17

Rico ve Oskar Derin Gölgeler

  • Upload
    tudem

  • View
    297

  • Download
    29

Embed Size (px)

DESCRIPTION

 

Citation preview

CumartesiBulduğum Makarna Tanesi

Makarna, yaya kaldırımında öylece duruyordu. Üstü oluklu, kalın bir makarnaydı ve önden arkaya kadar uzanan bir deliği vardı. Üzerine biraz kurumuş peynir sosu ve kir yapışmıştı. Yerden alarak kirini sildim ve Dieffe 93’ün eski pencere cephesinden yaz göğüne baktım. Hiç bulut yoktu, her şeyden önce jet uçaklarının arkasında bıraktığı şu beyaz izler de yok-tu. Hem insan dışarı yemek atmak için uçağın pence-resini açamaz diye düşündüm.

Kendimi eve attım, sarıya boyanmış merdiven boşluğundan yukarı üçüncü kata kadar bir solukta çıkıp Bayan Dahling’in zilini çaldım. Her cumartesi olduğu gibi saçında kocaman ve rengârenk bigudiler taşıyordu.

“Bu, bir Rigatoni olabilir. Sos, her halükârda Gor-gonzola peynirinden yapılmış,” dedi. “Makarnayı bana getirmen çok hoş tatlım, ama onu pencereden ben fırlatmadım. Bir de Fitzke’ye sor bakalım.”

2

Bana gülümsedi ve sanki düşünüyormuş gibi par-mağının ucuyla kafasına tıklatırken gözlerini devirip yukarı doğru baktı. Fitzke dördüncü katta oturuyor-du. Fitzke’yi hiç mi hiç sevmem. Aslında makarna tanesinin ona ait olduğuna da inanmıyordum. Bayan Dahling ilk tercihim olmuştu, çünkü sık sık pencere-den bir şeyler atardı. Örneğin geçen kış, televizyonu-nu pencereden fırlatmıştı. Beş dakika sonra da koca-sını evden atmıştı, ama sadece evin kapısından dışarı. Sonrasında bize gelmişti; annem de kendisine içecek bir yudum bir şey ikram etmişti.

“Bir sevgilisi var!” demişti Bayan Dahling çare-sizce. “O aptal karı, hiç olmazsa benden daha genç olsaydı! Biraz daha doldurun!”

Artık televizyon çöpte olduğu ve kocası da gittiği için teselli niyetine ertesi gün çok şık düz ekran bir televizyon ile DVD oynatıcı satın almıştı. O zamandan beri, beraber ara sıra aşk filmi ya da polisiye izliyoruz, ama sadece hafta sonları ve Bayan Dahling uykusunu almışsa. Hafta içi Hermannplatz’taki Karstadt alışveriş merkezinin et reyonunda çalışıyor. Elleri her zaman kıpkırmızı, çalıştığı yer o kadar soğuk yani.

Televizyon seyrederken sosisli, yumurtalı veya somonlu kanepe yiyoruz. Bayan Dahling, aşk filmi izlerken o kadar ağlar ki, on paket kâğıt mendili biti-rir. Ama film bitince sövüp saymaya başlar. Asıl mut-

3

suzluk erkek ve kadın birbirlerine kavuştuktan sonra başlarmış, ama filmlerde işin bu kısmını hiç göster-mezlermiş, külliyen yalan dolu bir zırva. “Bir dilim ekmek daha ister misin Rico?”

“Bu akşamki planımız hâlâ geçerli mi?” diye ar-dımdan seslendi Bayan Dahling, ben merdivenleri ikişer ikişer çıkıp dördüncü kata doğru koşarken.

“Tabii ki!”Kapıyı sertçe kapadı, ben de Fitzke’nin kapısını

çaldım. Her zaman Fitzke’nin kapısını çalmak gerekir. Çünkü zili bozuk, muhtemelen ev 1910 yılında inşa edildiğinden beri de böyle.

Bekle, bekle, bekle.Eski tip kapının arkasında sürüyerek yaklaşan

ayak sesleri.Ve nihayet Fitzke, her zamanki gibi uzun gri çiz-

gili lacivert pijamalarıyla bizzat karşımda duruyor. Buruşuk suratı tamamen kirli sakallarıyla kaplanmış-tı, kırlaşmış lüle lüle saçlarıysa darmadağınıktı.

Bu, nasıl bir bakımsızlık böyle!Suratıma ağır ve dayanılmaz bir koku çarptı. Kim

bilir içerde ne depoladı Fitzke. Evinde demek istiyo-rum yani, kafasında değil. Çaktırmadan içeri şöyle bir göz atmayı denedim, ama Fitzke görüş alanımı ka-patıyordu. Bilerek kapatıyor önümü! Fitzke’nin evi

4

hariç binadaki her eve girmiştim. Beni sevmediği için içeri bırakmıyordu.

“Ah, budala ufaklıkmış,” diye homurdandı.Bu arada benim adım Rico. Ben derin yetenekli bir

çocuğum; çok şey düşünebilirim, ama bu genellikle başka insanlarda olduğundan biraz daha uzun sürü-yor. Bu, beynimle ilgili değil, beynim gayet normal büyüklükte. Ama bazen bazı şeyler kafamdan dışa-rı düşüyor ve maalesef bunların nereden düştüğünü hiçbir zaman bilemiyorum. Ayrıca bir şey anlatırken konuya her zaman iyi odaklanamıyorum. Genellikle püf noktasını1 kaçırıyorum. Onun her halükârda kır-mızı olduğunu sanıyorum, yeşil ya da mavi de olabi-lir. Asıl mesele tam da buradan kaynaklanıyor.

Bazen kafamın içinde her şey birbirine karışıyor, tıpkı bir bingo silindiri gibi. Her salı günü annemle birlikte Kır Saçlı Yaban Arıları adlı emekliler kulü-bünde bingo oynuyorum. Kilisenin cemaat toplantı salonunu kullanıyorlar. Annemin oraya neden seve-rek gittiğini hiç anlayamıyorum, çünkü oraya gerçek-ten neredeyse sadece emekliler takılıyor. Sanıyorum bazıları eve hiç gitmiyor, çünkü her salı üzerlerinde 1 Almanca “roter Faden” (kırmızı ip) deyimi, “ana fikir”, “püf

noktası”, “konunun asıl özü” anlamında kullanılır. Burada kelime oyunu yapılıyor. (ç.n.)

5

aynı giysiler oluyor, tıpkı Fitzke’nin o tek pijamasını sürekli giymesi gibi. Emeklilerden bazıları da tuhaf kokuyor. Annem bingoda genellikle kazandığı için buraya gelmeyi seviyor olabilir. Bingoda kazandığı ucuz plastik el çantasını almak için sahneye her çıktı-ğında mutluluktan gözleri parlıyor. Neredeyse her se-ferinde de ucuz plastik el çantası kazanıyor bingoda.

Emekliler bunun nadiren farkına varıyor. Zaten pek çoğu ya bingo kartlarının üzerinde uyuyakalıyor ya da oyuna konsantre bile olamıyor. Daha birkaç hafta kadar önce, içlerinden biri, son sayılar çekile-ne kadar masada sakin sakin oturmuştu. Diğerleri gitmişti, ama o yerinden kıpırdamamıştı. Nihayet te-mizlikçi kadın, onu uyandırmayı deneyince adamın öldüğü anlaşılmıştı. Annem, adamın geçen salı bile ölmüş olabileceğini söyledi. Adam, benim de dikka-timi çekmemişti.

“Merhaba Bay Fitzke,” dedim, “umarım sizi uyan-dırmamışımdır.”

Fitzke, bingo oynarken ölen emekli adamdan daha yaşlı görünüyor. Gerçekten de kirli pasaklı bir adam Fitzke. Güya o da pek fazla yaşamayacakmış, bu yüzden hep pijamayla dolaşıyormuş. Hatta en pahalı süpermarket olan Edeka’ya alışverişe bile pijamayla gidiyor. Pat diye düşüp ölürse, en azından üstünde

6

uygun kıyafet olmuş olur. Fitzke, bir defasında Frau Dahling’e küçüklüğünden beri kalp hastası olduğunu söylemiş. Çok çabuk nefesi kesiliyormuş ve bir gün güm diye gidecekmiş! Yakında ölecekse bile, doğru düzgün giyinebilir ya da en azından ara sıra da olsa örneğin Noel’de pijamasını yıkayabilir diye düşü-nüyorum. Ben şahsen, Edeka’nın peynir reyonunun önünde yere yığılmayı ve ölmüş olsam bile berbat kokmayı istemem.

Fitzke bana dik dik baktı. Ben de makarna tanesi-ni burnunun dibine uzatıp sordum: “Bu, size mi ait?”

“Nerden buldun onu?”“Kaldırımda. Frau Dahling, Rigatoni olabileceğini

söyledi; ama sos kesinlikle Gorgonzola.”“Orada öylece mi duruyordu?” diye sordu şüp-

heyle, “yoksa başka bir şeyin içinde miydi?”“Kim?”“Kendine bir beyin satın alsana! Makarna tanesini

diyorum, mankafa!”“Soru neydi, tekrarlar mısınız?”Fitzke gözlerini devirdi. Öfkeden patlamasına ra-

mak kalmıştı. “Kaldırımda öylece bir tek o mu duru-yordu, senin aptal makarna tanen? Yoksa başka bir şeyin içinde miydi! İt boku, biliyorsun işte.”

“Sadece bu vardı,” dedim.

7

“Doğru düzgün göster o zaman.”Elimden makarna tanesini aldı ve parmaklarının

arasında çevirdi. Sonra da benim bulduğum makar-nayı ağzına attı ve yuttu; hem de çiğnemeden.

Ardından kapıyı da suratıma kapattı. ÇAAAAT!Kafayı yemiş bu adam! Kesinlikle bir daha makar-

na tanesi bulursam özel olarak boka bulayıp Fitzke’ye getireceğim. Eğer başka bir şeyin içinde miydi diye sorarsa, hayır kıyma sosu, diyeceğim.

Adama bak!Aslında elimde makarna tanesiyle bütün apart-

manı dolaşıp kime ait olduğunu sormak istiyordum, ama ne yazık ki makarna artık yok. Fitzke’nin berbat dişlerinin arkasında kaybolup gitti. Makarnanın arka-sından yas tuttum. İnsan, bir şeyi kaybettiğinde hep böyledir: Önceleri hiç de matah bir şey olmadığını düşünürsün, ama sonrasında birdenbire dünyanın en harika makarnası olduğunu düşünürsün. Bayan Dah-ling için de aynı şey söz konusuydu. Geçen kış, lanet olasıca kocası onu aldattığı için ona küfretmişti. Şim-di ise birbiri ardına aşk filmleri izliyor ve kocasının dönmesini çok arzuluyor.

Fitzke’nin dairesinden aşağı yani ikinci kata in-mek istedim, ama sonra düşününce başka bir şeye karar verdim ve karşıdaki dairenin zilini çaldım. Bu-

8

rada, iki gün önce taşınan yeni bir kiracı oturuyor. Henüz kendisini görmedim. Bulduğum makarna ta-nesi artık yok, ama bu, merhaba demek için iyi bir fırsattı. Belki de beni içeri çağırır. Başkalarının evine gitmek hoşuma gidiyor.

Bu daire, çok pahalı olduğu için uzun süre boş kaldı. Dördüncü kat, ikinci kata göre daha fazla ışık aldığı için annem burayı kiralamayı düşünmüştü. Hem birazcık manzarası da var. Ağaçların arasından caddenin öbür tarafındaki eski Şehir Hastanesi’nin al-çak binası görülebiliyor. Ama annem dairenin kirası-nı öğrenince vazgeçti. İyi ki vazgeçmiş, yoksa Fitzke denen o obur herif kapı komşumuz olacaktı.

Yeni gelenin adı Westbühl. Kapı zilinde öyle yazı-yor. Evde yoktu. Doğrusu evde olmaması, beni biraz olsun ferahlatmıştı. Ona adıyla hitap ederek konuş-mak zorunda kalmak, beni strese sokacaktı. Doğu, batı vesaire yüzünden. Demem o ki, sağ ve solu hep karıştırıyorum, pusula üzerinde bile. Sağ sol söz ko-nusu olduğunda, kafamın içindeki bingo silindiri otomatik olarak harekete geçiyor.

Merdivenlerden inerken öfkeliydim. Fitzke elim-deki kanıtı yok etmeseydi, dedektiflik oynamak için harika bir gün olabilirdi. Çünkü zanlı sayısı hiç de fazla değildi. Örneğin beşinci kattaki her iki lüks çatı dairesini tamamen devre dışı bırakabilirdim. Run-

9

ge-Blawetzky ailesi dün tatile çıkmıştı. Yan dairede oturan Marrak ise dünden bu yana ortalıkta görün-müyordu. Muhtemelen yine çamaşırlarını yıkayan kız arkadaşının evinde geceledi. Onu birkaç haftada bir, elbise dolu kocaman bir çantayla koşturup durur-ken görmek mümkün. Bir içeri bir dışarı, tekrar içeri tekrar dışarı, böyle sürüp gidiyor. Bayan Dahling bir defasında, günümüzün genç erkeklerinin durumu-nun feci olduğunu söyledi. Eskiden erkekler dışarıda kalacakları zaman yanlarına sadece diş fırçalarını alı-yorlarmış, bugünse elbise dolabının yarısını alıyorlar. Marrak her halükârda evde değildi. Apartman giri-şindeki ona ait posta kutusunda dünden kalma bir reklâm duruyordu. Öpüşme sahneleriyle dolu film-ler yerine polisiye filmleri izlemeyi tercih ediyorum, çünkü tabiri caizse insanın kendi kendine öğrendiği böyle şeyler için film seyretmeye gerek yok.

Tamam, beşinci katı zanlı listesinden siliyoruz. Dördüncü katta Fitzke ve adında yön ismi olan2 yeni taşınan kiracı oturuyor. Üçüncü katta ise Bayan Dah-ling’in karşısında Bay Kiesling oturuyor. Onun kapı-sını zaten ancak akşam çalabilirim, çünkü Tempel-

2 Rico, Almanca “westlich” anlamına gelen batı sözcüğü ile komşusunun adı olan Westbühl arasında kelime oyunu ya-pıyor. (e.n.)

10

hof’ta bir laboratuvarda diş teknisyeni olarak bütün gün pestili çıkana kadar çalışıyor.

Bir alt katta annem ve ben, bizim karşımızda altı kişilik Kessler ailesi oturuyor. Ama onlar da tatilde. Kessler’lerin ikinci kattaki evlerinden onun altındaki daireye inen bir merdiven var, çünkü orası da onlara ait. Bay ve Bayan Kessler’in çocukları çok olduğu için epey alana ihtiyaçları var.

En çok birinci katta, Kessler’lerin karşısındaki dairenin kapısını çalmak beni sevindirecekti. Yani annemle benim oturduğum dairenin altındaki daire. Orada Jule, Berts ve Mesut birlikte oturuyorlar. Üçü de üniversite öğrencisi. Ama takdim edebileceğim bir makarna tanesi olmayınca onları ziyaret planım suya düşmüş oldu. Berts, oldukça makbul biri. Mesut’tan ise hiç hoşlanmıyorum, çünkü Jule bana değil ona âşık. Bu konuda şimdilik bu kadarı yeterli. Sormaya keşke oradan başlasaydım ya da apartman yönetici-miz yaşlı Mommsen’den. Mommsen, giriş katında oturuyor.

Hiçbiri evde değil.O hâlde dosdoğru ikinci kata, yani eve.Eve geldiğimde, annem holde, üzeri tombul ya-

naklı küçük meleklerle dolu altın yaldızlı aynanın önünde dikiliyordu. Üzerindeki gök mavisi tişörtünü

11

çenesine kadar kaldırmış, kim bilir ne zamandan beri memelerine kaygıyla bakıyordu. Aynada düşünceli yüzünü görebiliyordum.

Anneme sokakta pek çok insan, özellikle de er-kekler dönüp dönüp bakar. Tabii ki sokakta tişörtü-nü yukarı sıyırıp yürümüyor, ama tek kelimeyle ha-rika görünüyor. Her zaman çok dar bir mini etek ile eteğin üzerine vücudunu saran, derin dekolteli kısa bir elbise giyiyor. Bunun yanına yüksek topuklu, gü-müş ya da altın renkte ince şeritli sandaletler. Uzun, düz, sarı saçlarını açıyor ve ayrıca çeşit çeşit şıkır şıkır bilezikler, kolyeler ve küpeler takıyor. En çok tırnak-larını seviyorum. Tırnakları çok uzun. Annem her hafta tırnaklarının üzerine yeni bir şey yapıştırıyor; minnacık yanardöner süs balıkları ya da her tırnağına bir tane küçük uğur böceği gibi. Bundan hoşlanan bir yığın erkek olduğunu ve bu yüzden işinde o kadar başarılı olduğunu söyler hep.

“Bir zaman gelecek, memelerim sarkacak,” dedi annem, aynadaki kendi görüntüsüne ve bana. “Daha iki üç senesi var. Ondan sonra yer çekiminin kurbanı olacaklar. Hayat, yaprakları koparılan kahrolası bir duvar takvimidir.”

Yer çekiminin ne olduğunu bilmiyordum. Söz-lükte aramam gerekecekti. Daha akıllı olmak için

12

bilmediğim bir şey olursa ansiklopediye bakarım. Ba-zen anneme, Bayan Dahling’e ya da öğretmenim Bay Wehmeyer’e de sorarım. Öğrendiğimi yazıya döke-rim. Mesela şöyle:

YER ÇEKİMİ: Bir şey görece ağır olduğunda diğer cisimleri kendisine çeker. Örneğin yer, her şeyden bir hayli ağırdır, bu nedenle hiçbir şey yerden aşağı düşmez. Yer çekimini Isaac Newton adında bir adam keşfetmiştir. Yer çekimi, memeler ve elmalar için çok tehlikelidir. Galiba diğer yuvarlak nesneler için de.

“Ya sonra?” diye sordum.

“Sonra yenilerine sahip olacağım,” dedi annem kararlı bir şekilde. “Çünkü söz konusu olan işletme sermayemdir.” İç çektikten sonra tişörtünü tekrar aşağı indirdi ve bana doğru döndü. “Okul nasıldı?”

“İdare eder.”

Hiç teşvik merkezi demez, çünkü bundan ne kadar nefret ettiğimi biliyor. Bay Wehmeyer, yıllar-dır kafamın içindeki bingo toplarını boşuna düzene sokmaya çabalıyor. Bir defasında ona toplarla uğ-raşmadan önce, belki de ilkin makineyi durdurması

gerektiğini önermeyi düşündüm, ama sonra bundan vazgeçtim. Eğer bunu kendi başına düşünemiyorsa talihsizliğine yanmalıydı.

“Wehmeyer neden seni okula çağırdı ki?” diye sordu annem. “Dün okulun son günü sanmıştım.”

“Tatil ödevi yüzünden çağırdı. Bir şeyler yazma-lıyım.”

“Sen ve yazmak?” diye kuşkuyla kaşlarını çattı. “Ne yazacakmışsın peki?”

“Bir kompozisyon,” diye mırıldandım. Mesele daha karmaşıktı, ama denemeden önce anneme hiç-bir şey açık etmek istemedim.

“Anladım.” Kaşları tekrar düzeldi. “Bir şeyler ye-din mi, döner ya da başka bir şey?” Eliyle saçımı ka-rıştırdı, eğilip alnıma bir öpücük kondurdu.

“Hayır.”“Yani aç mısın?”“Evet.”“Peki. İkimize balık fileto hazırlayayım,” dedi ve

mutfağa doğru giderek ortadan kayboldu. Sırt çanta-mı odamın açık kapısından içeri fırlattım, sonra onu takip ederek mutfağa gittim ve yemek masasına otu-rup onu izlemeye başladım.

“Sana bir şey sormam gerekiyor Rico,” dedi an-nem, tavada yağı eritirken.

Kafam otomatik olarak omuzlarımın arasına çe-kildi. Annem, ismimi söyleyerek bana bir şey sordu-ğunda bu, bir konuya dair öncesinde kafa yorduğu anlamına gelir. Eğer kafa yormuşsa bunun genellikle ciddi bir nedeni var demektir. Ciddi derken, çetrefilli demek istiyorum. Çetrefilli derken de, bingo topları-nı kastediyorum.

“Ne soracaksın?” diye sordum dikkatle.“Mister 2000 ile ilgili.”Balık filetolarının çoktan pişmiş olmasını arzula-

dım birden. Mankafalı biri bile bu konuşmanın nasıl sonuçlanacağını tahmin edebilirdi. Annem buzdola-bını açtı ve mavi buzdan bir örtünün altından balık filetolarıyla dolu paketi bir bıçakla kazıyıp kanırtarak çıkardı. “Yine bir çocuğu serbest bırakmış,” diye sür-dürdü. “Bu sefer, Lichtenberg’ten birini. Bu, beşinci. Bundan önceki ise…”

“Wedding’tendi, biliyorum.”Ve ondan önceki üçü Kreuzberg, Tempelhof,

Charlottenburg’tandı. Mister 2000, üç aydır bütün Berlin’in huzurunu kaçırmıştı. Televizyonda, muhte-melen bütün zamanların en kurnaz çocuk rehinecisi olduğunu söylüyorlardı. İstediği fidyeler çok düşük miktarlarda olduğu için bazıları onu “ucuzcu çocuk rehinecisi” diye adlandırıyor. Tatlı sözlerle kandırıp

15

arabasına aldığı küçük oğlan ve kızları götürüyor, sonra da anne babalarına bir mektup yazıyor: Sevgili ebeveynler, küçük Lucille-Marie’nize tekrar kavuşmak istiyorsanız bu, size 2000 Euro’ya patlayacak demektir. Böylesine gülünç bir bedel için polisi haberdar etmek is-teyip istemeyeceğinizi iyice düşünün. Polise haber verir-seniz çocuğunuzun ancak parçalarına kavuşabilirsiniz.

Şimdiye dek bütün ebeveynler, önce fidyeyi öde-yip çocukları tek parça hâlinde geri aldıktan sonra po-lise haber verdiler. Ebeveynler her şeyi eline yüzüne bulaştırdığı için bütün Berlin küçük bir Lucille-Ma-rie’nin ya da herhangi bir Maximilian’ın tek parça ola-rak eve dönmeyeceği günü bekliyor. Bazılarının, ço-cukları kaçırılmış olduğu için çok mutlu olmaları ve bu yüzden de tek kuruş fidye bile ödemeye yanaşma-maları söz konusu olabilir. Ya da yoksul olabilirler ve belki elli Euro’dan başka paraları yoktur. Eğer Mister 2000’e sadece elli Euro verilirse, bir çocuktan geriye muhtemelen sadece bir el kalır. İnsanı merak içinde bırakan soru, onun bu durumda geriye ne göndere-ceğidir: eli mi yoksa geri kalanını mı? Tahminen eli gönderecektir, çünkü bu dikkat çekmez. Ayrıca, o elli Euro çocuğun geri kalanının içine konduğu koskoca bir paketin posta masrafına ancak yetecektir.

Bence 2000 Euro her halükârda çok para. Berts’in bana anlattığına göre, acil bir durumda, isterse herkes

16

bu parayı denkleştirebilirmiş. Berts, işletme okuyor. Parayla ilgili bir bölümmüş. Demek ki bu konuda bil-gisi var.

“2000 Euro paran var mı?” diye sordum anneme. İnsan ne olacağını bilemez. Acil durumda annemin servetime el atmasına izin verebilirim. Bozuk paralar yukarıda, üzerinde küçük bir delik olan cam kum-baraya atılıyor. Düşünmeye başladığımdan beri bir kumbaram var, biriktirdiğim para bir kolum için filan yeter herhâlde. Yirmi ya da otuz Euro’ya annemin en azından benimle ilgili ufak bir anısı olur.

“2000 Euro mu?” diye sordu annem. “O kadar pa-ram varmış gibi mi görünüyorum?”

“Bu parayı bir araya getirebilir misin?”“Senin için mi? Bunun için birini öldürmem ge-

rekse de bulurum, bir tanem.” Bir çatırtı duyuldu ve kalın bir buz parçası mutfağın zeminine düştü. An-nem onu yerden aldı, Puhhh ya da Pfff gibi bir ses çıkardı ve buz parçasını lavaboya attı. “Dondurucuyu acilen eritmek gerekiyor.”

“Ben şimdiye dek kaçırılan diğer çocuklar kadar küçük değilim. Daha büyüğüm.”