Upload
others
View
11
Download
0
Embed Size (px)
Citation preview
1
OSMANLI TOPLUM YAPISINDA DİN (ERKEN DÖNEM)
Eyüp Öztürk*
Osmanlı Devleti başlangıçtan itibaren çok dinli ve çok kültürlü bir siyasi yapı olarak
karşımıza çıkmaktadır. Buna rağmen Osmanlı Devleti’nde dinin rolünü konuşmak temelde
İslâm üzerine konuşmak demektir. Zira tebaasının önemli bir kısmını gayrimüslim unsurlar
oluşturmasına rağmen devletin kurucu kadroları Müslümandır. Bu durum başta Osmanlı
Devleti’nin kuruluş felsefesi ve hedefleri olmak üzere bütün siyasi ve ictimai yapısının İslâm
dininin çizdiği çerçeve etrafında şekillenmesine yol açmıştır.
Dinler insanlar tarafından kabule mazhar oldukları andan itibaren kapsadıkları toplumu sarar
ve dönüştürürler. Din tek olsa da tezahürleri birden fazladır ve din algısı kaçınılmaz şekilde
mensuplarının yaşadıkları zaman ve zeminin izlerini taşır. Bu anlamda erken dönem
Osmanlı’da İslâm’ın algılanış biçimi yaşanılan şartların ve zamanın belirgin etkilerini
taşımaktadır. Biz bu çalışmamızda Osmanlı’da din olgusunun ürettiği kurumları sistematik bir
şekilde incelemek niyetinde değiliz. Amacımız erken dönem Osmanlı toplumunda dinin
toplumsal dinamiklerle kesiştiği, devleti/toplumu etkilediği, değiştirdiği, dönüştürdüğü zaman
ve zemine dair bir çerçeve çizmek; dinin bu toplumsal hareketlilikteki rolünü tespit etmek ve
bu konular etrafındaki tartışmalara dikkat çekmektir.
Bazı araştırmacılar tarafından daha öncesine tarihlendirilmekle birlikte genellikle Türklerin
ilk olarak Malazgirt Savaşı sonrası Anadolu bölgesine göç ederek yerleşmeye başladıkları
kabul edilmektedir. Malazgirt sonrası göç dalgası ile bir kısmı kentli çoğunluğu göçebe çok
sayıda Müslüman Türk Anadolu’ya yerleşmiştir. Bu göç dalgası bir süreç halinde aralıklarla
devam etmiştir. XII. asrın sonlarına doğru bazı Batılı kaynakların Anadolu’dan Turchia ismi
ile bahsetmeleri bu dönemde Anadolu’nun Türk yurdu haline gelmeye başladığının kanıtıdır.1
Anadolu’nun Türkleşmesine ve doğal olarak İslâmlaşmasına yönelik ikinci önemli dalga ise
Moğol istilasının tetiklemesiyle oluşmuştur. Çoğunlukla Maveraünnehir ve Azerbaycan
havalisinde yaşayan çok sayıda Türk, Moğol dehşetinden kaçarak Anadolu’ya sığınmışlardır.
Bu hareketli kitle içerisinde göçebelerin yanında çok sayıda ilim adamı, derviş, esnaf,
sanatkâr da bulunmaktadır. Doğal olarak Anadolu’ya yönelik bu zorunlu göç bölgede ilmi,
ticari ve siyasi canlılığı da beraberinde getirmiştir.
A. Erken Dönem Osmanlı’da İslâm
Ve hem Rum’da dört taife vardır kim misafirler içinde anılur. Biri “Gaziyân-ı Rûm” biri
“Ahiyân-ı Rûm” ve biri Abdalân-ı Rum ve biri “Bacıyân-ı Rum” (Aşıkpaşazâde Tarihi)
Aşıkpaşazâde’nin kullandığı dörtlü tasnif hâlâ erken dönem Osmanlı toplum yapısını
tanımlamadaki önemini sürdürmektedir. Bu tasnifin dönemin toplum yapısını tümüyle
yansıtmadığı rahatlıkla söylenebilir. Yine de toplumsal hareketliliğin merkezinde söz konusu
grupların bulunduğunu dile getirmek yanlış olmayacaktır. Bu tasnifteki tüm unsurlar İslâm
olgusu ile yakından ilişkilidir. Bu sebeple çalışmamızın çerçevesi temelde bu yapıları anlama
amacı etrafında şekillenecektir.
Erken dönem Osmanlı toplumunda İslâm algısı iki ana merkez tarafından
yönlendirilmektedir: Medrese ve tekke. Esasında bu ikili yapı Osmanlı toplumuna has bir
husus olmayıp bütün İslâm dünyası için geçerlidir. İslâm dünyasının bütününde dini
hareketliliğin temelinde bu iki kurum bulunmaktadır. Medrese mensupları daha çok şehir
* Yrd. Doç. Dr. Karadeniz Teknik Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, [email protected] 1 Ahmet Yaşar Ocak, “Ortaçağlar Anadolusu’nda Toplum, Kültür ve Entelektüel Hayat (1071-1453)”,
Ortaçağlar Anadolu’sunda İslâm’ın Ayak İzleri-Selçuklu Dönemi, İstanbul: Kitap Yayınevi, 2014, s. 256.
2
merkezlerinde yaşamlarını sürdüren kentli nüfusu etkisi altına almış iken mutasavvıflar şehir
merkezlerine ek olarak taşra bölgelerde de nüfuzlarını hissettirmişlerdir.
Bu ikili yapıyı incelemeye geçmeden önce burada şu hususu da vurgulamak gerekir: Medrese
ile tekke farklı iki algılayışa işaret etmekle birlikte, bunları birbirinden bağımsız ve birbirleri
ile hiç bir etkileşimi olmayan iki farklı organizasyon olarak algılamamak gerekir. Zira bu iki
kurum zaman içerisinde doğal olarak birbirlerini etkilemiş, beslemiş ve dönüştürmüştür.
Osmanlı ise bu hususta diğer İslâm ülkelerinden daha ileri noktalara varmış bir örnek
durumdadır. Zira medrese ve tekke Osmanlı’da, başka hiçbir İslâm ülkesinde rastlanmayacak
ölçüde, iç içe girmiştir. Anadolu’nun çoğu yerinde tekkeler medreselerin bir uzantısı olarak
kurulmuş ve bu iki yapı birbirlerinin tamamlayıcısı olarak görülmüştür.
1. Erken Dönem Osmanlı Toplumunun İslâm Algısında Medresenin Rolü
Aşıkpaşazâde’nin erken dönem Osmanlı toplum yapısını tasvir için yaptığı dörtlü tasnifte
medresenin temsilcileri yer almaz. Tablo bu açıdan eksiktir ve Ahmet Yaşar Ocak’ın da
belirttiği gibi bu tasnife Fakihân-ı Rûm şeklinde medreseyi temsil eden bir grup eklenmelidir.
Zira erken dönem Osmanlı toplumunun dini yapısında tasavvufi zümrelerin etkinliği bariz
olmakla birlikte, medrese ulemasının da bu yapıda önemli bir yer işgal ettiğine işaret etmek
gerekmektedir. Aşıkpaşazâde’nin eserine kaynak olarak kullandığı Yahşi Fakih, Yahşi
Fakih’in babası ve Orhan Gazi’nin de imamı olan İshak Fakih, Şeyh Edebali’nin damadı
Dursun Fakih gibi isimler, o dönemin fukahasına dair akla gelen ilk örneklerdir.2 Yine Davud
el-Kayseri, Taceddin el-Kürdi, Molla Alaaddin gibi örnekler de ilk dönemlerin meşhur
müderrisleri olarak zikredilmelidir.3
Erken dönem Osmanlı’sında Müslüman halk hemen hemen bütünü ile Sünni idi. Bu dönemde
Osmanlı tebaası içerisinde Şii unsurların bulunduğuna dair hiçbir kanıt yoktur. Sünnilik
içerisinde de Hanefilik tercih edilmişti. Tabii ki fetihler vasıtası ile birçok dini ve etnik grubun
Osmanlı hâkimiyetine girmesi ile devlet çok farklı dini grup ve mezheplerin bir araya geldiği
bir yapıya bürünmüştür. Buna rağmen, yıkılışına değin Osmanlı Devleti yönetim felsefesi
açısından Sünni-Hanefi çizgisini muhafaza etmiştir.4
2. Erken Dönem Osmanlı Toplumunun İslâm Algısında Tekkenin Rolü
Osmanlı için tasavvuf bir tekke etrafında yoğunlaşan etkileri sınırlı bir dini hareket değildir.
Tasavvuf erken dönem Osmanlı sosyal hayatında tekkenin dışına taşarak halkın dini
yaşantısına rengini veren, toplumsal dinamikleri değiştirip dönüştüren en önemli faktörlerden
biri olarak karşımıza çıkmaktadır.5 Dolayısıyla tasavvuf Osmanlı’da sadece dini bir olgu
değil, hayatın hemen her alanına etki eden dinamik bir olgudur.
Erken dönem Osmanlı toplum yapısına bir göz attığımızda tasavvufi yapının izlerinin
toplumun her alanında belirgin olduğu görülecektir. Ekonomiyi şekillendiren Ahiler, manevi
hayatın önemli dinamikleri olan Rum abdalları, fetih hedeflerinin cisimleştiği gaziler, yeni
2 Ahmet Yaşar Ocak, “Ahilik ve Şeyh Edebali: Osmanlı Devleti’nin Kuruluş Tarihi Açısından Bir Sorgulama”,
Yeniçağlar Anadolu’sunda İslâm’ın Ayak İzleri - Osmanlı Dönemi, İstanbul: Kitap Yayınevi, 2012, s. 15. 3 Taşköprülüzâde İsâmuddin Ebu’l-Hayr Ahmet Efendi, eş-Şakâiku’n-Numaniyye fî Ulemâi’d-Devleti’l-
Osmâniyye, çev. Muharrem Tan, İstanbul: İz Yayıncılık, 2007, s. 27-28. Taşköprülüzâde’nin eserinde bu
hususta bolca örneğe rastlamak mümkündür. Bu konuda geniş bilgi için bkz. Fatih M. Şeker, Osmanlı İslam
Tasavvuru, İstanbul: Dergâh Yayınları, 2013, s. 221-253. 4 Ahmet Yaşar Ocak, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Din – 14.17. Yüzyıllar”, Yeniçağlar Anadolu’sunda İslâm’ın
Ayak İzleri, s. 91; Şeker, Osmanlı İslam Tasavvuru, s. 253-261. 5 Halkın dini yaşantısının oluşumunda tasavvufun rolü için bkz. Eyüp Baş, “Osmanlı Devleti’nin Kuruluş
Döneminde Din Kültürü ve Hayatı (Tarih Yazarı Neşrî’nin Anlatılarına Göre)”, Ankara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi, c. 52:2, s. 77-78.
3
fethedilen yerleri kalıcı yurt haline dönüştürüp İslâmlaştıran dervişler… Yeni devlet için
hayati önemdeki bu grupların hemen hepsi tasavvuf ile bir şekilde ilişkilidir. Bu sebeple
kuruluş dönemi Osmanlı uç kültürünü anlamanın yolu tasavvuftan geçer. Osmanlı’nın
tasavvufi yapısını anlamak için de tasavvufun İslâm dünyasındaki genel durumu hakkında
bilgi sahibi olunmalıdır.
XIII. yüzyılda tasavvuf İslâm dünyasının genelinde bir gelişim ve dönüşüm yaşamaktaydı.
Bilindiği gibi tasavvuf yöntemleri itibarı ile iki büyük zümre halinde tasnif edilebilir: Birinci
zümre, manevî ilerleme metodu olarak zikri temele alır. Namaz, oruç, hac gibi farz ibadetlere
devamlılık, ayrıca nafile ibadetlere önem vermek bu yolun esas unsurlarındandır. Nefis
terbiyesini sağlamak için az yemek, az uyumak, az konuşmak ve dünya nimetlerinden uzak
durmak amacıyla riyazet bu yolun belirgin özelliklerindendir. Bilgi kaynakları olarak rüya,
keşif ve keramet merkezi bir öneme sahiptir. Bu çerçevesini çizdiğimiz unsurları metod olarak
benimseyen tarikatların yoluna “esma yolu” veya “zühd ve takva yolu” ismi verilmektedir.
İkinci zümre ise, metod olarak birinci zümreye muhalif bir tavır içinde gözükmektedir. Bu yol
esma yolunun benimsediği halvet, riyazet ve zikir gibi metodları reddeden, zâhiri ibadetlere
çok fazla önem vermeyen, tasavvuf erbabına dair her tür özel giyim tarzını bir çeşit riya
sayan, Tanrı’ya ulaşmanın bu yollarla değil aşk ve cezbeyle olacağını savunan, müzik ve raks
gibi unsurları cezbe ve aşka ulaşmada önemli bir araç olması sebebiyle neredeyse ibadet
merkezine çıkaran “aşk ve cezbe yolu”dur. Bu yol esas itibarı ile Horasan ve İran kökenli bir
tasavvuf anlayışı olduğundan dolayı “Horasan ekolü” olarak da isimlendirilmektedir.6
Moğol istilası sebebi ile vuku bulan göç ve nüfus hareketleri bu iki akımın mensuplarının
birbirleri ile etkileşime girmelerini sağlamıştı. Farklı kültür çevrelerinden göç eden insanlar,
inançlarını ve yaşam tarzlarını taşındıkları bölgelere götürmüş; aynı zamanda geldikleri
bölgelerdeki inanç ve yaşam tarzları ile etkileşime girmişlerdi. Bu etkileşimler neticesinde
tasavvuf, farklılık ve renkliliklerle bezenmiş ve tarihinde hiç olmadığı kadar sentez fikirler
alanı olmuştu. Osmanlı tasavvufu da İslâm dünyasının genelindeki bu hareketliliği ana hatları
ile taşımaktaydı.
a. Erken Dönem Osmanlı’da Tasavvufi Yapılar
Osmanlı’nın kuruluş döneminde Anadolu bölgesi tasavvufi alandaki dinamizmi bütün
unsurları ile yaşamakta idi. XIII. yüzyılda Anadolu’da vahdet-i vücud felsefesinin en önemli
temsilcileri büyük mutasavvıf İbn Arabî ve evlatlığı Sadreddin Konevî; temelde Kalenderî
felsefesini benimsemiş olan Fahreddin Irâkî ve Evhaduddin Kirmânî önde gelen tasavvuf
mensupları idi. Ayrıca Sühreverdîlik ve Kübrevîlik gibi genel itibarı ile zühd ve takva yolunu
tutan tarikatlara mensup dervişler de vardı. Bu dervişler daha çok şehir merkezlerine
yerleşiyor ve üst düzey devlet yöneticileri ile iyi eğitim almış çevreler arasında yayılmaya
6 Seyyid Hüseyin Nasr, “Sufısm”, The Cambridge History of Iran, The Period from the Arab Invasion to the
Saljugs, ed. R. N. Frye, Cambridge: Cambridge University, 1975, c. IV, s. 450-451; Abdülbaki Gölpınarlı,
Türkiye’de Mezhepler ve Tarikatler, İstanbul: İnkılap Kitapevi, t.y., s. 188-189; Osman Türer, Ana Hatlarıyla
Tasavvuf Tarihi, İstanbul: Seha Neşriyat, 1995, s. 100; Mehmed Ali Aynî, İslâm Tasavvuf Tarihi, İstanbul:
Akabe Yayınları, 1985, s. 57-59; Mürsel Öztürk, Anadolu Erenlerinin Kaynağı Horasan (Moğol İstilasına
Kadar), Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 2001, s. 43-45. Bu ayrım esas itibarı ile tasavvuf literatüründe ilk
zamanlardan beri tarik-i ahyâr, tarik-i ebrâr ve tarik-i şuttâr şeklinde üç ana kol olarak yapılan tasnife
dayanmaktadır. Tarik-i ahyâr ve tarik-i ebrâr yolları farklı sayılmakla birlikte, esasında çok köklü bir metod
farklılıkları yoktur. Metod farklılığının esas, aşk yolu olan ve tarik-i şuttâr adı verilen akımda olduğu
gözükmektedir. Bkz. Ebu'l-Cenâb Ahmed b. Ömer b. Muhammed Necmeddin Kübra, Usûlu Aşere, şerh ve
çeviri: İsmail Hakkı Bursevi, (Tasavvufî Hayat içerisinde). haz. Mustafa Kara, İstanbul: Dergâh Yayınları, 1996,
s. 38-44.
4
çalışıyorlardı. Yine Mevlevîlik, Anadolu coğrafyasında eğitimli ve şehirli nüfusa yönelik
faaliyet gösteren önemli bir tasavvufi hareket idi.7
Eski şaman / kam kültürünün etkilerini taşıyan Türkmen Babaları da Anadolu’da etkin dini
figürlerdi. Bunlar “baba”, “abdal” veya “dede” gibi unvanlar taşıyorlardı. Moğol istilası
öncesi Türkiye Selçuklu Devleti’nin zayıflamasına yol açan Babailer isyanı, bir Türkmen
babası olan Baba İlyas Horasânî liderliğinde gerçekleşmişti. Ayaklanma başladığında
Anadolu’nun her tarafından çok sayıda Türkmen’in ona katılmış olması, bir Türkmen
babasının kitleler üzerinde ne derece etkili rol oynadığına işaret etmesi bakımından dikkate
şayandır.8 Anadolu coğrafyasının dini yaşantısında mühim roller oynayan Bektaşîlik
tarikatının piri Hacı Bektaş-ı Velî de Baba İlyas’ın halifelerinden olan tipik bir Türkmen
babası idi.9
Moğol istilasının sebep olduğu göç dalgası içinde bulunan dervişler ekseriyet itibarı ile
Kalenderiyye ve onun şubesi kabul edilen Haydariyye’ye mensup zümrelerdir ve bunların
Anadolu’da temsilcileri vardır.10 Mevlânâ’nın yaşadığı dönemde Ebu Bekir Niksârî isimli
Kalender şeyhi Konya’da ikamet etmekteydi. O, Şam’dan Konya’ya göç etmiş ve çevresine
birçok mürid toplamıştı. Eflâkî, Mevlânâ vefat ettiğinde onun başında olduğu Kalender
tekkesine dervişler arasında paylaşılması üzere kurbanlıklar gönderildiğini söylemektedir.11
Haydarîliğin kurucusu kabul edilen Kutbeddin Haydar’ın bir müridi olan Hacı Mübarek
Haydar da Mevlânâ’nın yaşadığı dönemde Konya’da ikamet etmekteydi. Eflâkî’nin
bildirdiğine göre o, Mevlânâ ile yakın ilişki içerisinde idi.12
Anadolu’da o dönemde yaygın olan bir diğer tarikat Rifâîlik idi. Tarikat teşkilatlandığı yer
olan Şam üzerinden Anadolu’ya gelmişti.13 XIII. yüzyılda Anadolu’da en etkin tarikatlardan
olan Rifâîlik tarikatı, genel itibarı ile araştırmacılar tarafından esma yolunu benimsemiş bir
tarikat olarak değerlendirilmiştir.14 Ancak tarikat mensuplarının tezahür eden davranışlarına
baktığımızda, Rifâîliğin bu dönemde kolaylıkla esma yoluna dâhil edilemeyeceğini
söylememiz gerekecektir. Zira Horasan ekolünün özellikle Kalenderîlik ve Haydarîlik
tarikatları vasıtası ile Rifâîlik tarikatını etkilediği görülmektedir.15
Anadolu bölgesi XIII. yüzyılda zikrettiğimiz üzere çok çeşitli tasavvufi gruplara ev sahipliği
yapmaktaydı. Ancak Osmanlı Beyliği söz konusu zaman diliminde Anadolu’nun çok küçük
bir kısmına hâkim idi. Dolayısıyla Anadolu topraklarına yayılmış tasavvufi grupların hepsi
erken dönemler Osmanlı’sında mevcut değildi. Araştırmalar bu dönemde Osmanlı Beyliği
7 Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Ankara: Akçağ Yayınları, 2003, s. 200-202; Ahmet Yaşar
Ocak, Babailer İsyanı - Aleviliğin Tarihsel Altyapısı yahut Anadolu’da İslâm-Türk Heterodoksisinin Teşekkülü,
İstanbul: Dergâh Yayınları, 1996, s. 62-63. XIII. yüzyılda Anadolu’da tasavvufun yayılışı ve faaliyet gösteren
tarikatlar hakkında bkz. Kadir Özköse, Anadolu Tasavvuf Önderleri, Konya: Ensar Yayıncılık, 2008, s. 17-57. 8 Bu konuda geniş bilgi için bkz. Ocak, Babailer İsyanı. 9 Ahmet Yaşar Ocak, Osmanlı İmparatorluğu’nda Marjinal Sufilik: Kalenderîler (XIV-XVII Yüzyıllar), Ankara:
Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1999, s. 172; Irene Melikoff, Uyur İdik Uyardılar (Alevilik - Bektaşilik
Araştırmaları), çev. Turan Alptekin, İstanbul: Demos Yayınları, 2006, s. 36. 10 Fuad Köprülü, Anadolu’da İslâmiyet, Ankara: Akçağ Yayınları, 2005, s. 30. 11 Ahmed Eflâkî, Menâkıbu’l-Ârifîn, çev. Tahsin Yazıcı, İstanbul: Kabalcı Yayınevi, 2006, s. 453. 12 Eflâkî, Menâkıbu’l-Ârifîn, s. 210, 375. 13 C. E. Bosworth, “Rifâıyya”, Encyclopædia of Islam, 2nd Edition, Leiden: E.J. Brill, 1978, c. VIII, s. 526; J.
Spencer Trimingham, The Sufi Orders in İslâm, Oxford: The Clarendon Press, 1971, s. 39-40. 14 Bkz. Mustafa Tahralı, “Rifâiyye”, TDVİA, İstanbul, 2008, c. XXXV, s. 100; Resul Ay, Anadolu’da Derviş ve
Toplum (13-15. Yüzyıllar), İstanbul: Kitap Yayınevi, 2008, s. 27 ve 57. 15 Geniş bilgi ve örnekler için bkz. Eyüp Öztürk, Velilik ile Delilik Arasında-İbnu’s-Serrâc’ın Gözünden
Muvelleh Dervişler, İstanbul: Kitap Yayınevi, 2011, s. 97-121.
5
topraklarındaki derviş gruplarının Rum Abdalları, Kalenderî, Yesevî, Haydarî ve Vefâîlerle
sınırlı olduğunu göstermektedir.16
Erken dönem Osmanlı toplumunda etkili olan bu derviş zümreleri daha çok Horasan ekolünün
temsilcisi durumunda olup alışılmış olana muhalif tavırları ile öne çıkmaktadırlar. Muhalif
tavırlarının zihinlerde canlanması için benimsedikleri anlayışın tezahürlerinden birkaç hususa
işaret etmek gerekecektir. Muhalif tavırlı dervişler temelde Melametîlik akımından
etkilenmişlerdir. Kalenderîlik ise bu akımın en güçlü ve diğer tarikatları en çok etkileyen
hareketi durumundadır. Bu sebeple tasvir çabası Kalenderîler üzerinden kurulmaya
çalışılacaktır. Ancak bu tasvirler dönemin Osmanlı’sında yaşadığını tespit ettiğimiz
Kalenderîler merkeze alarak çıkarılmamış; İslâm dünyasının bütününden alınan örneklerle
oluşturulmuştur. Kaynaklarda erken dönem Osmanlı toplumundaki Kalenderîlere dair yeterli
bilginin olmaması böyle bir yöntemi zorunlu kılmaktadır.
Kalenderîlik özü itibarı ile senkretik / bağdaştırmacı bir karaktere sahiptir. Her senkretik inanç
gibi dinamik, geçirgen ve değişken bir yapısı vardır. Kültürel anlamda sınırları yerel olanla
yetinmeyecek kadar geniştir. Farklı kültür çevrelerinden beslenmekten çekinmeyecek kadar
değişikliğe açık ve esnek bir karaktere sahiptir.17
Kalenderîlerin zihinsel yapısı, toplumsal yaşam ve kurumlara muhalefet üzerine kuruludur.
Onlar bütün kuralları ile toplumu reddeden bir nevi anarşist dervişlerdir. Ancak klasik zühd
anlayışında olduğu gibi, toplumdan uzaklaşıp bir keşiş yaşamı sürmek, onların tercih ettiği bir
yaşam biçimi değildir. Toplumsal sisteme tepki içinde olsalar da var olan sistemin
değişmesine veya toplumu düzeltmeye yönelik bir çabaları yoktur. Bu dervişler düzen
karşıtıdırlar ve toplumun alışageldiği değerlere muhalefet esası üzerine hareket
etmektedirler.18
Kalenderîlerin görünüşleri toplumun bütünü tarafından yadırganan tuhaflıklar içermekteydi.
Bu tarz, muhtemelen Melâmîlik’te vurgulanan toplum tarafından dışlanma felsefesinin bir
yansıması olarak benimsenmişti. Tuhaf görünüş ile toplumda tiksinti yaratmak ve bu şekilde
toplumsal dışlanmayı sağlamak amaçlanmıştı. Bu amaca uygun olarak, bazıları bütünüyle
çıplak, bazıları yarı çıplak dolaşırdı. Bazıları kıldan dokunmuş olan ve cavlak adı verilen yün
çuvallar giyerdi. Çokluk itibarı ile çahar darb denilen ve saç, sakal, bıyık ve kaşların ustura ile
kazındığı bir görünüş biçimi benimsenmişti.19 Üzerlerinde ilginç donanımlar taşırlardı.
Dilenci çanağı ve derviş değneği gibi klasik derviş aksesuarlarına ek olarak, onların bir kısmı
üzerlerinde balta, deri torba, büyük tahta kaşıklar ve aşık kemikleri taşırdı.20
Kuruluş dönemi Osmanlı’sındaki tasavvufi gruplar değişen oranda biraz önce tasvir etmeye
çalıştığımız yaygın dini pratiklere muhalefet eden akımın fikirlerinden etkilenmişlerdi. Bu
etkilenmenin hangi düzeyde olduğunu kesin olarak söyleyebilmek mümkün değildir. Zira bu
akımın en önemli özelliği yukarıda da dile getirildiği gibi homojen olmaması ve senkretik bir
karaktere sahip olmasıdır. Doğal olarak bu durum her bölge ve coğrafyada, aynı tavırların,
aynı tarz ve dozajda görülemeyebileceği sonucuna götürmektedir. Zira dönemin Osmanlı
toplumu, klasik tarzda fikir ve görüşlere sahip diğer tasavvufi gruplarla da etkileşim
içerisindedir. Bu ikili yapı erken dönem Osmanlı’daki toplum yapısına son derece hareketli,
akışkan ve renkli; ancak aynı oranda tanımlanması zor bir mahiyet kazandırmaktadır. Ayrıca
16 Ocak, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Din – 14.17. Yüzyıllar”, s. 100. 17 Süreyya Su, Hurafeler ve Mitler- Halk İslâm’ında Senkretizm, İstanbul: İletişim Yayınları, 2009, s. 16. 18 Ahmet T. Karamustafa, Tanrının Kural Tanımaz Kulları - İslâm Dünyasında Derviş Toplulukları (1200-
1550), çev. Ruşen Sezer, İstanbul: YKY Yayınları, 2007, s. 23-27. 19 Ocak Kalenderîler, s. 158-165; Karamustafa, Tanrının Kural Tanımaz Kulları, s. 28. 20 Ocak Kalenderîler, s. 160-161; Karamustafa, Tanrının Kural Tanımaz Kulları, s. 27-32.
6
tasavvufi yapının özellikle şehir merkezlerinde çok güçlü olan medrese temsilcileri ile de
etkileşime girdiği göz ardı edilmemelidir. Örneğin 1330’lu yıllarda (Orhan Bey zamanında)
Anadolu’ya gelen ve Türkmen Beyliklerini dolaşan İbn Batuta’nın seyahatnamesinde
Osmanlı’da ve çevreleyen Türkmen Beyliklerinde dini alanda senkretizm denebilecek
uygulamalar hemen hemen hiç yoktur.21 Bütün bu hususlar erken dönem Osmanlı’daki
tasavvufi yapıyı belli bir kavram etrafında değerlendirmeyi zorlaştırmaktadır.
b. Erken Dönem Osmanlı Tasavvufunu Tanımlama Problemi
Erken dönem Osmanlı’sında öne çıkan derviş zümrelerini tanımlamak için genellikle
heterodoks-ortodoks kavramları tercih edilmektedir.22 Ortodoksi kavramı bir topluluk içindeki
geleneksel inançlara aykırı düşmeyen, genel görüşe uygun olan, sapkın olmayan gibi
anlamlara gelmektedir ve Sünni esaslara aykırı unsurlar içermediği dile getirilen tasavvuf
mensuplarını nitelemek için kullanılmaktadır. Heterodoksi ise, ortodoksi kavramının karşıtı
olarak kabul edilmiş olması hasebiyle, dini esaslara aykırı olan, oluşturulmuş gelenek ya da
çerçevenin dışına çıkan görüş ve öğreti anlamlarında kullanılmaktadır.23 Dini açıdan kabul
edilmiş genel esaslara aykırı unsur ve tezahürler içermesi nedeniyle Kalenderî ve benzeri
derviş gruplarının özü itibarı ile heterodoks kavramın ifade ettiği çerçevenin içine girdiği
söylenebilir. Ancak muhalif derviş zümrelerini tanımlamak için söz konusu kavramların
kullanılmasının yanlış olacağını dile getiren bazı araştırmacılar da vardır. Onların temel
eleştirisi, bu kavramların Hristiyan teolojisine ait olmalarına ve Hristiyan teolojisinde ifade
ettikleri anlama dayanmaktadır. Zira heterodoksi kavramı Hristiyan teolojisinde tekfiri
gerektirecek fırkalar için kullanılmaktadır.24 Bundan dolayı, heterodoksi kavramının içerdiği
anlam çerçevesinin İslâm tarihinin ve kültürünün ortaya çıkardığı grupları tanımlamada
başarısız olacağı, bir kavram karmaşası yaratacağı ve farklı anlamalara yol açacağı şeklinde
eleştiriler dile getirilmiştir.25
Cemal Kafadar, Anadolu’daki muhalif karakterli dervişleri isimlendirmek için farklı bir tanım
önermiştir. O, Anadolu’nun XIII. yüzyıldaki dini yaşamının bir doksi inancına
hapsedilemeyeceğini dile getirmiştir. Onun önerisi dini gruplar ve kültürler arasındaki
geçişliliği yansıtan doksiler ötesi bir durumun ifade edildiği “metadoksi” kavramının
kullanılmasıdır.26 Metadoksi kavramı, Anadolu’daki dini gruplar arasında yoğun bir geçişlilik
olduğunu, bu durum nedeniyle onları ortodoks-heterodoks olarak keskin bir şekilde ayrıma
tabi tutamayacağımızı, her dini grubun karşılıklı olarak birbirini etkilediğini ve ortaya
doksilerin sınırlarına giremeyen bir durumun çıktığını ifade etmektedir.
21 Feridun Emecen, “Osmanlılar ve Türkmen Beylikleri” 1350-1450”, İlk Osmanlılar ve Batı Anadolu Beylikler
Dünyası, İstanbul: Kitabevi Yayınları, 2001, s. 68-69. 22 Kavramın kullanımına örnek olması için şu araştırmalara bakılabilir: Fuad Köprülü, Osmanlı Devleti’nin
Kuruluşu, Ankara: Türk Tarih Kurumu, 1959, s. 78-79; Melikoff, Uyur İdik Uyardılar; Ocak, Babailer İsyanı;
Simon Digby, “Qalandars and Related Groups-Elements of Social Deviance in the Religious Life of the Delhi
Sultanate of the Thirteenth and Fourteenth Centuries”, İslâm in Asia: South Asia, ed. Yohanan Friedmann,
Colorado: Westview Press, 1984, c. I. 23 James Mark Baldwin, Dictionary of Philosophy and Psychology, Gloucester: Peter Smith, 1960, Vol. I, s. 474-
475 ve Vol. II, s. 250; Ahmet Cevizci, Felsefe Sözlüğü, Ankara: Ekin Yayınları, 1997, s. 524. 24 Örneğin Baldwin, heresy ve heterodoksi kavramlarını Hristiyan teolojisinden sapma anlamında eş anlamlı
olarak kullanmıştır. Bkz. Baldwin, Dictionary of Philosophy and Psychology, Vol. I, s. 474-475. 25 Joseph W. Meri, “The Etiquette of Devotion in the Islamıc Cult of Saints”, The Cult of Saints in Late
Antiquity and the Early Middle Ages, ed. James Howard-Johnston ve Paul Antony Hayward, New York, 1999, s.
265. Bu eleştirileri toplu olarak içeren bir çalışma olarak bkz. Cengiz Gündoğdu, “Hacı Bektâş-ı Velî ve
Bektâşîlik Olgusunu Tanımlamada Normatif Yaklaşımlar”, Dini Araştırmalar Dergisi (Alevilik Özel Sayısı), c.
XII, sayı: 33, Ankara, 2009, s. 47-62. 26 Cemal Kafadar, İki Cihan Âresinde-Osmanlı Devletinin Kuruluşu, çev. Ceren Çıkın, haz. Mehmet Öz, Ankara:
Birleşik Yayınları, 2010, s. 120.
7
Bazı tasavvuf ve tarih kaynakları muhalif dervişleri tanımlamak için muvelleh tabirini
kullanmıştır. Kavram tasavvuf çevrelerinde çok yaygın bir kullanıma sahip değildir. Ancak az
sayıda olsa da kavramı bahis konusu edenler, Horasan ekolünden etkilenmiş ve muhalif tavır
benimsemiş dervişlere işaret etmek için kullanmışlardır. Kavramın sözlük anlamı da böyle bir
kullanıma imkân vermektedir. Muvelleh kelimesi Arapça veleh kökünden türetilmiştir. Veleh
kelimesi ise, sözlüklerde hüzün, şiddetli vecd, üzüntü, sevinç veya korkudan dolayı aklın
gitmesi, hayrete düşmek, çılgına dönmek, kendini kaybetmek gibi anlamlara gelmektedir.27
Tasavvuf ıstılahları sözlüklerinde ise veleh kavramı sersemlik, şaşkınlık, hayret, aşkın deli
divane etmesi gibi anlamlarla karşılanmıştır.28 Kelimenin tefil babındaki “vellehe” formu
çılgına çevirmek, ne yaptığını bilmez hale düşürmek gibi anlamlarla karşılanmıştır.29 Bu
itibarla, ism-i meful kalıbında gelen muvelleh kelimesini, aşk veya üzüntüden dolayı kendini
kaybetmiş, çılgına dönmüş kişi olarak tanımlamak mümkündür.30 Kavramın sözlük anlamı
muhalif karakterli dervişlerin alışılmamış tavırlarını açıklamak için oldukça elverişli bir
zemin hazırlamaktadır.
Kavramın farklı özelliklere sahip bir derviş grubunu işaret eden muvelleh şekliyle ilk
kullanımı ise XIII. yüzyıl içinde olmuş gözükmektedir.31 Yine, muvelleh tabirinin ilk
kullanıma girmesi Şam merkezli olarak gözükmekte, bu bölgedeki sûfilere verilen bir ad
olarak ortaya çıktığı anlaşılmaktadır.32 Yoğunlukla doğduğu yer olan Şam’da kullanılmış ve
yaygınlık kazanmıştır. Kaynaklarda muvelleh sıfatı verilen sûfilerin çoğunluğu Şam’da
yaşamaktadır. Ancak Şam dışında da kavramın kullanımına rastlanmaktadır. Bu sıfatı taşıyan
dervişlerin çevre bölgelere yayılması ile kavram çıktığı yer olan Şam bölgesi dışında da
tanınır olmuştur. Safiyyüddin İbn Ebi’l-Mansur (ö. 682 / 1283) eserinde Mısır’da muvelleh
sıfatını taşıyan çok sayıda derviş hakkında bilgi vermektedir.33 Ahmedî’nin 792 / 1390 yılında
tamamladığı “İskender-nâme”sinde kavrama atıf yapmasından kavramın Anadolu
coğrafyasında da bilindiği anlaşılmaktadır.34 Yine Digby’nin bildirdiğine göre, XIII. asırda
Hindistan’a gelen derviş grupları içerisinde muvelleh dervişler de vardır.35
27 Ebu'l-Fazl Muhammed b. Mukerrem b. Ali el-Ensârî İbn Manzûr, Lisanu’l-Arab, Beyrut: Dâru Sadr, t.y., c.
XIII, s. 561; Ebu'l-Hasan Ali b. İsmail İbn Sîde, el-Muhkem ve’l-Muhîtu’l-A’zam fî’l-Luğa, tah. Abdussettar
Ahmed Ferrac, Kahire: Camiatu’d-Duveli’l-Arabiyye, 1968, c. IV, 308; E. W. Lane, Arabic English Lexicon,
London: Williams and Norgate, 1980, V-l-h maddesi; Mustafa b. Şemseddin el-Karahisarî Ahterî, Ahteri-i
Kebîr, İstanbul: Sahafiye-i Osmaniye Şirketi, 1310, V-l-h maddesi. 28 Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İstanbul: Marifet Yayınları, 1991, Veleh Madesi, s. 519. 29 Bkz. Louis Maluf, el-Müncid fi’l-Luğati ve’l-A’lâm, Beyrut: Daru’l-Maşrık, 1986, V-l-h maddesi, s. 918; Hans
Wehr, A Dictionary of Modern Written Arabic, Beyrut: Librarie du Liban, 1980, V-l-h maddesi, s. 1098-1099. 30 Sözlüklerde kavramın muvelleh seklindeki biçimi geçmemektedir. Bu tanımlama vellehe kelimesinin ifade
ettiği anlam göz önüne alınarak verilmiştir. Ayrıca kavramın muvellih şeklinde kullanımına da rastlanmaktadır.
Bkz. John Renard, Historical Dictionary of Sufism, Lanham: The Scarecrow Press, 2005, s. 271. Ancak meczûb,
mecnûn gibi hemen hemen aynı anlamdaki kavramların ism-i meful kalıbında kullanılmasını esas alarak biz
muvelleh kullanımının daha doğru olduğu düşünmekteyiz. 31 Kavramı özel bir derviş grubuna işaret amacı ile ilk kullanan kişinin Ebû Şâme ( ö. 675 / 1276-1277) olduğunu
düşünmekteyiz. Bkz. Ebu'l-Kâsım Şehabeddin Abdurrahman Ebû Şâme el-Makdisî, Terâcimu Ricâli’l-
Karneyni’s-Sâdis ve’s-Sâbi, tah. Muhammed Zâhid b. el-Hasan b. Ali Zâhid el-Kevserî, Beyrut: Muessesetu’r-
Risale, 1974, s. 146. 32 Josef W. Meri, The Cult of Saints among Muslims and Jews in Medieval Syria, Oxford: Oxford University
Press, 2002, s. 92. 33 Bkz. Safiyyuddin İbn Ebi’l-Mansûr, Risâle, tah. Denis Gril, Kahire: Institut Français d’Archeologie Orientale,
1986, s. 84-89. 34Ahmedî, İskender-Nâme, İnceleme-tıpkıbasım: İsmail Ünver, Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları, 1983, No.
4301, Vr. 37b. 35 Bkz. Digby, “Qalandars and Related Groups”.
8
Kavram bazen özel bir derviş grubunun isminden ziyade, bir sıfat veya bir lakap olarak
değerlendirilmeyi haklı çıkaracak çağrışımlara yol açacak şekilde kullanılmıştır. Özellikle
Kalenderî dervişi olduğunu bildiğimiz bazı dervişler için zaman zaman bu kavramın
kullanılması, Kalenderî dervişleri için kullanılan bir sıfat veya Kalenderîlerin Suriye ve Mısır
gibi Arap topraklarında kullandıkları bir isim olduğu yorumuna yol açmıştır. Süleyman et-
Türkmâni, Hüseyin el-Muvelleh et-Türkmanî,36 Barak Baba,37 gibi Kalenderî veya Haydarî
olduğu bilinen dervişlerin aynı zamanda veleh veya muvelleh sıfatı ile ilişkilendirilmeleri
böyle bir kanıya yol açmaktadır.
Ancak kaynaklarda muvelleh kavramının ilişkilendirildiği bazı örnekler, kavramı,
Kalenderîlik dışında başka derviş grupları için de söz konusu etmiştir. Kalenderîlik dışında bu
konuda öne çıkan tarikat muhalif dervişlerle yakın ilişkileri olan Rifâîlik tarikatıdır. Bu
tarikatın içerisinde çok sayıda muvelleh sıfatı taşıyan derviş ve şeyh bulunmaktadır. Bu
konuda dönemin önemli kaynaklarından İbnu’s-Serrâc’ın tarikata mensup birisi olarak yapmış
olduğu şahitlik ve beyanları, Rifâîlik tarikatının bu yönüne net bir şekilde işaret etmesinden
dolayı özellikle önem arz etmektedir.38
Muvelleh tabirinin Kalenderîlik, Haydarîlik ve Rifâîlik tarikatı mensupları için söz konusu
edilebildiğine işaret ettik. Bazı kaynakların kullanımı, tabirin bunlar dışında tarikat bağı
olmayan bağımsız nitelikteki derviş gruplarına işaret ettiğini de ihsas ettirmektedir. Özellikle
Yusuf el-Kamini, İbrahim b. Said eş-Şağuri, Hilal el-Havrani gibi meczub veya mecnun
olarak nitelenen bazı dervişlere muvelleh sıfatının da verildiğine şahit olunmaktadır.39
Sıraladığımız örneklere baktığımızda muvelleh kavramı ile belli bir tarikata işaret
edilmediğini esas vurgunun davranışlara ve tezahür biçimlerine olduğunu görürüz. Bu
davranış ve tezahür biçimleri özü itibarı ile Melâmîlik felsefesine dayanmakta, toplumun
alışmış olduğu dini pratiklere ve toplumsal yaşam biçimlerine muhalefeti içermektedir. Yani
muvelleh tabiri muhalif dervişlerin bütün tavırlarını içine alan bir şemsiye kavram
niteliğindedir. Bu itibarla bu tarz dervişleri tanımlamada İslâm tasavvufunun kendi içinden
ürettiği bir kavram olması sebebi ile dikkate alınmalıdır.
c. Tasavvuf ve Ahilik
Ahilik bilindiği gibi bir esnaf teşkilatıdır ve ticari bir yapı olmanın yanında dini bir yapı
olarak da karşımıza çıkmaktadır. Ahilik dini karakterini tasavvuf üzerinden almakta ve bu
yolla İslâm ticaret ahlakını sosyal alana yansıtmaktadır.
Bu kurum esasında Türkiye Selçukluları döneminden tevarüs edilen bir yapı olarak
gözükmektedir. Ahiliği sıradan bir esnaf teşkilatının ötesine taşıyıp kurum mensuplarının
yaşadıkları toplumda dini ve sosyal birtakım rolleri üstlenmelerine sebep olan fikri neşve ise
varlığını tasavvufa borçludur. Bilindiği gibi kurum ilk defa fütüvvet teşkilatı olarak kendisini
göstermişti. Tasavvufi bir hareket olan ve teşkilatlanma için zaviyeleri merkez edinen
fütüvvet teşkilatı yiğitlik, cömertlik, doğruluk gibi esaslar üzerine kurulu idi. İşsiz kimselerin
teşkilata kabul edilmemeleri, zaviyeleri işsizlerin toplanma alanı hâline dönüşmekten
36 Bkz. Ocak, Kalenderîler, s. 35-36. 37 Muhammed b. Ali b. Abdurrahman b. Ömer b. Abdulvehhab b. Muhammed b. Tahir el- Kâdî İzzedddin Ebu
Abdullah b. Serrâc ed-Dımaşkî eş-Şafiî, Teşvîku’l-Ervâh ve’l-Kulûb ilâ Zikri Allâmi’l-Guyûb, Süleymaniye Ktp.,
Amcazâde Hüseyin Paşa, Nr.: 272, Vr. 197a. 38 Bu atıflar için bkz. İbnu’s-Serrâc, Teşvîk, Vr. 122a, 149b, 192b, 222b-223a. 39 Geniş bilgi ve örnekler için bkz. Öztürk, Velilik ile Delilik Arasında, s. 178-189.
9
kurtarmış ve meslek sahibi kişilerin teşkilata temayül etmesiyle tasavvuf ile esnaflık arasında
kopmaz bir bağ kurulmasına neden olmuştur.40
Abbasi Halifesi Nasır Lidinillah (1180-1225) devletin bozulan siyasi ve sosyal durumunu
düzeltmek için fütüvvet teşkilatından faydalanabileceğini düşünerek teşkilat bünyesine dâhil
olmuştur. Ardından fütüvvetnâmelerde sıralanan ilkeler çerçevesinde yeni bir teşkilatlanma
hamlesine girişmiş ve diğer Müslüman liderlere elçiler göndererek onları teşkilata girmeye
davet etmiştir. Türkiye Selçuklu Devleti hükümdarlarından önce I. Gıyaseddin Keyhüsrev,
daha sonraları da I. İzzeddin Keykâvus ve I. Alaaddin Keykûbad’ın intisapları ile teşkilat
Anadolu yapılanmasını tamamlamıştır.41 Osmanlı’nın kuruluş devirlerinden itibaren tevarüs
ettiği yapının temelleri böyle kurulmuştur.
Osmanlı’nın kuruluş hikâyesinde önemli bir yeri olan Şeyh Edebalı’nın bir ahi şeyhi olduğu
Fuad Köprülü’den itibaren dile getirilmektedir. Ahmet Yaşar Ocak’ın dile getirdiği üzere
Şeyh Edebalı’nın ahi olduğunu doğrudan destekleyen hiçbir kaynak yoktur. Kaynaklarda dile
getirilen Şeyh Edebalı’nın kardeşinin ve onun oğlunun bir ahi olduğudur.42 Şeyh Edebalı’nın
bizzat kendisi ahi olmasa da kardeşi ve yeğeni vasıtası ile ahilik teşkilatı ile bağı olduğu
kesindir. Esasında teşkilat mensuplarının toplumun hemen her kademesi ile ilişki kurabilecek
bir etkinlik ve yaygınlığa sahip olduğunu da rahatlıkla söylemek mümkündür.43
Ahilik teşkilatının görevleri esnafı devlet nezdinde temsil edip hakkını korumak, esnaf
arasındaki ihtilafları halletmek, hammadde, üretim ve kalite sorunlarını çözmek, mamul
maddenin halka en uygun şartlarda ulaşmasını sağlamak, çırak ve kalfaları eğitmek gibi
temelde mesleki sorumluluklardır. Ancak teşkilatın görevleri bunlarla sınırlı olmayıp sosyal
ve kültürel sahalara da uzanmıştır. Örneğin yardımlaşma sandığı vasıtası ile yeni iş açanlara
kredi verilmesi; zor durumda olan esnafa yardım edilmesi; mevlit okutulup ziyafet verilmesi;
esnaftan vefat edenlerin ailelerine yardım yapılması; esnaftan evlenecek gençlere ve fakirlere
yardım yapılması gibi hususlar sosyal alana ilişkin çabalar olarak zikredilmelidir. Bu şekilde
toplumsal dayanışmanın geliştirildiği muhakkaktır.44 İbn Battuta, Orhan Gazi döneminde
Anadolu’yu ziyaret ettiğinde, farklı şehirlerdeki birçok ahi zaviyesine misafir olmuş ve bu
vesile ile Anadolu ahileri hakkında çok önemli bilgiler kaydetmiştir.45 Bu kayıtlar ahilerin
özellikle küçük şehirlerde toplumsal hayatın tam merkezinde olduklarının birer kanıtları
olarak değerlendirilmelidir.
Ahiler eğitim ve kültür sahasında da önemli rol oynamışlardır. Çırak ve kalfalara sadece
mesleki bilgiler verilmemiş; zaviyeler vasıtası ile dini, ahlaki ve sosyal sorumlulukları da
öğretilmeye çalışılmıştır. Ahi zaviyelerinde Kur’ân-ı Kerim, tarih, tasavvuf, Arapça, Farsça,
edebiyat, musiki v.s. gibi dersler vasıtası ile hem esnafın okuma yazma öğrenmesi sağlanmış
ve hem de bireylerin kültürel alanda kendini geliştirmelerinin önü açılmıştır.46
40 Abdullah Saydam, Osmanlı Medeniyeti Tarihi, İstanbul: Kitabevi Yayınları, 2014, s. 248. 41 Ziya Kazıcı, “Ahilik”, TDVİA, İstanbul, 1988, c. I, s. 540. 42 Ocak, “Ahilik ve Şeyh Edebali’’, s. 17. 43 Ömer Lütfi Barkan’ın kolonizatör Türk dervişlerini incelediği meşhur makalesinin eklerindeki defter
kayıtlarına bakıldığında ahilerin toplumda çok yaygın olarak var oldukları görülecektir. Bkz. Ömer Lütfi Barkan,
Kolonizatör Türk Dervişleri ve Süleymaniye Camii ve İmareti Muhasebesi (1585-1586), haz. Coşkun Çakır,
Ankara: Vakıflar Genel Müdürlüğü Yayınları, 2013, s. 91-171. 44 Saydam, Osmanlı Medeniyeti Tarihi, s. 250. 45 Bkz. Ebû Abdullah Muhammed İbn Battûta et-Tancî, İbn Battûta Seyahatnâmesi, çev. Sait Aykut, İstanbul:
YKY Yayınları, 2004, c. I, 403-418. 46 Saydam, Osmanlı Medeniyeti Tarihi, s. 250
10
Ahilik teşkilatında zaman zaman belli yaşlardaki esnaf adaylarına silah eğitimi verilebilmiştir.
Dolayısıyla ahilik teşkilatının askeri bir karakteri de vardır. Zira özellikle Osmanlı’nın
kurulduğu zamanlarda Anadolu’da devlet otoritesinin olmadığı şehirlerde teşkilat mensupları
bulundukları şehirleri eşkıyalık hareketlerine ve düşman saldırılarına karşı korumak görevini
üstlenmişlerdi. Bu şekilde toplumda anarşi ortamının oluşmasına engel olurlardı. Ahilerin
merkezi otorite boşluğu zamanlarında Ankara’da kısa süreli bir devlet kurduklarını dile
getirmek idari alanda nasıl bir boşluğu doldurduklarını hatırlatmak açısından faydalı
olacaktır.47
Yukarıda kısaca dile getirmeye çalıştığımız hususları düşündüğümüzde ahiliği sadece basit bir
esnaf teşkilatı olarak değerlendirmemenin gereği ortaya çıkacaktır. Ahilik din-toplum
kaynaşmasını sağlayan, toplumsal dayanışma ve dinamizm üreten bir teşkilat olarak gerek
Osmanlı’nın kuruluş sürecinde gerekse sonraki dönemlerinde son derece önemli roller
üstlenmiştir.
B. Erken Dönem Osmanlı Toplum Yapısında Gayrimüslim Unsurlar
Osmanlı’nın hâkim olduğu topraklarda başlangıçtan itibaren yoğun bir gayrimüslim nüfus
olduğunu dile getirmeliyiz. Her şeyden önce Osmanlılar Bizans’tan alınan topraklar üzerine
beyliklerini kurmuşlardı ve beyliğin genişleme faaliyetleri Hristiyanların yaşadıkları
bölgelerde yoğunlaşmıştı. Dolayısıyla Osmanlı Devleti, kuruluşundan son dönemlerine değin,
önemli sayıda bir Hristiyan tebaaya sahipti. Osmanlı’nın kuruluş felsefesi ve gayrimüslimlerin
gönüllerini kazanmaya yönelik istimâlet politikası Hristiyan vatandaşlara Osmanlı
topraklarında rahat bir yaşam sunmuştu. Hristiyan topluluklardan çeşitli sâiklerle İslâm’a girip
ihtida edenler de üst düzey devlet kademelerinde görev almış ve Osmanlı yayılmasını
sağlayan unsurlardan biri olmuşlardı.
Burada Gibbons’tan beri özellikle batılı araştırmacıların kuruluş dönemi Osmanlı’sındaki
Hristiyan nüfus ile ilgili teorilerine de değinmek gerekir. Gibbons, kuruluş döneminde ihtida
edip Osmanlı gazâ mekanizması içerisinde yer alan Köse Mihal ve Gazi Evrenos Bey gibi
daha önce Hristiyan olan unsurların varlığına dayanarak Osmanlı’nın kuruluşu ve yükselişini
bir anlamda Hristiyan kadrolara bağlı bir başarı öyküsü olarak göstermişti. Zira o,
Osmanlı’nın kurucu kadrolarını devlet kurabilecek bir medeni birikime sahip olmayıp basit
çobanlardan oluşan bir topluluk olarak değerlendiriyordu. Dolayısıyla ona göre bu kişiler
fethettikleri bölgelerde yaşayan Müslüman olmayan unsurlardan bir devlet kurmak için
gerekli olan bilgi ve birikimi elde etmişlerdi.48 Gibbons’un bu fikirleri çeşitli değişikliklerle
başkaları tarafından da dillendirildi ve tabiidir ki eleştirildi.49 Zira teori ile Türkler, uzun
yıllara dayanan devlet kurma gelenekleri göz ardı edilerek, yağma ve savaştan başka bir şey
bilmeyen cahil ve beceriksiz bir kitleye indirgenmekteydi. Bu bakış açısı doğal olarak
temellerini ilmi esaslara göre değil, önyargılara dayandırmakta idi.
47 Ankara’da otorite boşluğunun olduğu 1354-1362 yılları arasında ahilerin şehre hâkim olduğu kabul
edilmektedir. Ancak bu hâkimiyetin resmi statüsü belirlenememiştir. Ahilerin Ankara’da tam anlamı ile resmi bir
devlet mi kurdukları veyahut yönetim boşluğunu gayr-ı resmi olarak mı doldurdukları kesin bir şekilde açığa
kavuşturulamamıştır. Geniş bilgi için bkz. İsmail Çiftçioğlu, Ankara Ahiler Devleti ve Dönemi, Yayınlanmamış
Yüksek Lisans Tezi, Konya, 1995, s. 55-75. 48 Bkz. Herbert Adams Gibbons, Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluşu, çev. Ragıp Hulusi, Ankara: 21. Yüzyıl
Yayınları, 1998, s. 10-40; Fuad Köprülü, Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Tesiri, Ankara: Akçağ
Yayınları, 2004, s. 39. 49 Bu çalışmalar hakkında geniş bilgi edinmek için kendisi de bazı değişikliklerle birlikte temelde Gibbons’un
tezini savunan Heath W. Lowry’nin eserine bakılabilir: Erken Dönem Osmanlı Devleti’nin Yapısı, çev. Kıvanç
Tanrıyar, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2010, s. 1-15. Eleştirilere örnek olarak bkz. Köprülü,
Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Tesiri, s. 35-43; Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu (Klasik
Çağ), çev. Ruşen Sezer, İstanbul: YKY Yayınları, 2003, s. 11-13.
11
Esasında bugün Hristiyan unsurların ihtida yoluyla Osmanlı devlet mekanizması içine dâhil
edildiğini ve böylece Osmanlı genişlemesinde onlardan da istifade edildiğini rahatlıkla herkes
kabul edebilmektedir. Fakat şu unutulmamalıdır ki; başlangıçtan yıkılışına değin Osmanlı’nın
devlet aklı ve felsefesinin belirlenmesinde Müslüman ve Türk unsurlar belirleyici olmuştur.
Gayrimüslim unsurlar ise çoğu zaman adaptasyon yoluyla devlet mekanizmasına dâhil
edilmiştir. Bu durum Türk devlet geleneğinin şartlara uyum gösteren doğasının bir gereğidir.
Zira çok dinli ve çok kültürlü bir coğrafyada yaşamak ve devlet kurmak için hiçbir topluluğu
dışlamayan, herkesi içine alıp eriten bir devlet yapısına sahip olmak zaruridir. İlk Osmanlılar
bunu fark etmiş ve gayrimüslim unsurları ihtida yoluyla içine alarak genişleyen bir devlet
yapısı oluşturmuşlardır. Bu şekilde hem devlet kurmaya muvaffak olmuş hem de bulundukları
coğrafyayı Türkleşme ve İslâmlaşma sürecine sokmuşlardır. Dolayısıyla Hristiyan unsurların
devlette istihdamı devlet yönetmedeki bilgisizliğin değil, bilakis uzun yıllara dayanan devlet
tecrübesinin bir gereği olarak değerlendirilmelidir.
C. Erken Dönem Osmanlı Toplumunda Bir Motivasyon Unsuru Olarak Gazâ
Gaza Arapça kökenli bir kelimedir ve sözlüklerde istemek, talep etmek, saldırı düzenlemek,
baskın yapmak, zaptetmek gibi anlamlara gelmektedir.50 Sözlük anlamlarına bakıldığında
kavram esas olarak bir grubun tamamen dünyevi amaçlarla başka bir gruba yönelik üstünlük
kurma mücadelesine işaret etmektedir. Gaza kavramı İslâm geleneğinde de kökenindeki bu
savaş/saldırı manasını muhafaza etmiş; ancak anlam dünyası dünyeviliğin ötesine taşınarak
dini amaçlar için yapılan mücadeleyi ifade eder olmuştur.51
Bununla birlikte İslâm literatüründe dini mahiyetteki mücadele olgusunu ifade etmek için
daha ziyade cihad kavramı kullanılmıştır. Gazâ kavramı ve onun türevleri Hz. Muhammed’in
hadislerinde yoğun olarak kullanılmış olsa da sonraki dönemlerde “kutsal savaş” olgusunu
ifade etmek için pek kullanılmamış ve bu kavram daha ziyade Osmanlıların kendi askeri
faaliyetlerini ifade etmek için kullandıkları bir alem olmuştur.52
Tarihçilerin gazâ kavramının Osmanlılar için önemini tartışmaya başlamaları Wittek’in ünlü
teziyle olmuştur. Wittek, Osmanlıların sıradan bir beylik iken dünya imparatorluğuna
dönüşmesini onların kendilerini din uğruna savaşmaya adamış gazilerden oluşan bir devlet
oluşuna bağlamıştır. Bu iddiasına temel olarak Türkçe yazılmış ilk Osmanlı
vekayinâmelerinden olan Ahmedî’nin İskendernamesi’ni ve Bursa’da Sultan Orhan adına
50 Louis Maluf, el-Muncid fi’l-Luğati ve’l-A'lâm, Beyrut: Dâru’l-Maşrık, 1986, ğ-z-v maddesi, s. 550. 51 Örnek için bkz. Muallim Naci, Lügat-i Naci, Ankara: TDK Yayınları, 2009, gaza maddesi, s. 170. 52 Osmanlıların gazâ kavramını cihad kavramına tercih etmelerinin önemli nedenlerinden birisi muhtemelen
kavramın daha sonraları bir saldırı savaşından ziyade savunma savaşını ifade eder bir anlam içeriği kazanması
olmalıdır. Zira Osmanlılar ilk dönemlerinde genellikle saldırı durumunda olup pek az savunma savaşı
yapmışlardır. (Bkz. Şinasi Tekin “Türk Dünyasında Gazâ ve Cihâd Kavramları Üzerine Düşünceler I-
Başlangıçtan Osmanlıların Fetret Devrine Kadar”, Tarih ve Toplum, sene:1993, sayı:109, s. 3). Dolayısıyla
durumlarını daha iyi ifade eden gazâ kavramını tercih etmeleri makul görülmelidir. Bunun yanında cihad
kavramının her zaman kutsal savaş anlamını içermeyip aynı zamanda Allah’a kulluk etmekten, Allah ve
Rasulünün koyduğu ölçülere göre yaşamaya, savaş için yapılan hazırlıklardan, İslâm dinini diğer insanlara
tebliğe kadar kapsamlı bir anlam içeriğine sahip olması da (Bkz. Ahmet Özel, “Cihad”, TDVİA, İstanbul, 1993,
c.VII, s. 528) bu tercihe etki etmiş olmalıdır. Dolayısıyla cihad kavramının çeşitli ve geniş bir anlam içeriğine
sahip olması zihinlerde oluşturulmak istenen mefhumun sade ve etkili bir şekilde yansıtılması açısından sorun
teşkil etmiş olabilir. Buna ek olarak cihad, kavramsal açıdan belirgin bir zaman ve mekânda yapılan mücadele
anlamını içermez. Kavram olarak statik olup çoğulu kullanılmaz ve sözgelimi “Hayber cihadı”, “Mûte cihadı”
gibi terkipler pek kullanılmaz. (bkz. Albrecht Noth, Müslümanlıkta ve Hristiyanlıkta Kutsal Savaş ve Mücadele,
çev. İhsan Çatay, İstanbul: Özne Yayınları, 1999, s. 26). Herhalde bütün bunları göz önünde bulundurarak
Osmanlılar ve onları çevreleyen diğer Türk Beylikleri, kendi durumlarını en uygun ve net ifade eden kavramın
gazâ kavramı olduğunu düşünmüş olmalıdır.
12
yazılmış ve onu “sultanu’-guzât ve’l-mücâhidîn” diye tanımlayan bir kitabeyi almıştır.53
Wittek’in Osmanlıların yükselişini açıklamak için öne sürdüğü bu tez uzun yıllar Osmanlı
tarihçilerini etkilemiş ve aynı zamanda eleştirilere de maruz kalmıştır. Eleştiriler temel olarak
şu iki başlığa indirgenebilir:
a) Gaza tezi ile Osmanlı’nın yükselişini açıklamak için tek bir faktör öne çıkarılmıştır.
b) Esasında Osmanlı’nın yükselişinde gaza ruhunun bir etkisi yoktur. Osmanlı’nın askeri
faaliyetleri tamamı ile dünyevi amaçlara dayanmaktadır. Bu dünyevi faaliyetler gazâ kavramı
vasıtasıyla geriye dönük dini bir coşku kılıfı giydirilerek meşrulaştırılmaya çalışılmıştır.
Bugün Osmanlıların yükselişi için gazânın itici bir güç olduğunu kabul edenler bunun
Osmanlıların yükselişi için tek etken değil, etkenlerden biri olduğunu vurgulamaktadır.54
Gazânın Osmanlı yükselişini açıklamak için önemli bir etken olmadığı ve bunun geriye dönük
bir güzelleme edebiyatının ürünü olduğunu iddia edenler ise görüşlerini değişik argümanlara
dayandırmaktadırlar. Rudi Paul Lindner, ilk Osmanlıların kendi içlerinde dini bir hoşgörü
ortamına sahip olduklarını ve Hristiyanlarla yaptıkları savaşlar kadar Müslümanlarla da
savaştıklarını vurgulayarak “ekonomik ve toplumsal yaşam, siyasal kozmopolitizm ve dini
senkretizm olgularının hepsi birleşerek erken Osmanlı döneminde gazâ ideolojisinin etkisini
saf dışı bırakıyor” demektedir.55 Devamında “gazâ gibi dışlayıcı bir öğreti ve aşiret gibi bir
toplumsal örgütlenme çok kültürlü bir çevrede hem etkin olup hem de gelişemezler” diyerek
Wittek’in kutsal savaş olgusuna aşırı vurgu yaptığını belirtir. Lindner’in temel vurgusu
gazânın dışlayıcı bir kavram olduğu ama Osmanlı’nın ilk dönemlerinde dini bir hoşgörüye
sahip olup, senkretizmle karışmış bir inanç dünyasında yaşadığı ve bu ikisinin bir arada
olmasının mümkün olmadığıdır. Lindner daha sonra haklı olarak eğer gazânın rolü inkâr
edilirse bu gazâ literatürü ve terminolojisinin Osmanlı geleneğine nasıl hâkim olduğunu sorar
ve bu soruyu, XV. yüzyıldaki ulemanın onlara kahramanlık dolu ortodoks bir geçmiş armağan
ettiğini söyleyerek cevaplandırır.56
Yine Jennigs Osmanlıların toplumsal hayatta Hristiyanlarla kurdukları ilişkiler, hatta hanedan
mensuplarının kraliyet ailesinden Hristiyan kadınlarla evlenmesi ve aynı zamanda Müslüman
Türk Devletleriyle yaptıkları egemenlik savaşları gibi hususları sıralayarak bu tutumların
gazilikle pek bağdaşmadığı yolunda ifadeler kullanır.57 Benzer iddialarla Gyula Kaldy-
Nagy’de bu kutsal savaş olgusunu sonraki tarihçilerin bir eseri olarak değerlendirmiştir.58
Colin İmber’in temel vurgusu ise ilk Osmanlı kroniklerinin güvenilir olmamasına dayanır. O
kroniklerdeki tutarsızlıklara, Osmanlının meşruiyetini sağlamak amacıyla oluşturulan efsane
ve soy şecereleri gibi hususlara atıf yapmakta ve bunlara dayanarak Osmanlının ilk
dönemlerini aydınlatmanın mümkün olmadığını savunmaktadır.59 O gazâ kavramının ve hatta
53 Paul Wittek, Osmanlı İmparatorluğunun Doğuşu, çev: Fatmagül Berktay, İstanbul: Pencere Yayınları, 2000, s.
24-26. 54 İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu (Klasik Çağ), s. 12; Cemal Kafadar, “Gazâ”, TDVİA, İstanbul, 1996, c. III, s.
428. 55 Rudi Paul Lindner, Orta Çağ Anadolu’sunda Göçebeler ve Osmanlılar, çev. Müfit Günay, Ankara İmge
Kitapevi, 2000, s. 25-28. 56Lindner, Orta Çağ Anadolusunda Göçebeler ve Osmanlılar, s. 29 ve 170. 57 Ronald C. Jennigs, “Gazi Tezi Üzerine Bazı Düşünceler”, çev. Canay Şahin, “Söğütten İstanbul’a”, der.
Oktay Özel – Mehmet Öz, Ankara: İmge Kitapevi, 2000, s. 431-433. 58 Gyula Kaldy – Nagy, “Osmanlı İmparatorluğunun İlk Yüzyıllarında Kutsal Savaş (Cihat), çev. Pınar
Emiralioğlu, Söğütten İstanbul’a, der. Oktay Özel – Mehmet Öz, Ankara: İmge Kitapevi, 2000, s. 401 – 403. 59Colin İmber, “Osman Gazi Efsanesi”, Osmanlı beyliği, ed. Elizabeth Zachariadou, çev. Gül Çağalı Güven -
İsmail Yerguz - Tülin Altınova, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2000, s. 77.
13
bu sözcüklerde cisimleşen ideallerin Osmanlıya Ahmedî’nin bir armağanı olduğu
düşüncesindedir. Ahmedî’nin İskendername’sindeki:
“Kâfir üzre akdılar avân-ı dîn
Andan ittiler gazâ adın akın”60
beytine dayanarak aslında Ahmedî’nin günlük hayatta duyduğu kelimelerin akın ve akıncı
olduğunu ve kendisinin bunları kutsal savaş ve kutsal savaşçı anlamlarına gelen “gazâ” ve
“gâzi” kavramlarına dönüştürerek durum üzerine dini bir cila çektiğini belirtir.61
Gazâ kavramına son dönemlerde en etkili eleştiriyi yapan Heath W. Lowry ise ilk dönem
devlet yapısının oluşumundan hareketle Osmanlı’da dini bir amaç için yapılan bir mücadele
olmadığını ileri sürmektedir. Ona göre ilk Osmanlılar fethettikleri bölgelerdeki Hristiyan
unsurlarla yağma ve talan amaçlı bir birlik oluşturmuşlardır. Ne Osmanlı ne de gazileri
İslâmiyet’i yayma tutkusu taşımaktadır. Savaşan unsurların çoğu Müslüman bile değildir.
Savaşın hedefi yağma, ganimet ve kölelerdir.62 Lowry, genellikle gazâya dair metinlerde
yoğun bir şekilde var olan dünyevi faydalara dair unsurlara dayanarak bu yargısını
temellendirmektedir.
Elimize ulaşan ilk Osmanlı kroniklerinin devletin kuruluş aşamasından epey sonra kaleme
alınmış olması söz konusu metinlere ihtiyatlı yaklaşma gereğini haklılaştırır. Ancak
Osmanlıya bütün bir gazâ literatürünün Ahmedî ve onun yolun takip eden tarihçilerin bir
armağanı olduğunu söylemek tarihçiyi ve tarihçinin fonksiyonunu biraz abartmak olur.
Şinasi Tekin, Wittek’in tezine temel aldığı Bursa’daki kitabenin orijinalliğinin sorunlu
olduğunu dile getirmektedir.63 Lowry ise son çalışmasında kitabenin orijinal olduğunu
inandırıcı bir şekilde delillendirmektedir.64 Ayrıca tıpkı Emecen gibi65 Lowry de gazâ ve gazi
kavramlarının Ahmedî’den önce çevre Türkmen beyliklerinde kullanıldığına dair bir dizi
kitabeye işaret etmekte ve bu kavramların dönemin politik dağarcığını yansıttığını dile
getirmektedir.66 Dolayısıyla Osmanlının çevre beyliklerin bu kullanımından haberdar olması
gerekmektedir.
Ahmedî’nin akın kavramını kullanmasına gelince, Ahmedî’den çok zaman sonra bile Osmanlı
kronik yazarları gaza ve gazi kavramlarının anlam içeriklerine sahip olarak akın ve akıncı
kavramlarını kullanabilmişlerdir.67 Esasında Osmanlı muhayyilesi din adına yapılan savaş için
çok çeşitli kavramlar kullanmışlardır. Gaza kadar yoğun olmasa bile cihad kavramına da
60 Ahmedî, İskendernâme, Vr. 66a, No: 7596. 61 Colin İmber, “Erken Osmanlı Tarihinde İdealler ve Meşruiyet”, Kanuni ve Çağı-Yeniçağda Osmanlı Dünyası,
ed. Metin Kunt – Christine Woodhead, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2002, s. 140; “İlk Dönem Osmanlı
Tarihinde Düstur ve Düzmece”, Söğütten İstanbul’a”, der. Oktay Özel – Mehmet Öz, çev. Fatma Acun, Ankara:
İmge Kitapevi, 2000, s. 299. 62 Lowry, Erken Dönem Osmanlı Devleti’nin Yapısı, s. 47. 63 Şinasi Tekin, “Türk Dünyasında Gazâ ve Cihâd Kavramları Üzerine Düşünceler II – Gâzi Teriminin Anadolu
ile Akdeniz Bölgesinde İtibarını Yeniden Kazanması” Tarih ve Toplum, sene: 1993, sayı:110, s. 75- 76. 64 Lowry, Erken Dönem Osmanlı Devleti’nin Yapısı, s. 36-38. 65 Feridun Emecen, ”Gazaya Dair”, İlk Osmanlılar ve Batı Anadolu Beylikler Dünyası, İstanbul: Kitabevi
Yayınları, 2001, s. 82-84. 66 Lowry, Erken Dönem Osmanlı Devleti’nin Yapısı, s. 44-45. 67 Bkz. Oruç Beğ, Oruç Beğ Tarihi, haz. Necdet Öztürk, İstanbul: Çamlıca Yayınları, 2008, s. 60; Mehmed
Neşrî, Kitab-ı Cihan-nümâ, haz. Faik Reşit Unat – Mehmet Altan Köymen, Ankara: Türk Tarih Kurumu
Yayınları, 1995, c. I, s. 633, c: II, s. 625; Lütfi Paşa, Tevarih-i Âli Osman, İstanbul: Matbaa-i Âmire, 1341, s.
44, 166, 193; Hadidi, Tevârih-i Âl-i Osman (1299-1523), haz. Necdet Öztürk, İstanbul: Marmara Üniversitesi
Yayınları, 1991, s. 34, 147, 198.
14
Osmanlı kaynaklarında rastlanmaktadır.68 Gaza yerine zaman zaman cihadın tercih edilmesi,
kavramın dini çağrışımları hasebiyle doğal kabul edilmelidir. Ancak tek başına dini bir
çağrışımı olmayan ceng,69 harb,70 kıtal,71 muharebe,72 mukatele,73 ma‛reke,74 savaş75 gibi
kelimeler de Osmanlı zihin dünyasında neredeyse gaza kavramı ile aynı içeriğe sahip olarak
kullanılabilmiştir. Bu kavramların çoğu, gazaya nispetle nadir diyebileceğimiz ölçüde tercihe
mazhar olmuştur. Bununla birlikte cihad ve ceng gibi kavramların diğerlerinden daha yaygın
bir kullanıma sahip olduğu görülmektedir. Özellikle ceng kelimesi gaza ile aynı anlam
içeriğine sahip olarak çoğu kronikte gazadan sonra en fazla zikredilen kavram olarak öne
çıkmaktadır.76 Buradan hareketle Osmanlı muhayyilesinin kendi askeri faaliyetlerine isim
verme hususunda oldukça rahat hareket ettiğini söylemek mümkündür. Bu rahatlık esasında
içinde yaşanılan ortamda herkesin ne yapıldığını bilmesinden kaynaklanmaktadır. Osmanlı
muhayyilesinde askeri eylemlerinin gaza olup olmadığı sorusu yoktur. Herkes tüm unsurları
ile ne yapıldığını bilmekte ve bu yapılan şeye gaza adını vermektedir. Dolayısıyla söz konusu
faaliyetler için zaman zaman akın, ceng, harb v.s. gibi kavramları kullanmak, Osmanlı
zihninde bu eylemleri gaza olmaktan çıkarmamaktadır. Bu sebeple Ahmedi’nin dizesinde akın
kavramını kullanmasını, gaza ruhunun varlığına veya yokluğuna temel kılmak, yani sadece
filolojik tahlillerle bir dönemin ruhunu kavramaya çalışmak çok da mümkün
gözükmemektedir.
Osmanlı’da gaza ruhu olmadığını öne süren araştırmacılar, çoğu zaman kendi zihinlerinde
kurguladıkları bir gaza fikrine dayanarak Osmanlı vakıasının buna uygun olmadığı sonucuna
ulaşmaktadırlar. Hâlbuki ilk olarak yapılması gereken gaza denildiğinde bunun Osmanlıların
zihinlerinde ne çağrışımlar yaptığını tespit etmektir. Dolayısıyla Osmanlı’da gaza ruhu
68 Bkz. Ahmedî, İskendernâme, Vr. 66b, No: 7672; Oruç Beğ, Oruç Beğ Tarihi, s. 66, 71; Neşrî, Kitab-ı Cihan-
nümâ, c. I, s. 179 ve 217, c. II, 695; Kıvami, Fetihnâme, haz. Ceyhun Vedat Uygur, İstanbul: YKY Yayınları,
2007, s. 164, 168, 228, 250, 334; Enveri, Düsturnâme-i Enveri (Osmanlı Tarihi Kısmı); haz. Necdet Öztürk,
İstanbul: Kitabevi, 2003, s. 27, 28, 50; Tursun Bey, Târihu Ebu’l-Feth, haz. Mertol Tulum, İstanbul: İstanbul
Fetih Cemiyeti Yayınevi, 1977, s. 174. 69 Ahmedî, İskendernâme, Vr. 66b, No: 7694; Neşrî, Kitab-ı Cihan-nümâ, c. I, s. 81, 85, 139 ve c. II, s. 651, 667,
697, 701, 702, 707, 721, 723, 725, 753, 761, 787, 825; Oruç Beğ, Oruç Beğ Tarihi, s. 8, 14, 23, 27, 32, 38, 42,
51, 55, 56, 58, 60, 61, 63, 64, 68, 77, 79, 82, 94, 101, 106, 107, 109, 111, 113, 117, 123, 128, 131, 138, 143, 144,
158, 150, 168, 174, 176, 191, 194, 198, 199, 201, 205, 207, 211, 212, 215, 217, 220; Kıvami, Fetihnâme, s.100,
176, 206, 288, 296, 302, 304, 306, 320, 350; Enveri, Düsturnâme-i Enveri, s. 29, 32, 35, 36, 37, 50, 53, 58, 70;
Hadidi, Tevârih-i Âl-i Osman, s. 28, 37, 38, 46, 50, 53, 63, 87, 107, 113, 116, 130, 352; Gazavât-ı Sultan Murad
b. Mehemmed Hân: İzladi ve Varna Savaşları (1443-1444) Üzerinde Anonim Gazavatnâme, haz. Halil İnalcık -
Mevlud Oğuz, Ankara: Türk Tarih Kurumu, 1989, s. 21, 22, 23, 26, 46, 65, 67; Tursun Bey, Târihu Ebu’l-Feth,
s. 49, 92, 123; Lütfi Paşa, Tevarih-i Âli Osman, s. 25, 26, 30, 32, 45, 122, 144, 162, 163, 164, 313. 70 Neşrî, Kitab-ı Cihan-nümâ, c. I, 191; Oruç Beğ, Oruç Beğ Tarihi, s. 30; Kıvami, Fetihnâme, s. 180, 206, 378,
388, 482; Tursun Bey, Târihu Ebu’l-Feth, s. 123; Lütfi Paşa, Tevarih-i Âli Osman, s. 313. 71 Ahmedî, İskendernâme, Vr. 66a, No: 7651; Neşrî, Kitab-ı Cihan-nümâ, c. I, 181; Kıvami, Fetihnâme, s. 180,
206, 350, 360, 478, 482, 488, 594; Enveri, Düsturnâme-i Enveri, s. 45, 53; Tursun Bey, Târihu Ebu’l-Feth, s. 49,
50. 72 Kıvami, Fetihnâme, s. 138; Oruç Beğ, Oruç Beğ Tarihi, s. 40, 74, 116,134; Hadidi, Tevârih-i Âl-i Osman, s.
334. 73 Kıvami, Fetihnâme, s. 138 74 Tursun Bey, Târihu Ebu’l-Feth, s. 114; Oruç Beğ, Oruç Beğ Tarihi, s. 156. 75 Kıvami, Fetihnâme, s. 304, 354, 360, 446, 592, 312, 606; Enveri, Düsturnâme-i Enveri, s. 35, 54, 61; Gazavât-
ı Sultan Murad b. Mehemmed Hân, s. 22; Lütfi Paşa, Tevarih-i Âli Osman, s. 31, 163. 76 Bir fikir vermesi için 69 numaralı dipnota bakılabilir. Burada gaza dışında kullanılan kavramları tespit için
dönemin bütün kaynaklarını taramadığımıza, dolayısıyla daha etraflıca bir tarama ile çok daha fazla örnek
bulunabileceğine işaret etmemiz gerekir.
15
olmadığını iddia eden diğer müelliflerin problem olarak öne sürdükleri argümanların
değerlendirilmesi için Osmanlı’nın gazâdan ne anladığına değinilmelidir.
Yukarıda bahsettiğimiz üzere ilk Osmanlıların Hristiyanlarla kurdukları iyi ilişkiler, onlarla
sürekli savaşmayıp zaman zaman ittifak yapmaları ve hatta gayrimüslim kadınlarla
evlenmeleri gibi hususların gaza tezi ile bağdaşmadığı ileri sürülmüştür. Genellikle batılı
akademisyenler tarafından dile getirilen bu hususlarda temel hareket noktası gazanın dışlayıcı
olduğu, İslâm’ı yayma amacı güden kişilerin kafir olarak addettikleri kişileri dışlaması ve
onlarla aralarında bir nevi nefret ilişkisi olması gerektiğidir. Hâlbuki İslâm fıkıhçıları
gayrimüslimlerle savaşı mutlak olarak onların küfür üzerine olmaları sebebine bağlamış
değildi. Bu konuda sadece Şafiiler savaşın küfür sebebiyle yapıldığı görüşündedir. Hanefilerin
çoğunluğuna göre ise savaşın sebebi savaştır. Buna en önemli delil olarak da Hz.
Peygamberin savaşa katılmayan kadın, çocuk ve ihtiyarların öldürülmesini yasaklaması
gösterilmiştir. Zira savaş sebebi küfür olsa idi çocuk, kadın ve ihtiyarların da öldürülmesi
gerekirdi.77 Dolayısıyla Müslümanların, gayrimüslimlerle her zaman savaş durumunda
olmaları gerekmemektedir. Ancak buradan Müslümanların sadece kendilerine savaş açıldığı
zaman Müslüman olmayanlarla mücadeleyi meşru gördükleri sonucu da çıkarılmamalıdır.
Çünkü fıkıhçıların daru’l-İslâm ve daru’l-harb diye ayrımladığı bir durum vardır. İslâm’ın
kamu düzenini bütün dünyaya yaymak, Allah’ın iradesini tesis etmek, inanmayanlara boyun
eğdirmek Müslümanlara emredilmiştir ve bu nihai amaçtır.78 Dolayısıyla daru’l-İslâmla daru’-
l harb ne barışık ve ne de sürekli husumet halindedir. Hadduri’nin ifadesiyle bu hal bir
“teyakkuz” halidir79 ve durum şartlara göre değişebilir. Örneğin İbn Teymiye Haçlı ve
Moğolların saldırılarının gündemde olduğu ve Müslümanların buna karşı koyabilecek yeterli
gücü olmadığı zamanlarda, daru’l-İslâma el uzatmayan kafirler İslâm’ın saldırı hedefi değildir
şeklinde fetva vermiştir.80 Bu minvalde benzer örnekleri çoğaltmak mümkündür. İşte
Osmanoğulları kendi fetihleri için bu teyakkuz durumundan yararlanmış ve bazen saldırı
durumunda olmayı bazen de barış içinde bulunmayı tercih etmişlerdir. Burada tercihi
etkileyen şey, hangi durumun Osmanlı’ya faydalı olduğu hususudur. Bu anlayışa işaret etmek
için kroniklerden üç örnek vereceğiz:
“Kardaşı eyidür. Nevahîmizde olan vilayetleri uralım, bozalım der. Osman Gazi eyidür. Bu
reyin fesadı vardır. Anınçün bu nevahîlerimizi yıkıp yakacak bu şehrimiz ki Karacahisar’dır
mamur olmaz. Olası budur kim komşularımızla dostluk ve müdârâ idelüm”81.
“Rivayet ederler ki bir gün Sultan Murat vezirlerine eyitti. Şol Selanik dedikleri şehir ırak
mıdır? dedi. Vezirler eyittiler: Sultanımın göçüyle Serezden öte dört göç ancak vardır. Hünkar
eyitti: Tanrı kulları ne durursunuz. Tez sefer yarağını görün.82”
“Andan Sâre Hatun eyitti: Ey oğul bu Trabzon çün bunca zahmetleri çekmek neden? Padişah
cevap verdi: kim, Ana bu zahmetler Trabzon için değildir. Belki bu zahmetler Allah içindir.
Zira elimizde İslâm kılıcı vardır. Eğer bu zahmeti ihtiyar etmiyevüz bize gâzi demek layık
olmaz.”83
77 Ahmet Özel, İslâm Devletler Hukukunda Savaş Esirleri, Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yay, 1996 s. 16-19. 78 Bu durum Kur’an-ı Kerim’de şöyle ifade edilmiştir: “Allah’a ve ahiret gününe inanmayan ve Allah’ın ve
Rasulünün yasakladığını haram saymayan ve hak dinini din edinmeyenlerle boyun eğerek kendi elleriyle cizye
verecekleri zamana kadar savaşın.” (Tevbe sûresi, 29. ayet). 79 Macid Hadduri, İslâmda Adalet Kavramı, çev. Selahattin Ayaz, İstanbul: Yöneliş Yayınları, 1991, s. 222. 80 Hadduri, İslâmda Adalet Kavramı, s. 229. 81 Âşıkpaşazâde Ahmed, Tevârih-i Âl-i Osmân, İstanbul: Matbaa-i Âmire, 1332, s. 11-12.
82 Neşrî, Kitab-ı Cihan-nümâ., c. , s. 611.
83 Neşrî, Kitab-ı Cihan-nümâ, c: , s. 753, krş. Âşıkpaşazâde, , Tevârih-i Âl-i Osmân, s. 160.
16
Bu üç diyalog kronik yazarlarının zihinlerinde devrin ve şartların ihtiyaçlarına göre gazaya
iten sebeplerin nasıl değiştiğini gösterir. Osmanlıların zihinlerinde devlet kutsal olana hizmet
ettiği için kutsaldır ve gaza kavramı devletin fayda ve bekasından ayrı düşünülmemelidir.
Dolayısıyla gazanın mana ve içeriği devletin ihtiyaçlarına, şartlara ve zamana göre değişir.
Müdara, istimalet işte bu politikaların sonucu olarak ortaya çıkar. Ve eğer bu anlayışta iseniz
“mâni-i gazâya gazâ, gazâ-yı ekberdür84” formülasyonu bir anlam ifade eder.
Gazilerin zaman zaman gayrimüslim kadınlarla evlenmeleri hususuna gelince; İslâm dini
Müslüman erkeklerin ehl-i kitap mensubu kadınlarla evlenmelerini yasaklamamıştır. Bu
anlamda Osmanlıların Hristiyanlarla iyi ilişkiler kurmaları veya onların kadınları ile
evlenmeleri çok şaşılacak bir durum değildir. Onların yasak olmamasına rağmen dini
coşkuları nedeniyle yine de bu tür ilişkilerden uzak olmaları gerektiği sonucunu çıkarmak ise
ancak gaza kavramının batılı zihinlerdeki yansımasına bir örnek teşkil edebilir. Buradan gaza
tezinin yokluğuna değil, olsa olsa zihinlerde kurgulanmış gaza kavramının yanlışlığına
ulaşılabilir.
Gaza tezine yöneltilen bir diğer önemli eleştiride gaza sonucunda elde edilen dünyevi faydalar
temele alınır ve metinlere yansıyan ifadelerde dini amaçların değil, yağma, ganimet gibi
amaçların öne çıktığı dile getirilir. Ayrıca Osmanlı’nın savaşlarında müttefik Hristiyan
topluluklarla beraber hareket vurgulanır. Dolayısıyla onlara göre böyle bir topluluk gazilerden
ziyade olsa olsa ganimet amacı için bir araya gelmiş bir çete, bir talan birliği olarak
nitelendirilmeyi hak etmektedir. Osmanlı’nın çekim merkezi olması tabi olanlara hızlı bir
yükselme ve refah imkânı sağlaması sebebi iledir. Dolayısı ile burada dini bir amaç değil,
ekonomik amaçlar söz konusudur.85
İlk dönem Osmanlı kaynaklarına baktığımızda din toplulukları harekete geçirmede önemli bir
motivasyon unsuru olarak gözükür. Gazanın sonuçları ise, belki ilk bakışta eleştirileri haklı
kılacak şekilde, çoğunlukla yağma, ganimet, adalet, güvenlik içinde olma gibi kavramlarla
tasvir edilir.86 Dini sonuç olarak kiliseleri mescit ve medreseye dönüştürme, hafız yetiştirme87
gibi unsurlara rastlanılsa da bunlar harekete geçirici olarak dine yapılan vurgulara paralel
vurgular değillerdir. Yani sonuçlar arasında dini kazanımlar oldukça zayıf şekilde
vurgulanmaktadır. İslâmlaştırma daha ziyade mekanı İslâmlaştırmaktır.88 İnsanları
İslâmlaştırma ise dolaylı bir yoldan adalet kavramı üzerinden yansıtılmaktadır.89
Kaynaklarda var olan bu durumu nasıl algılamak gerekmektedir? Öncelikle şunu
vurgulamalıyız ki; ganimet Hz. Muhammed tarafından savaşın doğal bir sonucu olarak meşru
kabul edilmiştir. Bu açıdan İslâm fıkıh terminolojisinde ganimet almanın bir savaşın gaza
oluşunu engellediğine dair bir hüküm yoktur. Hz. Muhammed’in ganimet için savaşmayı
onaylamayan hadisleri mevcuttur. Ancak hadisler ganimet almayı değil, salt ganimet için
84 Neşrî, Kitab-ı Cihan-nümâ, c., s. 219. Bu ifade Osmanlıların Müslümanlara karşı mücadelelerini
meşrulaştırmak için kullanılmaktadır. 85 Bu eleştiriyi başkaları da yapmış olmakla birlikte en etkili şekilde dile getiren Lowry olmuştur. Bkz. Erken
Dönem Osmanlı Devleti’nin Yapısı, s. 49-59. 86 Örnekler için bkz. Âşıkpaşazâde Ahmed, Tevârih-i Âl-i Osmân, İstanbul: Matbaa-i Âmire, 1332, s. 13, 23,
29, 32; Neşrî, Kitab-ı Cihan-nümâ, c. II, s. 333, 517, 543, 677; Şükrüllah, Behçetü’t-Tevarîh, haz. Atsız, Osmanlı
Tarihleri , İstanbul: Türkiye Yayınevi, 1949, s. 63.
87Örnekler için bkz. Âşıkpaşazâde, Tevârih-i Âl-i Osmân., s. 18; Neşrî, Kitab-ı Cihan-nümâ, c. , s. 201, c. , s.
787, Şükrüllah,, Behçetü’t-Tevarîh, s. 62. 88 Neşrî, Kitab-ı Cihan-nümâ, c. I, s. 173; c. II, s. 613. 89 Örneğin Neşrî şöyle der: “Ve Süleyman Paşa ol vilayette ol-kadar adl ü dâd itdi kim, nice köyler, Türkün âyin
ü erkanın görüb, gelüb müslümanlar oldular. Neşrî, Kitab-ı Cihan-nümâ, c. I, s. 165.
17
savaşmayı onaylamamıştır.90 Buna uygun olarak ilk dönemlerden itibaren İslâm tarihi
kaynaklarında ganimet olgusuna dair çok sayıda tasvire rastlamak mümkündür.
Esasında hangi dönem olursa olsun ganimet ve yağma gibi hususların insan topluluklarını
harekete geçirmede en önemli etkenlerden biri olduğu görülmektedir. Sadece Uhud Savaşı
esnasında Ayneyn Tepesi’ndeki yerlerini Rasulullah’ın açık emrine rağmen ganimete iştirak
etme arzusu ile terk eden sahabileri hatırlamak bile ganimet olgusunun önemini göstermeye
yetmektedir.91 Dolayısıyla ganimet ve yağma gibi isteklerin varlığını bir eylemin gaza
oluşuna engel kabul etmek, İslâm tarihindeki savunma savaşları dışındaki bütün faaliyetleri
dini alanın dışına taşımak demektir.
Benzer bir akıl yürütme hatasını Hristiyanlarla beraber yapılan askeri eylemler sebebiyle
Osmanlı savaş güçlerini talan birliği olarak nitelemekte görürüz. Gaza olarak kabul ettiğimiz
bir mücadelede savaşan grubun içerisinde Müslüman olmayan unsurlar olmasını o eylemin
gaza oluşuna engel gördüğümüzde, bizzat Hz. Peygamber’in de iştirak ettiği bazı saldırıları
gaza kavramı dışına çıkarmak gerekecektir. Örneğin Rasulullah’ın da bizzat iştirak ettiği
Müreysi Gazvesi’ne Müslümanlar dışında birçok münafık katılmıştı ve İslâm tarihi
kaynaklarına göre bunların tek amacı sadece ganimet elde etmekti.92 Münafıkların belki
şeklen Müslüman oldukları için orduya kabul edilmelerinde bir mahzur olmadığı dile
getirilebilir. Ama zaman zaman müşrik olduğunu bildiğimiz kimseler de Hz. Peygamber’in
düzenlediği bazı gazvelere iştirak etmiştir. Örneğin İslâm tarihi kaynaklarında Huneyn
Savaşı’nda İslâm ordusuna mensup çok sayıda müşrik olduğu ve bunların ganimet almak
amacıyla orduya katıldığı dile getirilmektedir.93 Dolayısıyla batılı araştırmacıların yaptığı akıl
yürütmesini kabul etmek, Hz. Peygamber’in bizzat katıldığı savaşların bile gaza olmadığı
sonucuna götürmektedir. Sorunun temel nedeni, batılı akademisyenlerin gaza veya kutsal
savaş olgusunu tanımlarken İslâm geleneğinin tarihsel bir süreçte sahip olduğu anlayışı bir
kenara bırakarak anakronik ve tarihi zeminden yoksun bir şekilde kendi zihinlerinde
kurguladıkları aşırı idealist bir kutsal savaş tanımı öne sürmeleridir. İslâm geleneği de başka
hiçbir amaç olmaksızın sadece dini sebeplerle yapılan eylemleri ulaşılabilecek en üst nokta
olarak görür. Ama dini bir savaştan bazı ekonomik sonuçlar elde edilmesini, tek başına bütün
manevi ruhu ortadan kaldıran ve eylemi dünyevi bir faaliyete dönüştüren bir sebep olarak
kabul etmez. Bu açıdan Osmanlı’nın sahip olduğu gaza algısı bazı vurguları değişmekle
birlikte esasında İslâm geleneğinin bir devamıdır.
Kanaatimizce yağma, ganimet, menfaat gibi hususları değerlendirmede Osmanlı zihniyetinin
devlete yüklediği anlam da dikkate alınmalıdır. Zira Osmanlı kronik müelliflerinin zihninde
din-devlet ilişkileri tek taraflı değildir. Devlet dine atıf yaptığı sürece din de devlete özel,
koruyucu bir yer verir. Bu devletle dinin özdeşleşmesi ve aynı zamanda din ve devletin
amaçlarının da özdeşleşmesi demektir. Osmanlı ve diğerleri yoktur, İslâm ve diğerleri vardır.
Şükrüllah, Bahçetü’t-Tevarih’te şöyle der:
90 Örnek için bkz. Ebu'l-Huseyin el-Kuşeyri en-Nisaburi Muslim b. el-Haccac, Sahih-i Müslim, İstanbul, 1332, c.
VI, s. 46-48. 91 Ebu Abdullah Muhammed b. Ömer el-Vakıdi, Kitabu’l-Meğazi, çev. Musa K. Yılmaz, İlk Harf Yayınevi:
İstanbul, 2014, c. I, s. 276-280. 92 el-Vakıdi, Kitabu’l-Meğazi, c. II, s. 50. 93 Örnek için bkz. el-Vakıdi, Kitabu’l-Meğazi, c. III, s. 125, 129. Ebu'l-Fida İmaduddin İsmail b. Ömer İbn Kesir,
el-Bidaye ve’n-Nihaye, thk. Sıdki Cemil el-Attar, Beyrut: Daru’l-Fikr, 1996, c. III, s. 524-543. Ayrıca bkz.
Muhammed Hamidullah, “Huneyn Gazvesi’’, TDVİA, İstanbul, 1998, c. XVIII, s. 376.
18
“Sonunda Tanrı yardımı yetişti. Kafirlerin bayrağı baş aşağı olup orduları yüz çevirdi.
Bozuldular. İslâmlar onların ardına düştü94”.
Benzer ifadeleri Lütfi Paşa da zikreder
“Bi’l-ahare Allahu Tealanın avn ü inâyeti yetişüb, İslâm dinine kuvvet virüb gaziler kafirleri
sıyûb şöyle kırdılar kim vasfa gelmez95”.
Yine Oruç Bey Varna savaşını anlatırken Osmanlı ordusu dağılma emaresi gösterdiğinde
Sultan Murat’ın şöyle dua ettiğini söyler:
“İlahî! Seyyidî ve Mevlâyî! İslâm dinine sen kuvvet vir. Sen Nusret vir.96”.
Burada Osmanlı’nın başarısı demek İslâm’ın başarısı demektir. Bu anlayışın en somut
karşılığını kroniklerde yağma işinin bile Allah adıyla yapılmasıyla görürüz:
“…kafirleri mut’i olmayıp azim cenk olup âhiru’l-emr Sultan Murad Han fî sebîlillah Hak
yoluna yağma diyüp…”.97
“Kale üzerine varub tabl-ı bâz-ı zafer- tırâz-ı urûb bi inayetillâhi Teala yağma diyü
buyurdu.98”
“Hak Teala itikadları berakatından fırsat virdi. Ve İznik dayiresin yağma ittiler99”.
Yukarıdaki ifadelerde yağma savaşın bir sonucundan çok dini bir ibadet gibidir ve sanki
ganimet gazanın bir sonucu değil, gaza sürecinin bir parçasıdır.100 Dolayısıyla gaza üzerine
değerlendirmeler yapılırken bu husus da dikkate alınmalıdır.
KAYNAKÇA
Ahmed Eflâkî, Menâkıbu’l-Ârifîn, çev. Tahsin Yazıcı, İstanbul: Kabalcı, 2006.
Ahmedî, İskender-Nâme, İnceleme-tıpkıbasım: İsmail Ünver, Ankara: Türk Dil Kurumu
Yayınları, 1983.
Ahterî, Mustafa b. Şemseddin el-Karahisarî, Ahteri-i Kebîr, İstanbul: Sahafiye-i Osmaniye
Şirketi, 1310.
Âşıkpaşazâde Ahmed, Tevârih-i Âl-i Osmân, İstanbul: Matbaa-i Âmire, 1332.
Ay, Resul, Anadolu’da Derviş ve Toplum (13-15. Yüzyıllar), İstanbul: Kitap Yayınevi, 2008.
Aynî, Mehmed Ali, İslâm Tasavvuf Tarihi, İstanbul: Akabe Yayınları, 1985.
Baldwin, James Mark, Dictionary of Philosophy and Psychology, Gloucester: Peter Smith,
1960.
94 Şükrullah, Behçetü’t-Tevarîh, s. 56. 95 Lütfi Paşa, Tevârih-i Âl-i Osmân, s. 448. 96 Oruç Beğ, Oruç Beğ Tarihi, s. 67. Benzer ifadeler için bkz. Neşrî, Kitab-ı Cihan-nümâ, c. II, s. 669. 97 Oruç Beğ, Oruç Beğ Tarihi, s. 58. 98 Tursun Bey, Târihu Ebu’l-Feth, s. 55. 99 Lütfi Paşa, Tevârih-i Âl-i Osmân, s. 23. 100 Halil İnalcık “gazî için kitalde elde edilen ganimet dinî bir mükafâttır” demektedir. Bk. Halil İnalcık, Devlet-i
Aliyye- Osmanlı İmparatorluğu Üzerine Araştırmalar I, İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları, 2009, s. 26. Bizce
Osmanlı zihninde ganimet almak mükafâtın da ötesinde bizatihi gazânın içinde düşünülmüştür.
19
Barkan, Ömer Lütfi, Kolonizatör Türk Dervişleri ve Süleymaniye Camii ve İmareti
Muhasebesi (1585-1586), haz. Coşkun Çakır, Ankara: Vakıflar Genel Müdürlüğü Yayınları,
2013.
Baş, Eyüp, “Osmanlı Devleti’nin Kuruluş Döneminde Din Kültürü ve Hayatı (Tarih Yazarı
Neşrî’nin Anlatılarına Göre)”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, c. 52: 2, s. 55-
84.
Bosworth, C. E., “Rifâıyya”, Encyclopædia of Islam, 2nd Edition, Leiden: E.J. Brill, 1978, c.
VIII, s. 525-526.
Cevizci, Ahmet, Felsefe Sözlüğü, Ankara: Ekin Yayınları, 1997.
Çiftçioğlu, İsmail, Ankara Ahiler Devleti ve Dönemi, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi,
Konya, 1995.
Digby, Simon , “Qalandars and Related Groups-Elements of Social Deviance in the Religious
Life of the Delhi Sultanate of the Thirteenth and Fourteenth Centuries”, İslâm in Asia: South
Asia, ed. Yohanan Friedmann, Colorado: Westview Press, 1984, c. I, s. 60-148.
Ebû Şâme el-Makdisî, Ebu'l-Kâsım Şehabeddin Abdurrahman, Terâcimu Ricâli’l-Karneyni’s-
Sâdis ve’s-Sâbi, tah. Muhammed Zâhid b. el-Hasan b. Ali Zâhid el-Kevserî, Beyrut:
Muessesetu’r-Risale, 1974.
Emecen, Feridun, “Osmanlılar ve Türkmen Beylikleri” 1350-1450”, İlk Osmanlılar ve Batı
Anadolu Beylikler Dünyası, İstanbul: Kitabevi Yayınları, 2001, s. 37-74.
Emecen, Feridun, ”Gazaya Dair”, İlk Osmanlılar ve Batı Anadolu Beylikler Dünyası, İstanbul:
Kitabevi Yayınları, 2001, s. 75-85.
Enveri, Düsturnâme-i Enveri (Osmanlı Tarihi Kısmı); haz. Necdet Öztürk, İstanbul: Kitabevi,
2003.
Gibbons, Herbert Adams, Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluşu, çev. Ragıp Hulusi, Ankara:
21. Yüzyıl Yayınları, 1998.
Gölpınarlı, Abdülbaki, Türkiye’de Mezhepler ve Tarikatler, İstanbul: İnkılap Kitapevi, t.y.
Gündoğdu, Cengiz, “Hacı Bektâş-ı Velî ve Bektâşîlik Olgusunu Tanımlamada Normatif
Yaklaşımlar”, Dini Araştırmalar Dergisi (Alevilik Özel Sayısı), c. XII, sayı: 33, Ankara,
2009, s. 47-61.
Hadduri, Macid, İslâmda Adalet Kavramı, çev. Selahattin Ayaz, İstanbul: Yöneliş Yayınları,
1991.
Hadidi, Tevârih-i Âl-i Osman (1299-1523), haz. Necdet Öztürk, İstanbul: Marmara
Üniversitesi Yayınları, 1991.
Hamidullah, Muhammed, ‘’Huneyn Gazvesi’’, TDVİA, İstanbul, 1998, c. XVIII, 376-377.
İbn Battûta et-Tancî, Ebû Abdullah Muhammed, İbn Battûta Seyahatnâmesi, çev. Sait Aykut,
İstanbul: YKY Yayınları, 2004.
İbn Ebi’l-Mansûr, Safiyyuddin, Risâle, tah. Denis Gril, Kahire: Institut Français
d’Archeologie Orientale, 1986.
İbn Kesir, Ebu'l-Fida İmaduddin İsmail b. Ömer, el-Bidaye ve’n-Nihaye, thk. Sıdki Cemil el-
Attar, Beyrut: Daru’l-Fikr, 1996, c. III.
İbn Manzûr, Ebu'l-Fazl Muhammed b. Mukerrem b. Ali el-Ensârî, Lisanu’l-Arab, Beyrut:
Dâru Sadr, t.y..
20
İbn Serrâc ed-Dımaşkî, Muhammed b. Ali b. Abdurrahman b. Ömer b. Abdulvehhab b.
Muhammed b. Tahir el- Kâdî İzzedddin Ebu Abdullah, Teşvîku’l-Ervâh ve’l-Kulûb ilâ Zikri
Allâmi’l-Guyûb, Süleymaniye Ktp., Amcazâde Hüseyin Paşa, Nr.: 272.
İbn Sîde, Ebu'l-Hasan Ali b. İsmail, el-Muhkem ve’l-Muhîtu’l-A’zam fî’l-Luğa, tah.
Abdussettar Ahmed Ferrac, Kahire: Camiatu’d-Duveli’l-Arabiyye, 1968.
İmber, Colin, “Osman Gazi Efsanesi”, Osmanlı beyliği, ed. Elizabeth Zachariadou, çev. Gül
Çağalı Güven - İsmail Yerguz - Tülin Altınova, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2000, s.
68-78.
İmber, Colin, “Erken Osmanlı Tarihinde İdealler ve Meşruiyet”, Kanuni ve Çağı-Yeniçağda
Osmanlı Dünyası, ed. Metin Kunt – Christine Woodhead, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt
Yayınları, 2002, 138-155.
İmber, Colin, “İlk Dönem Osmanlı Tarihinde Düstur ve Düzmece”, Söğütten İstanbul’a” ,
der. Oktay Özel – Mehmet Öz, çev. Fatma Acun, Ankara: İmge Kitapevi, 2000, s. 271-301.
İnalcık, Halil, Osmanlı İmparatorluğu (Klasik Çağ), çev. Ruşen Sezer:; İstanbul: YKY
Yayınları, 2003.
İnalcık, Halil, Devlet-i Aliyye- Osmanlı İmparatorluğu Üzerine Araştırmalar I, İstanbul: İş
Bankası Kültür Yayınları, 2009.
Jennigs, Ronald C., “Gazi Tezi Üzerine Bazı Düşünceler”, çev. Canay Şahin, Söğütten
İstanbul’a, der. Oktay Özel – Mehmet Öz, Ankara: İmge Kitapevi, 2000, 429-442.
Kaldy – Nagy, Gyula, “Osmanlı İmparatorluğunun İlk Yüzyıllarında Kutsal Savaş (Cihat),
çev. Pınar Emiralioğlu, Söğütten İstanbul’a, der. Oktay Özel – Mehmet Öz, Ankara: İmge
Kitapevi, 2000, s. 397-407.
Kafadar, Cemal, İki Cihan Âresinde-Osmanlı Devletinin Kuruluşu, çev. Ceren Çıkın, haz.
Mehmet Öz, Ankara: Birleşik, 2010.
Kafadar, Cemal, “Gazâ”, TDVİA, İstanbul, 1996, c. III, 427-429.
Karamustafa, Ahmet T., Tanrının Kural Tanımaz Kulları - İslâm Dünyasında Derviş
Toplulukları (1200-1550), çev. Ruşen Sezer, İstanbul: YKY Yayınları, 2007.
Kazıcı, Ziya, “Ahilik”, TDVİA, İstanbul, 1988, c. I.
Kıvami, Fetihnâme, haz. Ceyhun Vedat Uygur, İstanbul: YKY Yayınları, 2007.
Köprülü, Fuad, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Ankara: Akçağ Yayınları, 2003.
Köprülü Fuad, Anadolu’da İslâmiyet, Ankara: Akçağ Yayınları, 2005.
Köprülü, Fuad, Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1959.
Köprülü, Fuad, Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Tesiri, Ankara: Akçağ
Yayınları, 2004.
Lane, E. W., Arabic English Lexicon, London: Williams and Norgate, 1980.
Lindner, Rudi Paul, Orta Çağ Anadolu’sunda Göçebeler ve Osmanlılar, çev. Müfit Günay,
Ankara İmge Kitapevi, 2000.
Lowry, Heath W., Erken Dönem Osmanlı Devleti’nin Yapısı, çev. Kıvanç Tanrıyar, İstanbul:
İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2010.
Lütfi Paşa, Tevarih-i Âli Osman, İstanbul: Matbaa-i Âmire, 1341.
Maluf, Louis, el-Müncid fi’l-Luğati ve’l-A’lâm, Beyrut: Daru’l-Maşrık, 1986.
21
Melikoff, Irene, Uyur İdik Uyardılar (Alevilik - Bektaşilik Araştırmaları), çev. Turan
Alptekin, İstanbul: Demos Yayınları, 2006.
Meri, Josef W., The Cult of Saints among Muslims and Jews in Medieval Syria, Oxford:
Oxford University Press, 2002.
Meri, Joseph W., “The Etiquette of Devotion in the Islamıc Cult of Saints”, The Cult of
Saints in Late Antiquity and the Early Middle Ages, ed. James Howard-Johnston ve Paul
Antony Hayward, New York, 1999.
Muallim Naci, Lügat-i Naci, Ankara: TDK Yayınları, 2009.
Muslim b. el-Haccac, Ebu'l-Huseyin el-Kuşeyri en-Nisaburi, Sahih-i Müslim, İstanbul, 1332.
Müellifi Meçhul, Gazavât-ı Sultan Murad b. Mehemmed Hân: İzladi ve Varna Savaşları
(1443-1444) Üzerinde Anonim Gazavatnâme, haz. Halil İnalcık - Mevlud Oğuz, Ankara: Türk
Tarih Kurumu Yayınları, 1989.
Nasr, Seyyid Hüseyin, “Sufısm”, The Cambridge History of Iran, The Period from the Arab
Invasıon to the Saljugs, ed. R. N. Frye, Cambridge: Cambridge University, 1975, c. IV, s.
442-464.
Necmeddin Kübra, Ebu'l-Cenâb Ahmed b. Ömer b. Muhammed, Usûlu Aşere, şerh ve çeviri:
İsmail Hakkı Bursevi, (Tasavvufî Hayat içerisinde). haz. Mustafa Kara, İstanbul: Dergâh
Yayınları, 1996.
Neşrî, Mehmed, Kitab-ı Cihan-nümâ, haz. Faik Reşit Unat – Mehmet A. Köymen, Ankara:
Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1995.
Noth, Albrecht, Müslümanlıkta ve Hristiyanlıkta Kutsal Savaş ve Mücadele, çev. İhsan Çatay,
İstanbul: Özne Yayınları, 1999.
Ocak, Ahmet Yaşar, Babailer İsyanı - Aleviliğin Tarihsel Altyapısı yahut Anadolu’da İslâm-
Türk Heterodoksisinin Teşekkülü, İstanbul: Dergâh Yayınları, 1996; Osmanlı
İmparatorluğu’nda Marjinal Sufilik: Kalenderîler (XIV-XVII Yüzyıllar), Ankara: Türk Tarih
Kurumu Yayınları, 1999; “Ortaçağlar Anadolusu’nda Toplum, Kültür ve Entelektüel Hayat
(1071-1453)”, Ortaçağlar Anadolu’sunda İslâm’ın Ayak İzleri-Selçuklu Dönemi, Kitap
Yayınevi: İstanbul, 2014, s. 247-339; “Ahilik ve Şeyh Edebali: Osmanlı Devleti’nin Kuruluş
Tarihi Açısından Bir Sorgulama”, Yeniçağlar Anadolu’sunda İslâm’ın Ayak İzleri - Osmanlı
Dönemi, İstanbul: Kitap Yayınevi, 2012, s. 13-23; “Osmanlı İmparatorluğu’nda Din – 14.-17.
Yüzyıllar”, Yeniçağlar Anadolu’sunda İslâm’ın Ayak İzleri, s. 84-147.
Oruç Beğ, Oruç Beğ Tarihi, haz. Necdet Öztürk, İstanbul: Çamlıca Yayınları a , 2008.
Özel, Ahmet, İslâm Devletler Hukukunda Savaş Esirleri, Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı
Yayınları, 1996; “Cihad”, TDVİA, İstanbul, 1993, c. VII, s. 527-531.
Özköse, Kadir, Anadolu Tasavvuf Önderleri, Konya: Ensar Yayıncılık, 2008.
Öztürk, Eyüp, Velilik ile Delilik Arasında-İbnu’s-Serrâc’ın Gözünden Muvelleh Dervişler,
İstanbul: Kitap Yayınevi, 2011.
Öztürk, Mürsel, Anadolu Erenlerinin Kaynağı Horasan (Moğol İstilasına Kadar), Ankara:
Kültür Bakanlığı Yayınları, 2001.
Renard, John, Historical Dictionary of Sufism, Lanham: The Scarecrow Press, 2005.
Saydam, Abdullah, Osmanlı Medeniyeti Tarihi, İstanbul: Kitabevi, 2014.
22
Su, Süreyya, Hurafeler ve Mitler- Halk İslâm’ında Senkretizm, İstanbul: İletişim Yayınları,
2009.
Şeker, Fatih M., Osmanlı İslam Tasavvuru, İstanbul: Dergâh Yayınları, 2013.
Şükrüllah, Behçetü’t-Tevarîh, haz. Atsız, Osmanlı Tarihleri , İstanbul: Türkiye Yayınevi,
1949.
Tahralı, Mustafa, “Rifâiyye”, TDVİA, İstanbul, 2008, c. XXXV, s. 99-103.
Taşköprülüzâde, İsâmuddin Ebu’l-Hayr Ahmet Efendi, eş-Şakâiku’n-Numaniyye fî Ulemâi’d-
Devleti’l-Osmâniyye, çev. Muharrem Tan, İstanbul: İz Yayıncılık, 2007.
Tekin, Şinasi, “Türk Dünyasında Gazâ ve Cihâd Kavramları Üzerine Düşünceler I-
Başlangıçtan Osmanlıların Fetret Devrine Kadar”, Tarih ve Toplum, sene:1993, sayı:109, 9-
17.
Tekin, Şinasi, “Türk Dünyasında Gazâ ve Cihâd Kavramları Üzerine Düşünceler II – Gâzi
Teriminin Anadolu ile Akdeniz Bölgesinde İtibarını Yeniden Kazanması” Tarih ve Toplum,
sene: 1993, sayı: 110, 73-81.
Trimingham, J. Spencer, The Sufi Orders in İslâm, Oxford: The Clarendon Press, 1971.
Tursun Bey, Târihu Ebu’l-Feth, haz. Mertol Tulum, İstanbul: İstanbul Fetih Cemiyeti
Yayınevi, 1977.
Türer, Osman, Ana Hatlarıyla Tasavvuf Tarihi, İstanbul: Seha Neşriyat, 1995.
Uludağ, Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İstanbul: Marifet Yayınları, 1991.
el-Vakıdi, Ebu Abdullah Muhammed b. Ömer, Kitabu’l-Meğazi, çev. Musa K. Yılmaz, İlk
Harf Yayınevi: İstanbul, 2014.
Wehr, Hans, A Dictionary of Modern Written Arabic, Beyrut: Librarie du Liban, 1980.
Wittek, Paul, Osmanlı İmparatorluğunun Doğuşu, çev: Fatmagül Berktay, İstanbul: Pencere
Yayınları,2000.
23