459
türk aynştaynı OKTAY SİNANOĞLU KİTABI Söyleşi Emine Çaykara

OKTAY SİNANOĞLU KİTABI · 2020. 5. 4. · le el altından meşgul oluyor. ... Babam asıl bu gizli görevle gidiyor Sofya'ya ve bu-nunla meşgul. Oradaki Türkler için "Deliorman"

  • Upload
    others

  • View
    6

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

  • türk aynştaynıO K T A Y S İ N A N O Ğ L U KİTABI

    Söyleşi Emine Çaykara

  • İÇİNDEKİLER

    HEP BUGÜN VE YARINLA MEŞGUL OLDUM 7

    BİR "DÂHİ"YLE KONUŞMAK 9

    HAYAT: BÜYÜK KEŞİFLER DİYARI 13

    YEMİN ETTİM 51

    YALE'DE BİR HARİKA TÜRK 113

    MOLEKÜLER BİYOLOJİ 197

    ASYA'NIN KEŞFİ: TASAVVUF, BURHANİLİK,

    JAPONYA VE HİNDİSTAN 261

    FIRTINALI HAVALAR YELKENCİSİ 335

    TÜRKİYE GÜNLÜĞÜ 359

    DÜNYA KÜÇÜK, GÖNÜLLER BÜYÜK 407

    AD DİZİNİ 435

    YAŞAMÖYKÜSÜ 441

    BİBLİYOGRAFYA 451ALBÜM VE BELGELER 469

  • HEP BUGÜN VEYARINLA MEŞGUL OLDUM

    Geriye bakmak âdetim değildir. H e p bugün ve yarınlameşgul oldum. O n u n için geçmiştekileri anlatmaktan m e m -nun olduğumu söyleyemem. Ayrıca kendimden bahsetmekde anlayışıma aykırı. Bir dergi, gazete, radyo veya TV söyleşiyaptığı zaman kendimi, hatta özel hayatımı anlatmamı ister-ler. Bunu hiç y a p m a m ve derim ki: "Ben sizinle bu söyleşiyi,balkımıza, gençlerimize bazı önemli meseleleri, Batı'nmTürkiye'nin başına yıllardır sinsi sinsi ne çoraplar örmekteolduğunu, bunlara karşı nasıl tedbir almamız gerektiğini, bi-limde, teknikte, eğitimde, ve hatta, bunların hepsinin temel-de dayandığı dış siyasette Türkiye'nin nasıl kendine özgühedefleri olabileceğini, oralara doğru, dünyadaki güçler ara-sında denge sağlayarak nasıl hem küresel, hem de bağımsız,onurlu, şerefli, ulusumuzu köle olmaktan koruyacak, refahave huzura kavuşturacak bir yolda yürüyebileceğimizi, bu-günkü vahim durumumuzdan sıyrılmak için yeniden KuvayıMilliye ve Atatürk ruhunu nasıl canlandırmamız gerektiğiniduyurmak için yapıyorum."

    İşte bu kitabın hazırlanmasına, ö n ü m d e yığılmış bilimselaraştırmalar için sarf edilmesi gereken zamandan ödünç al-m a pahasına razı oluşum da öyle. Gençlerin h e m bilim yolu-nu tutmada, h e m de önce ülkemiz ve ulusumuz, sonra in-sanlık için değer yaratmada, hızla ve dünyanın dört buca-ğında koşarken, a m a sürekli temel hedeflere doğru giderken

  • edindiğim deneyimleri, vardığım sonuçları kendi koşuların-da yararlı bulacaklarını sanıyorum. Haysiyetine, kendi ka-derini kendisi belirleme azmine, cihanda hak ettiği şerefli,itibarlı yerine yeniden kavuşmuş bir Türkiye temennisiyle.

    Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu11 Mayıs 2001 Cuma, Mühürdar, İstanbul

  • BİR "DÂHİ"YLE KONUŞMAK

    Bir çocuğun meraklı ve ayrıntıları kaçırmayan gözleri;bir sanatçının doğaya, insanlığa ve özgürlüğe âşık ruhu; birbilgenin tevazu ile yoğrulmuş derin hayat bilgisi; bir vatan-severin kültürüne, kimliğini araştırıp ondan aldığı güçleduyduğu gururu; bir dâhinin şaşırtıcı ve keskin zekâsı...Oktay Sinanoğlu'nu düşününce ilk anda aklıma gelen veaslında onu anlatmakta yetersiz birkaç tasvir...

    Prof. Oktay Sinanoğlu ile 1997 yılında tanıştım; gazete-cilik yapıyordum ve bir dergide kendisiyle bilim dünyasıhakkında yapılan bir söyleşiyi o k u m u ş t u m . "Türkçe eğitimyapılmazsa bilim olmaz" diyen, defalarca televizyonlaraçıkmış, gazete ve dergi yazılarıyla gündeme gelmişti. Ve benne yazık ki ondan haberdar değildim; dünyanın el üstündetuttuğu bu bilim adamı, üstelik Yale Üniversitesi'ndeki gö-revini artık Türkiye merkezli yürütüyordu.

    Şansım yaver gitti ve Yale'e gitmeden önce - d ö n e m dö-n e m öğrencilerini takip etmek için A B D ' y e gidiyor- onunlatelefonla görüşerek randevulaştık. Yıldız Teknik Üniversite-si, Fen Fakültesi'nin devlet dairesini andıran koridorların-dan odasına ilerlerken merak içindeydim. Heyecanın içindebiraz korku olan bir merak... Söyleşi, dokusu farklı birinimüjdeliyordu. Yanılmamıştım. Karşımda söylediği her keli-meyi bilgi imbiğinden süzerek aktaran, konuşmasıyla zihni-nizi açan ve düşünmeye sevk eden, ne davranışı ne sözleriy-

  • le hiçbir şeyin " takma" olmadığı gerçek bir entelektüel var-dı; görüşmenin bitiminde masasının üzerindeki tarih, dil vekültürle ilgili pek çok kitaba g ö z ü m iliştiğinde kendi alanı-nın dışında çok okuyan, düşünen, dünyayı ve insanlığı an-lamaya çalışan derya insanlardan biriyle tanışmaktan m e m -nun, zamanın azizliğiyle daha çok konuşamadığımız içinüzgündüm doğrusu.

    Oktay Sinanoğlu, dünyada bir Türk bilim adamı olarakkendini kabul ettirmenin ötesinde ürettiği teoriler, çözdüğükuramlarla çığır açmış birisi. 1962 yılında, henüz 26 ya-şındayken -bürokratik işlemler iki yıl sürdüğü için gazete-lere 28 yaşında diye geçse de- Yale Üniversitesi'nde "engenç profesör" unvanını aldıktan sonra "Yale'de bir Hari-ka Türk", "Altın Ç o c u k " , "Bilimin Harika Ç o c u ğ u " m a n -şetleriyle dünyaya tanıtılıyor... Yıllarca çözülemeyen teori-leri son derece basit bir şekilde bilim dünyasına kazandırı-yor. Pek çok alanda öncü oluyor, -Türkçe'nin korunması dadahil- ödüller alıyor... İki kere Nobel'e aday gösteriliyor...Bilim dünyasına değerli bilim adamları yetiştiriyor... Bilim-sel alanda yaptığı son derece önemli işler dışında hayatınıeğitimin Türkçe yapılmasının önemine ve Türk kimliğininhak ettiği yere gelmesine adıyor. T ü m bilgisini, birikiminiTürkiye için kullanmak üzere savaş veriyor... Türkiye'debirçok üniversitenin kuruluşunda yer alıyor, araştırma mer-kezleri kurulması ve bilimde söz sahibi olmamız için uğraşı-yor... Ö n c ü yanı o kadar çok ve etkileyici ki bir Türk ola-rak bunlarla gururlanmamak imkânsız, kitabı okurken key-fini çıkarmanız için burada özetle geçiyorum.

    Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları'nın Nehir Söyleşile-ri dizisi için Mürşit Balabanlılar'a Sn. Oktay Sinanoğlu'nuönermemin ardından hayatını kitaplaştırma çalışmasınabaşladığımızda 2000 yılının Haziran ayıydı. M o d a ÇayBahçesi'ndeki ilk buluşmalarla birlikte yazdan sonbahara,sonbahardan kışa geçtik. Güneş çok yükselince ana m e k â -nımız Tünel'deki K . V . Kahve oldu ve söyleşilerimizi buradasürdürdük; sessiz bir köşe, bir kafeinsiz, bir kafeinli "süzme

  • kahve" —filtre değil!— ve onun meşhur purosu eşliğinde ge-çen keyifli saatler... Sinanoğlu'nun Amerika ziyaretleri veyurt çapındaki konferansları nedeniyle kısa süreli aralarverdik ve yoğun bir çalışmayla Şubat ayının sonunda ta-mamladık. Oktay Sinanoğlu, geleneklerimizden gelen söy-lemle söyleşiler boyunca "ben" yerine "biz" demeyi tercihetti hep. O kadar ki tek başına ürettiği teoriler için dahi"biz"i kullanması kendini yaptığı işe vermesi ve onun için-de erimesinin de deliliydi; onun için ben değil biz vardı ön-celikle; kendi yarattığı önemli buluş ve teorilerde dahi...Ü n , şöhret peşinde kesinlikle değil; pek çok bilim adamınıNobel'e aday göstererek ödül kazanmalarını sağlıyor a m aasıl uğraşı kendisinin alacağı ödüller değil: " K a ç kere N o -bel'e aday gösterildik. Belgelerini yolla diyorlar, iki sandıkdolusu belge, üşeniyorum, yollamıyorum!"

    Ürettiği bilimsel teorileri bir yana bırakırsak -ki asla bı-rakamayız- hayatı r o m a n olacak kadar zengin bir dâhi var-dı karşımda. Descartes'ın "Düşünüyorum, öyleyse varım"sözünü "Varım, öyleyse düşünüyorum" olarak okuyan Si-nanoğlu, çok renkli, çok ilginç, çok yönlü, tüm dâhiler gibisıradışı bir insan. O , merkezini A B D ' d e n Türkiye'ye taşı-maktaki asıl amacını, ülkemizin gittikçe kangrenleşen so-runları konusunda insanları aydınlatmak ve ülkesine m ü m -kün olduğunca yardımcı olmak olarak özetliyor. Sorunlarınkökeni ve gidişatı konusunda söyleyecek çok şeyi var. Be-nim bizzat şahit olduğum bir gerçeği aktarmadan geçeme-yeceğim. Oktay Bey, sekiz ay önce, yani söyleşimizin başlan-gıcında, kayıt dışı konuşmalarımızda bana inanmaya gön-lümün razı gelmediği bir Türkiye panoraması çizmişti. D e -rin mi derin bir kriz, öz kaynaklarımızın başkaları için tü-ketileceği, tarım ve hayvancılığımızın biteceği, yurtdışınabağımlı olacağımız, her şeyin ithal ürünlerle döneceği birTürkiye'ydi bu ve öylesine karamsar bir tablo bizi bekliyor-du ki insanlar bir an önce başka ülkelere gitmek isteyecek-ti... Bir dâhiye saygı duyarak dinledim, benim göremedik-lerimi görüyor belki diye düşündüm a m a yine de bu kadar

  • kısa sürede o günleri yaşayacağımızı hayal edemedim doğ-rusu. N e yazık ki söylediklerinin t ü m ü doğru çıktı. O krizihep birlikte yaşadık, söylediği gibi tamamen elimiz kolu-m u z bağlandı, onun deyişiyle "son nokta" kondu ve ne ya-zık ki bizim için çok parlak olmayan bir geleceğe doğrutam gaz ilerliyoruz. Ve işin ilginci çoğumuz bunun farkındadeğil. Sn. Oktay Sinanoğlu gibi bir bilim ve düşün insanınınhayatını okurken bu açıdan da sizi farklı bir portre bekli-yor.

    Kendisi, uzun söyleşimiz boyunca hayatının rengârenkayrıntılarının kişisel bölümlerine yer vermeyi istemedi.Önemli olan özel yaşamım değil, herkese faydası olacakbilgilerdir, dedi ve özel yaşamından söz etmedi. Mutluluğuson eşi Dilek Sinanoğlu'nda bulması, ikinci eşinden üç ço-cuğu olması onu ilgilendiriyordu ve k o n u m u z bu değildi.Çocuklar ve gençlerle çok güzel ilişki kurduğuna şahit ol-m u ş biri olarak yaşadığı olumsuzlukları hatırlamak isteme-mesini anlayışla karşıladım. Dolayısıyla bu konuların deva-mı olan soruları kitapta bulamayacaksınız.

    "Benim çalışma alanım bir üçgendir; bu üçgenin köşele-rinde fizik, kimya ve matematik vardır. Bazen de son çalış-malarımda olduğu gibi biyolojiye giriyorum" diyor tevazuile. Cümleleri yaptıklarını çok basite indirgese de m u a z z a mderinliğe sahip bir insanın dünyasına girmenin keyfini çı-karmanız dileğiyle...

    Emine Çaykaraİstanbul, 15 Mayıs 2001

  • HAYAT:BÜYÜK KEŞİFLER DİYARI

    Birinci sınıftayken sayıları öğrendim.Mesela bir sayfa 2 yazacaksın.

    Aa 2'yi ters yazmışım, yazmayı öğrendim.Derken o senenin sonuna doğru bir öğretmen

    geldi, beni sınıftan ödünç alarak5. sınıfa götürdü. Tahtaya aritmetik bir şey

    yazmış, bana sordu, ben de tahtada çözdüm.Sonra dedi ki, " 1 . sınıftan bu çocuk yapıyor,

    siz ahmaklar bir şey yapamıyorsunuz".

  • — Doğum tarihiniz: 25 Şubat 1935. Yer; İtalya'nın Barikenti. Babanız orada Türk devletini temsil ediyor. Başkon-solos olarak buraya gönderilmiş. Sizden önce biraz babanızNüzhet Haşim Sinanoğlu'ndan bahsedelim, çünkü çokönemli ve değerli bir kişi. Nerede doğmuş, Bari macerasınagelene kadar neler olmuş?

    — B a b a m Rumelili bir Türk ailesinden. Kavala ve Sela-nik'te büyümüş, aile tütün ihracatı yapıyor. Ç o k erken yaş-ta yazı yazmaya başlamış ve çok kabiliyetli; henüz 16 ya-şında yayınladığı bir kitap dolayısıyla Selanik'teki validenmerasimle kompozisyon ödülü almış. Kurtuluş Savaşı baş-layınca milli mücadeleye katılmak için Anadolu'ya geçipAtatürk'le çalışmış. Aile mübadele ile önce İzmir'e gelmiş.Sonra babaannem ve iki halam İstanbul'a, b a b a m Anka-ra'ya yerleşti. Yunanlılarla olan değiş tokuşta, orada kalanmallarına, Selanik'teki yalılarına vb. karşılık aileye Ankarayakınındaki Zir Köyü'nde bir köy evi verilmiş. Cumhuriye-tin ilk yıllarında Atatürk, babamı başkonsolos olarak Bul-garistan'a, Sofya'ya gönderiyor. O zamanlar Bulgaristan'daTürk nüfusu çok fazla, Atatürk de burada yaşayan Türkler-le el altından meşgul oluyor. Babamın asıl görevi de onlarıörgütlemek, orada bağımsız Türk devleti ilan etmelerini ha-zırlamak.

  • — Yıl 1930'lann başı herhalde...Evet. B a b a m asıl bu gizli görevle gidiyor Sofya'ya ve bu-

    nunla meşgul. Oradaki Türkler için "Deliorman" ismindeTürkçe bir gazete çıkarıyor, başarılı da, a m a sonradan Bul-gar hükümeti işi anlamış ve babamı kara listeye koymuş.Oradan ayrılmak zorunda kalmış.

    — Ve İtalya'da başkonsolosluk macerası başlamış. Ne-den Bari?

    — Niye Bari'ye göndermiş? Çünkü Bari'de Mussoli-ni'nin "Bizim R a d y o " diye bir radyosu var ve devamlı ola-rak Türkiye'ye Türkçe yayın yapıyor. Mussolini'nin niyeti,Antalya civarlarını almakmış. Atatürk, bunun farkında ol-duğu için mahsus Bari'ye göndermiş babamı; ne oluyor, nebitiyor anlasın diye...

    — Yer olarak da başkent değil, önemli bir şehir değil,yine gizli bir görev söz konusu.

    — Bari'de başkonsoloslukta bir iş olmaz. Görevlerin-den biri, Mussolini'nin sistemini, faşizmin devlet sisteminiincelemek ve Atatürk'e raporlar göndermek. Sonradan oraporlar "Faşizm ve O n u n Devlet Sistemi" diye büyük birkitap halinde çıktı. Dünyada faşizmi devlet sistemi olarakinceleyen, araştıran belki de belli başlı kitaplardan biri.

    — Babanızın tiyatro eserleri, çevirileri, özetle pek çokkitap çalışması var. "Latin Edebiyatı Antolojisi"de bunlar-dan biri...

    — Ç o k fazla, evet. İtalyan edebiyatını, Latin edebiya-tını kendi kendine öğrenmiş. O ara, Ankara'ya görevle ge-lip giderken annemle tanışıp evleniyorlar; a n n e m de İtal-ya'da İtalyanca'yı edebi seviyede öğreniyor. B a b a m zatendaha önceleri İstanbul'da Babıali'de "Yücel" adında birdergiyi çıkaranlardanmış. Türkçedeki belki de ilk LatinEdebiyatı Antolojisi kitabı babamın. Sonra İtalyan Röne-sans Edebiyatı'nı incelemiş. "Grek ve R o m e n Mitolojisi"

  • diye bir kitabı var. B u konuları Türkiye'de ilk tanıtan kişi-lerden. İtalyanların Moliere'i diyebileceğimiz Goldoni'nin"İki Efendinin Uşağı" temsilini çevirdi. Bu eser Devlet Ti-yatroları'nda senelerce oynandı. Ayrıca kendisi de birta-kım temsiller yazmış. Geçen sene Kaynak Yayınları, "Grekve R o m e n Mitolojisi" kitabını yeniden bastı. Ç o ğ u kitap-ları 1930'larda, 1940'ların başında yayınlanmış... İtalyanRönesans şairi Petrarca'nın hayatını, eserlerini anlattığıbir kitabı var, bir de tiyatro oyunları yazmış. Dante'nin"Divina Komedia" (İlahi K o m e d y a ) çevirisini ilk yapan-lardan.

    — Hangi dilleri biliyordu?— En azından İtalyanca, Eatınce, ve Fransızca'yı. A n -

    n e m de kendi kendine öğrenmiş, h e m de edebi seviyede.

    — Kız kardeşiniz Esin Afşar ve ikiniz de İtalya'da doğ-dunuz. Çocukluğunuzdan hatırladığınız karelerde neler var?

    — Biz İtalya'da doğduk. Hatırladığım boyuna seyahatetmemiz... Arabayla annem, babam, ben, Esin boyuna İtal-ya'nın her tarafına, İsviçre'ye gidiyorduk. Bir ara Nice'teoturduk. Deniz kenarında bir yerdi; evimizin olduğu cadde"Boulevard des Anglais"deydı galiba. Palmiyeli, bahçeli, ikikatlı deniz gören bir villa. İsviçre'de Montreux'yü hatırlı-yorum.

    — Yaklaşık beş yıl filan mı kaldınız İtalya'da?— Annemle b a b a m orada 12 sene kalmış. Gele-gide.

    Ben orada 5-5,5 yaşına kadar b ü y ü d ü m .

    — Yabancı dil olarak ilk İtalyanca'yı mı öğrendiniz?— İlk öğrendiğim İtalyanca, sonra Fransızca. Ç o k seya-

    hat ettikleri için İsviçreli bir hemşire de bakıyordu bana, ha-tırlıyorum. Herhalde ondan öğrenmişim. Mesela çocuk ara-basında annem beni gezdirirken ben konuşurmuşum, İtal-yanlar durup " A a a ! Bu kadarcık çocuk, nasıl olur da böyle

  • edebiyat gibi italyanca konuşuyor?" derlermiş. Hayal meyalhatırlıyorum.

    — Anneniz Rüveyde Karacabey. Annenizin ailesi Kara-cabey'den mi geliyor?

    — Anne tarafı Karacabey ailesi... Karacabey, SelçukAhi'lerden beri Türk soyu ve Ankara'nın yerlisi. II. M u -rat'ın ordusunda başkomutan Karaca Bey, 1444'te padişah-la Varna seferine çıkıyor. Birleşik Haçlı Ordusu ile meydansavaşı yaşanıyor ve orada bizim asker önce bozguna uğrargibi oluyor, hatta sultan atını çevirmiş, geri gidecekler. K a -raca Bey, Sultan'ın atının yularını tutup çeviriyor. Tarih ki-taplarında var bu, tekrar düşmanın üstüne gidiyorlar ve za-feri kazanıyorlar. Sonra Sultan kızını veriyor ve KaracaBey'i Anadolu Beylerbeyi yapıyor. Ankara'da, bir de BursaKaracabey'inde iki tımar veriyor kendisine. Meğersem A n -kara'nın birçok yerinin arazileri -Hacettepe, Bahçelievler-Karacabey vakfına aitmiş. Cumhuriyet döneminde burala-ra el k o n m u ş a m a eski Ankara'da, H a m a m ö n ü semtindekiKaracabey H a m a m ı , Karacabey Camii duruyor. Karaca-beylerin türbesi şimdi Hacettepe Universitesi'nin içinde kal-dı. Karacabey Camii ve Türbesi'ninse altı oyulmuş. Duvarıfalan berbat vaziyetteydi yakınlarda gördüğümde.

    — Dedenizi hatırlıyor musunuz!— Rahmetli dedem İzzet Karacabey, Karacabey Vak-

    fı'mn mütevellisiydi; her nesilde biri vakfın mütevellisi olu-yor ata borcu olarak. O vakıfların yaşaması, tamiratı ile meş-gul oluyor. Tabii aileye bir gelir yok, mütevellinin çok cüz'i,sembolik bir ücreti olurdu. Hatırlıyorum, çocukken dedemgece, gündüz bu vakıfların tamiratı için ustalarla, işçilerle uğ-raşıp dururdu. Hatta hesabını bana yazdırırdı. Çocuktum.Sonradan dayım mütevelli olmuştu ya, o da vefat etti. Hattadayım hayattayken, "sonradan da sen bunun mütevellisi ol"dedi a m a , ben, çoğu kez yurtdışında bulunduğum için gerek-tiği gibi y a p a m a m , dedim. İki yıl evvel, Karacabey Camii'nin

  • imamı beni buldu; televizyonda görmüş, bana telefon etti." A m a n " dedi, "burası yıkılmaya m a h k û m edilmiş durumda,duvarı çatladı, çökecek, altını oymuşlar". Hacettepe Üniver-sitesi'nde diye, vakıflara, devletin her tarafına başvurdum.Elden bir şey gelmiyor, perişan vaziyette. Ankara'da kaç taneSelçuk eseri var, çok azdır. Önce bir şey yapamadım, üzül-d ü m bayağı, sonradan bir-iki ahbap biraz karışmışlar işe, birşeyler düzeltilmeye başlanmış anlaşılan.

    — Siz yaklaşık 5,5 yaşındayken Türkiye'ye geri döndü-nüz. Nasıl oldu bu?

    — O sıra İtalya'da harp başladı. Normal yollar kapan-mış. Eşyaları ardiyeye koyup iki arabayla Bari'den yola çık-mışız. Birini annem, birini babam sürüyor. Galiba sonra bi-re indi, biraz Yugoslavya ve Balkanlar kısmını hatırlıyo-rum. Bazen gece gidiyorduk, ben arabanın arkasında yat-mışım, büyük bir mehtap var ve arabanın içine vuruyor.Ben yattığım yerden mehtaptan bahsediyormuşum. SonraYugoslavya'dan geçerken o toprak yolun üstünde kazlaruçuşuyor, kaçışıyordu. Beyaz kazlar... Sonra Sofya'ya gel-dik. Oranın meşhur bir Grand Hotel'i vardı; eski tarihi birotel, avlusu, içinde havuzu var, orada bir gece kaldık ve İs-tanbul'a geldik, Taksim'de, halen Kadıköy-Şişli dolmuşları-nın kalktığı yere yakın sokaklardan biriydi, ismini tam ha-tırlamıyorum. Orada Güzel İzmir Apartmanı'nda oturduk.Karşıda Kristal Gazinosu vardı. Bizim sokakta fazla dük-kân, işyeri yoktu, a m a tam karşımızda bodrumda bir tanemodel uçak malzemesi satan dükkân vardı. O n u n önündedurup bakardım, onu hatırlıyorum.

    — Avrupa'dan sonra İstanbul... Ve Taksim. Ne kadarkaldınız orada?

    — Bilemiyorum. Yalnız Türkiye'ye geldiğim zaman İtal-yanca, Fransızca biliyordum. Türkçe bilmiyordum. Şimdi ozaman insana uzun geliyor, anneme de sormamıştım, belkialtı ay, en fazla bir sene kaldık. Oradan Ankara'ya gittik;

  • bulvar üstünde, Kızılay'a yakın bir apartmanda oturuyor-duk. Kısa sürede gayet iyi Türkçe konuşmaya başladım. Şi-vem vardı ve "r"leri söyleyemiyordum.

    — Gerçi çok küçükmüşsünüz babanızı kaybettiğinizde.Ondan en çok ne hatırlıyorsunuz mesela?

    — B a b a m boyuna seyahat ediyordu. Mutfak masasındaoturur, bana u n u t m a m a m için İtalyanca yazı yazmayı öğre-tirdi, tabii ben daha okula gitmemişim. Hatta bir kartonunüzerine harfleri yazdığımızı hatırlıyorum, ki öğrenseydimherhalde İtalyanca'yı unutmazdım. İlgili, anlayışlı bir insan-dı. Ankara'da bir gece yarısı beni uyandırdılar. BabamınN a m ı k Bey diye beraber dergi çıkarttıkları bir ahbabı vardı,o gelmişti. Gecenin ortasında apar topar, üstümüze bir par-ka geçirip N a m ı k Bey'in üstü açılan spor, küçük arabasınaEsin'le beni bindirip eski Ankara'ya, dedemin evine götür-düler. Onlar o zaman hâlâ H a m a m ö n ü ' n d e oturuyorlardı.Ne olduğunu pek anlayamadık, a m a ondan önce babamınoturur vaziyette yatakta olduğunu, arkasındaki yastıklarıve kan basıncı aletini hatırlıyorum. Bir gün Ankara'dan İs-tanbul'a yataklı ile gelirken kalp krizi geçirmişti, o geceyekadar da yaklaşık iki hafta geçmişti.

    — Babanız ölmüş diye mi götür uluyor sunuz?— Meğerse ölmüş, tabii benim haberim yok. Bir m ü d -

    det orada kaldık. Herhalde babam nerede, diye soruyor-d u m , bana da bir şeyler uyduruyorlardı. O sırada küçükhalam Ayşe H a n ı m , Cumhuriyet devrinin yazarlarından veOrdu milletvekili Ali Canip Yöntem ile evliydi. Keçiören'debahçeli evler vardı. İlk meclisin üyeleri, A k a G ü n d ü z , AliCanip Yöntem orada otururlardı, bahçelerinde her akşambir rakı masası kurarlar, edebiyat, siyaset konuşurlardı. Be-ni de oturtur, aslan sütü diye rakı tattırırlardı. Sohbetleribiraz hatırlıyorum, halam "baban İtalya'ya askeri görevlegitti, subay olarak" demişti. Ben de babama mektup yazı-yorum; o sırada artık anaokuluna başlamıştım. Yani bu an-

  • laşılan bir süre böyle devam etti. Öldüğünü söylemediler,ben de hep mektup yazıyorum. Halam da sözüm ona pos-taneye götürüp atıyor. Cevap gelmiyor, "orada harp olduğuiçin posta kolay gelmiyor" diyorlardı. Bir kere evlatlıkTomris diye bir kız vardı, postaneye sözüm ona bizim m e k -tubu o götürüp atacaktı. D e m e k ki şüpheleniyorum, T o m -ris postaneye giderken "ben de geleceğim" dedim. Berabersözüm ona postaya attık. Belki de ben yazmıyordum dasöylüyordum, yazıyorlardı. Bu bir müddet devam etti.

    — Sonra nasıl anladınız?— Biz tabii babam öldükten sonra bir müddet H a m a -

    m ö n ü ' n d e , dedemlerle kaldık. O hamamın hemen yakının-da toprak bir meydan, ortasında eski usul demirden bir çeş-me vardı. Oradaki çocuklar bana çok değişik geldi. YaniKızılay'dan sonra. Daha kaba saba çocuklardı. Ben babamİtalya'da subay diyordum ki bunlar bana "senin baban öl-m ü ş " dediler. Ben de inanmadım. "Gel sana gösterelim ba-banı" dediler. Aldılar beni, o karanlıkta -hava kararmıştı-bır mezarlığa gittik. Film gibi geliyor şimdi. Mezarlığa dapek benzemiyordu da ne bileyim acayip bir yerdi; belki boşarsa... Yerde eski bir çene kemiği buldular; herhalde bir ko-yunun... " B a k " dediler, "işte babanın kemikleri". Böyleberbat bir zaman geçirdim orada.

    — Ve sonunda kötü bir şekilde gerçeği öğrendiniz. Neleroldu?

    — Kötüydü, sonrasını çok hatırlamıyorum... A n n e m be-ni Samanpazarı'ndan aşağı inen yerde, Anafartalar Cadde-si'nde Çocuk Esirgeme Kurumu'nun yuvasına verdi. Kendiside bir taraftan İtalyanca tercümeler yapıyor, bir-iki gazeteyeyazı yazıyordu. Hatta bazen bir çocuk dergisine eski çocukmasalları da yazıyordu. Eski Türk masalları... Ben tabii yu-vaya yürüyerek gidiyordum. A n n e m Samanpazan'na kadargötürüyor, oradan yokuş aşağı Anafartalar Çocuk EsirgemeKurumu'na kadar yürüyorum. Yukarıdan bakıyormuş m e -

  • ğerse. Ben de aheste aheste gidiyorum, bütün dükkânlarınönünde beşer dakika durarak. İşte öyle hayal aleminde tıngırmıngır giderken birdenbire suratımda bir tokat patladı, "senokula gidiyorsun" dedi bana... Hâlâ acır.

    — Oyalanmayın diye uyarıda bulundu diyelim...— Sonra aklımızı başımıza aldık, tıpış tıpış okula git-

    tik. Bir yere giderken dosdoğru gitmeyi öğrendim. A m a tekhatırladığım şey, öğleden sonra iki saat orada yatmak... Birsürü ranza vardı. Ben de bir türlü uyuyamıyordum. Kahro-luyordum, çok sinir oluyordum.

    — Pek cazip gelmiyordu size anlaşılan.— Kıpır kıpırım, kalkmak istiyorum. İlla uyuyor nu-

    marası çekeceğim. Azaptı, azap... O zamandan beri m ü m -kün değil gündüz u y u y a m a m . Uyursam hasta gibi olurumhâlâ, sonra oradan kurtuldum. Derken Ankara'da bir baş-ka yere taşındık.

    — Çok sık mı taşınıyordunuz o zamanlar?— A n n e m çalışıyor, yerimiz yurdumuz yok.

    — Dedenizin bir evi yok muydu?— Kendi oturdukları bir ev var, onu sattılar bir yer al-

    dılar, sonra Kocatepe'de bir yer aldılar.

    — Siz onlarla kalmıyorsunuz?— Yok, anneannem öyle pek sıkıntıya gelemiyor.

    — Anlaşıldı. İki kardeş yuvaya mı gidiyor dunuz?— O n a ne oldu bilmiyorum, belki o anneannemlerde

    kaldı, küçüktü çünkü.

    — İtalya'da, İsviçre'de, Fransa'da bolluk içinde çocuk-luktan sonra yokluk yılları başladı galiba. Öyle mi?

    — Öyle oldu, evet. A n n e m İtalyancası sayesinde Basın-

  • Yayın Genel Müdürlüğü'nde çalışmaya başladı. Dışarıyaİtalyanca yayın yapıyordu, çeşitli dillerden bir sürü faaliyetvardı o zaman. Derken parasız yatılı (meccani) olarak beniTürk Eğitim Derneği Yenişehir Lisesi'ne yazdırdı. Sıhhi-ye'de, Sağlık Sokağf nda. Okula paralı olarak zengin çocuk-ları gidiyordu a m a birkaç da parasız yatılı alıyorlardı. Baba-mın hizmetleri nedeniyle annem beni oraya sokturabilmiş.Ç o k zor durumdayız, bir maaş alıyor a m a ayın 10'unda pa-ra bitiyor; bakkala borç, sonra bakkal borç vermez oluyor.Bayağı sıkıntılı günlerdi... K ö m ü r alamıyoruz sobada yak-m a k için.

    — Okulunuz da yatılıydı. Okula dair ne hatırlıyorsu-nuz o yıllardan?

    — O sırada harp var, İtalyanlar bozguna uğrayıp kaçı-yor, çocuklar da bana —o zaman bizim millette bu kadar aşa-ğılık duygusu yoktu tabii— " K a h r a m a n millet Türklerdir,öbürleri korkaktır" havasında takılıyorlar. Çocuklar bana"İtalyan, İtalyan" diyor. Ben de sarı sarı bir şeyim, italya'daspagetti, kotlet pane (galeta ununda pişmiş pirzola) yemişim,alışmışım. Harp zamanı, nohut pilav filan yeniyor. Ben açkalıyorum. Bir ekmek yiyorum, geceleri de ağlıyorum, "ba-b a m da babam, a n n e m " diye. Bir keresinde yaprak dolmasıgibi bir şey vermişler, elimi süremedim. Gece nöbeti tutanMuzaffer H a n ı m diye bir öğretmen vardı, korkunç bir kadın,çok sert, masaların arasında dolaşırdı. Ben elimi sürmüyo-rum ya çatalla zorla ağzıma sokuyor, o sokuyor, ben çıkarı-yorum. M a h v o l d u m . O Muzaffer H a n ı m ' d a n neler çektimben. Yıllar sonra Amerika'da ben doktorayı bitirdiğim sıradabir telefon geldi, Muzaffer H a n ı m . San Francisco'da. Parasızda kalmış, pek de söyleyemiyor. 'Oktaycığım, sen benim sev-gili talebemdin', diyor. Benim aklıma o dolmalar geliyor."Oktaycığım, beraber gidelim, sana yemek yedireyim" dedi.Meğerse parası yokmuş, zor durumdayrnış. Ben de o zamanmoloz bir araba almışım, 15 senelik bir şey. Gidip MuzafferHanım'ı aldım, hiç belli etmiyorum, beni davet ediyor a m a

  • giderken parası olmadığını fark ettim kadıncağızın. Yoldabana hababam çikolata ikram ediyor, yesin de doysun diyedüşünüyormuş, sonradan anladım. Acıklı işler.

    — Başka öğretmenler....— Melahat Hanım vardı, bizim sınıfın öğretmeniydi. Ba-

    na "sarı kanaryam" diyordu, çok seviyordu. Okulun ilk gü-nü: Eski Ankaralılar'dan akrabamız Naci A m c a , oğlu Erdal'ıgetirmiş. Erdal, tipik, eski Ankaralı tiplerden, siyah saçlı.

    — Hiç babanızın annesi ve babasıyla görüşmüyor muy-dunuz?

    — Babamın iki kardeşi, yani halalarım hayattaydı. Ay-şe ve Safiye hala. Ben okula başladıktan sonra yazları on-larda kalırdım. Büyüğü Safiye Hala, yıllarca Basımevi'ndeçalışmış, bizim sülale hep yazmak çizmek, matbaayla uğ-raşmış. Milli Eğitim Basımevi, Sultanahmet'te surun için-deydi, yazın beni götürürdü, orada bir şeyin müdürüydü.Matbaa kokusu, mürekkep kokusu içinde dolanırdım. M ü -rettiplerle tanıştırırdı.

    — Dede ve babaanne vefat mı etmişti-— Babaannemi birkaç kere görmüştüm, Rumeli şive-

    siyle "Uktaycığım" derdi. 85 yaşında vefat etti. Safiye H a -lamla otururdu. Dede, Selanik'te gitmiş zaten.

    — Safiye Hala bekâr mıydı?— Evlenip ayrılmış, Rıdvan adında bir oğlu vardı; Rıd-

    van kaptanlığa çok meraklıydı, küçükken bacağı sakat kal-mış, kaptan yapmıyorlardı. Büroda çalışıyordu a m a bütüngün Şirket-i Hayriye vapurlarının maketlerini yapardı, öyletatmin oluyordu. Yaşını, adını filan bilirdi bütün vapurla-rın. Ben de gelir gelmez vapura binerim, sulara bakarım.Kadıköy rıhtımının arkasında Tayyareci Sami Sokağı'ndaotururdu. Daracık bir sokak. O zaman orada ince uzuntahta bir ev var, oralarda at arabaları, saman satan, nal ça-

  • kan dükkânlar vardı. Ben ilkokuldayım. Ahşap eski ev Ped-ro Efendi'nindi, son derece tatlı bir R u m ' d u . Halamın kira-da oturduğu ev daracık, giriyorsun, biraz inince mutfak, çı-kıyorsun orada yemek yenen bir küçük oda, bir daha çıkı-yorsun, oturma odası ve hela, bir daha çıkıyorsun ufak biroda, bir daha çıkıyorsun tepede güneş alan bir küçük oda.Burası benim odamdı. At kişnemeleri, nal çakma sesleri, sa-m a n kokulu bir yer... Yazın hava serinleyince çıkıp rıhtım-da dolaşıyorum, takaları seyrediyorum, Mühürdar'a yürü-yorum. Sekiz yaşında olmalıyım. Camilerin arkasındangrubu izliyorum oturup. Kıpkırmızı güneşin batışını seyre-diyorum. Yalnızım, halam da oğlu da işe gidiyor.

    — Seneler sonra burada oturmanızın sebebi o günlereözlem mi? Şimdi galiba bu semtte oturuyorsunuz?

    — Seneler sonra Türkiye'ye gidip gelirken, bağımı dahakuvvetli hissetmek için illa bir yer alayım istedim. Ev arar-ken sonunda oturup güneşin batışını seyrettiğim yerde bir evbuldum, hâlâ oradayım. Son yıllarda birkaç kere TayyareciSami Sokağı'nı aradım, bulamadım. Herhalde yıkıldı dedim.Geçen gün pat diye karşıma çıkmasın mı? Aaa, Pedro Efen-di'nin saman sattığı yerler duruyor. Karşısındaki eski bir ikiev de duruyor.

    — Öbür hala?— Safiye hala, beyaz saçlı, topuz yapar arkaya, son de-

    rece işine bağlıdır. Sıkıntı çekiyor, çok sigara içiyor, gelir he-m e n kahve yapar içer. T ü m hayatı Maarif Matbaası. AyşeH a l a m , tam tersi. Saçlar sarı, biraz Alman tipi var, şişman-ca, kocası da rahmetli H ü s n ü Sadık Durukal. Ali CanipYöntem vefat etmişti, yeniden evlendi. H ü s n ü Sadık Duru-kal, tam bir eski Osmanlı Babıâli efendisi. Fransız kültürüy-le yoğrulmuş, Paris'te bulunmuş, Fransızcası çok iyi, yavaşkonuşur, munis, Vagon-Lits şirketinin Türkiye mümessiliolmuştu. Osmanlı zamanında göndermişler ya talebeleriParis'e, o da o zamanlar -demiryolu yapılmış, posta telgraf

  • gelişmiş- posta telgraf uzmanı olarak yetiştirilmiş, o işlerdedanışman, yönetim kurulunda. Fransızlar çok sevmişler,Vagon-Lits Şirketi'ne almışlar.

    — Birlikte Vagon-Lits ile gittiniz mi?— Vagon-Lits çok lüks, harika, pırıl pırıldı. Zırt pırt

    Ankara'ya gidip geliyorlardı, beni de götürürlerdi. Benimçok hoşuma giderdi. O gün bugündür her fırsatta yataklıy-la giderim. Eski yataklı nerede? Tıkır tıkır eder, uyurum.Eskişehir'de rıss diye durunca uyanırım. K ü ç ü k yaştan beriöyle. Halamla kocası ara sıra Paris'e gider gelirlerdi. M a l -raux devri var ya, o tip bir a d a m . Son Osmanlı aydın takı-mı. Ara sıra gazetelere bir şeyler yazar. Kışın Şişli'de otu-rurlardı, h e m e n arkasında Mecidiyeköy'de tarla, koyunlarotlardı, halamgilde kalırken çıkıp oynardım. Yazın önce Fe-neryolu'nda bahçeli villaları vardı, her taraf öyleydi o za-manlar, sonra Caddebostan'da iki katlı bahçeli evleri vardı,denize girerdik oradan.

    — Okula geri dönersek. En çok hangi dersleri sever-diniz?

    — Okulun ilk günü a n n e m beni Melahat öğretmene tes-lim etti, "sarı kanaryası" olduk. İlk gün Erdal'la ikimiz kapı-da ağladık ve sınıfa girdik. Eski Ankaralı hemşehrilerden Er-dal. Birkaç sene ayrılmadık, birlikte son derece haşarıydık.P e m b e plastikten bir oyuncak bulmuştuk, üstünde kedi resmivar, sıkınca "miyav" diye ses çıkarıyor. Bizim sınıfta TülayG e r m a n var, sonradan ilk defa halk türkülerinden esinlene-rek pop müziği yapan sanatçı oldu, biliyorsunuz, ondan son-ra da Esin gelir. Tülay önümüzde oturuyor, biz de buna sula-nıyoruz. Sandalyeler küçük küçük. T a m oturacak, pembe ke-diyi altına koyuyoruz, "miyav"; hoca gelip ona kızıyor.

    — O yaşlarda sulanınca böyle oluyor... Derslerde ze-kânızla dikkat çekmişsiniz.

    — Birinci sınıftayken sayıları öğrendim. Mesela bir say-

  • fa 2 yazacaksın. A a 2'yi ters yazmışım, yazmayı öğrendim.Derken o senenin sonuna doğru bir öğretmen geldi, beni sı-nıftan ödünç alarak 5. sınıfa götürdü. Tahtaya aritmetik birşey yazmış, bana sordu, ben de tahtada çözdüm. Sonra dediki " 1 . sınıftan bu çocuk yapıyor, siz ahmaklar bir şey yapa-mıyorsunuz."

    — Farkındaydı hocalar o zaman?— Ben farkında değilim. Götürüyorlar, yapıp geliyoruz.

    Hatırlıyorum sınıfa dediklerini. Ben de nasıl çözdüğümü bil-miyorum. Birkaç defa böyle şeyler oldu. İkinci sınıfın başın-da biz Erdal'la gazete çıkarmaya karar verdik. Kurşunka-lemle çizdik, renkli kalemle bir şeyler yaptık, sayfa düzeni,başlığı, makale, hepsi gözümün önünde, bir makale yazdım.Bir iki sayfalık gazeteydi.

    — Aileden alışıksınız zaten.— Yazmayı yeni öğrenmiştik. Çocuk şeyi gibi değil, ba-

    yağı ciddiydi. Bir iki sayı çıkardık. Dediğiniz gibi küçükyaştan beri böyle şeyler gördüğümden bana normal geldi.3. sınıfta roman yazmaya kalktık ikimiz.

    — Nasıl yani? Hem de ortak çalışıyorsunuz?— O haylaz aslında, ben okulun en iyisiymişim, ne bi-

    leyim?

    — Siz hem haylaz hem en iyisi mi? Romanın konusuneydi?

    — O sadece haylaz. Dersleri berbat. Benim Sanço Pan-ç o m gibi. R o m a n d a , işte güneş batarken at arabasıyla gidi-yorlar, öyle böyle... Türkçe öğretmenine götürdük, okudu,dedi ki " roman 40 yaşından sonra yazılır, bir sürü tecrübenolur da ancak öyte. Bu yaşta yazılır mı?" İnsan "yazın" der,dedikleri doğru a m a dur bakalım, çocuğun kendine göredünyası var. Ciddi ciddi yazıyorduk. Bir kova su döktü, bı-raktık.

  • — Çalışkan olmayan başarılı öğrenci. En azından ak-şamları çalışır mıydınız?

    — Yok, zaten yatılıydım. Mütalaa saati vardı, milletders çalışırdı, ben her türlü merak ettiğim şeyi okurdum.

    — Okulda iyi bir kütüphaneniz var mıydı?— Vardı. Kimse olmazdı, c a m dolapların kilidi vardı,

    bana anahtarı veriyorlardı. Bütün kitapları o k u d u m .

    — Ne gibi kitaplar?— Hatırladıklarımdan bir tanesi "Taraş Bulba", çeşit

    çeşit. Gençlik kitapları vardı, "Son Yeniçeri" gibi. Zatenhâlâ "Son Yeniçeri"yız. Bayılmıştım ona. "Köprüaltı Ç o -cukları", Kemalettin Tuğcu'nun. Bir de büyük kitapları.Derken annem yazıyor çiziyor zaten, babamın kitapları var.B a b a m 43 yaşındaymış vefat ettiğinde; ben de kendime"vay canına, bir ton kitap yazmış kırk üç yaşına kadar"derdim. O n u n hatırasıyla rekabet etmek kolay mı? Şimdibende de bilimsel makale çok, a m a kitaplara başlarım baş-larım, bir tutukluk gelir, zor bitiririm.

    — Kendinize haksızlık etmeyin, yapmayın.— Noktasını koymak lazım, yaptığım teorileri, dallı

    budaklı bilimsel kuramları kitap haline getirmek lazım. Ki-mini yarısında bırakmışım, kimisinin yüzde 90'ını yazmı-şım, bir hal geliyor, bitirmiyorum. Oradaki yayınevleri illaver şunu diyor, bir sürü teşvik, al şu kitap adayını oku, gö-rüşünü bildir deyip 1000 dolarlık çek yolluyorlar ki benikendilerine çeksinler; ben bitmedi, pişmedi, der yayınlaya-mazdım bir türlü.

    — Nedenini çözdünüz mü?— Babayla rekabetten korkma gibi bir his. Makale çok

    da, kitaba gelince psikolojik bir tutukluk oluyor. Rekabete d e m e m hissi. Neyse.

  • ALİM EFENDİ

    — Çok kitap okuyörmüşsünüz. Esin Afşar, anılarınıanlattığı kitabında böyle diyor.

    — Sinemaya giderdik ikimiz küçükken, öğleden sonra-ları Ankara Sıhhiye'deki sinemada acayip filmler olurdu,bilmem nenin mumyası filan diye. " 3 2 kısım tekmili bir-den," her gün bir kısmını gösterirler, benim cebimde hepkitabım olurdu. 10 dakikalık arada çıkarır okurdum. M u -hakkak bir kitap vardı yanımda. A n a m ı n da böyle okuyanbir çevresi vardı tabii.

    — Kimi hatırlıyorsunuz mesela?— Yazar çizer takımının arasında Yaşar Nabi Nayır var.

    Bahçelievler yapıldığında iki katlı bir evi vardı, biz gene so-kaktaydık o ara. Anneannemler başka yere taşındı, zatenberaber oturamıyoruz, Yaşar Nabi'nin iki katlı, bahçeli evi-ne taşındık.

    — Kiraya mı geçtiniz?— Alt katında bir iki odayı bize kiraladı. Kendisi de

    üstte annesiyle oturuyordu. Mahalleden bir iki çocuk kuzualdık, çitin arkası tarlalar. Yaşar Nabi'nin bir de evlatlığıvardı; köylü kızı, şişman, biz koşarız, kuzu koşar. Bir bak-tık bir gün, bizim kuzu yok, Kurban Bayramı olmuş, kes-mişler. Ç o k ağladıydım. Yaşar Nabi'nin bir odası vardı,dört duvarı, kapı hariç kütüphane. Arada bir odasına çıkı-yoruz, merdivenle üst raflara çıkılıyor, o bakıyor kitap seçi-yor. Başta tabii "Hayvanlar Âlemi" gibisinden bir sürü ki-tap. Varlık dergisi çıkıyor o ara, gelir gelmez önce ben oku-yorum. Bir sürü kitap edindim orada ben. Ç o k küçüğüma m a kütüphanem oldu. N e ağırbaşlı kitaplar a m a . Hatırlı-yorum, misafirler geliyor, ayakta dolaşıyorlar, ben yerdeoturmuş kitaplarımı karıştırıyorum. Ufak gözlük takmayabaşladımdı o aralar, bunlar bana "Âlim Efendi" diye hitapediyor. Lakabım Âlim Efendi oldu.

  • — Kitaptan başım kaldırmayan âlimlerden değil amagaliba.

    — Birileri vardır, sırf kitaptan anlar, başka şeyden anla-m a z . Mesela böcek gibi çocuklar vardır, ben öyle değildim,bir taraftan da her türlü haşarılık var. Derken ne olduysaorası da bitti, bu sefer Karacabey Vakıfları'na ait bir apart-manın bodrum katma taşındık. Üç-dört katlı, Sıhhiye, H a -nımeli Sokağı, M a d e n Apartmanı'nda, karşımızda da boşarsa var, yanında da Atatürk Lisesi. Harp zamanı yine. G a -zetelerden hep harple ilgili haberleri kesiyorum, şerit gibibir şey yaptım, tarihlerle günbegün, ferman gibi katladım.Herkes bayılmıştı bu yaptığım şeye.

    — Karanlık bir ev miydi?— Yarı zemindi ev, arkada kapıcının tahta kulübesi,

    kömürlükler var. Kışın, sabahın köründe -çoğu zaman an-n e m yapıyordu a m a - beşe doğru kalkıp iki kova kömür ge-tirir, sobayı odunla yakar, kömürü koyarım. Gece söndürü-lüyordu. Ç o k çekiyorduk; kömür, odun bulamıyorduk. A n -n e m Basın-Yayın'daki işinden otobüsle Sıhhiye'ye geliyor.Hava erken kararıyor, biz Esin'le bekleşip duruyoruz. Ba-zen geç kalıyor mesela, kapkaranlık, buz gibi, yiyecek yok,ısı yok. A n n e m gelmiyor. Hadi biz elele tutuşup HanımeliSokağı'ndan yürüyoruz, otobüs duraklarında bekleşiyoruz,ona da bir şey olsa ortada kalacağız, kimse yok. Korkuluakşamlar geçiriyorduk. Elinde bir fileyle geliyordu, bir şey-ler pişiriyor, toparlıyor, sonra yemek masasının üzerine otu-rup bir yazı döşeniyordu. Ben hatırlıyorum, bu kadar akıcıbir üslup olamaz yani. Allah rahmet eylesin çok iyi kalemivardı.

    — Anneniz Türkiye'nin ilk kadın gazetecilerdendi, üs-telik bir köşesi vardı. Hangi gazeteye yazıyordu?

    — Bir ara Akşam gazetesine yazıyordu. H e r gün koda-manların hanımlarını yazardı, sütunu vardı. Evlerine çokdavet ederlerdi, çünkü çekinirlerdi annemden. Otoriter bir

  • tipti. Tek zaafı vardı, o da ben. Benim yanımda hep hastaolur, nazlanır. El âlemin yanında canavar gibi. Genelkurmaybaşkanı gibi kadın. Orduevine giderdik, "benim 14 ceddimasker" der, her yere girerdi. Kartı vardı.

    — Maden Apartmanı'ndasınız ve yatık okula devamediyorsunuz.

    — Evet, hafta sonu eve geliyorum. M a d e n Apartma-nf nda uzun süre oturduk; annemin yazar-çizer takımındanahbapları gelir, birçok şey konuşurlar; edebiyat, siyasi du-rum.

    — Siz kendinizi siyasetin ve solun içinde mi buldunuz?— Yerlerde dolaşıyoruz, dinliyorum, bazen yanlarına

    oturuyorum. Sabahattin Ali'nin hanımı annemin çok iyi ar-kadaşıydı. O sırada da Sabahattin Ali'yi hapse attılar. H a -nımı yalnız, annemle beraber epey vakit geçiriyorlardı; kızıFiliz bizim yaşta, ü ç ü m ü z oynuyoruz. Bazen de bize geceyatısına geliyorlardı galiba. Bir gece -tabii ayrıntısını değila m a olayı film sahnesi gibi hatırlıyorum- kapı çalındı. Birvaveyla, ağlaşmalar. Sabahattin Ali'nin hanımı ile annemağlaşıyor. Ne oluyor derken Sabahattin Ali'yi o gece Bulgarsınırında vurduklarını öğrendik. Altüst olduk. O zaman Sa-bahattin Ali'nin - a n n e m de çok severdi kitaplarını- "KürkMantolu Madonna"yı okumuştum. Başka birçok hikâyele-rini de. Annemin kütüphanesi var tabii ki, bir sürü de N a -zım Hikmet kitabı... Hepsi o zaman çıkmış, a m a yasaklan-mıştı, tam böyle baskıcı İsmet Paşa dönemi. Bir sürü aileyiiçeri atıyorlar. Bu hadiseler olunca annem korktu, kitaplarıtopladı, yaktı. Ç o k üzüldüm.

    — O yıllar meşhur, gerçi sonra da bu tür sahneler çokyaşandı. Peki siz eve gelenler arasında kimleri severdiniz?Yoksa sadece kitaplarla mı ilgileniyordunuz?

    — K o m ü n i z m filan öyle şeylerden pek anlamazdık. A m ahepsi çok kültürlü, dehşet insanlardı. Bu arada Ankara'da,

  • bir iki yaz Esin'le kampa gittik. Abant Gölü'nün kıyısındaderme çatma otel gibi bir yerdeydi k a m p . Karşı sahilinde deİnönü'nün köşkü vardı. Şimdi nasıl fiyakalı yerlerde ordu-evi varsa o zaman da her yerde inönü'nün bir köşkü vardı.Kimin oldu orası bilmiyorum. İsmet Paşa tam hanedan kur-du; Atatürk böyle işler yapmadı biliyorsunuz. Kampta ıkıkız kardeş vardı, annem annesiyle babasını tanıyormuş; biriGönül, biri de Sevgi. Sevgi bizim yaşıtımız veya bir yaş kü-çük. Gönül de bizden iki yaş filan büyük. Biraz farklı tipler,biri anasına çekmiş biri babasına. Dağlara tırmanıyor, göl-de yüzüyor, balık tutuyoruz, çok eğleniyoruz. Tabii ben he-m e n orada şıp diye...

    — Birine vuruldunuz!— G ö n ü P e vurulduk a m a Gönül olgun. Bizden haberi

    yok, bizse civciv. Neyse o yaz ben orada yüzmeyi öğrendim,gölde yüzüyoruz hep beraber. Gel zaman git zaman yıllarsonra Sevgi, M ü m t a z Soysal ile evlendi.

    — Aaal Peki Gönül?— Gönül de sanat tarihi profesörü oldu, Dil Tarih'te.

    — Çocukluğun platonik aşklarından biri daha... EsinAfşar'ın kitabında okudum; Macar kimya profesörü birkomşunuz olmuş. Siz onun kızına âşık olmuşsunuz.

    — Esin bunu da mı kitapta yazmış! Macar değil Eston-yalıydı. Ortaokuldaydı, neyse.

    — Bu konuyu geçiyorsunuz. Peki ortaokulda matema-tikte herhalde en iyi öğrenciydiniz. Lisede de fizik, kimyadaen iyi miydiniz?

    — Şimdi o merakların oluşması yedi yaşında falan baş-lıyor. Bir taraftan edebi ne varsa okuyorum, bir taraftan damodel uçak yapıyorum. Taksim'de gördüğüm o modeluçak dükkânı beni çok etkilemiş demek ki. A m a o zamanböyle hazır şeyler de pek yok. Mesela ben tahtalarını alıyo-

  • rum, çizimle kâğıt üzerinde uçağın tasarımını yapıyorum,yapıştırıyorum. Kendim yapacağım bir tane, dedim. Küçükbir uçak yaptım, bayağı güzeldi. Koyduğun zaman çok gü-zel, hakiki uçağa benziyor, fakat uçmuyor, attığın zamanküt diye düşüyor. Tabii burnu ağır geliyor, o hesap yok ozaman. Yani bir taraftan da böyle işlerle uğraşıyoruz.

    İLK Ö Z G Ü N DENEY VE

    YİRMİ YILLIK PLAN

    — Derslerde işin biraz tekniğini öğrenince ilerlemekaydettiniz mi?

    — Yedinci sınıfta fizik dersi başladı. Ben odadan odayatelefon, telgraf gibi bir sürü şeyler yapmaya başladım. Esin'ede Sanço Panço'luk yaptırıyoruz, sıkılıyor, bir süre sonra ha-di bir kavga ediyoruz. Sen ne anlarsın, diyorum. Zor belayardım ediyor. Her yaz böyle bir proje üretiyorum. Sonraderken sekizinci sınıfta ilk defa kimya dersi başladı. FazılH o c a sanayide falan çalışmıştı. O zamanlar ciddi hocalarvardı; şimdiki profesörlerin çoğundan bin kat üstün hocalar.Mesela bizim okuldaki edebiyat hocası —ismini unuttum—Fransız şairleri gibiydi; yaşlanmış, kocaman bıyıklar, saçlar;kendi şiirlerini okuyordu. Sonra resim hocası Cumhuriyetdevrinin en büyük ressamlarından Eşref Üren'di. O da tipbir adamdı, bize Paris'te ressamlık hayatını anlatır, resimlergösterir, bütün sanat tarihini, resim sanatını sevdirirdi. Öylebir sanat tarihi dersi aldık ki senelerce beni idare etti.

    — Peki Fazıl Hoca sizi etkiledi mı?— Tabii. Fazıl H o c a çok efendi, çok bilgiliydi. H e m e n

    harika deneyler yapardı ki, hocalar genelde sınıfta deneyyapmaya üşenirdi; laboratuvar vardı da deneyi yapıp gös-termeye üşenirlerdi. H e m e n gelir, bir sürü aletler kurar, ye-şil gazlar çıkar filan... Ben h e m e n kimyaya çarpıldım! Vaycanına, dedim. Yaa, bu göztaşmın rengi niye mavi? Sınıfta

  • babası eczacı, yani ecza depoları olan bir arkadaş vardı,ona rica ettim: Gittik babasından istedik. Birkaç kimyasalm a d d e verdiler, geldim eve, h e m e n deneyler yapmaya baş-ladım. (Fizik, 7. sınıfta, kimya 8. sınıfta başlıyordu. Tabii, odevrin harika eğitim düzeninde, sonradan Amerika'dan ge-len, "seçmeli ders" saçmalığı yoktu. Öğrenci, konuyu hiçgörmeden nasıl seçecekmiş ki?)

    — Kız kardeşiniz Esin Afşar anılarında evin girişini la-hor atuv ar a çevirdiğinizi yazıyor...

    — Çevirdik. Karanlık bir yer, orada deneyler yapıyo-rum. Deneylerim için kitap arıyorum, İngiliz Konsoloslu-ğu'nun kütüphanesine gidip az Ingilizcemle kimya kitaplarıokuyorum.

    — ingilizce dersiniz yok muydu? İngilizce öğreniyordu-nuz herhalde. Yani en azından birkaç saat...

    — Bizim dersler Türkçeydi, bilimi de o yüzden kavra-yabildik. Ayrıca yabancı dil dersi olarak Fransızca veya İn-gilizce dersi vardı, hangisini seçersen. Mesela Atatürk Lise-si'nde yabancı dil dersi haftada üç saatse bizde on saat.Sonra çat pat İngilizce öğrenmeye başladık. Ben gidiyorum,kalın bir İngilizce kimya kitabı alıyorum. Sonraları öğren-dim ki meğer Oxford Üniversitesi'nin sonunda okutulanİnorganik Kimya kitabıymış. Ben ne bileyim? Geliyorum,onu karıştırıyorum, sonra gidip deneyler yapıyorum.

    — Evde patlamalar oluyor muydu?— Arada g ü m , pat, çat bir şeyler oluyor. Mahalle ayağa

    kalkıyor. Derken tabii bu da yetmiyor bana. Deneyler yapı-yorum, a m a diyorum ki ben kendim bir şeyler yapacağım.Kitaptakileri yapmak bana yetmiyor. Bir yaz, fotoğraf kâğı-dı yapacağım, üstüne resim basacağım, dedim.

    — İlk özgün deney...— Kitaplarda yok. Bir tek şey var: G ü m ü ş nitrat çözel-

  • tisi ile potasyum iyodür çözeltisini karıştırırsın ve g ü m ü şiyodür dibe çöker. O n u oradan süzeceksin, kâğıda sürecek-sin. Ç o k basit kısmı var a m a işin püf noktalan yok. Hesa-bını yaptım, kaç gram ondan kaç gram ondan diye... Şim-di bakıyorum da üniversitelerdeki eğitim o hale gelmiş ki,son sınıftaki öğrencilerin çoğu o basit hesabı yapamaz du-rumdalar. Gençlere yazık oluyor. Bizim sınıfta belki herkesyapardı. Şimdikiler bizim ortaokulda bildiğimizi bilmiyor.Benim özel marifetim değil, bizim eğitim o devirde çok üs-tündü.

    — Evet ama okulunuzda sizin gibi bir kâğıdın üzerineresim basayım diyen de yok.

    — Yok, a m a sınıfta herkes bu işleri anlayabilirdi. Bende ayrıca özel merak var, bir de fazla çalışmıyorum a m a ,merak sardığını şeye çullanıyorum. Neyse, mol hesaplar!yaptım, miktarlarını buldum, k o y d u m karıştırdım, çöktü,süzdüm. Kâğıdın üstüne bunu yaydım, üstüne bir tane ne-gatif k o y d u m . Siyah beyaz. Kırmızı ışık yapmıştım, ışığı şukadar saniye tuttum, kırmızı ışıkta baktım hakikaten resimgörünüyor. Resimde annemle kız kardeşim bahçede duruyor.Bunu sabitleştirmen lazım, yıkayacaksın sonra, tiyo-sülfatfalan. Onları da öğrendik, batırıp yıkıyorum, resim eriyipgidiyor. H a y Allah! Ne yapacağız? Bütün yaz uğraştım, okitabı karıştır, bu kitabı karıştır.

    — Hemen bir başka bilen insan aramaya koyuldunuz...— Derken tuttum ben Amerika'ya Kodak şirketine mek-

    tup yazdım. Dedim ki işte ben böyle bir şey yapıyorum, birtürlü durmuyor, uçuyor. Püf noktası nedir? Bana cevap gel-di; sen onu boşver, eskiden ozalit kâğıdı vardı, amonyaklı,onun tasvirini vermiş, onu yap diye. H e m e n yaptık a m a obir şey değil, basit. Ticari sırmış meğerse. Neyse ona, bunasor, kimyacı arıyoruz, Hıfzıssıhha'nm biyokimya labora-tuvarmda tanıdık arıyoruz. Tanıdığın biri ipucu söylemiş,benim kulağıma geldi. Bir formaldehit lafı geçti, ben hemen

  • formaldehit aldım, tiyo-sülfatta kırmızı ışıkta yıkadıktansonra birde bunu formaldehide batırdık. Ç ü n k ü öbür m a d -deyi jelatinle karıştırıyorsunuz, eritip onu sürüyorsunuz,a m a sulu bir şeye batırınca jelatin eriyip gidiyor. Hatta biralet yaptım, oradan zızzzt diye geçiyor, pille döndürüyo-rum, geçiyor banyodan. Formaldehidi koklayıp duruyoruztabii, seneler sonra öğrendik ki bu çok tehlikeli bir m a d -deymiş.

    — Sonuçta fotoğrafı bastınız...— Kaskatı duruyor, kuruttum, çıktı fotoğraf. Büyük ke-

    yif! Bir iki fotoğrafı çıkardık, o iş bitti. Deftere de notları al-dık. Araştırma yaparken, devamlı defter tutmak gerektiğinio zamandan anlamışım.

    — Bir yaz mı uğraştınız bununla?— Evet, ondan önce aynı yaz bir başka şey yaptım. Pa-

    zarda iyi, ev yapımı bir ü z ü m sirkesi vardı. Baktım sirkekokusu ekşi, a m a bir de arkadan güzel bir koku geliyor.Ben bunu mutfakta damıttım, ilk çıkan kesimini ayırdım,bir parfüm çıktı ki inanamazsınız. Sonradan onu analiz et-tim ve anladım ki amil asetatmış, m u z kokusu...

    — Sirke ve muz kokusu?..— Bunları ben kendi kendime icat ediyorum, sonra o

    yetmedi bir de fotoğraf kâğıdı... A n n e m , konu k o m ş u şikâ-yet edecek diye korkuyor. Patlamalı işler yapıyordum çün-kü, fulminat yapmaya kalktık. İyi ki yapmadık, yine de çat,pat, g ü m , pat, alevler... Ben burnumu o karanlık yere birsoktum m u , on iki saat oradayım. A n n e m gelip, "yahu sende elalemin çocuğu gibi oynaşana, kız kovala filan" diyor.A n n e m e kızıyorum, anlamıyorsun beni, diyorum içimden.Bana çalış filan demedikleri gibi, git oyna diyorlar.

    — Hiç oyun oynamıyor musunuz?— Bir proje bitti mi gidip oynuyoruz. Atatürk Lisesi'nin

  • orada yarım kalmış inşaat vardı, bir çukuru kazmış bırak-mışlar. Kenarları dimdik, orada çocuklarla bisikletle vuru-yorsun, onun hızıyla öbür taraftan çıkıyorsun. T a m çıkmaz-sa ayvayı yedin, g ü m diye yuvarlanırsın. Böyle işler de yapı-yorum bir taraftan. Motosiklet olsa diyorum, biri getirmiş,ona biniyorum. Her türlü numara var yani.

    — Yine de araştırmaya bir daldınız mı çıkamıyor sunuz?— Kimyaya merak sardım, hem de bayağı ciddi... K i m -

    ya dersinde periyodik cetvel - Türkçesi çevrimsel cetvel,elementler (öğeler), keşfedilmemiş elementler var. Ben diyo-rum ki, bu kimyada bir sürü eksik var, tamamlayacağım.Şunu yirmi sene içinde yapacağım, diyorum, hatta bunlaraisim buluyorum. Yirmi senelik planlar yapıyorum, kimyadane yapacağım, ne keşfedeceğim diye...

    — Kimsenin haberi yok tabii...— Yok. Bir taraftan edebiyat devam ediyor. O sıralarda

    yine kızın birine âşık olduk: Gül. M a h c u b u m da. Kızlar bina-sı ayrı, telin arkasından uzaktan görüyoruz. Bizde daha yırtıkçocuklar var, kaçıyorlar ve kızlarla konuşuyorlar, biz becere-miyoruz. Ne yapayım derken, oturdum bir hikâye yazdım.

    — Aşk hikâyesi...— Çocuk okuldan çıkıyor, sonra kız çıkıyor, ona bir şey

    veriyor, konuşuyor. Aşk hikâyesi gibi bir hikâye. A n n e m everdim, annem de Akşam gazetesinde bastırdı. Kestim ga-zeteden, zarfa koyup gönderdim. Sonra çıkarken bakalımbenim yüzüme bakacak mı diye arkadan takip ediyoruz. Birheyecan, ölüyoruz!..

    — Baktı mı yüzünüze?— Havalı bir şeydi, baktı mı bakmadı mı, yok yüzü kı-

    zardı diye kafadan senaryolar yazıyoruz. Bir kere mi ne ko-nuştum yürürken, m o s m o r u m . Yıllar sonra bir doktorla ev-lendiğini duydum, ayrılmış. O sıralarda biz yine bekârız.

  • Gül'le annesi beni yemeğe davet ettiler, artık profesör olarakburaya gelmişim. 1960'larda, yaş yirmi sekiz, yirmi dokuzmu öyle bir şey. Bizi gazeteler boyuna yazıyor, bir temas ku-ruldu, beni yemeğe davet ettiler. Bunu alalım gibilerden.

    — Aşkınız bitmiş miydi?— Yine güzeldi, iyiydi de o ara biz başka bir yerlere ta-

    kılmıştık. N e bileyim Almanya'da bir tane, Türkiye'de baş-kası gibi. Birkaç kişiye birden tutulmuşuz, hepsine birdenyer yok.

    — Bu konulardan söz etmekten hoşlanmadığınızı bili-yorum, o yüzden cevabınızın devamı soruyu geçiyorum. Ai-lede yazıyla ilişkili insan çok. Başka hikâyeler yazdınız mı?

    — Bir iki hikâye daha yazdım, o zamanlar Yeni Edebi-yat dergisi diye galiba, bayağı ciddi bir edebiyat dergisi çı-kıyordu. Bir iki hikâyem orada basıldı, on altı yaşımday-dım, fakat ondan sonra ben ne zaman oturup bir hikâye ya-zacak olsam bir endişe hissi, bir tutukluk geliyordu.

    — Neden?— Ç ü n k ü bir kere a n a m gibi y a z m a m m ü m k ü n değil,

    yani bu sefer de onunla rekabet, ağabeylerimle rekabet, ba-bamla rekabet. Bana psikolojik bir tutukluk geliyor. Bendedim ki bizim ailede yazar-çizer bol, Türkiye'de de epeyvar. O sıralarda da harbin sonuna geliyoruz, atom bombasıpatlamış. Atomdur, Einstein lafıdır gidiyor. Tabii Türki-ye'de böyle bir şey yok.

    — Zaten meraklısınız.— Fizik, kimya, matematik hepsine meraklıyız. Ben de-

    dim ki, edebiyatçı çok var Türkiye'de, ailede de var, bunlar-la başa çıkamam, değişik bir şey yapayım. Karar verip o ta-rafa yüklendim. Bir müddet şöyle bocaladım; içimden deşunu yazayım, bunu yazayım, şiir yazayım, diyorum. Sonrahepsi birden olmaz, deyip o tarafı körelttim. Lisede o za-

  • m a n edebiyat dersleri çok muazzamdı; divan, tasavvuf,halk, cumhuriyet, batı edebiyatı. Hepsi, derya bir edebiyatkültürü edindik, severek h e m de. Ç o k dehşet bir edebiyathocası vardı, genç, sonuna doğru yardımcı doçentlik teziniyazıyordu. Ayrıca Fars edebiyatı uzmanı, bir taraftan bizeFars edebiyatına merak sardırdı. Sadi-i Şirazi, Firdevsi oku-yoruz.

    — Siz o yıllarda bir de saz çalarmışsınız.— Evet. Bir taraftan da tasavvuf edebiyatı, yok Pir Sul-

    tan Abdal'lar, halk edebiyatı. Hepsini yuttum. O arada sazdersleri aldım A h m e t Yamacı'dan. O zaman Ankara'da, omuhitte hiç öyle bir şey yok, çocuklara mandolin, Almanhalk şarkıları falan öğretiyorlar. Ve A l m a n milli şarkılarımandolin ile çalınıyor. Sazdan kimsenin haberi yok. A n n e mtanıdıklar vasıtasıyla, aracılarla A h m e t Yamacı Bey'i bulduve ben saz öğrenmeye başladım.

    — Nasıl karşıladı anneniz saz merakınızı?— Ç o k m e m n u n oldu, Esin de o ara konservatuara git-

    meye başladı. Evde klasikler dinleniyor; Beethoven'lar,Bach'lar... Ben de klasikleri seviyorum, a m a arada da şuTürk müziğini dinleyelim, diyorum. Esin geliyor, çat kapa-tıyor.

    — Eyvah. Çocukluk halleri! Saz dersi aldığınız hocanızAhmet Yamacı ile çalışırken yaşınız kaçtı?

    — O n dört, on beş yaşındayım. A h m e t Yamacı, meşhurbağlama ustası ve radyoevinde çalışıyor, aynı zamanda T R T 'nin de müdürü. A n n e m eve davet etti, o bize bir saz buldu;siyah bir saz. Saz dersi veriyor, "çarşıya vardım, erikten al-d ı m " diye şarkıları çıkarıyorum...

    — Ne kadar sürdürdünüz dersi?— Az bir şey devam ettim, sonra kendi kendime çal-

    dım. Her evde bir saz vardır bende, Amerika'da bile...

  • — Yani hâlâ çalıyorsunuz...— Eh biraz. Pek vaktimiz olmuyor, a m a böyle bir eği-

    tim gördük. Şimdi bu Fars edebiyatı uzmanı olan edebiyathocamız o sıralarda son sınıfa yaklaşıyoruz diye şey deme-ye başladı.

    — Kim ne olacak, karar verdiniz mi, diyordu?— Evet. Nereye gideceğiz? Bana Dil Tarih'e gel, Farsça

    öğren, diyordu, bayağı merak sardım, hoşuma gidiyor. Birfelsefe hocası var, Şeyma H a n ı m , kayış gibi esmer bir kadın.Diyor ki "sen mutlak felsefeye gitmelisin", matematik hoca-sı diyor ki "sen muhakkak matematikçi olmalısın, matema-tiğe git," eh kimyaya zaten ağırlık verdik, fizikçi de "illa fi-zik" diyor.

    — Kafanız karıştı ve şaşırdınız.— Hepsine meraklıyız, edebiyat kısımlarına tıkaç ko-

    yuyoruz, oralara hiç bulaşmayacağım diyorum. Sonra fi-zik, kimya, matematik arası bir şeylere girmeye karar ver-dim. O zaman bu saha yok Türkiye'de. Aradık bir kimyamühendisi bulduk, a d a m Manchester'da o k u m u ş , oradanharp zamanı gemiyle zor bela gelmiş -denizaltılar tarafın-dan gemiler torpilleniyor çünkü-, Makine K i m y a Sana-yii'ne girmiş. Eve davet ettik, ona bir saat kimya deneylerianlatıyoruz. Bir şeyler soruyorum, a d a m afallayıp kalıyor.Başta bana dedi ki " a m a n sakın kimya mühendisliğine fi-lan girme, aç kalırsın, olsa olsa bir tıbbi tahlil laboratuva-rında idrar tahlili yaparsın. Burada saha yok, ben pişma-n ı m " . Ben aldırmadım, iki saat kafasını ütüledim, kimya-sal denklemler soruyorum, bu ne olur, ben şöyle yaptım,böyle çıktı, şöyle yaparsam ne olur diye... A d a m giderkenbana dedi ki "valla ben öyle dedim a m a sen bildiğinio k u " . Tabii bildiğimizi okuduk. Bir taraftan da annem,tanıdıklar "baban gibi hariciyeci ol" diyor. Kimi doktorol, diyor. Herkes bir şey söylüyor a m a ben yirmi senelikplanımı yapmışım zaten. Bizim yirmi senelik plan on se-

  • nede gerçekleşti, vay canına dedim, sonra bir plan dahayaptık.

    KURTULUŞ SAVAŞINI NİYE YAPTIK?

    — Biraz o dönemlerden bahsedelim. 1950'lere yaklaşı-yoruz, çok partili döneme geçilmiş ve değişimler yaşanıyor.Sizin çevrenizi algılamanız ne doğrultudaydı:

    — O zamanlar Turancı var a m a sağ-sol lafı yok. Her-kes milliyetçi ve tek vücut aslında. Şimdi bugünkü tabiriylesol diyeceğimiz olay birkaç sene sonra geldi. Ben orta biregeçmiştim, on üç yaşındayım, 1947 mi 1948 mi ne Mizzuri(Missouri) gemisi geldi.

    — Büyük Amerikan gemisi İstanbul'da boy gösterdi.— Amerikan denizcileri İstanbul'a doldu. Bir sürü reza-

    let olmuştu, hatırlıyorum, tam kepazelik ve o gün Türkiyedeğişti. Birdenbire değişti. Yalta'da kararlaştırmışlar zaten,paylaşmışlar a m a kimse bilmiyor. O zamana kadar bir yaşa-yış tarzı vardı Ankara'da. Harpten sonra naylon yeni keşfe-dilmişti, naylon kemer çıktı ortaya, Amerikan askerleri do-luşunca herkeste bir naylon kemer, naylon çorap merakı.

    — Dünyanın Amerikanlaşması tüm Avrupa'da aşağıyukarı aynı zamanda oluyor.

    — Tabii. Avrupa'yı Amerika böyle şeylerle fethetti. Tür-kiye'de olanları adım adım hatırlıyorum, bir yerden o k u m a kdeğil. Naylon kemer çıktı, şeffaftı. O zaman naylon ilkel, da-ha şeffaf, renksiz ve kaskatı oluyor soğukta. Neredeyse kırıla-cak, çatlıyor, sıcak olunca sunuyor, yumuşuyor, yapış, ya-pış... Derken ondan sonra herkesin dudağında bir ıslık: " Y o uare alvvays in m y heart" şarkısı. O zamanki şarkılar y u m u -şak, acıklı, şimdiki gibi g ü m - g ü m değil, romantik şeyler. Banada bulaştı. Derken Ankara'da birdenbire sokaklar üniformalıAmerikan askerleriyle doldu. Çavuşlar geziyor, bir sürü rezil-

  • lik. Birdenbire polisin kıyafeti değişti, yeni kıyafete şerif ar-ması kondu, kovboy filmlerinden biliyoruz. Polise Ameri-ka'dan yeni jipler geldi. Bulvarda herkes çıkar, akşamüstü pi-yasa yapardı. Amerikan askerleri doluşunca ev kiralamayabaşladılar. Kızılay, Kavaklıdere. Böyle muhitlerde en kalbu-rüstü insanlar evlerini Amerikalılar'a kiraya vermeye başladı-lar. Verdikleri de er, çavuş ayak takımı ve birdenbire Anka-ra'da kiralar korkunç bir şekilde artıverdi. Ankara'nın iktisa-dı alt üst oldu, çocukken görüyorum bunu. Amerikan "Hers-hey" çikolataları çıktı ortaya. Yatılıyım ben, çoğu yatısız, ço-ğu da zenginlerin yahut milletvekillerinin çocukları. Ahlakbozulmaya başladı. O zaman taksi elli kuruşsa Amerikalı'danon lira alıyorlar. Büyük para. Ortalık altüst oldu.

    — Bütün düzen değişti birdenbire. Okula da yansıdımı?..

    — Bizim okulda da biraz özenti çocuklar var. Bizimokul özel okul; Türk Eğitim Derneği Yenişehir Lisesi. O ço-cuklardan birkaç tanesinin evleri Amerikalılar'a kiraya ve-rilmiş, Amerikalılar'la temastalar. Okula "Hershey" çikola-tası getiriyorlar, tabii biz böyle aa deyip bakıyoruz.

    — Herkeste Amerikan malı merakı ve hayranlığı başladı.— Böyle bir heves var. Bir Amerikalı bulsam da naylon

    kemer alsam, bana "Hershey" çikolatası verse diye... Tür-kiye bunlara gitti, Avrupa da öyle gitmiş. Avrupa, daha dabeter, bir sigaraya bir naylon çoraba gitmiş harpten sonra.Türkiye'de yiyecek vardı halbuki. Derken bir hadise oldu;bulvar üstünde Amerikalı'nın birine apartmanın üçüncü yada dördüncü katını kiraya vermişler, adamın da bir tane ye-ni kocaman motosikleti varmış. Parıl parıl bir şey. O zamannereden göreceksin öyle şeyleri, aşağıda kapının önünde du-ruyormuş.

    — Birisi çaldı mı onu?— Hayır, çok feci. Bir çocuk merak etmiş, gitmiş elle-

  • miş motosikleti, dokunmuş. A d a m balkondan tüfekle vuru-yor çocuğu... Hadise oldu bu. Türkiye'de mi yargılanacak,ne olacak derken adamı Amerika'ya götürdüler. Türkiye'deyargılanmadı. Ben bu olayı çok iyi hatırlıyorum ve o zamanAmerika'dan nefret ettim. Kendi kendime dedim ki yahuKurtuluş Savaşı'nı niye yaptık? Burası sömürge olacak de-dim. O yaşta geleceği gördüm.

    — Başka ilginizi çekenler nelerdi?— Bakanlıklarda hep soğuk Nazi mimarisi vardı. Yeni

    Meclis binası bitti mi bitmedi mi hatırlamıyorum a m a o bi-nayla bahçe duvarı arasına bir bina yapıldı ki bu AmerikanAskeri Karargâhı'ydı. Adı değişikti tabii. O sırada millettecıvıma başladı. Herkes diyor ki " A B D bize yardım edecek-miş", Amerikalılar laubali tipler, bize uymuyor, mesela gi-diyor, ayaklarını masaya koyuyor. Bizimkiler içlerinden"şunlara bak" diyorlar a m a , h e m m u a z z a m bir özenti, h e mbir hayranlık hâkim. Blu cin "Blue Jean" çıktı. Bir taraftanda " b u Amerikalılar a m m a aptal şeyler, inek bunlar, buinekleri sağalım" deniyor. N e çakal olduklarını, daha önceGüney Amerika'da, Asya'da neler yaptıklarını bilen, söyle-yen de yok.

    — Siz merak edip dolaştığınız için mi bunları görüyor-dunuz?

    — Hayır, oturduğumuz muhitler. Her gün oradayız za-ten. Yatılıyken çıktığım zaman, yazın, hafta sonları... Benbayağı endişe ettim.

    — Şaşırıp anlamaya mı çalışıyorsunuz?— Hayır. Ç o k açık seçik, yahu Kurtuluş Savaşı'nı niye

    yaptık, biz sömürge olacağız, dedim. Tereddütsüz. Sonramağazalar belirdi; Amerikalar P X ("post exchange") diyeordunun gittiği yerde ordu pazarını kuruyor, bütün malla-rı A B D ' d e n geliyor. Asker oldukları için vergisiz ve ucuz.Sonradan düşünüyorum da, her gittikleri yerde kasıtlı ola-

  • rak mallan o ülkede ordu dışına kaçırıyorlardı. Zaten or-duda hep böyle şeyler olur orada, yolsuzluk çoktur, şimdide öyle. Çalışanlar malları alıp dışarı satıyor, karaborsatürüyor.

    — Özendirmek amacıyla mı dışarıya çıkarıp sattılar di-yorsunuz?

    — Evet, pazar yaratmak için. Yerli ahaliyi Amerikan mal-larına alıştırmak için. O ara px'e kinaye, "bit-ex"ler türedi.Amerikan bit pazarı. Bunlar neredeyse kirli çamaşırlarını bi-le orada satıyor, denirdi o zamanlar, a m a millet kapışıyor.Herkes görüyor ve kimse mâni olmuyor. D e m e k ki danışıklıdövüş durumu var; talep yaratılıyor.

    — Sizin okulda durum nasıldı?— Okulda bize Atatürk milliyetçiliği öğretilirdi hep.

    Standarttı. Birdenbire öğretmenlere birtakım yeni broşür-ler geldi. Milli davalar yerine, B M , demokrasi filan girdi.Halbuki o zaman bile demokrasi bir yönetim biçimi vearaçtı. Gaye değil. O z a m a n onu düşünüyorum. Ç o k parti-li sistem derken ilk defa seçim zamanı geldi. Bu sıradaönemli bir hadise oldu; bilmiyorum kimse yazdı mı bunu?Biz yine M a d e n Apartmam'ndayız. K o m ş u bir apartman-da, arada bir bahçe vardı ve biz mahalle çocuklarıyla hır-sız-polis ya da kızılderili-kovboy oynuyoruz. Elde oyuncaktabancalar.

    — Kızılderili-kovboy oynuyorsunuz...— Kızılderililer suçlu, kovboylar haklı. Biz kovboyların,

    beyaz adamların tarafındayız. O sırada bodrumda oturuyo-ruz. Yandaki apartmanın üçüncü katında oturan bir çocukvar; Oluş Arık. Aynı yaştayız o sırada onunla. Kendisi şimdiAÜ Dil Tarih'te Sanat Tarihi Profesörü. Biz onunla hafta so-nu dahil hep beraberiz. Zaten okulda da bir iki sene beraberokumuştuk, sonra başka okula göndermişlerdi onu. Mahal-lede iki kafadarız. Babası Dil Tarih'te arkeoloji profesörüy-

  • dü. 1930'larda Hitit kazılarında birçok şey keşfetmiş, dışyayınlarda adı geçen tarihçi ve büyük mütefekkir.

    — Remzi Oğuz Arık.— Evet. O zaman kalenin orada Hitit Müzesi yapıldı,

    onu da kuran kişiydi sanırım. Biz akraba gibi olduk. Bir deküçük kardeşi var, a m a çoluk çocuğu karıştırmıyoruz ara-ya, kardeşi Oluş'un tam tersi, Oluş şişmanca olmaya meyil-li, annesine çekmiş; baba da ufak tefek, enerji dolu zayıf bira d a m . Alev, yani Oluş'un kardeşi babaya benziyor. O araonların evi misafirle dolup taşmaya başladı. Bir sürü kişifeyz almaya gelir gibi geliyor.

    — Kimler geliyor? Bir de ne için tabii?— Bir sürü kişi. 1950'lerde Çin Türkistan'ında Çinliler

    Uygurlular'a büyük katliam uyguladı. O kadar ki araziyeyatırıp üzerlerinden tankla geçiyorlarmış. Şimdi de oluyora m a . . . Bir kısmı o ara kaçıyor, önce Hindistan'a, oradanburaya. Başkanları meşhurdu, adını hatırlayamıyorum.Türkiyat bölümlerinde profesörlük yaptı, şimdi oğlu devamediyor. Onlar uzun uzun anlatıyor başlarına gelenleri. R e m -zi O ğ u z Arık'ın bir kitabı çıkmıştı, bana da vermişti, incebir kitap. Adı "İdeal ve İdeoloji". Ben o zamandan niye"ideal" diyor da "ülkü" demiyor diyorum. Biraz okumuş-tum kitabı. Ziya Gökalp'ten sonraki neslin ideologlarındanRemzi O ğ u z Arık. Biz oturup dinliyoruz orada. Bununlabüyüyoruz bir yandan. Önce Sabahattin Ali, şimdi RemziO ğ u z . D ö n e m çok partili sisteme geçiş dönemi. Herkes par-ti kur diye Remzi Bey'e ısrar ediyor. "Bilim adamıyım, ol-m a z " diyor o da. Sonra gidişatı da iyi görmüyor ve kendisi-ni güçlükle ikna ediyorlar. "Görev" diye birkaç akrabasıyla-Kozan'lıydı sülale, yörük- parti kuruyor: "Milliyetçi Köy-lü Partisi". Ve seçim kampanyalarına başlıyorlar. Hızla ilgiartıyor, seçim de kazanabilir diye intihamız var. Birkaçuzak akrabası da partide, birisi, Orhan Bey, partinin genelsekreteri. Adana'da seçim kampanyası yapmışlar, sonra bir

  • yerden uçağa binmişler. Toroslar üzerinden geçerken g ü mdiye uçak patlıyor havada, hepsi gidiyor. Basında da çık-mıştı; görgü tanığı köylüler, uçak birdenbire bir alev aldı,g ü m diye patladı, diyorlar.

    — Bomba şüphesi mi vardı?— B o m b a olduğu besbelli. Biz hemen bunu Amerika

    yapmıştır, dedik. Bütün üst kadro gitti, o iş de böyle bitti...Menderes hikâyeleri çıktı acayip bir şekilde. Biz Ankara'daher şeyi daha çok hissediyoruz. Benim yetiştiğim muhittebir cami yoktu mesela; belki Kaledibi'nde ezan d u y m u ş u m -dur. Sıhhiye'de senelerce yatılı mektepte ben ezan sesi duy-m a d ı m . Gazetelerde g ü n d e m maddeleri şu: Ticaniler çıktı,Ticani avı başladı, irtica çıktı, o bitti, Nurcular çıktı. Bizanlamıyoruz da, eyvah diyoruz. Laik Atatürkçü yetiştiydik.Menderes gelince her yere camı yaptırıyor. Halk "İslam'ınkurtarıcısı" diyor. A m a her yere cami yapılırken de birkaçAmerikan oyunu başlıyor, sessizce.

    — Ne gibi?— Yazın İstanbul'a geliyorum; Beyazıt'ta yuvarlak havuz

    var, tramvay etrafından dönüyor, harika bir yer. Sultanahmetmeydanı; koca çınar, çeşme, parke taşlar, ıssız... Oralardaçok huzurlu, tarihi hissettiğin bir hava vardı, Osmanlı İmpa-ratorluğunu yaşıyordun gezerken. Biz her ne kadar m ü s a m e -relerle, Osmanlı döneminin kötülendiği bir ortamda yetiştiy-sek de İstanbul'a geldiğimde İstanbul'un tam bir Osmanlışehri olduğunu hissederdim. Birdenbire o güzelim çeşmelerinhepsinin muslukları söküldü, zamanla oraları çöplüğe dönüş-tü. Arkadan tramvay hadisesi. Tünel'den tramvaya biniyo-rum, Şışlı'ye gidiyorum, halama. Her yer tramvay. Bir süresonra ya da o aralar tramvayların hepsini söktürmüşler.

    — Niye söktürüyorlar?— D o l m u ş hikâyesi çıktı. Eski püskü Amerikan araba-

    larını askerler getirip satıyordu, her tarafı da dökülüyor.

  • Kuyrukta dolmuş beklemeye başladı millet. Amerikan arabave petrol (neftyağı, taşyağ) siyasetinin başlangıcı. Ben de osıralarda İngilizce ne bulursam okuyorum.

    — Özel bir şey mi okudunuz: Okulda da İngilizce der-si var.

    — "Readers Digest" okumaya başlamıştım; bir kelime-nin manasını çıkaramazsam sözlüğe bakıp bir karta m a n a -sını yazıyorum. İngilizce'nin dilbilgisini öğrendik okuldaa m a , asıl böyle öğrendim. Orada Türkiye hakkında iki m a -kale hatırlıyorum, son derece pohpohlayıcıydı; Türkler çokzeki, dolmuşu icat ettiler filan. Bizim gazetelerde de yazıyortabii. A m a n Amerikalılar bize çok zeki dedi, dolmuşu icatetmişiz gibi efsane çıktı. Yıllar sonra bakıyorum, GüneyAmerika'da çok önceden beri "jitniy" diye bir şey var, dol-m u ş u n aynısı. Bence bu da arabaya alıştırmanın bir adımıy-dı. D a h a önce İstanbul'da tramvay vardı sadece, Ankara'datelli troleybüs vardı. Boynuzlan telden çıkar, durur, a d a mtakar, gideriz. Araba ortalıkta yokken dolmuş çıktı. İstan-bul'un tarihi semtleri, meydanları yıkılıp otoyolları yapıldı.Beyazıt Meydanı mahvoldu, Beşiktaş Meydanı mahvoldu.Hatırlıyorum, Laleli'den geçen caddede yıkım oldu ve tari-hi Osmanlı eserleri zemin seviyesinin altında kaldı. Bir ta-raftan da Bizans kalıntısı birkaç taşı ortaya çıkardılar. Şeh-rin Osmanlı havası gitti.

    — Menderes imar faaliyetlerinde bulunuyor...— Menderes için "İstanbul'un İkinci Fatihi" lafı çıktı.

    Ben bir şeyler dönüyor diye tedirginim. O sıralarda okuldadeğişiklik başladı. Şimdi bizim okul çok iyi, Atatürk Liseside, Gazi Lisesi de. Şimdi bakıyorum da dünyanın en iyi eği-tim sistemlerinden biri varmış meğer... En iyi hocalar geli-yor; hocalar birinci sınıftan itibaren değişik zamanlardaokulun niye kurulduğunu anlatmışlardı bize: Atatürk, Lo-zan'da misyoner okullarını kapattı, birkaçını kapatamadı.Robert, Saint Joseph gibi... Ç ü n k ü Batı bastırmış, harp de-

  • v a m eder diye. Biz misyoner okulu diye gıcık oluyoruz bun-lara. Bir yandan imreniyoruz, yemekler çok iyiymiş duyu-yoruz. Bir yandan da alçak misyoner tezgâhı diyoruz. Ora-ya özentiler gidiyor, eğitim de yabancı dilde.

    — Siz normal Türkçe eğitim, artı İngilizce dersleri alı-yorsunuz. Bütün dersler İngilizce değil.

    — Türkiye'de İngilizce ile eğitim yapan bir tek Türkokulu yok. Anayasaya, Milli Eğitim kanununa aykırı. Ata-türk, yabancı dil öğrenmeye özenenlere, "öyle öğrenilmez,böyle öğrenilir" diyerek bizim okulu, Türk Eğitim Derne-ği'ni kuruyor. Hatta meclisin ilk milletvekillerini bağış yap-sınlar diye üye yapıyor. Bizim okulun tarihini anlatan bro-şürler var. O derneğe bizim okulu,Yenişehir Lisesi'ni kurdu-ruyor. Sistem şu: Bütün öbür liselerdeki gibi t a m a m e nTürkçe ile eğitim a m a öbürlerinde yabancı dil haftada üçsaatse, bizimkinde on saat. Onlar üçte çıkıyor, biz dört bu-çukta çıkıyoruz, son iki saat yabancı dil dersi. Okulda Ata-türk'ün sözlerini okuyoruz, "yabancı dili Türk harsı, kültü-rü içinde öğrenmek" diye...

    — Sizin okulda ne oldu?— Derken 1952 yılı oldu. Bizim okul özeldi, hocalar

    "okulun, yani derneğin parası bitti, okul kapatılacak" de-diler. Benim de bir senem kalmış, parasız yatılı okuyorum.Y a z m başında "başınızın çaresine bakarsınız" dediler. Eylülayında okul duruyor mu diye endişeyle geldik. Bir de bak-tık, okulun durması bir yana, her taraf tamir edilmiş; bo-yanmış, ve okul para içinde yüzüyor. Daha da önemlisi, İn-giltere ve ABD'den 15 yabancı öğretmen gelmiş. Türkiye'deo devirde hiç döviz yok halbuki.

    — Değişik bir okula devam etmeye başladınız. Nelerdüşünüyordunuz? Açıklama yapıldı mı?

    — Ben, nereden buldular parayı, dedim. O sıra bizde iyibir m ü d ü r vardı, Rasim Başgöz. Eski terbiyeli, çok hoş bir

  • insandı. Bir de ilkokul başöğretmeni Fikriye H a n ı m . Tür-kün diye bir de kızı vardı. Birileri o ara "burası kolej ola-cak" dediler: "Siz mezun olduktan sonra İngilizce ile eğitimyapılacak". Ben, vay canına, dedim, Atatürk tam tersi ga-yeyle kurmuş, nasıl olur diye düşünüyorum. Biz eski usul-deki son mezunlar olacağız.

  • YEMİN ETTİM

    Ben baktım, Türk bayrağı,Atatürk karşımda, cam çerçeveli olduğu için

    bayrağın üstünde kendi yansımamıgörüyorum. İçimden yemin ettim, dedim ki:

    Gideceğim ve kısmetse orada söz sahibiolacağım, ondan sonra gelip o

    namussuzlarla burada uğraşacağım.O zaman anlamıştım ki burada kalırsam

    Amerika'nın kölesi olurum, oraya gidersemAmerika'nın efendisi olur, buraya gelip

    onlarla daha rahat mücadele ederim.Ve işte bizi gönderdiler.

  • — Yabancı hocalarla ders yapmaya başladınız. Sevdinizmi onları, ya da ne hissettiniz?

    — Biri M r . Brovvning idi. Adamın Oksford (Oxford)Üniversitesi'nde " D o n " unvanı vardı. Klasikçi, derya bira d a m . 40'a yakın yaşlarda, çok disiplinli bir İngiliz. DerseOksford Üniversiteli hocaların giydiği kara cüppeyle geli-yor, üst tabakadan. Ben de meraklıyım, hocalara hep birşeyler sorarım. Ders aralarında onu yakalıyorum; millet dı-şarıda oynuyor, ben yanına gidiyorum, o kürsüde oturuyor.Bakıyorum adama, Türkçe gazeteler okuyor. Bir tatil oldu,Doğu'ya gitti. O zaman da oralara giden yok, hatta yasakbölge. Ücra yerler. Döndükten sonra: " M r Brovvning, ora-lara niye gittiniz?" dedim sırıtarak. "Ben casusum da on-dan" dedi bana, yarı şaka tonlarda. Öbürlerinden seviyefarkı çok büyüktü. Hele Amerika'dan gelenler çok paçoz-du. B u dehşet bir a d a m ; burada ne işi var, bir gariplik vardiyorum. Aradan 20 sene geçtikten sonra duyduk ki a d a mhep bizim okulda kalmış, İngiltere Kraliçesi de ona çok bü-yük bir nişan takmış.

    — Ne için takmış?— Belli değil. Kokteyl olmuş, nişanı alıp gelmiş. Kimse

    de sormuyor. Ankara'da kıtipiyos bir okulda ders veren bira d a m a niye nişan verilir? İngilizler bilhassa Atatürk'ün ter-

  • si amaçla kurduğu bir okuldan başladılar. Herhalde o sıra-larda bu ışı örgütleyip ingilizce ile eğitimi Türk okullarınayaydığı için nişan alıyor.

    — Diğer yabancı öğretmenler nasıldı?— Amerikalı, a m a uzun boylu esmer bir hoca vardı. K o -

    nuşma tarzı çok değişikti, bize İngilizce dersi veriyor, vaazverir gibi nutuk çekiyor. Şimdi o misyoner tiplerini görüncehemen anlarım, a m a o yaşta tabii henüz bilmiyorum. A m aderste, bir konuda Hıristiyanlık propagandası yapmaya baş-ladı. Bayağı vaaz veriyor. Ben böyle işlere gıcık oluyorum za-ten, milleti biraz uyarıyorum.

    — Alevlendiriyor musunuz?— Biz hemen itiraz ettik, bir patırtı çıkardık sınıfta. Bu

    da "size Amerikan yardımı yapıyoruz, unutmayın" dedi vebizi bir tersledi. Bayağı isyan ettik, o da dersin ortasındaçıktı gitti.

    — Eyvah! İlk isyan!— Bayağı isyandır bu, kavgalı bir şekilde çıktı gitti.

    Sınıfa Rasim Başgöz, bizim m ü d ü r geldi. Elebaşı, baştaben, dört-beş kişiye bağırdı, ayıp değil m i , dedi. Son sını-fız, herkesin içinde bize bağırıyor. Sonra bizi odasına ça-ğırdı, m a k a m ı n a çağrıldın m ı hapı yuttun demektir. Ayak-ta duruyoruz ve eyvah ne yapacağız, son sene bizi okul-dan atacaklar, diyoruz. M ü d ü r içeriden kapıyı kilitledi vebize "aferin çocuklar, çok iyi yapmışsınız" dedi, "benimelimden bir şey gelmiyor, siz Atatürk'ün yetiştirdiği ço-cuklarsınız, yabancılar her yere hâkim oldu vs." bir şeyleranlattı.

    — N e hoş! Müdür de sizden yana.— N e oldu ama biliyor musunuz? Bu müdürü aldılar,

    yeni bir müdür koydular. Okulun içinden olmayan, tamtersi bir türden.

  • — Kısa bir süre sonra mı aldılar müdürü?— H e m e n , hemen. Belki onu zaten alacaklardı, bilmi-

    yorum. O sırada Türk Eğitim Derneği'nin başkanı M ü m t a zTarhan, bakan olmuştu galiba. Kırk yılda bir okula uğru-yor tabii, derneğin yeri ayrıydı. Son senenin bitmesine bir-kaç ay kalmıştı, okula gelmiş, ben de teneffüse çıktığımızzaman merdivenleri üçer, beşer atlayarak inerdim. Ben yineinerken o da merdivenlerden yukarı çıkıyormuş, merdiven-lerin döndüğü sahanlık gibi yerde beni gördü, durdu ve be-ni kenara çekti; dedi ki u B u nasıl iş? Biz seni Amerika'yagöndermeyi düşünüyoruz, sen okulda isyan çıkarıyorsun."Biz de, " N e Amerikası?" dedik. Bizim okulda sosyetik geçi-nen takımdan çocuklardan bir sürü Amerika heveslisi var,yeni türemiş heves, o zamana kadar böyle bir şey yoktu.Evinde Amerikalı kiracı falan bulunduran o tiplerin hepsiAmerika'ya gitmeye can atıyorlar.

    — Siz gitmem mi dediniz?— Amerika'ya gıcık oluyorum, sömürge oluyoruz, bu

    kurtuluş savaşını niye yaptık, deyip duruyorum. Benim ak-lım fikrim AÜ Fen Fakültesi'ne girmek ve orada kimya oku-m a k . Ben, ne Amerikası, dedim. Sonra bana makamındarandevu verdi. O ara burasının kolej olacağını, İngilizceolarak ders verecek öğretmenler yetiştireceklerini söyledi.Mesela İngilizce olarak kimya, fizik dersi verecek... İyi tale-belerden birkaç kişi seçmişler; bizim sınıfta çalışkan iki ta-ne kız vardı, onlar, bir de ben. Seçilenler arasında ilkokulöğretmeni Fikriye Hanım'ın (Okyay) kızı da vardı, evet. İyitalebe de değil. Biz dışarıda okuyup o fen derslerini İngiliz-ce olarak verecekmişiz. Bursla göndermeyecekler, mecburihizmet. Ben Amerika'ya kesinlikle gitmek istemiyorum,nefret ediyorum, bir de vatan hainliği yapacakmışım ha?B u kafadayım. M a k a m ı n a gidince diyeceğim ki katiyen ol-m a z . Bizim bir tanıdık bana nasihat etti; "oğlum senin biryarım anan var" dedi: " O n a da bir şey olursa hiç okuya-mazsın, git oku, sonra bildiğini yap." H a sahi dedik, bir ta-

  • raftan da korkuyorum, bir anam var, yani okuyamayacağızbelki, ona bir şey olsa, kimse yok. Neyse ben bu nasihati al-dıktan sonra gittim M ü m t a z Tarhan'm makamına. Kosko-ca bir oda, m a k a m masası, bakan odası gibi bir şey... Bü-yük masada oturuyor, arkasında da Türk bayrağının önün-de Atatürk'ün resmi var. T a m karşısında da filmlerdeki gibialçakta bir deri koltuk var; oraya oturdun m u , sen aşağılar-dasın, a d a m karşında yukarda, dev gibi.

    — Kendinizi küçük hissettiriyor.— Evet, oturduk yukarı doğru adama bakıyoruz. Bu

    göndereceğiz filan bir şeyler diyor, ben de oradan baktımyüzüne.

    — Bir şey desem mi acaba anlamında mı?— Hayır, ben baktım, Türk bayrağı, Atatürk karşımda,

    cam çerçeveli olduğu için bayrağın üstünde kendi yansıma-mı görüyorum. İçimden yemin ettim, dedim ki: Gideceğimve kısmetse orada söz sahibi olacağım, ondan sonra gelip onamussuzlarla burada uğraşacağım. O zaman anlamıştımki burada kalırsam Amerika'nın kölesi olurum, oraya gi-dersem Amerika'nın efendisi olur, buraya gelip onlarla da-ha rahat mücadele ederim. Bunları düşünüp içimden yeminettim ve t a m a m gidiyorum, dedim. Ve işte bizi gönderdiler.

    — Anneniz herhalde çok sevindi. Sevindiler mi?— Yoo, annem, kardeşim ben giderken ağlıyorlardı.

    — Yani seçilmenizden ötürü sevindi herhalde diyor-dum...

    — Seçilmemize şaşıran yok ki, hep bir numaraydık, hersene iftihar listesindeydik, daima birinciydik, fazla uğraş-madan. O n d a n önce veyahut o yaz ben çalıştım. Biz tabiidevamlı mali sıkıntıdayız, a m a annem yemiyor, bizi en iyişekilde yediriyor, giydiriyor. Daha önce harp yıllarındamüthiş sıkıntı içindeyiz. Bakkal veresiye vermez, ayın daha

  • onunda annem gelir evde ağlar. Ben de o zaman evin babasıgibiydim, teselli ederdim onu. Bütçe yapardım, ben idareederdim, tabii sonradan bakıyordum da bu hissi olarak çokzor bir şey bir çocuk için.

    — On iki yaşında kendini evin babası saymak...— Bir taraftan evin babası gibiyim, bir taraftan da

    ö d ü m patlıyor, anneme bir şey olursa Esin'le birlikte sokak-ta kalacağız diye.

    — Aileden hiç kimse yardım etmiyor mu?— Yok, hiç kimse yardım etmiyor. Çoğu akrabalar za-

    ten, sonradan bütün gazeteler bizi yazmaya başlayınca or-taya çıktılar, "vay Oktay'çığım" diyerek...

    — Halalarınız...— Yazın gidiyorduk biraz, o kadar. Kendi yağımızla

    kavrulduk, dolayısıyla hep mali sıkıntı var. Neyse, çalışmamacerama gelelim. Meclisin yanına bir Amerikan karargâhıkurulmuştu ya; "Joint U S A Military Mission to Turkey"adı, o Amerikan meraklısı çocuklardan, Amerikalı çavuşkiracıları olanlardan Amerikan ordusunun tercüman aradı-ğını ve iyi para verdiklerini duyduk. Okulda o zaman ya-bancı dil bilen pek yok, daha çok Fransızca, Almanca seçi-yorlardı. İmtihan açacaklarmış, imtihan hakkında bir ki-tapçık varmış, onu bulduk. Biraz çalıştım, çünkü askeri te-rimler vardı, okulda bir yandan İngilizce öğrenirken elimegeçeni de okuyorum. Dile meraklıyım, hatta büyük hala-mın evinde, saman satan o Pedro efendinin evinde yazıngünün sıcak zamanlarında en üst katta "Kendi kendineFransızca öğren", "Almanca öğren" kitaplarını okuyorum.Biraz Fransızca, biraz Almanca kendimi idare edecek kadaröğrendim. İngilizce de çizgi romanlarla başladım, ne bulur-sam okuyorum, okudukça daha çok anlıyorum. Bilmedi-ğim kelimeleri karta yazıyorum, böyle kendi kendimi baya-ğı geliştirdim. A m a baktım ki bunda bir yığın askeri terim-

  • ler var, normal Amerikalı bilmez bu terimleri. Neyse sonraimtihana girdim. Yaş on yedi civarı. Sınavı geçmişim. M e k -tup geldi, "şu gün başlayacaksın" diye. O zamana göre depara fena değildi, yedi yüz elli lira alacağız, benim derdimbiraz para kazanayım ve ilk defa anneme vereyim. Dedilerki "şimdi Erzurum'a gideceksin." Lise dönemimin son yazı.Tek başıma yataklı trene bindim, iki günde mi ne Erzu-rum'a gittim. Erzurum'da da eski akrabalardan bir tanıdı-ğın tanıdığı varmış, Erzurum'da o zat beni karşıladı. Bir ikigün misafir kaldım, o zamanki Erzurum'da her taraf kerpiçev dolu, köy gibi bir yerdi. Şimdiki köyler gibi değil a m a . . .Erzurum'a o zaman D o ğ u n u n Paris'i denirmiş, bizim tanı-dık gençti, 40 filan. Erzurum'da bahçe gazinosu varmış,millet doğunun başka yerlerinden oraya gelirmiş. Onunlaoraya gittik, açık hava sineması gibi sıra sıra sandalyelervar, oturduk. Sahnede beş-altı tane hanım oturuyor; yeme-nili, gayet mazbut, uzun kollu kıyafetleri ve m a h c u p m a h -cup önlerine bakıyorlar. Ellerindeki mendilleriyle oynuyor-lar. Saz heyeti çalıyor; bir tanesi kalkıyor şarkı söylüyor,oturuyor, derken vakit ilerledikçe biri kalkıyor, soyunuyor,o m a h c u p taze, göbek atıyor.

    — Allah Allah! Şaşırdınız tabii!— Orası en açık saçık yeriymiş Erzurum'un. Paris ney-

    se orası da öyle mantığında... Sonra nasıl irtibat kurduğu-mu hiç hatırlamıyorum, onların binası mı vardı hakikatenhiç hatırlamıyorum. Yalnız beni Polonya asıllı Amerikalı ça-vuş "Sargent Kovalski"nin yanına verdiler. Kovalski, gari-ban Amerikalılardan. Polonyalılar çok iyidir, A B D ' d e sonra-dan onları tanıyınca bunu anladım. Jipe bindik; dağlar, taş-lar, yolsuz yerlerden dağ tepe gidiyoruz. Bilmem nerede or-dunun karargâhı var, çavuşla oraya gidiyoruz.

    — Siz tercümanısınız.— Evet. Bizim ordunun karargâhı var, onun başında bir

    paşa. O zamanlar paşaların pantolonlarında geniş kırmızı

  • şerit vardı. Birtakım subaylarla konuşuyoruz, Kovalski'ninelinde birtakım formlar var. Türkiye'de böyle formlar yoko zaman. Dilekçe yazıyorum, Amerikan ordusunda ihtiyaç-ları ısmarlama formunu dolduruyorum, tercüme ediyorum.Diyorlar ki bilmem ne topunun, tüfeğinin falanca parçası,vidası, îazım. O n u n bir kod numarası var, Amerikan kitap-larından numarası bulunuyor, kod numarası yazılıyor, formdolduruluyor. A m a ben şaşıyorum yani, ıvır zıvır, onun bu-nun vidası gibi şeyler. Vay anasına derken, tekrar binip gi-diyoruz jiple. Arada trene biniyoruz galiba.

    — Nerelere gittiniz!'— Kars'a, Sarıkamış'a. Sarıkamış'a tren yoktu da, Kars'

    tan sonra Sarıkamış'a dar "dekovil" hattı vardı. Bir de Russınırına kadar geniş Rus demiryolu mevcut. Avrupa ve bi-zim demiryollarından daha genişti Rus demiryolları. Bizimtren oraya gidemiyor, orada o trenden iniyorsun, başka tre-ne biniyorsun, Kovalski Çavuş ile bir yerden jipe bindiksonra; sanırım Ağrı, Karaköse civarında..

    — Siz sürekli ihtiyaçları not alıyor ve adama çevirmen-lik yapıyorsunuz. Ağrı, Doğu size nasıl geldi?

    — Ağrı'da, Karaköse'de iki katlı sarı badanalı bir binavardı; kasabanın kendisi de biraz ileride, orada da birkaçtane kerpiç ev var. O sarı binada da hiçbir şey yok; işte kay-m a k a m , oranm askeri amiri, bilmem ne müdürü, yani dev-let, o binada kalıyor, aşağıda lokantasında ye