52
YIL 30 SAYI 360 ISSN 1300 - 1566 Zulüm Beslenmede Denge ve rade Mâneviyat Eksenli Sosyal Hizmetler Boyut Olarak Zaman ve Ötesi Yerküre’nin ekli De i iyor mu? Aktif bekleyip bakalım; “Mevlâ görelim neyler/Neylerse güzel eyler.” ( brahim Hakkı) OCAK 2009

Sızınt Dergisi 360 (Ocak 2009 Yıl :30 Sayı :360)

Embed Size (px)

DESCRIPTION

Sızınt Dergisi 360 (Ocak 2009 Yıl :30 Sayı :360)

Citation preview

YIL

30 S

AYI 3

60 IS

SN 1

300

- 15

66

Zulüm Beslenmede Denge ve rade

Mâneviyat Eksenli Sosyal Hizmetler

Boyut Olarak Zaman ve Ötesi

Yerküre’nin ekli De i iyor mu?

Aktif bekleyip bakalım;“Mevlâ görelim neyler/Neylerse güzel eyler.”

( brahim Hakkı)

OC

AK

2

00

9

360 Ocak 2009360 Ocak 2009

Adalet mülkün temeli, zulüm bu temele yerle tirilmi bir dinamit; adalet, Hakk’ı ve halkı ho nut etmenin en emin yolu, zulüm

bu yolda yürekleri hoplatacak bir gulyabanî; adalet hakkın sesi ve solu u, zulüm bir nefsânîlik hırıltısı;adalet, dünya ve âhiretin biricik emniyet vesilesi, zu-lüm bir gadr ü cevr dumanı, sisi; adalet, ubûdiyet de dedi imiz hakikatin Kur’ân’daki adı, zulüm hakikî insanî de erlere kar ı saygısızlı ın bir unvanı; adalet evrensel barı ın en sa lam köprüsü, zulüm insanî ufku kirleten baya ılı ın en denîsi...

Zulüm ile imdiye kadar kimse payidar olmamı -tır; olmu gibi görünenlerin de yanına kalmamı tır.Atalarımız ne ho söylerler: “Zulm ile âbâd olanınâhiri berbâd olur.” Aslında, böyle birinin evvelinin de, âhirinin de berbâd oldu u açıktır; zira zulmün, bazen küfrün önünde bir günah hâline geldi i de olur ki, i te o zaman “gayretullah”a dokunur ve eden de hemen bulaca ını bulur. Do rusu insan küfre kar ı mesafeli bulundu u kadar zulümden de uzak durmalıdır; zira Allah nezdinde mazlumun âhıbir duadır ve bu duanın kabulü de ilâhî adaletin muktezasıdır. Dememi ler mi:

iki574

360 Ocak 2009360 Ocak 2009

“Zalimin zulmü varsa, mazlumun da Allah’ı var

Bugün halka cevretmek kolay, yarın Hakk’ın divanı var.”

Zulüm, bir haddini a mı lık ve haksızlık, böyle bir günahı irtikâp eden zalimin hasmı da Allah’tır. O çok merhametli oldu u kadar, “ihkak-ı hak” eden bir Âdil-i Mutlak’tır. Rahmetiyle ve hilmiyle zalime mehil üstüne mehil verir ama mazlumu, ma duruda sonuna kadar çi netmez. Bugün olmasa da ya-rın kendini bilmezlere haddini bildirir ve her eyekadir oldu unu gösterir.

nsanın hür ve muktedir olması, ona ba kalarınazulmetme hakkını vermez; kuvvet, hakkın emrinde oldu u sürece de erler üstü de er kazanır; hürriyet de ba kalarının haklarına saygılı davranıldı ı ölçüde hakikî kıymetini bulur ve kalıcı olur.

Hürriyet ve kuvvet mevzuunda, Hakk’ın takdir buyurdu u sınırlar içinde kalma, adalet ve istika-met; bu konuda sınır tanımamazlık ise, bir zulüm ve haksızlıktır. Adalet hemen her konuda dengeyi ko-ruma ve itidalli olmanın Kur’ân kaynaklı adı; zulüm ise her alanda dengeleri alt-üst etmenin ürperten unvanıdır. Ancak her zulmün aynı seviyede olma-dı ı da bir gerçektir:

nsanın tevhid çizgisini koruyamayıp, Hâlık-mahlûk, abd-Ma’bud münasebetindeki inhira-fı demek olan irk en büyük zulüm; açıktan açı ahak-hukuk tanımama, ba kalarına cevr ü cefada bulunma, onları aldatma, itibarlarıyla oynama, gıy-bet etme... gibi hususlar ikinci derecede birer zulüm; Allah’ın emir ve yasaklarını dinlememe, haramlara kar ı kat’î tavır alıp me rû dairedeki zevklerle yetin-meme ise farklı bir zulümdür. Hangi çe idi olursa olsun Kur’ân-ı Kerim adalet ve ubûdiyet üzerinde durdu u kadar zulüm ve haksızlı a da vurguda bu-lunur ve mü’minleri inhiraf, cevr, cefa ve gadrin her çe idinden uzak durmaya ça ırır.

Kur’ân farklı yerlerde, de i ik ifade ve üslûplarla zulmün her çe idinden tahzirde bulunur ve “KâfirlerBize de il, kendilerine zulmediyorlardı.”1 diye-rek, haksızlı ın dönüp zalimin ba ına dolanaca ınıvurgular. “O münkirler zalimlerin ta kendileridir.”2

fermanıyla zulüm ile küfrün bir vâhidin iki yüzü oldu una dikkati çeker; “Allah, asla zalimleri sev-mez.”3 beyan-ı sübhânîsiyle zulüm hakkında kesin hükmünü ortaya koyar; “Allah zalim bir toplumu hidayete erdirmez.”4 tehdid-âmiz ifadesiyle zulmün de tıpkı kibir ve inhiraf gibi imandan mahrumiyete

sebebiyet verdi ini/verece ini hatırlatır; “Allah onla-ra zulmetmedi, onlar kendi kendilerine zulmediyor-lar.”5 müstemir âdetini aksettiren beyanıyla tarihî tekerrürler devr-i dâimi arkasındaki ana unsuru bir kere daha nazara verir; “O gün zalimlerin yâr ve yardımcısı yoktur.”6 terhîb edalı sözleriyle zalimin sû-i akıbetini ihtar eder; “Hak kendisine geldikten sonra Allah’ın demedi ini O’na mal etmeye kal-kan müfterîden veya kendisine gelen hakikati ya-lan sayandan daha zalim kim olabilir?”7 tezkiriyleKur’ân’a kar ı meydan okumanın çok büyük bir küstahlık oldu unu ifade buyurur; “Halkı zalim olan ülkeleri cezalandırdı ında Rabbinin cezaya çarpma-sı i te böyledir.”8 kahır televvünlü fermanıyla tarih boyu irazeden çıkanların mutlaka cezalandırıldık-larını haber verir; “Zulmedenleri o korkunç sayha çarpıverince, bulundukları yerde dize geldiler.”9

ihbar-ı sübhânîsiyle haksızların her zaman helâk edildiklerini/edileceklerini tekrarlar ve bizi kendimi-ze gelmeye ça ırır.

Bunlar gibi daha onlarca âyât-ı beyyinât, zalimin dünyevî ve uhrevî akıbetini hatırlatmanın yanında,onlara en küçük bir meylin dahi ebedî hüsrana se-bebiyet verece ini ısrarla vurgular ve bize sürekli adalet ve istikamet içinde olmayı salıklar.

Kur’ân-ı Kerim çok geni bir zulüm tablosu çizer, onu çe itlendirir ve her türünden sakınmamızı ister: Ona göre, Allah’ın yasakladı ı eylere el uzatma, emretti i hususlara kar ı lâkayt kalma; vicdanlara baskıda bulunma, insanları dinî vecibelerini yerine getirmeden alıkoyma; fuh a girme, münkerâta açıkdurma; halkın hukukuna tecavüz etme, milletin ma-lını hortumlama; haram-helâl tanımama ve Allah’ınkurallarına ba kaldırma; fitne ve fesada sebebiyet verme, ba kaları hakkında iftira, gıybet ve tezvir-de bulunma; dine hizmet edenlere kar ı tavır alma, dü manlık veya çekememezlik mülâhazasıyla on-larla u ra ma; mü’minler hakkında suizanna girme ve onlara kar ı hazımsız davranma; yalan söyleme, sözünden dönme ve emanete hıyanet etme; dini ve diyaneti ahsî, siyasî çıkarlarına vasıta yapma; mukaddes de erleri, dünyevî belli hedeflere ula -ma yolunda kullanma ve dinî de erlerle dünyevîlik arkasında ko ma... gibi hususların hemen hepsi birer zulümdür ve bunlardan uzak durulması em-redilmi tir.

Zannediyorum, öyle-böyle, az buçuk Kur’ân muhtevasından haberdar olan herkes, onda zulüm konulu pek çok âyetle kar ıla acak ve o âyetlerin

üç575

360 Ocak 2009360 Ocak 2009

özü ve fezlekeleriyle ürperecektir. Kocaman bir mü-cellet konusu sayılan böyle bir hususu bir makale çerçevesinde ifade edemeyece im açıktır. steyenbu önemli konuyu öyle de ele alıp açabilir...

Zulüm mevzuunda nsanlı ın ftihar Tablosu’nun beyanları da ayrı bir önem arz etmektedir: Zulmün kıyamet günü üst üste karanlıklar hâlini aldı ı,10

O’nun tenbihlerinden; mazlumun intizarından sakı-nılması,11 O’nun tahzirlerinden; her sabah ve ak am“Allahım; zulmetmekten-zulme u ramaktan, birinin hukukunu çi nemekten-biri tarafından hukukumun çi nenmesinden Sana sı ınırım.”12 sözleri o lâl ü güherin bize arma anlarından; “Allah zalime mehil üstüne mehil verir, bir kere de onu derdest etti mi, artık iflâh etmez.”13 eklindeki terhîb edalı beyanı,canlara can o Cânân’ın ikazlarından; “Ümmetimdeniki zümre efaat yüzü görmez: Zulümle oturup kal-kan zalim ve dinde a ırılıklara dü en gâlî.”14 ifadele-ri, o Nuref ân Sima’nın “Makam-ı Mahmûd”a ça rısayılan beyanlarından; “Müslüman Müslüman’ınkarde idir, ona haksızlık yapmaz ve onu kendi yal-nızlı ıyla ba ba a bırakmaz.”15 ir adları, o Mür id-iKâmil’in özlü ifadelerindendir ve bu tür beyanlarındaha yüzlercesinden söz etmek de mümkündür.

Maalesef, günümüzde yukarıda kısaca temas edip geçti imiz zulümlerin hemen hepsi irtikâp edilmekte ve hepsine kar ı da sessiz kalınmaktadır.Evet, bugün belli kesimlere kar ı haksızlık diz boyu; her türden tecavüz, tiranlarınkine denk; karalama, iftira ve tezvir, medyanın eli ve dilinin ula tı ı alan vüs’atinde; eref, haysiyet ve onurla oynama ahvâl-i âdiyeden; din ve vicdan hürriyetine saygı, seminer ve konferanslardaki bildirilere emanet; demokrasi, ideolojilere göre yorumlanma iptizaline mâruz; öyle ki, onun adına operasyonlar yapılıyor, ırz çi neni-yor, namus payimâl oluyor, iktidarlar devriliyor, sun’î iktidarlar olu turuluyor, nesiller asimile edili-yor, “hak” deniyor, bin bir mesâvi i leniyor ve kaba kuvvet temsilcileri dünyanın gözünün içine baka baka tarihte emsali görülmemi zulümler irtikâp edi-yorlar. nleyen inleyene, yı ınlar:

“ lâhî! Bir müeyyed, bir kerîm el yok mu, tutsun da,

Çıkarsın ark’ı zulmetten, götürsün fecr-i maksûda?” (M. Âkif)

diyor ve bir kurtarıcı el bekliyor. Çoklarında ümitler sarsık, iradeler meflûç, heyecanlar sönük ve hemen herkesin ekstradan lütuflar bekler gibi bir hâli var; yok ciddî bir gayret, sistemli bir hareket ve mefkûrevî

bir aksiyon; ruhlar çaresizlik anaforlarına kapılmıgidiyor ve sineler hissizlik ve sessizlik murakabesi içinde. Böyle bir ma mumlar dönemini seslendiren merhum Âkif biraz da iirin serâzat havasına teslim çı lıklarını öyle yükseltiyordu:

“ slâm’ı elinden tutacak, kaldıracak yok...Nâ-hak yere feryad ediyor: Âcize hak yok!Yetmez mi musâb oldu umuz bunca devâhî?A zım kurusun... Yok musun ey adl-i ilâhî!”

lâhî adalet her zaman vardı, imdi de var; ama o, adaletten pay alma liyakatine göre lütfedilir.. bir vakt-i merhûna ba lı tecelli eder.. zulmün gayretul-laha dokunmasıyla harekete geçer.. aktif bekleyip bakalım; “Mevlâ görelim neyler/Neylerse güzel ey-ler.” ( brahim Hakkı) Biz kendimize gelip duyguda, dü üncede, ruhta ve gönülde dirilece imiz, dirilip içtimaî adaleti gerçekle tirece imiz âna kadar yeryü-zündeki bu korkunç mezâlim böyle devam edece ebenzer. Yapılması gerekli olan eyleri yapmadan, ne kaderi tenkit ne de una-buna sövüp saymakla, hiç-bir problem halledilemez. Aksine bu hâlimizle daha fazla günahlara girmi , rahmete liyakat hakkımızı da kaybetmi oluruz.

Bize dü en, bütün benli imizle bir kere daha Allah’a yönelmek, yüce mefkûremiz adına harekete geçmek ve kusursuz bir sa’y ü gayretle gerilmektir. sterseniz son sözü yine büyük heyecan airine bı-rakalım:“Sus ey dîvâne! Durmaz kâinâtın seyr-i mu’tâdı,Ne sandın! Fıtratın ahkâmı hiç dinler mi feryâdı?Bugün, sen kendi kendinden ümîd et ancak imdâdı;Evet, sen kendi ikdâmınla kaldır git de bîdâdı;Cihan kanûn-i sa’yin, bak, nasıl bir hisle münkâdı!Ne yaptın? “Leyse li’l-insâni illâ mâ-se’â” vardı!..”

*Bu yazı, Yeni Ümit dergisinin Ocak- ubat-Mart 2005 tarihli 67. sayısından alınmı tır.

Dipnotlar1. Bakara sûresi, 2/57.2. Bakara sûresi, 2/254.3. Âl-i mran sûresi, 3/57.4. Bakara sûresi, 2/258.5. Tevbe sûresi, 9/70.6. Âl-i mran sûresi, 3/192.7. Ankebût sûresi, 29/68.8. Hûd sûresi, 11/102.9. Hûd sûresi, 11/67.10. Buhârî, Mezâlim, 8; Müslim, Birr, 56-57.11. Buhârî, Zekât, 63; Müslim, man, 29.12. Ebû Davud, salât, 367; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/191.13. Buhârî, Tefsîru’l-Kur’ân, Hûd sûresi, 11/5; Müslim, Birr, 61.14. Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr, 8/281, 20/214.15. Buhârî, Mezâlim, 3; Müslim, Birr, 32.

dört576

360 Ocak 2009

Dr. C. Hamza Aydın

Canlıların hücrelerine yerle tirilen çevreye uyum mekanizmalarındaki moleküler ve ge-netik çe itlilik, hücreye ve canlılı ın nasıl sür-

dürüldü üne dâir bilgilerimizde, köklü de i ikliklerezemin hazırlamaktadır. Genomun ihtiyaca göre yeni-den yazılma ve düzenlenme fonksiyonu, bilhassa ha-reketli genetik elementlerin farklı genetik lokuslarına(genomdaki yerle im noktaları) plânlı yerle imi ve ko-ordineli ekilde kontrol edilmesi, tefekküre açık bilim insanlarını hayrete dü ürmektedir. Hücrenin, uyum ihtiyaçlarına cevap verecek ekilde genom dizilerinin yeniden yapılandırılması i lemlerinde, hücre içi sinyal i lem a larının sanki çok akıllıymı gibi i letildi i gös-terildi. DNA’daki ifreli bilginin RNA’ya aktarımını(transkripsiyon) düzenleyici sistem, genomun uygun lokuslarına, do ru yerde, zamanda ve miktarda eri me

kapasitesine sahip kılındı ından genetik bilgi sa lıklıekilde okunabilmektedir. Ayrıca transkripsiyon kont-

rol sistemi, hareketli genetik elementlerin kendilerine ait genom bölgelerine hem spesifik yönlendirilmele-rinde, hem de rastgele yerle tirilmelerinde vazife gö-rür. Genetik bilginin bu ekilde çe itlendirilmesi, yeni genetik bilgilerin üretilmesine vesile olur.

Hücre içi kararların matemati i ve algoritmik tabiatıLaktoz ekerini (disakkarit) Escherichia coli bakterisi-

nin kullanabilmesi için, bu ekerin hücreye alınmasın-da ve glikoza dönü türülmesinde rol alan enzimlerin genetik bilgileri, bakteri genomuna kodlanmı tır. Bu genlerin do ru zamanda ve do ru miktarda okun-masını mümkün kılan yerle im ve okunma düzeni-

be577

Zulüm ve tecavüz kar ısında mutlak sükût eytana mum yakma mânâsına gelir ve Nebî beyanıyla mezmumdur. Ne var ki, bir mü’min hiçbir zaman mutlak mânâda susmaz;

eli-kolu ba lansa a zını kullanır; a zına fermuar vurulsa heyecanlarıyla duygularınıseslendirir; bütün bütün tecrit edilip çevreyle alâkası kesilse içten içe

hafakanlarla gürler ve sürekli ma malar gibi köpürür durur.

360 Ocak 2009

ne ‘operon’ denmektedir. Bakterilerde her bir kimyevî molekülün (metabolit) sentezi veya yıkımında i gören genetik bilgilerin okunmasını düzenleyen ve kont-rol eden operon isimli model mekanizmalar vardır.Bunlardan biri olan Laktoz operonu, DNA’da protein kodlayan bilgilerin okunmasının bakterilerde nasıl dü-zenlenip kontrol edildi ine güzel bir misâldir. E. colibakterisi ortama glikoz ve laktoz karı ımı eker konul-du unda bunları birbirinden ayırt edebilecek sistemle donatılmı ve arızasız ekilde i letilmektedir. Bakteride laktozu parçalayacak enzimlerin üretimine ba lanma-dan önce ortamdaki bütün glikoz öncelikle kullanılır.Bu i lemin bakteride, laktoz geninin yukarı kısmında-ki DNA dizilerinin çe itli moleküllerle etkile mesiyleba arıldı ı bulundu. Genin yukarı bölgesindeki DNA dizileri, transkripsiyon için DNA’yı formatlayan sin-yallerdir. Bu sinyaller, transkripsiyon faktörleriyle et-kile erek, genlerin okunmasına vesile olur. Genlerin düzenleyici bölgelerindeki bu sinyallerin bazısı, birçok gende ortak iken, bazısı da gene mahsustur.

Genom-proteom (hücredeki bütün proteinler) et-kile im sistemlerinin en basiti, E.coli bakterisinde göz-lenen laktoz operonunun ( LacO) baskılanmasıdır. Bu i lem yardımla maya dayalı protein-DNA etkile imle-rine ba lı olup, tekrarlayan DNA dizilerinin varlı ınıgerektirir. Lac operonunu kontrol eden lacI isimli en-gelleyici proteinin iki erli (dimer) yapılar olu turan iki dimer formu, DNA üzerindeki dört adet tekrarlayan ba lanma bölgesine ba lanır. Bir dimer, bir operatör diziye ba lanabildi inden, iki dimer iki adet operatör bölgeye ba lanır. Bu ekildeki ba lanma biçimi, DNA yapısında bir ilmek olu umuna sebep olur. Neticede, RNA polimerazın promotor bölgeye eri imi dolayısıy-

la genlerin ön okunma i lemi engellenir. Engelleyici protein tek bir monomer hâlinde ise, operatör dizinin yarısıyla zayıf bir etkile im gösterir. Dimer formunda ise stabil bir ba lanma gösterir. Bundan dolayı, hücre içinde pek çok i lem moleküllerin yardımla masıylave birlik olu turmasıyla gerçekle tirilir. DNA’nınilmek ekli, yapıyı stabilize etti i için promotor böl-geye, RNA polimeraz’ın ba lanmasına mâni olur. Lac operonundaki bu engellenmenin kalkması için laktoz gibi uyarıcı moleküllerin bu yardımla mayı bozmasıgerekir.

Hücrelerde fizyolojik durumların ölçülüp takip edildi i metabolik bilgi de mevcuttur. Laktoz opero-nunun düzenleyici bölgelerindeki dizilerle, glikoz ve laktoz metabolizmasının fizyolojik durumunu göste-ren veriler arasında ba lantı kurulur. Hücre, glikozun varlı ını ve miktarını glikozu hücre içine ta ıyan sis-temdeki de i iklikler üzerinden algılar. E.coli bakteri-sinde glikozun varlı ını gösteren molekül, siklik-AMP olup, bu molekülün hücre içi konsantrasyonu glikozla ters orantılıdır. Bu sinyalin miktarı, genomik bilginin hem okunmasına hem de düzenlenmesine tesir eder. Glikozu hücre içine ta ıyıcı protein fosfat grubu ihti-va eder, ta ıdı ı glikozları fosforile etti inden kendisi fosfatsız kalır. Bundan dolayı ta ıyıcı proteinin fosfatlıve fosfatsız formunun oranı, hücre içindeki glikoz se-viyesi hakkında bilgi sa lar. Ta ıyıcı proteinin fosforile formu, adenilat siklaz enzimini aktive eder. Bu enzim vasıtasıyla ATP, siklik-AMP’ye dönü türülür. Hücre içinde siklik-AMP seviyesi artar. Netice olarak, fos-forile formundaki ta ıyıcı protein ile siklik-AMP’nin artan konsantrasyonlarına ait bu durum, hücrede gli-koz olmadı ı eklinde yorumlanır. Laktozun düzen-

altı578

CRP proteininin kimyevî ekliGenomun ihtiyaca göre yeniden yazıl-ma ve düzenlenme fonksiyonu, bilhas-sa hareketli genetik elementlerin farklıgenetik lokusla-rına (genomdaki yerle im noktaları)plânlı yerle imi ve koordineli ekildekontrol edilmesi, tefekküre açık bilim insanlarını hayrete dü ürmektedir.

360 Ocak 2009

leyici bölgesinde bulunan CRP bölgesine ba lananCRP proteini ancak siklik-AMP varlı ında, buraya ba lanabilir. Laktoz geninin promotor bölgesine ba lısiklik-AMP-CRP kompleksi, RNA polimerazın laktoz operonunu okumasını hızlandırır. Laktoz yoklu undaise, transkripsiyon çok seyrek gerçekle ir. Çünkü dü-zenleyici gen ürünü olan Laktoz repressör (baskılayıcı)protein, düzenleyici bölgedeki operator bölgeye ba -lanarak, RNA polimerazın laktoz promotor bölgesine eri mesini engeller. Hücre laktozun varlı ını dolaylıolarak algılar. Lac Y bölgesinde kodlu permeaz enzi-minin dü ük seviyeleri, birkaç tane laktozu hücre içine ta ır. Lac Z bölgesinde kodlu beta galaktosidaz, onla-rı allolaktoz isimli ekere dönü türür. Allolaktoz lacI engelleyici proteine (repressör) ba lanır. Repressörün eklini de i tirerek lacO isimli operator bölgeye ba -

lanması engellenir. Laktoz operonunun LacP isimli promotor bölgesi transkripsiyon için serbestle ir. Bu moleküler etkile imlerin her biri, gerçekte bilgi trans-fer hâdisesidir. Bütün bu hâdiseler zinciri, bakteri hüc-resine iki eker arasındaki farkı ayırt etmeye muktedir bir algoritmanın (Glikoz hiç yoksa ve sadece laktoz varsa, ancak o zaman lacZYA enzimlerini transkrip et.) yerle tiril-di ini ve hatasız ekilde bir hesap üzerine i letildi inigösterir.

Özetlersek, laktoz operonunda sinyal transferi, hücrenin iç ve dı fizyolojik çevresine ait tecrübî veriyi temsil eden kimyevî moleküllerin aktifle tirilmesiylegerçekle ir. Meselâ siklik-AMP, allolaktoz ve prote-in fosforilasyon seviyeleri, glikoz ve laktozun varlı ı-nı gösterir. Düzenleyici a ebekesi ise transkripsiyon kararını vermek için, hücre faaliyetlerinin (transport, enzimoloji ve enerji metabolizması) birçok yönünü bütünle tirir. Kısacası, herhangi bir hücrede geno-mun düzenlenmesini fizyolojiden veya biyokimyevî i lemlerden ba ımsız olarak gerçekle ti ini göstermek imkânsızdır.

‘Spesifik ba lanma bölgelerinin düzenlenmesinde kombi-nasyonların kullanımı’ prensibi, hücrenin fizyolojisini ve doku olu umuna yönelik farklıla masını (morfogene-zis) kontrol eden metabolik sinyal a ı yollarında çok yaygın olarak kullanılır. Bu a yollarında proteinler ve DNA dizileri o ekilde etkile ir ki, hücrenin moleküler bilgiyi i lemesine ve belirli bir kodlayıcı dizi bölgesinin transkripsiyonunu yapıp yapmayaca ını hesaplamasınasebepler plânında izin verilir. Farklı genetik lokuslarınkoordineli ekilde kontrol edilmesinde, DNA üzerin-deki ortak ba lanma bölgeleri önemli roller üstlenir ve genlerin âhenkli ekilde (senfonik) okunması mümkün hâle gelir. Bu bölgelerin çe itli kombinasyonları, daha girift kararların verilmesinde de kullanılır. Meselâ gen-lerin okunmasında rol alan genomik belirleyicilerin en dü ük seviyesinde, protein ba lama bölgeleri yer alır.

Bu DNA dizilerine ba lanan proteinler birden fazla monomerin etkile imiyle bir küme olu turdu undaaktif hâle geçebilmektedir. Meselâ laktoz operonun-daki lacO ve CRP bölgelerinin her biri, palindromik dizili (dizi her iki yönden okundu unda mesajın aynıkalma durumu) özelli i gösterir. Benzer ekilde lacP bölgesi de RNA polimerazın ba lanması için uygun ve birbirinden 16–17 baz çiftiyle ayırt edilen iki alt bölge-ye sahiptir. Bütün canlılarda proteinler ve onları kod-layan DNA dizileri birbirleriyle etkile en sistemlerdir. Meselâ laktoz operonunun kontrolünde vazifeli LacI repressör molekülü, hem DNA bölgesine ba lanmak,hem protein-protein ba lanmaları, hem de allolaktoz uyarıcının ba lanması için ayrı bölgeler ihtiva eder. Genom dizilerinde bu bölgelerin farklı ekilde kombi-nasyonları, farklı proteinlerin sentezine vesile olur.

Hücrelerdeki fıtrî genetik mühendisli i i lem-leriHücrelerde aktif olarak i letilen fıtrî genetik mü-

hendisli i i lemlerinden bazıları unlardır: Homolog kromozomlarda (ebeveynden gelen kromozom çifti) gözlenen rekombinasyon sistemleri (kar ılıklı parça alı veri i, ardı ık dizilerde ço alma veya azalma, dupli-kasyon, parça eksilmesi), belirli bir bölgeye has rekom-binasyon (hususi DNA dizileri ihtiva eden DNA’larınfarklı kromozom bölgelerine yerle mesi, delesyonu

yedi579

Escherichia coli

DNA’daki ifreli bilginin RNA’ya aktarımını(transkripsiyon) düzenleyici sistem, geno-mun uygun lokuslarına, do ru yerde, za-manda ve miktarda eri me kapasitesine sahip kılındı ından, genetik bilgi sa lıklıekilde okunabilmektedir.

360 Ocak 2009

veya ters dönmesi); bölgelere has DNA dizilerinin ayrı tırılması (gen parçalarının füzyonu, ba ı ıklık sis-teminde görev alan genlerin VDJ rekombinasyonları);homolog olmayan kromozomlarda uç kısımları birle -tiren sistemlerin varlı ı (kırılmı DNA parçalarının bir-birine yapı tırılması, yeni genetik füzyonların olu umu,hiper mutasyonlara açık dizilerin olu umu); mutasyon yaptırıcı (mutator) DNA polimerazların varlı ı (yer yer hipermutasyona açık bölgelerin olu turulması); DNA transposonları (kendini farklı DNA dizileri arasınayerle tirebilen veya kendinin bir kopyasını çıkartarakoradan uzakla abilen DNA dizileri); transkripsiyonu kontrol edebilen RNA kesimi ve olgunla tırılmasındavazife alan sinyaller; kom u DNA dizilerinin yeniden düzenlenmesine (amplifikasyon, delesyon, insersiyon gibi) yol açan sinyal dizileri; mikro RNA’lar ile trans-kripsiyonun kontrolü.

Yukarıdaki hücre içi de i ikliklere yol açan hiçbir hâdise tesadüfî de ildir. Her bir genetik mühendisli-i fonksiyonu, DNA üzerinde spesifik de i iklikler

ve düzenlemeler yapacak ekilde plânlanmı tır. Belli büyüklükteki bir DNA parçasının genomun bir ba -ka bölgesine katılımı veya koparılması (insersiyon veya delesyon) i lemlerinde koparılan parçayı yeni yerine do ru ekilde yapı tıracak düzenleyici, kesici ve kod-layıcı diziler bulunur. Genom üzerinde, çe itlili i ve uyum cevabını üretmek üzere mutasyona açık hususi bölgeler yaratılmı tır. Bütün bu moleküler mühendis-lik fonksiyonlarına dikkatli ekilde bakıldı ında, imdi-ye kadar tesadüfen rastlantıyla meydana geldi i söyle-nen nokta mutasyonlarının bile tesadüfî olmadı ı, fıtrîgenetik mühendisli i fonksiyonlarıyla gerçekle tirildi-

i görülür. Hücrede zahiren ansa ba lı olarak rastgele oldu u gözlenen mutasyonların ço u, hücredeki tamir sistemleri ve hata düzeltme (tashih) fonksiyonlarıylauzakla tırılır. Dolayısıyla DNA dizilerindeki de i -kenlik ve çe itlilik, plânlı, programlı yap-boz eklindegenetik programa göre cereyan eden Kudret ve radeKalemi’nin mürekkepleriyle ekillenir.

Genomun ara tırma ve geli tirme bölümüHücrede maruz kalınan uyarılara ba lı olarak fıtrî

genetik mühendisli i fonksiyonları düzenlenir ve ge-nomun hangi bölgelerinde de i iklik yapılaca ına karar verilir. Hücre içindeki de i ikliklerin bazıları büyük ve geni ölçekli düzenlemelerle ortaya çıkmaktadır. Ge-nom içinde çok farklı ve birbirinden uzak bölgeler, ye-niden düzenlenebilmektedir. De i iklikler birbirinden kopuk de il, birbiriyle ba lantılıdır. Bir mekanizma birden fazla de i iklik üretebilir. Bazı organizmalarda genomun yeniden yapılandırılması, normal hayat çev-rimlerinin bir parçasıdır. Silli protozoalar’da embriyo-nik genom, düzenli ekilde binlerce dilime ayrı tırılır.Sonra bunlar, lehv-i mahv-isbatın bir örne i olan hüc-relerde i lenip, düzenlenip temelde farklı bir sistem mimarisine sahip fonksiyonel bir genom yaratılır.

Genom yeniden biçimlendirilirken, mevcut feno-tip özelliklerin devamlılı ında rol alan kod ihtiva edici ve düzenleyici dizilerden ziyade, yeni farklı dizilerin üretimi gerçekle tirilir. Sistem çapında genomun ör-gütlenmesi, genetik modüllerin kes-yapı tır-yenidendüzenle gibi fonksiyonlarıyla ortaya çıkar. Meselâ ba-ı ıklık sistemi hücrelerinde, ilgili DNA dizileri plânlıekilde mutasyona u ratılarak ve yeniden düzenlene-

rek, sonsuz sayıda farklı antijen molekülünü tanıyanhususi antikorlar üretilir. Lenfositlerin hayat çevrim-leri, hem DNA düzenlemelerinin geli im kontrolünü hem de mutasyonların spesifikli ini gösterir. Mevcut yapıyı bozmayan yeni dizilerin, genomun ara tırma ve geli tirme bölümü gibi fonksiyon gördü ü tahmin edi-liyor.

Hücrelerin içine konulan fıtrî genetik mühendisli-i sistemleri -populasyon perspektifinden bakıldı ın-

da- uyum sa layıcı temel de i iklikleri gerçekle tirenmoleküler mekanizmalardır. Çünkü hücre içine yer-le tirilen fıtrî genetik mühendisli i fonksiyonlarınauyum sırasında genomu yeniden yapılandırma görevi verilmi tir. Hareketli bilgi ta ıyıcı nükleik asit element-leriyle birlikte yaratılı ta hücre içine yerle tirilen fıtrîgenetik mühendisli i araçları ve mekanizmaları, sadece genomun bir noktasında ve nadiren de il, genomun her yerinde, de i en iç ve dı çevre artlarına paralel olarak genomu de i tirir. Tür içi, türler arası, cinsler ve sınıflar arası yatay ve dikey genetik bilgi de i -toku unaizin veren hareketli DNA elementlerinin fonksiyonları,

sekiz580

Genomun harfleri de i tirilmeden harf üzerindeki de i iklikler (epigenetik) ve fıtrîgenetik mühendisli i fonksiyonları; hücre-de her hâdisenin plânlı, maksatlı, bilgiye ve hesaba dayalı olarak gerçekle tirildi ininaçık delillerindendir.

360 Ocak 2009

hücre içi sinyal iletim ve veri i lemea larıyla düzenlenir. Hücre içi i lem-leri düzenlemede ve kontrol etmede vazifeli sinyal a ı ebekeleri, sadece genomun ne zaman yeniden dü-zenlemeye maruz kalaca ını kontrol etmez, aynı zamanda bu düzenleme-lerin genomun neresinde gerçekle -tirilece ini belirler. Hedef seçimi de tesadüfî de il, plânlıdır. Meselâ 28S ribozomal RNA’yı kodlayan DNA bölgesine yerle en R1 ve R2 retrot-ranspozonları, hem hususi tanımabölgelerine, hem de yerle ti i DNA bölgesini belli noktalardan kesen en-donükleaz bilgisine sahiptir. Ökar-yotik hücreler ise çok daha kompleks karar verme sistemlerine sahiptirler. Hücreler, DNA zararından, hücre fizyolojisinden ve hücredı ı ço almafaktörlerinden gelen uyarılara sürekli cevap üretirler. Kritik soru ve cevap-lardan biri, hasarın tamir mi edilece iyoksa programlı ölüme mi gidilece i-dir. Çünkü hücre her iki cevaptan da kaçarsa, o zaman genetik kararsızlıkolu ur ve kanser denen anormal hüc-re ço alması ba lar. Bu açıdan kan-ser, bir ba ka boyutuyla, hücredeki sinyal ve bilgi i lem patolojisinin bir neticesidir. Genomun harfleri de-i tirilmeden harf üzerindeki de i-iklikler (epigenetik) ve fıtrî genetik

mühendisli i fonksiyonları; hücrede her hâdisenin plânlı, maksatlı, bilgiye ve hesaba dayalı olarak gerçekle tiril-di inin açık delillerindendir.

[email protected]

Kaynaklar- Shapiro J. A.(2001). Genome Formatting for

Computation and Function :Genome Orga-nization and Reorganization in Evolution: Formatting for Computation and Function . Presented at a symposium on “Contextuali-zing the Genome,” Ghent University, Bel-gium, November 25–28, 2001 (Ann. N.Y. Acad. Sci., in press) EMAIL: [email protected]

- Shapiro, J.A. (2005). A 21st century view of evolution: genome system architecture, re-petitive DNA, and natural genetic enginee-ring. Gene 345 (2005) pp: 91–100

- Shapiro J. A. and Sternberg R V (2005) Why repetitive DNA is essential togenome func-tion. Biol. Rev. (2005), 80, pp. 1–24. Camb-ridge Philosophical Society. DOI: 10.1017/S1464793104006657

dokuz581

Zulüm, eninde sonunda zalimi de önüne katıp götürecek bir âfettir.

Bu sebeple de o, hiçbir zaman uzun ömürlü olamaz.

360 Ocak 2009

Ülkemizde artarak devam etmekte olan cin-net hâdiseleri, anne cinayetleri ve kan davalarıiçtimaî meselelerinin giderek derinle ti ini

gösteriyor. Tabiattaki hâdiselerin belirli kanunlara uy-gun ekilde cereyan etti i konusunda bir üphe yoktur ve belki de bu yüzden bunlar ülkemizde çok daha fazla ilgi çekerken, psikoloji ve sosyoloji ço u zaman göz ardıedilmektedir. Zîrâ, her ne kadar belli bir sebep-netice münasebeti çerçevesinde i lese de, sosyal hâdiseler ta-biattakilerden farklı olarak ço u zaman genel geçer ka-idelere ba lı olmayıp toplumların anlayı ve de er sis-temlerine göre farklılık arz edebilmektedir. Sosyal bi-limlere yeterince önem verilmeyen ülkemizde, içtimaî hâdiselerin derinlemesine incelenmesi ve problemlere çözüm üretilmesi de pek mümkün olamamaktadır.Ayrıca girift, çok sebepli ve neticeli bize has sosyal

problemlerin tahlili, bize ait olmayan referanslarla ya-pılmak istendi i için, söz konusu referanslar, genelde daha açıklayıcı yakla ımlar ve kalıcı çözümler bulmak yerine sosyal meselelerin kronikle mesine yol açmak-tadır. Birçok dü ünürün ittifak ettikleri nokta, sosyal ve be erî bilimlerin ithal edilemeyece i ve her ülkenin bunları kendi genetik ve kültürel mirası üzerinde in aetmesi gerekti i hususudur.

Teknolojiyi ve fen bilimlerini ba ka kültürlerden do rudan alıp kullanabiliriz. Ancak sosyal bilimleri kendi bünyemize uygun olarak yeniden in a etmek mecburiyetindeyiz. Ne yazık ki, bu husus ihmâl edil-di inden, Türkiye’de uygulanmakta olan kamuya yö-nelik sosyal hizmetlerde ve bunlarla alâkalı problem-lerin çözümünde ba arı sa lanamamaktadır. Hâlbuki bu topraklarda ya anan sosyal problemlerin çözümü,

on582

Prof. Dr. Ali Seyyar*

Hem mânevî, hem de sosyal bakımdan huzur içinde ya ayabilmek için, e ya ve hâdiselerin gerçek mânâsını anlamak gerekir. Bunun için de, dünyaya, yaratılana ve hâdiselere mânâ-yı harfî gözüyle bakılmalıdır. Mânâ boyutuyla bütüncül bakı ı yakalayabilmi bir ki i, varlı a “Ne kadar güzel!” yerine, “Ne kadar güzel yaratılmı !” demek suretiyle haki-kati teslim etmi olmaktadır.

360 Ocak 2009

toplumun iç dinamiklerini harekete geçirerek, kendi mânevî de erlerimizi gün ı ı ına çıkartmak ve bunlara i lerlik kazandırmakla mümkündür. Bu tespitten yola çıkarak, sosyal barı ı tesis etme gibi önemli bir hedefi olan sosyal hizmet uygulamalarının da mânevî unsur-larla zenginle tirilmesi zarurîdir.

Mânevîyatın felsefî arka plânıBatı literatüründe mânevîyat, ruhî hayatla alâkalı,

maddî olmayan bütün varlık ve kavramları ifade etmek-tedir. Bu sahadaki çalı malarıyla tanınan Alman bilim adamı Harald Walach, mânevîyatın metafizik tecrü-beye dayanan bir idrak, ahsî benli i a an, onun üze-rinde olan bir gerçek oldu unu söyler.1 Hastalı ın ve Engellili in Uluslararası Fonksiyon Sınıflandırması’nagöre (ICF=International Classification of Functio-ning, Disability and Health) mânevîyat; müessesele -mi dinî veya onun dı ındaki ruhanî faaliyetlere veya sosyal hâdiselere i tiraktir (ICF; d9301).2 Mânevîyat, geni mânâda din ( slâm) ve dinî ö retiler eklinde tanımlanabilir.nsanın sahip oldu u duygu, dü-ünce ve mânevî haslet ve hislerin

bütünüdür. Batı tarzı bir bakı ta,mânevîyatta mutlak mânâda dinî bir unsurun bulunması art de il-dir. Ancak dinin ve dinî duygula-rın, mânevîyatın büsbütün dı ın-da oldu u da dü ünülmemelidir.Nitekim ICF, gerekli gördü üyerlerde mânevîyatı din ile birlik-te de erlendirme ihtiyacı duymuve ‘din ve mânevîyat’ın tarifini: “Ruhanî de erler ve ilâhî güçlerle ba lantı kurmak, mânâ bul-mak ve kendini gerçekle tirmek için dinî veya mânevî faali-yetlere, düzenlemelere ve uygulamalara katılmak.” eklindeyapmı tır. Camiye gitmek, dua etmek veya ilâhî oku-mak ve ruhanî dü üncelere dalmak gibi dinî ve mânevî faaliyetlerin buna dâhil oldu u dü ünülebilir (ICF d930).3 Vahiy kaynaklarından ilhamla, inancı güçlen-diren her türlü dü ünce, yakla ım ve faaliyeti içine alan mânevîyat; hiçbir tesir altında kalmadan vicdan emir-lerine göre, hür ya amayı temin eden iç âleme ait kalbî ve vicdanî bir hakikattir. Bir ba ka ifadeyle mânevîyat, Allah’a teslimiyete dayanan kuvvetli bir iman, hakikati bulma ümidi ta ıyan tefekkür ve fıtrî sevgi gibi insanıniç dünyasıyla alâkalı, ilâhî kaynaklı vâridatlar bütünü-dür.

Mânevî sosyal hizmetlerin mahiyeti Mânevîyat sahasındaki sosyal hizmetler veya sos-

yal hizmetlerde mânevî çalı ma; sosyal hizmet faali-

yetlerinin, mânevî insan modeline4 ba lı kalınarak,millî-mânevî de erlere5 uygun bir tarzda uygulanma-sıdır. Üstün ahlâklı insan yeti tirmeye yönelik sosyal ve mânevî e itimi öne çıkaran mânevî eksenli sosyal hizmetler, sosyal hizmet anlayı ını ki ilerin ba ta ruh olmak üzere kalb, vicdan, akıl ve irade gibi mânevî has-let ve kaynaklarına yönelerek gerçekle tirmeyi esas alır.Hem mânen, hem de maddeten insanın saadetini ve huzurunu temin etmeye çalı an sosyal hizmet uygu-lamalarını içine alan mânevî çalı ma; ahısların içtimâî mesuliyet duygularını ve topluma uyumlarını artırma-ya yöneliktir.

Sosyal hizmetlerde mânâ-yı harfî yakla ımıHem mânevî, hem de sosyal bakımdan huzur içinde

ya ayabilmek için, e ya ve hâdiselerin gerçek mânâsınıanlamak gerekir. Bunun için de, dünyaya, yaratılana ve hâdiselere mânâ-yı harfî gözüyle bakılmalıdır. Mânâ boyutuyla bütüncül bakı ı yakalayabilmi bir ki i, var-

lı a “Ne kadar güzel!” yerine, “Nekadar güzel yaratılmı !” demek sure-tiyle hakikati teslim etmi olmak-tadır. Madde boyutlu bakı ta daha çok dünyevî artlar geçerliyken, hâdiselere mânâ boyutlu yakla ım-da ise, mânevî de erler ve Allah rızası geçerlidir. Mânâ-yı harfî ba-kı ı, ki inin mânevî dengesinin ve iç barı ının teminine vesile olma-nın ötesinde, toplumda sosyal ba-rı ı, tesanüdü, birli i ve dolayısıylaadaleti de tesis edece inden, sosyal hizmet uygulamalarına mânâ-yı

harfî yakla ımını kazandırmak gerekir.Aksi takdirde sosyal ve mânevî risk kapsamında

olan, yani diyanet konusuna lâkayd kalan sosyal grup-lar; hâdiselerde veya e yada herhangi bir mânâ göreme-yecekleri için, daha çok mânevî bo luk içine itilecek, de i ik türde sapma e ilimleri gösterecek ve toplum-dan uzakla acaktır. Karma ık ve modern toplumlarıngünlük hayatında, özellikle ahlâkî de erlerden ve ide-allerden mahrum olarak ya ayan insanların neden ve hangi gaye için böyle bir toplumda ya adı ını kendi kendine sormaya ba lamalarıyla ortaya çıkan yalnız-la ma ve yabancıla ma sendromu, ancak toplumun ve buna ba lı olarak kamu politikalarının mânâ odaklısosyal hizmet uygulamalarını ortaya koymasıyla orta-dan kaldırılabilir.

Mânevî sosyal hizmetlerin temel hedeflerinsanın potansiyel istidatlarını, mânevî kaynaklarını

koruma ve geli tirme üzerine odaklanan, mânevî sos-

on bir583

Acıları payla ma, psiko-sosyal dertlere çare bulma (sosyal rehabilitasyon) ve muhtemel sıkıntıların önünü keserek (ko-ruyucu sosyal hizmetler), bun-ların yerine ahsî-içtimaî barıve huzur ikâme etmek, gerek mânevî, gerekse dünyevî sos-yal hizmet uygulamalarınınmü terek hareket noktalarıdır.

360 Ocak 2009

yal hizmetlerin (özelde mânevî bakımın) merkezinde, insan ile onun mânevî dünyası arasında kar ılıklı mü-nasebet vardır. nsanların sosyal hayatlarına tesir eden mânevî problemlerinin çözümünde mânevîyatlarınıgeli tirmek ve insanlara mânevî açılımlar tanıyan inanç sistemleriyle ba lantılı olmalarını sa lamayı hedefle-mi mânevîyatı artırmaya yönelik çalı malar, kalble-ri mânevî, akılları ise pozitif bilimlerle aydınlanmı ,fıtrî vasıflara ve ahlâkî de erlere göre hayatını tanzim edebilen, ruhu ile barı ık fertler yeti tirmeyi ön plâna alır. Mânevî sosyal hizmetlerin temel hedefi; sosyal hizmetlere ihtiyaç duyan ki inin sadece dünyada de il,âhirette de mutlu olmasını sa lamaktır. Mânevî sosyal hizmetler, mânevî hastalıklara ve rahatsızlıklara6 yaka-lanmı , kendini mânen iyi hissetmeyen, inanç ve dü-üncede sapkınlıklar içinde olan ki ilerin yeniden eski

ruh sa lıklarına kavu malarına yönelik mânevî telkin ve tedavi metodları geli tirir. Mânevî sosyal hizmetler, ki inin mânevî risklerden7 uzak durmasının yanın-da, mânevî temizlik içinde bulunmasını ve böylece iç huzura kavu masını sa lar; mânevî rahatsızlıkları olan sosyal açıdan problemli ki ileri de mânevî rehabilitas-yon metodlarıyla yeniden toplum hayatına kazandırır.Mânevîyat odaklı sosyal hizmetler; yalnızca dinî konu-ları ihtiva etmekle kalmaz, aynı zamanda psiko-sosyal e itim ve destek kapsamında kültür, mantık, sa lık ve sa lıklı ileti im gibi ki iyi her bakımdan geli tirici bir-çok pedagojik destek unsurunu da benimser.

Mânevîyat eksenli ve pozitivist eksenli sosyal hizmetlerin mukayesesiGünümüzde bir bilim ve meslek dalı hâline ge-

len sosyal hizmetler, sosyal risk altında bulunan fert ve gruplarla ilgilendi i için çok disiplinli yakla ımlarıgerekli kılar. Mânevîyat eksenli sosyal hizmetler ise, mânevî hakikatleri içine alır. Günümüzde sosyal bilim-

lerin açılımları sadece dünya hayatına yönelik oldu un-dan, sosyal hizmetler de bu anlayı do rultusunda geli -tirilmektedir. Bundan dolayı Batı’nın hâkimiyetindeki sosyal bilimler mânevîyat eksenli sosyal hizmetlerin muhtevasıyla örtü mez. öyle ki;

a) Pozitivist bilimler; olup biten gerçekliklerden ha-reket ederek bilgi toplar. Dolayısıyla sadece maddî var-lıkların mahiyetini ara tırır. Pozitivist sosyal hizmet an-layı ında ve uygulamasında mânevîyat, insanın hâlet-i ruhiyesi ve psi ik hâlleriyle sınırlıdır. Pozitif bilimlere dayanan statükocu sosyal hizmetler, ki ilerin tutum ve davranı ları üzerinde yo unla ıp, bu davranı ların top-lumun normlarına göre de i tirilmesini hedefler.

b) Mânevî hakikatler ise, görünen gerçekliklerin ötesine giderek, bunların varlık sebebini ve hikmetini ara tırır. Mânevî eksenli sosyal hizmetler anlayı ında,hem fizik ötesi âleme, hem de ki inin fıtratına ve ru-huna yönelme vardır. Mânevî sosyal hizmetler, hem insanın mânevî hâllerine yönelir, hem de toplumda bunların olu umuna katkı sa layan mânevî de er un-surlarıyla ilgilenir. Ayrıca ki inin âhiretini dü ünerek,mânevî rehberlik görevlerini de üstlenir.

Pozitivizmin ve mânevî hakikatlerin sahası ayrı ol-masına ra men, pozitivist ve mânevî sosyal hizmetlerin hedeflerinin ortak paydası da vardır. Farklılık, niyet ve bakı yanında, kullanılan usûllerdedir. Dünyevî boyu-tuyla bilgiden ve sosyal hizmetten maksat, e er insa-nın ruhen ve bedenen saadetini temin etmek ise, her iki yakla ım zaten bunu hedeflemektedir. slâm’a göre müspet ilimler ve mânevî hakikatler, muhteva açısın-dan farklı alanları konu edinmi olsalar da, dünyevî he-def açısından aynı maksadı gerçekle tirmeye çalı ırlar.Ancak meseleye metafizik ve/veya uhrevî boyutuyla baktı ımızda, mânevî sosyal hizmetlerin gayesi, ki i-nin sadece dünyada de il, âhirette de gerçek ve kalıcımutlulu a eri mesidir. Pozitivizm ekseninde uygula-

on iki584

Tablo 1: Temel De erler tibariyle Seküler (Pozitivist) ve Mânevî Sosyal Hizmetler

Seküler Sosyal Hizmetler Mânevî Eksenli Sosyal HizmetlerKonusu nsanın gözlenebilen faaliyetleri (davranı ları) nsanın gözlenebilen faaliyetleri ile iç âleminde

gözlenemeyen (fakat idrak edilebilen) bütün faaliyetlerilmî Hedefleri nsanın zihnini ve sosyal davranı larını anlamak nsan ruhunu -akıl dâhil- bütün mânevî kaynakları ve bu

çerçevede insan davranı larını anlamak

Sosyal Hedefleri Sosyal uyum yoluyla ki ilerin dünyevî mutlulu unayardımcı olmak

Sosyal ve mânevî uyum yoluyla ki ilerin dünyevî ve uhrevî huzura kavu maları için onlara yardımcı olmak

Mukaddes Hedefleri Hümanizm ekseninde kendine ve topluma kar ı insan sevgisini kazandırmak

Marifetullah (Allah’ı bilme) ve muhabbetullah (Allah’ı sevme) ekseninde insan ve toplum sevgisini kazandırmak

Vasıtaları • Psiko-sosyal Danı manlık• Sosyal Rehabilitasyon• Sosyal Bakım

• Mânevî Danı manlık (Mânevî Telkinler)• Mânevî Rehabilitasyon• Mânevî Bakım

Bilgi Kayna ı-Türü “Pozitivist bilimlere dayanan ‘bilimsel’ bilgiler” Vahye (Kur’ân ve Sünnet) ve müspet bilimlere dayanan bilgiler (Hikmete dayalı uurî bilgiler)

360 Ocak 2009

nan sosyal hizmetlerde öteki âlem anlayı ı ve dü üncesi olmadı ından,bütün hedefler sadece bu dünyayla sınırlıdır. Ancak meseleye slâm dini zaviyesinden bakacak olursak -ister müspet ilim, isterse mânevî hakikat-ler olsun- aralarında hedef açısındanhiçbir ayrım yoktur. Çünkü slâmdini, hem müspet ilim çalı maların-dan beslenen sosyal hizmetleri, hem de dinî ilimler ekseninde yürütü-len sosyal hizmetleri aynı derecede önemser; ki inin dünyevî ve uhrevî saadeti için, insanın lehine ve men-faatine olan her türlü müspet ilmi ve mânevî hakikatlere ihtiyaç oldu unuba tan kabul eder.

Mânevî sosyal hizmetlerin, tıpkıdünyevî eksenli sosyal hizmet uy-gulamaları gibi, profesyonel bir ahlâkla yerine getiril-mesi gerekir. Ancak bu arada uhrevî unsurlar ihmal edilmez. Acıları payla ma, psiko-sosyal dertlere çare bulma (sosyal rehabilitasyon) ve muhtemel sıkıntılarınönünü keserek (koruyucu sosyal hizmetler), bunlarınyerine ahsî-içtimaî barı ve huzur ikâme etmek, gerek mânevî, gerekse dünyevî sosyal hizmet uygulamala-rının mü terek hareket noktalarıdır. nsanların geçici dünya hayatıyla ilgili bazı psiko-sosyal ve ekonomik sı-kıntılarını giderme, burada onların huzur içinde ya a-malarını sa lama, insanlar arasında sevgi ve muhabbeti güçlendirme, merhamet ve yardım etme, efkat göster-me gibi hususlar, sosyal hizmetlerin sadece bir yanınıte kil eder. Gerçek sosyal hizmet anlayı ının olgun hâli (bütüncül sosyal hizmetler) ise, insanları âhirette de ebedî bir mutlulu a kavu turmak için, dünyevî sosyal çalı malarda mânevî destek hizmetlerini de ortaya koy-makla gerçekle ebilir. Bu açıdan mânevî sosyal hizmet-ler, ki ilerin hem dünyevî hem de uhrevî mutlulu unusa lamaya yönelik olmalıdır.

Mânevî hakikatler, ilmî ara tırmalardan elde edilen bilgiyi, Allah’a iman ve O’na yakın olmak için bir va-sıta kabul ederken; pozitivist bilimler bu çalı maları,sadece bilgi olsun diye yapar. Mânevî sosyal hizmetler, müspet ilimlerden yararlandı ı gibi vahiy kaynaklarınada müracaat edip hikmet dolu bilgilere kavu ur. Düa-list ve açık sistem çerçevesinde zahiri batınla, dünyayıâhiretle, bedeni ruhla, davranı ları ki inin iç âlemiyle birle tirmek suretiyle elde edilen uurî bilgiler, zihin-lere bütüncül bir perspektif kazandırır. Mânevîyat ve gayb ile ilgili konular (Allah’ın zâtı, ruhun mahiyeti, mânevî âlemler vb.) hakkında be erî meleke, akıl ve di-er zihnî imkânlarla sınırlı bir ekilde bilgi sahibi olu-

nur. uurî bilgi ise, gayb (me-tafizik) konusunda her zaman açık ve mü ahhas bilgi vermese de imana, kalbe, hattâ akla mes-net ve takviye te kil edecek çok boyutlu fikir ve kanaat sa lamasıaçısından önemli bir kazanım-dır.8

Netice olarak; toplumu de-rinden sarsan iddet a ırlıklısosyal hâdiselerin önüne geç-mek istiyorsak, de i ik dere-celerde suç ve günah i lemepotansiyeline de sahip bir fıt-ratta yaratılan insanların mânevî sapma ihtimallerine kar ı önle-yici ve/veya koruyucu mânevî sosyal hizmetlere ihtiyaç vardır.Mânevîyat ekseninde tesis edil-

memi bir sosyal hizmet anlayı ının sosyal sapmalarıve problemleri önleyece i inancının do ru olmadı ıbirçok ara tırmayla ortaya konmu tur. Her bir mânevî sarsıntının, toplumdaki iddet a ırlıklı hâdiselere ze-min hazırlayan bir sosyal risk faktörü oldu u anla ıl-madı ı müddetçe, ülkemizde hepimizi üzen sosyal sarsıntılar da devam edecektir.

[email protected]

* Sakarya Üniversitesi; BF; Ö retim Üyesi. (Sosyal Siyaset Uzmanı)

Dipnotlar1. Walach H: Spiritualität als Ressource. Chancen und Probleme eines

neuen Forschungsfeldes. EZW-Texte 181; 2005. s. 17.2. ICF: International Classification of Functioning, Disability and He-

alth (Hastalı ın ve Engellili in Uluslararası Fonksiyon Sınıflandır-ması).

3. WHO and Classification ASaTT: ICF: International Classification of Functioning, Disability and Health; Assessment, Classification and Epidemiology Group: WHO: Submitted 2001.

4. Mânevî nsan Modeli, insanın ruha (nefse) ba lı mânevî kaynaklara (hasletlere) sahip oldu u temelinden hareketle insanın Yaratan ta-rafından yaratılmı en erefli yaratık (e ref-i mahlûk) oldu u tezine dayanan bir modeldir. Bu model çerçevesinde ruh ve nefis arasındakimünasebet, nefis terbiyesi ve mânevî makamlar, nefisle mücadelede ve mânevî tekâmülde ferdî usuller, nefis ve benlik (ene) arasındakiba lantılar analiz edilmektedir. Bkz. Seyyar, Ali; Sosyal Hizmetlerde Mânevî Bakım; efkatli Eller Yayınları; Ankara; 2007.

5. Mânevî de erler, bir sosyal grubun mensuplarının, sırf ba kaları ta-rafından tasdik edildi i için de il, kendi idrak ve anlayı ıyla do ru-lu unu tasdik ettikleri için, anla ma hâlinde oldukları ve sübjektif olarak da de er takdir ettikleri kıymet hükümleridir.

6. Kalb hastalıkları (Maraz-ı Kalbî) olarak da bilinen mânevî hastalıklar,nefsaniyete dü künlükten ve buna binaen ahlâkî-mânevî suçlar (gü-nahlar) i lemekten dolayı ki inin dü ünce, tutum ve davranı larındameydana gelen ahlâkî bozulmalardır.

7. Mânevî riskler, nefsin de i ik tuzaklarına dü me ve nefsin emret-tiklerini sürekli ve tereddütsüz olarak yerine getirme ihtimalleridir. Mânevî e itim almama veya nefis terbiyesi mekanizmalarını i let-meme neticesinde ortaya çıkabilecek mânevî riskler, iman, ibadet gibi dinî esaslarla ilgili olarak zihne giren üphelerin bütünüdür.

8. Bulaç, Ali; “Ba ka Bilim, Ba ka Dünya”; Zaman Gazetesi; 02.04.2005.

on üç585

Vahiy kaynaklarından ilhamla, inancı güçlendiren her türlü dü ünce, yakla ım ve faaliye-ti içine alan mânevîyat; hiçbir tesir altında kalmadan vicdan emirlerine göre, hür ya amayıtemin eden iç âleme ait kalbî ve vicdanî bir hakikattir. Bir ba ka ifadeyle mânevîyat, Allah’a teslimiyete dayanan kuvvetli bir iman, hakikati bul-ma ümidi ta ıyan tefekkür ve fıtrî sevgi gibi insanın iç dün-yasıyla alâkalı, ilâhî kaynaklıvâridatlar bütünüdür.

360 Ocak 2009

Kanın bir ömür boyu dı-arıdan yardım alınmak-

sızın pompalanması ve kirlenen kanın temizlenece i yere ula tırılması gibi kalbe gördürülen harikulâde i ler, aklını kullananlar için bir tefekkür tablosudur. Açıkkalb ameliyatlarında hasta genel anestezi ile uyutulduktan sonra gö üs kafesi cerrahî olarak açıl-makta ve kalb bir süreli ine dev-re dı ı bırakılmaktadır. Bu zaman zarfında kalbin fonksiyonu, kalb-akci er pompası denen sun’î akci ermekanizmasıyla yerine getiril-mektedir. Çalı ır hâldeki bir araba motorunu tamir etmenin zorlu ugibi, çalı an bir kalbin ameliyat edilmesi de zordur. Bu sebeple, son derece dikkat gerektiren kalb ameliyatlarını yapabilmek için, kalbin bir süreli ine durdurulma-sı gerekmektedir.

Kalb durduruldu uzaman…Hasta bu süreçte makineye

ba lıdır. Bunun için kalbe giden büyük damarlara kanül denen birtakım ince borular yerle tiril-mekte, böylece kalbe giden kan, kalb-akci er pompasına alınıp,burada oksijenlendirilerek tek-rar vücuda verilmektedir. Kal-bin durdurulması, zor bir i de-ildir. Kalb-akci er pompasının

devreye girmesiyle birlikte kan, bu sun’î mekanizmada so utu-larak vücuda geri verilmekte, bu ekilde vücut ısısının 30 derece-

nin altına dü ürülmesiyle kalbin hızı azaltılmakta ve durmasınayardımcı olunmaktadır. Kal-bin asıl durması ise, kalb kasınıbesleyen koroner damarlar diye bilinen atardamarlara yo unpotasyum iyonu ihtiva eden se-rum veya kanın hızlı bir ekildeverilmesiyle gerçekle ir. Potas-yum iyonu, normalde insan ka-nında belli bir nispette bulunan, a ırı yükselmesiyle kalbde ritim

on dört586

Dr. Enis Türker

Açık kalb ameliyatlarında hasta genel anestezi ile uyutulduktan

sonra gö üs kafesi cerrahî olarak açılmakta ve kalb bir süreli inedevre dı ı bırakılmaktadır. Bu

zaman zarfında kalbin fonksiyonu, kalb-akci er pompası denen sun’î

akci er mekanizmasıyla yerine getirilmektedir.

360 Ocak 2009

bozuklu una ve en sonunda kalbin durmasına sebep olabilen bir elektrolittir. Potasyumca zengin sıvınınkoroner damarlara hızlı bir ekilde verilmesiyle kalb birkaç saniye içinde durur ve ameliyatın yapılabilme-si için cerrahlara hareketsiz bir yüzey sa lanır.

Kalbin çalı madı ı bu dönem fazla uzun sürme-melidir. Çünkü kalb-akci er pompası geçici bir süre fonksiyonunu ba arıyla yerine getirmi olsa bile, normal artlarda gerçek kalbin ve akci erin vazifesini tam olarak yapamaz. Vücut so utuldu u için ba tabeyin olmak üzere birçok organın fonksiyonları aza-larak durma noktasına gelir. Bu, bir bakıma her eyindondurulmu olması demektir. Kalbin çalı madı ıbu dönemde hastalar, kalb atı ları esas alındı ındaölü olarak de erlendirilebilir.

Kalbin tekrar çalı maya ba lamasıAmeliyatın bitiminde kalb atı larının tekrar ba -

layabilmesi için, ba ta uygulanan i lemlerin tersine i letilmesi gerekmektedir. Yani ameliyatın sonuna do ru vücut ısısı kalb-akci er pompası vasıtasıyla tekrar 36,5–37 dereceye çıkarılmalıdır. E zaman-lı olarak kandaki potasyum miktarı da normal se-viyeye indirilmelidir. Bu, ço unlukla böbreklerin normal çalı masıyla birlikte potasyumun vücuttan atılması yoluyla gerçekle ir. te bu noktada, sebep-ler açısından bakıldı ında kalbin her zaman çalı -ması beklenir. Çünkü kalbin durmasını sa layan vücut ısısının dü mesi ve a ırı potasyum yükselme-si geriye döndürülmü tür. Bir bakıma akarsuyun önüne konulan set kaldırılmı tır. Fizik kurallarına göre birikmi olan suyun büyük bir hızla akması

gerekmektedir. Ancak, ameliyatın ardından bu i -lemler uygulandı ında büyük ço unlukla kalb tek-rar çalı maya ba lamasına ra men, bu hiçbir zaman yüzde yüz kesinlik ta ımaz. Belki de henüz ke fe-demedi imiz bazı sebeplerin yerine getirilmesinde eksiklik vardır. Bu durumda, kalb kasının çalı masıiçin kalbin üzerine 10–20 joule de erindeki elektrik okları uygulanır. Yine gerekli cevabın alınamama-

sı durumunda hastaya, adrenalin gibi kalb atımınınba lamasına vesile olabilen birtakım ilâçlar verilir. Bütün bunların defalarca tekrarlanmasına ra men kalbin çalı madı ı, ameliyat dâhil her eyin sil ba -tan tekrar yapıldı ı ve yine de beklenen sonuca ula ılamadı ı durumlar da vardır. nsanın normal zamanlarda nasıl her an ölme ihtimali varsa, burada da benzer bir durum söz konusudur. Ancak yine de, bu ihtimal son derece dü üktür.

NeticeVücudumuzda farkına varmadı ımız, ço u za-

man da varlı ından bile haberdar olmadı ımız rit-mik hâdiseler, büyük bir âhenk içerisinde meydana getirilmektedir. Hayatımız için vazgeçilmez olan nefes alıp verme hâdisesi bile, iradî olarak ba lat-tı ımız ve devam ettirdi imiz bir hareket de ildir. Görmek, duymak, acıkmak, hissetmek vs. hiçbirisi do rudan iste imize ba lı olmayan, fakat her birisi ba lı ba ına birer mu’cize olarak tarif edebilece i-miz hâdiselerdir. Ve ne büyük bir lütuf ki, vücu-dumuzda bunun gibi daha birçok fonksiyon bize bırakılmamı tır.

[email protected]

360 Ocak 2009on be587

Kalbin durdurulması, zor bir i de ildir. Kalb-akci er

pompasının devreye girmesiyle birlikte kan, bu sun’î mekanizmada

so utularak vücuda geri verilmekte, bu ekilde vücut ısısının 30 derecenin altınadü ürülmesiyle kalbin hızıazaltılmakta ve durmasına

yardımcı olunmaktadır.

Kalb-akci er pompası

360 Ocak 2009

Bir insan, bütün hayatını ba kaları u runanasıl feda edebilir? Eminim ki bu soruyu du-yan birçok ki i: ‘Bu devirde böyleleri kaldı mı?’

diyecektir. Günlük me galelerin arasında pek fark edemiyoruz belki, ama çocuklarımızın gelece i için dünyanın dört bir yanında varlıklarını feda etmi yi-itler; akıncılar misâli, anadan, yârdan, serden geçerek

kalb ve zihinleri aydınlatan ı ık erleri var. Sibirya’nın-50 derece so u unda veya Afrika’da 40–50 derece sı-ca ın hüküm sürdü ü ülkelerde yeni bir dirili in so-luklarıyla, yanık gönülleri gül ene çeviren alperenler var.

Bu destansı tablolar layıkıyla nasıl anlatılmalı? Zi-hinlerdeki pe in hükümler, kalblerdeki dü manlıklarnasıl kırılmalı? Bunun cevabını bulmak, bu gönül erlerinin ortaya koydukları muhte em destanın yeni nesillere aktarılması için elzem de il midir?

Yunus Emre, Mevlâna, Hacı Bekta -ı Velî,Fuzûli, Bâki, eyh Gâlip, Âkif ve di er büyük söz ustaları ça ımızda ya amı olsalardı, bu destansı tab-loları nasıl anlatırlardı?

Bu yi itleri gelecek nesillere ula tırmak adına han-gi muhte em eserleri verirlerdi? sterseniz gözlerimi-zi kapayalım ve maziye do ru bir seyahate çıkalım.

Bakın! u kar ımızdaki nur yüzlü sima; DerviYunus ne diyor:

Gönüllerde gül misâli,Açar Sen’in bu erlerin.Bülbül gibi daldan dala,Uçar Sen’in bu erlerin.

efi Sen’sin, Sen’de berat,Meftunların geçer sırat,Kevserinden âb-ı hayat,çer Sen’in bu erlerin.

Halk içinde dilden dile,Bahçelerde gülden güle,Dervi misâl ilden ile,Geçer Sen’in bu erlerin.

on altı588

Ahmet Bu ra

360 Ocak 2009

smin gelir, nurlar ya ar,Cümle âlem a ka doyar,

u dünyada diyar diyar,Göçer Sen’in bu erlerin.

Yunus yanar a kın ile,Gül yolunda döner küle,Reyhanını kızgın çöle,Saçar Sen’in bu erlerin.

Yunus, hey koca Yunus! Yine gönlümüzü gül-ene çevirdin. Büyük velînin ellerinden öpüp, se-

yahatimize devam edelim. u a acın altında oturan ak sakallıyı gördünüz mü? Bu ki i, muhte em gazel ve kasidelerin sahibi Fuzûli. Leylâ ile Mecnûn’u, SuKasidesi’ni yazan büyük edîp. O da gelece imizin ha-berini almı . I ıktan sözleriyle ı ık erlerini anlatıyor:

Bu erler ki a k oduna, öylesine yanmı lar,Yoluna ol Habib’in bin canla inanmı lar.Gayretlerin cümlesi vuslat-ı Ahmed için, Meftun olup ahrete dünyadan usanmı lar,Az meyletse gözleri diyarına haramın,Dünyayı üstlerine yıkılacak sanmı lar.Susuzluktan kırılıp cümle âlem yanarken, Ate -i a k badesin içe içe kanmı lar.Bataklık ortasında derler ki, açmaz bir gül, Karanlık dehlizlerde gülzâre bulanmı lar.Dırah an simalardan süzülen a k teridirCehle kör olmu , lâkin ol Hakk’a uyanmı lar.Dök gönlünü Fuzûli, bu erler huzurunda,Medhlerin i itince, ar edip utanmı lar.

Büyük airin ellerini öpüp veda ettikten sonra, ge-lin bir ba ka dev kamete u rayalım. Izdırapla geçen yılların muzdarip airine. Hep bir Âsım bekleyen, yüre i yaralı, gözleri ceyhun, hayatını slâm u runafeda etmi bir büyük âlime, mütefekkire. Millî ai-rimiz demekle her zaman iftihar etti imiz Mehmet Akif’e. Taceddin Dergâhı’nda, sedirin üstüne otur-mu , gözleri ufuklarda, sa lı ında dünyanın dört bir yanına da ılmı olduklarını göremedi i Âsımlarıiçin, devrimizin alperenleri için, tarihe not dü üyor.Bu büyük kametin kalbinden damlayan a k na me-leri neymi görelim:

Âsım! Bu gelen sen misin, yoksa hayalin mi?Rüyalarımda gördü üm, o en son hâlin mi?Hasretinle yıllar yılı bekleyip durdu um,

u masum millet için ne hayaller kurdu um,

O menba-ı cesaret, cevval, cesur, özü anlı, Sen misin söyle bana, o yi it delikanlı?Söyle ki ruhumun bitmez ızdırabı dinsin.Kaç asırlık bipayan nevhalar ki tükensin.At üstünden topra ı, dirilsin artık ölü.Gülsün artık bu demde bahçemizin bülbülü.Çehrende bir gül, çehrenizde güller,Birazcık üfleyin ki ate e döner küller.Ate -i a k gerek bize, çera ını yakmalı,Muzdarip gönüllere su misali akmalı,Diyerek, akıncı cedlerinden ilham ile, Bendini yıkıp ta mı , benzeyen co kun sele,

ark, garp, cenup, imal, dört bir yanda atlılar,Her biri berk gibidir rüzgârdan kanatlılar.Bu ay yüzlü simadan a k ya ar yeryüzüne.Bin bir ümit yangını bakınca nur yüzüne.Kâinat semasına bir güne ki do uyor,Rahmetin uaları karanlı ı bo uyor.Ey millet! Bu gençler ki bekledi in erlerdir.Leylini nehar eden mukaddes yi itlerdir.Dört bir yana da ılır bu ı ık süvariler, Canlanır o an sanki Müslimler, Buhariler.Bastıkları topraklar, gül enlere çevrilir, Cehaletin putları ilimlerle devrilir.Dillerinde kelâmlar, ellerinde kalemler, Yeni bir dirili in mu tusuyla âlemler, Bayram yapar ark’ın tâlih-i makûsunda, Bütün akvam-ı be er, bu hâli izleyip dursun da.Görsün medeniyyet denilen hakikat nedir.Garp ki anlasın hâlini, hâlâ yerlerdedir.nsanlık denen o âli mefhumun aslı,

Anla ılır ancak idrak etmekle bu faslı.Sonunda görürüm ki yıllar yılı milletin, Çekmekten yoruldu u bitmeyen bir zilletin, Devası bu gençlerin eliyle mümkün ancak, Vefakâr sine gerek bunları anlayacak.Bildim ki bu do an sensin ufkuma, Âsım!Dindi artık mu tunla dinmez dedi im yasım.

Ellerinden öpüp, yaralı airimize de veda ediyo-ruz. O’nu ümit gözya ları içinde bırakıp gitmek bize zor geliyor. Bir milletin ızdırabını bütün benli iylehissetmi bir insanın, bu asrın alperenlerini görüp de ümitlenmemesi mümkün müdür?

[email protected]

* Yazıda airlerimize atfedilen iirler, yazarımız Ahmet Bu ra Bey tarafın-dan, o büyük airlerimizin iir teknikleri ve üslûpları taklit edilerek kaleme alınmı tır.

on yedi589

360 Ocak 2009

Zamanı kolayca kavrayamasak da, onun kolayca anlayaca ımız bir yönü var: boyut olu u… Bir yerde bulu aca ımız ki iye “zaman” randevusu

vermezsek, sadece mekânı belirtmemiz yeterli olmaz. Ha-vada giden bir uzay aracında veya bir helikopterdeyiz. Yer koordinatlarını -yani enlem, boylam ve yüksekli i- belir-terek, konum bildiriyoruz. Bunun mânâlı olması için, o anki zamanımızı, yani tarih ve saati de belirtmek gerekir. Bunun için, uzay-zaman, dört boyutlu bir ölçüm sistemi-dir; et ve tırnak gibi.

Zamanı, sadece vakti bildiren bir saat meselesi olarak dü ünürsek yanılırız, o; boy, en, derinlik gibi bir bo-yuttur. Zamanı idrakte zorlanmamızın bir sebebi de u olsa gerek: Göz idrakimiz üç boyuta hassastır. Di er

boyutlara hassas de ildir. Birçok canlı derinlik boyutunu algılayamaz. Bazı hayvanlar çevrelerini foto raf gibi, iki boyutlu görür. Âlemi siyah beyaz gören hayvanların di errenklerden habersiz ya amaları gibi, biz de di er boyutlarıkavramakta zorluk çekeriz.

nsano lu, duyuların en geli mi i ile çok farklı ve im-tiyazlı bir konuma sahip. Buna ra men görme, i itme ve hissetmemiz sınırlı. Duyularımızın ötesindeki nice âlemler idrakimizi a ıyor.

Zamanın boyut olu unu destekleyen di er bir husus ise, onun öteki boyutlarla uyumlu ve orantılı olmasıdır.Zaman, uzay boyutlarına paralel olarak süreç itibariyle bü-yüyor veya küçülüyor. nsan 60–70 yıl, mikroskobik böcek-ler bir-iki gün ya ar. Güne ve kâinatın ömrü ise, milyar

yıllarla ifade edilir. Bunlar makro-âlemdir.

Çok çok küçük olan atomal-tı parçacıkların ömrü ise, milyarda

bir saniye mertebesindedir. Bu yüzden bunların parçacık de il, rezonans olduklarınahükmederiz. Atomaltı ölçekte mekân (uzay) küçülmesiyle birlikte buna uyum gösteren bir “zaman küçülmesi” vardır. Bu da zamanın bir boyut oldu unun bir ba ka ispatıdır.

Uzay denen mekânın di er boyutlarını na-sıl anlayaca ız? Mekânın dördüncü boyutu ne mânâya gelir? Bunu anlatmak bir yana, sezgiy-le, hayalde canlandırmak bile kolay olmaz.

Bir eyin a (uzunlu u), a2 (alanı), a3 (hac-mi) ise, a4 nedir? Uzayı bir düz kâ ıt gibi kabul edersek, bu kâ ıdın derinli i yoktur, sadece yüzeyi vardır. Bu esnek kâ ıdı kıvırıp külâh yaparsak, ‘Schwarzschild Hunisi’ olu tururuz.Küre yüzeyi gibi yuvarlatırsak, ‘Riemann Uza-yı’ elde ederiz. Üç boyutlu Dünya’yı -üzerin-

on sekiz590

Dünyanın neresinde olursa olsun ortada bir zulüm varsa, mü’min o zulmü ortadan kaldırmak zorundadır. Çünkü mü’min yeryüzünün muvazene unsurudur.

Bunun için de, önce yakın daireden i e ba lamalı ve gücü nisbetinde bu daireyi geni letmenin çarelerini ara tırmalıdır. Bu mevzûda himmetini öyle âlî tutmalıdır ki,

perspektifine bütün cihanı almalı ve sistemati ini ona göre akord etmelidir.

Prof. Dr. Osman Çakmak

360 Ocak 2009

de durup bakarken- iki boyutlu görmemiz gibi, üze-rinde bulundu umuz bu kâ ıdı da daima iki boyutlu algılarız. Ancak bir derinlik olu turdu umuzda, yani kâ ıdın altına inip çıktı ımızda üçüncü boyuttan söz edebiliriz.

Mekânın dördüncü koordinatı tüneldir. Kâinatımızı‘iki boyutlu’ yani ince düz bir levha veya kâ ıt olarak dü ünelim. Bu yüzey üzerinde kalınlı ı olmayan fo-to raflar biçiminde insanlar olalım. Tıpkı bir gaze-te üzerinde derinli i olmayan resimler gibi. Biz bu kâ ıt üzerinde her yöne gitmekte serbestiz, yani dört yön duyumuz vardır. Fakat bu kâ ıt yüzeyinden hiç dı arı çıkamayaca ımız için biz alt ve üst (yukarı ve a a ı) terimlerini hiç bilmeyece iz. Zaten söyleseler de bize inanılmaz gelecektir. Böylece üçüncü boyut diye bir eyden haberimiz olmayacak, sözlüklerimiz-de de ‘yukarı’, ‘a a ı’ gibi terimler bulunmayacaktır.

Bizim kâ ıt kâinatımızdan yukarıda üç boyutlu bir cisim olsa, bu cisim, bizim kâ ıdımızı yararak geçip gitse bile, biz onu yine üç boyutlu olarak görmez, sadece bizim evrenimizle kesi ti i eyi

görürüz. Örne in bu bir küre ise, bir daire olan izdü ümünü görürüz. Enlemlerinin kesitleri ku-

tuplardan itibaren giderek büyür, Ekvator’da en ge-ni daire olur ve sonra yeniden küçülen halka biçimi de öteki kutup noktasında kaybolup a a ı geçer. Yani onu, kesiti veya gölgesi olarak fark ederiz. Böyle üç

boyutlu bir cisim, kesitini gördü ümüz için bize iki boyutlu görünür. a ırırız; çünkü birden ‘var’ olmuolur. Bizim biçimlerimiz sabit oldu u için, o küre cismin aniden iki boyutlu dünyamızda belirmesi, sonra büyümesi, küçülmesi ve en sonunda yok ol-ması bize çok tuhaf gelir.

Dı ımızdaki dört boyutlu bir cismin ‘üç boyutlu’gölgesi, üç boyutlu mekânımıza dü er. Tıpkı bir kü-renin çember görünmesi gibi, düz tünellerin uzun-lu unu de il, kesitini görürüz. Küre basit bir cisim olmasına ra men bizi a ırttı ına göre, imdi daha karma ık bir ekil dü ünelim. Meselâ bir vazonun gölgesini duvara aksettirelim ve vazoyu evirip çevi-rerek, de i ik gölgeler olu turalım. Duvarda ya ayanbir vesikalık foto raf, kendisiyle aynı düzleme dü enbu gölgeye ve ondaki de i ikliklere hayretle bakacak, ürkecektir. Çünkü o boysuz insan, bizi ve vazoyu

on dokuz591

Kâinatta be duyuyla görebildiklerimiz, fizik kanunlarının dı ındaki çok boyutlu hakikatlerin (on sekiz bin âlemin) sadece

bizim algılama boyutlarımıza bakan üç boyutlu birer gölgesi mesabesindedir.

Göremedi imiz, fakat var oldu unu hissetti imiz âlemleri, tâbi oldu-

umuz fizik kanunlarıyla tam ola-rak anlamamız ise, bu imtihan

âleminde zamanın ve mekânındar kalıplarından sıyrılma-

mıza, ruh ufkuna do ru se-yahat etmemize, fizik ve

metafizi i beraber ele alan yeni bir ilim dili

geli tirmemize ba lıgörünüyor.

360 Ocak 2009

de il; sadece duvarın üzerine dü eni görmektedir. Onun kâinatı duvarıdır, duvarın dı ı ve arkası yok-tur. Söylesek de inandıramayız.

Bizler, tek bir uzay-zaman konisi içine sıkı tı ı-mızdan hâdiseleri, mekânın dar kalıpları içinde ve belli boyutlarda de erlendiriyoruz. Meselâ en, boy ve yükseklikle anlatılmak istenen hacimle ilgili bir uzay kavramı, anla ılır bir husustur. Fakat dördüncü boyut olan zaman, fizik ve izafiyet içinde yer aldı ıhâlde, mücerret bir uzunluktur, madde ötesidir. Be-inci boyut denen akıl- uur ise, zaman gibi mücer-

rettir, maddî de ildir. Tünel de bize böyle inanılmazbir boyut olarak görünmektedir.

Kâinatta be duyuyla görebildiklerimiz, fizik ka-

nunlarının dı ındaki çok boyutlu hakikatlerin (on sekiz bin âlemin) sadece bizim algılama boyutları-mıza bakan üç boyutlu birer gölgesi mesabesindedir. Göremedi imiz, fakat var oldu unu hissetti imizâlemleri, tâbi oldu umuz fizik kanunlarıyla tam ola-rak anlamamız ise, bu imtihan âleminde zamanın ve mekânın dar kalıplarından sıyrılmamıza, ruh ufkuna do ru seyahat etmemize, fizik ve metafizi i beraber ele alan yeni bir ilim dili geli tirmemize ba lı görü-nüyor. Netice itibariyle, modern fizi in ara tırma sa-hası olan ehadet âlemi (ölçülebilir, görünür âlem), Bediüzzaman’ın (ra) ifadesiyle, gayb âlemi üzerine atılmı tenteneli bir perdedir.

[email protected]

yirmi592

“Bir zaman, Hazret-i Gavs-ı Âzam (k.s.) eyhGeylânî’nin terbiyesinde, nazdar ve ihtiyare bir hanımın bir tek evlâdı bulunuyormu . O muhte-

rem ihtiyare, gitmi o lunun hücresine, bakıyor ki, o lu bir parça kuru ve siyah ekmek yiyor. O riyazattan zaafiyetiyle, validesinin efkatini celb etmi . Ona acımı . Sonra Hazret-i Gavs’ın yanına ekvâ için gitmi . Bakmı ki, Hazret-i Gavs, kızartılmı bir tavuk yiyor. Nazdarlı ından demi :

‘Yâ Üstad! Benim o lum açlıktan ölüyor; sen tavuk yer-sin!’

Hazret-i Gavs tavu a demi : ‘Kum biiznillâh!’ O pi mi tavu un kemikleri toplanıp tavuk olarak yemek ka-bından dı arı atıldı ı, mutemet ve mevsuk çok zâtlardan, Hazret-i Gavs gibi kerâmât-ı harikaya mazhariyeti dün-yaca me hur bir zâtın bir kerameti olarak, mânevî tevatürle nakledilmi . Hazret-i Gavs demi : ‘Ne vakit senin o lun

Kendini alâkadar eden en küçük meseleler kar ısında sa a-sola ültimatomlar çeken, donanmalar gönderen ve ambargolarla tehdid eden bu kendini be enmi kızıl ruhlu dünyâ,

bugün de Balkanlardan, Filistin’e ve Ortaasya içlerine kadar olup-biten binlerce fâciayı aynıumursamazlık içinde görmezlikten gelmekte, hattâ yer yer bu fâcia ve fazîalara sebebiyet

verenleri alkı lamakta ve desteklemektedir.

yirmi bir593

Prof. Dr. Ömer Arifa ao lu

da bu dereceye gelirse, o zaman o da tavuk yesin.’

te, Hazret-i Gavs’ın bu em-rinin mânâsı udur ki: Ne vakit senin o lun da ruhu cesedine, kalbi nefsine, aklı midesine hâkim olsa ve lezzeti ükür için istese, o vakit le-ziz eyleri yiyebilir.” (On Dokuzuncu

Lem’a, 3. Nükte)

Buna benzer bir hâdiseye, 30 sene önce, ben de ahit ol-mu tum. Üniversiteden ka-labalık bir arkada grubuyla bir Kutlu’nun sofrasına davet edilmi tik. Bu Allah Dostu’na zmir’in ilçelerinden iki kasa

i tah kabartan kiraz gönderil-mi ti. Kirazlar bize ikram edil-di. Kendisine yakın bulunuyor-dum. çimden, “ imdi bu müba-rek insanla aynı sofraya oturursam, bu kirazlardan edep gere i fazla yiyemem.” dü üncesigeçti. Gerçekten de aynı sofraya oturmak nasip oldu. Ben “Nasıl yapsam da, u kirazlardan çok miktarda ye-sem.” diye dü ünürken, o zât kirazlardan sadece bir tane alarak bizden müsaade istedi ve sofradan kalktı.O an, dü üncelerimden dolayı ne kadar utandı ımıhâlâ unutamam.

Yukarıdaki iki hâdisenin ı ı ında, insan vücu-dunda mükemmel ekilde gerçekle tirilen faaliyet-

ler üzerinde dü ünmeye ba ladım. Yeme, içme ve sindirim sırasında vücudun iç i leyi ine bütünüyle hâkim olan dinamik denge durumuna tıp dilinde homeostazi denmektedir. Dengenin mü ahede edil-di i en hayatî vücut sıvısı kandır. Kanda her faktör sâbit bir miktara, ölçüye veya konsantrasyona sa-hiptir. Kan basıncı her damarın özelli ine göre sâbit tutulur. Meselâ büyük atardamarlarda ortalama kan basıncı 100 mmHg’dır. Basınç bu de erin üstüne çıkarsa, yüksek tansiyon gözlenir. Yüksek tansiyon; beyin kanamasına, felce, böbrek yetmezli ine, kalb büyümesine, yetmezli ine ve krizine sebep olarak ölüme yol açabilir. Dü ük tansiyonda ise, beyin ba ta olmak üzere organlara kan akımı azalır. Den-geye ba ka bir misâl de, birçok faktörün kandaki e-ker (glikoz) konsantrasyonunu dinamik bir denge hâlinde tutmakla görevlendirilmi olmasıdır. Kan ekeri yükselirse, hayatı tehdit eden eker koması

meydana gelebilir. Aksine, kan ekeri dü erse, ba -ta beyin olmak üzere organlar enerjisiz kalır. Hattâ beyin açısından hipoglisemi (kan ekerinin dü me-si) koması, hiperglisemiden (kan ekerinin yüksel-mesi) daha tehlikelidir. Kanda sodyum, potasyum, klor, kalsiyum ve ya asidi gibi birçok faktörün konsantrasyonları da eker gibi dinamik bir den-ge durumunda tutulur. Bu durum bozuldu unda hastalık veya ölüm meydana gelebilir. Küllî rade ve Sonsuz Rahmet Sahibi, vücudumuza yerle tirdi ibirçok harika mekanizmayla bunları dengede tut-maktadır; ancak sindirim faaliyetlerinin öncesinde,

yirmi iki594

“Hakikî ehl-i ükrün ve ehl-i hakikatin ve ehl-i kalbin kuvve-i zâikası, rahmet-i lâhiye’ninmatbahlarına bir nâzır ve bir müfetti hükmün-dedir. Ve o kuvve-i zâikada taamlar adedince mizancıklarla nimet-i lâhiyenin envâını tartmak ve tanımak, bir ükr-ü mânevî suretinde cesede, mideye haber vermektir. te, bu surette kuvve-i zâika yalnız maddî cesede bakmıyor. Belki kalbe, ruha, akla dahi baktı ı cihetle, midenin fevkinde hükmü var, makamı var. sraf etmemek artıylave sırf vazife-i ükrâniyeyi yerine getirmek ve envâ-ı niam-ı lâhiye’yi hissedip tanımak kaydıy-la ve me ru olmak ve zillet ve dilencili e vesile olmamak artıyla, lezzetini takip edebilir. Ve o kuvve-i zâikayı ta ıyan lisanı ükürde istimal et-mek için leziz taamları tercih edebilir.”

Sindirim ve emilim hâdiselerinin önemli bir kısmı ince ba-ırsa ımızda gerçekle ir. nce ba ırsa ımız; duodenum

(oniki parmak ba ırsa ı), jejenum ve ileum denen, temel-de aynı olmakla birlikte yapı ve görevleri açısından bazıfarklılıklara sahip üç bölümden olu mu bir kanaldır.

cüz’î irademize taalluk eden yeme-içme hususunda bizi serbest bırakmı tır.

Beslenmede dengeTıbbın son yıllarda me gul oldu u konulardan

biri, çok yemeye ba lı i manlıktır. Bu; eker hastalı-ı, damar sertli i (ateroskleroz), karaci er ya lanma-

sı, siroz, kalb yetmezli i ve kalb krizleriyle irtibatlıhayatî tehlikeler ihtiva eden önemli bir sa lık prob-lemidir. Hekimler, i manlı ın tedavisinde, iradeyi kullanma ve az yeme dı ında fıtrî ve zararsız ba kabir yol gösterememektedir. i manlık, ki inin hare-ket (egzersiz) kâbiliyetini kısıtlamakta, hareketsizlik ise, daha fazla i manlı a sebep olmaktadır.

Kadîr-i Alîm beslenme konusunda kullarını ser-best bırakmı tır. Elbette midemizin bir kapasitesi vardır, bu kapasite dolunca tokluk hissi duyar ve yi-yemez hâle geliriz. Ancak yine de, doymu olmamızave vücudumuzun sıhhati açısından yemememiz ge-rekmesine ra men, nefsimize ma lup olarak israf öl-çüsünde a ırı yeriz. Yemek aralarında bile durmadan atı tıran Amerikalıların i manlık problemi herkesin mâlûmudur.

Yedi imiz besinlerin kana emilmesi (absorbsi-yon) konusunda da, Yaratıcı’mız, imtihan gere i bir sınırlama koymamı tır. Yedi imiz besinlerin tamamıkana geçirilmek üzere ba ırsaklara emdirilir. E ervücuttaki dinamik denge durumu burada da korun-saydı, ki i ne kadar yerse yesin, vücuda ihtiyaç ka-dar alınacak, fazla besinler kana geçirilmeden dı arıatılacak ve i manlık gibi bir problemle kar ıla ılma-yacaktı. Hakîm-i Mutlak, yedi imiz besinlerin ta-mamının kana geçmesini sa layarak, bizi irademizle imtihan ve hâdiselerin diliyle ikaz etmektedir.

Sindirim ve emilim hâdiselerinin önemli bir kıs-mı ince ba ırsa ımızda gerçekle ir. nce ba ırsa ı-mız; duodenum (oniki parmak ba ırsa ı), jejunum ve ileum denen, temelde aynı olmakla birlikte yapı ve görevleri açısından bazı farklılıklara sahip üç bölüm-den olu mu bir kanaldır. Bu kanalın uzunlu u 3–4 metre, bölgesine göre farklılık gösteren çapı da, 2–4 santimetredir. Bu silindirik yapının iç yüzey alanıazamî 1.600 cm2’dir (0,16 m2). E er iç yüzeyi düz bir kanal olsaydı, ince ba ırsa ın emme gücü, 600’de bir kadar az olurdu. Bu büyük farkın birinci sebebi, ba ırsak iç çeperinin düz bir boru gibi olmayıp, her yerinden kanal içine do ru uzanan her biri 8 mili-metre boyundaki kıvrımlara sahip kılınmasıdır. Bu kıvrımlar sayesinde emilim yüzeyi üç kat kadar artar. kinci olarak, bu kıvrımların yüzeyi de düz de ildir

ve villus denen, kanal bo lu una do ru 1 milimetre kadar uzanan parmak eklinde çıkıntılarla kaplan-mı tır. nce ba ırsak yüzeyinin 1 cm2’sinde 20–40 adet villus bulunur. Bu villuslar emilim yüzeyinde

yirmi üç595

Transferrin

10 kat artı a vesile olur. Villusların yüzeyi tek sırahâlinde dizilmi , emilimi gerçekle tiren silindirik hücrelerle dö elidir. Bu hücrelerin yüzeyi çok ince ve sık uzantılar (mikrovillus) ihtiva eder. Bu yapı, fır-çamsı kenar (silli epitel) olarak adlandırılır. Fırçamsıkenar sayesinde emilim yüzeyi yakla ık yirmi kat ar-tar. Böylece, aynı büyüklükte bir düz kanalın yüzey alanının yakla ık 3.300 cm2 kadar olması gerekirken, yüzey kıvrımları, villuslar ve fırçamsı kenar sayesin-de ince ba ırsa ın toplam emilim yüzeyi, 2 milyon cm2’ye (200 m2) çıkar. Bazı ara tırmacılar, toplam ar-tı ın çok daha büyük (1.000 kata kadar) olabilece inisöylemektedir. Normalde ince ba ırsaklardan günde 100 gram ya , 50–100 gram aminoasit, 50–100 gram iyon, ve büyük kısmı vücutta üretilen sıvılar olmak üzere 7–8 litre su emilir. Efendimiz’in (sas) sünneti-ne uyularak az yendi i takdirde, yukarıdaki miktarlar hem ya amamız için, hem de besinlerin israf edil-memesi açısından son derecede önemlidir. Bununla birlikte, çok a ırı yeme-içme durumunda, sistemin

maksimum kapasitesi günde birkaç kilogram karbonhidrat, yarım-bir kilogram ya , yarım-bir kilogram protein ve 20 litre suyu emebilecek kadardır. Ba-ırsaklarımız kendilerine gelen

bütün besinleri kana geçirebi-lecek kabiliyette yaratılmı tır.E er sınır koymazsak, kötüye kullanılan bu kapasite ba ımızai manlık gibi bir dert açmakta-

dır.Nefsimizle imtihan oldu u-

muz ve bizden irademizin hak-kını vermemizin istendi i bir dünya hayatında, yüksek kalorili ve i manlık sebebi olan yukarı-daki gıdaların (ya , karbonhid-rat ve protein) emilimine tahdit konmamı tır. Hâlbuki gerçek besin maddesi sayılmayan fa-kat vücut için hayatî (sinir, kas ve kemik faaliyeti, bütün elektrolit dengeleri açısından)önemi olan minerallerin emil-mesinde yine dinamik denge kuralları bizim irademiz dı ın-da, Cenab-ı Hakk’ın rahmet ve inayetiyle ba ırsaklara yerle ti-rilmi tir. Meselâ demir, kanda alyuvarların içinde bulunan ve kana kırmızı rengini veren, ok-

sijen ta ımakla vazifeli hemoglobinin yapısında yer alır. Vücutta demir fazlalı ı oldu unda, karaci er ve pankreas harabiyeti ve kalb yetmezli i gibi önemli organ bozukluklarına sebep olan hemosiderozis has-talı ı ortaya çıkmaktadır. Demir azlı ında ise, demireksikli i anemisi denen kansızlık hastalı ı görülür. tebu sebeple, bizim irademize ba lanmadan ba ırsak-larımıza çok hassas bir demir emilim dengesi kon-mu tur. Burada ilâhî rahmet ve inayet kendini çok açık gösterir. Akılsız ve uursuz demir atomlarıyla,hücreler arasında mükemmel bir anla ma görülür. Vücutta demir fazlalı ı varsa, ba ırsaklarımızda de-mir emilimi otomatik olarak azaltılır. Bu mükemmel mekanizmaya göre, kanda demir fazlalı ı oldu un-da, demir ba layan protein olan transferin maddesinin bütün demir ba lama noktaları dolu oldu undan,ba ırsaklardaki demir ba lanamaz; dolayısıyla demir kana geçmedi inden dı arı atılır. Demir eksikli indeise, bu mekanizma tersine çalı ır. Bu durumda, ba-ırsaklardan demir emilim kapasitesi artırılır ve ih-

yirmi dört596

Tıbbın son yıllarda me guloldu u konulardan biri, çok yemeye ba lı i man-lıktır. Bu; eker hastalı ı,damar sertli i (ateroskle-roz), karaci er ya lanma-sı, siroz, kalb yetmezli ive kalb krizleriyle irtibatlıhayatî tehlikeler ihtiva eden önemli bir sa lık problemi-dir. Hekimler, i manlı ıntedavisinde, iradeyi kullan-ma ve az yeme dı ında fıtrîve zararsız ba ka bir yol gösterememektedir.

tiyaç giderilmi olur. Aynı mekanizma, kalsiyum ve di er ba ka maddeler için de geçerlidir.

Netice itibariyle, Kadîr-i Hakîm hem gıdaların is-raf edilmemesi, hem de insanın iradesinin öne çıkma-sı gerekti ini ikaz etmektedir. Bu noktada, iman ni-metinin, nefis tezkiyesinin, ruh ve irade terbiyesinin, dolayısıyla aileden ba lamak üzere bütün bir içtimaî hayatın, çocukluktan itibaren ki inin yeti mesinde ve beslenme alı kanlıklarında ne kadar büyük önem arz etti i anla ılmaktadır. Aynı ekilde, fıtrat dini olan slâm’ın, cemiyetin bir bütün olarak sıhhati açısın-

dan getirdi i prensiplerin de ne kadar hayatî oldu uaçıktır. Zenginlerin kendilerini fakirlerin yerine koy-malarını da sa layan zekât ve orucun farz olması, ay-rıca her türlü sadaka ve hayır-hasenatın sürekli te vikedilmesi, aslında sadece yeme-içmede israfın de il,

nefse uymaktan kaynaklanan daha birçok a ırılı ınönüne ba tan geçmektedir. Oruçla iradelerimiz zor-lanmakta ve dolayısıyla fakirler hatırlanmaktadır.

Sevgili Peygamberimiz (sas) sofradan doymadan kalkmayı tavsiye ederek bize ne güzel bir rehberlik sunmu tur. Bu mübarek beyandan, tokluk hissinin beyinde geç olu masından kaynaklanan yalancı i ta-hın önüne geçilmesi gerekti i anla ılabilir. Nitekim, hepimiz tecrübeyle biliriz ki, sofradan az yiyip kalk-tıktan kısa bir müddet (on be -yirmi dakika) sonra tokluk hissedilmekte, açlık hissi geçmektedir. Bu da, mevzunun alı kanlıktan kaynaklanan psikolojik ya-nının göz ardı edilmemesi gerekti ini göstermekte-dir.

[email protected]

yirmi be597

“Fırsat eldeyken çekin efendiler çekin!”

Devletler muvâzenesini elinde tutanların

muvâzene adına gayretleri böyle olunca,

nasıl bir dünyada ya adı ınıvar kıyas et...

??? ????? 2008360 Ocak 2009

Katmerli gurbet de diyebilece imizi tirab; sürekli düzelmeleri bozul-

maların takip etmesi ve salâhları fesatlarınkovalaması, gece-gündüz devridaimi gibi, gönlün biraz aydınlanmasını müteâkip he-men yeniden karanlı ın bastırması duygu-sudur ki, hemen her zaman 1

mu tusuyla serfiraz hizmet erlerinin korkulu rüyaları olagelmi tir ve onu dü ündükçe ür-permi lerdir.

Gurbet için de aynı mülâhazalar söz ko-nusu olabilir; i tirab, ya sırf cismanî, ya hâlî ve kalbî ya da her ikisinin birden duyulup hissedildi i muzaaf bir yalnızlıktır.

Cismanî i tirab, tıpkı gurbette oldu ugibi, yurttan-yuvadan, dosttan-ahbaptan uzak kalmaya denir ki, bilhassa, ula mayolları bütünüyle bozulup, köprüler de ha-rap olunca, çaresizlikten dolayı ruhları tam bir i tirab istila eder. Beden insanları için çok defa ölümle neticelenen i tirab, Allah ve ahirete imanla tadil edilmezse, her za-man tahammülfersâ bir hâdise sayılabilir.manla, bu müterâkim gurbetleri gö üsleyip,

sonra da öyle veya böyle vefat edenlere, “Bu kabîl yalnızların

vefatı ehadettir.”2 fehvâsınca, o bir nimet-

tir. Evet o, küfür, ilhad ve dalâletten kaynak-lanmıyorsa, “Her ızdırabın bir mükâfatı var-dır.” esasına binaen, insanı Cenâb-ı Hakk’a yönlendirdi i ölçüde çok yararlı bir ihsan-ıilâhîdir. Hatta bazılarınca, imanla yumu atıl-mı böyle bir gurbet, ızdırabı çok, mükâfatısabır ve tahammülünkine denk iç içe öyle tatlı bir belâdır ki, insan onu, zâhirindeki hic-randan ötürü bulanık bir âh u efgânla kar-ılamasına mukabil, vicdan ona hep: “Gel,

gel” der. Bir airin:

“Benim bu hâlimi gören garipler, bir gün (gelip) benim mezar topra ıma otursunlar; (otursunlar) zira garipleri ancak garipler an-lar. (Evet) garipler birbirlerine yâdigâr (ve emanet)tirler. Ey Rabbim, Sen çaresizlerin

yirmi altı598

tirab*

??? ????? 2008360 Ocak 2009

çaresisin; benim de, ba kasının da çaresini (ancak) Sen bilirsin. Geceden apaydın gün-düzü çıkardı ın gibi, bu kederden de benim ne ’e ve sürûrumu çıkarabilirsin...” sözleribu duyguyu ifade etmesi bakımından gayet nefistir.

tirabın hâl televvünlüsü, beyan-ı nebevîsiyle tebcil edilmi tir. Fesat is-tilasına u ramı bir zaman diliminde, ça ıngetirdikleriyle bo u an çaresiz bir salih insan, cehalet girdabına kapılmı bir toplum içinde hakikat-â ina bir âlim, nifakın kol gezdi i bir dünyada sadakate kilitlenmi bir vefa insanıiç içe böyle bir gurbet ya amaktadır ve fesa-dın azgın köpürü lerini, cahil yı ınların zebil olup gidi lerini, nifak ve nifakçıların her za-man prim alı larını gördükçe iliklerine kadar kendini yalnızlık içinde hissederek “Ke ke bu insanlara bir eyler anlatabilseydik!” der in-ler.

Kalb buudlu i tiraba gelince o, ârifin, Hak katındakileri duyu , sezi ve bekleyi leriaçısından öyle bir gurbetidir ki; duyar, his-seder; duyup hissettikleriyle ruhanî zevklere açılır; açılır ama, vuslat-ı hakikîye kadar çev-resinde Hakk’a kapalı insanların gurbetlerini ruhunda duydu u gibi, seyr-i ruhanînin ge-tirdi i gurbetlerden de bir türlü kurtulamaz; sürekli kalbinde, “ kurbet”, “ üns billâh” ve “lika” evk u i tiyakını duyar; duyar ama, hakikî olmasa bile, ya endi e, korku ve has-sasiyetinin örgüleyip yürüdü ü yollarda kar-ısına çıkardı ı berzahların tesirinde kaldı ın-

dan ya da bir kısım uuraltı mülâhazalarınresmetti i ekil ve suretler, kalb gözü hade-kasını birer perde gibi sardıklarından, dere-cesine göre mu teribin yakînî, zannî, tahmînî veya vehmî bir gurbeti söz konusudur ki, de i ik dalga boyundaki bu erareler, vefa, sadakat ve kurb hususiyetlerine çarparak

onların ruhî ekillerine dokunur.. ve ekil de-i melerinden meydana gelen bo luklarda

gurbet esintileri duyulmaya ba lar ki, i te bu, mütemadî bir i tirabtır. Zira sâlik, yukarıdakimülâhazalarla arz etmeye çalı tı ımız husus-ları, kazanma ku a ında kaybetme gördü-ünden kendini çaresizlik içinde hisseder..

ve bu yalnızlık endi esi, yalnızlık vehmi ve yalnızlık dü üncesiyle“Ke ke anam beni do urmasaydı!”3 der ki, bu, bildi imiz gurbetlerin en a ırı, en idrak edilmezi ve en de erlisidir.

Dünyevî gariplerin, uhrevîlikle teselli olmalarına; hâl gurebâsının, mârifet ve mu-habbet soluklayarak nefes almalarına kar ı-lık, bütün ölçüleri alt üst eden âriflerin gur-beti, Kafda ı’ndan daha a ır olsa gerek; zira onlar, dünyanın da garibi, ahiretin de gari-bidirler. Ehl-i dünya onları anlamaz; çünkü onların ufku dünyadır ve onun ötesinde bir ey görüp bilmeleri de mümkün de ildir.

Âbid ve zâhidler diyece imiz ahiret ehli de onları anlamaz; zira onların himmetleri de ibadet ve zühdleri ölçüsündedir.. âriflerin himmeti ise, Mâbudlarıyla irtibatları nisbe-tindedir...

*Bu yazı, Sızıntı dergisinin Mayıs 1996 tarihli 208.

sayısından alınmı tır.

Dipnotlar

1. Müslim, iman 232; Tirmîzî, iman 13; bn Mâce, fiten15; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/72.

2. bn Mâce, cenâiz 61; Ebû Ya’lâ, el-Müsned, 4/269; Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, 11/57, 246.

3. bn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ, 3/360.

yirmi yedi599

360 Ocak 2009

Yerküre’nin tanınması ve eklinin belirlenme-si maksadıyla çok eski ça lardan beri sürege-len çalı malar hâlâ devam etmektedir. Ölçme

usûlleri ve âletleri, teknolojik geli meler paralelinde sürekli de i mektedir. lk ça larda Arz’ın eklinin düz oldu una inanılıyordu. Milât’tan önce 500 yıllarındanitibaren Dünya’nın eklinin yuvarlak oldu una dâir çe itli fikirler ileri sürülmü ve yarıçapını belirleme çalı maları yapılmı tır. Daha sonraları, bilhassa 7. yüz-yıldan itibaren Dünya’nın eklinin tam olarak neye benzedi i konusuna yo unla ılmı tır.1

nsanlı ın slam’la ereflenmesi ve slâm’ın ilmi te vik etmesi ile Müslüman ilim adamları astronomi-de büyük geli melere vesile oldular. Astronomi ilmi-nin geli me seyrini takip eden tarihçiler 8–14. yüzyıllararasını slâm Astronomisi Dönemi olarak kabul ederler. Avrupa, Ortaça karanlı ını ya arken, bu dönemde astronomi çalı malarının büyük kısmı Ortado u’da,Kuzey Afrika’da ve Endülüs slâm Devleti’nde yü-rütülmü tür. Batı bu dönemde astronomik geli me-lere ayak uyduramamı , hattâ karanlıktan sıyrılmayaba ladı ı dönemlerde bile Avrupa’da, Galile: “Dün-ya dönüyor.” dedi i için kilise tarafından aforoz edil-

mi , Kopernik’in Güne merkezli kâinat anlayı ınıbenimseyen talyan Giordano Bruno 1600 yılındaRoma’da diri diri yakılmı tır. 16. yüzyıldan sonra ise, Dünya’nın eklinin belirlenmesi ve yarıçapının ölçül-mesi için hem Batı’da hem de slâm dünyasında çok önemli çalı malar yapılmı tır.

Astronomik çalı malar ve kullanılan teknolojilerin geli mesiyle beraber, 18. yüzyıldan itibaren Dünya’nınyuvarlaklı ının yanısıra özel bir ekle de sahip oldu uanla ılmı tır. Tespitlere göre Arz; Ekvator’dan i kin,kutuplardan ise, basık ve yuvarlak bir ekle sahiptir. Bilim adamları bugün Arz ile ilgili ara tırmalardauydu vasıtalarını kullanmaktadır. Bu yolla elde edilen haritalar, Dünya’nın tahmin edildi i gibi tam yuvarlak bir ekle sahip olmadı ını, yüzeyinin sivilceli bir yüze benzedi ini göstermektedir.2

Sivilceli Arz yüzeyini bilim adamları, ‘jeoid’ kavra-mıyla ifade etmeyi uygun bulmu lardır. Jeoid, belirli kabullerle birlikte durgun deniz yüzeyi olarak adlandı-rılan ve yer yüzeyinin ölçülmesinde kullanılan özel bir referans yüzeyidir. Bu konudaki çalı malar bu referans yüzeyine dayandırılır. Jeoid sürekli olarak de i imiçerisindedir. Çünkü Arz’ı olu turan katmanlar farklı

yirmi sekiz600

lenen günahlar zulüm derecesine varınca Allah, o günahları affetmez.unda zerre kadar üphe edilmemelidir ki zalim, kesinlikle cezasız kalmaz.

“Zulüm ile âbâd olanın, mutlaka âhiri berbat olur.”

Abdullah Sancak

360 Ocak 2009

mesi, kütle ve a ırlık gibi bazıkavramların tarifinde fayda vardır. Yerçekimi veya genel mânâda kütle çekimi, iki cis-min kütleleri arasındaki çe-kim gücüdür. Bu çekim kuv-veti F, cisimlerin kütlesine ve aralarındaki mesafeye ba lı-dır.4 Kütle arttıkça ve cisimler arası mesafe kısaldıkça, çekim kuvveti artar; kütle azaldık-ça ve mesafe arttıkça çekim kuvveti azalır. Arz üzerinde bir cismin serbest bırakılmasıhâlinde Yerküre’nin uygula-dı ı çekim kuvveti münase-betiyle cisim artan bir hızlayere do ru dü er. Hızdaki bu de i im ise, yerçekimi ivmesi olarak adlandırılır.

Kütle ise, bir cismin sa-hip oldu u madde miktarıdırve kâinatın her yerinde ay-nıdır, de i mez. Dünya’nınbir cisme uyguladı ı çekim kuvvetine cismin a ırlı ı denir. A ırlık, kütleyle kütle çekimi ivmesinin çarpımına e ittir.Bu tariflerden, bir cismin kâinattaki yeri de i irse küt-lesinin de i meyece i, an-cak a ırlı ının de i ebilece ikolayca anla ılabilmektedir.Yerçekimi ivmesi Arz’ın mer-kezinden olan uzaklı ın kare-siyle ters orantılı oldu u için, bir cismin a ırlı ı yükseklik de i iminde farklılık gösterir. Misâl olarak; deniz kenarında100 kg a ırlı ındaki bir cisim Everest’e (8535 metre) çıka-rıldı ında, bu cismin a ırlı-ında 90 gram azalma mey-

dana gelir. Bir ba ka ifade ile yerden 10 km yukarıda seya-hat eden yakla ık 4,5 tonluk bir uçak, yerdeki a ırlı ından15 kg daha hafiftir. Yerçekimi ivmesi yani gravite arttıkçacisimlerin a ırlı ının arttı ı,gravite azaldıkça cisimlerin a ırlı ının azaldı ı görülür.

yirmi dokuz601

Dünya’nın yuvarlak oldu u, Kur’ân tara-fından bildirilmi tir: “O, gökleri ve yeri hak ile yarattı, geceyi gündüzün üstüne sarıyor, gündüzü de gecenin üstüne sarı-yor...” (Zümer Sûresi/ 5)

Âyetteki ‘sarıyor’ ke-limesi Arapça ‘tekvir’ kelimesinin kar ılı ı-dır. ‘Tekvir’ ip yuma ıgibi, bir eyi birbiri üstüne dolamaktır. Yukarıdaki âyet, gayet bâriz olarak Dünya’nınyuvarlaklı ını ve ekse-ni çevresinde döndü-ünü gösterir. Çünkü

sarma i i, yumak ve top gibi eylerin üze-rinde olur.

Sivilceli Arz yüzeyini bilim adamları, “jeoid” kavramıyla kar ılamayı uygun bulmu lardır. Jeoid, belirli kabullerle birlikte durgun deniz yüzeyi olarak adlandırılan ve yer yüzeyinin ölçülmesinde kullanılan özel bir referans yüzeyidir. Yukarıdakiölçekte jeoid üzerindeki çukur ve tümseklerin metre olarak artma ve azalması görülmektedir.

yo unlukta oldu u için, tabiî hâdiselerle birlikte insan kaynaklı tesirler de onun jeoid yapısını sürekli farklı-la maktadır. Bu sebeple, jeoidin pratikte matematikî bir tarifi henüz yapılabilmi de ildir.

Bilindi i gibi Dünya jeolojik olarak aktif bir geze-gendir.3 Kâinatta atomlardan galaksilere kadar, yaratıl-mı hiçbir varlık kendi hâline bırakılmadı ı gibi, Dünya da üzerinde mükemmel bir ekosistemin yerle tirilme-si için hâlden hâle döndürülmektedir. Arz’ı te kil eden tabakaların farklı yo unlukta olması, bunların sürekli bir jeolojik süreçten geçmesi, tektonik levha hareket-leri, kıtaların kayması, Arz’ın kütle merkezinin az da olsa yer de i tirmesi, gel-git hâdiseleri, hidrosfer (su küre) ve atmosferde gerçekle en atmosferik hâdiseler ve insano lunun müdahaleleri sebebiyle yerkabu u-nun bazı bölgelerinde de i meler ya anmaktadır. Bu durum Arz’ın ekli olan jeoidin de sürekli de i mesininetice vermektedir.

Jeoidde meydana gelen de i iklikler yerküre öl-çe inde meydana gelen hâdiselerin neticesidir. Bu hâdiselerin ne mânâ ifade etti inin anla ılabilmesi için, jeoiddeki bu ekil de i ikliklerinin belirlenmesi bu noktada önem kazanmaktadır. Yeryüzündeki yerçeki-mi ivmesi (gravite) farklılıklarını uydularla belirleme çalı maları günümüzde jeoidin eklindeki de i mele-rin takibi için itibar edilen en yeni metottur. Bu duru-mun kolay anla abilmesi için yerçekimi, yerçekimi iv-

360 Ocak 2009

Arz’ın merkezinden yüzeyi-ne olan mesafenin sâbit oldu u(en yüksek tepelerde yılda en fazla 1–2 cm alçalma veya yük-selme olur), Arz içindeki mal-zeme miktarının da çok fazla de i medi i göz önüne alınırve di er tesirler ihmal edilirse, Arz’ın yüzeyindeki küçük gravi-te farklılıklarının temel sebebi-nin yüzeydeki kütle de i melerioldu u kolaylıkla söylenebilir. Buzulların erimesiyle belli alan-larda a ırlı ın azalması, baraj-lar sebebiyle de belli alanlarda a ırlı ın artması, Arz üzerindeki gravite farklılıklarında en önemli rolü oynamaktadır. te bu bul-gulardan hareketle bilim adam-ları nerelerde ne kadar kütle de-i ti ini gravite ölçüleriyle tespit

edebilmektedir. Çünkü kütle-lerin yer de i tirmesi sebebiyle gravite de erleri de o bölgelerde de i im göstermektedir.

Gravite ölçümleriyle çok kü-çük kütle farklılıkları dahi be-

lirlenebilmektedir. Arz üzerindeki belli bir kütlenin yer de i tirmesi o bölgedeki gravitenin de de i mesimânâsına gelmektedir. Özetle günümüzde yaygın ola-rak kullanılan gravite ölçümleri jeoiddeki de i imlerive dahası buna sebep olan hâdiseleri anlayabilme adı-na, kullanılabilen en önemli veri kayna ı durumun-dadır. Arz yüzeyindeki yer de i tiren kütlelerin veya di er bir ifadeyle Arz’ın üzerinde a ırlı ın arttı ı veya azaldı ı yerlerin belirlenmesinde uydular yardımıylagravite ölçüm metodu kullanılmaktadır. Gravite de i-imlerini belirleme ve izleme maksatlı kullanılan en

yeni teknolojik uydular, Avrupa Uzay Ajansı ESA’nınGOCE ve NASA’nın GRACE uydularıdır. GOCE uydusu yörüngede ilerlerken Arz’ın gravite alanınıhassas bir biçimde ara tırabilmek için tasarlanmı tır.Uydu, yerçekiminin güçlü ve zayıf oldu u bölgelerin üzerinden geçerken gradiometer adlı cihazıyla gön-derdi i sinyaller yardımıyla gravite farklılıklarını tespit eder. GRACE uyduları ise, aynı yörüngede birbirinden 220 km uzakta ve Arz’dan yakla ık 500 km yukarıdakonumlandırılmı ikiz uydulardır. Uydular mikrodal-ga sinyalleri kullanarak birbirleri arasındaki mesafeyi, bir insan saçı kalınlı ının % 1’inden daha küçük de i -meyi belirleyebilecek ekilde ölçerler. Aynı zamanda kendileriyle yeryüzündeki nokta arasındaki mesafeyi de hassas bir ekilde ölçerler. Uydu konumuna ait bu ölçümlerden faydalanarak gravite farklılıkları hesapla-nabilmektedir. GRACE uydu verileri mevcut gravite belirleme sistemlerinden 1.000 defa daha yüksek bir do ruluk sa layabilmektedir. Bu yeni uyduların avan-tajlarından yararlanmak isteyen bilim adamları güncel birçok çalı ma gerçekle tirmi ve jeoid de i mesinesebep olan birçok ilginç hâdiseyi ve bunların sebeple-rini tespit edebilmi lerdir.

2004 yılında Sumatra Adası’nda meydana gelen richter ölçe i ile 9 büyüklü ündeki zelzele neticesi deniz yüzeyinde meydana gelen dev dalgalar, kıyıdayakla ık 6 metre yüksekli inde düz bir çıkıntının olu -masına sebep olmu tur. GOCE uydusu verileriyle, bu bölgede Arz yüzeyindeki kütlenin yer de i tirmesininjeoidin 18 milimetre de i mesine sebep oldu u belir-lenmi tir. Bu, bir jeoid de i imi için oldukça yüksek bir de er olarak kabul edilmektedir.5

Kutup buzullarının kütlelerindeki de i melerde jeoidde de i melere sebep olmaktadır. GRA-CE uydularından alınan verilere göre Grönland ve Antarktika’daki buz tabakalarının umulandan daha hızlı eridi i tespit edilmi tir. Eriyen buzullar kürevî deniz seviyesinin her yıl 0,41 mm yükselmesine yol açmakta ve eriyen buzullardan ortaya çıkan suyun a ırlı ı ise Arz’ın eklinin de i mesine sebep olmak-tadır.6,7

otuz602

2004 yılında Sumatra Adası’nda meydana gelen richter ölçe i ile 9 büyüklü ün-deki zelzele neticesi deniz yüzeyinde meydana gelen dev dalgalar kıyıda yakla ık6 metre yüksekli inde düz bir çıkıntının olu masına sebep olmu tur. GOCE uydusu verileriyle, bu bölgede Arz yüzeyindeki kütlenin yer de i tirmesinin jeoidin 18 milimetre de i mesine sebep oldu u belirlenmi tir. Ölçek çubu undaki kırmızırenk jeoid yüksekli inin milimetre mertebesinde artı ını, mavi renk ise azalma-sını temsil etmektedir.

Kutup buzulları-nın kütlelerindeki

de i meler de je-oidde de i melere sebep olmaktadır. GRACE uyduların-dan alınan verilere göre Grönland ve

Antarktika’daki buz tabakalarınınumulandan daha hızlı eridi i tespit edilmi tir. Eriyen

buzullar kürevî deniz seviyesinin her yıl 0,41 mm

yükselmesine yol açmakta, eriyen

buzullardan ortaya çıkan suyun a ır-lı ı da Arz’ın ek-linin de i mesine sebep olmaktadır.

360 Ocak 2009

Jeoid yüksekli i (mm)

GRACE uydusunun gravite verilerine dayanılarakelde edilen enteresan bilgilerden biri de, Çin’de yapı-lan dünyanın en büyük barajı Three Gorges’un Arz’ınyüzeyinde sebep oldu u gravite de i ikli idir. Baraj; göl alanı yakla ık 600 km uzunlu unda ve 112 km ge-ni li inde olacak ekilde in a edilmektedir. Baraj göv-de in aatı tamamlandı ında, göl sahası 39,3 milyar m3

su tutacak ve su derinli i 175 metre civarında olacaktır.Baraj sularının yükselmesi 1,5 milyon insanın evlerini terk etmesine sebep olacaktır. Barajların tamamlanan kısımları içerisinde biriken muazzam su yükünün bölgedeki gravite de erini artırdı ı belirlenmi tir. Do-layısıyla bu bölgede su yükünden dolayı Arz’ın ekliveya jeoid yapısı de i mi tir.8

Buna benzer tesislerin yapılması ve çe itli müdaha-lelerin tesiri ile Arz’ın eklinin gittikçe yuvarlakla ma-ya ba ladı ı bilim adamları tarafından tespit edilmi tir.Bu duruma buzul döneminin bitmesiyle dünya kabu-u üzerindeki -bilhassa kutuplardaki- buzul yükünün

kalkmasının yol açmı olabilece i tahmin edilmekte-dir. skandinavya ve Kanada’nın bazı kısımlarında bu-zulların erimesinden dolayı, yerin yıllık 1 cm yüksel-

di i bilinmektedir. Bu yuvarlak-la ma durumuna okyanus akıntı-larının yön de i tirerek Ekvator’a daha fazla yönelmelerinin de se-bep olabilece i dü ünülmektedir.Buzulların erimesi neticesi sularınokyanus akıntılarıyla Ekvator’a ta ınması, Ekvator civarında a ır-lı ın artmasına sebep olmaktadır.Kutuplarda kütlenin azalması, Ek-vator civarında da kütlenin artma-sından dolayı Arz’ın eklinde de-i me meydana gelmi tir.9,10

Birçok bilim adamı, Arz’ıneklindeki de i ikliklerin pek ço-unun iklim de i melerinden

kaynaklandı ını ifade etmekte-dir.11 Üzülerek belirtmek gerekir ki, BM Hükümetlerarası klimDe i ikli i Paneli’nde, 6 yıllıkçalı ma neticesinde hazırlanan ra-pora göre, küresel ısınmadan % 90 nispetinde insanların mesul oldu-u belirtilmi tir. Gerçekle en bu

hâdiseler neticesinde ihtiyarlayan Dünya’nın jeoid yapısı gittikçe yuvarlakla maktadır. Yuvarlakla -maya ba lı olarak Arz’ın yarıçapıda yıllık 0,4 – 0,8 mm artmakta-dır.12 De i imin sebep olabilece ihâdiseler bilim adamları tarafın-dan sürekli olarak takip edilmek-tedir. Bilim adamlarına göre küt-lelerin yer de i tirmesi neticesi meydana gelen jeoid de i mesi-nin Arz dinami i üzerinde bazıtesirleri olmaktadır. Öyle ki, gra-vite de i iklikleri ile anla ılabilenkütle transferlerinin Dünya’nınkendi ekseni etrafındaki dönühızında yava lamaya sebep oldu utespit edilmi tir.13 Dünyanın dö-nü hızının de i mesinin günlük saat diliminin de i mesi neticesini do uraca ı ifade edilmektedir. 24 saat olan bir günlük zaman dili-minin ilerleyen yıllarda, dönü hı-zındaki yava lamaya paralel olarak artaca ı bu veriler do rultusundasöylenebilmektedir.

[email protected]

360 Ocak 2009otuz bir603

Arz üzerindeki belli bir kütlenin yer de i tirmesi o bölgedeki gra-vitenin de de i -mesi mânâsına gelmektedir. Gü-nümüzde yaygınolarak kullanılan gravite ölçümleri, jeoiddeki de i-imleri ve dahası

buna sebep olan hâdiseleri anla-yabilme adına, kullanılabilen en önemli veri kay-na ı durumun-dadır.

Aylara göre yer yüzündeki meydana gelen de i meler resimde görülmektedir. Kırmızı renk jeoid yüksekli ininmilimetre mertebesinde artı ını, mavi renk ise azalmasını temsil etmektedir.

360 Ocak 2009

Dipnotlar1. James R. Smith, 1997, Introduc-

tion to Geodesy, The history and Concepts of Modern Geodesy, John Wiley and Sons, Inc, ISBN 0-471-16660-X.

2. University of Texas Center for Spa-ce Research and NASA (7 Haziran 2005) http://www.csr.utexas.edu/grace/gallery/gravity/

3. Mehmet Bozkır, Kayaçların Dev-ridaimi, Sızıntı, Ekim 2007 Yıl:29Sayı 345

4. http://zebu.uoregon.edu/~soper/Orbits/newtongrav.html

5. Earle Holland (Ohio State Univer-sity), 2006, Satellite data reveals gra-vity change from Sumatran earthqu-ake, Physorg.com Dergisi, http://www.physorg.com/news73836406.html

6. K. Fleming, Z. Martinec, D. Wolf, and I. Sasgen, Detectability of geoid displacements arising from changes in global continental-ice volumes by the GRACE gravity space mission. http://www.gfz-potsdam.de/pb1/JCG/Fleming-etal_jcg.pdf

7. G. Ramillien, A. Lombard, A. Ca-zenave, E. R. Ivins, M. Llubes, F. Remy, R. Biancale, Interannual va-riations of the mass balance of the Antarctica and Greenland ice sheets from GRACE, Global and Platenary Change 53 (2006) 198-208.

8. San Shaoan, Institute of seismo-logy, CEA, Wuhan, China, Gravity change before and after the first wa-ter impoundment in Three Gorges Project

http://www.sgg.whu.edu.cn/icct/html/icct_ppt/S1/sun.s.A___fourth.pdf

9. http://www.voanews.com/turkish/archive/2003-01/a-2003-01-11-9-1.cfm

10. Robert Roy Britt, 2002, Mysterio-us Shift in Earth’s Gravity Suggest Equators is Bulging, Space.com Dergisi

http://www.csr.utexas.edu/GRACE/publicat ions/press/02_08_01-GRACE-space.com.pdf

11. Goddart Space Flight Center, NASA, 2005, Most Changes in Earth’s shape are due to changes in climate, SpaceRef.com Dergisi, http://www.spaceref.com/news/vi-ewpr.html?pid=1587.

12. Allan COX and Richard R. DO-ELL, Palæomagnetic Evidence Re-levant to a Change in the Earth’s Radius, Nature 189, 45-47, 1961) http://www.nature.com/nature/journal/v189/n4758/abs/189045a0.html

13. Chao B. F. at al, 2003, The Global Geophysical Fluids Center (GGFC) of the International Earth Rotation and Reference Systems Service, Verlag des Bundesamtes für Kar-tographie und Geodäsie, ISBN 3-89888-877-0, p. 115 – 120

otuz iki604

Çıra an SarayıYangını

Osmanlı’da Batılı mânâda bir saray gelene i yoktur. Yapılan saraylar da, Batı’daki gibi, tek bina içerisinde muhtelif hizmet birimlerinden meydana gelen yekpâre yapılar de ildir; bir alan içerisinde zamanla ihtiyaçlara göre in â edilen yapılardan meydana gelmektedir. Top-kapı Sarayı, Fatih Sultan Mehmed’in stanbul’u fethinden sonra -1478 yılında- in â edilmiolmasına ra men, hemen her padi ah döneminde yapılan ilâvelerle bugünkü hâline gelmi tir.Osmanlı’nın ilk sarayı Bursa’da yapılmı tır. Ancak bu saray ve mü temilâtı hakkında fazla bilgiye sahip de iliz. Daha sonra yapılan Edirne Sarayı ise, 17. yüzyılın ikinci yarısında da yo un ekilde kullanıldı ı için, bu sarayın te kilât ve mü temilâtı hakkında bazı bilgiler vardır.Klâsik dönemde yine 2. Murad’ın Manisa’da yaptırmı oldu u Saray-ı Âmire de bilinmektedir. Tanzimat’la beraber ba layan Batılıla ma gayretleri, saraylar konusunda da bir de i ikli e gi-dilmesini netice vermi , ülkede Batılı mânâda birçok saray in a edilmi tir. Bu saraylardan biri de Çıra an Sarayı’dır. Bu saray, Sultan Abdülaziz tarafından 1871 yılında saray mimarı ve müteahhit Serkis Balyan’a in a ettirilmi tir. Aslında sarayın plânları Sultan Abdulmecid tara-fından hazırlatılmı ; ancak onun vefatı sebebiyle neticelendirilememi ti. Sultan Abdulaziz ise, saltanatının ilk yıllarında devletin içinde bulundu u borç sıkıntısı sebebiyle tasarruf tedbirleri uygulamaya çalı mı sa da, sonradan bunlardan vazgeçilmi ti. 4 yılda tamamlanan sarayınin ası için, 4 milyon altın harcanmı tır. Bu para, Avrupa devletlerinden borç alınmı tır. Saray-da, usta ta i çili ini, zengin dö enmi mekânlar tamamlamaktaydı. Odalar, nadide halılarla;mobilyalar, altın yaldızlar ve sedef kalem i leri ile süslüydü. Sarayın bahçe düzenlemeleri için, yakınında bulunan Be ikta Mevlevîhanesi kaldırılarak Fındıklı’ya nakledilmi tir; ancak bu durum halk nazarında ho kar ılanmamı tır. Sarayın tefri atı için de, Avrupa’dan bir hayli mal ve hizmet alımı gerçekle tirilmi tir.

Büyük masraflarla in a edilen Çıra an Sarayı’nda, Sultan Abdülaziz çok uzun süre otur-madı. Padi ah, sarayı ilk ziyaret etti inde, üst kat salonunda aya ı kayıp dü mü tür. Bu durum, halk arasında, Be ikta Mevlevîhanesi’ni yıkarak saray arsasına katmanın padi ahau ursuzluk getirdi i dedikodularının çıkmasına yol açtı. Sarayın bir türlü ısıtılamaması da, sul-tanın yeniden Dolmabahçe Sarayı’na dönmesine sebep oldu. 5. Murad ise, tahttan indirildik-ten sonra yakla ık 28 yıl bu sarayda kaldı. Sultan Abdülhamid ise, ikâmeti için daha güvenli buldu u Yıldız Sarayı’nı tercih etti. 2. Me rutiyet’in ilânından sonra bir oldu bitti ile Çıra anSarayı, Meclis-i Mebusan binası hâline getirildi; çevredeki saray ve kasırlardan birçok tarihî ve malî kıymeti hâiz e ya, yangından on gün önce buraya nakledildi. Sultan Abdülhamid’in me hur tablo koleksiyonları da buna dâhildi. Meclisin açılı ından bir ay kadar sonra, 19 Ocak 1910 tarihinde, üst katta kalorifer bacasından çıktı ı bildirilen kıvılcımla harem ve a alar da-iresi dı ında her yer yanmı , yangını söndürmek mümkün olmamı tır. Yangın bütün memle-kette üzüntüye yol açtı; bazı vilâyetlerde sarayın yeniden in ası için yardım kampanyaları dü-zenlenmi se de, in ası için karar çıkmamı tır. Bundan sonra saray enkazının tam bir ya mafaaliyetine sahne oldu u anla ılmaktadır. Özellikle yangında sarayda bulunan birçok altın ve gümü e yanın eriyerek enkaz içinde kalması i tah kabartmı tır. 1. Dünya Sava ı sonunda, stanbul’un i gal altında bulundu u dönem içerisinde, Çıra an Sarayı harabeleri ‘Bizo Kı lası’

ismiyle bir Fransız istihkâm kıtası tarafından kullanılmı tır. Sarayın muhafazasının kime ve-rilece i konusunda da anla mazlıklar ya anmı , nihayet Hazine-i Hassa’ya ait oldu u kararıçıkmı tır. Hilâfetin kaldırılmasıyla Osmanlı hanedanının ya adı ı di er saray ve kasırlar gibi burası da, tam bir ya maya u ramı tır. 1930’larda sarayın bahçesi, Be ikta Futbol Kulübü tarafından ulu a açları kesilerek futbol sahası hâline getirilir. 1946 yılında ise sarayın bod-rum katında bulunan Mevlevî postni inlerine ait mezarlar, bir istihkâm yüzba ısının altın ara-mak için yaptı ı kazılarda tahrip edilir. Aynı yıl içerisinde saray, çıkarılan bir kanunla stanbulBelediyesi’ne bırakılır.

Neticede; Batılıla ma u runa devletin en zor ve sıkıntılı dönemlerinde Avrupa’dan alı-nan borç paralarla in â edilen Çıra an Sarayı, hoyratça kullanılıp, üpheli bir yangın neticesi ya malanmı tır. Bu saray, Osmanlı Devleti’nin yıkılı ını daha iyi anlamamız için âdeta bir

numûne-i imtisâl olarak tarihteki yerini almı tır.

Ocakta Ya anan Bazı Önemli Hâdiseler 24 Ocak 661 Hz. Ali’nin ehâdeti26 Ocak 1699 Karlofça Anla ması28 Ocak 1920 Misâk-ı Millî’nin Kabulü

360 Ocak 2009

“ nsanın fıtratında bekâya kar ı gayet edit bir a k var. Hattâ her sevdi i eyde, kuvve-i vâhime cihetiyle bir nevi bekâ tevehhüm eder, sonra sever. Ne vakit zevâlini dü-

ünse veya görse, derinden derine feryat eder. Bütün firaklardan gelen feryatlar, a k-ı bekâdan gelen a lamaların tercümanlarıdır.E er tevehhüm-ü bekâ olmazsa muhabbet edemez. Hattâ denile-bilir ki, âlem-i bekânın ve ebedî Cennetin bir sebeb-i vücudu, umahiyet-i insaniyedeki o iddetli a k-ı bekâdan çıkan gayet kuv-vetli arzu-yu bekâ ve bekâ için fıtrî, umumî duadır ki, Bâkî-i Zülcelâl, o edit, sarsılmaz, fıtrî arzuyu, o tesirli, kuvvetli, umumî duayı kabul etmi tir ki, fânî insanlar için bâki bir âlemi halk et-mi … Madem insan bekâya â ıktır; elbette bütün kemâlâtı, lez-zetleri, bekâya tâbidir.” (3. Lem’a’dan)

Sonsuzluk; ba ı ve sonu bir plâna, hesaba ba lanmıdünya hayatında akıl ölçüleriyle tam olarak kavranamaz; çünkü akıl, gördükleri, ya adıklarıyla hüküm verebilecek bir yapıda yaratılmı tır. Böyle olmakla birlikte, insan fıtra-tında, varlı ı ilâhî beyanlarla perçinlenmi sonsuzlu a kar ıgüçlü bir meyil vardır.

nsanın ço u eye, sonsuza kadar devam edecekmi gibi ba lanması, varlı ındaki bekâ meylinin bir göstergesidir.

nsanız, ölümlüyüz, bu bir hakikat; ama kalbimiz ve ruhumuzun zaman zaman duydu u öte i tiyakı, bizi bu dünyada sevdi imiz eylerin sonsuza dek sürece i veh-mine dü ürür. Ayrılık vakti gelip çattı ında da derin bir

otuz üç605

M. Said Türko lu

“Fâniyim, fâni olanı istemem”Bediüzzaman (ra)

360 Ocak 2009

sükût-u hayal, çı lıklı bir feryat faslı ba lar. Bu feryatlar bo una de ildir; e er bekâ a kını derinle tirip tefekkür ve ibadet evkinden yana bir pencere açacaksa, hayırlı-dır da.

Ya adı ı onca güzelli in köpük köpük eriyip gitti i-ni, günlerin, haftaların hızla aktı ını, renklerin soldu-unu, âhenkli seslerin borazanla tı ını, ay gibi parlak

yüzlerin acuzele ti ini gören insan, derin bir yürek burkulmasıyla bakı larını ötelere dikecektir.

Eyvah, ömür a acımdan bir yaprak daha dü tü, bak güne yine batıyor. Sabah yine do acak; fakat bu batıpdo maların da bir nihayeti var. Bir gün gelecek, artıkgüne do mayacak ve bütün varlık yepyeni bir hakikate do acak.

Do du umuz hakikatin yönü ebedî ı ı a do ru mu, yoksa dipsiz bir karanlı a do ru mu olacak? En yakıcı,en can alıcı soru budur.

Yanımızda yöremizde ahit oldu-umuz bütün tükeni lerin, ayrılık-

ların, vedaların ruhumuzda bıraktı ıburuk tat, içimizdeki bekâ arzusunu kamçılıyorsa ne mutlu!

Fânîyiz; fakat içimizde sonsuzluk pe inde olan güçlü damarlar var. Öy-leyse sonsuzlu a kar ı bu fıtrî meyli-mizin, dünyanın ötesine uzanan bir hedefi; umumî dualar eklinde billur-la an bekâ a kının da bir mükâfatı olsa gerek.

Yüce Yaratıcı fânî kulların, hazin ayrılıklar, kaybedi ler ya aya ya ayaedindikleri bekâ i tiyakını kar ılıksızbırakmamı tır. Dünyadaki her gayre-tin, her sancının kar ılı ı kat kat alı-nıyorken, insanın öte merkezli gay-retleri, tecessüsleri nasıl kar ılıksızbırakılsın! Maddî olsun, mânevî olsun, gere ince atılanhangi tohum semere vermemi tir?!.. çimizdeki bekâ tohumlarının semeresi de in allah Cennet’tir.

Her zevkin, her co kunun, her güzelli in, her arzu-nun bir muhatabı vardır. Kelebek o muhte em güzel-li iyle çiçekten çiçe e konar. Kimbilir kondu u çiçekle kelebek arasında ne mânâlı bir muhavere, ne semereli bir alı veri vardır! Kelebe in o göz alıcı güzelli ininhedefsiz, gayesiz olması dü ünülebilir mi?!..

Her güzellik mânâlı bakı lar; her lezzet, ükür bilen damaklar; her mânâ, tefekkür canlısı dima lar içindir.

Her birimizin midesi, dünya ömrünce hayat sür-mek için hâl diliyle gıda ister. Hâlık-ı Rahîm, bu iste-i kar ılıksız bırakmaz. Bize bir damak zevki ba ı lar;

sonra da bin bir lezzetli gıda yaratarak onları önümüze serer. imdi diledi inden me ru dairede nasiplen, diye

buyurur. Yeryüzündeki sayısız meyve, sebze, yiyecek hep bizim için seferber edilmi tir.

imdi soralım nefsimize: Geçici bir dünya hayatıiçin her ihtiyacını böyle bol çe itli ve mükemmel tarz-da dü ünen bir kudret, senin bekâya dönük hislerini, dualarını, yakarı larını, ihtiyaçlarını kar ılıksız bırakırmı?

“ nsan bekâya â ıktır.” Bu duygunun derinden derine tazyikiyle, her türlü nimetin lezzetinin devamlı olma-sını ister, bu yönde gayret sarfeder. Ama bo una! Dün-yadaki hiçbir nimet kalıcı de il.

nsan ba lanıp kaldıklarını kaybetmeye ba layınca,ya tehlikeli bir ekva yoluna sapar veya Yaratan’a sı ınıpbekâ duygusunu derinle tirir.

Zenginli in, kuvvetin, öhretin, güzelli in zirve-sinde gaflet içinde ya arken yava yava ini e geçmek

ve fânîlik rüzgârını tâ iliklerine kadar hissetmek insanı ne büyük bir acziyete dü ürür! Böyle durumlarda ölümün so uk nefesini hisseden insan, daha uzun ya amak u runa her türlü me-akkati göze alır.

Etrafımızdaki muhte em güzel-likler, dostlarımız, mal-mülk- öhret-mevki… ne varsa hepsiyle beraberli-imizin hadleri çizilmi tir. Hepsiyle

olan alâka ve istifade zevkimiz bizi bunların ötedeki asıllarına bir adımyakla tırıyor mu, ona bakmalı. Yoksa en mühim vazife olan “O Bâki’ye kar-ı alâka peyda etmek, esmasına yapı mak”

yolunda bir faydaya vesile olmayan her ey bo ve neticesizdir.

Bâki’nin esmasına yapı mak,bekâya mazhar olmaktır.

Fânînin alelâde varlı ı, bekâ yo-lunda talim ve terbiyeden sonra harikulâde bir kimli ekavu ur. “Bâki yolunda sarfolunan her ey bir nevi bekâya mazhar olur.”

Hayatımız boyunca yiyip içtiklerimiz bedenimizde yok olup gittiler. Biz buna beyhude bir yok olu di-yebilir miyiz? Her biri bizim varlık mertebemize yük-seldiler ve bedenimize kuvvet, gözümüze fer oldular. Gücümüz, bakı ımız-duyu umuz, hissedi imiz, tefek-kürümüzle bekâ yolunda yürüdü ümüz takdirde, bir çekirdek hükmündeki maddî varlı ımız bize ebedî bir var olu u meyve verecektir. imdi maddî varlı ımızınyava yava eridi ine, topra a yürüdü üne bakıp ümit-sizli e mi dü ece iz; yoksa ruhumuzla daha büyük mânevî kazançlar talep ederek ötedeki bâkî âlemimizi geni letmek için fırsat mı kollayaca ız?

Yunus: “Bu dünyaya gönül veren, son ucu pi man olusar.”

otuz dört606

Fânîyiz; fakat içimizde sonsuzluk pe inde olan güçlü damarlar var. Öy-leyse sonsuzlu a kar ıbu fıtrî meylimizin, dün-yanın ötesine uzanan bir hedefi; umumî dualar eklinde billurla an bekâ

a kının da bir mükâfatıolsa gerek. Yüce Yaratıcıfânî kulların, hazin ayrılık-lar, kaybedi ler ya ayaya aya edindikleri bekâ i tiyakını kar ılıksız bırak-mamı tır.

360 Ocak 2009

der. Dünyanın fânîli ini, göre-ya ayabir derin idrak seviyesinde kavrayan insan, “Bâki olan yalnız Sen’sin” sırrı-na mazhar olur. Bu sırrın bereketiyle sonunda pi man olmayaca ı huzurlu bir yola girer. Böylece geçmi teki fânî alâkaların açtı ı mânevî yaraları tedavi fırsatını da yakalar.

“Bâki olan yalnız Sen’sin” Biz fânîyiz, âcizleriz. Kâinatın zengin sofrasını önü-müze serersin; fikir ile, ükür ile, zikir ile nasiplenmemizi istersin. Helâl dai-rede nimetlerinden yeriz, içeriz. Yedik-lerimiz, içtiklerimiz bedenimize karı ır,bakı ımız, duyu umuzla bir nevi biz olur. Gücünü, kuvvetini, co kusunu,lezzetini nimetlerinden alan varlı ımız,bir ömrün sınırları içinde üzerimizdeki dünya a ırlıklarından kurtularak hu-zurlu bir bekâ yolculu una talip olur.

“Bizi talip olmanın ötesinde iyi bir yol ehli kıl Allah’ım.”

Minik bir çekirde e muazzam bir a acın programını yükleyen Yüce Rab-bim, kâinat kar ısında minik bir çekir-dek hükmünde olan dünyamızdan ne âlemler, ne cennetler yaratır da kulla-rına ba ı larsın. Öyleyse bütün varlı-ımızla inandık, iman ettik ki, canlı-

cansız her eyin mevcudiyeti bir hik-mete dayanıyor. Öyleyse çayırdaki ota, bahçemizdeki çimene bile ‘lüzumsuz’ diyemeyiz. Bekâ yurduna do ru hızlayol alan dünyamızda ne varsa sonsuz-luk hakikatinin örülüp örgülenmesi için seferberdir. Her insan bu hakika-te varmak için kendisine talim ettirilen veçhile bir yolculuk tuttursa, çekirdek hükmündeki mânâ dünyasından büyük mânevî inki aflar sümbüllenecektir.

Her insan gere inden fazla dünya meylini, olması gerekti i kadar ukba cehdine çevirse, ölçüye tartıya sı mazne muhte em kıymetler billurla acak-tır.

Her insan “Fânîyim, fânî olanı iste-mem.” hakikatini gönül iklimine asıldüstur olarak nak etse, fânîdeki bekâyıgörmek yolculu unda büyük mesafe kat edecektir.

[email protected]

otuz be607

slâm’ın be dire inden biri hac. Ço u ki iye ömründe bir kez nasip olan bu ibadetin gerçekle ti i zamanlar, insan hayatının belki de en de erli kısmı.Peki, kaçımız bu fırsatı en mükemmel ekliyle de erlendirebiliyoruz? Arafat dönü ü “Haccım kabul oldu mu?” diye dü ünmenin rahmet-i lâhiye’den ümit kesmeyi ifade etti ine, en büyük günahlardan oldu una itikad ehliyiz, âmennâ; lâkin bu büyük tecrübe ismimizin ba ındaki ‘hacı’ sıfatından öte ahsiyetimizene kadar aksediyor? Kâbe’yi tavaf ederken, Kâbe’nin Rabb’iyle nice mülâki oluyoruz? “Hac esnasında çevremde gördü üm en büyük ek-

siklik, hac menâsikinin insan aklında, kalbinde

ve ruhunda ifade etmesi gereken mânâ

ve muhtevanın bilinmemesi oldu.” diyorAhmet Kurucan. Çevresindekiler de te vikedince, çorbada tuz kabilinden bile olsa, bu bo luk istikametinde bir adım atmak isteyip eline kalemi almı Kurucan ve nihayetinde Haccı Ya amak kitabı ortaya çıkmı .

Haccı Ya amak, haccın mekânlarını ve iba-det usullerini fıkhî kaideleriyle anlatan ilmihal ki-taplarından ve hac rehberlerinden, veya “ urayı

gezdim, unu gördüm” tarzı hatıratlardan farklı bir kitap. Mikat mahallinden ba layarak Haremeyn-i Muhteremeyn’de varılacak her mekânın, yapıla-cak her hareketin, îfâ edilecek her vazifenin hangi mânâlara kar ılık geldi ini, gönül ikliminde neler ça rı tırması gerekti ini anlatıyor. Maksat mânâ olunca, “Bu kitapta tamamen sübjektivite hâkimdir.”

diyor Ahmet Kurucan: “Dinî ilimlere vukûfiyetim, onları

kendi rûhumda özümseyi im, fiiliyât esnâsındaki edin-

di im hissiyâtımın dı a yansımasıdır okuduklarınız.”

Ahmet Kurucan, haccı, kulu Hakk’a ula tıracak bir yolculuk olarak anla-tıyor: “Maziye yolculuk, istikbale yolculuk, insanın iç dünyasına yolculuk ve

hepsinden öte Hakk’a yolculuktur. Gazabından rahmetine, nikmetinden nime-

tine, azabından ma firetine, en özlü ifadesiyle O’ndan yine O’na yolculuk. Bu

yüzden dedik ki hac Kâbe’ye yolculuk de ildir; Kâbe’den yolculuktur. Merhum

Ali eriati’nin ifadesiyle ‘Hac Kâbe’ye gitmek de il, Kâbe’den gitmektir.’

Hakk’a ula tıracak yola sülûk etmektir.”

Haccın her merhalesinde ya anması murad olan hissiyatı ilmî birikimi ve ahsî tecrübelerinden hareketle tek tek izah eden Kurucan, her durakta ya-anacak pek çok lütuf oldu unu söylüyor. Her insanın kapasitesi ölçüsünde

ve liyakati miktarınca bunlara nail olaca ını belirtiyor. Peki, bunları nereden biliyor? Cevabını yine kendisi veriyor: “Nasıl bu kadar emin konu abiliyorsun

derseniz, ben de ‘Onlar Rahmân’ın misafiri ve Rahmân misafirlerini kapısın-

dan bo çevirmez.’ derim. Siz kendi evinize gelen misafiri bo çevirir misiniz?

Kendimizin yapmadı ı, yapmayı dü ünmedi i, hayaline dahi misafir etmedi i,

hattâ ayıp, günah, vebal saydı ı bir eyi Rabbü’l âlemîn’e nasıl muvafık gö-

rebiliriz ki?”

*Bu yazı, Ahmet Do ru’nun Kitap Zamanı’ndaki yazısından derlenmi tir.

Haccı Ya amak*

dü üm en büyük ek-

nde

pde

ba-l ki-urayı

klı birmeyn-iyapıla-n hangide neler at mânââkimdir.”

tim, onları

ndaki edin-

klarınız.”

360 Ocak 2009

Böbreklerin kanla getirilen gıda maddelerinin ya-nında, oksijene de ihtiyaçları vardır. Her iki böbre ingünlük oksijen ihtiyacı yakla ık 35 litredir. Bir di erhesapla 100 gramlık böbrek dokusunun dakikada 8 ml. oksijenle nefes almaya ihtiyacı vardır. Bunun 6,7 ml’si kabuk kısmına, 1,2 ml’si öz bölgesinin dı kıs-mına, 0,9 ml’si öz bölgesinin iç kısmına ta ınır.

Bu kadar önemli i ler yapan böbreklerin ortala-ma sıcaklı ı vücut ısısından daha yüksek olup, 41,3 °C’dir. Bu yüzden böbrekler ü ütülmemeli, sıcak tu-tulmalıdır. Bu sıcaklı ı korumak için, günde 600 kJ (kilojoule) kadar enerji harcanır. Bu miktar, vücudun istirahat hâlinde ihtiyaç duydu u toplam enerjinin % 13’ü kadardır. Böbrekler ihtiyaç duydu u enerjinin % 35’ini glutaminden, % 20’sini laktatdan, % 15’ini glikozdan ve % 15’ini de ya asitlerinden elde etmek üzere programlanmı tır. Böbreklerin ihtiyaç duydu-u enerjinin temin edildi i maddeler nazar-ı dikkate

alındı ında, dengeli beslenmenin ehemmiyeti de an-la ılmaktadır.

Nefronlarda harika süzülmeHer iki böbre in süzme i ini yapan filtrelerinin

toplam satıh alanı 3.000 cm3’ü bulur. Süzülme i -leminin yapıldı ı kılcal damar yuma ının çeperle-rindeki süzgeç deliklerinin geni li i 70–90 nm, kan damarı yuma ını içine alan kapsülün taban zarınınkalınlı ı 0,3 m, kan damarı yuma ı ile kapsül ara-sındaki mesafe ise 25 nm’dir. Süzme i leminin ya-

otuz altı608

Denen Meçhul - 23

Vücuttaki suyun ve tuzların miktarını ayar-lamanın yanında, azotlu atıkların atılmasıgibi çok önemli i ler gören böbreklerin, bu

süzme ve geri emme faaliyetini aksatmadan yürüte-bilmesi için, kendilerinin de beslenmeleri gerekir. Bütün organlara gıda ve oksijen getiren dola ımsisteminden bir atardamarla (arteria renalis) getirilen kan, bir toplardamarla (vena renalis) geri alınır. 70 kg’lık sa lıklı ve ergin bir ki inin her iki böbre indengünde yakla ık 1.700 litre kan geçirilir. Bunun için bir böbrekten dakikada 1,2 litre kan geçer. Vücuttaki bütün kan (yakla ık 6 litre), 5 dakikada böbreklerden süzülerek geçirilir ve günde 300 kere böbreklerden deveran ettirilir. Bu durumda, kalbin bir dakikadaki faaliyetinin % 23’ü böbreklere tahsis edilmi tir de-nebilir. Hâlbuki böbrekler, toplam vücut a ırlı ınınancak binde be ini te kil eder. Böbreklerin sa lıklıçalı abilmesi için, bir gramının dakikada 4 ml. kana ihtiyacı vardır. Böbreklerin ölçülü miktardaki kan ih-tiyacı, her dakika otomatik olarak Rabb’imizin son-suz ilim ve kudretiyle hassas bir ekilde ayarlanır.

Kandaki maddelerin süzülebilmesi için, kanın,böbre in süzücü birimleri olan kılcal kan damarıyuma ı (glomerulus) içinden nispeten yüksek bir ba-sınçla geçirilmesi gerekir. Bu sebeple, böbrek atar-damarındaki basıncın her zaman yüksek tutulmasıgerekir. Bu basınç dü erse, böbrekte süzme olmaz; hipertansiyonlularda oldu u gibi çok yükselirse de, süzgeçler tahrip olur. Oldukça hassas dengeler gö-zetilerek ayarlanması gereken kan basıncının de eri46–48 mmHg’dır. Böbre e giren kanın % 92’si ka-buk kısmına (cortex), % 8’i de öz kısmına (medulla)da ıtılır.

Prof. Dr. Arif Sarsılmaz

360 Ocak 2009

pıldı ı kılcal damar yuma ı ve bunu saran kapsülün (Bowman kapsulü) birlikte te kil etti i filtrenin hususi yapısı sayesinde, kandaki 2–4 nm çapına kadar olan atık maddeler süzülür. Bir nefron kapsülünden 50 nanolitre (nl) süzülme yapılır.

Süzülme için gerekli olan basınç, kalbin atarda-marlara kan pompalaması esnasında ortaya çıkar.Böbrek atardamarından kaynaklanan bu basıncın 48 mmHg oldu unu yukarıda belirtmi tik. Fakat bu basınca kar ı duran iki basınç daha vardır. Bunlar-dan birincisi, kılcal damarlardaki kanın, 25 mmHg de erindeki koloidal osmotik basıncı (veya kanın yo-unlu unun ortaya çıkardı ı basınç); di eri ise, kap-

sülün içindeki sıvının 12 mmHg de erindeki basın-cıdır. Kanın süzülmesi için, kılcal damardan kapsüle do ru iten basınca kar ı koyan bu iki basıncın toplam de eri 37 mmHg’dır. ten basınç (48 mmHg) daha büyük oldu undan (48-37=11), süzülme aradaki farkın büyüklü ü nispetinde hızlı, yava veya normal olur. Kar ı duran basınçların toplamı, iten basıncae it oldu unda ise, süzülme durur (anüri) ve idrar çıkmaz. Kan plâzmasının % 20’si idrar olmak için kapsülden süzülür; fakat bu miktarın tamamı idrar olsaydı, günlük 180 litre idrar çıkarılması gereke-cekti. Hâlbuki dakikada kapsüllerden süzülen 125 ml. sıvının 124 ml’si nefronların tüpçük kısımların-da geri emilir ve neticede atılacak olan yo unla mıtoplam idrar miktarı 1.500 ml. (veya 1,5 litre) kadar olur. Sonsuz ükürler olsun ki Rabb’imiz, tüpçük-lerdeki geri emme mekanizmasını mükemmel bir hassasiyette yaratmı tır! Aksi takdirde her gün 180

litre su içmek mecburiyetinde kalacak, hiç durmadan su pe inde dola acak, belki de mide ve ba ırsakları-mız bu suyu içine alamayacaktı. Bu durumda, birçok mineral maddenin miktarını ayarlamak da oldukça zorla acaktı. Demek ki, hiçbir hücre ve doku bo unayaratılmamı , abes hiçbir i yapılmamı !

Süzme i inin yapıldı ı kılcal damar yumakların-daki (glomerulus) süzülme hızı, kadınlarda erkeklere nazaran % 10 daha azdır, 40 ya ından sonra da bu süzgeçlerin sayısı her yıl % 1 kadar azalır. Kandaki hücreler büyük oldu undan, normal olarak bu süz-geçlerden geçemez. Ancak bazı hastalıklarda idrarda kan hücreleri görülür ki, bu durumda ya süzgeçler-den veya idrar yollarındaki bir yaralanmadan idrara kan hücresi geçmi demektir. Kanın plâzma kısmı(kan hücreleri dı ındaki 3 litrelik sıvı) her gün 60 defa böbreklerden deveran ettirilir. Hücreler ara-sında bulunan (extracelüler) sıvı da, her gün 13 defa böbreklerden geçirilerek temizlenir. Görüldü ü gibi vücutta hiçbir ey yerinde sâbit durmamakta, her eydevamlı yenilenmekte ve temizlenmektedir.

Böbrek süzgeçlerinden takılmadan geçecek, belli miktarlarda geçecek veya hiç geçemeyecek olan mad-delerin hususiyeti, söz konusu maddelerin molekül büyüklükleri ile alâkalıdır. 5.500 Dalton (molekül büyüklü ü birimi -Da-) büyüklü üne kadar olan moleküller, kılcal damar yuma ından kapsüle hiç takılmadan geçer. 5.500 Da ile 69.000 Da arasında-ki maddelerin süzülme nispeti, molekül büyüklük-lerine ba lı olarak giderek azalır. A a ıdaki tabloda bazı maddeler, molekül a ırlıkları ve çaplarına göre dizilmi tir.

Madde Molekül a ırlı ı Molekül çapı Süzülme (Dalton olarak (Da) nanometre (nm) katsayısıSu 18 0,10 1,00Üre 60 0,16 1,00Glikoz 180 0,36 1,0Sakaroz 342 0,44 1,00Inulin 5500 1,48 0,98Myoglobin 17,000 1,95 0,75Yumurta albumini 43,500 2,85 0,22Lemoglobin 68,000 3,25 0,03Serum albumini 69,000 3,55 <0,01

Bu tablodan da anla ılaca ı üzere, oldukça hassas hesaplar gerektiren bu i leyi i serseri ve kör tesadüf-ler yürütemez. Vücutta böyle âhenkli bir i leyi invarlı ı; moleküllerin vücuttaki vazifelerini, büyük-lüklerini, hangi maddenin hangi miktarda süzülüp, hangi miktarlarda geri emilece ini bütün detaylarıy-la bilen kudreti ve ilmi sonsuz bir Yaratıcı’yı i areteder.

[email protected]

360 Ocak 2009otuz yedi609

360 Ocak 2009

Fatma Hanım 1888 yılında, Balkanlarda, Türklerin de ya adı ı bir bölgede, Bulgar bir ailenin kızı olarak dünyaya gelir. Çevre-

sindeki Müslümanların ya ayı ları, hayat tarzları ona oldukça tesir eder. Nakı ve örgü ö renmek üzere yanlarına gelip gitti i yakın kom ularından ya lı bir Türk karı-koca ona slâm’ı anlatır. Fatma Hanım,14–15 ya larında iken Müslüman olur ve ailesinden gizli olarak slâm’ı ya amaya ba lar. Ramazan ayındakarde inin getirdi i yemekleri dökerek oruçlu oldu-unu gizler. smini Fatma olarak de i tirir. 1900’lü

yıllarda, Türklerin Bulgaristan’da çok sıkıntı çekti-i dönemlerde, Fatma’ya slâm’ı anlatan Türk aile

Türkiye’ye dönme plânları yapmaktadır. Fatma Ha-nım durumu fark edince bu ya lı aileye; “E er beni buralarda bırakırsanız iki elim yakanızda olur, Allah hu-zurunda kendinizi kurtaramazsınız” der. Aile, Fatma’yıda götürebilme plânları yapar. Fatma’nın Edirne’de akrabaları vardır. Ya lı aile öyle dü ünür: “Ailesininizniyle Fatma’yı Edirne’ye göndeririz. Orada akrabaları-

nın yanında de il, bizim tanıdıklarımızın yanında kalır.Edirne’ye gitti imizde de durumu Türk makamlarına bil-dirir ve Fatma’nın Müslümanlı ını ilân ettiririz.”

Türk ailenin beyi, Fatma’nın babasına; “Edirne’deakrabalarınız var. Kızınız buralarda çok sıkıldı, onu ak-rabalarınızın yanına gezmeye gönderseniz?” diyerek ko-nuyu açar. Fatma’nın ailesi bu teklifi kabul edince, Fatma Edirne’de kendisine verilen adrese yerle ir ve gizlenmeye ba lar.

Türk aile Edirne’ye dönü plânları yapmaktadır.Bulgar aile ise, Türk ailenin hareketlerinden endi eduymaktadır. Türk ailenin gitti ini fark edince, en-di eleri iyice artar ve hâdiseyi polise bildirirler. Polis ailenin pe ine dü er. Türk aile, kaçtı ı gün trene ye-ti emedi inden, polis trende arama yapmasına ra -men aileyi bulamaz. Ertesi gün aile, trenle Edirne’ye gelir.

Fatma’nın Müslüman oldu u ve Osmanlı tabiiye-tine geçmek istedi i ilgili makamlara iletilir. Ancak o dönemde din de i tirenler, Hristiyan rahiplerin hu-

otuz sekiz610

Safvet Senih

360 Ocak 2009

zuruna çıkarılır ve zorla Müslüman olmadıkları, bi-lakis kendi istekleri ile Müslümanlı ı tercih ettikleri tescil ettirilirdi. Bu i lem belli günlerde yapıldı ın-dan, halk buna büyük ilgi gösterir ve hâdiseyi, kilise dı ından takip ederdi. Müslümanlı ı benimseyenler, dı arı çıktıklarında halk tarafından sevgi gösterileri ile kar ılanırdı. Fatma, bir kilisede papaz kar ısınaçıkarılır. Papaz: “Kızım ne için Müslümanlı ı seçtin? steklerini yerine getirelim. Sana istedi in kadar altın ve-

relim. Maddî imkânlar sa layalım.” eklindeki sözlerle Fatma’yı slâm’dan döndürmeye çalı ır. Ancak Fat-ma, papaza slâm’ın Hak din oldu unu söyleyerek, papazı da Müslümanlı a davet eder. Papaz, ba a çı-kamayaca ını anlayınca Fatma’yla u ra maktan vaz-geçer. Fatma, Papazın yanından çıktı ında, dı arıdakihalk sevgi gösterileriyle onu ba rına basar.

Ya lı aile ile Fatma Hanımbir süre Edirne’de kalırlar. Bu süre zarfında Fatma’nın annesi Edirne’ye gelir ve kızını ikna et-meye çalı ır. Hangi yolu dene-di ise, onu ikna edemez. Bulgar anne, kızına; “Bu son ak am, artıkayrılıyoruz. Bu geceyi birlikte geçire-lim.” der. Ancak Fatma bazı ey-lerden endi elenmi olsa gerek ki; “Sen Müslüman de ilsin, ben seninle kalamam.” deyince, Türk ailenin hanımı: “Aranıza ben ya-tarım.” der. Geceleyin Fatma’nınannesi kalkıp kızını seyreder. Bu, Fatma’nın, annesi ile son gö-rü mesi olur. Türk aile bir süre sonra Edirne’den stanbul’a ge-lir. Orada Sultan Abdülhamid Han’ın tahttan indirili ine ahitolurlar. Türk aile, stanbul’da Fatma’yı evlendirir. Sava yılları oldu u için Fatma Hanım’ın e i kısa bir süre sonra askere alınır ve sava lara katılır. lk e in-den çocu u olmaz.

Fatma Hanım için, stanbul’da yalnız ve çileli günler ba lar. Bu sırada kar ısına bir pîr-i fânî çı-kar ve ona; “Kızım hiç korkma, bir ihtiyacın olursa, ben sana yardımcı olabilirim.” der. Bu konuyu kom usunaanlattı ında, kom usu tepki gösterir. O anda kom-usunun evinin camları enteresan ekilde kırılır. O

günlerde, babasının -büyük ihtimalle kızının ihtida-sından dolayı- kendini astı ı haberini alır. Bir süre sonra da, e inin ehit dü tü ü haberi gelir Fatma’ya... Bunun üzerine Fatma Hanım, e inin memleketi olan Balıkesir’in Manyas ilçesi Börülcea aç köyü-ne gelir. Burada da sıkıntılı günler ba lar. Ülke i -

gal altındadır. Manyas’ın Çavu köyünden Hasan Özen adlı ya ı kendinden oldukça büyük bir ahıslaevlenir. Hasan Özen’in vefat etmi ilk e inden dört çocu u vardır. Hasan Özen’den Fatma’nın bir o lu(Mehmet Özen) bir kızı (Sabriye ahin) olur. Ev-lenmekle de dertleri bitmez Fatma’nın. Ülke Yunan i galinde oldu undan yönetim yabancılardadır. Köy-den birisi Yunanlılara, Fatma’nın sonradan Müslü-man oldu unu haber verir. Yunanlılar evin etrafınısararak, Fatma’nın geri götürülece ini söylerler. Fat-ma Hanım kimsenin kendini bir yere götüremeye-ce ini, burada ölece ini, isterlerse kur una dizebi-leceklerini söyleyince, Yunan komutan çok a ırır.Köy muhtarı kendisine destek olur. Bandırma’dakiYunan karargâhına götürülüp ifadesinin alınma-sına karar verilir. Fatma Hanım, muhtarla birlikte

Bandırma’ya giderek ifade verir. Durum incelenir ve geri götürü-lemeyece ine karar verilir.

Bundan sonraki süreçte Fatma Hanım iki çocu uyla birlikte ha-yatını burada geçirir. 1940 yılındaikinci e i de vefat eder. Çocukla-rına ‘63 ya ında vefat edece ini’ söy-ler. 1951 senesinin yaz aylarındarahatsızlanır. Hastalı ı Ramazan ayında da devam eder. Hastalı-ı artınca çocukları geceleri de

ba ında beklerler. Ancak o ‘yatsıezanı arasında vefat edece ini’ söyler. Cenazesinin evde bir gece misafir kalaca ını, ertesi gün defnedilece-ini belirtir. Fatma Hanım, hasta

yatarken, o lu Mehmet Özen’in hanımı Hediye Özen’e; ‘e er kork-mazsa gördüklerini anlatabilece ini’

söyler. Hediye Hanım korkmayaca ını ifade edince Fatma Hanım; odada bulunan Melâike-i Kirâm’ınyerlerini, kapı üzerinde bir kızılcık dalı gördü ünü,Peygamber Efendimiz’in (sas) de gelece ini, O (sas) gelmeden de, vefat etmeyece ini anlatır.

Ak am ezanı okunmu , o lu ve gelini iftar et-mektedir. Camdan bir ses gelir. O lu ta atıldı dü-üncesiyle dı arı çıkarken Fatma Hanım: “O lum

buraya gelin, ben gidiyorum. Hakkınızı helâl edin.”diye seslenir. Çok mutlu oldu unu belirtir ve Kelime-i ehadet getirerek vefat eder. Allah rah-met eylesin.

[email protected]

* Bize bu gerçek hayat hikâyesini gönderen Yılmaz ahin Bey, Fat-ma Hanım’ın kızı Sabriye ahin’in o ludur. Yılmaz Bey, özel bir dershanede ö retmendir.

otuz dokuz611

Fatma Hanım 1888 yılında,Balkanlarda, Türklerin de ya-adı ı bir bölgede, Bulgar bir

ailenin kızı olarak dünyaya ge-lir. Çevresindeki Müslüman-ların ya ayı ları, hayat tarzlarıona oldukça tesir eder. Na-kı ve örgü ö renmek üzere yanlarına gelip gitti i yakınkom ularından ya lı bir Türk karı-koca ona slâm’ı anlatır.Fatma Hanım, 14–15 ya la-rında iken Müslüman olur ve ailesinden gizli olarak slâm’ıya amaya ba lar.

360 Ocak 2009

Bitkilerin nesillerini devam ettirebilmeleri ya to-humları vasıtasıyla (generatif üreme) veya çelik, yumru ve sürgün gibi çe itli aksamlarının kulla-

nılmasıyla (vejetatif üreme) gerçekle tirilir. nsano lu ta-biatta cereyan ettirilen bu ço alma ekillerini görmekte; fakat bunların gerçekle mesi esnasında, ne tür hâdiselerin aksamadan yürütüldü ünü ço u zaman fark edememekte veya hiç dü ünmemektedir. nsanların büyük ço unlu-u, bir tohumun veya bitkinin nasıl meydana getirildi ine

maalesef dikkat etmemekte, bu e siz hâdisedeki hikmet ve gâyeden tefekkür tabloları çıkarma gayretine girmemekte-dir. Hâlbuki kâinatta yaratılmı olan her ey gibi tohumlar da Rabb’imizin büyüklü ünü gösteren muhte em varlık-lardır. “ imdi ekmekte oldu unuzu (tohum) gördünüz mü? Onu sizler mi bitiriyorsunuz, yoksa bitiren Biz miyiz? E er dilemi ol-saydık, gerçekten onu bir ot kırıntısı kılardık; böylelikle a ar kalır-dınız.” (Vakıa Sûresi, 63–65)

Tohumlara, onları di er cisimlerden ayıran çok önemli hususiyetler verilmi tir. Tohumlar; ait oldukları bitkinin dallarına, yapraklarına, bu yaprakların sayısına, ekline; ka-bu unun rengine, incelik ve kalınlı ına; besin ve su ta ıyanborularının geni li ine, sayısına; meyve verip vermeyece-ine, verecekse bu meyvelerin tatlarına, kokularına, ekille-

rine, renklerine dâir her türlü bilgiyle donatılmı tır. Hattâ normal geli me esnasında çevreden kaynaklanan menfî bir tesir kar ısında bir bitkinin nasıl davranaca ına dâir bilgi-ler de programına dercedilmi tir. Meselâ, iklim artlarınınuygun olması durumunda normal geli mesine devam eden

kırk612

Mahmut Veziro lu

Dünya genelinde insan gıdasının % 90’ını kar-ılayan 82 bitki türünün 63’ü (% 77), arılar ta-rafından tozlanır; arılar olmadan bu bitkilerin

tohum ba laması hemen hemen imkânsızdır.

Dünya genelinde her yıları tozla masıyla elde

edilen ürün, o yıl üretilen balın de eri ile muka-

yese edilmeyecek kadar fazladır.

Bir zamanlar Ortaasya ve Balkanlarda, tarihin en utandırıcı, en zâlim tahrip veya malarını gerçekle tiren bu iki yüzlü dünyâ, mübârek soyumuzun bize emânet ve hâtırası

olan bu ülkeleri bir ba tan bir ba a, günâhsız insanların gözya ları, tâli’siz nesillerin al kanlarıyla suladı ı gibi, imdilerde yeni ilâve, yeni sistem ve farklı usullerle insaniyet-

perverli ini, ruh asâletini(!) bir kere daha gözler önüne serdi ve kendini isbatladı...

360 Ocak 2009

bitkilerin fizyolojik program-larına, bilhassa dü ük ya ı ve yüksek sıcaklık gibi uygun ol-mayan artlarda kısa bir sürede tohum olu turma yoluna gide-rek nesillerini muhafaza etme-ye yönelmeleri bile kaydedil-mi tir. “Taneyi ve çekirde i ya-ratan üphesiz Allah’tır. O, diriyi ölüden çıkarır, ölüyü de diriden çıkarır. te Allah budur. Öyleyse nasıl oluyor da çevriliyorsunuz?” (En’am Sûresi, 95)

Mükemmel bilgilerle donatılmı olan tohumlar-dan bir bitkinin meydana gelme sürecini inceledi-imizde; tohumun, kendine verilen ilâhî emir do -

rultusunda uygun ortam artları yaratıldı ında önce çimlendi ini, sonra bu çimde gövde ve yaprak te kiledildi ini, emredilen zamanda da çiçek meydana geldi ini görürüz. Meyve ve tohum olu turmak-la vazifelendirilmi çiçekler, ya kendi polenleriyle (kendine tozla an) veya aynı türe ait ba ka bir bitki-nin çiçe inde bulunan polenlerle (yabancı tozla an)son derece düzenli bir sistemle bulu turulmaktadır.Kendine tozla an bitkilerde çiçek yaprakları ya açıl-maz veya polenlerin olgunla masından sonra açılır.Bazı bitkilerin erkeklik ve di ilik organları, bitkinin di er bazı kısımları tarafından gizlenecek ekildeoldu undan, ba ka bir polen buraya kolay kolay gi-remez; dolayısıyla bitki kendine emredilene uyarak, sadece kendi çiçek tozlarıyla tozla abilir.

Yabancı tozla an bitkiler de, kendilerine hayat veren Yaratıcı’nın belirledi i kurallara uygun olarak hareket eder ve -kendi çiçek tozuna de il- aynı türe ait ba ka bir bitkiden gelecek çiçek tozuna ihtiyaç duyar. Polenin ta ınması, ya rüzgâr ve su (ya mur)

vasıtasıyla veya çiçekleri ziyaret eden böcekler yardımıyla ger-çekle ir.

Rüzgâr ve ya mur ile toz-la an birçok bitkide çiçekler gösteri sizdir; fakat çok sayıdapolen üretecek ekilde yaratıl-mı tır. Rüzgâr veya ya mur su-larıyla etrafa da ılan polenlerin birço u görünü te harap olsa bile, bunlar topra ın organik

bakımdan zenginle mesine; içlerinden en az biri de, bir çiçe in tozla masına vesile olur. Rabb’imiz bö-ceklerle tozla an bitkilerin çiçeklerini, böcekleri cez-betmeleri için de i ik renk ve ekillerle donatmı tır.Nispeten daha az polene sahip bu çiçeklerin polen-leri, tozla ma esnasında, bu i için hususi bacak, kanat ve antene sahip kılınmı arı gibi böcekler vasıtasıyla onlara vahyedildi i (Nahl/68–69) ekilde ta ınmaktadır. Bu tozla mayı sa layan böceklere ve onların yavruları-na, mükâfat olarak balözü denen nektar ve polen ihsan edilmektedir.

Arılar; tozla mayı sa layan böcekler içerisinde en önemli gruptur. Arı dendi inde, birçok insanınaklına bal arısı gelir; fakat yaban arıları da insanlarınhizmetine sunulmu tur. Arılar insanlara sunduklarıürünlerin yanında, üretime olan katkılarıyla da vaz-geçilmez canlılardır.

Arılar ziyaret ettikleri çiçeklerden emdikleri nektarı ‘bal midesinde’ depo ederler ve sonra da bu nektarı bal olarak pete e bo altırlar. Arılara polen toplama görevi veren Yaratıcı, bunun için de onlara özel bacaklar ihsan etmi tir. Arıların arka bacaklarıdi er bütün böceklerden farklıdır. Geni olan bu bacakların üzerinde kar ılıklı olarak dizilen uzun

kırk bir613

Meyve ve tohum olu turmakla vazife-lendirilmi çiçekler, ya kendi polen-leriyle (kendine tozla an) veya aynıtüre ait ba ka bir bitkinin çiçe indebulunan polenlerle (yabancı tozla-an) son derece düzenli bir sistemle

bulu turulmaktadır.

360 Ocak 2009

kıllar âdeta bir sepet vazifesi görür.

Dünya genelinde insan gı-dasının % 90’ını kar ılayan82 bitki türünün 63’ü (% 77), arılar tarafından tozlanır; arı-lar olmadan bu bitkilerin to-hum ba laması hemen hemen imkânsızdır. Meselâ elma, ar-mut, eftali, kayısı, vi ne, kiraz, kavun, karpuz ve kabak gibi do rudan insan gıdası olarak kullanılan bitkilerde; ayçiçe-i, aspir, kolza, pamuk, eker-

pancarı gibi endüstri ve yonca, korunga, çayır üçgülü, aküç-gül, fi gibi yem bitkilerinde tohum olu umu için mutlaka arılara ihtiyaç duyulmaktadır.Dünya genelinde her yıl arıtozla masıyla elde edilen ürün, o yıl üretilen balın de eri ile mukayese edilmeyecek kadar fazladır. O hâlde arılar, bal yap-maktan çok daha önemli bir va-zife yerine getirmektedir. Arılar bütün bunların yanısıra, bu bitkileri gıda ve barınak olarak kullanan de-i ik gruplara mensup binlerce hayvanın hayatlarını

sürdürmelerine de imkân hazırlamaktadır. Burada zihinlere, ister istemez, Einstein’ın arıların ekosis-temden yok olmaları ile kıyamet arasında kurdu uirtibat dü mektedir.

Erozyonun önlenmesi gibi, özellikle ülkemiz için hayatî önem arz eden bir vazifeyi yerine getirmek de, arılara verilen görevlerdendir. Erozyon proble-mi olan sahalarda Asteraceae, Boraginaceae, Brassicaceae, Campanulaceae, Compositae ve Fabaceae gibi arılarıntozla masına ihtiyaç duyan bitkiler yaygın olarak bu-

lunmaktadır. Benzer ekilde hayvan besleme ve tabiî dengeyi koruma açısından oldukça önemli olan yem bitkileri de tozla ma için böceklere ihtiyaç duymak-tadır. Yonca vb. bitkilerde çiçek organlarının üstü zarlarla kaplı yaratılmı tır, bu bitkilerde polenin dı-arıya çıkabilmesi için söz konusu zarların arılar tara-

fından yırtılması gerekmektedir. Arılar, sevk-i ilâhiyle, gün boyu aynı tür bitkilerden

nektar ve polen alırlar. Etrafta daha fazla nektar ve polen ihtiva eden ba ka bitkiler olsa da, arıların ilk ziyaret et-ti i bitki türünün dı ındakilere u ramaması, gün boyu aynı bitkinin çiçeklerinden nektar ve polen toplaması,onların bu i i rastgele yapmadıklarını gösterir.

Netice olarak; kâinattaki di-er birçok canlı gibi arılar da,

Âlemlerin Rabbi’nin belirledi ikurallar çerçevesinde insano -luna hizmet etmektedir. Fakat kâinatın mânâsını ve canlılarınyaratılı hikmetlerini ara tırma-dan yapılan faaliyetler, geli igü-zel sanayile menin bir neticesi olarak gittikçe artan hava kir-lili i ve dikkatsizce kullanılankimyevî maddeler arıların sayı-sını günden güne azaltmaktadır.nsano lunun çıkardı ı yangın-

lar ve sava lar bir tarafa, sadece arıların yok olmasına sebep olan uygulamaları dahi insanlı-ın yok olmasına sebep olabilir.

Çünkü arıların yok olması du-rumunda, insanlık kendisine ve çe itli hayvanlara rızık olan bit-kilerin yok olması, erozyon ve çölle me gibi birçok felaket ile yüz yüze gelecektir.

[email protected]

Kaynaklar- Anon., 2004. Edirne Arıcılı ı. Edirne Tarım l Müdürlü ü, Çiftçi

E itim ve Yayım ube Müdürlü ü Yayını. http://www.edirneta-rim.gov.tr/ciftciegitana.html.

- Erdo an, Ü. ve Y. Erdo an, 2006. Üzümsü Meyvelerin Tozla masındaBal Arılarının (Apis mellifera L.) Yeri ve Önemi, 2. Ulusal Üzümsü Meyveler Sempozyumu 14–16 Eylül 2006, s. 359–364.

- Genç, F. 2007. Arıların Sırlı Dünyası. Sızıntı, Yıl: 29 Sayı: 344.- Çakmak, . 2002. Ekolojik Tarım ve Tozla ma Uluda Bee Journal,

p 27–29.- Çakmak, . 2004. Arıların Yayılma Ekolojisi ve Bitkisel Üretimdeki

Rolü. Uluda Bee Journal, p 81–87.- Özbek, H. 1986. Arılar ve Bitki Yeti tiricili i. Hasad, 1 (10): 18–19.- Özbek, H. 2002. Arılar ve Do a, Uluda Arıcılık Dergisi, s. 22–25. - ehirali, S. ve M. Özgen, 2007. Bitki Islahı. Ankara Üniversitesi

Yayın no: 1553, Ziraat Fak. Ders Kitabı: 506, s. 270. - Yılmaz, A. 1984. Arıların Sırlı Dünyası, Sızıntı, Yıl: 6 Sayı :67.

kırk iki614

Polenle dolmuş toplayıcı bacaklar

Toplayıcı bacağın yapısı

Yabancı tozla an bitkiler, kendilerine hayat veren Yaratıcı’nın belirledi ikurallara uygun olarak hareket eder ve -kendi çiçek tozuna de il- aynıtüre ait ba ka bir bitkiden gelecek çiçek tozuna ihtiyaç duyar. Polenin ta ınması, ya rüzgâr ve su (ya mur)vasıtasıyla veya çiçekleri ziyaret eden böcekler yardımıyla gerçekle ir.

360 Ocak 2009

Ekim 2008'de ya yýmladýðýmýz bul macada doð ru ce vabý bu lan ya rýþmacýlarýmýzýn ad reslerine ki taplarý gön derilmeye baþ lanmýþtýr. Ýl ginizdendolayý tek rar te þekkür eder, ye ni bul macada ba þarýlar di leriz. Bul macayý çö züp, ce vap ve ren bü tün oku yucularýmýza te þekkür edi yoruz. Bul-

macamýzý cevaplandýran oku yucularýmýz, bul duklarý ne ticeleri, isim-so yisim ve açýk ad resleriyle bir likte, 871 Sk. No: 45/2 Ko nak / Ýz mir ad resi-ne; (0232) 441 52 38 no lu fak sa; bul [email protected] elek tronik pos ta ad resine gön derebilirler. Ýsim-so yisim ve ad resini bil dirmeyen ya rýþ-macýlarýmýzýn ce vaplarý de ðerlendirmeye alýn mayacaktýr. Ya rýþmaya son ka týlma ta rihi ise; 15 ubat 2008'dir.

1. Rüzgâr ve ya mur ile tozla an birçok

bitki, az miktarda polen üretir.

2. Dı ımızdaki dört boyutlu bir cismin

‘üç boyutlu’ gölgesi, üç boyutlu

mekânımıza dü er.

3. nce ba ırsaklardan günde 300 gram

ya , 50–100 gram aminoasit emilir.

4. Metabolik sendrom açısından Akdeniz

diyetine sert kabuklu yemi lerin

eklenmesi, zeytinya ının eklenmesine

göre daha faydalıdır.

5. Ayak tırnaklarında fizyolojik

durumların ölçülüp takip edildi i

metabolik bilgi mevcuttur.

6. Jeoid, uzay derinli inin ölçülmesinde

kullanılan özel bir referans yüzeyidir.

7. Potasyum kalbin durmasına sebep

olabilen bir elektrolittir.

8. Batı literatüründe mânevîyat, ruhî

hayatla alâkalı, maddî olmayan bütün

varlık ve kavramları ifade etmektedir.

9. Böbreklerin ortalama sıcaklı ı vücut

ısısından daha dü üktür.

Kasım 2008 Bulmacasının Do ru Cevabı:13.053-C’dir.

Bulmacamýzdaki so rular, dergimizin bu sa yýsýnda ya yýmlanan ya zýlardan se çilmiþtir.

Bulmacamızı çözerken; 1’den 9'a kadar numaralandırılmı ve belli bir puan verilmi ifadelerden size do ru (d) veya yanlı (y) olanı oklarla

takip ederek ve ilgili kutu içindeki sayıları da toplayarak, en üstteki harf-lerden birine ula maya çalı acaksınız. Sonra, ula tı ınız harfi ve toplam rakamı, a a ıda belirtti imiz adreslerden biriyle bize bildirebilirsiniz.

800092305400

100030002100

260400780

180200150

100110120

678879

243546

128

0

CBA

9 9

8 8

7 7

6 6

5 5

4 4

3 3

2 2

1 1

d

d

d

d

d

d

y

y

y

y

y

y

y

y

y

y

y

y

y

y

y

y

y

y

y

y

y

d

y d d

d

d

d

d y

d

d

d

d

d

d

d

d

d

d

d

y

kırk üç615

360 Ocak 2009kırk dört616

Sert Kabuklu Yemi ler, Kalb Hastalı ı Riskini Azaltıyor

Meyve, sebze ve balıktan zengin bir Akdeniz diyetiyle birlikte bir yıl süreyle her gün bir

avuç dolusu sert kabuklu yemi yemeniz, kalb has-talı ı riskinizin azalmasına vesile olabilir. Archives of Internal Medicine’de yayım-lanan bir çalı mada, ya ları55–80 arasında de i en ve çalı manın ba langıcındakalb hastalı ı bulunmayan 1200’den fazla spanyol, üç gruptan birine dâhil edildi. Dü ük ya grubundakilere sadece diyetlerindeki yamiktarını azaltmaları için temel tavsiyelerde bulu-nuldu. kinci gruptakiler Akdeniz diyetiyle birlikte ek olarak her gün bir avuç dolusu sert kabuklu yemitükettiler. Üçüncü grupta-ki spanyollar ise, Akdeniz diyetiyle birlikte ek olarak günde 4 yemek ka ı ı zey-tinya ı kullandılar. Diye-tisyenler Akdeniz diyetin-de olan iki gruptaki ki ilereyemek pi irmek için zeytinya ı kullanmalarını,meyve, sebze ve balık tüketimini artırmalarını,sı ır eti veya i lenmi et yerine, beyaz et yemele-

rini ve domates sosunu evde sarımsak, so an ve ifalı bitkilerle hazırlamalarını tavsiye ettiler. Bir

yıl sonra de erlendirme yapıldı ında, çalı manınba langıcında % 61 olan metabolik sendrom nis-

petinin sert kabuklu yemiyiyen grupta % 52’ye, ek zeytinya ı kullanan grupta ise % 57’ye dü tü ü görül-dü. Dü ük ya grubunda ise, metabolik sendrom nispetinde mânâlı bir de-i me yoktu. Metabolik

sendrom kalb hastalı ı ris-kinde ciddi artmayı gösterir ve a a ıdaki durumlardan en az üçünün bulunma-sı olarak tarif edilir: Karınçevresinde ya lanma, trig-liserit seviyelerinin yüksek olması, HDL (iyi) koleste-rol seviyelerinin dü ük ol-ması, kan ekerinin yüksek olması ve kan basıncınınyüksek olması. Görüldü ügibi, metabolik sendrom açısından Akdeniz diyetine

sert kabuklu yemi lerin eklenmesi, zeytinya ınıneklenmesine göre biraz daha faydalıdır. (InteliHe-alth 09.12.2008)

Depresyon, Kalb Krizi Riskinin Artmasına Yol Açabilir

Depresyonda olan kalb hastalarında, kalb krizi ve kalb yetmezli i riskinin arttı ı uzun süredir bi-linmektedir. Neticeleri Journal of the American Medical Association’da yayımlanan bir çalı ma bunun

sebebini ortaya çıkardı: Depresyonda olan kalb hastaları daha az egzersiz yaptıkları için, kalb krizi ve kalb yetmezli i riski artmaktaydı. Ara tırmacılar, egzersiz antrenmanlarının hem depresyonun önlenmesin-de faydalı oldu u, hem de kalb hastalı ı risk faktörlerini azalttı ı için, kalb hastalarında daha da önem kazandı ını belirtiyorlar. (WebMD Health News 25.11.2008)

360 Ocak 2009kırk be617

Prof. Dr. . Hakkı hsano lu-Yrd. Doç. Dr. Yusuf Demir-S.Rıza Sayın

Ve Rüyalar Bilgisayar Ekranında

Kâ ıttaki Lâboratuvar

Tabakalardan meydana gelen kâ ıdın üzerinde küçük çıkıntılar olu turulmu . Tabakalara lazer ile çok ince kanallar açılmı . Kâ ıt, sıvıya temas edince, kanallara yürüyen sıvı, tabakalar arasındaki bo luk-lara doluyor. Bo luklara kâ ıdın üretilmesi esnasın-da farklı kimyevî maddeler yerle tirilmi . Bu ayrı -tırıcı maddeler ile reaksiyona giren sıvı, kâ ıdın ren-gini de i tiriyor. lk çalı malar, idrarda eker ölçme maksatlı yapıldı. Bu prensip ile, kâ ıt üzerine di ervücut sıvılarını ölçecek farklı kimyevî maddeler yer-le tirilmek suretiyle aynı anda farklı ölçmeler yapma da hedefleniyor.

Ölçme i lemine getirdi i ucuz ve pratik çözüm ile sa lık harcamalarında tasarruf sa layan bu icat, ki ilerin -kâ ıdın foto rafını çekip, görüntüyü te-lefon ile doktora göndermek suretiyle- kendilerini uzaktan takip edilebilmelerine de imkân tanıya-cak.

Ki iye gösterilen karakter

Seki

z fa

rklı

beyi

n ta

rayı

cısın

dan

gele

n fig

ürle

rin

yazıl

ım il

e el

de e

dilm

i hâ

lleri.

Sekiz farklı figürün, yazılım ile tekrar ekillendirilmi ortalaması.

Hastalıkların te hisinde vücut sıvıları sıkça kullanılmaktadır. Birçok hastalık; mukoza

salgısı ve idrar gibi vücut sıvıları incelenerek tespit edilebilmektedir. Bu tip incelemelerde, biyolojik örnekler (sıvılar) pipetlere çekilerek otomasyon ci-hazlarına konur; pipet içindeki ayıraç bulunduran küçük kanallarda sıvı renk de i tirir ve bu renk, hastalık hakkında bir fikir verir. Bu uygulamada en mühim sıkıntı, kullanılan pipetlerin kırılgan, cihaz-ların da pahalı olmasıdır. Harvard Üniversitesi’nde, liderli ini George M. Whitesides’in yaptı ı bir grup çalı masında geli tirilen kâ ıt aparat, mevcut sıkıntıları yok edece e benziyor. Grup, söz konu-su çalı manın ilk neticelerini, Proceedings of Nati-

onal Academy of Sciencesd e r g i s i n i n son sayısında yayımladı.

Japonya’da ATR Sayısal (kompütasyonal) Nörobilim Lâboratuvarlarında ya-pılan bir çalı mada, insan beyninden bilgisayar ekranına do rudan görüntü

aktarılması sa landı. Ba arılan görüntü aktarımı, u an itibariyle oldukça basit olmakla birlikte, ara tırmacılar; insanın dü üncelerini, hayallerini hattâ bazı sır-larını bilgisayar ekranına aktarmayı yakın hedef olarak belirlemi durumda.

Sahasında ‘ilk ba arı’ olarak kayıtlara geçen çalı mada, ba a takılan algı-layıcılar beyindeki görme korteksine giden elektrik sinyallerinin tesirlerini algılıyor. Alınan bu sinyaller, bilgisayar programında tekrar yapılandırılarak görüntü elde ediliyor. Denemelerde ‘sinir’e kar ılık gelen altı harfli ‘neuron’kelimesi insanlara gösterildi. Ki inin gördü ü her harf aynı ekliyle bilgisa-yar ekranında görüntülendi. Denemelerde birbirinden farklı, hareketsiz 400

ekil kalıbı görüntülenebildi. Çalı manın di er bir uzantısında ise, bilgisayar ekranında yü-

rüyen bir insan figürü, dü ünce ile yönlendirilebildi. Ba a takılanbirtakım algılayıcılardan gelen sinyaller bilgisayara iletilerek yürü-yen animasyonun sa a veya sola dönmesi veya ko ması gibi yön-lendirmeler dü ünüldü. Yapılması dü ünülen fiilin, bilgisayar ek-ranındaki insan ekilli animasyon tarafından yapıldı ı gözlendi.

360 Ocak 2009kırk altı618

Ya mur, göklerden haber getirir gibi,Mu tularla sızıyor içimize…Bir sızı dü üyor kalb imbi ineVe avuçlar açılıyorAvuçlara nurlar saçılıyorMeleklerle gökten rahmet iniyor Zembillerle güller ta ınıyor yarınaRüzgârın dilinde bin bir rayiha Ve dua tadında bir fısıltı:

Ne olur Allah’ım bizi a kına yâr etYâr et ki, tutu sun bütün ellerVe eller el ele uzansın hep güllere Uzansın gül yüzlü güzel günlere

Ya mur dü ünce topra a inci tanesiBir cemre bir cemre daha Ebrulî dü ler kuruyor gül hanesiBahar adında bir ülkeKucak açıyor göçmen ku laraKu ların dilinde bin bir rayihaVe dua tadında bir mânâYükselir sayha sayha:

Ne olur Allah’ım bizi a kına yâr etYâr et ki, tutu sun bütün ellerVe eller el ele uzansın hep güllere Uzansın gül yüzlü güzel günlere

Hüseyin Kolukırık

Ya mur Bahsi

kırk yedi619360 Ocak 2009

Serap Aslan

Ö retmenime

Sözlerinle süslü artık bütün satırlarım.

Yazmaya ba lıyorum, hislerimi yeniden

Kalemimle beraber akıyor gözya larım.

Ruhunun sıcaklı ı gitse de ellerimden.

Gözlerine ilk baktı ımda neler hissetti imi hatırlamıyo-rum. Ama ruhuma çizdi in resim, seyrettikçe lezzet al-

dı ım en de erli tablodur. Annemle ba layan hayat serüveni-min ilk yıllarını fazla hatırlamıyorum. Bu yüzden okulla tanı maheyecanını bir ‘ilk’ kabul etmeliyim. Çok da sıra dı ı olmayan ‘oyun ça ım’ bir kara tahta önünde son bulunca, birden bire kar ıma çıkan o yepyeni ufuklar kar ısındaki a kınlı ımı tah-min edersin. te sen; bir gün ansızın, a kınlıkla gezindi imbu âlemde görmediklerimin, gördüklerimden çok daha fazla oldu unu kula ıma fısıldadın. Dima ıma birden, ruhumu en-lendirecek bir tohum attın. Bu tohum; hayat boyu içimde ser-pilecek, hâdiselerin perde arkasını görmemde bir fener vazife-si görecek ve benden sonraki nesillere ço alarak da ılacaktı.Belki de sen, yıllar önce zihnimde ye ertti in o rengârenk dün-yadan çok ey hatırlamıyorsundur. Veya öyle diyeyim; sesi-nin yankısının nerelere uzanabilece ini hiç hesaplamamı sın-dır. Gözlerimde seni yücelten de o kar ılıksız gayretindi. Bu yüzden zirvelerdeki duru una ba ımı kaldırıp bakardım. Hem, vazife uurunun ne oldu unu, ba ka türlü nasıl anlayacaktımki! Beklentisizli in soylu onuru gö sümde nasıl kabaracaktı!

Sonra senden i itti im ilk azar… Parmaklarımın ucundaki ilk cetvel acısına denk… Benim için, sana mahcup olmak, ce-zaların en dayanılmazıydı. Aslında senden ürkmek, seni bana biraz daha yakla tırıyordu. Ama ben, sana yine de hep uzak kalacaktım. Aramızdaki mesafeleri bir türlü a amayacaktım. O kadar ula ılmaz, o kadar pak, o kadar benzersiz bir yerin var-dı ki! Sanki seyre dalanı büyüleyen, masmavi bir ufuktun. Bu yüzden bakı lar, zamanla kocaman olur, mânâ kazanırdı. Beni de öylesine tatlı bir sevdayla tanı tırmı tın ki, sanki kalbimin pası silinmi , sevimsizliklerim eriyip gitmi ti.

Sen, yapayalnız ve ürkek adımlarımın yöneldi i bir liman-dın. Etrafına, kapıları kilitlemeden de ya anabilece ine dâir mu tular veriyordun. Sevdalıydın… Sevdalı olmasaydın onca eyi defalarca anlatamazdın. Gündüze dâir ı ıltıların azaldı ı

demlerde bile o ‘hülyalı iklimler’den bahsedemezdin. Yara-lı ruhları, hastalanmı kalbleri onarmaya gayret ederken, kı-rılmayan inatlara kar ı bu kadar vefalı olamazdın. ki damla

gözya ına onca sitemi, yakınmayı, umudu, a kı sı dıramazdın.Bu yüzden içindeki ırmak durmadan ça lamı tı ve ça ladıkçatalebelerin ço almı tı. Gözlerinden bo anan ırmaklar, ruhunun enginli ini de ta ıyordu. Ve ben de o enginli e ko tukça, se-rinlemi , ahlanmı yarına dâir güzel hayaller kurabilmi tim.Hayatı bir ba ka bilmeye, insanı bir ba ka bilmeye ba lamı -tım. Sevdalıydın ve bu sevdayı talebelerinle payla mayı çok iyi bilmi tin. Onlara de mesin diye gö sünde eritti in im eklerinacısı gözlerinden ya olup akmı tı ve sen bu ya ları hep gizlice silmi tin.

Senin ufkunda taçlanan insan, sözlerinde derinli ini bu-lan kâinat, hislerinde yücelen duygular zihnimde gerçek yerini buldukça sanki ruhum do rulmaya ba lamı tı. Yerini bulan her davranı ın, ö reten için ne paha biçilmez bir mükâfat ol-du unu anlatmı tın. Sabırla beklemeyi bilen sen, ba ını e e-rek dâima çiçekler takdim ediyordun. Bir arı titizli i ile geç-mi i eleyip, köhnele mi duygularımı gelece in temellerine serpiyordun. Bazen sıcak bir bakı , bazen keskin bir güven, bazen sonsuz bir huzur... Ya mur kadar bereketli, toprak ka-dar mütevazı... Sen neydin, kimdin, bilmiyorum ama çok iyi bir insandın!

Neler söylenmeli senin için, neler yazılmalı… Teva-zu ile süslü hâllerine ne iirler bestelenmeli. Sen kılavuz-dun velhasıl. Gayen, benim gibi ham ruhların kıvamını ha-yatın sarp yoku larına hazırlamaktı. Bir de, suçlarla gurur duymamayı, hatalara yenilmemeyi ve minik tebessüm-lere kocaman mutluluklar sı dırabilmeyi ö retmekti… Hayır! Sen bana ilmi ö retmedin. Sen bana sevgiyi ‘ilim’ kıl-dın. O sonsuz deryada zaaflarımı yıkadın, hislerimi ak pak et-tin. Büyük olmanın en kestirme yolunu gösterdin. Sayende kendimi, hayatın o sarp yoku larını a maya dâima hazır bul-dum. Ruhumda elinin de medi i hiçbir yer kalmadı ını, her arta ayak uydurdukça daha iyi anladım.

imdi senin için çizdi im tabloyu bir görebilseydin. Kendini benim gözlerimden bir seyredebilseydin. Ö retmen oldu un ve sînemden binlerce talebenin dünyasına aktı ıniçin a layacaktın. Tıpkı benim; talebelerime bakınca seni ha-tırlayıp, a ladı ım gibi...

Soluksuz ya amaya nefsim yetmese de,

Sükûta gömmüyorum, ruhumun feryadını.

Takılsam da durmadan, yürüyorum sayende.

Hep benli imde kaldın, unutmadım adını.

360 Ocak 2009kırk sekiz620

Bu kurban bayramında, çalı tı ım okulun üst katındakilojman odasında çocuk kalbimin gurbetini hatırladım.

Üniversiteyi bu yıl bitirdim ve ben de, ö retmenlerimin yap-tı ı gibi, evimden yurdumdan uzakta ö retmenlik mesle ineatıldım. Dı arıdan sahile vuran dalgaların sesi geliyor. Elimde kaçıncı kez okudu um ve imdi daha iyi anladı ım bir iir var. Aklımda da çocuk kalbimin gurbetine merhem olan hatıra-lar…

…O yıl ilk kez evimden, köyümden ayrılmı tım. Küçük kal-

bimi büyük bir gurbet yalnızlı ı sarmı tı. Ranzamın üstünden, yatakhanenin penceresinden yıldızlara bakar, bu yıldızlar bizim köyün üzerinde de böyle duruyorlardır imdi diye dü ünürdüm.Battaniyenin altında büzülür, gizli gizli a lardım. Her ak amevlerine giden kızlar vardı. Onlara imrenirdim. Her hafta sonu gidenler vardı, ke ke hiç de ilse onlar gibi olsaydım, derdim. Bazen bir ay gidemedi im oluyordu evime. Köyümüz sapa ol-du u için, iki günlük tatilde gitmek mânâsız olurdu. Otobüs saatini, tren saatini, beklemeleri hesaba katarsak eve ula mamneredeyse bir günümü alıyordu.

Okulumuzun bir kilometre kadar uza ından bir tren yolu geçerdi. Sabah etütlerinde tren düdüklerini duyabiliyordum. Bazen kaçıp gitmeyi dü ünüyordum. ehri pek iyi bilmiyor-dum; ama tren yolunu bulabilirdim. Sonra binerdim trene, bizim ilçede inerdim. Bu hayallerim uzayıp giderdi bazen. s-tasyondaki görevlilerin beni tanıyıp okulu arayacaklarını dü ü-nür, onlarla neler konu aca ımı kurgulardım meselâ. Bazen de yanlı istasyonda inersem köye nasıl ula aca ımı dü ünür-düm. Bu tatlı hayaller hep olmayacak eylerle kesilirdi. Ya po-lisler yol boyu nasihat ederek okula getirirlerdi beni, ya müdür bey istasyondan, karakoldan alır, konu madan, arka koltu adönüp yüzüme bile bakmadan okula getirirdi. Bütün bu badire-leri atlatıp evin kapısına kadar gelsem, kapıyı bir türlü çalamaz, annemin yüzüne bakamazdım. Sokakta ilkokul ö retmenimlekar ıla sam nereye saklanaca ımı bilemezdim.

Etütlerde bizimle oturan, yemekhanede yanımızdan ayrıl-mayan bir belletmenimiz vardı: Ceren Abla’mız. O da bizim okulda okumu tu. Bizim ya adıklarımızı ya amı tı. Tebessü-müyle derdimizi hafifletir, çay sohbetlerinde bizi alır gelece inaydınlık dünyasında dola tırırdı. Bir ak am yemekle etüt arası,bankta tek ba ıma otururken yanıma geldi.

— Ne yapıyorsun Gül at, dedi.— Yıldızlara bakıyorum, dedim.— Beraber bakalım mı, deyip yanıma oturdu. Uzun uzun konu tuk. Ben hayallerimi, bu yıldızların bizim

evin üstünde de böyle ı ıldadı ını anlattım; o, küçük prensi, küçük prensin yıldızını anlattı. Ben ehirde kendi yalnızlı ımdanbahsettim, o dünyada tek ba ına dola an Âdem Baba’mızınyalnızlı ından… Kendinden de bahsetti bu arada. Ben ayda bir gidiyorsam ailemin yanına, o yılda iki üç defa ancak gidebili-yordu. Ben ehrin uzak bir ilçesinden gelmi tim, o ülkemizin uzak bir ehrinden gelmi ti.

Çocuk Kalbimin Gurbeti*Konu tukça rahatladı ımı hissettim. Aslında belki de bo u-

na büyütüyordum. Benim derdim de dert miydi, benim gurbe-tim de gurbet miydi? Ama küçük bir kız çocu uydum i te. O kadarı bile a ır geliyordu bana. Etüt zili çalarken elinde tuttu ueski bir dergiyi uzattı bana.

— Bunda ilgini çekecek bir iir var. Onu oku, sonra tekrar konu alım, dedi.

Etütte her sayfasına baktım derginin. Yıllar önce basılmıbir okul dergisiydi. Ablamın bizim ya ımızda oldu u yıllardankalmı olmalıydı. çinde okulumuzun eski talebelerinin, bazısıartık burada olmayan, bazısını tanıdı ımız ö retmenlerin ya-zıları, iirleri vardı. Ceren Abla’nın kastetti i iiri nihayet arka kapa ın iç tarafında buldum:

“Bayram Mektubuimdi nerdesin anne?

Yine, yatılı okul pencerelerinden seyredilen yıldızlarda mı,Yoksa gurbet gecelerinde dinlenen Anneli arkılarda mısın?Yavrum aç mı susuz mu, diyeÜstü mü açıldı uykusuz mu, diyeYine, geceler boyu kaygılarda mısın?

Ama ben biliyorum anne!Nerede olursan ol,Bütün anneler gibiEn büyük fedakârlıklarını vazifeKüçücük tebessümlerimizi lütuf sayarsın.Lütfedip gelir mi diye yavrularımYolları gözlersin her gün.

Ve yine biliyorum.Sen beklemeyi iyi bilirsin anne.Ne zaman köye gitsem;Ya ‘Bu gün rüyamda görmü tüm.’Ya ‘Gelece in içime do mu tu.’ dersin.Demek, hep yolları gözlersin.

Derdin ki; ‘Yola bakmak, yere bakmaktan iyidir.’Sen, ikisini de iyi bilirsin anne.On parça olmu yüre in;Üçü yere, yedisi yola bakar.Her yıl koyunların kuzular,Koçların gider sonra her yıl.Koç yi itlerin de hep gidiyor koçların gibi.Kimi yola, kimi yere...Ve hep a larsın gidenlerin ardından,Her gidenin, her gidi inde yeniden.Sen, a lamayı iyi bilirsin anne.

Derinden ‘of’ çekersin kuzularını otlatırken da lardaBo alırsın, dolarsın her ‘of’ta on defa.Özlemlerin vardır yürek dolusuAma, olamaz i te.Bayram da olsa;

kırk dokuz621360 Ocak 2009

Öyle bir derde müptelâ oldum ki, ey canlar!Hâlimi yalnız nar-ı a ka dü enler anlar.

Gurbetin lisanıyla ‘ah’ çekmektedir sular.Akmaz aslında mecrasındaki ırmak, inler

Fânî dünyada kalsın heveslerin cümlesi, Kabrin nurdan tahtında bir gün sona ersinler.

Kalbime kadîm bir keder sermi postunu,Gözlerine mil çekilen ruhum ufku dinler

Ta tan a ır ba ım toprakta sükûn bulacakHakk’ın bir garibi ölmü diyecek duyanlar

Hangi günahtan kalma gözlerindeki bo luk?Bir dipsiz kuyu gibi yutuverdi nehârı.Kesmeseydi yolunu bu öldüren sarho luk,En deli zemheriden süzecektik baharı!

Biz gül devri beklerken ne cinayetler do du,Habil’e fırlatılan Kabil’ce bakı lardan…Vicdan çı lık çı lı a bir ayinle bo uldu,Yanıp sönen ı ıklar ve kopan alkı lardan…

Ey ça ın kuca ına itilen masum çocuk,imdi mazinden kopuk, edepten âzâdesin!

Bir yolba cı beklerken mefkûreye yolculuk,Sen hayal ormanında kaybolan ehzadesin.

“Yıldızdan yol yapıp aya kavu tum.” Mahtumkulu

Dillerde bir türkü ‘tala’al bedru’Medeniyet yola inmi co kuyla.Âleme iftihar, âdeme âb-rûMeyve-tohum Sonsuz Nûr’un a kıyla.

Çileyle yanarken nice asırdırYesrib’i Medine edecek yollar;Yollarını gözya ıyla çilemi ,Huzur-ı Rahmân’a açılan kollar.

Bir nur parıldadı ufukta derken,Gündüz güne ini tuttu Dolunay.Elçiler gün oldu, güne ten erken;Dört yöne hüzmeler attı Dolunay.

Bir ne e yayıldı nâçâr göklere;Kalbler kanat takmı , uçar göklere.

Hatice E ilmez Kaya

Sükûta Ersin Ba ım

Hüdayi Can

Dolunay Yolu

Saffet Merdan

Ölme Kalbim

‘On’u bir araya gelemez yüre inin.

Varsın olsun anne!Cennet ve önden gönderdiklerin...-Hep dualarla bekledi in gibi-Onlar da seni bekliyorlar muhtemelen...Sen, sabretmeyi iyi bilirsin anne!”

iirin ba ında italik harflerle yazılmı , sa a kaydırılmı bir not vardı: “O yıl anneler günü kurban bayramına denk gelmi ti; ama

ben yine de köye gidememi tim…” Altında da eski bir tarih... iiri bize Türkçe ö reten ö retmenimiz yazmı tı. Sınıfta

bazen iir okurdu; ama kendisinin iir yazdı ını bilmiyordum. Onun annesini dü ündüm. Onun annesi de benim annem gibi, herkesin annesi gibi bir anneydi i te. O da bir annenin çocu-uydu. Yıllarca yatılı okullarda okuduktan sonra, bugün hâlâ

gurbetteydi. Hem bizimki gibi de de ildi, yılda bir kez ya gidebi-liyordu, ya gidemiyordu köyüne.

Sonra tekrar konu tum belletmenimle. Bana ö retmen-lerimizi anlattı. Onların köylerini, yurtlarını bırakıp neden aile-lerinden bu kadar uzak yerlere geldiklerinden bahsetti. Bizim de onların bu fedakârlıklarına aynı ekilde kar ılık vermemiz, derslerimize sarılmamız gerekti ini söyledi.

O yıl kurban bayramı arifesinde köydeydim. Bayram sabahı,bayramlıklarımızı giyip karde imle bayram yerine gittik. Salın-ca a bindik. Sonra akrabaları dola acaktık. Ama daha bayram yerindeyken bir arkada ım geldi.

— Gül at, misafirlerin gelmi , annen ça ırıyor, dedi. Kom u köyden teyzemler mi geldi acaba, dedim. Ama on-

lar gelse beni ça ırmazlardı ki. Gelenlerin kim oldu unu avlu kapısında anladım ve oldukça a ırdım. te okulun emektar arabası avlumuzdaydı. Babamla amcam kurban keserken, ö -retmenimle belletmenim, bir de bize her sabah emektar arabay-la ekmek getiren oför amca onları seyrediyordu. Teker teker bayramla tık. Birkaç saat kaldılar bizde. O gün ö retmenimizannemle uzun uzun konu mu tu. Annem hâl hatırdan sonra, anne-babasını sordu ö retmenimin. Daha neler konu tularimdi hatırlamıyorum; ama bir cümle var ki hiç unutmadım.

Annem bayramı evlerinde geçiremedikleri için üzülünce, ö retmenimiz:

— Olsun teyzeci im, bizim ailemiz de sizsiniz artık, bizi Gül at’tan ayrı tutarsanız gücenirim, demi ti

Annem de hiç unutmadı bunu. Artık okulumu ikinci evim gibi, ö retmenlerimi ablalarım, a abeylerim gibi görüyordum.

Bu yıl ilk kez kurban bayramını ailemden uzakta geçirdim. Bu gurbet ak amında aklıma o iir geldi. Belki internette vardırdedim. Baktım. Çıktı geldi bir yerlerden. Geldi de beni o eski zamanlara, kendi gurbetini bize sıla eden ö retmenlerimizin,belletmenlerimizin iklimine götürdü.

Gözya larım ondandır.

* 6. Türkçe Olimpiyatları’nın sunum dalında birincilik alan talebenin oku-du u bu metin, Türkmenistan Türkçe Zümresi ö retmenleri tarafındanya anmı hâdiseler çerçevesinde kaleme alınmı tır.

I IK YAYINCILIK T CARET A.Adýna Sa hibi : M. Talat Katırcıo lu

Genel Ko ordinatör : Dr. Kud ret ÜnalGenel Yayýn Yön. : Prof. Dr. A. Sarsýlmaz

Sorumlu Yazý Ýþle ri Müdürü : Se dat Þen tarhanacýDARÎ MERKEZ

Bulgurlu Mah. Ba lar Cad. No: 5 Üsküdar/ stanbul

Tel: (0216) 522 11 07; Faks: (0216) 522 11 06YAZI ÝÞ LERÝ MÜ DÜRLÜÐÜ

871 Sk. No: 45/2 35250 Ko nak/ÝzmirTel: (0232) 441 95 25; Faks: (0232) 441 52 38

E-posta: si [email protected]://www.sizinti.com.tr

ABONE VE DA ITIM MÜDÜRLÜ ÜBulgurlu Mh. Ba lar Cd. No: 5

Üsküdar / STANBULP.K. 95 Üsküdar / STANBUL

Tel: (0216) 318 60 11 - Faks: Faks: (0216 ) 522 11 78Yurtiçi bir yıllık abone bedeli KDV dahil 42 YTL'dir. 15.12.2008 - 20.01.2009 tarihleri arası abone

kampanyası olup bu süre içerisinde abone fiyatı37,5 YTL'dir. Yurtdı ı abone bedeli, 1. Grup Ül-

keler (Avrupa, Orta Asya, Orta Do u ve Kuzey Afrika ülkeleri) 30 € 2. Grup Ülkeler (Uzak Do u, Amerika, Güney Afrika ve Pasifik ülkeleri) 45 $ 3. Grup Ülkeler

(Avusturalya ve Yeni Zelenda) ise 50 $' dır. Abone olmak isteyenlerin abone bedelini; I ık Yayıncılık Ticaret A. .adına, her PTT ubesinden; 5568324 nolu Posta çeki

hesabına veya Bank Asya Anadolu Kurumsal ubesi'nin;YTL olarak, 54053-40 numaralı, $ olarak, 54053-41

numaralı, € olarak 54053-42 numaralı hesabına yatırıp,dekontun fotokopisini, açık isim, adres ve telefon bilgileri ile hangi sayıdan itibaren abone olacaklarını belirten bir

yazı ile abone merkezimize posta veya faks ile bildirmeleri yeterlidir.

AVRUPA DA ITIM WORLD MEDIA GROUP AG- smail Küçük

Adres: SPRENDLINGER LANDSTR. 107-109, 63069 OFFENBACH am MAIN

Müsteri Hizmetleri: 0049 69 300 34 111-112Da ıtım Telefonu: 0049 69 300 34 103

Fax: 0049 69 300 34 [email protected] - [email protected]

YAYIN TÜRÜ:Yaygýn Süreli

YAYINA HAZIRLIKSýzýntý: (0232) 441 95 25-Faks: (0232) 441 52 38

GÖRSEL YÖNETMENEngin Çiftçi

GRAFÝK-TASARIMKaynak Kültür Yayın Grubu:

(0216)318 60 11-Faks: (0216)318 53 14BASIM YE RÝ:Çaðlayan A.Þ.

Sarnıç Yolu No:7 35410 Gaziemir/Ýz mirTel: (0232) 252 20 97-8 Faks: (0232) 252 21 00

BASIM TA RÝHÝ: 19 Ocak 2009 ISSN 1300-1566

BAYÝ DAÐITIM: DPP A.Þ.ABONE DAÐITIM: C HAN MEDYA DA ITIM A. .

Fiyatý: 3.50 YTLYAZI KU RALLARI

* Yazýlar dis ketle ve ya e-pos ta ile (si [email protected]) gönde rilmelidir.* Ya zarýn, e-pos ta da hil açýk ad resi ve te lefon (var sa faks) nu maralarý ve rilmelidir.* Yazýlar en faz la dört sa yfa ol malýdýr.* Var sa, yazý ile bir likte re simler (alt-yazýlarýyla bir likte)gönderilmelidir. Yok sa, yazýda kul lanýlabilecek re simlerhakkýnda bil gi ve rilmelidir.* Yazýlar, daha önce her hangi bir yer de yayýmlan mamýþolmalýdýr. Yazý ye ni bir ge liþmeyi ele al malý, ori jinal bir özellik taþýmalý ve ya daha önce yayýmlanmýþ bir ko nuyayeni bir bakýþ açýsý ge tirmelidir. Der gimizde ko nu ile ilgili yayýmlanmýþ önce ki yazýla ra dik kat edil meli, yazý içinde atýfta bu lunulan kay naklar (ki tap, ma kale) stan-dart ölçüle re uy gun ola rak son da ve rilmelidir.* Yayýn ku rulu, der giye ge len yazýlar üze rinde, ge rekligördüðü tak dirde deðiþik lik ya pabilir.* Der gimizde yayýmla nan yazýlar kay nak göste rilerek iktibas edile bilir.* Gönde rilen yazýlar ia de edil mez.

Ocak 2009 Sayý: 360

MÜ TER H ZMETLER

444 0 361Tüm GSM operatörlerinden dakikası 1 SMS/kontör

Sabit telefondan 0216 alan kodu eklenerek aranabilir.

(Her türlü abonelik i lemleriniz için arayabilirsiniz.)

Aylık lim-Kültür Dergisi574

582

600

612

574 Zulüm

Sızıntı

577 Hücrelerdeki Dinamik Program-

lar

Dr. C. Hamza Aydın

582 Mâneviyat Eksenli Sosyal

Hizmetler

Prof. Dr. Ali Seyyar

586 Bize Bırakılmayan Kalbimiz

Dr. Enis Türker

588 Asırların Dilinden I ık Süvarileri

Ahmet Bu ra

590 Boyut Olarak Zaman ve Ötesi

Prof. Dr. Osman Çakmak

593 Beslenmede Denge ve rade

Prof. Dr. Ömer Arifa ao lu

598 Kalbin Zümrüt Tepelerinde

( tirab)

600 Yerküre'nin ekli De i iyor mu?

Abdullah Sancak

605 Fânîde Bekâyı Görmek

M. Said Türko lu

608 nsan Denen Meçhul-23

Prof. Dr. Arif Sarsılmaz

610 sterseniz Kur una Dizin

Safvet Senîh

612 Kendi Küçük Vazifesi Büyük

Mahmut Veziro lu

615 Bulmaca

616 Sa lık-Bilim-Teknoloji

Prof. Dr. . Hakkı hsano lu - Yrd. Doç. Dr.

Yusuf Demir – S. Rıza Sayın

618 Damlalar

A. Osman Dönmez

DPP No: 112491-2009/01

3.50 YTL

nsanın hür ve muktedir olması,ona ba kalarına zulmetme hakkını vermez;

kuvvet, hakkın emrinde oldu u sürece de erler üstü de er kazanır; hürriyet de ba kalarının haklarınasaygılı davranıldı ı ölçüde hakikî kıymetini bulur

ve kalıcı olur.