28
PSİKODRAMA VE KADİM BİLGELİK Hatice Subaşı

PSİKODRAMA VE KADİM BİLGELİK Hatice Subaşı°KODRAMA VE KADİM BİLGELİK... · Bu düşünce beni Antik Mısır’a götürdü, oradan da Antik Çağ Yunan filozoflarıyla tanıştırdı

  • Upload
    others

  • View
    31

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

PSİKODRAMA VE KADİM BİLGELİK

Hatice Subaşı

4

5

Aradığım şey gerçek ya da gerçekdışı olan değil, bilinçdışı olandır.Yani insan ırkındaki içgüdüselliğin gizemi…

Amedeo Modigliani

6

7

İÇİNDEKİLER

Teşekkür .........................................................................9Önsöz .............................................................................11Sunuş ..............................................................................13Giriş / İnsanlığın Duyusal, Duygusal ve Düşünsel Gelişimi ..........................................................................31Plotinos’un Aşk Kuramı ................................................73Plotinos’un Varlık ve Bir Kuramı .................................74Kadim Felsefe ve J. L. Moreno ......................................89 Moreno’nun Tanrı ve Kozmoloji Kavramı ...................93Psikodrama ve Kadim Bilgelik ......................................135Psikodrama-Sahne ve Kadim Bilgelik ..........................142Terapist-Yönetici-Şaman................................................144 Grup-Toplum-Seyirci-Şaman .......................................152 Protagonist-Şaman .........................................................155 Rol Değiştirme-Rol Oynama-Kadim Bigelik .............156Eşleme ...........................................................................159Ayna ................................................................................162 Oyun ..............................................................................165 Oyun, Hayal Gücü ve Artık Gerçeklik .........................171 Psikodrama Kelimesinin Ritüel ve Mitolojik Kökenleri ........................................................................174Mitoloji ...........................................................................176Ritüel ..............................................................................184Büyü ...............................................................................193Şamanik Ritüellerle Başlayan Dramanın Yayılma Süreci ................................................................202

8

Şamanizm ve Şaman ......................................................203Antik Yunan Tiyatrosunun Kaynağı Şamanizm ...........207Asya Tiyatrosunda Şamanik Etkiler ..............................209Anadolu Köy Seyirlik Oyunlarında Şamanik Etkiler ...209 Jung ve Arketipler ..........................................................210Jung ve Ortak Bilinçdışı ................................................216Persona ...........................................................................219Moreno ve Yardımcı Bilinçdışı .....................................223Yardımcı Egolar – Yardımcı Ruhlar ...............................231 Oyunun Ritüel ve Mitolojik Kökenleri .......................231Psikodrama, Ritüel ve Mitolojide Zaman Kavramı ....232Ritüel ve Mitolojinin Ruhsal Sağaltımda Kullanılma Düşüncesi .......................................................................234 Sonsöz ............................................................................235Kaynakça .........................................................................236

9

TEŞEKKÜR

Hayatım boyunca birçok öğretmenim oldu. Bazıları yaşamımda çok büyük izler bıraktı, bazıları ise öylesine geçip gittiler. Bazen sadece yaşadığım deneyimler, öğren-mem için birer fırsat oldular. Ancak psikodrama hocalarım ve grubum bu hayatı yeniden yorumlamam ve öğrenmem için olağanüstü deneyimler yaşamama neden oldular. On-larla beraber yaşadığım psikodrama grup çalışmaları beni değiştirdi ve dönüştürdü.

Bu sebepten, psikodrama hocalarım Neşe Karabekir ve Deniz Altınay’a, İstanbul 11 ve İstanbul 20’deki grup arkadaşlarıma sonsuz teşekkürler. Bu kitabın bir fikir ola-rak ortaya çıkmasına katkıda bulunan drama hocam Fatma Akfırat’a çok teşekkür ederim.

Ben psikodrama eğitimimi sürdürken oğluma bakan arkadaşlarıma ve kız kardeşlerime ve beni destekleyen ai-leme çok teşekkürler.

Bu kitabı yazmam için beni cesaretlendiren arkadaşım Şükran Şankazan’a ve Arzu Soysal’a, kitabımı okuyarak

10

fikirlerini söyleyen arkadaşlarım Sinem Çavuş Yıldırım, İnci Gürhan, Saim Badem ve felsefe öğretmeni Görkem Göksu Bulut’a sonsuz teşekkürler. Ayrıca kitabın basımın-da büyük emeği geçen Bahar Tamir’e sonsuz teşekkürler.

Aynı zamanda, düşüncelerime rehberlik eden kitapla-rından kaynak olarak yararlandığım bütün düşünce insan-larına çok teşekkürler.

11

ÖNSÖZ

“Hiçbir şey yoktan var olmamıştır” sözünü yüzlerce kere duymuş olabilirsiniz. Bu söz, bana göre, söylenmiş en düşündürücü cümlelerden biridir. Bir sağaltım yönte-mi olan psikodrama, hatta psikoloji okulu da yoktan var olmamıştır. Her şeyin olduğu gibi, psikoloji ve psikodra-manın dünü, bugünü ve yarını vardır. Hatta dünün kökle-ri çok derinlerdedir. Bu köklerin derinliklerini görmezden gelmek, geçmişte yaşamış ve üretmiş olan şifacılara ve psi-kodramaya haksızlık olurdu.

İşte, tam da bu nedenden dolayı psikodramanın geç-mişteki köklerinin ne kadar derinlerde olduğunu sizlerle paylaşmak istedim. Derinlerdeki bu kökler hakkında dü-şünmek ve yazmanın, psikodramanın sahip olduğu bü-tünlük felsefesine ve evreni bir bütün olarak algılayan J.L. Moreno’nun anısına saygı göstermek olacağını düşünüyo-rum.

Psikodramanın felsefesi, evreni bir bütün olarak yo-rumlar ve evrendeki her şeyin görünmez bağlarla bağlı

12

olduğunu dile getirir. Ben bu bütünlüğü psikodramanın tarihsel gelişimi açısından yorumlamak ve irdelemek iste-dim. Bu irdeleme bana psikodrama bağlamında tamamlan-mışlık duygusu verdi. Umarım siz okuyucular da benimle aynı duyguları paylaşırsınız. Kitap hakkındaki düşüncele-rinizi ve yorumlarınızı veya sorularınızı bana şu adresten iletebilirsiniz: [email protected]

13

SUNUŞ

Her şey çocukken oynadığım ritüel bir oyunun hafıza-ma kazınmasından sonra başladı. Dinlediğim masalların, masal olarak anlatılmaya başlamadan önce, aslında mitolo-jik bir destan olduğunu öğrenmem zihnimde onlarca soru oluşturdu. Bu kitapta anlatılacak olan ritüel oyunlar, mito-lojik bağlantıları, ritüel ve mitolojinin yüzlerce yıl içinde bir terapi yöntemi haline dönüştürmesinin hikâyesidir.

Anadolu’da çocuklar tarafından oynanan, yağmur yağ-dırma ritüel oyunu (drama) olan “Çömçeli Gelin” şu anda bile izleyenleri çok etkileyebilir. Oyunun oynanma süre-cinde yaratılan o büyü ve toplumsal katılım ve oyunun ifade ettiği sembolik anlamlar, oyunu unutulmaz kılmak-tadır.

Göçebe toplumların yerleşik düzene geçmesinde su faktörü çok önemli bir yer tutar. Suyun ana kaynağı olan yağmurlar, arkaik dönemlerde bile insanlarca kutsal sayıl-mışlardır. Yerleşik düzene geçen toplumlarda yağmur yağ-maması, kıtlığın bir habercisi olarak algılanmış ve yağmur yağdırma isteği törensel davranışlara dönüşmüştür.

14

Türklerin yağmur yağdırma törenlerinde Orta Asya kültüründen izler bulunur. Elbiselerin ters giyilmesi, yağmur yağdırma temsilleri, yağmur taşları ya da taşı bağ-lantısı, çocukların ağlatılması, hayvan kafatası ve iskelet-lerinin toplanması, toplu yemek âdetleri, İslamiyet’te ol-mayan eski kültür izleri, bizi Orta Asya yağmur yağdırma törenlerine kadar götürür.

Çocuklar bu törenlere değişik yerel adlar takmışlardır: bodi, bodi bostan, dodu, gode, gode gode, göde göde, ge-lin, gelin gok, çomça gelin, çömçe gelin, kepçe gelin, çullu kadın, kepçe kadın, çalı gezme, çulla kepçecik. Trakya ve Balkanlarda da “dedule ve dodole” adıyla aynı âdet yay-gın bir biçimde sürdürülmektedir. Ayrıca Çin kültüründe, Akadlarda, Sami dinlerinde de bu tür törenlerin yapıldığı-nı biliyoruz.

Eski Türk âdetlerinde bütün köylüler toplanıp bir kız, bir erkek seçer, bunlar gelin ve güvey gibi giydirilip süs-lenirdi. Bütün köylü, gelin ve güveyi kapı kapı gezdirerek evlerden buğday, pirinç, bulgur vb. toplarlar, buğday veren ev sahibi gelinle damadın üstüne bir çömçe su dökerdi. Gelin kılığına giren kişiye “Çömçeli Gelin” adı verilirdi. Coğrafi konum ve sosyal yapıya göre değişiklikler göste-ren bu törenlerde, dikkati çeken, ana temalardan birinin kukla yapmak, diğerinin ise tören sonu yapılan ziyafet ol-duğudur. Bu olgu bizleri zamanımızdan binlerce yıl önce-ki insan kurban edilen dinsel ayinlere kadar götürür.

Anadolu’da farklı farklı âdetlere dönüşen yağmur yağ-dırma törenleri, Çukurova’da “Çömçeli Gelin” ya da “Bodi” olarak ortaya çıkar. Osmaniye yöresinde tilki kı-lığına sokulan bir çocuk kapı kapı dolaştırılarak gezdirilir,

15

bu gezme esnasında yağ, bulgur, un, tuz istenir. Çocukla-rın isteklerini karşılayan her ev sahibi Bodi’nin üzerine bir tas su döker ve toplanan malzemelerle yapılan yemek hep birlikte yenir.

Kadirli yöresinde bu tören “Çomçalı Gelin” olarak or-taya çıkar. Toplanan çocuklar Çomçalı Gelin yapmak için hazırlık yaparlar. Önce büyükçe bir çömçe bulunur. Çöm-çe dik tutularak ortasından bir sopa bağlanır. Çömçe’ye kaş, göz, ağız, burun çizilerek üzeri giydirilir. İki çocuk tarafından kollarından tutularak ev ev gezdirilir. Gezdiri-lirken çocuklar hep birlikte şu tekerlemeyi söylerler:

Çomçeli gelin çom isterBir kaşıcık yağ isterYağ olmasa, bal olsunBenim gönlüm hoş olsunYağ verenin oğlu olsunBulgur verenin kızı olsun.

Yiyecek veren ev sahibi, çocukların arkasından bir tas su döker. Evler gezildikten sonra toplanan malzemelerle ya-pılan yemekler çocuklarca hep birlikte yenir ve dua edilir.1

Bu ritüel oyunda, birçok olgu bir aradadır. Oyun büyük bir grubun katılımıyla gerçekleşmekte ve bütün toplum bu “sanki oyununa” gönüllü olarak katılmaktadır. Toplum üyeleri bu “sanki oyununa” katılırken, oyunun sonunda gerçekleşecek olan “yağmur yağma” eyleminin gerçekleşe-ceğine inanmaktadır. Oyunun oynanması için bir hazırlık yapılmakta, kukla yapmak gibi sanatsal bir faaliyet de sür-

1(http://www.hikayeler.net/yazilar/10851/comceli-gelin/)

16

dürülmektedir. Oyunu oynayanlar topluluğun en yaşlısı ve en genç olanlarıdır. Çocuklar genç ve tecrübesiz, ancak toplanan malzemeyi yemek yapan, topluluğun en yaşlısı ve en bilge olan kişisidir. Bütün ritüel oyunlarda, bu te-mel prensiplere uyulmaktadır. Oyunu yöneten ve sonlan-dıran yaşlı ve tecrübeli, eylemi gerçekleştirenler ise genç ve tecrübesiz üyelerdir. Ancak genç olanlar eylemi gerçek-leştirdikten sonra bedensel ya da ruhsal doyum sağlayarak ödüllerini almaktadırlar.

Anadolu’da oynanan bir ritüel oyunla, bir psikodra-ma oyununun birçok ortak özelliği vardır. İkisi de grup-la gerçekleşir. Oyunu yöneten yaşlı, bilge ve tecrübelidir. Gençler eylemi gerçekleştirir ve sonunda yaşadıkları ruh-sal arınma ve rahatlamayla ödüllerini alırlar ve oyunun gerçekleşmesi aşamasında sanatsal faaliyetler olabilir, hem psikodramada hem de ritüel oyunda “bir sanki oyunu” gerçekleşmektedir.

Psikodrama terapistlik eğitimi yedi yıl sürer. Bu eğitimi alan terapist adayı bu yedi yılın her anını sanki büyülen-miş gibi yaşar. Bir psikodrama oturumunda dairesel ısın-ma yürüyüşü başladığında, kendi konusunu çalışan grup üyesi ve diğer katılımcı üyeler sanki Alis Harikalar Diyarın-da tarzı bir yolculuğa çıkmış gibidir. Bu yolculukta grup üyelerinin bilinçaltının kırk kapısı teker teker açılır, her bir üye kendi kapılarının ardında uyuyan canavarları gün ışığına çıkarır, ışığın o görünmez canavarları tek tek yok ettiğine tanık olurlar. İşte bu anlar gerçek, aynı zamanda masalımsı, sihirli anlardır.

Psikodrama eğitiminin ikinci aşaması tez aşamasıdır. Eğitime başladığımın dördüncü yılında, hocam tez hazır-

17

layacağımızı ve seçtiğimiz konunun bizim öğretmenimiz olacağını söylediğinde ne demek istediğini tam olarak an-layamamıştım. Deniz Altınay’ın ne demek istediğini, za-man içinde seçtiğim konu, bana çok iyi bir şekilde öğretti. Yaklaşık olarak, on yıldır, zamanımın çoğunu insanlığın ilk sağaltım yöntemi olarak hangi yolları kullandığını ve eski sağaltım yöntemlerinin -psikodrama- şimdi ile bağlantını-sını bulmaya çalışıyorum.

Üzerinde yıllarca çalışacağım konu bir sabah, saat beşte uyku ile uyanıklık arası bir zamanda spontan olarak geldi. Bu konunun psikodramanın bilinen felsefesine göre farklı bir konu olduğunu biliyorum. Ancak arkeoloji, sanat, fel-sefe, antropoloji ve tarihe olan ilgim ve psikoloji eğitimim bana her şeyin bir başlangıcı olması gerektiğini öğretti. Özellikle, psikodramanın tedavi sürecinde kullandığı dra-ma yöntemi ve insanların var olduklarından beri dramanın da var olduğunu bilmek, bu konuda sürekli araştırma yap-mama ve okumama, okudukça ve araştırdıkça geçmişte var olmuş, şimdide var olan sıra dışı bir dünyanın kapılarının bana açıldığını fark etmeme neden oldu.

Kitabımın belkemiğini tez aşamasında öğrendiklerim oluşturdu. Tezimin konusu Ritüel, Mit ve Psikodrama. Bu tezi hazırlarken, tam olarak aynı şey olmasa da insan-lık tarihi kadar eski bir uygulamanın izini sürdüm. Ancak kitabımın konusu büyü, büyünün eylemsel yönü olan ri-tüel, sözel yönü olan mitoloji ve oyunsal yönü olan drama olacak. Tezimle ilgili araştırma yaparken büyü, ritüel ve mitolojinin insanların yaşamlarında ne kadar önemli ol-duğunu keşfettim. Bu üç kelimenin ifade ettiği eylem ve düşünceler, insanlar için ne kadar önemliyse benim için

18

de o kadar önemli hale geldi. Bu kitabı yazmak son dere-ce öğretici bir süreç oldu. Yola çıktıktan sonra tanımam ve tanımlamam gereken başka yollar da olduğunu fark et-tim. Ritüel ve mitolojiyi tanıma ve öğrenme sürecim beni Moreno’nun tanrı felsefesiyle tanıştırdı. “Hiçbir şey yok-tan var olmamıştır” sözünün izlerini takip ederek More-no’nun tanrı felsefesinin kaynağını düşünmeye başladım. Bu düşünce beni Antik Mısır’a götürdü, oradan da Antik Çağ Yunan filozoflarıyla tanıştırdı. Moreno’nun tanrı fel-sefesinin köklerine çok çok eski çağlarda rastladım. İlerle-yen bölümlerde Moreno’nun tanrı felsefesinin köklerinin hangi topraklardan beslendiğini göreceksiniz.

Psikodramayı tanımak ve psikodramanın geçmişteki ayak izlerini keşfetmek benim için büyü, ritüel ve mitolo-jiyi anlamlı hale getirdi. Öğrendikçe ve düşündükçe kendi hayatımda da ritüel ve mitolojinin ve mitolojinin dönüş-müş şekli olan masalların ne kadar anlamlı olduğunu fark ettim.

Çocukluğum Çukurova ile Güneydoğu Anadolu’nun kesiştiği noktada, haritada Doğu Akdeniz olarak adlandı-rılan bölgede geçti.

Benim çocukluğumda ateriler, bilgisayar oyunları, hat-ta teknolojinin ürettiği hiçbir oyun gereci yoktu. Oyun-caklarımızı, biz çok küçükken aile büyüklerimiz, elimiz çakı tutacak kadar büyüdüğümüzde ise kendimiz yapar-dık. Hangi ağaçtan basit düdükler, hangisinden telli sazlar, hangisinin oyularak oyuncak yapılacak kadar yumuşak ol-duğunu bilirdik.

Tabii her zaman oyun materyallerimiz olmazdı. Çeşitli zamanlarda ritüel oyunlar oynardık. Oyunlarımız yılın çe-

19

şitli zamanlarına göre değişirdi. Kurak geçen yaz günlerin-de Çomçalı Gelin, ilkbaharda Kız Kaçırma oyunu şimdi hatırladıklarım arasındadır.

O zamanki çocuk bilincim, bu oyunların insanlığın evrensel bilincinden damıtılarak süzülüp geldiği bilgisine sahip değildi. Ancak bilinçaltım bu oyunlardan çok büyük haz duyuyordu. Çünkü bu oyunlar son derece tanıdık ve alışılmış ve olmazsa olmaz eylemlerdi.

Artık çocuk oyunları oynamayacak bir yaşa geldiğimi itiraf etmek zorundayım. Ancak oyunların kaynağı, iş-levselliği ve kullanım amaçları benim için son derece ilgi çekici olmuştur. Çocukluğumda oynadığım oyunların bu süreçte önemli bir etkisi olduğunu düşünüyorum. Ritüel amaçlarla tasarlanan oyunlar, zaman içinde dönüşerek köy seyirlik oyunlarına ve çocuk oyunlarına evrilmiştir. Ana-dolu’nun bir çok yerinde hâlâ ilkbahar ve yaz ekinoksla-rında ritüel oyunlar oynanmaktadır. Metin And’ın muhte-şem eseri Oyun ve Bügü, Anadolu köy seyirlik oyunlarının geçmişteki köklerini çok güzel anlatmaktadır. Bu köy se-yirlik oyunlarında mevsim döngüleri ve bu döngülerin sembolleşmiş hali olan “ölüm ve dirimin mücadelesi ve sonunda dirimin-yaşamın- kazanmasıyla sonuçlanan” ve psikodrama da karşılığını bulan protagonist ve antagonis-tin karşılaşması, sonunda ise protagonistin kazandığı ben-zer bir olgu söz konusudur. Ritüel oyunlarla psikodrama arasındaki bu benzerliği gözlemlemek, bir psikodramatist olarak beni çok heyecanlandırmaktadır.

Drama oyunlarının beni bu kadar etkilemesinde, baba-mın etkisinin büyük olduğunu anlatmadan geçemeyece-ğim. Babam yaşadığı, gördüğü, duyduğu her şeyin drama-

20

sını yapardı. Büyük aile toplantılarında, babamın drama oyunları kahkahalarla izlenir ve günlerce konuşulurdu. Onun drama ile yarattığı “büyülü anlar” sanırım bütün aile için iyileştirici anlardı. Zorlu geçen çocukluğumun en mutlu zamanları, babamın özgürce oyunlar oynadığı za-manlar; benim de gülmek, ağlamak ya da bir çocuk olarak konuşmak için özgür bırakıldığım anlardı.

Bir de masallar; tıpkı mitoloji gibi sembol dili kullanıla-rak yaratılmış Bin Bir Gece Masalları. Voltaire, Bin Bir Gece Masalları’nı on dört kere okuduktan sonra hikâyelerini ya-zabildiğini açıklamıştır. Mitolojik hikâyelerin dönüşmüş şekli olan masallar, babamın ağzından sözcükler halinde çıkarken canlanır, ocakta yanan alevlerin ışığında dans eden gölgelere dönüşür, beni binlerce yıl öncesine, daha doğrusu kendi bilinçaltımın derinliklerine götürürdü.

Sanırım bu nedenle bir yetişkin olduğumda da ritüel, mitoloji ve masallar ilgi alanım olmaya devam etti. Masal-ların anlatıldığı ve dramaların oynandığı o mutluluk anla-rı, beni bugün bu kitabı yazmak için cesaretlendirmekte ve yönlendirmektedir.

Günümüz insanı yaratılan ve yaşanan o mitosumsu zamanlara ihtiyaç ve özlem duymaktadır. Bu özlemin bir sonucu olarak, son yıllarda en çok izlenen sinema film-leri, genellikle mitosların yeniden yorumlandığı filmler-dir. Yarı karanlık sinema salonlarında, o filmleri izleyen-ler, kendi evrensel bilinçaltıyla yeniden bağlantı kurmakta ve dirimselliğin zaferini yeniden yaşamaktadır. Mitolojik hikâyelerin yeniden yorumlandığı filmler serisi son yılla-rın en çok satan kitabları ve izlenen filmler serisi olmuştur.

Bir psikodrama sahnesinde yaşanan şey, dirimselliğin

21

zaferidir. Gerçek hikâyede travma yaşayan birey, çaresizliği ve acıyı yaşarken, ölümle yüz yüze gelir ve içinde bir par-çasının öldüğünü hisseder. Çünkü yaşadığı acı olay onu değiştirmiş ve dönüştürmüş ve acıyı yaşamadan önceki bireyin bir nevi ölmesine neden olmuştur. Bu ölümün yasını tu-tan kişi, psikodrama sahnesinde ölümle yeniden karşılaştı-ğında savaşı kazanacak ve yeniden dirilecektir.

Gelmiş geçmiş bütün kültürlerde ve mitolojilerinde ölüp yeniden dirilme hikâyesine rastlanır. Bu hikâyelerin ortak yönleri vardır ve her biri çok etkileyicidir. Mitolo-jilerdeki ölüp dirilme hikâyesi, doğanın mevsim döngü-lerini anlatır. Ancak doğanın mevsim döngülerini anlatan bu mitolojik destanlar, doğa ile bir bütün halinde yaşayan, insanın ruhsal durumu ve sağıltım için aranan yollarla ilgili birçok ipucu verir. Bütün kültürlerde yaratılmış ve kuşaklar boyu aktarılmış olan yaratılış destanları ve diğer destanlarda insana, insanın ruhsal gelişimine yönelik bir-çok ipucu vardır. Bunun en güzel örneklerinden biri ise Hititlerin Kumarbi Destanı’dır.

Bu Hitit doğa söylencesi, yeryüzünü verimsiz kılacak şekilde ortadan kaybolan Tanrı örneğine uymaktadır. Tan-rı’nın varlığını tekrar sağlamak ve böylelikle bereketi de geri getirmek için yapılan dinsel törenleri kapsar. İlk üç Telepinu tableti tahrip olmuş ve hiçbir zaman bulunama-mıştır. Belki de bu yüzden, öyküde Telepinu’nun neden kızgın olduğu anlaşılamamaktadır. Gerçi öykünün sonra-ki bir yerinde Telepinu’ya davranışını açıklaması için fır-sat verilir fakat bu kez de o anlatmamayı yeğler. Türünün örneği olan diğer söylenceler gibi Telepinu söylencesi de doğum, ölüm ve yeniden doğuş çevrimini vurgulayarak

22

doğayı, mevsim değişmelerinin nedenlerini açıklar. Eğer söylencenin amacı bu ise, Telepinu’nun öfkesine neden aramak gereksizdir. Çünkü tahminen Telepinu her kızdı-ğında kaybolacak ve her yıl kış mevsimi gelmeden önce birileri onu kızdıracaktır. Bazı bilim adamları, bu söylen-cenin, Hitit toplumlarında, kötü güçleri kovmak istedikle-ri zaman kullanıldığını düşünmektedir.

Telepinu!Canlılara bereket veren Telepinu, bir gün çılgın bir öfkeyle

bağırdı. “Çok kızgınım! Kimse yanıma yaklaşmasın!” O ka-dar öfkeliydi ki sağ ayakkabısını sol ayağına, sol ayakkabısını sağ ayağına giymeye çalıştı. Bu onun öfkesini daha da artırmıştı. Sonunda ayakkabılarını giydi ve gösterişli bir şekilde çıkıp gitti. Yanına olgunlaşan tohumları, bereketli rüzgârları ve tarlalarda, otlaklarda ve çayırlardaki verimli ürünleri de aldı. Kırlara doğru gitti ve bir koru içinde gözlerden uzak bir çayıra geldi. Orada, üzerinde bir bitkinlik hissederek uyuyakaldı.

Telepinu’nun öfkesi tüm doğayı üzmüştü. Sis, kırların üze-rinde bir dolap gibi dönüyor, evlerin pencerelerini kap-lıyordu. İnsanların evlerini duman doldurdu. Kütükler ocaklarda için için yanıyor ve alev almıyordu. Ağıllardaki koyunlar ve ahırlardaki sığırlar birbirlerini bilmezlikten geldiler. Kuzular, danalar bile anneleri tarafından hiçe sa-yılıyordu. Sığırlar, koyunlar ve insanlar artık gebe kalmı-yorlardı. Gebe olanlar bile yeni bir cana hayat veremediler.

Tarlalarda artık darı, buğday ve arpa yetişmiyordu. Bütün bit-kiler kurudu ve öldü. Nem olmadığı için dağlar, tepeler kuraklaştı. Ağaçlar da kurudular ve taze filiz vermediler. Çayırlar kavruldu ve kaynaklar buhar olup uçtu. Ülkede kıtlık ortaya çıktı; hem in-sanlar hem de tanrılar açlıktan öleceklerinden korkmaya başladı-

23

lar. Fırtınalar Tanrısı Taru, tanrılara bir göz gezdirdi ve oğlunu merak etti. “Telepinu burada değil,” diye bağırdı. “Öfkelendi ve bereketli her şeyi yanında götürdü.”

Büyük ve küçük tanrılar, Telepinu’yu aramaya başladılar. Te-pelerde ve geniş vadilerde oradan oraya dolaştılar. Gölleri ve ır-makları geçtiler. Ancak onu bulamadılar.

Sonra, Güneş Tanrısı, “Git, Telepinu’yu ara! Bütün yüksek dağları araştır! Derin vadilere bak! Denizin mavi dalgalarını araştır!” diyerek hızlı kartalı gönderdi. Kartal çok uzakları ve çok geniş bir alanı araştırdı fakat Telepinu’yu bulamadı. En sonunda Güneş Tanrısı’na döndü ve, “Telepinu’yu aradım. Yüksek dağ-ların üzerine süzülerek yükseldim, derin vadilerin içine daldım ve denizin mavi dalgalarının üzerinden adeta sıyırırcasına geçtim. Yüce Tanrı Telepinu’nun izini bulamadım!” dedi.

Fırtınalar Tanrısı kaygılandı ve öfkelendi. Babasının yanına gitti ve, “Benim oğlumu kim gücendirdi ki, tohumlar kurudu ve her şey soldu!” dedi.

Babası şöyle yanıt verdi: “Onu kızdıran senden başkası değil, sorumlu da sensin!”

Taru karşılık verdi: “Yanılıyorsun! Ben sorumlu değilim.”Bunun üzerine babası, “Konuyla ilgileneceğim. Eğer suçlu ol-

duğunu öğrenirsem seni öldürürüm. Şimdi git, Telepinu’yu bul!” dedi.

Sonra Taru, ana Tanrıça Nintu’nun yanına yaklaştı ve, “Te-lepinu öylesine kızdı ki, bütün tohumlar öldü ve her şey kurudu. Babam, bunun benim hatam olduğunu, bu konuyla ilgilenmemi söylüyor ve beni öldürecek. Neler oldu? Ne yapacağız? Eğer Tele-pinu yakında bulunamazsa hepimiz açlıktan öleceğiz,” dedi.

Nintu yanıt verdi: “Sakin ol ve sakın korkma, eğer senin ha-tansa, ben düzeltirim. Eğer hata senin değilse, yine düzelteceğim.

24

Bu arada sen Telepinu’yu bul. Senin rüzgârların çok uzaklara ve geniş alanlara yolculuk edebilir.”

Böylece Taru, Telepinu’yu aramaya başladı. Oğlunun kentine gitti ve evinin kapısını çaldı. Fakat kimse yanıt vermedi ve kapı açılmadı. Sonra sinirlendi ve Telepinu’nun evine zorla girdi. Fa-kat oğlunu yine de bulamadı. Aramaktan vazgeçti ve Nintu’ya geri döndü. “Onu evde bulamadım,” dedi. “Başka nerelere ba-kabilirim?”

Nintu yanıtladı: “Sakinleş. Ben onu sana getireceğim. Bana arıyı getir, onu eğiteceğim ve Telepinu’yu arayacak.” Taru, Nin-tu’nun isteğini yaptı ve biraz sonra arıyla birlikte geri geldi.

Nintu ona şöyle dedi: “Küçük arı, git ve Telepinu’yu ara. Onu bulduğunda ellerini ve ayaklarını sok. Ayaklarının üzerinde sıç-rayana dek sok onu! Sonra balmumundan biraz al ve gözleriyle ayaklarını sar. Onu arındır ve huzuruma getir!”

Taru, Nintu’yu küçük arıyla görünce, “Büyük tanrılar, küçük tanrılar, Telepinu’yu aradılar ve bulamadılar. Küçük bir arının bu işi bizden daha iyi yapabileceğini Nasıl düşünüyorsun?” dedi. “Kanatları çok küçük ve zayıf, kendisi de son derece küçük ve zayıf bir yaratık. Tanrıların başaramadığı bir işi nasıl becerecek?”

Nintu yanıt verdi: “Taru, kuşkularına karşın arı, Telepinu’yu bulacak. Sadece sabırla bekle ve gör!”

Arı kentten ayrıldı ve her yerde Telepinu’yu aradı. Akıntılı ne-hirleri ve uğultulu kaynakları araştırdı. Sıra sıra tepeleri, engebeli dağları, kurak düzlükleri ve yaprakları olmayan ağaçları dolaştı. Çok uzun süren yolculuk, gerçekten büyük bir gayretti ve arı uçar-ken gövdesindeki bal ve balmumunu tüketmeye başladı. Sonun-da Telepinu’yu ağaçların arasında, bir çayırda uzanmış uyur bir halde buldu. Ellerini ve ayaklarını soktu ve sonunda Telepinu’yu derin uykusundan uyandırdı. Telepinu ayağa kalkar kalkmaz,

25

gözlerine ve ayaklarına bir parça balmumu sürdü. Onu arındır-dıktan sonra çayırda uyuyarak ne yaptığını sordu.

Telepinu kızgın bir şekilde yanıt verdi: “Sadece çok öfkelendim ve yürüyüp uzaklaştım. Beni uykumdan uyandırmaya nasıl cesa-ret edersin! Ben bu kadar kızgınken beni nasıl seninle konuşmaya zorlarsın!”

Telepinu daha da öfkelenmişti. Azametle ayağa kalktı. Daha fazla zarara neden olmak için pınarlarda hâlâ fışkıran ne varsa önüne set çekti. Akan nehirleri kıyılarından taşırdı ve her yeri ha-rap eden seller yarattı. Su şimdi evleri basıyor, kentleri yok ediyor-du. Bu şekilde Telepinu koyunların, sığırların ve insanların ölü-müne neden oldu. Tanrılar dehşete düştüler ve, “Telepinu neden bu kadar kızdı? Ne yapacağız?” diye sordular.

Sonra ulu Güneş Tanrısı, “Bırakın, Şifa ve Sihir Tanrıçası, Telepinu’yu kutsal nağmelerle sakinleştirsin! Erkek bir insanoğlu getirin. Telepinu’yu arındırmak için büyüsünü kullansın,” dedi.

Şifa ve Sihir Tanrıçası şarkı söylemeye başladı: “Ey Telepinu! İşte, sedir ağacının tatlı ve yatıştırıcı kokusu! Yoksun bırakıldık-larımız geri gelsin! İşte, seni arındırmak için özsu. İzin ver kal-bini ve ruhunu güçlendirsin. İşte, burada bir darı başağı duruyor, bırak kalbini ve ruhunu cezbetsin. İşte, susam da burada! İzin ver kalbini ve ruhunu yatıştırsın, rahat ettirsin. İşte, incirler orada duruyor! İncirler nasıl tatlıysa bırak kalbin ve ruhun da öyle tatlı olsun. Zeytin nasıl içinde yağı ve üzüm de şarabı tutuyorsa, sen de kalbinde ve ruhunda krala karşı iyi duygulara sahip ol ve ona nazik davran!”

Telepinu, Tanrıça’nın yanına müthiş bir öfkeyle yaklaştı. O gelince, karanlık yeryüzü üzerinde ışıklar parlamaya ve şimşekler gürüldemeye başladı.

Şifa ve Sihir Tanrıçası şarkı söylemeyi sürdürdü. “Telepinu

26

öfkeliyken kalbi ve ruhu tıpkı çalılar gibi yandı. Öyleyse öfke-si, hiddeti ve taşkınlığı kendilerini yakıp yok etsin! Tıpkı maltın kısır olması ve tohum olarak ve ekmek yapmak için kullanıla-maması gibi onun kızgınlığı, öfkesi, hiddeti ve çılgınlığı da kısır-laşsın. Telepinu öfkeliyken kalbi ve ruhu ateş gibi yanıyordu. Bu ateş nasıl söndüyse öfke, kızgınlık, hiddet ve çılgınlık da sönsün.” Sonunda, “Ey Telepinu kızgınlığından, öfkenden, hiddetinden ve çılgınlığından vazgeç! Bir boru içindeki su nasıl yukarı akamazsa, senin öfken, kızgınlığın, hiddetin ve çılgınlığın da geri dönmesin!”

Tanrılar ağacın altındaki mecliste bir araya gelince erkek insan şöyle dedi: “Ey Telepinu, sen ağacı yaz sıcağında bırakınca ürünler hastalandı. Ey Telepinu öfken, kızgınlığın, hiddetin ve çılgınlığın bitsin artık. Ey ağaç, baharda beyazlara bürünürsün, ama son-baharda kıyafetin kan kırmızısı olur. Öküz, altından geçtiğinde tüylerine sürtünür ve yolarsın. Koyun altından geçtiğinde yününü yolarsın. Şimdi de Telepinu’nun öfkesini, kızgınlığını, hiddetini ve çılgınlığını yol! Fırtınalar Tanrısı geldiğinde eğer korkulacak de-recede kızgınsa, rahip ilerlemesini keser. Sütle pişirilen lapa taştığı zaman, kaşık daha fazla karıştırmaz ve durur. Benim sözlerim de Telepinu’nun öfke, kızgınlık, hiddet ve çılgınlığını durdursun!”

“Telepinu’nun öfkesinin, kızgınlığının, hiddetinin ve çılgınlı-ğının uzaklaşıp gitmesini sağla!” diye dua etti adam. “Evi, pence-reyi, avluyu, kapıyı, kapının ötesini ve kralın yolunu terk etmeleri-ni sağla. Zenginleşen tarlalardan, bahçeden ve meyve bahçesinden ayrılıp çok uzaklara gitmelerini ve orada kalmalarını sağla.”

Ve şöyle devam etti: “Onların, Güneş Tanrısı’nın her gece öteki diyara gittiği yoldan gitmelerini sağla. Kapıcı yedi sürgüyü, kilidi ve öteki dünyanın sürgülerini açtı. Metal kapaklı ve kulplu bronz sandıkları, karanlık yeryüzünün derinliklerinde duruyorlar. İçle-rine giren hiçbir şey oradan çıkamaz, çünkü orada yok olurlar.

27

Telepinu’nun öfkesinin, kızgınlığının, hiddetinin ve çılgınlığının bu sandıkların içine girmesini ve asla geri dönmemesini sağla!”

Adam son olarak, “Telepinu’yu arındırdım, kötülüğü gövde-sinden dışarı attım. Öfkesini, kızgınlığını, hiddetini ve çılgınlığını uzaklaştırdım,” dedi.

Böylece Telepinu evine geri döndü ve ülkesiyle ilgilendi. Sis pencerelerden uzaklaştı, duman evleri terk etti, ocaklarda ateş tekrar yanmaya başladı. Telepinu koyunların ağıllara, sığırların ahırlara girmesini sağladı. Anneler çocuklarıyla, dişi koyunlar ku-zularıyla ve inekler buzağılarıyla ilgilendiler ve onlara baktılar. Telepinu kral ve kraliçeyle ilgilendi ve ikisine de uzun bir yaşam ve güç verdi.

Telepinu’nun önüne, üzerinde bir koyun postu asılı olan bir direk dikilmişti. Bu, bereketi simgeliyordu: verimli tohumlar ve şaraplar, semiz sığırlar, koyunlar ve birbirini izleyen kuşaklar... Bu post, meyvelerle dolu hafif rüzgârları ve yaşayan her şey için bolluğu ifade ediyordu.2

Mitoloji ve mitolojik hikâyelerle ilgilenmeye başladığı-nızda, bilim adamlarına göre mevsim döngülerini anlatan bu hikâyelerin, insanlardan bağımız olmadığını ve bu destan-ların içine insanın duygusal dünyasının, çok ince bir şekilde yedirildiğini görürsünüz. Yukarıda bir örneğini gördüğünüz Hititlerin Kumarbi Destanı bunun çok güzel bir örneğidir. Hititler uzun yıllar Anadolu’da yaşadılar ve Anadolu’ya hükmettiler. Hitit edebiyatının şahaserlerinden Kumarbi Destanı’nda doğanın ölüm ve dirim sürecini anlatırken do-ğanın ne kadar iyi gözlemlendiğini fark etmemek müm-kün değildir. Doğanın gözlemlenmesinin yanında, insan-ların da çok iyi gözlendiğini ve insanın duygu dünyasının

2(Donna Rosenberg - Dünya Mitolojisi)

28

değişkenliğinin başarılı bir şekilde, doğanın değişim süre-ciyle eşleştirilerek, Tanrı üzerinden anlatıldığını görüyo-ruz. Bu durum bize aynı zamanda insan-Tanrı ve evren bütünlüğünü anlatması bakımından son derece ilginç bir örnektir.

Bu Hitit destanı günümüzden üç bin yıl önce yazıldı. Fakat daha destanın ilk cümlelerini okuduğumuzda öfke-nin betimlenmesini ve öfkesiyle kalan Tanrı Telepinu’nun depresyona girme halini, uykuya yönelmesini görüyoruz. Destan ilerleyen bölümlerde daha da ilginç bir hal alıyor. Telepinu’nun öfkesi çevresini de olumsuz etkiliyor, hatta Telepinu’nun babası ve büyükbabası olan tanrılar arasın-da bir baba-oğul çatışmasına dönüşüyor. Sonraki aşamada Telepinu’yu arayan tanrıçalardan birinin Telepinu’nun ba-basına söylediği sözler bir terapistin danışanına söylediği sözlere eşdeğer. “Sakin ol ve sakın korkma, eğer senin hatansa, ben düzeltirim. Eğer hata senin değilse, yine düzelteceğim.” Da-nışanımıza hiçbir zaman onun sorunlarını bizim çözece-ğimize yönelik bir söz vermiyoruz fakat Tanrıça’nın sözle-rinin özünde koşulsuz kabulü görüyoruz.

Bence öykünün en ilginç yanı ise çözümün bir insan-dan gelmesidir. Destanın sonunda Telepinu’nun öfkesini yatıştıran ve sağıltan bir tanrı değil, bir insan olmuştur. Tanrılar bile Telepinu’nun öfkesini yatıştıramamış ama bir insan, Telepinu’yu iyileştirici ve büyülü sözler söyleyerek sakinleştirmiştir.

Yıllar önce üniversitede psikolojik danışmanlık oku-dum. İnsan ruhunun derinliklerini tanıma sürecim ina-nılmaz, heyecan verici ve öğretici bir yolculuk oldu. Üni-versitede okurken Hegel’in “insanın kendisi olduğu tek

29

an, oyun anıdır” cümlesi benim için çok vurucu oldu. Her zaman biliyordum ki ne yaparsam yapayım oyunla ilgili olsun istiyordum. Oyunun terapötik yönünü oluş-turan psikodramayla tanıştığımda aradığımı bulduğumdan emindim. Psikodrama sahnesinde oynanan oyun, yaşanmış ve yaşanacak olan hayatın bir kere daha temsil edilmesiydi. Zerka Moreno ve Marcia Karp bir sohbet anında psikod-ramayı şöyle tanımlarlar: “Psikodrama, hata yapmaktan dolayı cezalandırılmaksızın yaşamı pratik etme yoludur.”3 Üstelik biz ve atalarımız, yaşadığı her şeyin temsilini kendi toplulu-ğu içinde bir kere daha sergileyerek yaşanan ve yaşanacak olanları kontrol edip durdurabileceğine inanıyordu. Yıllar sonra Moreno kendi terapi felsefesini açıklarken bir kere daha temsil edilmenin gücünü şöyle açıklayacaktı: Birinci-den kurtulmanın yolu, onu ikinci defa yaşamaktır.

Psikodrama eğitimim uzun ve çok paylaşımlı bir se-rüven oldu. Bu arada insanlığın en eski varoluşuyla –bü-yü-ritüel-mitoloji– ilgili okumaya başlamak, benim için psikodrama kadar uzun ve derin bir yolculuğun ilk adı-mıdır. Bu yolculukta insanlığın zihinsel gelişim sürecini keşfettim. Bu keşif ise benim zihinsel süreçlerimi tahmin edemeyeceğim kadar çok değiştirdi.

En eski uygarlıkların yaşamı ve ölümü, sevinci ve üzün-tüyü, varlığı ve yokluğu açıklama şekli, yani mitoloji ilgi alanım oldu. Tabii ki ritüeller mitolojinin eylem yönü bir o kadar şaşırtıcıydı.

Zaman içinde psikodramanın teorisini tanıdıkça psi-kodrama, ritüel ve mitoloji arasında bağlantılar olduğunu

3(Derleyen: Deniz Altınay, yazar: Fulya Kurter, Psikodramada Çağdaş Yak-laşımlar, Sistem Yayıncılık, 1. basım, Ocak 2010, s. 42)

30

keşfettim. Tez çalışmamda insanlığın en eski hikâyeleri ile günümüzün en etkili ruhsal sağaltım yöntemlerinden biri olan psikodrama arasındaki ortak noktaları paylaşmak is-tedim.

Tezimle ilgili okumaya başladığımda ifade etmek iste-diğim düşünceyi biliyordum ama bunu tam olarak nasıl söyleyeceğimi bilemiyordum. Ayrıca yeterince kaynak bu-lup bulamayacağımdan emin değildim. Ama bir kere yola çıktıktan sonra her şey kendiliğinden gelişti.

Kitabımı yazmaya başladıktan epey süre sonra çok gü-zel bir gelişme oldu. İnternette kaynakları kontrol ederken 1997 yılında İsveç Psikodrama Enstitüsü’nde hazırlanmış bir tez buldum. Tezi hazırlayan meslektaşım, binlerce kilometre uzakta, benimle aynı şeyleri düşünmüş ve bir tez hazırlamıştı. Tez tıpkı benimki gibi psikodrama lider-lik bitirme teziydi. Elisabet Linden (şamanik ismi, Naud Vanarot) psikodrama, ritüel ve mitoloji arasında bağlantı kurmuş ve bunu açıklayan bir tez yazmıştı. O tezi buldu-ğum zaman büyük ikramiye bana çıkmış gibi hissettim. Kitabımı yazmak ve bitirmek konusunda cesaretim müt-hiş arttı. Psikodramanın bir terapi yöntemi olarak tanınıp, kullanılmasında büyük emeği geçmiş olan Adam Blatner Psikodramanın Temelleri isimli eserinde, “Psikodrama bir ri-tüeldir,” diyor. Ben, “psikodrama bir erginleme ritüelidir ve Moreno ise modern zamanların çağdaş şamanıdır” dü-şüncemi bu kitapta açıklayabilmek istiyorum.