35
OSMANLI'DA iLiMLER DiZiSi 13 Editö rler ERCAN ALKAN OSMAN SACiDARI i SAR Y A ·Y I NLARI uf

OSMANLI'DA iLiMLER DiZiSi - isamveri.orgisamveri.org/pdfdrg/D271840/2018/2018_KUTLUERI.pdf · OSMANLI'DA iLiMLER DiZiSi 13 Editörler ERCAN ALKAN OSMAN SACiDARI i SAR Y A·YI NLARI

  • Upload
    others

  • View
    11

  • Download
    2

Embed Size (px)

Citation preview

  • OSMANLI'DA iLiMLER DiZiSi 13

    Editörler

    ERCAN ALKAN OSMAN SACiDARI

    i SAR Y A·Y I NLARI

    uf

  • iSAR Yayınları 1 15

    Osmanlı'da ilimler Dizisi ı 3

    Osmanlı'da ilm-i Tasawuf

    Editörler

    Ercan Alkan Osman Sacid Arı

    1. Baskı, Aralık 2018, istanbul

    ISBN 978-605-9276·12-2

    Yayına Hazırlı k

    M. Fatih Mintas

    ömer Said Güler

    Kitap Tasarım: Salih Pulcu

    Tasarım Uygulama: Recep Önder

    Baskı·Cilt

    Elma Basım Halkalı Cad. No: 162/7 SefakOy Kücükcekmece J Istanbul Tel: +90 (212) 697 30 30 Matbaa Sertifıka No: 12058

    © ISAR Yayı nları

    T.C. KOltür ve Turizm Bakar:ılı~ı Sertlfıka No:·32581

    Botan yayın hakları saklıdır. Bilimsel araştırma ve

    tanıtım icin yapılacak kısa alıı:ıtılar dışında·; yayıncının

    yazılı Izni olmadan hicbir yolla çcıga'ttııamaz:

    iSAR Yayınla rı

    Selamı Ali Mah. Fıstıka~acı Sok. No: 22 Osküdar 1 istanbul Tel: +90 (216) 310 99 23 ı Belgegecer: +90 (216) 391 26 33

    www.isaryaylnlari.com 1 [email protected]

    Katalog Bilgileri

    Osmanlı 'da ilm-i Tasawuf 1 ed. Ercan Alkan· Osman Sacid Arı ı istanbul

    2018 (1.bs.) i iSAR Yayınları- 15/ Osmanlı'da Ilimler Dizisi · 3 I ISBN:

    978-605-9276-12·2116.5 x 24 cm. - 863 s. 11. Tasawufve Tarlkatler_ Osmanlı Devleti 2 . Sosyal Yasam ve Gelenekler 3. ilimlerTarıhi

  • Bir Metni Tasavvufi Kılan Nedir?

    İlhan Kutluer Prof. Dr., Marmara Üniversitesi ilahiyat Fakültesi.

    I. Umfım'i Bir Çerçeve: Meselenin Ortaya Konuluştı

    Tasavvufliteratürü sfıfilerin kendi hakikat iddialarını çeşitli ifade biçimlerine

    başvurarak dile getirdiklerini ortaya koymaktadır. İnsan nı h una estetik yollar-

    la ulaşma istidadında olan sfıfiler poetik, ahiili nasihat yoluyla eğitsel faaliye-

    ti ön planda tu~anlar pedagojik, öğretiyi izah ve müdafaa etme ihtiyacı hisse-

    denler teorik dili kullanmışlardır. Elbette farklı ifade biçimlerine başvurmacia

    sfıfilerin kişisel yetenekleri, eğitim geçmişleri yahut içinde nefes alıp verdiği

    atmosfer belirleyici bir role sahip olmuştur. Ancak biliyoruz ki, tasavvufi bir

    metnin ayıncı vasfı güçlü bir imgesel yahut simgesel anlatıma sahip olması,

    ikna edici ve bilgeliğe yönlendirici bir ahlaki öğüt üsllıbu içermesi veya akıl ve

    naklin gereklerine riayette müellifinin gösterdiği teorik performans değildir.

    Aksi olsaydı sfıfilerin tasavvuf li teratürü tarihi boyunca ortaya koyduğu eser-

    lerin rasavvufi olduğunu kanıtlamak için büyük eser sahiplerinin büyük şair,

    büyük davetçi, büyük filozof, büyük şeriat alimi olduklannı söylemek yeterli

    olurdu. Şöyle de söyleyebiliriz: Metin yazannın süfi olması onun büyük şair,

    büyük vaiz, büyük filozof veya büyük şeriat alimi olmasıyla smırlı bir vasıf de-

    ğildir. Çünkü geleneğe göre dini, ilm'i, edebi yahut felsefi vasıflara sahip bir

    metin ortaya koymak için illa da süfi olmak zorunlu değildir. Gerçi ilim, ede-

    biyat ve düşünce tarihimize bakıldığında ünlü şairler, zahidler, vaizler, şeriat

    aJimleri ve hatta - bir bakıma- filozofların arasında sayılabilecek çok sayıda

    sfıfi şahsiyet ile karşılaşırız ancak slıfiyi sfıfi yapan sadece bunlar olmak değil

    dir. Belki bu unvanlar sfıfi kimliğin farklı tezahürleri olmak bakımından ayrı

    ca birer değer taşır. Fakat bir metnin özünde tasavvufi olabilmesini sağlayan,

    Osmanıı·da ilm- i Tasavvuf 115

  • sufi kimliğin böylesi bütün unvaniarı öncelemiş olmasıdır. Şu var ki bütün

    mesele tasavvufi dediğimiz karakteristik öğenin metinde kendisini nasıl izhar

    ettiğidir. Söz konusu öğenin kendini hissertirdiği her durumda, hangi ilmi

    yöntem veya edebi tarzın imkanlarını kullanıyor olursa olsun, sfıfinin metni

    tüm sahiciliği içinde tasawufi olacaktır.

    Bir metnin tasavvufi bir boyuta sahip olduğunun en önemli işareti, hangi ifa-

    de biçimlerine müracaatla ortaya konulmuş olursa olsun, öğretiye özgü an-

    lamların o biçimler sebebiyle buharlaşmayan belirginliğidir. ifade biçimleri

    tasavvufi öze egemen olacak şekilde bu belirginliği karartırsa bu bizzat tasav-

    vufi olan için problem teşkil edecektir. Nitekim tasavvufi öğretinin özgünlüğü,

    öteki hakikat ve yöntem iddialarıyla mukayese edilebilir tarzda belirgin kılı

    nacaksa ortaya çıkacak kavramsal şebekelerio tasavvufun ruhunu fark etmeyi

    problem haline getirebilir. Nitekim aşağıda benzeri bir mukayeseli okuma için

    seçilen örnek metin ekseninde böyle bir problemin çıkıp çıkmarlığına cevap

    arayacağız. Cevap konusunda muvaffak olmayabiliriz; ancak zaten öncelikli

    amacımız yazımızın başlığına dair doğru sorulan sormaknr. Dolayısıyla oku-

    yucu bizden örnek metinde dile getirilen meselelerin tüketici bir analizini

    beklememeli dir. Zira böyle bir analiz için doktriner ya da teorik meselelerden

    her biri için müstakil olarak çalışmak gerekecektir. Bu yüzden sadece mesele-

    lerin mukayeseli biçimde ele alındığı bir metinde sadece tasawufi öğretinin

    ne ölçüde belirgin kılındığına dair fikri tutumlara dikkat çekmek istiyoruz.

    Aynı problemlere aynı tenninolojiyle yaklaşan ve bu sebeple birbiriyle mu-

    kayese edilebilir olan alternatif öğretiler arasında tasavvufu diğerlerinden,

    yani kelam ilmi ve felsefeden ayıran karakteristik unsur nasıl bir perspektif

    farkı olabilir? Yani Yarlık, bilgi ve değer alanlarına kelam bilgini ve filozof ile

    birlikte bakan sufi, sırf tasavvufi hayatın bir ödülü olarak kendisine bağışla

    nan bir perspektif sebebiyle mi aynı şeye bakan kelam bilgini ve filozoftan

    farklı şeyleri görmekte, o şeylere ait farklı boyutlan veya o şeyler arasında

    ötekilerin idrak edemediği bütünleyici ilişkileri fark etmektedir? Perspektifi

    nazari aklın 'görüş'ünü şekillendiren 'bakış açısı' anlamında kullanıyorsak bu

    terirole ifade edilmek istenenin sufi yolla bir ilgisinin bulunmadığı ileri sü-

    rülecektir. Çünkü denilecektir, sufi öğretinin ilkelerini nazari aklın imkan ve

    yöntemleriyle ulaşılan kanıtlar oluşturmaz. Nitekim tasavvufi hitabın sık sık

    tekrarladığı bir husus vardır: Sun'nin ulaştığı hakikat teorik akılla ulaşılabi

    lir bir hakikat değildir. Bu hakikat, insan ruhunun asli aydınlığını perdeleyen

    her ne varsa o perdelerin açılmasıyla 'müşahede' edilendir. Perdeler bizzat

    aklı da örtmekteyse bu hakikat aklın sınırlarının ötesindedir. Ancak öğretiye

    16 ~ Osmanlı'da Ilm-i Tasavvuf

  • göre saf hakikatİn üzerini örten karanlık veya alacakaranlık örtülerin kalk-

    masını sağlayacak olan, özel bir eğitimle ruhun arındırılması ve kişinin ken-

    di asli benine yaklaşmasıdır. Böyle bir ruha bağışlanan keşif, insan ruhunun

    özündeki saf nurun varlık memleketindeki nurani hakikatleri kendisi de bir

    nur olan bir bilgiyle idrak etmektir. Mutasavvıflann müsaadesiyle söylersek,

    İşrakller'deki husfıli-huzuri bilgi ayırımındaki gibi, teorik bilgi ile sfıfi bilgi

    arasındaki fark sadece derece değil, mahiyet farkıdır. İşte tasavvufi metinde

    teorik tartışmalar içinde bu mahiyet farkının belirginliğinden yitirmemiş ol-

    ması beklenir. Şu halde tasavvuf için kullanıldığında perspektif nazari aklın

    'görüş'ü değil 'müşahede'nin gerçekleştiği durum veya düzeydir. Teorik nite-

    likli olmadığı için 'müşahede' zihni anlamda rey yahut 'görüş' değil, ruhani

    planda 'gözlem' dir. Bu gözlem sfıfinin herkesin ben dediği psişik katmanları

    bir bir açıp aslı ilahi varlık düzeyinde olan hakiki beniyle mülaki oluncaya

    kadar çeşitli perspektifiere sahip olur. Yolun sonuna doğru a.Iemdeki tek tek

    nesnelerin kendilerine ait varlıkları olmadığı ve duyulur düzeydeki gözlem sa-

    hibine a.Iemde kesret varmış izlenimi veren ferdi mevcudiyetlerin aslında bir

    yanılsama olduğunu fark ettirir. Yolunu sonunda da gerçek varlığın bir olduğu

    bilgisine ulaşılır. Ruhani müşahede ve manfet aşamalanndan sonra sfrfinin

    eşyaya artık sıradan insanın baktığı yerden bakması ve gördüğü şekilde gör-

    mesi düşünülemez. Sfıfi perspektifi bu şekilde yorumlarken bütün otantik

    sıfatlarıyla bir sfı!fideri bahsediyoruz; tasavvufu geleneksel eğitim süreçleriy-

    le içselleştirmediği halde onu sanki ilm-i kelam veya felsefeye ait nazari bir

    görüş gibi taşıyan veya savunanlardan değil.

    Otantik anlamda sfrfi kimliğe büründükten sonra gerisi tasavvufi öğretinin

    başkasına iletilmesi, aktarılması yani bir bilgi-iletişim meselesidir. Böyle

    olunca da insanlığın duygu, düşünce ve algı planında geliştirdiği ifade imkan-

    ları sfıfi için de aynı şekilde birer imkan olacaktır. Sfıfi mizaç, yetenek ve biri-

    kiminin de yönlendirmesiyle şiir, hitabet, dini delil ya da nazari burhan yön-

    temlerinden birin i tercih edebilir ve muhatabına karşı bu tercihine uygun bir

    söylem geliştirebilir. Eğer sfıfi üstadımız metnini üretirken muhatabı nazari

    yöntemlere itibar eden bir entelektüel ise v_e bu yüzden tasavvufi öğretiyi na-

    zari yöntemlerle hasıl edilen bilgi ve düşünceler karşısında konumlandıracak

    sa tercihen nazari yöntemin imkanlarına başvuracaknr. Bunu yaparken elbet-

    te öğretinin temel esaslarıru anlam bakımından açık seçik yansıtacak kendine

    özgü bir terminoloji de geliştirebilir ancak bu terminolojinin muhatabında bir

    anlam problemi doğurmaması beklenir. Muhatabı onun kullandığı kavram-

    lan tanım bakımından noksan, çıkanmlannı kıyas teorisi bakımından yanlış

    bulabilir. Bilgi-iletişimin gerçekleşmesi için metnin muhatap tarafından illa

    Osmanlı"da Ilm- i Tasavvuf , 17

  • da tasdik edilmesi gerekmez; çünkü metnin tasdik ya da tekzib edilmesi için

    kavramsal anlamlara sahip kılınması gerekir. Bu arılamlar terminoloji tarafın

    darı taşındığı için bilgi-iletişim kaçınılmaz biçimde müşterek bir terminolojik

    zeminde gerçekleşecek ve aydaşma değilse de arılaşma mümkün olacaktır.

    Bilgi-iletişim şartı olarak metinde kendisini daima hissettirecek oları bu tür

    bir pozisyon alış, ister istemez muhatabın konuştuğu kürsüden konuşmayı,

    muhatabın esas aldığı teorik, problematik ve terminolojik çerçeveye iştiraki

    gerektirece,ktir. Bizim aşağıda ele alacağımız metin de tasavvufi öğretinin na-

    zan teorilerl~ belki aydaşmanın değil ama pekala anlaşmasının mümkün ol-duğunu gösteren tipik bir örnektir. Bu imkan sufi müellif için aynı zamanda

    bir gerilim sebebidir, çünkü sufi öğretinin temel esaslan itibariyle nazan ça-

    barıın bir ürünü olmadığını belinme ihtiyacını sık sık duyacaktır. Zira sufi bil-

    gi yolunun henüz bu yolda olmayarılar tarafınciarı nazari nitelikli yöntem ve

    paradigmalarla karıştınlması riski söz konusudur. Bu yüzden mutasavvıf, dini

    bütün muhatabına müşahede ve keşfe dayalı bilgilerin Kur'an ve hadislerle

    sınandığını vurgulayıp, ayet ve hadisiere sık sık referarıs vermekle yetinemez;

    ruhani müşahedelere ait tecrübi veriler ile bunlarla işaret edilen temel ilke-

    lerin nazari nitelikli olmadığını da sık sık belirtmek durumundadır. Aşağıda

    da görüleceği gibi bu vurgu hem 'muhakkık' denilen kunıcu sufi üstadar için

    hem de tasavvuf öğretisini onların otoritesine referansla talim eden mutasav-

    vıfbilginler için söz konusudur.

    "İlmü't-tasavvuf" terimi ister kurucu ister öğretici metinler söz konusu olsun,

    tasavvufi öğretinin nakli olsun, akli olsun öteki ilimler gibi müdevven bir 'el-

    'ilm' haline getirilmiş olmasını ifade eder. Böylece tasavvufi öğreti naklen

    tasdik edilmesi, aklen kavranması gereken yönleriyle kavranır, öğrenilir ve

    öğretilir hale gelmiş olur. Tedris etkinliğine konu olan ve bu yüzden nispe-

    ten sistematik bir bütünlük içinde kaleme alınmış standart metinler öğretiyi

    merak eden, ilginç bulan ya da nazari yöntemlerle araştırmak isteyenler için

    zihnl bir hazırlık adına faydalı görülecektir. Tasavvufi eğitim süreçleri bir

    yana, tasavvufu bir öğretim süreci içinde aktarılabilir kılan sufi üstatların oto-

    ritesine dayalı bu tür metinlerdir. Böyle kotanlmış metinlerin akademik yön-

    temlerle incelenmesi ve öğretilmesi elbette mümkündür. Fakat tüm öğreıune

    ve araştuma uğraşianna rağmen tasavvufi metinde daima anlatılamayan,

    anlarılamadan kalan şeyler olacaktır. Çünkü öğretiye göre tasan-ufun asıl bi-

    linmesi gereken yanı bir ders halkasında öğrenmekle değil, bizzat yaşamakla

    bilinen akıl-üstü yarııdır. Bununla birlikte önümüzde belli bir entelektüel dü-

    zeyde olan, doğru itikat ve sağlıklı akla sahip bulunanların okuması için telif

    edilmiş bir metin vardır. Böyle olan herkes için anlamlı kelime ve terimlerle

    18 r Osmanlı'da ilm- i Tasavvuf

  • sufı öğretiden bahsetmektedir. Literatürün tarihi bu tür metinterin nasıl ilgi

    gördüğünü, nasıl ciddiyetle tahsil edildiğini ve üzerinde çalışıldığını gösteren

    örneklerle doludur. Sadece Fusılsii'l-hikem'in doğru anlaşılması yönünde ya-

    zılmış bir dizi önemli şerh in varlığını hatırlasak kafidir. Bu şerhledn klasik İs

    lanı ve Osmanlı dünyasında entelektüel kalibresi yüksek ınüelliflerin elinden

    çıktığı bilinmektedir.

    Şu var ki tüm tasavvufı metinler böyle entelektüel tavırlı eserlerden oluşmuş

    değildir. Tasavvu f li teratürü öğretinin kavramsallaştırılınış gayr-i şahsi form-

    larından ziyade süfınin nı hani tecrübesini bütün şahsi ve insani yaşannlarıyla

    ifade eden aniatı ve şiir türünden metinleri de ihtiva eder. Ancak bu metin-

    ler salt kurgusal sanat ve edebiym eserleri olarak görülemez. İfadeye dökü-

    len öykü, imge ve simgeler sCıfi yaşantıyla oluşan anlam dünyasının estetize

    edilmiş formlarından ibarettir. Özellikle poetik ifade biçimlerinde yüksek bir

    mertebeyi ibraz etmiş sanatçıların hayatı ciddiye alan ayrıntıcı ve sahici bir

    algıya, zaman zaman gündelik hayatı zora sokacak denli işlek bir düş gücü-

    ne, sezgisel sıçramalara imkan veren parlak bir zekaya sahip olduklan bilinir.

    Bunlar kadar önemli olanı sanatçı lisam mümkün olan bütün potansiyeliyle

    kullanmak ve işleme k bakımından özel bir yeteneğe sahip kişidir. Bu yetenek-

    lere sahip olan eğer bir sufi ise böyle olmayan yoldaşlarından farklı olarak ta-

    savvufi yaŞantıyı sanat ve edebiyar diliyle ortaya koyduğunda bu yaşantıya ait

    anlam dünyası soyut kavramların sadece teorik akla hitap eden soğuk mantık

    sal formlarıyla değil, muhataplarının da empati sayesinde duyumsayabii eceği

    biçimde soyutlanmış, hayatın içinden gelen imgelerle örülür. Klasik edebiyat

    dünyaınııda da böyle yüksek ürünlere rastlıyoruz. Ve esasen tasavvufta poetik

    ifade biçiminin taşıdığı imkanlar, üzerinde ayrıca durmayı gerektiren önemli

    bir konudur ancak okuduğunuz metin sadece tasavvufun teorik ifade biçim-

    leriyle sınırlı olacaktır.

    Madem girişte rCıhani tecrübeden ve st1fi perspektiften bu kadar bahsettik,

    son olarak bir hususa daha işaret etmemiz gerekiyor: isterse teorik vasıralada

    ifade ediliyor olsun tasavvufi metin, önünde sonunda insan gerçeğini merkeze

    alır. Nitekim tasavvufun özgün ve ayıncı vasfını açığa çıkaracak soru "Hangi

    insan?" sorusudur; cevap ise bellidir: İlahi isimlere ait tecellllerin tümleşik ve

    yegane mazharı olan "insan-ı kamil". Öğreriye göre kainat ağacının meyvesi olan insanın hakikatini tanımak tasavvuf metafiziğinin teleolojik boyutunu

    teşkil eder. Nasıl bütün bir aleme ideal insan formunu tahakkuk ettinnek için

    varlık kokusu verilmişse aynı şekilde insanın hakikatini tanımak topyekun

    alem ve onun varlık ilkelerini bilmek anlamına gelecektir. İçimizde tüm es-

    Osmanlı·da Ilm-i Tasa\·\'uf , 19

  • rarengiz varoluş katmanlanyla keşf edilmeyi bekleyen bir mikrokozmos dur-

    maktadır. Bu yüzden tasavvufi öğreti önce "kendini bil", der. Çünkü "Kendini

    bilen Rabbini bilecektir." Mikrokozmos olarak insanın varoluş katmanlannı

    bir bir açarakkeşfetme süreci, öğretiye göre aynı yollardan geçtiği için o yolla-

    rı iyi bilen bir rehber eşliğinde çıkılan bir yolculuktur. Özünde pedagojik olan

    bu yolculuğun başlangıç ve devam şartı saJikin mutlaka nebevi zühd ahlakı

    nı bir riyazet disiplini içinde hayatına geçirmeye ve bedeni tutkuları kontrol

    altına alınaya çalışması olacaktır. Öğretide "ınücahede" denilen bu çabanın

    zaferle sonuçlandığı her aşamada bedensel tutkulann pençeleri biraz daha

    gevşeyecek, insanın ruhani varlığının idrak düzeyleri her aşamada asli ya-

    ratılışına biraz daha yaklaşıp saftaşacak ve fizik ötesi varlık alanının ruhani

    gözlem yoluyla yahut öğretideki tabiri kullanırsak "müşahede" edilerek tanın

    ınası mümkün olacaktır. Tanıma "marife"dir, teorik, kavramsal "el-'ilm" değil.

    Bu tanımanın sağladığı bilgelik, sufiye Allah-alem ilişkileri hakkında insanın

    hakikatinden bakmayı öğretmiştir. Yukanda sözünü ettiğimiz sufi perspektif

    insanın hakikati muvacehesinde oluşur. Dolayısıyla Allah, alem ve insan iliş

    kilerinde insanın bütüncül hakikatini ön plana almayan metinlerde tasavvufi

    olanı aramak ve bulmak için çok daha fazla çaba sarf edeceğiz demektir.

    II. Alternatif Metafizikler Karşısında "İlın-i Tasavvuf"

    Artık iyice tebeyyün etmiştir ki tasavvuf ilmi, İslam entelektüel geleneğinin

    kelam ilmi ve felsefi ilimler ile birlikte üç ana akımından biridir. Bu geleneğe

    dair tarih yazımının bütüncül bir bakışla ele alınabilmesi bu üç ana akımın

    hem ilişki hem de ayırımlan cihetinden incelenmesiyle mümkün olduğu iç~n

    tasavvuf li teratürü tabiatıyla bu tarih yazımının bütünleyici bir kısmını teşkil

    edecek, böyle olunca şu soru anlamlı olacaktır: Mademki İslam entelektüel

    tarihi yazımının mütemmim cüzlerinden biridir, bu tarihi yapan bir ana akım

    olarak tasavvuf hangi anlamda "entelektüel" bir nitelik taşimaktadır? Bilin-

    diği gibi entelektüel terimi Latince intellectus, Arapça el-'Akl ile alakalıdır ve

    terimin klasik İslam ilim geleneğindeki karşılığı, eğer harfiyyen bir tercüme

    yapacak olursak, "akli" terimiyle ifade edilir. Akli nitelemesinin "nazari" (teo-

    rik) anlamını çağrıştırdığı her durumda tasavvufu, bilginin kaynağı ve yönte-

    mi konusundaki iddialan göz önüne alındığında, entelektüel niteliidi görmek

    mümkün olmayacaktır. Kelam ilmi ve felsefi ilimler söz konusu olduğunda

    taraflar akli teriminin anlamı konusunda anlaşmakta güçlük çekmeyecektir.

    Çünkü esasen nakli/şer'i ilim olan kelam, araştırma ve ispat yöntemleri ba-

    kımından aklı olana açıktır ve Müslüman kelam bilginleri başından itibaren

    20 r Osmanlı'da ilm-i Tasavvuf

  • "nazar" ve "istidlal" terimleri üzerinden teorik bilginin imkanı ve değerini

    vurgulamıştır. Felsefi ilimler ise İbn Sinıl'mn bu terimi ilk kez kullandığı dö-

    nemden beri "akli ilimler" olarak anılır; çünkü felsefi bilginin test edilmesi

    yani akılla doğrulanıp akılla yanlışlanabilmesi itibariyle yöntemi tamamen

    aklidir. Aklın insanın bilme etkinliğine yönelik veçhesi de "nazari akıl" adını

    alır ve akl! olan ile nazari olan felsefede özdeştir.

    Tasavvufa gelince, eğer bu öğretideki bilgi kaynağının nazari nitelikli olduğu

    nu ileri sürmenin özde bir hata olacağı söylenecek ise tasavvufun entelektüel

    ifadelerini değerlendirmek önemli olacaktır. Bilindiği gibi geç dönem klasik

    düşünürlerimizin zihin dünyasında tasavvuf nazar ve istidlal yolunu değil ri-

    yazet ve mücahede yahut manevi annma (tasfiye) yolunu izlemektedir ve bu

    yönüyle kelam ile felsefeden ayrılır. Bu durumda problem şu şekli almaktadır:

    Gerek bilginin kaynağı gerekse yöntemi bakımından nazari akla dayanmadı

    ğı bizzat tasavvuf geleneğinin ünlü temsilcileri tarafından ileri sürüldü~ne

    göre yine bu geleneğin temsil gücü yüksek geç dönem klasiklerinin kelam ve

    felsefe klasikleriyle mukayese edilebilir nazari ifade biçimlerine sahip olma-

    sını nastl yorumlamalı? Müstakbel yerumcunun elbette tasavvufun bilgi ve

    hakikat iddialanna uygun bir tarzı gözetmesi gerekir. Ancak kelfun ilmi yahut

    felsefi ilimler ile terminolojik, problematik ve teorik bir çok müştereği payla-

    şan tasavvufi metinlerdeki katı mukayese edilebilirlik niteliği tasavvufa özgü

    olanı tespit için yorumcuya hangi imkanlan bırakacaktır? Biri çıkıp tasavvun

    metnin aslında kelam yahut felsefe metni olduğunu ileri sürdüğünde buna ne

    cevap verilecektir? Bu durumda günümüzde sıklıkla kullanılan tasavvuffelse-

    fesi terimi tasavvufun özünde bir felsefe olduğunu mu ima etmektedir, yoksa

    bu terimle tasavvufun bir felsefesinin ortaya konduğu mu kast edilmektedir?

    Tasavvufa felsefe ile bakmak mümkün ve gereklidir; ortaya çıkan metin ise

    felsefi araştırmanın bir ürünü olacaktır. Ancak sırf nazari yahut felsefi ifade

    biçimlerine müracaat edildiği gerekçesiyle tasavvuf klasiklerini tipik birer

    felsefe kitabı imiş gibi okumak hem tasavvufun hem de felsefenin mahiyeti

    problemini gündeme getirecektir.

    İslam entelektüel geleneğinin büyük üçlüsünü teşkil eden kelfun ilmi, felsefi

    ilimler ve tasavvuf (ilmi)nin özellikle büyük klasiklerini ürettiği dönemlerde

    terminolojik, problematik ve teorik ilişkiler içine girdikleri bilinmektedir. Bü-

    tüncül bir bakışla yazılan entelektüel tarih metinlerinde bu ilişkilerin kuvvetli

    biçimde vurguianması, yukanda da belirtildiği gibi, ortaya sadece tasavvufun

    değil, kelfun ve felsefenin özünde ne olduğu meselesini çıkarmıştır. Bu mesele

    kelam, felsefe ve tasavvuf arasındaki ilişkiler kadar ayınıniann da önem arz

    Osmanlı'da ilm-i Tasavvuf , 21

  • ettiğini göstermektedir. İlişkiler ve ayırımlar meselesinin akademik önemini

    günümüzde hala korumakta olduğu kanaatindeyiz. Nitekim daha önceleri

    ilişkiler konusunda farkındalık problemi yaşanıyor iken günümüzde artık ayı

    nınlar konusunda bir problem yaşıyor gibiyiz. Bu durum üç metafizik pers-

    pekrife yönelik olarak yeniden bir mahiyet araştırmasını gerekli kılmakta bu

    üçlüden her birinin ayrı ayrı özünde ne olduğu, dolayısıyla ne olmadığı mese-

    lesini entelektüel gündeme yeniden taşımaktadır.

    Bu satırların yazarı İslam medeniyetinin kültürel havzalarında hayat bulmuş

    "el-felsefe"nin mahiyeti yahut özünde ne olduğu meselesinin hala kendi fik-

    ri gündemini işgal ettiğini itiraf etmektedir. Yıllarını İslam felsefesi sahasına

    venniş biri adına şaşırtıcı, hatta ümitsiz bir itiraf olarak değerlendirilebilir bu.

    Ancak felsefenin özünde ne olduğu ve kelfun ilmi ve tasavvuf gibi öteki ente-

    lektüel akımlardan hangi bakımlardan ayrıldığı hususu İslam entelektüel tari-

    hi çalışanlar için henüz sonuçları tüketilmiş bir tartışma değildir. Bu belirsizlik

    özellikle geç dönem klasiklerinin mukayeseli okunuşlannda ve bu dönem mü-

    elliflerinin bir senteze ulaşmak isteyen çalışmalannda kendisini göstermek-

    tedir. Nitekim bu sahada yazılmış akademik metinlerde felsefi kelam; kelam

    felsefesi, tasavvufi felsefe, tetsefi tasavvuf, tasavvuf felsefesi ... gibi ilişkilere

    haklı olarak vurgu yaparken ayırımlar, gayr-ı safi perspektifierin alacakaran-

    lığında müphem kalacaktır. Bu tür adlandırmaların kelfun, felsefe ve tasavvuf

    arasındaki ayırımları ortadan kaldırma ve hepsini birine irca etme anlamına

    gelmemesi beklenir. Çünkü İslam entelektüel geleneğinin bir geleceği olacak-

    sa kelam, felsefe ve tasawufun asil hi.iviyetiyle asli fonksiyonlannı yerine gerir-

    mesi şarttır ve birbirleri yerine ikame edilmemeleri hayati önem taşımaktadır.

    Bu yöndeki tedirginliğimiz yakın bir geçmişte yayınlanmış bir kitapta şöyle

    dile getirilmişti:

    Dolayısıyla İslam felsefesinin dini teoloji ya da şer'i ilim değil, öz anlamına

    uygun olarak felsefe olduğu peşinen, yeniden ve ısrarla vurgulanmalıdır.

    İslam felsefesi teriminin kapsamını daha da genişletmek istiyorsak bunu ·

    kelam ve tasavvuf gibi disiplinleri bir hamlede felsefe sayıvermekle yapa-

    mayız belki. Ancak bu disiplinlerin felsefe geleneği ile kavramsal şemalar,

    problematik yapılar ve teorik sistemler bakımından kurduğu tarihsel ilişki

    lerin giderek daha çok farkına varıyoruz. Bu ilişkilerin kelam ve tasavvufun

    entelektüel görünümlerinde kaçınılmaz bir felsefilik hüviyeti doğurduğu

    göz önüne alındığında bir felsefi kelamdan, felsefi tasavvuftan anlamlı bi-

    çimde söz edebilir ve bu 'felsefilik'leri İslam felsefe tarihinin araştırma ko-

    nusu haline pekala getirebiliriz. Çünkü bu türden sistematik felsefileş(rir)

    22 ~ Osmanlı'aa ilm-i Tasa\' vuf

  • me çabalan belki saf felsefe hanesinde saymayacağımız ama müslüman-

    ların felsefi kazanımları açısından çok değerli birikimler üretmiştir. Bu

    fikri inşa çabalannın İslam entelektüel tarihinde yeni arayış ve senteziere

    yönelme, İslam tefekkürünü yaratıcı tarıda yeniden ür_etme deneyimi hak-

    kında da fikir verme özelliğine sahip olduğu unutulmamalıdır. Ancak ünlü

    bir murasavvıf ya da mü tekellimin kendi meslek ve meşrebinin sevkiyle

    eline kalemi aldığı halde saf anlamda bir felsefe metni ona ya koyma gayesi

    güttüğünü ve adeta bir filozof olmanın sevkiyle tefelsüf eylediğini var say-

    mak onlann dokrinlerinde tasavvufve kelfuna özgü olanı gözden kaçırma

    riski taşır. Nitekim entelektüel kimliğini filozof olarak değil bir mütekellim

    ya da mutasavvıf olarak tanımlayan bir düşünürün felsefenin diline yoğun

    biçimde başvurarak kaleme aldığı kelarn ve tasavvuf metinleri karşısında

    muhatap okuyucunun "Bu metinde kelami olan nedir?" yahut "Bu metni

    tasavvufi kılan nedir?" diye sorması kaçınılmazdır. Çünkü bu soruyu ce-

    vaplandırmak için felsefi olanı paranteze almak ve geride kelam ve tasav-

    vufa özgü olarak neyin kaldığını tespite çalışmak gerekecektir.'

    MütekellimCın, Felasife ve Sfıfiyye'ye mensup entelektüellerin kendi şahsi

    kimliklerini nasıl tanımladıkları üzerinden gidildiğinde meselebu kadar kar-

    maşık görünmemektedir. Ancak inilip de metinler arası ilişkilere bakıldığında

    hangi metnin itikadi sorulanmızın cevabı, hangisinin felsefi bir analizin so-

    nucu, hangisinin ruhani aydınlanmayla gelen keşif ve müşahedenin bir neti-

    cesi olduğuna o kadar kolay karar vermek mümkün değildir. Bir örnek olarak

    aşağıda inceleyeceğimiz ed-Diirretii'l-fiihire metnin i peşin en zikredebiliriz. Söz

    konusu metinde kelam, felsefe ve tasavvufa özgü teori ve/veya öğretilerde, ter-

    minolojide ortaklık, problemlerde paydaşlık, sistemlerde karşılaştmlabilirlik

    ve kavramsal analizlere karşılıklı açık olmak ilk balaşta fark edilebilen husus-

    lardır ve bu durum her üç alarnın da bir metodolojik ortak paydada buluş

    tuğu izlenimini kuvvetle vermektedir. Söz konusu olan kelam ilmi ve felsefe

    arasındaki fark ve i lişkiler olsaydı meselenin daha az problematik bir hususi-

    yer arz ettiğini söyleyebilirdik. Çünkü Süfıyye'nin de sık sık belirttiği gibi mü-

    tekellimıln ve felasife epistemoloji ve yöntemleri nazari olması bakımından

    müşterek bir tutuma sahiptir. Bu yüzden tasavvuf söyleminde "ehlü'n-nazar"

    terimi topyekün bütün kelfımcılar ve filozoflar birlikte kast edilir. İlginç olan,

    sCıfi mütefekkirlerin tasavvufbilgisini nazari yapılar içine dahil ediş tarılan ve

    entelektüel kalibresi yüksek bir triyoloji çerçevesinde bilgi-iletişim meselesini

    çözme biçimleridir.

    1 Kutluer, Felsefi Gök Kubbemiz, s. 20-21.

    Osmanlı'da ilm-i Tasavvuf ~ 23

  • III. Osmanlı Bağlarru: Molla Cami Gözünden Keşf ve

    N azar Farkına Bakmak

    Sözü edilen entelektüel tutumu örnek bir metin üzerinden yorumlamaya ça-

    lışmak için Molla Cami'nin ed-Diirretü'l-fahire'si gerçekten uygun bir klasik-

    tir. Tasavvufi öğretinin ilkeleri ve kavramsal sistemi artık kurulmuş bir "ilim"

    olaı:lık nazari disiplinlerle entelektüel iletişime nasıl geçebiirliği meselesiyle

    ilgili olarak tipik bir örnek teşkil ettiği için bu denemede örnek metin olarak

    seçilmiştir. Eser yazıldığı dönemi ve sebeb-i telifi bakımından da konumu-

    zun sınırlarına uygun düşen bir Osmanlı bağlarnma oturmaktadır. Nitekim

    eş-Şekaiku'n-nu'maniyye adlı muhalled eserde verilen bilgiye göre ed-Dürre

    Fatih Sultan Mehmed'in araştıncı ruhunun bir arzusu üzerine kaleme alın

    mıştır. Hadiseyi Fenarizadelerden Muhyiddin el-Fenari (ö. 954/1558) babasın

    dan dinlediği şekliyle aktarmaktadır. Buna göre babası -Alaeddin Ali Efendi

    (ö. 903/ı497 (?])- Fatih döneminde kazaskerlik görevi yaparken Sultan bir gün

    kendisine hakiki ilimleri araştıran (el-bahisin min 'ulumi'l-hakikiyye) üç taife,

    yani Mütekellimun, Slıfiyye ve Hükema arasında bir "muhakeme" yapmak/

    yazmak gerektiği (U büdde mine'l-muhakeme beyne haülai't-tavaif) yönünde

    arzusunu dile getirmiş, babası da Sultan Fatih'e bu işin altından Abdurrah-

    man Molla Cami'nin kalkabileceğini belirterek onun ismini önermiştir. Bu-

    nun üzerine Sultan Molla Cami'ye değerli hediyelerle birlikte bir elçi gönde-

    rerek teklifini iletmiştir. Üstadımız bir bölümünü varlık meselesine ayırdığı

    muhakemeyi altı meseie halinde kaleme alıp göndermiş, kabule şayan görül-

    mesi dururnunc;la devamının da geleceğini, beklentiyi karşılarlığını görme-

    den devamını telif etmenin zaman kaybı olacağını belirtmiştir. Ancak risa.Ie

    elirnizdeki haliyle yazılıp adresine ulaştığında ne yazık ki Sultan Fatih vefat

    etmiştir. Taşköprizade'nin notuna göre Muhyiddin Fenari risa.Ienin babasının

    uhdesinde kaldığını belirtmiş daha sonra da muhtemelen kendi kütüphane-

    sine intikal etmiştir.2

    Bu rivayeti, aksi gösterilmedikçe ciddiye almalıyız. Böyle yapınca da ilk göze. çarpan unsur, Sultan Fatih'in üzerinde ayrıca odaklanmayı gerektiren ente-

    lektüel ilgileri olmaktadır ve anlaşılan bu ilgiler yeri ve zamanı geldikçe belirli

    ilmi projelerin gerçekleşmesine müncer olacak şekilde muhataplarına yönel-

    miştir. Göze çarpan ikinci unsur mukayeseli olarak ele alınacak disiplirılerin,

    entelektüel gelenekte sıklıkla kullanılan bir terim ile "hakiki ilimler" olarak

    belirlenmesidir. Bu terimi birbirini izleyen eserler üzerinden takip edebili-

    ı Taşköprizade, eş-Şeköiku'n-nu'maniyye, s. 262.

    24 ~ Osmanlı 'da Ilm-i Tasa \•vu f

  • riz: Siraceddin el-Urmevi Metali'u'l-enviir adlı eserini "Bu eser hakiki ilimler

    ve ilahl manfetler (fi'J-'uli'ımi'l-hakikiyye ve'l-me'anfi'l-ilahiyye) hakkında

    bir muhtasardır" şeklinde tanımlıyordu. Kutbüddin Razi esere Levami'u'l-es-

    rar adıyla yazdığı şerhte Urmevi'nin ilim terimi ile bileşik nesnelerin idraki,

    marifet ile de basit nesnelerin idrakini kast ettiğini belirtir. Bu yüzden kay-

    nak metinde ilim terimi "hakiki" ile manfet terimi ise "ilahi" ile nitelemiştir.

    Öyl~ anlaşılıyor ki, felsefi ilimierin (el-'uli'ımu'l-hikemiyye) tahsiliiçin bir alet olan mantığı bir kenara bırakacak olursak, bizatihi kendisi için tahsil edilen

    hikmet (el-hikme) var olaniann zihnin haricindeki nesnel gerçekliğini ('an

    alıvali a'yanrt-mevcudat) beşeri kapasitenin elverdiği ölçüde araştıran ilim-

    dir. Var olanların mümkün ve zorunlu ayırırnma dayalı olarak ele alındığı

    bu ilirnde mümkün ve dolayısıyla bileşik nesnelerin cevher ya da araz olmak

    bakımından kendilerine özgü ya da müşterek nitelikleriyle genel kavramlar

    (el-umi'ıru'l-'amme) ışığında ele alındığında bir ontoloji olarak kendini göste-

    ren hikmet, asla bileşik bir olmayan Zorunlu Varlığı konu edindiğinde teoloji

    (el-'ilmü'l-ilahi) adını alacaktır) Cürcani ise bu şerheyazdığı haşiyede "hakiki

    ilimler" terimini "değişmeyen, kavramsal veya yargısal, zorunlu veya teorik

    olsun, nesnelerin kendinde gerçekliğine mutabık ilimler" (el-'uli'ımü'l-haki

    kiyye ey es-sabite el-mutabıka li'l-eşya'i fi enfusiha sevaun kanet tasawuriyye

    ev tasdikiyye, z~ruriyye ev nazariyye) şeklinde tanımlamaktadır.4 Nihayet Taş

    köprizade, ünlü Çin ve Rum ressamlan hikayesini aktardıktan sonra nazari

    ilimler ve keşfi ilimler (el-'ulumü'n-nazariyye ve'l-keşfiyye) arasındaki farkın

    ve/veya üstünlüğün bu meselden hareketle "muhakeme" edilebileceğini ya-

    zar. ilimierin esas itibariyle zihnin dışındaki varlık alanında (fi'l-a'yan), zihin-

    de (fi'l-ezhan), lisanda (fi'l-'ibare) ve yazıda (fi'l-kitabe) olmak üzere dört varlık

    düzeyirıe göre tasnif edilebileceğini ileri süren Taşköprizade, dış dünyadaki

    varlıklann nesnel gerçekliğini (min haysü haliha fi nefsi'l-emr) araştıran ilim-

    lere "hakiki ilimler" (el-'ulumü'l-hakikiyye) dendiğini, bu ilirolerin ayıncı vas-

    fının zamanın değişmesiyle, dinlerin yenilenmesiyle değişmernek olduğunu

    vurgular. Bu ilimlere, eğer araştıncı akli yöntemlere başvurarak ulaşıyorsa

    "hikemi ilimler", yok eğer İslam ilkelerine dayanarak ('ala kanüni'l-İslam) ula-

    şıyorsa şer'i ilimler (el -'ulumü'ş-şer'iyye) denmektedir. Zihnin dışındaki ger-

    çekliğe dair ilimler ayrıca yöntem bakımından teorik akılla (bi'n-nazar) tahsil

    3 Urmevi, Metöli'u'l-envör, ı, s. 25-26; Kutbüddin Razi'nin kısaca ei-Muhökemöt olarak anılan

    el-işaröt şerhinde de "el-me'arifü'l-ilahiyye ve'l-'ulOmü'l-hakikiyye" terimlerini kullandığı gö-rülmektedir. Bk. ibn Sina, el-işaröt ve't-tenbihöt me'a şerhi Nasireddin et-Tüsive'I-Muhôkemöti Kutbiddin er-Razi, ı, s. 78.

    4 Cürdini, Hoşiye 'ola Levami'i'l-esrör, s . ı.

    Osmanlı 'da ilm-i Tasavvuf ~ 25

  • edilenler, ruhi arınma disipliniyle (bi't-tasfiye) ulaşılanlar şeklinde aynlmak-

    tadır.5 "Haklkl ilimler'' terimini Katip Çelebi'nin Muhammed Emin eş-Şir

    vani'ye ait el-Feviiidii'l-Hakiiniyye üzerinden gündeme getirdiğini görüyoruz.

    Şirvani'nin yaklaşımında da ilimierin mekan ve zamanların, ülke ve dinlerin

    değişmesiyle değişip değişınediği şeklinde ayıncı bir kriter fark edilmektedir.

    Tarihsel döneme ve sosyo-kültürel çevreye göre değişmeyen ilimiere matema-

    ----ıiksel astrOrıömi örnek verilebilir. Aynı tasnifte felsefi ilimler (el-'ulfımu'l-hi

    kemiyye) ile haklkl ilimierin aynı anlamda kullanıldığı, bu ilimierin ulaşnğı

    doğruların çağların geçmesiyle değişınediği belirtilmektedir.6 Sultan Fatih'in

    kullandığı "halôkl ilinıler" terimi esasen ve önceleri akli bir ilimler sistemi ola-

    rak felsefeyi ifade etmekte iken daha sonraları bu terimin kapsamına şer'! bir

    ilim olarak kelam ve tasfiye yöntemiyle ulaşılan tasavvuf ilimlerinin de kattl-

    dığı görülmektedir. Nitekim Sultan'ın terimi her üç metafizik perspektif kap-

    sayacak şekilde kullandığı görülmektedir. Böylece haklkl ilimler terimi kelfun,

    felsefe ve tasavvufu aynı kavramın şemsiyesi altına sokınakta, varlıkların nes-

    nel gerçekliğini evrensel ve tümel bir ilim temelinde araştıran metafizikler

    olarak hepsini aynı entelektüel söylemin içine dahil etmektedir. Bu suretle

    Sultan Fatih'in kullandığı bağlamda mutasavvıflar, tıpkı kelamcı ve filozoflar

    gibi haklkl ilimierin araştıncıları olarak görülmekte dolayısıyla tasavvufi öğ

    reti, yöntemi öteki nazari ilimlerden tamamen farklı olsa da hakikat iddiası

    farklı ve/veya üstün yönleriyle karşılaştırmalı olarak "muhakeme" edilebilir

    düzeyde kavranmış olmaktadır.

    Bu üç hakikat ve yöntem iddiasının dönemin entelektüelleri tarafından

    "muhakeme" edilmesi yönünde Sultan'ın dile getirdiği talep, öyle anlaşılıyor

    ki alternatif metafiziklerin mukayeseli bir yeniden değerlendirilmesi yönun-

    deki ihtiyacı yansıtmaktadır. Problematik yapılan, kavramsal sistemleri ve

    sistematik derinlikleri itibariyle alabildiğine gelişmiş, müdevven birer ilim

    haline gelmiş, karşılıklı tartışmalarla verimli bir iletişim . ve etkileşim içine

    girmiş, teorik ifade imkanlannın ortak kullanımı sebebiyle birbiriyle hay~

    li yakıniaşmış ve dolayısıyla her biri tevarüs ettiği klasik birikimi bir ölçüde

    aşacak biçimde yeni senteziere yönelmiş bu üç metafizik perspektif artık bir

    "muhakeme" ihtiyacı doğuracak birikim ve olgunluğa erişmiştir. Sultan'ın ta-

    lebi özelinde bu ihtiyacın hangi iddia daha makul, hangi hususlarda ittifak,

    5 Taşköprizade, Miftôhu's-sa'ôde, ı, s. 68-69.

    6 Katip Çelebi, Keifü'z-zünün, ı, s. 12; Sıddik Hasan Han ei-Kannevci XIX. yüzyılın ikinci yarısın

    da telif ettiği eserinde Keifü'z-zünün'da aktarılanları aynen tekrar eder. Krş. Kannevci, Ebce-

    dü'l-ulüm, 1, s. 60-61.

    26 r Osmanlı"da ilm- i Tasavvuf

  • hangi hususlarda ihtilaf halindeler, bu yöndeki tespitler bir iddiayı diğerine

    tercih etmek için yeterli gerekçe oluşturabilir mi, ittifak noktalannı has ıl eden

    analizler, ih.tilaf noktalan na yönelik karşılıklı eleştiriler nasıl nesnel bir değer

    lendirmeye imkan verebilir ... vb. sorularıyla ifade edilmesi mümkündür. En

    azından Taşköprizade rivayetinde Sultan'ın böyle bir "mul:iakeme" için hakıki

    ilimleri araştıran üç "taife"den birini ötekilere baskın biçimde tercih ettiğini

    gösterir bir işaret yoktur.

    Böyle bir araştırma tarzının İslam entelektüel geleneğinde de bir karşılığı

    olduğunu hem şer'! hem de felsefi ilimlerde aynı konu ve meseleler etrafın

    da ihtilafa di.işmüş ünlü bilginierin görüşlerini yeniden ele alıp değerlendir

    mek üzere adında "el-Muhakeme" veya "el-Muhakemat'' geçen birçok eserin

    kaleme alındığını biliyoruz. Konumuz bağlamında öncelikle İbn Sina'nın el-

    İşarat'ı ekseninde gelişen el-Muhiikemat literatürü hatıra gelmelidir ki bu li-

    teratürün Osmanlı kültür evrenindeki güçlü yankılanndan birini Kutbüddin

    Razi'nin el-Muhakemiit beyne şerheyi'l-İşiirat adlı eseriyle bulduğu bilinmek-

    tedir.7 Sultan Fatih'in hakiki ilimleri araştıran alternatif akımlar arasında bir

    "muhakeme" yazılması talebini karşılamak üzere telif edildiği ne göre ed-Dür-

    retü'l-Jahire'nin de bu türe dahil edilmesi mümkün görünmektedir. Nitekim

    eserin Risiiletii'I-Muhiikemat adıyla da anıldığını öğreniyoruz.8

    Muhakeme kelimesi işdeşlik ve karşılıklılık anlamı taşır. Bizim bağlamımız

    da farklı ve fakat karşılaştırılabilir entelektüel perspektifiere sahip tarafiann

    mukayeseli bir değerlendirmeye tabi turulmasını ifade eder. Bu amacı taşıyan

    telif türünde araştırma tarzı, cedeli nitelikte olmayıp hiç değilse beklentileri

    karşılayacak kadarıyla akademik bir yaklaşımı ön görür. Böyle bir yaklaşım

    da muhakeme edilen alternatif görüşler ele alınırken kaynak metinlerde dile

    getirilen görüşleri doğru aktarması, görüşlerdeki asıl anlamı açığa çıkarması,

    alternatif fikirlere ait anlamları karartacak bir tutıım sergilememesi, gerekti-

    ğinde fikri duruşuna, temel iddialanna iştirak etmese de bir müellifin fikri-

    yatındaki isabetli yönleri, hakkı ve hakikati teslim etmek adına cesaretle dile

    getirmesi beklenir. Ancak bu, araştırınayı telif eden müellifin bir fikri duruşa sahip olmadığı anlamına gelmez. Bu açıdan bakıldığında ed-Diirre müellifinin

    sı1fi bir din bilgini olduğu yeniden hatırlanınalı ve tabü olarak vahdet-i vücı1d

    metafiziği safında pozisyon aldığı özellikle göz önünde bulundurulmalıdır.

    7 Muhakemat tarzı telif türünün karakteristik özellikleri ve ilgili literatürün gelişimi için bk.

    Mesut Kaya, "islam ilimler Tarihinde Muhakemat Geleneği: Tefsir Haşiyeleri Merkezli Bir

    Deneme"; özellilde bk. s. 3-12.

    8 Bk. Şamil Öçal, "Abdurrahman Cami'nin ed·Dürretii'I·Fôhire isimli Eseri", s. 103.

    Osmanlı'da lım-i Tasavvuf , 27

  • Hatta ed-Diirre'nin kelam ve felsefe teorilerinin vahdet-i vücfıd metafiziği açı

    sından bir değerlendirmesi olduğu dahi söylenebilir. Bununla birlikte -me-

    seleleri ele alırken söz konusu akademik kriterler açısından sergilediği tutu-

    ma örnek teşkil etmek üzere- müellifin tasavvuf dışındaki metafizik fikirleri

    doğru anlamaya ve aktarmaya çalıştığı, farklılık arz eden birikimler karşısında

    saygılı davrandığı, mutlak bir dışlayıcı tutum sergilemediği, taassuptan uzak

    durduğu, alternatif fikirleri mukayeseli biçimde ele alıp eleştirdiği, bazen

    de safını tutmadığı tarafın fikirlerini haklı bulduğu görülmektedir. Kısacası

    "muhakeme" müellifin iştirak etmediği teorileri 'tehafüt' işlemine tabi tutup

    bir tür yapı sökümüne uğratmaktan ibaret kalmamakta, görüşlerdeki haklılık

    payı yer yer gözetilmekte, öte yandan mukayeseli ve eleştirel tutum müellifin

    bağlı bulunduğu hakikat iddiasının daha belirgin biçimde açıklık kazanması

    nı sağlamaktadır.

    Ancak bu eserin konumuz bakımından asıl ilginç yanı yukanda da belirttiği

    miz gibi İslam entelektüel geleneğinin üç ana akımına ait teori ve öğretilerin

    müntesiplerini aynı masanın etrafına oturtınası ve tartıştırmasıdır. Varlık kav-

    ramı gibi ortak konular, Tanrı'nın varlığı gibi ortak problemler, Vacibü'l-vü-

    cfıd bizatihi gibi ortak kavramlar; neredeyse tüm metne egemen olan ortak bir

    terminoloji ve zaman zaman yolları kesişen teorik sistemler tartışmalardaki

    triyolojiyi mümkün kılmaktadır. Her ne kadar her üç kesimin yöntem iddia-

    lan farklı ise de karşılıklı tartışmayı mümkün kılan bir ortak dil genel olarak

    mevcuttur ve esere hakimdir. Yöntem farklılıklan açısından bakıldığında bu

    metinde kelam bilginleri '"ala kanfıni'l-İslam" metafizik yapıyor, filozof me-

    tafizik meseleleri doğruluk ve yanlışlığı akli referanslarla test edilebilen bir

    yöntemle inceliyor ve sfıfi de tasavvuf metafiziğini belki nazari aklın çabasıyla

    ulaşılmayan fakat nazari aklın imkanlarıyla muhatapları için de anlamlı ola-

    bilecek makul bir ifadeye kavuşturuyor olmalıdır.

    Rakip kelam fırkalarının kendi aralarındaki görüş farklannın mukayeseli ola-rak ele alındığı bir menlin kelam eseri olduğunu söylemekte zorlanmayacak-

    tık. Yahut çeşidi felsefi ekollerin kendi aralannda tartışmalan dile getiren bir

    eseri felsefi saymakta tereddüt etmeyecektik. ed-Diirre söz konusu olduğunda

    eserde ele alınan ortak tartışma konusu ve problemler açısından eserin kelami

    mi, felsefi mi yahut tasavvufi mi olduğunu sorduğumuzda bu doğru bir soru

    olacak mıdır? Eğer soruyu felsefe tarihi konusunda çalışan bir uzmana sor-

    muş olsaydınız bahsedilen konu, problemler ve ilgili kavramiara ait en eski

    referansların felsefi metinler olduğunu haklı olarak söylerdi. Ancak kelam ve/

    veya felsefe tezlerine karşı konan Sfıfiyye'ye ait tezlerin felsefi nitelikli oldu-

    ı 28 ~ Osmanlı"da ilm- i Tasavvuf

  • ğunu bizzat Molla Cami kabul eder miydi? Hayır, kesinlikle etmezdi. Çünkü

    konumuz balamından asıl mesele, tasavvuf metafiziğine ait ilkelerin nazari

    yöntemle ulaşılabilir kanıt türünden olmamasıdır. Nitekim Molla Cami de bir

    yanlış anlamaya meydan vermemek için tasavvufa özgü bilgi yolunun kelime-

    nin teknik anlarruyla teorik olmadığını belirtmek ihtiyac;m özellikle hisset-miştir. Şöyle yazıyor:

    Mutasavvıfların inançlarında dayandıkları temel (müstened) akıl yürütme

    ve delilerle bilmek (en-nazar ve' I-burhan) değil, keşf ve açıkça bilmektir

    (el-keşf ve'l-iyan). Gerçekten de onlar tam bir tecerrüd ile kalbierini var-

    lığa aid bağlardan ve ilmi kanunlardan tamamiyle boşalnrlar. İradelerini

    toplayarak (tavahhüdü'l-azime), gevşemeden ve düşüncelerini dağıtmadan

    (taksimü'l-hatır) azimlerini bölüp parçalamadan cem üzere daim olurlar ve

    bu yolda se bat ederler. Allah onlara keşf edici bir nur (n uru n kaşifun) ihsa.n

    eder ve bu nurla eşya yı olduğu gibi görürler. Bu nur aklın sınırlarının öte-

    sinde bir düzeyin zuhfıruyla ortaya çıkar. Bunun varlığı imkansız değildir.

    Çünkü akıl düzeyinin ötesinde, adedini ancak yQce Allah'ın bilebileceği

    birçok mertebe vardır. Aklın bu nura nisbeti vehmin akla nispeti gibidir.

    Dünyanın içinde de dışında da mevcud olmayan bir şeyin varlığı gibi ve-

    him tarafından kavranamayan bir şeyin akıl tarafindan kavranması nasıl

    mümkün olabiliyorsa hiçbir şeyin sınıdayamadığı mutlak hakikatın varlığı

    gibi akıl tarafından kavra.namayan bazı şeylerin de keşf edici nur (nur-i ka-

    şif) tarafından onaylamp kabul edilmesi pekala mümkündür.9

    Bir sufinin teorik kavramlarla örülü eseri konusunda okuyucusunu uyarması

    normaldir ve Cami bu hususta geleneğe uymaktadır. Muhyiddin İbnü'l-Ara

    bi de ei-Fütuhiitü'I-Mekl.iyye adlı eserinin meselerrıiz bakımından çok dikkat

    çekici girişinde sufi öğretide dile getirilmiş bir meselenin filozof, kelamcı gibi

    bir alalcı tarafından dile getirilmiş olmasının yol açabileceği kafa kanşıklığı

    hususunda okuyucusunu uyarmaktaydı. Aksi takdirde aynı bilgiyi dile getiren

    ınuhakkik bir sufinin filozof olduğunu sanması işten bile değildir. Okuyucu

    sanabilir ki filozoflar bu fikirleri öne sürmüş, sufiler de ondan aktarmaktad1r.

    Üstüne üstlük fikrin kaynağı olan filozofun dinsiz olduğunu düşünen biri ayru

    gerekçeyle sufiye de dinsiz diyecektir. Oysa suôlerin bu fikirleri filozoflardan

    aktardıkları, felsefe kitaplanndan öğrendikleri iddiası tamamen gerçek dışı

    dır. Kaldı ki, isterse dinsiz olsun, filozofların her fikrinin yanl1ş olduğu ileri

    sürülemez. Söylediklerinde doğru yönler de bulunabilir. Özelliki~ ahiakla il-

    9 Cami, ed-Dürretii'11ôhire, tre. Ş. Öçal, s. 133-134.

    Osmanlı'da lım -i Tasa,•vuf , 29

  • gili bahislerde durum böyledir.10 Anlaşılan İbnü'l-Arabl müstakbel okuyucu-

    sunu felsefe veya kelam kitaplanndaki problematik ve terminolojik yapılara

    Fütıllıiit'ta rastlaması durumunda yanlış bir izlenime kapılmaması yönünde

    uyarmaktadır. İbnü'l-Arabl anılan girişte ilimleri akıl ilmi, haller ilmi ve sır

    ilimleri olarak üç kısma ayınrken konuları açısından bir tasnif yapmıyor, bilgi

    kaynaklan açısından üç düzeyden bahsediyordu: Akıl, zevk ve ilham. Buna

    göre akıl ilmi akli kanıtlama yöntemleriyle hasıl edilen ve bilginin yine akli

    kanıtlama yöntemleriyle doğrulandığı, kuşku götürdüğü veya yanlışlandığı

    ilimdir. Haller ilmi tamamen ruhani tecrübe ya da yaşantılarla ilgili olduğu

    için bu bilgilere tanım ya da kanıt ile ulaşmak mümkün değildir. Bu bilgiler

    teorik aklın üstünde olduğu için değil, teorik aklın yöntemlerinin dışında ol-

    duğu için sırf akılla bilinemezler. Oysa sır ilimleri açıkça teorik akıl gücünün

    üstündedir. Çünkü RCıhu'l-kuds'ün peygamber veya sı1finin kalbine ilhamıy

    la bilinirler. Şu var ki bu bilgilerin bir kısmı akti bilgiler gibi ak.ılla kavrarur.

    Ancak bu kavrayış, bilginin kayı1ağının teorik akıl olduğu yaniışına götürme-

    melidir. Bir kısmından ise nakli bilgiler gibi kaynağının otoritesine duyulan

    güven ile bağlantılı olarak rivayet yoluyla haberdar olunur. 11 İbnü'l-Arabl'nin

    filozof İbn Rüşd ile diyaloğu hakkında aktardığ1 otobiyografik rivayet sufi bil-

    ginin kaynaklan ile teorik bilgi arasındaki farkı ima etmektedir. Genç sufi ile

    yaşlı filozofun bu karşılaşması aslında sun bilgi ile nazari bilgi arasındaki ilişki

    ve farka dair çarpıcı bir diyalogtu. Felsefi ve sufi bilginin önce karşılıklı "evet"-

    leşmesi, ardından sufi cenahtan farkı vurgulamak üzere gelen "hayır" ve niha-

    yet keşfe dayalı bilgi ile nazari bilgi arasında bir ilişki olup olmadığı sorusuna

    karşı verilen kan dondurucu cevap: ''Evet ve hayır! 'Evet ve Hayır' arasında

    ruhlar maddelerinden, boyunlar bedenlerinden uçar."12 Şeyh-i Ekber'in ünlü

    öğrencisi Sadreddin Konevi tasavvuf öğretisini konusu, ilkeleri ve meselele-

    ri diğer ilimler gibi metodolejik esaslara bağlanmış bir ilm-i ilahi yani meta-

    fizik olarak inşa etme gayreti içindeyken bu ilmin esaslarının nazari çabaya

    dayanmarlığını aynı şekilde vurguluyordu.13 Konevi de üstadı gibi tasavvufi

    metafizik ilminde kullanılan terminolojinin nazari yöntemi benimseyen şekil

    ci bilginlerin terminolojisini andırmasının yol açabileceği kafa kar1şıklığına

    dikkat çeker. Konevi'ye göre sufi metafizik ile şekilci bilginlerinki arasında ter-

    10 lbnü'l-Arabi, Fütühôt-1 Mekkiyye, ı, s. 77-78.

    11 ibnü'l-Arabi, Fütühôt-1 Mekkiyye, ı, s. 74.

    12 ibnü'l-Arabi, Fütühôt-1 Mekkiyye, ı, s. 446.

    13 Konevi'nin tasawuf öğretisini, konusu, ilkeleri ve meseleleriyle belirlenmiş müdewen bir

    metafizik ilmi olarak yeniden ele alışı Ekrem Demirli tarafından incelenmiştir. Bk. Demirli,

    Sadreddin Konevi'de Bilgi ve Varlık, s.lS-99.

    30 ~ Osmanlı'da ilm-i Tasavvuf

  • minolajik ortaklık bulunduğu izlenimine yol açan şeyler tasavvuf metafiziği

    terminolojisini şekiki bilginlerinkiyle sınırlandırma amacı taşımaz. Evet, iki

    metafizik arasında terminolojik bir ortaklık vardır. Ancak bunun iki sebebi

    vardır. Bir kere ortada anlamı üzerinde uzlaşılrruş terimler sözlük anlamıyla

    kullanılacak lafızlardan daha uygundur. Ortaklık izieniminin ikinci sebebi

    aynı terminolojinin perdeli kimselerin teorik fikirlerine de kalbiyle yönelen

    kim~eye gelen keşfı bilgileri de cek anlamda buluşturabilmesidir.

    Fakat kalbiyle yönelen kimse, kendisine gelen manayı tertemiz bir mahal

    ile, çaba sarf etmeksizin "keşf" eder; böylece gelen mananın saflığı, aslı üze-

    rinde baki kalır. Perdeli insan ise, beşeriyerinin ve fikir perdesinin ardından

    çaba ile ve kirli bir m aha! ile kendisine gelen manayı telakki eder, manada,

    şaibe ve kisveye bürünür. Böylece tek bir şey, iki sfırete sahip olmuş olur.ı4

    Şu halde kalbin metafizik hakikate ilişkin herhangi bir fikri bulanıklık ve kirli-

    liğe maruz kalmamış keşifleri teorik yöntemlerle çalışan bilginlerinkiyle'ortak

    bir terminolojiye müracaat ederek ifade edilebilecektir. Dikkat edilecek husus

    tasavvuf metafiziğinin teorik aklın bir inşası olmadığını bilmektir. Gerisi bir

    bilgi-iletişim ihtiyacının giderilmesinden ibarettir. Nitekim Konevi'nin Fatilu1

    Tefsiri adlı eserinde meseleleri kanıtlarla ortaya koyuşunu sadece "akılcıları ısındırmak" gerekçesine bağlarlığına da dikkat çekilmiştir.15

    Konevi'nin Miftalı'ına şerh yazmış olan ünlü Osmanlı bilgini Molla Fenari de

    tasavvufu bir "ilim" olarak ele almanın mümkün açılımianna önemli katkılar

    da bulunmuştur." Şer'i-ilahi ilimler"in (el-'ulı1mu'ş-şer'iyye ve'l-ilahiyye) çok

    yaygın başvurulan bir hadis-i şerife dayanarak din bilgisi ('ilmü'l-edyan) ve

    beden bilgisi ('ilmü' l-ebdan) şeklinde iki ana kısımdan oluştuğunu belirten

    Fenari -örneğini tıp ilmi olarak verdiği beden bilgisine karşılık- din bilgisi-

    nin de zahir ilmi (' ilmü'z-zahir) ve batın ilmi ('ilmü'l-batın) olarak ikiye ayrıi

    rlığına temas eder.16 İlkinde bilginin kesbi ikincisinde vehbi nitelikte olduğu

    bu ilimler, "şer'i" olma vasıflarını esasen Kur'an ve hadis-i şeriflere dayanıyor

    olmasından alırlar.17 Akaid ile ilgili zahir ilimleri kelam ilmi ve metafiziktir (el-

    'ilmü'l-ilahi); arnellere ilişkin zahir ilimleri ise usul- ı fıkıh, fıkıh ilmi ve sayı

    lan zahir ilimierin maksatlarını metin ve senet bakımından cemine vesile olan

    14 Konevi, Taşavvuf Metafiziği, s. 11-12; iki ayrı bilgi telakkisi ne rağmen ortaya çıkan terminolojik ortaklığı n Konevitarafından açıklanışı üzerine ayrı ca bk. Demirli, Sadreddin Konevi'de Bilgi ve Varlık, s. 83-86.

    15 Zikreden, Demirli, Sadreddin Konevi'de Bilgi ve Varlık, s. 82. 16 Fenari, Misbôhu '1-üns, s.12. 17 Fenari, Misbôhu 'l·üns, s. 17.

    Osmanlı 'da Ilm-i Tasavvuf , 3 1

  • tefsir ve hadis ilimleridir!8 Metafiziğin kelam ilminin yanı sıra akaidle ilgili

    zahir ilimlerinden sayıldığına dikkat edilmelidir. Tasavvufbu şemada tahmin

    olunabileceği gibi batın ilminin ta kendisidir ve '"ilrnü't-tasavvuf ve's-sülfık"

    olarak anılır. Fenari'nin "bir görüşe göre" ('ala re'yin) diye aofta bulunduğıı

    felsefi metafiziğin "var olması bakımmdan varlık" (el-mevcfıd min haysü hüve

    mevcfıd) şeklindeki konusu, bu ilirnde "küll"ün artık bir külli kavramı değil,

    Tüm Varlık (el-vücfıd) anlamına geldiği, "Hak Te'a.Ia" olarak belirlenecektir!9

    Bu çerçeveden bakıldığında "el-'ilmü'l-ilahi"nin anılan taksirnde '"ilmü'l-ed-

    yan" kategorisinde konumlandırıldığı, zahiri ilimlerden sayıldığı, bununla

    birlikte tasavvuf ilminin batın ilmi olma vasfıyla bir ontoloji olarak kavrandığı

    görülebilmektedir. Başından beri felsefi ilimler sisteminde külli ilim olarak

    kavranan, sonraki dönemlerde bu konuma "şer'i" ve külli bir ilim olarak kela-

    mın yerleştirileceği teorik metafiziğin yam sıra tasavvuf metafiziği bir batın

    ilmi olarak Fenari'nin tasnifinde mümtaz yerini böylece almaktadır. Bu du-

    rumda klasik ilimler tasnifi anlayışına uygun olarak akli olsun, nakli olsun

    'cüz'i ilim' vasfını taşıyan astronomiden fıkıh ilmine kadar öteki tüm ilimierin

    ilkelerini tasavvuf metafiziğinden alması zımnen öngörülmüş olmaktadır. Bir

    ilim ve metafizik olarak kavramnca tasavvufun artık İslam entelektüel evre-

    ninde güçlü, yaygın ve etkili kavramsal sistemi ve dolayısıyla terminolojisiyle

    nazari metafizik literatürüyle önünde sonunda kuracağı ilişki, aynı zamanda

    farkı da ortaya koymak zorundaydı. Nitekim Fenari de üstadı Konev.i'yi izleye-

    rek tasavvııf metafiziğinin ilkelerinin zati isimler olduğııııu belirtir ve onlan

    kanıt kılan bilginin keşif ve zevk (el-keşfı.i's-sarih ve'z-zevkü's-sahih) olduğıı

    nu vurgular. Bununla birlikte "Küll"ün hakikatini bilme hususunda perde-

    lenmiş olsa da tasavvuf metafiziğinin ilkelerinin ilke olma vasfını kanıtl~ak

    için nazari aklın yardımı (müsa'adeti'l-'akli'n-nazari) söz konusu olabilecektir.

    Çünkü metafizik ilke, hakikati ispatlayan akli kanıda çelişmez.20 Ancak fark

    edilmiş olabileceği gibi nazari aklın kanıtlan karşısındaki bu tutum ihtiyatlı

    bir iyinıserliği ifade eder. Tasavvııf metafiziğinde "eşyanın hakikatini Allal1'ın

    ilminde olduğıı üzere bilmek", söz konusu olan nazari aklın kanıtlarıyla bil-

    mek olduğunda, çeşitli haklı gerekçelerle ihtiyatlı davranınayı gerektirir. Bu

    gerekçelerin bir los mı bakış açısı ve yetenek farklılığı, karşıt görüşler arasında

    18 Fenari, Misbôhu'l·üns, s. 26; Misbôh'taki ilimler tasnin Fenari'nin metafizik öğretisini Misb5h metni üzerinden inceleyen bir eserin birinci bölümünde ele alınmıştır. lskenderoğlu, Molla Fenôri'de Tasavvuf Meta fiziği, s. 23-51; konumuzu doğrudan ilgilendiren tasavvufı bilgi-nazari bilgi ilişkisi ve ayırımı için özellikle bk iskenderoğlu, Molla Fenôri'de Tasavvuf Metaftziği, s. 35-38.

    19 Fenari, Misbôhu'l-üns, s. 27-28.

    20 Fena ri, Misbôhu'l-üns, s. 28.

    32 r Osmanıı·da ilm-i Tasavvuf

  • doğru görüşün kanıtlanmasında yaşanan yetersizliğin bu görüşleri ihtimali-

    yetİn askısında bırakması, kesin olduğuna kanaat edilen bilgilerin sonradan

    böyle olmadığınm anlaşılması ve terk edilmesi gibi gözlemlerden kaynakla-

    nır. Bir kısmı da külli hakikatiere yönelik entelektüel etkinliğin, tikel formlar

    düzeyinin ötesine geçemeyen fikir gücüyle yürütülmesi, zevke dayalı tecrübi

    veriler türünden hakkında nazari kanıt veya karşı kanıt getirmenin imkansız

    olduğu durumlar, -İbn Sina'nın da itiraf ettiği üzere- nazari yöntemle eşyanın

    tanırolanamaz basit hakikatini değil, sadece sıfatiarını biliyor olmamız, me-

    sela insanın doğrudan bilincinde olduğu halde insani hakikati nazari açıdan

    kayrayamıyor oluşu gibi nazari bilginin epistemolojik sınırlarıyla ilgilidirY

    Şu halde Fenari'ye göre tasavvuf metafiziğinin ilkeleri nazari kanıtlar değil

    dir. Ancak bütün güvenilirlik ve sınır problemlerine rağmen nazari kanıtlar

    yardımıyla bu ilkelerin aklen doğrulanması anlamsız ve geçersiz bir entelek-

    tüel etkinlik değildir. Tasavvufi ve nazari ifade biçimlerinde görülebilecek ter-

    minolojik ortaklıklar hakkında Konevi'den aktardığımız pasaja tekrar temas

    eden Fenari, üstadının ortaya koyduğu 'fark' hususunda okuyucusunu tekrar

    uyanr ve saf hakikare ulaşmak için saflaşmanın gereğine, dolayısıyla manevi

    arınmanın hakikare vasıl olma yolundaki belirleyici rolüne dikkat çeker.22

    ed-Diirre metnine dönersek, müellifinin kelam, felsefe ve tasavvuf için baş

    vurduğu kaynakliar genellikle müteahhir döneme aittir ve dönemin ruhuna

    uygun olarak yukandan beri işaret ettiğimiz üzere ortak bir problematik ve

    terminoloji üzerinden mukayese edilmeye müsait yapıdadırlar. Bilindiği gibi

    alternatif metafizik perspektifierin birbirine yaklaştığı ve hatta kaynaştığı bir dönemdir bu. İbn Haldün bu dönemin sözü edilen hususiyederine değinmiş

    ti. Kendisi kelam ilminin gelişiminden bahsederken Gazzali ve Fahreddin

    er-Razi'nin felsefeyle kurdukları diyalojik ilişki neticesinde ortaya çıkan ve

    onları izleyenierin eserleriyle pekişen yeni kelam yöntemine "müteahhirin

    tariki" adını vermekteydi. İbn Haldun bu yöntemi eskisinden ayıran karakte-

    ristik vasfı, kelam ilminin felsefe konulan, meseleleri ve terminolojisiyle iyice

    kaynaşması ve aralanndaki perspektif farklılıklarına rağmen her iki gelene-

    ğin birbirinden ayırt edilemeyecek hale gelmesi şeklinde tespit etmekteydi.23

    Tasavvufi literatürün gelişimi konusunda da benzeri bir tespite yer veren İbn

    21 Fena ri, Misbôhu'l-üns, s. 32-35; Fenari'nin ibn Sina'ya eşyanın "hakikat" ını bilemeyeceğimize

    dairyaptığı atıf, filozofun et-Ta'/ikôt adlı eserinde yazdıklarıyla ilgilidir. ibn Sinli'nın bu ilginç

    yaklaşımına, ilk baskısı 2002 yılında yapı lan bir çalışmam ızda değinmiştik. Sk. Kutluer, ibn Sinô Ontolojisinde Zorunlu Var/tk, s. 73-74/dipnot 11.

    22 Fenari, Misbôhu'l-üns, s. 53.

    23 ibn Haldun, Mukaddime, l l, s. 831-832.

    ~smanlı'da ilm-i Tasavvuf ~ 33

  • Haldun, "tasavvuf ilmi" olarakandığı bu geleneğin Gazzali'nin İhya'sı türün-

    den eserler sayesinde "müdevven bir ilim" haline geldiğini belirtir. Yine ken-

    disinin "müteahhirin" adıru verdiği bir kuşak tasavvufu riyazet ve mücahe-

    deyle insaru ahlaken yetkinleştirecek pedagojik bir disiplin olmanın ötesine

    taşımış, mevcudatın fizik ve metafizik yönlerden araştırılınasını gaye edinen

    bir ilim haline getinniştir. Özellikle tasavvufi tecrübeyle vasıl oldukları me-

    tafizik idrakleri "ilmi ve nazari" hale getiren mutasavvıflar, bir "ittihad" öğ

    retisini, üstelik Aristoteles öncesi metafizikçi filozofların görüşleriyle irtibatı

    içinde öne sürmüşlerdir. Bu dönüşüm sürecinde bazı mutasavvıf müellifler

    varlığın keşfi ve hakikatierin tertibi hususunda "mezahir ehli"nin yöntemle-

    rini izlemiş, fakat bu metodolojik tercih meseleyi daha da zor anlaşılır kılmış;

    bu yöntemle yazılan eserler, yöntemin asıl sahipleri tarafından yazılan nazari

    eseriere nispetle iyice müphem bir hal almıştır. Mesela "varlığın Fail'den su-

    duru ve tertibi" hakkında yazılan -Sa1düddin Fergani'nin Miiııtelıe'l-mediirik'i

    gibieserlerde-filozofların s udur kavramı ile tasavvufta gelişen tecelli kavram-

    ları artık aynı anlamda kullanılmaya başlanrnışnr. Bu tavra kendilerini iyice

    kapuran Herevi, İbnü'l-Arabi, İbn Seb'in, İbnü'l-Arif, İbnü'l-Farız gibi muta-

    savvıflar öğretilerini dile getiren çok sayıda kitap telif etmişlerdir.24

    Molla Cami'nin de eserinde "müteahhirun" kuşağa ait kurucu ve etkili olmuş

    müelliflere müracaat etmiş olması tasavvuf ilmi~in kelam ve felsefeyle karşı

    laştırmalı ve eleştirel bir muhakemesini mümkün kılmıştı. Nitekim ed-Diirre

    ve yine Cami'nin kaleminden çıkma haşiyesi gözden geçirildiğinde müellifin

    ismen zikrederek referansta bulunduğu başlıca müelliflerin bu kuşağa ait

    olduğu hemen fark edilecektir. Metinlerde adı geçen bu mütefekkirler Muh-

    yiddin İbnü'l-Arabi, Sadreddin Konevi, Saldüddin Fergani, Molla Fenfui, ·Ay-

    nülkudat Hemedani, Nasirüddin Tusi, Kutbüddin Razi, ve Seyyid Şerif Cür-

    canl'dir. Bu kaynaklar içinde Fusiis ve Fiittılıat Molla Cami'nin fikri duruşunu

    gösterir yönlendirici kaynakları teşkil ederken, Konevi ve Tusi arasındaki

    - ei-Miiraseliit adıyla da bilinen- mektuplaşmalar tasavvuf ve felsefe diyalo-

    ğunugündeme getirmesi bakımından dikkat çekmekred ir. Ayrıca Nasirüddiri

    Tlısi'nin ünlü ei-İşariit şerh i İbn Sina felsefesiyle teması sağlayan metinler ara-

    sındadır. Molla Fenari'nin Konevi'nin Miftiilıu'l-gayb adlı eserine yazdığı Mis-

    biilw'/-iins adlı şerh de sufi öğretinin ilmi ve nazari ifadelerle temellendirilme-

    sinde temsil gücü yüksek bir kaynaktır. Kutbi.iddin Razi'nin el-Mulu1kemiit'ına

    başvurarak yaptığı okumalar Molla Cami'ye Fahreddin Razi ve Nasirüddin

    Tlısi'nin İbn Sina'nın el-İşiirat'ı ekseninde yürüttüğü tartışmalara nüfUz etme

    24 ibn Haldün, Mukaddime, ll, s. 855-858.

    34 r Osmanlı'da ilm- i Tasa\'\·uf

  • imkanı vermiş olmalıdır. Nihayet üstadımızın kelam geleneğine Teftazaru'nin

    Şerhu'l-Makiisıd'ı ile bu ilmin müteahhir dönemdeki bir diğer yüksek kalibre li

    bir klasiği olan ve aynı zamanda bir felsefi fikirler ansiklopedisi hüviyetindeki

    Cürcani'nin Şerlıtt'f-Meviikıfı üzerinden müracaat ettiği anlaşılmaktadır.25

    Molla Canu eserin mukaddimesinde bu risaleyi Kendisiyle Zorunlu'nun

    Varlığı {Vucfıdi'l-Vacib Bizatihl), isim ve sıfatlarının hakikatleri, kudsiyyet ve

    izzetinin kema.Iinde bir noksanlık olmaksızın çokluğun O'nun Birliği'nden

    nasıl sadır olduğu (keyfi.yyeti sudfıri'l-kesreti 'an vahdetihi) ve bununla ilgili

    düşünme ve teorik araştırmanın götürdüğü (yüeddi ileyha el-fikru ve'n-na-

    zar) öteki meseleler hakkında -Sultan Fatih'in talebiyle uyumlu olarak- mu-

    tasavvıflar (es-sfıfiyye), kelam bilginleri (el-mütekellimin) ve önceki filozof-

    ların (el-hükemau'l-mütekaddimln) mezhebini tahkik etmek üzere kaleme

    aldığını belirtmektedir.26 Müellif eserinin öncelikle Kendisiyle Zorunlu'nun

    "vücfıd"u hakkındaki alternatif görüşler olduğunu belirtirken İbn Sina onto-

    lojisinde kristalize olmuş "Vacibu'l-vücfıd Bizatihi" terimini hatırlatmaktadır.

    ifadenin devamında Allah'ın mutlak birliğinden çokluğun nasıl "sadır" oldu-

    ğu meselesi, eserin karşılaştırmalı olarak incelediği temel meselelerden biri

    olarak dikkati çekmekte ve "sud ur" teriminin felsefi bagajı ifadede kendisini

    hemen hissettirınektedir. Stıfiyye'nin genellikle zuhfır terimiyle açıkladığı,

    felsefe geleneğinde sudtır terimiyle ifade edilen emanasyon süreci özünde

    Allah-alem ilişkilerinin ontolojik veya teolojik olarak temellendirilmesiyle

    ilgilidir. Nitekim bu husus kaçınılmaz olarak Allah-alem ilişkilerini kendile-

    riyle kavradığımız. ilahi isim ve sıfatlar meselesini eserin teolojik gündemine

    taşıyacaktır. Eser esas itibariyle bu temel meseleleri ele alacak ve akabinde

    muhakemenin kapı araladığı fikri ve nazari meseleler incelenecektir. Mü-

    ellifin bu eser için Allah'tan duası ise insaflı (munsıf) araştınnacıya yararlı

    olması, tutucu (muta'assıb) ve insaf yolundan sapmış (müte'assif) her türlü

    yaklaşımdan eserini korumasıdır. Bu dua herhalde eserde ele alınan üç me-

    tafiziğe tutucu bir tarafgirlikle değil, hakikat kaygısıyla yaklaşılması ümidini

    de dile getirmektedir ki özellikle insaf ve taassubun karşıt tutumlar olarak

    2.5 Cami'nin ed-Dürre'yi telif ederken yararlandığı kaynaklar konusunda bk. Heer, ed-Dürre neşri

    için lntroduction, s. 9; Ayrıca bk. Öçal, H Abdurrahman cami'nin ed-Dürretü'l-flihire Adlı Ese-

    ri", s. 112; Davud-ı Kayseri'nin Metôli'u'/-hususi'l-kilem adlı Fusus Şerhi, Cürdini'nin Şerlıu'I

    Mevôkif'ı, Teftazani'nin Şerhu'I-Makôsıd'ından yararlanıldığı gösterir notlar için bk. Cami,

    ed-Dürretü'/-fôhire, tre. Ş. Öçal, s. 147/dipnot 13, s. 160/dipnot 185, s. 164/dipnot 202.

    26 Abdurrrahman Cami, ed-Dürretü'l-fôhirefl tahkiki mezlıebi's-sufiyye ve'l-mütekellimin ve'l-hü-kemôi'l-mütekaddimfn ( Cami'nin Haşiye'si, AbdülgafOr Uiri ve imadü'd-Devle'nin Şerhleri lle

    birlikte) nşr. Nicholas Heer, Ali MüsevT Bihbehani, Tahran 1385/1985, s. 1; Cami, ed-Dürre-

    tü'/-fôhire, tre. Ş. Öçal, s. 121-122.

    Osmanlı'da ilm-i Tasavvuf ~ 35

  • zikredilmiş olması eseri bir "muhakeme" kılacak fikri tutum hakkında da bir

    beklenti oluşturmaktadır.

    rv. Nazari ve Sfıfi Perspektiflerden İki Meselenin Muhakemesi: Varlık ve İlahi Sıfatlar

    Molla Cami'nin muhakeme tarzı hakkında fikir veren alternatif fikirlerden na-

    sıl kavramsal ve problematik bir kanaviçe ördüğünü bütün teorik boyutlarıyla

    incelemek bu metnin amacı değildir. Ancak şu söylenınetidir ki, ed-Dürre'de

    ele alınan bütün meseleler esas itibariyle felsefe ve kelamda "el-umuru'l-am-

    me" olarak geçen varlık-yokluk (vücCıd-'adem), öz-varoluş (mahiyet-vücud),

    zorunlu-mümkün (vacib-mümkin), birlik-çokluk (val1det-kesret), töz-ilinek

    (cevher-araz), öncesiz olmak-sonradan olmak (kıdem-hüdus), tümel-tikel

    (külli-cüz'i) gibi genel ontolojik kavramlar ekseninde ele alındığı için kelam

    bilginleri, filozoflar ve sCıfiler kolayca ortak bir kavramsal zeminde buluştu

    rolmakta ve bu üç akımın temsilcileri karşımıza nazari fikirlere sahip yahut

    bunlar hakkında fikir beyan eden metafizikçi düşünürler olarak çıkmaktadır.

    Bu genel kavramlar ışığında üç akımdan bazılarının öne çıktığı alternatif me-

    tafizik fikirler mukayese edilmekte ve yeri geldiğinde daha önce yaygın kanaat

    halinde savunulmuş, bazıları klişe haline gelmiş fikirlerin üzerine eleştirel bir

    gözle gidilmekte ve nihai noktada doğru görüş olarak Molla Cami'nin taraftarı

    olduğu vahdet-i vücfıd öğretisinin altı çizilınektedir.

    Metafiziğe dair alternatif görüşlerin muhakeme edileceği bir eserde müellifin

    önce varlık (vücud) teriminden hareket etmesi bu ilmin konusu bakımından

    tabiidir. Dolayısıyla vahdet-i vücud metafiziğini esas alan Sufiyye (el-kailı1n

    bi vahdeti'l-vücüd)ı7 perspektifinden bu terimi ele almanın Molla Cami için

    de özel bir önemi ve önceliği olacaktır. Kaldı ki vahdet-i vüctld metafiziğinin

    kelam ve felsefe karşısında en temel ayının noktası varlık telakkisidir. Dolayı

    sıyla varlık ve var olan telakkisiyle ilgili bu ayın mı alternatif metafizikler karşı

    sında belirgin kılmak Cami'nin fikri duruşunu da belirgin kılacaktır. Bununla

    birlikte "vücCıd" konusunu her üç metafizik açısından ele alırken başvurduğu

    terminoloji, yukarıda da vurguladığımız gibi, Stıfiyye'yi kelam bilginleri ve .6.-lozoflarla ortak bir terminoloji dünyasında buluşturmaktadır. Varlık konusu

    etrafında Cami'nin başvurduğu terminoloji için eserinin Bizatihi Zorunlu'nun

    varlığı ve birliğine dair ilk kısmına28 göz gezdirecek olursak sırasıyla; vücCıd,

    27 Bk. Cami, ed-Dürretü'l1öhire, nşr. N. Heer, s. 3, 11.

    28 Cami, ed-Dürretü'/-fôhire, nşr. N. Heer, s. 1-12.

    36 r Osmanlı 'da lt m-i Tasavvuf

  • vacib, mümkin, vücıldu'J-vacib, zihnen ve haricen, fi'l-haric, iştirakü'l-vü

    cıld, mefhılmen müştereken, mahiyye, vücıldat, el-vücıldu'l-mutlak, cevher,

    araz, imkan, vücıld, teşklk, en-nazar ve'l-burhan, el-külliyyü't-tabi'i, el-külli,

    el-cüz'i, cins, fasıl, nev', el-mebde', vücılb, el-ma'kıllatü's-saniye, el-mevcıl

    datü'z-zihniyye ve'l-hanciyye, en-nefsü'n-nanka, el-'adem, el-vahde ve'l-kes-

    re ... gibi terimlerle karşılarız. K e lam ve felsefede kullanılan bu teorik lafızlar

    tasavvufi öğretinin kendi farkını tebeyyün ettirirken üzerinde fikri mesai sarf

    edilecek terminolojik zemini işaret etmektedir. Bu zemin tasavvufi öğretiyi

    açıklarken aynı konu ve aynı meseleler etrafında ed-Diirre'yi - Cami'nin eseri-

    ni sunarken kullandığı kelimelerle- "fikr" ve "nazar"ın götürdüğü yere gitme-

    yi gerekli kılmış görünmektedir.

    Cami'nin "vücıld" terimi etrafındaki alternatif telallileri nasıl muhakeme

    ettiği, bunu yaparken akli ve nazari yöntem açısından nasıl bir tutum sergi-

    lediğini anlamak için Varlık (Vıicıld) ve varolan (mevcıld) kavramlan bakı

    mından üç metafizik arasındaki farkı tespit etmek vahdet-i vücıld mesleğin

    deki bir mutasaVVJfın analizleri elbette merkezi önemde olacaknr. Üstadımız

    ed-Dürre'de üç metafizik bakımından muhakeme ettiği varlık meselesini Risale

    fi'l-viicud adlı başka bir eserinde daha d erli toplu biçimde ele almıştı ve iki eser

    arasında terminolojik ve problematik bir benzerlik bulunmaktadır. Şu halde

    ed-Diirre'ye bü mesele açısından bakarken Risiile fi'l-vüciid'u danazar-ı itibara

    almak yararlı olacaknr.

    Cami öncelikle Zorunlu'nun varlığını ,aklen ortaya koyan bir argüman geliş

    tirir. Buna göre varlıkta (vücıld) Zorunlu olan vardır. Zorunlu olmasaydı var

    olanın (el-mevcıld) sadece mümkünden (el-mümkin) ibaret olması gerekirdi.

    Tüm var olanlar mümkünden ibaret olsaydı hiçbir şeyin var olmaması gere-

    kirdi. Zira mümkün kendisiyle müstakil bir varlığa sahip değildir (la yestakil-

    lu bi vücıldihi fi nefsihi). Varoluşu başkasına bağımlı olunca başkasına varlık vermesi (icad) de söz konusu olamaz. Çünkü "vüciıd" "icad"ı önceler. Varlık

    yoksa varlık verme, varlık venne olmayınca da ne kendisiyle ne de başkasıyla

    var olan, olmayacaknr. Sonuç olarak Zorunlu'nun varlığı sübut bulmuştur.29

    Bu argümanı, -halkalanndan her birinin varlığı kendi dışında bir sebebe

    bağlı olan mümkünler zinciri sonsuza kadar gidemeyeceğinden varlığı bir

    sebebe bağlı olmayan bir Zorunlu'da durmalıdır şeklinde- bir filozofun ka-

    leminde dile gelen imkan delilinin bir tekran olarak okumak mümkündür.

    Ancak Cami'nin bağlı olduğu vahdet-i vücCıd mesleği hatırianınca bu argü-

    29 Cami, ed-Dürretü'l-fahire, nşr. N. Heer, s. 1; Cami, ed-Dürretü'l-frihire, tre. Ş. Öçal, s. 122.

    Osmanlı'da ilm-i Tasavvuf ~ 37

  • manı o perspektiften anlamlandırmak gerekir. Öyle anlaşılıyor ki Cami ken-

    disiyle "mevcud" olmayan, varlığı başkasından olup kendisine ait olmayanı

    gerçek anlarnda varlık saymamaktadır. "Müstakil" ve "binefsihl" "vücud"un

    öneelemediği "icad" fikri ise bizzat mümkün mevcudatı açıklama gücünden mahrumdur. O halde "vücud" dendiğinde son tahlilde "Vacib" olan yani Zo-

    runlu Varlık anlaşılmalıdır. Açıkçası, gerçek anlamıyla Varlık vardır ve Zorun-

    lu' dur. Cami dal1a sonra felsefe ve sonraki kelam ekallerinin varlık tasavvur-

    larını analiz ederken daima Varlığın zihin haricinde varlığı olmayan tümel bir

    kavram olduğunu savunan felsefe ve kelam geleneklerinde savunulan teorik

    teziere karşı çıkacak ve bunu genellikle onlann terminolojisine müracaatla

    yapacaktır.

    Cami'nin varlık telakkileriyle ilgili muhakemesini fikirler zincirini koparma-

    dan şöyle özetleyebiliriz: Ebu'I-Hasen el-Eş'ari ve Mu'tezile'den Ebu'l-Hüseyn

    el-Basri gibi önceki kelam bilginleri varlık ve ınahiyet ayınmını kabul etme-

    miş, bu bakış açısını benimseyen kelamcılar zorunlu ya da mümkün olsun bir

    şeyin varlığının kendisiyle aynı olduğunu savunmuş tur. Bu yaklaşımda "vücu-

    d"un her bir var olanda ortak olması varlık kavramıyla ilgili olmayıp sadece

    sözde dile getirilmiş nominal bir anlam taşır. Bir şeyi kendisi kılan özellikler

    ile onun varlığı aynı olunca her var olanda ortak bir varlık kavramı anlamını

    yitirmektedir. Pek fazla taraftar bulmadığı anlaşılan bu görüşe mukabil kelam-

    cıların çoğunluğu varlığı tüm var olanlar (vücudat) için tek bir ortak kavram

    (mefhumen vahiden müştereken) olarak kabul etmişlerdir. Zihinde her nes-

    nenin iştirak ettiği düşünülen bu ortak kavrarnın zihin haricinde bir varlığı

    yoktur. Varlık verilen ya da varlık kazanan her nesne mahiyetinin gerektirdi-

    ği niteliklerin anz oluşuyla müşahhas, ferdi bir mevcud olarak dış dünyada

    gerçeklik kazanır. Bu nesnelerin zihnin dışında var olmayan tümel mahiyet

    ya da özü, bu ınahiyete arız olan ve tikel bir ferd olarak dış dünyada gerçek-

    lik kazanması anlamına gelen varlıktan başkadır. Sufi bakış açısından tekrar

    etmek önemlidir ki, varlığın öze eklenmesinden bahseden kelilıncılar genel olarak varlık ve öz arasındaki ayınının zihnin dışında gerçekleşmeyip zihinde

    var olduğunu kabul etmektedir. Filozoflar için de varlık, var olanlar (vücudat)

    için kullanılan tek bir ortak kavramdır (mefhumen vahiden müştereken). Var

    olaniann her birinin kendi içinde çokluk ve farklılık arz eden bir hakikati yani

    kendine özgü mahiyeti vardır. Esasen bu farklılık ve çokluğu meydana getiren

    mahiyetlerdir ve varlık mahiyet ilişkisi bakımından bakılacaksa varlık mahi-

    yete dahil değildir. Mutlak varlık (el-vücudu'l-mutlak) ise tümel bir kavrarn-

    dan ibarettir ve zihin dışında bir varlığı yoktur. Filozoflar varlık ve mahiyet

    arasında bir gerekirlik-nedensellik değil- ilişkisi görürler. Bunun anlamı var-

    38 f Osmanlı"da ilm-i Tasa\'vuf

  • lığın mahiyete - kendi dışındaki bir sebepten- ötürü anz oluşu dış dünyada

    o mahiyete ait formun gerektirdiği varoluş tarzı dışında gerçekleşmediğidir.

    Mahiyetlerinin gerektirdiği (lazimun leha) biçimde tek tek ve kendirıe özgü

    niteliklerle zihin haricinde varlık kazanan nesneler, nitelikleri bakımından

    başka nesnelerden farklıdır ancak tüm ferdi nesneler mahiyetierine arız ol-

    muş var oluş arazı bakımından ortaktır. Birbirinden mahiyetleri bakunından

    tamamen ayrı olan nesnelerin hepsinde ortak olan, var oluşları, mevcut olma-

    larıdır ve bu açıdan hepsi ortak varlık kavramının kapsamına girerler. Bu du-

    rumda üç antolajik kavramla karşı karşıyayız: Varlık kavramı (mefuı1mu'l-vü

    cı1d), bu kavramın mahiyetiere izafetle taayyün etmiş parçaları (el-hısas) ve

    haklkatleri bakımından tek tek farklı olan özel varlıklar (el-vücudatü'l-hassa).

    Yani tüm var olanlar için müşterek olan mutlak varlık, bu kavramın -şunun

    varlığı, bunun varlığı gibi- farklı mahiyetiere izafeti içinde kayıtlı hale gelmiş,

    kapsamı sınırlı ama tümel olan payları ve nihayet her biri kendi ferdiyetiyle

    var olan özel varlıklar. Mutlak varlık kavramı zati bir tümeldir ve parçalanna

    da dahildir. Ancak, yukanda da belirtildiği gibi, özel varlık söz konusu oldu-

    ğunda, filozoflar, varlığı mahiyete dahil saymamıştır. Bununla birlikte Vacib

    Teala'da varlığı Zat'ın aynı saymış, O'nun, varlığından ayrı bir mahiyeti oldu-

    ğunu kabul etmemişlerdir.3°

    Cami, akabinde sözü SCıfiyye'nin "vücud" konusundaki telakkisine getirecek,

    bu konudaki temel ayırımı özellikle "tabi'i külli" ve "ki.illi hakikat" kavramia-

    rına müracaatla ortaya koyacaktır. Onun bu terminoloji etrafında vahdet-i vü-

    cud perspektifini dalıa belirgin biçimde ön plana çıkaran Risclletü'l-vücCtd adlı

    müstakil eseri, ed-Diirı'e metoini okurken ihtiyaç duyduğumuz vuzuhu sağla

    ması bakımından dikkate şayandır. Cami'nin bu risalede vahdet-i vücCıd öğre

    tisi açısından odaklandığı ana fikirler şu şekilde tespit edilmektedir: Mutlak

    Vücud'un, akli bir kavram olmayıp, hariçte mevcut olması, Mutlak VücCıd'un

    Vacib olması, Mutlak Vücfıd'un tabi'! külli olması ve tabl'i küllilerin, fertleri

    ile değil doğrudan hariçte mevcut olmaları.31

    ed-Düıı-e'de geçen argümanın bir başka versiyonuna bu eser de de rastlıyoruz.

    Daha önce Davfıd-i Kayseri'nin FusCtsii'l-lıikem şerhinde geçtiğini öğrendiği

    miz "vücCıd mevcud olmazsa hiçbir şey mevcud olamaz" argümanı, bu kez

    ed-Diirre'deki gibi -umur-ı ammeden- zorunlu-mümldn kavramlan ekse-ninde değil, ınahiyet-vücCıd kavramları ekseninde geliştirilmektedir ve ikinci

    30 Cami, ed-Dürreta'ljôhire, nşr. N. Heer, s. 2·4; Cami, ed·Dürretü'ljfıhire, tre. Ş. Öçal, s. 122-129.

    31 Bk. Taşkın, "Abdurrahman el-Cimi'nin Risfılefi'l-vücüd Adlı Eseri", s. 76; müellif makalenin

    tahlil kısmı boyunca bu meseleleri birer başlık altında ayrı ayrı incelemektedir.

    Osmanlı'da ilm-i Tasavvuf ~ 39

  • metinde Varlığın varlığı, asllliği ve ilkesel önceliği vazıh biçimde vurgulan-

    maktadır. Mahiyetierin zihnin dışında var olmadıklan kabul edildiğine göre

    varlığın da zihnin dışında var olmayan bir zihnl kavram olarak kabul edilmesi

    durumunda, mahiyet-vücCıd ilişkisi bakımından hiçbir şeyin var olması müm-

    kün olmayacaktır. Çünkü yokun yok ile ilişkisi, filozofların görüşüyle varlığm

    mahiyete arız olması yönündeki teori zilınin dışındaki nesnelerin var oluşunu

    açıklamaya kesinlikle yetmeyecektir. Bu argüman, varlığı (vücCıd), ikinci akle-

    dilirden. (e~-ına'külatü's-saniye) sayan, zihin dışındaki ferdi nesneler için ortak

    (müşterek) bir kavram olarak telakki eden ve dolayısıyla belli bir mahiyetle ka-

    yıtlanmamış mutlak varlığı (el-vücCıdu'l-mutlaka) zihnin dışında mevcut say-

    mayan nazari yöntem takipçilerine karşı varlığın zihnin dışında var olduğunu

    ileri süren bir argümandır. Argüınan bizi "varlık vardır" sonucuna götürdü-

    ğü gibi, "Varlık Zorunludur" sonucuna da götürmektedir. Mevcut olmaması

    durumunda başka hiçbir şeyin var olamayacağı, başka her şeyin varoluşunun

    O'nun mevcut oluşuyla açıklandığı varlık, kendisininkendisiyle (binefsihi) var

    olduğu Zorunlu Varlık'tır. Dolayısıyla VücCıd, Zat olarak kendisidir ve zihin

    dışında mevcuttur.32

    Zonınlu Varlık'ın hiçbir şartla kayıtlı olmayan mutlak varlık ve/veya hakikati

    filozofların mutlak mahiyet ya da her türlü şarttan bağımsız olarak tam so-

    yut mahiyet olarak tanımladıkları, fertleri bulunmakla birlikte fertlerinden

    bağımsız olarak kavradıkları, dolayısıyla mutlak yani kayıtsız şartsız soyut-

    luklarıyla zihnin haıicinde var oluşa sahip görmedikleri doğal tümel (el-külll

    et-tabi'i) kavramını dönüştüren Caıru, bazı felsefi metinlerio de otoritesine da-

    yanarak mutlak varlığın bir itibarla hançte varlığı olan doğal tümel olduğunu

    ileri sürmekte tereddüt etmeyecektir. Hariçte mevcut olan bir insan ferdinin

    çok sayıdaki sıfatları nasıl o fertten ayrı olarak tek tek mevcut değilse, hepsi-

    nin hariçteki varlığı esasen o ferde aitse, külli tabiatın fertlerde zuhfıruyla or-

    taya çıkan çokluğu n varlığı da müstakil alınayıp hariçte varlığı bulunan o külli

    tabiata ait olmalıdır. Bununla birlikte tasavvuf metafiziğinde birer mazhar

    olarak fertlerde zuhfır eden bu külli tabiatın hariçteki varlığı, Zorunlu Zat'ın,

    "hakiki tikel'' olarak Tek olan Varlığı söz konusu olduğunda itibarileşmekte,

    tab u tümelin hariçte varlığı, sadece Zorunlu Varlığın zuhfır ve taayyünleri ba-kımmdan anlam taşımaktadır.33

    32 Bk. Taşkın, "Abdurrahman el-Cami'nln Risôlefi'J-vücüd Adlı Eseri", s. 76-79.

    33 Bk. Taşkın, "Abdurrahman el-Cami'nin Risôle fi'l-vücüd Adlı Eseri", s. 79-82; yazar tabii külli kavramının daha i•ti anlaşılması için mahiyeti n üç itibarda kavranışına ilişkin klasik termino-lojiyi hatırlatarak a) "Mahiyye bila şartı şey'", b) "Mahiyye bi şartı şey"' c) Mahiyye bi şartıla

    şey'" şeklindeki kısı mlarını işaret eder ve tabii külli kavramının mutlak ve/veya herhangi bir

    40 ~ Osmanlı'da Ilm-i Tasavvuf

  • Cami'nin varlık telakkisinde tasavvufun nazari fikirler karşısındaki farkını

    öne çıkarmasına karşılık muhakeme türüne özgü nitelikleri en iyi yansıttığı

    meselelerden biri kelam ve felsefe gelenekleri arasındaki teorik gerginliğin

    en tipik göstergelerinden biri olan Allah'ın Fail-i Muhtar mı, Mucib Bi'z-Zat

    mı olduğu sorusuyla ilgili ünlü tartışmadır. Cami bu muhakemeye bir giriş

    olabilecek şekilde ilahi bilgi, ilahtirade ve ilahi kudreti ele alır. Buna göre çok

    az sayıdaki bazı antik filozoflar hariç, kelamcı, filozof ve mutasavvıflar arasın

    da Allah'ın ilmi olduğu konusunda ittifak vardır. Ancak filozoflar, diğer ikisi

    gibi ilah! bilgiyi Zat'tan ayrı telakki etmediği için Allah'ın kendisi dışmdaki

    varlıkları nasıl bildiğini açıklamada problem yaşamıştır. Filozoflara -İbn

    Sina' ya- göre bütün bir kozmik varlık ve illiyer zincirinin ilkesi Allah'ın Zat'ını

    bilmesi olduğuna göre Evvel Zat'ını bilmekle, kendisinde herhangi bir çoklu-

    ğa meydana gelmeyecek biçimde, Zat'ının gerektirdiği, her şeyi bilir. Zat'ıyla

    aynı olan bu bilgi var olanların sebebi olarak sebepli olan her şeyi qnceler.

    Bu bilinen şeylerin bilgiyi öneelemediği anlamına gelir. Zat'ını akletmesi,

    kendisinin herşeyin niha.i varlık ilkesi olduğunu bilmesi, bu ilkenin neyi ve

    akabinde neleri gerektirdiğini bildiği anlamına gelir ve bu bilgi varlığa gelen

    ilk sebepliden başlayarak zorunluluğa dayalı bir illiyet ve varlık zinciri içinde

    eşyayı bilmesi anlamına gelir. Bu bilginin varlık ilkesi olarak gerektirdiği şey

    lerden tikeller. hariç değildir. Çünkü O'nun Zat'ı ve Zat'ı hakkındaki bilgisi

    özellik ve ayrıntılarıyla tüm nesnelerin ilkesidir (Mebde'u li husfısiyyeti'l-eşya

    ve teffts'iliha). Dolayısıyla sorun Zat'ın tikelleri bilip bilmediği değil, nasıl bil-

    diğidir. Evvel tikelleri de zaman ve mekan şartlarından bağımsız yüce ve basit

    bir bilgiyle bilir. Filozoflann bu görüşüne karşı Allah'ın tikelleri tikel olma-

    ları bakımından bilmediği şeklinde yapılan itiraz bilinmektedir. Molla Cami

    İmam Gazzali kaynaklı bu yaklaşıma karşı ileri sürülmüş alternatif fikirlere

    de önemle atıfta bulunarak meseleyi ilahi ilmin aşkın, yani zaman! ve mekani

    olmayan, değişmeyen