle kabul edilmekle birlikte onların yapmış olabilecekleri

    olumsuz davranış ve tutumlarını kapsamamaktadır. Netice olarak tasavvufî

    kaynakların bazısında geçen bu hadiste Hz. Peygamber’in örnekliğinin sa-

    habîler vasıtasıyla sürdürülerek devam ettirildiğine işaret edildiği görülmekte-

    dir.

    Sûfîler, her fırsatta sahip oldukları tasavvufî düşünce vasıtasıyla Hz. Pey-

    gamber’e uyup onun manevi hayatını örnek alarak kendilerini kâmilleştirmeyi

    (manevî açıdan olgunlaştırmayı) amaçladıklarını açık bir şekilde belirtmekte-

    dirler. Kâmilleşme (manevî olgunlaşma) inanç, düşünce, bilgi, amel ve ahlâk gibi

    birçok açıdan gerçekleştirilmektedir. Dolayısıyla tasavvufun özünde Hz. Pey-

    gamber ve onu örnek alan sahabileri tarafından yaşanan manevi hayatın sonra-

    ki nesiller tarafından kabullenilip yaşanarak ve yaşatılarak devam ettirilmesi

    olduğunu söylemek mümkündür. Muhyiddin İbn Arabî’ye göre Allah, kulları-

    na yönelik sevgisiyle onların kendilerine gönderilen peygamberlere uymalarına

    imkân sağlar. Bu sebeple insanların Allah’ın kendilerini sevmesine neden olan

    güzel sıfatları veya iyi amelleri onların Hz. Peygamber’e uymaları sayesinde

    gerçekleşir.45 Bu bağlamda pek çok sûfî tarikatın öncüleri kendi yollarının Hz.

    Peygamber’in örnekliğinde geliştirildiğini belirtmektedirler. Mesela bunlardan

    biri olan Murad-ı Buhârî (ö.1132/1720): “Bizim yolumuz (Nakşbendîlik) ekleme

    ve çıkarma yapılmadan, sahabîlerin aslî şekliyle devam eden yoludur. Bu yol,

    istihlâk46 yöntemiyle ve ibadete devam etmekle gerçekleşip, in’ıkâs47 ve in-

    sibâğ48 ile müritlere geçmiştir.”49 Nakledilen bu ifadelere bakıldığında sûfîlerin

    45 İbn Arabî, el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, haz.: Mektebü’t-Tahkik bi-Dâr-ı İhyai’t-Türasi’l-İslamî, Dâru

    İhyâi’t-Türasi’l-Arabî, Beyrut, ts., c. 2, s. 336.

    46 İstihlâk: “Yok etmek” anlamındaki bu kelime tasavvufî düşüncede sûfînin üstadının terbiye-

    sindeyken ölü gibi tam teslimiyette olmasına denir. Bu durumda istihlâk, sâlikin Hakk’ı

    müşâhede ederken kendi “ben”liğinden veya diğer ifadeyle “ben”liğini görmekten kurtulma-

    sıdır. Böylece kişi, kendi benliğini devreden çıkarmakla, zâtından ve sıfatlarından fânî olup

    Allah’ın zât ve sıfatlarının tecellileri ile bâki olur. Muhammed Rüstem Raşid, Dürrü’l-

    müntehab min bahri’l-edeb fî tercemet-i silsileti’z-zeheb, Matba’a-i Amire, İstanbul 1274 (1857 M.),

    s. 4.

    47 İn’ıkâs: “Yansıma” anlamındaki bu kelime tasavvufî düşüncede kâmil mürşitte olan manevi

    kemâllerin ve feyizlerin, ona intisab eden müridlerin bâtınına yansıtılmasına denir. Bu ak-

    setme hadisesi Allah’tan Cebrail’le Hz. Peygamber’e, ondan sahabîler vasıtasıyla tâbilere, on-

    lardan sahih silsile ile mürşid-i kâmillere ve onların vesilesiyle de müritlere doğru gerçekleşir.

    Muhammed Rüstem, Durru’l-muntehab, s. 5.

    48 İnsibâğ: “Boyanma” anlamındaki bu kelime tasavvufî düşüncede müridin mürşidinin manevi

    kemâlleri ve bâtınî hâlleriyle hemhâl olmasıyla bâtınını onunla aynileştirmesidir. Muhammed

  • 44 | Doç. Dr. Halil İbrahim ŞİMŞEK

    Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2012/1, c. 11, sayı: 21

    Hz. Peygamber döneminde yaşanılan manevi hayatı kendi öncülerinden aldık-

    ları gibi yaşayarak sonraki nesillere aktardıkları anlaşılmaktadır.

    Tasavvufun kurumsallaşma dönemi dediğimiz tarikatların oluşma ve ya-

    yılma aşamasındaki usta-çırak ilişkisine benzer şekilde gelişen mürşid ile mürit

    arasındaki tecrübeye dayalı eğitim tarzını benimseyen sûfîlerin ifadesine göre

    bu yolun yegâne örnek ve rehberi Hz. Peygamber’dir. Çünkü o, insân-ı kâmil-

    lerin en mükemmeli (olgunu) ve mükemmilidir (olgunlaştırıcısı).50 Allah bu

    gerçeğe işaretle Kur’an-ı Kerim’de “Sen elbette yüce bir ahlâk üzeresin.”51 bu-

    yurmaktadır. Şüphesiz Hz. Peygamber sûfîlerin tam bir teslimiyetle bağlandık-

    ları biricik rehberdir. Onları bu anlayışa sevkeden Kur’ân-ı Kerim’deki açık

    ifadelerdir. Daha önce naklettiğimiz âyetteki (Mümtahine, 60/6) genellemeden

    öte özel olarak Hz. Peygamber’in örnekliğine işaret eden bir âyet-i kerimede ise

    şöyle buyrulmaktadır: “Andolsun, Allah’ın Resûlünde sizin, Allah’a ve ahiret

    gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek

    vardır.”52 Zikredilen âyetlerde işaret edildiği gibi Allah peygamberlerini muha-

    tap oldukları kendi ümmetlerine örnek ya da model insan olarak takdim et-

    mektedir.

    Sûfîler amaçlarını ifade ederken genellikle Hz. Peygamber’in uygulayarak

    hayata geçirdiği dinî hayatı ve onun sahip olduğu manevi yönü kendilerine

    hedef olarak belirlediklerinden bahsederler. Onlar, telkin ettikleri ve öğrettikle-

    ri dinî hayatın en mükemmel şekliyle Hz. Peygamber’in örnekliğinde gerçek-

    leştirildiğini ve ondan öğrenerek yaşayıp kemâle erenler vasıtasıyla da kendile-

    rine ulaştığını belirtmektedirler. Bu açıdan bakıldığı zaman sûfîlerin söz konu-

    su yaklaşımlarını bir çeşit “öze dönüş” hareketi olarak görmek mümkündür.

    Çünkü onlar belli dönemlerde Hz. Peygamber’le sonraki nesiller arasında ma-

    nevi hayat ve anlayış açılarından farklılıklar meydana geldiğini belirtmektedir-

    ler. Dolayısıyla sûfîler, nebevî örnekliğe dönüşü veya onu zinde tutmayı vurgu-

    lamalarıyla Hz. Peygamber’le sonraki nesillerin arasında meydana gelen fark,

    ayrılık ve uzaklaşmayı ortadan kaldırmak isterler. Böylece onlar, aradaki bağı

    sağlamlaştırarak Hz. Peygamber’e daha yakın olmayı ve onun manevi örnekli-

    Rüstem, Durru’l-muntehab, s. 5.

    49 Murâd-ı Buhârî, Silsiletü’z-zeheb, Süleymaniye Kütüphanesi, Tekkeler-Murad, no: 256, vr. 50a.

    50 Abdulkerim el-Cilî, el-İnsânü’l-kâmil fî marifeti’l-evâhir ve’l-evâil, tahk.: Ebu Abdurrahman

    Salah b. Muhammed, Daru’l-kütübi’l-ilmiyye, (iki cilt birarada), Beyrut 1997, ss. 207-208.

    51 Kalem, 68/4.

    52 Ahzâb, 33/21

  • Tasavvufî Düşüncede Hz. Muhammed Algısı | 45

    Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2012/1, c. 11, sayı: 21

    ğini her zaman canlı tutmayı hedeflemektedirler. Sûfîlerin bazısı bu anlayışla-

    rını bir adım daha ileriye taşıyarak Hz. Peygamber ile tasavvufî terbiyeyi veren

    mürşid-i kâmiller arasında çeşitli açılardan bağ kurarlar. Onlara göre, mürşid-i

    kâmil ve mükemmiller, Hz. Peygamber’in bıraktığı manevi mirasın veya diğer

    bir deyişle velâyetin gerçek vârisleridir. Hatta bazı sûfîler tarafından kendi top-

    lumu arasındaki mürşid-i kâmil ve mükemmil ile ümmeti içindeki bir peygam-

    ber arasında manevi rehberlik ve model insan olma açılarından benzetme ya-

    pılmıştır.53 Ancak burada peygamberin nübüvvetiyle mürşitlerin velâyetini

    eşdeğerde görme veya nebîlerle velîleri aynı seviyede tutma gibi bir durum söz

    konusu değildir.

    Sûfîler, benimsedikleri anlayış, düşünce ve uygulamaların yegâne model

    insan olarak takdim ettikleri Hz. Peygamber’den kendilerine kadar bağlı bu-

    lundukları mürşitler silsilesi vasıtasıyla kesintisiz olarak ulaştırıldığını ifade

    ederler. Böylece Hz. Peygamber’in yaşadığı manevi hayatın sonraki nesillere

    aktarılması ve onlar tarafından benimsenmesi için yukarıda işaret ettiğimiz

    mürşit-mürit ilişkisi çerçevesinde birebir eğitim gerçekleştirilip yaşanarak ve

    yaşatılarak nesilden nesile sürdürülmektedir. Manevi hayatı geliştirme meto-

    dunun mürşitlerden silsileler vasıtasıyla müritlere aktarılma hadisesi “Biz, Al-

    lah’ın boyasıyla boyanmışızdır. Boyası Allah’ınkinden daha güzel olan kimdir?

    Biz ona ibadet edenleriz (deyin).”54 meâlindeki âyet-i kerimeden de esinlenile-

    rek bazı sûfîler tarafından “Hz. Peygamber’in sahip olduğu dinî hayatı yaşama

    ve yaşatma” anlamında kullandıkları “insibâğ” (boyanma) kelimesiyle ifade

    edilir. Tabii olarak burada aynı sûfîlerin “kendindeki özellikleri yok edip reh-

    berdeki özellikleri hâkim duruma getirmek” anlamında kullandıkları “istihlâk”

    (yok etme) kavramına da işaret etmek gerekir. Yani Hz. Peygamber Allah’tan

    vahiyle aldığını etrafındaki sahabilerine nasıl aktardı ise onlar da muhatap ol-

    53 İmam Rabbanî Ahmed Sirhindî, Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî, (ofset baskı), Işık Kitabevi, İstan-

    bul 1977, c. 1, s. 370 (mektup no: 224).

    Sûfîlerin eserlerinde yer alan mürşid ve nebî arasındaki söz konusu benzetme hadis olarak

    rivayet edilen الشيخ فى قومه كالنبي فى امته “Kavmi içindeki şeyh ümmeti içindeki peygamber gi-bidir.” ifadelerine dayandırılmaktadır. Aclunî, hadis olarak rivayet edilen bu sözün zayıf ol-

    duğunu belirtmektedir (el-Aclûnî, Keşfu’l-hafâ, c. 2, s. 17). Nakledilen bu sözün hadis teknikle-

    ri açısından değerlendirilmesi veya sahihlik durumu ve “şeyh” kelimesiyle sözlük anlamı

    olan “yaşlı adam” mı, yoksa tasavvufî terim olarak kullanılam “mürşid-i kâmil” mi kastedil-

    mektedir? Sözü edilen bu hususlar ayrı bir tartışma konusudur. Ancak metinde işaret edildiği

    gibi sûfîlerin maksadı peygamberlerin öğreticilik, eğiticilik, rehberlik ve velâyetinin kendileri

    tarafından devam ettirildiğini vurgulamaktır.

    54 Bakara, 2/138.

  • 46 | Doç. Dr. Halil İbrahim ŞİMŞEK

    Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2012/1, c. 11, sayı: 21

    dukları tabilere ve bu zâtlar da kendilerinden sonraki önder şahsiyetlere bizzat

    öğretmişlerdir. Bu şekilde Allah’ın emirleri doğrultusunda eğitilerek şekillenen

    ve gerçekleşen Hz. Peygamber’in manevi hayatı silsile hâlinde aktarılarak söz

    konusu nebevî renge boyanma hâli gerçekleşmektedir. Böylece her geçen dö-

    nemde bir önceki nesilden görevi devralan yeni nesil tarafından sözü edilen

    sürece süreklilik kazandırılarak bu örneklik devam ettirilip günümüze kadar

    taşınmıştır.

    Hedeflerini manevi açıdan kâmil (olgun) olmak ve bu amaca uygun insan-

    lar yetiştirmek şeklinde belirleyen sûfîler, bu yola giren veya insan-ı kâmil ol-

    maya niyet edenlerin kâmilliğin zirvesi ve yegâne rehberi olarak niteledikleri

    Hz. Peygamber’i örnek almaları gerektiğini ifade ederler. Çünkü İslâm, Hz.

    Peygamber’in yaşantısıyla onun ümmetine öğretilip benimsetilerek kemâle

    erdirilmiştir. Kur’ân-ı Kerim’de “Bugün sizin için dininizi olgunlaştırdım, size

    nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’a râzı oldum.”55 buyrula-

    rak bu gerçeğe işaret edilmiştir. Hz. Peygamber, kendisine gönülden bağlanan

    sahabilerinin arasında sahip olduğu diğer görevlerinin yanı sıra bir mürşid-i

    kâmil ve mükemmil olarak her zaman öğreticilik ve manevi eğiticilik vazifesini

    yürütmüştür. O’nun bu örnekliğine ve öğreticiliğine işaretle âyet-i kerimede

    şöyle buyrulur: “Odur ki, ümmilere kendilerinden olan ve onlara Allâh’ın âyet-

    lerini okuyan, onları temizleyen (yücelten), onlara kitabı ve hikmeti öğreten bir

    elçi gönderdi. Oysa onlar, önceden açık bir sapıklık içindeydiler.”56 Bu âyet-i

    kerimeye dikkatle bakıldığında Hz. Peygamber’in içinde bulunduğu toplumu

    eğitme, onlara kitap ve hikmeti öğretme ve onların kendisi gibi olmalarını sağ-

    lamak için görevlendirildiği açık bir şekilde vurgulanmaktadır. Ebu Nasr Serrâc

    et-Tusî’ye (ö.378/988) göre zikredilen âyetteki “kitâb”dan maksat Kur’ân-ı Ke-

    rim ve “hikmet”ten kastedilen “isâbet” veya diğer bir deyişle “uygulama”dır.

    İsabetin açılımı ise, Hz. Peygamber’in Sünnet’i yani filleri, ahlâkı, hâlleri ve

    hakikatleridir.57 Hakîmler (hikmet ehli olanlar) olarak görülen sûfîlerin hedefi

    de Hz. Peygamber’e tam bir şekilde uyan (ittibâ eden) ve ona her yönüyle bağ-

    lanan hakikî ümmet veya diğer bir deyişle huzura ermiş ve imanlarında mut-

    main olmuş müminler olmaktır.

    Sahabiler gerçekleştirdikleri dinî ameller ve tecrübe ettikleri manevi hâlle-

    55 Maide, 5/3.

    56 Cuma, 62/2.

    57 Ebu Nasr es-Serrâc et-Tusî, el-Luma, tahk.: Abdulhalim Mahmud, Taha Abdülbaki Sürur,

    Daru’l-Kütübi’l-Hadis, Mısır 1960, s. 130.

  • Tasavvufî Düşüncede Hz. Muhammed Algısı | 47

    Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2012/1, c. 11, sayı: 21

    rinde karşılaştıkları veya çözemedikleri meseleleri bizzat Hz. Peygamber’e so-

    rarak halletmişlerdir. Çünkü Hz. Peygamber onların aralarında olup onların

    hem muallimi hem mürşidiydi. Sahabilerden sonra gelen nesil (tâbiler) onların

    sahip olduğu bu şanstan uzak kaldılar. Fakat bu sonraki neslin örnek alacağı

    kişiler işaretle âyette şöyle buyrulmaktadır: “Muhacirlerden ve Ensar’dan (İs-

    lam’a girmekte) ilk öne geçenler ile onlara güzel bir şekilde uyanlar var ya Al-

    lah onlardan razı olmuş ve onlar da O’ndan razı olmuşlardır…”58 Hz. Peygam-

    ber de – önceki sayfalarda sözü edilen - hadis-i şerifinde “Ashabım yıldızlar

    gibidir. Onların hangisine uyarsanız hidayete erersiniz.”59 buyurarak sonraki

    nesillerin örnek alacağı kişilere işaret etmiştir. Âyet-i kerimede de belirtildiği

    gibi bu zâtlar öncü nesil olup bizzat Hz. Peygamber’in terbiye, eğitim ve öğre-

    timinden geçen sahabilerdir. Onlar, tecrübe ettikleri manevi hayatlarıyla muha-

    tap oldukları yeni neslin rehberleridirler. Sahabîler, “tâbiler” olarak nitelendiri-

    len kendilerinden sonraki bu nesli, Hz. Peygamber’in kendilerini eğittiği şekil-

    de bizzat yaşayarak ve yaşatarak yetiştirip onlara hâl, hareket, ahlâk ve tavırla-

    rıyla birer rehber ya da diğer bir tabirle model oldular. Böylece manevi eğitim

    silsilesinin ilk iki halkası oluşmuştur.

    Hz. Peygamber’in ashabını göremeyen veya onların yaşadıkları dönemi

    idrak edemeyen sonraki nesle gelince, onlar da kendi aralarındaki “tabiûn”

    neslinden kâmil ve örnek şahsiyet oluşturmuş insanlara uyarak bu manevi mi-

    rasın sürekliliğini sağlamaya çalışmışlardır. Onlar, kendilerine örnek olan

    mezkûr insanlardan aldıkları terbiyeyi ve eğitimi daha öncekilerin yaptığı gibi

    kendi muhataplarına aynen aktarmışlardır. Böylece her dönemde bu manevi

    görevi yürüten veya kendilerine böyle bir sorumluluk yüklenen insanlar var

    olmuştur. Neticede dinî hayatın manevi boyutunun farklı bölgelerde yaşanarak

    ve yaşatılarak nesilden nesile aktarılıp bugüne kadar taşındığını, bu anlamda

    sûfîlerin de gönüllüler olarak hizmet ettiğini açıkça ifade edebiliriz.

    Sûfîler, ilk dönemden beri Hz. Peygamber’le kendileri arasında varoldu-

    ğunu öne sürdükleri bağın kesintiye uğratılmamasına dikkat etmiş ve bunu

    sağlamak için gayret etmişlerdir. Onların Hz. Peygamber’le iletişimi bazen rüya

    görme, bazen de uyanık olarak düşünme ve hayal etme veya diğer bir deyişle

    murâkabe şeklinde gelişmiştir. Onlar bu tür uygulamalarıyla kendi yaşantıları

    ile Hz. Peygamber’in manevi hayatını anlayış ve amelî yönden ilişkilendirme

    58 Tevbe, 9/100.

    59 Hakîm et-Tirmizî, Nevâdirü’l-usûl fî ahâdisi’r-resûl, c. 3, s. 62; el-Aclûnî, Keşfu’l-hafâ, c. 1, s. 132,

    h.no: 381.

  • 48 | Doç. Dr. Halil İbrahim ŞİMŞEK

    Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2012/1, c. 11, sayı: 21

    yolunu tercih etmişlerdir. Sûfîlerin kendilerini manen Hz. Peygamber’e bağla-

    yan ve ona uyduklarını ifade eden kavramlardan biri “silsile”dir. Silsile; zincir,

    birbiriyle alakalı şeylerin oluşturduğu dizi, sıra ve soy şeceresi gibi anlamlarda

    kullanılan bir kelimedir.60 Tasavvufî bir terim olarak silsile ile kastedilen bir

    şeyhin icazet aldığı mürşidinden Hz. Peygamber’e kadar ulaşan üstatlarının

    belirtildiği isnad şeceresidir.61 Mürşid-i kâmiller kendi üstatlarından aldıkları

    terbiyeyi ve bu süreçte yaşadıkları tecrübeleri müritleriyle paylaşmaktadırlar.

    Bu şekilde silsile vasıtasıyla tecrübe edilen terbiye geleneği Hz. Peygamber’e

    kadar uzandığı için dinî ve manevi hayatın yaşanıp yaşatılarak sağlam bir şe-

    kilde sonraki nesile aktarılması sağlanmaktadır.

    Sûfîlerin Hz. Peygamber’le kendileri arasında bağ kurmalarını ifade eden

    diğer kavramlar “râbıta-i resûl” ve “fenâ fî’r-resûl”dür. Tasavvufî terbiyede Hz.

    Peygamber’in manevi yolunu yaşayarak sürdürdüğü ve onun örnekliğini tem-

    sil ettiği kabul edilen mürşid-i kâmile veya şeyhe “râbıta”62 yaptırılarak henüz

    kemâle ermemiş olan müridin hâlleri olgunlaştırılıp pekiştirilir. Böylece “fenâ

    fî’ş-şeyh”, tecrübe eden müridin kalbi vasıtasız bilgiye veya diğer deyişle fey-

    zin ana kaynaktan akışına hazır hâle getirilir. Özellikle sûfilerin seyir ve süluk-

    ta ulaşılan manevi makama göre değişik sayılarda vird olarak ifa ettikleri sa-

    lavât-ı şerifeler sıradan bir uygulama değil onların kendilerini Hz. Peygam-

    ber’le irtibatlandırmalarının vasıtasıdır.63 Söz konusu uygulamayla Hz. Peyga-

    ber’le irtibatı sağlanan müride bu aşamada “râbıta-i resûl” tavsiye edilip “fenâ

    fî’r-resûl” tecrübe ettirilir. Böylece manevi açıdan belli bir seviyeye ulaşan mü-

    rit mürşidinin insan-ı kâmil olma vasfıyla örnekliğini kendisine yansıttığı reh-

    berle doğrudan muhatap kılınır. Bu tür bir râbıta uygulaması genelde tasavvufî

    terbiye sürecinde (seyr ve sülûk) orta seviyedeki sûfîlere (bu aşamadaki sufîlere

    sâlik, havâs veya mutavassıt denilir) telkin edilir.64 Sûfîler sözü edilen bu uygu-

    lamayla Müslümanlar için yegâne örnek olan Hz. Peygamber’in nasıl bir insan

    olduğunu, ne şekilde yaşadığını ve onun manevi davranışlarını nasıl gerçekleş-

    60 Asım Efendi, Kamûs Tercemesi, (Tıpkı Basım), İstanbul 1304 H, c. 3, s. 369

    61 Necdet Tosun, “Silsile”, DİA, İstanbul 2007, c. 37, s. 206.

    62 Râbıta hakkında bilgi için bk. Necdet Tosun, “Râbıta”, DİA, İstanbul 2007, c. 34, s. 378; Kadir

    Taşpınar, Tasavvufta Mürşid Râbıtası, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Rize Ü. (Recep

    Tayyip Erdoğan Ü.) Sosyal Bilimler Enstitüsü, Rize 2010.

    63 Mahmud Erol Kılıç, Tasavvufa Giriş, Sufi Kitap, İstanbul 2012, s. 84.

    64 Mehmed Nuri Şemseddin, Miftâhu’l-kulûb, haz.: İbrahim Nureddin, Esad Efendi Matbaası,

    İstanbul 1301 H., ss. 12-13; İrfan Gündüz, “Tasavvufî Bir Terim Olarak Râbıta”, Tasavvuf, An-

    kara 2007, sayı: 19, s. 34.

  • Tasavvufî Düşüncede Hz. Muhammed Algısı | 49

    Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2012/1, c. 11, sayı: 21

    tirdiğini tasavvur ederler. Ancak onlar, sadece Hz. Peygamber’i düşünmekle

    kalmayıp onun örnekliğinde bütün hâl ve hareketlerinin kemâl derecelerini

    elde etmek için gayret ederek onunla kendilerinin dinî-manevî hayatlarını

    aynîleştirmeğe yönelirler.65 Sözü edilen bu duruma göre sûfîler, kendilerinin

    her türlü manevi hâl ve amellerine Hz. Peygamber’in tesirini yansıtarak ruhî

    gelişimlerini tekâmül ettirmektedirler.

    Hz. Peygamber’in dinî hayatını yansıtan Sünnet’i, tasavvufî düşünce ve

    yaşayışta hayatî bir öneme sahiptir. Çünkü sûfîlere göre “Sünnet”, sadece Hz.

    Peygamber’in gündelik hayatı ve ibadetleri değil aynı zamanda onun derûnî

    yönünü yansıtan manevi amellerinin tamamını kapsamaktadır.66 Yukarıda be-

    lirtildiği üzere Hz. Peygamber’in manevi örnekliği, mutasavvıflar için ulaşıl-

    ması istenen ve sahip olunması gereken yegâne amaçtır. Her sûfî manevi seyri-

    ne başlarken en mükemmel şekli Hz. Peygamber’in şahsında ve onun ferdî

    hayatındaki sünnetinde temsil edilen “insân-ı kâmil” olmayı amaçlar. Bu se-

    beple tasavvufî düşüncede sürekli bir şekilde söz konusu amaca veya diğer bir

    deyişle Sünnet’e uygun bir hayat inşa etmeğe vurgu yapılır. Hatta bu tutum bir

    adım daha ileriye götürülerek bazı sûfîler tarafından Hz. Peygamber’in sünne-

    tine uymayan veya ona önem vermeyen ve kendi yolunun sıhhati için onu öl-

    çüt olarak değerlendirmeyen bir sûfinin veya tasavvufî hareketin hakikî (sahih)

    olmasından bahsedilemeyeceği belirtilir.67

    Sûfîler açısından Hz. Peygamber’in Sünnet’i, sadece mutasavvıf için değil

    aynı zamanda her Müslüman ferdin yaşayarak kendinde meleke hâline getir-

    mesi gereken manevi hayat ve ahlâktır. Çünkü Hz. Peygamber’in eşi Hz. Ai-

    şe’nin de belirttiği gibi onun ahlâkı ve dinî hayatı Kur’ân-ı Kerîm’i yansıtmak-

    tadır.68 Dahası Hz. Aişe’nin rivayet edilen sözlerinde Hz. Peygamber’in bunun

    dışında bir ahlâkî ve dinî hayatının düşünülmesine karşı bir hayret söz konu-

    sudur. Dolayısıyla Hz. Peygamber’e uyan ve itaat eden veya onunla aynîleşen

    65 Rifat Okudan, “İnsanî Bir İnsiyak Olarak Râbıta”, Tasavvuf, Ankara 2003, sayı: 10, s. 213.

    66 Hz. Peygamber’in örnekliği konusu tasavvufî açıdan değişik boyutlarıyla ele alınıp değerlen-

    dirilebilir. Sözü edilen bağlamda bazı çalışmalar yapılmıştır. Fakat elinizdeki bu makale mu-

    tasavvıfların Hz. Peygamber algısının tespiti ile sınırlandırılmıştır. Bu sebeple elinizdeki ma-

    kalede mutasavvıfların benimsediği her şey ve onların yapıp-ettikleri amellerin Hz. Peygam-

    ber’in sünnetinden dayanakları gibi konulara girilmemiştir (H.İ. Şimşek).

    67 Hucvirî, Keşfu’l-Mahcub, ss. 334-335.

    68 Hz. Aişe’ye Hz. Peygamber’in ahlâkının nasıl olduğu sorulduğunda o şöyle dedi: “…Onun

    ahlâkı Kur’an’dı.” (Müslim, Misâfirîn, 139). Nakledilen bu ifadeye bakıldığında Hz. Aişe tara-

    fından Hz. Peygamber’in Kur’an merkezli hayatına vurgu yapıldığı görülmektedir.

  • 50 | Doç. Dr. Halil İbrahim ŞİMŞEK

    Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2012/1, c. 11, sayı: 21

    Allah’a itaat etmiş olur.69 Bu aşamada sûfîlerin râbıta-i huzur veya murâkabe

    kelimeleri ile ifade ettikleri durum gerçekleşir ve her an Allah’ın huzurunda

    olma farkındalığı meydana gelir. Böylece sûfînin yapıp-etmelerinde ihsan bo-

    yutuna ulaşması ve Allah’ı görüyormuş gibi hareket etmesi sağlanmış olur.

    4. Sonuç

    Geleneksel olarak sürdürdükleri dinî ve tasavvufî hayatlarındaki uygulamalar

    ve kendi tecrübelerini anlatmak için yazdıkları eserlerdeki ifadelerine bakıldı-

    ğında mutasavvıfların nebîleri velâyetleriyle birlikte değerlendirdikleri görül-

    mektedir. Sûfîlere göre bütün peygamberler ümmetlerine hem nübüvvet hem

    de velâyetleriyle rehber olmuşlardır. Son nebî ve resûl olan Hz. Peygamber

    hakikat-ı muhammediyyenin zuhuru ve kemâlidir. O, sûfîler için “yegâne ör-

    nek ve rehber” veya diğer bir deyişle “model insan”dır. Söz konusu bu örnek

    veya model olma meselesi sufîler tarafından hem yaşadıkları tasavvufî tecrübe-

    ler hem de kendilerine hâs varlık, bilgi ve ahlâk anlayışlarını ortaya koyma ve

    yorumlama bağlamında değerlendirilmiştir.

    Mutasavvıfların sahip oldukları tasavvufî anlayış ve bu doğrultuda gerçek-

    leştirdikleri manevi eğitimlerini geliştirmek için girdikleri yolun sonunda

    ulaşmak istedikleri amaç örnek aldıkları modelle aynileşmektir. Söz konusu

    aynileşmeyi sağlamak için belirlenen amaca ulaşarak insan-ı kâmil olmuş ken-

    dilerine en yakın modeli örnek almakla işe başlarlar. Daha sonra manevi açıdan

    tekâmül eden sûfîler kemâle erdikleri zaman kendileri Hz. Peygamber’in ör-

    nekliğini yansıtacak hâle gelirler. Ulaşılan mertebede söz konusu iki taraf (ör-

    nek alınan ve alan) arasında vasıtasız bir iletişim gerçekleşir ve böylece sûfîle-

    rin “râbıta-i resûl” diye tanımladıkları kalbî bağ kurulur. Hz. Peygamber’in

    şahsında mevcut olan insân-ı kâmil örnekliğini tecrübe ederek onunla kendi

    aralarında manevi bir bağ kuran sûfîler bu vesileyle onun velâyetinin tesirini

    alır ve kendilerinden sonraki nesillere tevarüs ettirirler. Tasavvufî eserlerin

    bazısında Hz. Peygamber’den sonra velâyet nurunun sûfîler tarafından nesil-

    den nesile aktarılıp bugüne kadar getirildiği ve bu uygulamanın aynı şekilde

    kıyâmete kadar devam ettirileceği belirtilmektedir.

    Mutasavvıflar, Hz. Peygamber’le aynîleşme anlayışlarıyla kendi “ben-

    lik”lerinden kurtulup Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmaya çalışırlar. Aynı zamanda

    bu durum, insanın manevi tekâmülünün nasıl gerçekleşeceğine dair tasavvufî

    69 Âlu İmran, 3/32, 132.

  • Tasavvufî Düşüncede Hz. Muhammed Algısı | 51

    Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2012/1, c. 11, sayı: 21

    tecrübeyi ortaya koymaktadır. Tasavvufî seyr ve sülûkü esnasında çeşitli ma-

    nevi tecrübeleri yaşayan sûfîler, iç âlemlerindeki ilahî hakikati keşfederek

    insân-ı kâmil mertebesine ulaşıp Allah’ın halifesi olduklarının farkına varırlar.

    Aslında sûfîler bu tecrübeleriyle hadis olarak kabul edip sıkça atıf yaptıkları

    “kendini tanıyan Rabbini tanımıştır” cümlesinde ifade edilen hakikate uygun

    olarak kendilerini (nefislerini) tanıyarak onları yaratan Allah’ın yüceliğini ve

    hikmetini keşfetmiş olurlar.

    Söz ve uygulamalarına bakıldığında mutasavvıflar hakkında şunu ifade

    etmek mümkündür: Hz. Peygamber, mutasavvıfların benimsediği tasavvufî

    (manevî) hayatın öznesidir. Dolayısıyla sûfîler açısından Hz. Peygamber’i ör-

    nek ve rehber olarak kabul etmeyen veya ona uymayan bir tasavvufî hayat mu-

    teber değildir. Bu sebeple tasavvufî düşünce ve hayattan Hz. Peygamber ve

    onun örnekliği çekilip çıkarıldığı zaman artık orada tasavvuf adına savunula-

    cak bir şey kalmaz.

    Kaynakça

    el-Aclûnî, İsmail b. Muhammed, Keşfu’l-hafâ ve muzîlu’l-ilbâs ‘ammâ iştehere mine’l-ehâdîs ‘alâ elsine-ti’n-nâs, 3. Bs., Daru İhyâi’t-Turâsi’l-’Arabî, (c. 1-2), Beyrut 1352 H.

    Arpaguş, Safi, Mevlânâ ve İslâm, Vefa Yayınları, İstanbul 2007.

    Asım Efendi, Kamûs Tercemesi, (Tıpkı Basım), c. 1-5, İstanbul 1304 H.

    Aslan, Hulusi, “İmamiyye Şiasında İmamet-Nübüvvet İlişkisi”, İslâm’da Peygamber İnancı Sempoz-yumu, edit.: İbrahim Coşkun, Ensar Neşriyat, İstanbul 2009, ss. 201-219

    Böwering, Gerhard, “Zulme Uğrayan ve İlhâdla Suçlanan İlk Sûfîler”, çev.: Abdurrezzak Tek, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Bursa 2003, c. 12, sayı: 2, ss. 361-384.

    Cebecioğlu, Ethem, Hacı Bayram Velî, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 1991.

    el-Cilî, Abdülkerim, el-İnsânü’l-kâmil fî marifeti’l-evâhir ve’l-evâil, tahk.: Ebu Abdurrahman Salah b. Muhammed, Daru’l-kütübi’l-ilmiyye, (iki cilt birarada), Beyrut 1997.

    Corbin, Henry, “Şiîlikte Velâyet Kavramı”, çev.: Sabri Hizmetli, Ankara Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, Ankara 1983, sayı: XXVI, ss. 717-726.

    Çakmaklıoğlu, M. Mustafa, “İbnü’l-Arabî’nin Nübüvvet-Velâyet Hakkındaki görüşleri ve İbn Teymiyye’nin Bu Husustaki Eleştirileri”, Tasavvuf: İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, Ankara 2008, sayı: 21, ss. 213-255.

    Çift, Salih, “İlk Dönem Tasavvuf Düşüncesinde Nûr Kavramı”, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2004, c. 13, sayı: 1, s. 139-158.

    --------, “Tasavvufta Velayet Kavramı: Hakîm Tirmizî Örneği”, Bursa’da Dünden Bugüne Tasavvuf Kültürü-2, Bursa Kültür Sanat ve Turizm Vakfı, İstanbul 2003, ss. 116-150.

    Demirci, Mehmet, Nûr-i Muhammedî, Kitabevi, İstanbul 2008.

    Demirli, Ekrem, “Sûfîlerin Düşüncesinde Hz. Peygamber: Ahlakın İdeal Örneği ve Varlığın Gayesi Olarak Peygamber”, http://www.sonpeygamber.info/sûfîlerin-dusuncesinde-hz-peygamber-ahlakin-ideal-ornegi-ve-varligin-gayesi-olarak-peygamber, (erişim tarihi: 30.05.2011).

    Döner, Nuran, Tasavvuf Kültüründe Hz. Peygamber Tasavvuru, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Ulu-dağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Bursa 2007.

    --------, “Tasavvuf Kültüründe Hakîkat-ı Muhammediye ve Nûr-ı Muhammedî”, http://www.sonpeygamber.info/ilk-ve-son-peygamber-hz-muhammed-sav, (erişim tarihi: 30.05.2011).

  • 52 | Doç. Dr. Halil İbrahim ŞİMŞEK

    Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2012/1, c. 11, sayı: 21

    Gündüz, İrfan, “Tasavvufî Bir Terim Olarak Râbıta”, Tasavvuf: İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, Ankara 2007, sayı: 19, ss.

    Hucvirî, Ali b. Osman Cüllabî, Keşfü’l-mahcub: Hakikat Bilgisi, haz.: Süleyman Uludağ, Dergah Ya-yınları, İstanbul 1982.

    İbn Arabî, Muhyiddin Muhammed, Fusûsu’l-hikem, tahk.: Ebu’l-Ala Afîfî, 2.bs., Daru’l-Kitabi’l-Arabi, Beyrut 1980.

    --------, el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, haz.: Mektebü’t-Tahkik bi-Dâri İhyai’t-Türasi’l-İslamî, Dâru İhyâi’t-Türasi’l-Arabî, (c. 1-4), Beyrut, ts.

    Kara, Mustafa, Dervişin Hayatı Sûfînin Kelamı: Hâl Tercümeleri, Tarikatlar, Istılahlar, Dergâh Yayınla-rı, İstanbul 2005.

    Karadaş, Cağfer, “Tasavvufta Peygamber Tasavvuru”, İslâm’da Peygamber İnancı Sempozyumu, edit.: İbrahim Coşkun, Ensar Neşriyat, İstanbul 2009, ss. 235-250.

    Kartal, Abdullah, Abdulkerim Cîlî: Hayatı, Eserleri, Tasavvuf Felsefesi, İnsan Yayınları, İstanbul 2003.

    el-Kelâbâzî, Ebu Bekr Muhammed, et-Taarruf li-mezhebi ehli’t-tasavvuf, tahk.: Mahmud Emin en-Nevâvî, Kahire 1980.

    Kılıç, Mahmud Erol, Tasavvufa Giriş, Sufi Kitap, İstanbul 2012.

    --------, İbn Arabî Düşüncesine Giriş: Şeyh-i Ekber, Sufi Kitap, İstanbul 2011.

    Konur, Himmet, “Şeriat ve Tasavvuf”, İslâmiyât, Ankara 1998, c. 1, sayı: 4, s. 119-126.

    Mehmed Nuri Şemseddin, Miftâhu’l-kulûb, haz.: İbrahim Nureddin, Esad Efendi Matbaası, İstanbul 1301 H.

    Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, çev.: Derya Örs, Konya Büyükşehir Belediyesi Yay., Konya 2007, (c. 1-6).

    Muhammed Rüstem Raşid, Dürrü’l-müntehab min bahri’l-edeb fî tercemet-i silsileti’z-zeheb, Matba’a-i Amire, İstanbul 1274 (1857 M.).

    Murâd-ı Buhârî, Silsiletü’z-zeheb, Süleymaniye Kütüphanesi, Tekkeler-Murad, no: 256.

    Nesefî, Azizüddin, Tasavvufta İnsan Meselesi: İnsân-ı Kâmil, çev.: Mehmet Kanar, Dergah Yay., İstan-bul 1990.

    Okudan, Rifat, “İnsanî Bir İnsiyak Olarak Râbıta”, Tasavvuf: İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, Ankara 2003, sayı: 10, ss.

    Sirhindî, İmam Rabbanî Ahmed, Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî, (ofset baskı), Işık Kitabevi, (c. 1-3), İstanbul 1977.

    Sancar, Faruk, Nübüvvet ve Velâyet Merkezli Kelam-Tasavvuf Tartışmaları: Fahreddin er-Râzî ve İbnü’l-Arabî Örneği, Sarkaç Yayınları, Ankara 2011.

    Severcan, Şefaettin, “Peygamberlik Anlayışları ve Hz. Muhammed”, Bilimnâme, Kayseri, 2003, sayı: 1 (2003/1), ss. 229-250, sayı: 3, 2003/3, ss. 161-182.

    Taşpınar, Kadir, Tasavvufta Mürşid Râbıtası, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Rize Ü. (Recep Tayyip Erdoğan Ü.) Sosyal Bilimler Enstitüsü, Rize, 2010.

    et-Tirmizi, Hakîm, Ebû Abdullah Muhammed b. Ali, Kitabu Hatmi’l-evliyâ, tahk.: Osman İsmail Yahya, Ma’hadü’l-Âdâbi’ş-Şarkıyye, Beyrut 1965.

    --------, Nevâdirü’l-usûl fî ahâdisi’r-resûl, tahk.: Abdurrahman Umeyre, Daru’l-Cîl, (c. 1-4), Beyrut 1992.

    Tosun, Necdet, “Silsile”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), İstanbul 2009, c. 37, ss. 206-207.

    --------, “Râbıta”, DİA, İstanbul 2007, c. 34, s. 378-379.

    et-Tusî, Ebu Nasr es-Serrâc, el-Luma, tahk.: Abdulhalim Mahmud, Taha Abdülbaki Sürur, Daru’l-Kütübi’l-Hadis, Mısır 1960.

    et-Tüsterî, Sehl b. Abdullah, Tefsîru’l-Kur’âni’l-azîm, tahk.: Taha Abdurrauf Sa’d, Sa’d Hasan Mu-hammed Ali, Daru’l-harem li’t-türâs, Kahire 2004.

    Vatandaş, Celaleddin, “İnsanlığın Model İhtiyacı ve Hz. Peygamber’in Örnekliği Üzerine”, Cahiliye Toplumundan Günümüze Hz. Muhammed: Sempozyum Tebliğ ve Müzakereleri, Fecr Yayınları, An-kara 2007, ss. 289-313.

    Yavuz, Salih Sabri, İslâm Düşüncesinde Nübüvvet, İnsan Yayınları, İstanbul, ts.