32
Bahattn Ari Zonguldak’ta Anadolu’nun Renkleri Erzincanlıların Aşure Etkinliğinde Buluştu Fkret Otyam Bir Bir Uzaklaşıyor Sevdiğim İnsanlar Esat Korkmaz Aşkın Şeriatı, İslam Şeriatına Bir Başkaldırıdır Derviş Kemal Dosta Sitemimdir İsmal Kaygusuz Hacı Bektaş Veli ve Mevlâna İlişkileri - Bölüm II Ham Kutlu Asimilasyonun Konusu Olarak Aleviler Murtaza Demr Laiklik Aleviler Bakımından Ne İfade Eder? Hasan Harmanci Durgun Sular, Durgun Sol Önder Aydin AKP’nin Muaviye Kurnazlığı ve Alevi Örgütlülüğünün Duruşu Vahap Erdodu Siyasal İslam’dan Siyasetin İslamlaşmasına Muhterem Akta Aleviler ve Hukuk Riza Aydin Hz. Muhammed’in Dünyadan Göçüş Sürecinde Yaşananlar Kazim Balaban Rıza Aydın’a Yanıt İsmal Özmen Yedi Ulu Âşık ve Tarikattaki Rolleri - Bölüm I Seda Cokun Âşık Meftuni ile Söyleştik Kaml Ateoullari Kültürel Haklar ve Kimlik Fyati: Ytl / / Şubat Sayi: S ERÇEÞM E BİLİMLE GİDİLMEYEN Y OLUN SONU KARANLIKTIR 38 38 Genel Yayın Yönetmeni: Esat Korkmaz Sahibi: Genel Ajans Basın Dağıtım Organizasyon Ldt. Şti. adına Ahmet Koçak Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Ahmet Koçak Yönetim Yeri: Divanyolu Cad. No: 54 Erçevik İşhanı 102, 34110 Eminönü - İstanbul Tel/Faks: +90.(0)212.519 56 35 E-posta: [email protected] Baskı: Mart Matbaacılık, Ceylan Sk. No 24 Nurtepe Kağıthane, İstanbul - 0212.321 23 00 Yayın Türü: Yerel - Süreli Aylik Derg Bu Sayida (Devamı 2. Sayfada) LAİKLİK, ALLAH’I İKTİDARDAN İNDİREN BİR DEVRİMDİR Söze “susturucu” takmanın ya da sözlerimizi gizlemek için ağzımızda “sığınak” aramanın zamanı değil artık. Türban, Allah’ ı İktidara Taşımanın Bir Simgesidir Esat Korkmaz, Genel Yayın Yönetmeni E ĞRİ oturalım ama doğru konuşalım: Laiklik, iktidardaki Allah’a karşı yapılan bir “halk darbesi”dir. Bu darbeyle “ egemenlik kayıtsız şartsız Allahındır” yargısı iptal” edilmiş; yerine “ egemenlik kayıtsız şartsız halkındır” yargısı geçirilmiştir. Bu Cumhuriyeti kuranlarca Allah’ ın “ dünya görüşü, bu görüşünü iktidarda tuta- cak her türden yasa, ilke, kural”, yani “Ortodoks şeriat ” vicdanlara “kapatılmış- tır”: Vicdanlardan dışarı çıkması, toplumsal ve bireysel yaşama el atması yasaklanmış”tır. Buna “ cüret ” edersen sana “zor” uygularım; vicdanlarda bir “ ahlak ve öte-dünya öğretisiolarak yaşayabilirsin, orada “ özgürsün” denilmiştir. İslamiyet bir “ devlet dini”dir; böyle olduğu için de vicdanlar onun “ evi” olamaz: Top- rağımda laiklik “üretici” biçimde uygulanabilseydi, çoğunluk vicdanındaki “ evi yıkar ve metazik idealizmini düşüncesi idealizmine dönüştürürdü”. Tersini yaşadık: “ Baskı” ile vicdanlara “sıkıştırılan” Ortodoks şeriata, orası dar” gelmeye başladı. Türban simgesini, bu simgenin “sırladığışeriatı araç olarak kullanıp yaşama “sızdılar”. Bilgiyle görüntüyü birbirine karıştıranlar, “mağdurları oynayanşeriatçılarla “birlikte özgürleşelim”, demeye başladılar. Türban, köktendinciler için, Allah’ ın insanın giyimine-kuşamına koyduğu bir “işaret idi: Bu “işaret ” ile onlar “iktidardan indirilen” Allah’ ı, “kovulduğu yere”, yani sokaklara, iş- yerlerine, evimizin içine, ötesinde kafalarımıza taşıdılar. Burada türban, bir “toplumsallaş- ma” simgesi olarak işlev gördü. Simgeyi taşımak ya da simgeye taşınmak, gizlediği şeriatı ve şeriat kimliklerini “güncellemek ”, yani onlara “ can” vermek anlamına gelir. “Güncellen- di-canlandışeriat ve şeriat kimlikleri: Kaçınılmaz biçimde “siyasallaşacakları bir top- lumsallığı” yakaladılar. Artık türban siyasal bir simge: Allah’ ı indirildiği iktidara yeniden taşımanın aracı”. Öyleyse son sözümüzü söyleyelim: “Şeriatla birlikte özgürleşme” yolu terk edilmeden, yani “ şeriattan özgürleşmeden” laik olunmaz. İnanç kabullenmeleri “kul kimliği” olduğu için, aklın evrimini “zor” kullanarak “kesintiye” uğrattıkları için köktendinciler “ özgürleşe- mez”, özgürleşemeyenlerle özgürlük mücadelesi yapılmaz. Nasıl Bir Laiklik, Nasıl Bir Cumhuriyet Bugünün somutunda, toprak insanımızı esenliğe kavuşturacak “laik-devrimci” güçlerin ba- şında Alevi-Bektaşi-Bedreddini topluluğunun geldiği savı, hemen herkesin “ortak yargısıdurumundadır. Bu yargı, toprağımda yaşama geçmiş sınıflar mücadelesi”nde Alevilerin- Bektaşilerin-Bedreddinilerin çalışanlar-üretenler adına “oynadıkları onurlu rolün” bilince çıkardığı bir gerçekliktir. Bu nedenle daha fazla zaman geçirmeden laiklik konusunu açıklı- ğa kavuşturmak ve laiklik mücadelesinde Alevilerin-Bektaşilerin ve Bedreddinilerin yerini ikirciksiz” ortaya koymak gerekiyor. Bir kere daha soralım: Köktendinciler ne yapmak istiyor? Köktendinciler “ şeriatı”, toplumun tümüne “ dayatmaya” kalkıyor: Bu yolla laikliği ve laiklik mücadelesini “boğmaya” yelteniyor. Dinsel-inançsal taraar arasındaki “kavgayıöne çıkararak toplumsal düzeyde “sınıf ilişkilerini, sınıflar arasında süregelen çıkara da- yalı mücadeleyi perdelemeyeçalışıyor. Toplumsal yaşamın her alanında “temsil edicilik kazanıp “ demokrasi-laiklik ” kavgasına öncülük/önderlik edecek devrimci güçleri “kuşatma altına” almak istiyor. Aleviler, Diyanet İşleri Başkanlığı ’nın çatısı altında yer almak istemiyorlar. Çünkü, dev- let yapısında böylesi bir örgütün bulunmasını laiklikle bağdaştıramıyorlar. Diyanet İşleri Başkanlığı ’nın Atatürk döneminde, devrimlere karşı köktendinci Sünni kesimden gelmesi olası tehlikelere karşı kurulmuştu. Varlık nedeni olan bu tehlikelerin ortadan kalkmasıyla

Sercesme Dergisi, Sayı 38, Şubat 2008

Embed Size (px)

DESCRIPTION

Sercesme Dergisi, Sayi 38, Şubat 2008

Citation preview

Page 1: Sercesme Dergisi, Sayı 38, Şubat 2008

Bahattn Ari Zonguldak’ta Anadolu’nun Renkleri Erzincanlıların Aşure Etkinliğinde Buluştu

Fkret Otyam Bir Bir Uzaklaşıyor Sevdiğim İnsanlar

Esat Korkmaz Aşkın Şeriatı, İslam Şeriatına Bir Başkaldırıdır Derviş Kemal Dosta Sitemimdir

İsmal Kaygusuz Hacı Bektaş Veli ve Mevlâna İlişkileri - Bölüm II

Ham Kutlu Asimilasyonun Konusu Olarak Aleviler

Murtaza Demr Laiklik Aleviler Bakımından Ne İfade Eder?

Hasan Harmanci Durgun Sular, Durgun Sol Önder Aydin AKP’nin Muaviye Kurnazlığı ve

Alevi Örgütlülüğünün DuruşuVahap Erdodu Siyasal İslam’dan

Siyasetin İslamlaşmasınaMuhterem Akta Aleviler ve HukukRiza Aydin Hz. Muhammed’in Dünyadan Göçüş

Sürecinde YaşananlarKazim Balaban Rıza Aydın’a Yanıtİsmal Özmen Yedi Ulu Âşık ve Tarikattaki

Rolleri - Bölüm ISeda Cokun Âşık Meftuni ile SöyleştikKaml Ateoullari Kültürel Haklar ve Kimlik

Fyati: Ytl / / Şubat Sayi:

SERÇEÞMEBİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR

3838

Genel Yayın Yönetmeni: Esat KorkmazSahibi: Genel Ajans Basın Dağıtım Organizasyon Ldt. Şti. adına Ahmet KoçakSorumlu Yazı İşleri Müdürü: Ahmet KoçakYönetim Yeri: Divanyolu Cad. No: 54Erçevik İşhanı 102, 34110 Eminönü - İstanbulTel/Faks: +90.(0)212.519 56 35E-posta: [email protected]ı: Mart Matbaacılık, Ceylan Sk. No 24 NurtepeKağıthane, İstanbul - 0212.321 23 00Yayın Türü: Yerel - Süreli

Aylik Derg

Bu Sayida

(Devamı 2. Sayfada)

LAİKLİK, ALLAH’I İKTİDARDAN İNDİREN BİR DEVRİMDİR

Söze “susturucu” takmanın ya da sözlerimizi gizlemek için ağzımızda

“sığınak” aramanın zamanı değil artık.

Türban, Allah’ı İktidara Taşımanın Bir SimgesidirEsat Korkmaz, Genel Yayın Yönetmeni

EĞRİ oturalım ama doğru konuşalım: Laiklik, iktidardaki Allah’a karşı yapılan bir “halk darbesi”dir. Bu darbeyle “egemenlik kayıtsız şartsız Allah’ındır” yargısı “iptal” edilmiş; yerine “egemenlik kayıtsız şartsız halkındır” yargısı geçirilmiştir. Bu Cumhuriyeti kuranlarca Allah’ın “dünya görüşü, bu görüşünü iktidarda tuta-cak her türden yasa, ilke, kural”, yani “Ortodoks şeriat” vicdanlara “kapatılmış-

tır”: Vicdanlardan dışarı çıkması, toplumsal ve bireysel yaşama el atması “yasaklanmış”tır. Buna “cüret” edersen sana “zor” uygularım; vicdanlarda bir “ahlak ve öte-dünya öğretisi” olarak yaşayabilirsin, orada “özgürsün” denilmiştir.

İslamiyet bir “devlet dini”dir; böyle olduğu için de vicdanlar onun “evi” olamaz: Top-rağımda laiklik “üretici” biçimde uygulanabilseydi, çoğunluk vicdanındaki “evi yıkar ve metafi zik idealizmini düşüncesi idealizmine dönüştürürdü”. Tersini yaşadık: “Baskı” ile vicdanlara “sıkıştırılan” Ortodoks şeriata, orası “dar” gelmeye başladı. Türban simgesini, bu simgenin “sırladığı” şeriatı araç olarak kullanıp yaşama “sızdılar”. Bilgiyle görüntüyü birbirine karıştıranlar, “mağdurları oynayan” şeriatçılarla “birlikte özgürleşelim”, demeye başladılar.

Türban, köktendinciler için, Allah’ın insanın giyimine-kuşamına koyduğu bir “işaret” idi: Bu “işaret” ile onlar “iktidardan indirilen” Allah’ı, “kovulduğu yere”, yani sokaklara, iş-yerlerine, evimizin içine, ötesinde kafalarımıza taşıdılar. Burada türban, bir “toplumsallaş-ma” simgesi olarak işlev gördü. Simgeyi taşımak ya da simgeye taşınmak, gizlediği şeriatı ve şeriat kimliklerini “güncellemek”, yani onlara “can” vermek anlamına gelir. “Güncellen-di”-”canlandı” şeriat ve şeriat kimlikleri: Kaçınılmaz biçimde “siyasallaşacakları bir top-lumsallığı” yakaladılar. Artık türban siyasal bir simge: Allah’ı “indirildiği iktidara yeniden taşımanın aracı”.

Öyleyse son sözümüzü söyleyelim: “Şeriatla birlikte özgürleşme” yolu terk edilmeden, yani “şeriattan özgürleşmeden” laik olunmaz. İnanç kabullenmeleri “kul kimliği” olduğu için, aklın evrimini “zor” kullanarak “kesintiye” uğrattıkları için köktendinciler “özgürleşe-mez”, özgürleşemeyenlerle özgürlük mücadelesi yapılmaz.

Nasıl Bir Laiklik, Nasıl Bir CumhuriyetBugünün somutunda, toprak insanımızı esenliğe kavuşturacak “laik-devrimci” güçlerin ba-şında Alevi-Bektaşi-Bedreddini topluluğunun geldiği savı, hemen herkesin “ortak yargısı” durumundadır. Bu yargı, toprağımda yaşama geçmiş “sınıfl ar mücadelesi”nde Alevilerin-Bektaşilerin-Bedreddinilerin çalışanlar-üretenler adına “oynadıkları onurlu rolün” bilince çıkardığı bir gerçekliktir. Bu nedenle daha fazla zaman geçirmeden laiklik konusunu açıklı-ğa kavuşturmak ve laiklik mücadelesinde Alevilerin-Bektaşilerin ve Bedreddinilerin yerini “ikirciksiz” ortaya koymak gerekiyor.

Bir kere daha soralım: Köktendinciler ne yapmak istiyor?Köktendinciler “şeriatı”, toplumun tümüne “dayatmaya” kalkıyor: Bu yolla laikliği ve

laiklik mücadelesini “boğmaya” yelteniyor. Dinsel-inançsal tarafl ar arasındaki “kavgayı” öne çıkararak toplumsal düzeyde “sınıf ilişkilerini, sınıfl ar arasında süregelen çıkara da-yalı mücadeleyi perdelemeye” çalışıyor. Toplumsal yaşamın her alanında “temsil edicilik” kazanıp “demokrasi-laiklik” kavgasına öncülük/önderlik edecek devrimci güçleri “kuşatma altına” almak istiyor.

Aleviler, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın çatısı altında yer almak istemiyorlar. Çünkü, dev-let yapısında böylesi bir örgütün bulunmasını laiklikle bağdaştıramıyorlar. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Atatürk döneminde, devrimlere karşı köktendinci Sünni kesimden gelmesi olası tehlikelere karşı kurulmuştu. Varlık nedeni olan bu tehlikelerin ortadan kalkmasıyla

Page 2: Sercesme Dergisi, Sayı 38, Şubat 2008

2 Sayı 38

SERÇEÞME

örgüt varlığının da sonlandırılması amaçlanıyordu. Ne var ki gelişme-ler amaçlandığı gibi olmadı. Diyanet gittikçe güçlendi; devlet, “Sünni Devlet” tercihinde bulununca Hanefi İslam anlayışı ve bu anlayışın ilahi tasarımı devletle bütünleşti. Ve Diyanet’in kendisi laik-cumhuriyet için çok büyük bir “tehlike” durumuna geldi.

Laik bir toplumda devlet, “ne dinlidir ne de dinsiz.” Devletin “inanç özgürlüğünü sağlamakla” yükümlü olması, bireyin “inançlı ya da inançsız” olabileceğinin; buna karşın, devletin bir inancının “olamaya-cağının” önkoşul olarak kabul edilmesi demektir. Bu nedenle Aleviler laiklik gereği devletin;

a) Hiçbir dinin, dinsel anlayışın, devlet ve toplum düzenini biçimlen-dirip yönlendirmesine olanak tanımaz;

b) Tüm inançlara özgürlük verir; farklı inançta olanların özgürlüğü-nü engellemek isteyenlere müdahale eder, anlayışını yaşama geçirmek istiyorlar.

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın “kendi varlık nedenlerini ortadan kal-dıracak” bir “kanala” sokulmasını ya da “kapatılmasını”; amacın ger-çekleşme sürecinde, kendilerinden alınan ve Diyanet’e ayrılan vergilerin “genel bütçe”den kendilerine aktarılmasını talep ediyorlar.

“Zorla din eğitimi verme, Alevi yerleşim bi-rimlerine cami yaptırma ve imam atama, iş ve bürokrasi alanlarından Alevileri dışlama” uygu-lamalarının, Osmanlı’nın şiddete dayalı “asimile” yönteminin Cumhuriyet dönemindeki devamı olduğuna inanıyorlar ve bu uygulamaların sona erdirilmesini istiyorlar.

Camileri “ortak ibadet yeri” olarak görmüyor-lar; kendi inançlarının gereklerini, kendi ibadet yerlerinde, yani “cemevleri”nde özgürce yerine getirmek istiyorlar. Çocuklarına, “devlet zoruyla din dersi verilmesini” bir “zulüm” olarak algılı-yorlar ve bu uygulamanın en azından Türkiye’nin de imzaladığı “Çocuk Hakları Sözleşmesi”ne aykırı olduğunu bıkmadan usanmadan yineliyorlar.

Bu toprağın yurttaşları, aydınlanma yaratıcıları olarak “kıyıma” uğ-ramak istemiyorlar artık. Bu isteğin bir kanıtı anlamında onlarca insanın diri diri yakıldığı Sivas/Madımak Oteli’nin, “Sivas Utanç Müzesi” ola-rak düzenlenmesini talep ediyorlar.

Alevilerin istemleri “nasıl bir laikliği, nasıl bir cumhuriyeti” işaret ediyor acaba? Bu konuda Türkiye’de tam bir “kafa karışıklığı” yaşandı-ğı için “karışıklığa çözüm” anlamında bir “açılım” yapma gereğini duy-dum:

Laiklik ikiye ayrılır:1. Ruhunu 1789 Büyük Fransız Devrimi’nden alan laiklik.2. Ruhunu ABD’nin Anglosakson sekülarizminden alan laiklik.Bu iki “kaynak ruh” arasındaki “fark” demokrasi anlayışlarına da

yansır: Birinci “ruh kaynağı”, yani Büyük Fransız Devrimi kaynağı “öz-gürlük-eşitlik-kardeşlik” üzerine yapılanır. Buna karşın ikinci “ruh kay-nağı”, yani ABD’nin Anglosakson sekülarizmi kaynağı “mülkiyet-libe-ralizm-özgürlük” üzerine yapılanır. Birinci “ruh kaynağı”, cumhuriyetçi demokrasiyi “koşul” sayarken, ikinci “ruh kaynağı”, liberal demokrasiyi “koşul” alır.

Bu iki “ruh kaynağı”nın birbirini anlaması ya da birbirine dönüşme-si özünde olanaksızdır ama biz olanaksızın üstesinden gelmeyi iyi bili-yoruz: Birinci ruh kaynağı, “insan birimi” olarak “yurttaşı” belirleyici alarak “halkçı bir mülkiyeti” yaratmayı amaçlarken ikinci ruh kaynağı, “bireyi” öne çıkarıp “bireyci bir mülkiyeti” yaşama geçirmeyi amaçlar.

Bu iki “ruh kaynağı”ndan birinci ruh kaynağı, yani Büyük Fransız Devrimi kaynağı, “halkçı mülkiyet” üzerinde “sosyal devleti” örgütler-ken ikinci ruh kaynağı, yani ABD devrimi kaynağı, Amerikan toprağın-da koloninin “elitleri” tarafından İngiliz sömürgecisine karşı yapıldığı için “Efendiyi değiştirmekle” birlikte “toprak mülkiyeti ve kölelik düze-nini değiştiremedi.” Tam da bu nedenle bu ruh kaynağı, “sosyal içerikten yoksun, sosyal devlete kapalı bir bağımsızlık savaşı” olarak tarihe geçti.

Yine birinci ruh kaynağında mücadele ya da sınıfl ar savaşı “kilise ile devlet-halk” güçleri ara-sında gerçekleşti, yani devlet ile halk birleşti ve kiliseye karşı mücadele verdi. İkinci ruh kayna-ğında ise “kilise ile halk birleşti ve devlete karşı mücadele verdi”.

Bugün Türkiye’de bu “iki ruh kaynağı” birbi-rine karıştırılmakta ya da “sekülarizm” ile “laik-lik” birbirine “vurulmakta” süreçte kimileri kal-kıp “Türkiye kendi laikliğini terketsin ve Protes-tan cemaatlerin gerici sekülarizmini kabul etsin” diyebilmektedir.

Birinci ruh kaynağında laiklik, yani Fran-sız-Türk laikliğinde laiklik, “din ve dünya iş-lerinin birbirinden ayrılması” olmazsa olmaz

koşulu gereği “yurttaşı ve toplumu dinlerin baskısına karşı koruma-yı”, daha açık bir dille söylersek “yurttaşı ve toplumu özgürleştirme-yi” amaçlar. İkinci ruh kaynağında laiklik, yani ABD sekülarizminde ise laiklik, “din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması koşulu” ge-reği devleti, “dinlere-inançlara karşı eşit uzaklıkta tutmaya” çalı-şır; amacı da budur.

(Baştarafı 1. Sayfada)

Türban, Allah’ı İktidara Taşımanın Bir Simgesidir

Derviş Kemal Dosta SitemimdirBütün vücudum “göz” kesildi:

Dostları da “kollar” oldum.

OZANIMIZ DERVİŞ KEMAL’den bir mektup aldık: “Sevgili dost, değerli kardeşim Ahmet Koçak!...”, başlıklı 6 Şubat 2008 tarihli

mektubunda; “Çıkarmakta olduğunuz Serçeşme isimli derginin 37 sayılı nüshası-nı dün aldım. Her zaman olduğu gibi derginin sayfalarında yazı ve şiirlerin tümünü okuyup inceledim.İçinde bulunduğumuz Muharrem ayı bitmek üzere olduğu halde, Kerbelâ olayını ve Mazlum Hz. Hüseyin’i ve yanındaki yakınları-nın akibetini anlatan ne bir makale, ne bir mersiye ve ne de bir şiir görmedim. Bu olguda bir kasit olduğunu düşünmediğim halde yine de son derece üzüldüğümü söylemek istiyorum.Derginizde ara sıra veya sürekli yer alan pek çok yazar ve ozan olduğu halde, Muharrem ayı boyunca derginiz sayfalarının bom-boş kalması beni haklı olarak hayli düşündürdü. Bir ara benim yaz-dığım şiirlerin kayda değer görülmediği kanısı, vaki düşüncemin içinde yer aldı...”

Mektubun ilgili bölümü bu: Öncelikle belirteyim; Derviş Kemal, bâtıni şiir kalitesi açısından yaşayan ozanlar arasında “başat” bir kim-

lik. Bu yargımı her koşulda belirtim; yükümlülüklerimi anımsadım ve olanaklarım ölçüsünde yerine getirmeye çalıştım.

Ama “haksızlık haksızlıktır”: Dergiyi eline aldığında, “benim şiirim yayımlanmış mı?” yoğunlaşması içine girersen, kendinden başkasını göremezsin. Serçeşme’nin 36. sayısında Muharrem ayına girileceği için Bektaş Alagöz tarafından yazılan “Muharrem, Kerbelâ ve Aşure” başlıklı uzun yazının birinci bölümü yayına alındı. İkinci bölümü de 37. sayıda yayımlandı. Derviş Kemal’in Muharrem ile ilgili hiçbir ya-zının çıkmadığını vurgulamak için “bom-boş” dediği 37. sayıda 28.-29. ve 30. sayfalar Kerbelâ konusuna ayrılmıştır. Ozanımızın haklı olduğu şey; derginin bu sayısına nefes konmamış olmasıdır. Bu da sayfa düzeni yapan teknik yönetmen arkadaşımızın “sayfa alanı ile nefes uzunluğu arasında bocalarken, kısa nefeslerden seçeyim aceleciliği içinde ko-nuyla ilgili nefesleri dışarıda bırakmasından kaynaklanmıştır”. Çünkü bu dergiyi üç kişi çıkarıyor: Kimi kez aşırı yorgunluk ve koşturmaca, istemediğimiz eksiklikler ve hatalar yapmamıza yol açıyor. Böylesi du-rumlarda hatamızı “öğretmenimiz” olarak algılıyoruz; başka ne yapa-biliriz ki. Ancak “kasıt çağrışımı yapan üzüntü”, bizim öğretmenimiz olamaz, o sahibine “ait” bir kusurdur.

Düşünmenin yerine “bakmayı” ya da “duymayı” seçtiğimiz için “bilgi” ile “görüntüyü” birbirine karıştırıyoruz sık sık: Canım ile be-denim “kavga” ettiğinde, bedenimi ya da canımı “emanet” edeceğim dostlarımdan “kasta bağlanan” bir üzüntü duyduğumda, her şey “ter-sine” dönüyor: Özlemle kucaklaşmaların tadı kaçıyor. İçimde kalan son istek “ses” olup taşıyor: “Özgür ölebilmenin yalnızlığı ya da yalınız ölebilmenin özgürlüğü”

Aşk-ı muhabbetlerimle. Eyvallah! Esat Korkmaz

1950’lilerden bu yana laiklik de “yabancılaştı”:

“Din ve dünya işlerinin birbirinden ayrılması”

temeline dayanan laiklik, “din ve devlet işlerinin

birbirinden ayrılması” biçiminde algılanmaya/anlaşılmaya ve

uygulanmaya başladı.

Page 3: Sercesme Dergisi, Sayı 38, Şubat 2008

Şubat 2008 3

SERÇEÞME

“Bir Bir Uzaklaşıyor Sevdiğim İnsanlar Ne Zaman Bir Dosta Gitsem Evde Yoklar”

Fikret Otyam

SİVAS ellerinde insan/insanlık düşmanı ha-yın yobazların nice canlar gibi acımasızca

yaktıkları şair dostum Metin Altıok’un bir şii-rinden yazımın başlığı. “Ölüm ile ayrılığı tart-mışlar, elli dirhem fazla gelmiş ayrılık” demiş halkımızdan bir can. Ayrılık neden elli dirhem fazla gelmiş ölümden? Şarkılara da girmiş ay-rılık, “Ayrılık ölümden beter” demişler… “Ay-rılık ayrılık ah ayrılık” der Azeri ses sanatçısı, yürekten… Oysa ayrılıkta buluşma umudu var, ölüm öyle mi? Şu dirhemle tartma işinde bir eşitsizlik bir yanlışlık var gibi... “Ölüm ile ayrılığı tartmışlar ikisi de gelmiş aynı dirhem” akla daha yatkın geliyor bana.

Yaşlılık mı daha duyarlı kılıyor insanı, sev-diklerinizin ayrılığı ya da ölümle eşitliği yü-reği neden daha bir buruyor, acısını uzaktan yakından neden bal eylemiyor/ eyleyemiyor? Hele hele ardı ardına gelen ayrılıklar/ ölümler neden daha bir acılı ediyor insanı? O ayrılık ya da ölüm, insanoğluna kendisinin yaklaştığı-nı çağrıştırıyor! Çıkamadım içinden, sonuçta çözdüm, al birini vur ötekisine!

On iki yıl önce mi ne, temeline harç koy-maktan onur duyduğum “Antalya Hacıbektaş Veli Cem ve Kültür Evi”nin yapımını sahibi gibi izleyip durdum. Geçenlerde gelip aldı-lar, son halini gördüm ve bitende kocaman bir Hacıbektaş Veli Hünkâr’ın resmini armağan edeceğim sözümü yerine getirmek için yer beğendik. Çaylar içerken bin yıllık tanışım/dostum Hüseyin Gazi Metin dede geldi yine bin yıllık sevdiğim/ saydığım bir güzel can Hamza Tanal’a, aylardır, yıllardır sayrılıydı Tekke/ Akçaeniş köyünde sevenlerinin en has bakımı altında. Elden geleni yaptık, canbakan dostlarım Akdeniz Üniversitesi Hastanesi’nde çare üstüne çare aradılar ne ki bulamadılar, yanmak neye yarar? Onunla ilgili bir yazıdan: “… Filiz-Fikret Otyam’la ziyaretine gittiğimiz gün de Fikret Otyam’ın boynuna sarıldı, çığlık çığlığa kaldı. Konuşamıyor. Hazin bir durum... Serdar’ın, Öznur’un sevgili babaları.”

O, insana sevgiyle, yalansız dolansız içten bakışı, akpak pos bıyıkları, tatlı ve ışıklı mu-habbeti yaşamalı, dili mi, işte o yaşamasız ve dahi bedeni uzanıp yattığı o tertemiz döşekte... Yeni çığlıklar attırmamak için gitmedik görüp de konuşamamanın, elemini, acısını, zulumu-nu bir daha ona çektirmemek için. Öznur veri-yordu giderek acılaşan yaşamının dayanılmaz haberlerini. Hüseyin Gazi Metin dede duygulu duygulu anlatıyordu Hakk’a yürüyen o güzel canın sırlanışını!

Hastanede yattığım sürece can bakanlarım ısrarla “Üzülmek yok! Sinirlenmek yok, bir şeyi dert etme yok aman ha, ikinci bir kanamaya neden olma...”, buyurmuşlardı! Bir an için o

koca yapı başıma yıkılır oldu, “kurtuldu” de-dim yanarak, acıları sonlandı, “kurtuldu...”

Kurtulan Hamza can mıydı yoksa şu satır-ları yazan can bakanlarının buyruklarını tutan kişi mi? Canbakanlarımın kesin buyruğunu bilen Öznur, babasının Hakk’a yürüdüğünü kesinlikle bu candan saklanmasını sıkı sıkı tenbihlemiş! Birileri böyle bir mekânda duy-mamı istediyse Öznur neylesin? Ölüm mü ağır/ ayrılık mı? Gel de çık işin içinden!

Artık Telefondan “Otyam Baba Nasılsın, Ben Kamber” Diyen de Yok

Kıramazdım o candan çağrılarını, “Feyzullah canı anacağız sensiz olmaz, yolunu gözlüyo-rum...” “…konulu panelimiz var biliyorum kır-mazsın bizi, yolunu gözlüyoruz”, yollu telefon-lar Ankara’dan Gazipaşa’ya “evet geliyorum” demek on on bir saat otobüs yolculuğu demek. Telefondaki Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Ankara Şubesi Başkanı Kamber Çakır can, ve-falı dostum...

Sivas acısını, zulmünü, insansızlığını, yo-baz alçaklığını resimle anlattım adı “Sivas El-lerinde Otuz Yedi Ak Güvercin...” Sergimiz de bu resmim önünde duran Cumhurbaşkanı Sü-leyman Demirel uzun uzun baktıktan sonra: “Allah bizlere böyle bir acı daha gösterme sin” dedi yürekten. Bu tablomu Kamber canın baş-kanı olduğu şubeye armağan ettim, şimdikiler-den niyazım ona iyi bakıp sahiplensinler...

Sonraları dergimizde okudum, O can Hakk’a yürürken bu can da sayrılar evinde ecelle cenkleşiyordu, Kamber gitti dostu bu can kaldı dünyada, koca insanın hikmetinden “suval” olur mu, olmaz imiş! Kalanlarına bir baş sağlığı yeterm’ola? Çok emek verdiği der-nekten ayırmaları onu zaten o an Hakk’a yü-rütmüştü. Bitmedi O daha önce Hakk’a yürü-müştü, kendisinin kurtulup can kızı Belkıs’ın Madımak’ta kahpece canından edildiğinde!.. Yani O, üç kez Hakk’a yürüdü, hangisine ya-narsın ?

Ulan Adama Bak Sanki Hazreti Ali’nin ta Kendisi!

Dediler ki taaa Alamanyadan; “sizi birisi karşı-layacak havaalanında” O bizi tanırmış meğer, kim ola ki? Diyenler de orada ki bizim Kızıl-baş dostlar, elbette vardır bir bildikleri...

Çantalar elde çıktık kapılardan, o ana baba gününde bizi tanıyanı arıyoruz sanırım o da bizi! Ve buluşuverdik! Kara şalvarlı dev gibi bir adam, haykırdım: “Ulan Osman, adı batasıca” sarıldık candan, özlemle, o halde ağlaşıyorduk, gavur milleti bize bakıyormuş hayretle kime ne? Ulan gavur milleti, siz ne-redeyse yirmi yıldır görmediğiniz bir sevdi-ğinizle karşılaşınca sarılıp ağlaşmaz mısınız Yaradana binlerce şükür olsun bunu nasip etti diye? Hiç birisini diyemedim, arabaya bindik, lafın, muhabbetin gözüne vura vura söyleşinin yapılacağı yapıya geldik. Salon Kızılbaş mille-tiyle tıklım tıklım… Sahnedeki uzun masada yerimizi aldık, yanımda bir güzel adam var, bir dost var, sevilesi, sayılası gülyüzlüm Nejat Bir-doğan can... O daha önceki uçakla gelmiş.. Sa-lonun sağ kapısından birisi girdi, ön sıralarda oturanlar ayağa kalkıyor o geçerken, sevgiyle, saygıyla… Gülmem tutuyor, mikrofon açık, “Ey canlar ey canlar” diyorum

“Şu gelene bakın hele şuna bakın adam sanki Hazreti Ali’nin ta kendisi… Adı da Osman, iyi mi? Burada üç yezit var ben, eşim, bir de şu koca herif Osman Dağlı… İşte Alevilerin insana saygısı sevgisi dün-yaya örnek...” Üç gün özlem giderdik, üçüncü ayak Mah-

zuni canı andık. 1960 yılında birlikte gelivermişlerdi Perçe-

nek köyünden. Âşık Mahzuni ve Âşık Maksu-di olarak ve bir güzel dostluk böyle başlamış-tı. Ah vaktim olsa ah eskisi gibi çabuk yazar olsam, yazıversem bu dostluğu, kocaman bir kitap ve her zaman kayıt ettiğim sesleri, söyle-şileri “teneke plak” dediğim teknolojiyle sunu-versem ek armağan olarak…

Yurda her gelişinde bizlere uğramamazlık etmedi/ etmediler Alman eşiyle, onları her de-fasında bağrımıza bastık, en has biçimde ağır-ladık söyleşilerde beraber dalıp gittik, beraber güldük… Basıma hazırlanan kitabının önsözü-nü yazdım, kitap çıktı, ağlamaklıydı sesi, ki-tabı “sevabına (!)”basanlar en önemli şiirlerini koymamışlar, “sansürlemişler” öyle diyordu yanarak/yakılarak… Bu işle ilgili bir Alevi bacıya telefon ettiğinde bir hatunun ağzına hiç yakışmayacak şekilde küfürler ve hakaretler ettiğini ağlamaklı bir sesle anlattığını ben de acıyla dinledim, ama şaşırmadım!

Âşık Maksudi, Âşık Mahzuni dostunun bir zamanlar ayrılmaz et tırnak dostunun yanına gitti, kimbilir orada da şiirler düzecek Mahzu-ni can çalıp söyleyecek, son dizelerde Maksudi Mahzuni birbirine karışacak iki can iken bir can olacaklar yine. Evet,

“Bir bir uzaklaşıyor sevdiğim insanlarNe zaman bir dosta gitsem evde yoklar...!”

Yaşlılık mı daha duyarlı kılıyor insanı, sevdiklerinizin ayrılığı ya da ölümle eşitliği

yüreği neden daha bir buruyor, acısını uzaktan yakından neden

bal eylemiyor/ eyleyemiyor? Hele hele ardı ardına gelen ayrılıklar/ ölümler neden

daha bir acılı ediyor insanı?

Page 4: Sercesme Dergisi, Sayı 38, Şubat 2008

4 Sayı 38

SERÇEÞME

ALEVİLİK DİN DEĞİL AŞKTIR

Aşkın Şeriatı, İslam Şeriatına Bir BaşkaldırıdırEsat Korkmaz

ARTIK şöyle demek zamanıdır: “Açık olarak söyledikleri-mizi içimizden geri alarak geçersiz kılma”, biçiminde ta-nımlayabileceğimiz “takiye” dönemi kapanmıştır. Bunu böylece bilelim. Bu toprağın en gerçekçi politikası-siyaseti “Alevi tarihidir” ve Aleviler bu politikayı-siyaseti yaşama

geçirmekle “bilinen” ya da “belletilmiş” başkaldırı türlerinden bir baş-ka “başkaldırı”yı yaşama geçirdiler: Metafi zik Tanrı’yı ve O’nun “kul” kimlikli peygamberini “iktidardan indirdiler”. Metafi ziğe “teslimiyet”, insan soyunun en büyük yabancılaşmasıdır; böyle giderse yakın bir gele-cekte biz de bu yabancılaşmanın bir “parçası” olacağız.

Kendimi Vurmaya GidiyordumKendi aşkımla kendimi “vurmaya” gidiyordum: “Pusuya düştüm”, Ali Kaykı Can, yakın mesafeden ateş etti bana. O’na göre “onikiden vurul-dum”. Ben ise silahta kullanılan “kurşunun” cehaletinden korktum. Şeri-at dendiğinde yalnızca Sünni şeriatı anlayan, kendi bâtıni şeriat algısını da “zâhiri bağlamda” bir “görüntü” olarak inanca taşıyan, “kirlenmiş yol ezberini” devrimci-demokrat ağza yakıştırmaya çalışan bu “cahiller-den” gerçekten korkmak gerek.

Önce anımsayalım: Ali Kaykı Can “Alevi-Bektaşi’nin Aşkı Asla Şeri-atla İfade Edilemez”, başlıklı yazısında şöyle diyor:

“Serçeşme’nin 35. sayısı geç elime geçti. Derginin genel yönetme-ni değerli yazar Esat Korkmaz canın ön kapak yazısının girişindeki ‘Aşktan başka Tanrı yoktur, Ali Aşkın Velisidir’ üst başlığının hemen altında, ‘İnsanı Eğitmenin Alevi Bektaşi Şeriatına Uygun Tek Aracı Aşktır’ ana başlığını görünce irkildim. İki başlık taban tabana zıttı: Giriş başlığının içerdiği anlam, şeriata göre küfürdür, inançsızlıktır, yazan da söyleyen de kâfi rdir. Onun için Hallac-ı Mansur’u asmadılar mı? Nesimi’yi yüzmediler mi? Şeriat sözcüğünü hangi anlamda kul-lanırsanız kullanın, asla ve asla Alevi-Bektaşilikteki aşk kavramını onunla ne algılayabilirsiniz ve ne de anlatabilirsiniz. Diğer bütün anlamlarından uzaklaşarak Ortodoks İslamın olmazsa olmazı şeri-at, Alevi-Bektaşi inancında da edebiyatında da yoktur ve olmamıştır. Ortodoks inançlardan farklılığı ve aykırılığının temeli de budur. Ne demek istiyor Esat Korkmaz bu başlığı atmakla? Metin içinde bir daha kullanmamış olmasından dolayı, önce, acaba Alevi-Bektaşi şe-raitine (şartlarına, koşullarına, gerekliklerine) demek istemiş de diz-gi hatası mı olmuş, diye düşündüm. Ama hayır, üçüncü satırdan belli belirsiz de olsa, şeriat sözcüğünü ‘uyulması gereken kurallar, yasa-lar’ anlamında kullandığı anlaşılıyor. Demek ki bu başlık bilinçli olarak atılmış. O zaman bir Alevi-Bektaşi inancının mensubu olarak, ‘Siz ne yapmak istiyorsunuz kardeşim? Alevi-Bektaşi edebiyatına yeni bir kavram mı kat-mak istiyorsunuz? Yoksa şeriatlı bir Alevilik yaratmak kaygısına mı düştünüz?’ sorularını sormak hakkım doğuyor.”

Ne diyeyim; hak haktır: Sor. Acı olan; kendi “şeriatından habersiz” olan bu canın, Alevilik adına söyleyeceği “yanlışının” da olmaması. Fel-sefesinde ve öğretisinde “bâtıni şeriat” olarak tanımlanan kendi şeriatından “habersiz” olan bir Alevi, kendi tanrısını, kitabını, pirini-mürşidini ve ibadetini bilme olanağına sahip değildir. “Gerçeği örten gerçektir” algısının izinde kendi gerçeğini “gizleyen” Sünni gerçeği “sıyırıp” atamadığı için “şeriat” sözcüğünden korkan ama diğer taraftan “devrimci geçinen”, olsa olsa her derde deva bir “anonim aptal”dır. Ben “yanlışı severim”; o, iyi bir “öğretmendir”. Ali Kaykı Can öğretmen yüzü görmemiş ya da herhangi bir öğretmenin herhan-gi bir kitabının kapağını bile açmamış. Ben söy-leyecek “yanlışı” olanlara koşuyorum ya da onlar bana. Böylesi bir “erdemden yoksun” canlar kimi kez apansız belirip insana çarpıyor. Basamağı görmeden adım atıp “düşmek” gibi bir şey. Belirt-meden geçemeyeceğim. Ali Kaykı Can’ın eleştiri yazısında bir de “edep” sorunu var:

“Kalın kalın kitaplarınız var, üstelik kocaman bir Alevi-Bektaşi Sözlüğü yayınladınız. Alevi-Bektaşi inancının ilkeleri, kuralları ya da yasaları anlamına gelen ‘Alevi-Bektaşi Erkânı’ söylemine hiç mi rastlamadınız? Alevi-Bektaşi Şeriatı da neyin nesi? Başka sorum yok ve yazınızın içerik olarak karmaşıklığı üzerinde de durmayacağım”

diyor canımız. Anlayamayacağı yazı insana karmaşık gelir: Onu geçiyorum. Bir

kitabımı bile okumadığın açık iken bu “alaysı-küçümseyici ironiyi” ya da böylesi bir ironinin tanımladığı “ahlakı-terbiyeyi” nereden edindin Ali Kaykı Can. Kökenden edinmediğini biliyorum; “sonradan görme” olduğun için “yularsız aslan” olmaya özenmeni anlayışla karşılıyorum. Seni kendinle baş başa bırakıyorum. Neden oldun: Konuyu bir kez daha yazıyorum.

Tanrımız Aynı Tanrı Değil: Haberiniz OlsunEvrendeki tüm olay, olgu ve süreçler arasındaki çeşitli ilişkilerin oluş-turduğu maddesel bağımlılığa bilim dilinde “evrensel bağımlılık” adı verilir. Bu bağımlılık evrenin, birbirinden koparılamaz parçalardan oluşan bir “evrensel bütünlük” olduğunu kanıtlar. Evrenin sürekliliği ve düzenliliği, bu birliğin ve bütünlüğün ürünüdür. Alevi felsefesinde “evrensel bağımlılık”, “sonuç-neden bağımlılığı” ya da “zâhir-bâtın bağımlılığı” biçiminde açıklanır. “Sonuç” ya da “zâhir” her zaman bir “somutluk”tur.

Düşünceci maddeciliğin bu tanımı, metafi zik idealizmin yanlış ta-sarımlarından doğan yanılgıları ortadan kaldırdı: Böylece sonsuz çeşit-lilikteki somut biçimler dışında “değişmez” madde anlayışı temelinden yıkıldı. “Madde” ne yaratılabilir ne de yok edilebilir; sürekli olarak de-ğişerek bir durumdan (bâtından) bir başka duruma(zâhire) dönüşür. “Ten gözü-gönül gözü” bilgilenme sürecinin iki “kanalı” olarak algılanır: Doğal ve kendiliğinden bir süreçte asıl olan “ten gözüyle görme”dir. İn-celenen nesne ten gözünden yitip matematik formüllere dönüştüğünde, diyalektik bilgiden yoksun olanlar “maddenin yok olduğunu” sanır; yani bâtını göremez. “Gönül gözü” ya da “düşünce gözü”nü işlevli kılanlar bu “sanı”yı yıkar ve zâhirin karşıtına dönüşümü olarak algılanan ve bâtın olarak tanımlanan “gizil nesnelliği” düşüncede görünüşe taşırlar; yani düşüncede görmeye başlarlar.

Aslında bizim gördüğümüz şeyler, yani görünüm; kendi başına var olmayan ve ancak “bağımlı” olduğu bir başka şeyin içinde var olandır. Balmumu balmumu olarak görünümdür ve duygularla algılanabilir. Kendi başına var olamayacağına göre balmumu eridiğinde “yok olduğu şey içinde” vardır. Bu ise akılla kavranabilir ya da düşüncede görünüşe

taşınabilir. Bâtıni doğa felsefesinde Tanrı’nın iki özelliği vardır:a) Düşünce özelliği; düşünce sistemini kurar,b) Nitelik özelliği; fi ziksel nesneler sistemini ku-rar.

Bu iki özelliğin tasarımlanmasında kullanılan yöntem tümdengelimci değil, “tümevarımcı”dır: Görünümlerin “gözlenmesi” üzerine yapılandırıl-mış bir “genellemeler sistemi” oluşturur.

Tanrı’nın iki özelliği somutlandığında; düşünce özelliği ifadesini “bedenin düşüncesi”nde, nitelik özelliği ifadesini “bedenin kendisi”nde bulur.

Bu kapsamda evren ya da dünya Tanrı’nın nitelik özelliklerinin toplamıdır, yani doğadır. Toplumsal akıl, Tanrı’nın düşünce özelliğinin, doğanın aklı ise şaşmaz Tanrı düşüncesinin bir toplamıdır.

Demek ki Tanrı, her şeyin “yaratıcısı” değil-dir, ama her şeyin “nede ni”dir. Yani Tanrı, kendi “nedeni” olduğu dünyanın içindedir; onun ötesin-de değil.

Demek ki akıl ve beden; akıl ve doğa “tek şey”dir. İnsanın aklının ya da doğanın aklının bağlı olduğu “sistem”, aynı biçimde bedenin ya da doğanın “bağlı” olduğu sistemdir. İnsanın aklı insanın bedeninden, doğanın aklı, doğadan başka

Kendi aşkımla kendimi “vurmaya” gidiyordum:

“Pusuya düştüm”, Ali Kaykı Can,

yakın mesafeden ateş etti bana. O’na göre “onikiden vuruldum”.

Ben ise silahta kullanılan “kurşunun” cehaletinden korktum.

Şeriat dendiğinde yalnızca Sünni şeriatı anlayan,

kendi bâtıni şeriat algısını da “zâhiri bağlamda” bir “görüntü”

olarak inanca taşıyan, “kirlenmiş yol ezberini” devrimci-demokrat ağza

yakıştırmaya çalışan bu “cahillerden”

gerçekten korkmak gerek.

Page 5: Sercesme Dergisi, Sayı 38, Şubat 2008

Şubat 2008 5

SERÇEÞME

bir şey değildir. Bedenin ya da doğanın “çabası”, aynı zamanda insan aklının ya da doğanın aklının çabasından başka bir şey değildir. Beden ve doğa, “harcandığı sürece” her ikisi de vardır; “harcan-ma yoksa” her ikisi de yoktur: Varlık da yoktur, Tanrı da yoktur.

Bâtıni felsefe “doğanın aklı” ve “insanın aklı” terimlerinin açılımı üzerine oturur. Doğanın aklı, doğasal nesnel süreçte doğanın “önsüz olan”dan “sonsuz olan”a doğru gidişini güden “yasa-ilke” olarak öne çıkan kesin/zorunlu eğilim, yani “doğa yasaları” olarak tanımlanabilir. Bu soyut terim, gizil tanrı olarak Hakk’a ya da gizil tanrının gi-zilliğinin taşıyıcısı olan ve Hakk’ın dönüşümüyle beliren “İlk Akıl”a denk düşer. Soyut olan(bâtın) beslendiği nesnel kaynağa(zâhir), yani somuta yönelme eğilimindedir. Yönelmenin izinde somut “yeniden” üretilirken, tasavvufi anlamda tanrısal olandan, yani “doğanın aklı”ndan doğanın ken-disine inilen bir sürece girilir. “Ek-doğa”nın aklı olarak algılanan “insanın aklı” ise “doğanın aklı”nı özümseyebilen ve doğayı “aşabilen” bir algılama/anlama yetisi olarak bilince/inanca taşı-nır. Doğayı aşabildiği için insan “Konuşan Tanrı” durumundadır.

İnsan aklının yazgısı; kendi doğasından gelen “sorular”la karşılaştı-ğında başlar. Çünkü, bu sorulara “ilgisiz” kalması olası değildir. Felsefe diliyle konuşursak insan doğasının “kayıtsız” kalamadığı sorulara “ka-yıtsız kalmak” insana ve doğaya “ihanettir”.

Doğanın oluşumu ve dönüşümü, “ufalanan bir taş parçası”na; insa-nın oluşumu ve dönüşümü, “kıpırdayan bir et parçası”na indirgendiğin-de Tanrı, “anasız-babasız” bir “hareket” olarak beliriverir. Algılandığı gibi her şeyin nedeni “hareket”tir.

Bâtıni doğa felsefesinde “doğasal değişim-dönüşüm” şöyle tasarım-lanır: Evrende bir “madde yitimi” vardır; “madde yitimi”, görünen mad-denin, görünmeyen maddeye dönüşümünden başka bir şey değildir.

Anlaşılacağı gibi evrende madde, ille de “görünür” niteliklerle var-laşmaz; “görünmez” madde olarak sonsuz uzayın her yanına yayılmış durumdadır. Evrende, “ışık saçımı” ile gerçekleşen “madde yitimi”; “ışı-masız madde”ye, yani “görünmez” maddeye dönüşümdür. Zâhir olan, “enerji saçımı” yapabilen, görünür maddedir. Bâtın olan “enerji saçımı” yapmayan, yani “ışımasız” durumda bulunan maddedir. Sonsuz uzayda enerji (ışık) saçımı yoluyla “tüketilen” madde miktarını karşılamak üze-re, ışımasız maddesel enerjiden sonsuz boşluğa yeni “madde yığınları” sürülür: Işımasız madde, yani görünmeyen madde (bâtın) ışımalı mad-deye, yani görünür maddeye (zâhir) dönüşür. İnanç diliyle ifade edersek “tanrısal öz görünüşe taşınır”. Düşünce gözü ya da gönül gözü, “ışık olmayan ışığın” ya da “karanlığın” aydınlığıyla görür. Buna karşın zâhir ten gözüyle “ışık olan bir ışığın” aydınlığıyla görür.

Bâtından zâhire, zâhirden bâtına “dönüşüm” sürecinde nesne, kimi niteliklerini “yitirir”, kimi yeni nitelikler “kazanır” ki buna “değişim” adı verilir. Nitelik yitirme ve nitelik kazanma ancak “zâhir” durumda söz konusu olabilir. Zâhir olan varlığa gelmiş, somut ve gözlenebilir olandır. Tanrısal öz ya da can, henüz görünüşe taşınmamış kimi nitelik-leri, bağlı olarak kimi biçimleri “taşır”. Bu örtük ve “gerçek” olmayan, ancak olabilir olan taşıyış biçimine “bâtın” denir.

Algılanacağı gibi zâhirin “nedeni” bâtın, bâtının “nedeni” zâhirdir; zâhir-bâtın toplamı olarak algılanan evrende, “nedensel” ilişkilerin dışa vurduğu ya da hissettirdiği bir “düzen” vardır. Ve bu düzen amaca uygun, planlı bir gelişim içerisindedir. Doğa denilen şey, daha büyük bir yetkin-liğe doğru sürekli değişen zâhir durumdaki tek tek nesnelerin toplamıdır. Bâtın, kendini henüz görünüşe taşımamış, ancak “gizil nesnellik”te bir eğilim olarak “örtük” biçimde bulunan “tümellik”tir. Bâtın durumda ola-nın ortaya çıkması, “örtük” tümel yönlerin zâhir durumuna gelmesidir. Bâtın “örtük” olduğundan, değişim sırasında bir nesne ya da bir nitelik “yokluktan varlığa” geliyormuş izlenimini uyandırır. Oysa bu bir sanıdır; çünkü, yalnızca zâhir olan görünür, görünüşe taşınır, kendini gösterir. Zâhir durum alma, belirli bir biçimin tam olarak kazanılmasıdır; o biçim açısından düşünürsek bir “yetkinleşme”dir. Örneğin tomurcuk bâtın bir çiçek; yumurta bâtın bir kuştur. Buna karşın hiç biçim taşımayan “gizil nesnellik”, hiçbir zaman zâhir durum alamayacak olan bir “madde”dir;

ancak düşüncede görünüşe taşınabilir, kuramsal olarak algılanabilir.

Görüldüğü gibi evrenin oluşumu, bir “madde değişimi”nden başka bir şey değildir. Varlığın olu-şumuna ya da varlığa gelişe yalnız görünen mad-de değil, görünmeyen madde de “katılır”. Özünde asıl katılım görünmeyen maddedir (bâtın olan-dır); görünmeyen madde, varolma ya da yaşama tohumudur; zâhiri belirleyen özünde bâtındır.

Alevilikte, kendiliğinden var olan, varlığı kendisinden başka bir varlığı gerektirmeyen, ön-süz-sonsuz olarak algılanan, her şeyin var olma nedeni durumundaki güce ya da canlı-cansız do-ğayı güden doğa yasalarının kimliklendirilmesi biçiminde bilince taşınan doğanın canına, doğa-nın aklına, doğanın yeteneğine “Tanrı” adı veri-lir. Ama diğer taraftan biz bili yoruz ki Bâtınilikte Tanrı, “sonuç” üretmek zorundadır. Ürettiği so-nucu da kucaklayacak biçimde tanımlarsak Tanrı, “evrensel madde ve biçimdir”. Gizil durumdaki

evrensel madde, doğasındaki “eğilime” uyarak “biçimlenme”ye başla-yınca “eyleme” geçmiş olur. Düşünce, ötesinde bilinç, işte bu “eylemli madde” üzerine kurulur. Böylesi bir bilinçte doğa, tanrıya ya da tanrılara göre “önceliklidir”; doğa ya tanrıların “yaratıcısıdır” ya da “doğrudan tanrıdır”.

Kendini bilmek, tüm insanlara ve tüm şeylere “ortak” olan, giderek “Tanrı” olarak tasarımlanan “aklı” kavramakla olanaklıdır. Bu durumda “akıl dünyayı yönetiyor” demek, “Tanrı dünyayı yönetiyor” demektir. Felsefi bir dünya tarihinden söz edersek, Tanrı’nın evren içindeki bir “öyküsü”yle karşılaşırız: Bu öyküde zamanın akışı ile aklın ilerleyiş sü-reci bir ve aynı şey olarak karşımıza çıkar.

İşte Anadolu Aleviliği, felsefelerinde egemen anlayış olarak öne çıkan materyalizmlerini, “varlık” kavramına verilen ilerici katkılar üzerine “varlıkbirliği/mevcutbirliği” yorumuyla yapılandırdı. “Tez-an-titez-sentez” olarak algıladığı “Tanrı-doğa-insan” ilişkisini; Işık Felse-fesi kapsamında açıkladı. “Tez” durumundaki Tanrı’nın kendi özünden fışkıran/taşan ışığın “dönüşümler” geçirerek ve bu yolla kendi kendine “yabancılaşarak” evrende, gözle görülebilir biçimler aldığını savunur. Öyleyse Tanrı, “zat”ıyla değil, “sıfatları”yla bilinir: Sıfatlarının ötesin-de bir Tanrı algısı düşünülmez. Sözgelimi, elektrik örneğindeki gibidir: Biz elektriği “zat”ıyla görmez, yani madde şeklinde gözümüzün önün-de durmadığından, ancak, nitelikleriyle algılarız; yeri gelir onu aydın-lık yapıcı niteliğiyle, yeri gelir onu sıcaklık yapıcı niteliğiyle, yeri gelir onu soğukluk yapıcı niteliğiyle tanırız. Bütün bu niteliklerden sıyrılma-sı durumunda “varlık” olarak bir elektrikten söz etmek doğru değildir. Nitelikleriyle ortaya çıkış biçimi, onun bizce bilinmesini sağlar. Tıpkı bunun gibi Tanrı da, görünüşe çıkan biçimleriyle kendini bize tanıtır. Daha doğrusu görünüşe çıkmış biçimleri “düşünülerek” Tanrı bir “akıl varlığı” olarak yaratılır ve yine bir “akıl varlığı” olan insanın, yani “ya-ratıcısının” gönlüne taşınır.

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Evreni, tanrısal özün görünüşe çık-mış biçimi olarak, yani “Doğa Tanrı” olarak algılamak, özünde mater-yalist bir anlayıştır. Bu anlayışın taşıyıcısı olan sûfi ler, yani ehli-bâtın olanlar; zâhirin bilimi olarak algıladıkları Ortodoks şeriatı -ki bu Sünni şeriattır- yadsırlar. Bâtının bilimi olarak algıladıkları marifete yönelir-ler.

Evren, her şeyden önce var olandır; ilksiz ve sonsuzdur; ne yaratıl-mıştır ne de yok olacaktır; sürüp gitmekte olan bir oluş vardır; bu oluş maddeseldir; “etkin erkek” ilkeyle “edilgin dişi” ilkenin, karşılıklı etki-leriyle sürüp gitmektedir anlayışı, bilimi önceleyen bir maddecilik an-layışıdır. Evrenin oluşması ve sürüp gitmesi, doğa-üstü güçlerle değil, doğal güçlerle açıklanmaktadır.

Şeriatımız Aynı Şeriat Değil: Haberiniz OlsunAlevilerin-Bektaşilerin karşı olduğu şeriat, Ortodoks Sünni yasalardır bir bakıma. Bu tür şeriat “zâhir şeriat” olarak algılanır. Sünni Ortodoks İslamlıkta şeriat; başta Kuran olmak üzere hadis (Muhammet’in ortaya

(Devamı 6. Sayfada)

Alevilikte, kendiliğinden var olan,

varlığı kendisinden başka bir varlığı gerektirmeyen,

önsüz-sonsuz olarak algılanan, her şeyin var olma nedeni durumundaki güce ya da

canlı-cansız doğayı güden doğa yasalarının kimliklendirilmesi

biçiminde bilince taşınan doğanın canına, doğanın aklına,

doğanın yeteneğine “Tanrı” adı verilir

Page 6: Sercesme Dergisi, Sayı 38, Şubat 2008

6 Sayı 38

SERÇEÞME

koyduğu emirler), icma-i ümmet (din bilginlerinin, dinle ilgili bir konuda görüş birliğinde olmaları) ve kıyas-ı fukaha (İslam hukukçularının yaptı-ğı kıyas) adı verilen dört kaynaktan çıkan buyruk ve yasaların tümüdür. Bu kaynaklardan ilk ikisi temeldir; değişmez ve değiştirilemez; kişi açı-sından bu iki kaynağa dayanmayan ya da bunlardan kaynağını almayan bir yaşam kuralı söz konusu olamaz. Akıl ürünü olarak öne çıkarılmaya çalışılan son iki kaynak (icma-i ümmet ve kıyas-ı fukaha) ise Kuran ve hadislerdeki belirsizlikleri gidermek ve boşlukları doldurmaktan öte bir anlam taşımaz. Tanrı ve Peygamber buyruklarının yaşam karşısında ye-tersiz kalmasıyla şeriata bir üçüncü kaynak yaratıldı. Kuran ve sünnette açık bir kuralın bulunmaması durumunda İslam hukuku bilginlerinin görüşlerine başvuruldu; bilginler bir sorunla ilgili olarak görüş birliğine varınca bu icma sayıldı ve itiraz edilemez bir kanıt olarak görüldü. Ayet, hadis ya da icma ile hükmü belirlenmemiş hukuki olaylarla karşılaşınca, şeriatın dördüncü kaynağı üretildi; boşta kalan olaya, benzer bir başka olay ölçü alınarak hüküm verildi. Görüldüğü gibi icma-i ümmet ve kı-yas-ı fukaha, Tanrı-Peygamber buyruklarına uygunluk zorunluluğunu dayattığı için, insanları sözde akıl üretme eyleminin içine sokarak, akılcı düşüncenin yerine körü körüne inanmayı geçirmektedir. Şeriat, yalnızca kesin buyruklar ve kesin yasaklar koymakla yetinmez; aynı zamanda yapmaya ya da yapmamaya özendirici hükümler de dikte ettirir.

Alevi Felsefesinde ŞeriatBâtıni toplum felsefesi düzleminde Alevi şeriatı, Sünni şeriata karşı, dü-şünceci idea lizm-materyalizm zemininde ve aklın yol göstericiliğinde, bireysel-toplumsal etikten de beslenerek yapılanıp biçimlenen bir baş-kaldırıdır. Felsefe bağlamında Alevi şeriatı üç biçimde tanımlanır:1. Kutsal kökenin bir yansıması ya da tanrısal “öz”ün görünüşe çıkmış biçimi olarak algılanan görünür nesnel-toplumsal dünya.2. Bu nesnel-toplumsal dünyaya ilişkin insan kararları; insan aklının sonuçları3. Kaynağını bu nesnel-toplumsal dünyadan alan ve kolektif bir ürün durumunda bulunan gelenek-görenekler.

Alevi şeriatının birinci anlamı, doğa-tanrıcılık-insan-tanrıcılık te-melli vahdet-i vücut-vahdet-i mevcut anlayışı üzerine oturtulur. “Doğa, tanrısal özün görünüşe çıkmış biçimidir”, demek; nesnelerin dışında, uzantısında insanın dışında “doğaüstü” ya da “insanüstü” bir varlığın olamayacağını kabul etmek demektir. Bu ise Tanrı’yı nesnelerin ya da insanların “toplamı” biçiminde göstermenin bir başka anlatımıdır. So-nuç olarak Alevi şeriatının birinci tanımı, maddenin önceliğini temel alan, materyalist bir anlayış üzerine yapılandırılır. Bâtıni kimlikli öncü sûfi ler Yeni-Platonculuk zeminine; İlkçağ Yunan-Anadolu, İran, Orta Asya, Hint ve Çin materyalist değerlerini taşıyarak, bunları varlık-bir-liği/mevcut-birliği anlayışıyla yoğurdular. Süreçte “Işık Felsefesi” adı altında doğaya yönelerek Batı’da sönen aklın ışığını Anadolu toprağın-da yakmayı sürdürdüler. Tasavvuf örtüsü altında sürekli “uyanık” tutulan bu ışık, Anadolu aydın-lanmasının yaratıcı, ötesinde XVIII. yüzyıl ay-dınlanmasının (Rönesans’ın) yaşatkan kaynağı oldu. Öncü bilgelerin elinde Anadolu Bâtıni fel-sefesi, yani ışık felsefesi; Ortaçağ koşullarında bir yandan halkın “manevi odağı” durumuna dönü-şürken, diğer yandan ezilen halkı kurtuluşa taşı-yacak bir “ideolojiye” evrildi. Açıkçası Alevilik, bir “bilgelik öğretisi” olarak doğdu. “Gerçek olan Tanrı’dır; her şey Tanrı’dan türedi; nesnel evren, ruhsal bir tözden oluştu ya da evrensel ruh, di-yalektik dönüşümlerle doğalaştı”, diyen “içkinci doğa-tanrıcılık”; açılımı “Gerçek olan evrendir; everendeki bütün varlıkların toplamı Tanrı’dır; Tanrı maddesel bir tözden oluşmuştur”, diyen “maddeci doğa-tanrıcılık” anlayışından başka bir şey değildir. Daha düne kadar bu toprağın Ale-vileri, doğa-tanrıcılığın “içkinci” yanını, “mad-deci” yanına indirgemeye çalışıyorlardı. Bugün ise maddeci yanını içkinci yanına nasıl indirgeriz onun hesabı içindeler; “akıldan inanca atlama-nın ve inanca kilitlenmenin” yollarını arıyorlar.

Durum böyle giderse çok değil yakın gelecekte köktendinci bir inanç ortamında “barış içinde bir arada yaşamaktan” mutluluk duyacaklar. Bu düşünsel eğilim, bu tavır beslendikleri felsefe kaynağına ihanet değil de nedir? Tanrı’dan çıkıp yeniden Tanrı’ya dönen bir çevrim üzerinde, tasarımsal bir başlangıçla tasarımsal bir son arasında sıkışıp kalıyorlar: Ortaçağ koşullarında Anadolu aydınlanmasının yaratıcıları olduklarını unutuyorlar.

Alevi şeriatının ikinci tanımı son derece cüretlidir: Ortodoks din-lerde inanç ile akıl birbirine düşmandır. Düşmanlık gereği inanç, ak-lın evrimini durdurduğu ya da aklın evriminin dışarıdan müdahaleyle durdurulduğu koşullarda ortaya çıkar. Ve metafi zik tanrının buyrukla-rını “metafi zik-idealist” bir zeminde kabullenmeyle yaşama geçer. Alevi şeriatı bâtıni bir şeriattır ve Sünni şeriatın tam karşıtıdır: Bir bilgelik öğretisi olan Alevilikte inanç, düşünülerek, yani emek verilerek üretilen bir şeydir. Düşünmek nesnel ve toplumsal sürece taşınmakla, yani Ale-vi şeriatının birinci anlamının açılımıyla görünür duruma gelen tanrısal öze taşınmakla olanaklıdır. Canlı-cansız dünyaya taşınmak, canlı-cansız dünyanın özünde var olan ortak eğilimleri, ortak eğilim halindeki yasa-kural ve ilkeleri saptama işidir. Canlı-cansız doğanın içindeki canların toplamı “Canan” anlamında Tanrı olduğuna göre varlıkların özündeki ortak eğilim, ortak eğilim halindeki yasa-kural ve ilkeler Tanrı’nın nite-likleridir. Demek ki Alevi şeriatının ikinci anlamı, Tanrı’nın ne düşün-düğünü-ne düşünemeyeceğini anlama-algılama çabasıdır.

Alevi şeriatının ikinci tanımı, düşünceci-idealist aydınlanmanın te-melini oluşturur: En güçlü etken “düşüncedir”; bütün “varlık-yokluk” onun içindedir; onunla tanımlanabilmektedir. Madde de tıpkı düşünce gibi “bir enerji” gücüdür. Duyularla donanmış durumda bulunan insan gövdesi de bir maddedir ve sürekli bir değişim içindedir. Sürekli bir ha-reket ve değişim süreci içinde bulunan insan için, değişmez kural, de-ğişmez yasa vb. söz konusu olamaz. Bu türden dogmaları kabul etmek insanı yanıltır; gelişmeyi, olgunlaşmayı önler. Ama diğer yandan insan gövdesi, sürekli değişmekle birlikte “yetersiz” duyular ve dokulardan kurulu bir bütündür. Bu nedenle gövde, Yeryüzü’ne yani nesnel dünyaya uyum sağlamış, onunla bağlantılı, ilintili bir yapı sergiler. Biz biliyo-ruz ki gövdeye dirilik kazandıran “ruh-can” da geçici ve değişken olan duyguların oluşturduğu bir “birikim”dir, bir “toplam”dır; bu anlamda “bilinç”tir. “Ben” ise bu “toplam”ın, bu “birikim”in bir ifade biçimidir. Gerçekte ruh, can ya da bilinç, bir nesneden başka bir nesneye ya da bir gövdeden başka bir gövdeye “akan” enerjidir. İşte insan bu durum-dan yararlanmalıdır: Büyük âlemin kanıtı durumunda bulunan ve küçük âlem olarak algılanan kendine yönelmek, gövdenin enerjisini “yenile-mek”; bilinçle doldurarak “diriliğini” sürdürmek anlamına gelir.

Anlatılan nedenlerle “nesnel-toplumsal dünyaya ilişkin insan karar-ları, yani insan aklının sonuçları”, biçiminde tanımlanan Alevi şeriatı-nın ikinci açılımıyla her Alevi aklının sonuçlarına koşarak toplumu ve evreni, “metafi zik inanç alanının dışına” taşır ve bir “felsefe sorunu” durumuna getirir.

Akıldan inanca atlayıp akıllarını inançlarıyla kilitleyeceklerine; ter-sine inançtan akla atlayıp inançlarını akılla kutsarlar; akıllarının izin verdiği ölçüde kendi metafi ziklerini beslerler.

Dünyalarının nesnel sınırlarını her gün biraz daha daraltacaklarına, “kanal açıldığında” devlete yamanacaklarına; tersine, düşünceci idea-list aydınlanmanın sınırlarını zorlayarak dünyalarının nesnel sınırlarını sürekli genişletirler; emeğin çizdiği toplumsal alana çağdaş bir düşün-

cenin/tavrın taşıyıcısı olarak adımlarını atarlar. Akıl ve toplum örgütlenmesi zemininde, devletin ve egemen yargının karşı kanalında ilerici top-lumsal güçlerle buluşurlar.

Alevi şeriatının üçüncü tanımı ise en büyük öğretmen olarak algılanan toplumsal yaşamda “etkin” durumda bulunan “yazısız ama yaptırı-mı” olan kurallar-ilkelerdir. Bize taşınan Alevilik “sözel” olarak taşındığı için, toplumsal yaşamın yazısız ama yaptırımı olan kuralları “cemin yasa yapıcı” etkinliği kapsamında, her Alevinin uyaca-ğı kurallar biçimine dönüştürülür. Bâtıni anlamda Alevi şeriatını oluşturan “gelenek-görenekler”, sözel yoldan taşınan Aleviliğin yazısız-ezberle-nen hukukunu oluşturur.

“Kolektif bir ürün durumundaki gelenek-gö-reneklerin” şeriat olarak algılanması, ahlak soru-nunu başat bir ilke olarak öne çıkarır. Bu bağlam-da Alevi şeriatının temelini genelde zâhiri koşul-lanmadan/ bilgilenmeden, özelde ise Ortodoks İslam’dan, yani Sünni şeriattan “özgürleşme” oluşturur. Alevi şeriatı olarak algılanan bâtıni ge-lenek-görenekler bir bakıma zâhire karşı özgür-

(Baştarafı 5. Sayfada)

Aşkın Şeriatı, İslam Şeriatına Bir Başkaldırıdır

Bir bilgelik öğretisi olan Alevilikte inanç, düşünülerek, yani

emek verilerek üretilen bir şeydir. Düşünmek nesnel ve

toplumsal sürece taşınmakla, yani Alevi şeriatının

birinci anlamının açılımıyla görünür duruma gelen

tanrısal öze taşınmakla olanaklıdır. Canlı-cansız dünyaya taşınmak, canlı-cansız dünyanın özünde

var olan ortak eğilimleri, ortak eğilim halindeki yasa-kural ve ilkeleri

saptama işidir

Page 7: Sercesme Dergisi, Sayı 38, Şubat 2008

Şubat 2008 7

SERÇEÞME

leşmenin, Ortodoks İslam’a karşı tavır alışın “gö-rünüş alanına çıkması”dır. Açılım içeriğinde öz-gürlük, kendini bilmek, bilinçli insan olmak için olmazsa olmaz tek koşul durumundadır. “Gönül bilgisi”, inanç temelinde nesne-madde ötesinden geldiği savlanan her türlü dogmaya, bu bağlam-da Sünni şeriata, düşünce temelinde ise yaşadığı toplumdaki eşitsizliğe, zulme, haksızlığa, ezilmiş-liğe karşı bir tavır, davranış olarak kendini göste-ren ve “emek” vererek, “yaşanarak” ulaşılan bir “insan olgunluğu”dur. Kişinin kendi özgürlü ğünü bilmesi, “ahlak” denen yetiyi oluşturur. Bu ne-denle “iyi”, “kötü” gibi ahlak kavramlarıyla öz-gürlük birbirine bağlıdır. İyi ile kötünün ortaya çıkışını sağlayan eylemdir; eylem ise “özgürlüğün etkinliği”dir. Özgürlüğün içerdiği etkinlik “eksik” değilse eylem “iyi”dir; bir “eksiklik” varsa eylem “kötü”dür.

Özgürleşme kaynağını akıl ilkelerinden alır: Kişinin kılavuzu aklı olursa özgürleşebilir; aklını kullanarak, inançtan özgürleşerek iyi düşünmek, iyi konuşmak ve iyi davranmak gibi başarılar elde eder. Bu yolla kendini bilir; kendini bilen için güvenilir kaynak “küçük evren” olarak algı-lanan ve “büyük evrenin” kanıtı durumunda bu-lunan “kendisi”dir. Kişinin “kendisi”, her şeyden önce onun iç evrenidir; iç evren de ruh, can ya da bilinçtir. Canın, ruhun ya da bilincin yetkinliği-olgunluğu gövdeyi koruyan, ona değer kazandıran temel niteliktir. Ahlaklı Alevi, düşünce-leri ile davranışları arasında uyum bulunan kişidir. Tutkularının tutsağı olan kişi, aklını gereğince kullanamaz ve mutsuz olur. Bu nedenle şeriat olarak algılanan bâtıni gelenek-görenek, bu noktada her Aleviye “iba-det” olarak inanca çıkan kimi yükümlülükler yükler. Öğretinin eğitim programı olarak tanımlayabileceğimiz Dört Kapı Kırk Makam’ın şeriat kapısında bu yükümlülükler, “nefsi ile mücadele etme” (gaza eyleme) başlığı altında irdelenir. Nefsi ile mücadele etme, insanın kendini terbiye etmesi, aklından bağımsızlaşarak etkin-egemen duruma gelmiş inancı-nın dogmalarından “özgürleşmesi”, insanseverliği aklın sonuçlarına uy-gun davranmaya “indirgemesi” anlaşılır.

Diğer yandan bir Alevi “edepli” olmanın kendisine yüklediği yü-kümlülükleri yerine getirmelidir. Kendisini insanların mutluluğuna ada-malı, bunun için her türlü özveriye katlanmaya hazır olmalıdır. Bu bağ-lamda bir Alevi eğitildiğinde; eğitimle almış olduğu her türlü kazanımı/ donanımı önce bireyin, sonra bireyin nesnel sınırlarını aşarak toplumun hizmetine sunmalıdır. İşte ibadet denilen şey de bir bakıma budur. Birey ve toplum hizmetinde bulunma zemininde mutluluğu yakalamak için gösterilmesi gereken özveriyi paylaşmadır. Özveri bir davranış biçimidir ve ruhsal yaşamla ilgilidir.

Bu koşullar nedeniyle kolektif bir ürün durumundaki gelenek-göre-nek üzerine yapılanan Alevi yaşama yordamı/ inancı, halk katının ahlak ilkelerine göre düzenlenmiş bir “toplumsal felsefe” niteliğindedir deni-lebilir.

Aleviliğin savunduğu şeriata “bâtıni şeriat” adı verilir: Alevi öğre-tisinde, yani Dört Kapı Kırk Makam eğitim öğretisinde bâtıni anlamda şeriat, yol kurallarına, yol erkânı ya da yol ulularına ilişkin bilgi demek-tir. Ortodoks Sünniliğin özkaynağı Kuran; Alevi/Bektaşi inancında, Hz. Muhammet’in gönlüne yansıyan, gönlünde tecelli eden bilgilerin O’nun sezgisel aklı tarafından yorumlanması, yorumlanıp açıklanması olarak anlaşılır. Hz. Muhammet; istekleri ve düşüncesi olmayan, Cebrail tara-fından harekete geçirilince konuşan ve Tanrı’nın kelamını aktaran bir otomat değil, bağımsız düşünür olarak algılanır. Bu bağlamda Cebrail, Muhammet’in sezgisel aklından başka bir şey değildir.

Muhammet vecd durumundayken kendini şiir aracılığıyla normal durumdayken ise düzyazı aracılığıyla ifade ediyordu. Muhammet düşü-nürken bir insan olarak düşünüyordu, Tanrı olarak değil. Tanrı evrende düşünmeyi insanlara bıraktı. Bilgiyi insana Tanrı vermedi; tersine insan Tanrı’ya bilgi verdi. İnsan-ı kâmil durumunda, bilgisini Tanrı’ya taşıya-rak Tanrı’nın, kendi kendini keşfetmesine yardım etti. Bu nedenle insan Tanrı’ya değil, Tanrı insana gereksinme duyar. Bunun doğal bir sonucu olarak Sünniliğin anladığı/algıladığı anlamda bir Tanrı vahyi yoktur. Ne yazılmışsa, ne söylenmişse tümü insanların eseridir.

Alevi Öğretisinde ŞeriatDört Kapı Kırk Makam üzerine kurulu Alevilik-Bektaşilikte, ilk kapı ve buna bağlı on makam, şeriat ya da şeriat kapısıdır. Ancak burada-ki şeriatın, Ortodoks İslamlıktaki şeriatla hiçbir ilişkisi yoktur. Öğreti

kapsamında şeriat ya da şeriat kapısı, insan-ı kâ-mil aşamaları sıralanmasında ilk sırada yer alan, insanın kendi kendisini eğitmesi evresidir. Henüz “sır” kimlik Ali’ye bağlanan aşamalara adım atıl-madığı için bu kapının sahibi Muhammet olarak kabul edilir. Şeriat kapısının kimi makamları an-lattıklarımın “kanıtı” durumundadır: Alevilerin karşı olduğu Sünni şeriatta “iman etme”, Tanrı’nın birliğine, meleklerine, peygamberlerine inanma, biçiminde tanımlanırken Alevi bâtıni şeriatında, mürşit önünde, yol’un bütün kurallarına uyaca-ğına söz verme; bu inancını ikrara bağlama; gö-nül yoluyla Hakk’a ilişkin anlamı, sezgiyi/bilgiyi yakalama, anlamına gelir. Görüldüğü gibi “iman etme”, yani ikrar vererek yola bağlanma şeriat ka-pısının birinci makamında gerçekleştiriliyor.

Ötesinde camiye gitmeyen, namaz kılmayan bir Alevinin-Bektaşinin nasıl ibadet edeceği, zekât görevini nasıl yerine getireceği de şeriat kapısının üçüncü makamında açıklanıyor. Sırala-yalım: Öncelikle bir Alevinin-Bektaşinin en üst ibadet biçimi “her an Tanrı’yı gönlünde taşıma; bu yolla sürekli niyazda bulunma” durumudur. İnançta gönül, hem Tanrı’nın evi hem de tanrısal olana ulaşma aracı olan gönül bilgisinin, sezgisel aklın birikmiş biçimidir. Emek vererek, yaşana-rak elde edilen gönül bilgisi ile Tanrı’yı her an

kendi evinde konuk etmek, gerektiğinde O’nunla söyleşmek, asıl ibadet olarak algılanır.

İkincisi, muhabbet meydanı açarak “kulak abdeste verme-alma” olarak tanımlanan “bilgiyle yıkama-yıkanma” etkinlikleri de Alevinin-Bektaşinin üst ibadet biçimlerinden birini oluşturur. Bir yol ulusuna, büyüğüne ya da yolda bir makamı temsil eden şeye, yere ve bunlar ara-cılığıyla Tanrı ile ilişkiye geçme niyaz olarak tanımlanan ibadet biçimini oluşturur. Bu nedenle mürşit karşısında; ayaklar mühürlenmiş, kollar gö-ğüste çapraz, baş öne eğik biçimde gerçekleştirilen yalvarma-yakarma duruşu, bir niyaz duruşudur.

Son olarak Cemevi’nde halka oluşturacak biçimde bir düzen alarak ve Tanrı’nın yansıması olarak algılanan didara (yüze, birbirinin yüzüne) dönerek, kendini Tanrı’ya teslim etme “cem” adıyla yaşama geçirilen bir ibadettir.

Şeriat kapısının üçüncü makamında Alevinin-Bektaşinin ibadet bi-çimleri sıralanmakla yetinilmez: Zekât görevinin nasıl gerçekleştirile-ceği de verilir. Sünnilikte zengin bir Müslüman mal ve paralarından, helalliğini sağlamak için her yıl yoksullara kırkta birini vererek malını temizler. Alevilikte ise yolda Tanrı katına ulaşabilmek için kendi varlı-ğından vazgeçme; kendi varlığından vazgeçerek kendini temizleme zekât görevini yerine getirme koşulu olarak anlatılır. Burada kendi varlığından vazgeçme; birey olarak dünyasal isteklerine sırt çevirme anlamını taşır; amaçlanana ulaşabilmek için kimi doğal gereksinimlerini karşılamada perhizli olma; felsefede doğal olandan sapma değil, doğal olana karşı durmayı bir eğitim aracı olarak kullanmadır. Yine, kendi bilgisinden di-ğer insanları yararlandırma; bu yolla kendini temizleme; kendindekini bir başkasına aktararak toplumsallaşmaya/topluluk ya da toplum bilinci-nin oluşmasına katkıda bulunma da Alevi zekâtıdır.

Şeriat kapısının üçüncü makamında ve ibadet kapsamında, hangi gerekçelerle ne zaman, nasıl oruç tutulacağı da verilir. Örneğin 1–12 Muharrem günleri Kerbelâ’da şehit edilenlerin anısına su içmeyerek, eğ-lencelerden uzak durarak gerçekleştirilen “yas orucu”; kendi iradesiyle kendini yanlışa/kötüye karşı koruma; bunu sağlamak için bir tavır/eylem içine girme ve yol sırrını açıklamaktan kaçınma; bunu gerçekleştirebil-mek için bir tavır/eylem içine girme gibi oruç biçimleri de sıralanır.

Aynı makamda anlatılan “hac” kapsamında ise Kâbe olarak algıla-nan insanın kalbini kazanma, gönlüne yönelme, temel davranış biçimi olarak öne çıkarılır. İnançta kalp/gönül; hem Tanrı’nın evi, hem de emek verilerek, yaşanılarak elde edilen gönül bilgisinin/sezgisel aklın birik-miş biçimidir. Gönülde/kalpte Tanrı konuk; bilgi ağırlayandır. Bilgiyle gönül evinde Tanrı’yı ağırlama ve O’nun hizmetinde bulunma hac olarak algılanır

Hakk’a ermek için gönül yolculuğuna çıkma da “hac” olarak algıla-nır: İnsan-i kâmil olarak eksiksizliğe/kusursuzluğa erişen insan; varoluş çevriminin son yayı üzerinde gönül yolculuğu olarak tanımlanan ikinci bir çevrime girer. Bu çevrimin ilk yarısında ve inanç kanalında Hak ile Hak olur; ikinci yarısında ise Hak’tan halka iner ve toplumsallaşır. Bu yolla kendi inancını dünyalaştırmış, yani miracını tamamlamış olur; bi-limin/aklın gezinebileceği nesnel bir sürecin parçası durumuna gelir.

Miracınız kutlu olsun sevgili canlar.

Alevilerin karşı olduğu Sünni şeriatta “iman etme”,

Tanrı’nın birliğine, meleklerine, peygamberlerine inanma, biçiminde tanımlanırken Alevi bâtıni şeriatında, mürşit önünde, yol’un

bütün kurallarına uyacağına söz verme; bu inancını ikrara

bağlama; gönül yoluyla Hakk’a ilişkin anlamı,

sezgiyi/bilgiyi yakalama, anlamına gelir.

Görüldüğü gibi “iman etme”, yani ikrar vererek

yola bağlanma şeriat kapısının birinci makamında gerçekleştiriliyor

Page 8: Sercesme Dergisi, Sayı 38, Şubat 2008

8 Sayı 38

SERÇEÞME

Hacı Bektaş Veli ve Mevlâna Celâleddin İlişkileriBölüm II

İsmail Kaygusuz

MEVLÂNA Celaleddin’in, Nureddin Caca’ya yazdığı bir diğer mektubu, ara-dan biraz zaman geçtikten sonra gön-

derdiği anlaşılıyor. Hemen arkasından da Ahmet Efl aki’nin anlattığı buluşma olmuştur. Bu mektu-bun başında da öbürlerinde olduğu gibi “Devlet ve Dinin Nur’una” övgüler, selam ve duadan sonra Mevlâna, bir ayetle buluşma arzuluyor:

“‘Yüzlerinde secde belirtileri görünür’ (Kur’an, 48, 29) ayetinde bildirilen yüzler den olan yüzünüzü görmeyi özlediğimi, sizinle buluşmayı pek arzuladığımı da bilin. Hayırlı buluşmalar nasibolsun… Özü doğru oğlumuz Nizameddin pek çok çeşitli ziyanlara girmiştir. Bütün dostların gö-nülleri yaralıdır, o yana yönelmiştir… Dostluğunuzdan umulan… adaletiniz olduğu gibi gene lütufta bulunmanız, elini tutmanız, yar-dım etmenizdir. Netekim bundan önce de lütufl ar ettiniz; kendiniz ziyanlara girdiniz…”

Nureddin Caca Mevlâna ile Buluşmasının Arkasındaki Gerçek Nedenler

Nureddin Caca, Mevlâna’ya, bu denli üzerine düştüğü Nizameddin’in kim olduğunu sordurmuş olacak ki,

“O, şeyhlerin padişahı, Hak ışığı, kalblerin emini, zamanın Cüneyd’i Hüsameddin’in -Allah Müslümanları, ona uzun ömür vererek fayda-landırsın- yakınıdır, damadıdır”

diye mektupta tanıtma gereği duyuyor. Sonundan anlaşıldığına göre, mektubu bizzat Nizameddin ile göndermiştir:

“Umarım ki oğlumuz Nizameddin de… ihsanınıza, lütfunuza maz-har olur… şükrederek, lütfunuzu anarak, o kutlu, o mutlu tapıdan korumanıza ererek, himayenize girerek, bol lütufl arınızı elde ederek esenlikle, ganimetlerle, sevine sevine döner…”1

Şimdi Vilayetname’deki olaya dönersek: Hacı Bektaş Veli, Nureddin Caca’nın namaz kılması gerektiği zorlamasını, “kanla abdest alınmaz” diyerek, reddetmiştir. Bu, “dünyayı kana bulayanlara, kan dökenlere ça-nak tutmayın, onlardan yana olmayınız” demektir bizce. İşte bu çerçeve içerisinde hareket ederek diyoruz ki, öfkeyle atına atlayıp adamlarıyla Sulucakarahöyük’e gelen Kırşehir emirini, Hacı Bektaş Veli siyaseten ikna etmiş ve onu şeyhi Mevlâna’ya bizzat göndermiş olabilir. Yine biz-ce, İzzeddin Keykavus tarafını tutarak Moğol istilacılarına karşı müca-dele siyasetine çekme amaçlıdır.

Hacı Bektaş Veli büyük öngörüsüyle, genç İzzeddin II. Keykavus’un birinci tek başına saltanat dönemi (1246–1248) ve ortaklığı (1249–1254) sırasında, -olasılıkla Sultanın çevresiyle doğrudan ilişkilerine dayana-rak-, onun üstün geleceğine Nureddin Caca’yı inandırmış; Moğol koru-macılığı yandaşı olan Rükneddin’i tutmayı sürdürdüğü taktirde sonu-nun iyi olmayacağını, zindanlara düşeceğini anlatmıştır. Sürdürdüğü siyasetin yanlışlığına onu gerçekten ikna etmiş olmalı. Ülkede birlik, İzzeddin’in padişahlığı altında Moğolların atılmasıyla sağlanabilirdi. 2 Ancak Nureddin Caca kadar, Hacı Bektaş da biliyordu ki İzzeddin Key-kavus, kardeşinden değil, Kösedağ savaşından beri Moğollarla içli-dışlı olan Muineddin Pervane’den çekiniyordu. Pervane’yi de ancak, kendi-sine çok düşkün olduğu ve her arzusunu yerine getirdiği Mevlâna ikna edebilirdi. Mevlâna Celâleddin hem karısının hem kendisinin tapınacak kadar çok sevdikleri Şeyh’leriydi; onu çağırıp sarayında sık sık ‘semah ayinleri’ düzenlerlerdi. Zaten iki kardeş sultan olan İzzeddin Keykavus ve Rükneddin Kılıcarslan, arasında anlaşma-uzlaşma çabalarına giren Fahreddin Arslandoğmuş gibi emirler yok değildi. Ancak bunların yaptı-ğı, Moğolların istediği biçimde Rum’u iki-üç kardeş arasında paylaştırıp geçici olarak savaşları önlemekti.

Bize göre, bir şikâyet bahanesiyle Hacı Bek taş üzerine kızgınlıkla gelen Nureddin Caca, Vilayetname’de Hünkâr’ın bir kerameti gibi su-nulan belki günlerce süren konuşup görüşmeler sonunda ikna edilmişti. Büyük olasılıkla (İzzeddin Keykavus ile ilişkiler konusunda tek bilinen Saru Saltuk olmakla birlikte) Hacı Bektaş’a bağlı ve İzzeddin’i destek-leyen hayat ta kalmış eski Babai şeyh-önderleri, Baba İshak halifeleri

de orada bulunmaktaydı. Zaten sözünü ettiğimiz İzzeddin’in ilk saltanat döneminde Babai Türk-menlere hoşgörüyle yaklaşması ve hapistekilerini çıkartması, Sulucakarahöyük’ün Hacı Bektaş ön-derliğinde kısa bir zaman içinde büyüyüp gelişme-sini de mutlaka etkilemişti.

Caca’nın anlattıklarına kanıt göstererek, Hacı Bektaş’a Şeytan’ın kardeşi demesi ve onu insan yüzlü iblislerden sayması nasıl bir kine dayanı-yordu? Caca’nın Hacı Bektaş’a yakınlaşmasıyla onu kaybetmesinden mi korkuyordu? Şimdiye ka-dar mektuplarından öğrendiklerimiz, dolayısıyla Mevlâna’nın karakter yapısı ve siyaset anlayışı

üzerinde edindiğimiz bilgiler, bu iki sorunun ötesinde yanıtlar getirdi sanıyoruz.

Elbette ki, Ahmet Efl aki’nin anlattığı gibi Nureddin Caca Mevlâna ile, Hacı Bektaş’ın kerametlerini değil, gönderdiği haberi tartış tı. Ancak Mevlâna böyle bir öneriyi kabul etmek bir yana, Nureddin Caca’yı ‘İblis, yani Şeytan’la elbirliği yapılmaz’ diye paylamış, Hacı Bektaş’tan uzak durmasını sağlamıştı. Mevlâna’nın Moğollara karşı olması ve böyle bir amaç için Pervane’yle konuşması ne siyaset anlayışına ve ne de yaşam biçimine uygun düşüyordu. Nureddin Caca’yı, böyle bir şey yapma-ması için, olayı Pervane’ye bildirmekle tehdit bile etmiş olabilir. Onun Caca’dan beklediği ve istediği sadece, Nizameddin’ine “lütufl ar yapma-sı, onu himayesine almasıdır!..”

Hacı Bektaş’ın Mevlâna’ya daha önce Şeyh İshak adlı bir dervişini de gönderdiğini biliyoruz. Ahmet Efl aki, Hacı Bektaş’ın bu dervişini gön-dererek Mevlâna’ya,

“Ne iştesin, ne istiyorsun? Dünyada kopardığın bu kıyamet nedir? Eğer aradığını buldunsa sus, bulmadınsa saldığın bu gürültü nedir? Kendini insanoğullarının en beğenileni yaptın. Halkın bu kadar evini barkını yıktın… nedir bu hal?”

diye sordurttuğunu yazıyor. Efl aki, Mevlâ na’nın ününün büyümesi ve herkesin ona mürit olması yüzünden kıskanıldığı ve aleyhine söyle-nen sözler ve nüktelerle eleştirildiğini söylüyor. Ona göre Hacı Bektaş da Mevlâna’yı kıskandığı için böyle davranmış. Mevlâna da ona şiirle karşılık vermiş:

“Başımızı ayak yapıp Ceyhun tarafına doğru koşuverdik Biz dünya-yı birbirine kattık ve sonra oradan fırlayıp çıktık… Biz Mecnun’un sınırını da aştık…”

Kuşkusuz Hacı Bektaş bunları sordurmak için dervişi İshak’ı gön-dermemişti. Onun biraz Konya’nın, kentin dışına çıkıp, ezilen, baskı gö ren halkın arasına girmesini istiyordu. Ama, onun yüzü Ceyhun’a, Ceyhun’dan gelenlere (Moğollara) dönüktü; aşktan-meşkten başını kal-dırıp, avama (halka) bakacak hali yoktu. Mevlâna asıl karşılığı, Şeyh İshak’la konuşur ken aynı anda Sulucakarahöyük’te Hacı Bek taş’a görü-nüp(!), boğazına sarılarak veriyor. Efl aki bu kerameti şöyle anlatıyor:

“Şeyh İshak… görüp işittiğini olduğu gibi anlatıp, bunları söylediği tarihi verince Hacı Bektaş: ‘Aynı günde Mevlâna hazretleri kükreyen bir arslan gibi içeri girdi ve bana: “Ey kahpenin kardeşi! Bizim he-yecanımız neşe ve aşktan geliyor, yanma ve aramaktan değil”, deyip boğazımı sıktı. Öleceğimden korktum…’dedi.”3

Görüldüğü gibi Mevlâna Hacı Bektaş’ın elini değil, boğazını sıkmayı tercih ediyordu.

Vilayetname yazarı Uzun Firdevsi ise, Hacı Bektaş Veli’nin kendi-sine en yakın halifesi olan Saru İsmail’i Mevlâna’ya gönderdiğini an-latıyor: Aynı zamanda ibriktarlık hizmeti gören Saru İsmail, su ısıtıp Hacı Bektaş’ın yıkanmasını ister. Hacı Bektaş, önce onun Konya’ya gi-dip, Mevlâna’da bulunan bir kitabını alarak hemen gelmesini söyler. Saru İsmail, Hacı Bektaş’la aralarında geçeni ve kitabını istediğini anlatınca Mevlâna şöyle der:

“Hünkâr Hacı Bektaş katına, her gün yedi deniz, sekiz ırmak uğrar. Onların suya girmeye ne ihtiyaçları var ki, böyle dedin, yıkanmaya davet ettin erenler? Kitaptan maksat işte sana verdiğim öğüttür.”4

Menakıbname yazarlarının özelliğidir, herkes kendi velisinin üstün-lüğünü öne çıkarır. Yoksa Mevlâna’nın, Hacı Bektaş için bu övgüye ke-

Bize göre, bir şikâyet bahanesiyle Hacı Bektaş üzerine kızgınlıkla

gelen Nureddin Caca, Vilayetname’de Hünkâr’ın bir kerameti gibi sunulan

belki günlerce süren konuşup görüşmeler sonunda ikna edilmişti

Page 9: Sercesme Dergisi, Sayı 38, Şubat 2008

Şubat 2008 9

SERÇEÞME

sinlikle dili varmaz, Yunus’un deyişiyle ‘yapası yoktur’. Ne de Ahmet Efl aki’nin aynı sayfada anlattığı gibi, mana âleminde Mevlâna tarafın-dan boğazı sıkılan (!) Hacı Bektaş da şöyle demiştir:

“Şimdi ey dervişlerim, Mevlâna’nın saltanat ve ululuğu, bizim tasav-vurumuza ve benzetmelerimize sığmaz. O mana simgesinin ferma-nına itaattan başka bizim için yapılacak şey yoktur”

Sonuç olarak, Nureddin Caca’nın ikna edilip Mevlâna’ya gönderilmiş olması işe yaramamış. Caca da, Şeyhi Mevlâna Celaleddin’e itaat ederek, Hacı Bektaş’ı kendisini kandıran İblis olarak görüp ondan uzaklaşmıştır. Ancak Vilayetname’de Hacı Bektaş’ın bir kerametiymiş gibi anlatılan zindan olayının gerçekleştiği anlaşılıyor.

Abdülbaki Gölpınarlı, Vilayetname kitabının arkasında (s. 111–113) Nureddin Caca hakkında bilgi verirken “onun Mogollar tarafından çok sevildiğini anlıyoruz” diyerek, kendisi de Mogol asıllı olan Caca’nın müthiş bir Mogol yandaşı olduğunu vurguluyor. Ama yazısının sonunda neye dayanarak ve nasıl “Nureddin Caca, Hacı Bektaş’ı sevmektedir” yargısına vardığını anlamak olası değil. Ancak, Nureddin Caca’nın, Hacı Bektaş’ın gazabına uğrayıp, zındana atıldığı konusunda tarihi bir bilgiye sahip olunmadığını olarak söylemektedir.

Nureddin Caca’nın Hacı Bektaş’ı ne kadar sevdiği(!), anlatmış olduk-larımızda görülmektedir. ‘Arifl erin Menkıbeleri’nde yazılanların büyük çoğunluğu, her nedense ‘tarihi bilgi’ kabul ediliyor. Ama Hacı Bektaş Veli Menakıbnamesi olan Vilayetname’de anlatılanlar sadece olağanüstü söylenceler, masallar olarak görülüp üzerinde durulmuyor. Derinliğine inilip, tarihsel bilgiler çıkarılmıyor. Yani, anlatılanların tümü masal mı? Değil elbette. Kerametlerin, söylencelerin nesnel temellerine inildiği za-man tarihsel, toplumsal ve de felsefi bilgilerin günışığına çıkmaması için hiçbir neden ve zorluk yoktur. Hacı Bektaş Veli Ortodoks (Sünni) inançlı ve yönetimin, güçlünün yanında olsaydı; hem yapıtları günümüze nok-sansız gelmiş, hem de üzerine ciltlerce inceleme araştırma kitapları ya-zılırdı Mevlâna gibi. Günümüze ulaşabilenlerin içinde bazıları ‘takiye’ olarak verilmek durumunda kalınmış, ya da kopya edenlerin eklemiş ol-duğu bazı Şer’i bilgilere sarılarak, Hacı Bektaş’ın nasıl sünnileştirilmeğe çalışıldığı zaten ortadadır.

Mevlâna’nın aynı anda ‘mana âleminde’ Hacı Bektaş’ın boğazına sa-rılması kerametinin yorumunu yapmaya gerek görmedik. Çünkü bunun, Nureddin Caca ile Hacı Bektaş üzerine tartışırken Mevlâna’nın köpür-müş durumda, “Hacı Bektaş şimdi yanımda olsaydı, İblis’in kardeşinin boğazına sarılır onu boğardım” diye haykırmasının ötesinde bir anla-mı yoktur. Ama ona inanan, onu seven, yücelten müridlerinin ağzında keramete dönüşüp, yetmiş-seksen yıl sonra Ahmet Efl aki’nin kitabına kayıtlanıyor…

Biz bu bağlamda, Vilayetname’de Nureddin Caca’nın zindana atılmış olmasına, Hacı Bektaş’ın gazabı ya da bedduası olarak değil, yeni bir tarihsel bilgi olarak bakıyoruz. Aynı zamanda bu olay gösteriyor ki, Hacı Bektaş Veli, kurduğu Dergâh’ta dünyadan elini eteğini çekmiş bir ermiş derviş gibi yaşamıyor. Ülke siyasetinin tamamıyla içindedir; Karaman, Çepni, Ağaçeri, Bayad, Döger vb. heterodoks İslam (Alevi) inançlı diğer Türkmen gruplarının, (Ali donunda dünyaya geldiğine inanılan) mane-vi önderleri olarak, tüm eylem ve hareketleri onun bilgisi çerçevesinde yapılmaktadır. Anadolu son yurtlarıdır; gidecekleri başka yer yoktur. 1200’ün ilk on yıllarından beri, yarım yüzyıldır peşlerini bırakmayan Moğol felaketini canları pahasına yok etmeleri gerekiyordu. Bu da ancak merkezi güçlü bir devletin varlığıyla gerçekleşebilirdi. Birlik ve beraber-lik içinde hareket etmenin zamanıydı. Hacı Bektaş Veli, “bir olalım, iri olalım, diri olalım” sözünü boşuna söylememişti. Selçuklu Devletinin, Sultan Alaaddin Keykubat I (1220–37) dönemi güçlü merkezi yöneti-minin ve Türkmenleri sayısız vakıf topraklarıyla yerleştirme politika-sının (Uç’lara yerleştirip merkezi güvenceye almış da olsa) anıları on-ların arasında hep yaşıyordu. Onun içindir ki, Menakıbname’lerde, veli söylencelerinde geçen tüm Selçuklu sultanlarının büyük çoğunluğunun adı Sultan Alaaddin’dir. Görüldüğü gibi, Vilayetname’ye göre Nureddin Caca’yı zındana gönderen de odur. Demek ki, Türkmenler İzzeddin II. Keykavus’u, Alaaddin’le eşleştirmiş ve onun Moğol istilasından ülkeyi kurtarma siyasetiyle özdeşleşmişlerdi. Moğol işbirlikçilerinin, İzzeddin için kadın düşkünü, ahlaksız, şarapçı bir Hristiyan yeğeni propaganda-ları onları etkilemiyordu. Oysa büyük Sultan Alaadin’in de babannesi Hristiyandı ve on bir yılı Bizans başkentinde geçmişti.

Bu Vilayetname metninden, Selçuklu döneminde tutuklanan kişilere yapılan, “tutukluyu yaş göne sarıp, içinde kurumaya bırakma ve zin-dan hücresini kireç beyazına boyayıp gözlerini kör etme” gibi işkence çeşitlerini de öğreniyoruz. Nureddin Caca’yı yakalatıp, yaş deriye sar-dırıp, gözleri de kör olsun diye kireç beyazı zindana attıran İzzeddin II. Keykavus’tan başkası olamaz. Çünkü o kardeşi Rükneddin’in yandaşı ve büyük düşmanı Pervane Muineddin Süleyman’ın, Ahmet Efl aki’nin deyimiyle Muhammed’in mağara arkadaşı Ebubekir gibi, ‘yar-ı gar’ıdır. Hacı Bektaş Veli, yukarıda uzun uzun anlattığımız gibi yetkin bir ileri görüşlülükle onu uyarmış, hatta ikna etmiştir. Ama, Caca Mevlâna’nın cazibesiyle, Hünkâr’dan uzaklaşmıştır.

Bu tutuklamanın tarihine gelince: 1254 yılında, bazı emirler aşçı elbiseleri giydirip, Rükneddin’in kaçmasını sağlayarak onu Kay seri’de tek Sultan ilan ettiler. Moğolların isteğiyle Doğu’daki birçok kentte onun sultanlığı kabul edildi. Bunun üzerine Kırşehir’de bulunan İzzeddin II. Keykavus bir ordu derle miş, görüşme çabaları sonuç vermeyince de sa-vaş açarak onları yenilgiye uğratmıştı. Böylelikle Rükneddin Kılıcars-lan, 1254 yılının sonlarına doğru ağabeyinin eline düştü ve İzzeddin gö-rünüşte barıştığını ilan ettiyse de, onu Uluborlu yakınındaki Davalu (ya da Burgulu) kalesine hapsettirdi.

Anlaşılıyor ki İzzeddin, kardeşi Rükneddin Kılıcarslan’ın güçlerini yenip onu kaleye kapattıktan sonra, onu tutan emirlerinden de yakala-dıklarını zindana attırmıştı. Süleyman Per-vane gibi bazıları Tokat’a ka-çıp kurtulmuşlardı. Şu halde Kırşehir emiri Nureddin Caca, bu savaştan sonra –ki Abu-l-Harp (savaş babası) unvanı taşıyan Caca’nın İzzeddin’e karşı savaştığı kesindir- sonra tutuklanmış. En az iki yıl zindanda kalmış olmalıdır. Çünkü iki yıl sonra Moğol kumandanı Baycu ordusuyla geldi ve 11 Ekim 1256’da Sultan Hanı civarında yapılan savaşta, İzzeddin’in Türkmen gruplarından oluşturduğu kuvvetlerini yendi. Savaştan sonra Emir Fahreddin Arslandoğmuş, Sultan İzzeddin’den hoşnut olmayan di-ğer ileri gelen emirlerle Burgulu kalesine giderek, kalede tutsak bulunan Rükneddin Kılıçarslan IV’ı alıp saltanata geçirmişlerdir.

Vilayetname’ye göre, Nureddin Caca’nın zindandan çıktıktan sonra itibarını yitirdiği görülüyor. Uç illerden birine atandığı ve yakınlarına hasret kalmış, onlara kavuşamadan öldüğü anlatılıyor. Olasıdır ki, zin-dandan çıkarıldıktan uzun yıllar sonra Eskişehir emirliği yaparken öl-müştür. Burada Hünkâr’ın yüce erdemlerinden birini daha vurgulamak gerekir: Başına gelebilecekleri kendisine anlatmasına rağmen, Nureddin Caca’nın sözünü dinlemeyeceği ve siyasetinden vazgeçmeyeceğini anlı-yor. Belki yıllarca yatacağı zindanda, ak kireç işkencesinden gözlerini-zindanın bir köşesine ekeceği bir avuç buğdayın çimlenmiş yeşilliğine bakarak- korumanın yolunu göstererek ona, yani düşmanına bile en bü-yük iyiliği yapıyor.

Mevlâna Celâleddin Rumî Adaleti!Mevlâna’nın, 1247-48’de devletlerarası siyasal faili meçhul bir cinayete kurban giden batıni öğretmeni Şemseddin Muhammed Tebrizi’nin kat-liyle yaşamının sonuna kadar ilgilenmemiş ve hiçbir yapıtında bu konu-da ufacık bir bilgi vermemiş olması, diyet olarak devletten ‘kan parası’ aldığı kuşkusunu uyandırmaktadır. D. Franklin Lewis’in Efl aki’den kay-naklanarak anlattığı iki olay bu kuşkuyu onaylıyor.

Birinci olay şudur: Celâleddin Rumî, müritlerinden birinin evinde saklanan cinayetten suçlu bir adam için, Muinuddin Pervane’ye, iltimas yapmasını rica eden bir mektup yazmış. Pervane’den, bir cinayet davası üzerinde bir baskı yapabileceği bir şey olmadığı yanıtını alınca; Rumi buna, “katilin, Tanrının iradesi gereğince iş yaptığını ileri sürerek, bir başkasını öldüren kişinin, ölüm meleğinin oğlu (gibi) düşünülmesi ge-rektiği karşılığını vermiş. Bu yanıttan hoşlanan Pervane iltimasını yap-mış; maktulun ailesini, katilin bir diyetle razı etmesi ve kan parası ver-meyi kabul etmesini sağlamıştı. Böylece katil özgür kalmış oluyordu.

“Bu anlatılan olayın gerçekten kuşku duyulan bir temeli varsa bile diyor, Franklin D. Lewis, 1247 ya da 1248’de ortadan yokolan Şems ile ilgili olamaz.” Doğrudur olamaz, ama ikinci olayla birlikte değerlendiri-lirse Mevlâna’nın adalet anlayışı ortaya çıkar.

Efl aki’nin (Prgf. 459) anlattığı ikinci olayda Rumî, kendisine çok bağlı bir vaizin, yine kendisi hakkında kötü konuşan birini yumrukla-

(Devamı 10. Sayfada)

Page 10: Sercesme Dergisi, Sayı 38, Şubat 2008

10 Sayı 38

SERÇEÞME

yarak ölümüne neden olması üzerine Konya’da evine gelip sığındığını emirlerden Alamaddin Kaymar’a yazıyor. Onun ilgilenmesiyle katil vaiz, maktulun (öldürdüğü kişinin) akrabalarına 40 000 dirhem (gümüş) “Kan Parası” ödemesi üzerine serbest kalıyor. 5

Bu örnekte Mevlâna Celâleddin, bizzat Mevlana’nın kendisini savun-duğu için katil olan bir vaizi, ricacı olup cezalandırılmaktan kurtarmış-tır. Birinci örnekte ise olay doğrudan Şems ile ilgili olmasa da dolaylı ilişki üzerindeki kuşkuyu saklama kaydını düşüyoruz; çünkü Şems’in katledilmesinde, Mogol ataması vezirin Mevlana’nın müridlerini suç or-tağı yaptığı ve onları bu eylemde kullandığı kesin biçimde söylenebilir. Bu birinci örnekte “katil kişi ölüm meleğinin (Azrail’in) oğlu olduğu ve Tanrısal iradeyi yerine getirdiği” fetvasını vermiştir. Bir katile bu gözle bakan Mevlana’dan, Şemseddin Tebrizi’nin katilinin ortaya çıkartılıp ce-zalandırılması talebi beklenemezdi. Şemseddin Tebrizi ile ilgili çalışma-mızda genişçe anlattığımız gibi bu iki örnekleme bize açıkça gösteriyor ki, belki devlet tarafından Mevlana ailesine, maktulun (yani Şems’in) en yakını olarak çok yüklü miktarda “kan parası” ödenerek, Mevlana Celaleddin Rumi’nin gözyaşları(!) durdurulmuştur.

Hacı Bektaş Veli ve Mevlâna Celaleddin’in Toplumsal, İnançsal ve Siyasal Konumlarının

Kısa ÖzetiMevlâna Şeriatın gerekliliklerini göze çarpacak biçimde yerine getirerek, aykırılıklarını egemen yönetimlerin Sünni inancıyla çatışmadan sürdür-müş. Verdiğimiz örneklerde görüldüğü gibi, Mogol korumalığı altındaki Selçuklu sultanları, sultan naibleri, emirler ve Mogol İmparatorluğunun temsilcileri büyük vezirlerle çok sıkı dostluk ilişkileri kurmuştu. Mevlâ-na çağını aşan felsefi ve dinsel bilgi birikimi; birer duygu seli olan, aşk ve cinsellik, yaşama sevinci dolu beyitlerle örgülenmiş Mesnevi tarzı şiirleri arasında batıni yönünü ustalıkla gizlemeyi başararak onları etki-lemiştir. Düzyazı metinlerinde (mektuplarında) o incelmiş edebiyat dili Farsça ile yöneticilere düzdüğü övgüler, onun aşırı uzlaşmacılığının öte-sinde, bencil ve dar çevre çıkarcısı kişiliğini ortaya çıkarmaktadır. Kon-ya dışında olup bitenlere, kıyımlara zulüm ve saldırılara gözünü kapamış olan Mevlâna, Hacı Bektaş’ın yaşam biçimine, sosyal ve siyasal anlayı-şına tamamıyla karşıt konumdaydı. Esnaf, tüccar, zanaatkâr ve başkent aristokrasini oluşturan zengin sarrafl ar, taşrada toprak ve çiftlik sahibi olup kentte oturan varlıklılardan (dikhanlar) pek çok yandaşları vardı. Ayrıca büyük temlik ve ikda sahipleri Emirlerden de müritleri bulunu-yordu. Kendisi ne Türk dilinin ve ne de Türkmen halkların dostuydu. Rum ve Ermeni etnik Hristiyan gruplara gösterdiği yakınlığı onlara asla göstermemiştir.

Mevlâna Celaleddin, daha otuzlu yaşlarındayken büyük ün sahibi ol-muştu. Ona batıni eğitimi vererek İsmaili yapma görevini üstlenmiş olan Şemseddin Tebrizi Konya’ya 1243 yılında geldi. Konya’da kaldığı üç yıl içinde Şems Mevlâna’yı istediği biçime sokmuş, değiştirmiştir. İlhan Başgöz Yunus Emre üzerinde yaptığı çalışmada;

“Mevlâna... coşkun bir dervişe, Şems’e rastlıyor; onunla yedi gün halvet oluyor. Bu halvetten çıkan Mevlâna artık bambaşka bir Mevlâna’dır. Devrinin en büyük camilerinde ders veren, ayakkabıla-rını çıkarıp saray kadınlarıyla semah ettikten sonra, ayakkabılarını altınlı, elmaslı, pırlantalı küpe ve yüzüklerle dolu bulan, dinleyicileri beylerden ve sultanlardan oluşan Mevlâna tümden değişecektir. Der-gâhının kapısını yoksullara ve kötü kadınlara açacak, kurulu düzenin hoş görmediği yerlerde semaha duracaktır. Mevlâna’yı karşı kültüre ve aykırı yola çeken Şems, bu nedenle öldürülecektir.” 6

Elbette ki Mevlâna Şems ile halvette kaldığı bir hafta içinde değiş-medi. Şems Konya’da kaldığı sürece 1247’de öldürülmesine dek, zorunlu geziye çıktığı bir yıl dört ay dışında, tüm zamanını verdiği batıni eğitim-le Mevlâna’yı değiştirmekle geçirmişti.

Mevlâna’nın oğlu Sultan Veled, ‘İbtidaname’ adlı yapıtında Mevlâna ile Şems’in buluşmasını Musa Peygamber’le Hızır’ın buluşmasına ben-zetmekte. Ona göre Mevlâna Musa’yı, Şems de Hızır’ı temsil ediyordu.

İşte bu buluşmayla Şems ile birlikte geçirdiği yıllar içinde Mevlâna, en insancıl, en güzel aşk ve güzellik şiirlerini, ayrıca en keskin batınilik içeren düzene aykırı söylemlerini yazıya geçirtmiştir. Bahaaddin Veled oğlu Celaleddin’i, Mevla-na (Farsçada Mevla-na ‘Efendi-miz, Tanrı-mız’ anlamlarına gelmektedir) yapan da bunlar olmuştur. Ancak yine İlhan Başgöz’ün kapalı olarak belirttiği gibi, Şems’in siyasi cinayete kurban

gitmesinden bir süre sonra, Mevlâna’nın yine eski neşesine dönmüş ve egemen siyasetin bir parçası olmuş bulunduğunu görmekteyiz. 7

Onun bu özelliği dolayısıyladır ki hem kendi yapıtları, yani Mesnevi’si ve Divan’ı eksiksiz olarak günümüze kadar korunmuş, hem Menakıbname’ler dışında da, hakkında yüzlerce kitap yazılmış ince-lemeler yapılmıştır. 19. yüzyılın başlarından beri Batılı araştırmacılar, Mevlâna’nın tam korunmuş yapıtlarında saklı tuttuğu duygusal yoğun-luğu ve batıniliğin derin hümanizmasını açığa çıkardıktan sonra, onu bu derece yüceltmişlerdir. Mevlâna Celâleddin belki kişiliğiyle değil, ama kuşkusuz yapıtlarıyla bu yüceliğe layıktı.

Kısacası görülüyor ki, Hacı Bektaş Veli ile Mevlâna Celâleddin Rumî’nin toplumsal ve siyasal konumları birbirinden farklı olduğu kadar da karşıt durumdadır. Birisi istilacı Mogollara karşı mücadele siyasetine girmiş bulunan ve onları Rum’dan (Anadolu) çıkarmaya çalışan İzzed-din II. Keykavus’un, diğeri ise Mogol korumacılığını yeğleyen, Cengiz oğullarının bir Uç beyliği ya da eyaleti olmayı kabul eden kardeşi Rük-neddin Kılıcarslan’ın yandaşıydı. Selçuklu ve Mogol yöneticilerinin has adamı bir aristokrat mutassavvıfıydı

Hacı Bektaş Veli, Anadolu’da geniş çoğunluğu oluşturan köyler ve kasabalarda oturan ya da konar-göçer olarak en zor koşullar içinde ya-şayan batıni inançlı, İslam heterodoksizmini benimsemiş, gayri-sünni, yani alevi Türkmen halkların tarihsel inanç önderi. Mevlâna ise, diliyle, kültürüyle, güzel konuşması ve tükenmez enerjisiyle döndüğü semahıy-la, eşsiz yapıtlarıyla Konya’da yaşayan tüm aristokrat çevrenin ve orada yaşayan herkesin gözdesiydi. Dahası ona bir peygamber, Mesnevi’ye ise Kuran gibi bakıyorlardı. Sultanın ve Emirlerinin olduğu kadar, Mogol yüksel temsilcilerinin de yakın adamı olduğunu özel mektupları açıkça göstermektedir; bir işbirlikçi ve ezilen soyulan halk çoğunluğunun kar-şısındaydı.

Mevlâna’nın, babasından, diğer şeyhlerinden ve medreslerden aldığı eğitim, yetişme koşulları; sahip olduğu inanç ve yaşam biçimi ona bu se-çimi yaptırdığı kesindir. Mevlâna Celaleddin’i yargılama veya sorgula-ma gibi bir niyetimiz elbette ki olamaz. Ancak şu gerçeği unutmayalım: Kim olursa olsun göklere yüceltilen tarihsel kişilerin yanlışlarını, hatala-rını gizlemek, görmemezlikten gelmek,-hatta o kişilerin hata yapmaya-caklarına inanmak- onlara en büyük kötülüğü yapmakla eşdeğerdir.

Son söz olarak Hacı Bektaş Veli ile Mevlâna Celâleddin biribirine ay-kırı yaşamış, inançta birleşemedikleri gibi toplumsal ve siyasal yönden de biribirlerinin karşısındaydılar. Mevlâna’yı Hacı Bektaş Veli meşre-bine sokmaya çalışanlar, Mevlevileri bir Alevi-Bektaşi inançlı topluluk olarak tanımlayanlar çok yanılmaktadır. Ancak Mevlâna ile Hacı Bektaş arasındaki bir ortak noktayı söyleyebiliriz:

İkisi de büyük İsmaili Dai’si Şemseddin Muhammed Tebrizi’den feyz almış, ışıklanmıştır. Hacı Bektaş Kuhistan’dan (1224’ten) beri bu güneşin (Şems’in) batıni ışığını yüreğinde ve kafasında sindirerek parla-mış ve Türkmen halklarını aydınlatmış. Üç yıl içinde “ayağının bastığı yere ayağını değil, başını koyacak” kadar Şems’e tapan Mevlâna ise, o yokolunca içindeki güneşi (Şems’i) sindirememiş, söndürmüş. Konya’da loş bir ışığa bürünerek, kendi ekseni çevresinde dönmeyi seçmiştir...

NOTLAR:1. Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlâna Celaleddin, s. 42-43.2. Özel ilişkilerinde de fazla serbestçe ve gönlünce davranmayı adet edinmiş

İzzeddin Keykavus II, hiçbir zaman Moğol egemenliğini kabule yatkın olmayan, devlet kudretinin noksan kılınmasına karşı çıkan bir tavıra sahipti… Türkmenleri örgütlemeye çalışıyordu: Ümit Hassan, ‘Siyasal Tarih, Açıklamalı Bir Krolonoji’, Türkiye Tarihi 1, İstanbul, 1980, s. 253–254.

3. Ahmet Efl aki, Arifl erin Menkıbeleri I, s. 285.4. Uzun Firdevsi, Haz. A. Gölpınarlı, Menakıbname, s. 48. 5. Ahmet

Efl aki’den (prgf. 155, 459) aktaran Lewis, Franklin D., Rumi, Past and Present, East and West; The Life, Teachings and Poetry of Jalal al-Din Rumi, Oneworld-Oxford, 2000 s. 657-658.

6. İlhan Başgöz, Yunus Emre - I, İstanbul–1999, s. 49.7. Gerçekte Selçuklu çevresini aşan bir siyasi cinayet söz konusudur;

bunu “Şemseddin Muhammed Tebrizi” incelememizde genişçe verdik. (İ. Kaygusuz, Anadolu Bilgeleri, Su Yayınları, İstanbul, 2005, I. Bölüm) Şems’in katledilmesini A. Gölpınarlı, Mevlâna’nın oğlu Alaaddin Çelebi, Şems’in karısı Kimya hatunu önceden sevdiği için onun kıskançlığına bağlamakta. Son yıllarda Ahi Evren üzerine geniş araştırmalar yapmış olan Mikail Bayram ise, birkaç toplantıda inançsal görüş çatışmasından ötürü, Şeyh Nasırüddin Mahmud el-Hoyi (Ahi Evren?) tarafından öldürüldüğü gibi, hiç de akılcı olmayan bir görüş ileri sürmektedir: A. Gölpınarlı, Agy. s. 81–83; Ahi Evren (Şeyh Nasırüddin Mahmut al-Hoyi), İmanın Boyutları (Metali-ül İman), Çeviri ve İnceleme: Doç. Dr. Mikail Bayram, Konya, 1996, s. 28–34.

(Baştarafı 9. Sayfada)

Hacı Bektaş Veli ve Mevlâna Celâleddin

Page 11: Sercesme Dergisi, Sayı 38, Şubat 2008

Şubat 2008 11

SERÇEÞME

OTANTİK yapısı itibariyle tarihi akış içerisinde hangi isimle anıl-mış olurlarsa olsunlar, yine bu çerçevede, geçmişleri hangi tarih kesitine dayandırılmış olursa ol-

sun, Türkiye Cumhuriyetinin sınırları içindeki Aleviler, hep yasaklı bir toplum olarak varlık-larını sürdüregeldiler. Daha başından itibaren Alevi Toplumunun bu yasaklı kaderi Türkiye Cumhuriyeti’nin Anayasal düzeninde de de-ğişmedi. Değişmedi çünkü:

Genel çerçevesine “Misak-ı Milli” adı veri-len sınırlar içinde kalmış Osmanlı yapısını dev-ralan, Askeri bürokrasi öncülüğündeki asker sivil bürokrasi, Türkiye Cumhuriyeti’ni kurup devlet olarak şekillendirdi. Yönünü “Batı Me-deniyetine” döndüğünü ifade eden Asker-Sivil bürokrasiden oluşan irade, Batılı “ulus devlet-ler” modelinin en gerici olanına göre bir “ulus devlet” olarak yapılandırıldı. Buna göre, devlet yapılanması “Türk Ulusu” ekseninde olacaktı. Ama tabi ki Müslüman da olacaktı.

Model belirlenmişti, ama sınırsal çerçevesi “Misak-ı Milli” olarak belirlenmiş de olsa, dev-ralınan miras, Osmanlı mirasıydı ve bu sınırlar içerisinde dahi bir çok etnik yapıyı, değişik dinsel yapıyı barındırmaktaydı. Bu durumun getirdiği yüklerden arınılması gerekiyordu ve öyle de yapıldı.

Devlet yapılanması organsal olarak “Türk ve Müslüman” olacaktı. Dahası, bu yapı böyle-ce “üniter” bir yapı olacak ve hiç bir anayasal düzende, bu temel değişmeyecek, değiştirilme-si dahi teklif edilmeyecekti.

Öncelikle, çok etnili bu topraklar üzerinde yaşayan (Rumlar ve Ermeniler hariç-ki dolay-lı olarak bunlar da dâhil olmak üzere) herkes “Türk” olacaktı. Rum, Ermeni ve Asuriler dışındaki bütün dinsel topluluklar da, “Müs-lüman” olacaklardı. Müslümanlık da genel anlamıyla değil onun bir alt mezhebi olarak görülen Hanefi likle, dahası, bu mezhebin de en gerici yorumu olan Maturidilikle oluştu-rulacaktı. Burada, Türklüğü ayrı bir kategori, Müslümanlığı bir ayrı kategori olarak belirle-mediğim gibi şimdilerde yaygın ama yanılsa-malı olarak dillendirilen “Türk–İslam sentezli ideoloji” bağlamında da belirtmiyorum. Tam tersine, üniter devlet olarak çerçevesi belirlen-miş “Ulus Devletin” bir bütün tarifi bağlamın-da ele aldığımı özellikle belirtmek istiyorum.

Türklük adına oluşturulan bu yapının asli sahibi kabul edilen Türk’ün, ulus olarak ta-rifi de bu zemine uygun olarak yapıldı zaten. Batıdaki “ulusçuluk” tarifl erinden mevcut gerçekliklerine en uygun düşen tarifi aldılar. Çokça sanıldığı gibi Fransız ulusçuluğundan değil, Alman ulusçuluğu temel alındı. Bu çer-çevede de söz konusu “Türk Ulusu”nu; etniye (Türk), soya (Oğuz), boya (Kayı), dile (Türkçe) ve dine (Müslüman-Hanefi /Maturidi), topra-ğa (misak-ı milli) göre tanımladılar. Bu tarifl e oluşan “Üniter Devlet” yapılanmasını, Anaya-sal düzen olarak ilân ettiler. Tabii ki, bütün bu gelişmeler bir gecede gerçekleşmedi. Bu yapı-lanmanın kimi belirlenimleri daha İttihat ve Terakki döneminde başlamış olarak, Cumhu-riyetten itibaren de adım adım gerçekleştirilip yerleştirildi. “Ne Mutlu Türküm Diyene” şiarı, bir İttihat ve Terakki şiarı olarak daha cumhu-riyetten önce doğuş yapmıştı!..

Bir kez yapılanma, bu şekilde oluşturulduk-tan sonra açıktır ki, böylesi bir yapının yukar-dan aşağı kabulü, diktatoryal zora dayanmak durumundaydı. Öyle de oldu. Daha yolun ba-şında Ermeniler “etnik temizleme” politikaları-nın ilk denekleri oldular. Rumlar göçertildiler. Kürtlerin direnişi 1921’den 1938’lere kadar fi ili olarak devam eden, katliamlar, sürgünler, ce-zaevleri gibi uygulamalarla, yasa tanımayan bir keyfi likle, oluşturulan yapıyı kabule zor-landılar. Güncel, örgütlü Alevi gerçekliği gibi, Kürt Halkı yönünden bugün yaşanılan gerçek-lik ve ortaya çıkan sonuçlar da, kaynağını bu zeminden almaktadır.

* * *Alevilere gelince, Osmanlı dönemi de dâhil olmak üzere bütün tarih boyunca, Anadolu ve Mezopotamya’da ne kadar etnik topluluk var ise o kadar çoklukta da bir Ortaklık Topluluğu yapılanması olarak Aleviler vardı. Bu gerçek “Misak-ı milli” sınırları içerisinde de değişme-di. Egemen yapısı Hıristiyan’a kayıt düşülse de, örneğin Ermeni Aleviler de vardı, Rum Ale-viler de vardı. Tıpkı, Laz, Çerkez, Arap, Fars, Azeri kökenli Alevilerin var olduğu gibi.

Ancak, yukarda ana hatlarını belirledi-ğimiz “Üniter” yapılanmaya göre, hangi et-nik kökenden olurlarsa olsunlar, hem “Türk” hem de “Müslüman” olmak zorundaydılar. Bu tarif bile yetmez, hatta “Öz Türk” ve “Öz Müslüman” olmayı “hak etmek” zorunday-dılar. Bu belirlemenin de kökleri, daha İttihat ve Terakki döneminde atıldı. Son yirmi yıllık Alevi Hareketlenmesinin önüne yığılan, iddia-lı yazın çalışmalarının başat belirlemesi olan, “Alevilik Türklüktür, Türk olmayan Alevi de

olamaz” belirlemesinin yaratıcı babası, İttihat ve Terakki’dir.

Mantıksal kaynağını, adını “İslamın Büyü-ğü” unvanıyla Osmanlı tarihine kayıt olarak düşen Şeyh-ül İslam Ebussuud Efendi Fetva-larından alan, Alevilere “Öztürk ve Özmüslü-manlık” dayatmasının bir “hak ediş” karşılığı verilmeye çalışılması, kolayca görülebileceği gibi “yok sayılma” ile mümkündü. Ve Aleviler, Türkiye Cumhuriyeti’nin Anayasal düzeninde, “yok sayılan” dini topluluklar hanesinde yer aldı ve bu gerçek hiç değişmedi. Seksen yıllık tarih boyunca, ne zaman kendilerini az ya da çok göstermeğe çalışsalar ya da devlet, ne za-man hangi toplumsal krizini çözmeye çalışsa, mutlaka Aleviler, Asker vesayetindeki devlet bürokrasisinin hedefi nde oldu. Olmaya da de-vam ediyor.

* * *Topluluk olarak Aleviler, kadim geçmişlerinde olduğu gibi bugün de değişik süreklerden oluş-maktadır. Egemenliklerinde yaşadıkları deği-şik devlet yapılanmalarında da, bu devletlerin kendilerine yönelmeleri durumunda, söz konu-su süreklerin tepkileri ve tepkilerin sonuçları farklı olmuştur. Bu eğilim Cumhuriyet döne-minde de görülür. Bir kısım sürekler ya da sü-rek önderleri (Alevi-Bektaşi), yaşadıkları Os-manlı zulmüne karşılık, Cumhuriyetle birlikte, bütün süreklerin ortak erkânı ve özlemi olan, “Özgürlük-Eşitlik-Kardeşlik” ortamına kavu-şabilecekleri umuduyla, asker vesayetindeki Cumhuriyeti desteklemişler, onun ilk organ-laşmasında görev de almışlardır. Bu ittifakın bedelini ise daha yolun başında, 1924 yılında çıkartılan, “Tekkelerin ve Zaviyelerin Kaldırıl-masına ilişkin Kanunla” ödemişlerdir!..

Bu süreçten kalma yanılsamaların sonucu olarak kimi Alevi sürekleri, Cumhuriyeti ve onun kurucu önderi Mustafa Kemal Paşa’yı hep sevegeldiler ama tarihsel olarak Devletli süreğin bütün zamanlarında olduğu gibi, ne Cumhuriyet ne de onun koruyup kollayanları asla Alevileri sevmediler. Kızılbaş süreğinden ise nefret ettiler. Bu karşılıklı duruş bugün de devam etmektedir.

Diğer yandan, söz konusu yanılsamalı des-tekçi tutum ve davranışlarına karşın, Kızılbaş süreği en başta olmak üzere, Tahtacı, Çepni, Nusayri ve Ehli Hak sürekleri –ki buna Ezi-diliği de eklemek gerekir– söz konusu üniter dayatmayı, başından itibaren kabul etmemiş-lerdir. Kim hangi zeminde anlamlandırırsa an-lamlandırsın, en başlıcaları olarak 921 Koçgiri, 938 Dersim katliamları, bu özellikler zeminin-de düzenlenmiş uygulamalardı. Sürek, bütün cumhuriyet döneminin belli kritik süreçlerine dağılarak hep devam etti.

Bilemediğim sayısız tekil olaylardan hiç söz etmiyorum, zayıf hafızaların unutulmuş-ları arasında kalmış da olsa, bilinenleri ile 1966 Elbistan, 1969 İskenderun, 1971 İskende-run-Kırıkhan, 1975 Sivas-Malatya, 1979 Ma-raş-Çorum, 1993 Sivas-Madımak, 1995 Gazi katliamları; Türkiye Cumhuriyeti Anayasal düzenin “yok” sayılanlarından Alevi toplulu-ğun, fi ili olarak da “yok edilmesine” dönük uy-gulamalar olarak tarihe kayıt düşmüştür.

(Devam edecek)

“Alevi Sorunu ve Program Hedefl eri” başlıklı yazımın devamı olarak

bu yazımda, sözkonusu program hedefl erinin

hangi gerekçelerden yola çıktığını anlatmağa çalışacağım

16 Ocak 2008.

37. SAYIMIZDA BIRINCISINI YAYIMLADIĞIMIZ “ALEVI SORUNU VE PROGRAM HEDEFLERI” KONUSUNUN DEVAMI

Aleviler Cumhuriyete Yasaklı Bir Toplum Olarak GirdilerHaşim Kutlu

Zong

ulda

k et

kinl

iğin

de d

eyiş

söyl

eyen

gen

çler

Page 12: Sercesme Dergisi, Sayı 38, Şubat 2008

12 Sayı 38

SERÇEÞME

Laiklik Aleviler Bakımından Ne İfade Eder?Murtaza Demir

BİR Alevi yurttaş olarak bana göre laiklik; özgür, müdahalesiz, aşa-ğılanmadan, horlanmadan, eşit-sizliğe tabi tutulmadan yaşamamı sağlayan en temel kavramdır. Laik

birey olmadan laik devletin olmayacağını, laik devlete sahip olmadan da ülkemde huzur için-de yaşayamayacağımı, tarihe ve yaşadıklarıma bakarak görüyor, inanıyorum. Bu bakımdan laikliğin, özellikle de çoğunluğun inancından-ırkından farklı olan guruplar için yaşamsal değere sahip olduğunun farkındayım. Çün-kü evrensel laiklik, bireylerin inançlarını ve inançsızlıklarını en özgür şekilde yaşamaları-nın teminatı olduğu kadar, çoğulculuğun, tole-ransın, karşılıklı saygı-sevginin ve bir arada yaşamanın da çimentosudur, teminatıdır.

Laiklik; birey olmanın, anayasal yurttaş-lığın, çağdaş yaşamın, erdemli insan olma-nın kaçınılmaz bir gereksinimiyse ki elbet de öyledir: O halde laikliğin “Aleviler, Sünniler, inançsızlar vb. için” kategorize edilmesinin, siyaseten ve ilke olarak doğru olmayacağını da ilave etmek isterim. Zira laiklik, bu kavramı kararlılıkla savunan ve yaşayan bir Sünni ay-dın bakımından da en az Aleviler kadar değerli ve yaşamsaldır. Bu durumda laikliğin farkına varmak ve değerini bilmek için birinci koşul “Alevi olmak değil, aydın olmaktır” diyebiliriz. O halde, emperyalist niyetlerin güdümündeki dinci dalganın ülkemizi sürüklediği bu nokta-da Aleviler bakımından temel ayırım ve siya-sal tercih noktası, Alevi-Sünni, Kürt-Türk ya da sağcı-solcu değil; demokrasi, laiklik ve ev-rensel insan haklarını herkes için isteyenlerle, ona karşı olanlar arasında olmalıdır.

Yine de, ülkemiz özelinde “acaba Sünni çoğunluktan farklı inanan kesimler, laikliğe daha mı duyarlıdır?” gibi bir akıl yürüttüğüm-de; “evet” gerçekten de Şer-i kuralların ülke-me egemen olması durumunda, “şeriatçıların katliam amacıyla harekete geçecekleri ilk he-def Alevi, Musevi, Hıristiyan vb. gruplardır ve bu nedenle de laikliğe daha duyarlıdırlar” diyebiliriz. Kaldı ki, bu gerçek salt Türkiye’ye özgü olmayıp, dinciliğin, ırkçılığın ve feoda-lizmin pençesine düşen her ülke ya da bölge için de geçerli bir pratiktir. Fakat bu durum, çoğunluktan farklı inananların ortadan kaldı-rılmalarından sonra, sıranın egemen çoğunluk içindeki çağdaş-laik kesimlere gelmesi gerçe-ğini değiştirmez. Bunun en yakın ve bilinen örneği İran’dır. Şah Rıza Pehlevi monarşisinin kovularak, mollaların İran’a egemen olmasın-da, komünist Tudeh partisinin büyük katkıları olmuş, sonrasında parti üyelerinin tamamı hem yönetimden, hem de ülkeden tasfi ye edilmiş, birçoğu da öldürülmüşlerdir.

Böyle baktığımızda laikliğin “olsa da olur, olmasa da” diyebileceğimiz bir fantezi değil, aksine gayet ciddiye alınması gereken, çağ-daşlığın “olmazsa olmazı” durumunda olan bir kavram olduğunu kolaylıkla anlarız. Laik-lik, kurum ve kuralları denenmiş, oturmuş ve netleşmiş bir kavramdır. İkide birde üzerinde oynamaya, orasını burasını budamaya, yeni tarifl er üretmeye müsait olmadığı gibi, tekrar tanımlanmaya muhtaç ya da müsait olan bir kavram da değildir. Kimi siyasi akımların “öz-gürlükçü laiklik ya da inançlara saygılı laik-lik” gibi tez ve söylemlerinin, uygulanabilirlik

yönünden ve evrensel laiklik bakımından hiç-bir değeri yoktur. Laiklik ilkesinin, şu ülke ya da dine göre değiştirilmesi, formüle edilmesi olanağı da yoktur. Dinin toplumsal ve siyasal hayatı yönlendirmesine, devleti yönetme is-temlerine set çeker; devleti, toplumu ve kendi varlık nedenlerini esirger. Laiklik, vardır ya da yoktur. “Biraz laiklik biraz da dini kural” olmaz. Bünyesi, yozlaşmayı katiyen kabul et-mez: laikliğin bütünlüğünü bozmak, benzine su katmak gibidir. Nasıl benzine su kattığı-nızda o madde artık orijinal benzin olmaktan çıkarsa, laikliği sulandırdığınızda da laiklik olmaktan çıkar, hiçbir değer ifade etmez.

Esasen demokrasinin olduğu gibi, laikli-liğin de kendi kendini koruyan, kollayan ku-ralları vardır. En önemli kuralı, dinin okula, eğitime ve kamuya sızma talebi ve temayülü karşısında esneklik göstermemesidir. Yönetim erki olarak, din ve devletin alanlarını ayırmak-ta zafi yet gösterir, kurallarına ve kurumsallığı-na uygun davranmazsanız, laiklik sizi terk eder ve dininizle baş başa bırakır.

Şu tespiti yapmak bir zorunluluktur: laik-liğin fi ili tasfi yesinin zayıf olan altyapısı 1980 cunta rejiminin imam okulu, kuran kursu vb. gibi dini seferberlik çabalarıyla güçlendirilmiş, ortadan kaldırmaya dönük fi ili süreci ise AKP hükümetinin “türbana özgürlük” adı altında yürüttüğü yasal kılıf arama süreciyle aleniyete dönüşmüştür. Atatürk’ün üstün öngörüsü ve çabaları sonucu bir bölümü ezilen ama büyük bölümü yeraltına çekilen irtica ejderhası, AKP siyasal çizgisiyle ve çizginin maniple ettiği ha-reketle hercümerç olarak tekrar baş kaldırmış, 1920’li sürecin “rövanşını almak” üzere hare-kete geçmiştir. Kan ve can almak üzere fırsat kollamaktadır. Kan, gözyaşı ve katliam, bütün dinci ve ırkçı ideolojilerin doğasında vardır. Dincilerin Alevileri katletme geleneği 500 yıl önceye dayanmaktadır. Coğrafyamızda bu gün dahi hüküm süren bu insanlık dışı gelenek, ba-rış ve laiklik yanlısı Alevileri hedef almakta, o günden bugüne Çorum, Maraş, Malatya, Kay-seri, Sivas, Gazi katliamları olarak tekerrür edip durmaktadır.

Türbana “özgürlük” açısından bakan ay-dınlar, fena halde yanılmaktadırlar. Siyasal

dinci ihanet kapımızı, bacamızı sarmıştır. Laikliği ve demokrasiyi içselleştirmeyen, in-san haklarından bihaber olan ve ayrıca da hiç okumayan toplulukların geleceği doğru analiz etmeleri ve gelmekte olan tehdidi görmeleri zordur. Bu yüzden şeriat düzeni isteyen ve ge-rektiğinde “Allah’ın emri” diyerek şiddet kul-lanan örgütler, bu şiddeti daha çok Aleviler ve gayrimüslim kesimler üzerinde uyguladıkları için, Sünni-laik kitleler tarafından yeterince önemsenmemektedir. Bu bir bilinç kirlenmesi-dir. “Bana değmeyen yılan” tavrı, en azından insani değildir. Belli ki, şeriatın neden olduğu tehdit ve acı henüz, yalılara, köşklere, havuz-lara, kotralara, saraylara, ulaşmamıştır ama şeriatın derinlerden gelen ayak sesi TÜSİAD ve Doğan Medyaya da ulaşmış görünmektedir. Umarım ki, bu farkındalık bir çıkarın-pazarlı-ğın aracı değil, içtenlikli bir duruşun farkın-dalığıdır.

Bilindiği üzere Sivas katliamının her aşa-masını birebir yaşayan ve siyasal İslamlaşma sürecini bütün dikkatiyle izleyenlerden biri-yim. “Şeriatın gereği” denilen uygulamaları, şeriatçı denilen adam suretli yaratıkları, “din yolunda adam öldürmenin sevap olacağına” inandırılan Ebusuud artıklarını, Madımak-ta gördüm; tanıdım. Yani salt teori üzerinden analiz yapan biri değil, şeriatçı zihniyetin ne-den olduğu vahşeti ve sonuçlarını da en acı şe-kilde yaşayanlardan biriyim. Bu gerçeği “mün-ferit” diyerek geçiştirenleri, insan yakmayı dahi “mazur” gösteren bürokratları, onları ko-ruma altına alan siyaset adamlarını gördüm, tanıdım.

Bu çağdışı hareketi koruyan, büyüten ve bugüne taşıyan Evren, Demirel, Çiller, Ağar vb. aymaz liberal siyasetçiler de, partileri de şimdi siyaset arenasında yoklar. O gün koru-yup palazlandırdıkları dinci hareket, onları si-yasetten silmiş ve tribünlere göndermiştir. Din-cilerin adresi, dinci partilerdir. Dinci istemlere milliyetçilik, solculuk, liberallik adına çanak tutmak aymazlıktır. Dinciliği bir ideoloji ola-rak benimsemediği halde “belki bu kesimden oy alırım” hesabı yaparak pirim veren, ondan nemalanmak isteyen günümüz siyasetçilerinin akıbeti de yine aynı olacaktır. Bulunduğumuz süreçte Türk siyasetinin, çağdaş yaşam ve şer-i yaşam biçiminde iki parametreye göre şe-killendirildiği gerçeğini anlayamayan Devlet Bahçeli ve avenesi de, bu gerçeği daha ilk se-çimlerde anlayacak ve liberallerle aynı akıbeti paylaşacaktır.

Yetmiş milyon nüfuslu ülkemizde liberal bir partinin gurup dahi kuramaması sizce de garip değil mi? Daha düne kadar siyasal yaşa-mımızın en güçlü partileri olan liberal parti-lerin, kendilerini dinciliğin simgesi olan tür-banın cazibesine ve dinci siyasa kolaycılığına kaptırmaları, hem feodal sermayenin hem de orta sınıfın dinci partilere yönelmelerine neden olmuştur. Böylece siyasetin endazesi şaşmış ve siyasi yaşam, dinciler ve Atatürkçü-laikler olarak kategorize olmuştur. Liberal partilerin siyaset sahnesinden çekilmelerinden sonra si-yaset kimlere kalmıştır? Demokrasiyi parti içinde boğan ve siyaseti salt dar “hizbinin” mil-letvekili olması düzeyine indirgeyen Baykal’a; laikliğin evrensel tarifi nden dahi habersiz biri-nin başbakanlığına ve “Türklüğü temsil ediyo-

93’ün iki temmuzundan berialtı yıl sonra bile

yanık kokusundan ürperdiğimitakkeden türbandan

ve irtica sakalından tiksindiğimi onlar nereden bilecek

nereden bilecekler on sekiz sularının hicranını

bütün sıradanlıklara riyakarlıklara ve Ankara’nın timsah gözyaşlarına

isyan ederekve hepsine lanet okuyarakhicranımı içime akıttığımı

onlar nereden bilecek2 Temmuz 1999

Page 13: Sercesme Dergisi, Sayı 38, Şubat 2008

SERÇEÞME

13Şubat 2008

rum” iddiasında olduğu halde türbandan “ha-sat elde etmeye” çalışan Bahçeli’ye...

Esas trajedi olan da işte bu gerçek değil mi?Öyle ya da böyle: Dinci duyarlılığı en üst

seviyeye çıkarılan toplumsal gerçeklik ve si-yasetin tek belirleyicisi haline gelen siyasal İslamcı olgu, Aleviler olarak geleceğimiz ba-kımından kaygı duymamız için yeterli bir ne-dendir. Bu yüzden, laikliğin tümüyle tasfi yesi halinde, Alevilerin karşı karşıya kalacakları dehşeti düşünmek bile istemiyorum. Yaşa-dıklarımı anımsadığımda iliklerime kadar ür-perdiğimi söylemek isterim. Kişisel olarak ül-kemden, çoluk çocuğumdan ve geleceğimden oldukça kaygılıyım. Nitekim Alevilere dönük hak ihlallerinin “oruca, namaza, örtünmeye, Sünni teolojiyi öğrenmeye zorlama” gibi her gün tekrarlanan binlerce tezahürü vardır ve yetkililerin basına yansımasından sonra hare-kete geçtikleri göstermelik kimi “önlemlerin” dışında hiç kimsenin kılı kıpırdamadığı gibi, bu ihlaller bizzat yetkililer tarafından özendi-rilmekte, taltif edilmektedir.

“Türkiye İslam Cumhuriyeti” çabalarının daha bir aleniyet kazandığı bu süreçte göre-bildiklerimiz, buzdağının sadece görünen kıs-mıdır. Esas görülmesi gereken ABD–Fetullah güdümünde son derece sinsi yürütülen Yeşil Kuşak, Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) ve de-şifre edilmesi nedeniyle başbakanın oldukça sinirlenmesine neden olan Ortadoğu’da “Sünni Cephe” çabalarıdır. Söylendiği gibi “türbana yasallık antrenmanları” esas niyetin yanında çok masum kalmaktadır. Giresun Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Osman Metin Öztürk, “Orta Doğuda Oyunun Yeni Adı: Sünni Cephe” baş-lığı taşıyan ve Başbakanın kürsülerden kükre-mesine neden olan makalesinde konuyu derin-lemesine irdeliyor ve özetle şöyle diyor:

“Sünnilerin, Şii yayılmacılığına karşı ha-rekete geçirilmesi, İran karşısında ABD’ye verilmiş ekonomik, politik ve askeri destek anlamına gelecektir. Şii yayılmacılığı kar-şısında bir cephe oluşturacak Sünniler, İran karşısında ABD’nin üstlendiği yükü ve ma-liyeti paylaşmış olacaklardır. Ancak Sünni cephe yaratma girişimleri, sadece ABD’nin İran karşısındaki konu-mu ile ilgili olmayacak, aynı zamanda İs-lam ülkelerini birbirine kırdıracağı için, Huntington’un ‘Medeniyetler Çatışması’ tezinde geçen İslam-Batı çatışmasında, İslam’ın Batıya üstün gelme ihtimalini sı-fırlayacaktır. Bu arada, Sünni Cephe yarat-ma girişimlerinin, Müslümanların kutsal mekânlarının Suudilerin kontrolünden çıka-rılması yönündeki eğilimler ve Güney doğu Asya’dan gelip Suudi Arabistan’ı hedef ala-bilecek muhtemel ve farklı bir Müslüman dalgası açısından da görülmesi gerekir. Sünni bir cephenin kurulması, hele bu cep-henin liderliğinin ve fi nansörlüğünün yapıl-ması, Suudi Arabistan’ı bütün bu gelişmeler ve ihtimaller karşısında güçlü kılacaktır.”*

Makaleyi okuduğumda şunu anladım: Ana-yasasında “laik, demokratik, sosyal bir hukuk devleti” yazılı olan Türkiye, bu niteliğinden sıyrılıp bir İslam cumhuriyetine dönüşmekle kalmıyor, bölgede oluşturulacak Sünni cephe-nin de en aktif aktörlerinden biri haline geliyor ya da öyle olması isteniyor... Türkiye’nin Orta Doğu politikasındaki geleneksel tavrı, davra-nışı, tercihleri ve kırmızıçizgileri, bu kuramın mesajıyla örtüşmektedir. Hemen yanı başımız-da duran, ticari ve sosyo-politik ilişkilerin arttırılması ve çeşitlendirilmesi için karşılıklı

olarak yüzlerce nedenimiz olan İran’dan neden bu kadar uzak, hatta soğuk duruyoruz? Arap İslam ülkelerinin idari yapısı İran’dan çok mu iyi?

Neden?Suudi Kral Aralık 2007 Türkiye ziyaretinde, Atatürk’ün makamı olması nedeniyle ne Çan-kaya’ya çıktı ne de Anıtkabir’i ziyaret etti! Ya ne yaptı? Hem başbakanı hem de cumhurbaş-kanını oteline çağırdı...

“Cephe” meselesini konuştular mı?AB üyeliği, çağdaş medeniyet, laik demok-

ratik Türkiye hedefl erine “veda” mı ediyoruz?“Canım bu bir faraziyedir” diyenlere Baş-

bakan Erdoğan ve diğer AKP’li yetkililerin konuşmalarını analiz etmelerini öneririm. Başbakan ve yakın çalışma arkadaşları şunu söylüyorlar: “Efendi sen onu ulemaya sor.”; “Kişiler laik olmaz, devlet laik olur.”; “Bu mil-letin çoğunluğu şeriatı isterse, şeriat elbette gelecektir.”

İşte sorun bu: Başbakanın demokrasi kav-ramına olan bağı bu kadar. “Demokrasi bizim için tren gibidir: istediğimiz istasyonda ineriz” diyor. Dün bu ülkede şeriat rejimi isteyen kim-se yoktu. Ama bugün şeriat isteyenlerin oranı %20’ler düzeyinde. Sistem, harıl harıl yoksul-luk ve dinci insan unsuru üretiyor. Devlet eliyle odun, kömür, erzak gibi ihtiyaçlar dağıtılıyor. Toplum dilenciliğe teşvik ediliyor. Yoklama-lar, dinci partinin oy oranının %50 düzeyini aştığını gösteriyor. Özgürlüğün en üst düzeyde yaşanması gereken üniversitelerde kızlarımıza türbanla eğitim hakkı tanınıyor. Profesör, do-çent, öğretim üyesi gibi “aydınlarımız”; “tür-ban bireysel bir tercihtir ve yasaklanması bire-yin özgürlüğüne saldırı niteliğindedir” diyerek kampanya yürütüyor.

Oysa ortada somut bir gelişme var ve bu somut gerçek, elbirliğiyle halının altına süpü-rülmek isteniyor. Şimdi bu somut gelişmeyi analiz edelim: “Sünni cephenin” para babası Suudi yetkililerle ABD’li strateji uzmanla-rı kafa kafaya verip, 1970’li yıllarda bir proje geliştirdiler: Yeşil Kuşak! Projenin uzmanlık boyutu ABD yetkililerce yürütülecek, fi nansı, ilişkileri ve kurumları da Suudi yetkililer üze-rinden yürüyecekti. Rabıta örgütü kuruldu ve tüm bölge ülkelerinde faaliyete başladı.

ABD, “bizim çocuklar” dediği Evren cun-tası aracılığıyla Türkiye’de yönetime el koydu. ABD güdümlü dinci Rabıta örgütü 12 Eylül cuntasıyla ilişkiye geçti. Dinci faaliyetler için gereken kaynak, bu örgütten sağlandı. Yurt dı-şına gönderilen din görevlilerinin maaşı, yurt içinde dinci çalışma yürüten okul, dershane, yurt vb. alanlarda fi nans sorunu yaşayan ke-simlerin talepleri de yine bu örgütten karşılan-dı. Cami ve kuran kursu kampanyası başlatıldı. İmam okulları çığ gibi büyüdü ve din dersleri “zorunlu” oldu.

Sonra?Sonra şu oldu: “İmam okullarına kız çocukla-rını da alalım” denildi. Bugün olduğu gibi çok itiraz edildi. Denildi ki, “kadınların imam olmaları dinen caiz olmadığına göre, neden imam okullarına gönderilsin?” Derhal kam-panya başlatıldı: “Çocuklarımızın dinini, di-yanetini öğrenmelerini istemiyor musunuz: bunun kime zararı var?” Tartışıldı, tartışıldı... Sonra? Sonra kabul edildi. Hem bir zafer elde ettiler; hem de oylarını çoğalttılar.

Sonra?

Sonra dediler ki, “İmam okullarında Alla-hın ayetlerini, Peygamberimizin hadislerini okuyan kızlarımızın başlarının kapalı olması lazım: Yüce dinimiz böyle buyuruyor.” İtiraz edildi: “Laik devlet okullarında başı kapalı öğrenci olur mu; laikliğe aykırı değil mi?; ikili eğitim sistemi mi getiriyorsunuz; milli eğitim temel kanununa aykırı düzenlemeler yapıyor-sunuz; Tevhidi Tedrisat kanununu ayaklar al-tına alıyorsunuz... vb.” denildi. İslam’ın emrine karşı gelmek kimin haddine; düzenleme yapıl-dı, parmaklar kaldırıldı, kabul edildi.

İşte bu kızların öncülük ettiği türbanlı öğ-renciler, bilindiği üzere şimdi üniversite kapı-larında... Çok da haklı olarak diyorlar ki,

“Ey devlet! Bizimle oyun mu oynuyorsun? Madem bizi imam okullarına kabul ettin; bugüne değin eğitimimizi türbanlı olarak yapmamızın olanaklarını da sağladın, kut-sal dinimizin emirleri diyerek türbana da inandırdın, alıştırdın, imam ettirdin; şimdi de diyorsun ki, yasak! Sen nasıl bir devlet-sin? İmam okullarında kapanmamıza neden olan dini sorumluluğumuz, nasıl oluyor da üniversitelerde sorumluluk olmuyor?”

Kızlarımız haksız mı?Evet, bir haksızlık, hatta sahtekârlık oldu-

ğu doğru ama bunun sorumlusu kızlarımız değil...

Üniversitede türbanlı eğitim hakkını alan kızlarımız, yarın avukat, doktor, hâkim, savcı, öğretmen vb. meslek sahipleri olarak aramıza karışmalarından sonra mesleklerini de aynı kıyafetle sürdürmeyi isteyeceklerini bilmeyen yoktur. Ama “olmayacak” diye teminat veri-yorlar. İşte “hayır daha ötesi yoktur” diyerek teminat veren; sonra yeri ve sırası geldiğinde “şu da olsun” diyerek, daha fazlasını isteyen-öneren cahil, din simsarı, sahtekâr, ikiyüzlü, satılmış ve uşak olanlar da şimdiki durumdan sorumlu olanlar da bunlardır...

Bitti mi? Hayır!“Dinimizin emirleri gereği örtünen”, kamuda en yüksek makamlarda görev ve sorumluluk alan türbanlı hanımlar, kendileri gibi olmayan, inanmayan, düşünmeyen insanlarla; giyimi, inancı, tercihleri kendileri gibi olan insanla-ra eşit mi davranacaklar? Türbanlı bir hanım hâkim, türbanlı olan ve türbanlı olmayan iki davalı-davacı arasında objektif olabilecek mi-dir? Vb...

Türbanlı eğitim talebinin kabulü, dinci zihniyet açısından bir kilometre taşının geride bırakılması, rejimin ve laikliğin geleceği bakı-mından da çok önemli bir kırılma noktasıdır. Bundan sonra bu taleplerin arkasının gelmesi çok tabiidir. “Dinin gereği” türbandan ibaret midir? Din gereği türban örten ve laiklik kar-şısında “zafer” kazanan insanlar, şimdi dinin diğer gereklerini-şartlarını isteme alma hakkı-na ve umuduna da sahip olmuşlardır. Ve çok yakın bir gelecekte bunların talep edilmesi hiç kimseyi şaşırtmamalıdır.

Bunun bir çözümü yok mu?Elbette var: Devlet adamı olmak; devletin

kuruluş felsefesine ihanet etmemek; laiklik ko-nusunda samimi olmak ve yasaları eğip bük-meden uygulamak...

* Prof. Dr. Osman Metin Öztürk, Orta Doğuda Oyunun Yeni Adı: Sünni Cephe, 21.01.2008, www.aleviyol.com

Page 14: Sercesme Dergisi, Sayı 38, Şubat 2008

14 Sayı 38

SERÇEÞME

BELİRSİZLİKLERLE dolu geleceğimiz. Sistem gibi düşünenler eziyor bizleri. Türkiye toplumsal bunalımlardan kur-

tulamıyor bir türlü. Demokratikleşmiyor, git-tikçe çarpık ve kaypak bir liberalleşme düsturu yükleniyor. Sınıfl ararası bir demokratikleşme süreci beklemek safdillilik oldu. Yeni Sol söy-lem yetirdi varlığını, emek odaklı tek bir söy-lemi ne bulmak, ne de umut etmek mümkün artır.

Sol siyaset evrensellik ilkesini yitirmiş ve toplumsal bunalımı günümüzün yeni muha-fazakar liberalleri ile aynı çizgide çözümler üretiyor halkına. Bir yandan küreselleşme, bir yandan milliyetçilik hareketlerindeki artışı destekleyen bir sol siyaset, günü kurtarmaya çalışıyor. Küreselleşmeye mi kayacak, yoksa şoven çizgileri mi destekleyecek belirleyebil-miş değil. Bu iki zıt kavram arasında bocala-mış durumda üçüncü dünya ülkelerindeki gibi Türkiye Sol’u da.

Toplumsal çabaları sosyal adalet, sosyal devlet gibi pratiği unutulmuş alanlarda adını duyursa da, devletin çıkarları olarak kanıksa-tılmaya çalışılan ve çarpık sistemi güçlendiren, ekonomik varlık alanımızı küresel sermayenin beklentisi, rant ve yan sanayi dallarından kaza-nan çerçeveli düşünen bir Sol. Yükümlülüğünü yerine getirmek için çaba harcamayı geçin, yü-kümlülüğü küresel beklentiler olduğunu düşü-nen bir sol.

Siyaseti insan ve emek odaklı düşünen bir hareketin olduğunu unutan sol.

Türkiye genç ve dinamik enerjili bir toplu-luk. Umutsuzluğa düşmesi beklenemez aslında. Ancak burası Türkiye. Toplumunun yazgısını belirleyen her şey bir anda çıkar dümenlerinin suyuna bırakılabilir. Sistemin yıkılmak üze-re olan bozuk yanlarına tutunma görevi size, karşısında olan size savunma görevi verilebilir. Kürt kardeşiniz sizin için, size düşman hedef gösterilebilir. Sünni kardeşiniz sizin için size karşı şeriatçı yapılabilir. Siz, size zayi olabilir-siniz her an yani. Bu kırılmadır. Sol kırılma. Sol çürüme daha anlaşılır olur.

Güçlü ve enerji birikimli olabilirsiniz. An-cak enerjiniz ‘güzel damlı’ bir bostana sıkıştı-rılabilir. Hep kendinizle oyalanırsınız. Büyük sorunla karşısında küçülürsünüz. Küçültülür-sünüz. Küçük ve yapay sorunlar karşısında sise, dumana atılırsınız. Feryadınız askeri si-ren seslerine karışır. Durgun küçük su birikin-tileri gibi çürümeye itilirsiniz. Hastalık üreten bir Sol alır yerinizi. Yıllarca direndiğiniz kul-varlar kirletildikçe, boşaltılır içi. Size kalan Donkişot olmaktır, kendinizze!

Kullanılan KimTürkiye’nin mevcut siyasi yelpazesi hep ‘kuru-luş’ fi krini tartışmakla geçirdiği için zamanını, bir bakarsınız bir sabah sokaklarda tankların yürüyeceğinin ima edilmesi, başka bir sabah da çarşafl arı tek tipleştirilmiş bir kadın toplulu-ğu ve onlar adına konuşan erkekler Meclisi’nin tartışması gündeminizde olur. Aslında bu yel-paze içinde kurulu partiler, dev bir bünyeye giydirilmek istenen cüce elbiseleri gibi dur-maktadır o toplumsal umutların ve sıfatların üzerinde. Çünkü siz değilsiniz onlar. Çünkü onlar asla siz için yola çıkmamışlardır.

Bunun nedeni sizin çevrenizdeki insanlara karşı doğrudan sorumlu olduğunuzu unutma-nızdır.

Sorumluluğunuz, suskunluğunuz sonucu çevrenizde yaşanan haksızlıkları görmemeniz-le sonuçlanıyor. Aslında artık halk olarak bu si-yasi çıkarcılara ve oyunbazlara, sahte timsah gözyaşı dökenlere güveniniz kalmamıştır. An-cak siyasal yorgunluk içindesiniz. Sizin kendi sorununuzu söyleye söyleye varacakları yeri bildiğiniz halde, uzun iktisat programlarına tabi tutulduğunuz için korkmaktasınız kendi sorunlarınızdan. Büyük olduğunu ve çözüm-süz olduğunu düşünürsünüz eğitim, sağlık, iş-sizlik sorununun ve tarım aldatmacasının vs.

Politikacıların seçim günlerinde ve her daim çabalarında, inandırıcılıktan uzak olduk-larını bilirsiniz ve aralarında büyük bir fark yoktu dersiniz. İyi olan, az iğneleyen kazansın dersiniz. Kaybedenin sadece siz olduğunu bi-lirsiniz. Sol olsun, İslami olsun fark etmez si-zin için. Bazıları da kendine muhalefet olsun, yeter ki o anlarda amaç siz ve sorunlarınız ol-masın.

Ülkeyi yönetenler arada bir aralarına yeni umutlar da katmıyor değiller. Her biri ayrı bir cevher hem de. Nasılda seçkinler hepsi değil mi. Onların yönetiminde sizin çıkarlarınıza ve beklentilerinize yer yoktur. Batı’nın AB’nin, ABD’nin, DB’nin ve İMF’nin çıkarları önemli-dir. Onlar bunun için sizin gözlerinizin önünde çatışırlar, kendilerini yenilerler. Derman biz-dedir derler.

Birbirinden farkı adları olan partilerin oluş-turduğu siyasi dengeler; lider sultaları, şahsi kaprisler ve yalanlar üzerine inşa edilmiştir. Siz, umutsuz ve çaresiz, örgütsüz, biçare, en az kötüyü seçmeye bazen kırılası dediğiniz eli-nizle koşarsınız. Niçin? Demokrasinin temeli olan seçme ve seçilme hürriyetini işler hale ge-tirmek için. İşler mi demokrasi?

Gelenin gidenin arattığı; siyasetin, dev-let imkanlarını peşkeş çekmek, halkı soymak için yapıldığı bir ülkede demokrasiden, halkın çıkarlarına ve beklentilerine dayalı siyasi ik-

tidardan söz edilebilir mi? İktidar olmak için hiçbir değer tanımayan ve hepsini kullanmaya ve tüketmeye hazır, bizi ve beklentilerimizi boşa çıkarmayı kendine amaç edinmiş bütün bu anlayışlara karşı ne yapacağız. Nasıl redde-deceğiz. Nasıl yepyeni ufuklar açacağız ken-dimize.

Bu çarpık siyaset anlayışlarını yıkmak, ken-dimize güç ve çare olmak için ne yapacağız.

Açlar toplumu, yoksullar toplumu, umut-suzlukları artmış toplum olmakla nereye vara-cağız. Her şey bizim sırtımızdan hırsızlanmı-yor mu, her şey bize oyuna dönüşmüyor mu?

Yabancı yatırımcılar için çok uygun bir ülke oluyor da bu ülke, bizim için neden açlık, yoksulluk, umutsuzluk oluyor.

Bunun yanında bizi vatan-millet-şeriat kü-mesinde tutmak isteyen anlayışların demokra-tikleşme, sivil toplumun güçlendirilmesi, insan hakları, kadın hakları, azınlık hakları, kültürel haklar ve kimlik sorunları konularına duyarlı olması beklenebilir mi. Asla. Güncel yaşamı-mız açısından bundan daha doğal bir şey ola-maz.

Soldan Sağa ŞeriatSol bir anlayış hiçbir ayırıcı özelliğe bakılmak-sızın bütün yurttaşların eşit değerde ve eşit saygıya layık olduklarını düşünerek açılımlar-da bulunmalı.

Her fırsatı kullanarak radikal, çılgın milli-yetçi ajitasyon yapanların ortalığı sarması yine bu irade kaybı sorununun ürünüdür. Türkiye’de politik gelişim yaratan insan kaynağımız güçlü değil, duygusal. Her tür global ve derin dümen suyuna açık bir duygusallık bu. Bu nedenle Türkiye çok uzun yıllardır korkuları ile yaşa-yan bir ülke durumunda; kaosta.

Bu nedenle 1940’lardan günümüze ‘sol da sağ da’ demokratik toplum anlayışının geliş-mesi yerine, karşı düşünceyi temsil etmek-tedir. Bu nedenle 1980 sonrası partileri neo-şeriat düzeninin temsilcileri olarak görmek mümkün. Sol’u da bu yapılanmanın katalizörü olarak deşifre etmek mümkün.

Siyaset yorgunluğunu şeriatı ve milliyetçi-liği gündemde tutarak yol arayan Sol bir kim-lik değil bir katalizördür ancak. Türkiye din üzerine kurulmaya yöneltilmiş bir yapay siya-set arenasındadır bu nedenle artık.

Gerçek sorunlarla yapay sorunları birbi-rinden ayıramayan Sol doğal olarak kan kay-bediyor. Yaşam alanını yitiriyor. Yoksulluğun azaltılması ve gelir dağılımındaki adaletsizli-ğin giderilmesi yerine ‘türban’ gibi kendisine dayatılan ve tutunamayacağı gündem üzerinde iz arıyor kendine.

Sol, Türkiye’nin bütün ekonomik sorunla-rını IMF’ye havale ederse, demokrasi kaynaklı sorunları veya bizim halletmemiz gerekenleri AB’ye havale ederse Sol mu olur.

Sağın dalgaları içinde kendi iradesinin dı-şında sürüklenen bir gemiye dönüşüyor.

Yeni sisteme karşı başarılı olma şansı var mı böyle bir Sol’un?

Durgun Sular, Durgun SolHasan Harmancı

Hasan Harmancı’yı Salı günleri Yol TV’de

saat 19.00’daAçılın Kitaplar

programında izleyebilirsiniz.

KÂMIL ATEŞOĞULLARI

İnsan Olmakİnsan olmak kolay değilEdep, erkân yol da gerekBilinmezin değeri neTanımaya kul da gerek

Yol uzundur, tez usanmaDoğruyu bul, ele kanmaHer aşıkı Mecnun sanma Leyla yetmez çöl de gerek

Dönemem kendi yolumdanKorkulur mu hiç ölümdenAnka’yım kendi külümdenDirilmeye kül de gerek

Kamil isen ver bir kararKararsızlık cana zararHer varlık dengini ararBülbüllere gül de gerek

Page 15: Sercesme Dergisi, Sayı 38, Şubat 2008

Şubat 2008 15

SERÇEÞME

ALEVİ AÇILIMI adıyla ortaya atılan, önceden hazırlanmış, za-manı gelince ortaya çıkarılan plan-programı, Alevi örgütleri nasıl göğüsledi? Ya da ne düşün-

dü? Bir başka soruyla nasıl değerlendirdi?Bunları değerlendirmek daha çok sosyo-

logların, araştırmacıların işidir diye düşünü-yorum.

Bir örgüt yöneticisi olarak, bu durumu, bu-güne kadar açıklama yapan örgüt yöneticileri-nin bakış açılarına ek olarak veya katkı olacak bir başka açıdan ele almak istiyorum. İzledi-ğim kadarıyla “Alevi açılımı” adı altında; ♦ İktidarın İftar yemeği düzenlemesi, ♦ Resmi Alevi Kurumu oluşturma girişimi,♦ Dedelerin-Zâkirlerin eğitilmesi(!) ve kadro

verilmesi,♦ Alevilerin demokratik taleplerine duyarlı

olunması(!)♦ Öğretim müfredatlarında Aleviliğe yer ve-

rilmesi,♦ Böylece Aleviliği İslam’ın içine bir yerlere

yerleştirmeyi,Amaçlayan bir dizi uygulama içerisinde

bulunmaktadırlar.Buna karşılık, tüm bu planlı uygulamaları,

açıkçası Aleviliğe bir saldırı olarak görmüşler, AKP hükümeti ve onun “emireri Alevilere” dersleri verilmiştir diyen Alevi örgütlerimiz veya Alevi ileri gelenlerimiz başka bir açıdan bakmayı hiç düşünmemişlerdir. Âdeta iktida-rın bu oyununa istemeyerek de olsa katılmış-lardır.

Elbette ki yüzyılların birikimi ile sürekli baskı altında tutulduğu, horlandığı, hakarete ve katliamlara, kıyımlara uğradığı, öteki ola-rak değerlendirildiği duygusuna sahip Alevi-leri çok iyi tahlil etmiş; Alevileri çağdaş, laik bir yaşam anlayışından kopararak kendi dinsel hayallerini gerçekleştirmelerinde bir “piyon” olarak kullanmayı seçmişlerdir. Bir satranç oyunu kurgusu ile her hamleyi önceden he-sap etmişlerdir. Yükselen Alevi mücadelesine, Alevilerin örgütlülüklerine, Alevilerin haklı taleplerine ve kent koşullarındaki yapılanma-larına uygun plan-program hazırlamışlardır. Alevi mücadelesinin bir sonucu olarak, Av-rupa Birliği Uyum Raporlarındaki istemlere, AHİM Kararlarını da kendisine bir dayatma olarak görüp, kurguladığı planın içini doldur-muşlardır.

AKP, yüzyıllardır sürdürülen devlet gele-neğini; Alevileri yok sayma, görmemezlikten gelme, hatta İslam’da sapkın bir yapılanma olarak görme anlayışını bir önceki seçimlerde sürdürmüştür. 550 milletvekilli aday listesinde hiçbir Alevi aday yer almamıştır. Ancak 22 Temmuz Genel Seçimlerinde bu devlet gelene-ğini/anlayışını bir kenara bırakarak, şeklen- gö-rünür olarak hem de vitrinde üç Alevi’yi aday listesinde, seçilebilecek sıralarda göstermiş ve Meclis’e sokmuştur. Böylece önceden kurgu-lanan planı uygulamasının ilk önemli adımını atmıştır. Bu tabloyu, örgütsüz Alevilerin gözü-ne gözüne sokmuş, beynine kazımıştır.

AKP’nin, daha önce “Abant Toplantı”larında denemesini yaptığı, kendi söylemlerini Alevi-lere söyletme yöntemini şimdi Meclis sırala-rında oturanlara söyletme yöntemini işleme koymuştur. Bunun adı “Alevi Açılımı”dır. Ra-mazan orucu sonrası, Güneydoğu’da Sınır Öte-si operasyonlarının tartışıldığı günler, Sağlık İş Yasası’nın tartışıldığı ve yaklaşan muharrem ayı öncesidir.

Bu güne kadar Alevilerin sürekli dillen-dirdiği, kimi sorunlara çözüm yolları getiren, ancak karşılığında büyük planın bir başka par-çasını gerçekleştirme olanağını yakalamıştır. Üç Alevi’yi milletvekili yaparak; Alevileri dışlamamış, adam yerine koymuş; dedelere ve zâkirlere Diyanetten kadro tahsisi, öğretim programlarında Aleviliğe yer verme gibi söy-lemlerle, Aleviliğin devlet tarafından tanınma-sı (!) gibi görünür eylemlerin ardında, aslında, Alevilerin binlerce yıllık kültürel ritüellerini dejenere edip, asimilasyon uygulamaktır. Ger-çek niyeti saklamaktaki başarısına diyecek yok doğrusu. Tam da Alevilerin hassas oldukları Muharrem ayı döneminde tartışmaya açılması ve İftar Sofrasında birlikte olmak gibi girişim-leri takdire şayandır. Bu girişimlere kimlerin katılıp katılmadığı, karşı çıkışlar süreç için-de unutulup gidecektir ancak bir başbakanın ilk defa Alevi sofrasını paylaştığı iftar (Oruç Açma) daveti akıllarda kalacaktır.

İşte takdire şayan bu uygulama da kurgu-lanmış planın bir parçasıdır. Takiyeci anlayış demokratik-laik yaşam biçimini yok etme mü-cadelesindeki, “iki adım ileri-bir adım geri” stratejisini yine mükemmel bir şekilde gerçek-leştirmiştir. Kurgulanan bu planın içi dolduru-lurken, geçmişe yönelik itirafl arda bulunma ve bunun çözümde birlikte olma kurgusu yenilen yemeğin tatlandırıcısı olmuştur. Diyanetten sorumlu Devlet Bakanının AKP kadrolarının Antalya toplantısında basına yansıyan açıkla-ması ilginçtir: “Alevi vatandaşlara biz bir elbi-se biçmeye çalışmıştık. Ancak bu elbise uyma-dı. Şimdi bu elbiseyi birlikte dikip, onları mutlu kılacağız...”

Bütün bunlar, planın-programın birer aşa-ması olarak devam ederken, son yirmi yılın gündemini zaman zaman işgal eden, alanları dolduran, protesto eylemlerine konu olan “tür-ban”, AKP iktidarında beş yıldır rafa kaldırıl-dığı yerden indirilmiş, gündemin birinci konu-su olmuştur. Bu günlerde ise kurgudaki işlevi-ni yerine getiren “Alevi Açılımı” projesi, bütün beklentileri ile rafa kaldırılmıştır…

Alevi Örgütlerimiz, Alevi Açılımı adı al-tındaki saldırıları püskürtmenin(!) rahatlığı ile kendilerini iç dünyalarındaki iç çatışmalara bı-rakmıştır. Bu çatışmalar/sürtüşmeler de Alevi Açılımının bir parçasıdır. Ancak, ne yazık ki henüz bunu göremiyoruz.

ABF ve yakın çevreleri, onlarca yıldır İzzettin Doğan Hoca (Cem Vakfı) ile hiçbir zaman bir araya gelmez iken, ne olduysa bu günlerde televizyon programlarında birlikte görülmeye başladılar. Ayrılıklar unutulmuş, söylem birlikteliği oluşmuştur. Zaman zaman Fermani Altun (Ehli Beyit Vakfı) da bu birlik-teliğe katıldığı gözlenmektedir. Bu birliktelik Alevilerde olumlu bir hava ve açılım olarak değerlendirilmiştir.

Aslında bir açılımdan çok ABF çevresin-deki örgütler için bir daralma, bir büzülme yaşanmıştır. Ancak görülen odur ki bu güne kadar iktidarlara ve AKP’ye yakınlığı ile bi-linen, gerek Fermani Altun çevresi, gerekse İzzettin Doğan çevresinde bir taban kazanımı göze çarpmıştır.

Sözün özü, her ne kadar, Alevi örgütleri AKP’nin açılımına destek vermedilerse de tar-tışma sürecinin içerisinde aldıkları yer itibari ile AKP istediğini aldı. Bir taraftan “herkesi kucaklıyoruz”, “Aleviler de bizimdir” imajını yayarken; “bakın biz çağırdık onlar gelmedi”yi pazarlamaya çalıştılar. Öte yandan “türban”ı devletin başına giydirme hayalini tam da bu aşamada eylemleştirerek oluşacak tepkileri de en aza indirdiğini düşünüyorum.

Ekonomistler ve sermayedarların ülke ekonomisi üzerindeki sorunlara yönelik hay-kırışları, özelleştirmeler, sağanak halinde ge-len zamlar, güneydoğu sorunu da yine “İftar Yemeği”nin mezeleri arasına katıldı ve ardın-dan “Türban” ile üzeri örtüldü.

Açıkça bilinmelidir ki AKP’nin ne bir Alevi kaygısı vardır ne de demokrasi. Fark-lılıklarımızla bir aradayız olgusunu yok et-mek, Aleviliği Sünni İslam’ın/Arap İslam’ının içinde eritmek AKP’nin temel kaygısı ve ça-basıdır. Aleviliğin, bin yıllar ötesinden gelen; Anadolu’nun özgün kültürel birikimi ile yoğ-rulduğunu kabullenememektedirler, kabulle-nemeyeceklerdir de! AKP’nin derdi Aleviler ve Alevilik üzerindeki asimilasyona yeni bir boyut kazandırmaktır. Korkutmanın, çatış-manın, kıyımların kâr etmediğini görüp; ka-bullenerek, eriterek, eklemleyerek yok etmeye çalışmaktadırlar.

Alevi-Bektaşi örgütlülüğü soruna bu açı-dan bakmalıdır…

AKP’nin Muaviye Kurnazlığı ve Alevi Örgütlülüğünün Duruşu

Önder AydınPir Sultan Abdal Kültür Derneği Genel Sekreteri

Antalya Abdal Musa Kültür ve Tanıtma Derneği

ve Serçeşme Dergisi’nin Ortaklaşa Düzenlediği Kültür Etkinlikleri - 2

Tebriz’den Şah Hatayi Diyarından Bir Ses

Cavit MurtezaoğluYer: Antalya Serbest Muhasebeci

Mali Müşavirler Odası Toplantı Salonu

(Antalya Defterdarlığı Bitişiği)Tarih: 7 Mart 2008

Saat: 19:30 Tel: 0242.345 65 24

Page 16: Sercesme Dergisi, Sayı 38, Şubat 2008

16 Sayı 38

SERÇEÞME

ESAT KORMAZ’IN KONUŞMASINDAN:

O Bir İsyandır; O’nu Sevmemek Olası mı?

BIZIM Pir’lerimiz, Mürşitlerimiz, Rehber-lerimiz, dünyanın acılarını ve günahları-

nı üstlenen kimliklerdir. Biz öyle olduklarına inanıyor, öyle kabul ediyoruz; haksız yere öl-dürüldüler, onları ölümsüz kılmak için bu et-kinlikleri yapıyoruz, onları aramıza çağırmak, yeniden canlandırmak istiyoruz, acıyı tekrar taşısın istiyoruz. Çünkü onlar acıyı yeniden ta-şıyınca bizde taşıyacağız. Onları anımsamak, hatırlamak Alevi-Bektaşi topluluğunun tesel-lisidir.

Başlangıçta ölümleri cellâtları bile ürküt-tüğü için bizim onları yaşatmamız zorbalara, ezenlere ve haksızlık yapanlara bir hakarettir.

Bu hakareti de sürekli yapmak istiyoruz. Pirlerimizin, rehberlerimizin, mürşitlerimizin sözlerini her alana taşımak istiyoruz; saklan-ması gerekenleri saklamak, açıklanması gere-kenleri açıklamak istiyoruz

Ölmeden evvel öldüğümüzde ya da yaşar-ken dirildiğimizde pirlerimizin, rehberlerimi-zin, mürşitlerimizin sözlerini yaşama salmak,

yaşama taşımak anlamında suyun şıpırtısından aslanın kükremesine kadar her yere ulaştırmak istiyoruz. Onlar haksız yere öldürülmeselerdi bizler bunları konuşamayacaktık; en azından bana bu konuşma fırsatını verdikleri için pirle-rime, rehberlerime, mürşitlerime aşk-ı niyazla-rımı sunuyorum

Erzincan İli Kültür ve Yardımlaşma Der-neği’nce düzenlenen Aşure etkinliği gerçek-

leşti. Etkinlik Anadolu’nun renklerini bir ara ya getirdi. Etkinlikte Karadeniz Ereğli Hacı Bek-

taş Veli Kültür ve Dayanışma Derneği Semah ekibi değişler söyleyip semah döndü. Salonu dolduran konukların semah etkinliği sırasında çok duygulandığı gözlendi. Erzincan İli Kültür

ve Yardımlaşma Derneği tarafından her yıl ge-leneksel olarak düzenlenen ‘Aşure Günleri’ bu yıl da Atatürk Kültür Merkezi’nde yoğun bir katılımla gerçekleştirildi.

Dernek Başkanı Bahattin Arı’nın açış ko-nuşmasının ardından etkinliğine katılan Ser-çeşme Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Yazar-Araştırmacı Esat Korkmaz konuştu. Ardından Zonguldak Valisi Yavuz Erkmen, Belediye Başkanı Secaattin Gonca konuştular.

Gümeli Belediye Başkanı Şefi k Ünal, Ka-radeniz Ereğli eski Belediye Başkanı Halil Pos bıyık, Karadeniz Ereğli Hacı Bektaş Veli Kültür ve Dayanışma Derneği Başkanı Ali Arıkan, siyasi parti, meslek ve demokratik kit-le örgütleri temsilcilerinin yanı sıra çok sayıda Erzincanlı ve Anadolu’nun farklı yerlerinden gelmiş yurttaşlar katıldı.

Erzincan Belediye Başkanı Mehmet Buy-ruk’un etkinliğe yolladığı dayanışma mesajı alkışlarla karşılandı.

Konuşmaların ardından hazırlanan aşureler konuklara ikram edilirken, Ereğli Hacı Bektaşi Veli Kültür ve Yardımlaşma Derneği Semah Grubu semah döndü, solistler de deyişleri ses-lendirdi.

Etkinliğin ardından Serçeşme Genel Yayın Yönetmeni Esat Korkmaz kitaplarını imzala-dı.

DERNEK BAŞKANI BAHATTİN ARI’NIN KONUŞMASINDAN:

Bu Geleneği Taşıma Görevimiz Var

KENTİMİZİN önemi nasıl Cumhuriyetin kuruluşu ile anılıyorsa Erzincanlı hem-

şerilerimizin, Anadolu’dan kopup gelen yurt-taşlarımızın da kentin bu oluşumundaki önemi o derece önemli olduğunu biliyoruz. Havzada yer alan taşkömürü yatakları nede ni yle var ol-muş bir madenci kentinin her karı şın da canını vermiş, emeğini katmış, kentin ile riye gidişin-de önemli katkı yapmış Anadolu insanının bu-günlere taşıdığı birer mirasçılarıyız.

Bunu neden söylüyorum Zonguldak’ta yaşanan maden kazalarında yaşamını yitiren insanlar için yapılmış olan Maden Şehitleri Anıtı’nda yer alan plaketlerden biri 1903 yı-lında yaşamını kaybedenlerden biri Erzincan/ Tercan’lı Hasan Binali adlı maden işçisidir.

Bu kentin kuruşluna hem emeklerini hem de canlarını vermişler bu nedenle biz Erzincan İli Kültür ve Yardımlaşma Derneği yöneticileri ve üyeleri olarak verilen bu canların anısına, verilen bunca emeğe saygı nedeniyle bu gele-neği taşıma görevimiz olduğuna inanıyoruz.

ERZİNCAN İLİ KÜLTÜR VE YARDIMLAŞMA DERNEĞİ’NİN DÜZENLEDİĞİ AŞURE ETKİNLİĞİ

Zonguldak’ta Anadolu’nun Renklerini BuluşturduBahattin Arı

Page 17: Sercesme Dergisi, Sayı 38, Şubat 2008

Şubat 2008 17

SERÇEÞME

Sevgili canlar;Alevilik-Bektaşilikte yas orucu Kerbelâ’da

şehit edilenler anısına tutulan, özellikle sıvı gıdalardan uzak durularak gerçekleştirilen, 12 günlük süreyi kapsayan “bir ağız mühürleme” davranışıdır. Biz de bu yas orucunu tutarak tarihsel toplumsan bir haksızlığa başkaldırı olarak Kerbelâ katliamını yeniden yaşamak istiyoruz. O bir isyandır O’nu sevmemek olası mı? O bir kıyımdır O’na yanmamak olası mı? Herkes Kerbelâ’nın bir ucundan yakalamak O’nu anlamak, yaşatmak ister. Çünkü bu insan olmanın şerefi ve onuru ile ilintili bir şeydir.

Bu yas orucu sonunda aşure yapılır. Bu aşure Kerbela’da şehit edilenlerden arta kalan yiyeceklerden yapıldığına inanılır. Bu anla-mıyla “insani” bir lokmadır, ikincisi Zeynel Abidin küçüktür buradan sağ kurtulmuştur, onun kurtulması anısına bir “kutlama” lokma-sıdır. Üçüncüsü Mehdi’nin bugün geleceğini kabul ettiğimiz için bir “şölen” lokmasıdır. Bir de dördüncüsü vardır: Kerbelâ olayı ezilenlerin öyküsü, ezilenlerin kavgası olarak algılandığı için, Aleviler-Bektaşiler tarafından “alınyazı-sı” olarak algılandığı için aşure bir “alınyazısı” lokmasıdır.

Alınyazılarını yaşamak isteyen Aleviler-Bektaşiler Kerbelâ olayını güncelleştirmek, 2008 yılı içerisine taşımakla yükümlüdürler. Çünkü bu toprağın tanıdığı en gerçekçi poli-tika ve siyaset Alevi-Bektaşi tarihidir. Alevi-ler-Bektaşiler kendi toplumsal sorunlarını dile getirirken, toplumsallaşma araçlarını harekete geçirirken aynı zamanda tüm ezilenlerin, dilek ve isteklerini de yerine getirirler. Toplumsal çelişkileri, siyaset alanına taşıdıklarında, var olan siyaset ve politikayı da terbiye ederler. Terbiye olan siyaset ve politika, tekrara Ale-vi-Bektaşi toplumuna ve benzer durumda olan diğer toplum katmanlarına döner…

Siyasal iktidar “Alevi açılımı” ile Alevi-Bektaşi demokratik kitle örgütlerinin kimlikle-rini öteleyerek, onlardan sakınarak, onları gör-mezlikten gelerek Aleviliği devletleştirmeye çalışmaktadır. Aleviliğin-Bektaşiliğin devletle ilişkisi başka şeydir, devletleştirilmeleri başka bir şeydir. Alevilik-Bektaşilik devletleştirilirse devlet “patronlaşır”, Aleviler “memurlaşır”.

Sevgili canlar,Bu nedenle ezilen insan, horlanan insan,

sömürülen insan var olduğu sürece Alevilik-Bektaşilik yaşayacaktır. Bu duygular içinde sizlere aşk-ı muhabbetlerimi sunuyorum.

KARADENİZ EREĞLİ HACI BEKTAŞ VELİ KÜLTÜR VE

DAYANIŞMA DERNEĞİ BAŞKANI ALİ ARIKAN’IN

KONUŞMASINDAN:

Benim Kâbe’m İnsandır

ALEVI Bektaşi geleneği bir inanç, bir ya-şam biçimi, bir kültürdür, bir felsefedir.

İnancı İslamiyet’in Anadolu harmanında yoğ-rulmuş evrensel değerleriyle Anadolu’da insa-na verdiği değeri görebiliriz. Benim Kâbe’m insandır diyen, yaratılanı severim yaratandan ötürü diyen, insanı merkeze koyan din, dil, ırk ayrımı yapmayan evrensel bir değerdir.

Bizler inanıyoruz ki değerlerimizin dünya insanına hizmet edecek haklının yanında hak-sızın karşısında komşusu açken tok yatana, yar-dımlaşmak ve paylaşmak isteyen nesiller boyu süregelen kendi iç dinamikleriyle oto kontrol sistemiyle yaşayan Anadolu insanıyız.

BELEDİYE BAŞKANI SECAATTİN GONCA’NIN KONUŞMASINDAN:

Atalarımız İş, Aş, Ekmek İçin İlimize Gelmişler

TÜRKIYE’de din, dil, ırk ayrımı yoktur, hepsi kardeştir. Zonguldak’ta buna örnek-

tir. Atalarımız iş, aş, ekmek için ilimize gel-mişler ve yerleşmişler. Kültürlerini başka illere taşımışlar uzun yıllar geçmesine rağmen aktar-dığı nesiller günümüzde de bu kültürleri birlik ve beraberlik içerisinde ilimizde yaşatmakta-dırlar. Bilimden gitmeyen yolun sonu karanlık olduğunu bilen çağımıza uygun düşünen ve yaşayan 72 millete bir gözle bakan kadın-ere-ken ayrımı yapmayan bir yapıdır.

Alevi Bektaşiler ülkemizin laik yapısından Cumhuriyetimizin kazanımlarından ulu önder Atatürk’ün ilkelerinden, hukukun üstünlüğün-den asla taviz vermediler, veremezler.

VALİ YAVUZ ERKMEN’IN KONUŞMASINDAN:

Geleneklerini Zonguldak’ta Yaşayan Herkesle Paylaşıyorlar

DERNEĞIN kuruluşundan bu yana yapmış olduğu tüm etkinliklere katılmaya özen

gösteriyorum. Zonguldak’ta beşinci görev yılımı doldurdum, eski yönetimdeki arkadaş-larımızın yapmış oldukları faaliyetleri hatırlı-yorum. Zonguldak’ta birlik ve beraberliği çok güzel oluşturdular, gelenek ve göreneklerini Zonguldak’ta yaşayan herkesle paylaşıyorlar. Başkanlığa yeni seçilen Bahattin Arı arkada-şımızı kutluyor ve aynı birlik ve beraberliği sürdüreceğine inanıyorum.

Ülkemizi bölmek için pek çok oyunlar oy-nanıyor ve ülkemizi Kürt-Alevi-Sünni diye bölmeye çalışıyorlar. Biz bir bütünüz ve kimse bizi bölemez. Üzerimize düşen görevi yerine getirmemiz lazım. Herkes inançlarını yaşaya-cak ve birbirlerine saygı duyacak.

ÂŞIK VEYSEL

Tarlam Tarlam sana üç yüz fi dan aşlasam Tarla coşar fi dan coşar el coşar Gücüm yetse hemen işe başlasam Kazma coşar kürek coşar bel coşar

Çalışırsan toprak verir cümerttir Emeksiz istemek dermansız derddir Çalışmak insana büyük servettir Kese coşar gönül coşar el coşar

Yılda bir kez çiçek açan ağaçlar Hayatta insana ömür bağışlar Her taraftan cıvıldaşır o kuşlar Seher coşar bülbül coşar gül coşar

Güzelim zülüfü küpeyi saklar Ağacın yaprağı meyvayı koklar Mehtap ile birleşince yapraklar Gölge coşar mehtap coşar dal coşar

Yel değdikçe sor ki dallar ne çeker Irgalanır durmaz coşar hü çeker Demişler ki bu dertleri bu çeker Saz iniler Veysel ağlar tel coşar

Esti Bahar Yeli Karlar Eridi Esti bahar yeli karlar eridi Kubarmış dağlarda kar çiçekleri Kavlettim yâr ile ahdim var idi Birlikte dermeye mor çiçekleri

Baharda coşarsa bu ulu toprak Vücuda getirir her türlü yaprak Al yeşil giyinmiş dağlara bir bak Besleyip büyüten yer çiçekleri

Yürümüş güzeller helke kolunda Sivralan köyünde yayla yolunda Devşirmiş bağlanmış top top elinde Kokular koynuna kor çiçekleri

Ah senin elinden çektiğim çile Söyleyip ismini düşürmem dile Bülbül fi gan eyler kırmızı güle Sakın incitmesin har çiçekleri

Veysel’in derdini yazmışlar başta Beni yakıp sen kızınma ataşta Yanakta güllerin fi yatı kaçta Satmaya getirmez yâr çiçekleri

Aldanma Cahilin Kuru Lafına Aldanma cahilin kuru lafınaKültürsüz insanın kulu yalandırHükmetse dünyanın her tarafınaArzusu hedefi yolu yalandır

Kar suyundan süzen çeşme göl olmazGül dikende biter diken gül olmazDiz diz eden her sineğin bal’olmazPeteksiz arının balı yalandır

İnsan bir deryadır ilimle mahirİlimsiz insanın şöhreti zahirCahilden iyilik beklenmez ahirİşleği ameli hali yalandır

Cahil okur amma alim olamazKamillik ilmini herkes bilemezVeysel bu sözlerin halka yaramazSonra sana derler deli yalandır

Page 18: Sercesme Dergisi, Sayı 38, Şubat 2008

18 Sayı 38

SERÇEÞME

Siyasal İslam’dan Siyasetin İslamlaşmasınaVahap Erdoğdu

UZAK değil, daha birkaç hafta öncesi-ne kadar “Türkiye Malezya olur mu, olmaz mı?” sorusu yoğun bir biçimde

tartışılıyordu. Oysa Türkiye ile Malezya pa-ralelliği, ABD yetkilileri tarafından çok önce-leri ilan edilmişti. Kamuoyu oluşturmak için, Malezya’nın ne denli “demokratik”, ne denli “gelişmiş” olduğu yolunda medyada yoğun bir beyin yıkama süreci yaşanmıştı.

Mahatiri Muhammed’in 22 yıl boyunca de-mir yumrukla yönettiği Malezya, “demokrasi” ile yönetilen “örnek Müslüman ülke” oluyordu. Yüzde 60’ının Müslüman olduğu bu ülkede, kalan yüzde kırkı ikinci sınıf yurttaş düze-yine indirilerek, Müslümanlar lehine “pozitif ayrımcılığın!” yapıldığı, “din polisinin” Ma-lay kadınının saç tellerini gözetlediği bir ülke, Washington tarafından “demokrasi” örneği olarak İslam dünyasına sunuluyor!

Türkiye’deki İslamcı kesim, Malezya ile sıkı bir siyasal ve ticari ilişkiler ağına sokulmuştu. Almanya’daki “din kardeşlerine” bol “ayetli” mektuplar yazarak Biştutlis’te otomobil fabri-kası kuracağını söyleyen ünlü dolandırıcı, dini bütün “Jet” Fadıl da Malezya otomobilleri ithal edenler arasındaydı.

Dinin Otoritesi mi, Otoritenin Dini mi?

Türkiye AKP’si ile Malezya AKP’si arasında (parti amblemleri de çok benzeşiyor) daha da ötelere uzanan bir zaman dilimi içinde, ör-gütsel ve ideolojik ilişkiler sürüp gidiyordu. Tarafl ar birbirlerine deneyimlerini aktarıyor-lardı. Türkiye’de pek çok İslamcı Malezya İs-lam Üniversitesinde öğrenci ve öğretici olarak AKP kadrolarında yer almak üzere, eğitim görüyordu. 22 Temmuz seçimlerinin arkasında üç kişilik AKP heyetinin “seçimlerde edindik-leri deneyimleri paylaşmak üzere” Malezya’ya gittiğini gazeteler yazmıştı.

Bugün Türkiye’nin geldiği noktada, yal-nızca “devlet erkânının refi kalarının” giyim kuşamında değil, başka alanlarda da İslam coğrafyasının en İslamcı ülkelerden biri olmak yolunda Malezya’yı solladığı söylenebilir.

İran’da 70 bin cami var, Türkiye’de 80 bin. Okul sayısı ise 67 bin. 900 kişiye bir doktor, 750 kişiye bir imam düşüyor. 35 bin cami yap-tırma derneği, 4 bin dinci vakıf, bin tarikat okulu, 2 bin Fetullahçı dersane, 100 bin Kuran kursu var. Kuran kurslarındaki kızların oranı üçte iki. 600 imam hatip lisesi var Türkiye’de. Galatasaray’dan Mülkiye’ye geçen Türkiye yö-netimi, artık imam hatipliler tarafından teslim alınmıştır.

Ekim 2007’de PEW’in 42 ülkede yaptığı kamuoyu araştırmasında, son beş yılda laikli-ğin desteklenmesindeki düşüşte, Türkiye ikin-ci sıradadır.

2002’de, Türklerin yüzde 73’ü, “dinin kişi-sel bir şey olduğu, devlet politikasından ayrı tutulması gerektiği”ne inanırken, 2007’de bu oran yüzde 55’e düşmüştür.

TESEV’in yaptığı kamuoyu yoklaması da kendini öncelikle “Türk” ya da “Türkiye yurt-taşı” yerine “Müslüman” olarak tanımlayanla-rın oranı AKP’nin 2002’de iktidara gelişinden buyana yüzde 10 artmıştır. Kendini öncelikle “Müslüman” olarak tanımlayanların yarısı “İs-lamcı” olduklarını söylemektedirler.

Davos’ta sunulan bir başka araştırmada da Türkiye, İslam ülkeleri arasında El Kaide’ye yüzde 13’le destek veren ikinci ülkedir.

Ama dolar milyarderi bağlamında, 2002’de beş iken 2007’de 26’ya çıkarak Japonya’nın önüne oturmuştur. 22 bin süper zengin ailenin 100 milyar doları var. Bu miktarın 60–70 mil-yarı yurt dışı bankalarda tutuluyor.

Bu “manzarayi umumiye” karşısında, “Tür-kiye Malezya’ya benzer mi, benzemez mi?” so-rusu havada kalıyor. Çünkü İslam, ülkesine göre değişmiyor ki! İslam Malezya’da ne ise Türkiye’de de Cezayir’de de odur. Farklılaşan bir başka şey var; yeni dünya düzeninde, İs-lam’ın belirli bir anlayışının dünya siyasetinin belirlenmesinde, etkin bir ideolojik silah haline dönüştürülmesi.

Eğer “dinin otoritesini”, “otoritenin dini-ne” dönüştürecek olursanız, Malezya’daki, İran’daki, Suudi Arabistan’daki kadın saçı gö-zetleyen “din polisini” Türkiye’de de amatör-lükten çıkarıp, profesyonelleştirmek gerekiyor.

Yukarıda verilen rakamlar başka neyi söy-lüyor? AKP’nin “iktidar olma” aşamasından “devlet olma” aşamasına ulaştığını, devletin İslamileştirildiğini, yani AKP’lileştirildiğini söylüyor. Bir başka anlatımla, laik Türkiye Cumhuriyeti’nin, “İslam Cumhuriyeti’ne” dö-nüştüğünü söylüyor.

Malezya Başbakanı Abdullah Ahmet Be-devi bu olguyu şöyle vurguluyor:

“Batıda birçok insan zannediyor ki Müs-lüman toplumlar maddi olarak zenginleş-tikçe Avrupa’da, Aydınlanma diye bilinen dönemde olduğu gibi, dini dünyevi işlerden ayıracaklar ve din kul ile Tanrı arasında özel bir ilişki haline gelecek. Ancak, şahit olduğumuz, birçok Müslüman toplumun şehirlileştikçe ve endüstrileştikçe İslam’a bağlılığının büyüdüğüdür. Müslümanlar için din hiçbir zaman salt kişisel bir konu olamaz. Çünkü, diğer peygamberlerden farklı olarak, Muhammed bir devlet yönetti ve bu yönetimin kurallarını koydu. Bu ku-rallar (İslam’ın) değerlerini içeriyor.”1

Türkiye Karşı-Devrimci Bir İktidarın Saldırısı Altındadır

Devrim olduğu gibi, karşı devrim de belli bir sınıfın ya da katmanın egemenliğinin bir başka sınıf ya da katman tarafından elinden alınma-sıdır. Ama genel kural olarak, egemenliği ele geçirenler, yönetilen yığınlara göre küçük bir azınlık olmaktan öteye gidemez. Bu küçük azınlık ele geçirdiği devleti, kendi çıkarları doğrultusunda yeniden düzenler. Çoğunluk ya bu azınlığın peşine takılır, ya da yeni iktida-rı sessizce karşılar. Buna bağlı olarak, azınlık kendini bütün halkın temsilcisi olduğuna inan-dırır ya da kendini öyle tanımlar. Yaptığı her şey “halkın iradesi” doğrultusunda, “halk” adınadır. O nedenle bu azınlığı kimlerin iktida-ra taşıdığı değil, kimleri iktidara taşıdığı önem kazanır. Bunun kadar önemli olan bir başka olgu da bu azınlığın nasıl iktidar olduğu değil, nasıl bir iktidar öngördüğüdür.

Öngörülen iktidarı gerçekleştirebilmek için, ilk aşamada daha esnek, daha yumuşak davra-nılır. Yönetimi ele geçirmiş olan azınlık gide-rek katılaşan, giderek sertleşen ikinci aşamaya

gelir. Bu aşamada, yığınların önce pasif direni-şi ile giderek eylemli direnişiyle karşı karşıya gelmesi de kaçınılamaz bir başka kuraldır.

Türkiye’de siyasal gelişmelerin akışı, tam bir karşı-devrim sürecinin yaşanmakta oldu-ğunu gösteriyor. Bu karşı devrimin adı Ilımlı İslam’dır. Türkiye Cumhuriyetini Ilımlı İslam’a dönüştürme süreci 22 Temmuz seçimleriyle bi-rinci aşamasını tamamlamıştır. Görünen o ki, 22 Temmuz sonrasında bu süreç, tam bir karşı devrim saldırısına dönüşmüştür.

Kuşkusuz bu, teolojik bağlamda “İslam devleti”nden çok farklı bir yaklaşımdır. Tam da bu yaklaşımdan ötürüdür ki bütün İslamcı hare-ketler, teolojik derinliği olmayan, İslam’ın özün-den çok, biçimine ağırlık veren, “alaylı” kimse-ler tarafından yönetilmektedir. Tıpkı Naziler gibi, giyim kuşam, toplu davranış ve ilişkiler (türban, uzun pardösü, toplu namaz vb gibi), be-lirli kalıplar ve kurallar çerçevesinde yürütülür. Bu kendi aralarındaki iletişimi olduğu kadar, yı-ğınlarla iletişimi de kolaylaştıran bir seçimdir.

Moda deyimiyle küreselleşme politikaları-nın zorunlu bir sonucudur bu. Bu politikalarla, İslam’ın, devletin elinde denetim altında tutul-ması ile küresel stratejilere eklemlenerek, tek merkezden yönetiminin sağlanması amaçlan-maktadır. Çünkü devletin denetiminin dışında tutulduğunda, İslam radikalizmi, İslam’ın dev-letini gerçekleştirmeyi öngörür. İslam’ın dev-leti, ideolojik yapısı gereği, dışındaki inançlara karşı düşmanca bir tutum içerisindedir. O ne-denle İslam’ın devleti, küreselleşme anlayışı ile çatışma içerisindedir. Onu savunanlar, devri saadet özlemiyle fanatikleşen marjinal grup-çuklar olarak bir kenara atılmışlardır.

İslam’ın devletinde, devleti biçimlendiren dindir. Devlet dinin kurallarına göre yönetilir. Bu İslam’ın ilk dönemlerinde, devri saadet dö-neminde kalmış olan bir düş olmaktan öteye gidemiyor.

Küreselleşme koşullarında, radikalleşme-nin önünü kesecek olan, devletin İslamı’dır. Devletin İslamı’nda, İslam’ı yönlendiren dev-lettir, siyasal iktidardır. Siyasal iktidar, dini kendi amaçları doğrultusunda, siyasal iktidarı doğrultusunda kullanır. İslam’ın teolojik içeri-ği gözardı edilmiştir. Devletin İslamı’nda ritü-eller önem kazanır. Bu ritüeller, siyasetin (kuş-kusuz İslami siyasetin) geniş halk yığınlarına ulaşmasında en etkili araçlardır.

O nedenledir ki Türkiye’deki İslamcılar, otuz yıldan beri sürdürdükleri siyasetin göbeği-ne “türbanı” koymuş ve ulusal düzeyde oldu-ğu kadar, uluslararası düzeyde de, ülkenin en önemli “özgürlük” sorunu, “demokrasi” soru-nu, “insan hakları” sorunu olarak siyasal gün-demin başına oturtulmuştur.

Aslında bu sorunların yumaklandığı bir ülkede, üç-beş kişinin üniversiteye türbanlı girmelerinin engellenmesi üzerinde kurgula-nan bu dramatik “öyküler”, yufka yürekli kimi “liberalleri” için, ak kefeni boynuna geçirerek “türban savaşı veren mücahitlerin” arkala-rında saf tutmaları için yeterli bir neden oldu. Ama üç milyon Alevi çocuğun, inancıyla, kül-türüyle bağdaşmayan bir mezhebin dayattığı baskılar sonucu yaşamakta olduğu trajediler karşısında gözler kör, kulaklar sağır. Ülke ölçe-ğinde sürdürülmekte olan “cihat” ortamında, bu çocukların yaşadıklarını, gazete sayfalarına taşan haberlerden izlemek olanaklı.

Page 19: Sercesme Dergisi, Sayı 38, Şubat 2008

Şubat 2008 19

SERÇEÞME

Bir din, daha doğru deyimiyle “dinsizlik” olarak algıladıkları laikliğe karşı, yürütülen bu “cihat”, ne bir demokrasi hareketi, ne de bir özgürlük hareketidir. Bu, düpedüz bir sistem hareketidir, devletin İslamlaştırılması hareke-tidir. Apaçık olan bu gerçeği bilmeyen yoktur. Kuşkusu olan dünya basınına baksın:

Washington Post (ABD): “AKP için zafer. Meclis, Müslüman dünyasının en kararlı laik cumhuriyetinde muhafazakâr İslam’ın yükse-len etkisini kabul ederek türban yasağını kal-dırdı.”

New York Times (ABD): “Türkiye Meclisi, laiklerle son bir kavga için sahne hazırladı… Dindar Türkler artık elitin bir parçası. Kamu alanının nasıl paylaşılacağı konusunda zor ko-nular ortaya çıkıyor.”

El Pais (İspanya): “İslamcı hükümet laik devletin direğini kırdı. Türkiye’deki laik dev-letin direklerinden biri olan üniversitelerdeki türban yasağı, dün kesin bir biçimde kırıldı.”

Deutsche Welle (Almanya): “Türk parla-mentosu, laik devletin temellerini zedeleyecek tarihi bir karar ile üniversitede kız öğrencileri-nin türban kullanması yasağını kaldırılmasını onayladı.”

Türban düzenlemesinin TBMM’den geç-mesinden çok memnun olan İran Cumhurbaş-kanlığı Danışmanı Hüccetülislam Biriya, bu başarıyı “İslam’ın tüm dünyada yayılmasına şahit oluyoruz” diyerek kutladı.

Türk İçişleri Bakanı Beşir Atalay ise İran İslam Devrimi’nin 29. yıldönümünü, “Devrim, İran halkının mücadelesinin sonucudur” diye kutladı.2

Toplumu şeriatın katı kurallarına hapseden bu “devrim”, en otoriter bir yönetimin adıdır. Ama şeriatın kendisi de iktidarı ele geçirmiş olan bir azınlığın politik amaçlarıyla sınırlıdır. Şeriat hukuku tüm yönleriyle uygulanmaz, uy-gulanamaz. Şeriat hukuku iki yönlüdür; ceza hukuku ve aile hukuku. Kol kesme, kafa kes-me, kırbaçlama, taşlanarak öldürme gibi, ceza hukukunun çok sert uygulamaları sınırlandı-rılmış ya da değiştirilmiştir. Kesin bir biçimde yasaklanmış olan faiz, petrol dolarlarının en kârlı gelir kaynağıdır.

Ama şeriatın aile hukukunda kadını nes-neleştiren, onu örtüler içine hapseden kurallar, yaygın bir biçimde uygulanmaktadır. Batıdaki Müslümanlar bile bu hukukun uygulanmasını istiyor. Bu hukuk, erkeklere sınırsız denebile-cek haklar tanırken, kadınlara çok az olanak tanıyor. Dört kadınla evlenme, buna bağlı ola-rak başka kadınlarla zina hakkı, erkeğin kadını dövme hakkı, “ma malakat aymanahum” de-nen kadın köleye sahip olma hakkı, vb.

Görüldüğü gibi, sorun bu kuralların Ku-ran’da var olup olmaması değildir. Sorun, İs-lamcıların siyasal hedefl erine ulaşmada bu kural ve sınırlamaların kullanım değerleridir. O nedenle, türbanın Kuran emri olup olmadığı yönünde sürüp giden Bizans tartışmaları, tıpkı laiklik gibi, hedef şaşırtmacadan öteye bir an-lam taşımıyor.

İslamcılar “devletin İslamı” gibi, laikliği de “devletin laikliği” olarak algılamakta, “laikli-ğin devletini” yadsımaktadırlar. Tayyip Erdo-ğan bunu “kişi laik olmaz, devlet laik olur” diye ifade ediyor. Daha önce “hem Müslüman, hem laik olunmaz” söylemi anımsanacak olursa, İs-lamileştirilmiş bir devletin başbakanı olarak, laikliği devletin hangi mahzenlerine kilitleye-ceğini kestirmek zor olmasa gerek.

Özünde, laiklik bir bilinç işidir, kişinin özgürce yaptığı bir seçimdir. O nedenle hem

inançlı bir dindar, hem de laik biri olabilir insan. Bireylerinin laik olmadığı bir toplumda, devle-tin laik olması düşünülemez. Ama hem siyasal İslamcı, hem laik olmak olanaksızdır. Sorunun özü de burada yatıyor. Müslüman Kardeşlerin kurucusu Hasan el Banna gibi, onun ideologu Seyyit Kutb gibi İslamcılar, laikliği yıkılması gereken baş hedef seçmişlerdi. Humeyni ikti-darının ilk demcinde birinci hedef olarak “laik, Kemalist Türkiye”yi göstermişti.

Siyasetin İslamlaştırılması yeni değildi. Yeni olan, İslamcı siyasetin uluslararası bir nitelik kazanmasıydı. Bu aynı zamanda İslam dünyasında İslamcı siyasetin, küresel egemen-lik doğrultusunda, devleti İslamileştirmek an-lamına geliyordu.

Öte yandan, İslam’ın devlet denetimine alınması, uluslararası İslamcı hareketin merke-zileşmesini de zorunlu kılmaktadır. İslamcı bir devlet, devletin İslamcı olmayan yönlerinden kendini arındırmak zorundadır. Çünkü İslamcı bir devlet, devletin din ve inançlar karşısındaki yansızlığıyla, bir başka anlatımla, laik yapısıy-la, uzlaşmaz bir çelişki içerisindedir.

Bir başka uzlaşmaz çelişkisi de devletin ulusal niteliğiyledir. İslamcı, ulusu ümmetin karşıtı olarak görür. İslamcı devlet, kimliğini inanç birliğinden alır. Onun için önemli olan inanç birlikteliği, inanç kardeşliğidir.

Hedef kitle, gençlik ve özellikle de öğrenci gençliktir. Okul ve sağlık hizmetleri, yoksullara yardım, kitlesel çalışmaların esasını oluşturur. Aynı tarz giyim, aynı yaşam tarzı, birbirleriyle evlenme, bu siyasetin ulusal ölçekte olduğu ka-dar, uluslararası ölçekte de ortak paydalarıdır. Örneğin “türban” bu hareketlerin ortak bayra-ğı olmuştur. Afganistan’da, Mısır’da, İran’da, Pakistan’da, Cezayir’de türban takmayanların yüzlerine kezzap atılması, saçlarının kesilme-si, kafalarının uçurulması vb gibi eylemler, çok yaygın olan uygulamalardır.

Siyasetin İslamlaştırılması, Türkiye’de ol-duğu gibi, Nakşîlik, Nurculuk, Fethullaçılık gibi yerel renkler taşımış olsa da, köken ola-rak aynı kaynaktan beslenir, kaynağını Suud Vahhabiliği’nden alan Müslüman Kardeşler hareketinin sürdürülmesidir.

2002 seçimleriyle AKP yüzde 34.4 oy ora-nıyla Ilımlı İslam’ın iktidarını sağlamıştı. 2007 Temmuzunda oy yüzdesini 46.5’e yükselterek iktidar olma aşamasına geldi.

22 Temmuz Seçimleri Uluslararası İslamcılığın

Bir Başarısıdır2007 ilkbahar sonlarında Bonn’da Ortadoğu ve Irak konulu bir toplantıda Amerikan askeri yetkilisi, hedefi göstermişti: “Radikal İslam’a karşı ılımlı Müslümanları kullanacağız. Bunun başında da Atatürk’ün Türkiye’si geliyor.” 3

Seçim öncesi ABD’den AB’ye, Kürt Bar-zani’den Rum Tasos Papadapulos’a, Fener Patriğinden Ermeni Patriğine, MÜSİAD’dan TÜSİAD’a, “özgürlük sevdalısı” liberaller-den, tarikat şeyhlerine uzanan “kutsal ittifak” AKP’nin “ iktidar olması” için maddi-manevi bütün güçlerini seferber ettiler ve büyük bir sandık üstünlüğüyle başarılarını taçlandırdılar.

AKP’nin arkasındaki güçlerin boyutları konusunda, benzerleri ne Endonezya’da, ne İran’da, ne Malezya’da, ne de bir başka İslam ülkesiyle kıyaslanamayacak olan ve mali güçle-riyle başlı başına bir sektör haline gelen tarikat ve vakıf örgütlenmelerinin (Şimdilerde buna “mahalle baskısı” demek moda oldu.) nicel ve nitel boyutları yeterli ipuçlarını verebilir.

Maddi boyutları ise yalnızca Ankara’da 4.5 milyon insanı şekerleyip, yağlayıp kömürle-diğini söyleyen Belediye Başkanına inanacak olursak, Başkan Bush’un seçim bütçesiyle kı-yaslanabilecek miktarlara ulaşmak fazla abar-tılı olmasa gerek

Seçim ertesinde verilen demeçler, yapılan yorumlar, ibret verici olduğu kadar, çok da eğ-lendiriciydi. 22 Temmuz seçiminin dramatik sonucu, Gül’ün türban bayrağını 808 rakımlı tepeye dikmesiyle traji-komik görünüme dö-nüştü. Kutsal ittifak bu Pirus zaferini coşkuyla kutluyordu.

Yunan Etnos gazetesi, “İslamcı Gül, Ata-türk’ün tahtında. Kemalistlerin barınağı çök-tü.” derken, İtalyan Il Giornale, “Türkiye ye-raltından gelen darbe ile derinden stratejik hareketlerle Kuran’ın yolunda emin adımlar atarak hızla İslam ülkesi haline geliyor.” diye müjdeliyor, İngiliz Financial Times, “Türkiye Gül’ü seçerek orduya meydan okudu.” başlığı-nı kullanıyordu.

Rus PRS haber sitesi “turuncu devrim” (ye-şil deseydi ya!) nitelemesini yapıyordu. Komer-sant ise şöyle diyordu:

“Türk Ordusu komuta merkezini terketti. Gül, Atatürk ilkelerine sadık kalacağı ye-mini etmesine rağmen Türkiye’de 1923 yı-lından bu yana süregelen Birinci Cumhuri-yet dönemi sona erdi ve İkinci Cumhuriyet dönemi tarihi yazılmaya başladı.” 4

Fransız Le Figaro ise “İş dünyası AKP’nin zaferini selamlıyor” başlığı ile duyurdu.

Gerçekten de zil takmış oynayan uluslara-rası sermaye çevrelerinin yanı sıra, laikliğin DNA’sında bulunduğunu söyleyen Türk (yoksa Türkiye mi desek!) iş dünyasının kudretli krali-çesi, Güler Sabancı, anti-laikliği DNA’sına ka-zılmış olan “Başbakan Erdoğan’ı Türkiye’nin istikrarı için göstermiş olduğu olgun ve örnek demokratik tavır nedeniyle kutluyorum. Sayın Gül’ün Cumhurbaşkanlığı adaylığının da ülke-miz için hayırlı olmasını diliyorum.” sözleriyle selamlıyordu.

İslamcı basınla, onun “liberal” kalemleri zafer sarhoşluğu ile “intikam” çığlıkları atar-ken, onların Avrupalı destekçileri, kantarın topuzunu kaçıran bu yandaşlarına “laik azınlı-ğın haklarının korunması” yolunda uyarılarda bulunma gereği duymuşlardı.

Bu “zafer”, aynı zamanda Türkiye’nin “Ilımlı İslam Cumhuriyeti’ne” dönüştüğünün uluslararası düzeyde kabulü demek oluyordu.

22 Temmuz seçimleriyle, Pentagon’un ön-görüsü gerçekleşmiş, Büyük Ortadoğu Projesi doğrultusunda önemli bir adım daha atılmış oluyordu.

Bu “başarının” bir başka anlamı da, ulus-lararası İslamcı hareketin Türkiye gibi, laik bir düzeni ayakta tutmak için irticaya karşı 80 yıl-lık bir savaşımla elde ettiği kazanımların iyice yerleşmiş olduğuna inanılan bir ülkenin, “İs-lam dünyasının tek demokratik ülkesinin”, se-çimle iktidarı İslamcı bir yönetime devretmesi örneğiydi. Bu başarı, bütün radikal İslamcı hareketlerin izlemesi gereken eşsiz bir örnek oluyordu.

NOTLAR:1. Financial Times, 15 Ocak 2008, Avrupa

baskısı, Sayfa 11. Aktaran Metin Münir, “Bazı Müslümanlar dimağlarını kapattılar”, Milliyet, 30 Ocak 2008

2. Hürriyet Gazetesi, 11 Şubat 2008.3. Yalçın Doğan, Hürriyet, 1 Haziran, 2007.4. Hürriyet, 30 Ağustos 2007

Page 20: Sercesme Dergisi, Sayı 38, Şubat 2008

20 Sayı 38

SERÇEÞME

İNSANLIĞIN var oluşundan bu tarafa in-sanlar arasındaki ilişkilerin düzenlenmesi ve bu ilişkilerin birtakım kurallara bağlan-

ması söz konusu olmuştur. Hukuk, “hak” kav-ramından türemiş bir kavram olup; insanların birbirleri ile toplum ile ve devlet ile olan ilişki-lerini düzenler.

İnsanlık, yaşam serüveni boyunca önemli aşamalardan/ çağlardan geçmiştir. İnsanlığın katettiği her önemli dönemin bir de ideoloji-si olmuştur. Bu anlamda; insanlığın yaşadı-ğı önemli tarih dönemlerini “tarım dönemi”, “endüstri dönemi” ve “bilişim dönemi” olarak üçe ayırabiliriz. Bu dönemlerin her birinin kendine özgü ideolojileri ise şöyle adlandırı-labilir. Tarım döneminin ideolojisi “dinler/ tek tanrılı dinler” olmuştur. Endüstri döneminin ideolojisi “milliyetçilik”; bilişim döneminin ideolojisi ise “demokrasi ve insan haklarıdır.” Günümüzde toplumlar çağdaşlaşma serüveni içinde katettikleri mesafe oranında bu tarihsel dönemlerin ve anılan dönemlerin ideolojileri-nin üçünü de bir arada yaşayabilirler. Çağdaş-lık yolunda ileride olan toplumlar her anlamda bilişim dönemini yaşadıklarından ideolojik olarak da demokrasi ve insan hakları teması üzerinde fazlaca dururlar.

Genel olarak çağdaş toplumun devlet şekli cumhuriyettir. Cumhuriyet, egemenliğin kay-nağının halk olduğu ve kişilerin birbirleri ile ve devletle olan ilişkilerinin “hukuk” tarafın-dan düzenlendiği rejimin adıdır. Cumhuriyet-te; hukuku devlet üretir, devleti “memurlar” yönetir.

“Demokrasi” ise hukukun üstün olduğu devlettir. Demokraside; hukuku “halk” yaratır, devleti “hukuk” yönetir. Devlet hukuka saygılı olduğu oranda, hukuk da insanları “özgürleş-tirdiği” oranda meşrulaşır. Hukukun üstünlü-ğüne dayanan devletlerde hiç kimse hukukun üstünde veya altında değildir. Herkes hukukun içindedir. Devletin tüm organlarında çalışanlar “meleklerden” oluşsalar bile idarenin bütün iş-lemleri hukukun ve yargının “denetimine” tabi olmalıdır.

Hukuk devletinde; kamu çalışanları perfor-mans ve liyakat ölçütü ile yükselirler veya baş-ka görevlere atanırlar. İdarecilerle veya siyaset-çilerle olan şahsi-siyasi-ideolojik bağlılıkları ile mevki sahibi olmak hukuk devletinin kabul edemeyeceği bir durumdur.

Hukukun olmadığı yerde halk sürü, insan ise köledir. Bunu gören Mustafa Kemal, mo-dern Türkiye Cumhuriyeti’ni “evrensel hukuk” üzerine oturtmuştur. “Adalet devletin temeli-dir” diyerek hukuka verdiği önemi açıkça or-taya koymuştur.

Osmanlı döneminde “ümmet” olan toplum, modern Türkiye Cumhuriyeti’nde “yurttaş”; “kul” olan ve toprakla birlikte alınıp satılan in-san ise modern Türkiye Cumhuriyeti’nde “bi-rey” olmuştur.

Anayasamızın 2. maddesinde “T.C. demok-ratik laik sosyal bir hukuk devletidir”, denil-mek suretiyle ülkemizde hukukun üstünlüğü ilkesi de kabul edilmiştir.

Alevilerin Hukuksal Durumu

Aleviler, Osmanlı döneminde mümkün olduğu kadar merkezi otorite ile “mesafeli” olmuşlar-dır. Zorunlu kalmadıkça merkezi otorite ile ilişki kurmamışlardır. Bunun tarihsel serüve-ni bu yazının konusu olmadığı için değinme-yeceğiz. Aleviler, merkezi otorite ile mesafeli olduğundan kendi hukuklarını da “kendileri” yaratmış ve uygulamışlardır. Kişilerin birbir-leri ve toplumla olan ilişkilerini kendi yarat-tıkları hukuk çerçevesinde belirlemiş ve çeşitli suçlara çeşitli yaptırımlar öngörerek toplumsal düzeni sağlamışlardır. Bu sistemi uzun yıllar sorunsuz bir şekilde uygulamışlardır.

Aleviler, Kurtuluş Savaşı’nda ve modern Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması aşamasın-da M. Kemal’e en üst düzeyde destek olmuş, Cumhuriyet’in kuruluş felsefesini, bütün dev-rimlerini sahiplenmişlerdir. Bu anlamda yeni hukuk sisteminin, bütün Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının birbirleri ile toplum ile ve dev-let ile olan ilişkilerini düzenlemesini kabul et-mişler ve buna uymuşlardır.

1950’den sonra iktidara gelen yönetimlerin “dini siyasete alet etmeleri” sonucu; kişilerin birbiri ile toplum ile ve devlet ile olan ilişki-lerinde objektif hukuk kurallarının yerine “dinsel referanslar” etkin olmaya başladı. Bu süreç Alevileri, toplumsal hayatta ve devletle olan ilişkilerinde ya “asimile” olmaları ya da tamamen sürecin “dışına itilmeleri” ihtimali ile karşı karşıya bıraktı.

Aleviler, asimile olmadan ve fakat objektif hukuk kuralları çerçevesinde devletle ilişkile-rini “sürdürmek” istemektedirler. Bunun için “demokrasinin evrensel ölçütlerinin” kendileri ile ilgili olarak ta uygulanmalarını talep et-mektedirler. Alevilerin talepleri gerek iç huku-kumuzda ve gerekse uluslararası hukuksal dü-zenlemelerde karşılık bulmasına rağmen siyasi iktidarların buna uygun davranmamaları açık “hukuk ihlalidir”.

Devletimizin temel düzenini oluşturan Ana-yasamızın 2, 10, 11, 12, 24, 25, 26 ve 90. mad-deleri incelendiğinde Alevilerin günümüzdeki sorunlarının çözümünün çok da zor olmadığı, mevcut anayasal sistem içerisinde bu sorun-ların kolaylıkla çözülebileceği görülecektir. Anayasamızın yukarıda saydığımız maddele-rinin ilgili bölümleri aşağıdaki gibidir.

Cumhuriyetin Temel Nitelikleri:Madde 2: Türkiye Cumhuriyeti, toplumun hu-zuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliği-ne bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.

Kanun Önünde Eşitlik:Madde 10: Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siya-si düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve ben-zeri sebeplerle ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.

Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz.

Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uy-gun olarak hareket etmek zorundadırlar.

Anayasanın Bağlayıcılığı ve Üstünlüğü:Madde 11: Anayasa hükümleri, yasama, yürüt-me ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır.

Kanunlar anayasaya aykırı olamaz.

Temel Hak ve Hürriyetlerin Niteliği:Madde 12: Herkes, kişiliğine bağlı, dokunul-maz, devredilmez, vazgeçilmez temel hak ve hürriyetlere sahiptir.

Din ve Vicdan Hürriyeti:Madde 24: Herkes, vicdan, dini inanç ve kana-at hürriyetine sahiptir.

14. madde hükümlerine aykırı olmamak şar tıyla ibadet dini ayin ve törenler serbesttir.

Kimse, ibadete, dini ayin ve törenlere ka-tılmaya, dini inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz. Dini inanç ve kanaatlerinden do-layı kınanamaz ve suçlanamaz.

Din ve ahlak eğitim ve öğretimi devletin gözetimi ve denetimi altında yapılır. Din kül-türü ve ahlak öğretimi ilk ve orta öğretim ku-rumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alır.

Düşünce ve Kanaat Hürriyeti:Madde 25: Herkes, düşünce ve kanaat hür-riyetine sahiptir.

Her ne sebep ve amaçla olursa olsun kimse, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlana-maz. Düşünce ve kanaatleri sebebiyle kınana-maz ve suçlanamaz.

Düşünceyi Açıklama ve Yayma Hürriyeti:Madde 26: Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir.

Milletlerarası Antlaşmaları Uygun Bulma:Madde 90: Usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası antlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesi’ne başvurulamaz.

Diyanet İşleri Başkanlığı:Madde 136: Genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı, laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasi görüş ve düşüncelerin dışında ka-larak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek, özel kanunda gösterilen görev-leri yerine getirir.

Yasal Mevzuat 633 Sayılı Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş

ve Görevleri Hakkında Yasa: Madde 1: “İslam Dini’nin” inançları, ibadet ve ahlak esaslarıyla ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yer-lerini yönetmek üzere; Başbakanlığa bağlı Di-yanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur.

2820 Sayılı Siyasi Partiler Yasası:Madde 89: Siyasi partiler, Laiklik ilkesi doğ-rultusunda, bütün siyasi görüş ve düşüncelerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bü-tünleşmeyi amaç edinerek, özel kanunda gös-terilen görevleri yerine getirmek durumunda olan “Diyanet İşleri Başkanlığı’nın”, genel ida-re içinde yer almasına ilişkin Anayasa’nın 136. maddesi hükmüne “aykırı amaç güdemez”.

422 Sayılı Köy Yasası:Madde 2: Cami, mektep, otlak, yaylak, (…) bir köy teşkil ederler.

BİR HUKUKÇUMUZUN DEĞERLENDİRMESİ

Aleviler ve Hukuk

Muhterem Aktaş

Page 21: Sercesme Dergisi, Sayı 38, Şubat 2008

Şubat 2008 21

SERÇEÞME

1587 Sayılı Nüfus Yasası:Madde 43: Aile kütükleri; Ailenin bütün fertle-rinin (…) dinini (…) diğer şahsi hal değişiklik-lerini ihtiva eder.

3402 Sayılı Kadastro Kanunu:Madde 16/a: Kamu hizmetinde kullanılan büt-çeden ayrılan ödenek veya yardımlarla yapılan resmi bina ve tesisler... namazgâh, cami... tüzel kişiliği adlarına tespit olunur...

5237 Sayılı Türk Ceza Kanunu:Madde 115: Cebir veya tehdit kullanarak, bir kimseyi dini, siyasi, sosyal, felsefi inanç, dü-şünce ve kanaatlerini açıklamaya veya değiş-tirmeye zorlayan ya da bunları açıklamaktan, yaymaktan meneden kişi...

Dini ibadet ve ayinlerin toplu olarak yapıl-masının, cebir veya tehdit kullanılarak ya da hukuka aykırı başka bir davranışla engellen-mesi halinde…Madde 125: Bir kimseye...

Dini, siyasi, sosyal, felsefi inanç, düşünce ve kanaatlerini açıklamasından, değiştirme-sinden, yaymaya çalışmasından, mensup oldu-ğu dinin emir ve yasaklarına uygun davranma-sından dolayı,

Kişinin mensup bulunduğu dine göre kut-sal sayılan değerlerden bahisle…

2002/4100 Sayılı Bakanlar Kurulu Kararı:(Elektrikten) (…) indirimli tarifeden yararla-nan kişi ve kurumlar. (...)

İbadethaneler (cami, mescit, kilise, havra ve sinagog) (…) ibadethanelerin elektrik enerjisi yıllık giderleri de Diyanet İşleri Başkanlığı’nın takip eden yılı bütçesinden konularak ödenek-lerden karşılanır.

İbadethane ve genel aydınlatma yerlerine 19.01.2002 tarihinden itibaren içme ve kulla-nım suyu abone gurubu ortalama satış fi yatı uygulanır.

Uluslararası Belgeler* 1948 Paris İnsan Hakları Evrensel Bildirge-

si’nin 2/1., 7., 18., 26. maddeleri,* 1950 Roma Avrupa İnsan Haklarını ve Te-

mel Özgürlükleri Koruma Sözleşmesi’nin 9. maddesi,

* 1952 Paris Avrupa İnsan Hakları Sözleşme-si’ne Ek 1 No’lu Protokol’ün 2. maddesi,

* 1959 New York Çocuk Hakları Söz leş me-si’nin 14., 30., maddeleri,

* 1960 Paris Eğitimde Ayrımcılığa Karşı Söz-leşme,

* 1965 New York Her Türlü Irk Ayrımcılığı’nın Kaldırılması Uluslar arası Sözleşmesi,

* 1966 New York Ekonomik, Toplumsal ve Kültürel Haklar Uluslararası Sözleşmesi’nin 2., 13. maddeleri,

* 1976 New York Kişisel ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi’nin 18., 24., 26., 27. maddeleri,

* 1975 Helsinki Sonuç Belgesi’nin 7. madde-si,

* 1981 New York Din ya da İnanca Dayalı Her Türlü Hoşgörüsüzlük ve Ayrımcılığın Kaldırılması Bildirgesi’nin 1., 2., 3., 4., 5., 6., 7., 8. maddeleri

* 1990 Paris AGİT (AGİK) Paris Şartı,* 1995 Kophenhag Toplumsal Kalkınma Dek-

la rasyonu’nun 73. maddesi,

Sonuç

Yukarıda, halen yürürlükte olan Anayasamızın ilgili maddelerinin ilgili bölümleri bir bütün olarak incelendiğinde, anayasal düzen; Alevi-Bektaşilerin istem ve talepleri ile çelişmek şöy-le dursun, tam tersine Alevi-Bektaşilerin istem ve taleplerinin karşılanması gerekliliğine vur-gu yapmaktadır.

Dolayısıyla Alevi-Bektaşilerin;* Cemevlerinin inanç merkezi olarak kabul

edilmesi,* Zorunlu Din derslerinin kaldırılması (Bize

göre, Anayasa’nın 24. maddesinin son fık-rası, Anayasanın 2. maddesine aykırıdır),

* Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kaldırılma-sı (Bize göre, Anayasa’nın 136. maddesi, Anayasanın 2. maddesine aykırıdır),

* Alevi Köylerine zorla cami yaptırılmama-sı,

* Alevi kimliğinin tanınması yönündeki ta-lepleri Anayasa’ya uygun talepler olup bu hususlarda yasal düzenleme yapılması Ana-yasa’ya aykırılık oluşturmaz.Alevilik-Bektaşiliğin yasal zeminde tanın-

maması; inanç ve ibadet özgürlüğünden yete-rince yararlanamaması sorununun yanında, ceza hukuku mevzuatının inanca dair suçlar dolayısıyla diğer inanç guruplarına sağladığı yasal korumadan, Alevi-Bektaşilerin yararla-namaması anlamına da gelir. Örneğin Alevilik ve Aleviler açısından kutsal değerlere yapıla-cak bir saldırı, cezai kovuşturmaya tabi tutul-mayabilir.

Yukarıda da değinildiği üzere birçok ya-sada, ülkemizde yaşayan inanç guruplarından sadece Sünni/Hanefi /İslam inancı mensupları-nın dinsel öğeleri kullanılmış olup bu referans-lar Anayasal sistemimize uygun değildir. Kul-lanılan dinsel referanslar Anayasa’nın “laiklik” ilkesine aykırılık oluşturmaktadır.

Bilindiği üzere en basit tarifi ile laiklik; din ile dünya işlerinin birbirinden ayrılması, dev-letin bütün dini inançlar ve inanç guruplarına eşit mesafede durmasıdır.

Ülkemizde özellikle son zamanlarda laik-liğin siyasi iktidar tarafından giderek aşındı-rıldığı bir ortamda Alevi-Bektaşilerin çağdaş evrensel hak taleplerini “yükseltmeleri” daha da anlamlı olup, “gerek bireysel ve gerekse de-mokratik örgütlenmeler” aracılığı ile yapılan bu hak mücadelesi büyük önem taşımaktadır.

İSMAİL KAYGUSUZ

Mürşidden Gönlünü AyırmaAbdal Musa SultanVelayetname

Mürşid-i Kâmile Eriş Arif OlasınKaygusuz Abdal Pendname

ISBN: 978-975-6954-23-4Şubat 2008, İstanbul

13,5 x 19,5 cm boyutunda 226 sayfa

KARACAAHMET SULTAN DERNEĞI YAY.Gündoğumu Cad. No 169, Üsküdar - İST.

Tel: 0216.492 20 78, Faks: 391 19 11www.karacaahmet.com

Önsöz’den90’lı yılların başlarında yaptığım Abdal Musa Sultan üzerine ilk araştırma ve sonuçları bir makale halinde yayınlamıştım. 2005 yılın-da Abdal Musa Sultan Velâyetnamesi’nin bir elyazmasının fotokopisi elime geçti. Bu yaz-manın ışığında Abdal Musa’yı yeniden ele alarak, Velâyetname metniyle birlikte kitap-laştırma düşüncesi doğdu. Eldeki Veli Baba Elyazması’nda Kaygusuz Abdal Pendnamesi, yani “Öğütler Kitapçığı”nın bulunduğunu öğ-rendiğim zaman ilgim daha da arttı.

Metinlerin çevirmyazı güçlüğü kadar, öde-necek bedel için kaynak bulmak da sorundu. Edebiyat Fakültesi’nden arkadaşım ve elyaz-maları uzmanı Doç. Dr. Hüsameddin Aksu’ya başvurdum. Sağolsun, ödeyebileceğimiz bir bedeli kabul etti. Karacaahmet Sultan Derneği de bu bedeli ödemeyi üstlendi.

Halktan kişilerin yazıya geçirdiği velilerin, inanç önderlerinin söylencesel (efsanevi) ya-şam öyküleri, keramet olaylarını içeren mena-kıp namelerde ve risalelerde, yönetenlerin fetih ve zaferlerini veren resmi tarihin yazmadığı çok önemli toplumsal hareketler ve tarihsel olaylar gizlidir.

Bu çalışmamız, Ulu Sultan’ın öğütlerini tu-tarak, “sözünü önce düşünüp sonra söyleyen ve mevki sahiplerine yüzsuyu dökmeyen; kalleş ve pirsizlere yoldaş olmamaya, mürşidden gönlü-nü ayırmamaya, tek başına nimet yememeye ve yumuşak huylu, güvenilir insan ol”maya çalı-şanların kafasını ve “gönlünü güzeleştir”sin, diliyorum.Zo

ngul

dak

etki

nliğ

inde

Sem

ah d

önen

gen

çler

Page 22: Sercesme Dergisi, Sayı 38, Şubat 2008

22 Sayı 38

SERÇEÞME

DEĞERLİ dost, Kazım Balaban’ın “Tarihte Bu Hafta” adıyla yazdık-larında ilgimi çekmeyen birçok ayrıntı, tarihi olay ya da hatırlat-ma olduğu için tümünü okuma-

dan şöyle bir bakıp geçiyorum, hiç açmadık-larım da oluyor, ama genellikle hızlıca şöyle bir göz atıyorum. Bu haftaki yazıda yukarıya aldığım pasajı okuyunca biraz şaşırdım, bu ko-nularda yazıları, kitapları olan bir Alevi bilgesi bunu nasıl yazar diye üzüldüm.1 Ondan olması isteneni değil de, tarihte yaşananı olduğu gibi yazmasını (resmetmesini) beklerdim. Bu anla-tılanın tarihi gerçeği tam yansıtmadığını, ger-çekliği çarpıttığını düşünüyorum; “şeytan ay-rıntıda gizlidir” sözünün anlattığı gibi bu konu-ya ayrıntılı eğilince bu söylemin şeytanı nasıl gizlediğini göreceğiz. Öz olarak söylenen şu: “Peygamber vefat ettiğinde etrafında bulunan-ların önemli bir kısmı Halife seçimi ile meşgul olunca cenazenin defnine katılım olmadı. Ce-naze Peygamberin ailesinin dışında sahabeden 17 kişinin hazır bulunduğu cemaat tarafından Hz. Ali’nin imamlığı ile kaldırıldı.”; bu anlatım-la sanki Muhammed’in cenazesi kaldırırken Ali bunu herkese haber vermiş de, ahali (halk) buna gelmemiş, başka işle uğramış gibi bir in-tiba yaratılmak isteniyor, hâlbuki gerçeklikte böyle bir şey yok; niye yok, çünkü “halife se-çimi ile” Medine’nin küçük bir elit gurubu uğ-raşıyor, halkın bu işlerlerden haberi bile olmu-yor, zaten halkın bunları (Muhammed’in vefat ettiğinin) bilmesi engelleniyor, bu yüzden de Cenaze gizlice bulunduğu odaya defnediliyor. Bu yüzden bu anlatım yaşanan gerçeği yansıt-mıyor, doğru da değil. Aşağıda yazdıklarımı okuyunca bu anlatımın ne kadar sığ, ne kadar gerçek dışı olduğunu göreceksiniz. Unutmaya-lım ki, bu sözünü ettiğimiz tarihi süreçte yaşa-nacak olanlar, egemenlerle ezilenler arasında süren sınıfl ar mücadelesinin acımasız, akıllara durgunluk verecek kadar korkunç sahnelerinin yaşandığı anlarla doludur.

Hz. Muhammet’in hastalık sürecini, Muham-met’le Ömer’in arasında başlayan, Muhammet dünyadan göçünce onun elini alan Ali ile Ömer arasında süren bir satranç oyununa benzetirsek yanlış olmaz. Bu oyunda dikkatten kaçmaması gereken nokta, “zor oyunu bozar” sözü kanıt-lanırcasına, Ömer’in uyguladığı zorun rolüdür. “Tarihte zorun rolü” iki türlüdür bazen tarihi ileriye götürenlere hizmet eder bazen da geriye götürenlere hizmet ederek böylesi sonuçlarda doğurur. Belki bu satranç oyununu şöyle de düşünebiliriz. Bu satranç oyunu başından beri Ali ile Ömer arasında -dolayısıyla da onların temsil ettiği güçler arasında- oynanıyordu, ama Muhammet vasiyetini yazdırmak isteyerek Ali lehine bir hamle yaptı. Ömer malum gerekçe-lerle bu isteği engelleyerek bunu savuşturan karşı hamlesini gerçekleştirdi. Hemen ardın-dan da bu yaşanan sürecin en kritik yerinde, Ömer, Ebu Bekir’i Halife tayın ettirip şah mat çekerek turnuvanın bir bölümü kapattı âdeta. Bu süreci anlatan tarihçiler yaşananların fark-lı yönlerini görüp, farklı farklı yanlarını öne çıkararak incelemişlerdir. Bunları okuyunca insan, “bu yaşananlar bir kader miydi, bun-ca yaşanılanlar önceden yazılmış bir planın, alınyazısı denilen muazzam bir senaryonun gerekleri miydi yoksa herkes kendi iradesiyle

kendi hayatını mı kuruyordu?”, diye sorma-dan edemiyor. Hemen söyleyeyim ki herkesin kendi “özgür iradesiyle” konumunu belirleyip, var olan tarihsel koşullar içince, “kendi rolünü oynayıp”, kendi hayatını oluştururken bir yer-lerde konumlandığını, kendi hayatını özgürce yaşarken bu tarih sahnesindeki yerini belirle-diğini, yanı herkesin var olan tarihsel koşullar içinde kendi yaptıklarından kendi yaşantısın-dan kendilerinin sorumlu olduğunu düşünüyo-rum. Buna da yürekten inanıyorum. Yanı kim-se alınyazım buymuş diye sucu Allah’ın ya da başkalarının üzerine atıp kurtulmaya çalışma-sın; bizler de alınyazıları buymuş, taksiratı af olsun diye kimseleri aklamaya çalışmayalım.

Bilindiği gibi Ömer ilk hamlesini, Muham-med’in vasiyet yazdırma isteğini reddederek başlatır. Muhammed gibi bir zatı muhteremin en doğal hakkı olan vasiyet yazdırma isteği-nin reddedilmesi bugün akılların alacağı bir şey değildir; ama akıllara durgunluk verse de o tarihte bu olmuştur; Muhammed’in tüm ıs-rarlı çabalarına rağmen, Ömer vasiyetin yazıl-masını, yani Muhammed’in vasiyet yazdırma isteğini engellemiştir.2 Ömer’in bundan sonra-ki, en az ilki kadar akıllara durgunluk veren hamlesi ise Muhammet ebediyete intikal edin-ce yaptığı hamledir. Ömer Muhammed’in öldü-ğünün3 bilinmesini, bunun halka söylenmesini yasaklamıştır. O an, Ebu Bekir başka bir şehir-dedir, derhal ona haber gönderilir, Ebu Bekir gelince de hemen halifenin kim olacağı arayı-şına girilir.

Bindiği gibi, Muhammed’in toprağa veril-mesi Ali ile yandaşları tarafından büyük bir gizlilik içinde gece yapılmıştır. Bu defi n işle-minden, aynı avludaki başka bir odada bulu-nan Ebu Bekir’inde kızı olan, Muhammed’in sevgili eşi Âişe’nin bile haberi olmamıştır, yani haberdar edilmemiştir; ondan bile gizlen-miştir.4 Bunu A. Gölpınarlı “İslâm Tarihi” adlı eserinde şöyle anlatıyor:

“Rasûllullah (S.M) Pazartesi günü vefât et-mişlerdi. O gün, Salı gecesi ve günü namaz kılındı. Çarşamba gecesi sabaha karşı def-nedildi. Zevceleri (yani Âişe -R), biz, kaz-

ma seslerini duyup Rasûl’ün defnedilmekte olduğunu anladık der.” (Sayfa: 165).

Muhammed’in öldüğünün bilinmesini, Ömer’in engellemek için, O’nun öldüğünün söylenmesini yasaklaması iyice anlaşılmazsa, Ali’nin Onu niçin gece gömme gereği duydu-ğu gerekçesiz kalır, tam anlaşılamaz, kanımca bu yüzden de anlaşılamamıştır. Mekke’de hava sıcaktır bir ölünün fazla bekletilmesi, hele de Ömer’in dediği gibi kırk gün bile bekleyebile-ceğinin dillendirilmesi, korkunç bir şeydir, bu yasak öyle bir cezadır ki Antigone’nin karşı karşıya kaldığı türden bir zulümle kıyaslanır ancak; Ali bu yasaktan dolayı Muhammed’i gece, bulunduğu odanın içine gömmüştür.5

Diğer yorumları, ne kadar edebi olurlarsa ol-sunlar, doğru bulmuyorum. Bilindiği gibi son derece nesnel, son derece değerli tespitleri olan -ya da benim böyle gördüğüm- “Muhammed” adlı ünlü biyografi sinde Maxime Rodinson, olayı şöyle anlatır:

“Ve o gece, alabildiğine anormal ve hiç bek-lenmedik bir iş yaptılar. Bu büyük ölünün şanına layık bir törenle Baki mezarlığına, oğlu İbrahim’in, kızı Rukiyye’nin ve sayı-sız yoldaşlarının yanına gömülmesi gere-kirdi. Çok daha önemsiz nice kimseler par-lak törenlerle gömülmüştü oraya. Ama öyle anlaşılıyor ki Ali, Abbas ve dostları, cenaze alayı(ni) yönetecek olan Ebu Bekir’in pey-gamberin tartışmasız halefi olarak kabul edileceği bir törene meydan vermek iste-miyorlardı. Sezar’ın cenazesini bu amaçla kullanmamış mıydı Antonius ve Stalin bu amaçla kullanmayacak mıydı Lenin’in ce-naze merasimini? Ali’yle dostları da pey-gamberi hemen o gece ölmüş olduğu kulü-benin içine gömmeye karar verdiler. Ortak-larının birinin yanda (kumalarının birinin yanda diye anlayabilirsiniz- R) uyumakta olan Ayşe’ye bile haber verilmedi: Ebu Be-kir’in kızı değil miydi? Hemen bir çukur kazıldı kulübeye, ceset alelacele yıkandı ve üç harmaniye sarıldıktan sonra çukura yer-leştirilerek üzerine toprak atıldı. Kureyşli Muhammed ibn Abdullah’ın işi böylece bitmişti.” 6

Bu yorum gibi yorumları edebi olduğu ka-dar güzel bulsam da, yukarda dediğim gibi katılmıyorum. Çünkü bu Ali’nin davranışını anlamamızı çarpıtıp, bir gerçeği yani Ömer’in Muhammed’in öldüğünün duyulmasını yasak-ladığı gerçeğini gizliyor. Ayrıca böylesi izah-lar bundan sonraki Ömer’in ya da iktidarı ele geçiren gurubun diğer hamlelerini, örneğin: -Ebu Bekir’e biat ettirmek için-, Fatima’yı dö-vüp, kaburgalarını kırıp düşük yapmasına se-bep olmasını7, Muhammed’in sözlerini, konuş-malarını (bunlara o zaman hadis denirmiş, bunu bu günkü uydurma hadislerden ayırmak için Muhammed’in sözleri diyorum) toplatılıp, yaktırmalarını, Muhammed’in hadislerinin ya-saklanmasını8 açıklamıyor, hatta bunları anla-mamızı zorlaştırıyor. Bütün bunları, sözgelimi, Muhammed’in hadislerinin yasaklanmasını ilk kez duyan sade bir vatandaşın aklı almıyor, ama Muhammed’in hadisleri de, 1. halife dev-rinde yasaklanmıştır.9 Fatima, Ebu Bekir’e biat etmeden bu dünyadan göçüp hakkın rahmetine

“8 Haziran 632: Son peygamber Hz. Muhammed, 63 yaşında

Medine’de vefat etti. Peygamber vefat ettiğinde etrafında

bulunanların önemli bir kısmı Halife seçimi ile meşgul olunca

cenazenin defnine katılım olmadı. Cenaze, Peygamberin ailesinin dışında sahabeden 17 kişinin

hazır bulunduğu cemaat tarafından Hz. Ali’nin İmamlığı ile kaldırıldı. Bu durum İslam içinde büyük bir

tartışmaya sebep oldu ve ileriki zamanda Sünni/ Şia

ayrışmasının en önemli sebeplerinden biri haline geldi.”

(Tarihte Bu Hafta/ Kâzım Balaban)

Hz. Muhammed’in Dünyadan Göçüş Sürecinde YaşananlarRıza Aydın

Page 23: Sercesme Dergisi, Sayı 38, Şubat 2008

Şubat 2008 23

SERÇEÞME

kavuşmuştur. Fatima bu dünyadan göçene ka-dar Ali de Ebu Bekir’e biat etmemişti.

Bu tarih böyle yaşanmıştır, bunlardan do-layı yukarda, en başa koyduğum, “Tarihte Bu Hafta” yazı dizisinde anlatılanlar yaşanılan bu tarihi gerçekliği olduğu gibi yansıtmıyor. Yaza-rın öznel nedenini -yani bunu niye böyle yaz-dığını- bilmiyorum ama o anlatım, anlatı lanlar doğru değil. Bunun böyle bilinmesini isterim. Muhammed’in ölümü, kentin ileri gelenlerince, yani egemen sınıfl arın temsilcilerince yeni bir halife seçilene kadar halktan gizleniyor; çünkü bu haber duyulursa halkın Ali’nin etrafında ke-netlenip, ahalinin (halkın) Ali’yi halife seçme-sinden korkulduğundan Mu hammed’in öldüğü-nün söylenmesi yasaklanıyor, bu yüzden de Ali cenazeyi gece gömmek zorunda kalıyor.

Özcesi şu ki, Ömer’in yasağı iyice anlaşı-lamadan, Ali’nin bu davranışı anlaşılamaz, bu yüzdende bu güne kadarda anlaşılamamıştır. Bu üzerinde düşünülmesi gereken önemli bir konudur. İmam Ali’nin davranışlarının hikme-tini çözmeye, anlayıp aktarmaya çalışan hal ehli kişilerin bu konu üzende önemlice durup muhabbetlerine konu etmeleri gerekir, kanısın-dayım.

NOTLAR: 1. Konunun muhabbetlerde, muhabbet ehli

kişilerce irdelendiğini bildiğimden, halk içinde yapılan böylesi konuşmalarında bu bilgilere uygun olacağını varsaydığımdan şaşırdım.

2. Bilindiği gibi aynı Ömer, Ebu Bekir ölürken ona vasiyet yazdırmıştır, hatta Ebu Bekir baygın olduğu için onun adına Osman bunu -yani yazılması gerekeni- yazmıştır; Ebu Bekir ayıkıp ne yazdın oku bakalım diye adına yazılanı okutur sonra peki öyle olsun diye onu kabul eder. Konu için bakınız: A. Gölpınarlı’nın İslam Tarihi sayfa 308.

3. Muhabbet ehlinin bildiği gibi tarih içinde Işık taifesi, Kızılbaş, Alevi, Bektaşi diye adlandırılan kültürel inançta olanlar, kişinin ruhunun ölmezliğine, ruhun göç etmesine, başka bir söylemle kalıp değiştirdiğine inanırlar. Ancak tenle ruh ayrı olduğu için tenin de öldüğünü kabul ederler diye düşünüyorum. Yunus “Ölürse tenler ölür canlar ölesi değil”, Veysel “Can kafeste durmaz uçar” derken bunu anlatmışlardır bence. Bu yazıda ölüm sözcüğünü tenden canın uçması, kalıp değiştirmesi, tenin ölmesi anlamında kullanacağım, söylemde bir kusurum olursa buna yorula.

4. Hatırlatmak isterim ki Muhammed’in defnedildiği bu oda sevgili eşleri Âişe odasıdır. Buraya (Muhammed’in yanına) başka birinin defnedilebilmesi için, Âişe’den izin alınmak zorunda kalınmıştır, bundan kaynaklanan sorunlar olmuştur.

5. Muhammet ruhunu teslim ettiğinde eşlerinden Ayşe’nin odasında bulunuyordu, cenaze -ölümünden üç gün sonra- geceleyin gizlice, bulunduğu bu odaya defnedilir. Daha sonra buraya, Ayşe’den izin alınarak ilk iki halifenin, Ebu Bekir ile Ömer’in cenazeleri de defnedildi. Konunun iyice anlaşılması için şu ayrıntıyı da aktaralım: Muhammed’in torunu, o diyarların deyişiyle söylersek Hasan İbn Ali hastalandığında dedesini yanına gömülmek istediğini söyler (vasiyet eder), ancak cenazeyi buraya gömmek için yürüyüşe geçen halk durdurulur, bu gerçekleşirse iç savaş çıkacağı tehdidi savrulur, kargaşa çıkar, sonra Muhammed’in torunu dedesinin yanına değil

de Baki mezarlığına defnedilir. Ev sahibesi, Ayşe’nin bu konuyla ilgili tavrı rivayetlere göre muhteliftir: Konuyu Nabia Abbott “Âyşe” adlı ünlü kitabında şöyle anlatıyor: “Peygamber, Ayşe’nin dairesinde gömülü olduğundan, Hasan’ın isteğinin yerine getirilmesi için Ayşe’nin razılığı gerekmekteydi. Hasan’ın kardeşi Hüseyin’in bu izni aldığı söylenir…” ancak yazar o anki atmosferi anlattıktan sonra anlatımına şöyle devam eder: “Aslında Ayşe’nin böyle bir defi n için gerçekten izin verip vermediğini tespit etmek oldukça zordur. Bu öykünün başka bir anlatımında… Ayşe, gri bir katırın üstünde protesto edilen cenazeyi karşılamaya çıktı: “Burası benim evim, kimseye (gömülmesi için) içeri girmesi için izin vermiyorum” diyerek Hasanın vasiyetinin gerçekleşmesini engelledi. Bakınız: Nabia Abbott. Ayşe. Sayfa: 187–188. Yurt yay. Merak edecek olanlar için burada şunu da aktaralım. Çok mutsuz bir ruh hali içine, son günlerini yaşayan Ayşe kendisinin “Muhammed’in yanına gömülmesini açıkça yasaklar” Baki mezarlığında kız kardeşinin yanına gömülmek ister. Ayşe “Hiç doğmamış olmayı dileyerek”, “Allah beni keşke hiç yaratmasaydı” diyerek dünyadan göçer. Bakınız adı gecen eser: Sayfa 201–202

6. Maxime Rodinson. Muhammet. Sayfa: 275. Özne yayınları. Çev: Atilla Tokatlı.

7. Fatima’nın bu hastalıktan kurtulamayıp babasından 93 gün sonra öldüğü söylenir.

8. Bu konu için A. Gölpınarlı’nın “Tarik Boyunca İslam Mezhepleri ve Şiilik” kitabının 25,26, 79 sayfalarına bakıla bilinir. Şöyle diyor: “Hz. Peygamber’in (S.M) ebediyete göçmelerinden sonra ümmetin din ve dünya işlerini ühtelerine alanlar, bir çok hususlarda Kur’ân- Mecîd-i, Hz. Resûl-i Ekrem’in (S.M) hadisleri açıkladığı hâlde hadislerin yazılmasını şiddetle yasakladılar; birinci Halife, beş yüz Hadis topladığı hâlde sonra onları getirtip yakmıştı. İkinci Halife, kimde hadis varsa onları yok etmesini bütün şehirlere, şehirlerin halkına bir yazıyla bildirmişti. (…) Bu yasak, Emevilerden Abdülâziz oğlu Ömer’in zamanına dek (99–102 Hicri, 717–720 Miladi) sürdü. Sayfa 25. Muhammed miladi 632 yılında öldüğüne göre hadis yasağının da miladi 717–720 yılına kadar sürdüğüne göre bundan sonra toplanan hadislerin durumunu siz düşünün. Okur yazarlığın çok az olduğu bu toplumda, hadisler dillerde söylenenlerden toplanmıştır. Hadis Tarihi adlı kitabında Prof. Dr. Talât Koçyiğit: … yazı bilenlerin sayısı da son derece azdı. … El-Belâzuri, İslamiyet girdiği zaman, Kureyşlilerden on yedi kişinin yazı bildiğini söyler ve bunların isimlerini verir: …” demektedir. Sayfa 29. Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.

9. A. Gölpınarlı, Hadislerin yasaklanmasına gösterilen nedenle ilgili şu ihtirazını belirtiyor: “Kur’an-ı Mecîd, hz. Peygamber’in (S.M) vefatlarından sonra Hz. Emîr’ül – Mümin Alî (A.M) tarafından toplanmış, yazılmıştı. Ayrıca birinci Halîfe zamanında da sahâbeden bir hey’et Kur’an- Mecîd’i yazmışlardı; tertibiyse bizzat Hz. Peygamber (S.M) tarafından yapılmıştı. Bu bakımdan bu hadis yasağının, hadislerin Kur’ân’a karışması ihtimâli düşünülerek alınmış bir tedbir mâhiyetinde olduğu, doğru olmasa gerekir”. Tarih Boyunca İslam Mezhepleri ve Şiilik. Sayfa. 26. A. Gölpınarlı’nın bu değerli tespitinin, Osman’ın Halifeliği zamanında Kur’an yeniden yazılınca İmam Ali’nin hazırladığı Kur’an’ın da imha edildiğinin bilinmesini not edelim. Bilginin zararı olmaz.

Kâzım Balaban’ın Rıza Aydın’a Yanıtı*

SEVGİLİ Rıza Aydın Canımız bizim “Ta-rihte Bu Hafta” yazı dizimizde yer verdi-

ğimiz bir konuya… yorum getirmiş. Ancak Sn. Aydın yazdığı cevapta hem

haklı, hem de haksız yorumlarda bulunmuş.Haklı olduğu nokta şudur. Kendi deyimi

ile “Şeytan ayrıntıda gizlidir” sözünden ha-reketle bu önemli olayı daha detaylı açıklaya-bilirdik. “Gerçek ayrıntıda gizlidir” sözüne biz de inanıyoruz. Bu yüzden ayrıntılı açıkla-maların her zaman çok daha yararlı olduğuna inanırız. Fakat bu noktada sevgili Rıza Aydın bize “haksızlık” ediyor…

Takip edenler bilirler. Sadece Türkiye’de değil, “dünyanın her yerinde” kronolojik ça-lışmalarda “detaylara girilmez” ve sadece “ana başlıklara” yer verilir. Bizim yaptığımız “Tarihte Bu Hafta” çalışması da kronolojik bir çalışmadır ve olaylara “kısaca” değinilir.

Yeri gelmişken belirtelim. Bizim bu ça-lışmamız “içerik” ve “kapsam” olarak kendi alanında ciddi bir yer edinmiştir. Benzeri ça-lışmaların hemen hiçbiri ne bu denli “objektif-tir”, ne de bu kadar “kapsamlıdır.”

Diğer yanı ile bu ve benzeri çalışmalar zaten bilgi düzeyi ortalamanın üstünde olan okuyucuya, başka deyimle “elit kesime” yö-neliktir. Kişi “olayı” ve “tarihini” öğrenir ve eğer daha geniş bilgi edinmek isterse bu alan-da konuyu detaylı işleyen başka kaynaklardan daha kapsamlı bilgi edinir.

Burada yapılan ve yapılacak olan da konu ile ilgili bizim çok kapsamlı bir bilgi verme-miz değil, sadece “ana başlığı” ile konuya yer vermemizdir.

Ancak Sn. Rıza Aydın’a burada gene de “hak veriyoruz” ve çok önemli olan bu konu belki birkaç kelime daha eklenerek zenginleş-tirilebilirdi.

Sn. Rıza Aydın Canı “haklı görmediğimiz” nokta ise olayın haber ediliş biçimine getir-diği yorumdur. Olayın tarihte yaşanmışlığı konusunda Sn. Aydın ile önemli ölçüde aynı görüşe sahibiz. Bizde olayı detaylı işlemek istesek benzeri yorum ve kaynaklara yer ve-rirdik. Ancak Sn. Aydın’ı haklı görmediğimiz bölüm, eleştirisine “itham” edici yorum ekle-mesidir.

Sn. Aydın bakınız ne diyor. “Bu haftaki yazıda aşağıya aldığım pasa-jı okuyunca biraz şaşırdım, bu konular da yazıları kitapları olan bir Alevinin bunu nasıl yazar diye üzüldüm. Ondan olması isteneni değil de, tarihte yaşananı olduğu gibi yazmanızı (resmetmesini) beklerdim. Bu anlatılanın tarihi gerçeği tam yansıt-madığını, gerçekliği çarpıttığını düşünü-yorum”

Bu paragrafa baktığınızda sanki olayı “çarpıtmış” ve kasıtlı olarak bir şeyleri farklı yansıtmışız gibi bir yorum çıkıyor. Hâlbuki olayda “ne çarpıtma, ne de bazı gerçekleri gizleme” diye bir şey söz konusu değil…

* Esat Korkmaz tarafından kısaltıldı.

Page 24: Sercesme Dergisi, Sayı 38, Şubat 2008

24 Sayı 38

SERÇEÞME

Yedi Ulu Âşık ve Tarikattaki Rolleri - Bölüm I

İsmail Özmen, Yargıtay Onursal Üyesi

ALEVİ geleneğinde ve nazenin Bektaşî yolağında “Yedi Ulu Âşık” adıyla anılan, yolakta apay-rı yerleri, değerleri, önemleri bu-lunan, yolağın âdeta protipleri,

idolleri, ana katkı öğeleri, temel malzemesi sa-yılan; şiir ve kişilikleriyle hep saygıyla anılıp örnek ‘ustaz’lar bilinen, Alevi/Bektaşi kültür ve inancını kutsal bir yerlerden süzerek, edin-dikleri malzemelerle kendi özlerini de karıp oluşturan, şiirlerinde şekillendirerek aldıkları yerlere ve halka bu ürünlerini düşünce ve duy-gu olarak geri veren ulular olarak bilinirler.

Konumuz, yolakta ‘Yedi Ulu’lar-Yedi Ulu Âşık-Yedi Büyük Ozan’ nitelemeleriyle tanım-lanıp anılan bu büyük ve ünlü Hak âşıklarıdır. Bu biçimde adlandırıp nitelendirmenin ne za-man, nerede ortaya çıktığı kesin olarak belli değil; ancak, böyle bir nitelendirmenin onların yaşadıkları 16. yüzyıl sonlarıyla, 17. ya da 18. yüzyıldaki Alevi/Bektaşi büyüklerinin inanç-sal görüş ve düşüncelerine dayanılarak ortaya atıldığı, bunun adı geçen topluluklarda oluşan bir dinsel gelenek şeklinde belirlenip benimse-nen kesin olgulardan biri olduğu söylenebilir. Bunların alabildiğine saygın, kutsal, son dere-ce değerli, üst düzey nitelikte bilgin ve yete-nekli mutasavvıf âşıklar oldukları eserlerinde görülen kalite üstünlükler nedeniyle duraksa-masızca söylenecek bir olgudur. Bunların yo-lakça bilinen ad ve mahlasları şöyledir:

- Seyyid Nesimi (1369- ?)- Şah Hatayî (1487–1524)- Fuzulî (1495–1556)- Yeminî (15. yy. sonları–16. yy. ilk yarısı)- Virânî (16. yy.)- Pir Sultan Abdal (16. yy.)- Kul Himmet (16. yy.).Daha işin başında, hepiniz gibi benim de,

‘neden beş ya da sekiz, dokuz değil de yedi ozan; bunlar ‘ulu’ da, diğerleri niçin ulu değil; örneğin Yunus Emre, Kaygusuz Abdal, Miratî ve benzerleri gibi büyük ozanlar bu gruba ne-den dahil edilmemiş, buradaki ‘ulu’luğun kay-nağı, halesi nereden geliyor?’ gibi sorularla karşılaşmak olasıdır, benzeri sorular benim de aklıma gelmedi değil, geldi. Ancak, işi derin-lemesine araştırıp incelemeye koyulunca gör-düm ki, Alevi/Bektaşî vicdanî kamuoyunun (icması) birkaç yüzyıl önce bu konuda oybirli-ğiyle aldığı anlaşılan bu kararı tamamen haklı, doğru, yerinde verilmiş bir karardır; öyle doğ-ru, öyle haklı ve öyle yerinde bir karar ki, şim-diye değin topluluktan hiç kimse buna karşı durup, en küçük bir itirazda bulunmamış, hep saygıyla karşılayıp onaylamıştır. ‘Yedi Ulu Âşı-ğı’ her yönüyle derinlemesine inceleyerek ta-nıyıp anlayınca sizlerin de, benim bu naçizane görüşüme ve topluluğumuzun yüzyıllar önce vicdanen almış olduğu bu soylu karara itiraz-sız katılacağınızdan eminim. Çünkü sizlerde, onların çok üstün nitelikli şiirlerinde yer alan düşünce, duygu yansımalarının güzelliği kar-şısında hepsinin ter ü taze, net ve temiz bir or-tamda oluşan özgün, lirik, romantik, ateşli ve estetik bir aşk denizi olduklarını göreceksiniz. Onlar yaşamlarıyla ve her türlü yönleriyle nite-likli, donanımlı, yetkin/olgun kutsal birer zât olarak, her türlü övgü ve beğeniye layıktırlar; ürettikleri ölümsüz yapıtlarıyla, Alevi/Bektaşi

topluluğuna hayat veren onları renklendiren kişilerdir; şimdi tarihin ve şiirin yalın Batınî perspektifi nden bizlere hüzünlü ama gururla gülümsemektedirler. Onların şiirsel serüven-leri birer roman ya da fi lm gibi gözlerimizin önüne serilirken, biz onları yaşadıkları zulüm çağının ateşleri, baskıları, yıldıran takipleri ortasında sözcüklerden oluşan, kanlı şiir hari-talarında izlerini sürmekten, yarattıkları kut-sallık anaforlarında boğulmadan gezinmekten dolayı derin ve buruk bir kıvanç duyuyor, bu makale dizelerinde onları özümüzde âdeta ye-niden yaşıyoruz.

Yedi Ulu Âşık’lar hakkındaki akla gelen bazı soruları bu şekilde yanıtladıktan sonra, ana soruna girerek bu konudaki düşünceleri-mizi açıklamaya çalışalım.

Yedi Sayısının Kutsallığıa) Genel olarak sayıların kutsallığı, zaman sü-recinde Anadolu’nun o günkü toplum yapısı ve evren anlayışıyla sıkı sıkıya bağlantılı bulun-maktadır. Aslında yedi sayısının kutsal bir ni-telik taşıdığı bilgisi, Anadolu’ya dışardan ithal edilmiş bir olgudur. Mısır, Sümer, Akad, İran, Hind, Hitit, eski Yunan ve Roma kültürlerinde bu sayının ayrı bir önemi, bambaşka bir yeri bulunduğu bilinmektedir. Yedi sayısının taşı-dığı bu kutsallık başlangıcında bu kültürlerde, olaylarla, törenlerle, yaşanan kökensel bir ilişki içindeydi. Başlangıçta bu ilişkinin soyut inanç-lardan oluştuğu pek söylenemez; olayın kayna-ğında, doğayla insan arasında sıkı bir yaşam bağlantısı vardı, bu ilk kez Sümer uygarlığında kendini gösterdi. Yedi kat gök inancı ise, Babil, Sümer ve Anadolu halklarının din ve dillerin-de zamanla gerçek yerini aldı. Bu bağlamda, yedi kat gök, yedi iklim, yedi kat yerin altı, yedi deniz gibi birçok terimde yer alıp, dinsel açıdan da mabetlerdeki makam ve kutsal alan-lara hemen oturuverdi. Ondan sonra, Mısır ve Hititler yedi sayısına daha soyut açıdan önem ve kutsallık vermeye başladılar. Yani yedi sa-yısı bunlarda daha kutlu ve hayırlı sayıldı. Bu olgu, Anadolu’daki diğer ulus ve uygarlıklarda da yoğun biçimde bu yerleri korudu. Görülen o ki, yedi sayısı anılan kültürlere ilkin edebiyat yoluyla girmemiş, daha çok çağın anlayışına göre bilimsel nitelikli yolları tercih etmişti: Çocuk dişlerinin yedi yaşında çıkması, yedi yaşın bir dönüm çizgisi olması, ölüler için yedi gün yemeği verilmesi gibi motifsel terimler, bugün bile Anadolu halkının örf ve âdetinde, dilinde yer bulan antik motifl er olarak karşı-mıza çıkmaktadır. Bu mekânlarda halen de yedi sayısıyla ilgili çeşitli inançların yanı sıra; yine yedi sayısıyla ilgili birçok töresel motifl er türetilmiş, deyimler yaratılmış, bilmeceler uy-durulmuştur. b) Ayrıca yedi sayısı, çok tanrılı yerel dinler-den tek tanrılı dinlere de geçmiş eski bir mo-tiftir, bunun kaynağı ise İbrani dini ile Yeni Efl atunculuk kuramıdır. Yedi uyurlar, yedi ge-zegen, yedi kat gök, yedi kişi (Tanrı Ülgen’in yarattığı), yedi kapı, yedisini yapmak, yedi kollu şamdan, yedi dolaşma (Kâbe’deki bir tür tavaf), yedi bilge, yedi selâm (Mevlevilerde), yedi kule, Yedinci gün (Yahudilerde), yedi taş, yedi mühür, yedi kurban, yedi cin, yedi kez yı-

BAHAR ALKAYA - AYSUN ELDENİZ

Dostu BuluncaLila Müzik

Tel: 0212.249 52 76

BAZEN sesiniz kendi kendine çığırmaya başlar. Çünkü yüreği niz dile gelmiştir.

Onun coşkusu ve hüznü yırtıcı bir kuş gibi kanatlarını boşluğa bırakmıştır artık. Kim en-gel olabilir ki, o dumanlı dağların, mor süm-bül bozkırların yoksulluk ve yoksunluk kokan uçurumlarından aşağıya süzülüşünüzü. Düşle-riniz arasında sesiniz sizi aşar gider.

Bazen bunu diliniz söyler de kulaklarınız işitmez. İşte o zaman damlalar ya yüreğinizi düğümler ya da damla damla gözlerinizin kı-yısına kavisli yollar çizer. Bazen o soluk ala-mama halleri de dayanır kapınıza. Bir aşk gibi şaşırırsınız yolunuzu. Önünüzdeki sarp kaya-ları görmezsiniz de yürürsünüz.

Bahar Alkaya ve Aysun Eldeniz’in beraber Lila Müzik’ten çıkardıkları “Dostu Bulunca” albümü böyle bir ahvali içeriyor işte. Dönüp dönüp kuyusuna düştüğümüz hüzün kuyusu karşınızda ve dipsiz olarak sizi çekiyor. Al-bümdeki türküler “geleneksel karakterde” söy-leniyor. Birbirinden ayrılamayan iki kadın sesi birbirine tutunarak ya bir ağıta sürüyorlar ses-lerini albümde, ya da ezgisi dudaklarınıza he-men yapışan, tortusu boğazınıza düğümlenen deyişlere. Bahar Alkaya ve Aysun Eldeniz’e ait bu ilk albüm Erkan Oğur’un müzik direktör-lüğünde gerçekleştirilmiş. Asma Davul, Ben-dir ve Kopuz (aklınıza gelebileceği gibi Erkan Oğur’a ait), Cura, Divan Sazı, Bağlama, Şelpe (Engin Aslan’a), Abdal Bağlama, Kaval ve Du-duk (Suren Asaduryan’a ait tabii ki)

“Dostu Bulunca” Anadolu serisi olarak ha-zırlanmış. Albüm adını Erkan Oğur’un bir şiirin-den almış. İki özgün kadın sesini, yorumcusunu ortak bir projede buluşturan bir albüm. Sözler de sesler de dinleyince insana yarenlik ediyor. Albümün bazı parçaları usta işi. Ancak Bahar Alkaya’nın söz ve müziklerini yaptığı yeni çalış-malar da var ve onlar o usta işi çalışmaların yanı-na nasıl da yakışıyor. İşte “Yad Eller” şiirinden;

“Yaylaya giderken yolun olayımElinde kuruyan gülün olayımAğzında söyleyen dilin olayımYad eller duymadan sar beni beni

Ateşim yanıyor dumanım tütmezSöylediklerimi duymaz işitmezNe beni alır ne de terk etmezYad eller duymadan sev beni beni…”

Page 25: Sercesme Dergisi, Sayı 38, Şubat 2008

Şubat 2008 25

SERÇEÞME

kamak (köpeğin su içtiği kabı), yedi kız, yedi tecessüd (gövdeleşme)-yedi oğul, yedi kez ku-şak sarıp çözme (fütüvvet ehlinde), yedi kapılı makam (Sarı Kız söylencesinde), yedi mushaf, yedi bilge, yedi gün-yedi gece bu motifl erden sadece bazıları, bunların çoğu halk arasında bugün bile ayakta, dipdiri yaşamaktadır. Bütün bunlar ve benzerleri yedi sayısının bu coğraf-yadaki yerini, önemini ve kutsallığını gösteren olgular olarak karşımıza çıkmaktadır.c) Keza İslâm dininde de yedi sayısının kutsal-lığı, önemi yadsınamaz örfî bir gerçek. Bu mo-tif, tek tanrılı dinlerden ve Yeni Efl atunculuk felsefesinden şu ya da bu yolla İslâm’a, özel-likle de tasavvufa geçmiş simgesel bir motif-tir. Alevi/Bektaşilerde de yedi sayısı kutsal ve önemli yeri olan bir sayıdır. Üçler-Beşler-Ye-diler, Yedi farz, yedi deniz, yedi kat gök, yedi burç, yedi iklim, yedi padişah, yedi ayet, yedi mushaf, yedi kelâm, yedi harf, yedi tamu ve benzeri simgesel motifl erle çevremiz dopdolu-dur. Bu bağlamda Fatiha Sûresi bile, hem Ku-ran-ı Kerim’in bir özeti sayılır, hem yedi âyet-ten oluşur (Seb’ül-mesânî), hem de dört kitabın özeti/anası bilinir (ümm’ül-kitâb); bu suredeki yedi âyet, ‘Yedi Ulu Âşık’ın gerçek serçeşmesi sayılır, sanki onlar bu âyetlerden esinlenip bes-lenirler, onlardan ab-ı hayat, kevser içmiş gibi coşup esrikleşirler, Alevi/Bektaşi toplulukla-rında bunlar öyle kabul görürler.

İşte ‘Yedi Ulu Âşık’ kavramında yedi sa-yısının temel alınmasının tarihsel ve bölgesel nedenleri, gerekçeleri bunlar ya da bu yakın motifl er olsa gerek. Bütün bunlardan esinlene-rek “Yedi Ulu Âşık” deyiminin soylu, yüce, ulu ve kutsal nitelikler taşıdığına tüm Alevi/Bek-taşi canları tıpkı üçler, beşler, kırklar ve yediler nurundaki kutsallığın, dünyayı ve evreni yüce Tanrı adına yöneten güçler olduğuna içtenlikle inandıkları gibi; bu olguya da candan inanır-lar. ‘Yedi Ulu Âşık’ deyimindeki yedi sayısının bu kutsallıklardan telmihen, çağrışım yoluy-la geldiğini söylemek daha doğru ve gerçekçi olsa gerek. Yedullah sözcüğünde gizlenen bil-gi, Allah’ın eli ve nurudur. Alevi/Bektaşilerin “Yedi” rakamına yükledikleri bu kutsallığı en üst düzeyde gördüklerine somut örnek olarak, Hacı Bektaş Dergâhı Postnişinlerinden Ham-dullah Çelebi’nin Hakk’a yürümesi üzerine Âşık Veli’nin söylediği şu şiiri (yan sütunda) gösterebiliriz.

Niçin Bu Ozanlar Seçildi Ortak Özellikleri Nelerdir?

1. Seçim Şekli: Alevi/Bektaşilerin ‘Yedi Ulu Âşık lar’ arasına, Yunus Emre, Kaygusuz Abdal gibi diğer büyük ozanlarının niçin alınmadık-ları hususuna gelince, bu seçim ya da belirle-me, temelde hem bir sistem meselesidir, hem de “Yedi Ulu Âşık”ın yaşadıkları ve bu belirleme-nin yapıldığı 16., 17. ve 18. yüzyıllarda yaşamış Alevi/Bektaşi büyüklerinin düşünüp bu toplu-luğa sunarak kabul ettirdikleri, konuyla ilgili inanç ve düşüncelerin yansımasını gösteren bir sonuç belgesi durumundadır. Şöyle ki bu olgu, topluluğun o dönemlerdeki kamuoyunca oluş-turularak gündeme getirilen örtülü bir gelenek oylamasının olumlu sonucu da sayılabilir. Da-hası, Alevi/Bektaşi topluluğunun, tam olarak

saptanamayan bir tarihte bu büyük yedi ozanı-na, “Ululuk” sıfatını yakıştırmak suretiyle, on-ları sevip saydıklarını, beğeni görüşlerini, on-ları derinden benimsediklerini, tarih huzurun-da isteyerek, övünçle, kıvançla bu tercihi kabul etmelerinin bir tür örtülü belgelendirilmesidir. Onun için yedi büyük ozanın bu toplulukça oy birliğiyle bu makama seçildiklerinin kabulü gerekir. Böyle ulvî bir makama seçiliş tarihi ile onlara “Ululuk” sıfatının veriliş tarihi ne yazık ki kesin olarak bilinmemektedir, zaten biline-mez de; çünkü bu tarih her Alevi/Bektaşi’nin istediği, kabullendiği gönlünde yazılı hale dö-nüştürdüğü kutsal bir tarihtir diyebiliriz. Ama bu tarihin kesin olarak bilinmesi de zaten ola-naksızdır; bence bu tarihin bilinmesinin hiçbir önemi de yok. Önemli olan, böyle bir seçimin yapılmış olmasıdır ve bu yedi büyük ozana “Ululuk” makam, sıfat ve mertebesinin toplu-lukça uygun görülüp verilmesidir, bu sıfatın bir madalya gibi onların göğüslerine manen takıl-mış olmasıdır. Topluluk adına bu varsayımsal nitelendirme bile hepimize kıvanç, onur ve erinç veren bir durumdur. Bu derece donanım-lı, büyük ozanlar yetiştirmek ve onları takdir edip bu sıfatlarla ödüllendirmek her topluluğa nasip olamaz bir şey. Hepimizin gıpta ile bak-tığı bu yedi ozanın yaşam öykülerini, düşünce yapılarını ve yapıtları olan şiirlerini okuyup öğrendiğinizde, bu nitelendirmelere daha çok hak vereceğinizden eminim. Elbette ki; Yunus Emreler, Kaygusuz Abdallar, Miratiler ve daha yüzlerce ozan yine bu topluluğun yetiştirdiği değerlerdir; dahası yüksek nitelikli şiirlerin-den gurur ve onur duyduğumuz ozanlardır, bu makam ve sıfatlara onlar da elbette layık-tır. Bu yadsınamaz bir gerçek ama o makama layık görülen yedi ozanın sistemle ilgili ortak yönleri, üstün özellikleri, nitelikleri, özgün farklılıkları olduğu da saklanamaz bir gerçek; bunlara açıklık getirip değinmek doğru ve hak bilirlilik olur kanısındayım.

(Devam edecek)

ÂŞIK VELİ

Secdem Hamdullah’a DediHüvel hümmet Allah dedi. Hüvel Allahüssemad dedi.Lem yelid velem yüled dedi. Velem yekün lehü dedi

Küfven ahad entüm dedi. Niyazım var yedi yediBeytüllah’ta âyet yedi,Secdem Hamdullah’a dedi

Dergâh Hacı Bektaş Veli, Ol sultana entüm dediNiyazım var yedi yedi, Secdem Hamdullah’a dedi

Yer ile gök kat kat yediBu cihandaki hat yedi, Şah cihanda odur dediSecdem Hamdullah’a dedi

Bâ altında ismin koydu, Niyazım var yedi yediBurç yedidir yıldız yedi, Üç sünnet yedi farz dedi

Yedi tamuda göz yedi, Sendendir sana tamu od’u.Sırrından emin ol dedi, Secdem Hamdullah’a dedi

Niyazım var yedi yediAli Hasan Hüseyin adı, Zeynel Bakır Cafer dediMusa Rıza’ya erişti,

Takî Nakî Askerî zâti Mehdi evvel, âhir tahtı, Niyazım var yedi yediSecdem Hamdullah’a dedi

Hak Cebrail’i saldı, Âdem yap diye emir kıldıYetmiş yerden toprak aldı, Dört âlem bir olsun dedi

Ruhun kalıba üfl edi, Birliğim bilinsin dediNiyazım var yedi yedi Secdem Hamdullah’a dedi

Yedi yedi âyet yazdı, Taht’ın dört yanına düzdüİblis tavus imansızdı, Âdem’e secde et dedi

Hayret Havva nasıl azdı, Yanıldı da buğday yediNiyazım var yedi yedi Secdem Hamdullah’a dedi

Yedi mushaf yatmış yedi, Yedi esma çatmış yediYedi derya katmış yediSecdem Hamdullah’a dedi

Bin iki yüz altmış yediVeli’nin hocası idi, Niyazım var yedi yediSecdem Hamdullah’a dedi

VAHAP ERDOĞDU

Sermayenin Küresel Egemenliği ve İslam

ISBN 978-975-351-030-1 Ankara, 2007

13 cm x 19,5 cm boyutunda 240 sayfa

ONUR YayınlarıTel: 0312.417 00 08

BİR KİTAP

Page 26: Sercesme Dergisi, Sayı 38, Şubat 2008

26 Sayı 38

SERÇEÞME

Âşık Meftuni ile SöyleştikSeda Coşkun

Çocukluğunuzu anlatmakla başlayalım, doğdunuz köy nasıl bir yerdi?

Kahramanmaraş’ın merkeze bağlı Öksüzlü köyünde doğmuşum. Köyümde, mütevazı ve yoksul bir ailenin çocuğu olarak doğup büyü-düm. İlkokulu, Cemal Gürsel’in inkılâbından sonra yapılan okulda okudum ve oradan me-zun oldum; imkânlarım olmadığı için ileriye dönük okullara gidemedim. Tabii okula gide-meyen, bir iş sahibi olamayan, sanatı olmayan bir kişi olarak, çapa işçiliğinden, hayvan otlat-maya, dağlarda gücüm yettiği kadarıyla işlerde çalışarak hayatımı geliştirmeye başladım, on üç yaşında da halk şairliğine adım attım.

Köyünüzün Öksüzlü adını almasının bir hikâyesi var, bundan bahseder misiniz?

Öksüzlü köyü olmasının nedeni; Birinci Dünya Savaşı’na gidenlerin geri dönmeyişin-den dolayı, bu adı alıyor. Köyümüz o zamanlar yedi haneymiş, yirmi haneye yükselince, köy olarak nüfusa kaydedelim demişler. Köyümü-zün yanı başında bir ziyaretgâh var, buranın adı Küpeli Kız.

Neyi meşhurdur bu köyün neyle anılır de-nildiğinde; bir tarafımız zaten ziyarettir, bir de köyümüzde savaşa gidenler dönmedi, kadınlar dul kaldı, çocuklar öksüz. O zaman burayı Ök-süzlü köyü yazalım demişler, Öksüzlü Küpeli Kız köyü olmuş. Köyümüzle onur duyuyorum, köy halkımız misafi rperverdir, cana yakındır, tutkundur. Haksızlığa boyun eğmeyen bir ya-pısı vardır. Ben Avşar kökenliyim, İç Anadolu isyanlarında padişaha kafa tutup; “Ölen ölür kalan sağlar bizimdir, ferman padişahın dağ-lar bizimdir” diye çıkış yapan Dadaloğlu’nun sülalesinden geliyoruz bizler. Aşiretimize Av-

şarlardan ayrılan Kılıçlı aşireti, Kılıçlılar de-niliyor. Biz 34 tane köy bir aradayız, burada Aleviler yaşıyor.

Saz çalmaya nasıl başladınız?

Ben sazı Alevi cem cemaatlerinde zâkir-lik yapan, amcam Ulu Ahmet’ten öğrendim. Onun muhabbetlerinde, çalıp söyleyişlerin-den etkilendim. Köyümüzde de çalan insanlar vardı, tabii onlardan da etkilenerek ilerledim. Başkalarına benzemeyen bir mızrap kullana-rak sürdürüyorum. Bu benim kendime özel olan tarzım. Küçük bir saz alabildim, on beş liraya Ali Limoncu saz evinden, onunla yaz-dığım şiirleri besteledim ve İstanbul’a geldim. İlk olarak Cem Karaca ailesiyle tanıştım.

Kaç yılıydı İstanbul’a gelişiniz?

1967 yılında. O yıldan günümüze kırk yıl oluyor. Burada benim otantik çalıp söyleyişle-rimi görünce çok hayret ettiler. O yaşta, âşıklık geleneğine gönül vermem onları etkiledi... Ço-cukluğumda hayalimde ya bir tiyatro sanatçısı olmak ya bir köyde ilkokul öğretmeni olmak veyahut da bir halk ozanı olmak vardı. Öğret-men ya da tiyatrocu olamadım, ama halk ozan-lığını yapabiliyorum diyebilirim.

Peki, sizi kim keşfetti, Cem Karaca mı?

Onlar Âşık Mahsuni Şerif’i çağırdılar. Aş-kın Plak’ın sahibini çağırdılar. Beni dinlettiler, o gün sabaha kadar muhabbet ettik, beraber çaldık, söyledik, Samanyolu stüdyosundan gün aldılar, bir hafta sonrasında da “Her şeyin başı paradır para” isimli ilk plağımı piyasaya sürdüler.

Maraş olaylarının yaşandığı yıllarda siz de orada bulunuyordunuz, neler yaşadınız?

O yıllarda benim Maraş’ta müzik aletleri sa-tan bir mağazam vardı.

Hangi yıllar arasındaydı?

1975’te başladı, 1978’in sonlarına doğru Ma-raş olaylarında yağma yapıldı, yakıldı, yıkıldı işyerlerimiz. Can güvenliğimiz kalmadığı için de iş yerlerimizi terk ettik. Bir süre köye çekil-dim; köyde çiftçilik yaptım, zarar ettim. Onun sonrasında bir evlilik yaptım. Bu evlilikten bir kızım var, adı Bircan. Ekonomik nedenler, bir yandan 12 Eylül darbesi geldi, bu nedenle kon-serler veremedim, kaset yapamadım. Kaçak yol-larla yurtdışına gittim. 22 yıldan beri de Fransa, Paris’te ikamet ediyorum. Araba fabrikasında,

yine çeşitli işlerde çalıştım. Bir yandan da kaset yaptım. Orada, 1997 yılında Paris Alevi Kültür Derneğini kurdum ve başkanlık yaptım.

Şiirleriniz neler anlatıyor, ağırlıklı olarak hangi konulara yer veriyorsunuz?

Şiirlerimde hümanizmi severim, sofi st dü-şünceyi her zaman severim, fakat mistisizmi asla kullanmam, tembel niyetidir çünkü misti-sizm düşüncesi; bana ne, ona ne, sana ne, kime ne gibi., sözcükler. Riski severim, çünkü haya-tın bütün alanlarında risk vardır. Ben hiç kim-seye karışmayayım, sessiz sedasız çok efendi durayım diyerek iyi bir insan görüntüsü vere-bilirsin, ama bu tarz yaşamayı benimseyenle-rin yaşaması çok zordur. Hasretlik, yoksulluk, gurbetlik, dışlanmışlık, ezilmişlik, horlanmış-lık… Bunları yaşadığım için, şiirlerimde yer verdim. Yeri geldiğinde çok radikal şiirler de kullanmışımdır.

Siyasi şiirler mi?

Kısmen siyasi, kısmen teolojik düşünce. Tür-kiye’de Alevi toplumunun yaşam tarzını kabul-lenememiş bir sistemin karşısında basit sözler kullanamam, uyarıcı mesajlar veririm… Çün-kü biz bu ülkeyi en çok sevenleriz. Halk ozan-lığı bir vatanseverliğin başlangıcıyla gelir. Her ne kadar dünya kardeşliğini savunursan savun, önce sen kendi toprağında vatansever olmak zorundasın. Ben milli duygularıma çok önem veririm. İnsan sevgisi, senden başlıyor, sen nerdeysen orayı değerlendireceksin. Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunda Alevi toplumu-nun büyük payı vardır. Yaşaması için de bütün risklere hazırız, kendimizi öyle hissediyoruz. Türkiye Cumhuriyeti bağnazlığa, yobazlığa, Arabizme, gericiliğe, işbirlikçiliğe karşı bir düzendir. Onun için biz Atatürkçüyüz, bir kez daha dünyaya gelsem, yine Atatürkçü olurum.

Siyasi düşüncelerinizden bahsedelim.

1970 yılında askere gittim, İzmir Narlıdere’de istihkâm askeriydim. Yılmaz Güney üzerine bir plak okumuştum, ondan dolayı gözaltına alındım. Ufak tefek cezalar yaşadım. O zaman bana Yılmaz Güney’in bir tebriği gelmişti, o sıra kendisi de Selimiye’de yatıyordu. İzmir’in bende büyük anıları vardır. Geri geldiğimde de artık yine sazımı elime aldım. Gündemin si-yasetinde taraf tuttuğum olmuştur, bütün sol kesimin içeride inim inim inlediği 71–72 muh-tırasında biz Ecevit’i destekledik. Çünkü o ne ezilen, ne ezen hakça bir düzen istemiyle, 141, 142, 146, 454. maddeyi kaldıracak kararlar ala-

KAHRAMANMARAŞ’ta 1949 yılında doğan Âşık Meftuni (Mustafa Doğan) yaşamını 1987 yılından beri Fransa’da sür-dürüyor. Âşık Meftuni ile halk ozanlarının yükümlülük leri ve

yaşadığı sorunlar üzerine sohbet ettik.Âşık Mahzuni Şerif, Meftuni’yi şöyle anlatır: “Ozanlığın bütün asil hatlarını ve gerek lerini senelerdir muhafaza etmiş olup, şiirinde insan sevgisini, zulmünü, insan ezikliğini ve çağın baskıcı sistemlerini insanlığın ve inançların sağlam yanlarına dizelerinde mesaj olarak sunmuştur. Aynı toprağın, aynı ilin iki ço-cuğu olarak Âşık Meftun ile yıllardır gurur ve onur duydum...”

Âşık Meftuni duygularını açık yüreklikle dile getiriyor: “Sanatımdan hiç ekmek yemedim, hep zarar gördüm, ama terk et-medim onu. Eserlerimizi okuyan kişiler hep bedavacı davrandılar.

‘Siz halk ozanısınız, size paranın ne anlamı var, sizler bizim ba-balarımızsınız, sizler bize yardımcı olun ki, biz bu yolu sürdürelim deyip, hep bedava eserlerimizi okudular’. Devam ediyoruz; hakla-rımızı yeterince alamıyoruz, bu uğurda evimiz de dâhil çok huzur-suzluklar yaşadık. Hâlâ yaşıyoruz. Bu toplum halk ozanları yaşarken, onlara dilenci, beceriksiz gibi eleştirilerde bulunurlar. Öldükten sonra da onu insanüstü insan ilan ederler. Bu zayıf davranışından vazgeçip halk ozanlarına sahip çık-maları lazım… Toplumu bu olaylardan dolayı uyarıyorum. Bizlere sağlımızda sahip çıkmalarını istiyoruz, ölünce ağlamalarını asla kabullenemem. Ölüye ağlanmaz. Ölmeyen tek şey insanlıktır, dü-rüstlüktür. En büyük ibadet de dürüstlüktür, dürüst olmayan kişi ne kadar ibadet ederse etsin, benim için bir tiyatrodur, başka bir şey olamaz. Çizgi fi lm gibi bakarım ona ben.”

Page 27: Sercesme Dergisi, Sayı 38, Şubat 2008

Şubat 2008 27

SERÇEÞME

rak, insanları özgürlüğüne kavuşturmak için çalışmalar yapmıştır.

Siyasette aktif rol oynadınız mı?

Ben hiçbir parti üyeliği yapmadım. Bağım-sız çalıştım. Sol düşünce yanlış yapmış olursa ona da karşı çıkmışımdır. İllaki solcu olur iyi olur demedim, sağda da iyi insan var, solda da iyi insan var. Tümünü hiçbir zaman iyi kefesi-ne koymadım.

Müziğinizi herkes dinleyemiyor, yeterli kesime ulaşamıyor, bunu biliyorum. Bu durumda müziğiniz hangi çevreye hitap ediyor, dinleyici kitlesinin daha geniş bir alana yayılması için neler yapılmalı?

Yaptığım müziklerin ayrıcalıklı olduğuna inanıyorum. Başka birinin yaptıklarına benze-terek müzik yapmam. Ben otantik bir kompo-zitörüm. İçimden gelen üzüntülerime, aşkıma ve isyanıma göre müzik yaparım. Zaten biz bu-rada iken bir TRT vardı. 1975’te Âşık Mahzuni Şerif’le Kahramanmaraş Halk Ozanları Bizim Eller programını katıldım. Şu an CD’si elimde-dir, arşivime koydum. Onun dışında özel tele-vizyonlar yoktu, biz yurtdışına gittikten sonra özel televizyonlar başladı. Ben de 18 yıl bu ül-keye gelemeyince haliyle biraz uzakta kaldım. Yoksa benim daha önce yayınlanmış 22 tane taş plağım vardı, eserlerim çokları okumuş ve ismimi yazdırmamışlar. Bu nedenle bazılarıyla mahkemem olacak. Şu anda da okuyan sanat-çılar var eserlerimi.

Birkaç örnek verir misiniz?

Âşık Ali Nurşani, Engin Nurşani, Zara, Ce-mile Sönmez, Sevilay Genç, Fatma Şahin, Fatih Kısaparmak, Ankaralı Coşkun, Aydın Ertürk, Cevahir Güzel… İlk olarak aklıma gelenlerden bazıları böyle.

Eserlerini kime veriyorsunuz, çeşitli şartlar koyuyor musunuz?

Ben sesi güzel olmayan, sesini beğenmedi-ğim sanatçıya eserimi vermem. Bu benim temel prensiplerimdendir. Çünkü benim eserlerimde duygu vardır, duygusuz bir sese ben eserlerimi vermem. Okuyamaz, okuduğu zaman, dinle-yenler bir zevk almaz. Onun için önemli kişile-rin okumasını istiyorum ben, yoksa türküler ne kadar çok okunursa, o kadar güzelleşir.

Benim türkülerimi okusa çok iyi olur diyebileceğiniz biri var mı?

Tatlıses, Hasan Yükselir olabilir. Bayanlar-dan Zara’nın sesi güzeldir, Sabahat Akkiraz’ın sesi güzeldir. Bu gibi sanatçılar okurken güzel okuyorlar, eserleri tam okuyorlar.

Saz çalmaya ve ozanlığa karar verdikten sonra feyz aldığınız, sevdiğiniz, yakın bulduğunuz ozanlar var mı?

Ben Âşık Veysel’i, Pir Sultan Abdal’ı, Şah Hatayi, Virani, Dertli gibi büyük ozanlarımızı, Davut Sulari, Mahsuni Şerif gibi ozanlarımızın üretici dehasını örnek aldım, kabullendim, sev-dim. Onlar gibi bende iz bırakan bir insan ola-bilir miyim diye uğraşıyorum. Tabii onlar kadar olamam, ama iz bırakacağıma inanıyorum.

Zor günlerinizde size bir nevi can yoldaşlığı yapan ozanlardan, özellikle Âşık Mahzuni’den bahsedelim, nasıl bir ilişkiniz vardı, neler paylaştınız?

Mahsuni Şerif ile biz eşi Suna Hanım’ın ve-fatından sonra sık görüşmeye başladık. İstan-bul’da beraber günlerimiz geçti.

Kaç yılında tanışmıştınız?

1967’de tanıştık. 1975 yıllarına kadar sıkı iliş-kilerimiz oldu, uzun bir ayrılıktan sonra Paris’te karşılaştık, 1997 yılında, üç, dört gün bir arada kaldık.

Âşık Daimi ile merhabamız vardı. Davut Sulari’nin cemiyetlerinde bulundum, fakat ya-şım uygun olmadığı için onunla samimiyetim olmadı, Muhlis Akarsu arkadaşımdı, benim “ne sevdiğin belli ne sevdiğim” adlı eserimi kendisine mal etti, müzik ve sözlerinde değişik-lik yaparak. Feyzullah Çınar ile samimiyetim vardı, Haydar Akbaba’yla, Ali Ekber Çiçek’le, Mahmut Erdal’la, Nesimi Çimen’le, ayrıca onun evinde kaldım. Ruhi Su ile aile dostluğumuz var-dı, köyümüze kadar gelip misafi rimiz olmuştu. Bende onlarda birkaç kez kaldım, Nişantaşı’nda oturuyorlardı kendileri. Âşık Meçhuli’yle ilişki-lerim devam etti. Âşık Ali Nurşani’yle merha-bamız vardı. Ozan sıfatıyla kabul görmüş insan-larla çoğunlukla ilişkilerimi sürdürdüm.

Yurtdışında sanat yaşamınız devam ediyor, hangi müzik evlerinde sahne alıyorsunuz?

Paris’te bazı halk gecelerine katılırım, ge-cenin karakteri benim için çok önemlidir, ne amaçla yapılıyor, eğer amacı dışında kullanı-lacak bir geceyse asla gitmem, gitmemek için mazeret gösteririm. Çevresi tarafından sevilen insanların düğünlerine de bazı durumlarda giderim. Ancak tavırlarını, bizimle olan bağ-larını beğenmediğim, düşüncelerimize yakın olmayan kişilerin, düğünlerine dahi gitmem.

Derneklerle ilişkileriniz nasıl?

Derneklerin bazı durumlarından şikâyetçi-yim. AABF gerçek halk ozanları toplantısı ya-pıp, bu insanları toplumun sesi olarak, toparla-yıp konuşturmuyor ve toplumunun önüne dü-şürmüyor, bu büyük bir hatadır. Hiçbir zaman akademik ve teknik bir yönetimle, düşünceyle bu toplumu bir araya getirip güç kazandıramaz-lar, bunu unutsunlar. Kürt Alevi, Türk Alevi sözcüğüne karşıyım, Alevi Alevidir. Caferiler demek, Ehlibeytler demek, bunlara da karşı-yım. Sadece Anadolu Aleviliğinin genel yapısı bizi ilgilendiriyor. Çünkü Anadolu Aleviliği, kendisini geri çağdaki yaşam tarzına entegre etmiyor, gelişen dünya koşullarına göre kendi-sini değiştiriyor, çünkü Hz. Ali’nin de bir sözü vardır. Bunu Marks’a bağlamışlardır. “Hayatta değişmeyen tek şey, değişimin kendisidir.”

Bugünkü Alevilik istediğiniz gibi değil, nasıl görüyorsunuz, nasıl yorumlarsınız, gerçi bu konuya değindiniz, biraz daha açmak istiyorum, istenilen düzeyde değil, ne yapmak gerekiyor?

Aleviliği gerçek anlamda yaşatan köy Ale-viliğidir. Şehir Bektaşi-Aleviliğinin Aleviliği toparlayacağına inanmıyorum. Sistemin baskı-larının acımasızlığına karşın, en iyi şekilde, ek-sikleri de olmak kaydıyla, köy Aleviliği bugüne getirmiştir. Hem Türk dilinin, Türk kültürünün, hem de Aleviliğin bugüne kadar yaşamasının halk ozanlarına bağlıyorum. Dedeler bizim tür-külerimizle, o insanları tutmuşlar, bizim me-sajlarımızla. Çünkü dedelerin okuduğu eserler hep halk ozanlarının okuduğu eserlerdir.

Halk ozanlığı günümüzde geçerliliğini sürdürüyor mu?

Çok halk ozanıyım diyen insan var, ama çok az halk ozanı vardır. İsimle halk ozanı olunmu-yor, fi iliyat önemli, ahlak önemli, kişilik önem-li, bilinç önemli, samimiyet önemlidir.

Türkiye ile bağlantılarınız ne boyutta?

Türkiye’yi çok seviyorum, fakat Türkiye’nin çok tehlikeli bir ortama düştüğünü gördüm. Ondan dolayı üzgünüm. Dış güçler birinci de-recede kültürüne el atıp yozlaştırıyor, kültürden sonra ahlaki değerlerini erozyona uğratıyor. Bir dağın; ormanlarını, çiçeklerini, otlarını, dolu ve biçimsiz bir yağmurun götürmesiyle o dağın hiçbir güzelliği kalmaz. En ufak bir yağ-mur sele dönüşür. Şu anda kültürel bir erozyon başlatılmış, bu kültürün içindeki güzellikler yavaş yavaş erozyona uğruyor ve sonunda sele dönüşür diye korkuyorum.

Fransız yerel sanatçılarından bahsedelim.

Fransa’nın kendisine göre halk şairleri, kom-pozitörleri vardır. Mesela bir Ermeni var, çok yaşlıdır, onun besteleri, şu an çok pahalı bir şekilde satılıyor. Kendisi, onun tadını, lezzeti-ni yaşam olarak çıkaramadı, ama en sonunda kavga etti, seksenin üzerindedir yaşı. Şimdi Fransa’da en çok tutulan da onun eserleridir. Fransız şarkılarında genellikle sevgi işlenir, acı ve kırıcı cümleler kullanılmaz, onun için nazik bir dil olarak bilinir. Sivile olmuş, sivilizasyon demek zaten medeniyetin kendisi demektir. Si-vilize edilmiş, medenileştirilmiştir.

Yakın zamanda gerçekleştirmeyi düşündüğünüz projelerinizi öğrenebilir miyiz?

Kafamın içinde çok projeler var tabii. Bir ta-nesi buradaki kültürü, yurtdışındaki gençlere sevdirmek, yaşatmak. Bir tanesi, aynı düşün-ceyi Anadolu’ya yerleşerek uygulayabilmek, diğeri de kendisini burjuva gösteren, bozulan bir yapının içine gelerek, bu işe dur diyecek bir örgütlenmeyi düşünüyorum. Burada bizim görev almamız doğaldır, çünkü biz halk oza-nıyız, halk ozanları kabuğunda kalmamalıdır, kabuklarını kırmalıdır, topluma önderlik yap-mayı bilmelidir, biz en ağır yükü üstlenmişiz, en zor görevi üstlenmişiz.

Peki, öncelik vereceğiniz ilk projeniz hangisi olacak?

Öncelikle Anadolu’yu düşünüyorum, çünkü her şey oradadır, Maraş’ta da olur, Antep’te de olur, Malatya’da da olur. Buradaki hayat anla-yışını benimseyen insanlar toplum duyguları-na dönemiyor, geçmişini irdelemiyor, şeceresi-ni alıp okumuyor. Okuyamadığı için de dar bir çerçeve içerisinde gelişen teknolojinin, hayat tarzına kendini kaptırmış.

İstiyor ki; pahalı bir telefonum olsun, hiçbir şeyim olmasın, istiyor ki bir tek arabam olsun, hiçbir şeyim olmasın, evim olsun bir tek yaşa-rım diyor. Hayır, bu doğru değil. Önce sağlam yaşamayı, dürüst yaşamayı, iyi örnek olmayı projemize koyup yola çıkmalıyız, öbürleri olur, er geç olacaktır.

Bizler çok imkânsız yaşadık, ama umutsuz yaşamadık. Bu toplum insanı yerden yere de vurabilir, zirveye de çıkarabilir. Şu anda laçka edilmiş bir ortam var. Burada artık toplumsal düzenin yara aldığını, aile düzeninin şüpheli duruma düştüğünü görüyoruz. Aile toplum ol-manın çekirdeğidir. Bireyler nasıl toplum olur; bir bekâr kişi evlenir bir eşi olur, iki kişi olur-lar, çocukları olur. Çocukları evlenir, birbirle-rine amca olur, teyze olur, hala olurlar.

Derken bir toplum olurlar. Toplum olmanın yolunda, çekirdek kadro olan aile çok önem-lidir.

Söyleşi için çok teşekkür ediyorum.

Page 28: Sercesme Dergisi, Sayı 38, Şubat 2008

KÜLTÜREL haklar ve kimlik ko-nusuna gir meden önce “kültür” ve “kimlik” sözcükleri üzerinde durmak istiyorum. Gündelik ya-şamımızda sıkça konuştuğumuz

bu iki kavramı açmak gerekiyor. Kültür, ta-rih ve toplumsal gelişme süreci içinde yaratı-lan tüm maddi ve manevi değerler ile bunları sonraki kuşaklara iletmede kullanılan, insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların bütünü olup, çok yönlü bir kavramdır.

Toplumsal grupları düzenleyen düşünce, sanat, etnisite, inanç, dil ile gelenek ve göre-nekleri içine alan bir bütündür.

Bu nedenle kültür halkbilimini, sanatı (mü-zik, resim, dans), giyim-kuşamı, beslenme yi, inancı, mimariyi ve tüm inançsal ritüelleri de kapsar.

İnsan soyu kendi özünü, benliğini, kültürü aracılığı ile açıklar. Bu nedenle de kültür, in-sanlığın evrensel boyutunu, gücünü oluşturur.

Kültür, insan eliyle ortaya çıkmış olan de-ğerlerin tümüdür. Bu ürünler/ değerler, belli insan grubu, belli bir sınıf ve ulus için, hatta insanlık için değerlidir.

Bir toplumda geçerli olan ve gelenek duru-munda süregelen her türlü duygu, düşünce, dil, mimari, sanat ve yaşayış öğelerinin tümüdür.

Dinler yalnızca inanç esaslarını belirlemez. Aynı zamanda sosyal oluşumlardır. Ahlaki dü-şünceler, ibadet biçimleri ve ritüeller, dinin sosyal yönünü belirler.

Dinsel olayları; * İnançlar/duygular, * İba detler/ritüeller olmak üzere sınıfl andırabiliriz.Bazı eleştirilere karşın antropolojik/ etnog-

rafi k kültür tanımını E. B. Taylor yapmıştır:“Kültür ya da uygarlık, geniş etnografi k anlamında insanın bir toplum üyesi olarak edindiği bilgi, inanç, sanat, ahlak, yasa, âdetler ve diğer yeti ve alışkanlıklar içeren karmaşık bütündür.”

Kısa bir tanımıysa; “Anlam, değer ve öznel-likler oluşturan bir dizi maddi pratiktir.” 1

“Günümüzde kültüre, bir toplumun ya da toplumsal bir grubun karakterine damgasını vuran tinsel ve maddi, düşünsel ve kolektif ayırt edici özelliklerinin bütünlüğü gözüy-le bakılabilir. Kültür, sanat ve edebiyat’ın yanı sıra, yaşam tarzlarını, insan varlığının temel haklarını, değer sistemlerini, gele-nekleri ve inançları da kapsar.” 2

Bu tanımlama belli bir grubun kültürünün karakterini ortaya koymak için, o kültürün “ayırt edici özelliklerini” öne çıkardığından, böylelikle kültürel kimlik kavramına da netlik getirmiş olmaktadır.

KimlikKısaca bir aidiyet olayı, bir birlik, bir bütünlük duygusu, bir sahiplenmedir.

“Bir insanın yerel, bölgesel, ulusal toplu-luğuyla ve bu topluluğu belirleyen ahlaki ve estetik değerler ve dille kendiliğinden özdeşleşmesi, bu topluluğun tarihine, ge-leneklerine, törelerine ve yaşam tarzları-na sahip çıkma biçimi; ortak bir yazgıya katlanma, bu yazgıyı paylaşma ya da de-ğiştirme duygusu; sürekli olarak kendi görüntüsünü yansıtan, eğitim yoluyla kişi-liğini oluşturmasını ve çalışarak bu kişiliği geliştirmesini sağlayan kolektif bir ben’de

yansılanma biçimi, işte kültürel kimlik, her şeyden önce budur.Aynen bu biçimde ortaya çıkmasa da ya da sınırları az çok farklı olsa da kültürel kim-lik, her insan için dünyayla ve toplumsal bütünle ilişkilerini olumlu ya da olumsuz yönde belirleyen bir tür temel denklem iş-levini görür.Oysa günümüzde, halkların kültürel yaşa-mının temelini oluşturan şeyin tehdit altın-da olduğu gittikçe daha açık bir biçimde görülmektedir. Yerel kültürlere yabancı kültürel modellerin dünya çapında yayıl-ması, basın-yayın ve kitle iletişim araçları-nın olağanüstü yankıları, üretim tarzlarının evrenselleştirilmesine bağlı olarak zevkle-rin ve yaşam biçimlerinin standartlaşması, kimi geleneksel değerlerin yitip gitmesi ve yeni değerlerin güçlükle boy göstermesi, birçok toplumun, tehlike altında olan kül-türel kimliklerini koruma, savunma ve geliştirme konusundaki kaygılarını açıkla-maktadır.” 3

Hiçbir kimlik sabit ve türdeş değildir, ön-cesiz ve sonrasız değildir. Koşullara ve gerek-sinmelere göre hangi kimliğin öncelikli olduğu zamanla değişebilir.

Ülkemizde 1980 öncesi ve 1980 sonrası kimliğe verilen değer ve kimlik önceliği ayrı olmuştur. 1980 sonrası kimlik üzerinden siya-set yapılması da bir gerçekliğimizdir.

Kültür ve kimlikler içiçedir ve etkileşim içindedir. Etkileşimin kendine benzetmeye dö-nüşmemesinin tek yolu, devletin demokratik bir yeniden yapılanmaya gitmesidir.

İçinde bulunduğumuz yeni bir anayasa sü-reci yalnız içerik ve kapsam olarak değil, katı-lımcılığı esas alan bir süreç olarak değerlendi-rilirse, bir fırsat değerlendirilmiş olacaktır.

Farklı kimliklerin yalnız bireysel olarak özelde değil, siyasal alanda da temsili gerekir. Ancak böylece “çoğulculuk” ilkesi gerçekleş-tirilmiş olur.

İnsana özgü bir kavram olan kimliğin iki bileşeni vardır:

* Tanımlama ve tanıma* Sahiplenme/ aidiyetBu bağlamda da kimliği, mensubiyete göre: * Etnik kimlik* Dinsel kimlik* Ulus kimliği* Sınıf kimliği* Cinsiyet kimliği* Coğrafi kimlik (bölge, köylü, kentli gibi)olarak sıralayabiliriz.

Alevilik ve Sorunlarıİnanç ve metafi zik boyutu bir yana, sosyo-psi-kolojik açıdan dinin toplum ve bireyler üze-rindeki derin etkisi yadsınamaz tarihsel bir gerçekliktir. Ayrıca, bireysel kimliğin ve grup kimliğinin oluşması açısından yüklendiği işlev de küçümsenemez.

Bu açıklamadan sonra “emik” bir yakla-şımla ve Amin Maalof’un belirttiği gibi “in-sanlar en fazla saldırıya uğrayan aidiyetine mi sarılma eğilimindeler?” saptaması gereği ben de Alevilik ve sorunlarına değineceğim.

Alevilik Orta Asya, Ön Asya, Orta Doğu ve Mezopotamya kökenli birçok din, inanç, öğ-reti ve kültür mirasının, Anadolu’da uzun bir süreçte değişik sosyo-ekonomik ortamlarda yeniden yapılanmasıyla kendi kendini yarat-mış, bağdaştırmacı (senkrenik), sezgici (gnos-tik) ve kamu tanrıcı (panteist), ezoterik (bâtıni) bir inanç sistemidir.

Bir kültür ve yaşam biçimidir.“Her şey eşittir ve birdir” anlayışıyla, doğa-

da/ evrende var olan varlıkların birliği (vahdet-i mevcut) felsefesini savunan Alevilik, toplum-sal ve tarihsel bir olgu, bir gerçeklik olup, onu tek bir din ya da inanç yapısı içinde düşünmek ve yorumlamak olanaklı değildir.

Alevi felsefesi maddi olan “ben” ile ideal olan “ben” arasındaki ilişkinin tasarımını ya-par ve açıklamasına çalışır. Kabul ettiği hoş-görü, hümanistlik (insancıllık) ve “her şeyde birlik” arayışı ona dinler üstü bir kimlik ka-zandırdığından da evrenseldir.

Sünnilik (Ortadoksi) “İlm-i İlahi’yi”, öbür dünyayı, ümmetçi bir toplumu, kaderciliği ve dogmatizmi esas alırken, Alevilik “İlm-i İn-san”ı, bu dünyayı, toplumsal yaşamı, gelişim, değişim ve eşit bölüşümü esas alan ve “insan”ı merkeze koyan bir inanç ve öğretidir. Varlığı “var olma” durumuna getirenin akıl ve bilinç olduğunu kabul eder.

İktidara eleştirel yaklaştıkları için de hep dışlanmış ve ötelenmiştir.

Gerek bir inanç olarak gerekse ibadet biçi-mi yönleriyle Sünnilikten farklıdır. İbadet biçi-mi olarak kabul ettiği “cem”i, “cemevleri”nde yaparlar, camiye gitmezler, Hacca gitmezler. Diyanet İşleri Başkanlığı’nca atanmış maaş-lı din adamları yoktur, böyle bir istemleri de yoktur.

Özetle: Alevilik Tanrıyı, evreni ve insanı kendince algılama ve yorumlama biçimidir.

Bu yönleriyle de Anadolu’nun yadsınamaz bir gerçekliği ve kültürünün temel taşlarından biridir. Tüm bunlara karşın, her dönemde (Sel-çuklu, Osmanlı ve Cumhuriyet) siyasal erkin genel ve değişmez eğilimi “tek etnik yapı” ve “tek inanç” olup, bu yaklaşım ve anlayış Ana-dolu’nun tarihsel ve toplumsal gerçeklerine ters düşer. Çünkü Anadolu, bir uygarlıklar be-şiği ve kavşağı, bir inançlar ve kültürler çeşitli-liğinin coğrafyasıdır.

Aslında, Cumhuriyet yönetiminin yeni ola-rak ilan ettiği ideolojilerin arkasında, Osman-lı’dan devraldığı statü toplumunun değerlerini koruma anlayışı vardır.

Bu “tekçi anlayış” ve bu anlayışa göre ya-pılanma, yapıyı ve kurumları sürdürmeye yö-nelik hukuk düzeni ve yasalar, yaklaşımlar, toplumsal barışı bozan temel yanlışların kay-nağıdır. Oysa insanlık tarihten;

Tekçi anlayış ve uygulamaların, zorun ve baskıcı sistemlerin, otoriter yönetimlerin dü-şünsel beslenme kaynağı olduğunu;

Böylesi bir coğrafyada “tek etnik yapı” ya da “tek inanç”tan söz etmek olanaksızdır. Bu du-rum, çeşitlilik, çoğul yapı bir zenginlik kayna-ğı ve bu zenginliğin yarattığı olumlu bir dina-mizmdir. Çoğulculuk ve çeşitlilik bir zenginlik olup günümüz dünyasında kültürel, dilsel ve dinsel açılardan homojen/ uyuşumlu bir ülke

28 Sayı 38

SERÇEÞME

DİN VE İNANÇ ÖZGÜRLÜĞÜ AÇISINDAN ALEVİLER

Kültürel Haklar ve KimlikKamil Ateşoğulları

Page 29: Sercesme Dergisi, Sayı 38, Şubat 2008

Şubat 2008 29

SERÇEÞME

SERÇEŞMEOKUYUCULARININ KATKISIYLA

ÇIKIYOR VE DAĞITILIYOR

Serçeşme’nin gerçek sahibi Serçeşme’den niyaz alan okuyucularıdır.

Serçeşme’yi çıkaranlar ve dağıtanlar yurt içinde ve dışında çalışan, emeğiyle geçinen insanlardır.

Serçeşme canların özverisine, paylaşımcılığına, çalışkanlığına güvenir ve zorlukları birlikte aşma gücüne dayanır.

Serçeşme eli kalem tutan tüm canlardan yazı, haber, fotoğraf, yorum, nefes, deyiş bekliyor.

Serçeşme tüm canları temsilci olmaya, canları abone yapmaya, yörelerine derginin toplu getirtilmesine ve elden dağıtılmasına katılmaya çağırıyor.

TEMSİLCİ CANLARYURTDIŞI

Avrupa Baş Temsilciliği Hüseyin Akın +49.177.871 58 44Almanya: Berlin Zeki Konuk ................. +49.172.305 92 29 Darmstadt Salih Uzunkavak ............ +49.176.221 45 67 Frankfurt İbrahim Küdük ..................+49.179 972 43 11 Gladbach Behçet Soğuksu ............. +49.173.510 03 54 Heidelbeg Sedat Bican ................... +49.170.751 25 35 Hamburg A. Varol ............................ +49.172.453 14 62 Hanau Kemal Nayman ..................... +49.173.667 72 91 Kassel Hüseyin Öztürk .................... +49.162.153 33 20 Kiel Erdoğan Aslan .......................... +49 174.164 98 33 Köln İda Kitabevi ............................. +49 221.620 04 95 Müncen Metin Karataş .................... +49 179.207 20 65 Oberhausen Mehmet Kaz ............... +49.173.612 01 95 Stuttgart Kılavuz Bakır .................... +49.162.909 70 70Avusturya: Tirol Hüseyin Polat ............ +43.650 841 55 99Belçika: Brüksel Kazım Bakırdan .......... +32.473 49 37 12Fransa: Laxou Nancy Ahmet Kesik ........ +33.682 07 76 16 Evry Erdal Bulut-Hasan Yağmur ........ +33.612 65 20 50Hollanda: Schieadan Halil Cimtay ......... +31.619 92 22 84 Ulft Ali Rıza Ağören ........................... +31.651 25 63 19İngiltere: Londra İsmail Büyükakan ..... +44.776 822 07 62İsviçre: Bienne İbrahim Bakır ................. +41.788 89 15 54Kanada: Toronto Ahmet Akkuş ............... +1.416.652 98 54K. Kıbrıs: Lefkoşe A. Muzaffer Şimşek .......0533 845 21 02Norveç: Drammen İsmail Doğan ...............+49.419 21 505

YURTİÇİAdıyaman: Merkez Aşık Özeni ..................0532.624 83 09 Gölbaşı Kenan Tezerdi ..........................0535.949 43 13Afyon: Sandıklı Metin Özdemir ...................0536.886 48 56Amasya: Merzifon Ali Kiziroğlu ..................0535.644 27 25Ankara: Merkez İsmail Metin .....................0532.644 95 37 Sıhhiye Av. Timurtaş Özmen .................0532.313 87 78Antalya: Merkez Gülçin Akça .....................0532.283 72 80Aydın: Bozdoğan Metin Acar ......................0505.583 71 90Burdur: Merkez Mehmet Turan .................0248.234 37 17Denizli: Merkez Hasan Erden .....................0532.577 58 73Diyarbakır: Merkez Mehtap Ürer ...............0535.872 63 03Eskişehir: Merkez Bekir Güven .................0222.233 06 90Gaziantep: Merkez Hüseyin Uğur ..............0533.525 42 52Hatay: İskenderun Haydar Kalkan .............0326.614 26 50İstanbul: Alibeyköy Veysel Köse ................0544.305 39 23 4. Levent Hüseyin Düzenli ....................0555.204 73 79 Avcılar Mustafa Kılçık ...........................0536.552 68 75 Beşiktaş Suat Akoğlu ............................0532.314 63 69 Çağlayan Ali Ulvi Öztürk .......................0212.224 22 42 Kadıköy Kazım Erol ..............................0533.553 33 86 Sarıgazi-Taşdelen Ergül Şanlı ..............0532.410 51 79 Sultanbeyli Sadegül Çavuş ...................0535.491 07 58İzmir: Bornova Hüsniye Çınar .....................0532.512 59 62Kars: Kağızman Miskini ..............................0535.601 02 19Kırklareli: Merkez-Kofçağız Mustafa Can ..0533.648 81 22Kocaeli: İzmit Ali Buğdacı ..........................0532.252 12 06Malatya: Merkez Hasan Karahan ...............0539.348 64 87Manisa: Salihli Muhammet Petekkaya ........0538.218 90 52Maraş: Elbistan Derviş Şahin .....................0544.217 98 05 Nurhak Hasan Çadır .............................0535.511 12 99Muğla: Yalıkavak Yasemin Sağlam .............0535.829 39 84Samsun: Terme Emrah Çolak ....................0542.341 33 03Tekirdağ: Merkez Hasan Arslan .................0282.263 05 79Tokat: Merkez Ali Rıza Yıldız ......................0536.212 49 54Urfa: Akpınar Cafer Özel .............................0543.949 84 07 Kısas Ahmet Aykut ................................0536.777 63 47 Sırrın Sadık Besuf .................................0535.472 05 45Zonguldak: Merkez Bahattin Arı .................0544.246 09 17 Karadeniz-Ereğli Cemal Kenanoğlu.. .....0532.740 42 50

BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR

(Devamı 30. Sayfada)

kalmamıştır gerçeğini öğrenmiş bulunmakta-dır. (İstisnası: İzlanda ve Kore)

Eğer bir inanç ve felsefi düşünce, en değer-li varlık olarak “insan”ı görüyor ve “insan sevgisi”nin en üstün değer olduğunu kabul ediyorsa, hiçbir inanç ve kültürü, diğerlerin-den üstün göremez. Kendisini “asıl öğe”, “biz” görüp, kendi gibi düşünmeyen ve inanmayanı da “öteki” sayamaz. Çoğulculuk günümüzün yadsınamaz bir gerçekliği olarak dar düşünce kalıplarını zorlamaktadır. Bu konuda değişim ve gelişme; insanın, toplumun ve devletin de-mokratikleşmesi ve demokrasi kültürünün iç-selleştirilmesine bağlıdır.

Çözüm yolu, 85 yıllık Cumhuriyet’in gü-nümüzde geçerliliğini yitirmiş tekçi anlayışın kurumlar ve yapısının toplumsal ve tarihsel gerçekler ve gerekler doğrultusunda değiştiril-mesi, özetle Cumhuriyet’in demokratikleşme-sinden geçmektedir.

Genelde devletler merkeziyetçi yapıdadır-lar. Model/ kurgu/ paradigma bu anlayışa göre-dir. Merkeziyetçiliğin tonu da ülkelere göre de-ğişmekte olup, o ülkenin jeostratejik durumu, etnik ve inanç yapısı, tarih gibi etkenlere göre değişir.

Artık uzlaşarak, ortak paydalar bularak, temel mutabakatlar sağlanarak birlikte, bir arada yaşamanın yollarının arandığı bir dünya-da yaşıyoruz. Bugün, kuşku ve korkulardan kurtularak “değişik kültürleri” bir bölünme/ parçalanma nedeni görmeden önce kafaları/ mentaliteyi sonra da yasalar, kurumlar ve ya-pıyı değiştirerek aslında geç kalınmış değişik-likleri bütünsellik içinde gerçekleştirerek, geli-şimin sağlanması gerekiyor. Ayrıca, yasalarda değişiklik yapmak yetmiyor, içtenlikli uygula-malar da kaçınılmaz bir zorunluluk ve görev olarak karşımıza çıkıyor.

Önümüzde yol gösterenimiz/ kılavuzumuz da var: Kopenhag Kriterleri. İnsan Hakları Ev-rensel Bildirgesi’nden, Kopenhag Kriterleri’ne geliş sürecinde temel sorun, erki elinde bulun-duran siyasal örgütlenme olan devlet karşısın-da “insanın nasıl korunacağı ve özgürleşece-ği” olmuştur.

Birleşmiş Milletler, Özgürlükler Özel Ra-portörü Abdullah Amor’un 1997 yılında hazır-ladığı raporda, Müslüman olmayan azınlıklar ile Alevilere yönelik ayrımcı, âdil ve eşit olma-yan düzenleme ve uygulamalara değinilmiştir. Ayrıca din ve ahlak öğretimi ile Diyanet İşleri Başkanlığının örgütlenmesi ve çalışmaları ör-neklerinde olduğu gibi pratikte Alevilerinki dâhil tüm diğer yorumları dışlayarak yalnızca Sünni/ Hanefi öğretisine yer veren Devletin tu-tumuna da vurgu yapmıştır.

Aleviler, gerek Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu’nca hazırlanan 1992 ta-rihli bildirgede belirtilen, gerekse diğer ulus-lararası belgeler ve Avrupa İnsan Hakları Mah-kemesi’nin içtihatları doğrultusunda ortaya çıkan;

* Varlıklarının korunması* Dışlanmama* Ayrımcılığa uğramama* Zaman içinde eritilmeme (asimile edilme-

me)koşullarına uyulmasını istemektedirler.Barış, yalnızca savaş halinin son bulma-

sı değil, her türlü şiddet ve baskının ortadan kalkmasıdır. Bir toplumda barış içinde, bir ara-da yaşanması ve barış ortamının oluşturulma-sı/ sağlanması; insanı maddi ve manevi olarak alçaltan özgürlükleri ve hakları kısıtlayan, kul-lanılmasını önleyen tüm eylem ve davranışla-rın son bulmasıyla sağlanabilir.

Alevilerin İstemleri Uluslararası belgelere, insan haklarına ve

özgürlüklere dayalı bir “toplumsal mutaba-kat sözleşmesi” olan eşitlikçi, özgürlükçü ve çoğulculuğu temel alan demokratik bir Ana-yasa ve ilgili yasalarda değişiklik yapılarak Anayasa’nın uygun duruma getirilmesini,

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın anayasal bir kurum olmaktan ve “genel idare yapısı”ndan çıkarılarak, tüm inanç temsilcilerinin yer aldı-ğı “İnanç işleri Üst Kurumu/ kurulu” oluştu-rulması ve bu kurumun “hizmet verme” kuru-mu değil, “düzenleme ve denetleme” ile görev-lendirilmesini,

Zorunlu din ve ahlak dersinin kaldırılması bağlamında

Avrupa İnsan Hakları Mahkeme’sinde, İn-san Haklarını ve Temel Özgürlükleri Koruma Sözleşmesinin 9. maddesi ve Ek 1 protokolün 2. maddesine aykırılık gerekçesiyle karara bağ-landığı gibi Anayasa’nın 24/son maddesindeki “zorunlu din ve ahlak eğitim ve öğretimine” son verilerek Alevi çocuklarına uluslararası belgelere de aykırı olarak yapılan psikolojik- sistematik işkenceye son verilmesini,

Zira “zor”un olduğu yerde özgürlük yoktur.Sistematik işkence; bir kimseyi kendi is-

tenci dışında eğitim ve öğretime tabi tutmadır. Ayrıca bir zorlama;

* Bilerek ve bir amaca yönelik olarak ya-pılıyorsa,

* Ülke çapında, yaygın olarak yapılıyorsa,* Sürekli (bir eğitim boyunca) ve periyodik

olarak yapılıyorsa, bu, insanlık dışı bir sistematik işkencedir.

Alevi köylerine zorla cami yapılması ve cami olmayan köylere imam atama uygulama sının durdurulması ve cem evlerinin AB Ko mis-yonu’nun 2004 İlerleme Raporunda da sözedil-diği gibi hukuksal güvence altına alınmasını,

Alevi kimliğinin tanınmasını ve kendi öz-günlüklerini yaşamalarının ortamının hazır-lanmasını ve dışardan kendi inançsal kimlik-leri için tanım yapılmamasını,

Kendi dışlarında yaratılacak bir temsiliyetin kabul görmeyeceğinin bilinmesini,

Bu güne kadar sürdürülen inkâr, imha ve görmezden gelme politikalarının yeni bir si-yaset biçimi olarak gündeme getirilen “yeni açılım” ve “sorun çözme”lerin terk edilmesini (Son girişimden ders çıkarmaları gerekir.)

667 Sayılı Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Seddine ve Türbedarlar ile Bir Takım Ünvan-ların Men ve İlgasına Dair Yasa’nın 1. madde-sinin 2. fıkrasındaki Alevi-Bektaşi din adam-larına yönelik aşağılamaların çıkarılmasını ve Alevi- Bektaşilerce “Serçeşme” olarak ka-bul edilen Hacı Bektaş Dergâhı’nın Kültür ve

“Herkesin kimliği olarak kabul ettiği şeye

yeni yüzyıl, yeni bin yıl boyunca gitgide daha fazla önem kazanmaya

aday yeni bir bileşen katabilmek: İnsanlık macerasına da dâhil olma duygusunu”

(A. Maalauf - Ölümcül Kimlikler)

Page 30: Sercesme Dergisi, Sayı 38, Şubat 2008

30 Sayı 38

SERÇEÞME

Turizm Bakanlığına bağlı bir müze olmaktan çıkarılarak gerçek sahiplerine verilmesini, bu Dergâhtan alınan elyazması kitapların ve diğer eşyaların geri verilmesini, yurtdışına çıkarılan eserler için gerekli girişimin yapılmasını,

Madımak Oteli’nin Solingen de yapıldığı gibi bir “müze” olmasını,

Her Muharrem ayında TRT radyo ve televiz-yon kanallarında Alevi örgütlerince program yapılmasını,

AB Komisyonu, Parlamento ve Konseyi’nce 2004 yılı İlerleme Raporunda yer alan husus-ların yerine getirilmesini, bunun da çözüm yerinin Türkiye olduğunun ve birlikte çözüme hazır olunduğunun bilinmesini,

Bu ülkenin, eşit haklara sahip yurttaşları olmak ve vatandaşlık hukukunun demokratik-leşmesini, istiyorlar.

Toplumsal Barış:Din ve İnanç Özgürlüğünün

GerekleriBarışçı bir toplum, ancak bir “toplumsal söz-leşme” ile kurulabilir. Toplumumuzda, top-lumsal grupların bir araya gelerek uzlaşmaya dayalı bir “ortak payda” arama, farklılıkların birbirini kabullenerek “bir arada yaşama” gibi bir gereği yerine getirme kültürü ne yazık ki henüz oluşmamıştır.

Toplumsal yapımız içinde, yığınlarca so-runlarla kuşatılmış, horlanmış, dışlanmış, ay-rımcılığa ve hak ihlallerine uğramış bir kesim olarak Aleviler de bulunmaktadır.

Ülkemizde kalıcı ve onurlu bir barışın ve demokrasinin yerleşmesini isteyen farklı inanç-ların, farklılıklarıyla birlikte eşit koşullarda ve özgürlük içinde bir arada yaşamasını iste-yen güçlerin; yeni bir toplumsal yapıyı kurma projesi/ tasarımı için çözümler üretmeleri, de-ğişim ve gelişim projelerini/ tasarımlarını bir-likte yaşama geçirmenin ortak mücadelesini vermeleri gerekir.

Demokrasi, bir birlikte yaşama kültürü olup, yalnızca ayrımcılık yapılmaması yetmez, uzlaşmanın da sağlanması gerekir.

Farklılıkları olduğu gibi kabul ederek, sevgi ve hoşgörü göstermek, farklı kimliklerin birbi-rine bağlılığını arttırır ve giderek uyumlu bir birlikteliğin yolları açılır. Bu uyum, toplumsal barışı ve aynı zamanda refahı da getirecektir. 4

Din ya da İnanç Özgürlüğü* Hiçbir kimseye, din ya da başka inançtan ge-rekçesiyle herhangi bir devlet, kurum, grup ya da kişilerce ayrımcılık yapılamaz, hoşgörüsüz-lük gösterilemez.

* Tüm devletler ekonomik, siyasal ve kül-türel yaşamın her alanı ile ilgili olarak ayrım-cılık yapılmaması için gerekli önlemi almakla yükümlüdür.

Bu bağlamda da;* Vicdan, inanç ve din özgürlüğü, bir dini

ya da inancı benimseme, tek başına açık ya da özel olarak ibadet uygulama ve öğretmeyi,

* Bir din ya da inancın açığa vurulmasını,* İbadet ya da toplanma amacıyla ibadet

yerleri kurma ve korumayı,

Yasa ve Diğer Düzenlemeler Maddeİnsan Hakları Evrensel Bildirgesi 2, 7, 18 ve 26. maddelerAvrupa İnsan Haklarını ve Temel Özgürlükleri Koruma Sözleşmesi (1 no’lu Ek protokol madde 2)

madde 9

Ekonomik, Toplumsal ve Kültürel Haklar Uluslararası Sözleşmesi madde 2/1 ve 13/3Kişisel ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi madde 18/1–4, 24/1, 26 ve 27Helsinki Sonuç BelgesiAGİT Paris ŞartıKopenhag Toplum Kalkınma DeklarasyonuÇocuk Hakları Sözleşmesi madde 14 ve 30Eğitimde Ayrımcılığa Karşı Sözleşme madde 5/1Her Türlü Irk Ayrımcılığının Kaldırılması Uluslararası SözleşmesiUlusal Azınlıkların Korunmasına İlişkin Çerçeve Sözleşme madde 5/1, 8 ve 12/1Avrupa Parlamentosu(AP) Dış işleri, İnsan Hakları Güvenlik ve Savunma Komisyonu 41. ParagrafDin ya da İnanca Dayalı Her Türlü Hoşgörüsüzlük ve Ayrımcılığın Kaldırılması Bildirgesi

Yasa ve Diğer Düzenlemeler MaddeAnayasa 24/ sonSiyasi Partiler 89. maddeKöy Yasası 2 ve 13. maddelerNüfus Yasası 43. maddeİmar Yasası 18. madde

2981 sayılı yasada 3290 sayılı yasa ile yapılan değişiklik ek madde 3Kadastro Yasası 16 maddeTekke ve Zaviyeler Yasası 1/2. MaddeTürk Ceza Yasası (5237 sayılı) 115. 125. 216. ve 131. maddelerBakanlar Kurulu Kararı (2002/4100) madde 2f ve 3aCamilerin Bakımı Yönetmeliği (24 Mayıs 1985–18763 sayılı Resmi Gazete) madde 1

* Bir din ya da inancın tören ya da töreleri-ne ilişkin araç ve gereçleri yapma, edinme ve kullanmayı,

* İlgili metinleri yazma, yayınlama ve yay-mayı,

* Din ya da inancı uygun yerlerde öğretme-yi,

* Din ya da inancın öngördüğü liderleri ye-tiştirme, atama ve seçmeyi,

* Din ya da inancın bayram ve özel günle-rini kutlamayı,

* Başka bir etnik yapı ya da dinden, inanç-tan olan bir çocuk, ait olduğu toplumun diğer üyeleri ile birlikte kendi kültüründen yararlan-ma, kendi dinine inanma, uygulama ve kendi dilini kullanma hakkından yoksun bırakılma-mayı içerir.

Son Söz Sorular

Selçuklu ve Osmanlı dönemini gündeme ge-tirmeden Cumhuriyet dönemini ele aldığımız-da yukarıda sıralanan Alevilere yönelik hak ihlalleri konusunda; demokrasi ve özgürlük mücadelesi veren güçlerin neyi nereye kadar yaptıkları ortada:

* Varlığı ve kuruluş yasası’nın 1. mad-desi Ana yasa’nın 2 ve 136. maddesine aykırı Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yapılanması ve uygulama larına karşı çıkıldı mı?

* Zorunlu din derslerinin bir haksız uy-gulama olduğu pedagojik - psikolojik yaralar açtığı ortada ve yalnız Alevileri değil, çağdaş eğitim isteyen herkesi ilgilendiriyor. Aleviler

çeşitli davalar açtılar ve yasal yollara başvura-rak bir çıkış kapısı aradılar.

Bu hak alma mücadelesine ne kadar destek verildi?

* Alevilerin ibadet yeri olarak kabul ettik-leri cemevleri konusunda, yetkililerce aşağıla-malar yapıldığında karşı çıkıldı mı?

* Katledilmesi içimizde bir acı olan 12 yaşın daki Uğur Kaymaz’ın adının yanın-da Madı mak’ta yakılan 12 yaşındaki Koray Kaya’yı da andık mı?

* Yasalardaki anti-demokratik düzenleme-ler dile getirildi mi? Siyasi Partilerin program ve bildirgelerinde, çeşitli örgütlerin yıllık ra-porlarında ve çalışma raporlarında yer aldı mı? Ne kadar yer aldı?

* Tüm bunlar, Alevilere yönelik tutumlar ve hak ihlalleri Alevilerin sorunu olmaktan çok Sünnilerin sorunudur.

* “Biz Sünni inançlı demokratlar, eşitlik ve özgürlük mücadelesi verenler bu haksız dü-zenleme ve uygulamalara karşıyız” diye bir Sünnilik Bildirgesi yayınlamayı düşünüyor musunuz?

Zamanı gelmedi mi?Kendini egemen sayanın özgürlüğü, öte-

ki’nin özgürlüğü kadar değil mi?

NOTLAR:

1. Jordan – Weedon 1995.2. Kültür Politikaları Üzerine Dünya Konferansı,

Meksiko, 1982.3. UNESCO- Mimarlar Odası-Kültürel

Gelişmenin Dünya On Yılı ve Türkiye -1990.4. Yasemin Yücesoy Güngör, Radikal Gazetesi,

30 Ağustos 2007

Uluslararası Belgeler

Ek: 1Hak İhlali Yaratan Düzenlemeler

(Baştarafı 29. Sayfada)

Kültürel Haklar ve Kimlik

Page 31: Sercesme Dergisi, Sayı 38, Şubat 2008

ÂŞIK VEYSEL Kültür Derneği, iki önemli çalışmayı kitaplaştırmış: “Halk Kültürümüzde Sivas’ın Yeri/ Sempozyum Bildirileri” ve “Türkülerle Âşık Veysel”. Serçeşme Dergisi çalışan-

ları olarak Dernek Yönetim Kurulu’nu kutluyoruz. “Halk Kültürümüzde Sivas’ın Yeri/ Sempozyum Bildirileri” adlı çalışmanın amacı Genel Başkan Hüseyin Özer tarafından şöyle açıklanıyor: “Âşık Veysel Kültür Derneği olarak Anadolu aydınlanma hareketine katkı sağlamak için, Sivas’ın üze-rindeki kara bulutları kaldırmak için kültür hanemize yeni bir katkı sunuyoruz”. Başkan, “Türkü-lerle Âşık Veysel” çalışması için de şu satırları düşmüş:

“Bu kitapta Âşık Veysel’in söylediği anonim ve usta malı türkülerin ve Âşık’ın sözlerini ken-disinin yazdığı türkülerin sözleri ve notaları var. Hazırlayan ve notaya alan, Âşık’ın hemşerisi, Şarkışlalı İhsan Öztürk…”

Şubat 2008 31

SERÇEÞME

SERÇEŞMEAçıklık, Açtığı Yarayı İyileştiren Kılıçtır

Serçeşme, Alevi-Bektaşi toplumunu ilgilendiren tüm fi kirlere açıktır.

Serçeşme, Alevi-Bektaşi hareketinin farklı kesimlerini, görüşlerini, örgütlerini temsil eden yazarlara açıktır.

Serçeşme, farklı görüşlerin yan yana yer aldığı, hoşgörü, tartışma ve eleştiri platformu olacaktır.

Serçeşme, imzasız yazılara, kişisel ve örgütsel çekişmelere yer vermez.

Serçeşme’de yayımlanan yazıların içerdiği fi kirler yalnız yazarlarını bağlar.

Serçeşme, yollanan yazıları içerdiği fi kirler nedeniyle sansür etmez.

Serçeşme, bilimsel çalışmaya, araştırmaya dayalı nitelikli yazılara ağırlık verir.

Serçeşme, tartışmalı konuları gündeme getirmekten kaçınmaz.

Serçeşme, kısa ve özlü söze öncelik verir, boş sözlerden ve bilinenlerin tekrarından kaçınır.

Serçeşme, olanakları sınırlı bir dergidir. Yollanan yazıları yayımlamamak, kısaltarak ya da bölerek yayımlamak ve düzeltmek hakkını saklı tutar.

Ancak fi kirleri değiştirmemeye ve yazarın onayını almaya özen gösterir.

Serçeşme’ye gönderilen yazılar yayımlansın, yayımlanmasın iade edilmez

YILLIK ABONE BEDELI

Türkiye YTL40 - Avrupa Birliği €50 İngiltere £40

Türkiye’den abone olmak isteyen canlarlütfen abone bedelini bir postaneden

Genel Ajans Basım DağıtımOrganizasyon Ltd Şti

Posta Çeki Hesabına (No 1629127)yollayın.

Adınızı, Soyadınızı ya da Kuruluşun Unvanını; İş, Ev ya da Cep Telefonunuzu,

varsa Faks Numaranızı ve E-posta adresinizi, ayrıca mahalle, cadde/sokak, kapı no,

daire no, ilçe, il ve posta kodunuzu içeren posta adresinizi okunaklı olarak yazın

ve ödeme dekontunuz ile birlikte büromuza fakslayın:

+90.(0)212.519 56 35

Avrupa’dan abone olmak isteyen canlar, abone bedelini aşağıdaki

adrese yollayabilir:Avrupa Baş Temsilciliği

Hüseyin AkınTel: +49.177.871 58 44

E-posta: [email protected]

Kontonummer: 826 857 303Bankleitzahl: 25 01 00 30

BIC: PBNKDEFFIBAN: DE48250100300826857303

BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR

SABIR GÜLER

Aleviliğin Siyasal ÖrgütlenmesiModernleşme, Çözülme ve Türkiye Birlik Partisi

ISBN: 978-975-9051-48-814 x 21 cm boyutunda 231 sayfa

Ankara, 2008Dipnot Yayınları, Tel: 0312.419 29 32

BU KİTAP Aleviliğin, Türkiye’nin toplumsal ve siyasal dokusunda farklı zamanlarda farklı

anlam ve içeriklerle nasıl var olduğunu anlamaya çalışan bir çaba sürdürüyor. Bunu yaparken Ale-vilik denen inanç, zihniyet ve yaşam tarzlarının siyasal süreçlerde adlandırılma ve anlamlandırıl-ma tarzlarına bakıyor.

Aleviliğin bir tür ‘kimlik’ inşası olarak, Türki-ye’nin farklı dönemlerindeki farklı siyasal süreç-lere eklemlenerek, birbirinden farklı ‘Aleviliğin özü’ söylemleri geliştirdiğini iddia ediyor.

Anadolu’nun Renkleri Yadigar’ın Sesinde

YADİGAR’ın “Etek Sarı” albümü on türküden oluşuyor. Albümde değerli ozanlarımız Davut

Sulari, Ali Ekber Çiçek, Dertli Divani’nin deyişle-riyle; Neşet Ertaş, Hasan Durak, Zeynel Aba, Şivan Perwer, Şeref Hoşaf, Hamza Şenses gibi ustaların eserleri ve çeşitli yörelerin türküleri yer alıyor.

Albümün düzenlemelerini Aytekin G. Ataş yaptı. Stüdyo Sound’da hazırlanan albüm Ağdaş Müzik etiketiyle çıktı. Yadigar albümü için; “Yola, tek başına çıkarsınız, ama giderek büyür ve bir gönül birliğinin üretimine dönüşürsünüz... Tabii ki her şey inanmak ve anlamakla başlar. ‘Ben Türkü-lere inandım.’ Hangi dilden olursa olsunlar türkü-ler bizi söylerler...” diyor.

Âşık Veysel Kültür Derneği

YayınlarıTel: 312.231 24 13

Page 32: Sercesme Dergisi, Sayı 38, Şubat 2008

SERÇEÞMEBİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR

1908 DEVRİMİ’NİN YÜZÜNCÜ YILDÖNÜMÜNDE İÇİNDEN ÇIKAMADIĞIMIZ SORUNLAR

Demokrasi Adına Demokrasi KalpazanlığıEsen Uslu

HER YIL “Geçilmez Çanakkale” savaşlarını anma adı altında ırkçı-milliyetçi-yabancı düşmanı gösteriler düzenleyenler, Osmanlı’nın

son yıllarında yaşanan en önemli olayın yüzüncü yıldönümünü neden hatırlamaz? Unutulmaya ve unutturulmaya çalışılan bu tarihsel olay 1908 Devrimi’dir.

Devletin ve kapitalist sınıfımızın bu devrimi unutturmak için nedeni çoktur. Çanakkale Savaşları bahanesiyle askerin, ülkenin siyasi ve top-lumsal yaşamı üzerindeki ağırlığının sürmesine hizmet edenler aslında bu devrimde askerin oynadığı rolü de iyi bilirler. Ama o devrimde “kah-raman ordumuzun” oynadığı rol, günümüzde kutsallaştırılan “koruma ve kollama görevi” rolü ile pek uyuşmaz.

Balkanlarda bağımsızlık yanlısı “komitacı”larla dövüştükçe kendile-ri de “komitacılığa” yönelen genç subaylar, “Hürriyet” için devlete karşı ayaklanıp, dağa çıktılar. Kurulu düzenin direği “müstebit padişahı” ve etrafındaki paşaları, “93 Harbi”ni bahane ederek 1878 yılında “tatil” et-tikleri 1876 Anayasası’na, yani seçilmiş Meclis aracılığıyla yetkilerini kısıtlayan düzene geri dönmeye zorladılar.

1908’in Günümüze Armağanı

RESMİ tarih 1908 Devrimi’nin başka bir yönünü daha unutturmak ister. Seçilen o Mecliste Ermeni, Rum, Yahudi, Arap ve Kürt mebus-

lar vardır. Günümüzde “ülkesi ve milleti ile bölünmez bir bütün” olmakla övünen devletimiz, Osmanlı’nın gayrimüslim halklarının nasıl olup da kaybolduğunu; tarihten ve toplumsal bilinçten nasıl silindiğini unuttur-maya çalışmaktadır.

Bu devrimin ardından, Türk milliyetçiliği iktidara taşınır; taşınmaya koşut, Osmanlı İmparatorluğu’nun arta kalan toprakları üzerinde en zor-ba yöntemleri kullanarak bir Türk burjuvazisinin yaratılması süreci baş-latılır. Osmanlı’nın gayrimüslim tebaasından oluşan ve adına “levanten” denilen Osmanlı burjuvazisi bu süreç içinde devlet eliyle “mülksüzleşti-rilir”. Bu talandan pay kapanların “vahşi” ilkel sermaye birikimi, devlet fi deliğinde yeşertilir, ayrıcalık ve tekellerle korunarak beslenip-büyütü-lür ve bugünkü Türk ve Müslüman kapitalist sınıfı yaratılır.

Bu sınıfın en üst tabakasını oluşturan fi nans kapitalistlerimiz ara-sında bile artık birkaç aile dışında “azınlık” kalmamıştır ve ülkenin ta-rihi merkezlerinde sivrilen Türk ve Müslüman kapitalistler, günümüzde şeriatçılığın ve milliyetçiliğin sınıfsal temeli durumundaki “Anadolu Kaplanları”dır. Bu sınıf ilkel sermaye birikimini talanla ve kırımla yap-tığını hatırlamak istememektedir. Kendisine hatırlatanlara da şiddetli tepki göstermektedir. Bu kanlı süreçte başrolleri oynamış devletlûları-mız da unutma ve unutturma çabasını sürdürmektedir.

Ama 1908 Devrimi katliamlar, kırımlar ve savaşların üzerinden tüm Türkiye toplumuna devletin ve ırkçı-milliyetçi cuntacıların hiç hoşlan-madığı bu gerçekleri hatırlatmaya devam edecektir.

Laiklik ve Azınlıklar

GÜNÜMÜZDE yükselen siyasi İslam’dan şikâyetçi olan milliyetçi-ırkçı-cuntacılarımızın, Alevi-Bektaşileri kendi peşlerine takmak

için tekrarladıkları bir söz vardır. “Şeriatçılık karşısında en önemli set Alevilerdir”, derler. Bu söz aslında 1908 Devrimi’nin bize hatırlattığı korkunç gerçeklerin üstünü örtmektedir.

1908 Devrimi’nin ardından seçilen Meclis-i Mebusan ilk iş olarak Anayasayı değiştirip, padişahın yetkilerini daha da kısıtladı. Bununla

yetinmedi; ulemanın, yani şeriatçıların devlet ve toplum üzerindeki ege-menliğini kırma yönünde de önemli adımlar attı.

Ama bu Meclis, açılışından daha birkaç ay sonra, 31 Mart’ta karşı devrimci bir askeri darbeyle karşılaştı. Bu askeri darbe, “Şeriat devleti” istemi altında yürütüldü. Bu darbe, devrimden yana güçlerin Selanik ve çevresindeki birliklerden derledikleri Hareket Ordusu’nun İstanbul üze-rine yürümesiyle kanla bastırılabildi.

Osmanlı ulemasının kapitalizmin gelişmesinin önüne çıkardığı en-gelleri temizlemeye girişenlerin o dönemdeki temel dayanağı ülkenin gayrimüslim halkları oldu. Ama o günlerde şeriatçılığa karşı en önemli engel olarak görülen gayrimüslim halklar, 1908 Devrimi’nin üzerinden yirmi yıl bile geçmeden artık bu topraklardan silinmişti. Hem de onla-rı kendi çabalarına dayanak yapanlar, değişen öncelikleri nedeniyle bu etnik temizliğe ön ayak olmuştu. Bu nedenle, Alevi-Bektaşilerin 1908 Devrimi’nden alacağı en önemli ders, ırkçı-milliyetçi-cuntacıların ken-dilerine gösterdiği “havucun” peşine körü körüne düşmemeleridir.

Evet, Alevi-Bektaşiler şeriatçılığa karşıdırlar, bugün de şeriatçılığa karşı kavgada önemli bir yer tutarlar. Ama Alevi-Bektaşiler, bugün kar-şımıza “türban demokratı” kisvesiyle çıkan, “Türk-İslam Sentezi” diye ortalarda dolaşan eli kanlı katillerin birbiri ardına düzenlediği kırımla-rı akıllarından çıkaramazlar. Osmanlı’nın gayrimüslim halklarının bu topraklardan silinmesine eşlik eden kırımlardan kendilerine dek uzanan tehdidi unutamazlar. Alevi-Bektaşiler bu tehdit karşısında, gece ka-ranlıkta mezarlıktan geçme cesareti bulmak için ıslık çalan çocuk gibi “gerçek Müslüman biziz” ya da “gerçek Türk biziz” diye tekrarlayarak kendilerini avutamazlar. Bu tehdit karşısında tek almaşık, demokrasiden yana tüm güçlerle birlikte kapsamlı bir demokrasi programı çevresinde birleşmek ve mücadele etmektir.

Hicabı Tartışmaktan Hicap Ederiz, Ama…

YILLARDIR devletin temel nitelikleri diye yutturulmaya çalışılan Anayasa ilkelerinin içinin boş olduğu ortadadır. Türkiye ne laiktir,

ne de demokratik sosyal hukuk devletidir. Bunu, tüm azınlıklar gibi Ale-vi-Bektaşiler de bilmekte, elle tutulur bir güç olarak hissetmektedir.

Bu nedenle Alevi-Bektaşiler AKP’nin üniversitelerde türbanı serbest-leştirme çabasını son derece dikkatle izlemektedir. AKP, liberal ağızlara çiğnemeleri için Anayasa’yı değiştirme sakızını vermiştir. Askeri, Irak Kürdistanı’na yönlendirmiştir ve Alevilerin ağzına “Açılım” balı sürmüş-tür. Bu girişimlerle yarattığı ortamda, demokratikleşme yönünde adım bile atmaya gerek duymadan türbanı serbestleştirmeye girişmiştir.

Evet, Alevi-Bektaşiler özgürlükçüdür, kendilerine olduğu gibi diğer inançlara da devlet eliyle yasak getirilmesine karşıdır. Tekke ve zaviyeler yasasından bu yana yasaklı Alevi-Bektaşiler bu nedenle başörtüsü tak-ma özgürlüğünün devlet eliyle bastırılmasına da karşıdır. Ancak Alevi-Bektaşiler demokrasi kalpazanlarının, siyasi İslam’ı güçlendirmek üzere üniversitelerde başörtüsünü serbestleştirmesini demokrasi ve insan hak-ları diye yutturmasının arkasını görmeyecek kadar kör değildir.

Resmi devlet dininin direği Diyanet ile Alevi-Bektaşi kırımlarına göz yuman diğer devlet kurumları olduğu gibi dururken, üniversitelerde türbanın serbestleşmesi demokrasi yolunda bir adım değildir. Bu adım tam tersi sonuçlar da verebilir. Siyasi İslam’ın önü alınmaz yükselişinin, yeni Alevi-Bektaşi kırımlarının yollarını döşeyebilir. Hicab özgürlü-ğünü tartışmaktan hicap duyan Aleviler, başörtüsünün ardına saklanan “satırı” görmezden gelemezler.