Upload
others
View
8
Download
0
Embed Size (px)
Citation preview
T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TARİH (YENİÇAĞ TARİHİ)
ANABİLİM DALI
OSMANLI SİYASETNAMELERİNE GÖRE SONUN BAŞLANGICI
SEBEPLER VE ÇÖZÜM ÖNERİLERİ
Yüksek Lisans Tezi
Ahmet Çamalan
Ankara-2006
T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TARİH (YENİÇAĞ TARİHİ)
ANABİLİM DALI
OSMANLI SİYASETNAMELERİNE GÖRE SONUN BAŞLANGICI
SEBEPLER VE ÇÖZÜM ÖNERİLERİ
Yüksek Lisans Tezi
Ahmet Çamalan
Tez Danışmanı
Prof.Dr.Mahmut Şakiroğlu
Ankara-2006
T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TARİH (YENİÇAĞ TARİHİ)
ANABİLİM DALI
OSMANLI SİYASETNAMELERİNE GÖRE SONUN BAŞLANGICI
SEBEPLER VE ÇÖZÜM ÖNERİLERİ
Yüksek Lisans Tezi
Tez Danışmanı : Prof. Dr. Mahmut Şakiroğlu
Tez Jürisi Üyeleri
Adı ve Soyadı İmzası
.................................................................... ........................................
.................................................................... ........................................
.................................................................... ........................................
.................................................................... .........................................
.................................................................... .........................................
.................................................................... .........................................
Tez Sınavı Tarihi ..................................
ÖNSÖZ .................................................................................................................. II
GİRİŞ.......................................................................................................................1
I.BÖLÜM.................................................................................................................7
SİYASETNAMELER VE OSMANLI SİYASİ DÜŞÜNCESİNİN OLUŞUMU .......... 7 A-SİYASETNAME NEDİR? ....................................................................................................... 7 B- OSMANLI SİYASETNAMELERİ ........................................................................................15 1-) Osmanlı Siyasi düşüncesinin temelleri: .................................................................................15 2-) Araştırmamızda Nazara Alacağımız Osmanlı Siyasetnameleri..............................................20 a-) Âsafnâme (Lütfî Paşa, 1488-1563) ........................................................................................22 b-)Nushatü’s-Selâtin (Gelibolulu Mustafa Âlî, 1541-1599).........................................................24 c-)Hırzü’l-Müluk (Müellifi bilinmiyor –Anonim-) ......................................................................25 d-)Usulü’l- Hikem fi Nizami’l-Âlem (Hasan Kâfi El-Akhisari ölm.1616) ...................................25 e-) Kitab-i Müstetab (Anonim XVII. yy).......................................................................................27 f-) Koçi Bey Risalesi (Koçi Bey ölm.1648) .................................................................................28 g-)Kitabu Mesalîhi’l-Müslimîn ve Menafi‘i’l- Mü’minîn (Anonim XVII. yy.) .............................31 h-) Düsturü’l-Amel li-Islahi’l-Halel (Katip Çelebi 1609-1658) .................................................32 ı-) Nesayihü’l-Vüzera ve’l-Ümera veya Kitab-ı Güldeste (Defterdar Sarı Mehmet Paşa ölm.1717) .....................................................................................................................................33
II. BÖLÜM ............................................................................................................36
SİYASETNAMELERİN YAZILMASINA ZEMİN HAZIRLAYAN OLAYLAR.... 36 A-) MODERN TARİHÇİLERE GÖRE OSMANLI DEVLETİNDE SONUN BAŞLANGICINI HAZIRLAYAN GELİŞMELER .................................................................................................36 1-) XVI. Yüzyıl Sonlarından İtibaren Siyasi Durum: ..................................................................39 2-) Nüfus Artışı, İşsizlik ve Celâli fetreti.....................................................................................42 3-) Mali Buhran ...........................................................................................................................47 a-) Transit Ticaretin Kaybedilişi ve Coğrafi Keşifler ..................................................................47 b-) Amerikan Gümüşü ve Enflasyon ............................................................................................49 c-) Devlet Maliyesindeki Bozukluklar..........................................................................................54 d-) Tımar sisteminin bozulması....................................................................................................59 4-) Askeri Sistemde Değişme ......................................................................................................64 B-) OSMANLI SİYASETNAMELERİNE GÖRE NİZAM-I ÂLEMİN BOZULMASI: SEBEPLER VE ÇÖZÜM ÖNERİLERİ ......................................................................................70 1-) Daire-i Adliye ........................................................................................................................72 a-) Bozulmanın hükümdar (padişah)’a bakan yönü ...................................................................73 b-) Bozulmanın askere bakan yönü: ............................................................................................87 c-)Bozulmanın hazineye bakan yönü ...........................................................................................98 d) Bozulmanın reayaya bakan yönü...........................................................................................109 e-) Bozulmanın adalete bakan yönü ve “Emaneti ehline vermek” ............................................109 2-Erkan-ı Erbaa..........................................................................................................................120 a-) Bozulmanın reayaya bakan yönü .........................................................................................123 b-)Bozulmanın ilmiye sınıfına bakan yönü ................................................................................128 3-) Kânun-ı Kadîmin İhlali, Nizam-ı Âlemin İhtilali.................................................................135
III. BÖLÜM.........................................................................................................140
ÇÖKÜŞ/BOZULMA/ÇÖZÜLME PARADİGMASI ................................................. 140 1-) Dönemsel Yaklaşım .............................................................................................................140 2-) Yeni Yaklaşımlar .................................................................................................................142 3-) Çöküş/Bozulma/Çözülme Paradigmasının Oluşmasında Siyasetnamelerin Payı Olabilir mi?....152
SONUÇ ................................................................................................................159
BİBLİYOGRAFYA ..............................................................................................166
ÖZET ...................................................................................................................176
II
ÖNSÖZ
Osmanlı imparatorluğunun XVI. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak gerek
yönetim açısından gerekse sosyo-ekonomik açıdan karşılaştığı yeni şartlar devletin
bazı sorunları çözmesi gerektiğini ortaya çıkarmıştır. Başka bir deyişle,
İmparatorlukta baş gösteren bunalımlar, dönemin düşünürlerini ve devlet
yönetiminde deneyimi olanları çözümler aramaya yöneltti. Bir yandan nazarî ahlâk,
idare ve siyaset kitaplarının telif ve çevirisine önem verilirken, diğer yandan da
pratik ve amelî bir gaye ile bazı devlet adamları ve kalem sahiplerince padişahlara ve
sorumluluk taşıyan devlet görevlilerine risaleler, layihalar sunulmaya başlandı.
Eflatun’un “Politia”sından günümüze kadar devlet adamlarına yol göstermek
amacıyla bu tür siyaset kitapları yazmak gelenek olmuştur. Türk ve İslam siyasi
düşüncesinde “siyasetname” olarak isimlendirilen bu eserler yazıldıkları dönemlere
ışık tutma bakımından çok önemli belgelerdir.
Araştırmalar gösteriyor ki, Osmanlı Devletinin XVI. yy. sonları ve XVII. yy.
esas itibariyle karanlık kalmıştır. Osmanlı devletinin bu karanlık döneminin
aydınlatılmasında siyasetnameler önemli belgeler olarak önümüzde duruyor. Ancak
siyasetnamelerin ortaya koyduğu buhran telakkisi, Osmanlı tarihine bakışı olumsuz
etkileyecek bir yapıya sahip. Bu bağlamda siyasetnamelerin mukayeseli olarak
okunmasında ve ortaya koydukları problemlerin ne ölçüde büyük olduğunun test
edilmesinde fayda vardır.
Osmanlı devletinde VXI. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ortaya çıkan
gelişmeler ister bozulma, ister gerileme, ister değişim olarak isimlendirilsin,
siyasetnamelerin “içeriden bir göz olarak” meseleye nasıl baktığı önem arz
III
etmektedir. Ancak, siyasetname kültürü gereği, siyasetname müelliflerinin hep bir
ihtilal, inhitat ve yozlaşmadan bahsetmesi günümüz tarihçilerinin yüzyıla bakışlarını
olumsuz etkilemiş görünüyor.
Bu araştırmada Osmanlı devletinin XVI. yüzyılın ikinci yarısından itibaren
siyasetnameciler tarafından içeriden nasıl göründüğü ve daha sonra da bunların
günümüz tarihçilerini ne ölçüde etkilediği tespit edilmeye çalışılacak.
Bu konuda çalışma yapmamı teşvik eden, makale okuma, bibliyografya
çıkarma ve araştırma teknikleri konusunda ufkumu açan değerli hocam Prof. Dr.
Sayın Mahmut ŞAKİROĞLU’na, bu uzun ve yorucu çalışma temposu sırasında bana
maddî-manevî destek veren ve sabır gösteren değerli eşime, teşekkürlerimi ve
şükranlarımı sunarım.
GİRİŞ
Osmanlı tarihinin insan biçimci (antropomorfik, doğma-büyüme-ölme) bir
yaklaşımla dönemlere ayrılması ve dönemsel bir kategorizasyonla incelenmeye
çalışılması tarihçiler tarafından tartışma konusu yapılmıştır. Mustafa Armağan,
Mehmet Öz, Kemal Çiçek gibi genç kuşak tarihçilerle, HÂlîl İnalcık, Kemal Karpat
gibi üstatlar Osmanlı tarihinin bu şekilde kategorize edilmesinde bazı yaklaşım
hatalarının ve yanlış çıkarımlarının olabileceğini ortaya koymuşlarıdır.,
Osmanlı tarihine İbn-i Haldun’un tesiriyle doğma-büyüme-ölme prensibiyle
bakıldığında mutlaka bir yerde duraklamaya bozulmaya başlayacağı şartlanmış
olarak algılanır. Hâlbuki bu yeni süreçte-devleti yıkılmaya dahi götürse- meydana
gelen değişiklikler bozulmanın emareleri olarak görülürse, gelişme ve modernleşme
arayışları ıskalanmış olur. Bir anlamda muhafazakâr bir yaklaşım gösterilmiş olur.
Tarih şartlanmışlıklar ve ön yargılarla incelenmelidir. Osmanlı devletinde yeni
gelişmeler karşısında ortaya çıkan değişimleri Klasik Osmanlı sisteminin ve
temayüllerinin dışında olması sebebiyle “Bozulma” ya da “Çözülme” diye
değerlendirmek tarihe ön yargılı bakmak değil midir? O zaman Osmanlı devletinin
klasik düzenden hiç vazgeçmemesi mi gerekiyordu? Hâlbuki olan ya yeni gelişmenin
doğurduğu krizlerin yönetilmemesidir, ya da bünyeye uygun olarak yeniden
yorumlanamamasıdır. Sonuç ne olursa olsun meydana çıkan yeni gelişme bozulma
olarak değerlendirilemez.
Bu bağlamda Osmanlı siyasetnamecilerinin ihtilÂlî, inhitat, fetret olarak
yorumladıkları gelişmeler, zaten kendilerinin de söylediği gibi, Kânun-ı Kadîme
muhalefetten dolayı ortaya çıkmış gelişmelerdir. Yani ne zaman başladığı
2
bilinmeyen ve en iyi olarak selâtin-i maziye (Fatih-Yavuz-Kanuni) döneminde
uygulanan ideal düzenin kuralları ihlal edilmiştir. Bu yüzden de “Nizam-ı aleme
ihtilal reaya ve berayaya infial” gelmiştir. Tabi Osmanlı aydınını haklı çıkarmayacak
gelişmeler de yok değildir. En önce fark edilen, savaşlarda önceden olduğu gibi hızlı
ve gÂlîbiyetle neticelenen sonuçlar alınamaması sebebiyle askeri alanda bozulmalar
olmuştur. Bunun sebebi kul sisteminin bozulmasıdır. Kânun-ı kadîm e muhÂlîf
olarak ocağa ecnebilerin alınması bozulmaya sebep olmuştur. Sonra yine hemen fark
edilen sosyal çöküntüdür. Çünkü işsizlik, toprak sisteminin bozulması ve vergilerin
ağırlaşması sebebiyle Celâli isyanları çıkmıştır ve bunun fark edilmemesi mümkün
değildir. Bütün bu olumsuz gelişmelerin sonucunda, siyasetname yazarlarının ortaya
koydukları bozulma olgusu, XX. yy. tarihçilerinin Osmanlı tarihine bakış açısını
büyük oranda etkilemiştir. Aslında XX. yy. tarihçileri ile siyasetname yazarlarının
bozulmaya yönelik tespitleri aynı değildir. Osmanlı tarihçileri bozulmanın
sebeplerini içte, yani kânun-ı kadîmin ihlÂlînde ve bunun doğurduğu sonuçlarda
ararken XX. yy. tarihçileri bunun sebeplerini dışarıda yani nüfus artışında coğrafi
keşiflerde, Amerikan gümüşünün sebep olduğu fiyat artışı ve enflasyonda
aramışlardır. Bozulmanın başlama sebeplerinde anlaşamayan tarihçiler ne zaman
başladığı konusunda mutabakata varmış görünüyorlar. İşte burada modern
tarihçilerin siyasetnamecilerden etkilenmiş olabileceği ortaya çıkıyor. Çünkü tarihe
insan biçimci yaklaşılınca bir yerde bozulma olgusu aramak gerekiyor.
Modern tarihçilere göre tarihe kategorik bir yaklaşım doğru değildir. Onlar
olayları tarihî konjonktürü içerisinde, dünyada meydana gelen gelişmeleri de göz
önüne alarak incelemek gerektiği konusunda hemfikirdirler.
Çünkü kategorik yaklaşımdan meydana çıkan Çöküş/Bozulma/Çözülme
3
paradigması sebebiyle Osmanlı Devletinin XVII. ve XVIII. yüzyıllarda ortaya
koyduğu gelişmelerin ve yeni olguların hep gerileme-bozulma-çözülme bağlamında
değerlendirileceği için hakkıyla incelenemeyeceği, en azından ön yargılı
yaklaşılacağı aşikardır. İşte bu araştırmada bu bakış açısının yanlışlığını
siyasetnameler ve siyasetnamecilerin bakış açılarında yakalamaya çalıştık.
Bu araştırmada yola çıkış sebebimiz Osmanlı devletinde bozulma olgusunun
bizzat Osmanlı devletinin devlet adamları ve aydınları tarafından nasıl görüldüğünü
tespit etmektir. Ancak araştırmalar sırasında okuduğumuz makaleler ve eserlerde
fark ettik ki, araştırmaya daha başlarken hata yapıyoruz. Çünkü daha başlarken
ortada bir bozulma olduğu peşinen kabul ediyoruz. Öyle ise ilk önce bu bozulma
olgusunun nereden kaynaklandığını tespit etmemiz gerekiyordu. Bu sebeple, amaç
siyasetnamelerin kendisini incelemek değil içeriden bir bakış açısı yakalamak
olduğundan telif eserlerden yararlanmayı tercih ettik.
Ancak hem XX. yy. tarihçilerinin hem de siyasetname müelliflerinin bakış
açısını yakalamak adına bozulmanın bütün yönlerini incelemek, kapsam bakımından
büyük zorluklar ihtiva ediyordu. Bu sebeple, gerek modern tarihçiler gerekse
siyasetnamecilerin ortaya koydukları, bozulmaya ait bütün yönleri incelemektense,
bakış açısı yakalayabilecek spesifik tercihler yapmayı daha uygun bulduk. Örneğin
XX. yy. tarihçileri açısından klasik tarih kitaplarında yazan bozulmanın bütün
yönlerini almaktansa “siyasi sebepler, nüfus, işsizlik ve Celâli fetreti, mÂlî buhran ve
askeri sistemde değişme” olarak kapsamı daralttık. Yine siyasetnameler bakımından
bozulmayı tespit amacıyla da siyasetnamelere göre bozulmanın en temel rükünleri
olan, “daire-i adlye, erkân-ı erbaa ve kânun-ı kadîm ” kavramları çerçevesinde
konuyu sınırlandırdık. Siyasetnamecilerin fikirlerini, çalışmamızın hacminin çok
4
büyümemesi ve meselenin daha anlaşılır olması adına mümkün mertebe günümüz
Türkçesine çevirerek verdik.
Esas itibariyle özellikle XVI. yüzyılın ikinci yarısı ve XVII. yüzyıl-bozulma
psikolojisinin etkisiyle olsa gerek- çok fazla araştırma yapılan ve üzerinde
yoğunlaşılan bir dönem değil. Bu yüzden de bozulma psikolojisini yaratan amillerin
test edilmesi için –mesela yolsuzlukla mücadelede dönemsel veriler, artma azalma
parametreleri, mesela hangi dönemde daha çok vergi suçu işlenmiş kıyaslamalı
veriler... vs- yeteri kadar araştırma olduğu söylenemez. Bu yüzden de Osmanlı’nın
yıkılışının gerçekten bozulma dediğimiz şeylerden mi yoksa daha farklı
gerekçelerden mi olduğunu tam olarak anlayamıyoruz. Zira araştırmamızın temel
sorusu da burada ortaya çıkıyor. Osmanlı (en azından XVI. ve XVII. yüzyıllarda)
gerçekten bozuldu mu yoksa siyasetnamelerin ortaya çıkardığı yanılsamadan
kaynaklanan bir buhran psikolojisi mi var? Bozulduysa bir devletin bozuk olan yılları
sağlıklı olan yıllarından nasıl oluyor da bir asır daha uzun sürüyor?
Araştırmamızda bu konuda yapılmış araştırmalardan farklı olarak
siyasetnamelerin bozulmaya getirdikleri yorumları toplu halde verdik. Okuyucu
hangi siyasetnamenin hangi meseleye nasıl baktığını kıyaslamalı olarak
görebilecektir.
Birinci bölümde siyasetnamelerin bir ahlâk ve siyaset sanatı kitapları olduğu
anlatıldıktan sonra, Osmanlı devletinde neden siyasetname yazıldığını ve nasıl ortaya
çıktığını göstermek amacıyla, Osmanlı siyasi düşüncesinin tarifi yapıldı. Osmanlı
siyasi düşüncesinin temelleri nerelerden etkilendiği ve nasıl oluştuğu anlatıldıktan
sonra araştırmaya konu olan siyasetnamelerin kısa tanıtımı yapıldı. Bu
siyasetnameler şunlardır:
5
a) Âsafnâme (Lütfî Paşa, 1488-1563)
b) Nushatü’s-Selâtin (veya Nasîhatü’s-Selâtîn) (Gelibolulu Mustafa Âlî 1541-1599)
c) Hırzü’l-Mülûk (Müellifi bilinmiyor-anonim)
d) Usulü’l-Hikem fî Nizâmi’l-âlem (Hasan Kâfî El-Akhisarî ölm.1616)
e) Kitâb-i Müstetâb (Anonim XVII. yy)
f) Koçi Bey Risalesi (Koçi Bey ölm. 1648)
g) Kitâbu Mesâlîhi’l-Müslimîn ve Menafî’i’l-Mü’minîn (anonim XVII.yy)
h) Düsurü’l-Amel li-Islahi’l-Halel (Katip Çelebi 1609-1658)
i) Nesâyihü’l-Vüzerâ ve’l-Ümerâ veya Kitâb-ı Güldeste (Defterdar Sarı Mehmet
Paşa ölm. 1717)
İkinci bölümün birinci kısmında siyasetnamelerin yazılmasına sebep olan
gelişmeler modern tarihçilerin gözüyle değerlendirildi. Buna göre Osmanlı
devletinde sonun başlangıcını hazırlayan şunlardır:
1) XVI. Yüzyıl Sonlarından İtibaren Siyasi Durum: Bu bölümde Osmanlı
devletinin batıda Viyana surları ve Habsburglar’la karşılaşması, doğuda İran’ın
dağlık coğrafyası ve Safevîler kuzeyde Ruslar, güneyde Hint Okyanusu ve Büyük
Sahra Çölü ile karşılaşması sebebiyle doğal sınırlarına ulaşması anlatıldı.
2) Nüfus Artışı, İşsizlik ve Celâli Fetreti: Akdeniz havzasında meydana
gelen nüfus patlamasından Osmanlı devletinin de etkilendiği ve bunun doğurduğu
işsizlik ve sosyal çalkantı sebebiyle Celâli isyanların ortaya çıkması değerlendirildi
3) Bu bölümde Osmanlının düştüğü mâlî buhrana zemin hazırlayan olaylar;
a) Transit Ticaretin Kaybedilişi ve Coğrafi Keşifler, b) Amerikan Gümüşü ve
Enflasyon, c) Devlet Maliyesindeki bozukluklar, d) Tımar sisteminin bozulması
olarak sınıflandırıldı
6
4) Askeri Sistemde Değişme: Bu bölümde batıda meydana gelen teknik ve
askeri değişmelerin Osmanlı üzerindeki etkisi incelendi
İkinci bölünün ikinci kısmında ise bozulmanın Osmanlı Devlet adamları ve
aydınları tarafından nasıl algılandığı kategorik olarak değerlendirildi. Buna göre
Osmanlı devletindeki bozulmanın siyasetname literatürüne göre Daire-i adliye,
Erkân-ı erbaa ve Kânun-ı Kadîm olguları çerçevesinde tespitine çalışıldı.
Üçünce bölümde ise Osmanlı tarihinin insan biçimci bir şekilde incelenme
yanlışlığı ve bu bakış açısı sebebiyle düşülen yanlışlıklar ortaya konulmaya çalışıldı.
Buna göre tarihçilerin Çöküş/Bozulma/Çözülme Paradigması’na nasıl düştükleri ve
bunun sebepleri üzerinde durularak araştırmanın temel problemi olan bu bakış
açısının oluşmasında siyasetnamelerin rolü tespit edilmeye çalışıldı.
I.BÖLÜM
SİYASETNAMELER VE OSMANLI SİYASİ DÜŞÜNCESİNİN OLUŞUMU
A-SİYASETNAME NEDİR?
Siyaset, “Arapça sözlüklerdeki anlamıyla, bir nesneyi dikkatle gözetmektir.
‘Vali ve hakim olmak, halkı gözeterek yönetmek, bu yolda gerekene tedbirleri
almak’ anlamları bu esastan çıkmıştır. Daha sonraları hükümet işleri, politika,
diplomasi yerine kullanılmıştır.” 1
Toplu halde yaşayan insanlar genellikle kendilerine bir idareci seçme gereğini
duymuş ve onun otoritesini tanımıştır.2 Bu bağlamda ‘Daha iyi bir devlet idaresi nasıl
olabilir?’ sorusu çok eskiden beri sorulmuş, filozoflar bilim ve devlet adamları bu
konuda ayrıntılı eserler ortaya koymuşlardır.3 İlk ve orta çağlarda hükümdar,
tanrının yeryüzündeki gölgesi, halk da hükümdara verilmiş emanetler olarak kabul
edilmiştir. Halk adaletli hükümdarlar zamanında rahatça nefes alabilmiş, bu yüzden
yönetilenlerin tek isteği de adalet olmuştur. Halkın ıstırabını yakından gören fikir
adamları bu isteği dile getirerek, her fırsatta hükümdarlara vezirlere adaleti salık
vermişler, adalet olmadıkça saltanatın dayanaktan yoksun kalacağını anlatmaya
çalışmışlardır.4
“Doğu’da ve o arada Türklerin kurduğu devletler de dahil İslam devletlerinde
eski devirlerden beri, hükümdarlara ve idarecilere yardımcı olmak amacıyla, devlet
1 Agâh Sırrı Levent, “Siyaset-nameler-I”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi,1987, S. 27, s.42; Nevin Güngör Ergan, “Siyasetnamelerimizde Çizilen ‘Devlet Adamı’ Portresinin Temel Özellikleri”, Bilig, Türk Dünyası Sosyal Bilimler Dergisi, Ahmet Yesevi Yardım Vakfı Yayınları, 1999, S. 8, s.28 2 Ahmet Uğur, Osmanlı Siyaset-Nameleri, M.E.B Yayınları, İstanbul, 2001, s.1 3 Ergan, a.g.m. s.28 4 Levent, a.g.m. s.43; Uğur, a.g.e. s.1
8
idaresi üzerine bir takım eserlerin yazıldığı malumdur.”5
Bunlar genel olarak İran literatürünün varisleridir. Fakat İslam’a alınırken
tam bir şekilde İslam’a adapte edilmemişlerdir. Bunlar sekizinci asırda İbn-i
Mukaffa’nın Kelile ve Dimne’yi Arapçaya tercümesinin tesiriyle girmişlerdir.
Bundan sonra Arap edebiyatında ‘Adab literatürü’ diye bir tür gelişmiştir. Bu ve
bundan sonra gelen eserlerde eski Sasani kralları ve idarecileri model olarak
alınmışlardır. Her ne kadar bunların siyaset sahasında önemli çalışmaları var ise de,
devlet ve hükümet teorisi açısından değerleri, moral ve tavsiye yönünden daha
zayıftır. Örnekleri hemen hemen tamamen eski İran saraylarındandır. Morale daha
fazla yer verilir. Moral sadece insanlar için değil kanun ve kaidelerin bekası için de
zorunludur. Halîfe her şeyin başıdır. İdaresi ile halkın ilişkisi doktorla hastanın
ilişkisi gibidir.
Bu eserlerin çoğu devletin vazifeli şahısları veya kâtipleri tarafından
yazılmıştır. Yani onlar idare sanatını vazifede iken öğrenmişlerdir. Onların gayeleri
idarecilerine en iyi şekilde devlet işi nasıl yapılır onu göstermektedir. Bunların
konularını idareciler oluştururlar, genel figürleri onlardır. Bunlar genel prensip
koymadan daha çok hükümet etme sanatıyla uğraşırlar. Bunların tavsiyeleri din ve
moral prensiplerine ve tecrübeye dayanır. Bir filozofun politikî felsefesinin neticesi
değildir. Ve bir bilgin hükümet teorisi değildir. Fakat şu bir gerçek ki bunlar İslam’a
çok güzel adapte edilmişlerdir, Kendilerinden sonrakileri de derin tesirler altına
almışlardır.6
5 Mehmet Öz, Osmanlı’da “Çözülme” Ve Gelenekçi Yorumcuları, Dergah Yayınları, İstanbul, 1997, s.14 6 Uğur, a.g.e. s.46; Öz, a.g.e. s.14; Öz, “Klasik Dönem Osmanlı Siyasi Düşüncesi: Tarihi Temeller ve Ana İlkeler” İslami Araştırmalar Dergisi, 1999, C.12, S.1, s.28,
9
“Siyasetname” siyasetle, devlet yönetimiyle alakalı eser demektir.
Siyasetnameler esas olarak devlet yönetimini konu aldığına, ilk ve orta çağlarda
bütün güç ve yetki de tanrının yeryüzündeki gölgesi olan hükümdarda bulunduğuna
göre, bunlar daha çok hükümdarlar için kaleme alınmış eserlerdir.
Siyasetnameler; 1-Hükümdarlarda ve devlet adamlarında bulunması gereken
özellikler hakkındaki tespitleri 2-Devlet yönetiminin şartlarını ve esaslarını
irdelemeleri 3-Çağların toplumsal hayatını ve kurumlarını, sosyal değerlerini ortaya
koymaları 4-Ele aldıkları sosyal yapı ve problemlere eleştirel bir yaklaşımla eğilip
çözüm önerileri getirmeleri 5-Hükümdarların ve devlet adamlarının sahip olmaları
gereken özellikleri belirlerken ve sosyal yapıdaki problemlere çözüm önerileri
getirirken, ortaya koydukları sosyal değerler ve ilklerle bu güne de ışık tutmaları…
açılarından sosyolojik alanda da önemli eserlerdir. 7
Türk tarihinde bu tip eserlerin ilk mühim örneği hiç şüphesiz bir Karahanlı
hükümdarına sunulan Kutad-gu Bilig’dir. Daha sonraki devirlerde bu gelenek
sürdürülmüştür. Mesela Alparslan ve Melikşah devirlerinde vezirlik yapmış olan
Nizamü’l-Mülk tarafından kaleme alınan Siyasetname zikredilmesi gereken en
önemli eserlerden biridir. Gene Keykavus’un Kabusname’si önemli eserlerden
biridir.8
Siyasetnameler esas karakter itibariyle ahlâki eserler arasında yer alır. İlk ve
orta çağlarda ahlâkın temeli din olduğuna göre siyasetnameler dini esaslara dayanır.
Kur’an’dan ve hadislerden deliller getirir, tarihten örnekler verir. Geçmişteki olaylar,
7 Ergan, a.g.m. s.28 ; Levent, a.g.m. s.43 8 Öz, a.g.e., s.14; Öz, “Klasik Dönem Osmanlı Siyasi Düşüncesi”, s.28; Uğur, a.g.e. s.49
10
adil ve zalim hükümdarlarla devlet ve din adamlarının bu konudaki tutumlarını
belirten hikayeler ve fıkralar anlatılır.
Batıda kral ve hükümdarların başucu kitapları olmuş olan siyasetname türü
eserlerin ilk örneği Platon’un Politia (Devlet) adlı eseridir. Daha sonra yerel dillere
çevrilerek doğuda kaleme alınacak ilk siyasetnameleri de etkilemiştir.
Farabi ‘Medinetü’l-Fazıla’sını yazarken elinin altında ‘Devlet’in Arapça
tercümesi vardı. Devlet kavramını ilk defa olarak ayrıntılı bir şekilde ele alan
Platon’un Devlet’i olmuştur. Platon’’un fikirleri şu şekilde özetlenebilir: ‘Ya
hükümdarlar filozof ya filozoflar hükümdar olmalıdır; böyle olmazsa devlet ve
insanlık için mutluluk beklenemez. Toplumda yöneten ve yönetilen vardır. Bilgili
adaletli ve erdemli kişiler yönetimi ele almalı, ya da yönetene yardım etmelidirler.
Bunlar yönetilene de yol gösterirler; onları yatıştırıp taşkınlıktan korur.’9
Aristo’da en iyinin erdemce en üstün olanın kendi çıkarını düşünmeden
bütünün iyiliği uğrunda çalışanın egemenliği esasını kabul etmektedir. Aristo’ya göre
devlet, topluluğun en yüksek ve siyasal şeklidir.10
Eflatun ve Aristo’nun bu konudaki fikirlerini uzlaştırmaya çalışan, kendi
düşüncelerini de ekleyerek akli ve mantıki sonuçlara bağlayan ilk filozof
Farabi’dir.11
Farabi’ye göre devlet başkanı şu özellikleri taşımalıdır: 1-Sağlık yerinde
olmalı 2-Anlayışlı olmalı, 3-Hafızası kuvvetli olmalı, 4-Zeki ve uyanık olmalı, 5-
Güzel konuşabilmeli, 6-öğretmeyi ve öğrenmeyi sevmeli, 7-Yemeye içmeye ve
kadına düşkün olmamalı, kumardan sakınmalı, 8- Doğruluğu ve doğruları sevmeli,
9 Ergan, a.g.m., s.28-29; Levent, a.g.m., s.45; Uğur, a.g.e., s.39-40 10Levent, a.g.m., s.45; Uğur, a.g.e. s.40; Ergan, a.g.m., s.29 11Ergan, a.g.m., s.29; Levent, a.g.m., s.46
11
yalandan ve yalancıdan nefret etmeli, 9- Cömert olmalı, 10- Adaleti ve adil olanları
sevmeli, zulümden ve zalimden nefret etmeli, 11- Yumuşak huylu olmalı, 12- Büyük
bir azim ve irade sahibi olmalı ki gerekli bulduğu şeyleri gerçekleştirme hususunda
cesaret göstersin, korkak ve yumuşak olmasın.12
“Bu konuda İbn-i Haldun başlı başına bir modeldir. İbn-i Haldun’un tarih
felsefensin orijinalliği, devletin evriminde siyasi, toplumsal ve ekonomik faktörlerin
nasıl bir rol oynadığını objektif ve ayrıntılı bir tahlile tabi tutmasında yatmaktadır.
İbn-i Haldun’dan önceki Müslüman siyaset nazariyecileri, ya doğrudan doğruya dini
saikten hareket etmekten ya da Müslüman toplumun tarihi tecrübesinden yola
çıkmaktadırlar. Onlar tahlil ve tenkide yer vermekten çok bir takım genel hükümlere
dayanmakta ve çoğu kez nasihat türünden ifadelere ağırlık vermekteydiler. İbn-i
Haldun kendinden öncekilerin tartışmalarından geniş ölçüde yararlanmakla birlikte
daha çok dinamik beşeri topluluk kavramının tahlilinden yola çıkmakta ve yeni bir
teori geliştirmekteydi. O’na göre devlet dinamik bir gelişme çizgisine sahiptir. O,
doğar gelişir ve zamanı geldiğinde de yok olur. O dini siyaset anlayışıyla temelde
aklın ortaya koyduğu düzenlemelere dayanan ve fetihlerle kuvvetlenen (akli siyaset)
arasında bir ayrım yapar. Bu ikinciyi anlatırken (nedensellik) kavramına ve tarihi
akışın tabii kanunlarına büyük önem verir. Bir bakıma (kudret ) kavramına dayalı bir
devlet anlayışı geliştirmeye çalışır. Ancak bunu yaparken geleneksel İslami çizgiden
pek ayrılmaz.” 13
“Örnek bir siyasetnamede başlıca şu bahisler üzerinde durulur:
1-Hükümdarlar Tanrının lütfunu kazanmış sevgili ve mutlu kullardır.
2-Halk tanrının emanetidir.
12 Ergan, a.g.m., s.29 13 Uğur, a.g.e., s.43
12
3-Saltanatın temeli adalettir. Şecaat ve cömertlik de saltanatı kuvvetlendiren iki
dayanaktır. (Bu üç esas, daha sonraları bazı ahlâki ilkelerin eklenmesiyle dokuza
çıkarılmıştır)
4-Hükümdar bu nimetin şükrünü tebaa ve reayaya karşı göstereceği adaletle
ödemelidir.
5-Hükümdarlık şartları, hükümdara yakışacak huylar
6-Hükümdarda bulunması gereken başlıca artamlar ve erdemler (yukarıda işaret
edilen adalet, şecaat, cömertlik…vs)
7-Dinin ve ahlâkın emrettiği maddeler (rahmet, şefkat, mürüvvet, hakkı yerine
getirmek, acele emir vermemek, çabuk öfkelenmemek vb.)
8- Kaçınılması gereken haller (zulüm, hasislik, kibir, gurur vb.)
9- Danışmanın faydaları
10- Hükümdarın nedimleri, muhasipleri ve yakınları.
11- Devlet işlerinin ehil adamlara verilmesi
12- Derecelerin gözetilmesi
13- Maliye ve hazine hakkında öğütler.
14- Tebaa ve reayanın hali
15- Tımar ve zeamet erbabının durumu,
16- Hükümdarın vezirlere, kadılara, bilginlere karşı tutumu.
17- Hükümdarın halkla münasebetleri, halkın şikâyetini dinlemesi
18- Hükümdarın askerlere karşı davranışı; ulufenin zamanında verilmesi.
19-İş başındakilerin halka zulmü
20- Halkın sitem ve ahının mülkün temelini yıkabileceği
21- Memurların görev şartları
13
22- Şeriatın gerektirdiği cezalar
23- Başka memleketlerle olan münasebetler
24- Düşmana yapılacak işlem.
25- Cenk yasa ve töreye uyma.
26- Yönetim işleri
27- Sarayın durumu
28- Hizmet sahipleri
29- Memleket yönetiminin dayandığı esaslar.
30- Bir devletin çökmesi nedenleri
Vezirler ve emirler için kaleme alınmış eserlerde de başlıca şu konular
üzerinde durulur:
1-Vezirler ve devlet adamlarında bulunması gereken vasıflar (sabır, sebat, azim,
adalet, şecaat, cömertlik, alçak gönüllülük vb.)
2-Bulunmaması gereken haller (kıskançlık, kin, öç alma, zulüm, hasislik, iki
yüzlülük, kişisel çıkar sağlama vb. )
3-Vezirlerin davranışları ve memleket yönetimindeki tutumları
4-Devlet adamlarının padişahlara karşı görevleri (bağlılık, iyi niyet, gerçeği
saklamamak, doğruyu söylemek, halkın durumunu bildirmek vb.)
5-Devlet işlerinde herkese açılmamak
6-Büyük işlerde ve teşebbüslerde yetkili görevlilerle danışma
7-Göreve dört elle sarılmak, fakat azilden korkmamak
8-Yetimlerin halini gözetmek
9-Şeriata uymak onun emrettiğini yapmakta titizi davranmak
10-Memleketin ve sınırlarının durumunu izlemek ilgililerden bilgi edinmek
14
11-Yeniçerilerin ve sipahilerin tutumunu yakından izlemek
12-Tımar ve zeamet sahiplerinin tutumunu izlemek
13-Askeri din uğrunda gazaya teşvik etmek
14- Halka el uzatmak, haklı dilekleri yerine getirmek
15- Tebaanın ve reayanın namusunu korumak
16- Rüşvetten kaçınmak
17- Beytü’l-malı hazineyi korumak, masrafları kısmak, görevlileri teftiş etmek
18- Askerlerin ulufelerine dikkat etmek
19- Türlü hizmet sahiplerinin görevlerini yetkilerini ve hallerini denetlemek
20- Islahat için gereken tedbirleri almak”14
Bu araştırmamızda daha ziyade Osmanlı devletinin “Çözülme” sürecine içten
bir bakış yakalamaya çalışacağımızdan dolayı genelde araştırmacılar tarafından kesin
hatlarla birbirinden ayrılamayan nasihatnameler ve ıslahat layihalarını da
siyasetnameler gibi değerlendireceğiz.
Yer yer aynı özellikleri taşımalarına rağmen siyasetnamelerle nasihatnameler
ve ıslahat layihaları arasındaki temel fark genellikle siyasetnamelerde zaman ve
mekândan bağımsız olarak devletin işleyişi ve devlet adamlarının yapmaları
gerekenlerle ilgili temel ve genel prensiplerin işlenmesi, nasihatnamelerde ise
Osmanlı imparatorluğunun belirli bir dönemindeki somut sosyal problemleriyle
bunların çözüm yolları üzerinde durulmasıdır. 15
Araştırmadaki temel amaç siyasetnameleri tanıtmak olmadığından, bu
kadarlık bir tanımlamayla yetinilmiştir.
14 Levent, a.g.m. s.43-44 15 Ergan, a.g.m. s. 29-30
15
B- OSMANLI SİYASETNAMELERİ
1-) Osmanlı Siyasi düşüncesinin temelleri:
Osmanlı devletinin yüzyıllar boyu mevcut olmasını ve kudretini
koruyabilmesini nasıl temin ettiği meselesi araştırmacıları en çok düşündüren konu
olmuştur. Soruya verilen cevaplardan daha çok dikkati çeken; Osmanlıların
kendinden evvel var olan devletlerin özellikle de Müslüman devletlerin devlet
kuruculuğu alanında tecrübelerini ve siyasi medeniyetini devrin şartlarına uygun bir
şekilde benimsemeleri ve geliştirmeleri ile alakalı ileri sürülmüş fikirlerdir.16
Eski Yunan, Hint ve İran (Sasani) siyaset felsefesinin izleri ile beraber
Osmanlı siyasi düşüncesinde Orta Asya’dan gelme ananenin de payı vardır. Lakin
Osmanlı devletinin Müslüman devleti olması Osmanlı siyasi düşüncesini İslam siyasi
düşüncesi ile aynı kaynaktan beslenmesi sonucunu doğurmuştur. Bundan başka
devamcısı olduğu İslam siyasi düşüncesi vasıtası ile Osmanlı siyasi düşüncesinin
tarihi kökleri daha eski devirlere kadar uzanır. 17 Şöyle ki İbn-i Mukaffa, Farabi,
İbn-i Sina, Gazâlî, Keykavus, Nasrettin Tusi, İbn-i Haldun… gibi İslam alimlerinin
Osmanlı siyasi düşüncesinde çok tesirleri olmuştur.18
Müslüman devletlerinde devlet idareciliği sahasında müşahede olunmuş
problemlerle alakalı siyaset felsefesinin başlıca prensiplerini ve bunların idarecilik,
16 Cavit Qasımov, XVI. ve XVII. Asırlarda Osmanlı Islahat Layihaları, Azerbaycan Milli İlimler Akademisi Z.M. Bünyadov Şarkiyat Enstitüsü, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Baku 2004, s.47 17 Halil İnalcık, “Osmanlı’larda Saltanat Veraset Usulü ve Türk Hâkimiyet Telakkisiyle İlgisi” Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi,1959, C.XIV, S.1, ss.69-94; Ahmet Yaşar Ocak, “Düşünce Hayatı (XIV-XVII. Yüzyıllar)” Osmanlı Devleti ve Medeniyeti Tarihi, Ed: E. İhsanoğlu, IRCICA Yayınları, İstanbul 1999, C.II, ss. 164-167 18 Öz, “Klasik Dönem Osmanlı Siyasi Düşüncesi”, s.28; Ocak, a.g.m. s.166; Uğur, a.g.e. s.55; Qasımov, a.g.e. s.48
16
siyaset, ahlâk meselelerini ortaya çıkarmak için hükümdarlara yazılmış, nasihatler ve
tavsiyelerden ibaret olan eserler, esasen devlet görevlilerinin, o devrin aydınlarının
tecrübeleri nazara alınarak hazırlanmışlardır. Daha sonra bu eserler İslam dünyasında
ve o cümleden olarak Osmanlı devletinde siyasetname kültürünün oluşmasına ve
yayılmasına sebep olmuştur.19
Konu ile alakalı A.Y. Ocak Osmanlı siyasi düşüncesinin üç esas kaynağının
olduğunu kaydediyor. Onun düşüncesine göre bunlardan birincisi Yusuf Has
Hacip’in Kutad-gu Bilig adlı eserinde eski Hind siyasi felsefesi ile karışmış bir halde
olan eski Türk siyasi görüşleri, ikincisi Nizamü’l-Mülk’ün Siyasetname’sinde eski
Hind siyasi düşüncesi ile karışmış İran (Sasani) siyasi düşüncesi ve nihayet üçüncüsü
ki Eflatun ve Aristo’nun fikirlerine dayanarak Farabi’nin ‘El-Medinetü’l-Fazıla’ adlı
eserindeki eski Yunan ve İran düşüncesi ile İslam’ın sentezinden ortaya çıkmış Arap-
Müslüman siyasi düşüncesi olmuştur.20
Osmanlı devletinde siyasi düşünce ile ilgili eserler ilk aşamada tercüme
eserlerden ibaret olmuştur. Bunlardan Kelile ve Dinme’nin ve Kabusname’nin Türk
diline tercümelerini kaydetmek gerekir.21
“Her medeniyet gibi, her fikir hareketi de yoktan var olmaz, ot gibi yerden
bitmez, mutlaka çevresinde mevcut olanların tesirinde kalır. Osmanlı Türkleri de
Siyaset-Name literatüründe, her ne kadar bağlı olduğu İslam dünyasının tesirinde
kalmış ise de yine bu konuda kendine özgü unsurları vardır… Osmanlıdaki ilk telif
Siyaset-Name konusuna ışık tutan Fuat Köprülü eseri şöyle sunuyor: ‘Birinci Bayezit
19 Levent, a.g.m., ss.39-41; Mustafa Özel, “Siyasetnamelerden Yöneticilik Dersi”, EkoPol Dergisi, 1999, S.3, s.62-64; Kemal Çiçek, “Siyasetname Kültürümüze Göre Siyasetteki Yozlaşma ve İdeal Siyaset”, Yeni Türkiye Dergisi, 1997, S.14, s.1384 20 Ocak, a.g.m., s.166; Zeki Aslantürk, Naima’ya Göre XVII. Yüzyıl Osmanlı Toplum Yapısı, Ayışığı kitapları, İstanbul 1997, s.14 21 Ocak, a.g.m., s.166
17
devrinde Osmanlı Timar sistemi daha muazzam bir hal almıştır. Bu devirde yazılmış
Kenzü’l-Kübera adlı mühim bir siyaset kitabında (Tımar-Dirlik) tabirleri malum
manasıyla kullanılmaktadır. Yazar burada memurlardan, serhatlardan, vezirlerin
vazifelerinden v.b. konulardan bahsetmektedir. Bunlardan başka Fatih’in oğluna
nasihati olan, Nasihatü’s-Sultan Murad, Ankaravi’nin Enisü’l-Celis, Hacıoğlu
Hüsameddin’in Miftahü’l-Adl, Şeyh İbn-i İsa’nın Rumuzü’l-Kunus ve Derviş
Mehmed’in Risalesini de burada sayabiliriz”22
Ahmet Uğur’un Fuat Köprülü’ye dayanarak Osmanlıda ilk telif eserin
Kenzü’l-Kübera olduğunu söylemesine karşılık, Osmanlılar’da devlet idareciliği ile
alakalı olarak ilk fikir söylemiş şahsın Tursun Bey olduğu, Halil İnalcık, A.Y. Ocak,
C. Qasımov, M.Öz gibi tarihçiler tarafından, Tarihçinin Tarih-i Ebu’l-Feth adlı
eserinde toplumsal düzeni korumak için padişahın ve aynı zamanda onun
hâkimiyetinin zaruri olmasından bahsetmesi, devleti idareciliği ile alakalı fikirlerinin
Farabi ve Nasretin Tusi’nin eserlerinden kaynaklandığını göstererek Tursun Bey’in
ilk Osmanlı Siyaset âlimi olduğunu kaydediyorlar.23
Ahlâk meselesine hasrolunmasına bakmayarak içeriği bakımından
siyasetnamelerin başlıca mevzularına da yer veren XVI. asrın müelliflerinden
Kınalızade Ali Efendi’nin ‘Ahlâk-ı Alaî’ adlı eserinin devleti idareciliği ile alakalı
faslı Osmanlı devletinin kudretli devrinin siyasi düşüncesinin öğrenmek bakımından
özel ilgi çekiyor.24 Osmanlı siyasi düşünce tarihinde ‘Daire-i Adliye’ adlı düsturun
müellifi olarak tanınan Kınalı Ali Efendi’nin devlet idareciliği meselesinde,
22 Uğur, a.g.e., s.54-55 23 Halil İnalcık, “Osmanlı Hukukuna Giriş: Örfi Sultani ve Fatih Kanunları”, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, 1958, C. XIII, S. 2, ss.102-126; Öz, “Klasik Dönem Osmanlı Siyasi Düşüncesi”, s.28-29 24 A.Kahraman “Ahlâk-ı Alaî” TDVİA, İstanbul 1989, C. 2, ss.15-16; Ocak, a.g.m., s.169.
18
o cümleden ‘Erkan-ı Erbaa’ anlayışının tarifinde Gelibolulu Mustafa Âlî Efendi’ye,
Katip Çelebi’ye, Mustafa Naima’ya ve diğer müelliflere güçlü tesirinin olduğu
malumdur.25
“Islahatçı düşünürlere gelince bunların ilki bir bakıma Lütfü Paşa sayılabilir,
çünkü esasında siyasetname veya nasihatname tarzının tipik bir örneği olmasına
rağmen Âsafnâme’de ünlü vezir-i azam, Kanuni devrinde görülen aksaklıklara ve
bunları gidermenin çarelerine de temas etmesi sebebiyle, bir ıslahat layihacısı
hüviyetinde de görünmektedir. Ondan sonra sırayla Gelibolulu Mustafa Âlî, Hasan
Kafi, Habname yazarı Veysî, Katip Çelebi, Hezarfen Hüseyin Efendi, Koçi Beğ,
Defterdar Sarı Mehmet Paşa; XVI. yy. sonlarında XVIII. yy.’a kadar Osmanlı Devlet
bünyesinde görülen, ihtilal veya fetret tabir olunan aksaklıkları kendilerine göre
tespit ve bunların sebeplerinin tahlil ederler; giderilme çareleri üzerinde çeşitli fikir
ve tavsiyeleri öne sürerler.”26
XVI. asrın ikinci yarsından itibaren ülkede meydana gelen içtimai, siyasi ve
sosyal olayların tesiri ile Osmanlı siyasi düşüncesini ihtiva eden eserlerin sayısında
ciddi artış göze çarpar. Lütfü paşanın Âsafnâme’si ile başlayan bu yeni yaratıcılık
sahasının yazılı numunesinin müellifleri İslam’ın klasik devrinde yazılmış
nasihatnamelerinde belirtilmiş umumi siyasi prensiplerin açıklanması ile birlikte,
açık, tenkidi ve ıslahatçı fikirlere hususi yer ayırmışlardır. Devlet idareciliğine ve
genel siyasi prensiplere yönelik yazılmış siyasetname ve nasihatnameler XVI.
asırdan başlayarak değindiği konuların ihata alanını genişleterek, bu devirde devletin
içtimai-siyasi ve sosyal-iktisadi kuruluşundaki değişiklikleri tetkikat objesi olarak
seçtikleri için muasır devrin tarihçileri bu eserleri ıslahatname, layiha, ıslahat risalesi
25 Aslantürk, a.g.e. ss.138-141 26 Ocak, a.g.m. s.171-172
19
adı altında birleştirmeye çalışmışlardır.27 Siyasetnamelerin tasnifini yapacak olsak,
fikrimizce içeriğine ve yazılma maksadına göre daha çok ıslahatın gerçekleşmesi
amacı üzerine kurulan ıslahat layihalarını aynı zamanda siyasetname ananeleri
dahilinde şekillenmiş yeni bir çeşidi ve Osmanlı siyasi düşüncesini aksettiren kaynak
olarak değerlendirmek mümkündür.28
27 Yaşar Yücel, Osmanlı Devlet Teşkilatına Dair Kaynakalar, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1988, s.146; Mehmet İpşirli, “Islahat” mad., TDVİA, İstanbul 1999, C. 19, s.172; Ocak, a.g.m., s.169 28 Qasımov, a.g.e., s.49
20
2-) Araştırmamızda Nazara Alacağımız Osmanlı Siyasetnameleri
Osmanlı Devleti kuruluşundan itibaren hızla genişlemiş ve buna paralel
olarak bölgede kurulan devletlerin tecrübelerinden de yararlanarak sağlam bir devlet
teşkilatı oluşturmaya başlamıştır. Fatih Sultan Mehmet tarafından genişletilen ve
hukuki alt yapısı hazırlanan devlet teşkilatı, Kanuni Sultan Süleyman döneminde
adeta mükemmelleştirilmiştir. Kanuni’nin ölümünden sonra yazılan siyasetnameler,
bu dönemi, aslında böyle olmasa bile, kanunların hâkim olduğu (kânun-ı kadîm)
ideal bir dönem olarak nitelendirmişlerdir. Doğrusu Osmanlı devletinin XVI.
yüzyılda doğuda ve batıda gerçekleştirdiği inanılmaz büyüme, fetihler ile ulaştığı
sınırlar ve halkına sağladığı adil yönetim, refah ve huzur ortamı bu dönemin “Altın
Çağ” veya “Devlet-i Âliyye’nin olgunluk çağı” olarak kabul edilmesini haklı
çıkaracak nitelikleri taşımıyor da değildi ve bu anlamda batıda geniş yankı bulmuştu.
Osmanlıların Viyana’yı kuşatmaları ve Şarlken’e meydan okumaları karşısında
boyun eğen Batı, bu yüzden Osmanlı yönetim yapısının sağlamlığına ve işleyişinin
mükemmelliğine kesin kanaat getirmiş, Batıda bir kısım çevreler bu yönetim
yapısının taklit edilmesiyle Hıristiyan kıtanın da kurtuluşa ereceğini “Turkophilia”,
hatta “Turkomania” olarak suçlanmak pahasına savunmuşlardı.29
Klâsik Osmanlı devlet ve toplum yapısı, XVI. yüzyılın ikinci yarısından
itibaren bir "buhran" veya "dönüşüm-değişim" olgusuyla karşılaşmıştır. Eşzamanlı
olarak bu değişmeyi yaşayan Osmanlı devlet adamı ve uleması, toplumun ve devletin
bir buhran ya da dönüşüm geçirdiğinin, onların ifadesiyle 'nizam-ı âleme ihtilal ve
reaya ve berayaya infial' geldiğinin farkındaydılar. Karşılaştıkları bu toplumsal ve
siyasal değişmeyi 'daire-i adliye' (adalet merkezli toplum teorisi) ve 'erkân-ı erbaa'
29 Çiçek, a.g.m., s.1384
21
(ulema, asker, tüccar ve reayadan oluşan dört ana sınıflı toplum teorisi) ilkeleri
çerçevesinde izaha çalıştılar.30
Osmanlı Devletinin bazı aydın ve bürokratları bu hadiselerle ilgili
yorumlarını yöneticilere sunarak problemlerin çözümüne katkıda bulunmak yolunu
seçtiler. Bizim araştırma konusu olarak seçtiğimiz Osmanlı’da “Sonun Başlangıcı”
nın ortaya çıkması, yozlaşmanın ne şekilde izah edildiği hususu ve çözüm teklifleri
üzerindeki tartışmalar ve buna dayalı olarak yapılan ıslahatların izahı için
siyasetnamelerin taşıdığı önem bundan kaynaklanmaktadır. Gerçekten de
yozlaşmanın henüz başlangıç aşamasında olduğu yıllarda çok sayıda siyasetnamenin
kaleme alınması konumuz açısından büyük bir fırsat yaratmaktadır. Aynı zamanda
tam bir siyasetname olmamakla birlikte “çözülmenin” boyutlarına ışık tutan çok
sayıda ıslahat risalesi de bulunmakta ve bunlar siyasetnamelerden daha çok güncel
örneklerle ideal siyaseti açıklamaktadır. Dolayısıyla gerek siyasetnameler ve gerekse
ıslahat layihaları Osmanlı’daki “Sonun Başlangıcı”na ışık tutmakta, olayın
boyutlarını ve devlet örgütü ile toplum üzerindeki etkilerini tespit etmemize imkân
vermektedir. Bu noktada dikkat çekici olan husus; Batılı aydınların mükemmel
olarak niteledikleri ve monarşilerin kurulması aşamasında Avrupalı devletlere örnek
bir sistem olarak tavsiye ettikleri Kanuni devri devlet düzeninin, siyasetname
yazarlarınca “Sonun Başlangıcı” olarak değerlendirilmesidir. Bununla birlikte
30 A. Yaşar Aydın, “Koçi Bey'in Gözüyle Osmanlı'da Çözülme” , (Çevrimiçi) www.sizinti.com.tr/konular/00/Agustos/kocibey.html,,20.01.2006; Çiçek, a.g.m., s.1385; Öz, "IV.Murad Devrine Ait Gelenekçi Bir Islahat Teklifi", Türkiye Günlüğü, 1993 S.24, 1993, s.80; Öz, “Onyedinci Yüzyılda Osmanlı Devleti: Buhran, Yeni Şartlar ve Islahat Çabaları Hakkında Genel Bir Değerlendirme” Türkiye Günlüğü, Aralık 1999, S.58 ss.48-53; Heyet, Tarih Aynası, Işık Yayınları, İstanbul 2005, s.50
22
yozlaşmanın tohumları Kanuni döneminde atılmış olsa bile, devlet ve toplum
üzerindeki etkilerinin ancak XVI. yüzyılın sonlarında ortaya çıkması, bu dönemde
dünya düzenini alt-üst eden bir dizi sosyal ve ekonomik içerikli olay ile bağlantılı
görülmektedir. Bununla birlikte sonraki dönemlerde iyice belirginleşen ve devleti
adım adım yıkılışa götüren gelişmelerin gerçek boyutlarının anlaşılabilmesi için tıpkı
siyasetname yazarlarının yaptığı gibi, bu çalışmamızda da söz konusu olayların ilk
olarak görülmeye başladığı yıllar esas alınmıştır. XVIII. yüzyılın başından itibaren
meydana gelen hadiselerin kendine özgü nitelikleri yüzünden bu dönem araştırmanın
dışında tutulmuştur. Zaten bu dönemden sonra yazılan siyasetnameler azdır ve dile
getirilen çözüm önerileri de Osmanlı’nın iç dinamiklerinden ziyade dış kaynaklı
olup, genelde Batının model alınmasını savunmaktadır. Bu itibarla konumuz
açısından “Sonun Başlangıcı”nın tesbiti adına özellikle XVI. ve XVII. yüzyıla ait
siyasetname türü eserlerden yararlanacağız. Eserlerimizi kronolojik sıraya göre ve
kısaca tanıtımlarıyla vereceğiz.
a-) Âsafnâme (Lütfî Paşa, 1488-1563)
Paşanın bu eseri Türkçe siyasetnamelerin tam bir örneği ve önderidir.
Misallerin tamamı tarihimizden ve yaşadığı gördüğü veya duyduğu Osmanlı
hayatındandır. İlk ıslahatçı görüşçü bir şahıs olarak Osmanlı tarihi araştırmacılarının
hem fikir oldukları Lütfî Paşa devletin değişik kademelerinde görev aldıktan sonra en
son sadrazamlık makamına yükselmiştir. Âsafnâme’nin yazılma sebebine değinen
Lütfî Paşa sadrazamlığa tayin olduğu vakit idarecilikte bir dizi kanunsuzlukları
müşahede ettiğini, kendinden sonra bu vazifeye tayin olacak şahıslara faydalı olsun
diye tecrübelerini, görüp-işittiklerini yazdığını kaydeder. Kendi vezirlik ve
sadrazamlık devirlerine dair verdiği malumat, bilhassa imparatorluğun zayıf ve
23
bozulmaya yüz tutan taraflarını açıklayan yerleri esere özel bir kıymet atfına sebep
olmaktadır.
Lütfî Paşa’nın Osmanlı düzenindeki çözülme emarelerini sezen ilk devlet
adamı olduğunu söyleyebiliriz. Paşanın görüşlerinin özellikle kendisinden sonra
yazılan siyasetname ve ıslahat layihalarını büyük oranda etkilediği anlaşılıyor.
Bilhassa üslubunun sadeliği ile en samimi düşünceleri ve idare hayatındaki uzun
tecrübelerinin neticelerini ifade eden eseri kıymetli bir tarihi vesika sayılabilir. Lütfî
Paşa, Âsafnâme adını verdiği eseri neden yazdığını şöyle açıklamaktadır: “…..Sultan
Süleyman Han bu fakire veziriazamlık makamını verdiği zaman, bazı töre ve
yasaları, Divan-ı Humayun’un kanunlarını evvelce gördüklerine aykırı olarak perişan
halde bulduğumdan, veziriazamlık hizmetine gelen kardeşlerime hediye olsun diye,
veziriazamlık adabını ve veziriazamlığa gerekli olan şeyleri toplayıp bu kitapçığı
yazıp ona Âsafnâme adını verdim. Ta ki veziriazamlığa getirilen kardeşlerim
okudukça bu fakire dua edeler…” Eser, veziriazamlık –ordu – maliye ve halkın
yönetimine ilişkin önerilerin yer aldığı dört bölümden oluşmaktadır. M. İpşirli’nin
sözlerine göre Âsafnâme “en muteber kalemden çıkmış kısa, ama realist bir ıslahat
layihasıdır” Babinger’ e göre ise “yüksek devlet memuru olmanın vazife ve
vecibelerini kuru ve acemice bir üslupla” anlatmıştır.31
31Agah Sırrı Levent, “Siyaset-nameler-II”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, İstanbul 1987, S. 28, s.40; M.Tayyip Gökbilgin, “Lütfi Paşa” mad., TDVİA, C. 7, s.100, Mehmet İpşirli, “Âsafnâme” mad., TDVİA, İstanbul 1991, C. 3, s. 456; B.A. Güler, “Devlet Reformunu Tarihten Çalışmak” (Çevrimiçi) http://politics.ankara.edu.tr/~ bguler/reformucalismak.pdf, 12.03.2006; Uğur, a.g.e., s.56, Öz, Osmanlı’da “Çözülme” ve Gelenekçi yorumcuları, s.52; Ocak, a.g.m., s.167; İpşirli, “Islahat” s.72; Qasımov, a.g.e., s.40; Franz Babinger, Osmanlı Tarih Yazarları ve Eserleri, Çev. Coşkun Üçok, Kültür Bakanlığı Yayınları., Ankara 1992, s.90
24
b-)Nushatü’s-Selâtin (Gelibolulu Mustafa Âlî, 1541-1599)
Sert tenkidi duruşu ile tanınan Âlî Efendi bütün ömrü boyu devlet
kademelerinde çalışmıştır. Vazifelerine göre değil ilmi ve bedii yaratıcılığı ile
meşhur olmuş Âlî Efendinin büyüklü-küçüklü altmışa yakın ilmî ve edebî eseri
vardır. Nushatü’s- Selâtin (veya Nasihatü’s- Selâtin) isimli eserini 1581 yılında
Haleb’de Tımar Defterdarı iken yazmıştır. Bir mukaddime, dört bab ve bir hatimeden
ibarettir. Başlangıçta birinci bölümde padişahların yapmakla yükümlü olduğu işler
anlatılır. İkinci bölümde kanuna aykırı olarak ortaya çıkan zararlı ihtilaller, üçüncü
bölümde bazı çirkin hallerden dolayı cumhurun aczi, dördüncü bölümde yazar
uğradığı haksızlıklardan bahseder ve sonuçta da bazı faydalı öğütler verir.
Naima’dan öğrendiğimize göre Âlî bu eserini Selahattin Eyyubi’ye sunulduğu
sanılan Abdurrahman Şirazi adında birinin eserinden tercüme ve tadil suretiyle
yazmıştır. Âsafnâme ve Ahlâk-ı Alai’den farklı bir niteliğe haiz olan Nushatü’s-
Selâtin Osmanlı literatüründe nasihatname türünün öncü eseri olarak nazari
meselelerden çok somut olaylar ve bozukluklar ile ilgilidir ve bunların
düzeltilmesine yönelik çareler teklif etmek amacıyla yazılmıştır. Mustafa Âli
olağanüstü bir kapsayıcılık ve kavrayışla devletinin tarihini belgelemiş, gününün
Osmanlı toplumunu ve yönetimini yazılarında şiddetle eleştirmiştir. Bu nedenle
Âli’nin yaşamöyküsünü XVI. yüzyıl sonlarının tarihi için eşsiz bir kaynak olarak
nitelendirmek mümkündür. Tarihçi Mustafa Âli’nin elli dokuz yıllık yaşamı ve
eserleri, XVI. yüzyılın devletinde reform mantığını kavramak ve aynı dönemde
Osmanlı taşra ve maliye bürokrasisinin temel özelliklerini incelemek isteyen
araştırmacılar için önemli bilgiler içermektedir. Mustafa Âli, iktisadi, toplumsal ve
siyasal değişim sorunlarını ve kurumsal kargaşayı açık ve kapsamlı bir biçimde
25
irdeleyen ilk Osmanlı siyasal yorumcusudur. Bu nedenle Âli’nin o günkü yönetim
uygulamalarının ve sorunlarının ayrıntılarını vererek, Osmanlı sisteminde reforma
yönelik özgül tavsiyelerde bulunduğu Nushatü’s Selatin adlı eseri, Osmanlı siyasal
düşünce tarihinde bir kilometre taşını temsil etmektedir. 32
c-)Hırzü’l-Müluk (Müellifi bilinmiyor –Anonim-)
Bu risalenin III. Murat’a sunulduğu anlaşılmaktadır. İçerdiği bilgiler arşiv
senetleri tarafından da tasdik edilen ‘Hırzü’l-Müluk’u neşreden Yaşar Yücel eserin
sekiz fasıldan ibaret yazılmasının düşünüldüğü halde, elde olan nüshanın dört
fasıldan ibaret olduğunu kaydediyor. Padişahın, vezirlerin, beylerbeyilerin, askerlerin
ve nihayet ulemanın, şeyhlerin ve seyitlerin durumunun tahliline hasrolunmuş bu
eserin müellifini en çok rahatsız eden mesele kanunların işlememesi sebebiyle
rüşvetin yayılması, bunun neticesinde de hazinenin durumunun ağırlaşması olmuştur.
Problemlerin halli için müellifin tekliflerinin mahiyeti, sultanların kanun gücünden
maksimum istifade etmelerinden ibaret olmuştur. 33
d-)Usulü’l- Hikem fi Nizami’l-Âlem (Hasan Kâfi El-Akhisari ölm.1616)
Eser 1596 yılında yazılmıştır. Yazar eserini Arapça ve Türkçe bir arada
yazmıştır. Sultan III. Mehmet’le Eğri seferine katılmış ve eserini ona takdim etmiştir.
Yazar geçmiş kitaplardan özellikle Kadi Beyzavi ve Zemahşeri’den faydalanmış ve
onun dışında kendi müşahedelerini yazmıştır. Usulü’l Hikem’i aynı asırda yaşamış
siyasetname tarzındaki diğer eserlerden ayıran en önemli özelliği muhtevasının daha
çok Kur’an hadisler ve bazı tanınmış kimselerin sözlerinden yapılan nakillere
32 Güler, a.g.m., s.19; Uğur, a.g.e., s.57; Ocak, a.g.m., s.167; Öz, a.g.e., s.19; Levent, “Siyaset-Nameler II”, s.40; Yücel, Kitab-ı Müstetab, s.XVII. 33Yücel, a.g.e., ss.145-207; Öz, a.g.e., s.20; Qasımov, a.g.e., s.41
26
dayanması, verdiği misallerin de Bosna havalisine ait bir iki örnek dışında Osmanlı
öncesi, hatta sık sık İslam öncesi, Yunan ve Sasani devirlerinden alınmış olmasıdır.
1572-3 yılından beri peş peşe gelen felaketlerin gittikçe huzuru bozduğunu
yerini karışıklıkların aldığını, bunun sebepleri üzerinde düşünürken bazı gerçekleri
tespit ettiğini yazmakta ve görüşlerini üç noktada toplamaktadır: Birincisi adaletin
tevzii ve ülke yönetiminde yapılan ihmaldir. Bunun sebebi memleketin ve halkın
işlerinin ehil olmayan ve dürüstlükten uzak kimselere verilmiş olmasıdır. İkincisi:
Devlet idaresinde temel prensiplerden meşveretin ihmal edilmesidir. Bunu sebebi
devlet adamlarının gurur ve kibirleridir. Üçüncüsü: Askeri alandaki düzensizlik harp
aletlerinin kullanılmasında gösterilen ihmaldir. Bu da askerin kumandanından
korkmaması ve iteatsiziğinden ileri gelmektedir.
Halkı dört sınıfa ayırmaktadır. 1-Devlet adamları, yöneticiler, 2-Ulema sınıfı,
3-Ziraat erbabıdır, 4-Sanat ve ticaret erbabıdır. Kitap bir mukaddime, dört kısım ve
hatime diye ayrılmıştır. Müderrislik ve kadılık gibi görevlerde bulunmuş olan
Akhisari, ‘dış dünyanın şartlarının dikkate alınmasını’ savunan ilk ıslahatname
müellifi olarak dikkat çekmektedir. Kâfi’nin siyasi-ahlâki mahiyetteki bu risalesiyle
imparatorluk bünyesinde görülen çeşitli suiistimal ve zulümlere karşı ilk protestocu
tarihi ve hukuki vesikayı ortaya koyduğu belirtilirken tabiatıyla Hasan Kâfi’nin bu
konularda yazan ilk kişi olmadığını vurgulamamız gerekir. Kâfi tenkitçi
pozisyonunun verdiği avantajla Osmanlı sisteminin hatalarını ortaya koymuş ve
toplumu iktisadi, içtimai ve askeri anarşiye sürükleyen sebepleri açıkça sergilemekte
tereddüt etmemiştir.34
34 Mehmet İpşirli, “Hasan Kâfi El-Akhisari ve Devlet Düzenine Ait Eseri Usulü’l- Hikem fi Nizami’l-Alem” İÜEFTD, 1979-80, S.10-11, s.242-43;Öz, a.g.e., s.167-68, Yücel, a.g.e., s.XVII
27
e-) Kitab-i Müstetab (Anonim XVII. yy)
Yazarı bilinmeyen bu eser II. Osman veya belki de I. Ahmet’e sunulmuş
olmalıdır. Yazılış tarihi 1620 veya az sonradır. Münhasıran Osmanlı devlet ve
toplum düzeninde ortaya çıkan çeşitli bozuklukların sebeplerini ortaya koymak ve
bunların düzeltilmesi için takip edilecek yolu belirlemek amacıyla kaleme alınan
ıslahat risalelerinin ilk örneklerinden birisi de Kitab-i Müstetab’dır.(Güzel-hoş kitap)
Özellikle idareci tabakanın, kul ve tımar sistemlerinin ve Osmanlı toplum yapısının
esasını teşkil eden ilkelerin nasıl bir çözülmeye uğradığını gayet açık ve somut bir
ifadeyle ortaya koyan bu eser, Yaşar Yücel’in isabetle belirttiği üzere, Koçi Bey
Risalesi’nin hazırlayıcısıdır. A.Uğur’a göre Kâtip Çelebiye de kaynaklık etmiş
olabilir. XVII. yy. başlarında devrin ihlal edilmiş olan nizamlarını ve bozukluğun
kökenlerini Koçi Bey’den önce iyi tespit etmiş ıslahatçı bir yazar da Kitab-i
Müstetab’ın müellifidir. XVI. yy.’ın ikinci yarısında Osmanlı devlet ve toplum
yapısında başlamış çöküntüyü köklerine inerek ortaya koyan bir eserdir.
Eser kısa bir giriş on iki fasıl ve zeyl kısmından oluşur. Yazar toplumdaki
düzeni bozan ve eski kanunların ihlaline yol açan gelişmelerin neler olduğunu
araştırmakta ve bu sebeple Osmanlı devlet teşkilatı ve toplum düzeninin o zamanki
halini ayrıntılı bir tahlile tabi tutmaktadır. Daha sonra ise mevcut bozuklukları nasıl
gidereceğini irdelemektedir. A.S.Levent “Siyasetnameler” adlı makalesinde eseri
şöyle tanıtmaktadır. “III. Murat zamanında ve sonra devlet yönetiminin bozulması,
dirliklerin dağıtımındaki yolsuzluklar yüzünden hazinede dengenin bozulması,
sadrazamların dirlik, tımar ve terakki vermekteki bağımsızlıklarını kötüye
kullandıkları, bu halin rüşvete yol açtığı, devşirmeler için hazırlanan kanunun
açıklanması, kanunun sonraları nasıl bozulduğu, yeniçerilerin acemi oğlanların, tımar
28
ve zeamet sahiplerinin ve nizamlarının bozulması, yeniçerilerin sefere çıkmaları
hakkındaki nizamın bozulması, vezirlik makamının yeteneksiz kişilerin elinde
kaldığı adaletin kalktığı, bu yüzden yönetimin ve iktisadi durumun bozulduğu,
rüşvetin alıp yürüdüğü, bu halin devlet yönetimini bozduğu, kapı ağalığı görevi,
padişahların adaleti, bu yolsuzlukların düzeltilmesi için gereken tedbirleri
anlatıyor.”35
f-) Koçi Bey Risalesi (Koçi Bey ölm.1648)
Osmanlı ıslahat hareketinin en görkemli, simalarından birisi olarak Koçi Bey
kabul olunmuştur. I. Ahmet devrinden başlayarak Sultan İbrahim devri de dahil
olmak üzere sarayda ayrı ayrı vazifelerde çalışmış bu devrin sultanlarının sır katibi
olmuştur. Koçi Bey Risaleleri, birisi Sultan IV. Murat'a, diğeri de Sultan İbrahim'e
sunulan iki risaleden oluşmaktadır. Risaleler, kullanılan dil ve metot bakımından
farklılıklar göstermelerine rağmen, genel hatları itibariyle birbirlerine benzemektedir.
Risalelerdeki dil ve metot farklılıkları muhataplarının karakterlerinden ve eğitim
seviyelerinden kaynaklanmaktadır. Koçi Bey Risalesi denilince, ilk önce 1631
tarihinde Sultan Murat'a sunmuş olduğu risale akla gelmektedir. Sultan Murat;
Arapça ve Farsça bildiğinden dolayı risale, edebî bir Osmanlıca ile yazılmıştır. Bu
risale, kısa kısa yazılmış yirmi iki bölümden oluşmaktadır. Yazar, ilk bölümde
Osmanlı devlet ve toplum düzeninin temel ilkesini belirtir ve bunu problemlerin
çözümü olarak sunar: Memleket ve millet düzeninin, din ve devlet kaidelerinin
pekiştirilmesinin çaresi, Hz. Muhammed (sas)'in getirdiği esaslara bağlanmaktır.
Sonraki beş bölümde önceki padişahların, vezirlerin, divan ehlinin, nedimlerin, din
35 Yücel, Kitab-i Müstetab, s.XIX-XX; Öz, a.g.e. s.23-24;Uğur, a.g.e. s.58; Ocak, a.g.m. s.168; Qasımov, a.g.e., s.42; Levent, Siyaset-nameler II, s.41
29
âlimlerinin ahvali ve Osmanlı sistemi içerisindeki rolleri hakkında bilgi verir. Tımar
sistemini anlatarak devlet sistemi içerisindeki önemini belirtir. Bundan sonraki üç
bölümde tımar ve zeamet sistemindeki, saraydaki devlet görevlileri arasındaki,
yeniçeriler ve diğer askerler arasındaki bozulmanın sebeplerini ve nasıl başladığını
ele alır. Bu açıklamalardan sonra beş bölüm hâlinde devletin ve toplumun içinde
bulunduğu durumu derinlemesine analiz eder, sorumluları belirler. Daha sonraki
bölümlerde bu buhranın nasıl önleneceği ve ne gibi çözüm yollarının uygulanması
gerektiğini dile getirir. İkinci risale Sultan İbrahim'e sunulan risaledir. Ciddî bir
eğitime sahip olmayan ve iktidar öncesi hayatını kafeste geçirmiş olan Sultan
İbrahim, Koçi Bey'den kendisine Osmanlı Devleti'nin sosyal ve ekonomik durumuna
ilişkin bir risale yazmasını istemiştir. Bunun üzerine kaleme alınan risale, 1640
tarihinde Sultan İbrahim'e sunulmuştur. Onsekiz bölümden oluşan Sultan İbrahim'e
sunulan risale, sade ve açık bir dille yazılmıştır. Hiç kuşkusuz bu durum Sultan
İbrahim'in bilgi ve eğitim seviyesiyle alâkalıdır. Eğer Koçi Bey bu risaleyi edebî bir
üslûpla yazmış olsaydı, Sultan İbrahim bunları başkalarına okutup tercüme ettirme
ihtiyacı hissedebilirdi. Hâlbuki Koçi Bey risalesinde Padişaha "… bu kâğıdı
pareleyüp, ateşe yaktırasın, mahza hemen karihanızdan zuhur eyliye" türünden
ifadeler kullanarak bu risaleleri kimseye göstermemesi, okuduktan sonra yakması ve
bütün bu bilgilerin kendi karihasından çıkmış olduğuna herkesin inanması gerektiği
şeklinde tavsiyelerde bulunmaktadır. Risaledeki metot öğretici bir nitelik
taşımaktadır. Koçi Bey, Sultan İbrahim'e ders verir gibi meseleleri dile getirmektedir.
Bu risalede Koçi Bey âdeta bir hoca, Sultan İbrahim de bir talebe gibi
görünmektedir. Hatta bazı yerlerde padişahın devlet görevlileriyle görüşürken nasıl
hitap edeceği, kim gelirse ayağa kalkacağı, büyük elçilerden hangisine nasıl
30
davranacağı gibi konular üzerinde durmaktadır 36
Z.Danışman’a göre Koçi Bey Risalesinin bilhassa IV. Murat’ın icraatı üzerinde
birinci derecede amil olduğunu söylemek mümkündür. Denilebilir ki köklü ıslahata
girişmek fikri Sultan Murat’ a Koçi Bey Risalesinden sonra gelmiştir.37
Mehmet Öz’e göre gelenekçi ıslahat projesinin en tipik ve en tanınan örneği hiç
şüphesiz Koçi Bey’in yazdığı telhislerden oluşan risaledir. Koçi Bey Risalesinin
IV. Murat’ın gelenekçi ıslahat programında ne derece rol oynadığı tartışılabilir, fakat
dönemin zihniyetini anlamak açısından önemi açıktır. Risalede önce işlerin yolunda
gittiği İmparatorluğun altın çağının tasviri yapılır, sonra bu düzenin nasıl ve niçin
bozulduğu açıklanır, nihayet yapılması gereken ıslahatın esasları belirlenir.38
Koçi Bey’in ideal düzeni, padişahın idare işleriyle bizzat ilgilenmesi, devlet
görevlilerinin azl korkusundan uzak tutulması, kul ve tımar sistemlerinin tavizsiz bir
şekilde uygulaması ve bu çerçevede Erkan-ı Erbaa’nın dengeli biraradalığını temel
alan toplum düzeninin devam ettirilmesi esasına dayanmaktadır. 39
Koçi bey bozulmanın ortaya çıkışını Kanuni devrine kadar götürür;
bozulmayı, sebepsiz yere görevlilerin azledilmesi, tımar ve zeamet sisteminin
bozulması, ulemanın bozulması, rüşvet, işlerin ehline verilmemesi gibi sebeplere
dayandırır. Koçi Bey’in ıslahat teklifleri idari niteliktedir ve uygulamalarında cebr
unsuru ön plandadır. Mesela kulların iteat altına alınmasından bahsederken
“İnsanoğlu kahr ile zapt olunur, yumuşaklıkla olmaz.” demektedir.40 Koçi Bey’in
kânun-ı kadîme aykırı uygulamaların mümkün mertebe kaldırılması, mansıpların hak
36 Zuhuri Danışman, Koçi Bey Risalesi, M.E.B. Yayınları, İstanbul 1993, s.XIV-XVIII; Aydın, a.g.m., s.2; Qasımov,a.g.e., s.43; Levent, a.g.m., s.41, 37 Danışman, a.g.e. s.23; Ergan, a.g.m., s.32 38 Öz, a.g.e., s.24 39 a.g.e.73 40 a.g.e.76
31
sahiplerine tevcihi ve veziriazamın müstakil olması gibi esaslara dayana gelenekçi ve
idari niteliği ağır basan bir ıslahata taraftar olduğu anlaşılmaktadır.41
g-)Kitabu Mesalîhi’l-Müslimîn ve Menafi‘i’l- Mü’minîn (Anonim XVII. yy.)
“Müslümanların İşleri ve Müminlerin Çıkarları Kitabı” anlamına gelen eserin
yazarı bilinmemektedir. Y.Yücel’e göre muhtemelen M. 1639/40 tarihinde yazılmış
ve vezir-i azam Kemankeş Kara Mustafa Paşa’ya sunulmuştur. Ayrıca yazarın devlet
idaresinde tecrübeli bir kişi olduğu ve veziriazamın yakınları arasında bulunduğu
söylenebilir.42
Müellif, Risalesini altmış bab üzerine tertip ettiğini bildirirse de bablara
numara koymadığı gibi gerek tıpkıbasımdan ve gerekse eserin yeni harfli metininden
anlaşıldığı üzere eser elli iki babdan mürekkeptir. Risalenin bazı sayfaları da eksiktir.
Eserde İstanbul’da çıkan yangınlardan toplumdaki muhtelif tabaka ve
grupların nasıl giyineceklerine kadar pek çok siyasi sosyal, ekonomik ve ahlâki
konuda tespitler, gözlemler ve ileri sürülen teklifler yer almaktadır. Bunların arasında
imparatorlukta yapılması gereken ıslahatla ilgili oldukça kapsamlı malumatı bulmak
da mümkündür. 43
Müellif görüş ve önerilerini beş ana noktada toplamıştır. 1- İlim ehline ilişkin
düşünce ve öneriler 2- Örf ehline ilişkin düşünce ve öneriler 3- Mali ve sosyo-
ekonomik konulara ilişkin görüş ve öneriler, 4- Sosyal konulara ilişkin görüş ve
öneriler, 5- Kalem ehline (Kâtiplere) ilişkin öneriler 44
“Diğer risale sahiplerinden ayrı olarak müellif, XVI. yüzyılın sonlarından
41 Ergan, a.g.m., s.32 42 Yücel, Kitabu Mesâlîhi’l-Müslimîn ve Menafi’i’l-Mü’minîn, s.56; Öz, a.g.e., s.26, 43 Öz, a.g.e., s. 26-27 44 Yücel, a.g.e., s.67
32
itibaren Akdeniz havzasındaki hızlı nüfus artışı, Avrupa’daki büyük değişme ve
gelişmenin yarattığı yeni ekonomik durumun ve para meselesinin Osmanlı sosyal ve
ekonomik düzeni ile yönetim mekanizmasına etkilerini sezmiş görünmektedir. Eski
düzen, doğru deyimi ile klasik dönem özlemlerini pek dile getirmemiş, üstelik
dönemin bu uygulamalarını eleştirerek gerçekçi önerilerde bulunmuştur. Bu
layihadan, klasik düzenin bütün özellikleri ile karşılaşılan problemlerin hangi
kesimde ağırlıklı olarak yansıdığını öğrenebiliyoruz. O nedenle bu eser Osmanlı
tarihi açısında son derece önemli belgeler niteliğini taşıyor. Müellif ‘kânun-ı kadîm ’
yerine yeni yol tutmak ve günün şartlarına göre bir takım düzenlemelere gitmek
gerektiği konusundaki görüşlerini, eserinin çeşitli bölümlerinde açıklıkla
görmekteyiz… Müellifimizi bu bakımdan XVIII. yüzyıl ıslahatçılarının ilk
habercilerinden biri olarak nitelemek herhalde yanlış olmayacaktır.” 45
h-) Düsturü’l-Amel li-Islahi’l-Halel (Katip Çelebi 1609-1658)
1063 (1652-53) yılında devlet bütçesinde gelirin az olup masrafın çoğalması
sebeplerini araştırmak ve gelecek yılın vergisini önceden almayı gerektiren bütçe
açığına bir çare aramak için toplanan divana Katip Çelebi de katılmıştır. Seferlere ve
barış zamanlarında tecrübe görmüş ve geçmişlerin tarihini okumuş bir kimse sıfatıyla
bu konuda bir mukaddime üç fasıl ve bir netice olarak tertiplenmiş küçük bir eser
meydana getirmiştir. Bu kitabından onun devlet adamlarının faydalanacağından daha
başta ümidi yoktu. Önsözünde toplumların hayatının da insan hayatı gibi evrelere
ayrıldığını her devrenin kendine göre alametleri olduğunu Osmanlı
İmparatorluğunun duraklama devrine girdiğini, iş başındakilerin bunun alametlerini
görerek tedbir almaları lazım geldiğini, çarelerin de cismani ve ruhani olduğunun bir
45 Yücel, a.g.e., s.88-89
33
genel kural olduğunu ve her devrenin kendine göre bir ilacı olduğunu söylemektedir.
Birinci bölümde bilginler asker tımar ve reayanın toplumun temelini teşkil ettiğini
anlatmaktadır. Toplumda bunların hepsini insan vücudunu meydana getiren dört esas
unsurdan birine benzetmektedir. Bu dört sınıfın birbirinden yararlanmaları halinde
sıhhatli bir vücut gibi toplumun da nizam bulacağını belirtmektedir.46
Kâtip Çelebi eserini giriş kısmında yukarıda bahsi geçen toplantıda kendisine
böyle bir vazife verilmesi karşısında şöyle demektedir. “Gerçi bu iş ilk bakışta demir
leblebi gibi görünmekle, devletli efendiler, yeteneksizlikten ötürü önemsemeyip,
yararlanmasalar da, bari kıyamet gününde özrümüze cevap olur diye düşündüm ve
bu yazılanları bir önsöz, üç bölüm, ve bir sonuç üzere düzenleyip adını
‘Bozuklukların Düzeltilmesinde Tutulacak Yollar’ koydum”
Katip Çelebi İbn-i Haldun’un nazariyesinden ilhamla cemiyeti insan vücuduna
benzetir. Ona göre: Ulema bedendeki kana, asker balgama, tüccar safraya, ve reaya
ise sevdaya denktir.47
ı-) Nesayihü’l-Vüzera ve’l-Ümera veya Kitab-ı Güldeste (Defterdar Sarı Mehmet Paşa ölm.1717)
Muhtemelen 1714-1717 arasında kaleme alınan eser, daha önce devlet
adamlarına yardımcı olmak maksadıyla telif edilmiş bir takım eserlerden
faydalanılarak meydana getirilmiştir. Eser, mukaddime, dokuz bab ve iki zeylden
oluşmaktadır. Bu kitapta yazar muhtelif devlet görevlilerinin sahip olmaları gereken
nitelikler ve göstermeleri gereken davranış biçimlerini açıklar. Bunun yanı sıra bazı
46 Orhan Şaik Gökyay, Katip Çelebi, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 1986, s. 54-55; Gökyay, “Katip Çelebi” mad. , TDVİA, C. 6, s.437-38; Öz, a.g.e., s.27,; Levent, a.g.m., s.41; Ocak, a.g.m., s.168 47 Aslantürk, a.g.e. s.198, Eyüp Baş, “Katip Çelebi” Türkler Ansiklopedisi Yeni Türkiye Yayınları, Ankara 2002, C.11, ss.86-87; Gökyay, a.g.e., s.55; .Gökyay, “Kâtip Çelebi”, s.438; Öz, “Klasik Dönem Osmanlı siyasi Düşüncesi”, s.31
34
kurumların mevcut durumları da tenkit edilmekte ve bilhassa defterdarlık mevkii, kul
taifesi, tımar sistemi ile ilgili şikâyetler ve bunların düzeltilmesine yönelik ıslahat
teklifleri de dile getirilmektedir. 48
Nesayihü’l-Vüzera ve’l-Ümera tam bir siyasetname niteliğindedir. Lütfî
Paşa’nın Âsafnâme’sinden nakillerde bulunmuştur. Eser İmparatorluğun yapısı
hakkında orijinal bilgiler ihtiva etmekte ve XVIII. Yüzyıldaki durumuna tekitçi bir
görüş açısından bakma imkânı vermektedir. Eserde sadrazamın ahlâk ve
davranışlarından makam sahiplerinin hallerinden ve rüşvetin zararlarından, hazine
defterdarının niteliklerinden, yeniçeri ocağının o sıradaki durumundan reayanın
hallerinden ve halka eziyetin kötü sonuçlarından, düşmanın ve serhat boylarının
durumundan, … vs söz etmektedir. Defterdar Sarı Mehmet Paşa gerileme döneminin
başlangıcında çevresindeki bozuklukları eleştirirken Osmanlı devletinin en parlak
dönemini düşünmekte ve devleti Kanuni devrindeki yapısıyla karşılaştırmaktadır. Bu
sebeple sistemi değil onun işleyiş tarzını tenkit etmektedir.
Türkçeye “Devlet Adamlarına Öğütler” adıyla çevrilen eser Sultan II.
Mustafa ve ya III. Ahmet’e sunulmuştur. Devlet yönetiminde görev alacaklarda zekâ,
bilgi namusluluk ve tecrübenin temel nitelikler olduğunu belirtmiştir. Memleketteki
bütün servetin ve kuvvetin kaynağı olan tebaaya zulüm edilmesine mani olacak her
türlü gayretin gösterilmesi vergi ödeyen halkın korunup gözetilmesi öğütleri eserin
ruhunu teşkil etmektedir. Defterdar kendi şahsi tecrübelerini de devreye sokarak
yazdığı eserinde kânun-ı kadîm e aykırı her türlü yeni uygulama(bid’at)’nın ortadan
kaldırılması, rüşvetin önlenmesi mansıpların ehil ellere verilmesi, halka adil
48 Öz, a.g.e., s.29; Levent, a.g.m, s,41; Ocak, a.g.m., s.169
35
davranılması, veziriazamın müstakil ve azil korkusundan uzak olması gibi hususların
nizam-ı âlemin ihyasında hayati önemi haiz olduklarını vurgulamaktadır.49
49 Defterdar Sarı Mehmet Paşa, Devlet Adamlarına Öğütler :Osmanlılarda Devlet Düzeni, Derleyen ve Çeviren, Hüseyin Ragıp Uğural, TTK Yayınları Ankara 1969, s.XVI vd.; Abdulkadir Özcan, “Defterdar Sarı Mehmet Paşa” mad. TDVİA, C.9, ss.98-100; Kayhan Atik, “XVIII. Aydınlarına Göre İlmiye Teşkilatındaki Çözülmeye İlişkin Tespit ve Teklifler”, Türkler Ansiklopedisi , Yeni Türkiye Yayınları, Ankara 2002, C.11, s.46; Saim Arı, “Devlet Adamlarına Öğütler”, Sızıntı Dergisi, İzmir 2002, S. 285, ss.430-433; Ergan, a.g.m., s.32; Uğur, a.g.e., s.59,
II. BÖLÜM
SİYASETNAMELERİN YAZILMASINA ZEMİN HAZIRLAYAN OLAYLAR
A-) MODERN TARİHÇİLERE GÖRE OSMANLI DEVLETİNDE SONUN BAŞLANGICINI HAZIRLAYAN GELİŞMELER
XVI. yüzyılın ilk yarısından itibaren Osmanlı siyasetname/nasihatname/
ıslahat layihası müelliflerinin eserlerine baktığımızda Osmanlıların bir buhran
dönemine girdikleri ve bu buhranın da devletin kudretinin zirvesinde bulunduğu
sıradaki mükemmel nizamının bozulmasıyla ortaya çıktığı sonucuna varırız. Osmanlı
nasihat yazarlarının bu hükmü en azından esası bakımından modern tarihçilerce de
paylaşılmış, ancak onların çöküş sebebi olarak zikrettiği unsurlar tarihçiler tarafından
çöküşün tezahür ve sonuçları sayılmıştır. Modern tarihçiler Osmanlıların çöküşünü
temelde sürekli genişlemeye göre örgütlenmiş bir askerî yapıya sahip Osmanlı
devletinin fiyat devrimi, Amerika'nın keşfi, coğrafî keşifler, askerî teknolojideki
değişiklikler vb. gelişmelerin niteliğini iyi kavrayamamasına ve sonuç olarak da
gerekli tedbirleri alacak zihnî ve maddî donanıma sahip olmamasına bağlamak
eğilimindedirler. Dâhilî faktör olarak da 'klasik' dönemin bir takım temel kurum ve
uygulamalarının terk edilmesi önemli gözükür. İçeriden yenileşemeyen Osmanlı'nın
dış dinamiklerin etkisi olmaksızın kendisini dönüştürmesi mümkün olamazdı. Bir
anlamda Osmanlılar, yükselen Batı medeniyetinin karşısındaki "öteki"ni temsil eden
bir konuma yerleştirildiler.50
Şimdiye kadar birçok tarih kitabında Osmanlıların duraklama ve 50 Öz,“Onyedinci Yüzyılda Osmanlı Devleti”, s. 49
37
gerilemelerini açıklamaya çalışan nedenler ve düşünceler ortaya atılmıştır. Bunlar
arasında; Kanuni’den sonra gelen padişahların kişiliklerinin zayıf olması, devlet
yönetiminin kötü ellere geçmesi, ülkede bir kadınlar saltanatı devrinin başlaması,
yeniçeri ocağının bozulması, tımar sisteminin dağılması, din ve eğitim
müesseselerinin zayıflaması, orduya komutanlık eden bazı kimselerin hatası
yüzünden savaşlar kaybedilip zengin topraklarımızın düşmanların eline geçmesi gibi
çeşitli nedenler sıralanır, gerileyiş nedenleri bir takım tesadüfi nedenlere, birbirinden
bağımsız bir takım münferit olaylara dayandırılmak istenirdi. Okullarımızda hatta
üniversitelerimizde uzun yıllar başvurulan ana kaynaklar arasında yer almış
kitaplarımızın bazılarında bu konuların ele alınış biçimi demode ancak son derece
yaygın bir metot olarak kullanılmaktadır.51 Açıklamaların sistemsizliği ve deneye
dayalı, delillerle denetlenmeye imkân verecek şekilde bu sorunların formüle
edilmeyişini gösteren bu tip neden sayma usulü hakkında fikir vermek adına :
1-Osmanlılar batı dünyasında ortaya çıkan Rönesans ve reform hareketlerini
izleyemediler ve bu hareketlere katılamadılar.
2-Denizaşırı ülkelere yayılma ve müstemleke edinme hareketine de katılmadılar
3-İmparatorluk çeşitli kavimlerden oluşuyordu, bu yüzden birlik kurulup, kolektif
gayret ve hareket oluşturulamadı
4-İmparatorluk çok genişledi ve uzak diyarlara yayılarak etkin bir idare kurulamadı
5-Savaşlar gittikçe pahalı olmaya ve kazanılan zaferler bile karlı olmamaya başladı
6- Yenilgiler sonunda kaybedilen topraklar, devletin maddi gücünü azalttı
7-Kapitülasyonlar iktisadi gelişmeyi zorlaştırdı, memleket zenginliklerinden 51 Aydın Yalçın, Türkiye İktisat Tarihi Osmanlı İktisadında Büyüme ve Gerileme Süreci, Ayyıldız Matbaası, Ankara 1979, s.351-352
38
yabancıların daha çok istifade etmesine yol açtı
8-İslami hukuk kuralları ve şeriat esasları zamanın icaplarına uydurulamadı
9- Eğitim sistemi modernleştirilip zamana uydurulamadı
10-Batıdaki sanayileşme ve makineleşme hareketi memlekete getirilemedi 52
“ XVII. yüzyılın başından itibaren imparatorluk bunalımlı bir evreye
girmişti. Genellikle araştırmacılar Osmanlı devletinde bu devrenin başlangıcını
Kanuni’ye kadar indirerek III. Murat’ın saltanatı ile kesin bir şekilde belirlendiği
hususunda hemfikirdirler. Gerçekten de III. Murat ve oğlu III. Mehmet zamanındaki
sosyo-ekonomik değişim ve gelişmeleri kısaca gözden geçirdiğimizde görülecektir ki
böyle bir tarih yaşantısı önceki yüzyılın ileri hükümet düzenini yıkıp Türkiye’yi en
az XVI. yy.’ın ikinci yarısından itibaren yeni bir sosyal ve siyasal düzenin içine
atmıştır. Nitekim bu dönemde Osmanlı ülkesini gezmiş olan batılı seyyahlar
gözlemlerinin bir sonucu olarak imparatorlukta başlayan çalkantıya dikkat çekmekte
ve yakın bir gelecekte siyasi kuruluşta başlayacak çöküntüden söz etmektedirler. Her
ne kadar İmparatorluk III. Murat devrinde en genmiş sınırlarına ulaşmışsa da…
dünya siyasal ve toplumsal şartları bu tarihlere doğru Osmanlılar aleyhine büyük
gelişmeler göstermiştir. Örneğin İngiliz ve Hollandalıların Okyanuslarda ve
Akdeniz’de hakim unsur haline gelmesinden sora Suriye, Mısır ve Anadolu, Asya-
Avrupa transit ticaretinde önemini kaybetmişti. Batılı tüccarlar bu dönemde Levant
pazarlarına yalnız yünlü kumaşlar, çelik ve kâğıt değil, Hind üretim mallarını,
gümüşü de getirmekte idiler. Zaten çok geçmeden Batının merkantilist devletleri
Bursa Kumaşını, Ankara sofunu ve pamuklarını da imale başlamışlardı. 52 Yusuf Akçura, Osmanlı Devletinin Dağılma Devri (XVIII. ve XIX. Asırlarda), TTK Basımevi, Ankara 1985, ss. 6-9; Yalçın, a.g.e., s. 353
39
Arşiv ve Kütüphane malzemesi, sözünü ettiğimiz yüzyılın ikinci yarısından
itibaren meydana çıkan derin ve genel değişikliklerin devlet mekanizmasındaki ve
müesseselerdeki bozuluşu hazırladığını göstermektedir. ” 53
İşte bu devlet ve toplum düzenin inhitata götüren bu değişiklikleri başlıca şu
başlıklar altında toplamak gerekir: XVI. yy. sonlarından itibaren siyasi durum; Nüfus
artışı, işsizlik ve Celâli fetreti; Mali buhran, Askeri sistemde değişme.
1-) XVI. Yüzyıl Sonlarından İtibaren Siyasi Durum:
Osmanlı tarihinin tanınmış uzmanlarında Halil İnalcık ve B. Lewis XVI.
yüzyılda Osmanlı devletinin sınırlarının tabii hudutlarına ulaştığı ve aynı zamanda
üstesinden gelemediği siyasi-coğrafi engellerle karşı karşıya kaldığını kaydediyorlar.
Batıda Habsburglar, doğuda ise Safeviler Osmanlı devletinin ilerlemesine set
çekmişlerdi. Bundan başka kuzeyde Rusya, Afrika da çöller, Hint Okyanusunda
Portekizlilerin olması Osmanlıların yeni araziler ele geçirme siyasetinin hayata
geçirilemez olduğunu gösterdi.54 “Osmanlı İmparatorluğunun coğrafi yönden yayılışı
XVI ve XVII. yüzyıllarda en yüksek seviyeye ulaştı. Bu iki yüzyıl boyunca
imparatorluğun Avrupa’daki batı cephesi Treste ile Viyana’nın yakınlarında, kuzey
cephesi Polonya’nın bitişiğindeydi. Karadeniz ile Azak denizi birer Osmanlı gölü
haline gelmişti. 1475’ten 1768’e kadar Osmanlı İmparatorluğu ile ona bağlı
devletlerden başka hiçbir devletin bu denizlerde kıyısı yoktu. Kafkasya’nın batısı
gibi, Asya’nın batısındaki Dicle ve Fırat nehirlerinin yatakları da, ta İran körfezine
53 Yaşar Yücel, a.g.e., s. IX-X 54 Halil İnalcık, “Osmanlı Tarihine Toplu Bakış” Osmanlı Ansiklopedisi, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara 1999, C.1, s.111; Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, TTK Basımevi, Ankara 1988, s. 24-25; Qasımov, a.g.e., s.14; Öz, a.g.e., s.31
40
kadar Osmanlı yönetimim altındaydı. İmparatorluk Suriye’yi de en geniş coğrafi
anlamıyla elinde tutuyordu. Arabistan’ın batısı bütünüyle, en güneydeki Yemeni
içine alacak şekilde Osmanlı idaresindeydi ki bu da imparatorluğa Hint Okyanusunda
bir kıyı sağlıyordu. Aynı şekilde Kuzey Afrika’da, Mısırdan en batıdaki Fas’ın doğu
sınırına kadar Osmanlı topraklarıydı”55 Böylece İmparatorluk yayılışının fiili
sınırlarına ulaşmış ve aşamayacağı engellerle karşı karşıya kalmıştı. Doğu sınırında
Yavuz ve Kanuni’nin savaş alanlarındaki zaferlerine rağmen İran içlerine
ilerleyemediler. O zaman kudretinin zirvesinde olan Safeviler yeni merkezileştirilmiş
hükümdarlığı, yeni lojistik sorunları ortaya çıkaran yeni ve alışılmamış teknikleri
gerektiren İran platoları Osmanlı kuvvetlerinin İran sınırında durdurmak ve karadan
Orta Asya ve Hindistan’a yayılmayı önlemek hususunda birlikte rol oynadılar. 56
Osmanlılar doğu sularında Portekizlilerin büyük ve sağlam gemileriyle
karşılaştılar. Yapıcıları ve denizcileri Atlantik’in güçlüklerine karşı koymak üzere
yetişmiş bu gemiler Osmanlıların sakin su gemilerinden daha üstündü. Bu da
Osmanlı donanmalarının Hint deniz yollarında başarısız olmasına neden oldu. 57
Osmanlılar Kırımda ve ötesindeki topraklarda Ruslar tarafından
durduruldular. Çünkü Ruslar yalnızca Ukrayna ve Kırımda Türkler’in önüne
geçmekle kalmadı aynı zamanda Büyük Petro zamanında yukarıdan bir modernleşme
devrimi gerçekleştirdi. Halbuki ondan yarım asır önce IV. Murat tarafından
başlatılan ve Osmanlı askeri kaynaklarını Batı Avrupa devletleri seviyesine
55Arnold J. Toynbee, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Dünya Tarihindeki Yeri”, Osmanlı ve Dünya, Ed: K. Karpat, Çev. Ü.Şimşek, Ufuk Kitapları, İstanbul 2000, s.33 56 Lewis, a.g.e., s.24, 57Lewis, a.g.e., s.24,
41
çıkarmayı hedef alan benzer bir çaba, sürekli bir başarı elde edememişti. 58
Afrika’da çöl, dağ ve iklim, aşılması için hiçbir saikın bulunmadığı engeller
teşkil etti. Akdeniz’de ise arada kısa bir devreden sonra deniz üstünlüğünü batının
denizci ülkelerine kaptırdı. Kanuni Süleyman zamanında Viyana’ya dayanan
Osmanlı orduları Macaristan için yapılan uzun savaşlar ve Viyana’ya yapılan ikinci
bir teşebbüse rağmen Osmanlı İmparatorluğu daha öteye geçemeyeceği ve oradan
sadece çekilebileceği sınırlara ulaşmıştı. “Safevi orduları gibi Habsburglar’ın
yiğitliği şüphesiz ki Osmanlı hamlesini göğüslemekte rol oynadı.”59
“Bu durum Gibb-Bowen’in Osmanlı çöküşü analizinde merkezi bir yer tutar.
Onlara göre, sürekli fetih siyaseti, bir yandan Şii ve Katolik dünyalarını birbirlerine
yaklaştırırken, diğer taraftan savunma savaşlarının başlamasıyla birlikte sultanların
geleneksel monarşi tarzına uygun bir hayat tarzını benimsemelerine, yani olaylara
faal şekilde katılmaktan sarfınazar edip haşmetli bir inzivaya çekilmelerine yol
açmıştır.” 60
Osmanlılar, XVI. yüzyılın ortalarında itibaren bu güçlü düşmanlarının zaman
zaman kurdukları ittifaklardan da etkilendi. Safeviler, özellikle Şah Abbas
zamanında Avrupalılarla Osmanlı devletini hedef alan askeri-iktisadi ittifaklar
aradılar. Asrın son çeyreğinde 1578-1606 arasında önce doğuda İranlılara sonra
batıda Habsburglar’a karşı yürütülen uzun yıpratıcı ama sonuç itibariyle kazançsız
denilebilecek savaşlar, aynı dönemde içeride yaşanan büyük sosyal çalkantıların da
58 William H. McNeill, “Dünya Tarihinde Osmanlı İmparatorluğu” Osmanlı ve Dünya, Ed: K. Karpat, Çev. Ü.Şimşek, Ufuk Kitapları, İstanbul 2000, s.73; Lewis, a.g.e., s.24, 59 Lewis, a.g.e., s. 25; Yalçın, a.g.e., ss.370-373 60 Öz, a.g.e., s.31
42
tesiriyle devlet ve toplum düzenini sarsmış ve büyük ölçüde insan ve mali kaynak
kaybıyla sonuçlanmıştır. 61
2-) Nüfus Artışı, İşsizlik ve Celâli fetreti.
Tahrir defterlerinin verilerine dayanarak XVI. asrın ikinci yarısından itibaren
Osmanlı Devletinin ahalisinde bir nüfus patlamasından bahsediliyor.62 Bu nüfus
patlamasının sadece Osmanlı devletinde değil umumiyetle Akdeniz sahillerinde
yerleşen bütün devletlerde müşahede edildiğini kaydeden Braudel bu bölgede XVI.
asırda ahalinin sayısında iki kat artış olduğunu yazıyor ve Osmanlı devleti ahalisinin
sayısının da 20-22 milyon kişiye ulaştığını ileri sürüyor.63 Ancak Barkan bu sayının
30-35 Milyon şeklinde tashih edilmesi gerektiği kanaatindedir.64 Tahrir defterlerine
göre Osmanlı devletinde hususiyle Anadolu’da nüfusun iki kat arttığı tespit
edilmiştir. Bunun ne kadarının doğal artış olduğu, ne kadarını göçlerden
kaynaklandığı tartışılabilse de ülkenin pek çok yerinde benzer artışların olması bu
artışın doğal bir artış olarak nitelendirilmesini haklı kılar. Yine araştırmalar yeni
toprakların tarım üretimine açılmasındaki ilerlemenin nüfus artışına denk olmadığını
göstermektedir. Bunun bir dizi problemleri beraberinde getireceği açıktır. Ülkede
meydana gelen nüfus artışının doğurduğu problemlerden biri işsizlik olmuştur.
61 Öz, a.g.e., s.32; İ. Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, 4. Baskı TTK Basımevi, Ankara 1988, C.III/2, ss.189-258; Feridun Emecen, “Osmanlı Gücünün Sarsılması: Bozulma ve Yeni Arayışlar”, Osmanlı Devleti ve Medeniyeti Tarihi, Ed: E. İhsanoğlu, IRCICA Yayınları, İstanbul 1999, C.1, ss.45-54 62 Yücel, a.g.e., s.X; Ergenç, a.g.m., s.36; Öz, a.g.e., s. 40 63 Fernand Braudel, Akdeniz Dünyası, Çev. Mehmet Âlî Kılıçbay, Afa Yayınları, İstanbul 1980, C.I, s. 39-46; Ergenç, a.g.m., s. 36; Öz, a.g.e., s.40, 64 Ahmet Tabakoğlu, Türk İktisat Tarihi, Dergah Yayınları, İstanbul 1986, s.204; Charles Issawi, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa Ekonomisindeki Yeri (1600-1914)” Osmanlı ve Dünya, Ed:K. Karpat, Çev. K.Kahraman, Ufuk Kitapları, İstanbul 2000, s.158,
43
Hakikaten bu devirde Anadolu’da yersiz yurtsuz, ocaksız bir sınıfın ortaya çıktığı ve
sayıca çokluk arz ettiği gözlenmektedir. Devrin kaynaklarında “Gurbet taifesi”,
“Levendat” olarak geçen bu sınıf, köylerdeki toprak darlığı sebebiyle bir geçim
vasıtası bulabilmek için Anadolu’ya yayılmaya başlamıştır.65 1554-1576 yıllarında
köy ahalisi arasında toprağı olmayan evli adamlarla (caba) birlikte, bekarların
sayısında çok büyük artış olmuştur. Köy yerlerinde ekilecek arazinin yeterli
olmaması bu gençlerin şehirlere göç etmesine sebep oldu. Ancak kentlerde yeterli iş
imkânlarının bulunmadığı durumlarda işsiz kalan gençler ücretsiz ve yemekli
olmaları sebebiyle ya suhte (medrese öğrencisi) olarak medreselere ya da sekban-
sarıca olarak bey kapılarına intisab ediyorlardı. Ancak ne var ki ne medrese
öğrenciliğinin ne de askerliğin çekiciliğine dair sağlam deliller vardır. Ancak kır
nüfusu içinde caba oranının düşmesine mukabil bekar oranının artması kır
kesimindeki nüfus tazyikinin evlenmeyi geciktirmiş olabileceği düşünülebilir.
Dolayısıyla, köylü bekarların gelecekleri bakımından suhteliği veya levendliği
seçmesinin, bu yolların cazibesinden çok zaruretlerden kaynaklandığı sonucuna
varabiliriz. Fetih politikasının işlediği dönemlerde askeri amaçlarla emilen bu sosyal
öğeler, bu politikaların duraksadığı ve başarısız olduğu dönemlerde önemli sorunlar
doğurmuştur.66
Bunlardan başka işsizlerin sayısını artıran zümrelerden biri de Osmanlı
devletinin fetih politikasının başarıyla uygulandığı devirlerde istifade ettiği gönüllü 65 Yücel, a.g.e., s.X; Ergenç, a.g.m., s.36; Öz, a.g.e., s.41, Bekir Günay, “Nizam-ı Cedid Hareketine Kadar Osmanlıda Bozulma ve Islahat Teşebbüsleri” (Çevrimiçi) www.netpano.com/bek05.htm, 66Huricihan İslamoğlu-İnan, Osmanlı İmparatorluğunda Devlet ve Köylü, Osmanlı Yayınları, İstanbul 1991, s.178; Yücel, a.g.e., s.X, Öz, a.g.e., s.41; Ergenç, a.g.m., s.36,
44
birlikleri idi. Bunlar Kale muhafızı, donanmada Levend ve Azab , Garib-yiğit ve
nihayet paşaların hizmetinde sekban-sarıca olarak iş aramaya koyulmuşlardı. Devlet
ise ancak Garip-yiğit ve gönüllülerden yararlık gösterenlere ulufe ve tımar vermekte
idi. Ancak zamanla Devletin yayılışı ve fetih politikası üzerinde geniş tesir icra
etmiş bu gruplar XVI. yy.’ın ortalarından itibaren fetihlerin hız kesmesiyle birlikte
işsiz kalmışlardı. Zira Orta Avrupa’da Osmanlı genişlemesine Habsburglar şiddetle
karşı koymaya başlamışlar, I. Şah Abbas da doğudaki tüm fethedilen yerleri geri
almıştı. Böylece büyük askeri seferlere de gönüllü, donanmada levend ve azab olarak
görev almış sayıca çoğu yurtsuz genç Anadolu’ya işsiz ve dirliksiz geri atılmışlardı.
Bu suretle de binlerce Garip-yiğit ve gönüllü Anadolu’da kaynamaya başlamıştı.
İçlerinden bir kısmı ilmiye sınıfına girmek için medrese ve imarethanelerde
kümelenmeye başlamışlardı. Böylece Anadolu’daki ufak medreselerde binlerce suhte
toplanmıştı. Sayıları XVI. yy ortalarından itibaren iyice artan bu suhteler gruplar
halinde köylere yürüyerek açıkça eşkıyalığa başlamışlardı. Ayrıca devletin
ihtiyacından çok fazlaya varan medrese öğrencileri öğrenimlerini bitirdiklerinde
gidecek yer bulamıyorlardı. Bu nedenle de yer yer soygunculuğa ve toplu hareketlere
girişerek uzun süren suhte isyanları başlattılar. Özellikle Suhte kargaşalıkları II.
Selimi takip eden dönemde devlet için ciddi bir mahiyet kazanacaktır.67 Bu suhte
grupları bir müddet sonra köylere saldırarak açıkça eşkıyalık yapmaya başladılar.
Medrese kapısının önünde biriken bu nüfusun ilmi endişeleri olmadığından, ilimdeki
seviyeler düşmeye başladı. Yığılma karşısında vakıflar imkânlarını aşan tahsisat
gerektiğinden iaşelerin karşılanmasında zorluklar çıktı. Bir müddet sonra yarı
67 Mustafa Nuri Paşa, Netayic ül-Vukuat, Sadeleştiren: Neşet Çağatay, 3. Baskı, TTK Basımevi, Ankara 1992, C.I-II, ss.169 vd., Yücel, a.g.e., s.X; Günay, a.g.m., s.2, Emecen, a.g.m., s.46,
45
okumuş bu suhteler kanunlara karşı gelmeye başladı.68
Nüfus artışının da tesiriyle çiftbozanlık hızla artmaya başlamış, köylerini terk
eden gençlerin teşkil ettiği sekban-sarıca (levend) birlikleri sosyal ve idari düzeni
tehdit etmeye başlamıştı. Kapıkulu sipahilerinin tüfek eğitimine tabi tutma
teşebbüsünde başarısız olan merkezi yönetime karşı, Kanuni’nin oğulları Bayezid ve
Selimin arasındaki mücadelelerde, her ikisi de ateşli silahları kullanmayı bilen bu
sekban ve sarıcaları kullanmışlardı. Esasen XVI. asır sonlarına doğru reayanın
arasında ateşli silahların kullanımı ve yapımı yaygınlaşmıştı. Hükümet Anadolulu
keskin nişancıları yüzer kişilik sekban ve sarıca birlikleri haline teşkilatlandırarak
savaşlarda kullanmaya başladı ki, bu süreçte tımarlı sipahilerin ihmal edilmesi hız
kazandı. Başlangıçtaki amacı köy kökenli gençleri düşük seviyede meşru bir
askerleştirmeye tabi tutmak olan devlet politikaları ‘resmi taşra kanunsuzluğunun
gayri resmi taşra eşkıyalığına’ dönüşmesine yardım etti. Eyaletlerde denetim altında
tutulması zor bir güç yaratılmış oldu. Bu güç devleti, pek çok bölgeyi merkezin
denetiminden uzaklaştırmakla tehdit etmekteydi.69 III. Mehmet’in Eğri seferi
hazırlıkları bu anarşi devrinin başlangıcı olarak kabul edilmektedir. Çünkü sekban
bölüklerinin esasını teşkil eden Celâliler bu tarihe kadar Anadolu’da küçük gruplar
halinde hareket etmekte idiler. Bu hazırlığı sırasında hükümet tarafından Karayazıcı
ile Hüseyin Paşaya Orta Anadolu’da asker sürme yetkisi verilmişti. Ancak bunlar
yetkilerini kötüye kullanınca hükümet bunları tedip etmek istedi. Bunun üzerine
isyan bayrağını kaldıran bu kişiler yanlarındaki Sekbanları beslemek için halktan
68 Günay, a.g.m., s.2 69 Mustafa Akdağ, “Celali İsyanlarında Büyük Kaçgunluk (1603-1606)” AÜDTCF TAD, C.II, S.2-3, Ankara 1966, ss.1-49; Öz, a.g.e., s.44; Yücel, a.g.e., s.XIV; Emecen, a.g.m., s.46,
46
zorla para ve mal almaya başlamışlardı.70 İşsiz güçsüz kalabalılar vaktiyle savaşlar
için toplanmış fakat savaş sona erince kapısız kalmış Sekban ve Levendler Celali
gruplarının insan kaynağını oluşturdular. 1595-1610 yılları tam bir iç kargaşanın
yaşandığı yıllar oldu. Anadolu’yu kasıp kavuran ve pek çok köyün terk edilmesine
sebebiyet veren Celali isyanlarında bu sekban-sarıca topluluklarının faal rol oynadığı
bilinmektedir. Asi liderler bazen basit bir sekban bazen de asi bir bey veya paşa
olabiliyordu. Karayazıcı ve Kalenderoğlu isyanlarında sekbanların yanı sıra tımarları
ellerinden alınmış sipahiler de yer almışlardı. Bunlar büyük kalabalıklar halinde şehir
ve kasabalara saldırarak onları haraca kesecek kadar kendilerini güçlü
hissediyorlardı. İşte Celali, Suhte, Sipah zorbası bölükleri gibi çeşitli türlerden
kalabalık soyguncu grupları azılı liderlerin arkasına takılarak şehir ve köyleri talan
etmişlerdi. Akdağ, bu dönemde köylerdeki nüfusun üçte ikisinin evlerinin terk
ettiğini yazmaktadır. Köyler boşaldı; Osmanlı resmi belgelerinin değimi ile “Büyük
Kaçgunluk” yaşandı. Celali isyanlarının kır kesiminde yol açtığı tahribatın çapı
konusunda bazı tahminler yapılmışsa da bu konuda 1576 ya ait mufassal bir tahrir
defteri ile 1642 ye ait bir (Avarız-haneleri tespit maksadıyla yapılmış yetişkin erkek
nüfusu sayımına dayanan) araştırma, Celali isyanlarından büyük ölçüde etkilenen
Amasya kazasında Akdağ’ın tahminlerini doğrulayacak ölçüde bir nüfus azalmasını
ve aynı zamanda eski iskân merkezlerinin önemli bir kısmının terk edilmiş olduğunu
ortaya koymuştur. Bunlar gerek iktisadi gerekse sosyal yönlerden Anadolu şehir ve
70Yücel, a.g.e., s.XIV; Ayrıca bkz. Mustafa Akdağ, Büyük Celali Karışıklıklarının Başlaması, Atatürk Üniversitesi Yayınları, Erzurum 1963, Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, Redaktör: Hakkı Dursun Yıldız, Çağ Yayınları, İstanbul 1989, C.10, s. 410; Joseph von Hammer, Osmanlı Tarihi, Çev. Mehmet Ata, Sadeleştirerek Yeniden Yazan:Abdulkadir Karahan, MEB Yayınları, İstanbul 1991, C.II, s. 233; M. Nuri Paşa, a.g.e., ss.183-188
47
köy düzeninde uzun yıllar onarılamayacak derin yaralar açmıştır.71
3-) Mali Buhran
a-) Transit Ticaretin Kaybedilişi ve Coğrafi Keşifler
XVI. yüzyılın başlarında Avrupa’dan bakıldığında Osmanlı imparatorluğu
ticaret yollarını bloke eden dev bir engel olarak duruyordu.72 “Bilindiği gibi,
1490’larda Doğu’ya uzanan Ümit Burnu yolunun bulunması ve Amerika’nın keşfi
gibi hadiselerle İngilizler, Hollandalılar ve Portekizler denizlerde hakim duruma
geçmişler, dünya ticaret yolları tedricen Doğu Akdeniz ve Ön-Asya’dan açık
denizlere kaymış ve aynı dönemde Batı dünyasında meydana gelen ticaret ve sanayi
sahasındaki gelişmeler, Osmanlı devletinin dış ticaretini etkilemeğe başlamıştı.
Kanuni zamanında fazla bunaltıcı olmayan bu etkileme, iç ticarete de yansıyarak
yavaş yavaş iktisadi yapının bozulmasına yol açmış ve buna bağlı olarak içtimai
bünye üzerinde kötü tesirler bırakmıştı.” 73 XVI. yy. sonlarında doğu ticaret yolları
mücadelesinde mühim değişiklikler meydana geldi. Amerikanın keşfi, Uzak Doğu’ya
Ümit Burnu’ndan gidiş yolunun bulunması, Akdeniz ve Yakın Doğu üzerinden
transit ticaretiyle birlikte Akdeniz ülkeleriyle Avrupa arasındaki ticari ilişkilerin
71 Öz, a.g.e., s.46; Akdağ, a.g.m., s.46; Yücel, a.g.e., s.XIV; Emecen, a.g.m., s.46; Tabakoğlu, a.g.e., s.205; Halil Cin, Osmanlı Toprak Düzeni ve Bu Düzenin Bozulması, 2. Basım, Boğaziçi Yayınları, İstanbul 1985, s.246; Nevzat Köseoğlu, “Osmanlıya Bakış: Kültürel Soğuma ve Kadızadeliler”, Büyük Türk Klasikleri Ansiklopedisi, Ötüken-Söğüt Yayınları, İstanbul 1987, C.5, s.48; Yaşar Yücel, Ali Sevim, Türkiye Tarihi, TTK Basımevi, Ankara 1991, C.III. ss.40-42 72 Issawi, a.g.m., s.162 73 Fahri Unan, “Kanuni Devri Şehzade Mücadeleleri ve Bunun Osmanlı Siyasi ve Sosyal Tarihi Bakımından Önemi”,Türk Yurdu, C.X, S.35, Temmuz 1990, s. 9 M.Akdağ, “Osmanlı İmparatorluğu ’nün Kuruluş ve İnkişafı Devrinde Türkiye’nin İktisadi Vaziyeti”, Belleten, C.XIII, 1949, s. 530, Akdağ, Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi, 2.baskı, İstanbul 1979, C.II s.197
48
ikinci plana düşmesine neden oldu. 74 Mantran “Gerçekten bu Ümit Burnu yolunun
XVI. yüzyılın uzun bir süresince Hint Okyanusu, Basra Körfezi, ve Kızıldeniz’den
gelen eski yolları batıracak kadar önem kazandığına ben kişisel olarak inanmıyorum”
diyor.75 Avrupa ile Uzak Doğu ve Hindistan arasındaki ticaretin yol ve yön
değiştirmesinde yalnız Ümit Burnu’nun keşfi rol oynamamış, fakat İran içlerinde
gelişen olaylar da önemli rol oynamıştır. Safevi devletinin güçlenmesi Kuzeyde de
Rusların Altınorda Devleti’ni yıkarak bölgeyi nüfuz alanına alması doğu ve
kuzeydeki ticaret yollarının kontrolünün kaybedilmesine sebep olmuştur.76 Kırım
Hanlarının Osmanlılara bağımlı olmalarına karşın XVI. ve XVII. Yüzyıllarda Orta
Asya’ya doğru yapılan ya da bu bölgeden kaynaklanan ticaretin oldukça zayıf bir
oranla temsil edildiği gerçeği de bunlara eklenmektedir. Orta Asya ticaretinin bir
kısmı Rusya’ya yönelmiş olmakla birlikte bu ülkenin bu dönemde önemli bir baskı
yapabildiğini de sanmıyorum. Üstelik çoğu kez Safeviler’le kötü olan siyasal ilişkiler
Kuzey İran’la ve daha uzakta Orta Asya ile ticaretin gelişmesine elbette yardım
etmiyordu.”77
İspanyolların Portekiz’i ele geçirmelerinden sonra (1580) II. Felipe Hint
Okyanusundaki ticaret yolarını keserek Osmanlılara karşı öldürücü darbeyi
indireceğine inanıyordu. Fakat çok geçmeden Hollandalılar ve İngilizler daha üstün
gemilerle geldikleri denizlerden önce İspanyol ve Portekizlileri sonra da Osmanlıları
uzaklaştıracaklardır. XVII. yy. başlarından itibaren Kızıldeniz ve Hint denizlerinde
74 Yalçın, a.g.e., s.415 75 Robert Mantran, “XVI. ve XVII. Yüzyıllarda Osmanlı İmparatorluğu ve Asya Ticareti”, Çev. Zeki Arıkan, Belleten, 1988, C.LI, S.201, s. 1434-1435 76 Yalçın, a.g.e., s.146 77 Mantran, a.g.m., s.1443
49
hâkimiyetlerini kurmuş bulunuyorlardı. 78 Şurası bir gerçektir ki Avrupa ticaretinin
gelişmesi Ümit burnu yolunun daha sık olarak kullanılması ticari bakımdan Osmanlı
çöküşünün temel etkenlerinin oluşturmaktadır. Nedenleri zaten yalnız ekonomik bir
çöküşte aranmayacak olan bir gerileme de bunu izlemiştir.79
“Keşiflerin Akdeniz ticaretini çöküntüye uğratması, bu olaylar çerçevesinde
ve takriben 1625’ten itibaren gerçekleşmiştir. Denilebilir ki Akdeniz üzerinde
yapılan doğu ticareti İngiliz ve Hollandalıların Hint Okyanusunu kesin olarak ele
geçirmelerinde sonra neredeyse tamamen çökmüştür. Sonuçta İngiliz ve
Hollandalıların doğuya gelişi Levant ticaretinin mevzu ve mahiyetini değiştirdi. Öte
yandan Osmanlılar XVI. asırda sürdürdükleri Batı ile Hint ve İran ticareti arasında
aracı olma rolünü 1630’larda bilhassa Hint ticareti bakımından tamamen
kaybederken İran ipek ticaretinin sadece bir bölümünü muhafaza edebildiler.”80
“Afrika’nın güneyinden dolaşan deniz yolunun ve Amerika’nın keşfinin bir
kısım Avrupa memleketleri yararına sağladığı yeni imkanlar, o zamana kadar duruma
hâkim olmuş bulunan cihan iktisadi ve siyasi muvazenesini bozmuş ve dolayısıyla
Osmanlı İmparatorluğunu da iktisadi ve siyasi türlü buhranlara sürüklemiştir.”81
b-) Amerikan Gümüşü ve Enflasyon
Amerika kıtasının keşfinden sonra buralardan Avrupa’ya getirilen bol
miktarda altın-gümüş, mevcut üretim sabitken fiyatların artışına, yani fiyat devrimine
yol açmıştır. Fiyat devrimi sonucu Avrupa’nın artan gıda ve hammadde talebinin bir
78 Öz, a.g.e., s.35, Bu konuda ayrıca bkz. Fernard Grenard, Asya’nın Yükselişi ve Düşüşü, M.E.B. Yayınları, İstanbul 1992, ss.140-145 79 Mantran, a.g.m., s.1443 80 Öz, a.g.e., s.36 81 Ömer Barkan, “XVI. Asrın İkinci Yarısında Türkiye’de Fiyat Hareketleri”, Belleten, C.XXXIV, No:136, 1970, s.579
50
kısmı Osmanlı topraklarından karşılanmış ve bu da Osmanlı’da altın-gümüş
miktarının artışıyla birlikte enflasyona yol açmıştır. Daha sonra ise Osmanlıda bol
miktarda olan altın-gümüşün değeri görece olarak ucuzladığından, altın-gümüşün az,
dolayısıyla pahalı olduğu İran ve şarka mal karşılığı altın-gümüş çıkışı gözlenmiştir.
Osmanlı Devleti’nin görece en yüksek refahı da bu dönemde yaşanmıştır.82
Amerika kıtasının keşfedilmesi ile alakalı gelişmeler etkisini Avrupa
devletlerinde olduğu gibi Osmanlı devletinde de göstermiştir. Amerika kıtasının
keşfi neticesinde buradan Avrupa’ya büyük miktarda altın ve gümüş getirilmeye
başlandı. İspanyolların Aztek ve İnka hazinelerini talan etmesiyle birlikte Peru
Bolivya ve Meksika’da buldukları altın ve gümüş madenlerini de işlediler. XVI.
yüzyılda Avrupa’ya o kadar altın ve gümüş taşınmıştır ki bu Avrupa’daki mevcut
altın rezervlerini dört kat artırmıştır.83 “Yapılan hesaplamalara göre 1521-1660
seneleri arasında İspanya’ya ithal edildiği resmen kayıtlı bulunan kıymetli
maddelerin miktarı 18 000 ton gümüş ve 200 ton altını geçiyordu. Hakiki miktarı ise
resmi kayıtlardakinin iki katı olacağı tahmin ediliyor. Bu miktarlar 1492 tarihinde
Avrupa’da mevcut kıymetli maden stokunun türlü tefsirlere göre 3 ve ya hatta 5 misli
artması demekti. Avrupa iktisadi bünyesine zerk edilen kıymetli maden stoklarının
birdenbire bu nispette artışı bu memleketlerde hummalı bir ticari faaliyetin
başlamasına krallıkların harp gücünün artmasına ve siyasi gerginliklerin
fazlalaşmasına neden oldu.”84 Umumiyetle 1493–1800 yılları arasında Amerika’dan
82 Abdulkadir Buluş, “Osmanlı İmparatorluğu’nun İktisadi Vaziyeti Üzerine Bir Tartışma”, Muhafazakar Düşünce, Kış 2006, Yıl:2 S.7, s.231 83 Niyazi Berkes, 100 Soruda Türkiye İktisat Tarihi, Gerçek Yayınları, İstanbul 1696, C.1, s.119 84 Barkan. a.g.m., s.580,
51
Avrupa’ya takriben 2,5 ton altın 100 ton ise gümüş getirilmiştir.85
H.İnalcık Osmanlı’da fiyat artışlarının görüldüğü veya kronikleştiği XVI.
yüzyılın ortalarından sonraki dönemde, Amerika’nın keşfinden sonra Avrupa da
artan altın-gümüş miktarlarının fiyatları yükselttiğini ve bu durumun Osmanlı fiyat
hareketlerini etkileyen önemli bir amil olduğunu söylemektedir. Ona göre 1584
devalüasyonu, Amerikan altın-gümüşünün Osmanlıyı istilasının sonucudur. 86 Bu
olay 16. yy’da Avrupa’da artan altın-gümüş rezervleri yanında bununla eş zamanlı
olarak nüfus artışı karşısında mevcut üretim arıtılamadığından dolayı özellikle gıda
mallarının fiyatlarının artması biçiminde görülmüştür. Avrupa’daki olayın
Osmanlı’ya etkisi, Avrupa’da yetersizliği çekilen zahire ve hammaddenin altın-
gümüş karşılığında Osmanlı topraklarından karşılanması nedeni ile bir müddet sonra
Osmanlı’da fiyatların yükselmesi biçiminde olmuştur.87
“Asrın ikinci yarsında Amerikan gümüşü Ceneviz üzerinden Doğu Akdeniz’e
ulaştı. 1580’lerde Osmanlı ülkesine sandıklar dolusu İspanyol Realleri gelmeğe
başladı. Bu para bolluğu ve bazı memleketlerde para ayarının kasten düşürülmesi
XVI. yüzyılın ikinci yarısında fiyatlarda anormal artışlara neden oldu. Asrın son
çeyreğinde fiyatlar genellikle ilk çeyreğindeki fiyatların 3-4 misline yükseldi.
Osmanlı ülkesi de bundan nasibi aldı. Gümüş bollaşıp altın-gümüş oranları değişince
bu madenler üzerindeki spekülasyonlar sonucu altın tedavülden çekildi. Merkez
eyaletler arasındaki altın dolaşımında meydana gelen aksama dolayısıyla o zamana
kadar altına dayalı olan ticaret gümüş üzerinden yapılmaya başlandı. Bu yıllarda
balkanlardaki maden ocaklarındaki mâlîyet yüksekliği dolayısıyla Amerikan gümüşü
85 Berkes, a.g.m., s.119 86 Buluş, a.g.m., s.229 87 Barkan, a.g.m., ss.585-588
52
ile rekabet imkansız hale geldiğinden ocakların çoğu kapandı; buralardan gümüş
temin eden darphaneler ise mağşuş akçe basmaya başladı. Devlet gümüşü
kıymetlendiremediği gibi mağşuş akçe basanlara karşı da mücadelede başarılı
olamadı. Harp masrafları ve savaş yılı buhranları da paranın ayarında düşüş
yapılmasını zaruri hale getirdi.”88 Kalp-para basanlar ve akçenin kenarını kesenler
akçenin içindeki gümüş miktarını durmadan azaltıyor ve bu hal resmi-kur ile fiyatı
60 akçe olarak tespit edilmiş olan altınların halk arasında 80 veya 100 alınıp
verilmesine sebep oluyordu. Ayarı bozuk paranın yarattığı enflasyon çarşı ve
pazardaki eşya ve yiyecek fiyatlarının nispetsiz ve kararsız bir şekilde yükselmesine,
ihtikar ve karaborsa kazançlarının teşekkülüne ve cemiyet içinde ekonomik ve politik
düzeni tehdit eden büyük bir huzursuzluğun meydana gelmesine sebep olduğundan
devlet yeni bir ayarlama yaparak akçenin içinde bulunduğu fiili durumu resmen
tanımak zorunda kaldı: 1584-1586 yılları arsında geliştirilen bir hükümet kararına
göre, o zaman kadar 100 dirhem gümüşten 450 adet olarak bastırılan akçeler yerine
800 adet bastırılmaya başlanmıştır. Bu çapta büyük bir devalüasyon operasyonunun
doğurması muhtemel büyük tehlikeler meydanda idi. Eşya ve yiyecek fiyatları
nispetsiz bir şekilde fırlamış, fırsattan istifade eden ihtikar erbabı karaborsa
fiyatlarıyla cebini doldururken halk ve sabit gelirliler soyulmuştu. Nitekim askerin
aylığını bu yeni akçelerle ödemeye kalkışan devlet idaresine karşı İstanbul’da büyük
bir isyan hareketi planlandı ve bu vaziyete sebep oldukları iddiasıyla yeni sikke
kestirilmesine memur edilmiş olan Rumeli Beylerbeyi Mehmet Paşa ile defterdar
88 Mübahat Kütükoğlu, “Osmanlı İktisadi Yapısı” Osmanlı Devleti ve Medeniyeti Tarihi, Ed: E.İhsanoğlu, IRCICA Yayınları, İstanbul 1999, C.II, s.552; Ekrem Erdem, “Osmanlı Para Sistami ve Tağşiş Politikası: Dönemsel Bir Analiz” Bankacılar Dergisi, 2006, S.56, s.15
53
öldürüldü.89
Böylece sikke tashihleri dönemlerinde adeta tekerrür eden bir fasit daire
oluşmuştu: Devlet fiyat artışları karşısında ulufeleri de artırmak zorunda kalır, bu ise
mali buhrana, mali buhran da paranın tağşişine sebebiyet verdiğinden yine fiyatların
artırılması yoluna gidilirdi.90
“Sebepleri ne olursa olsun, kıtalararası muazzam bir enflasyon cereyanının
akımına kendisini kaptırmış olan Osmanlı imparatorluğu, devrinin fiyat hareketlerine ve
bu fiyat hareketlerini daha fazla hızlandırmakta olan akçe devalüasyonlarının tesirlerine
karşı gelemiyor, bu vüs’at ve şiddetteki cereyanları zapt ve rapt altına almaktan aciz
olarak bir mali buhrandan diğerine sürükleniyordu. Bu sebeple burada tetkik ettiğimiz
devalüasyon operasyonları muayyen bir mali ve iktisadi politikanın emrinde iyi
düşünülmüş imkan ve şartları itina ile hazırlanmış oldukları için muvaffakiyet şansı
bulunan teşebbüsler olmaktan ziyade, her gün şiddetini artırarak devam etmekte olan
mali buhranların önü sıra ümitsiz ve etkisiz bir hale sürüklenmiş olan olaylar ve çok defa
bu teşebbüslerin icracısı veya ilhamcısı rolünde görülen devlet büyüklerinin hayatlarına
mal olan kanlı ihtilallere vesile teşkil ediyor ve devletin içine düştüğü ekonomik ve
siyasi buhranların daha fazla artmasının mühim sebeplerden biri haline gelmiş
bulunuyordu.”91
89 Hüseyin Kaleli, “Osmanlı Madeni Para Rejiminde Enflasyona Yol Açması Bakımından Tağşişler ve Sebepleri” SDÜİİBFD, 2002, C.VII, S.2, s.194; Barkan, a.g.m., s.572-573; ayrıca bkz. Halil İnalcık, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluş ve İnkişafı Devrinde Türkiye’nin İktisadi Vaziyeti Üzerine Bir Tetkik Münasebetiyle”, Belleten, 1951, C.XV, S.60, s.682-684; Öz, a.g.e., s.38, Halil Sahillioğlu, “XVII. Asrın İlk Yarısında İstanbul’da Tedavüldeki Sikkelerin Raici” Belgeler, 1965, C.1, No:2, ss.227-233; Ayrıca ulufeler açısından akçe rayiçlerinin dönemlere göre değişmesi için bkz. İ.H.Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti Teşkilatından Kapıkulu Ocakları, TTK Basımevi, Ankara 1988, C.II, ss.464-476 90 İnalcık a.g.m., s.684, Öz, a.g.e., s.38, 91 Barkan, a.g.m., s.576
54
Osmanlı ülkesinde meydana gelen bu büyük çaptaki enflasyon ve
devalüasyonun asli sebebinin Amerikan gümüşü olduğu görüşü büyük bir hakikat
payı taşır; ancak bu dönemin diğer gelişmelerini, yani nüfus artışı, ücretli askerlerin
sayısının artışı, savaş masraflarının çoğalması, gibi sebepleri de bu süreçte etkili
faktörler olarak hatırda tutmalıyız.
c-) Devlet Maliyesindeki Bozukluklar
Avrupa’da coğrafi keşiflerin etkisiyle sadece altın ve gümüş anlamında bolluk
meydana getirmemiş aynı zamanda hammadde ve iş gücü konusunda da büyük bir
ticari ve sanayi sektör oluşturmuştu. Denizaşırı memleketlerle kurulan ilişkilerin
Avrupalılar için sağladığı kazançlar kıymetli madenler istihsal ve sevkıyatından da
ibaret kalmadı. Bu madenleri temin ettiği sağlam paralarla uluslararası ticaret son
derece geliştiğinden uzak pazarlar için çalışan üretim kolları kurulmaya başladı. Bu
Avrupa’da kapitalizmin ve merkantilizmin hızlanması anlamına geliyordu. Bunun
Osmanlı devletine doğurduğu sonuç ise artık Avrupalılar Osmanlılardan işlenmiş mal
değil hammadde alma yoluna giderken aynı zamanda üretilmiş mal satıyorlardı. Aynı
zamanda Osmanlı devletinde meydana gelen zenginliğin doğurduğu israfla, saray
halkının lükse ve şatafata önem vermeye başlaması dışardan bol miktarda üretilmiş
mal alınmasına sebep oluyordu. Bu da yerli sanayinin içinden çıkılmaz bir buhrana
sürüklenmesine ve mali kaynaklarımızın kurumasına sebep oluyordu. Eskiden eşya
satın alan Avrupalılar, bu defa yalnız ucuz fiyata hammadde topluyorlar ve kendi
sanayi ürünlerini Osmanlıya satarak Türk yerli sanayi zararına ticari kârlarını
arttırıyorlardı. XVII. Yüzyılın ortalarına doğru Batı Avrupa sanayi ürünlerinin
Anadolu’nun en uzak köşelerine kadar yayılmış olduğu; Sivas ve Kayseri’de orta
55
halli halkın bile Londra çuhasından elbise giydiği bilinmektedir.92
Milli gelirin büyük kısmını vergi olarak toplayan ve kendi sosyal yapısının
hususiyetlerine göre onu gelir ve maaş halinde dağıtan veya masraf olarak harcayan
bir devlet olarak Osmanlının, ordusu ve sarayı için yaptığı kitler halindeki alımları ile
piyasadaki fiyat teşekkülünde etkili olduğu açıktır. Devletin bilhassa harp esnasında
sıkıştırıcı ve acil şartlar altında çok miktarda ve yüksek fiyatlarla mal ve zahire satın
almak mecburiyetinde kalması fiyatların anormal şekilde pompalanmasına sebep
olmakta ve normal zamanlara dönünce de bu sayede çıkan düzensizliği düzeltmek
kolay olmamaktadır. İşte bu devirde modern harplerin masraflarının fazla olması
harp sanayinde ve gemi inşaatında müdahaleci bir iktisat siyaseti hatta dorudan
doğruya bir devlet kapitalizmini ortaya çıkarmıştır.93
Akçenin devalüasyonu, fiyatların artması devleti aynı zamanda yeni gelir
kaynakları bulmaya ve vergi sisteminde değişiklik yapmaya sevk etmiştir. Osmanlı
Devletinde hazinenin geliri şehirlerde ticaretten ve sanatkârlıktan köylerde ise
çiftçilik ve diğer meşguliyet sahalarından toplanan vergilerden meydana gelirdi. Bu
vergilerin cinsi kanunnamelerde Akçe olarak belirlenmesine rağmen XVI. asrın
ikinci yarısından itibaren meydana çıkan devalüasyona rağmen toplanacak vergilerin
akçe cinsinden karşılığı defterlerde değiştirilmemişti. Bunun neticesinde bazı
vergilerden elde edilen gelir, özellikle nakit olarak toplanan vergiler, hazineye büyük
bir gelir temin etmediği için, devlet devalüasyon sebebiyle kaybettiği farkı da
topluyordu ki, bu da vergi ödeyenlerinin durumunu daha da ağırlaştırdı. Ayrıca
92 Adnan Gülerman, Sevda Taştekil, Ahi Teşkilatının Türk Toplumunun Sosyal ve Ekonomik Yapısı Üzerindeki Etkileri, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1993, s.35; Berkes, a.g.e., s.12; Barkan, a.g.m., ss.580-588; Ayrıca bu konu ile alakalı bkz. Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, ss. 575-583, 93 Barkan, a.g.m., s.598
56
fetihler devam ederken her evden bir defa toplanan avarız-ı divaniye vergisi her yıl
toplanmaya ve hacmi artırılmaya başlamıştır. Devletin bu vergilerini toplamakla
görevli olan beylerbeyi ve sancak beyi olduğu için vazifenin suiistimali halleri de
durumu ağırlaştıran sebeplerden olmuştur.94
Hazinenin gelirinin artırmanın yollarında biri de askerlik görevini yerine
getirmeyen az gelirli tımar sahiplerinin topraklarının müsadere edilmesi idi. Lakin
müsadere olunan tımarlardan elde edilen gelir devlet hazinesine değil saray
adamlarını, kapıkullarının ve nüfuzlu şahısların arpalık veya başmaklığı hÂlîne
gelmişti.95
Süre giden savaşlarla tarımsal toprakların ve maden ocakları gibi çeşitli
işletmelerin savaş alanı içerisinde kalması, savaşların imparatorluğun bütçesi,
üzerinde ağır bir yük oluşturmasına yol açmıştır. Asker kökenli Osmanlı
İmparatorluğu’nun askeri teknolojideki gelişimleri izleyememesinin etkisi ile Avrupa
içerisinde durdurulması sonucu, asıl gelir kaynağı olan fetih gelirleri ve ganimetlerin
yerini, mali yük yaratan savaşlar almıştır. Askeri birliklere üç ayda bir ödenen ve
bütçe giderlerinin hemen hemen yarısını oluşturan “mevacib” ödemeleri de önemli
askeri harcamalar arasında yerini koruyarak, bütçe üzerindeki yükü arttırmıştır.
Savaşın yarattığı ortam, hem asker sayısının artmasına hem de savaş esnasında gelir
düzeyi düşen halkın devletten iş talep etmesine neden olmuş devlet kadrolarının
şişmesine yol açmıştır. Öte yandan kaybedilen topraklardaki devlet çalışanlarının
maaşlarının kesilememesi cari harcamaları arttırırken, askerlerin vergiden muaf
tutulmaları da vergi gelirlerinin azalmasına neden olmuştur. Uzun süren, birbirini
94 Mustafa Cezar, Osmanlı Tarihinde Levendler, Çelikcilt Matbaası, İstanbul 1965, s.52-53; Yücel, Osmanlı Devlet Teşkilatına Dair Kaynaklar, s.XII 95 Yücel, a.g.e., s.XII; Cezar, a.g.e., s.151
57
takip eden savaşlar sonucunda, emek kalite olarak azaldığından, üretim düşmüş, bu
da vergi gelirlerinin azalmasına yol açmıştır. Artarda yaşanan askeri yenilgiler
sonucu mevaciblerini almayan ordu, devlete ve halka karşı eylemlere girişmekten
kaçınmamıştır.96
Ayrıca kapitalist sömürgeci sistemle zenginleşen ve tekniki ilerlemeler sağlayan
Avrupalılara karşı zafer kazanmak her geçen gün zorlaşırken, İran’da gelişmekte olan
siyasi iktidarın da tehlikeli düşman tavırlar takındığı ve yeni dünya şartlarının ortaya
koyduğu bu sıkışık buhranlı devirde meydana çıkmış olan imkânlardan faydalanmak için
Osmanlı imparatorluğu zararına bir takım tedbirler almaya ve anlaşmalar yapmaya
çalıştığı gözden kaçmıyordu. İmparatorluğun XVI. asrın sonlarında yapmak zorunda
olduğu savaşlar uzun sürmüş ve son derece yıpratıcı olmuştu. Kazanılan zaferlere
rağmen bu fetihlerin devletin hazinesine yeni bir şeyler kattığı söylenemez. Avrupa’da
keşiflerle zenginleşme ve askeri teknoloji bakımdan güçlenmeye mukabil Osmanlı,
düşmanla boy ölçüşebilmek için harp teçhizatı, harp teknikleri ve askeri yapılanmayı
değiştirmeğe mecbur oldu. Osmanlı ordusunun geleneksel kuvvetini teşkil eden Tımarlı
Sipahiler modern zamanlardaki harpler için yetersiz görülmeye başlanırken silahlı ve
teçhizatlı talimli meslek ordusunun (Kapıkulu Ocakları) sayısını ve tahsisatını artırmak
zorunda kaldı.97 M. Cezar’ın yaptığı hesaplamalara göre 1562-1563 yılında Kapıkulu
Süvarilerinin sayısı 41979 olduğu halde 25 yıl sonra iki kat artmış, 1609-1610 yılında ise
100 bin kişiye ulaşmıştır.98
Bu konuda Barkan’ın XVI. yüzyılın sonlarına doğru Osmanlı bütçesini
kıyasladığı cetvele bir göz atacak olursak, Kapıkulu askerlerinden sadece 96 Ahmet Tabakoğlu, Gerileme Dönemine Girerken Osmanlı Maliyesi, Dergah Yayınları, İstanbul 1985, s.208-212; Binhan Elif Yılmaz, “Osmanlı İmparatorluğu’nu Dış Borçlanmaya İten Nedenler ve İlk Dış Borç”, Akdeniz ÜİİBFD 2002, S.4, s.188 97 Barkan, a.g.m., ss.595-597; Büyük Türkiye Tarihi, s.414-415 98 Cezar, a.g.m., s.152
58
Yeniçerilerin sayısının 1527–1528 maaş yılında 7 886’dan 1669–70 yılında 53 449’a
çıktığını görürüz. Bunun bütçeye yansıyan yükü ise şöyledir: 1527–1528 yılındaki
toplam Yeniçeri maaşları akçe olarak 15 423 426 iken; 1669-70’da bu rakam 133
968 556’a çıkmıştır. Daha kolay anlaşılması açısından Yeniçerilerin bütçeye ilk
dönemdeki yükü toplam yükün %10,26’sını teşkil ederken, ikinci dönemdeki yükü
%21,02 olmuştur.99
Yeni kurulan bu ordunun maaşları, enflasyon neticesinde devletin masraflarını
artırması sebebiyle, bu masrafların karşılanması amacıyla devlete yeni gelir kaynakları
aranmaya başlandı. Bu arada devletin merkezindeki üst düzey yetkililerin kapı-halkının,
eyaletlerde ise beylerbeyi, sancak beyi ve diğer görevlilerin nüfuzlarının artması
sebebiyle, onlar da gelirlerinin artırılmasını talep ediyordu. Fetihlerle kazanılan
toprakları kendine yeni geliri kaynağı olarak kullanan devlet yeni durumda savaşlardan
yeteri kadar gelir elde edemeyince vergi toplama usulünde değişiklik yapmaya mecbur
oldu. Tımar sisteminin uygulandığı zamanlarda toprak sahibi toprağı işler, vergisini de
kanunlarla belirlenmiş şartlarda öderdi. Yeni vergi toplama usulünde devlet, toprakları
iltizama vermeye başladı. Buna göre devlet, yıl içinde toplanacak vergiyi önceden peşin
olarak almaya başladı. Bu ilk başlarda hazinenin durumunda bir iyileştirme meydana
getirse de, merkezi otoritenin zayıflamaya başlamasıyla mültezimlerin bunu kendi başına
toplamaya başlaması ve vergi rayiçlerini kendileri belirlemeleri, halkın çoğunun
çiftbozan olarak köylerini yurtlarını terk etmesine neden olmuştur.100
99 Barkan, a.g.m., s.603 100 Akdağ, Büyük Celali Karışıklıklarının Başlaması, s.104-105; ayrıca uzun süren savaşların maliyeyi olumsuz etkilemesi sebebiyle halka nasıl vergi olarak yansıdığı ve halk üzerindeki tesiri için bkz. Gürsoy Şahin, “Osmanlı Devleti’nin 1684 Avusturya-Macaristan Seferi Hazırlıkları ve Bunların Afyonkarahisar Kazasında Halka Yansımaları” U.Ü. Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2003/1 Yıl: 4, S.4, ss.111-125
59
d-) Tımar sisteminin bozulması
Bütün bu sebepler Osmanlı maliyesinde ciddi buhranlar meydana getirirken,
en büyük darbeyi tımar sistemi almıştır. Osmanlı devletinin kudretini ve askeri
gücünü temin eden ve taşra teşkilatının esasını teşkil eden Tımar sisteminde meydana
gelen değişiklikler, ülkede hem siyasal, hem sosyal, hem ekonomik, hem de askeri
buhranlara tesir etmiştir.
Osmanlı devletin kuruluşundan XVI. yüzyılın sonlarına kadar uygulanan
Tımar sisteminin esası, devlete ettiği hizmetlerden dolayı mükâfatlandırılmak istenen
askeri sınıf mensuplarına, devlet işlerinde yararlılık gösterenlere, belli şartlarda bir
şahsa, münferiden veya birden fazla kimseye müştereken, muayyen bir toprak
parçasının maaş tahsisi yerine bazı vergi gelirlerini kendi nam ve hesabına toplama
hakkının bırakılmasıdır. Bu gelirin yıllık 20 000 akçeye kadar olanlarına tımar, 20
000-100 000 akçe arasında olanlara zeamet ve 100 000 akçeden fazla olanlara da has
denirdi. Ülke topraklarının yaklaşık yarısını tımarlar teşkil ederdi. Kendilerine tımar
verilenler kendilerine bırakılan gelirin karşılığı olarak harp zamanlarında kendileri ile
birlikte, her 5000 akçe için cebelü adıyla tam teçhizatlı bir askeri sefere götürmek
mecburiyetinde idiler.101
Tımar sistemi iktisadi bakımdan toprağın sürekli ekilip-biçilmesini askeri
bakımdan ise devletin kasasından para çıkmadan savaşlara asker seferber edilmesini
nazarda tutuyordu. Sürekli savaş vaziyetinde olan devlet hazineye ilave masraf
yüklemeden kısa bir süre zarfında ülkenin her bölgesinden çağrılan askerlerle güçlü
101 Midhat Sertoğlu, “Tımar” mad.,Osmanlı Tarih Lügatı, 2. Baskı, Enderun Kitabevi, İstanbul 1986, s.338; M. Zeki Pakalın, “Tımar” mad., Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, M.E.B. Yayınları, İstanbul 1993, C.III, ss.497-507; Kütükoğlu, a.g.m., s.543
60
bir ordu kurabilmiştir. Devletin savaş maksatlarını hayata geçirmek için meydana
getirilmiş tımar sistemi muharebelerin devamlılığını sağlıyordu. Sipahilerin gelir
kaynağı gibi baktığı savaşların başarıyla bittiği devirlerde tımar sistemi bütün
beklentileri karşılıyorsa da, mağlubiyetler devrinin başlamasıyla hem taşra teşkilatına
hem sipahilerin hem de köylülerin maddi durumuna olumsuz etki etti.102
Tımar sisteminin gücünü kaybetmesi ve bozulması ile ilgili çeşitli amiller
üzerinde durulabilir. Ancak bunlar birbirinden bağımsız değildir. Hepsi birden
etkileşim içerisinde neticeyi tayin etmişlerdir. Fetih gelirlerinin azalması, XVI.
asırdaki büyük nüfus artışı, siyasi, idari, manevi sebepler gibi iç amiller yanında;
Amerikanın keşfi, transit ticaret yolarının yön değiştirmesi, savaş teknolojisin
gelişmesi gibi dış amiller sebep olarak ele alınabilir.103
Maliyesi büyük ölçüde tarıma ve dolayısıyla tımar sistemine bağlı olan Osmanlı
devletinde bu sistemin bozulması, hem ordunun ekseriyetini oluşturan ve doğrudan
hazineden beslenmeyen tımarlı ordunun kuvvet kaybetmesine, hem de tarım ürünlerinin
azalmasına ve bu yüzden mevzi kıtlık ve yoksulluklara yol açmıştı.104
İktisadi bozuklukların umumileşmesi ve vergilerin artması, netice olarak,
toprağa bağlı çiftçi-köylü zümresini de fakirleştirmeğe başladı. Bu durumdan
istifadeye kalkışan bir takım faizciler, devlet tarafından % 10-15 ve hatta bazen
20’ye kadar varan faize müsaade edildiği halde, bu nisbeti % 50-60’lara çıkararak
halkı soymağa başlamışlardı.105
İster para darlığından, ister iktisadi ve mali sıkıntıdan, ister vergilerin
102 Qasımov, a.g.e., s.20 103 D. Mehmet Doğan, Tarih ve Toplum, Rehber Yayınları, Ankara 1989, s.210 104 Akdağ, CelÂlî İsyanları, s.80, Unan, “Kanuni Devri Şehzade Mücadeleleri”, s.10 105 Unan, a.g.m., s.11
61
arttırılmasından ve isterse faizcilerin ifratından olsun, şu veya bu şekilde, sosyal ve
ekonomik durumu sarsılan çeşitli zümreler oluşmuştu. Bunlardan geçimleri dirlik
gelirlerine bağlı bulunan ve savaşlarda asıl yükü taşıyan tımar sahiplerinin, uzun
süreler dirlik gelirlerinin hiç artmaması ve mevcudun da kıymetten düşmesi
yüzünden refah seviyeleri gerilemiş ve nihayet merkezi hükümete cephe almalarına
yol açmıştı. Mesela, merkezi idare tarafından “asi” sayılan şehzadelerin etrafına
toplanan tımar sahiplerinin çoğunlukta olduğu Orta Anadolu’da bu durum çok daha
barizdir. Diğer taraftan, tımar sahiplerinin sayısı artarken, dirlik gelirleri azalmıştı.
Toprağa bağlı çiftçi-köylü zümresi ise, ekonomik açıdan durumları sarsılan tımar
sahiplerinin, tazyiki, miktarı ve türü artırılan vergi yükleri altında borçlarından
kurtulmak için faizci zümresine sığınmış ve dolayısıyla daha fazla borç altına
girmişti. Bütün bu baskı ve yüklerden kurtulmanın yolunu, çiftini-çubuğunu
bırakarak köyünü terk etmekte bulan çiftçiler, çift-bozan veya levendat adı altında
etrafa yayılmağa ve gittikleri yerlerde “haramiliğe” başlamışlardı. Devlet tarafından
bütün bu hareketlerin önü alınamıyor, bu ise halkın devlete olan güvenini
sarsıyordu.106
Tımar sisteminde ilk bozuluş, Acem ülkelerine serdar tayin olunan
Özdemiroğlu Osman Paşa’nın bazı yabancılara yararlıklarından dolayı, ibtida tımar
vermesiyle başlanmış, arkasından birçok ilgisiz kişi de tımar sahibi olmuştur. Ayrıca
boşalan tımarlar da İstanbul’dan tahsis edilir olmuştur. İleri gelenler ve vükela
tarafından, boşalan yerler adamlarına ve akrabalarına verilip, İslam ülkelerinde olan
tımar ve zeametin seçmeleri şer’i şerife ve yüksek kanuna aykırı olarak, kimi
106 Unan, a.g.m., s. 12; Akdağ, Türkiyenin İktisadi ve İçtimai Tarihi, C.II, s. 462, Yücel Özkaya, Osmanlı İmparatorluğu’nda Ayanlık, TTK Basımevi, Ankara 1994, s.9,
62
paşmaklık yapılarak, kimi padişah hasına katılarak, kimi mülk olarak, kimi vakıf
olarak, kimi vücudu sıhhatte olanlara emeklilik olarak verilerek, bütün zeamet ve
tımar, ileri gelenlerin yemliği haline getirilmiştir107
On yedinci yüzyılda ‘klasik’ yapılarda görülen değişikliklerin en
önemlilerinden birisi ve belki de birincisi tımar sistemindeki değişmedir. Geleneksel
anlayışa göre tımar sistemi ihmal edilmeye, tımarlar hak sahiplerine değil ekâbir
adamlarına verilmeye başlanmış ve miri topraklar şu veya bu yolla belirli kişilere
verilmişti. Tımar sistemindeki değişimin bir bozulma değil, yeni şartların bir
zorlaması olduğu çok açıktır. Ateşli silahların yaygınlaşması ve piyadenin öneminin
artışına paralel olarak devletin ücretli asker sayısını arttırması ve dirlik olarak tahsis
edilen gelirleri nakdi vergilere (iltizam) dönüştürme çabaları sonucunda tımar sistemi
zayıflamaya başladı. “Gelenekçi” ıslahatın en tipik örneği sayılan IV. Murad dönemi
ıslahatlarına baktığımızda, 1632’de tımar sisteminde yapılan düzenlemenin hiç de
katı “gelenekçi” bir özellik sergilemediğini görürüz. İdeal kanunun şartlarını dikkate
almaksızın mevcut durumu ibka eden bu reformun amacı taşradaki karışıklığı
düzeltmek ve Bağdat’ı geri almaktı. Bütün tımar ve zeametlerin yoklaması yapılmış,
beratlar yenilenmiştir. Yine tımar sistemi ile ilgili olarak bürokraside de yeni
tedbirler geliştirildi. Sistemin önem kaybetmesine paralel olarak klasik tahririler -
istisnalar dışında- terk edildiğinden eski kayıtlardaki aksaklıkların giderilmesi için
yeni defterler ve kayıt usulleri ihdas edildi.108 Tımar sisteminin önemini
kaybetmesine paralel olarak Osmanlılar geleneksel tahrir (vergi nüfusu ve tahmini
vergi sayımları) uygulamasını bazı istisnalarla terk etmişlerdi. Bunun yerine cizye ve
avariz vergilerinin düzgün ve adil bir şekilde toplanmasına temel teşkil etmek üzere
107 Doğan, a.g.e., s.206 108 Öz, “Onyedinci Yüzyılda Osmanlı Devleti ”, s.55
63
tasarlanan sayımlar yapıldı.109
Vergilerin tahsil yetkisinin belirli bir bedel karşılığında “mültezim” adı
verilen şahıslara verilmesini ifade eden iltizam usulünde, devlete en yüksek bedeli
vermeyi taahhüt eden kişinin bu hakkı alması söz konusu olmuştur. XVII. yüzyıldan
itibaren önemli bir güç haline gelen mültezimler üzerinde devletin otoritesi zamanla
zayıflamış ve kontrol edilemez hale gelmiştir. Mültezimler, sorumlu oldukları
bölgenin vergisini kanunnamelerde belirtilen miktarlardan fazla toplamaya ve halka
baskı yapmaya başlamışlardır. Mültezimler, halktan vergi dışında “bid’at” adı
altında zamanla gelenek haline gelen paralar toplamışlar ve ayrıca bazı kişisel
ihtiyaçlarını köylülerden karşılamışlardır.110
Osmanlı Devleti’nde vergilerin tahsilinde rastlanılan bir başka kurum ise
ayanlıktır. Mültezimlerin daha fazla vergi tahsil edebilmek için halka baskı ve şiddet
göstermeleri sonucunda, halk tarafından seçilen ve “ayan” adı verilen kimseler vergi
tahsili konusunda yetkilendirilmişlerdir. Ayanlar önceleri mültezimlere karşı halkı
korumuşlar, fakat zamanla mültezimlerle uzlaşarak kendileri de iltizam almaya
başlamışlar ve devletin zayıflaması ile birlikte giderek güçlenmişlerdir.111
Daha önce işaret edildiği gibi, imparatorluğun vergi ve toprak sistemi, 1595-
1610 yılları arasındaki büyük kargaşa (Celâli isyanları) döneminde değişime
uğramıştı. Yeni şartlar, ayanların, kiracı veya vergi müstahsilleri olarak miri
toprakları tasarruf eden tımar sahiplerinin yerine geçerek, taşrada feodal beyler
109 Öz, a.g.m., s.54 110 Coşkun Can Aktan, Dilek Dinleyici, Özgür Saraç “Osmanlı Tarihinde Vergi İsyanları” SDÜİİBFD, 2003, C.8, S.1, s.3; İltizam usulü hakkında bkz: Coşkun Can Aktan, “Osmanlı İltizam Sistemi”, Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, Nisan 1991, S.71 111 Aktan, a.g.m., s.3; Ayrıca Âyanlık konusunda ayrıntılı bilgi için bkz. Yücel Özkaya, a.g.e.
64
haline gelmelerini kolaylaştırdı. Kadı riyasetindeki âyan ve eşraf toplantılarında
görüşülen en mühim mesele, umumiyetle bölgenin tahmin ve takdir edilen toplam
vergisinin halk arasında tevzii idi. Tımarlı ordusunun çöküşünden sonra, merkezi
yönetim, sayıları gittikçe artan yeniçeri ordusunun büyüyen para ihtiyacını sağlamak
için vilayetlere paylaştırılan olağanüstü vergilere oldukça sık başvurdu. Bu hususi ve
mahalli masraflar için konulan vergiler, âyan ve eşraf meclisi tarafından muayyen
şahıslara iltizama verildi; mültezimler ise çoğu defa bu yetkilerini kendi şahsı servet
ve nüfuzlarını genişletmek için kullandılar. Bunlar, umumiyetle vergi tevzi
defterlerine kendileri adına fazladan vergi kalemleri ilave etmekte veya kendi şahsi
hükümetleri için ek ücretler toplamaktaydılar. Keza, çoğunlukla bu defterleri denetim
ve kontrol için merkeze göndermeyi ihmal etmekte ve böylece vergiler, merkezi
yönetimin kontrolü dışında zorla toplanmaktaydı.112
4-) Askeri Sistemde Değişme
“Tımar sisteminin ortadan kalkışı tüm Osmanlı yönetim biçimini temelden
sarsan askeri, mâlî, idari ve sosyal değişiklikler meydana getirmiştir. Sipahi
ordusunun ikinci plana düşmesinin asıl nedeni ateşli silahlardaki gelişmedir. Tımarlı
sipahinin karşısındaki güçler artık gelişmiş ateşli silahlarla savaşan daimi ordulardı.
Onlar için savaş zamanı diye bir dönem söz konusu değildi. Bu nedenle Osmanlı
devleti ulufeli ve tüfekli asker sayısını artırmak zorunda kaldı.”113
Yaşar Yücel kapıkulu sayısının artmasının en önemli nedeninin Tımarlı sipahi
ordusunun önemini yitirmesi olarak belirttikten sonra, Kapıkulu sayısının artmaya
112 Halil İnalcık, “Osmanlı Toplum Yapısının Evrimi” Türküye Günlüğü, Yaz 1990, S.11, s.34 113 Ergenç, “Osmanlı Klasik Düzeni”, s.36; Yücel, Osmanlı Devlet Teşkilatına Dair Kaynaklar, s.XIII,
65
başlaması ve Anadolu’ya yayılmalarının başlangıcı olarak, Kanuni’nin oğullarından
Şehzade Bayezid isyanından sonra ortaya çıkan güvenlik düşüncesi olduğunu
söylüyor. Şehir ve kasabalarda imtiyazlı bir zümre olarak yerleşen Yeniçeri ve Altı-
bölük süvarisi; vergi mültezimi, tahsildar ve asayişten sorumlu olarak Anadolu’da
hakim bir duruma gelmişlerdi. Öyle ki Kapıkulunun imtiyazlarından faydalanmak
için yerli Müslüman halktan birçokları türlü yollarla yeniçeri sıfatını takınmışlardı.114
Bu çerçevede mesela 1593–1606 Osmanlı-Avusturya savaşlarının öneminin,
köylülerin (sekban ve sarıcalar) giderek artan bir biçimde yaya ve sipahi olarak
orduya alınması ve Yeniçeri Ocağına sızmasında yattığını vurgular.115 Bu yeni
durum ise klasik Osmanlı düzeni için çok önemli sonuçlar doğurmuştur. Çünkü
eyalet askerleri içerisinde artık tımarlı sipahi başta gelmekte, vilayet ve sancak
beylerinin kapılarında besledikleri sekbanlar kanuni kuruluşlar olarak onların
yerlerini almaktaydı. Sekban askerinin ayrıcalığı, tüfekli asker olmasındaydı. Bundan
dolayı da sekbanlar 1590’lardan itibaren Osmanlı ordusunun bel kemiğini teşkil
etmeye başlamışlardır. Tüfekli asker için gerekli para, sekban akçası, ahaliden salma
suretiyle toplanmakta idi.116
“Yeniçeri bölükleri, merkeziyetçi yönetimin asli bir müessesesi ve sultanın
mutlak iktidarının temel dayanağı idi. Sarayda, doğrudan doğruya sultanın şahsına
bağlı bulunan, daimi bir ordu olarak teşkil edilen Yeniçeriler, dahili ve harici bir
düşmanı bertaraf etmek için her an kullanılabilmekteydiler. Ayrıca Yeniçeri
garnizonları, vilayetlerdeki belli başlı kalelere de yerleştirilmişti. Bu Yeniçeri
114 Yücel, a.g.e., s.XIII, ayrıca Şehzade Bayezid isyanı için bkz. Unan, a.g.m., ss.15-18 115 Yücel, a.g.e., s.XIII; Öz, a.g.m., s.54 116 Yücel, a.g.e., s.XIII; ayrıca salma: Köylü tarafından masrafları mal ile deruhte edilerek yaptırılacak işler karşılığı olarak her köylüden hal ve vaziyetine göre alınacak para. Z. Pakalın, a.g.e., s.105
66
grupları, büyük şehirlerdeki kaleleri ele geçirdiler ve hiç bir kimseyi, hatta bir valiyi
bile buralara sokmadılar. Merkezi otoritenin zayıfladığı dönemde yeniçeriler, Kuzey
Afrika, Bağdad ve Belgrad gibi imparatorluğun uzak bölgelerine kadar, her tarafta
yönetimi ele geçirdiler. Başkentte de iktidara kimin geçeceğini tayin edebiliyorlardı.
Daha 1446 gibi erken bir tarihte II. Murad, umumi bir toplantıda onların rızasını
aldıktan sonra tahta geçebilmişti. XVII. Yüzyılın ilk yarısında, yönetim üzerindeki
hâkimiyetlerini iyice pekiştirdiler. 1628’de ilk defa eski bir Yeniçeri ağası, ulemanın
başı olan Şeyhülislamın desteği ile Sadrazamlığa tayin edildi. 1630’larda Koçi Bey,
Yeniçerilerle eyalet askerleri arasında daha önceden kurulmuş olan dengenin yok
olmasından ve Yeniçerilerin, imparatorluğun bütün kademelerini istila etmelerinden
şikayet etmekteydi. Vezirler, saray mensupları ve taht varisleri, güç kazanmak için
sürekli onların desteklerini aramışlardı. Yeniçeriler, aralarında ticaretle uğraşma
hakkı da olmak üzere, kendileri için ilave imtiyazlar elde ettiler. Böylece pek çoğu
küçük esnaf sınıfına katıldılar ve böylece İstanbul halkının asayişi kadar yönetimin
mali siyasetini de etkilediler.”117
“Yine ‘bozulma’nın en tipik göstergelerinden birisi olarak gösterilen kul-
devşirme sistemi ve Yeniçeriler de genel değişim ve buhran bakımından ele
alındıklarında, bazı yozlaşmalar müşahede edilse de temelde ‘kadim’ düzeni devam
ettirmenin mümkün olmadığı bir vasata girildiği muhakkaktır. Devşirmeyi eski
yaygınlığı ile sürdürmenin şartları ortadan kalktığı gibi Kafkasların fethiyle kul
sistemi için yeni bir kaynak elde edilmiş, ayrıca kul-oğullarının sisteme entegre
edilmesiyle de eski düzenden farklı bir manzara ortaya çıkmıştı. Yaya askerine
duyulan ihtiyacı devşirme yöntemiyle karşılamanın imkânsızlığı karşısında, Koçi
117 İnalcık, a.g.m., s.34
67
Bey ve benzerlerinin biraz da ait bulundukları zümrelerin imtiyazlarının
kaybedilişine karşı tepki göstererek ifade ettiği üzere, artık kul taifesine hariçten
ecnebi yani kul cinsi olmayan kişiler girmeye başlamıştı.”118
Uzunçarşılı’ya göre Ocağın nizamının bozulmasında birinci derecede etken,
kuvvetli bir elin ocak üzerinden kalkması olarak görülüyor. Ardından “iltimas ve
iltizam ve himaye ile ocağa kanun harici adam alınması ve bir de makam ve mevki
hırsı ve can kaygusuyla vezirlerin, ağaların, kendi arzularına hizmet etmek üzere
ocağı isyan için tahrik etmeleri amil olmuştur” diyerek bozulmanın sebeplerini
sıralıyor. Uzunçarşılı’ya göre ocağın inzibatının çözülmeye başlaması III. Murad
zamanında başlamıştır: “Yeniçeriler arasında bu zamanlarda esnaflar görülüyor,
evlilerin adedi artıyor, ocaktaki kışlalarda yatmak yerine Yeniçerilerin evlerinde
yattıklarına tesadüf ediliyordu. Bunların esnaflıktan men’i hakkında bir taraftan emir
verilirken diğer taraftan da Üçüncü Murad, Ocak kanununa muhâlîf olarak hariçten
bir takım san’atkarların Yeniçeriler arasına girmesini irade ediyordu.”119
Osmanlı İmparatorluğunun içine düştüğü buhranı ağırlaştıran ve mevcut
kurumlarına sirayet ettiren bir başka gelişme de ulufeli asker sayısın arttırılmasına
yol açan bir diğer olgu olarak, savaşlarda ateşli silahların kullanılmasının
yaygınlaşması ve yaya ordusunun ön plana çıkması idi. Bu şümullü hadisenin
temelinde bulunan değişiklikler ise, denizaşırı ülkelerle kurulan münasebetlere
dayanan, Avrupa’daki muazzam kapitalist gelişme ile modern çağın harp silahlarına
118 Öz, a.g.m., s.55 119 Uzunçarşılı, Kapıkulu Ocakları, s.477; Uzunçarşılı bu fikrini ‘Osmanlı Tarihi’nde de tekrarlamıştır. a.g.e., s.274; Hammer, Osmanlı Tarihi, s.197; Yücel, Türkiye Tarihi, s.27; Abdulkadir Özcan, “Osmanlı Askeri Teşkilatı”, Osmanlı Devleti ve Medeniyeti Tarihi, Ed: E. İhsanoğlu, IRCICA Yayınları, İstanbul 1999, C.I, s.344
68
ve stratejisine getirdiği yenilikler idi. Yeni doğan iktisadi şartlarla mücehhez aylıklı
meslek orduları ehemmiyet kazanmış, harp sanayii gelişmiş, harplerin finansmanında
yeni usul ve kaynaklar bulunmuştu. Bilhassa deniz kuvvetleri, teknik ve tecrübe
bakımından büyük terakkiler sağlamıştı.120
“İmparatorluğun içyapısı incelenecek olursa Kanuni Süleyman’ın ölümü
(1566) ile Küçük Kaynarca Antlaşması (1774) arasındaki dönemde Yeniçerilerin ve
askeri liderlerin hareketleri biraz daha anlaşılır hale gelebilir. Osmanlı imparatorluğu,
diğer özelliklerinin yanı sıra esas itibariyle bir tarım devletiydi. Köylüleri yönetmek
üzere düzenlenmiş kurumlarıyla, bozkır araziler, sınır muhafazalarına (Kırım
Tatarları) verildi. Böylece, asker yerleştirilmesi pahalı ve geliri az olan arazileri elde
tutmaktan kaçınılmış oluyordu. Bunun gibi onsekizinci yüzyıl Osmanlı ordusunun
onaltıncı yüzyıldan beri imparatorluğu etkileyen sosyal gelişmelerden uzak
durmasını beklemek askeri kurumları, bir parçası oldukları toplumdan soyutlamak
gibi gerçeklikten uzak bir davranış olurdu. III. Murat yönetiminin 1595’te sona
erişine doğru devleti etkisi altına alan değişikliklerde imparatorluğun bütün sınıfları
yer aldığına göre bunu müteakip gözlenen devlet memurlarının ‘beceriksizliği’ ile
Yeniçeri askerinin ‘disiplinsizliği’ açık bir şekilde daha büyük bir hadisenin bir
parçasını teşkil ediyordu.... III. Murat’ın ölümünü izleyen iki asır süresince Osmanlı
devleti kendisini, yayılmacı bir imparatorluktan, kendisini korumayı düşünen
muhafazakar bir yönetime dönüştürmüştür....
...Osmanlıların çöküşü ile ilgili çalışma yapanların çoğu Batının askeri ve
ekonomik alanlarda Türklere nispeten gelişmiş olmaları üzerinde dururlar. Fakat bu
120 Barkan, “XVI. Asrın İkinci Yarısında Türkiye’de Fiyat Hareketleri” ss.580-596; Lewis, a.g.e., s.30, Öz, Osmanlı’da “Çözülme” ve Islahatçı Yorumcuları, s.39
69
bakış açısı, Osmanlı olaylarının yüzeyinden derinine inerek IV. Murat’ın niçin
imparatorluğu eski konumuna getiremediğini yahut uzun çöküş yılları boyunca
devletin bütünlüğünü sağlayan şeyin ne olduğunu keşfetmeye imkân vermez.”121
* * *
Kısaca özetlenirse; XVI. yüzyılın son çeyreğinde içeriden nüfus baskısı ve
bürokratik yapıdaki değişim, dışarıdan da Amerikan gümüşünün yol açtığı fiyat artışı
ve ateşli silahların yaygınlaşması vb. faktörlerin, askeri ve mali sistemin değişmesine
sebebiyet vermesi, Osmanlı devlet ve toplum nizamını derinden etkilemiş ve mutlak
otoriteyi haiz bir sultanın idaresinde tımar ve devşirme sistemlerinin damgasını
taşıyan “klasik” düzenin değişmesi kaçınılmaz hale gelmiştir. Aşağıda bu değişim
hakkındaki görüşlerini ele alacağımız Osmanlı ıslahatçı müellifleri, bu değişimin
sebeplerini içeride arayacaklardır. Modern tarihçiler ise daha çok Amerikan gümüşü
ve savaşlarda ateşli silahların ve piyadelerin ön plana çıkışının yakın etkisini
vurgularlar. Yine bir kısım modern tarihçiler, nüfus artışı, köylünün aşırı
vergilendirilmesi gibi sebepleri öne sürerler. Mali idaredeki değişim ise büyük
ölçüde askeri sitemde meydana gelen değişikliklerle 1578-1606 arasında İran ve
Avusturya cephelerinde yürütülen savaşlardaki harcamalar yüzünden ortaya
çıkacaktır. Dolayısıyla bu değişimin, etkileri aynı derecede olmasa bile, hem iç hem
de dış dinamiklerinin bulunduğunu söyleyebiliriz.
121 Andrew C. Hess, “Dünya Tarihinde Osmanlı İmparatorluğu/Yorum”, Osmanlı ve Dünya, Ed:K.Karpat, Çev. Ümit Şimşek, Ufuk Kitapları, İstanbul 2000, s.77
70
B-) OSMANLI SİYASETNAMELERİNE GÖRE NİZAM-I ÂLEMİN BOZULMASI: SEBEPLER VE ÇÖZÜM ÖNERİLERİ XVI. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı müesseselerinde ve genel
durumda bir gerilemenin ve bozulmanın başladığı görülmektedir. Buraya kadar
Osmanlı Devletinde sonun başlangıcını hazırlayan sebepleri modern tarihçilerin
bakış açısıyla görmeye çalıştık.
Osmanlı devlet adamları ve aydınları da bu yolunda gitmeyen gelişmeleri
daha ilk andan itibaren fark etmişlerdi. Bir taraftan devlet bunun önünü almak için
çeşitli fermanlar, adaletnameler122 göndererek veya fevkalade yetkileri haiz kimseler
görevlendirerek tedbirler alırken, bir taraftan da daha erken dönemlerden başlayarak
bazı Osmanlı ilim ve devlet adamları, eserlerinde meseleleri bütün açıklığıyla ortaya
koymaya ve ilgilileri uyarmaya gayret etmişlerdir. Kanuni ölümünden önce
yayınlanmış olduğu bir adalet fermanında, reayanın hükümet adamları ya da vilayet
halkından güçlü kimselerce soyulduklarını sayıp dökerek huzursuzluğun idari
kötülükten gelmekte bulunduğunun farkında olduğunu açıklıyordu.123
Osmanlı devleti adamları ve uleması, özellikle XVI. yy.’ın son çeyreğinden
itibaren kendi devlet ve toplum düzenlerinin bir bozulmaya yüz tuttuğunun, onların
ifadesiyle “nizam-i âleme ihtilal ve reaya ve berayaya infial” geldiğinin
farkındaydılar. Yani geçmişte var olduğu sanılan ideal düzen bozulmuştur ve bu
yüzden halkta bir tepki ve karışıklık meydana gelmiştir. Onlar karşılaştıkları bu
gelişmeyi daire-i adliye ve erkan-ı erbaa gibi ilkelere dayanan Osmanlı devlet ve
122 Adaletnameler için bkz. Halil İnalcık, “Adalet-nameler”, Belgeler, C.II, S.3-4, 1965, ss.49-142; İnalcık, “Adaletname” TDVİA, İstanbul 1988, C.1, s.346-347 123 İbşirli, a.g.m., s.239; Y. Yücel, Kitab-i Müstetab, TTK Basımevi, Ankara 1998, s. XV (bundan sonra “Osmanlı Devlet Teşkilatına Dair Kaynaklar” kitabında bulunan eserlere ayrı ayrı atıfta bulunulacaktır.)
71
toplum anlayışı çerçevesinde, kendi içerlerinde izaha çalıştılar.124
Aksaklıkların ve bozuklukların giderilme çarelerinin altında yatan temel
felsefe tamamıyla klasik daire-i adliye ve erkan-ı erbaa telakkileridir. Onun için
hemen hepsine göre bütün aksaklık ve bozuklukların sebebi adaletsizliktir. Bütün
mesele daire-i adliye ve erkan-ı erbaayı yerli yerinde tutan kânun-ı kadîmi yeniden
ihya etmektir. Bütün bunların sağlanmasıyla da Nizam-ı alem ortaya çıkar.125
Daha önce de belirtildiği gibi Siyasetname, Nasihatname, Islahat Layihası
hatta “hükümdar aynaları”126 gibi isimler altında yazılmış ama aralarındaki fark
araştırmacılar tarafından tam olarak belirlenmemiş127 bu eserler, hangi terimin
içerisine girdiği düşünülmeden hepsi siyasetname olarak değerlendirilecektir. Çünkü
burada asıl amaç Osmanlı’da sonun başlangıcının emarelerinin içeriden nasıl
görüldüğünü tespit etmek.
Şimdi I.Bölümde kısaca tanımları yapılan Siyasetname-Nasihatname-Islahat
Layihası tarzındaki eserlerin bakış açılarına göre Osmanlı devletinde nizam-ı alemin
bozulmasına sebep olan yani sonun başlangıcını hazırlayan amillerin üzerinde
durulacak ve çözüm önerilerin araştırılacaktır. (Bu amiller geleneksel Siyasetname
terminolojisine göre seçildi: Daire-i adliye, Erkan-ı erbaa, Kânun-ı kadîm ) Ardından
da çöküş/bozulma/çözülme paradigmasına zemin hazırlayan şeyin, bu Osmanlı
aydınının bakış açısından mı kaynaklandığı sorgulanacaktır.
124 Öz, “IV. Murad Devrine Ait Gelenekçi Bir Islahat Teklifi”, s.80, Yücel, Kitabu Mesâlîhi’l Müslimîn ve Menâfi ‘i’l-Mü’minîn, s.68 125 Ocak, a.g.m., s. 172; Öz, “Klasik Dönem Osmanlı Siyasi Düşüncesi”, s.30 126 Bkz. Pal Fodor, “15-17. Yüzyıl Osmanlı Hükümdar Aynalarında Devlet ve Toplum, Kriz ve Reform”, Çev.Erdal Çoban, EÜEF Tarih İncelemeleri Dergisi, 1999, s. 281-302 127 Aslında Siyasetname, Nasihatname, Islahat Layihası kavramlarının tanımları yapılmış ve birbirlerinden ayrılmıştır. Ancak araştırmacılardan bazılarının siyasetname diye incelediği bir eseri başkası nasihatname, bir başkası ıslahat layihası diye inceleyebiliyor. Aralarındaki farklar için bkz. Ocak, “Düşünce Hayatı” s. 169
72
1-) Daire-i Adliye
Osmanlı siyasi düşüncesinin dayandığı üç siyasi düşünce temelinin ana
konuları olan yöneten yönetilen ilişkisi çerçevesinde hükümdar (idareciler,
bürokrasi)-ordu-hazine-reaya ve bunların statüleri ile karşılıklı görev ve
sorumlulukları üzerinde yoğunlaşır. Bu unsurların birbirleriyle ilişkileri kökü eski
Hint siyasi felsefesine dayanmakta olup, İslam siyasi düşüncesine ünlü Kelile ve
Dimne ile giren ve kısaca daire-i adliye terimi ile ifade edilen formül çerçevesinde
ele alınır. Bu formülü XVI. yy.’ın ikinci yarısında Kınalızade Ali Efendi, klasik
Müslüman düşünürlerinin ahlâk felsefesi ile ilgili eserlerinden derlemek suretiyle
meydana getirdiği Ahlâk-ı Alâi isimli kitabında Aristo’ya atfen -mealen- şöyle
ifadelendirir: Adalet dünyanın kurtuluşunu sağlar, dünya duvarı devlet olan bir
bağdır, devleti düzenleyen şeriattır, mal olmadan şeriat korunamaz, askersiz
hükümdar duruma haki olamaz, mal olmadan hükümdar asker toplayamaz, malı
toplayacak olan halktır, halkı padişaha kul eden ise adalettir. Daha özet
versiyonlarından hareketle adalet dairesinin birbirine bağlı temel kavramlarını şöyle
ifade etmek gerekir. Mülk (devlet, egemenlik, hükümdarlık) –asker-hazine-reaya-
adalet. Bu bağlamda iktidar ile adalet arasında karşılıklı bir bağlılık mevcuttu ve
iktidarın keyfî bir şekilde kullanılması gayr-ı meşru addedilirdi.128 Nizam-ı âlemin
sağlanması için en önemli şey adalettir, Koçi Bey’in ifadesi ile “Küfr ile dünya durur
zulm ile durmaz ”129 Yani kâfir bir devlet bile varlığını sürdürebilir yeter ki adaletli
olsun, ama zalim bir devlet Müslüman da olsa ayakta duramaz. Onun için nizam-ı
âleme ihtilal geldi ise adalet dairesinde bir problem var demektir. Nizam-ı âlemi
128 Ocak, a.g.m., s.169; Öz, “Klasik Dönem Osmanlı Siyasi Düşüncesi”, s.30; Öz, “IV. Murad Devrine Ait Gelenekçi Bir Islahat Teklifi”, s.80; Ergan, “Siyasetnamelerde Çizilen Devlet Adamı Portresi”, s.41 129 Danışman, Koçi Bey Risalesi, s.34
73
sağlayacak adalet dairesinin en başında hükümdar vardır. Hükümdar olmazsa adalet
dairesi oluşmaz, illa hükümdar da adaletli olsun.
a-) Bozulmanın hükümdar (padişah)’a bakan yönü
Osmanlı siyasetnamelerinin ele aldıkları konuların en başında hükümdarlık
kurumu gelir, İslam dünyasında yer etmiş kökleşmiş telakkilere göre, insanlar
arasında düzeni korumak, herkesi kendi yaratılış ve kabiliyetine göre en uygun
mevkide tutabilmek için hükümdarın varlığına gerek duyulur. İnsanlar medeni
tabiatlıdır ve topluluk halinde yaşamaları gerekir. Bu topluluğun düzenini sağlayacak
bir otoriteye ihtiyaç vardır. Bu yüzden hükümdar yeryüzünde Allah’ın gölgesidir
(Zıllullah fi’l-alem).130 Siyasetnamelerde padişah ile ilgili olarak üzerinde durulan en
önemli husus, padişahın otoritesi ve bu otoritesini kullanmasıyla ilgilidir. Zira
siyasetname geleneğimize göre devlet, hükümdarın kuvvet ve kudreti, yani
otoritesinden başka bir şey değildi. Otoritenin tam olarak hissedilmediği yerde siyasi
meşruiyet tartışma konusu olur ve bu tartışma padişah otoritesinin zayıflamasına ve
istikrarsızlığa sebep olurdu. Hâlbuki siyaset, hükümdarın otoritesini koruma ve
güçlendirme yollarını bilmesi, bunu da toplumda dengeleri bozmadan
uygulayabilmesi demekti.131 Siyasetnamelere göre bu mühim ve şerefli vazifeyi
layıkıyla yerine getirebilmek için sultanların şunları yapması gerekir: Din ve
diyanetin muhafazasına dikkat etmek, ibadetlerde kusur etmemek, ahdine vefada
bulunmak, akıllı kimselerle istişarede bulunmak, hizmete ehil dürüst ve sadık
kimseleri göreve getirmek, eli açık olmak, hazineyi korumak, halka şefkatle
130 Ocak, a.g.m., s.171; Öz, a.g.m. , s.29; Aslantürk, a.g.e., s.99; Ergan, a.g.m., s.41 131 Çiçek, “Osmanlı Yönetim Yapısında Yozlaşma ve Siyasetnameler”, s. 1385; Ergenç, a.g.m., s.34
74
muamele etmek... vs.132 Ne var ki, siyasetnamelerde “erkan-ı erbaa” olarak
tanımlanan ve “daire-i adliye” ile korunan bu sosyal denge, Kanuni’nin son
dönemlerinde bile tam olarak korunamamış, sosyal nizamı tehdit eden yolsuzluklara
son vermek için sultan adaletname tabir edilen fermanlar yayınlamak zorunda
kalmıştı.133
Adalet dairesinin oluşabilmesi için en başta bulunan padişahın düzgün olması
gerekir. Osmanlı siyasetnamelerinde “Balık baştan kokar” şeklindeki atasözü sık sık
kullanılmaktadır. Bu yüzden siyasetnamelerde genel olarak bozulmanın padişahın
işlerden elini eteğini çekmeye başlaması ve seferlere katılmayı terk etmesiyle
başladığı vurgulanır.
Lütfî Paşa’ya göre padişah nedimleriyle fazla içli dışlı olmamalı, vezir-i azam
padişahı paraya meyletmekten korumalı ve vezir-i azamın padişaha arz ettiği işler
geri döndürülmemelidir. Padişahın adil sadrazam ve diğer üst düzey yetkililerin
özerk olması gerekir.134
Mustafa Âlî de muhtemelen Lütfî Paşa’nın tesiriyle benzer konulardan
bahseder. Âlî Nushatü’s-selatin isimli eserinin birinci babını ‘Lazıme-i Selatin Olan
Umur’ (Sultanlara lazım olan işler)’e ayırmıştır. Âlî, bunu on yedi lazımede ifade
Eder. Buna göre özetle: Halka kendini sevdirmeli ve onları zulümden korumalıdır.
Kendine bilgili, kültürlü, edip, iyi huylu, ahlâklı, mütedeyyin ve olgun nedim
132 Aydın Taneri, Türk Devlet Geleneği: Dün-Bugün, M.E.B. Yayınları, İstanbul 1993, ss.257-259; Bülent Atalay, “Türk Devlet Geleneğine Göre Devlet Adamlarında Bulunması Gereken Asgari Hususiyetler”, Türkler Ansiklopedisi , Yeni Türkiye Yayınları, Ankara 2002, C.II, s.861; Ocak, a.g.m., s.171; Öz, a.g.m., s.29; Öz, Osmanlı’da Çözülme ve Gelenekçi Yorumcuları, s.51 133 Çiçek,a.g.m., s.1386; Öz, a.g.e., s.51 134 Lütfi Paşa, “Asaf-name-i Vezir Lütfi Paşa”, yay. A. Uğur, İİED, 1980, IV, s.245
75
atamalıdır.135 Vefalı olmalı kendine hizmet edenleri unutmamalı, kendine güvenilir
casuslar bulup halkın halini sürekli yoklamalıdır. Rüşveti önlemeli, divan
kâtiplerinden kalem gibi doğru olanları seçmeli, akıl sahipleri ve hâkimlerin
seçiminde alışkanlığa göre seçim yapmayıp, arayıp sorarak hareket etmelidir.136
Hazineden maaş alan komutan ve askerlere yararlılıkları karşısında terfi verip
mükâfatlandırmalıdır. Hazineyi münasip yerlere harcamalı israf etmemeli, zevkine
ve olur olmaz yerlere harcamamalıdır. Halka vaazlarıyla ayrılık telkin eden vaizleri
men etmelidir. Onlar camilerde sadece dini mevzularda vaaz etmelidir. Çift-bozan
olarak büyük şehirlere gelip değişik işler yapan fakat vergilerini vermeyen Etrak-ı
avam ve manavların en azından çift-bozan vergilerinin tahsil edilmesiyle harpsiz
kıtalsiz bir Kahire fethedilmiş olur.137 Bahşiş, atâ ve inamda hata etmeyeler. Bunların
uygun kişilere verilmemesi israftır. Saray harcamaları ve ziynetler, lüks ve şatafat
sebebiyle artan israflar önlenmelidir. Padişah kapısı daima açık olmalı sair
memleketten gelenler zillete düşürülmemelidir.138 Makam sahiplerini olur olmaz yere
azletmemeli azlettiğini de rica ile geri almamalıdır. Hazinenin başına güvenilir ve
sağlam kişiler geçirilmeli kenar beylerbeylerinden hazine bakanı olmamalı onlar her
şey benim elimdedir deyip Müslümanların mallarını aç kurt gibi yerler. Ve en
önemlisi Padişahın işlerle bizzat meşgul olması gerektiğini söyler.139
“Osmanlı Devleti’nde XVI. yüzyılın ikinci yarısından itibaren önemli idari
görevlerde bulunan Gelibolulu Mustafa Âlî’nin yazmış olduğu siyasetname,
yozlaşmanın başlangıç devrelerine ait olması ve bizzat yazarın kendisinin de
135 Uğur, Osmanlı Siyaset-Nameleri, s.93 136 a.g.e.,s.94 137 a.g.e., s.95 138 a.g.e., s.96-97 139 a.g.e., s.97-98, Öz, a.g.e., s.55
76
yozlaşan sistemden etkilenmesi bakımından oldukça dikkat çekicidir. Nitekim
Fleischer’in bir “aydın ve bürokrat” olarak tanımladığı Gelibolulu Mustafa Âlî,
siyasetname tarzında yazdığı “Nushatü’s-Selatin”in girişinde, endişe ile izlediği
yozlaşmanın (yazarın ifadesiyle ‘ihtilal’) nizam-ı âlemi tehdit eder boyutlara 1581
yılından bir müddet önce ulaştığını ifade etmekte ve durumdan özellikle Sultan III.
Murad’ı sorumlu tutmaktadır. Ona göre, devleti içten içe kuşatan yozlaşmanın ve
istikrarsızlığın başlıca sebebi padişahın yönetim sorumluluğundan vazgeçmesidir.
Gelibolulu’nun çağdaşları olan Hasan Kâfi gibi Osmanlı aydınları da yozlaşmanın
yukarıdan aşağıya doğru yayıldığı görüşündedirler. Bu yüzden yönetim yapısında
yozlaşmanın padişahtan başlayarak ele alınması ve daha sonra diğer yönetici sınıflara
değinilmesi isabetli olacaktır.”140
Hırzü’l-Müluk yazarına göre dünya saltanatı ve hilafet Cenab-ı Kibriya’nın
emanetidir.141 Padişahın dünya ahvalinin tamamına vakıf olması güçtür ama padişah
halkının durumunu düzeltmeye ve güvenliğini sağlamaya niyet etmişse Allah ona
yardımcı olacaktır.142 Müellife göre padişaha öncelikle lazım olan salah, adalet, felah ve
diyanet üzere olmalıdır. Müellif padişaha sözlerinin düzgün olması için ilim tahsil etmesi
gerektiğinin söylerken buna zaman bulabilmesi için de bir zaman tanzimi önermiştir.
Padişah hiçbir zaman adalet ve insafı elden bırakmamalı, cimrilikten de savurganlıktan
da kaçınmalıdır. Hazinenin boşa harcanmasını reva görmeyip bağış ve cömertliği yerinde
kullanmalıdır. Padişah kızlarını ve kız kardeşlerini asla vezirlerle ve beylerbeyleriyle
evlendirmemelidir. Sancağı sınır boylarında değil iç illerde olan sancak beyleriyle
evlendirmelidir.143 Saltanatın bekası adalet ve yarar asker iledir, askerin bağlılığı ise
140Çiçek, a.g.m., s.1389, Öz, Osmanlı’da Çözülme ve Gelenekçi Yorumcuları, s.55 141 Yücel, Hırzü’l-Müluk, s. 150, 173 142 a.g.e., s.150, 174 143 a.g.e., ss.151, 176
77
hakkına göre dirlik verilmesiyle elde edilir. Bunun için çok ülkeye ve yeterli
hazineye sahip olunması gerekir. Bu takdirde ülkedeki kasaba ve köylerin
çoğunluğunun padişah hassı, tımar ve zeamet olması gerekir. Hâlbuki artık bunların
çoğu mülk ve vakıf olmuştur. Vezirlerin değişik yollarla bu toprakları mülk edinerek
vakıf yazdırdıklarını savunan yazar, bu konuda geniş ve teferruatlı malumat
vermiştir. Temelde daha sonra aynı konuya değinen nasihat yazarlarına öncülük
etmiş sayılabilir.144
Padişah vezirlerini çok çocuklu ve hısım akrabalı kişilerden değil akıllı ve
doğru kullarından seçmelidir. Padişah tahta çıkmadan önce ülkedeki vezirlerin ve
beylerbeylerinin durumlarını iyice araştırmalı onları türlü şekillerde denemeli ve
içlerinden en ehil olanını vezir-i azamlığa getirmelidir.
Padişahın ne fazla gazaplı ve şiddetli, ne de yumuşak olmaması, her işte
ılımlılığı elden bırakmaması gerekir. Hatta bir parça şiddete meyletmeleri din ve
devlet için daha iyi olur.
Padişah tahta çıkar çıkmaz hazineyi kontrol etmeli eksikleri tamamlamalı,
sonra ayak divanlarında yapılacak fetih ve seferleri her vezir ile etraflıca görüşmeli
görüşlerin birleştiği işi yapmalıdır. Her ne olursa olsun tahta çıkışın ilk zamanlarında
mümkün olduğu kadar fazla fetihte bulunmalı, kâfirlerin kalbine bir miktar korku
salmalıdır.145
Ülkedeki mansıpların defterlerini her zaman huzurunda bulundurmalıdır.
Şayet padişah katında bu şekilde nice müstahak olmayan kişilerin mansıpları alınıp
padişah sancağından gelen ağalara ve diğer müstahak kimselere verilebilmesinden
başka, halen mansıbda olanların ne biçim insanlar oldukları, kaç yıldan beri
144 a.g.e., ss. 151-152, 176-179 145 a.g.e., s.154, 179-180
78
mutasarrıf oldukları, derece derece padişahın malumu olurdu.146
Padişah halkı dinlemekten imtina etmemeli onları onların dilek temenni ve
şikâyetlerini göz ardı etmemelidir. Reaya Allah tarafından padişaha emanet
edilmiştir. Padişah onları gözetip korumalıdır. Padişahın adaleti olmazsa nizam-ı
alem bozulur. 147
Kısaca özetlersek Hırzü’l-Müluk yazarı rüşvetin önlenmesi, hazine gelirlerin
azalmasına yol açacak gelişmelere set çekilmesi ve ülke işlerinin adaletle çekip
çevrilmesini salık vermekte ve bu işin öncelikle padişahın dizginleri ele almasına
bağlı olduğunu savunmaktadır.
Hasan Kâfi, Usulü’l-Hikem fi Nizami’l-Âlem adlı eserini kaleme almasına
sebep olarak 1595–96 yılında nizam-ı âlemde müşahede ettiği ihtilali gösterir. Kâfi
bu karışıklıkların sebeplerine vakıf olabilmek için Allah’tan yardım istediğini
söylemekte ve neticede 1574-75∗ yılından beri vaki olan ihtilalin sebebini keşfettiğini
ileri sürmektedir.148 Bunları; “Allah doğrusunu yeğ bilür” diyerek şöyle sıralar:
Bu bozuklukların ilk yönü: adalette ihmal ve tekâsüldür. Sonra iyi bir
siyasetle bu ihtilalin zapt olunmakta ihmal olunduğudur. Bunun sebebi emaneti
ehline vermemektir. Yani makam ve mansıpları na-ehillere verilmektedir. İkincisi:
İstişarenin terk edilmesidir. Bunun sebebi kibirdir büyüklenmektir. Ulemaya ve
ukelaya danışmaktan utanmaktır. Üçüncüsü: Asker tedarikinde ve tedbirinde
ihmaldir; bu da askerlerin ümeradan ve seraskerlerden korkmamasındadır.
Dördüncüsü de: bütün bunlara sebep olan rüşvet almak tamaıdır ve dahi kadınlar
146 a.g.e., s.155, 181-182 147 a.g.e., s.182 ∗ III. Murat’ın tahta geçiş tarihi olan 1574, çözülmeye ilişkin risalelerde bir başlangıç noktası olarak kabul edilmiştir. Bunda bu tarihten itibaren kânun-ı kadîme aykırı uygulamaların yoğunluk kazanması etkili olmuş olmalıdır. 148 İbşirli, a.g.e., s.248
79
taifesine rağbet edip onların sözleriyle amel etmektir.149
Düzenin bozulmasının alametleri ise şöyle sıralanmaktadır: Padişahın genç ve
yeni yetme olanları kendine vezir ve danışman edinmesi, kendi dostlarını incitmeye
başlaması, gelirin giderin az olması, göreve atama ve azletmede padişahın kendi heva
ve hevesine mağlup olması ve ulemayı tahkir etmesi.150
Padişahın helakine üç şey sebep olur: Birincisi lezzet ve arzuların aklına
galebe çalması, ikincisi vezirler arasında çekişmelerin tezahür etmesi, üçüncüsü
askerin düşmandan yüz çevirip gaza işlerinde itaat ve nasihati terk etmesidir,
Saltanatın zevalinin görünüşteki alametleri ise, şeriat hükümleriyle amel olunmaması
ve askerin zulmetmeye başlamasıdır.151
Kâfi bozuklukların sebeplerini böyle sıraladıktan sonra çözüm önerilerine
geçer: Bu kitabı yazarken yararlandığı eski eserleri de belirttikten sonra
âdemoğullarını dört sınıfa ayırır ve bunların başına padişahı koyarak “padişah bu
dört sınıfı zapt etmekle yükümlüdür” der. Bunu da adaletle ve hüsnü siyasetle görüp
gözetmelidir. Ve bunu da âlimler ve âkillere sorarak yapmalıdır. Şeriat hükümlerine
amel olunmaması ve askerin zulmetmeye başlamasını sezen ilim ehlinin, durumunu
derhal padişaha bildirmesi, padişahın ise ihmal etmeyip bozuklukları def etmesi
vaciptir. Eğer iş henüz başlangıç aşamasında iken sıkı tutulmazsa sonradan
üstesinden gelinemez.152
Yazar ayrıca yapılacak işin hayırlı mı yoksa kötü mü olduğunun Allah
tarafından ilham edilmesi için yapılan özel bir ibadet olan istihareyi teklif etmektedir.
Padişah olana vaciptir ve lazım budur ki ulema ve sulehaya ve dua ehline tazim ve
149 İbşirli, a.g.e., s.249-250 150 a.g.e., s.259; Öz, Osmanlı’da “Çözülme” ve Gelenekçi Yorumcuları, s.64 151 İbşirli, a.g.e., s.261, Öz, a.g.e., 64 152 İbşirli, a.g.e., s.275
80
ikram eyleye. Padişahın hayırlısı hal ve hareketlerinde iyi niyetli olanıdır, yani ihsan
üzere olanıdır, hem asker arasında hem halk arasında adaletle hükmeyleyendir.
Hasan Kâfi de klasik daire-i adliye anlayışını seslendirerek; “Padişahlık ve sultanlık
ancak askerle olur, asker ise ancak mal ile olur, mal ise memleket mamur olmadan
olmaz, memleket ise ancak adalet ve iyi yönetimle mamur olur” der.153
Kitab-i Müstetâb yazarı Osmanlı devletinde ilk tegayyür ve fesadın
belirtilerinin Kanuni devrinde ortaya çıktığını, ama asıl bozulmanın III. Murat
zamanında başladığına işaret etmektedir. Bu eser temelde daire-i adliye kavramında
odaklaşan siyaset anlayışına uygun bir tarzda kalem alınmıştır. Eserin girişinde,
değişen şartların “nizam-ı aleme ihtilal ve reaya ve berayaya infial” verdiği
belirtilerek işbaşında olanların bu duruma ne denli tedbir ve tedarük ile düzen
getirebileceklerini anlatmaktadır.154
Eserin I. Bölümünde Osman gaziden Sultan III. Murat’a kadar olan her
kademedeki devlet yöneticilerinin şeriat ve kanunlara uygun hareket ettiklerinden,
adaleti gözettiklerinden, bu yüzden de geniş ülkeleri fethettiklerinden ve reayanın
refah içinde olunduğundan bahsedilir.155
Müellif: “İslam padişahı âlemin ruhudur, Padişahlığın üzerinde dünyada bir
yüksek makam yoktur. Padişah memlekette yaşayan halkı adaleti altında mutlu ve
mesut yaşatmakla yükümlüdür. Atalardan meşhur meseldir ki balık baştan kokar
demişler. Şimdi buna cevap çıktı ki, âlemde ihtilal ve nizamın bozulması,
padişahımızın iyi vezir-i azam edinmeyip, onların kötü yönetimleri ve rüşvet almaları
ile cümle alemde olan yarmazlıklar ve bid’atların ve kanunlara muhalefet
153 a.g.e., s.254 154 Yücel, Kitab-i Müstetâb, s. XXIII; Öz, a.g.e., s.69 155 Yücel, a.g.e., s.XXIII, 2
81
edilmesinin bir ilgisi olmalıdır.” der ve misal verir. Misalde de işin ehline verilmesi,
avratlarının muratları üzere hareket edilmemesi üzerinde durur. Padişaha uzun uzun
ne tip bir devlet adamını sadrazam yapması gerektiğini ve bunu yollarını anlatır.156
Koçi Bey Risalesi Osmanlı toplum ve devlet düzeninden meydana gelen
değişikliklerin gelenekçi bir bakış açısıyla tahlilini yapan risalelerin en çok tanınanı
ve belki de en kapsamlı olanıdır. Bu eserde Koçi Bey bir yandan Osmanlı geçmişinin
parlak bir tasvirini yaparken öte yandan da geleneksel kurumların yozlaştırılması
sonunda ortaya çıkan tabloyu tasvir eder ve sahip olduğu bakış açısı çerçevesinde,
ihtilal-i âlemin sebeplerini irdeleyerek bunalımdan çıkış yolunu göstermeye çalışır.157
IV. Murat’a bile sarayın ve devletin düzeninin günden güne bozulduğunu bu koşullar
altında padişahın dikkatli davranmaması halinde ülkenin felakete sürüklenebileceğini
hiç çekinmeden söyleyebilmiş ender kişilerden biridir. Hatta ülkenin çökmeye
başlamasını Kanuni Sulan Süleyman çağında görmeye başladığını ileri sürecek kadar
büyük bir cesaret göstermiştir.158 Koçi Bey’e göre Kanuni zamanına kadarki
padişahlar divanda hazır bulunurlardı ve memleket işleriyle tam meşgul olurlardı.
Kanuni’nin divana katılmamakla birlikte devlet işlerinden tamamen el çekmediğini,
seferlerin bazılarına bizzat katıldığını ve zaman zaman halkın arasına katılarak
onların dertlerini dinlediğini ve halkın nabzını tuttuğunu söyler. Ona göre
Kanuni’den itibaren padişahların divana katılmaması hükümdarı yöneticileri tanımaz
hale getirmiştir. Sonra Kanuni’nin, kanunlara aykırı olarak İbrahim Paşayı ve kızını
verdiği Rüstem Paşayı sadrazam yapması, ihtilalin başlangıcını oluşturmuştur.159
156 a.g.e., s.28-29 157 Öz, a.g.e., s.72 158 Gülbende Kuray “Türkiye’de Bir Machıavelli: Koçi Bey” Belleten, 1998, C.LII, S.205, s. 1655; Danışman, Koçi Bey Risalesi, s.50 159Danışman, a.g.e., s.50
82
Koçi Bey sadrazamlığın değerli bir makam olduğunu ve vezir-i âzamların
sebepsiz yere azlolunmayıp uzun yıllar vazife başında kalması gerektiğini söyler.
Ayrıca diğer mansıplarda da sebepsiz yere azil veya tayin olunması, oradan alınıp
oraya verilmesinden Allah’ın razı olmayacağını söyler.160
Koçi Bey de daire-i adliyenin klasik söylemini tekrarladıktan sonra “Alemin
düzeni padişahın mübarek kalbine bağlıdır. Padişahlar alemin kalbidir. Hükümdarlar
iyiliğe yönelirse, alem baştanbaşa düzen bulur. Kötülüğe yönelirse, halk kederli olup
ağaçlar meyve vermez ve yerlerde ot bitmez” der. Koçi Bey, devlete zarar veren bir
başka unsurun da lüks ve eğlence düşkünlüğü olduğunu söyleyerek, bu tutkunun
hükümdarları asıl amaçlarından ayıracağını söyler. Ona göre Kanuni çağında çıkan
isyanlar safahat düşkünlüğünden kaynaklanmıştır. IV. Murat’ı bu konuda uyaran
Koçi Bey, “Sultan Süleyman Han askerin kuvvetini hazinenin zenginliğini görüp süs
ve şöhret artırdı. Vezirler dahi ona uyup... bütün halk süs ve şöhrete düştü. Zamanla
o dereceye vardı ki makam sahibinin geliri ve asker taifesinin ücreti yalnız ekmek
akçesine yetişmeyip mecburen zulüm ve tecavüze başladılar. Bu Devlet-i Âliye’de
şöhret ve süs gibi zararı bulaşıcı bidat yoktur.”161der. Memlekette zere kadar bir
zulüm olsa, ceza gününde bu, padişahtan sorulur, vezirden sorulmaz. “Ben onlara
ısmarladım” demek Cenab-ı hak huzurunda cevap olmaz. Zavallının gözyaşları
dünyayı boğar “küfr ile dünya durur zulüm ile durmaz”. Adalet ömrün uzunluğuna
sebeptir. Fukara ahvalinin düzeni padişahın cennetlik olmasına sebep olur.162
Emaneti ehline vermek lazımdır. 990’dan beri yüksek memuriyetler rüşvet ile
ehliyetsiz kişilere verilir oldu.163
160 Danışman, a.g.e., s.6, 59 161a.g.e., s.50-51; Kuray, a.g.m., 1659-60 162 Danışman, a.g.e., s.34 163 a.g.e., s.34
83
Koçi Bey padişaha yapacağı ıslahatlarda yumuşaklığın kâr etmeyeceği
belirterek “İnsanoğlu kahr ile zapt olunur. Yumuşaklıkla olmaz” der.164
Bu kadar karışıklık fitne ve fesada, reayanın ve memleketlerin harab olmasına,
hazinelerin ve malların azalmasına sebep rüşvet şeytanı olmuştur. Dünya yüzünden
rüşvet lâşesi kalkmadan adalet mümkün olmaz. Kıyamet gününde hepsi padişahımdan
sorulur. Doğru ve temiz niyet ile adalet icra ederler, zulüm ve fesadın kaldırılmasına
yönelirlerse, kendisinden yardım dilenilen Allah’ın fazlı ile her iş kolay olur.165
Kitab-ı Mesâlîhi’l-Müslimîn ve Menafi’i’l-Mü’minîn: Eserde -Vezir-i azam
Kemankeş Kara Mustafa Paşa’ya sunulmuş olmasından olsa gerek- bozulmanın
padişaha bakan yönüne dair pek bir şey yoktur. Fakat padişahlık müessesini de
ilgilendiren ve yukarıdaki siyasetnamelerimizde de geçmiş olan meşveret mevzuu
burada da işlenmektedir. Müellif; “Meşhur meseldür: Meşveretten kimse hüsran
bulmadı, meşveret iden pişman olmadı. Pes bu hodbinlik kat’î kabih fiildür. Kişi ne
kadar âkil olsa, elbette meşvereti elden komamak gerekdür” der.166
Üzerinde durulan diğer bir konu da adalettir. Hoş bir üslupla anlatılan bu
husus, Osmanlı devletinin dayandığı yönetim anlayışının en önemli bir kavramıdır.
Osmanlı devletinde padişah adil bir yönetimin ilk şartı olarak en uzak bir yerde
oturan bir kulun doğrudan doğruya kendisine ve divan-ı hümayuna başvurabilme
yollarının açık tutulmasını ön görmüştür. Müellifimiz daire-i adliye anlayışından
yola çıkarak divandaki işlemlerin kolaylaştırılmasını ve çabuklaştırılmasını
önermektedir.167
Katip Çelebi ve Düsturü’l-Amel li İslah’l-Halel: Katip Çelebi de daire-i
164 a.g.e., s.37 165 a.g.e., s.62 166 Yücel, Kitabu Mesâlîhi’l Müslimîn ve Menafi’i’l-Mü’minîn, s.86-87 167 a.g.e., s.121-122
84
adliyeyi şu şekilde ifade eder: İnsansız mülk olmaz, ordusuz halk olmaz, parasız ordu
olmaz, halk olmadan para toplanmaz, adalet olmasa da halk olmaz. Ve halk sultana
tanrının emanetidir.168 Geçmiş padişahlar reayayı zalimlerden korumuş, adalet ve ve
gönüllerini hoş etmekte tam bir özen göstermişlerdir. Aklen ve şer’an zararlı ve
ayıplanan bu rüşvet huyu devlet işlerinin dayanağı olunca, o devletin halinin ne
olacağını varın siz düşünün. Devlet yapısında meydana gelen bu bozulmanın çözümü
için halkı hakka boyun eğdirecek dirayetli bir kişi lazımdır. Bir de devletin ileri
gelenleri, gerçek padişahın mülkün sahibi olan Allah olduğunu bilmelidir.169 Adil ve
hakça tek bir gönül ve tek bir görüşle terslik edenlere meydan vermeyip devlet
işlerinde alınması gerekli tedbirleri almak ve hemen işe koyulmak gerekmektedir. Bu
eserde sözü edilen sıkıntıların hepsi dehşetlidir diye korkuya düşüp kuruntuya
kapılarak tedbir almamak din ve devlet için yakışık almaz ve hâkimiyetin gereği bu
değildir. Cihanın padişahı hazreti padişahın saltanatları kuvvet ve saadettedir. Zulüm
ve haksızlığı bırakıp şer’î ve aklî kanun gereğince tedbir alırlarsa bu yüce devleti
hıyanetten kurtarıp kanun yoluna sokarlar.170
Defterdar Sarı Mehmet Paşa ve Nesâyîhü’l-Vüzerâ v’el-Ümerâ: Defterdar’a
göre bütün idareciler ve özellikle padişah adalet üzere hareket etmelidir; zira adalet
sayesinde hazine bollaşacak, reaya artacak ve ülke mamur olacaktır. Bunun için
memleketin halini yakından izlemeli ve sikke işine gereken özen gösterilmelidir.
Ayrıca narh (fiyat belirleme) işini sadece kadılara bırakmamalı ve her idareci günlük
narh ile ilgilenmelidir.171
Padişahın yerine getirmesi gereken gayret borcu şudur ki : “Hepiniz
168 Aslantürk, a.g.e., s.200 169 a.g.e., s.208 170 a.g.e., s.210 171 Defterdar Sarı Mehmet Paşa, a.g.e., s.23; Öz, a.g.e, s.95
85
yöneticisiniz ve hepiniz yönettiğiniz kimselerden sorumlusunuz” sözü uyarınca,
Müslüman olmayan uyrukların hallerini iyileştirip, Müslüman halkın işlerini düzene
koya ve kutsal, güzel emirleri yerine getirerek sınırlardan ve başka yönlerden gelecek
tehlikeleri önleye. Yerine getirilmesi gerekli olan bu işlerin yapılabilmesi için
“memleket yetişmiş adamsız, yetişmiş adam da malsız olmaz” deyimine göre, bu
işleri çevirecek yetişmiş vezirlerin bulunması ve harbi kazanacak askerlerin
toplanması gerekeceği şüphesizdir. Bu amaçla çalışmaların ürününü elde etmek, mal
ve yiyecek biriktirmek, deniz gibi hazineler meydana getirmek, evreni yaratan
Tanrı’nın emaneti olan reaya fukarasının ve bütün Tanrı kurallarının güven ve
rahatını, dirlik ve düzenliğini korumaya çalışan, dindar, doğru Aristo gibi akıllı bir
veziri tam yetkiyle vekil tayin buyurup “emanetleri ehline veriniz” sözü uyarınca, yurt
işlerinin yoluna konulup düzenlenmesi, reayanın hallerinin iyileştirilmesi bu vezire
bırakılmalı ve bu vezir hükümet işlerinde tam bağımsız kılınmalıdır. Yüksek katına
sunulan işlerin döndürülmemesi devlet ve memleket gereklerinin en önde
gelenlerinden ve saltanat usullerinin en önemlilerinden olduğu “Güneş gibi parlak ve
gün gibi bellidir.”172
Peygamberimiz (S. A. S.) “sultana sövmeyin, çünkü o yeryüzünde Tanrının
gölgesidir” buyurdular. Cihan padişahına her fert temiz yürekle daima candan duada
ve övgüde bulunup aman bunun dışında davranıştan el çekmeliler. Ulu tanrı onu
kendisine hâlîfe kılmıştır. Yeryüzünde Tanrının gölgesidir. Duası herkese ödevdir.173
Rüşvetle ehliyetsiz ve zalimlere devlet hizmeti vermekten çok çekinmek
lazımdır. Zira o gibi adamlara rüşvetle devlet hizmeti verilmek reaya mallarını
yağmaya izin verilmeyi kapsar. Zira verdiği rüşvete karşılık lazımdır. Rüşvet için
172 Defterdar Sarı Mehmet Paşa, a.g.e., s.8-10 173 a.g.e., s.12
86
verdiği şeyden başka kapusu halkı ve kendisi bir menfaat elde etmelidir. Bu konuda
çok düşünmek lazımdır. Bütün kötü adetlerin ve zulümlerin başı ve başlangıcı, türlü
kötülük ve karışıklıkların kökü ve kaynağı; felaketlerin büyüğü, rüşvet dedikleri fesat
madenidir ki, İslam topluluğu için bundan ziyade bela ve din ile devleti kökünden
yıkıcı başka kötülük yoktur. Çünkü rüşvet kişinin dinini ve devletini yıkar.174
* * *
Osmanlı devletinin nizam-ı aleme ihtilal reaya ve berayaya infial geldiğini
fark eden aydınları, bunun sebeplerini daire-i adliyenin bozulmasında aradılar. Daire-
i adliyenin başında da hükümdar vardı. Geleneksel olarak adalet dairesinin
bozulmasının padişaha bakan yönü ıslahatçılar tarafından aşağı yukarı aynı şekilde
ifade edilmiştir. Siyasetnameciler özetle Padişahtan şunları istediler:
� Padişah otoritesinin yeniden kurulması
� Adaletin ihmal edilmemesi
� Adil, âkil ve mütedeyyin sadrazamlar seçilmesi ve sık sık görevden
azledilmemesi
� Emanetin ehline verilmesi
� Rüşvetin önlenmesi
� Padişahın işlerden el-etek çekmemesi
� Meşveretin ihmal edilmemesi
� Saray harcamalarında israfa kaçılmaması, lüks ve şatafatın önlenmesi
� Halkın nabzının tutulması
� Güvenilir ve kâmil danışmanlar tutulması,
� Saray kadınlarının işlere karıştırılmaması
174 a.g.e., s. 42-44
87
b-) Bozulmanın askere bakan yönü:
Daire-i adliye anlayışına göre mülkün ayakta durabilmesi için hükümdara
ihtiyaç vardır. Padişahın mülkünü koruyabilmesi için askere ihtiyacı vardır.
Siyasetnamelerde yer alan en önemli konulardan biri de bu asker meselesidir. Güçlü
bir ordu, hudutların korunmasında, cihat ve gazada, dâhildeki bozguncuların
sindirilmesinde en lüzumlu olan şeydir. Hazineler ordu için dolu olmalıdır. Sultan
orduyu hoşnut etmeye azami dikkat etmelidir. Ordu sultandan hoşnut olmazsa ne
asayiş ne de hudutlar korunabilir. Devleti ordu, orduyu da hazine ayakta tutar.175
Osmanlı Devleti fethe dayalı bir politika izlediğinden ilk bozulmalar genelde
askeri cephede fark edilmiştir. Daha doğrusu seferlerden eskiden olduğu gibi
zaferlerle dönülemeyince bir yerlerde bir bozulmanın olduğu düşünülmüş ve çareler
aranılmaya başlanmıştır. Onun için siyasetnamelerde en çok yer verilen konu
askerler olmuştur.
Yozlaşmanın etkilerini en olumsuz yaşayan müesseselerden biri de ümera ve
askeri sınıftı. Osmanlı siyasetnamelerinde bu sınıfın yozlaşmasından birinci derecede
III. Murat sorumlu tutulmaktadır.
Lütfî Paşa Kul taifesinin az ve öz olmasını tavsiye ederek “On beş bin asker
çok askerdir. Hiç eksilmeyip yıldan yıla on beş bin adama ulufe yetiştirmek
pehlivanlıktır.” “Asker çokluğu faide vermez, Az ve öz, muti ve münkad gerek”
demiştir. Lütfî paşa askerle ilgili bir de sefer hazırlıkları, seferde neler yapılmalı gibi
hususlarda malumat vermiştir.176
Hırzü’l-Müluk müellifi “Saltanatın bekası adalet ve yarar asker iledir.” der
dirliklerin hak edenlere verilmemesinden ve miri arazilerin vakıf ve mülke
175 Ocak, “Düşünce Hayatı”, s.170; Uğur, Osmanlı Siyaset-Nameleri, s.114 176 Lütfi Paşa, a.g.e., s.250
88
dönüştürülmesinden yakınır: “Askerin tabi olması istihkakına göre dirlik vermekle
olur... memleketlerin fethedilmesi mülkün ve hazinenin artırılması içindir, yoksa
vazifelilere ve diğerlerine temlik için değildir” der.177 Askeri düzenin bozulmasına
sebep olan bu uygulamaların sakıncalarını, III. Murat döneminde eserini kaleme alan
Hırzü’l-Müluk yazarı çok önceden dikkat çekmişti. Ocak nizamının ve askerin
durumunun nasıl olması gerektiğini uzun uzun anlatan yazar, dönemindeki
uygulamadan yakınarak “şimdiki halde vüzera ve ümeradan ve sair ekâbir ve
asâgırdan havf kalkup her birinün gözüni ve gönlüni tama’-ı ham kaplayup, helal ve
haram dinlemeyup, mâl-ı Kârun cem’ itmek sevdasında olmağla ekser umur muhtel
olup, hatta zu’amâ duhul idüp, sipahi-zâdelerün ve eli emirlülerün ekseri fakir
olmağla mahrumu, nâ murad gezerler” demekte, parası olmayanın tımar alamadığını
vurgulamaktadır. Yazarın bu uygulamanın rüşvet ve caize sunma geleneği ile alakasını
ortaya koyması da ayrıca dikkat çekicidir. Kanuna aykırı tayinler ve tımar tevcihleri
beylerbeyilere sorulduğunda “Ya niçe idelüm? Altı ayda bir vezir-i azama bu kadar bin
filori göndermek lazımdır. Haslarımız mahsulü ise harcımuza ancak vefa ider. Böyle
rişvet almayınca ya bu kadar filoriyi biz kandan tahsil idüp gönderelüm” diye cevap
verdiklerini ve bunu aleni bir şekilde söylemekten çekinmediklerini ifade etmektedir.178
Yeniçeri için makbul bir kanun konulmuştur buna göre acemi oğlanı birkaç
yıl hizmet eder... Yeniçeri kanunumuz budur der terakki beklemez ama Cebeciler,
Yeniçerilerden daha üstün bir topluluk olmadıkları halde, her ulufede buçuğar terakki
almak suretiyle, birkaç yıl içerisinde iki akçe ulufeli bir Cebecinin ulufesi yirmi otuz
akçe olur.179
177 Yücel, Hırzü’l-Müluk, ss.176-178 178 a.g.e., s.187; Çiçek, a.g.m., s.1395; Öz, a.g.e., s.61 179 Yücel, a.g.e., s.186
89
Hasan Kafi askerlikle alakalı; diğer siyasetnamecilerden farlı olarak
Avrupa’nın yeni askeri gelişmelerinin takip edilmesini istiyor. Modern bir bakış açısı
getiriyor.
Hasan Kafiye göre askerin hem silahlanması hem de zırh giydirilmesi farzdır.
Hâlbuki şimdilerde askerler tam teçhizat giyinmedikleri ve silahlanmadıkları için
savaştan kaçmalar çok oluyor. Seraskere düşen bunu kontrol etmektir. Savaştan önce
asker arasında dolaşarak askerin teçhizat ve mühimmatını kontrol etmelidir.
Yoklama hususunda kendinden başka kimseye itimat etmemelidir. Savaşlardaki
mağlubiyetlerin sebeplerinden biri olarak bunu gösterir. Hasan Kâfi elli seneden beri
gözlemlediğini ve ne zaman düşman yeni bir silah kullanmaya başlasa bizim
üzerimize galebe ettiklerini belirttikten sonra, “Ne zaman onları kullandığı silahtan
kullansak hemen gelip geliyoruz” diyor. Kâfi, “şimdiki zamanda ehl-i harp olan
düşman yeni silah kullanmakta ifrat eder oldular, ama bizim askerimiz o silahları
temin etmekte ihmal eder oldular, hatta eski silahları bile düzgün kullanamaz oldular.
Bu yüzden de cenk meydanlarından kaçmaya başladılar.” diyerek yeni silahların
kullanılması ve yeni geliştirilen silah teknolojilerini takip edilmesini söylüyor.180
“Padişah ve serasker olana lazımdır ki askeri, gazileri cenk üzere kandırsınlar.”181
Savaş tedbirleri cümlesinden olarak yapılması gereken bir başka şey de yeni
fethedilen bir yerin idaresini eski beylere bırakmamaktır. Zira bunların kalplerinde
kin devam etmektedir.182 Burada yazar Osmanlı fetih usullerinin önemli bir yönünü
tenkit ettiği gözden kaçmamaktadır. Bilindiği üzere Osmanlılar fethettikleri ülkelerin
hepsinde tek tip bir idare uygulamadan ziyade mahalli şartları dikkate alarak bazı
180 İbşirli, a.g.e., s.267-268 181 a.g.e., s.269 182 a.g.e., s.271
90
yerlerde evvelki idarecileri yerlerinde bırakmışlardır. İşte Hasan Kâfi bu politikanın
mahzurunu vurgulamaktadır.183
Müellif zaferlerin Allah’ın yardımı ile kazanabileceğini Allah’ın yardımının
ise takva ile olacağını söyledikten sonra, “Onları takva üzere tutmak ve kahvehane
gibi yerlerden korumak lazımdır, bu ise hüsn-i siyaset ve zabt ile mümkündür.” der.
Savaştan kaçanların da kahr-u siyasetle tehdit edilmesi lazımdır.184
Esasen kâfirlerin galebesinin esas sebebi İslam askerlerinin zulüm ve
isyanıdır. Askerin kötü durumunun sebebi zabtu siyasetteki ihmal ile asker
tedarikinin zamanında yerine getirilmemesidir. Buna da idarecilerin mala düşkünlüğü
yol açmıştır.185
Kitab-ı Müstetab’da da askeri sınıfın bozulmasıyla ilgili olarak önemli
bilgiler verilmekte ve aşınmanın boyutu örneklerle ortaya konulmaktadır: Sultan
Murad Han zamanında şark seferine serdar olan Lala Mustafa Paşa sefer dönüşünde
İstanbul’da rüus defterini incelettiğinde kaydedilen çavuşluk, sipahilik ve dirliklerin
“üç bölük virgüsünden ancak bir bölüğünün makbul” olduğunu görmüş ve savaşta
yararlık göstermediği halde dirlik tahsis edilenlere yapılan tevcihleri iptal etmiştir.
Ne var ki yazarın da tespit ettiği gibi kânun-ı kadîm yine tatbik edilmemiş ve serdar
olanlar “heman Üsküdar’a geçtikleri gün veyahut Rum-ili seferi ise Edirne
kapusundan taşra çıktıkları günden heman beğlerbeğleri ve sancak beğlerini ve sair
mansıp namında olanları âleme bela nazil olan rüşvet sebebiyle tebdil ve tağyir ve azl
ve nasb itmeğe mübaşeret” etmişlerdir. Bu şekilde tımar ve zeametlerin rüşvetle ve
hak etmeyenlere verilmesi veya ekâbir sepetine girmesiyle, Osmanlı ordusunun
183 Öz, a.g.e., s.65 184 İbşirli, a.g.e., s.273 185 a.g.e., s.275
91
temelini oluşturan kul taifesi ve tımarlı sipahiler bozulmuş, askerin savaş gücü
azalmıştı.186
Müellife göre padişahın otoritesinin zayıflaması sebebiyle kul sistemi
bozulmuştur. Bunun başlıca sebebi reayanın askeri sınıfa girmiş olmasıdır. Saray
hizmetlerine devşirmeler yerine Müslüman reayadan kimseler alınmaya başlamıştır.
Kul sayısı artmıştır.187 III. Murat devrinden itibaren reayanın silah taşımasını yasak
eden onların Kapıkulu olmasını veya doğrudan doğruya sipahi tımarı almasını men
eden kanunlara riayet edilmemeye başlanmıştır. Neticede askerin kalitesi düşmüş,
disiplin bozulmuş, çiftçilerin topraklarını bırakmasını bu durum teşvik etmiştir.
Levendler ve sekbanlar bunların arasından türemiş ekserisi Celâli olmuştur. Öyle ki
olur olmaz reaya bir çift öküzünü satıp akça kuvveti ile kimi sipahi kimi Yeniçeri
olup istediği dirliğe ve mansıba geçmişlerdir. Tımarlı sipahi ordusu önemini
kaybetmiştir. İmparatorluğun esas ordusunu eyaletlerde tımarlarında oturan sipahiler
oluştururdu. Fakat şimdi saray halkı ve ekâbir hükümet otoritesin zayıflamasından
istifade ederek tımar ve zeametleri kendi tasarrufları altına geçirmişler ve böylece
sipahi aileleri dirliksiz kalmıştır. Bu durumda devlet Kapıkulunu çoğaltma zorunda
kalmış bunlara ulufe maaş yetiştirmek zorlaşmış, merkezi hazinenin yükü fazlası ile
artmış, mali sıkıntı baş göstermiştir. Kapıkulu devlete tahakküm eder olmuştur.
Reaya asker olmaya özenince toprağını bırakmış üretim azalmıştır.188
Kitab-ı Müstetab yazarının geçmişte ve eserini kaleme aldığı dönemde asker
mevcudu ile ilgili verdiği bilgiler sonraki siyasetname yazarları ile
karşılaştırıldığında askeri sınıfın yozlaşmasının seyri izlenebilmektedir. Yazara göre
186 Yücel, Kitab-ı Müstetab, s.16, Çiçek, a.g.m., s.1401, Öz, a.g.e., s.70 187 Yücel, a.g.e., s.7 188 a.g.e., s.7-17
92
eskiden “bölük halkı yedi sekiz bin nefer iken şimdi yirmi binden ziyade”, yeniçeri
ocağının mevcudu ise eskiden “sekiz bin iken ba’dehu merhum Sultan Süleyman
Han hazretlerinin zaman-ı şeriflerinde on iki bin olup şimdi ise kırk bine”
yaklaşmıştır. Öte yandan asker mevcudu 3-5 kat artmasına rağmen “mansur ve
muzaffer askerden eser kalmamıştır.”189
Askeri yapıdaki yozlaşmanın ulaştığı boyuta dikkat çekmesi bakımından
Koçi Bey Risalesi’nde yer alan bilgiler de kayda değerdir. Askeri sınıfın itaatten
çıkmasını III. Murat döneminde Özdemiroğlu Osman Paşa’nın ecnebileri ocağa,
sokmasıyla başlatan Koçi Bey “Bölük halkı 992 h. tarihine gelinceye kadar temiz,
mazbut, itaatli, emre boyun eğen, az ve öz bir taife idi. Adı geçen tarihte
Özdemiroğlu Osman Paşa, yararlığı görülen bazı kimselere başlangıçta dokuz akçe
ile bölük verüp, bu yol ile yabancının girmesine sebep oldu. Ondan sonra gelenler iyi
kötü demeyip, içeriye alır oldular. 1003 h. tarihinde Koca-Sinan Paşa, kul oğlu adı ile
bazı kimseleri Yanık kalesi muhafızlığında alıkoyup, üç yıldan sonra bölüğe alacağı
şartı koydu. Onlar da bu yoldan adı geçen taifeye katıldılar. Böylece de bir kapı
açılmış oldu” demektedir.190 Bu iyi niyetli uygulamaların ocak nizamını bozduğunu
ve ocağa ecnebilerin girmesini kolaylaştırdığını öne süren yazar, bu yüzden düzenin
kalktığını ifade eder. Koçi Bey’e göre daha tehlikeli bir gelişme ise sipahilerin
itaatten çıkarak, “devlet vükelası ile hoyratça muameleler etmeye” başlamasıdır.
Askerin siyasete bulaşması olarak değerlendirdiği bu davranışın tehlikelerinin,
askerin Rumeli Beylerbeyisi Kara Mehmet Paşa ve Babüssaade Ağası Gazanfer
Ağayı “istemeziz” diye katlettirmesi ile ortaya çıktığını savunur. Çünkü bu
başarılarından sonra askerler gelen vezirleri sindirmeye başarmışlar, onlar da can
189 a.g.e., s.7 190 Danışman, a.g.e., s.62-63
93
korkusuyla askere uyarak her istediklerini kayıtsız şartsız yerine getirmişlerdir. Bu
ortamı fırsat bilen asker “pek çok işlere karışmaya başlayıp, kan pahasına nice yüz
yıl evvel fetholunmuş köyleri, tarlaları birer yolunu bulup, kimini paşmaklık ve
kimini arpalık, kimini mülk olarak verdirip, kendileri tamamen doyduktan sonra her
biri adamlarına nice zeamet ve tımar verdirip, kılıç erbabının dirliklerini”
kesmişleridir. Böylece askeri sınıfta hak edenler, Koçi Bey’in ifadesiyle, “itibarsızlık
köşesinde nam ve nişansız” kalırken “bir alay ehliyetsiz ve hak sahibi olmayan”
kimseler rüşvete bey olmuşlardır.191
Risale yazarlarının kayda değer buldukları bu ihmaller sonucu savaşmaktan
aciz kimseler orduya alınmış ve ordunun mevcudu aşırı derecede artırılmıştır. Buna
rağmen savaşlar uzadığından devlet ödeme güçlüğü içine düşmüş ve maaşları
ödemeyi aksattığından askeri itaat altında tutmak iyice zorlaşmıştır.192 Koçi Bey’in
ordu mevcudu hakkındaki tespitleri IV. Murat zamanında da durumda bir düzelme
olmadığını göstermesi bakımından ilginçtir. Koçi Bey’in tespitlerine göre III. Murat
zamanında yalnız 36.150 nefer olan ulufeli sayısı193 kendi döneminde 92.216 nefere
ulaşmıştır.194 (Aziz Efendi III. Murat zamanında ulufeli kul mevcudunun 36.400 iken
kendi zamanında (IV. Murat dönemi) 70.000’i yeniçeri olmak üzere toplam
100.000’ü bulduğunu kaydediyor.195
Kitabu Mesalîhü’l Müslimin’e göre devletin temel dayanakları olan
kapıkulları ve tımarlı sipahilerin bozulması, savaşları kaybetmenin temel sebebidir.
Bu ocaklar artık ağalarına kâtiplerine ve sair görevlilere yemeklik olmaktan başka bir
191 Danışman, a.g.e., s.48-49; Çiçek, a.g.m., s.1405 192 Öz, a.g.e., ss.79-85 193 Danışman, a.g.e., s. 44, 194 a.g.e., s. 62 195 Öz, a.g.e.,s. 81
94
işe yaramamaktadır. Kapu halkının bozulmasında, sayının olağanüstü artması, asıl
görevleri dışında işlerle uğraşmaları etkili olmuştur. Mesela eskiden bütün
yeniçerilerin sayısı oniki bin iken, şimdi sadece korucu ve tekaüt olarak yedi binden
fazla nefer vardır. Bu zümrelerin içinde gerçekten savaşlarda iş görmez durumda
oldukları için böyle kaydedilenlerin sayısı bin kadardır. Diğerleri ise akçe kuvvetiyle
yani rüşvet vererek bir şekilde deftere kaydedilmişlerdir. Kitabu Mesâlîh’teki bilgiler
askerlerin artan disiplinsizliklerini ve bunun doğurduğu olumsuzlukları açık bir
şekilde ortaya koymaktadır. Yazar askerin disiplinsiz ve talimsiz olmasına da dikkat
çekerek, pek çoğunun talimsizlik sebebiyle askerlik sanatında mahir olmadıklarını,
hatta ata binmeyi, ok ve yay kullanmayı bile doğru dürüst bilmemelerinden dolayı
savaşa gitmekten çekindiklerini kaydetmektedir.196 Üstelik savaşa gitmeyen bu
disiplinsiz askerlerin reaya arasına karışıp fesat çıkardığından toplumun düzenini de
bozdukları anlatılmaktadır.197
Eskiden tımarlı sipahi ordusu Osmanlı savaş gücünün bel kemiğini teşkil
ederdi. Esasen bunca kaleler ve ülkeler tımarlı sipahiler sayesinde fethedilmişti.
Ancak tımar ve zeametlerin ekabir sepetine girmesi bu müesseselerin sükutuna yol
açmıştır. Bundan dolayı seferlerde yalnızca kapıkulu görev almakta onlar da
kendilerini zabtu rabt altına alacak bir güç olmadığı için şımararak işe yaramaz hale
gelmekte ve sonuçta hem ülke hem reaya ve hem de hazine elden çıkmaktadır.198
Katip Çelebi ise insan vücudundaki balgama benzettiği askerin, azlığının da
çokluğunun da toplum için aynı derecede zararlı olduğunu ifade ederek diğerlerinden
farklı düşünmektedir. Ona göre asker sayısını azaltmaya yönelik gayretler boşunadır
196 Yücel, Kitabu Mesâlîhi’l-Müslimîn ve Menafi’i’l-Mü’minîn”, s.92-93 197 a.g.e., s.97 vd. 198 Öz, a.g.e., s.70
95
ve askerin çokluğundan korkmaya da gerek yoktur. Ona göre artık devlette yaş ortayı
aşmıştır ve yaş ortayı aşarsa balgam baskın gelerek hükmünün yürütür. Ancak her
defasında azaltıp durgunlaştırılınca eski yaratılış yeniden canlılık bulur. O yaşta olan
bir kimsenin balgamı bütünüyle mağlup edip o durumda kalmaya alışması saçmadır.
Bu aksakallı bir kişinin sakalını siyaha boyaması sonrada ağartmamaya çalışması
gibi bir şeydir. Belki bu durumda uygun olan balgamın zararsız üstünlüğüne boyun
eğmektir. Kara Mustafa Paşa geçmişte merhum Sultan Süleyman Han zamanı
defterlerine göre asker sayısını azaltmıştı. Çok geçmeden, tekrar eski seviyesini
bulup belki daha da arttı. Askeri Sultan Süleyman zamanındaki sayıda tutmak
mümkün değil, boşuna bir çabadır. Şimdi bu zamanda Sipahi zümresini 20.000 ‘den
ve Yeniçeri taifesini 30.000’den aşağı indirmeyip diğer sınıfların da zararsız
çokluğuna rıza göstermek gerekir.199
Defterdar Sarı Mehmet Paşa da tımar ve zeamet sahiplerinin savaşta ölmeyi
göze alamayacak derecede varlıklı hale geldiklerini ve her birinin birilerinin
himayeleri altında olduklarını, bu yüzden “mahall-i kıtal ü harb-ı cenk ve darb’dan
firar iderler”, yani ölünecek yerden, savaş ve dövüşten kaçarlar demektedir.200
Defterdar askerin içine düştüğü bu durumu, “başına dermanı yok heyyula makûlesi
âdemlere tımar verilmesine” ve usulsüz olarak aynı kişi üzerine birçok tımar
yazılmasına bağlamaktadır201.
Kul tayfası çoğaltılmayıp ‘ Az olsun amma öz olsun’, ‘derli toplu olup,
ihtiyaç zamanında hepsi hazır olsun’. Bu konuda da çok özenle iş görerek defterleri
gereği gibi tutup neferleri yerlerinde hazır ettirilmekte ilgi gösterip devamlı çalışmak
199 Aslantürk, a.g.e., s.203-204 200 Defterdar Sarı Mehmet Paşa, a.g.e., s. 145. 201 a.g.e. s. 146-147
96
gerektir. Geçmişte vezir-i azam Lütfî Paşa merhumun ‘Âsafnâme’ sinde ‘On beş bin
asker çok askerdir, hiç eksilmeyip yıldan yıla on beş bin adama ulufe yetiştirmek
pehlivanlıktır’ diye yazmışlar. Lakin şimdiki halde aylık alan asker ve emekliler ve
duacılar ölçüyü geçmiştir.202
Halkın çoğunun taşralarda yeniçerilik iddiasında oldukları herkesçe
bilinmektedir. Bu Bektaşi güruhunun aralarına yabancı karışıp çeşitli insanlarla
karmaşık olarak kurulu düzenleri bozuluştur. Anadolu yakasında ve de Rumelinde
bazı yerlerde olan kazalar, köyler, bucaklar ve tarlalarda reaya tayfasının çoğu
vergilerden yakayı kurtarmak için kılık değiştirip yeniçerilik iddiaları ve serdarların
da buna yardımı sebebiyle reaya asker tayfasından ayırt edilemez olmuştur.
Bunlardan başka; seferlerde, sınırlarda hiçbir vakit hizmetleri geçmemiş ve
İstanbul’dan dışarı bir konak yere çıkmamış çok adamlar vardır. Şefaat ve rica ile ve
birer sebeple yeniçeri ve öteki ulufeli asker zümresine katılarak kimi emekli, kimi
nefer ulufesi edinip o yüzden Müslümanların maliye hazinesine zararları açık
görünen çok adam olduğu halk arasında söylenmektedir.203
“...içlerinden birini bölük başı veyahud bey sayıp işi haydutluğa vardırırlar.
Uğradıkları köylerden atlarına ve boğazlarına ölü fiyatına ve parasız yem ve
yiyeceğe razı olmazlar. Vergi veren halkın çul ve çaputlarına tama’ ederler ve
ambarlarına el atarlar. Büyük torbalarını arpa ve yulaf ile doldurup azık ve yiyecek
de olmak üzere keyiflerince dolanurlar. Bu tarzda davranma ve böylece ziyanlık
vermeyi adet edüp taciz etmeye ve yolsuzluk yapmaya giriştiklerinde kulların ahı ve
iniltisi gökyüzüne ulaşıp inkisar almaları kaçınılmaz olur. Netice Allahtan bulurlar.
Bu soy asker bir işe de yaramaz. Biz “Seferlûyiz” diye türlü kepazelikler ederler.
202 a.g.e., s.56 203 a.g.e., ss.66-68
97
Geçtikleri yollarda olan köyler halkının dağılmasına ve perişan olmasına da sebep
olurlar. Kul hakkından hiç bir suretle vazgeçilmez. Bu konuda da çok tenbih ve ekid
yapılması, düzen ve disiplinlerinde, zulüm ve yolsuzluklarının ortadan
kaldırılmasında her türlü çabayı harcamak ve göz yıldırmak lazımdır.”204
“Bundan başka asker tayfasının çoğu temizlenmeden uzak olup beş vakit
namazı da kılmazlar, İslam’ın şartlarını yerine getirmezler. O konuda da kulakları
bükülüp özen edilse her yönden faydalı ve Allah’ın yardımına ve zafere sebep olur.
Padişah ordusunda vaiz ve öğüt verenler olup halkı cenk ve savaşa isteklendirmek ve
Allah yolunda savaşın faziletlerini anlatarak teşvikten geri kalmayalar.”205
Siyasetname müellifleri asker konusunda da benzer şeyler söylemişlerdir.
Bunları şu şekilde toparlayabiliriz:
� Kapıkulu ocağının nizamı bozulmuştur. Bunun sebepleri:
o Devşirme usulünün bozulması.
o Kanuna aykırı olarak ocağa yabancı alınması.
o Çift-bozan vs. olan halk, parasının iyi olması sebebiyle rüşvetle
ocağa yazılması.
o Ocak mensuplarının askerlik haricindeki işlerle uğraşması.
� Kapıkulu sayısının çok artması.
� Tımar ve zeametlerin ekabir sepetine girmesi sipahi askerlerinin bozulmasına
sebep olmuştur
204 a.g.e., s.86 205 a.g.e., s.86
98
c-)Bozulmanın hazineye bakan yönü
Daire-i adliye anlayışına göre mülkü ayakta tutan hükümdardır. Hükümdarı
ayakta tutan askerdir. Askeri besleyebilmek için de çok mal ve hazineye ihtiyaç
vardır. Saltanat hazine ile olur, hazine de tedbir ile olur. Vezir-i azamın en önemli
görevi hazinede daima geliri giderden üstün getirmektir.206 Hazine vücutta mide
gibidir. Vücudun bütün organlarının mideye gelen gıdalardan yararlandığı gibi,
defterdarlar, kâtipler ve diğer memurların eliyle bütün esnaf ve halk da hazineden
faydalanır. Midenin bozulmasıyla vücudun bozulduğu gibi yukarıdaki şahısların
hıyaneti ve fesadıyla da hazine bozulur. Haliyle devlet zaafa gelir. Bunlar lüks hayat
yaşayıp saltanatla (sultanla) boy ölçüşmeye kalkarsa tabi bu masrafa para yetmez.207
Lütfî Paşa’ya göre Evvela tedbir-i hazine önemli işlerdendir. Saltanat hazine
ile olur. Hazine de tedbir ile olur ve hazine zulüm ile olmaz. Ben geldiğimde
hazineyi düzensiz ve noksan buldum. Kanuni devrinde gelir gidere denk olmuştu.
Bazen yetişmez eski hazineden verilirdi. Ama bu sebeb-i ihtilaldir. Mutlaka gelir
giderden fazla olmalıdır. Vezir-i azam geliri gidere galip getirmelidir ve kul taifesini
çoğaltmaktan kaçınmalıdır. Asker az gerek uz gerek, hepsinin defteri sağlam kendisi
mevcut ve isimleri deftere muvafık gerek. Ulufeli on beş bin asker çok askerdir. Hiç
eksilmeyip bu askere maaş yetiştirmek yiğitliktir. Gerek hazinenin geliri, gerek asker
maaşı, gerekse saray mutfak ve ahır giderlerin bir miktar artması lazımdır. Vezir-i
azam divana müdebbir aklı mal tahsil etmeyi bilen ve vakar sahibi defterdarlar
getirmelidir. Onları serbest bırakıp işleri onlara teslim etmelidir. Fakat onlar da kendi
sevdalarında ve başı hevasında olmayıp padişahın malı ile uğraşmalıdırlar.
Tedbir-i hazine için yapılacak iş maaşları artırmayı sık sık yapmamalıdır.
206 Ocak, a.g.m., s.171 207 Uğur, Osmanlı Siyaset-Nameleri, s.116; Aslantürk, s.201
99
Tekaüt vermede titiz davranılmalıdır. Mukataatı iltizam ile vermekten emanet ile
vermek evladır. (Yani hazineye ait mukataa gelirlerinin idaresinin iltizam denen
yüksek fiyat öneren özel bir şahsa verilmesi yerine resmi bir görevli marifetiyle idare
edilmesi daha iyidir). Mahlûl (boşalmış) olanlara mukataaları defterdar arz etmelidir.
Senede yüzellibin altın olan Mısır hazinesi, padişahın bizzat cep harçlığıdır. Bütün
hazine işlerinin çözümü genel olarak gelir ile gider her sene yoklanıp ona göre
hareket etmek lazımdır.208
Âlî’ye göre bozukluğun sebepleri sekiz başlık altında toplanmıştır. Bunlardan
hazine ile ilgili olan altıncı maddedeki sikke-i celilenin bozulmasıdır. Zira sikke
hutbe ile birlikte hükümdarlığın en önemli sembollerindendir. Kaldı ki sikke dolaşım
özelliği itibariyle hutbeden de önemlidir. “Osmanlı paraları çok kıymetli iken
kıymetten düşmüştür. Hassaten kinde-baz ve kalleş Yahudiler eline düşüp kırılmaya
tüccar-ı bazar onu bilkülliye nazardan saldı. Sarraflar da hilelere başladılar. Piyasayı
içindeki gümüş miktarı azaltılmış kırkık akçe kaplamıştır. Sikke farklı şekillerde
muamele görmektedir. Padişah bu konuya eğilerek parayla ilgili işlerin üslub-ı sabık
üzere yürütülmesini temin etmelidir. ” 209
Âlî der ki: “Sultan beytü’l-malı müslimini sadece münasib yerlere harcamaya,
beytü’l-malden imaret yapmaya, ruhsat ve lazım olmayan yere mesacid ve medaris
icadına be-hasbi’iş-Şer icazet yoktur. Zaferden geleni zevkine ve olur olmaz yere
harcamayıp, gerekli yere harcamalıdır. Bilhassa adam yetiştirmeye sarf etmelidir.”
Bu konuda Âlî, bir kıtasında şöyle demektedir:
Mesacid-ü-meabid ko âdem yap
Kabe yapmakcadır âdem yapmak
208 Lütfi Paşa, a.g.e., ss.250-251; Uğur, a.g.e., s.116-117; Öz, a.g.e., s.52-53 209 Uğur, a.g.e., s.121; Öz,a.g.e., s.58
100
Taş ağaç kaydı ne lazım şahım
Yaraşır şahlara adem yapmak.210
Yine Âlî’nin ifadesine göre, Padişah, hazineyi israftan korumalıdır. Hazinesiz
padişah, sermayesiz tacire benzer. Masrafı gelirinden fazla olan sultan, zengin iken
fakirleşen bir kimseye benzer ki, istediğine sahip olamaz ve ana parası (hazinesi)
günden güne artmaz. “Mesela memâlîk-i Mahruse-i Osmaniye’de bazı ihracat vardur
ki, mahza, israf ve itlafla bahirü’l-galatdur. Cümleden payitahtta ve Edirne’de pek
çok saraylar vardur.” Eski ve yeni bunların döşemesi ve perdesi hep hariçten gelir ve
bunlara pek çok para gider. Bunların ağalarına, aşçılarına ve diğer masraflarına giden
para askerlere harcanan paranın binlerce katıdır. “Amma bunlar sultanlarun şerefidur
korunmalı” denirse, cevaben derim ki, “Onlara bahçe ustalığı ile bostancılar kafidur.
Diğerleri sadece masraf çoğaltır.” Aşçılar, kilerciler, fırıncılar ve diğerleri harem
ağalarına arkalarını dayamışlardır. Onlar da bunlar olmaz ise, yemeklerinin
kesileceğini zannederler. Bunları şikâyet edeni hoş görmezler. “Bunlar ne isterse
olsun” derler. Bunların masrafı üç kantar badem dört kantar gülab, günde kırk kantar
şeker, şerbet süzmek için yılda altıyüz altmış kıt’a tülbenttir. Diğer bir masraf erbabı
da ehl-i hiref denen zümredir. Sanat erbabının her birinden beşer onar kâfi iken, yüze
yakın yazılmıştır. Bunlar sefer gitmezler. Her birine beşer altışar akçe mevacib kâfi
iken, Yeniçerilere emsal olarak çok fazla yevmiye verilmektedir. Diğer zümre de
nakkaşlar ve ressamlardır. Bunlar resmen altmış yetmiş kişi gözükürler. Fakat esasta
2-3 yüz adettirler. Her birisi 2-3 neferun ulufesini yer, fakat sefere gitmezler.
Padişahın bir işi ısmarlanırsa diğer insanlardan aldıklarını almadan yapmazlar.211
210 Uğur, a.g.e., s.95 211 a.g.e., s.96-97
101
Hırzü’l-müluk müellifine göre padişah tahta çıkar çıkmaz önce dış hazineyi
sonra iç hazineyi yoklamalıdır.212 Padişah cimrilikten de savurganlıktan da kaçınmalı
hazinenin boşa harcanmasını reva görmeyip bağış ve cömertliği yerinde
kullanılmalıdır. Askerin bağlılığını sağlamak için istihkakına göre dirlik vermek
lazımdır bunun için de hazinenin dolu olması gerekir.213
Hırzü’l-Müluk’a göre fetihlerden elde edilen mülkler hazineye veya askere
girmesi gerekirken, bazı vezirlere olması gereken ihsan ve nimetlerden başka kırk
elli parça koyunun mülk olarak verilmesi insafla bağdaştırılabilecek bir şey değildir.
Onların vezirlik gibi bir makamda korunup ağırlanmaları onlar için yeterli değil
midir? Özellikle vezir-i azam olan kişiye köy temlik etmeye ne ihtiyaç vardır? O
zaten kimin elinde mülk köy, mezra değirmen, çiftlik hamam ve buna benzer ne
varsa birer yolunu bulup almıştır. Ellerinden toptrakları alınan tımar ve zeamet
sahipleri başlarından korkup itiraz ve davaya cüret edemezler. Bu takdir üzre
gerçekte vezir-i azamın hasları vakıfları ve mülklerinin geliri bütün yeniçerilerin
mevacibine yetere de artar. Devlet hazinesinin böylesine israf edilmesinin hesabunın
kıyamet gününde padişahtan sorulması gerekir. Ben mutasarrıf olduğum dirliği helal
olsun diye topluca padişaha bildirdim. Gerisini padişah bilir. Memleket ve vilayet
feth olunmasından maksat devlet topraklarının genişletilmesi hazinenin
çoğaltılmasıdır. Vezirlere ve başkalarına mülk olarak vermek değildir. Eğer bir süre
daha aynı şekilde köy ve mezraların mülk olarak verilmesi sürdürülürse gelir gidere
yetmeyecektir.214
Kitab-i Müstetab‘a göre bozuklukların sebeplerinden biri de hazinenin
212 Yücel, Hırzü’l-Müluk, s.180 213 a.g.e., s.176 214 a.g.e., s.177-179
102
boşalmasından ileri gelmektedir. Düzensiz masrafların gelirlerden fazla olması
nedeniyle kul taifesinin ulufeleri ödenemez olmuştur. Hazinenin dolmamasının
sebebi reayanın bozulmasıdır. Bunun işleyebilmesi için dirliği ehline vermek
gerektir. Yazar hazineye zarar gelmesinin bir nedeni olarak sadrazamların kul
taifesinden birine rikab-ı humayuna arz eylemeden terakki ve ibtidadan dirlik
vermeğe başlamalarını göstermektedir. Bu yüzden dirlikler alınır-satılır hale gelmiş,
“İsa takyesün Musa’ya giydirilür” olmuştur. Rüşvetin bir bela halini almasını da bu
mansıbların eline verilmeyişinde aramak lazımdır.215 Acemi oğlanlarının hem sayısı
artıp hem yevmiyeleri ziyade olmağla beytülmal-ı müslimîne gadr ve zarar ve itlaf ve
israf olmuştur. Sair ocakların durumu da pek farklı değildir. Ne alan bilür ne satan
bilür. Kat’a devlet-i âlîyeyi kayurur kalmamıştır. Bütün buları ıslah etmek ve iradı
masrafa üstün getirmek lazımdır.216
Devletin başına çöken belalardan biri de rüşvettir. Başkentte bulunan makam
sahipleri 25-30 seneden beri rüşvet yoluna sapmışlar ve rüşveti de öyle bir mertebeye
getirmişlerdir ki hediye diye kapıdan kapıya verilir ve alınır olmuştur. Tabi buna
paralel olarak da beylerbeyleri, sancak beyleri ve diğer görevliler aynı belaya
tutulmuşlardır. Bunlar artık ‘sen çok aldın ben çok aldım’ diye kavga yapmaktan
devlete hizmet etmeyi unutmuşlardır.217
Koçi Bey askerin sayısının artmasının hazineye çok yük getirdiğini söyleyerek
“eskiden asker az ve öz idi şimdi ya para ve hazine nice yetsin” der. “Padişah
hassının yazısı 2441 yük akçe olup, eminlerden ve yapıcılardan en az yarısı tahsil
olunsa, o miktar akçe hasıl olup hazineye giderdi. Şimdi ulufeli asker sayısı fazla
215 Yücel, Kitab-i Müstetab, s.4 216 a.g.e., s.14 217 a.g.e., s.23
103
olup maaşları da fazla olunca masraf fazla olup, masraf artınca da vergi ziyade
oldu.”218 “Altı-bölük halkı birkaç senedir padişah parasını tahsil etmeyi kendisine
vazife edinip, devlet vükelasından bütün defterleri zorla alıp, halkın gözü önünde
mezat edip, birer, birer buçuk kuruş gulamiye ile Ahmed’e Mehmed’e satar
oldular… Bir kısmı vezir hassı haline geldi. Hâlâ mevcut olan padişah hassı
köylerden yüz yük akçe hazineye girip geriye kalandan nam ve nişan kalmadı.”219
Din ve devlete layık olan budur ki ikiyüz yıldan beri temlik ve vakıf olan
köyler, hak ve adalet üzere yoklanıp meşru olan temlik ve vakıf köyleri olduğu gibi
bırakılırsa, meşru olmayıp hazine hakkı olanlar, ulufeli asker taifesine dağıtılarak
nice bin kılıç meydana gelmesine sebep olur. Böyle olunca kılıç çokluğuna ve
hazinenin bollaşmasına sebep olup pek çok menfaatler görülür. Halbuki padişah
hasları köyleri ve şeriata aykırı temliklerin ve vakıfların mahsulatı lüzumsuz yerlere
sarf olunmaktan ise, yolu ile gelmiş ulufeli asker taifesine dağıtılıp taksim olursa, 40-
50 bin nefer ulufelerini hazineye koyup tımara çıkarlardı. 40 bin neferin gündeliği
birbiri üzeriden yirmişer akçeden, senede 2100 akçeden fazla hazineye gelir olup,
geliri gidere üstün olurdu.220
Koçi Beye göre Kanuni zamanında başlayan ihtilâlin hazineye bakan yönü de şu
şekildedir: Sultan Süleyman han askerin kuvvetini hazinenin zenginliğini görüp süs ve
şöhreti artırdı. Vezirler dahi ona uyup (halk hükümdarın dinindedir) anlamına göre
hareket edip, bütün halk süs ve şöhrete düştü. Zamanla o dereceye vardı ki makam
sahibinin geliri ve asker taifesin ücreti yalnız ekmek akçesine yetişmeyip mecburen
zulüm ve tecavüze başladılar.221
218 Danışman, Koçi Bey Risalesi, s.32 219 a.g.e., s.33-34 220 a.g.e., s.42 221 a.g.e., s.49
104
Kitab-ı Mesalîh yazarı da hazine ile ilgili bozulmayı üç ana başlık altında
toplamıştır: İhtisab işleri, Fiyat meselesi, İstanbul iaşesi,
Piyasalardaki fiyat hareketlerindeki adaletsizliklerden yakınan yazar narh
belirlemede muhtesiplerin pek çok yolsuzluk döndürdüğünden yakınır. “İhtisab
dükkanı heman hırsız dükkanı gibi oldu” der.222 “Muhtesib çardağı heman bir harami
yatağı gibi olmuştur. Yanında kadı yok hep avam cem’ olmuştur. Kadı efendi
tarafından adettür bir danişmend korlar, asl harami başı odur. Zira bir gayretle aç
danişment korlar ki bir kaç akçecik eline girsün deyü”223 diyerek muhtesiplerin
yolsuzluklarından ve fahiş fiyatlardan yakınır. Daha sonra İstanbul’un iaşesinin
sağlanması ve denetlenmesi konusunda duruma pratik çareler göstermektedir.
Müellif İstanbul’un iaşesi gibi ekonomik konularda son derece başarılı gözlemlerde
bulunmakta ve olayları tek nedene bağlamamaktadır. Çözüm için önce kanunların
sürekli uygulanmasını, şehre dışarıdan gelen her çeşit malın ucuz kaliteli ve bol
olabilmesi için üretici, nakliyeci ve satıcıların sıkı bir şekilde denetlenmesini,
gerekirse bazarcılar ve halkın kalitesiz ve pahalı mal almamalarını, devlet
görevlilerinin kanunla kendilerine verilen yetkilerini kesintisiz kullanmaları lazım
geldiğini dile getirmektedir.224
Diğer risale sahiplerinden ayrı olarak müellif XVI. yüzyılın sonlarından
itibaren Akdeniz havzasındaki hızlı nüfuz artışı, Avrupa’daki büyük değişme ve
gelişmenin yarattığı yeni ekonomik durumun ve para meselesinin Osmanlı sosyal ve
ekonomik düzeni ile yönetim mekanizmasına etkilerini sezmiş görünmektedir. Eski
düzen, -doğru deyimi ile klasik dönem- özlemlerini pek dile getirmemiş, üstelik
222 Yücel, Kitabu Mesâlîhi’l-Müslimîn ve Menafi’i’l-Mü’minîn, s.115 223 a.g.e., s.116 224 a.g.e., s.114-115
105
dönemin bu uygulamalarını eleştirerek gerçekçi önerilerde bulunmuştur.225
Kâtip Çelebi’ye göre vücutta mide, devlette hazine demektir. Tad alma
duyguları da sarrafa ve bankerlere benzer, istek duygusu tahsildara, sindirimde emme
gücü tahsildarlara, hazım gücü defterdarlara, yazıcılara ve öteki maliye görevlilerine
benzetilebilir. Böylece mideye gönderilen gıda bu kuvvetlerin denk bir şekilde
girişimleri ile eritilip sindirildiği gibi hazineye gelen gelirler de yukarıda andığımız
görevlilerin aldıkları tedbirlerle ve gerekli yerlere bölünüp dağıtılmakla toplumun
bütün tabakaları hazineden ya doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak faydalanıp
geçinirler. Şöyle ki, sevda zayıflamış olursa mide boş kalır, bu kuvvetler
denkliklerini kaybeder, içlerinden biri zayıflar, çökerse beden yapısı da bozulur.
Bunun gibi çiftçi ezilirse hazine boş kalır ve sözü edilen toplum tabakaları hıyanet ve
fesat halinde bulunurlarsa, devlet yapısına da güçsüzlük ve bunalım gelmesi
kaçınılmazdır.
1564 yılında devlet hazinesinin geliri 1830 yük ve gider 1896 yük idi. 591
tarihinde gelir 2534 yük ve gider 3604 yük oldu. Beş sene sonra bir miktar daha
farklılaşarak 1597 yılı tarihlerine göre gelir 3000 yük, gider 9000 yüke yükseldi ve
geçmişte toplanan servetler harcandı. Sultan IV. Murat Han zamanına gelindiğinde
toplam giderler 6000 yükten fazla iken, 1643 hududunda 5500 yük kadar indirilip
tahta geçişinden sonra, gelir 3648 yük, gider 5500 yük olarak kaydedildi. 1650
yılında yeniden çıkarılan vergilerle gelir 5329 yük ve gider 6872 yüke ulaştı. Halen
gider gelirden 1600 yük akçe fazladır.
Bundan sonra gelirin artırılması ve giderin azaltılması yolunun bulunup bunu
devam ettirmek zor iştir. Giderin azaltılması ve düşürülmesinde son çare olarak zorla
225 a.g.e., s.88
106
iş yaptırma gücüne sahip bir kişinin işi ele alması gereklidir. Bu mümkün olmasa bile
bu durumun düzeltilmesi için rahatlama imkânı yaratılmalıdır.226
Defterdar Sarı Mehmet Paşa’ da defterdar olması sebebiyle eserini büyük
oranda hazine ile ilgili problemlere ayırmıştır. Hassaten defterdarlık ve tımarla ilgili
geniş tespit ve önerileri vardır. Mümkün mertebe özet alınmaya çalışılacaktır:
XVI. yüzyıla ilişkin olarak, Defterdar Sarı Mehmet Paşa’nın gözlemleri de,
bu dönemde yolsuzlukların çok görülmeye başlandığı yönündedir. “Seferlerde,
sınırlarda hiçbir vakit hizmetleri geçmemiş ve İstanbul’dan dışarı bir konak yere
çıkmamış çok adamlar vardır. Şefaat ve rica ile ve birer sebeple Yeniçeri ve öteki
ulufeli asker zümresine katılarak kimi emekli, kimi nefer ulufesi edinip, o yüzden
Müslümanların maliye hazinesine zararları açık görünen çok adam olduğu halk
arasında söylenmektedir.”227
“Zamanımızda bu gibi önemli görevlere tayin olunanların çoğu bu durumları
güya kendisine menfaat sağlamak için bir iş sayıp, olmayanı var gösterip maliye
hazinesine haksızlık ve kendisine de dünya ve ahirette kahır ve eziyet olacağı
şüphesiz olduğunu anlayıp kavrayamayarak neferlerin bu kadar noksanı var iken
birkaç akçeye tamah ile doğru yoldan ayrılarak hakiki durumu saklayıp gizleyerek
eksiksiz hepsi mevcuttur diye haber verir. Bu yaradılışta adam gönderilmekten son
derece sakınılıp doğru ve dindar adam gönderilmesine çalışılmalıdır.”228 “Bu arada
fakir askerler yarım maaşa kavuşmayıp hemen birkaç adama geçim yeri olmuş
olurlar. O memlekette olan vali dahi yolsuzluklarını men eylemek istese, biz müstakil
daireyiz kimsenin bize karışmaması için elimizde fermanlar vardır diye yüksek emir
226 Aslantürk, s.205-206 227 Defterdar Sarı Mehmet Paşa, a.g.e., s.68 228 a.g.e., s.81
107
gösterip karıştırmazlar. Bazıları da gerçi vahim etmezler. Ocaklığımızdır diye vergi
veren halkı himaye ederler. Lakin ocaklıların gelirini zabitleri aralarında yiyip
yutarak askerlerini pek az, azın azı ile idare ederek kendileri diledikleri gibi sarf ve
harç ederler. Yolsuzlukları olanların ve ocakları, reayası zulümlerine takat
getirmeyüp padişahın ülkesi bu gidişle harap ve viran olur...”229
Hazine işleri Osmanlı devletinin hepsinden önemli ve gerekli olan
işlerindendir.230 Defterdar olan adam yolsuzluk çukurunun hiyanetine düşmüş; kendi
çıkarları devlet düzeninin yıkılmasına ve tehlikeye düşmesine sebep olan, hazine
hizmetlilerinin, devlet gelirini sıkı tutmada bağlılık ve kötülükleri nedir, nice ele
alınmayacak tezkireler ile hazineden akçe almakta ve sair hallerde hareketleri ne
veçhiledir, hile ve düzenbazlıkları nedir bilip anlamaya muhtaçtır.231
Özellikle hazinenin yıkıcıları olan istenmez Yahudiler elinde nice savsanmış-
savsaklanmış tezkireler bulunur ki; sağ yerlere geçirmeye, usulüne aykırı bazı
konuları kitabına uydurmaya ve yerine yatırmaya çabalayarak her biri bir takke
kapmak için fırsat köşesinde daima devlete kötülük etmeye bakarlar.232
Para durumuna da önem verilerek darphanede basılan akçenin ayarı ve
ağırlığı zaman zaman yoklanmak, sarraf ve ekmekçilerde kalp ve kırpılmış akçe
olmaması için çok dikkatli davranmak gerektir. Bu konulara son derece özen
gösterilmesi devletin gereklerindendir. Fiyat konusunu da yalnız kadılara ve çarşı
ağalarına havale ile yetinmeyip her zaman yoklamalı. Günlük narhla da gereği gibi
ilgilenmeli ve her şeyi değer pahasıyla sattırmalıdır. Zira aslında büyük işlerden olan
narh durumu bir küçük iştir diye padişahlar ve vezirlerin ilgisinden uzak kalırsa,
229 a.g.e., s.84 230 a.g.e., s.50 231 a.g.e., ss.50-52 232 a.g.e., s.52
108
şehrin kadısı tek başına bu işi yürütemez. Memleketin yüksek yönetimi kadıya ait
olmadığı için sadrazamlar narh ile ilgilenmemek yoluna gidemezler. Böyle olunca da
her kişi istediği gibi alır, satar. Helal malına açgözlülükle yılan zehiri katar.
Padişahların hizmetine yaramayan ve harbetmeye elverişli olmayan ayak takımı çok
mal edinir. Devlet ve ülkenin büyükleri olan ve hatırlarının sayılması gereken
görgülü kişiler, fakirliğe, düşkünlüğe ve iflas yollarına sürüklenir. Bu yüzden sefer
seferleyecek atlı ve piyade, malını, mülkünü satıp boğazına koyar. Halkın ileri
gelenlerinin birden durumunu ve gidişini değiştirip şerefini düşürmesi Allah korusun
zordur. Cahilce bir gayretle varlarını, yoklarını kullanır ve harcarlar. Şu şey pahalıdır
diyemezler. Manav ve tüccar yiyeceği iki kat pahalı satıp kar sağlarlar ve halkı
soyarlar.233
Toprak ve köyler ziraatçılardan boş olarak kalınca; memlekete ve hazineye,
gün günden zaiflik çöküp, kazançlar ve iradlar, ürünler ve menfaatlerden yoksun
kalıp, halkın ve hazinenin gelirlerinde çok düşme olacağından başka; ekip biçme
işleri de ihmal edilmek ve tarımın geliri yok olmakla Tanrı korusun kıtlığa, kaza ve
belaya sebep olmak ihtimali dahi kaçınılmaz olur Müslümanların maliye hazinesi
kimsenin miras kalmış mülkü olmayıp yersiz harcanmasından çok fazla kaçınıp
dünya ve ahirette soru ve cevabından, azap ve eziyetinden, eksiksiz derecede
düşünülüp çekinmek herkese lazımdır. Kul tayfası çoğaltılmayıp “ Az olsun amma
öz olsun”, “ derli toplu olup, ihtiyaç zamanında hepsi hazır olsun”. Bu konuda da çok
özenle iş görerek defterleri gereği gibi tutup neferleri yerlerinde hazır ettirilmekte ilgi
gösterip devamlı çalışmak gerektir.234
Devletin vekillerine lazım olan, gerçek durumu Padişah’ın yüksek katına
233 a.g.e., s.24 234 a.g.e., s.56
109
ulaştırıp, Hükümdarın izni çıktıktan sonra, bilirkişi aracılığıyla incelettirerek
defterler toplamının gelir ve giderini Padişah’a suna, işlerin dökümünü birer birer
garezsiz anlatıp Padişah’ın kabul buyurduklarından gayrısına kalemle çizgi çekerek
yürürlükten kaldıralar. Gümrükler yoklamasında, hak etmiş ile hak etmemiş olanı
gerektiği gibi tanıma ve seçmeğe imkân olmamakla inkisar alınmak korkusuyla halk
arasında mutluluk getirmeyeceği yolunda şöhret bulmuştur. Öyle olduğu halde
yoklama olunmayıp ancak boşalan aylık olunca bunu yeniden başkasına vermeyip
hazineye mal eylerler. Verilmek lazım gelirse gündelikten bir parçası verilerek
artanın hazineye mal edeler.235
Hazinenin bozulmasının sebepleri genellikle şunlardır:
� Arazilerin işlenmemesi,
� Toprak sisteminin iyi çalışamaz hale gelmesi,
� Maaş alanların bir hayli artması,
� Masraf ve lüksün fazlalığı,
� Harplerin ganimetsiz kapanması
d) Bozulmanın reayaya bakan yönü
Bu mevzuya Erkan-ı erbaa bahsinde değinilecektir.
e-) Bozulmanın adalete bakan yönü ve “Emaneti ehline vermek”
Adalet “Ferdi ve içtimai yapıda dirlik ve düzenliği, hakkaniyet ve eşitlik
ilkelerine uygun yaşamayı sağlayan ahlâki erdem. Davranış ve hükümde doğru
olmak, hakka göre hüküm vermek, eşit olmak, eşit kılmak” şeklinde tarif
edilmiştir.236
235 a.g.e., s.62 236 Mustafa Çağrıcı, “Adalet” mad. TVDİA, İstanbul 1998, C.1, s.341
110
Siyasetnamelerde çizilen adalet dairesinin dönüp dolaşıp geldiği yer
adalettir. Zincirin bozulmasına sebebiyet veren diğer bütün bozulmalar gelir
adaletsizlik olarak tecelli eder. Bunun için Nizam-ı âlem ancak adaletle sağlanabilir.
Osmanlı yönetim felsefesinin temel kavramlarından biri ve beklide en
önemlisi adalet kavramıdır. Tabii bu Osmanlıya özgü bir kavram değil, gelenekten
alınan bir kavramdır. Bu bir yönetim felsefesidir.237Türk siyasi düşüncesinin en
temel unsurlarının başında gelir. Çünkü “adalet eşyayı yerli yerine koymaktır”.
Devlet adamlarına yönelik eleştiri ve övgülerin temelinde adil olup olmaması ilk
dikkati çeken husustur. Adaletin ihlali ahaliye zulmü reva görmektir. “Zulme rıza da
zulümdür.” Devletin devamlılığı adalete bağlıdır. Siyasetnamecilere göre Adalet
ömrün uzamasına sebeptir. Ve “Küfr ile dünya durur, zulm ile durmaz.”238
Siyasetnamelerde adalet halkasının kopmasına sebep olan adaletsizlikler
genel olarak şu şekilde sıralanabilir.
1- Emanetin ehline verilmemesi
2- Rüşvet
3- Vergilerin artırılması
4- Tımarların uygunsuz dağıtılması
5- Emeğin hakkının verilmemesi
6- Haksız yere mansıptan azledilme
7- Fiyat tespitlerindeki adaletsizlikler
Burada mülkün temelinin teşkil eden adalet kavramını değişik veçhelerinin
yukarıda işlenmiş olması ve aşağıda işlenecek olması sebebiyle siyasetnamelerde
237 Öz, “Klasik Dönem Osmanlı Siyasi Düşüncesi”, s.30 238 Coşkun Yılmaz, “Osmanlı Siyaset düşüncesi (XVI-XVII. Asırlar)” Akademik Araştırmalar Dergisi (Osmanlı Özel Sayısı), İstanbul 2000, Yıl:2, S:4-5, s.56; Atalay, a.g.m., s.863; Danışman, a.g.e., s.34
111
adaletsizliğin en çok işlendiği konu olan Emaneti Ehline Vermek hususu ağırlıklı
olarak ele alınacaktır. Ancak adaletle ilgili genel ifadeler de değerlendirilecektir.
Osmanlı yönetim felsefesinin bir başka önemli ilkesi de emanetin ehline
verilmesidir. Adalet ilkesi gibi emanetin ehline verilmesi de evrensel bir ilkedir.
Bunlar aynı zamanda Kur’an-ı Kerimden kaynaklanan ilkelerdir. Kur’an’da bunların
ikisiyle de ilgili ayetler vardır. (mesela: ‘Geçekten Allah size emanetleri ehline
vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hüküm vermenizi
emreder’ Nisa, 4/58) Emanetin ehline verilmesi, devletin yükseliş ve gelişmesi
bakımından çok önemli bir kavramdır.239
Lütfî paşaya göre Vezir-i azam kul taifesine tedbirli ve zabit kimseleri ağa,
akıl ve idrak ehli olanlardan katip tayin etmelidir. Çünkü kul mazbut olmayınca
vezir rahat edemez. Devlet idaresinde bulunanlar için rüşvet ilacı bulunmayan bir
hastalıktır. Mansıplar rüşvetle verilmemeli emanet ehline teslim edilmelidir.240
Mustafa Âlî bu mesele üzerinde özellikle durur. Ona göre düzendeki
bozulmanın en önemli sebebi aşağı kimselerin yüksek makamlara getirilmesidir.
Liyakat ve ehliyet esas alınmalı, rüşvet ve kayırma ile hak etmeyen kişiler
mansıplara getirilmemelidir.241 Yazar kanuna aykırı bozulmaların birkaç yolla vuku
bulduğunu belirtikten sonra, ilk olarak birçok kişinin ehliyet ve liyakatlerinin çok
üzerinde mevki ve mansıplara göz dikmesini gösterir ve bunun sonucunda hak
sahiplerinde, yani layık kimselerde huzurun kalmadığını, değersiz kişilerin ise mal ve
para saçarak zorbalığa başladığını belirtir. Nitekim kadılar rüşvet yoluyla mal
defterdarlılarına gelmeye başlamışlardır. Ayrıca mansıplar iltizamla verilmemeli
239 Öz, a.g.m., s.32 240 Lütfi Paşa, a.g.e., ss.245-247 241 Öz, a.g.e., s.55
112
aşağı kimselerin yüksek makamlara çıkmalarına ortam hazırlanmamalıdır. Çünkü
mültezimlerin vergi toplayıcıları tıpkı koyunun tuza seğirtmesi gibi reayaya
musallat olurlar. Bunlar efendilerine yaranmak için her türlü kötülüğü yapmaktan
çekinmezler. 242
Hırzü’l-Müluk müellifi “Saltanatın tadı adalet ve bağışladır.” dedikten sonra
“Beş on yıldan beri adalet ve bağış padişahların elinden çıkıp vezir-i azam olanlara
geçmiştir. Çünkü bütün mansıplar vezir-i azamın tavsiye ve arz eylediği kişilere
verilmektedir. Buna göre mansıp alanların tümü her türlü yetkinin, görevden
almanın atamanın vezir-i azamın elinde olduğuna inanmaktadır. Durum böyle olunca
da mansıp alanların vezir-i azamın rızası dışına çıkmamaları, hayırdan şerden her ne
ise onun emrine uymaları gerekir ki bu da iyi bir şey değildir.”243
Mesela bir kişi hem yarar kişi hem de gerçek sipahi-zade olsa ama
yoksulluğu yüzünden beylerbeyilere arzulanan rüşveti vermese ömrü mülazemetle
geçmektedir. Bunun tımara kavuşmasına ihtimal yoktur. Fakat zengin bir yabancı
tımara girmek dilese beylerbeyi, defter kethudası ve defterdar, alabildikleri rüşveti
alırlar, işi kitabına uydururlar. Bununla da yetinmezler her yıl birer bahaneyle
terakkiler alıverip onu zeamet sahibi bile yaparlar.244
Reaya ve berayanın başı dinç, gönlü rahat, huzurlu olmalarını amaçlamalı,
yol kesicileri ve ayakdaşlarını ele geçirip fesat ehline izin vermemeli, eşkiyaya
acımamalı bunları kadı vasıtasıyla idam ettirip öylesine haklarından gelinmeli ki
başkalarına ibret teşkil eylemeli ve memleket, halk güven içinde olmalıdır. Sonra
mal mutasarrıfı olan eminlerin durumunu yoklamalı, şayet reayanın malını zorla
242 a.g.e., s.56 243 Yücel, Hırzü’l-Müluk, s.161 244 a.g.e., s.160
113
almışlarsa hemen tereddütsüz bu malı sahiplerine vermeli, hiç kimseyi kanuna,
şeriata ve padişahın buyruğuna aykırı hareket ettirmemelidir. Ardından zeamet ve
tımar sahibi olanların durumunu hal ve hareketlerini gizlice yoklamalı, her birinin ne
şekilde tımar sahibi olduğunu, zeamete nasıl ulaştığını iyice öğrenip anlamalı ve
yalancı şahitle tımar aldığı ortaya çıkanları derhal görevden almalı, cezalandırmalı,
hatta başkalarına örnek olsun diye hiç kimsenin hile ile tımar almaması için tahkir ve
teşhir edilmelidir.245
Hasan Kâfi’ye göre nizamın bozulmasında birinci sebep adalette ihmaldir.
Bunu sebebi ise halkın işlerini ve ülkenin meselelerini ehil kişilere tevdi
etmemektir.
Hasan Kâfi’ye göre Allah yeryüzünü üç şey ile süsledi: Ehli ilim olanlarla,
yağmurla ve adil padişahla. Adalet etmek dindendir. O da padişahın kuvvetinden
olur. Denir ki bir padişahın siyaseti ve gözetmesi hoşça ola onun padişahlığı daim
olur.246
Kâfi; “Denir ki padişahın sebatı adl ile olur” dedikten sonra klasik daire-i
adliye anlayışını ortaya koyarak, vilayetin illa adalet ve hüsnü siyasetle mamur
olacağını söyler. Denir ki padişahın devlet ve izzeti adl içindedir. Padişahın hayırlısı
hem asker arasında, hem de diğer raiyet arasında adaletle hükmeyleyendir. Yezd-i
Cerd sormuş: “Padişahlık ve mülk ne ile ıslah olur?” Bilge kişi demiş: “Padişahlığun
ıslahı ra’iyyeti rıfk eylemekledür. Dahi reayada olan rüsum ve hukukı cebr
eylemeksizin almak iledür. Dahi padişaha ra’iyyete kendisün adl ile sevdirmekledür.
Dahi vilayetde yolları emin dutmak iledür. Dahi zalimlerden mazlumlarun haklarun
alıvirmekledür”. Devlet ve saltanatın sizde kalması sizin ve çocuklarınızın adaletle
245 a.g.e., s.158 246 İbşirli, a.g.e., s.254
114
hükmetmesiyle olur.247
Adalet öyle güvenilecek bir kaledir ki muhkem bir dağ başındadır. Onu su
yıkamaz, mancınık ve top yıkamaz, Hasılı adil olan hükümdara düşman bir hal ile
zafer bulamaz. Adil olan padişah Allah hazretlerinin yardımıyla saklıdır ve
nazarıyla korunmuştur. Nuşirevan adındaki ateşperest hükümdar ölünce tabutunu
dolaştırarak nida ettiler ki üzerinde kimin hakkı varsa gelsin alsın. Fakat koca
memlekette üzerinde hakkı olan bir kimse çıkmadı. Enteresan olan odur ki bu adam
ateşperest bir kâfirken böyle adil olsun da İslam padişahı bundan ibret alıp o kâfirden
daha adil olmak için heves etmesin.248
Ondan sonra; padişah olan tam adil olmaya niyet etse ne yapması lazım gelir
dersen: Padişaha lazım olan odur ki emaneti ehline versin. Yoksa padişah olan her
işi müstahak olana vermese, müstahak olanların padişaha gönülleri ve hatırları
bozulup üzülürler. Düzenin işlemesine halel gelmesinin sebebi işte bu işi ehline
vermemekten kaynaklanmıştır. Ola ki padişah bu şekilde düşman kazanabilir.
Hâlbuki padişaha binlerce âlim ve nâsih azdır ama bir düşman çoktur.
İşe layık olmayanlar yüksek makam sahibi olsalar o işin uzmanı olanlar helak
olur. Alçak olan biri yükselse yüce mertebeye vasıl olsa, yüce asıllı olan alçağa
düşer. Reziller bey olsa eftal olanlar helak olur. Şerli olanların devleti iyilerin
mihnetidir.
İşaret ve tenbih budur ki: Yüksek makamların tayin ve görevlendirmeleri
eskiden padişahın elinde iken ve ona mahsus iken ihtilalin ortaya çıktığından beri
yüksek makamlar verilip bunlara da mühür yetkisi verilince yüksek makamlar ve
önemli işler na-ehillerin eline geçti. Bu öyle bir şeydir ki geleceğinde büyük korku
247 a.g.e., 254-255 248 a.g.e., s.255
115
vardır.249
Kitab-ı Müstetab müellifine göre Osman Gazi’den III. Murat’ a gelinceye
kadarki yöneticiler daima işleri adalet yoluyla hallederler, şer’i şerife riayet ederler,
her vechile kanunu gözetirler idi. Bundan dolayı da bunca fetihlerle, kale ve
memleketleri almışlardır. Şimdi adalete ve kanunlara dikkat edilmediğinden
memlekette karışıklıklar, hazinede perişaniyet, halkta bölünmüşlük ortaya çıktı.250
Rüşvet alınması ve makamların na-ehillere verilmesi hadisesi zuhur etmiştir.
Bunun çaresi ve ilacı görülmez ise idrak oluna. Mesele malumdur. Bütün bunların
sebebi, bütün bu yolsuzluklara ve kanuna muhalif hareketlere vakıf bir vezirin
olmamasıdır.251
Koçi Bey’e göre adalet ömrün uzunluğuna sebeptir. Fukara ahvalinin düzeni
padişahların cennetlik olmasına sebep olur.252 Koçi Bey Osmanlı padişahlarının eski
kanun ve eski sultanlar döneminde bu kadar memleketler zapt etmelerinin hikmetini
de yine adalete riayet etmeleri ile açıklar. “Sebebi budur ki, askeri az, öz ve temiz
olup, memuriyetleri devamlı olarak verip, reaya ile gayet yakından ilgilendi. Şah
böyle bir dinsiz mürüvvetsiz kimse iken adalet ile hareket etmekle böyle devamlı
hale gelince, padişahımız ki yeryüzü halifesi, din ve devletin sığınağıdır. Hemen
alemi süsleyen mübarek reyleri adalet tarafına sarf edilirse kendisinden yardım
dilenilen Allah’ın fazlı ile dünyanın yedi iklimi kılıcına boyun eğip etraftaki
memleketler tamamen emin olurdu.253
Koçi Bey’e göre: “Velhasıl Osmanlı saltanatının şevket ve kudreti asker ile
249 a.g.e., s.256 250 Yücel, Kitab-i Müstetab, s.2,4-5 251 a.g.e., s.31 252 Danışman, a.g.e., s.69 253 a.g.e., s.83
116
askerin ayakta durması hazine iledir. Hazinenin geliri reaya iledir. Reayanın ayakta
durması adalet iledir. Şimdi âlem harap, reaya perişan, hazine noksan üzere.”254
Devlet hazinesinden haslar, mukataalar, din ve ırzı mükemmel adamlara
emanet suretiyle verilirdi. Onlar da hak ve adalet üzere topladıkları parayı döküm
defteri ile gönderirlerdi. Her memleketi bilgisi ile amel eden doğru ve dindar
müfettişlere verirlerdi. O gibiler asla kaldıklarından azlolunmazlardı. Onlar da
hazineyi yetim parasından, zulüm ile toplanan paradan koruyup, ne hazinenin
parasını kimseye yedirirler, ne de kimsenin parasını haksız yere hazineye sokarlardı.
Padişahlarda, vükelalarda, kılıç ehlinde süs ve şöhret yoktu. Şer’i Şerif’e uyulur, eski
Osmanlı kanunlarına gereği gibi riayet edilir, bid’atten pek fazla çekinilirdi. İşlerin
doğrusu böyledir.255
Hemen din ve devlete layık olan budur ki yukarıda anlatıldığı gibi her
mansıbı ve dirliği ehillerine ihsan buyuralar.256
Bir cahil rüşvet ile Muhammed şeriatı seccadesine geçip hâkim olsa, yahut bir
cahil ve batıl, iltizam ile naib olsa, o memleketin hali nice olur? Muhammed şeriatı
hükümleri nice yerine getirilir. O çeşit kimseleri hükümet makamına getirmek rüşvet
ile kadılık satmak hâşâ şer’i şerife hakaret etmek ve onu alçaltmak olur.257
“İmdi dünyayı yaratan şanı yüce Cenab-ı Hakk’ın emri üzere şeriat ve
hükümet mansıplarının, siyaset ve kılıç mansıplarının ehline verilmesi, vacip ve en
ehemmiyetlidir. Ve bu ilahi emrin gereği gibi yerine getirilmemesine sebep
rüşvettir. O kapı açılalı mansıp erbabı arsında azil ve tayin değiştirme çokluğu
hadden aşırı olup, büyükler alçalıp, alçaklar mevki sahibi oldu. Dünyanın hali
254 a.g.e., s.71-72 255 a.g.e., s.49 256 a.g.e., s.54 257 a.g.e., s.60
117
perişan oldu. Hakimler ve valiler arasında bu çeşit çok değiştirme, mecburen zulüm
yapmalarına sebep olup, bu yüzden İslam ülkeleri viran, reaya ve beraya perişan
oldu. Şimdi padişahın Devlet-i aliyyesine layık olan budur ki, yukarıda anlatıldığı
üzere mansıpları ehline sadaka buyurmakla, bu nazik devleti koruyalar. Devletin
zabtı hakimler iledir. Şeriat hâkimi olsun, vilayet valisi olsun, layıksız olursa ve her
mansıba ulaşmanın mayesi rüşvet olursa, Devlet-i Aliye nasıl korunur ve muhafaza
edilir? Mansıpların layık olmayanlara verilmesinin, saadetlu yeryüzünün halifesinin
ve din ve devletin sığınağı padişah hazretlerinin hiçbir surette menfaati görülmeyüp,
belki büyük zararı olduğu meydandadır.”258
Kitabu Mesâlîh yazarının idarecilerde aradığı vasıflar klasik siyasetnamelerin
ön gördüklerinden farksızdır: Ehil, tecrübeli ve ahlâklı olmak. Mesela sancak
beylerinin ince ve şair ruhlu kişilerden değil, bahadır kişiler arasından seçilmesi
gerektiğine işaret etmektedir. “... devletlü padişahın sancakları şol kişlere layıktır ki
evvela bahadır ola ve kelimatı berk ola. Zarif ve zürefa kısmından ve şair kısmından
olmaya... Ömrünü kitabetle geçirmiş kimselere dahi sancak münasip değidir. Her kişi
kendi sanatından yarlıganur, anların gibinin mansıpları defterdarlık ve yahud şehr-
eminlikleri ve tevliyetler gibi olma münasibdür.” 259
Bir de emaneti ehline vermek meselesi var ki şöyle iade edilir: “Şimdiki
zamanda halkına eski adet fayda etmez. Tedbir etmek sevabdur. Nasıl tedbir
edilecektir. Fil cimle her maslahatı ehline ısmarlamak gerekdür, vesselam.”260
Kâtip Çelebi’ye göre, çöküntünün en büyük nedeni görevin ehline
verilmemesidir. Ehil olmayanların ve gaddarların hakkından gelinmesi gerekirken
258 a.g.e., s.61 259 Yücel, Kitâbu Mesâlîhi’l-Müslimîn ve menafi’i’l-Müminîn, s.96 260 a.g.e., s.111; Taha Akyol, Osmanlı’da ve İran’da Mezhep ve Devlet, 3. Baskı, Milliyet Yayınları, İstanbul 1999, s.188,
118
bütün makamlar yüksek fiyata satılmıştır. Satın alan lanetlikler süratle, ödedikleri pis
parayı, fazlası ile toplamaya savaşırken, mecburiyet bahanesiyle görev, bir başkasına
daha satılır, o da gittiği zaman halkı daha ziyade baskı altına alır.261
Nesayihü’l-Vüzera’ ya göre bütün idareciler ve özellikle padişah adalet üzere
hareket etmelidir. Zira adalet sayesinde hazine bollaşacak, reaya artacak ve ülke
mamur olacaktır. Gerek şanlı padişah, gerek şanı yüksek vezir ve ülkenin valileri,
halkın yargıç ve subayları, her zaman durumlarını kutsal şeriata uydurmaya ve adalet
üzere hareket etmeye gayret ve dikkat eylemek gerektir. Zira adalet hakkında
Peygamberimiz, ‘bir saatlik adalet, yetmiş yıllık ibadetin yerini tutar’
buyurmuşlardır.
K I T’ A:
Hakim olan kimesne bir saat
Emri kak üzre kim adalet ide,
Ola mı bu sevaba adl-i adil
Ki o yetmiş İbadet ide. 262
“Ve yine adil hakkında buyururlar: ‘Kıyamet gününde insanların en sevimlisi
adil önderdir’. Bütün amirlerin adalete uygun davranmaya çalışmaları gerekir. Fakat
padişahlar bu konuya herkesten daha fazla önem vermelidirler. Zira adalet hazinenin
artmasına ve halkın çoğalmasına yol açar. Hazine ise halkın çokluğundan ve Ülkenin
bayındırlığından kaynak alır. Memleketin ümranı ise adalet iledir. Harap olan bir
ülkenin maldan nasibi olmaz ve halkı zenginlikte yetersiz olur. Nitekim şöyle
denilmiştir:
261 Aslantürk, a.g.e., s.208 262 Defterdar Sarı Mehmet Paşa, a.g.e., s.23
119
KIT’A:
Mülk durmaz eğer, olmazsa rical,
Lazım amma ki ricale emval.
Mal tahsili raiyetten olur.
Bağ ü bostan ziraatten olur.
Olmasa adl reaya durmaz,
Adlsiz getr ikamet kurmaz.
Adldir asl-i nizam-ı âlem
Adlsiz saltanat olmaz muhkem.
Mülkde zelzele gaflettendir.
Terk-i ahkâm-ı şeriattendir.
Bağıban etmiyecek çeşmini baz
Bağına herkes eder desti dıraz.”263
“Makamları belli mevki sahibi kimselere vereler. Şeriatden ve dünyada olup
bitenlerden haberdar olmayıp başaramayacak olanlara vermeyeler. Kayırma, rica
veyahut rüşvet ile vermeyeler. Geçmiş bütün devletlerde vatana ve millete
ziyanlıkların, batmanın, karışıklık ve bozuklukların, ‘Emanetleri ehline veriniz’ sözü
ile iş görmekte ihmal yüzünden meydana geldiği herkesçe kabul edilmiştir. İş erleri
ve işbilir mutedil kimseler, beyzade değildir deye bir köşeye atılarak unutulmayup o
gibilere uygun olan devlet makamlarının verilmesinde faide çoktur. Rüşvetle
ehliyetsiz ve zalimlere devlet hizmeti vermekten çok çekinmek lazımdır”264
“Osmanlı devleti makamlarında azil sakıncası giderilmek ve buyruk
sahiplerinden zulüm ve adaletsizliğe sapanları siyaset kılıcı ile ortadan kaldırmak
263 a.g.e., s.23 264 a.g.e., s.23
120
vadi ve korkutmasiyle rütbeler layık’ine karşılıksız ve parasız ihsan oluna. Hiç kimse
yeterli olduğu rütbe için, istekte bulunmak külfetine ve zahmete ve mal, hediye ve
rüşvet vermeye muhtaç değildir. Devlet sahipleri hak üzere davranıp rütbeleri, yeterli
olanlara vermekte adalet gösterirlerse rüşvet vermek lazım gelmez. ” 265
Sözün kısası rütbeler verilen kimse, Osmanlı Devletine yararlı, hizmeti geçmiş
ve memur olduğu işlerde tam bir himmet ve gayret göstereceği bütün halk tarafından
bilinip, saltanat işlerinin inceliklerinden gafil olmamak üzere tecrübeli kimseler
olmağa muhtaçtır. Rüşvetle ehliyetsize devlet hizmeti verilmesi büyük hatadır.266
* * *
Özetle Islahatname yazarları Nizam-ı âlemin bozulduğunu ve bunun en
önemli sebebinin de adalet dairesinin bozulmasından kaynaklandığını
söylemişlerdir. Öyle ise şu halde Daire-i adliye anlayışını adalet dairesinin nasıl
bozulduğunu görme adına bir de tersten okuyalım: Mülkün düzeni bozulmuştur,
çünkü adalet ortadan kalkmıştır. Adalet ortadan kalkmışsa, reayanın hali perişan
demektir. Reayanın hali perişansa, hazineye para girmiyor demektir. Hazinede para
yoksa asker beslenemiyordur. Asker beslenemiyorsa Hükümdarı (devleti) kim
koruyacaktır? Hükümdar korunamıyorsa mülkün temeli sarsılmış demektir.
2-Erkan-ı Erbaa
Klasik İslam siyaset felsefesinin temel kavramlarından birisi de toplumu
oluşturduğu varsayılan dört ana sınıfın temel fonksiyonlarını ve bunların
birbirleriyle olan münasebetini izah eden Erkan-ı Erbaa kavramıdır.267 İlk çağ
filozofları Aristo ve Eflatun’un izlerini bulduğumuz, ferdi ve uzviyeti ele alarak
265 a.g.e., s.44 266 a.g.e., s.46 267 Öz, “Klasik Dönem Osmanlı Siyasi Düşüncesi” s.31
121
sosyal toplulukları kıyaslama yolu, İbn-i Haldunvari Türk düşünce geleneği ve
tarihçilerinde de önemli bir yer işgal eder. Naima, Kâtip Çelebi gibi Osmanlı
düşünürleri de İbn-i Haldun’un tesiriyle; “İnsan vücudu dört unsurdan terekküp ettiği
gibi insan toplulukları da dört rükünden terekküp eder. Bunlar Erkan-ı Erbaa
dediğimiz Ulema, Asker, Tüccar ve Reayadır. Ulema sınıfı insan vücudunda dolaşan
kana benzer, Asker balgam makamındadır, tüccar safra ve reaya sevda
makamındadır.” demişlerdir.268 Ancak dört sınıfın yardımlaşması ile oluşan denge
siyasi hayatın güvenliğini sağlayabilir.
Erkan-ı Erbaa teorisinin bir başka özelliği de tabiatta var olan dört temel
unsur olan (Anasır-ı erbaa) su, ateş, toprak ve havanın, toplumu oluşturan unsurlara
benzetilmesidir. Kınalızade Ali bunları şöyle eleştirir:
1-) Ulema: Kadılar, kâtipler, muhasebeciler, tabibler, şairler, müneccimler vb.
den oluşan ehl-i kalem, su karşılığıdır. Su vücudun hayatı için nasıl gerekliyse ilim
de insan ruhu için öyle gereklidir.
2-) Düşmanlara karşı ülkeyi koruyan kumandan ve askerlerin oluşturduğu
kılıç erbabı ise ateş gibidir.
3-) Tüccar ve zanaatkârlar hava gibidir, halkın ihtiyaçlarını karşılarlar.
4-) İnsanların yiyeceklerini karşılayan çiftçiler ise toprak gibidir. Cümlenin
menfaati bunlardan hâsıl olur. İnsan vücudunun sağlığı açısından da toplum
açısından da dört unsur, dengeli bir şekilde bir arada bulunmalıdır. Aksi takdirde
hastalılar zuhur eder.269
Bu hüküm Osmanlılar tarafından hep toplum hayatının oluşması ve sağlıklı
işleyebilmesi için Tanrının insanları farklı kabiliyetlerde yarattığı, her toplum
268 Aslantürk, a.g.e., s.67-68 269 Öz, a.g.m., s.31
122
üyesinin kendi kabiliyeti ve bilgi birikimine göre iş yapmasının ve emeği karşılığında
gelire sahip olmasının gerektiği, toplum hayatının işlemesi için zorunlu olan uyumun
bu yolla sağlanabileceği, diğer bir deyişle toplumda tabakalaşmanın zorunlu olduğu
şeklinde yorumlanmıştır.270 Böyle bir toplum tasavvuru her sınıfın kendi mevkiinde
tutulması, herkesin kendi işiyle meşgul olup başkasının alanına geçmemesini
gerektiriyordu. Herhangi bir meslek grubuna kanuna aykırı bir şekilde hariçten
ecnebi girmesi, nizam-ı âlemin bozulmasının sebepleri arsında sayılırdı.
Lütfî Paşa’ya göre, mansıp sahipleri tüccarlık ve esnaflıkla uğraşmamalıdır.
Aynı şekilde ata ve dededen sipahi zade olmayanlar sipahi yapılmamalıdır. Çünkü
bu yol açılırsa herkes sipahi olmak ister ve raiyyet kalmaz. Bu ise toplumun
nizamını altüst eder. Açıkça görülüyor ki Paşa toplum düzeni için erkân-ı erbaa
olarak adlandırılan sınıf mensuplarının kendi yerlerinde kalmasını savunmuştur.271
Erkan-ı erbaa kelime anlamı itibariyle dört direk demektir. Buna göre
toplumu ayakta tutan yukarıda sayılan dört sınıftır. Nizam-ı aleme ihtilal geldiğine
göre bu dört sınıfın da bozulmuş olması gerekir. Daha doğrusu Ahmet Uğur,
A.Yaşar Ocak gibi tarihçiler erkân-ı erbaayı, reaya tanımı içine alarak bu dört sınıfı
reaya olarak nitelendiriyorlar.272
Özetle erkân-ı erbaaya toplum denirse, mülk sarsıldığına göre mülkü taşıyan
dört direk de sarsılmış demektir. Daire-i adliye döngüsünde olduğu gibi bütün
toplumu da bu bozulmanın sebepleri arasına dâhil etmek gerekiyor. Erkan-ı erbaa
toplum olarak değerlendirildiğinden dolayı dört rüknün hepsi de burada
değerlendirilmeyecektir. Zaten bozulmanın askere bakan yönü yukarıda görülmüştü.
270 Bahaeddin Yediyıldız, “Osmanlı Toplum Yapısı” Osmanlı Devleti Tarihi, Ed:E.;İhsanoğlu, IRCICA, İstanbul 1999, C.II., s.443 271 Öz, a.g.m., s.31 272 Bkz. Ocak, “Osmanlı Toplumu”, s.171; Uğur, Osmanlı Siyaset-Nameleri, s.117
123
a-) Bozulmanın reayaya bakan yönü
Osmanlı devletinde Askeri sınıf dışında kalan, dolayısıyla yönetime
katılmayan, geçimini tarım ve sanayi alanında üretim yapmak ve ticaretle uğraşmak
suretiyle temin ederek devlete vergi veren müslim-gayr-ı müslim kesime reaya
denirdi.273
Osmanlı tebaası, vergi mükellefiyetlerine göre, her biri farklı statüde olmak
üzere, sırasıyla müslüm-gayr-ı müslim, şehirli-köylü, yerleşik-göçebe sınıflarına
ayrılıyordu. Vergi vermek, gerçekten de kişinin statüsünü belirlemenin en mühim
göstergesiydi. Kamu hizmetlerini yerine getirme karşılığında, belirli bir nispette
vergi muafiyeti tanınan kimseler, gerçekte, her türlü vergiden muaf olan askeriler ile
sıradan tebaa arasında orta bir sınıfı oluşturuyorlardı. Büyük kısmının miri arazi
üzerinde tasarruf hakkına sahip olarak yaşadığı köylüler, hususi bir vergilendirmeye
tabi tutulmuşlardı. Bunların her birinin içtimai mevkileri, ödedikleri vergilere göre
belirlenerek, düzenli aralıklarla Tahrir Defterlerine kaydediliyordu. Köylülerin, ne
tasarruf ettikleri toprakları kiralamalarına, ne de bu toprakları terk edip şehirlerde
yerleşmelerine izin verilmekteydi.274
Osmanlı içtimai siyaseti, içtimai barış ve düzen uğruna, devletin her insanı,
kendisine uygun içtimai bir mevkide tutması gerektiği şeklindeki geleneksel
telakkiye sıkı sıkıya bağlı kaldı. Her şeyden evvel, Osmanlı toplumu, iki büyük sınıfa
ayrılmıştı. Bu sınıflardan ilki, saltanat beratı ile padişahın kendilerine dini veya idari
yetki tanıdığı kimseleri, yani saray memurlarını, mülki memurları ve ulemayı içine
alan askeri sınıf; ikincisi ise, vergi ödeyen fakat idareye hiç bir şekilde katılmayan
273 Yusuf Halaçoğlu, XIV-XVII. Yüzyıllarda Osmanlılarda Devlet Teşkilatı ve Sosyal Yapı, TTK Basımevi, Ankara 1991, s.92; Yediyıldız, a.g.m., s.465 274 İnalcık, “Osmanlı Toplum Yapısının Evrimi” s.32; Yediyıldız a.g.m., s.456; Pakalın, “Reaya” mad. a.g.e., C.III, ss.14-16
124
bütün müslim veya gayr-i müslim zümrelerden oluşan reaya sınıfı idi. Tebaasını
“askeri” sınıfın imtiyazlarından uzak tutmak devletin temel bir ilkesi idi. Reaya
arasında, sadece sınırlarda fiilen savaşanlar ve medresede muntazam bir tahsil
gördükten sonra sultanın beratını elde edebilenler (ulema), askeri sınıf mensubu
olabilirlerdi. Sözün kısası, kişinin toplum içindeki mevkiini, sadece sultanın iradesi
belirlemekteydi. Gerileme döneminde Koçi Bey ve onun gibi düşünenler, devletteki
çözülmenin ana sebebini, bu temel kaidenin ihmal edilerek, tebaanın Yeniçeri veya
tımarlı sınıfına girmesine izin verilmesinde görmüşlerdir.275
Esasen halk padişaha tanrının bir emanetidir. Ancak reayaya bakış sadece
adalet kavramının ışığında değil, aynı zamanda erkan-ı erbaa anlayışı çerçevesinde
de değerlendirmek lazımdır. Bu açıdan bakıldığında, reaya kendi görevi olan
üretimle uğraşmalı ve yönetici sınıfa geçmeye çalışmamalıdır. Yani toplum
düzenindeki yerini bilmeli ve ona göre davranmalıdır. Bu davranış tarzı yöneten
yönetilen ilişkisinde statüye ve onun göstergelerine büyük önem atfeden Osmanlı
siyaset anlayışına göre giyim kuşama da yansımalıdır.276
“Siyasetnamelerde yönetim yapısında yozlaşmanın halkın durumunu da çok
etkilediği, hak aramanın rüşvete bağlı olarak zorlaştığı, vergilerin ağırlaştığı, çarşı
pazarda muhtesiplerin görevlerini ihmalleri yüzünden narha riayet edilmemesinden
dolayı karaborsa ve istifçiliğin dayanılmaz bir hal aldığı anlatılmaktadır. Bununla
birlikte siyasetname yazarları yozlaşmanın reaya üzerindeki olumsuz etkileri
konusunda özellikle otoritenin zayıflaması sonucu sınıflar arası geçişlerin
başladığından, bunun da sosyal hareketliliğe kapalı olması gereken Osmanlı toplum
nizamını bozduğundan yakınmışlardır. Çünkü siyasetnamelerde çizilen toplum
275 İnalcık, a.g.m., s.32 276 Öz, a.g.m., s.33
125
nizamında köylünün çocuğunun medrese eğitimi yoluyla ulemaya veya savaşta
yararlılık gösterdiği gerekçesiyle dirlik sahibi olarak askeri sınıfa katılması eski
kanunlara aykırıdır ve müsaade edilmemelidir.”277
Lütfî Paşa’nın reayaya ilişkin görüşleri şöyledir: “Halkın defteri divan
defterhanesinde tam kayıtlı olmalıdır. Her 30 yılda bir defa, ölü ve hastalar çıkartılıp
yenilenmeli ve yeniler eksik olmamalıdır. Bu vilayet kâtiplerinin en önemli işidir.
Halk bu yerin zulmünden başka bir yere giderse onları eski yerlerine göndermek
lazımdır. Böylece memleket harap olmaktan kurtulur.
Halktan her dört yılda bir muvakkat vergi (avarız) alınmaktadır, bu ta Yavuz
devrinden beri alına gelmektedir. Bir de asker peksimet için paha diye her yıl alınan
bir vergi konmuştur. Bunlar halka güç gelmektedir. Ve her yıl alınmamalıdır.
Peygamber sülalesin tespit için onlara nakıb-i eşraf tayin edilmiştir. Fakat son
zamanlarda hariçten buraya pek çok kimse girmiştir. Onlarla hiç alakaları yoktur.
Onları temizlemek lazımdır.
Halktan birisi hizmetin karşılığı sipahi olsa ana-babasını ve akrabasını buna
nispeten korumak lazımdır. Yine halktan birisi ulema sınıfına geçerse kendisi
raiyetlikten kurtulur fakat ona tabi olanlar yine raiyettir.
Paşaya göre reayaya fazla yüz vermemelidir. Malı çok olabilir, buna bir şey
denemez, ancak libasta ve esbabda ve atta ve emlakte sipahi gibi tezyin ettirmemek
gerekir.”278
Mustafa Âlî’ye göre reayanın sultana karşı şu vazifeleri vardır:
1-Halk idarecilerin görür gözü olmalıdır. Uzakta olan işleri sultana aktarıp
devletin bekçisi olalar.
277 Çiçek, a.g.m., s.1410 278 Lütfi Paşa, a.g.e., s.252, Uğur, a.g.e., s.119
126
2-Tutar eli olup sultanın zengin halkı, fakir ve zayıfları koruyalar.
3-Sultanın yapacağı her harbe hazır olmalıdırlar.
4-Din ve devlete gerekli olan sözleri çekinmeden söylemelidirler.
5-Sultanın yürür ayağı olup her an her istediği yere gitmeli ve her zaman her
yerde hizmetine hazır olmalıdır.279
Hırzü-l-Müluk Müellifi de reaya ile ilgili olarak seyyitliğin suiistimal
edilmesinden yakınarak birçok alakasız kişinin yeşil sarık takarak seyyit ve şerifmiş
gibi göründüğünü ve vergiden muaf olmaya çalıştığını söyler. Nakibü’l-eşraf
olanların bu duruma dikkat etmesi gerektiğini ve gerçek seyyitleri ayırt etmek için
çaba sarf etmesi gerektiğini söyler.280
Hasan Kafi ise âlemin düzenini sağlayan nesnelerin açıklandığı
mukaddimede geleneksel anlayışa uygun olarak, insanların toplu halde yaşamaları
gerektiğine işaret edilmekte ve dört anasınıflı toplum teorisi izah edilerek, bütün bu
sınıflar dışında kalan kimseler varsa onları dört sınıftan birine dâhil etmek gereği öne
sürülmektedir.281 Hasan Kâfi daha sonra her sınıf mensuplarının kendilerine mahsus
işlerle uğraşmalarının mülkün ve saltanatın nizamının temeli, bunun ihlalinin, yani
sosyal tabakaların fonksiyonlarının birbirine karışmasının ise ihtilalin sebebi
olduğunu ifade etmektedir.282
Kâtip Çelebiye göre reaya sevda derecesindedir. Yemek hazmedildikten sonra
mideye besin girmezse dalak biraz sevda döküp boş kalmasın ve bazı menfi
durumlarla karşılaşmasın diye hasırlıklı olduğu tıp ve anatomi ilmince bilinmektedir.
Bunun gibi mide derecesinde olan devlet hazinesine de besin değerinde olan mal
279 Uğur, a.g.e., s.119-120 280 Yücel, Hırzü’l-Müluk, s.119-201 281 Defterdar Sarı Mehmet Paşa, ag.e., s.251-252; Öz, a.g.e., s.64 282 Defterdar Sarı Mehmet Paşa, a.g.e., s.253
127
girmeyip boş kaldığında zavallı reaya da malları ortaya döküp her defasında hazineyi
boş bırakmamak için önceden hazırlıklı olur. Bu bakımdan geçmiş padişahlar reayayı
zalimden korumuş, adalet ve gönüllerini hoş etmekte tam bir özen göstermişlerdir.283
Kitabu Mesalîh müellifinin reayaya ilişkin çarpıcı tespitleri vardır. Müellif
İstanbul’daki çarşı pazarın durumunu ayrıntılı olarak incelemiş ve piyasalardaki
uygunsuz narh tespitinden kalitesiz ve uygunsuz et satışına, oradan odun
pazarlarındaki fahiş fiyat artışlarına kadar reayanın hal-i pür melalini resmederek,
toplumdaki bozulmaya ışık tutmuştur.284 Ayrıca ekmek fırınlarını işletenlerin
çoğunun gayr-i müslim olması sebebiyle hijyenik şartlara dikkat etmemelerinden ve
bunların kontrol edilmemesinden yakınması da ilginçtir.285
Defterdar Sarı Mehmet Paşaya göre reayaya yapılan haksızlık en büyük
zulümdür. Bu ise en büyük günahlardan sayılmaktadır. Peygamber “mazlum kâfir
bile olsa onun duasından sakınınız”, “Zulüm kıyamet gününün karanlıklarındandır.”
buyurmuştur. Vergi veren halka (köylüye), velinimet efendimiz denilmesi doğru
olur. Kanuni adamlarına “âlemin velinimeti kimdir?” diye sorduğunda onlar
“sultanımızdır” dediklerinde padişah onlara “velinimet fi’l-hakika reayadır ki onlar
ziraat ve çiftçilik emrinde huzur ve istirahatı kendilerine haram ederek edindikleri
nimetlerle bizi doyururlar” demiştir. “Onlar sultana insanları yaratan Allahın
emanetidirler”.286
Bu konuda önceki siyasetname yazarlarının görüşlerini özetler mahiyette
olduğundan Defterdar Sarı Mehmet Paşa’nın reayanın sınıf değiştirmesinin
sakıncalarını izah eden şu satırlarına göz atmak kâfidir: “Ancak reayayı dahi asker
283 Aslantürk, a.g.e., s.201 284 Yücel, Kitabu Mesâlîhi’l Müslimîn ve Menafi’i’l Mü’minîn, ss.107-108, 115-116 285 Yücel, a.g.e., s.119 286 Defterdar Sarı Mehmet Paşa, a.g.e., s.74
128
zümresine katmaktan sakınmak gerektir. Atadan ve deden askeroğlu olmıyanı
ilkten sipahi etmek düzeni bozar. Zira reaya asker mesleğine girmek gerekirse vergi
veren halk azalır; hazine geliri eksilir ve bu yüzden Osmanlı Devletinin düzeni
bozulur... Hazine ise vergi veren halkın çokluğu ile olur.... Reayadan biri... timara
müstehak olup sipahi olsa akrabasını ve babasını korumaya kalkması gerektir.
Veyahut bilginler arasına katılsa vergi veren halk olmaktan kurtulur.”287
b-)Bozulmanın ilmiye sınıfına bakan yönü
İlmiye sınıfının bozulması da Osmanlı yönetim yapısında başlayan
yozlaşmanın önemli bir halkasını oluşturmaktadır. Osmanlı yönetimine hem
müdderis hem de kadı yetiştiren bu müessesenin yozlaşması, devletin hem idari hem
de kazai işlerde zaafiyet göstermesine neden olmuştur. Çünkü ilmiye sınıfı
mensupları, kadı olarak hem kazai hem de idari yetkiler taşımakta ve bu yüzden
sadece padişaha karşı sorumlu olduklarından onları bir anlamda örf mensuplarının
denetleyicisi durumuna getirmekteydi. Bu sınıfın bozulması örf mensuplarının
denetlenmesini zorlaştırdığından toplumdaki hassas dengeler bozulmuş ve halk bu
durumdan çok zarar görmüştür.288
İlmiyenin yozlaşması konusunda değerli tespitler yapan, aynı zamanda bu
sınıfın bir mensubu olan Gelibolulu Mustafa Âlî eserinde, ilmiye sınıfının yozlaşması
konusunu detaylı bir analize tabi tutarak ele almaktadır. Gelibolulu Mustafa Âlî,
ilmiye sınıfının değerli bir mensubu olmasına rağmen macera dolu yaşamında,
287 Defterdar Sarı Mehmet Paşa, a.g.e., s.96-97 288 Çiçek, Feda Şamil Arık, “Osmanlılar’da Kadılık Müessesesi”, OTAM, S.8, Ankara 1997, ss.13-52; M. İpşirli, “İlmiye Teşkilatı”, Osmanlı Devleti ve Medeniyeti Tarihi, IRCICA, İstanbul 1999, C.1, ss.263-165; İ.H.Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilatı, 3. Baskı, TTK Basımevi, Ankara 1988, ss.83-126; Halaçoğlu, a.g.e., ss.109-114; Yücel, a.g.e., s.69
129
Fleischer’in ifadesiyle, “Osmanlı dünyasında manevi otoritenin son kalesini
oluşturan sevgili ilmiyesinin de bozulup, saflıklarını yitirmelerine, kınadığı öbür
kurumların peşinden gitmesine tanık olmuştu.” 289
Gelibolulu Mustafa Âlî ilmiyenin yozlaşmasından en fazla Hoca Saadeddin ve
Şeyhülislam Bostanzade’yi sorumlu tutar ve iki azılı düşman arasındaki rekabetin
ilmiye sınıfını iyice bozduğunu iddia eder. Ona göre, bu iki kişi arasında medresede
öğrenci iken başlayan rekabet devlete taşınmış ve her ikisi de ilmiye müessesesini
yeni padişah üzerinde nüfuz ve manevi otorite kazanma mücadelelerinde bir araç
olarak kullanmaktan çekinmemişlerdir. Her ikisi de ilmiyenin denetimini ele
geçirmek istediklerinden, en üst makamları kendi ailelerinin tekeline almaya
çalışmışlar, kardeşlerini ve oğullarını ehliyet ve liyakate bakmaksızın önemli
görevlere tayin etmişlerdi. Mesela Hoca Saadeddin, 12-13 yaşındaki oğlu Mehmed
Efendi’yi önce Mekke Kadısı sonra da İstanbul kadısı tayin ettirmiş, 29 yaşına
geldiğinde ise Anadolu kazaskeri olarak tayin edilmesini sağlamıştı. Diğer oğlu
Esat’ı da birden bire medreseden Edirne kadılığına tayin eden Hoca Saadeddin
eleştirilere kulak asmayarak, diğer oğlundan boşalan İstanbul kadılığına 25 yaşındaki
bu oğlunu tayin ettirmişti. Çoğu genç ve cahil olan bu akrabaların tayini yozlaşmanın
üst kademelerden süratle alt kademelere sıçramasına sebep olmuştu. Ayrıca tafra
denilen bu atamalar gerçek alimlerin yükselmelerini engellediğinden ilmiye sınıfı
yozlaşmaya ve saygınlığını yitirmeye başlamıştır. Daha da önemlisi bu tayinler
aslında Rumeli ve Anadolu kazaskerlerinin yetki ve sorumluluk alanına girdiğinden
bu kişiler padişah hocası ve şeyhülislam etrafından, yetki alanlarına müdahele
edilmesine tepki göstermekte, bu da devletin üst kademelerinde huzursuzluk ve
289 Çiçek, a.g.m., s.1415
130
hizipleşmelere yol açmaktaydı.290
Hırzü’l Müluk yazarı da ilmiye sınıfındaki yozlaşmayı endişe ile
izleyenlerdendir. Döneminde ilmiye sınıfında bilgin ile cahilin aynı kefeye
konduğunu ve zengin cahillerin rüşvetle âlimlerin önüne geçtiğini anlatan yazar, gece
gündüz ilimle uğraşan âlimlerin bu durumdan dolayı “şugl ile maksud ve me’mul
hasıl olmaz imiş” diyerek, çalışmayı bırakıp büyüklerin kapılarına mülazemete
yöneldiklerini anlatmaktadır.291 Yozlaşmanın zamanla ilmiye sınıfının üst
kademelerine yükselen kimselerin niteliğini etkilediği, siyasetname ve diğer risale
tarzı eserlerde vurgulanmaktadır. Hırzü’l-Müluk yazarı döneminde “sarf ve nahv
görmemiş ve muhtasar okumamış bir cahil, ya mal kuvvetiyle veyahut bir tarikle, üç-
dört yıla değin danişmend olup, uğradugı medreselerden ders okumayub her biri
cahil idügün bilüp, bir tarikle üzerinden savup, ol cahil bu vech ile hareket idüp ve
mülazim olup ba’de ya rüşvet ile veyahud şefa’atle bir kadılık alup, çıkup gidüp,
varup kadılığında Müslümanların da’vaların yalan yanlış hükm idüp niçe mefsedet-i
azimeye sebep olur” diyerek cahil kimselerin üç dört yıl içinde, önce danişmend
sonra kadı veya müfti olduklarını, ancak “rüşvetle ve şefaat ile kadılık alan
kimesnelerün hükmi nafiz olmaduğı kütüb-i fetavada musarrahtır” hükmünden de
anlaşılacağı üzere kimsenin bunlara iltifat etmediğini vurgulamaktadır. 292
Hasan Kafi Erkan-ı erbaanın ikinci sınıfı olarak Ulema sınıfı için “İkinci
sınıftır ki kalemle tayin olunmuşlarıdır. Onlar ulema, ukela, salihler ve zayıflardan,
sair dua sahipleridir ki harbe güçleri yetmeyip ancak ibadet ve duaya güçleri yete.
Bunların üzerine lazım olan Allahu Teala’nın emrettiklerini ve yasakladıklarını
290 Çiçek, a.g.m.; Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, C.III/1, s.123, 291 Yücel, Hırzü’l-Müluk, s.161 292 a.g.e., s. 195.
131
gözetmektir. Bunu kitaplara yazamaya ya da dil ile anlatmaya özen göstermelidirler.
Bunlara lazım olan rey ve tedbir ve müşaveredir. Ayrıca din ilmini öğretmek ve dine
lazım olan şeyleri talim etmektir. Halkı ibadete ve iyiliğe sevk etmek, Padişahın ve
halkın iyiliğine dirlik düzenine dua etmektir.”293,
İlmiyenin içine düştüğü durumun geçen yıllarla birlikte daha da kötüleştiği
Kitab-ı Müstetab yazarının 1620’lerde ulemada tama ve hamakatden bahsetmesinden
anlaşılmaktadır. Üstelik bu eserdeki ifadeler, rüşvetin daha da yaygınlaştığını ve
açıktan açığa hediye kılıfı altında alınmaya başladığını kanıtlamaktadır. İlmiye
sınıfının bozulmasının yozlaşma sürecine III. Mehmet döneminde girdiğini öne süren
Kitab-ı Müstetab yazarı, “cemi’-i ehl-i menasıb yirmi beş ve otuz yıldan beru rüşvet
tarikine salik olmuşlardır ve rüşveti dahi bir mertebeye iletmişler ki hedaya deyu aşkare
kapudan kapu virülür ve alınur olmuştur,” demektedir. Kitab-ı Müstetab’ın yazarı 500
akçelik bir kadı efendinin mazul olduğu halde İstanbul’da evler, köşkler ve
hademeleriyle lüks içinde yaşayabilmesini alınan rüşvet miktarı ile açıklamaktadır.
Ancak bu duruma biraz da kadı tayinlerinin bir buçuk yıl ile sınırlandırılmasının ve
rüşvet karşılığı tayin edilmesinin sebep olduğunu ifade etmektedir. 294
Koçi Bey risalesinde ise ilmiye sınıfının yozlaşmasından önemle
bahsedilmekte ve “1593 (1003 h.) tarihinden beri düzen bozulup, evvelce
şeyhülislam olan Sunullah Efendi, bir kaç defa yersiz olarak azlolundu, kazaskerler
dahi sık sık azlolunmakla yerine gelenler azil korkusuna düşüp, devlet büyüklerine
karşı dalkavukluk yapmaya mecbur kaldılar, Padişah huzurunda hak söz söylenemez
oldu. Herkesin hatırını hoş etmeye ehemmiyet verir oldular.” denilmektedir.295
293 İbşirli, a.g.m., s.251-251 294 Yücel, Kitab-ı Müstetab, s.23, Çiçek, a.g.m. 295 Danışman, a.g.e., s.21
132
Müellif eskiden bu makama tayin edilen kimselerin ömür boyunca azledilme
korkusu yaşamadan görev yaptığını ifade ederek, Ebussuud Efendi’yi örnek
göstermektedir. 296
Koçi Bey’e göre haksız ve zamansız görevden almalar yanında, ilmiye
sınıfının yozlaşmasını hızlandıran bir başka uygulama da makamların hatır ile
verilmesi ve mülazımlıkların sıkça dağıtılmasıydı.297 Bu durum “filanın hocası,
filanın edibi diye” usulsüz tayinler yapılmasına IV. Murat döneminde de devam
edildiğini göstermektedir. Ayrıca Koçi Bey mülazımlığın kolay elde edilmesi
üzerinde de özellikle durmaktadır: “Bu asırda diyaneti ve emaneti olmayan bir çok
kazasker çeşit çeşit mülazımlıklar yazıp, ruznamçe-i hümayunu doldurdular.
Nicelerine maaş zammı verip, iki yılda yeni mülazımı (yüzelliye) çıkardılar. Bu
yüzden kadıların halleri bozulup, aralarında ihtiyaçtan fazlalık da olduğundan, bir
kadı iki yıl beklediği halde bir yere tayin edilemez oldu. Fakirlik canlarına yetti. Her
biri dilenci derecesine geldi. Bir vazife çıksa on beş yirmi adam istekli olur. Birine
verilince diğerlerinin eli boş kalır”298 demektir. Bu yolla voyvoda ve subaşı
kâtiplerinin bile beş on bin akçe ödeyerek mülazım olarak ilmiye sınıfına dâhil
oldukları ve daha sonra müderris veya kadılık elde ettikleri malumdur. Koçi Bey, bu
usulsüzlüğü şiddetle eleştirmekte ve bu yolla ilmiye sınıfına dolanlar yüzünden “İyi
ve kötü belirsiz oldu. Çoğunlukla zulüm ve adaletsizlik yapıp, bilginler adını kötüye
çıkaran o gibi cahiller ve yabancılardır.”299 demektedir. İlmiye sınıfı Koçi Bey
döneminde toplum nazarında manevi otoritesini kaybetmiş “bilgin ve cahil ayırt
edilmeyip, bilginlerin kadri bilinmemekle yüce bilginlerin halk gözünde itibarı” da
296 a.g.e., s.20 297 a.g.e., s.22-23 298 a.g.e., s.23 299 a.g.e., s.21
133
kalmamıştı” 300
Kitabu Mesalîh’de dünyanın düzenini bilginlerin varlığına dayandıran
müellif, onlara gereken ilgi ve saygının gösterilmesini ister. Ulema Sınıfının gece ve
gündüz mütalaalarına devam edebilmesi için kapu kapu dolaşmalarının ve beş-altı yıl
mazul kalıp sürünmelerinin önlenmesinin gerektiğini belirtir. Geçim derdine
düşmelerini son derece tehlikeli bulur. “Nicesi fakirlikten kitaplarını satıp kara cahil
olurlardı” 301 der. Hâlbuki ilmiye sınıfının geçim sıkıntısı içinde olması sadece
rüşvetin artmasına değil, daha önemlisi yargı bağımsızlığının ortadan kalkmasına
neden olabilirdi. Mesalîhü’l-Müslimin yazarı bu iki hususa dikkat çeken ender
siyasetname yazarlarından biridir. Yazar eserinde “ulema altı aydan ziyade ma’zul
yürimemek gerekdür ki ulema kuvvetde ve şerefde olub kadılığına vardıkda ne
sancak beğinden havf ide ve ne de padişah kullarından havf ide ve ne ma’zullukdan
havf ide ve ne kitabların sata, emr-i şer’ ne ise hak üzre icra ide, rüşvet yemeğe
muhtaç olmaya.”302 demek suretiyle kadıların ekonomik durumlarının yargı
bağımsızlığı için önemini vurgulamaktadır.
Müellif İlmiye sınıfının durumunu; “Şol tiryakilikte meşhur olmuş, benzi saru
geçkin tiryakiler olur ki suretlerinden tiryakilikleri bellidir. Bunlardan kimisi kadıdır,
kimisi imamdır ve kimisi müezzindir. Bu makule bunlara caiz değildir. Hatta
sarhoşun durumu bunlara yeğdir. Tiryakinin ne sözü sözdür ne ahdi ahiddir, hiçbir
menfaate yarar taife değildür”303 diyerek ilginç bir şekilde resmeder.
Katip Çelebiye göre Ulema sınıfı bedende en önemli bir unsur olan kana
eşittir. İnsan vücudunun kaynağı kalptir. Kalp hoş bir cevherdir. Oldukça nazik
300 a.g.e., s.21 301Yücel, Kitabu Mesâlîh’l-Müslimîn ve Menafi’i’l-Mü’minîn, s.91–92 302 Yücel, a.g.e., s.92 303 Yücel, a.g.e., s.95
134
yapısından dolayı, bedende hareket edemeyip, kan onu bedenin en ince noktalarına
kadar ulaştırır. Şüphesiz bedenin onunla beslendiği gibi, âlimler de kalp ayarında
olup, bereket ve bolluğun temeli ilimle doğrudan ya da dolaylı olarak donanarak
bedenin organları derecesinde olan cahilleri ve halkı aydınlatır. Bedenin kalpten
yararlandığı gibi onlar da âlimlerden yararlanırlar. Kalbin, bedenin canlılığını
sağlaması gibi ilim de toplumun devamlılığını sağlar.304
“İlmiye sınıfı ile birlikte medrese sistemi de bozulduğundan buradan çıkan
müderris, müezzin, imam ve diğer din görevlileri de ehliyetsiz kimseler olmaya
başlamıştı. Memlekette yegâne ilim ve tahsil yuvası olan medresenin inhitata
uğramış olmasından en çok yakınanlardan birisi olan Kâtip Çelebi, bu kurumun
yozlaşmasında ve eski itibarını yitirmesinde müspet ilimler ve felsefenin medrese
dışına atılmasının payı olduğunu savunur. Mizanu’l-Hak adlı eserinin girişinde,
zekânın gelişmesine hizmet eden felsefe ve müspet ilimlerin öğretilmemesinin,
ulemayı cahillik ve fikri taassuba sevk ettiğini yaşadığı dönemden alıntılarla anlatır.
Ona göre medrese ile tekke arasında başlayan kısır çekişmeler iki zümrenin
birbirlerine düşman olmasına sebep olmuş, fikri bütünlüğün tesis edilmesi, ilmiye
sınıfının yozlaşması için gerekenlerinin yapılmasını imkânsızlaştırmıştır.”305
Bu konuda hassas olan bir siyasetname yazarı da Defterdar Sarı Mehmet
Paşa’dır. Zamanında kadıların rüşvetin adını “mahsul” koyup korkusuzca aldığını ve
kim çok rüşvet verirse ona hükmettiğini ifade etmektedir. Rüşvetle makam alınıp
satılmasının sakıncalarına değinen yazar, “ashab-ı devlete irtişa marazı misüllü ilacı
müşkil belki ilacı yok bir maraz-i adimül-ilac yoktur” dedikten sonra ilmiyede
304 Aslantürk, a.g.e., s.200 305 Çiçek, a.g.m., s.1418
135
görevlerin reis-ül-ulema olanlar ile müşavere edildikten sonra verilmesini ve büyük
kadıların tayin edilmeden önce sözlü sınava alınmalarını önermektedir.306
Özetle Siyasetname müelliflerine göre ilmiye sınıfının bozulmasındaki
amiller şunlardır:
� Ulema arasındaki rekabet.
� İlmi makamların rüşvet, kayırma ya da veraset usulüyle verilmesi.
� İlmiye sınıfının çalışmayı bırakıp büyüklerin kapılarının önünde mülazemete
yönelmeleri.
� Sık sık vazifeden azledilme.
� Geçim sıkıntısı.
� Müspet ilimler ve felsefenin medrese dışına atılması.
� İlmiye sınıfının zararlı alışkanlıkları.
3-) Kânun-ı Kadîmin İhlali, Nizam-ı Âlemin İhtilali
Osmanlı siyasetnamelerinde Nizam-ı âlem anlayışı önemli bir yer tutar.
Dünyanın düzeni manasına gelen bu anlayış ile Osmanlı müellifleri esas itibarı ile
devletin içindeki nizamı ve onun korunup kollanmasını göz önünde tutar. XVI. asrın
sonlarından itibaren Osmanlı devletinde ortaya çıkan değişiklikleri dağılma ve
karışıklık olarak değerlendiren müellifler bu gelişmeleri “Nizam-ı aleme ihtilal,
reaya ve berayaya karşı infial” olarak değerlendirmişlerdi. 307
Bunun sebebini araştırırken Siyasetnamecilerin aradığı cevaplardan biri, bu
meselenin nasıl anlaşıldığı ve hangi çözümlerin buna uygun olduğu sorusudur.308
306 Defterdar Sarı Mehmet Paşa, a.g.e., s.61 307 Yücel, Kitab-i Müstetab, s.1; Öz , “IV. Murad Devrine Ait Gelenekçi Bir Islahat Teklifi”, s.24; Öz, a.g.e., 12 308 Yücel. a.g.e., s.1
136
Umumiyetle Osmanlı siyasi düşüncesine göre çeşitli devlet kurumları Nizam-
ı alemin korunmasına ve sağlamasına hizmet etmelidir. Siyasi prensiplerin bozulması
veya ona uyulmaması ve devlet kurumlarının yeteri seviyede işlememesi, ülkede
siyasi dengenin bozulması, adaletin yerini zulme bırakması ve sonuç itibariyle
ülkenin mahvolması fikri, Osmanlı siyasi düşüncesinde mühim yer tutar.
Kanun gücünün zayıflamasıyla Nizam-ı alemin bozulmasında yakın alaka
kuran ıslahatnamecilere göre, Nizam-ı aleme ihtilal gelmesinin altında yatan en
önemli etken, kanunlara zıt olarak ortaya çıkan “yaramazlıklar ve bid’atlar”dır.309
Tabii ki Osmanlı ıslahat layihalarında dünyanın ezeli ve ebedi, yani değişmez
bir nizamı olduğu kabul edildiği için, geçmişte mevcut olduğu düşünülen ideal bir
kuruluşta herhangi bir değişikliğin müspet karşılanması da mümkün değildi. Osmanlı
müelliflerinin ekseriyeti bu mesele ile alakalı Kur’an’daki “Bir kavm kendi haleti
ruhiyesini değiştirmedikçe Allah onların halini değiştirip bozmaz” mealindeki ayeti
misal göstermeleri de bunun bir göstergesidir.310
Islahatname yazarları Osmanlıdaki bozulmanın genel olarak Kânun-ı kadîme
muhalefetten ortaya çıktığını ve çözümün de Kânun-ı kadîme yeniden riayet
edilmeye başlanmasıyla mümkün olacağını söylemişlerdir.
Kânun-ı kadîm anlayışının ne zaman ortaya çıktığı tam olarak bilinmese de
“kadim zamanlardan beri mevcut olan kanuna zıt bir işin görülmemesi” şeklinde
açıklanan bu terimin ne demek olduğuna ister kanunname, isterse de şeyhülislam
fetvasında aynı cevap verilmiştir. “Kânun-ı kadîm öyle bir kanundur ki onun ne
zaman ortaya çıktığını hiç kimse bilmez” 311
309 Yücel. a.g.e., s.2 310 Öz, “Klasik Dönem Osmanlı Siyasi Düşüncesi”, s.30; Qasımov, a.g.e., s.52 311 Qasımov, a.g.e., s.52
137
Tarih-i Selanikî de Kânun-ı kadîm ifadesinin 150 defa kullanıldığını söyleyen
Farouqi “Altınçağ mitini yakınçağla ilişkilendirmeye çalışan XVII. asır risale
müellifleri XVI. yüzyılın ortalarında var olduğunu iddia ettikleri şartları idealize
ederler” diye yazar.312 Buna misal olarak Kânun-ı kadîme riayetin bozulmaya
başladığı devir olarak kimisi Kanuni devrini, kimisi Yavuz, hatta II. Bayezit ve Fatih
devirlerini göstermişlerdir.313 Mesela ilginçtir XV. yy başlarında yazılmış olan
Kenzü’l- Kübera müellifi Şeyhoğlu, eserinin yazılma sebebi olarak kanunların
bozulmasını gösteriyor: “Âlem din âlimlerinden hâlî oldu, zaman ve mekân eclaf ve
rezil insanlarla doldu. Hâkimin susmasıyla şeriat gücünü yitirdi, Padişahların
zulmüyle İslam âlemi abatlığından mahrum oldu, harabeliğe çevrildi, tarikat yolu
kesildi, marifet yayı boşaldı hakikat tılsımı yok oldu, ricaya gelenlerin sözü
işitilmedi.” 314
“Aksaklık ve bozuklukların sebepleri ve giderilme çarelerinin altında yatan
temel felsefe tamamıyla klasik daire-i adliye ve erkan-ı erbaa telakkileridir. Onun
için hemen kepsine göre bütün aksaklık ve bozuklukların temel sebebi
adaletsizliktir. Devlet işlerinde adalet gözetilmemiş işler, mevkiler, mansıplar ehline
değil parayı çok verene tevdi edilmiştir. Bu ise rüşvet hastalığını olabildiğince
artırmıştır. Böylece yüksek vasıflı kişiler, kalitesiz vasıfsız kişiler derekesine
indirilmiş edânî, eâlî mertebesine yükseltilmiş bu suretle nizam altüst edilmiştir.
Eskiden herkes kendi kabiliyet ve liyakatine göre hak ettiği tabakada kalırken
sonradan erkân-ı erbaayı teşkil eden tabakalar birbirine karışmıştır. Mesela kul
312 Süreyya Farouqi, Osmanlı Kültürü ve Gündelik Yaşam: Orta Çağ’dan Yirminci Yüzyıla, Osmanlı Yayınları, İstanbul, s.86 313 Fleisher, Tarihçi Mustafa Âlî, s.212; Danışman, a.g.e., ss.87-88 314 Kemal Erarslan, Şeyhoğlu: Kenzü’l Kübera ve Mehekkü’l-Ümera, TDK Yayınları, Ankara 1991, s.8
138
taifesinin arasına ecnebiler yani öteki kesimlerden kimseler girmiştir. Ulemaya riayet
ihlal edilmiş terfi ve tayinde yol ve erkân liyakat ve kabiliyet istihkak bir tarafa
itilmiş rüşvet ve iltimas geçerli olmuştur. Bütün bunlara paralel olarak da devletin iş
bilir ve dürüst insanlara danışılarak sağlam bir şekilde yönetilmesinde büyük payı
olan meşveret de ihmal edilmiştir. Reayanın zarara uğramasının önüne geçecek olan
narh meselesi ihmal olunmuş kontrole tabi tutulmamıştır. Bütün bunların bir araya
gelmesiyle her şey bozulmuştur. Bütün mesele daire-i adliye ve erkan-ı erbaayı yerli
yerinde tutan kânun-ı kadîmi yani XV. ve XVI. yy.lardaki nizamı sağlayan örfi
kanunları yeniden ihya etmektir. Bu yapıldığı taktirde işler düzelecektir.
Görüldüğü üzere çoğu bilfiil şu veya bu devlet hizmetinde bulunmuş bir
kısmı da aynı zamanda ulemadan olan söz konusu ıslahatnameci veya layihacı
yazarlar tamamıyla klasik siyasi çerçeve içinde düşünmüşler, hem aksaklık ve
bozuklukların tespitine hem de bunların giderilmesi için öne sürdükleri tedbirleri
aynı mantık dâhilinde ele almışlardır. Başvurulmasını istedikleri tedbirler pratik
mahiyetteki teferruata ait bir iki mesele hariç tutulursa adaletten ayrılmamak, işleri
ehline havale etmek, zulümden kaçınmak gibi asırlar boyu tekrarlana gelen, klasik,
yuvarlak ve genelde geçerli tedbirlerdir. Hemen hepsi de Kitabu Mesâlîhi’l-
Müslimîn’in anonim yazarı hariç tutulacak olursa ihtilal ve fetretin ana sorumlusu
olarak kânun-ı kadîmden ayrılmayı görmüşler ve altın devre yeniden ulaşmanın
ancak ona dönüşle mümkün olabileceğine inanmışlardır. Yalnız adı geçen kitabın
anonim yazarı kanunların zamana göre değişebileceği görüşünde olduğunu açıklamış
ama o da sebep yokken kanunu değiştirmenin doğru olmadığını belirtmiştir.
Bu yazarların çoğu XV. yy.’ın ikinci yarısından beri Hıristiyan batı
dünyasında meydana gelen yeni siyasi yapılanmalar, sosyo-ekonomik yapıda ve
139
özellikle ekonomide, askeri alanda ortaya çıkan değişiklik ve yenilikler ve özellikle
Amerikanın keşfinin doğurduğu yeni şartlar hakkında ilgisiz (belki de bilgisiz)
görünüyorlardı. Çünkü Osmanlı nizamı gibi birkaç asırdır dünyada üstünlük kuran ve
kendisinin yeryüzünde mevcut en mükemmel düzen olduğuna ve kıyamete kadar da
öyle kalacağına inanılan bir nizamın içinden gelen şahsiyetler olarak başka türlü
düşünmeleri imkânsızdı. Kendi mantıkları içinde haklı ve tutarlı olan bu insanlardan
Osmanlı imparatorluğunda baş gösteren farklılıkların onların tabiri ile ihtilal ve
fetretin yalnız imparatorluğun kendi iç şartlarının değil, değişen dış şartlarının da
katkısıyla oluşan bir değişim sürecinin alametleri olduğunu anlayabilmelerini
beklemek lazım gelir. Nitekim onlar bu dış şartları anlamaktan da öte, fark
edemedikleri için klasik nizama dönüşü kurtuluşun tek çaresi olarak görmüşlerdir.
Özet olarak söylemek gerekirse Osmanlı siyasi düşüncesi kökü çok eskilere
dayanan felsefi ve teorik bir siyasi düşünce geleneğinin ürünü olarak yerine eski
siyasetname geleneğinin dışına çıkmayan tamamıyla pragmatik amaçlı ve tabiri
caizse gerçek bir felsefi zemine dayanmayan bir siyasi düşünce geleneğini temsil
eder” 315
315 Ocak, a.g.m., s.172-173
III. BÖLÜM
ÇÖKÜŞ/BOZULMA/ÇÖZÜLME PARADİGMASI
1-) Dönemsel Yaklaşım
İbni Haldun (Mukaddime) adlı kitabında şöyle yazıyor: "İmparatorlukların da
tıpkı insanlar gibi kendilerine has bir ömürleri vardır, gelişirler, olgunlaşırlar, sonra
da batmaya başlarlar."316
Bu araştırmamız sırasında aradığımız cevaplardan biri de Osmanlı devletinde
baş veren bozuklukların ne zaman başladığı, bozulma başladı ise de bu Osmanlı
devletinin gerilemesi anlamına geliyor mu? Geliyor idiyse bu kadar uzun süren bir
gerileme nasıl olur? Zira çöküş, bozulma veya çözülme dediğimiz zaman diliminin
üç asırdan fazla sürmesi acaba sınıflamada bir yanlışlık mı yapıyoruz sorusunu
gündeme getiriyor. Bu soruya vereceğimiz cevap siyasetnameleri de nasıl okumamız
gerektiğine bir ışık tutacaktır.
Temel olarak zirvenin aynı zamanda sonun da başlangıcı olduğu gerçeğinden
yola çıkılarak, İbn-i Haldun’un da tesiriyle toplumların da insanlarda olduğu gibi bir
doğma büyüme ve ölme süreci olduğu varsayılmıştır. Bu nazariyeden ilhamla
tarihçiler Osmanlının Çöküş/Bozulma/Çözülme serüvenini Kanuni döneminden
başlatırlar. Ancak ilginç bir tezatla siyasetname müellifleri sonun başlangıcı olarak
Kanuni dönemini işaret ederken bozulmanın çözümü olarak da yine Kanuni
dönemini gösterirler.
316 Defterdar sarı Mehmet Paşa, a.g.e., s.IX
141
“Osmanlı tarihini çağlara ayırmada hala antropomorfik (insan biçimcilik)
yöntem izleniyor. Yani doğma büyüme ölme prensibi. Bu yöntem tamamen
değişmelidir.” diyor Halil İnalcık. 317 Bu insan biçimcilik yönteminden hareketle
Osmanlı tarihinde şöyle bir dönemlere ayırma ortaya çıkmaktadır:
-Kuruluş (1299-1453)
-Yükseliş (1453–1566)
-Duraklama (1566–1689)
-Gerileme (1689–1774)
-Çöküş (1774–1922)
Bu aşamaların bütününe bakıldığında tarihin kırılma noktalarından çok, devletin bir
organizma tarzında doğup büyüyeceği, orta yaşlarına geleceği ve yaşlanıp öleceği
şeklindeki klasik şablonun esas alındığı kolaylıkla fark edilir. Osmanlı tarihini
dönemleştirmede olağanüstü bir yaygınlık kazanan bu şablonun büyük ölçüde
Dimitri Kantemir’in yazımını 1716 yılında bitirdiği Osmanlı İmparatorluğunun
Yükselişi ve Çöküşü Tarihi adlı eserinden sirayet ettiğini düşünmek yanlış olmaz. 318
Bu demode dönemleştirme anlayışına karşı Kemal Karpat;
1-) Uç Beyliği dönemi (1299–1402),
2-)Merkezileşmiş yarı feodal safha (1421-1596),
3-)Bölgesel özerklik ve Ayanlar (1603-1789),
317 Orhan Koloğlu, “Profesör Halil İnalcık ile bir söyleşi: Türkiye’de Tarihin Bunalımı” Özgür İnsan, Ekim 1976, C.4, S.36, s.23 318Bkz. Dimitri Kantemir, Osmanlı İmparatorluğu’nun Yükseliş ve Çöküş Tarihi, çev. Özdemir Çobanoğlu, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1979, 2 cilt; Mustafa Armağan, “Osmanlı Gerilemesi Masalından Uyanmak” Düşünen Siyaset-Osmanlı ve İdeolojisi sayısı, S.7-8, Ağustos-Eylül 1999, ss.113-115.
142
4-)Ulus devlet aşaması: Modern bürokrasi ve aydınlar (1808-1918)
şeklinde;319
Halil İnalcık;
1300-1600: Klasik (geleneksel) dönem,
1600-1900:Değişim dönemi, şeklinde;320
Özer Ergenç; Klasik, Klasik Sonrası ve Modernleşme,321 şeklinde bir ayrım
yapmayı tercih etmişlerdir.
2-) Yeni Yaklaşımlar
Osmanlı devletinin klasik kurumlarının niçin ve nasıl değiştiği meselesi uzun
zamandır Osmanlı tarihi araştırmalarının ilgi çekici bir yanını teşkil eder. Bu
araştırmaların gelişmesine paralel olarak, çeşitli faktörlerin tesiriyle, söz konusu
değişimin mahiyeti hakkındaki anlayışın da değiştiği gözleniyor. Kısaca belirtmek
gerekirse, 1970’li yıllara kadar XVI. asrın ikinci yarısında başladığı varsayılan bir
Osmanlı Çözülmesinden bahseden tarihçiler giderek bu dönemi ifade etmek üzere
buhran, dönüşüm, değişim tabirlerini kullanmaktadırlar. 322
Osmanlı tarihinin temel dönemleri ve bu dönemlerin özellikleri bağlamında,
dozunu ve etkisini giderek arttıran yeni bir yaklaşım veya bu yaklaşımın sorguladığı
geleneksel paradigmaya karşı geliştirilmeye çalışılan yeni açıklama biçimleri
ışığında Osmanlıların XVI. yüzyıldan XVII. yüzyıla geçiş sürecinde karşılaştıkları
319 Kemal Karpat, “Osmanlı Tarihinin Dönemleri: Yapısal Bir Karşılaştırmalı Yaklaşım” Osmanlı ve Dünya, Haz. K. Karpat, Ufuk Kitapları, İst-2000, ss.119-145 320 Bkz. Halil İnalcık, Ottoman Empire: The Calassical Age, Weidenfeld & Nicholson, 1973 321 Özer Ergenç, “Osmanlı Klasik Düzeni ve Özellikleri Üzerine Bazı Açıklamalar” Osmanlı Ansiklopedisi, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara 1999, c.4., s.32 322 Öz, “IV. Murat Devrine Ait Gelenekçi Bir Islahat Teklifi”, s.80
143
temel problem veya problemlerin ve bunlara karşı geliştirilen cevapların niteliğini ele
almaya çalışacağız.
XVI. yüzyılın sonlarında "en geniş" sınırlarına ulaşan Osmanlılar bu
tarihlerden itibaren bir "duraklama" ve sonra da "gerileme" sürecine mi girmişti,
yoksa iç ve dış dinamiklerin beraberce etkilediği bir değişim döneminin meseleleri
ile mi uğraşmak zorunda kalmışlardı?
M.A. Kılıçbay “Osmanlıyı anlamak… evet anlamak Osmanlı’nın kendi
tarihsel konteksti içindeki yanlışlarının ve doğrularının serinkanlılıkla ortaya
konulmasıdır.”323 diyor. Osmanlı tarihini anlamamızın önündeki en büyük
engellerden birisinin ‘gerileme’ saplantısının oluşturması şaşırtıcı değil. Bu
‘gerileme’ anlatısı o kadar sık tekrarlanmakta ve o kadar kendiliğinden belli bir
olaymış gibi zikredilmektedir ki, tarih okurları da daha işin başlangıcında edindikleri
bu izlenimin, realist bir tespit mi, yoksa bir Osmanlı resmini zihinlere yerleştirmek
için resmetmeye girişilmiş bir efsane mi olduğunu sorgulamaya dahi ihtiyaç duymaz
hale geliyorlar. Zaten Osmanlı gerilememiş miydi? Eğer gerilemediyse neden bu gün
artık Osmanlı yok? Gerileme yok idiyse Osmanlı devleti neden yıkıldı? Osmanlı
devletinin belli bir tarihten sonra gerilediğini savunanlar gerileme derken tam olarak
neyi kast ediyorlar? Tereddi midir? Yoksa İnhitat mıdır? Eğer tereddi anlamında bir
gerilemeden söz edeceksek Osmanlı devleti ve toplumu ilerlemiş olduğu konumdan
gerilemiştir. Kendi içinde bir bozulma yaşamıştır. Avrupa yerinde saysaydı bile biz
kendi içimizde bir gerileme yaşamışızdır. Geri kalmışlığımızın sebebi budur.
Osmanlı devleti bozulduğu için geri kaldı. Ancak gerileme ile İnhitata maruz
323 Mehmet Ali Kılıçbay, “Osmanlıya Requiem”, Düşünen Siyaset-Osmanlı ve İdeolojisi sayısı, S.7-8, Ağustos-Eylül 1999, ss.13-14
144
kaldığını kastediyorsak o zaman şunu söyleriz demektir: Osmanlı sistemi kendi
içinde yoluna devam ediyordu ancak Avrupa tarafında geçildi. Kastımız bu ise
Osmanlı’nın tereddisini ya kabul etmiyoruz ya da pek önemsemiyoruz demektir.
Çünkü Osmanlı sistemi kendi temposunda yoluna devam etseydi bile Avrupa’nın
modern çağlardaki olağanüstü ilerleme temposu karşısında geri kalacaktı, bu
kaçınılmazdı demeye getiriyoruz. Velhasıl şöyle bir tablo çıkarıyorlar karşımıza:
Osmanlı devleti ve toplumu hem kendi içinde bir çürüme yaşadı hem de batı
karşısında geri kaldı ya da her ikisi de beraberce vuku buldu. Tabi tam bir kargaşa.
Ancak bu iddianın sahiplerinin kendi içinde çürüyen bir sistemi nasıl olup da
çürümeye başladığı tarihten yani Kanuni’nin ölümünden devletin yıkılışına kadarki
357 yıl devam ettiğini, ayakta kalabildiğini, dünya siyasetinde eskisi kadar olmasa
bile söz sahibi olmaya devam edebildiğini açıklamaları gerekir. Çürüme süresi,
sağlıklı olduğu varsayılan ömrünün -kuruluşundan Kanuni’nin ölümüne kadar geçen
süresi 267 yıldır- yaklaşık bir asır fazlasına tekabül eden bir devletin bu muazzam
başarıyla nasıl çürüyebildiği ise tartışma konusudur.324 Bu “Osmanlı Paradoksu”
diyebileceğimiz bir duruma yol açmaktadır. Bu paradoks ise Osmanlıyı başarıya sevk
eden unsurlarla yıkılışa götüren unsurların tutarlı olarak takip edilememesinden
kaynaklanmaktadır. 325
" Osmanlı Gerilemesi Masalından Uyanmak" başlıklı makalesinde Mustafa
Armağan, tarihe kısır bir 'ilerleme-gerileme' diyalektiğinden bakmanın bir tarihçinin
yapacağı son iş olduğunu vurgular.
324 Mustafa Armağan, “Osmanlıları Geri Getirmek”, Muhafazakâr Düşünce, Kış 2006 Yıl:2, sayı:7, ss. 46-48 325 Armağan, “Osmanlı Gerilemesi Masalından Uyanmak” s.101
145
“Tarihe kısır ilerleme gerileme diyalektiği içerisinde bakmak gerçekte bir
tarihçinin en son yapması gereken iştir. Bunu sosyal düşünürler ideologlar teologlar
vd. yapabilir ama bir tarihçinin görevi tarihin dinamiklerini anlamak için Fernand
Braudel’in ünlü deyişiyle ‘bütün tarihi seferber etmek’ olmalıdır. Tarihteki bütün
ilerlemelerin -bilim ve tekniktekiler de dahil- ağır bedelleri olduğunu ve beraberinde
belli alanlarda gevşemeler getirmeye mecbur ve mahkum bulunduklarını burada bir
defa daha ifade etmeyi bir görev biliyorum. Ayrıca yeri gelmişken belirtelim ki belli
bir tarihe kadarki yenilikler dâhiyane bulunurken o tarihten sonra yapılanlar bir tür
bid’at olarak düşünülmektedir. Nitekim Osmanlı devleti kâh matbaa gibi bazı
yenilikleri ülkeye geç getirdiği için suçlanmakta, kâh tımar sistemini iltizama
çevirmek gibi aynı mantıktan bakmaya devam edersek son derece zamanında ve
yerinde kabul edilmesi gereken bir yeniliği yaptığı için suçlanabilmekte devletin
sonunun bu yenilik yüzünden geldiği iddia edilebilmektedir.”326
Esasen çöküş/bozulma/çözülme paradigmasının (değerler dizisi) mahiyeti
açıktır: Darling’in vurguladığı gibi, “Osmanlılar neticede zayıfladılar ve ortadan
kalktılar; bunu bildiğimizden onların daha önceden tecrübe ettikleri her zorluk bir
‘çözülme tohumu’ haline gelir ve Osmanlıların başarıları ve güç kaynakları kayıttan
kaybolur.” 327
Öyleyse Osmanlı geriledi mi gerçekten?
326 a.g.m. ss.102-103 327 Öz, “Onyedinci Yüzyılda Osmanlı Devleti: Buhran, Yeni Şartlar ve Islahat Çabaları Hakkında Genel Bir Değerlendirme” s.48
146
“Osmanlıların askeri teknolojideki değişmeleri benimsemede, daha önceki
dönemlere göre 17. yüzyılda bir isteksizlik veya becerisizlik sergilediğini iddia
etmek imkânsız görünmektedir. Osmanlıların askeri teknolojisi ve Avrupa ile
mukayesesi konusundaki bir araştırmada Avrupalıların giderek daha hafif ve
taşınması kolay tüfeklere sahip olmalarına karşılık Osmanlıların eski ve ağır silahları
kullanmaya devam ettikleri yönündeki görüşler ampirik olarak çürütülmekte ve yine
Osmanlıların en azından 17. Yüzyıl sonlarına kadar kitlevi üretim yapma ve mamul
maddeleri depolamada güçlük içinde bulunduğu görüşünün doğru olmadığına işaret
edilmektedir. Onbeşinci yüzyıldan onsekizinci yüzyıla Osmanlı İmparatorluğunda
askeri teknolojinin yayılışı meselesini ele alan Jonathan Grant’ın araştırmasında da
“çöküş” paradigmasına tenkidi bir bakışla konu ele alınmaktadır. Osmanlıların o
dönemdeki askeri yetenekleri, kendi geçmişleri Avrupalılar ile karşılaştırılmakta ve
askeri teknolojinin yayılmasına ilişkin bir teori çerçevesinde ele alınmaktadır. Bu
teoriye göre askeri teknoloji üretimi, benimsenmesi ve kullanımı açısından
Osmanlılar 15. Yüzyıldan itibaren var olan teknolojiyi taklit edip yeniden üreten ama
bunun altında yatan icat ve uyarlama sürecini yakalamamış bulunan üçüncü katman
üreticiler kategorisinde idiler. Neticede Osmanlıların 1571 veya 1683’ten sonra
amansız bir çöküşü tecrübe etmedikleri, teknolojik açıdan başlıca düşmanları olan
Rusya ve Venedik ile eşit düzeyde kaldıkları, Osmanlı askeri malzeme üretimi 18.
Yüzyılda Avrupa’nın gerisinde kalmakla birlikte yüzyılın sonunda yenilik dalgasının
yakalandığını ve Osmanlıların üçüncü katman üreticilik yeteneklerinin bütün bu
dönem boyunca devam ettiğini belirten Grant, Osmanlıların ancak 1850’den sonraki
yeni dalgayı kaçırdıklarını ve dolayısıyla tamamen yabancı silah ithalatına bağımlı
hale gelmediklerini ekler. Bu ise çöküş tezinin ironik bir şekilde tersine dönüşüdür:
147
Osmanlıların Batıdan kurumsal ödünç almalara en çok açık oldukları bu dönem,
gerçek ithalat bağımlılığına düşüşün başladığı zaman olmuştur”328
Murphey, yaygın söylenenin tersine Osmanlının batıya kapanmadığını aksine
XVII. yüzyılın sonlarına kadar Batıyla teknolojik gereçlerin, özellikle silahların
alınması yönünde ciddi bir çaba içerisinde olduğunu, hatta 1680 yılında Avusturya
ile yapılan savaşta silahlardan bazılarının rakiplerinden daha üstün olduğunu
söylemektedir. Osmanlının kendini batıya kaşı kapamadığı bilakis Avrupa’nın
kapılarını Osmanlı’ya kapadığını, teknoloji ve askeri mühimmat gibi tecrit politikası
güttüğünü yazar.329
Demek ki batıyı dışlayan değil dışlanan taraftır Osmanlı. Hatta coğrafi
keşifleri bu dışlamanın tezahürleri sayabiliriz. Osmanlılar içinde sıkıştırıldıkları bu
ablukayı kırmak için çeşitli yollar denemiş hatta sistemdeki bazı ülkelerle uzlaşarak
diğerlerini saf dışı bırakmaya çabalamış, yaygın kanaatin aksine hiç de iflah olmaz
bir yenilgi psikozuna kapılmamışlardır. Eğer kapılmış olsalardı, ne XX. Yüzyıla
kadar yaşayabilir ne de sözümona gerileme döneminde Şey Galip ve Dede Efendi
gibi içinde gelenekleri dirilten dehaları yetiştirebilirdi.330
Osmanlı Astronomisinde Latince’den Türkçeye ilk tercümeler XVII. yy.’da
yapılmaya başlamıştır. Bu yüzyılda Osmanlı Astronomisi batı astronomisi ile temasa
geçmiş ve Zic ve bazı Coğrafya kitaplarının tercümeleri ile Avrupa’da gelişen yeni
astronominin kavramları ile tanışmaya başlamıştır. Zic’in tercümesi astronomik
328 Öz, a.g.m., s.52 329 Roads Murphey, “Osmanlıların Batı Teknolojisini Benimsemedeki Tutumları”, Haz. Ekmeleddin İhsanoğlu, Osmanlılar ve Batı Teknolojisi, İÜEF Yayınları, İstanbul 1992, s.11; Armağan, a.g.m., s.104, 330 Armağan, a.g.m., s.105
148
cetveller konusunda Avrupa dillerinden nakledilen bildiğimiz ilk kitaptır. Bu tercüme
ile Copernicus astronomisi ile modern astronomi kavramları ilk defa Osmanlı bilim
literatürüne girmiştir.331
“XVII. yüzyılın en önemli özelliği birçok ünlü tabibin bu yüzyılda yetişmesi ve
önemli eserler telif etmeleridir. Bu bakımdan bu çağa Osmanlı tıbbının en olgun çağı
denilmektedir. Yüzyılın diğer bir özelliği de bazı Türkçe tıp lügatlerinin bu dönemde
yazılmasıdır.”332 “XVII. yy.’da Rönesans’ın hekim-filozofu Paracelsus’un eserlerinin
Türkçeye tercüme edilmeye başlanmasıyla Osmanlı hekimleri arasında ‘Tıbb-ı
Cedid’ veya ‘Tıbb-ı Kimya’ isimleriyle anılan yeni bir akım gelişmiştir.”333 “ Bu
yüzyılda matematik astronomi ve tıp sahaları dışında da pek çok telif ve tercüme eser
vardır.”334 “XVIII. yy.’da da Osmanlı Matematiği büyük oranda klasik matematik
geleneğine bağlı kalmıştır ancak yüzyılın sonlarına doğru modern matematik kavram
ve yöntemleri yavaş yavaş Osmanlı matematiğindeki yerini almaya başlamıştır.”335
“Osmanlıların klasik-sonrası dönemi ile ilgili ikincil literatürde, büyük ölçüde
üç yüz yıllık bir “inhitat”(çözülme) nosyonu ile karşılaşıldığını belirten Farouqhi bu
dönemde her hangi bir bölgede belirli dönemlerde bir düzelme veya iyiye gidiş
görülüp görülmediği sorusunun sorulması gerektiğini vurgular. Ankara ve
Kayseri’deki ev sahipliği ile ilgili araştırmasında bu iki kentin 17. yüzyıl boyunca
bariz bir çöküş yaşamadığını ortaya koyar. Yine Faroqhi’nin belirttiği gibi, Osmanlı
tarihçileri artık Osmanlı devletinin sonunda iç tutarlılığını kaybedip siyasî arenadan
331 Ekmeleddin İhsanoğlu, “Osmanlı Bilimi Literatürü” Osmanlı Devleti ve Medeniyeti Tarihi, Ed. E.İhsanoğlu, IRCICA Yayınları, İstanbul 1999, C.II, s.415 332 İhsanoğlu, a.g.m., s.417 333 a.g.m., s. 419 334 a.g.m., s. 422 335 a.g.m., s. 423
149
kaybolması ile değil, Osmanlı devlet ve toplumunun ilk büyük buhranı atlatıp üç yüz
yıl kadar bir süre daha devam etmesini sağlayan mekanizmalarla
ilgilenmektedirler.” 336
“Rıfat Ebu’l-Hac, Osmanlı tarihi ile ilgili araştırmalarda devlet kavramının
bütün yüzyıllar için aynı anlamda kullanılmasına dikkat çekerek modern-öncesi veya
erken modern dönemi değerlendirirken modern ulus-devlet için tasarlanan kıstasların
esas alınmasındaki garabeti öne çıkarıyor; bu yanlış anlamanın en önemli
sonuçlarından birisi de Osmanlı devletinin 17. yüzyıl öncesinde merkezleşmiş, etkin
ve rasyonel bir kamusal varlık olduğu halde daha sonra kendine özgü niteliklerini
kaybetmesiyle dağılmaya başlamış varsayılmasıdır.”337
Osmanlı devletinin gerilemeye başlaması gibi görünen olguyu aynı dönmede
Avrupa’daki benzer gelişmelerle kıyaslarsak:
“ Bir toplum için bunalımsız hiçbir çağ yoktur. Lakin bunalım, kaynaklardan
anladığımız kadarıyla XVII. yüzyılda Osmanlının da bir parçasını teşkil ettiği
Avrupa’nın yakasını bırakmamıştır. XVII. yüzyılın bütün batı ve orta Avrupa’yı
etkilemiş olan ekonomik ve siyasal bunalımına her ülke kendisine göre bir tepki
vermiş siyasal devrimlerin önemi ekonomik ve sosyal değişimleri patlattığı Hollanda
ve İngiltere’de bunalımın sonucu ise diğer Avrupa devletlerinden önemli ölçüde
farklı olmuştur…. XVII. Yüzyılda yaşanan genel bunalımın Avrupa’da feodal
ekonomiden kapitalist ekonomiye geçişi doğuran genel bir geçişin son safhası olduğu
söylenir…. Bu kapitalizmin önünde engel olarak duran güçlüklere temel bir çözüm
336 Öz,a.g.m. s,50 337 a.g.m., s.51
150
bulunmasına kapı açmıştır.”338
“Hodgson Osmanlı devletinin gerilemeye başlaması gibi görünen olguyu aynı
dönmede Avrupa’daki benzer gelişmelerle kıyaslayarak anlatısına dâhil eder. Bu
gelişme mutlakıyetçiliğin zevalidir. Osmanlılarda ordu sivil ve askeri bürokrasinin
birlikte yer aldığı tüm kaynakların kendisine kanalize edildiği mutlakıyetçiliğin
gücünü teşkil ediyordu. Fakat XVII. yüzyıldan itibaren ordu içerisinde sivil sınıf
güçlenmeye başladı. Bu süreç bir sonraki yüzyılda da artarak devam etti. Sonuçta
merkezi silahlı kuvvetler ciddi olarak zayıfladı. Bu da, iktidarını ve gücünü yekpare
bir orduya dayandırmış olan mutlakıyetçiliğin altını oyan bir gelişme oldu.
Bu gelişmeyi devşirme sisteminin kendi doğal sınırlarına ulaşması yüzünden
değiştirilmesi takip edecekti. Bizim tarihlerimizin yeniçeriliğin ve devşirme
sisteminin ‘bozulması’ olarak verdikleri bu hadise aslında devletin askeri ve idari
stratejisindeki temel bir tercih değişikliğinin sonucuydu ve devletin, hatta ordunun
‘sivilleştirilmesi’ yönündeki girişimin önemli bir parçasını oluşturmaktaydı. Bu pek
dikkat çekmeyen sivil darbe XVII. yy.ın hemen başında hemen devreye girdi ve
devletin başı olarak padişahın bile yetkilerini kısıtlama yoluna gitti. Daha Kanuni
devrinde padişah divana başkanlık etme yetkisinden azledilmişti. Kardeş kavgaları
ve taht mücadeleleri yüzünden devletin bir türlü istikrar kazanamayan idari yapısına
çözüm olarak I.Ahmet zamanında ‘ekberiyet’ yani en yaşlı erkeğin tahta geçirilmesi
kuralı getirilmişti. Bu, aslında son derece önemli bir reform demekti o şartlara göre.
Şehzadeler artık sancaklara gönderilmiyor ve sarayda aktif hayattan tecrit edilmiş bir
şekilde yaşamaya mahkum ediliyorlardı.…
338 Armağan, a.g.m., s.106-107; XVII. Yüzyılda Avrupa da çok daha büyük karışıklıklar ve buhranlar olduğunu görmek için bkz. Bekir Sıtkı Baykal, Yeni Zamanda Avrupa Tarihi, II. Cilt, I. Kitap, TTK Basımevi, Ankara 1988
151
En yaşlı erkeği tahta çıkarmak, bir yandan Osmanlı hanedanının tahta geçme
sisteminin bir kurala bağlarken öbür yandan da askerin ikide bir devleti işlerine
burnun sokmasının önüne geçmek amacına matuf bir tedbirdi. Başka bir deyişle
sivilleşmenin uzantısıydı. Ayrıca tahttan kendi gönlüyle feragat eden padişaha emekli
olma şansı tanınıyordu….
Hodgson, mutlakıyetçiliğin zevalinin hatalı olarak sık sık imparatorluğun ve
beraberinde toplumun zevali anlamına geldiğinin zannedildiğini vurgular ve karşı
düşüncelerini bu sözlerin hemen ardından şöyle dile getirir: ‘Böyle bir değerlendirme
için vakit erkendir. Osmanlı toplumu bir imparatorluk üslubu oluşturma bakımından
en yaratıcı çabalara XVII. yy.da sahip olmuşsa da, doğal olarak, emperyal
mutlakıyetçiliğin zirvesine gelmek için sadece askeri değil, entelektüel açıdan da
gayret göstermeye devam etti… Osmanlı İmparatorluğu… XVIII. yy.da da yeterince
güçlü olmaya devam etti. Çoğu kimse mutlakıyetçiliğin zevalinden acı çekti, fakat
hatırı sayılır etkinliğe ulaşmış yeni kurumlar onların yerine ikame edilmişti.’
Görüşlerine genişçe yer verdiğimiz Hongson özetle Osmanlı devletinin XVII.
yy. başından hatta XVI. yy. sonundan itibaren yapısal bir dönüşüm geçirdiğini ve
sivil bir bürokrasinin devletin askeri karakterine müdahale ederek sivilleştiğini
gözlemlemektedir. Bu demektir ki tıpkı aynı dönemde Avrupa’nın beli başlı
devletlerinin yaşadığı türden bir bunalım, Osmanlı devletini de içine almış ve onu bir
yeniden yapılandırmaya doğru zorlamıştır. Bunun sonucunda ise padişahın
yetkilerinin kısıtlanmasından, askerin siyasete karışmaktan men edilmesine kadar
uzanan yepyeni bir süreç başlamıştır. İşte Kanuni dönemini altın çağ olarak alan
tarihçilerin bozulma olarak gördükleri gelişmelerin altında bu temel değişim
152
ihtiyacı, yani sivilleşme süreci yatmaktadır.”339
“Osmanlı Devletinin Klasik Dönemde yarattığı ve XVI. yüzyılın sonlarına
kadar başarılı politikalar uyguladığı kurumlarının yeni şartlarla karşılaştığı XVII. ve
XVIII. yüzyıllardaki gelişmeler, büyük önem taşımaktadır. Osmanlı devleti, düzenini
öylesine değişmeyecek bir biçimde kurmuş ve sistemlerinin kuramsal temellerini
öylesine çizmişti ki klasik sonrası dönemde fonksiyonel bir değişim oldukça uzun bir
zaman devam etmiştir. 340
3-) Çöküş/Bozulma/Çözülme Paradigmasının Oluşmasında Siyasetname-lerin Payı Olabilir mi?
XVI. yüzyılın ikinci yarısında siyasetname yazan bazı Osmanlı aydın ve
bürokratlarının, Kanuni döneminin sonlarından itibaren “nizam-ı aleme ihtilal ve
reaya ve berayaya infial” geldiği şeklinde bir görüşü benimsedikleri söylenmişti.
Son yıllarda siyasetname yazarlarının Osmanlı devlet ve toplum yapısının
yozlaşmasına dair fikirlerin tenkitçi bir bakış açısıyla ele alınması gerektiği ve
onların yansıttığı Çöküş/Bozulma/Çözülme imajının düzeltilmeye muhtaç olduğu
bizzat vurgulanmaktadır. 341
Kanaatimizce de siyasetnamelerde veya risalelerde çizilen Osmanlı portresi
fazlaca karamsardır. Aksi halde, bu derece yozlaşan bir yönetim ve toplumu hangi
339 Armağan, a.g.m., ss.111-113 340 Yaşar Yücel, Ali Sevim, Klasik Dönemin Üç Hükümdarı: Fatih-Yavuz-Kanuni, TTK Basımevi , Ankara 1991, s.XI 341 Dönemi genel bir çöküş ve buhran dönemi olarak nitelendirmenin yanlış olduğu da son zamanlarda sıkça dile getirilmektedir. Bkz. R. Abou-el-Haj, Formation of Modern State- The Ottoman Empire Sixteen to Eighteenth Century, New York, 1991, R. Murphey, “Mustafa Âlî and the Politics of Cultural Despair”, IJMES, 1989, S.21, ss.243-255, D.Howard, “The Ottoman Historiography and the Literature of ‘Decline’ of the Sixteenth and Seventeenth Centuries”, Journal of Asiatic Society, 1988, S.22, ss.52-77.
153
saiklerin daha üç yüz yıl ayakta tuttuğu, devletin XVII. yüzyılın sonlarına kadar
genişlemesini nasıl sürdürdüğü, Katip Çelebi, Yirmisekiz Çelebi Mehmet ve Cevdet
Paşa gibi bir çok devlet ve fikir adamının nasıl ve hangi muhitte yetiştiği, Sultan
Ahmet Camii ile devam eden mimari güzelliklerin nasıl meydana getirildiği gibi
sorular hiç cevaplanamazdı. Hâlbuki XVI. yüzyıl sonrası gelişmelerin açıklamasına
dair risale yazarlarında herhangi bir ipucu yoktur. O halde Osmanlı toplumunun bir
dönemde geçirdiği evrimin mahiyetinin anlaşılabilmesi için siyasetname yazarlarının
görüşlerini ve verdikleri örnekleri eleştirel bir gözle yorumlama ihtiyacı vardır.
Mesela, geleneksel anlayışa göre tımar sistemi ihmal edilmeye, tımar, hak
sahiplerine değil ekâbir adamlarına verilmeye başlanmış ve miri topraklar şu veya bu
yolla belirli kişilere verilmiştir. Hâlbuki tımar sistemindeki bu değişimin bir bozulma
değil, yeni şartların bir zorlaması olduğu çok açıktır. Ateşli silahların yaygınlaşması
ve piyadenin öneminin artışına paralel olarak devletin amatör ve tek işi askerlik
olmayan Tımarlı Sipahiler yerine; donanımlı, tek işi askerlik olan ve yeni teknoloji
silahları kullanabilen profesyonel, ücretli asker sayısını arttırması ve dirlik olarak
tahsis edilen gelirleri nakdi vergilere dönüştürme çabaları sonucunda tımar sistemi
zayıflamaya başlamıştır. 342
“Yine ‘bozulma’nın en tipik göstergelerinden birisi olarak gösterilen kul-
devşirme sistemi ve yeniçeriler de genel değişim ve buhran bakımından ele
alındıklarında, bazı yozlaşmalar müşahede edilse de temelde ‘kadim’ düzeni devam
ettirmenin mümkün olmadığı bir vasata girildiği muhakkaktır. Devşirmeyi eski
yaygınlığı ile sürdürmenin şartları ortadan kalktığı gibi Kafkasların fethiyle kul
sistemi için yeni bir kaynak elde edilmiş, ayrıca kul-oğullarının sisteme entegre
342 Öz, a.g.m., s.52
154
edilmesiyle de eski düzenden farklı bir manzara ortaya çıkmıştı. Yaya askerine
duyulan ihtiyacı devşirme yöntemiyle karşılamanın imkânsızlığı karşısında, Koçi
Bey ve benzerlerinin biraz da ait bulundukları zümrelerin imtiyazlarının
kaybedilişine karşı tepki göstererek ifade ettiği üzere, artık kul taifesine hariçten
ecnebi yani kul cinsi olmayan kişiler girmeye başlamıştı .”343
Bir de siyasetnamelerde ortaya konan bozulma emareleri ve çözüm önerileri,
bir ülkeyi, dönemi ya da bir hükümdarı ilgilendiren konular olmayıp genel geçer ve
her devirde olabilecek problemlerdir. Mesela Nizamü’l-Mülk’ün Siyasetname’si ile
burada incelenen siyasetnameler arasında büyük benzerlikler vardır. Ayrıca
siyasetnamelerin genel karakteri zaten var olan ya da olduğu düşünülen
problemlerden dolayı yazılmasıdır. Yani problem siyasetnamelerin ortaya çıkış
sebebidir. Dolayısı ile siyasetnamelerin sıklıkla bozulmalardan bahsetmesini normal
karşılamak gerekir. Örneğin yukarıda bahsedilen XV. yy. başlarında yazılmış
Kenzü’l-Kübera’da344 bile bozulmadan ve bozukluklardan şikayet edilmektedir.
Problem bulmak ya da bir aksaklığı görmek her zaman olabilecek şeylerdir. Zaman
zaman insanların çevrelerinde sıklıkla gördükleri problemleri umum topluma
meletmeleri normaldir.
Burada siyasetname müelliflerinin genel bir burhan havası estirmelerinde
birbirlerinden etkilendiklerini de göz ardı etmemek lazım. Zaten kendileri de eski
müelliflerden yararlanarak eserlerini kaleme aldıklarını zaman zaman ifade ediyorlar.
Burada ele alınan siyasetnamelerde dahi birebirinden etkilenme geniş ölçüde söz
343 a.g.m., s.53 344 bkz. Kemal Erarslan, a.g.e.
155
konusu iken ; Bursalı Mehmet Tahir’in “Siyasete Müteallik Asar-ı İslamiye”345 adlı
risalesinde tanıtılan yüz yetmişin üzerindeki eserin oluşturduğu hava dikkate
alındığında siyasetnamelerin neden bu kadar bozulmadan bahsettikleri anlaşılabilir.
Bu açıdan değerlendirmek gerekirse, risale yazarlarının dile getirdikleri
yolsuzlukların çapının “buhran dönemi”nde de toplumun tamamını çökmeye
götürecek düzeye çıkmadığı söylenebilir. Nitekim Osmanlı toplumunda rüşvet
yolsuzluk ve adam kayırmanın gerçek boyutlarını ortaya koyabilecek çapta
çalışmalar henüz çok azdır. Rüşvetin yaygın olduğunu ortaya koyan çalışmaların
varlığına karşılık mühimme defterleri ve şer’iye sicilleri üzerindeki yapılan
incelemeler rüşvet bir yana, Osmanlı toplumunun suçun yaygın olmadığı bir toplum
olduğu izlenimini vermektedir. En azından rüşvet alanlar ver görevini kötüye
kullananların ısrarla takip edilip, cezasız bırakılmadıklarını göstermektedir. Mesela
1698–1726 yıllarına ait Kıbrıs şer’iye sicilleri üzerinde yapılan bir araştırmada rüşvet
suçundan bu süre zarfında sadece Girne kadısını mahkûm olduğu, adi vakaların ise son
derece az olduğu ortaya çıkmıştır. Üstelik bu durumun Kıbrıs’ın farklı özelliklerinden
kaynaklanmadığı, Celâli isyanları dışında suç oranının XVII. yy. başlarında Kayseri,
Maçka ve diğer bazı Osmanlı kentlerinde de düşük olduğu anlaşılmaktadır.346
Dolayısıyla Risale yazarlarının gördükleri yolsuzlukları ve toplumda yayılma eğilimi
gösteren ahlâki bozuklukları özlemle yad ettikleri ve hiç bir dönemde var olmayan ideal
dönem çerçevesinde abartılı bir şekilde değerlendirdikleri anlaşılmaktadır.
345 Gürbüz Deniz, “Bir Osmanlı Aydını Bursalı Mehmet Tahir Bey ve Siyasete Müteallik Asar-ı İslamiye Adlı Risalesi”, İslami Araştırmalar,1999, C.XII, S.1 346 Kıbrıs’ta ve Osmanlı toplumunada suç olgusunun genel bir değerlendirmesi için bkz. Kemal Çiçek, “Osmanlı Devletinde Asayiş ve Emniyet Hizmetleri”, Uluslararası Sempozyum: Avrupa Birliği Sürecinde Türk Polisi, Ankara, 16-18 Ekim 1996. Ayrıca, Abdullah Saydam, “Memur-Maaş-Yolsuzluk İlişkisi ve Tanzimat Yönetimi”, Toplumsal Tarih, Ekim 1996, S.34, s.51-57
156
Mesela onların varlığından emin oldukları Osmanlı altın çağı ve bu çağda var
olduğunu savundukları düzenin gerçekten kafalarındaki ideal düzenin geçmişe
yansıtılmış halinden başka bir şey olmadığı savunulmuştur. Gerçekten de layihalarda
çizilen statik, sınıflar arası geçişlere, yani sosyal hareketliliğe kapalı toplum modeli,
sadece teoride var olmuştur; görünürdeki, bazı kanuni kısıtlamalara rağmen,
padişahın saray kadınlarının etkisinde kalması, padişah otoritesinin taşrada
sorgulanması, reayanın çocuklarının sipahiler arasına katılması, ulema arasına
cahillerin karışması, rüşvetçi kadılar ve alanında yetersiz defterdarlar hakkında
verilen örnekler sadece tasvir edilen buhran döneminde değil Kânun-ı kadîm ’in sıkı
sıkıya uygulandığı düşünülen “Selatin-i Maziye” dönemi için de geçerlidir.347
Aslında siyasetnamelerde ortaya konulan ideal toplum ve siyasetin hiç bir dönemde
tam anlamıyla var olmadığı genelde kabul edilmektedir. Veysi’nin dediği gibi
“Dünya hiçbir devirde belalardan ve problemlerden hâlî kalmamıştır.”348
“Aslında, Osmanlı devletinin ‘klasik’ döneminin yüceltilmesinin altında
evrensel bir ‘altın çağ’ anlayışının yansımalarını görmemek imkansızdır. Altın
çağlara duyulan özlemlerin gerisinde ne türlü saikler var ise bunların şu veya bu
ölçüde ‘selatin-i selef’ devrini idealleştiren Koçi Bey ve onun gibiler için de
geçerliydi. Bu tür münekkitleri, objektif hareket eden, devletin içine düştüğü kötü
duruma çare teklif etmekten başka hiç bir kaygısı bulunmayan kişiler olarak
algılamamak gerektiği sıkça vurgulanmıştır”349
347 Öz, “IV. Murad Devrine Ait Gelenekçi Bir Islahat Teklifi”, s.84; Öz, a.g.e., s.99-100; Çiçek, a.g.m., 1395 348 Öz, a.g.e., s.104; Çiçek, a.g.m., 1388 349 Öz, “Onyedinci Yüzyılda Osmanlı Devleti: Buhran, Yeni Şartlar ve Islahat Çabaları Hakkında Genel Bir Değerlendirme”, s.53
157
Bununla birlikte siyasetname ve risale yazarlarının çizdiği yozlaşmış Osmanlı
yönetim yapısının önemli bir reforma tabi tutulmadan devleti üç asır daha nasıl idare
ettiği sorusu da tartışılmalıdır. Bu durumda Osmanlı devlet ve toplum düzeninde
görülen bozulmanın boyutu ve toplum üzerindeki etkileri hakkında ileri sürülen
görüşlerin, başka bir ifadeyle, siyasetnamelerde çizilen olumsuz portrenin
yorumunda başka unsurların da göz önüne alınması, en azından merkez evrakı ve
merkezdeki bürokratların görüşlerinin dışına çıkılmasının gereği apaçık ortaya
çıkmaktadır.350
Ancak bizim burada dikkat çektiğimiz husus, siyasetnamelerde yöneticilerin
nasıl olması gerektiği konusunda yazılanlar, başka bir şekilde ifade edersek “ideal
siyaset” değil, yazarların yozlaşmanın belirtileri ve toplum üzerinde etkilerini
göstermek üzere verdikleri örneklerdir. Her ne kadar siyasetnamelerde ideal toplum
ve siyaset soyut bir düşünce ise de verilen örnekler büyük bir ihtimalle gerçekleri
yansıtmaktadır. Ancak bu defa da tartışılması gereken siyasetname yazarlarının ve
yozlaşmayı anlatmak için seçtikleri örneklerin toplumu ne kadar yansıttığı sorusudur.
Bu konuda bazı modern tarihçiler Âlî ve benzeri siyasetname yazarlarının
görüşlerinin küçük bir yönetici kesimi temsil ettiğini savunmakta bu yazarların
görüşlerinin ve savundukları “çözülme “ edebiyatının abartılı ve kendilerine çıkar
sağlamaya yönelik olduğunu düşünmektedirler.351 Nitekim siyasetname yazarlarının
hayal dünyalarının dünya gerçekleriyle karşı karşıya kalan yöneticilere hitap
etmediği, bir kaçı dışında 352 risale yazarlarının görüşlerinin bürokratik kadrolar
350 Murphey, a.g.m., s.251-252. 351 Murphey, a.g.m., s.249; Çiçek, a.g.m. 352 Mesela Hâlisî’nin kaleme almış olduğu “Zafername” Kitabu Müstetab’ın II. Osman’a önerdiği ıslahatları uygulama alanına koyduğunu gösterir. Yücel, Osmanlı Devlet Teşkilatına Dair Kaynaklar, s.55
158
tarafından yapılan ıslahatlarda yol gösterici olarak değerlendirilmemesinden de
anlaşılmaktadır. Örneğin; “Gelenekçi ıslahatın en tipik örneği sayılan IV. Murad
dönemi ıslahatlarına baktığımızda 1632’de tımar sisteminde yapılan düzenlemenin
hiç de katı ‘gelenekçi’ bir özellik sergilemediğini görürüz. İdeal kanunun şartlarını
dikkate almaksızın mevcut durumu ibka eden bu reformun amacı taşradaki karışıklığı
düzeltmek ve Bağdat’ı geri almaktı. Bütün tımar ve zeametlerin yoklaması yapılmış,
beratlar yenilenmiştir. Bu reform, Osmanlı Devletinin kurumsal güç ve esnekliğinin
17. yüzyılda da devam ettiğinin bir göstergesi olarak yorumlanabilir. Yine tımar
sistemiyle ilgili olarak bürokraside de yeni tedbirler geliştirildi. Sistemin önem
kaybetmesine paralel olarak klasik tahrirler -istisnalar dışında- terk edildiğinden eski
kayıtlardaki aksaklıkların giderilmesi için yeni defterler ve kayıt usulleri ihdas
edildi.”353 Buradan da anlaşılacağı gibi bunların isabetli tercihler olup olmadıkları bir
yana Osmanlı devlet adamlarının ıslahat uygulamalarında idealleştirilmiş bir
geçmişe bakmaktan çok yaşadıkları devrin şartlarını dikkate aldıklarını rahatça
söyleyebiliriz.
Görüldüğü gibi siyasetnamelerin ortaya koyduğu buhran psikolojisinin
Çöküş/Bozulma/Çözülme paradigmasının oluşmasında etkili olduğu anlaşılıyor.
353 Öz, a.g.m., s.52; Öz, a.g.e., s.110
159
SONUÇ
Osmanlı devletinde XVI. yüzyılın ikinci yarısından itibaren meydana gelen
gelişme ve değişmeler günümüz tarihçileri ve siyasetname müellifleri tarafından
farklı yorumlanmaktadır. Lise ders kitapları ve umumi tarih kitaplarında
“Duraklama, Gerileme, Çöküş” gibi nitelendirilen bu durum giderek, “Buhran,
Dönüşüm, Değişim…” tabirleriyle isimlendirilmeye başlanmıştır. Osmanlı
siyasetnamecileri ise bu dönemi isimlendirirken, “İnhitat, İhtilal, Fetret…” tabirlerini
kullanmayı tercih etmişlerdir. Osmanlı siyasetnamecileri bu süreci “Nizam-ı aleme
ihtilal ve reaya ve berayaya infial geldi” şeklinde ifade etmişlerdir. Adı ne olursa
olsun bu dönemde XVI. yüzyılın sonlarına doğru gelindiğinde devrin en kuvvetli ve
ihtişamlı devletinde yolunda gitmeyen bir şeylerin olduğu artık herkesçe malum
olmuştur.
Meydana gelen bu “yolunda gitmeyen durum” karşısında Osmanlı devlet
adamları ve düşünürleri yolunda gitmeyen şeylerin neler olduğunu ortaya koymak ve
çözüm önerileri sunmak amacıyla kökü Eflatun ve Aristo’ya dayanan sonra da Hint
ve Fars kültürünün tesirine girip İslami bir motife bürünen Siyasetname-
Nasihatname-Islahat Layihası türünde eserler kaleme almaya başladılar. Bir tür
siyaset geleneği olarak kabul edebileceğimiz bu eserler genel olarak öğüt verici ve
nasihat edici ahlâk kitapları olmakla beraber burada incelemeye alınan Osmanlı
siyasetnameleri daha çok ıslahat layıhası gibi değerlendirilebilir.
Değerlendirmeye alınan bu siyasetnameler Osmanlı’da meydana gelen yeni
gelişmelerin yorumlanması adına bizlere bir kılavuzluk teşkil etmektedirler. İşte bu
eserlere göre Osmanlı Devleti’nde XVI. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ortaya
160
çıkan bozulma emarelerinin sebepleri Osmanlı Devletinin içinde aranmış, Kânun-ı
kadîm ’e riayet tavsiye edilerek de yine içerden bir çözüm bulunmuştur.
Modern tarihçiler de ortaya çıkan bu gelişmeleri bozulma olarak nitelerken,
bozulmanın XVI. yüzyılın ikinci yarısından itbaren başladığı hususunda Osmanlı
aydın ve devlet adamlarıyla aynı fikirdedirler. Ancak onlar bu bozulmanın
sebeplerini dışarıda ararlarken çözüm önerilerini de yine dışarıdan bulmaya
çalışmışlardır.
Modern tarihçiler Osmanlı ilerlemesinin durmasını şu sebeplere
bağlamışlardır:
1. Osmanlı devleti siyasi sınırlar itibariyle “doğal sınırlarına” gelmiştir. Batıda
Viyana Surları ve Habsburglar, doğuda İran Dağları ve Sasaniler, kuzeyde
Ruslar, güneyde Hint Okyanusu ve Büyük Sahra Çölü, Osmanlı ilerlemesini
durdurmuştur.
2. Genel olarak Akdeniz havzasını da içine alan hızlı nüfus artışı Osmanlı
Devleti’nde de yaşanmıştır. Osmanlı Devleti’nin bu nüfus artışının
doğurduğu etkileri iyi yönetememesi bozulmanın sosyal içeriğini teşkil eder.
3. Coğrafi keşiflerin tetiklediği transit ticaret yollarının yön değiştirmesi
Osmanlı ekonomisine büyük zarar vermiştir.
4. Coğrafi keşiflerle Avrupa’ya akan Amerikan gümüşü ve altının doğurduğu
büyük fiyat hareketlenmesinden ve enflasyondan Osmanlı Devleti de nasibini
almış, bunun doğurduğu ekonomik, siyasal ve sosyal çalkantılar, büyük
buhran döneminin başlamasın sebep olmuştur.
161
5. Avrupa’da meydana gelen bilimsel ve teknik gelişmeler özellikle gemicilik
ve harp sanatı konusunda Osmanlı devletinin önüne geçmelerine sebep olmuş
ve Osmanlı Devleti eskiden olduğu gibi üç saatte savaş kazanamaz hale
gelmiştir.
Geleneksel ve Modern tarihçilerin mutabakata vardıkları bozulmalar ise şunlardır:
1. Tımar sisteminin bozulmasıyla meydana gelen ekonomik, askeri ve sosyal
çalkantılar
2. Toplumsal çöküntü ve Celâli fetreti
3. Asker sayısının aşırı artması sebebiyle meydana çıkan mali ve inzibati
karmaşa
Siyasetname müelliflerine göre ise; Aksaklıkların ve bozuklukların giderilme
çarelerinin altında yatan temel felsefe tamamiyle klasik daire-i adliye ve erkân-ı
erbaa telakkileridir. Onun için hemen hepsine göre bütün aksaklık ve bozuklukların
sebebi adaletsizliktir. Bütün mesele daire-i adliyeyi ve erkân-ı erbaayı yerli yerinde
tutan kânun-ı kadîmi yeniden ihya etmektir. Bütün bunların sağlanmasıyla da Nizam-
ı alem ortaya çıkar:
1. Daire-i adliye denilen adalet zinciri bozulmuştur: Mülkün düzeni bozulmuştur
çünkü adalet ortadan kalkmıştır. Adalet ortadan kalkmışsa reayanın hali
perişan demektir. Reayanın hali perişansa hazineye para girmiyor demektir.
Hazinede para yoksa asker beslenemiyordur. Asker beslenemiyorsa
Hükümdarı (Devleti) kim koruyacaktır? Hükümdar korunamıyorsa mülkün
temeli sarsılmış demektir.
162
� Padişah işlerden el-etek çekmiş otorite sarsılmıştır.
� Emanet ehline verilmemektedir.
� Hazineye gelir getiren unsurlar bozulmuştur.
� Reaya ve berayaya infial gelmiştir.
� Kul sistemi bozulmuş ocağa ecnebiler alınmaya başlamıştır.
� Rüşvet hanumanı harab etmiştir.
2. Erkan-ı Erbaa denilen toplumu ayakta tutan dört direk (asker, ulema, reaya,
tüccar) sarsılmış. Kânun-ı kadîme aykırı olarak sınıflararası geçiş başlamıştır.
3. “Altın çağ” ve “İdeal düzen”in kuralları olan Kânun-ı kadîme riayet edilmez
olmuş, bu da Nizam-ı âleme ihtilal getirmiştir.
Çözüm ise yine ancak selâtin-i maziye (Fatih-Yavuz-Kanuni) döneminde en iyi
şekilde uygulanan Kânun-ı kadîmin ihyası ile olacaktır.
Osmanlı devletinde ortaya çıkan bu yeni gelişmenin tarif edilmesi tarihçilerde
bir Çöküş/Bozulma/Çözülme paradigması meydana getirmiştir. Bu dönemin bir
çözülme mi, gerileme mi, yoksa bozulma mı olduğu, ya da aslında ortaya çıkanın bir
değişme mi olduğu tartışılmaktadır.
Burada tartışmaya sebep olan -ve araştırmamızın da temelini teşkil eden- soru
şudur: Nasıl oluyor da çürüme süresi –ki Kanuni’nin ölümünden yıkılışa kadar 357
yıl- sağlıklı olduğu var sayılan süreden – ki kuruluşundan Kanuni’nin ölümüne kadar
257 yıl- yaklaşık bir asır fazla sürüyor? O zaman acaba dönemlemede bir yanlışlık
mı yapıyoruz? Ya da tarihe insan biçimci yaklaşmak doğru mudur? Eğer böyle
dönemsel yaklaşmak doğru değilse bu paradigmayı doğuran amiller nelerdir?
163
XVI. yüzyılın dönemsel gelişimine bakıldığında aslında Osmanlı devletinde
yaşanan gelişmelerin benzerlerine birçok Avrupa devletinde de rastlamak
mümkündür. Amerikan gümüşünün doğurduğu fiyat hareketleri ve enflasyon bütün
Avrupa devletlerinde yaşanmıştır. Braudel’in ifadesiyle bütün Akdeniz havzasında
nüfus ve anarşi patlaması meydana gelmiştir. Coğrafi keşiflerden ilk başta istifade
etmesine rağmen İspanya ve Portekiz konumunu İngiltere ve Hollanda’ya
kaptırmıştır. Bütün XVI. ve XVII. Yüzyıl boyunca Avrupa’da mezhep savaşları,
sınıfsal mücadeleler ve monarşi-demokrasi kavgaları yaşanmıştır.
Bahsi geçen dönemde Osmanlı devletinde askeri ve teknik gelişmeler devam
etmiş, meydana gelen gelişmeler ve bozulma emareleri bizzat padişahlar tarafından
fark edilerek adaletnameler yayınlanmıştır. Yapılan ıslahatlarla yeni gelişmenin
doğuracağı siyasi, askeri, ekonomik ve sosyal çalkantılar önlenmeye çalışılmıştır.
Osmanlı Devleti XVI. yy. sonundan itibaren yapısal bir dönüşüm geçirmiş ve sivil
bürokrasi devletin askeri karakterine müdahale ederek sivilleşmiştir. Bu demektir ki
tıpkı aynı dönemde Avrupa’nın belli başlı devletlerinin yaşadığı türden bir bunalım,
Osmanlı devletini de içine almış ve onu bir yeniden yapılandırmaya doğru
zorlamıştır. Bunun sonucunda ise padişahın yetkilerinin kısıtlanmasından askerin
siyasete karışmaktan men edilmesine kadar uzanan yepyeni bir süreç başlamıştır. İşte
Kanuni dönemini altın çağ olarak alan tarihçilerin bozulma olarak gördükleri
gelişmelerin altında bu temel değişim ihtiyacı, yani sivilleşme süreci yatmaktadır.
Neticede XVI. ve XVII. yüzyılların da gerek dış gerekse iç dinamiklerin bir
arada etkilediği bir değişme dönemi olduğu, bu dönemdeki meydan okumaların
birkaç kez Osmanlıları büyük buhranlarla karşı karşıya bıraktığı, ancak kriz
dönemlerinin bu yüzyılların bütününe teşmili yanılgısının terk edilerek bu yüzyılların
164
tarihinin somut problemler etrafında incelenmesi gerektiği ve böyle bir yaklaşımla
yapılan incelemelerin ise hiç de sürekli bir çözülme-gerileme imajıyla bağdaşmadığı
söylenmelidir. Bir başka ifadeyle Osmanlılar, kendi bilgi birikimleri ve donanımları
çerçevesinde, yeni sorunlara yeni cevaplar geliştirebilen, pragmatik ve esnek bir
yönetim anlayışına sahiptiler ve ihtiyaç ortaya çıktığında bu yaklaşımın pratiğe
geçmesi çoğu zaman mümkün olabilmiştir. Aslında olan Osmanlı devletinin
yenileşememesi değil yeniliklerden doğan krizi yönetememesidir.
Yukarıda da gördüğümüz gibi Modern ve gelenekçi tarihçiler bozulmanın
sebepleri konusunda pek ittifak edemedikleri halde bozulmanın başlangıcı
konusunda aşağı yukarı hemfikirdirler.
Bunda da etkili olan, Osmanlı devletinin fetih politikası üzerine kurulmuş
olmasından dolayı, eski askeri başarılarının durakladığı dönem esas alınmış
olmasıdır. Bir de tarihçilerimiz siyasetname yazarlarının oluşturduğu kaos
atmosferinden etkilenmiş olmalıdırlar. Sebepleri, mahiyeti ve sonuçları bakımından
tartışmalı hususları ihtiva etse de klasik Osmanlı sisteminin maruz kaldığı bu buhran
veya dönüşüm-değişim olgusunun varlığı tarihçiler tarafından genellikle kabul
edilmektedir. Bu olguyu zamanında tespit eden Osmanlı siyasetnamecilerinin
Modern tarihçileri etkilediği bir gerçektir. Ancak Osmanlı sosyo-ekonomik yapısının
XVI. yy sonlarından itibaren, önce duraklama, sonra da gerileme dönemine girdiğini
kategorik olarak öne sürmenin yanlışlığı ortaya çıkmaya başlamıştır. Bundan
dolayıdır ki son yıllarda Osmanlı devlet ve toplum yapısının yozlaşmasına dair
fikirlerin tenkidi bir bakış açısıyla ele alınması gerektiği ve onların yansıttığı
Çöküş/Bozulma/Çözülme imajının düzeltilmeye muhtaç olduğu açıktır.
Siyasetnamecilerin hem ideal bir devir olarak Kanuni zamanını işaret
165
etmeleri, hem de bozulmanın ilk belirtilerini orada görmeleri Kanuni devrinin
gerçek anlamda bir ideal devir olmadığını ancak idealize edildiğini ortaya çıkarıyor.
Zaten gerçekte de ne Kanuni devri ideal anlamda bir “Altın Çağ”dı ne de XVI. ve
XVII. yüzyıllar “Buhran Çağları” idi. Her devrin kendine göre problemleri ve
sıkıntıları olurken ideal zamanları olmuştur. Bu bakımdan Siyasetnamelerin
aynasından tarihe bakmak bizleri yanıltabilir.
166
BİBLİYOGRAFYA
ABOU-EL-HAJ, Rifat, Formation of Modern State-The Ottoman Empire
Sixteeenth to Eighteenth Century, New York, 1991
AKÇURA,Yusuf, Osmanlı Devleti’nin Dağılma Devri (XVIII. ve XIX. asırlarda),
TTK Basımevi, Ankara 1985
AKDAĞ, Mustafa, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluş ve İnkişafı Devrinde
Türkiye’nin İktisadi Vaziyeti”, Belleten, C.XIII, 1949
,Büyük Celali Karışıklıklarının Başlaması, Atatürk Üniversitesi
Yayınları, Erzurum 1963
, “Celali İsyanlarında Büyük Kaçgunluk(1603–1606)” AÜDTCF TAD,
1966, C.II, S.2–3
, Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi, 2. baskı, İstanbul 1979, C.II,
AKTAN, Coşkun Can, Dilek Dinleyici, Özgür Saraç, “Osmanlı Tarihinde Vergi
İsyanları” SDÜİİBFD, 2003, C.8, S.1
, “Osmanlı İltizam Sistemi”, Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, Nisan
1991, S.71
AKYOL, Taha, Osmanlı’da ve İran’da Mezhep ve Devlet, 3. Baskı, Milliyet
Yayınları, İstanbul 1999
ARI, Saim, “Devlet Adamlarına Öğütler”, Sızıntı Dergisi, İzmir 2002, S.285
ARIK, Feda Şamil, “Osmanlılar’da Kadılık Müessesesi”,OTAM, Ankara 1997, S.8
ARMAĞAN, Mustafa, “Osmanlı Gerilemesi Masalından Uyanmak” Düşünen
Siyaset-Osmanlı ve İdeolojisi sayısı, Ağustos Eylül 1999, S.7-8
167
,“Osmanlıları Geri Getirmek”, Muhafazakâr Düşünce, Kış 2006, Yıl:2, S.7
ASLANTÜRK, Zeki, Naima’ya Göre XVII. Yüzyıl Osmanlı Toplum Yapısı,
Ayışığı Kitapları, İstanbul 1997
ATALAY, Bülent, “Türk Devlet Geleneğine Göre Devlet Adamlarında Bulunması
Gereken Asgari Hususiyetler”, Türkler Ansiklopedisi, Yeni Türkiye
Yayınları, Ankara 2002, C.II
ATİK, Kayhan, “XVIII. Aydınlarına Göre İlmiye Teşkilatındaki Çözülmeye İlişkin
Tespit ve Teklifler” Türkler Ansiklopedisi, Yeni Türkiye Yayınları,
Ankara 2002, C.11
AYDIN, A.Yaşar, “Koçi Bey’in Gözüyle Osmanlı’da Çözülme”, (Çevrimiçi)
www.sızıntı.com.tr/konular/00/Ağustos/koçibey.html, 20.01.2006
BABİNGER, Franz, Osmanlı Tarih Yazarları ve Eserleri, Çev., Coşkun Üçok,
Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1992
BARKAN, Ömer, “XVI. Asrın İkinci Yarısında Türkiye’de Fiyat Hareketleri”,
Belleten, C.XXXIV, No:136, 1970
BAŞ, Eyüp, “Kâtip Çelebi”, Türkler Ansiklopedisi, Yeni Türkiye Yayınları,
Ankara 2002, C.11
BAYKAL, Bekir Sıtkı, Yeni Zamanda Avrupa Tarihi, TTK Basımevi, Ankara
1988, II. Cilt I.Kitap
BERKES, Niyazi, 100 Soruda Türkiye İktisat Tarihi, Gerçek Yayınları, İst. 1969, C.1
BRAUDEL, Fernand, Akdeniz Dünyası, Çev. Mehmet Ali Kılıçbay, Afa Yayınları,
İstanbul 1980, C.I
168
BULUŞ, Abdulkadir, “Osmanlı İmparatorluğu’nun İktisadi Vaziyeti Üzerine Bir
Tartışma”, Muhafazakâr Düşünce, Kış 2006, Yıl:2, S.7
CEZAR, Mustafa, Osmanlı Tarihinde Levendler, Çelikcilt Matbaası, İstanbul 1965
CİN, Halil, Osmanlı Toprak Düzeni ve Bu Düzenin Bozulması, 2.Basım,
Boğaziçi Yayınları, İstanbul 1985
ÇAĞRICI, Mustafa, “Adalet” TDVİA, İstanbul 1988, C.1
ÇİÇEK, Kemal, “Osmanlı Devletinde Asayiş ve Emniyet Hizmetleri”, Uluslararası
Sempozyum: Avrupa Birliği Sürecinde Türk Polisi, Ankara 1996
, “Siyasetname Kültürümüze Göre Siyasetteki Yozlaşma ve İdeal Siyaset”,
Yeni Türkiye Dergisi, 1997, S.14
, “Osmanlı Yönetim Yapısında Yozlaşma ve Siyasetnameler”, Türkiye’de
Yönetim Geleneği, Editör: D.Dursun, H.Al, İlke Yayını, İstanbul 1998,
DANIŞMAN, Zuhuri, Koçi Bey Risalesi, M.E.B. Yayınları, İstanbul 1993
Defterdar Sarı Mehmet Paşa, Devlet Adamlarına Öğütler: Osmanlılarda Devlet
Düzeni, Derleyen ve Çeviren: Hüseyin Ragıp Uğural, TTK Yayınları,
Ankara 1969
DENİZ, Gürbüz, “Bir Osmanlı Aydını Bursalı Mehmet Tahir Bey ve Siyasete
Müteallik Asar-ı İslamiye Adlı Risalesi”, İslami Araştırmalar, 1999,
C.12, S.1
DOĞAN, D. Mehmet, Tarih ve Toplum, Rehber Yayınları, Ankara 1989
Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, Redaktör: Hakkı Dursun Yıldız, Çağ
Yayınları, İstanbul 1989, C.10
169
EMECEN, Feridun, “Osmanlı Gücünün Sarsılması: Bozulma ve Yeni Arayışlar”,
Osmanlı Devleti ve Medeniyeti Tarihi, Ed: E. İhsanoğlu, IRCICA
Yayınları, İstanbul 1999, C.1
ERARSLAN Kemal, Şeyhoğlu: Kenzü’l-Kübera ve Mehekkü’l-Ümera, TDK
Yayınları, Ankara 1991
ERDEM, Ekrem, “Osmanlı Para Sistemi ve Tağşiş Politikası: Dönemsel Bir Analiz”
Bankacılar Dergisi, 2006, S.56
ERGAN, Nevin Güngör, “Siyasetnamelerimizde Çizilen ‘Devlet Adamı’ Portresinin
Temel Özellikleri”, Bilig Türk Dünyası Sosyal Bilimler Dergisi, Ahmet
Yesevi Yardım Vakfı Yayınları, 1999, S.8
ERGENÇ, Özer, “Osmanlı Klasik Düzeni ve Özellikleri Üzerine Bazı Açıklamalar”
Osmanlı Ansiklopedisi, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara 1999, C.4
FAROUQİ, Süreyya, Osmanlı Kültürü ve Gündelik Yaşam: Orta Çağ’dan
Yirminci Yüzyıla, Osmanlı Yayınları, İstanbul
FODOR, Pal, “15–17. yüzyıl Osmanlı Hükümdar Aynalarında Devlet ve Toplum,
Kriz ve Reform”, Çev. Erdal Çoban, EÜEF TİD, 1999
GÖKBİLGİN, M.Tayyip, “Lütfi Paşa” TDVİA, C. 7
GÖKYAY, Orhan Şaik, Kâtip Çelebi, Kültür Ve Turizm Bakanlığı Yayınları,
Ankara 1986
, “Katip Çelebi” TDVİA, C.6
GRENARD, Fernand, Asya’nın Yükselişi ve Düşüşü, M.E.B. Yayınları, İstanbul 1992
GÜLER, B.A., “Devlet Reformunu Tarihten Çalışmak” (Çevrimiçi)
http://politics.ankara.edu.tr/~ bguler/reformucalismak.pdf, 12.03.2006
170
GÜLERMAN, Adnan, Sevda Taştekin, Ahi Teşkilatının Türk Toplumunun Sosyal
ve Ekonomik Yapısı Üzerindeki Etkileri, Kültür Bakanlığı Yayınları,
Ankara 1993
GÜNAY, Bekir, “Nizam-ı Cedid Hareketine Kadar Osmanlıda Bozulma ve Islahat
Teşebbüsleri” (Çevrimiçi) www.netpano.com/bek05.htm
HALAÇOĞLU, Yusuf, XIV-XVII. Yüzyıllarda Osmanlılarda Devlet Teşkilatı ve
Sosyal Yapı, TTK Basımevi, Ankara 1991
HAMMER, Joseph von, Osmanlı Tarihi, Çev. Mehmet Ata, Sadeleştirerek Yeniden
Yazan: Abdulkadir Karahan, M.E.B. Yayınları, İstanbul 1991, C.II
HESS, Andrew C., “Dünya Tarihinde Osmanlı İmparatorluğu/Yorum”, Osmanlı ve
Dünya, Ed:K.Karpat, Çev:Ümit Şimşek, Ufuk Kitapları, İstanbul 2000
HEYET, Tarih Aynası, Işık Yayınları, İstanbul 2005,
HOWARD D., “The Ottoman Historiography and the Literature of ‘Decline’ of the
Sixteenth and Seventeenth Centuries”, Journal of Asiatic Society, 1988
ISSAWİ, Charles, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa Ekonomisindeki Yeri
(1600–1914)” Osmanlı ve Dünya, Ed: K. Karpat, Çev: K.Kahraman,
Ufuk Kitapları, İstanbul 2000
İHSANOĞLU, Ekmeleddin, “Osmanlı Bilimi Literatürü” Osmanlı Devleti ve Me-
deniyeti Tarihi, Ed. E.İhsanoğlu, IRCICA Yayınları, İstanbul 1999, C.II
İNALCIK, Halil, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluş ve İnkişafı Devrinde
Türkiye’nin İktisadi Vaziyeti Üzerine Bir Tetkik Münasebetiyle”,
Belleten, 1951, C.XV, S.60
171
,“Osmanlı Hukukuna Giriş: Örfi Sultani ve Fatih Kanunları”, Ankara
Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, 1958, C.XIII, S.2,
,“Osmanlı Toplum Yapısının Evrimi” Türküye Günlüğü, Yaz 1990, S.11
,“Osmanlılarda Saltanat Veraset Usulü ve Türk Hâkimiyet Telakkisiyle İlgisi”
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, 1959, C.XIV, S.1
,“Adalet-nameler”, Belgeler, II/3-4, 1965
, Ottoman Empire: The Calassical Age, Weidenfeld & Nicholson, 1973
,“Adaletname” TDVİA, İstanbul 1988, C.1
, “Osmanlı Tarihine Toplu Bakış” Osmanlı Ansiklopedisi, Yeni Türkiye
Yayınları, Ankara 1999, C.1
İPŞİRLİ, Mehmet, “Hasan Kafi El-Akhisari ve Devlet Düzenine Ait Eseri Usulü’l-
Hikem fi Nizami’l-Alem” İÜEF TD, 1979–80, S.10-11
,“Asafname” TDVİA, İstanbul-1991, C. 3
,“Islahat” TDVİA, İstanbul 1999, C.19
,“İlmiye Teşkilatı”, Osmanlı Devleti Tarihi, IRCICA, İstanbul 1999, C.1,
İSLAMOĞLU-İNAN, Huricihan, Osmanlı İmparatorluğunda Devlet ve Köylü,
Osmanlı Yayınları, İstanbul 1991
KAHRAMAN, Ahmet “Ahlak-ı Alai” TDVİA, İstanbul 1989, C. 2
KALELİ, Hüseyin, “Osmanlı Madeni Para Rejiminde Enflasyona Yol Açması
Bakımından Tağşişler ve Sebepleri” SDÜİİBFD, 2002, C.VII, S.2
KANTEMİR, Dimitri, Osmanlı İmparatorluğu’nun Yükseliş ve Çöküş Tarihi,
çev. Özdemir Çobanoğlu, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1979
172
KARPAT, Kemal, “Osmanlı Tarihinin Dönemleri: Yapısal Bir Karşılaştırmalı
Yaklaşım” Osmanlı ve Dünya, Haz: K. Karpat, Ufuk Kitapları, İst. 2000
KILIÇBAY, Mehmet Ali, “Osmanlıya Requiem”, Düşünen Siyaset-Osmanlı ve
İdeolojisi sayısı, S.7-8, Ağustos-Eylül 1999
KOLOĞLU, Orhan, “Profesör Halil İnalcık İle Bir Söyleşi: Türkiye de Tarihin
Bunalımı” Özgür İnsan, Ekim 1976, C.4, S.36
KÖSEOĞLU, Nevzat,“Osmanlıya Bakış:Kültürel Soğuma ve Kadızadeliler”, Büyük
Türk Klasikleri Ansiklopedisi, Ötüken-Söğüt Yayınları, İstanbul 1987, C.5
KURAY, Gülbende, “Türkiye’de Bir Machıavelli: KoçiBey” Belleten, 1998, C.LII,
S.205
KÜTÜKOĞLU, Mübahat, “Osmanlı İktisadi Yapısı” Osmanlı Devleti ve Mede-
niyeti Tarihi, Ed: E.İhsanoğlu, IRCICA Yayınları, İstanbul 1999, C.II
LEVENT, Agâh Sırrı, “Siyaset-nameler-I”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi,
İstanbul 1987, S.27
,“Siyaset-nameler-II”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, İstanbul 1987, S.27
LEWİS, Bernard, Modern Türkiye’nin Doğuşu, TTK Basımevi, Ankara 1988
Lütfi Paşa, “Asaf-name-i Vezir Lütfi Paşa” , Yayınlayan: A. Uğur, İİED, 1980, IV
MANTRAN, Robert, “XVI. Ve XVII. Yüzyıllarda Osmanlı İmparatorluğu ve Asya
Ticareti”, Çev. Zeki Arıkan, Belleten, 1988, C.LI, S.201
McNEİLL, William H., “Dünya Tarihinde Osmanlı İmparatorluğu” Osmanlı ve
Dünya, Çev.Ü.Şimşek, Ed. K. Karpat, Ufuk Kitapları, İstanbul 2000
MURPHEY, Roads, “Mustafa Ali and the Politics of Cultural Despair”, IJMES,
1989, S.21
173
,“Osmanlıların Batı Teknolojisini Benimsemedeki Tutumları”, Haz.
Ekmeleddin İhsanoğlu, Osmanlılar ve Batı Teknolojisi, İÜEF Yayınları,
İstanbul 1992
Mustafa Nuri Paşa, Netayic ül-Vukuat, Sadeleştiren: Neşet Çağatay, 3. Baskı,
TTK Basımevi, Ankara 1992, C.I-II
OCAK, Ahmet Yaşar, “Düşünce Hayatı (XIV-XVII. Yüzyıllar)” Osmanlı Devleti ve
Medeniyeti Tarihi, Ed: E.İhsanoğlu, IRCICA Yayınları, İstanbul 1999, C.II,
ÖZ, Mehmet, "IV. Murad Devrine Ait Gelenekci Bir Islahat Teklifi", Türkiye
Günlüğü, 1993 S.24
, Osmanlı’da “Çözülme” ve Gelenekçi Yorumcuları, Dergâh Yayınları,
İstanbul 1997
,“Onyedinci Yüzyılda Osmanlı Devleti: Buhran, Yeni Şartlar ve Islahat
Çabaları Hakkında Genel Bir Değerlendirme” Türkiye Günlüğü, Aralık
1999, S.58
,“Klasik Dönem Osmanlı Siyasi Düşüncesi:Tarihi Temeller ve Ana İlkeler”
İslami Araştırmalar Dergisi, 1999, C.12, S.1,
ÖZCAN, Abdulkadir, “Defterdar Sarı Mehmet Paşa” TDVİA, C.9
, “Osmanlı Askeri Teşkilatı”, Osmanlı Devleti ve Medeniyeti Tarihi,
Ed: E. İhsanoğlu, IRCICA Yayınları, İstanbul 1999, C.I
ÖZEL, Mustafa, “Siyasetnamelerden Yöneticilik Dersi”, EkoPol Dergisi, 1999, S.3
ÖZKAYA, Yücel, Osmanlı İmparatorluğu’nda Ayanlık, TTK Basımevi, Ankara
1994
174
PAKALIN, M. Zeki, “Tımar” Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü,
M.E.B. Yayınları, İstanbul 1993, C.III
,“Reaya” Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, M.E.B.
Yayınları, İstanbul 1993, C.III
QASIMOV, Cavit, “XVI. ve XVII. Asırlarda Osmanlı Islahat Layihaları”,
Azerbaycan Milli İlimler Akademisi Z.M. Bünyadov Şarkiyat Enstitüsü,
Yayınlanmamış Doktora Tezi, Baku 2004
SAHİLLİOĞLU, Halil, “XVII. Asrın İlk Yarısında İstanbul’da Tedavüldeki
Sikkelerin Raici” Belgeler, 1965, C.1, No:2
SAYDAM, Abdullah, “Memur-Maaş-Yolsuzluk İlişkisi ve Tanzimat Yönetimi”,
Toplumsal Tarih, Ekim 1996, S.34
SERTOĞLU, Midhat, “Tımar” Osmanlı Tarih Lügatı, 2. Baskı, Enderun Kitabevi,
İstanbul 1986
ŞAHİN, Gürsoy, “Osmanlı Devleti’nin 1684 Avusturya-Macaristan Seferi
Hazırlıkları ve Bunların Afyonkarahisar Kazasında Halka Yansımaları”
U.Ü. Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2003/1 Yıl:4, S.4
TABAKOĞLU, Ahmet, Gerileme Dönemine Girerken Osmanlı Maliyesi, Dergâh
Yayınları, İstanbul 1985
, Türk İktisat Tarihi, Dergâh Yayınları, İstanbul 1986
TANERİ, Aydın, Türk Devlet Geleneği: Dün-Bugün, M.E.B. Yayınları, İstanbul
1993
TOYNBEE, Arnold J., “Osmanlı İmparatorluğu’nun Dünya Tarihindeki Yeri”,
Osmanlı ve Dünya, Ed. K. Karpat, Çev. Ü.Şimşek, Ufuk Kitapları,
İstanbul 2000
175
UĞUR, Ahmet, Osmanlı Siyaset-Nameleri, M.E.B Yayınları, İstanbul, 2001
UNAN, Fahri, “Kanuni Devri Şehzade Mücadeleleri ve Bunun Osmanlı Siyasi ve
Sosyal Tarihi Bakımından Önemi”, Türk Yurdu, C.X, S.35, Temmuz 1990
UZUNÇARŞILI, İ. Hakkı, Osmanlı Tarihi, 4. Baskı, TTK Basımevi, Ankara 1988,
C.III/2
, Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilatı, 3. Baskı, TTK Basımevi, Ankara
1988
, Osmanlı Devleti Teşkilatından Kapıkulu Ocakları, TTK Basımevi,
Ankara 1988, C.II
YALÇIN, Aydın, Türkiye İktisat Tarihi: Osmanlı İktisadında Büyüme ve
Gerileme Süreci, Ayyıldız Matbaası, Ankara 1979
YEDİYILDIZ, Bahaeddin, “Osmanlı Toplum Yapısı” Osmanlı Devleti Tarihi, Ed:
E. İhsanoğlu, IRCICA, İstanbul 1999, C.II
YILMAZ, Binhan Elif, “Osmanlı İmparatorluğu’nu Dış Borçlanmaya İten Nedenler
ve İlk Dış Borç”, Akdeniz ÜİİBFD, 2002, S.4
YILMAZ, Coşkun, “Osmanlı Siyaset Düşüncesi (XVI-XVII. Asırlar)” Akademik
Araştırmalar Dergisi (Osmanlı Özel sayısı), İstanbul 2000, Yıl:2, S.4-5
YÜCEL, Yaşar, Osmanlı Devlet Teşkilatına Dair Kaynaklar, TTK Basımevi,
Ankara 1988
, Ali Sevim, Klasik Dönemin Üç Hükümdarı: Fatih-Yavuz-Kanuni, TTK
Basımevi, Ankara 1991
, Ali Sevim, Türkiye Tarihi, TTK Basımevi, Ankara 1991, C.III
176
ÖZET
Türk ve İslam siyaset geleneğinde Siyasetname olarak bilinen eserler bir tür siyaset ve ahlâk kitaplarıdır. Bunların temel amacı devlet yönetimi konusunda yöneticilere yol göstermektir. Osmanlı devletinde Islahatname niteliği arz eden Osmanlı siyasetnamelerinin yazılması Kanuni döneminden başlar. Bunlar Osmanlı devletinde XVI. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ortaya çıkan gelişmeleri bozulma emareleri olarak görmüş ve ıslahat tekliflerinde bulunmuşlardır. Bu eserler Osmanlı devletinde meydana çıkan bozuklukların sebebini kanun-ı kadime riayetsizlikten kaynaklandığını söylemişlerdir. Günümüz tarihçileri de XVI. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ortaya çıkan bu gelişmelerin bozulma olduğu konusunda siyasetnamecilerle aynı fikirde olmalarına rağmen bunun sebeplerinin dış kaynaklı olduğunu düşünmektedirler. Bu çalışmada Osmanlı devletindeki bu gelişmelerin bozukluk olarak değerlendirilmesinin tarihe insan biçimci yaklaşmaktan kaynaklandığını, Osmanlı tarihine kısır bir ilerleme gerileme diyalektiği içerisinde bakmanın gerçekte bir tarihçinin en son yapması gereken iş olduğu vurgulanmaktadır. Osmanlı Tarihine bu şartlanmışlıkla bakıldığında XVII. ve XVIII. yüzyıllarda meydana gelen gelişmelerin hep gerileme olarak algılanacağından hata yapılacağı belirtilmiştir. Bu çalışma ortaya koymuştur ki günümüz tarihçileri bahsi geçen yüzyıllara Siyasetname yazarlarının etkisiyle bakmakta ve XV. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ortaya çıkan gelişmelere hep gerileme nazarıyla bakılmaktadır. Anahtar kelimeler: XVI. yüzyılın ikinci yarısı, , Bozulma, Siyasetname Yanılgı,
ABSTRACT
Books that are known as Siyasetname in Turkish and Islamic politics are kind of politics and moral books. The basic purpose of those is to guide the administrators in issue of state administration.
In the Ottoman period, typing of the Ottoman Siyasetnames that have the characteristics of Islahatname starts of Kanuni Period. Those saw the developments arisen as of the second half of XVI age in Ottoman state as the indicators of spoil as being incompliance with the old law. Although the historians of the present time agree with politicians in the issue of developments are spoil that arisen since XVI ages they assume the reasons with abroad-sourced.
In this work the assessment of these developments in Ottoman state as spoil is because of approaching the history ‘anthropomorphic’ and it is pointed out that looking at the Ottoman history in a simple-narrow way is actually the last work that a historian should do.
This work brought up that the historians of the present time looks aforesaid ages under the effect of the authors of Siyasetname and they think all developments arisen since the second half of VI age are regression. Key words: Second half of the XVI age, Spoil, Siyasetname, Oversight