97
T.C. GAZİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ FELSEFE ANABİLİM DALI E.B.CONDILLAC’IN BİLGİ ANLAYIŞI YÜKSEK LİSANS TEZİ HAZIRLAYAN ZEHRA KAHVECİ TEZ DANIŞMANI PROF.DR. KAZIM SARIKAVAK ANKARA-2006

SOSYAL B İLİMLER ENST İTÜSÜ FELSEFE ANAB İLİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...ii Bu tezi yazmamızdaki amaç Condillac’ın bilgi anlayı şını

  • Upload
    others

  • View
    5

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

T.C.

GAZİ ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

FELSEFE ANABİLİM DALI

E.B.CONDILLAC’IN BİLGİ ANLAYIŞI

YÜKSEK LİSANS TEZİ

HAZIRLAYAN

ZEHRA KAHVECİ

TEZ DANIŞMANI

PROF.DR. KAZIM SARIKAVAK

ANKARA-2006

Gazi Üniversitesi

Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü’ne

Zehra KAHVECİ’ye ait “E.B.Condillac’ın Bilgi Anlayışı” adlı çalışma

jürimiz tarafından Yüksek Lisans Tezi olarak kabul edilmiştir.

Başkan………………………………..

Üye……………………………………

Üye…………………………………….

Üye…………………………………….

i

ÖNSÖZ

İlk çağlardan beri bilgi meselesi felsefenin en önemli konularından biri

olmuştur. Bilgi nedir? Sorusunu temele alan bilgi felsefesine epistemoloji adı

verilmektedir. Epistemoloji Yunanca episteme(bilgi) ve logos(bilim)

kelimelerinin birleşmesinden oluşur ve bilgi kuramı anlamına gelir. Bilgi

felsefesi bilginin sınırları, kapsamı, kaynağı, ölçütleri ve doğasına ilişkin

soruları kendine konu edinir.

Modern epistemolojinin kurucusu olarak J.Locke(1632-1704) kabul edilir.

Ondan önce de bilgi konusunda çok şey söylenmiş olsa da epistemolojiyi

felsefenin ayrı bir alanı haline getiren Locke olmuştur. Her türlü metafizik

görüşleri bir yana bırakarak sadece bilginin yapısını inceleyen, ilk kişidir.

Biz de bu çalışmamızda ünlü bir Fransız filozofu olan E.B.Condillac’ın

(1714-1752) bilgi anlayışını inceledik. Condillac, 18.yy Aydınlanma

düşüncesi içinde materyalizmin başlangıcı olarak görülen

duyumculuğun(sensualizm) temsilcisi olarak kabul edilir. Aydınlanmanın

temel düşüncelerini veren Locke’un (1632-1704) etkisinde kalmıştır. Locke

bütün bilgilerimizin deneyimden geldiğini ve tüm düşüncelerimizin dış

duyum(sensation) ve iç duyum(reflexion) dediği iki kaynağa bağlı olduğunu

savunur. Condillac ise deneyin kaynağını dış duyumla sınırlar. Bu nedenle iç

duyumdan geldiği söylenen bilgilerin kaynağının nasıl, dış duyumla

edinildiğini açıklama çabasına girer.

Tezimizde Condillac’ın bilgi anlayışı konusunda yazdığı iki önemli eserini

kaynak olarak aldık. Birincisi Locke’un düşüncelerinin bir tekrarı sayılabilecek

“İnsan Bilgilerinin Kaynağı Üzerine Deneme” adlı eseri , ikincisi ise duyumcu

olarak adlandırılmasına neden olan “Duyumlar Üzerine İnceleme” adlı

eseridir.

ii

Bu tezi yazmamızdaki amaç Condillac’ın bilgi anlayışını bilgi felsefesinin

temel soruları çerçevesinde ele alarak daha sistemli ve anlaşılır bir

incelemesini yapmaktır. Böylece bilgi felsefesine yapmış olduğu katkıları

daha iyi görme imkanına sahip olacağımızı umuyorum.

Tezi hazırlarken giriş kısmında Condillac’ın hayatından , eserlerinden ve

fikri gelişiminden bahsettik. Birinci bölümde genel olarak bilgiden, bilgi

felsefesinden, bilgi felsefesinin kavramlarından , problemlerinden ve bilgi

felsefesinin tarihsel gelişiminden bahsettik. Bu süreçte Condillac’ın nerde

durduğuna bir baktık. İkinci bölümde ise Condillac’ın felsefesinin genel

özelliklerini inceledik. Bilgi felsefesinin ele aldığı problemlerini kendi

açısından nasıl açıkladığına değindik. Sonuç bölümünde de genel bir

değerlendirme yaparak tezimize son verdik.

Bu çalışmamda yardımlarını esirgemeyen, Lisans ve Yüksek Lisans

öğrenimimde, yetişmemde büyük katkısı olan Felsefe Bölüm Başkanı ve aynı

zamanda tez danışmanım olan Prof.Dr.Kazım SARIKAVAK hocama sonsuz

teşekkürlerimi sunarım.

Zehra KAHVECİ.

iii

İÇİNDEKİLER

Konu Adı Sayfa No

ÖNSÖZ……………………………………………………………..........................i

İÇİNDEKİLER……………………………………………………………….....…..iii

GİRİŞ……………………………………………………………….........................1

1.E.B.CONDİLLAC’IN HAYATI VE ESERLERİ………………….................1

1.1.Hayatı..............................................................................................1

1.2.Eserleri............................................................................................2

1.3.Fikri Gelişimi....................................................................................4

2. BİLGİ FELSEFESİNİN TEMEL KAVRAMLARI VE PROBLEMLERİ..….9

2.1.Kavramları…………………………………….………….….................9

2.2.Problemleri………………………………………………....................13

2.3. Duyumculuğun Tarihçesi…………………………………………….17

I. BÖLÜM

E.B.CONDİLLAC’IN FELSEFESİNİN GENEL ÖZELLİKLERİ…………….....24

1.1. Zihin Anlayış……………………….….…........................................24

1.2. Dil Anlayış………………………………………..…….............….....45

1.3. Metot Anlayışı……………………….……………………...........…..51

II. BÖLÜM

E.B.CONDİLLAC’IN BİLGİ ANLAYIŞI...........................................................56

SONUÇ………………………………………………………….…................…..82

KAYNAKÇA……………………………………….............………………......….86

ÖZET ………………………………………………………………………………89

ABSTRACT………………………………………………………………………..91

GİRİŞ

1.E.B.CONDILLAC’IN HAYATI, ESERLERİ VE FİKRİ GELİŞİMİ

1.1.Hayatı :

E.B.Condillac, 30 Eylül 1714’de Grenoble’da doğmuştur. Yargıçlığı

büyük ölçüde meslek edinmiş bir ailenin oğlu olmasına rağmen, Saint-Sulpice

ve Sorbonne’da teoloji tahsil ederek rahip olmuştur. Bununla birlikte, o

hayatının sonraki yıllarında rahipliğin sadece unvanını muhafaza etmiş,

yeğeni olduğu D’Alembert’in de etkisiyle, teoloji yerine bilim ve felsefe ile

uğraşmıştır. D’Alembert dışında, oldukça gençken gelmiş olduğu Paris’te

tanıştığı Diderot, Fontenelle ve Helvetius’un da Condillac’ın bilimsel

araştırmaya yönelmesinde önemli katkıları olmuş ve o bütün bu etki ve

teşviklerin sonunda, insani deneyimin seküler ve rasyonel bir

sistematizasyonunu hayata geçirme işini ilk ve en önemli görevi kabul

etmiştir.1

Düşünce ve hareketlerinde daima çekingen ve ihtiyatlı olan Condillac

XVIII. Yüzyılın bütün filozoflarıyla ilgilendi ve daha çok Locke’u üstat tanıdı.

Bu İngiliz filozofun maddecilikten ve Ortodoksluktan hoşlanması kendi

mizacına da uygun gelmişti. 2

Condillac işte bu amaca uygun olarak, düşünür ve yazar kariyerinin

önemli bir bölümünde Ansiklopedi çevresinde oluşmuş olan entelektüeller

grubu içinde yer almış ve daha başlangıçta yazmış olduğu iki eser, Essai sur

l’origine des connaissances humaines (İnsan Bilgilerinin Kaynağı Üzerine

Deneme,1746) ve Traite des Systemes(Sistemlere Dair İnceleme,1748) , ona

daha yaşarken çok büyük bir ün kazandırmıştır.

1 CEVİZCİ,Ahmet , Felsefe Tarihi Aydınlanma Felsefesi Cilt IV, Ezgi Kitabevi, Bursa,2002,s(128) 2 SENA, Cemil, Filozoflar Ansiklopedisi, Cilt 1,Remzi Kitabevi, İst.1974,s(429)

2

1752 yılında Berlin Akademisi üyeliğine seçilen Condillac’ın bundan

sonra kaleme aldığı diğer iki eser, Traite des sensations (Duyumlar Üzerine

İnceleme,1754) ve Traite des Arimaux(Hayvanlara Dair İnceme,1755) adlı

kitaplar ise onun Parma prensi Ferdinand’ın özel öğretmenliğine getirilmesini

sağlamıştır. O 1768 yılında da Academie Française’in üyeliğine seçilmiş,

fakat kısa bir süre sonra birden Beaugency yakınlarındaki Flux’de inzivaya

çekilmiştir. Onun Paris’teki entelektüeller çevresini aniden terk edip inzivaya

çekilmesinde, dine yönelik saldırgan tavırlardan duyduğu rahatsızlığın etkili

olduğu söylenir. Condillac 3 Ağustos 1780’de sığındığı manastırda ölmüştür.

1.2.Eserleri :

İlk eseri, 1746’da kaleme aldığı “İnsan Bilgilerinin Kaynağı Üzerine

Deneme”dir. Bu eserde bilgilerimizin kaynağının neden ibaret olduğunu,

bunların malzemesinin neler olduklarını, bunların hangi ilkeye göre iş

gördüklerini, bunlarda hangi vasıtaların kullanıldığını ele almış ve bütün bu

meselelerin çözümünü fikir bağlantılarında bulmuştur. Amacı insan zihniyle

ilgili olan her şeyi tek bir ilkeye bağlamak sonra da bu ilkenin bütün

sonuçlarını yeni deneyişlerin teyit edeceği sabit ve sürekli bir deneyiş

olduğunu göstermektedir.3

Bu eserinde Locke’un doktrinini neredeyse aynen tekrar etmiştir. Locke

gibi düşüncenin kaynağı olarak duyum ve düşünmeyi temel alır ve insanda iki

düşünce serisini ayırır. Biri, duyumdan gelen, diğeri kaynağını ruhun kendi öz

işlemleri teşkil eden düşüncelerdir ki Condillac, bunda fikirlerin oluşumunda

ruhun faaliyetine bir pay ayırır. Fakat sonra da bu faaliyetin araya girmesini

büsbütün inkâr eder.4

3 CONDILLAC,E.B.İnsan Bilgilerinin Kaynağı Üzerine İnceleme,Çev: Miraç Katırcıoğlu, M.E.B,İst. 1992,s(9) 4 SENA, Cemil, a.g.e.(429)

3

İkinci eseri, 1749 da yazdığı “Sistemler Üzerine İnceleme” adlı eseridir.

Bu eser de kendi zamanında benimsenmiş olan başlıca metafizik sistemlerini

yani Descartes, Malebranche, Leibniz, Spinoza gibi filozofların sistemlerini

incelemiştir.

Üçüncü eseri, 1754 yılında yazdığı “Duyumlar Üzerine İnceleme” adlı

eseridir. Bu eserde bilgilerimizin ve bütün melekelerimizin duyulardan daha

doğrusu duyumlardan nasıl çıkıp geldiklerini anlatmıştır. Bunları duyan

ruhtur. Ruhu değiştiren bir takım duyular olup, ruh bütün bilgilerini bu

duyumlardan edinmektedir. 5

Dördüncü eseri, 1755 de yazdığı “Hayvanlara Dair İnceleme”dir. Bu

eserde, Descartes’i takip eden Buffon’un doğuştan gelen bir mekanizma

olarak gösterdiği içgüdü hakkındaki tezini savunur. Condillac’a göre

hayvanlar bir takım kıyaslamalar yaparlar, hüküm verirler, kendilerinde bir

takım fikirler ve bir de hafıza vardır. İçgüdü ise düşünceden mahrum bir

alışkanlıktır.

Beşinci eseri, 1776 da yazdığı göreli konumları bakımından “Ticaret Ve

Devlet Yönetimi” adlı eseridir. Değerin emeğe değil de yarara ya da faydaya

dayandığını savunan iktisat görüşünü dile getirir. 6

Altıncı eseri, ölümünden sonra yayınlanan 1780 “Mantık” adlı eseridir.

Ona göre ihtiyaçlarımız kesin bir yola koyar. Bu bakımdan mantık zihindeki

tabiat gidişinin ardı sıra gider. Bu gidişte temel yol tahlildir. Tahlil etmekte bir

nesnenin bütün özelliklerinin zihinde sıraya konmasıdır.

5 CONDILLAC,E.B, Duyumlar Üzerine İnceleme , Çev: Miraç Katırcıoğlu, M.E.B.,İst. 1989,s(4) 6 GÜÇLÜ,Baki, Sarp Erk Ulaş Felsefe Sözlüğü, Bilim ve Sanat Yay. Ank.,2002,s(305)

4

Yedinci eser, gene ölümünden sonra yayınlanan 1798 “Rakamların Dili”

adlı eseridir. Dilin akıl yürütme ve mantıksal düşüncedeki öneminden

bahseder. Matematiğe dayalı bilimsel bir dilin önemi üzerinde durur.

1.3. Fikri gelişimi :

Condillac’ın içinde bulunduğu 18.yy deneyciliğin büyük yaygınlık

kazandığı bir çağdır. Fransız Aydınlanması, denilen bu dönemde deneyci

öğretilerin etkileri çok fazla olmuştur. Condillac Paris’e taşındığı zaman

Ansiklopediciler olarak adlandırılan grubun (Rousseau, Diderot, Voltaire,

D’Alembert, Montesquieu) fikir ve edebiyatta etkili oldukları bir dönemdi.

Onlarla kurduğu ahbaplık Condillac’ı deneyci fikirler geliştirmesi açısından

etkilemiştir. O dönemde Newton ilminin etkisini de göz ardı etmemek gerekir.

Condillac, “Sistemler Üzerine İnceleme”sinde şöyle yazıyordu “Newton,

olaylar arasında bir ilke olarak, yani başka olayları açıklayabilecek bir ilk olay

olarak göz önünde tutulabilecek bir olayın bulunup bulunmadığını

araştırıyordu.” 7

Condillac, Newton’un olayları tek bir ilkeye bağlama çabasından

etkilenmiş onun genel çekim yasası gibi Condillac ta sisteminde duyumu tek

ilke saymıştır. Bu düşüncesi onun maddeciliğe inanıyormuş gibi

algılanmasına neden olmuştur. Oysa kendisi bunu kabul etmez. Ona göre

duyular araçtır. Duyumlamayı ruhumuzun yaptığını söylemektedir. Ruhu

şekillendiren de duyumlardır.

Condillac’ın yakın arkadaşı olan Diderot(1713-1784) deneyci bir

temelden yola çıkarak özdekçi bir sonuca varır. Diderot 1749 da yazdığı

“Körler Üzerine Mektupta” , Condillac’ın duyumcu çözümlemesinin,

7 CONDILLAC,a.g.e.,s(V)

5

Berkeley’deki gibi öznel idealizme çok yaklaştığını ileri sürer. Diderot’un

eleştirisi karşısında Condillac kendi felsefi konumunu temellendirmek için

duyusal verilerle özneden bağımsız bir dış dünyanın varlığını kanıtlamaya

çalışmıştır. 8

Descartes’in açık ve seçik fikirler görüşü, her şeyi akılla açıklamaya

çalışması ve basitten karmaşığa doğru giden metodunu kendisine örnek

almıştır.

“Bilgi, seçik olmadan açık olabilir, ama açık olmadan seçik olamaz. Örneğin;

bir kimse yakıcı bir acı duyduğu zaman bu acıdan edindiği bilgi kendi gözünde

açıktır. Ancak bundan dolayı her zaman seçik değildir, çünkü çoğu zaman bu acıyı

yaralanan kısımda bulunduğunu sandığı şeyin niteliği üzerine verdiği yanlış

yargıyla karıştırdığı gibi açık olarak kendinde bulunan duygu ya da belirsiz

düşünceden başka bir şey görmese de gene yaralanan kısımda varolan şeyin

kendi düşüncesinde bulunan acı düşüncesine ya da duyumuna benzediğini sanır.

Böylece bilgi bazen seçik olmadan açık olabilir. Ama açık olmadan seçik olamaz.”9

Descartes’e göre dış dünyadan gelen duyumlar ortak bir duyu

sayesinde zihinde işlenir. Beynin kozalaksı bez(glans pinealis) dediği

bölgesinde toplanan duyumlar oradan geçerek dış dünyanın bilgisini ruha

ulaştırır. Dış dünyadan edinmiş olduğumuz bilgiler bilginin ilk biçimi olarak

düşünülmelidirler. Fakat tam bir bilgi olabilmesi için anlığın etkinliğine

sunmak gerekir. Anlık ruhsal bir güçtür ve bedenden ayrıdır. Bu zihinsel güç

hem etkin hem de edilgindir. 10 Condillac ta ise ruh edilgindir. Etkin olan şey

duyumlardır. Ruhun varlığını kabul ettiğini söylese de bu ruh düşünüşten

yoksundur. Ruh sadece duyumladığı ölçüde düşünür ve kavrar.

Descartes’e göre evren mekanik işleyen bir yapıya sahiptir. Ona göre,

hiçbir cisim kendiliğinden hareket edemez, çünkü cisim kuvvetsizdir. Her olup

biten şeyin bir nedeni vardır. Hareketi yaratan Tanrı’dır. Bu dünyada hareket

8 DENKEL, Arda, Bilginin Temelleri, Metis Yay.,İst.,1998,s(277) 9 DESCARTES,Felsefenin İlkeleri,çev:Mesut Akın,Say y.,İst.1997,s(86) 10 TİMUÇİN,A.Descartes’çı Bilgi Kuramının Temellendirilişi,Bulut Y.İst.2000,s(104)

6

bir yerden diğer bir yere aktarılır, bu da yine değişmez doğa yasalarına göre

olur. Descartes’in bu mekanistik doğa anlayışı canlı doğayı da içine almıştır.

Canlı varlıklar da cansız varlıklarla aynı yapıda işleyen biraz daha karmaşık

olan makinelerdir.11 Bitkiler ve hayvanlar makineden ibarettirler. Yalnız insanı

mekanistik açıklamanın dışında tutar, çünkü insan ruhu olan ve istençli

hareket edebilen bir varlıktır.

Condillac, Descartes’in mekanistik doğa anlayışını genişleterek insanı

da doğanın bir parçası olarak görmüştür. İnsan ruhu Descartes’te vücudu

yöneten, akıl ve irade sahibidir. Doğuştan bilgilere sahiptir. Condillac’ta ise

ruh tamamen boştur, insanı harekete geçiren duyguları ve öğrenme

sonucunda oluşmuş olan ihtiyaçlarıdır. Ruhtaki bütün yetiler duyumların

işlenerek kılık değiştirmesinden oluşmuştur. Ruhun her hangi bir aktifliği

yoktur. Ruha dışardan ne kadar duyum gelirse bilgisi de o kadar olacaktır.

Sahip olduğu her hangi bir bilgi yoktur.

Malebranche’tan(1638-1715) ‘vesile nedenler’ kavramını almıştır.

Malebranche, 17. yüzyılda Descartes’ten sonra Fransa’nın en büyük

filozofudur. Malebranche’ın çıkış noktası Descartes’in töz anlayışıdır.

Descartes gibi maddi töz ve ruhi töz olarak iki ayrı töz kabul eder. Bu iki

tözün birbiri üzerine etkisi olamaz. Bu iki töz arasında bağlantıyı kuran

Tanrı’dır. Evrende eylemde bulunan tek varlık Tanrı’dır. Beden ile ruh

arasındaki bağlantıyı kuran Tanrı’dır. Cisimde bulunan kuvvet Tanrısal

kuvvetin bir parçasıdır. Ruhta bağımsız bir töz değildir. Ruhta olup bitenler

vesile nedenlerdir. Bir cisim kendisine çarpan bir başka cisim tarafından

harekete geçiriliyorsa buradaki hareketin nedeni çarpan cisim değildir. Bu

hareketlerin gerçek nedeni Tanrı’dır. İnsan ruhu içinde durum böyledir.

Tanrının etkisi olmadan insan ruhu ne algılayabilir ne de isteyebilir.

Malebranche’a göre bilgiyi insanın ruhuna koyan Tanrıdır. Bütün bilgimiz

Tanrının bizi aydınlatmasıdır. 12

11 GÖKBERK,M.,Felsefe Tarihi, Remzi K.,İst. 1996, s(270) 12 GÖKBERK,M.,a.g.e.,s(290)

7

Condillac ise vesile nedenler derken Malebranche ile aynı anlamı

kastetmiyor. O duyuları bilgiye ulaşabilmek için tek yol olarak görüyor.

Duyumlar olmadan insanın bir şey hakkında fikir sahibi olması mümkün değil.

Tanrı’nın duyumlar üzerindeki etkisi konusuna ise hiç değinmemiştir. Tek

üzerinde durduğu nokta bilgiyi nasıl edindiğimizdir. Bunu yaparken de sadece

bir şeyi daha önce duyulmamış olmakla bilebileceğimizi söyler. Condillac’ta

ruhu harekete sevk eden şey istek ve merak duygusudur, Malebranche’da

ise Tanrı’dır.

J.Rousseau’dan(1712-1778) toplum anlaşmasında ki gibi tabiat

durumundaki halinden başlayarak toplum durumundaki haline gelinmesi gibi

Condillac’ta her türlü fikirden mahrum zihinden başlayarak ruhun melekelerini

yeni baştan kavrar. J.Rousseau, insan doğasına ilişkin çözümlemesiyle,

insanın uygarlık tarafından değiştirilmemiş doğal halinin birçok açıdan daha

üstün olduğu fikri ve modern demokrasi anlayışına temel oluşturan toplumsal

sözleşme öğretisiyle ün kazanmış olan ünlü Fransız düşünürdür.13

Condillac’ta işe insanın en saf halini düşünerek başlamıştır. Hiçbir şey

bilmeyen bir insanın zamanla nasıl bilgilerini artırarak çevresi hakkında bilgi

sahibi olduğunu anlatır. Her ikisi de insanlığın ilk hallerini görememiş olsalar

bile düşüncelerinde canlandırdıkları durumlara göre yorum yapmışlardır.

Condillac’ın fikirlerinden en çok etkilendiği kişi şüphesiz J.Locke

olmuştur. Condillac ta Locke gibi doğuştan fikirlere karşıdır. Her şeyi

deneyimleme ile edindiğimizi savunur. Condillac, Duyumlar Üzerine İnceleme

adlı eserinde Locke’nin deneyimlemeciliğini aşar. Fikirlerin kaynağının

duyumdan ibaret olduğunu kabul eder.

13 GÖKBERK,M.,a.g.e.,s(384)

8

Condillac’ın etkisinde kalan filozoflardan biri Cenevreli Charles Bonnet

olmuştur. Ruhun Melekeleri Üzerine Tahlil Yolu Deneme(1759) adlı eserinde

bu etki görülmektedir.

Helvetius (1715-1771) Condillac’ın duyumculuğunu savunur, fakat onun

gibi bilgi kuramını temellendirmek amacıyla kullanmaz. Helvetius için

duyumculuk, anlık ve ahlak kuramının çıkış noktasıdır.

Ribot, ‘Çağdaş İngiliz Psikolojisi’ adlı eserinde (1780) en hacimli

psikoloji eserlerimizin genel olarak Condillac’tan bir şeyler alıp bunları

yeniden basmakla yetindiklerine işaret eder. Her şeyi basit bir unsura, yani

duyuma indirgemesi ve fikirler arasındaki bağlantıya verdiği önem dolayısıyla

Condillac, İngiliz çağrışımcılığının müjdecisi konumuna gelir. Zihnin çalışması

ve şuur altındaki düşünüşün önemini ortaya çıkarmıştır.

Az okuyan, fakat derin ve ustaca düşüncelerle çevresini kendisine

hayran etmiş olan Condillac’ın psikolojisi ve felsefesi, hem sağlığında, hem

de son zamanlara kadar türlü bakımlardan hücuma uğradığı halde,

görüşlerinin açık ve öğretici (didaktik) meziyetleri dolayısıyla da resmi

kurumlarda Descartes’çiliğin yerini almıştır. Ona yapılan hücumlar, dedüktif

ve öznel bir yönteme bağlı olması, ruhun özel ve aktif değer kuvvetini

görmemesi, sinsi bir şüpheciliğe yol açacak nitelikte düşünmesinde

toplanabilir. 14

Condillac, düşüncelerini açıklarken tümevarımsal bir yöntem

uygulamıştır. Önce tek bir duyumun faaliyetlerinden ve onun bizi ne ölçüde

bilgi sahibi yapacağından bahsetmiş daha sonra diğer duyu organlarını da

işin içine katarak genellemelere gitmiştir. Burada eleştirildiği nokta,

düşüncelerini açıklarken bilimsel bir yönteme dayanmadan, gözleme ve

düşünmeye dayalı açıklamalar yapmasıdır. Ruhun varlığını kabul ettiğini

14 SENA,Cemil,a.g.e.,s(431)

9

söylese de ona her hangi bir vasıf yüklemediği için bu konuda şüpheli olduğu

düşünülmüştür.

2. GENEL OLARAK BİLGİ FELSEFESİNİN TEMEL KAVRAMLARI VE

PROBLEMLERİ

2.1. Kavramları

2.1.1. Bilen, Bilinen ve Bilgi Nedir?

Bilgi, düşünen bilinç ile düşünülen arasında kurulan ilgi, bilme fiilinin

sonucunda doğrulanmış bir önermenin ifadesidir. Suje-obje ilişkisi kurarak

varolandan haberdar olma. Bu manada bilgi, insan ile evren arasındaki

ilişkilerin açıklanması gayretidir.

Felsefede bilen’e “özne” veya “suje” denilmektedir. Bilinen’e ise “obje”

veya “nesne” denir. Bilen varlık olarak özne bir şeye yönelerek o şeyi kendi

bilgi nesnesi yaparak onun ya bir kısmı ya da tamamı hakkında bilgi sahibi

olur. O halde bilgi bir sürecin sonunda oluşan ürüne verilen addır.

Özne ve bilgi nesnesi veya bilen ve bilinen arasındaki ilişki sürecinde

ortaya çıkan olguya bilgi denir. Bilen, bilinen ve bilgi ögelerini ve bu süreci

inceleyen felsefeye de bilgi felsefesi denir.15

Bilgi, bilen ve bilinen arasındaki bilişsel sürecin ürünüdür. Bu süreçte

edinilen bilgilerin doğru bilgi olduğunu gerekçelendirilerek gösterilmesi

zorunludur. Yoksa bilginin doğruluğundan söz edemeyiz. Bilginin doğruluğu

önce o bilgiyi veren cümlenin anlamlı olmasına sonra da anlamlı önermenin

15 ÇÜÇEN A, Kadir, Bilgi Felsefesi, Asa Yay.,Bursa, 2001s(35)

10

dış dünyadaki gerçeklikle ilişkisinin gösterilerek haklılandırmayı yapmaya

bağlıdır.16

Bilginin elemanları Suje (bilen ben), obje(bilinen nesne), bilen benin

duyularla elde ettiği duyu verileri, bu verileri soyutlayarak elde edilen

kavramlarla, kavramlardan kurulan yargılardır. 17

Ruhsal olay olarak bilme, algı ya da düşünmedir. Her bilme bir objeyi

bilmedir. Her bilinçte bilinen objeden başka bir şey daha vardır. Her bilinçte

bana bir obje bildirilir. Her bilinçte bir ben bir de obje vardır. Ama ben kendim

ile bilginin objesini başka başka biçimlerde bilirim.18

Platon’a(“Theaitetos”, s.201) dayandırılan bilgi tanımına göre bilgi,

rasyonel olarak meşrulaştırılmış doğru inançtır. Bu tanıma göre, bir

önermenin bilgi sayılabilmesi için o önermenin doğru olması, öznenin bu

önermenin doğruluğuna inanmış olması ve önermeyi rasyonel olarak

gerekçelendirmiş olması gerekir. 19

Bu tanımı biçimsel olarak ifade edecek olursak, “S öznesi P önermesini

biliyor” dediğimizde şunu kastederiz :

1) S, P’ye inanmaktadır.

2) P doğrudur.

3) S, P’ye inanmakta haklıdır, yani geçerli gerekçeleri bulunmaktadır.20

Bu ifadeye göre bilginin oluşması için kişinin doğru olan bir önermeye

inanması ya da onu benimsemesi yetmiyor, ayrıca rasyonel olarak

gerekçelendirmesi ya da temellendirmesi gerekiyor. Bilginin bu üç

koşulundan doğruluk semantik ya da metafizik bir kavram iken, inanç

16 a.g.e.,s(73) 17 BOLAY S,Hayri, Felsefi Doktrinler ve Terimler Sözlüğü, Akçağ Yay.Ankara, 1996,s(111) 18 ASTER,V,E.,Bilgi Teorisi ve Mantık,çev:M.GÖKBERK,Sosyal y.,1994,s(19) 19 YALÇIN,Şehabettin, “Doğal Epistemoloji Mümkün Müdür?”,Fels.Tartışmaları Dergisi 29,s(39) 20 YALÇIN,Şehabettin,a.g.m.,s(40)

11

psikolojik bir edimdir. Gerekçelendirme ise normatif bir kavramdır. Buradan

epistemolojiyi normatif şekle sokan onun gerekçelendirilmesidir.

Burada yapılan açıklamaya göre bilginin olması İçin bazı şartlar gerekiyor.

Ama Condillac’ın felsefesinde bilgi duyulmama ile edindiğimiz her şey bilgidir.

Duyu organlarımızın olması ve daha önce edindiğimiz duyumlarımızı

hatırlayacak bir hafızamızın olması yeterlidir. Örneğin hava sıcaklığının 20

derece olduğunu termometreye bakmadan söylemem onun doğruluğu ya da

geçerli bir bilgi olduğu konusu şüphelidir. Çünkü hiçbir bilimsel veriye

dayanmıyor, sadece benim yaptığım bir tahmin olarak kalıyor.

Bu durumda herkes farklı bir hava tahmini yapabilir, hepsi de kendi

tahminini doğru kabul edebilir. Özne ve nesne arasında bir ilişki vardır fakat

bu ilişki nedensellik açısından değerlendirilemez. Bilgi sahibi olmak için

sadece nedensellik gerekmiyor. Fakat bilgi bilişsel bir süreçse o zaman

gerekçelendirme olması zorunlu hale gelir. Eğer nesne ile kurulan bilişsel

ilişkiyi reddedersek bilgiyi anlamlandırmak mümkün olmaz.

Geleneksel anlamda bilgi konusunda gerekçelendirilmiş doğru inanç

olarak kabul edilen bilgi, Condillac’ta duyumlamadan ibarettir. Her şey

deneyimlerimize dayanır. Bir duyum aldıktan sonra onun hakkında yerleşen

fikir üzerine hissettirdiği şeye göre oluşan kanı bizde o şey hakkında belli bir

bilgi oluşturuyor. Zamanla da bu durum daha fazla bilgi ve genellemeler

zihinsel faaliyetlerle artıyor. Ona göre bilgi psikolojik bir veri haline geliyor.

Çünkü bilimsellik yok sadece öznel bir tavırla olayları nedensel ilişkilerle

birbirine bağlıyor. Bir şeyi bilmek ona ait daha önceden oluşturduğu bir

kanıdan ibarettir. Bilginin kaynağını duyum olarak gören Condillac duyuların

yanılabileceğini de kabul eder ama akıl ve daha önce edinmiş olduğumuz

deneyimler bizi yanlıştan kurtarmaktadır. Condillac’ın bilgi anlayışını

geleneksel bilgi felsefesine göre değerlendirecek olursak, S, P’yi duyumlar. P

doğrudur. S, P’yi duyumlamakta haklıdır. S, P’yi biliyor derken aslında S, P’yi

duyumluyor, demiş oluyoruz.

12

2.1.2. Doğruluk, gerçeklik ve tutarlılık nedir?

Doğruluk ve gerçeklik ; doğruluk düşüncedeki bir şey üzerine söylenmiş

bir yargıya veya önermeye aittir. Gerçeklik ise düşünceden bağımsız olarak

varolan bir durum, olgu veya nesnedir. Gerçeklik doğruluğu sağlayan varlığın

bir özelliğidir.21

Bilginin doğruluğu önce o bilgiyi veren cümlenin anlamlı olmasına sonra

da anlamlı önermenin dış dünyadaki gerçeklikle ilişkisini gösterecek

haklılandırmayı yapmaya bağlıdır. Haklılandırma veya gerekçelendirme

gerçeklik üzerine olan bilgiyi ifade eden önerme veya cümlenin dayanaklarını

ortaya koyma işlemidir.22

Tutarlılık ve geçerlilik; bir cümle yargı bildiriyorsa bu cümleye mantıkta

önerme denir. Önerme doğru ya da yanlış olur. Tutarlılık bir önermenin diğer

önermelerle ilişkisi sonucu ortaya çıkar. Oluşan ilişkinin tutarlılığı her durum

ve her zaman için gerçekleşirse bu duruma da geçerlilik denir. Tutarlılık ve

geçerlilik mantıksal düşünme biçiminin sonuçlarıdır. Bilgilerimizin geçerli ve

tutarlı olması onların işlevsel olmasını sağlar. Tutarsız ve geçersiz olarak

nitelenen bir bilgi anlamlı olmaz. Dış dünyadaki gerçeklerin bizim için anlamlı

bir bütün olması gerekir, yoksa bunları bilmek hiçbir işimize yaramaz.

Condillac açısından bakılınca bu anlamı veren tamamen bizim hislerimizdir.

Duyumları nasıl yorumladığımızla ilgili bir durumdur.

21 ÇÜÇEN A, Kadir, Bilgi Felsefesi, Asa Yay.,Bursa, 2001s(36) 22 a.g.e.,s(39)

13

2.2. Problemleri

a) Bilginin imkanı problemi : Doğru bilgi olanaklı mıdır?

I. Dogmatikler : Onlara göre doğru bilgi olanaklıdır. Doğru

bilginin neden ve nasıl olanaklı olduğu açıklama ihtiyacı

duymazlar ve bilginin olmadığından asla şüphe etmezler.

Doğru herkes için geçerli olan bir bilgi türüdür. Dogmatikler

doğru bilginin nerden geldiği konusunda farklı fikirler ortaya

atmışlardır. Kimi duyu demiş kimi akıl , kimi sezgi vb.23

II. Kuşkucular : Bunlara göre doğru bilgi olanaklı değildir. İnsanın

kendisinden bağımsız olarak varolan gerçekliğin bilgisini elde

edemeyeceğini, gerçekliğin bilgisini elde etmek için insanın

bilgi yeteneğinin ve kapasitesinin yeterli olmadığını

düşünürler. Nesnel( objektif) bilgi yoktur.

b) Doğru bilginin kaynağı problemi : “Doğru bilgi olanaklıdır.” Diyen

görüşün bilgiyi nasıl olanaklı kıldığı konusunda farklı düşünceler

ileri sürmüşlerdir. Kimisi “bilginin kaynağı akıldır.” Demiş kimisi

hem akıl hem deney, kimisi de sezgidir, demiştir.

c) Doğru bilginin ölçütü problemi : Doğru bilgiyi doğru kılan ölçüt

nedir? Bilgi felsefesinin önemli problemlerinden biri olan doğru

bilginin ölçütleri sorunsalı farklı ölçütlerle açıklanmıştır.

1) Doğru bilginin ölçütü uygunluktur.

2) Doğru bilginin ölçütü tutarlılıktır.

3) Doğru bilginin ölçütü tümel uzlaşımdır.

4) Doğru bilginin ölçütü apaçıklıktır.

5) Doğru bilginin ölçütü verdiği yarardır.

23 a.g.e.,s(50)

14

d) Doğru bilginin sınırı veya kapsamı problemi : “Nereye kadar

biliyoruz?” konusudur. Acaba insan her şeyi bilebilir mi? Bildiğimiz

alanlar nelerdir ? Mutlak bilgiye ulaşabilir miyiz? Acaba deney

bilgisiyle mi sınırlıyız? Yoksa akıl, mutlak değişmez ve sonsuz

hakikati bilebilir mi? 24

Bilginin sınır veya kapsamını belirleyen dokuz temel görüş vardır :

a. İçkin idealizm : Bu akımın en önemli temsilcisi George Berkeley

(1685-1753)dir. Bu görüşe göre bildiğimiz her şey ide adını verdiğimiz kendi

zihinsel içeriklerimizdir. Bilgi, insanın zihninden bağımsız olarak bir

gerçekliğin değil de insanın kendi zihin durumları içerikleri ve zihinsel

süreçleridir. Bilgilerimizin tek kaynağı akıldır. Algılarda yalnızca zihnimizde

varolan idelerden ibarettir. Bunların dışında herhangi bir maddi varlığın

varoluşundan söz edemeyiz.

b. Transendantal (aşkın) idealizm : Bu görüşün en önemli temsilcisi

Kant(1724-1804)tır. Bu görüşe göre bilgimiz deneylerimiz ve zihnimizin

yapısıyla sınırlıdır. Kant’ın deyimiyle biz fenomenleri yani nesnelerin bize

göründükleri şekillerini biliriz. Bunların dışında kalan numen(kendinde şey)

alanının bilgisine sahip değiliz; çünkü numen alanı deneyle verilmiş bir bilgi

türü oluşturmaz. Bilgiyi deneyle başlatır, fakat deneyle bitirmez. Bilgilerimiz

anlığımızın yapısı çerçevesinde oluşan görüşlerle sınırlıdır. Zihnimizden

bağımsız varolan şeyleri zihnimiz bilme yapısına sahip değildir. Zihnimiz

sürekli olarak kendi yapısı çerçevesinde bilme etkinliği gerçekleşir.

c. Pozitivizm : Bilginin sınırları duygusal olanın ötesinde ki bir dünyayı

kapsayamaz çünkü bilgilerimiz deney verileri ve bu verilerin akıl yürütme

yollarıyla çıkartılan yeni bilgilerle sınırlıdır. Bilgilerimizin sınırlarını bilimler

24 a.g.e.,s(65)

15

belirler. Bilimsel bilgilerin dışındaki bilgilerin doğruluğu ve değeri her zaman

tartışılabilir. Duyu, algı, deney ve bilim verilerine indirgenen bilginin sınırları

da bu ölçütler doğrultusunda çizilmiştir.

d. Neo-pozitivizm : Bilgiyi doğrulanabilir önermelerle sınırlamışlardır. Dış

dünyayı deney ve gözlem sonucu oluşan algılarımızın sonucu biliriz.

Doğrulanabilir önermelerin dışındaki bilgiler, metafiziğin kapsamı içindedir.

Bu tür bilgilerin gerçeklikte bir karşılığı olmadığı için anlamı da yoktur.

Felsefeyi bilgi kuramına indirgeyen Neo-pozitivist görüş, bilgi kuramında da

indirgemeci tutumunu devam ettirerek, yalnızca mantık ve matematiğin ideal

dil yapısından kuruluş ve doğrulanabilir bilgileri kabul eder.

e. Akılcılık (Rasyonalizm) : Bilgimizin kaynağını akılda görürler.

Bilgimizin kapsamını yani neyi bilip neyi bilemeyeceğimizin ölçütü aklımızdır.

Akılcılar, bilgimizin sınırlarını deney ötesine geçebileceğini söyleyerek

metafizik bilgiyi olanaklı yaparlar. Doğuştan gelen bilgilerin varlığını kabul

ederler. Bilgilerimizin sınırlarını deneyicilerden daha geniş tutarlar.

f. Deneycilik : Bilgilerimizin sınırını deneylerimiz belirler. Bilgilerimizin

kaynağını duydu deneylerine indirgediği gibi, sınırlarını da duyu deneyleriyle

belirler. Deneylerimizin dışındaki bilgilerin, gerçek varlığın bilgisi olmadığını

ileri süren bu görüş, metafiziğe karşı çıktığı gibi doğuştan bilgileri de

reddeder.

Duyulardan doğan izlenimlere gelince, bunların en son nedeni, benim

görüşümde, insan usu tarafından hiçbir biçimde açıklanabilir değildir ve

dolaysızca nesneden mi doğdukları yoksa anlığın yaratıcı gücü tarafından mı

üretildikleri, yoksa varlığımızın yaratıcısından mı türedikleri konusunda

pekinlikle karar vermek her zaman olanaksız olacaktır. 25

25 HUME D., İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme, Çev: Aziz Yardımlı, İdea yay.,İst.,1997,s(109)

16

Nesnelerin bizi bellek ve duyularımızın dolaysız izlenimlerinin ötesine

götürebilen biricik bağlantı ya da ilişkisi neden etki ilişkisidir; çünkü ben

üzerine bir nesneden bir başkasına doğru bir çıkarsamayı

dayandırabileceğimiz biricik ilişkidir. Neden ve etki düşüncesi bize tüm

geçmiş durumlarda şu ya da bu tikel nesnelerin değişmez olarak birbirleri ile

bağlantılı olduklarını bildiren deneyimden türer.26

g. Sezgicilik : Bilgilerimizin sınırlarını sezgilerimiz belirler. Akılcılar gibi

bilginin sınırlarını geniş alana yayan sezgiciler de metafiziği ve doğuştan

bilgileri kabul ederler. Akıldan daha geniş sınırlar çizen sezgiciler

bilgilerimizin sınırlarını öznel sezgilere veya aşkın varlığın sezgisel bilgisine

kadar vardırırlar.

h. Pragmatizm : bilgilerimizin sınırlarını verdiği yarar belirler. Doğru

bilginin kaynağını verdiği yararla belirleyen pragmatistlere göre bilgilerimizin

sınırlarını da bilginin işlevi ve sonuçları belirler. Doğru bilgi işe yaradığı

ölçüde aranan ve istenen bir etkinliktir. Bilgimizin sınırları problemi açıklayan

bildiği ve işe yaradığı orandadır.

I. Duyumculuk (Sensualizm): İngilizce, sensationalism ; Fransızca ,

sensualism ; Almanca, sensualismus olarak geçer.

Genel olarak, tüm bilgilerimizin duyumlardan türediğini, bir başka şeye

indirgenemezcesine, gerçekten ve en yüksek bir biçimde varolan, başka her

şeyin kendisine indirgenebildiği tek şeyin duyum olduğunu savunan görüş.

Bütün zihin hallerinin, tüm bilinç içeriklerinin, birleşim yada çağrışım yoluyla

duyumdan türediğini, duyumlarımızın, inançlarımızın biricik kaynağı ve

dayanağı olduğunu, dünya ile ilgili bütün önermelerin hiçbir anlam kaybı

olmadan duyumlarla ilgili önermelere indirgenebileceğini savunan öğreti. 27

26 a.g.e., s(113) 27 CEVİZCİ A , Felsefe Sözlüğü,Paradigma, İst.,1999,s(272)

17

Duyumculuk, duyumlar nesnel bir gerçekliğin yansımaları olarak

görüldüğü zaman maddecilikle buna karşın temellerinde ne olduğu

bilinmeyen zihin halleri olarak değerlendirildiğinde de öznel idealizmle

sonuçlanır. 28

İnsan zihnini bütün içeriğini duyulardan türeten edilgin bir alıcı olarak

gören duyumculuk psikolojide çağrışımcılığa karşılık gelir. Gerçekliğe ilişkin

bir öğreti olarak değerlendirildiği zaman fenomenalizm olarak karşımıza çıkar

ve duyularımıza görünen dışında hiçbir şeyin bilinemeyeceğini öne sürer.

Duyumculukta insan dış dünyayla olan bilgi ilişkisi, yalnızca uyaranın

alınması ve uyaranlara duyularla verilen yanıtlardan oluşur. Duyumculuk

insanın soyutlayıcı ve imgelemle ilgili yeteneklerinin katkısını hiçbir şekilde

dikkate almaz. Bilgi dışardan gelen şeylerin edilgin bir şekilde alınmasından

ibarettir. Her türlü zihinsel faaliyet önem bakımından ikinci plana atılır ve

yalnızca duyumları düzenleme aracı olur. Zaten düşünmede bir tür duyum

olarak değerlendirilir.

2.3. Duyumculuğun Tarihçesi

İlkçağda Sofistlerle(M.Ö.5.yy) birlikte bilgi konusu daha fazla ön plana

çıkmıştır. Sofistlerin ilki ve en büyüğü sayılan Protagoras(482-411) “insan her

şeyin ölçüsüdür”29 sözüyle ün salmıştır. Duyumlar, duyulmayanın o anki

durumuna bağlıdır. Onun için algı objeyi bize ancak algılayanın algılama

anındaki durumunda nasıl görünmüşse öyle bildirir.

Protagoras için duyu algısı ve bundan doğan sanı biricik bilgimizdir.

Duyumlarımızın dışında başkaca hiçbir bilgi edinilemez; bunun içindir ki ilk

nedeni araştırmak boşunadır. “İnsan her şeyin ölçüsüdür.” diyerek algıda

28 a . g,.e ., s(272) 29 GÖKBERK,M.,a.g.e.,s(43)

18

göreceliği , öznelliği, doğruluğun algılayan insana göre olduğunu ileri sürerek

şeyleri de algılanmaya indirgemiştir. Bilginin doğruluğu ve değerlerin

insanlara göre değiştiğini söyler.

Sofistlerin göreceli ve bireyselci bilgi anlayışları Condillac’ın düşüncelerine

daha yakındır. Çünkü Condillac’a göre de bilginin kaynağı duyumlardır.

Atomcu Demokritos (MÖ: 460-360) da kuşkuculuğu desteklemiştir.

Duyular her insanda farklılık gösterdiği için gerçek, değişmez ve tek doğru

bilgi yoktur. 30

Atomlarda renk, ses, sıcaklık, soğukluk vs. niteliklerin bulunmadığını

söyler. Duyular asıl gerçeği yani nesnelerin artık bölünemeyen son

parçalarını bilebilecek kadar keskin değildirler. Duyu bilgisi nesnelerin iç

dokusunu gerçek yapısını göremez, bunu ancak düşünen akıl kavrayabilir.

Bunu söylemekle Demokritos henüz düşünme ile algı düşünülen dünya ile

algılanan dünya arasında ilkece ayrılık yapmıyor. Bu ikisini birbirinden ayıran

yalnız kesinlik dereceleridir. 31

Sokrates ise bilgide objektifliği, değişmezliği, gerçekliği ve tekliği

savunmaktaydı. Sokrates’in öğrencisi olan Platon(M.Ö.428-347) doğuştan

bilgilerin varlığını kabul eder. Ruh her şeyi önceden biliyordu bu nedenle

öğrendiklerimiz sadece unuttuğumuz bilgileri hatırlamaktan başka bir şey

değildir.

Platon’a göre duyu algısı, doğru bilgiyi veremez. Bir nesneye güzel veya

ağır veya iyidir diyemeyiz. Çünkü o nesne hep diğerlerine göre güzel, ağır

veya iyidir. Duyular dünyasının nesneleri hep bir ilişki içinde bilinir, algılanır

30 HANÇERLİOĞLU O., Felsefe Ansiklopedisi Kavramlar ve Akımlar Cilt I, Remzi, İst.,1993,s(353) 31 GÖKBERK M., Felsefe Tarihi, Remzi Kitapevi, İst.,1998,s(46)

19

ve kavranır. Onlar hiçbir zaman kendi başlarına güzel, ağır ve iyi değildir.

Platon için bilgi her zaman tümel evrensel, değişmez ideaların bilgisidir. 32

Aristoteles’e göre (M.Ö.384-322) bilgi tümelin bilgisidir. Bilgi aklın

şeylerden elde ettiği tümel formların bilgisidir. Doğru bilgi ise bilginin

nesnesine uygunluğuyla olanaklıdır. Duyular bilginin araçlarıdır. Duyu algıları

duyu organları tarafından algılanır. Bu yetimizle duyu nesnelerinin formları,

maddesinden ayrılarak algılanır. Aristoteles duyu organları potansiyel olarak

sahip oldukları duyuları etkin hale getirirler. Her bir duyu organımız kendine

has bir duyu nesnesine sahiptir. Elimizi sıcak bir cisme değdirirsek, elimiz

sıcak olur. O zaman sıcaklık nerdedir?

Aristoteles’e göre gözümüz potansiyel olarak renklere sahiptir. Ne zaman

renkli bir cisim görürsek o zaman bizdeki potansiyel olarak varolan renkler

edimsel hale gelir. Beş duyumuza karşılık gelen beş tane potansiyel

gücümüz vardır. Bir de sağ duyu vardır ki bunun duyu organı belli değildir.

Aristoteles duyularla yapılan algılardan elde edilen yargıların aktif hale

gelmeleri nedeniyle yanlış veya doğru olabildiklerini ileri sürer. Potansiyel

haldeki duyu organları bir yargı oluşturmadıkları için bir yanlışa düşmezler.

Duyu organlarının duyu algısı gerçekleştirmesiyle elde edilen algılar hayal

gücü ile imgelem haline dönüşür. İmgeler kendi başlarına varolamazlar.

Ancak bazı yargı formlarıyla birlikte vardırlar. Anımsama gücü, imgelere

dayanmanın yanı sıra geçmişi hatırlamak zorundadır.33

Aristoteles’e göre anlık önce zihinsel formu kavrar. Bu forma karşılık bir

kavram gelir. İkinci olarak anlık yargıda kavramları bir araya getirir. İşte yanlış

burada ortaya çıkar. Çünkü daha yüksek değere sahip olan anlık daha

alttakilere dayanarak yargı işlevinde bulunur. Anlığın işlevi kendi kendine

değil, ancak duyu algıları, imgeleme ve belleğe dayanarak olur. Bu nedenle

32 ÇÜÇEN,K.,Felsefeye Giriş, Asa y., Bursa 1999,s(111) 33 ÇÜÇEN,K.,a.g.e.,s(123)

20

Aristoteles’e göre ruh imgesiz düşünemez. Aristoteles’e göre duyular , hayal

gücü, anımsama ve anlık bilginin araçlarıdır.

Condillac’ın bilgi anlayışını incelerken de bu kavramları anlattığını

göreceğiz. Condillac felsefi sitemini kurarken en temelden işe başlamış.

Aristoteles’in açıkladığı kavramları tekrar yorumlamıştır. Aristoteles ile tek

farkı Condillac’ın duyuları bilginin aracı değil kaynağı olarak görmesidir.

Ortaçağda da duyumculuğun izlerine rastlamaktayız. Aquino’lu

Thomas(1225-1274) insan zihninin boş bir levha gibi dünyaya geldiğini

söyler. Ona göre, bilgi yalnızca Tanrısal ışıkla aydınlatılmış olan gerçekliği ve

anlama sürecinin önkoşullarından biridir. Ancak gerçeğin yapısı ve kapsamı

sadece bilgi ile kavranamaz. Thomas’a göre duyu verilerinin deneyimi

olmadan hiç kimse zihinsel bilgi elde edemez. Önce duyu deneyimi sonra

bunların imgelenmesi sonra etkin anlığın imgeleri soyutlaması, anlamanın

aşamalarıdır. Etkin anlık soyutlamalar sonucu zihinsel olana yani akılsal

bilgilere ulaşır. Ruh, etkindir, anlamayı sağlar. Edilgin anlık ise yazılmamış bir

levha gibi bilgilerin deposudur. Etkin anlık bilgileri edindikçe edilgin anlıkta

dolmaya başlar. 34

Duns Scotus(1265-1308), St.Thomas gibi doğuştan bilgilerin olmadığını

kabul ederek emprist bir bilgi kuramı ortaya koyar. Scotus’a göre bilginin elde

edilmesi üç aşamada olur.

1. Zihin duyum sayesinde nesnelerin farkına varır.

2. İnsan kendi zihnine yansıyan yönünü ortaya koyar.

3. Zihin kendi kavramıyla soyutlama yaparak bilgiyi

çözümler.

Tüm bu aşamaların olması için insanın kendi bilincinin farkında olması

ve zihnini soyutlama işlemine yöneltmesi gerekmektedir. 35

34 ÇÜÇEN,K.,a.g.e.,s(138) 35 ÇÜÇEN,K.,a.g.e.,s(135)

21

Ockham’lı William’a (1295-1349) göre, zihin doğuştan boş bir levha ise

insan, Tanrı düşüncesi ile doğmaz. Buna göre insanın Tanrı anlayışı ve

dinsel inançları da içinde yaşadığı toplumsal koşullar içinde oluşur. Bu

saptama insanın öznel seçimleri ve bireyselliğinin önemine işaret etmesi

açısından düşündürücüdür. Skolastiğin “Anlamak için inanıyorum.”36

Anlayışına karşıt olan bu görüş; akılla inancı, mantıkla metafiziği birbirinden

ayırmaktadır. Bunun anlamı şudur: felsefe dinsel öğretilerden bağımsız,

eleştiriye açık, akılla doğrulanabilen gerçekle ilgilidir. Tek bir gerçeklik alanı

vardır o da bireyin öznel algısı ve yaşantısal izlenimleridir. Buna göre gerçek

bilginin temeli deney ve gözlemdir. Önermeleri deneyle doğrulanabilir ya da

yanlışlanabilir olmayan teolojik düşünce kalıplarının doğruluğu kabul

edilemez. 37

Locke (1632-1704)’a göre duyumlar yalnız nesnelerin üzerimizdeki

etkileridir. Bizim duyumladığımız nesnelere yüklediğimiz her bir nitelik ancak

nesnenin bizde belli bir etki yani anlığımızda belli bir tasarım yaratma

yeteneğidir. Bunun için Locke’a göre hiçbir duyumun gerçeği olduğu gibi

karşıladığını garanti edemeyiz. Duyumculuk en iyi anlatımını Locke’un “Daha

önce duyularda bulunmayan hiçbir şey zihinde yoktur.” Sözünde bulur.

Duyumculuk için duyumlar mantıksal olarak nesnelerden önce gelirler.

Yani onlara önseldir. Nesneler bu yüzden ancak duyumlara odaklanarak

çözümlenebilirler. Ancak duyumlardan kalkarak kurulabilirler. Bunun tersi

yönde düşünmeye çalışmak olanaksızdır. 38

Düşünceler ve ilkeler ancak sanatlar ve bilimler kadar doğuştan olabilirler.

Anlık, ilk varlığında, boş bir levha bir tabular assa “karanlık bir oda” ,”bir boş

dolap” üzerinde hiçbir harf olmayan hiçbir düşünce bulunmayan ak kâğıttır.

Peki, anlık usun ve bilginin tüm gereçlerini nereden alır? Deneyimden tüm

36 AYDIN,A.,Düşünce Tarihi ve İnsan Doğası, Alfa y.,2000,s(57) 37 a.g.e.s(57) 38 GÜÇLÜ B.,a.g.e., s(443)

22

bilgimiz onda temellenir ve eninde sonunda kendini ondan türetir. Tüm

düşüncelerimizin iki kaynağı duyum ve derin düşünme ya da içsel duyudur.

Duyum yoluyla anlık duyulur niteliklerle donatılar derin-düşünme anlığa

algılama, düşünme, kuşku duyma, inanma, uslamlama, bilme, isteme gibi

kendi işlemlerinin düşüncelerini sağlar. 39

İnsanın anlama yetisinin birincil yeteneği anlığın ya dış nesnelerden

gelen duyular yoluyla ya da üzerlerine düşündüğünde kendi işlemleri yoluyla

onda yaratılan izlenimleri anlamaya uygundur. Düşünce ile Locke anlığın

kendi içinde algıladığı ya da algı, düşünce ya da anlama yetisinin dolaysız

nesnesi olan her şeyi demek ister.40

Locke ile Condillac dışında başka pek çok filozofun görüşlerinde de

duyumculuk değişen oranlarda yer etmiştir. Duyumculuğu düşüncelerinde bir

biçimde olurlayan düşünürler genellikle “maddeci duyumcular” ile “idealist

duyumcular” diye iki ayrı öbeğe ayrılmaktadır. Bu öbeklerin ilkinde Baron

d’Holbach(1723-1789) , Helvetius ve Feurbach yer alırken, ikinci öbekte

Berkeley(1685-1753) , Hume (1711-1776) ve Mach adlarından oluşmaktadır.

Bu bağlamda duyumculuk duyumları dışarıdaki nesnel bir gerçekliğin

izlenimleri olarak gördükleri vakit maddecilikle temelinde tam olarak neyin

olduğunun bilinmediği zihin yaşantıları olarak görüldüklerindeyse çok büyük

ölçüde “öznel idealizm” ile örtüşmektedir. Bu düşünürlerin yanında

Hobbes’un duyumculuk anlayışının gelişiminde ayrı bir yeri vardır. Hobbes

bilginin kaynağının yalnızca duyumlar olduğunun dünyayı açıklama amacıyla

dile getirilen bütün tümcelerin ilkece duyumlar arası ilişkilerle ilintili tümcelere

bölünerek çözümlenebileceğini söylemekle bilgi kuramı alanında modern

duyumculuğun ilk temellerini atmıştır.41

39 THILLY F., Bir Felsefe Tarihi , Çev: Nur Küçük, Yasemin Çevik, İdea yay.,İst.,2000,s(299) 40 a , g , e ,s(299) 41 GÜÇLÜ B.,a.g.e.,s(442)

23

Duyumculuğun tarihsel geçmişine kısaca değindik. İlkçağlardan bu yana

filozofların üzerinde durduğu en önemli konulardan biri bilginin ne olduğu ve

kaynağının ne olduğu meselesidir. Duyu organlarımızın bu konuda ki etkileri

kaçınılmaz bir gerçektir. Fakat bir diğer gerçekte duyu organlarımız bizleri

yanılta bilmektedir. Condillac’a göre ise bu yanılmalar zihinsel süreçlerden

kaynaklanan bir durumdur. Duyum doğru gelmekte fakat karışıklık zihinden

kaynaklanmaktadır. Şimdi Condillac’ın bu konudaki düşüncelerini daha

ayrıntılı olarak incelemeye başlayalım.

24

I. BÖLÜM

E.B.CONDILLAC’IN FELSEFESİNİN GENEL ÖZELLİKLERİ

1.1. Zihin Anlayışı

a) Zihin nedir?

Zihin; en alışılmış ve belli fikirlerin dışında fikirler edinilmesini sağlayan

araçtır. Her insanın fikirleri farklıdır. Muhayyilesi az tahlil yeteneği fazla olanla

muhayyilesi çok tahlil yapması az insanlardan aynı şey beklenemez.

Muhayyile çok çeşitlilik gösterebilir. Bu nedenle çok çeşitli zihinler meydana

gelebilir. Sadece anlık ameliyelerinin tahlili yeterli olmaz. Tutkularında

tahlillerini yapmak gerekir. Bunların nasıl bir arada hareket ettiklerini bulmak

gerekir.

İlk fikirlerimizin hepsi ilk önce özeldirler; bu fikirler önceleri bir takım ışık,

renk vs. duyumlardan veyahut bir takım ruh ameliyelerinden ibarettirler. Şimdi

bütün bu fikirler hakiki bir gerçekliği gösterirler, çünkü bunlar aslında sadece

bizim kendi varlığımızın türlü türlü değişikliğinden ibarettir; zira biz

kendimizde ancak, bize aitmiş gibi göz önünde tutacağımız, bizim

varlığımızın malı imiş gibi kabul edeceğimiz, yahut da bizim kendi

varlığımızın şu veya bu şekilde olacağı, yani duyan, gören vs. bulunacağı bir

şeyi kavrarız: fikirlerimizin hepsi kaynaklarından işte böyledir.42

Zihnimiz, kendine ait olabilecek bütün değişiklikler üzerinde durup aynı

zamanda derinden derine düşünmeyecek kadar çok dar ve sınırlı olduğu için,

birbiri ardı sıra ele almak maksadı ile bunları ayırt etmek zorundadır. Bu ayırt

edişe temel işini göre şey bu kılık ve durum değişikliklerinin daima aynı kalıp

42 a.g.e., s(168)

25

her hangi bir temel gibi kendine gelen kendi varlığında sürekli olarak

değişmesi ve birini kovalamasıdır. 43

Zihin hiçbir şey olamadan düşünemez, zira böyle bir şey düşünmemek

olurdu. Soyutlamalar, sadece bir takım özel fikirlerden ibaret bulundukları

vakit, varlık fikriyle birleşmişlerdir, dolayısıyla da bu bağlantı var olmaya

devam etmektedir.

Condillac(1715-1780), zihnin boş bir levha olduğu konusunda

Locke(1632-1704) gibi düşünür. İnsanın doğuştan düşünceler getirdiğini ilk

olarak söyleyen Descartes olmuştu. Descartes Tanrı hakkındaki sonsuz ve

yetkin varlık düşüncesinin sonlu ve eksik bir varlık olan insanın kendisinin

oluşturamayacağını bu düşüncenin Tanrı tarafından ruhumuza konduğunu

söyler. Locke ise her toplumda Tanrı fikrinin bulunmadığını söyleyerek

Descartes’in doğuştan bilgiler getirerek dünyaya gelmiş olduğumuz fikrine

karşı çıkar. Locke’a göre insan zihni doğduğu anda düz beyaz bir kağıt

gibidir. Ruhumuzda sadece bazı yetilerimiz vardır. Fakat bu düz levhaya

izlerini bırakan, fikirlerin oluşumunda araya giren ruhun faaliyetini reddetmek

suretiyle Locke’tan ayrılır. Condillac fikirlerimizin sadece duyumlardan

doğduğunu ifade eder. Düşüncenin kendisi de duyumların dönüşümünden

başka bir şey değildir.

Condillac insan bilgilerinin kaynağı üzerine deneme adlı eserinde

Locke’un fikirlerinin benzerini tekrar etmiştir. Orada zihinsel işlemler bilgi için

önemli bir kaynaktır ve şunları söyler; İnsan davranışlarını akılla yapar.

Hakikati akılla araştırabilir. Akıl ruh fiillerini düzene kor. Ruhun üç ameliyesi

var. İçgüdü, delilik ve akıl.

Bu ameliyelerin hepsi göz önünde tutulduklarında zihin adı verilir. Hafıza

ve hafızadan önceki ameliyeler zihni oluşturmazlar. Seziş felsefi

43 a.g.e., s(169)

26

araştırmalarda gereklidir. Davranışlarda ise muhakeme gerekir. Fetanet

konuyu kavramak ve kavramaktaki becerikliliktir. Zevk teemmül olmadan da

eşyanın gücünün farkına varır.

Karşılaştırma yapan muhayyilenin sonucudur. Zihin en alışılmış ve belli

fikirlerden uzaklaşan fikirlerin edinilmesinde üzerinden hareket edilecek

noktadır.

Ruhun ameliyelerinin ele alınma nedeni sağduyunun zihnin, aklın ve

bunların zıtlarının aynı ilkeden nasıl ortaya çıktıklarını göstermektir. Fikirlerin

bağlantısının tekliğini göstermektir.

Aklı çok olanın teemmülü çok olur. Teemmül bizi dikkatimize hâkim

kılar. Diğer yandan fikirlerimizi birbirine bağlatır. Hafızaya yol açar. Tahlil

buradan doğar. Tahlilden anımsama çıkar, buradan da muhayyile doğar.

Akıl -> teemmül -> dikkat -> fikir -> hafıza -> tahlil -> anımsama -> muhayyile

Ruhun ameliyeleri hafıza ile muhayyilenin sonuçlarından ibarettir. Ayırt

etme, kıyaslama, terkip etme, unsurlarına ayırma, hüküm verme, muhakeme

yürütme gibi.

Ruhun bütün ameliyeleri kaynaklarında ele alındığında basittirler. Her

biri sadece bir kavrayıştır. Daha sonra karışırlar.

Basit fikirler bizim kendi öz kavrayışlarımızdır. Öyleyse bunları

tanımanın tek çaresi nesneler görülünce duyulan şey üzerinde durup iyiden

iyiye düşünmektir. Aynı kavrayışın belirsiz bir tekrarından ibaret olan çapraşık

fikirler içinde durum böyledir. Çapraşık fikirlerle kastedilen şey belli bir şekilde

tekrar edilen aynı kavrayıştan teşekkül eden fikirlerdir. Çapraşık fikirler tahlil

edilerek anlaşılabilir. Müdrike kavramı böyledir. Bu ana değin hiçbir filozof bu

27

metodun metafizikte kullanılabileceğini bilmemiştir. Basit fikirler ile çapraşık

fikirler arasında iki temel fark var.

1. Basit fikirlerin oluşunda zihin edilgindir. Hiçbir vakit görmediği bir

rengin fikrini kendine sağlayamaz. Çapraşık fikirlerde ise zihin etkindir.

İstediği gibi fikirleri toplayan zihindir. Fikirler ancak etraflıca düşünülmüş bir

deneyişin eseridir. Bunlara kavramlar adı verilir.

2. Basit bir fikrin başka bir basit fikrin başka bir basit fikirden aşırı

oluşunu bilmek için ölçümüz yoktur. Bu basit fikirlerin bölünememesinden ileri

gelir. Çapraşık fikirlerde durum böyle değildir. Örneğin; iki sayının farkı bilinir.

Çünkü bunların ortaklaşa ölçüsü olan birim daima eşittir. Ayrı ayrı

kavrayışlardan teşekkül ettikleri için birim olarak değişmeyen ölçüleri

bulunmayan kavramlara ait basit fikirlerde söylenebilir. Sezilemeyecek bağlar

varsa bunlar basit fikirler de olabilir. 44

Basit fikirlerin iki üstünlüğü vardır:

1. Bu kavrayışların tam olmasıdır. Zihin bunlar hakkında keşfedecek

hiçbir şeyi kalmayacak kadar yetkin bilgiye sahiptir.

2. Birincisinin arkasıdır. Fikirler arasında bulunan bütün bağlantıları

sezebilmesine dayanır.

Töz, kavramlarının bu üstünlükleri yoktur. Çünkü bunlar tam değildir. İki töz

arasındaki bütün bağlantıları bilemeyiz.

Condillac duyumlar üzerine adlı kitabında ise düşüncelerini heykel

örneği ile açıklamaya çalışmıştır. Bizim içimiz gibi organlaşmış ve henüz

hiçbir fikre sahip olmayan bir ruhla canlanmış olan bir heykel tasarlar. Bu

heykelin önce, ruhun bilgileri bakımından en az önemi olan bir heykel

44 CONDILLAC,E.B.İnsan Bilgilerinin Kaynağı Üzerine İnceleme,Çev: Miraç Katırcıoğlu, M.E.B,İst. 1992s(133)

28

tasarlar. Bu heykelin ruhun bilgileri bakımından en az önemi olan koku

duyusunun çalışmasını inceleyerek işe başlar.

Duyu organların üzerini örten mermer kabuk önce koklama duyusunun

üzerinden kalkar, daha sonra sırayla diğer duyu organlarının üzeri açılır.

Koklama duyusunun açılmasından itibaren heykelin aklı ve zihni gelişmeye

başlar. Zihin Condillac’ın müdrike dediği zihinsel faaliyetleri, diğeri irade

dediği duygusal faaliyetleri teşkil eden iki bölümü vardır. Bunlarla beraber

bütün tutkular, istekler, dikkat, mukayese, düşünme, irade vb. hepsi

duyumlardan doğar ve bunlar, duyumların başka başka biçimleridir. Örneğin

türlü duyumların içinde en şiddetli ve diğerlerinden üstün olanı, dikkattir. Yani

bu duyum dikkat haline gelir.

İlk kokudan itibaren heykelimizin hissetme yeteneği, koku organı

üzerinde oluşan izlenimde toplanır. İşte Condillac’ın dikkat dediği şey budur.

Dikkatten de diğer bütün zihinsel faaliyetler çıkar. Karşılaştırma ise iki katlı bir

dikkattir. Duyumunu aldığımız nesne, önümüzde ise, dikkat edimsel bir

duyumdur. Eğer eşya önümüzde değilse, dikkat daha önce edinmiş

olduğumuz bir duyumun anısıdır. Yani şimdi aldığımız duyum, ‘dikkat’, anısını

taşıdığımız duyuma da bellek denir. Demek ki bellek de dönüşmüş bir

duyumdan başka bir şey değildir. İki şeye dikkat etmekle onları karşılaştırmak

da aynı şeydir. Fakat iki fikri karşılaştırabilmek için bunlar arasında bazı

benzerlikler ve ayrımların bulunması gerekir. Bu çeşit oranları ayırt etmek

demek, düşünmek demektir. Öyleyse düşünmek de bir duyumdur. Akıl

yürütmede bir yargıdan bunun içinde bulunan diğer bir yargıyı çıkarmak

demektir. Nitekim düşünmek de bir şeyin art ardına türlü yanlarına dikkat

etmektir. Yani, bütün bunlar da duyumdur.

Condillac, iradeyi de aynı şekilde duyumdan çıkartır. İradenin

bölümlerinden biri de istektir. İstekten bütün ruh duygulanmaları ve isteğin

kendisi ile tutkular ortaya çıkar. Tutku kuvvetli ve sürekli demektir. Aşk, kin,

ümit, korku da isteğin değişik görünümleridir.

29

Condillac, koklamadan başlayarak bütün duyumlara uyguladığı bu

çözümlemeden sonra asıl üstün bir duyum olarak dokunumu kabul eder. Dış

dünya hakkında ki bilgilerimizi yani, uzam, şekil, sertlik, cisim fikirlerini bu

duyuma borçluyuz. Dokunum olmadan dış dünyanın varlığından emin

olamayacağımızı düşünür. Bu nedenle bilgimiz daha çok dokunumun

ürünüdür.

Genel fikirlerin oluşumu konusunda şunları düşünür; Condillac’a göre

çocuğa bir ağaç gösterilirse, onu öğrenir, sonra bir iki ağaç daha görünce, bu

birbirine benzeyen şeylerin hepsine ağaç der. Artık onda ağaç sözcüğü o

suretle genelleşir ki, nihayet bizim bitki dediğimiz her şey, ağaç olur. Çocuk

genellediğinin farkında olmadan, genelleştiren bir ruhtur. O, aynı tipten olan

şeylerin ayrı ayrı adlarını kullanmaktansa bunların hepsini ortak bir adla

kullanmayı tercih eder. Çünkü bu daha kolay ve yararlıdır. Bunun içindir ki

bireysel bir fikir, derhal genel olur. Sonra çocuk ağaç kavramının kaplamı

içindeki diğer kolları ayırır, kiraz, armut, kayısı…gibi. Demek ki, fikirlerimiz

önce bireysel olarak başlar ve birden genelleşir. Bunun içindir ki, genel bir

fikrin ruhumuz için gerçekliği yoktur. Bu, bir addan başka bir şey değildir. Bu,

ancak birbirine benzeyenleri bir ad altında toplamaktan ibarettir. Doğada ne

cins, ne de tür vardır; bunlar, bizim kavrayış biçimimizin ürünüdürler; genel

adlar, özel olarak var olan bir şeyin adı değildirler. Ancak benzerlik ve

ayrımları bakımından gördüğümüz eşyayı ifade ederler. Eşyayı tabiatlarına

göre ayırt etmiyoruz. Belki kavrayış biçimimize göre ayırt ediyoruz.

Condillac’ın bu görüşü, Hobbes’un adcılığını hatırlatır.

Ruhun bütün işlemleri, duyumun çeşitli dönüşümleriyle açıklandığına

göre, ben’in kendisi nedir? Condillac insan ruhunu duyumlar koleksiyonu

olarak kabul eder. Ruhun aktif, canlı bölünmez bir gerçeklik olmadığı sadece

saf bir soyutluk, özdeşlikten ibaret sadece bir addır. Condillac’a göre bilen

ruhtur. Hisseden de ruhtur. Kişinin birliği zorunlu olarak hisseden varlığın da

birliğini gerektirir. Yani, duyumların merkezi organlarda değil ruhtadır.

30

Condillac bu şekilde fizyoloji ile psikolojiyi birbirinden ayırmış olur. Ona göre

biz duyumları öznel olarak bilebiliriz. Kendi fikirlerimizden başkasını da

bilemeyiz.

Töz, zihin, cisim, hayvan tabirleri kullanılırken bunun belli başlı misali

verilmiş olur. Eğer eşyadan yalnız, her birinde her birinin özelliklerini ve

tarzlarını destekleyen bir konu tasarlandığı ölçüde bahsedilmek istenirse

yalnız töz kelimesine ihtiyaç vardır. 45

Tözlere ait olan ve soyut adı verilen daha başka fikirler de vardır. Daha

önce de söylemiş olduğum gibi bunlar sadece, kendileriyle aynı zamanda var

bulunan öteki basit fikirleri düşünmeye son vererek dikkat ettiğimiz az veya

çok basit olan bir takım fikirlerdir. Cisimlerin tözünü, şimdi renkli ve şekilliymiş

gibi düşünmekten kesilirsek ve bu tözü sadece hareketli, bölünebilir, nüfuz

edilemez ve belirsizlikler olarak görürüz.

Töz adları zihnimizde, eşyanın bizim dışımızda işgal ettiği yeri tutarlar. Bu

adlar zihnimizde, özneler dışarıda özelliklerin destek ve bağlı oldukları gibi,

basit fikirlerin destek ve bağıdırlar. Bunun için öznenin gerçekliğini ifade

ettiklerini sanmaya meylederiz. Örneğin adalet kelimesi adaletli kimsenin

özünü ifade eder.46

Tözlerin adlarını bilinmeyen bir takım gerçekliklere bağlamaktayız, çünkü

gerçekleştirdiğimiz fikirlerin gerçek varlıklar olmadıklarını biliriz.

Yanılmalarımızın en yaygın kaynaklarından biri de işte budur. Bunu ancak

soyut fikirlerin nasıl ortaya çıktığını bilmekle çözebiliriz. Eğer özel fikirleri

açıklayarak işe başlamazsak soyut fikirlere ulaşmamız mümkün olamaz.

Condillac, metafizik konusunu bu şekilde tümevarımcı bir açıklama ile

çözmektedir.

45 a.g.e., s(165) 46 a.g.e., s(176)

31

Condillac’a göre ruh ve beden iki ayrı tözdür. Fakat ruhu bedenden

bağımsız düşünemeyeceğimizi söyler. Ruhun ameliyelerini akıl ve irade

olmak üzere iki kısma ayırır. “İnsan Bilgisinin Kökeni Üzerine Deneme” adlı

eserinde bu iki ameliyenin anlıkla olan bağlantısını ve hepsinin basit bir ilk

kavrayıştan nasıl doğduklarını göstermeyi amaçlamaktadır.

b.Kavrayış nedir?

Kavrayış denilen şey ruhta ortaya çıkan bir intibadır. Kavrayış anlığın ilk

ameliyesidir. Ruh nesneleri kavrayamasaydı nesneler duyulara boşuna

etkide bulunurdu. Ruhta bunların hiçbir vakit farkına varamazdı. Bunun için ilk

ve en az derecedeki bilgi kavramaktır.

b) Şuur nedir?

Şuur, ruhun kendisinde olan kavrayışların bir bölümünü kendisine haber

veren duygulara denir. Locke’un dediği gibi eğer ruhun farkına varmadığı

hiçbir kavrayış yoksa kavrayış ve bilgi aynı ameliye olmalıydı. Bunun aksi

olursa ikisi ayrı ameliye olur. O zamanda bilgimiz kavrayışta değil ancak

şuurda başlamış olurdu. Bunun yanı sıra bazı kavrayışlarımızın bazılarına

göre daha çok farkında oluruz. Biri hakkındaki şey artarken diğeri hakkındaki

azalır. 47

c) Dikkat nedir?

Dikkat , şuurumuzun bazı kavrayışlara göre bilgi edinmiş olduğumuz tek

kavrayış gibi görünecek kadar şiddetle çoğalmasına yol açan ameliyedir. Bir

kavrayış diğer bir kavrayışa göre daha ön planda olur ve dikkat ne kadar

47 CONDILLAC,E.B.İnsan Bil.Kay.Üz.İn., s(68)

32

büyük olursa diğer şeylerin kavrayışları da o kadar az hatırlanır. Dikkate

etken olan hoşa giden şeydir.

Farkında olduğumuz kavrayışlar iki türlüdür : Bu ayrımlar deneyişe

dayanır.

i. Art arda gelen anları hatırladığımız kavrayışlar.

ii.Farkında olur olmaz unuttuğumuz kavrayışlar.

Dikkatte iki duygu ele alınabilir:

1. Ruhun unutmuş olduğu kavrayışlarla hiçbir vakit karşılaşmamış

olduğunu söylemek. Yani ruhun ancak nesnelerin duyular üzerinde yaptıkları

etkinin beyne iletilmesi ölçüsünde bir takım kavrayışları olur. Yanılmanın

nedeni beynin yorulması sebebiyle olduğu söylenebilir. Yani duyup sezmiş

olduktan sonra anlarını hatırlamadığımız bir takım kavrayışların olup bittiğini

tahmin edebiliriz.

2. Beyne iletilmeyen ve ruhta bir kavrayış oluşturmayan duyularda hiçbir

intibanın oluşmadığını söylemek. Ruh bu intibanın farkına varmamıştır.

Condillac bu konuda Locke ile aynı görüştedir. Condillac’ın ise böyle bir

kavrayış hakkında hiçbir fikri yoktur; kavramadan sezme fikrini tercih eder.

Gözümüzü açıp kapattığımız anda ki kısalık bizim karanlığı algılamamızı

unutturacaktır. Sanki olmamış gibi hatırlanacaktır. Bizler bazen sezgilerimizin

bir bölümünü değil, tamamını da unutabiliriz. Örneğin karmaşık bir tabloya

baktığımızda daha sonra gözümüzün önünde canlandıramayabiliriz. Bunun

nedeni duyularımıza eşit kuvvette baskı yapılmasıdır. Yani dikkatimizi

çekecek bir bölüm olmamasıdır. Sezgilerimizin çoğunu unutulmuş oldukları

için hatırlayamayız. Bu durumda ruhumuzun farkında olmadığı sezgi yoktur.

Bunları hatırladığımızda şuur adını veriyoruz.

Nesnelerin bizim tutkularımız, durumumuz ile en çok ilgili olan

yönleriyle dikkatimizi çekerler. Nesneler hakkında şuura sahip olmamızı

33

sağlayan bu ilgilerdir. Nesneler dikkatimizi çektiğinde bizde yol açtığı sezgiler

varlığımıza ait duygu ile bu varlıkla ilgisi olan her şeye bağlanır.

Şuur, deneyişin temeli olan bir ameliyedir. Dün edindiğim sezgilerle

bugün edindiğim sezgiler arasında kopukluk olsaydı dünkü sezginin bende

olduğunun farkında olmazdım. Bu anımsama sayesinde olur. Anımsama

sezgilerin zincirlenişinden sonra kalan bağlantıdır.

d) Anımsama nedir?

Anımsama , kendi mahiyetlerimizi bildirir. Tekrar edilen sezgileri

kavratır. İlk önce ruhta nesneler karşısındayken almış olduğu intibadan

başka bir şey olmayan basit bir sezgi vardır. Üç ameliye de anımsama, şuur,

dikkat hepsi birden doğmuştur.

e) Muhayyile nedir?

Muhayyile ; bir nesnenin ortada yokken zihindeki kavrayışı varolmaya

devam eder. Adı bile söylense sanki gözlerimizin önündeymiş gibi

tasarlayabiliriz.

f) Hafıza nedir?

Hafıza ; daha önce karşılaştığımız sezgileri hatırlamayı sağlayan yetidir.

Hafıza olmadan bilgilerimizin çoğalması mümkün olmazdı. Her şeyi yeniden

öğrenmek zorunda kalırdık. İlk duyumu aldığımız andaki seviyede kalırdık.

Kavrayışların anımsamaya bağlı olarak işleyişi ve bu işleyin en son

bağlantılarının kurulması aşamasıdır.

34

h) Teemmül nedir?

Teemmül ; dikkatin fikirlerin arasında kurduğu bağlantıdan doğar. Artık

ortada olmayan bir nesneyi düşünmeye devam edebiliriz. Bu ameliye isteğe

göre sezginin kendini koruyorsa muhayyile, sezginin yalnız adını veya hal ve

şartlarını koruyorsa hafızaya iletilebilir. 48

Muhayyile ile hafızanın arasındaki fark nedir?

Muhayyile ile hafızanın ayrımını yapmak gerekir. Locke hafızayı ruhun

daha önce karşılaşmış olduğu sezgileri daha önce karşılaştığına ikna eden

bir duygu ile uyarma gücüne sahip olmasıyla açıklar. Bu doğru değildir.

Çünkü insan uyaramadığı bir sezgiyi de hatırlayabilir. Burada düşülen hata

sezgi diye gerçekte kendi kendilerine uyanıveren bazı hal ve şartlar yada

genel fikrin sanılmış olmasından ileri gelir.

Bu sezgileri Condillac şu şekilde ayırır:

Uzam fikri : Dokunma duyusundan kaynaklanır. Nesneleri aralıklı ve sınırlı

gösterir. Bu duyguyu alan yalnızca uyku halidir.

Düzen ve simetri fikri : Muhayyileye yardım eden fikirdir. Bir şekilde ne kadar

düzgün olursa o kadar kolay akıldan geçirilir.

Ses fikri , ışık ve renk fikri , koku ve Tat fikri gibi.

Beynimiz nesnelerin etkilerine karşı yatkınlaşıp alışmış oldukları için

çabalarımıza daha kolay itaat eder. Bazen fikirlerimiz o kadar canlıdır ki

nesneleri gözümüzün önünde sanırız. Rüyadayken halimiz ve delillerin hali

böyledir. Buradan nesnelerin varolarak kavranılmalarına yol açan

hareketlerle, muhayyilenin fizik nedeni olan hareketler arasındaki bağlantı

nedeniyle oluşmaktadır. 48 CONDILLAC,E.B.İnsan Bil.Kay.Üz.İn.,s(72)

35

Muhayyile, hafıza ve anımsama arasındaki fark ilerlemeden ibarettir.

Muhayyile , kavrayışın kendisini uyarır. Hafıza, kavrayışın yalnız işaret

vesilelerini hatırlatır. Anımsama, daha önceki kavrayışların farkına vardırır.

Muhayyile gücünün sınırları yoktur. Zorlukları azaltır hatta silip ortadan

kaldırır. Hazların bütün çeşitlerini hissettirir. Fakat bazen de bütün acıları

hissettirir. Duyular muhayyileye etki eder. Muhayyile de duyulara tepkide

bulunur. Muhayyilenin tepkilerinin, duyuların hareketinden daha keskindir.

Muhayyile edindiği kavrayışlardan biri için birçok kavrayışları duyulara

gönderir. Muhayyile hazları ötekiler kadar gerçektir. Çok hasta biri o an en

sevdiği şeyi gördüğünde hastalandığını unutur. Bu muhayyilenin gücünü

gösterir.

Kavrayışlarımızın bazısını uyarma gücü bizde niye vardır ? Uyarma

gücü bizde olmadığında kavrayışların hiç olmazsa adlarını veya vesilelerini

niye sık sık hatırlayabiliyoruz?

Fikirler arasındaki bağlantının nedeni dikkattir. Eşya ihtiyaçlarımızla olan

bağlantıları nedeniyle dikkatimizi çekerler. İhtiyaçlarımız birbirlerinden gelir ve

dayanırlar. Aynı nesneler aynı fikirler ayrı ayrı ihtiyaçlara bağlıdırlar.

Bir ihtiyaca bu ihtiyacı giderecek olan şeye ait fikir bağlıdır; bu fikre, bir

şeye rastlanılmış olan yere ait fikir bağlıdır; buna bu yerde görülmüş olan

şahıslara ait fikir bağlıdır; bu son fikre de bunardan duyulmuş olan hazlara ve

çekilmiş bulunan acılara ait fikirlerle daha başka birçok fikirler bağlıdır.

Bilgilerimiz birbirine bağlı bir fikir oluşturur. Bu zincirlerin halkaları başka

halkalarla birleşmektedir. Fikirleri hatırlamak için temel fikirlerin bazısına

dikkat etmek yeterlidir. Karşılaştığımız bir kavrayışa yaptığımız dikkat onun

alametini bize hatırlatır. Bu alamet kendisiyle bağlantısı olan başka alametleri

çağrıştırır. Bu alametler ise bağlı bulundukları fikirleri uyarırlar. Bu fikirler

36

başka fikirleri uyarır. Böylece sonuna kadar gider. Condillac fikirsel

bağlantıları bu şekilde açıklamıştır.

Kavrayışlarımız dikkatin hal ve şartlar arasında kurduğu bağlantıdan ve

bunların ilgili oldukları ihtiyaçlardan ileri gelir. İnsanlar kendi fikirlerini eşit

miktarda birbirine bağlayamazlar. Yani her insanın fikirlerini bağlayış kuvveti

farklı olduğu için muhayyile ve hafızaları aynı değildir.

Üç tür alamet vardır :

1. İlinekli alametler : Bazı özel şart ve vesilelerin fikirlerimizi uyaracak

şekilde bazı fikirlerimize bağlamış bulundukları nesneler.

2. Tabii alametler : Tabiatın sevinç, korku, elem vs. gibi duygular için

yaptığı haykırışlar.

3. Kurma alametler : Kendimiz için seçmiş olduğumuz dolayısı ile de

fikirlerimizle sadece elindeli bir bağlantıları bulunan alametler. 49

Bu alametler, anımsamadan önceki ameliyelerin yapılması için zorunlu

değillerdir. Çünkü kavrayış ve şuur insan uyanıkken olabilir. Dolayısıyla da

dikkat sadece ( bizi kavrayıştan daha özel bir şekilde haberdar eden şuurdan

ibaret olduğu için ) buna imkân vermek için , bir nesnenin duyular üzerine

öteki duyulardan daha çok şiddetle etkide bulunması yeter. Alametler ancak

dikkati faaliyete geçirerek daha sık fırsat ve vesileler sağlamaya elverişli

olacaklardır.

İlinekli alametler için örnek; bir nesneyi gören kişi bunu daha önce

görmüş olduğu bir kavrayış sanabilir. Nesne gözünün önünde olmasa da

vasıtasız hatırlayabilir. Nesneye bağlı fikri uyarmak adamın elinde değildir.

Kendi muhayyilesinin gücü kendi elinde değildir.

49 a.g.e.,s(61)

37

Tabii alametler için örnek ; haykırışlar kavrayışların sonucudur. Hissettiği

duygu ile haykırış bir müddet sonra haykırışı alamet haline getirecektir.

Kişinin muhayyilesi haykırışı duyduğu vakit faaliyete geçecektir.

Hafıza ancak kendi fikirlerimizin alametleri yada bunlarla birlikte gelip

geçmiş olan hal ve şartları hatırlama gücüne dayanır. Biz bir şeyi ancak

emrimizde bulunan güce bağlı bulunmaları ölçüsünde hatırlayabiliriz.

Hayvanların hafızası yoktur. Hayvanların da ruhu vardır. Ama insandan daha

aşağı bir ruhtur. Hayvanlardaki ruhun ameliyeleri kavrayış, şuur dikkat,

anımsama ve emirlerinde olmayan muhayyileden ibarettir. Bizim ruhumuzun

ise başka ameliyeleri vardır.

Eğer teemmül kavrayışları içeriyor denirse; bize bağlı olmayan bir

faaliyettir. Teemmül alametleri içerir denirse, hiçbir faaliyeti yoktur.

Muhayyile, teemmül ve hafızanın hiçbir faaliyeti olamazsa veya ilk ikisinin

sadece insan kendi dikkatini kullanamaz. Ruh bir nesneden bir başka

nesneye ancak eşyanın kendi üzerinde bıraktıkları intibanın kuvveti

dolayısıyla sürüklendiği ölçüde örter. Fakat bir adam fikirlerini kendi seçmiş

olduğu alametlere bağladığı anda kendi hafızasında şekillenir. Hafıza bir kere

edinildiğinde adam kendi başına muhayyilesine hakim olur. Ona yeni bir

faaliyet verebilir. İstediği gibi hatırlayabildiği alametler sayesinde bu

alametlere bağlı olan fikirleri uyarır. Ne kadar alamet icat ederse

muhayyilesine o kadar hakim olur.

Ruhumuzun hayvan ruhuna üstünlüğü buradan ileri gelir. Çünkü

hayvanların fikirlerini alametlere bağlamaları kendi ellerinde değildir.

Muhayyile çok kere bizde teemmüle aitmiş gibi görününce bir takım sonuçlar

çıkabilir. Bir fikirle ne kadar çok meşgul olursak olalım çevremizdeki nesneler

duyularımıza etkide bulunmaya devam eder. Bunların yol açtığı kavrayışlar

bağlı oldukları başka kavrayışları uyarırlar. Bunlarda cisimde bazı hareketlere

sebep olurlar. Bütün bu şeyler bizi meşgul eden fikirden daha çok bize etki

ederse de bizi bu fikirden uzaklaştıramaz. Biz yapmakta olduğumuz bir şey

38

hakkında bir teemmülde bulunmaksızın sanki davranışımız akla uygunmuş

gibi hareket ederiz. 50

I) İç güdü nedir?

İçgüdü ; Bir nesne dolayısıyla, buna doğrudan doğruya bağlı olan

kavrayışları uyaran ve bu suretle de teemmülün yardımı olmaksızın her türlü

hayvanları güdüp götüren bir muhayyiledir. Filozoflar hayvanların içgüdüsünü

açıklamakta zorluk çekerler. Çünkü fikirlerin bağlantısı hakkında

söylediklerimizi bilmezler. İçgüdü: hafızayı, teemmülü ve öteki ruh

ameliyelerini bir yana bırakır.

Hayvanlarla bizim aramızda bulunan benzerlik onlarda bir ruhun var

olduğunu gösterir. Onlardaki ruh bizdekilerden geri ve aşağıdır.

Hayvanlardaki ruhun ameliyeleri kavrayıştan, şuurdan , dikkatten,

anımsamadan ve kendi emirlerinde bulunmayan muhayyileden ileri gitmez.

Bizde ise farklı ameliyeler vardır. Teemmül kavrayışları muhafaza ederse;

kurma alametleri kullanmadan önce bize bağlı olmayan faaliyetlerine sahiptir.

Teemmül alametlerin kendilerini muhafaza etmekten ibaretse böyle hiçbir

faaliyeti yoktur.

Muhayyile, teemmül ve hafızanın faaliyeti olmazsa insan kendi dikkatini

kontrol edemez. Böylece ruhun bir nesneden bir başka nesneye ancak

eşyanın kendi üzerinde bıraktığı izlenimlerin kuvveti ile sürüklenmiş olduğu

ölçüde gideceği sonucuna varırız.

Bir adam fikirleri kendisi seçmiş olduğu alametlere bağlamaya başlar

başlamaz kendisinde hafıza oluşur. Hafıza bir kere olunca bu adam kendi

başına muhayyilesine hakim olmaya ve ona yeni bir faaliyet vermeye başlar.

50 a.g.e.,s(78)

39

Çünkü istediği gibi hatırlayacağı alametlerin yardımıyla bu alametlere bağlı

fikirleri uyarır. Sonunda bu adam ne kadar çok alamet icat ederse

muhayyilesine de o kadar hakim olur. Çünkü muhayyileyi çalıştırmak için

daha çok sayıda çareler edinmiş olur. Böylece insan ruhunun hayvan ruhuna

üstünlüğü ortaya çıkar. Çünkü hayvanların fikirlerini alametlere bağlama gücü

ellerinde değildir.

Hafıza oluştuğunda muhayyileyi de idare edebildiğimizde hafızanın

hatırlattığı alametler ve muhayyilenin uyardığı fikirler ruhu, nesnelerin

kendisine yapmış oldukları bağımlılıktan kurtulmaya başlar. Gördüğü şeyleri

hatırlayabildiğinde bu şeylere dikkat edebilir ve dikkatini çevirebilir.

Dikkatimizi sırasıyla ayrı ayrı nesnelere veya bir tek nesnenin başka

başka bölümlerine kendiliğimizden bu çevirme hareketinize teemmül etmek

denir. İnsanın bir fikri uyarabilmesi için bir tek elindeki alamet elverir. Hafıza

ve gücün en küçük derecesi budur. Bu dikkatimizi kullanmamızda

sağlayacağı en zayıf güçtür. Gitgide alametleri daha çok severiz. Alametlerin

ortay çıkmasını sağlayan hal ve şartların her hangi birini kavratabilir. Bu

şekilde muhayyile ve hafızanın çalışması artar. Teemmülün de faaliyeti artar.

Teemmül muhayyile ve hafızaya yeni faaliyet verebilir. Karşılıklı yardımlarla

bu ameliyelerin birbirlerinin gelişip ilerlemelerini sağlayacaktır.

Teemmülün faaliyeti yalnız bu ameliyeleri kullanarak nasıl elde

edinilecektir? İnsanın kurma alametleri seçme gücü yoksa bu fikirleri

bağlayamıyorsa bu alametleri kullanamaz. Muhayyilenin faaliyeti hafızanın

genişliğinin artırılması, teemmülün iş görmesinin kolaylaştırılması ancak

dikkati daha çok yetenekli kılmakla olabilir. Bu da fikirleri ve alametleri bir

araya getiren nesnelerle sağlanabilir.

İnsanın kendi dikkatini kontrol edemezse çevresindeki her şeyin

boyunduruğu altında olur. Kendi dikkatine hakim olunca ruh kendisine ait

fikirleri çıkarır ve kendi özüyle zenginleşir. Aynı insan her türlü konular

40

üzerinde hafızasını, muhayyilesini ve teemmülünü aynı derecede

kullanamaz. Çünkü bu alametler dikkate dayanırlar. Bu dikkat bir nesneyle

ancak bizi ilgilendiren şeylerle bağlantısı ölçüsünde uğraşabilir.

Buraya kadar ruh ameliyelerinin gelişip ilerlenmelerini açıkladık şimdide

teemmülün sonuçlarını açıklayacağız.

Teemmülden (veya dikkatimizi kullanma gücü) fikirlerimizi ayrı ayrı göz

önünde tutma gücü doğar. Teemmülü kullanmaktan mahrum olsaydık türlü

nesneleri ancak üzerimizde kuvvetli bir intiba bıraktığı ölçüde ayırt ederdik.

Zayıf olanların hepsi bir hiç sayılırdı. Basit olan iki fikri ayırt etmek kolaydır.

Birleştikleri ölçüde güçlük artar. Kavramlarımız birbirine benzedikleri için

bunlardan birçoğunu tek sanmamız veya ayırt etmemizden korkulur.

Metafizik ve ahlakta başımıza gelen budur.

İnsan kendi fikirlerini ayırt edince ara sıra sanki konularından tamamen

ayrılmışlar gibi bu konuya en temel olan özellikler göz önünde tutulur. Buna

soyutlamak denir. Bundan çıkan fikirlere genel fikirler denir. Fikirlerimizi ayırt

etme gücünü bize veren teemmül aralarındaki bağlantıları tanımak için

bunları karşılaştırma gücünü de verir. Karşılaştırmalar geometride

metafizikten daha kolaydır. Fikirler karmaşıklaştıkça karşılaştırmak daha zor

olur.

İ) Soyutlama nedir?

Soyutlama ve ayırma, genel önermelerin kullanılmasını gerektirmiştir.

Bunlar söze incelik ve açıklık sağlarlar. Fakat bunlar aşırıya kaçtıklarında

yanlış muhakemelere yol açmışlardır. Sebebi de ; ilimlerdeki ilk buluşlar çok

basitti bunlar her hangi bir metot kullanılmadan yapılmıştı. İlk buluşları

yapanlar hangi yoldan gittiklerini kendileri de bilmedikleri için yapılışını

gösterememişlerdi. Onlarda kimsenin şüphelenmediği genel ilerleyiş içinde

41

göstermişler bu da önermelerin bilgilerimizin gerçek kaynağı olduğuna

inandırmıştı. Bu önermelere de ilke adı verilmişti. Yalnız ilkelere dayanarak

düşünmek gerektiği hala kabul edilmekte olan batıl fikir haline gelmiştir.

Genel bir önerme bizim özel bilgilerimizin sonucunda oluşmuştur.51

k)Tahlil nedir?

Tahlil etmek, önceki ameliyelerin yardımlaşmasından sonuçlanan bir

ameliyedir. Bu ameliye sadece fikirlerimizin türlü türlü karşılaştırmak ve bu

yoldan aralarındaki bağlantıları bulup ortaya koymak için fikirlerimizi

birleştirme ve unsurlarına ayırmaktan ibarettir. Bu tahlil buluşların gerçek

sırrıdır. Çünkü, bizi eşyanın başlangıcına götürür. Her fikrin doğuşunu arar.

Tahlil muhakemelerimize kesinlik ve açıklık verebilecek tek metottur.

Hakikatin araştırılmasında da bu kullanılmalıdır.

Bir takım bilgiler edinmenin tek yolu fikirlerimizin kaynağına geri dönüp

gitmek bunların doğuşunu takip etmek ve bunları mümkün bütün bağlantılara

göre birbiriyle karşılaştırmaktır. Tahlil etmek denen şey işte budur.

Fikirlerimizi “dır” kelimesiyle bitirmek kabul etmek anlamına gelir.

Hüküm vermek muhakeme yürütme fiilinden doğar. Muhakeme yürütme

fikirlerin birbirine zincirlenişinden ibarettir. Bu ameliyeler üzerinde en çok

durulması gerekenlerdir.

Konuşma sırasındaki muhakemede neler olur ? Zihin bütün bölümleri

aynı anda kavrayamaz. Önce anlatılması gereken önermeyi göz önünde

tutar. Böylece önermeyi açıklayacak fikirler kendisinde bağlantı düzenlerine

göre uyanır. Görmenin konuşmadan hızlı olması gibi zihin çabucak bu

bağlantıları kurar. Bu muhakemenin sonuçları nasıl kavranacak? Kavrama 51a.g.e.,s(74)

42

için iyi bildiğimiz konular üzerine konuşmak lazım. Bir konudan sonuca

varmadan veya tereddütle bahsedilmesi bilgisizliğin işaretidir. Bir takım fikirler

edinildiğinde bunlar arasındaki bağlantıyı şuurun bilmesine, kavramak denir.

İyi bir kavrama için eşyayı kendilerine elveren fikirlere uyarak tasarlamaktır.

Müdrike, bilgilerimizden ayrı olan bilgilerimizin birleştikleri yerdir. İnsanın

kendi fikrini kavraması, dikkat etmesi, düşünmesi, ayırt etmesi, hatırlaması,

soyutlaması, takip etmesi, tahlil etmesi, teyit etmesi, inkar etmesi hüküm

vermesi, muhakeme yürütmesidir.

Bu açıklamalarla ruh ameliyelerinin bağlantısını ve hepsinin birinci

ameliyeden nasıl çıktıklarını göstermeye çalışmıştır.

Biz önce farkına vardığımız kavrayışlarla işe başlarız. Sonra bu

kavrayışlar hakkında keskin bir şuura erişiriz. Bu şuur dikkat oluverir. Bu

andan itibaren fikirler birbirine bağlanır. Sonuç olarak bizde daha önce

karşılaşmış olduğumuz kavrayışların farkına varırız. Anımsamayı oluşturan

budur.

Ruh kavrayışlarını uyarır mı? Muhafaza eder mi? Yoksa sadece

alametleri(muhayyile, teemmül, hafıza) mi hatırlatır?

Ruh dikkatini kendi başına kullanıyorsa bu teemmüldür. Bundan da

diğerleri doğar. Ayırt eden, karşılaştıran, unsurlarına ayıran, tahlil eden

aslında teemmüldür. Bu tahliller bizi müdrikedeki alışılmış olan fikirlerden

daha doğru ve güvenilir bir fikir sahibi olmamızı sağlar.

Hayal gücü bize en acayip ve değişik fikirleri bir araya getirip birbirine

bağlama gücünü bize sağlar. Muhayyilemiz, bir konunun özelliklerini bir

başka konuya iletmesi serbestliği dolayısıyla birçok konuları güzelleştirmek

için tabiata yetecek olan şeyleri bir tek konuda bir araya getirip toplar.

43

Fikirler arasındaki bağlantılar muhayyilede iki türlü olur.

1. İstenilerek; daha az kuvvetlidirler. Kolay ayrılabilirler.

2. Yabancı bir intiba sonucu; daha çok kaynaşmışlardır. Bunları yok

etmek imkânsızdır.

Fikirler arasındaki bağlantı nasıl olmaktadır? Bunlar faydalı ve

zorunludur. Mesela biz düşme tehlikesiyle karşılaştığımızda bu durumun

görülmesi bizde ölüm fikrini uyandırmalıdır. Dikkat ilk fırsatta bu bağlantıyı

sağlayamazlık edemez. Hatta dikkat bu bağlantıyı en acele ve zorunlu

etkenin kendisini zorlaması ölçüsünde daha kuvvetli olacaktır. Bu da

varlığımız hakkındaki şuurdur. Bu edinilmiş bir bilgidir. Yoksa ilk

gördüğümüzde ölüm karşısında çok şaşırırdık.

Bize dışarıdan gelen izlenimler sonucu oluşan fikir bağlantılarının

bazıları tehlikelidir. Örneğin; ruh büyüklüğü veya yiğitlik fikri, kendi canına

kıyma fikrine yada hakarette bulunan birine saldırmak için kendi canını

tehlikeye atmak fikrine alıştırır. Bu bağlantılar iyi, kötü, yaşla tutunup sürüp

giderler. Bu karşılaştığımız ilk izlenimler bizde söz götürmez ilkelermiş gibi

görünürler.

Muhayyile hissettirdiği zevkleri nerden bulup çıkarır? Bunu tabiatın en

sevimli ve güleç tarafını aşırarak edinir. Hiçbir şey ona yabancı değildir.

Yalnız tabiattan edinmez. Gülünç ve hoş olan şeylerden alır. Bunların doğru

ya da yanlış olması pek önemli değildir. Muhayyilenin zevklerin peşinden

gitmesi bunların yanlış olacağı anlamını taşımaz. Doğru her zaman güzel ve

sevimlidir. Süs, güzel kimse için neyse muhayyilede hakikat için odur.

Muhayyile hakikate onun layık olduğu üstünlüleri gösterip ortaya koymak için

bütün yardımlarda bulunmalıdır.

44

l)Akıl nedir?

Akıl, müdrikeyi(anlığı) donatıp onarır. Medeni işlerde ve hakikatin

araştırılmasında akıl lazımdır. Akıl, ruh ameliyelerini düzene koyma tarzının

bilinmesinden başka bir şey değildir.

Akıl: Ruhun bütün ameliyelerinden ortaya çıkar. Zihnimizin üzerinde

çalışabileceği bir takım fikirleri kapsayan hakikat akla uygundur.

m) Sağduyu ve zekâ nedir?

Sağduyu ve zekâ konusunda şunu söyler; göz önünde bulunan şeyleri

akıldan geçirmek için sadece sağduyuya gerek vardır. Fakat bir takım yeni

şeyleri hele bunlar eğer geniş ve yaygın ise akıldan geçirmek için zekâya

ihtiyaç vardır. Sağduyunun konusu kolay ve alışılmış olan şeylerdir.

Dolayısıyla çapraşık ve daha yeni şeyleri tasarlamak veya akıldan geçirmek

zekânın işidir. Her kelime zihni ifade etmez. Hafıza ve ondan önceki

ameliyeler zihni vücuda getirmezler. Ruh faaliyetlerinin konusu sadece

alışılmış ve sıradan şeyler olsa da yine de sağduyudan ibarettir. Zihin bundan

sonra gelir. 52

Sağduyu, gözlerimizin önündeki şeyleri akıldan geçirmeye yarar.

Sağduyunun konusu kolay ve alışılmış şeylerdir.

Zekâ, gözümüzün önündeki nesneler geniş ve yaygın ise gereklidir. Daha

çapraşık ve daha yeni şeyleri tasarlamak ve akıldan geçirmek için gereklidir.

Seziş ve muhakeme eşyayı birbirleriyle karşılaştırırlar. Felsefi

araştırmalarda seziş, hayat davranışında ise muhakeme gerekir. Derin

52 a.g.e., s(83)

45

heyecanı tahlil edemeyiz. Çünkü bu sırada insan kendi teemmülüne hâkim

değildir.

1.2. Dil Anlayışı

Condillac’ın felsefi hayatında iki dönem vardır: 1. Locke’un felsefesini

benimseyerek tekrarladığı dönem 2. Ona daha birlik ve pekinlik vermek

iddiasıyla derinden değiştiği dönem. İnsan bilgilerinin kaynağı üzerine

deneme adlı eseri birinci dönemini temsil eder. Bilgilerin kaynağını inceleyen

birinci eserinde, dilin kaynağı ve dilin düşünceyle ilişkisi sorunu büyük bir yer

tutar. Bu konuyu ayrıca ve geniş olarak bir de Gramer’inde inceler. Bu

sorunda bazı yanılmalarını örtecek kadar ustaca yakalanmış olan doğru

fikirleri de vardır.

Locke, daha önce genel olarak dilin düşünceye yaptığı etkiden söz

etmişti. Fakat ruhumuzun türlü zihinsel işlemleriyle dil arasında mevcut olan

ilişkileri belirgin bir surette çözümlememişti. Condillac bu çözümlemeyi ileri

götürür. Bütün zihinsel işlemlerimizi gözden geçirerek, dil ve işaretlerle ifade

edilebilecek onlarla, bunların yardımına ihtiyaç göstermeyen işlemleri

belirtmiştir. Biz işaretsiz de düşünebiliriz. Fakat düşüncemiz pek dar sınırlarla

çevrilmiş olur. Düşünmeyi, soyutlama, genelleme, akıl yürütmeyi ve insan

zekâsını hayvanınkinden üstün kılan bütün bölümleri işaretlerin ortaya

çıkardığını savunur.

Condillac ‘işaret’lere ve dolayısıyla ‘dil’e aşırı bir değer verir. Fikirlerin

bile dile bağlı olduğunu ileri sürer. Ona göre, bilmek ve iyi düşünmek demek,

‘iyi konuşmak’ demektir. Bu nedenle, ‘bilim iyi yapılmış bir dil’dir. Dil, soyut ve

genel fikirlerin koşulu olduğu gibi, iyi düşünmenin de koşuludur. Bir şey

hakkında soyut bir fikre sahip olmak için, önce o şeye bir ad takmaya

mecburuz. Soyut fikirler olmazsa, cins ve türlere de sahip olmayız, bunlar

olmadan da akıl yürütemeyiz. Her, dil analitik bir yöntemdir. Dikkatimiz

46

uyandığı zaman biz jestlerimizi ve haykırışlarımızı kullanarak dilimizi ifade

ederiz. Bunlar düşüncelerimizin ifadeleridir. Dilimizin ifade aracı sözdür. Her

dil bir yöntemdir ve bir dil ne kadar kusursuz olursa yöntemde o kadar

başarılı olur.

Condillac’a göre bütün bilimler akıl yürütmelerle doludur. Denklem,

yargı, önerme hepsi aynı şeyi ifade eder. Hesaplamak, yargılamak demektir,

yargılamak hesaplamak demektir. Bunlar iki farklı addan ibarettir.

Bilimin ilerlemeleri dilin ilerlemeleri ile paralel olmuştur. Bunun en iyi

kanıtı da, cebirdir. Dil vasıtasıyla çözümlemelerini sunduğu her öge için bir

işaret kullanırsak ve aynı anlama gelenleri onların yerine yerleştirirsek

mantıksal bir hesap dili oluşturabiliriz. Çünkü çözümleme dediğimiz şey

sadece işaret diliyle yapılabilir. 53

Condillac, denemeler kitabında dil konusunda şunları söyler.

“Tanrı, Adem ve Havva’yı yarattığında onlara olağan üstü bir yardımla

konuşmuştu. Bunlardan olan çocuklar zamanla ihtiyaçlarını kavramışlardı. Örneğin,

açlık duygusu akşam gördükleri meyve ağacını hatırlatıyor. Her hangi bir hareket bir

davranış veya faaliyetle birlikte tutku haykırışları oluyordu. İhtiyaç duyduğu şeyden

mahrum kaldığında bir takım nesneyi elde etmek için çaba harcıyordu. Yalnız

içgüdüleriyle iki insan birbirine yardım ediyordu. Burada henüz teemmül yok. “54

Burada Condillac dini inanışa göre dili insanlara Tanrının öğretmiş

olduğu inancını dile getirmiştir. Ama kendisi bu konuda dilin insanların

zaruretlerinden ortaya çıktığını böyle bir şey olmuşsa bile ilk edindiğimiz dil

çok kısır ve dar bir dil olacaktır. Filozofun görevi bir dilin tabiat vasıtasıyla

nasıl zorunlu olarak ortaya çıktığını açıklamak olduğunu savunur.

53 SENA, Cemil,a.g.e., s(429) 54 CONDILLAC.E.B.,a.g.e.,s(173)

47

Aynı hal ve şartlar tekrarlandıkça bir takım kavrayışlar alışkanlık halinde

gelişmiştir. Hafıza az çok hareketlenmeye başlamıştı. İşaretler duyguları

anlatmak için araç olmaya başladı. İşaretleri kullanmak ruh faaliyetlerini

harekete geçirdi. Bunlar zamanla daha yetkinleşti. Bu iki insan zamanla bazı

fikirleri elindeki işaretlere bağlamak alışkanlığı edinmişti.

Tabii haykırışları yeni bir dil için örnek almışlardı. Bir takım yeni sesleri

heceleyerek birbirine bağladılar. Bu sesleri birçok defa tekrarlayarak fark

ettirmek istedikleri nesneleri gösteren herhangi bir davranışla birlikte bu işi

yaparak eşyaya bir takım adlar vermeye yatkınlaşıp alıştılar. Fakat yeni

kelimelerin doğuşu tesadüfe kalmıştı. Kelimelerin artması için birçok neslin

gelip geçmesi gerekmişti. Konuşma, hareket ve kelimelerle karışık bir ifade

tarzıyla desteklenmişti. Dans ta hareket dilini kullanmaktı. Dansta ne kadar

az kural olursa ifade edeceği şeylerde o kadar genişler. Söz hareket dilinin

yerini almıştı. Hareketlere göre ses alçalmış yükselmişti. Herkes kendinde

bunu kontrol edebilir.

1. İnsanlar heceleyerek sesleri birbirine bağlamaya çalıştığında şimdiki

kadar zayıf sesler kullanarak bunu sağlayamamışlardır.

2. Aynı ton üzerinden okunan bir şeyi anlamak zor olacaktı. İlk insanların

zihni kaba sabaydı. Bu gün herkes için çok bilinen kavramlar onlar için çok

yeniydi. Seslerin derece farkına göre ayırt edebiliyorlardı.

3. Dillerin kaynağında insanlar yeni kelimeleri tasarlamakla güçlük

çektikleri için duygularını ifade edebilmek için uzun müddet yapma işaretler

özelliğini verdikleri tabii işaretlere sahip olmuşlardı. Ah: takdiri, elemi, hazzı,

hüznü, sevinci, korkuyu, tiksintiyi yani hemen hemen bütün ruh duygularını

ifade etmekteydi.

48

4. Hayvanların ilk adları kendi haykırışları taklit edilerek verilmiştir. Bu

durum rüzgârlara, ırmaklara, her hangi bir gürültü çıkaran her şeye

uygulanmıştır.

Fikirlerin sayısı arttıkça seslerin sayısı da artmıştır. Seslerin arasında

ses iniş çıkışları olması ve bunlara biraz da ahenk katılması türkülerin ortaya

çıkmasına sebep olmuştur. Ahenk sadeleştikçe bu gün kullandığımız dil

haline geldi. Müzik dediğimiz şeyin ortaya çıkışı birçok denemenin sonunda

ortaya çıkmıştır. Uzun zaman onu sözlerden ayırmak düşünülmemiştir.

Çünkü böyle bir ey yapıldığı takdirde müziğin ifadeden yoksun kalacağı

söylenmiştir.

“Ben hareket dilinde, dillerin tohumunu ve bizim düşüncelerimizi ifadeye yarıya

bilen bütün sanatları sezip gördüm: bu tohumu geliştirmeye elverişli bulunan hal ve

şartları gözden geçirdim ve ben yalnız bu sanatların doğduğunu görmedim, fakat

aynı zamanda bunların gelişimini takip ettim ve bunların birbirini tutmayan

özelliklerini açıkladım.” 55

Condillac’a göre diller yeni görüş sağlarlar, ne kadar yetkin olurlarsa o

ölçüde zihni genişletirler. Dilimiz, cümlelerdeki sadelik ve açıklık sayesinde,

zihne erkenden, farkında olmadan alıştığı ve tahlilde birçok gelişmeleri

hazırlayan bir bütünlük ve doğruluk verir; fakat bizim dilimiz muhayyileye

daha elverişlidir.

Fikirlerimizi iyice anlatmak için iki dil tasarlamak gerekir: Biri, bunu

konuşacak insanlar ardı arası kesilmeksizin abuk sabuk konuşacak kadar

muhayyileyi faaliyette bulunduracak bir dil öteki de, aksine olarak, bu dili tabii

bulacak insanlar hazlarına varıncaya kadar, bir meselenin çözümünü arayan

geometriciler gibi davranacak kadar tabii olacak bir dil olsun. Bu iki uç

arasında biz, mümkün olacak bütün dilleri tasarlayabiliriz, yaklaştıkları uca

göre türlü türlü özellikler edindiklerini görebiliriz ve bir yandan yitirecekleri

55 CONDILLAC,E.B.a.g.e.,s(353)

49

faydaları, öte yandan edinecekleri faydalarla ahenkleştirdiklerini anlayabiliriz.

En yetkin dil ortada bulunacak ve bu dili konuşacak olan ahali de bir büyük

adamlar halk yığını olacaktı. 56

Condillac’a göre dilimizin oluşumunun temelinde ve düşüncelerimizin

ifadeye yarayan bütün sanatlarını hareket dilinde görür.

“ Kelimeleri kullanmak teamülü o kadar mutat ve meluf bir hale gelmiştir ki biz,

sanki fikirler hem konuşanda, hem işitende aynı olmaktan ileri gidemezlermiş gibi

kelimeleri telaffuz edilir edilmez düşüncemizin sezilip kavranılmayacağından hiç de

şüpheye düşmeyiz.”57

İşaretleri ancak, insan kendi zihninde bulunan fikirleri ifade etmek için

kullanmalıdır. Eğer tözler söz konusu ise bunlara verilen adlar ancak,

bunlardan görülmüş olan ve koleksiyonları yapılmış bulunan özelliklere ait

olacaktır. İlk örnek fikirlerinki de ancak belirlemek üzere bulunan bir miktar

basit fikri gösterecektir. Başkalarının aynı kelimelere bizimle aynı fikirleri

bağladıklarını düşünmekten kaçınmak gerekir. 58

Bir soru ortaya atıldığında ilk dikkat etmemiz gereken şey kendileriyle

konuşmakta olduğumuz kimselerdeki çapraşık kavramların acaba

bizimkilerden daha çok sayıda bir takım basit fikirler kapsayıp

kapsamadıklarını dikkatle gözden geçirmek olmalıdır. Eğer bunlardaki basit

fikirlerin sayısının daha büyük olduğundan şüphe edersek ne kadar ve ne gibi

fikirler hakkında düşündüğümüzü anlamamız gerekir. Eğer bunların sayısı

bize daha küçük gelirse buraya fazladan hangi basit fikirleri ilave ettiğimizi

bilmemi gerekir.

Genel adlara gelince biz bunlara ancak fikirlerimizi bölük bölük

ayırdığımız türlü sınıfları ayırt eden bir takım işaretlermiş gözüyle bakabiliriz.

56 a.g.e.,s(349) 57 a.g.e., s(308) 58 a.g.e., s(308)

50

Bir tözün bir cinse ait olduğu söylendiğinde bundan sadece, bu cinsin her

hangi bir kelimede toplanan çapraşık kavramda bulunan özellikleri

kavradığını anlamamız gerekir.

Tözler halinden başka her halde, şeyin özü, bu şey hakkında vücuda

getirmiş olduğumuz kavramla karışıp gider; sonuç olarak da, aynı bir ad

birinin de, ötekinin de aynı derecede işaretidir.

Matematikçilerin büyüklük denilen genel terimde birbirine karıştırdıkları

her şey hakkında da durum böyledir. Filozoflar, matematikte şey kavramının

bu şeyin özünün bilinmesini gerekli kılındığını görünce, fizikte de 3 meselenin

aynı olduğu sonucuna birden bire vardılar ve tözlerin özünü dahi bileceklerini

sandılar.59

Biz fikirleri adların yerine getirmek isteseydik çok geçmeden meramımızı

anlatma tarzımız bakımından bir birimizden farklı olduğumuzu anlayacaktık.

Eşyadan acaba onları açıklamak için mi bahsediliyor, yoksa sadece bilgi

edinmek için mi bahsediliyor. Birinci halde, bu konuda bazı fikirlere sahip

olmak elvermez. Bunları iyice bilmek gerekir. Fakat oldukça genel bir

aksaklık da, bir takım az sayıdaki fikirlerle hatta çoğu zaman kötü belirlenmiş

olan fikirlerle her şey hakkında bir karar varmaktır. 60

Condillac’a göre bilinmeyen, bilinenin içindedir. Bu nedenle bilinenden

bilinmeyene gitmek, aynı şeyden aynı şeye gitmek değildir. Fikirlerin

ilerlemesi demek, ifadelerin ilerlemesi demektir. Düşünmek demek, içinde her

hangi bir gerçeği gizleyen bir önermeyi, gerçeği yarı gösteren bir önermeye,

bunu da gerçeği büsbütün keşfetmiş gibi gösteren diğer bir önermeye

çevirmek demektir. Condillac’ göre düşünmek mekanik bir iştir. Yani bu

sözcük ve işaretlerle olur. Bunun için bilim veya düşünme bir dilden ibarettir.

Hatta metafiziğin genel fikri bile.

59 a.g.e., s(310) 60 a.g.e., s(312)

51

Dilin kaynağı konusunda Condillac doğuştancıdır. Ona göre dil

düşünceden önce vardır. Burada kendi düşüncelerinde çelişkiye

düşmektedir. Doğuştan hiçbir bilgimiz olmadığını savunurken dil konusunda

bunu arka plana atmış olduğunu görüyoruz.

Dilin nasıl ortaya çıktığını ise şöyle açıklamaya çalışıyor: İnsanlarda

duygular başlayınca, eylem diliyle etmiştir. İnsan bu eylem dilini bazı duygu

ve tutkuların ifade için çıkarılan sesler ve gösterilen jestlerle elde etmiştir. Bu

nedenle eylem dilinin yerini sözlü dile bırakması ve günlük hayatta kullanıla

bilmesi, birçok nesillerin yetişmesini gerektirmiştir. Bu gelişmenin ana ilkesi

ihtiyaçtır. İnsanlar, birbirlerine ihtiyaç duydukları için iletişim kurmaları gerekir.

Hayvanları ve doğanın seslerini de taklit ederek doğal bir süreçte

çıkardığımız şaşkınlık, korku, sevinç sesleriyle dil genişleyerek gelişmiştir.

1.3. Metot Anlayışı

Condillac’ın metoduna göre; basit fikirler ile çapraşık fikirler üzerine

muhakeme yürütmekte bizim iki faydamız olacaktır.

1. Üzerinde düşüneceğimiz fikirlerin nasıl oluştuğunu bilince nerede

olduğumuzu bilmeden buraya nasıl varmış olduğumuzu ve geriye nasıl

döneceğimizi göreceğiz.

2. Her konuda bilgilerimizin sınırlarının nerde olduğunu göreceğiz.

Biz bunları duyular bize fikir sağlayamaz olunca ve zihnimizde artık

bazı kavramları oluşturamaz duruma gelince bulacağız. Başarıya

ulaşabileceğimiz konuları yenilgiye uğrayacaklarımızdan ayırt etmek bizi

boşa zaman harcamaktan kurtaracaktır.

Condillac metodunda eşyadaki özellikleri aramakla işe başlar.

Descartes’in edinmiş olduğu bilgilerden şüphe etmemizin yeterli olduğunu

düşünmesi yanlıştı. Çünkü şüphenin yıkmış olduğu fikirlere danışarak bilgiye

52

ulaşamayız. Bir fikirden şüphe ediyorsak o fikir olduğu gibi varolmayı bırakır.

Bu nedenle herkes alışılmış olan fikirlerini karşılaştırarak bunların

aralarındaki bağlantıdan şüphe edilmeyeceğini görür. Örneğin; sayı fikri gibi.

Basit fikirler hiçbir yanılmaya yol açmazlar. Çünkü ondan hiçbir şeyi

çıkartıp atamayız, onda hiçbir bölüm sezip göremeyiz ve ona bir şey ilave

edemeyiz. Yoksa basitliğini yitirmiş olurdu.

Çapraşık kavramlarda yanılmayı önlemek için bu kavramların oluşlarını

yeni baştan ele almak yeter. Böylece bu kavramların neyi kapsadıklarını

görmüş olacağız.

Çocukken teemmülde bulunmaya gücümüz yetmezken ihtiyaçlarımız

bizi uğraştıran tek şeydir. Nesneler duyularımız üzerinde etkiler bırakır.

Zamanla akıl gelişir. Tesadüf ve kötü eğitim bizde bazı fikirler ve özlü sözler

içinde tıkayıp kor. Bu şeylerin varolmaları bize normal gelmeye başlar. Başka

türlü olduklarını düşünemeyiz.

Teemmüle başladığımız vakit bizdeki kavramların nasıl oluştuklarını

kavrayamayız. Kendiliklerinden doğmuş apaçık kavramlar sanırız. Akıl, tabii

ışık, ruha kazılı ilkeler, bizimle birlikte doğmuş ışık adını veririz. Bunlar bizi

yanıltırsa “Tanrı yanılmamızın nedenidir.” Diye düşünürüz. Zihnimizi bu

yanılmaya yatkınlaştıran şey kendimizi dile yatkınlaştırıp bu konuda

yetiştirme tarzımızdır. Kavrayış çağına ancak konuşmasını öğrendikten uzun

müddet sonra ulaşırız. Tesadüfler seslerle bağlantı oluşturup dili ortaya

çıkartıyor.

Zihin yanılmalardan vazgeçeceğine çok kere bunları başka yanılmalarla

değiştirir. Zihnimizde oluşan hastalıkları gidermek için ona yeni görüş

vermek ve kendi hastalıklarının teferruatında durmaksızın bu hastalıkların

kaynaklarına doğru gitmek ve bu kaynağı kurutmak gerekir.

53

Yanıldığımız şeyi hakkında hiçbir fikrimiz bulunmayan veyahut bazı yanlış

fikirlerimiz olan eşya üzerinde durup akıl yürütme alışkanlığımızda

bulunacağız. Yanılmalarımızın kaynağını inandırıcı bir şekilde araştırmak

filozofların ne gibi eleştiri zihniyetiyle okumaya girişileceğini bilmek amacıyla

bu alışkanlığın sebebini burada araştıracağız.

“Ben, keşiflerin tek sırrı tahlil olduğunu söylemiştim; fakat tahlilin sırrı ne olduğu

sorulacak olacak mıdır? Fikirler arasındaki bağlantıdır, cevabını veririm. Ben bir nesne

hakkında teemmülde bulunmak istediğim vakit ilkin bu nesne hakkında bende bulunan

fikirlerin, bende bulunmayan ve benim araştırdığım fikirlere bağınık olduklarını görürüm.

Bundan sonra bunların da, ötekilerin de birçok tarzda imtizaç edebildiklerini ve

kombinezonların değişmesine göre de fikirler arasında az veya çok bir bağlantının

bulunduğunu anlarım.” 61

Condillac burada tahlilin hakikate ulaşmaktaki işlevinden ve öneminden

bahsetmektedir. Bir nesneyi aradığımız fikirlerle olan bağlantısı olacak

şekilde düşündüğümüzde kavrayabileceğimizi söylemektedir. Tümevarımcı

bir anlayışla düşüncelerimizin diğer fikirleri ortaya çıkarması için ilk fikirden

yola çıkmamız gerektiğini söyler.

“Skolastikler ve Dekartçılar, bilgilerimizin ne kaynağı, ne de oluşunu

bilmişlerdir: çünkü doğuştan fikirlerin ilkesi ve bunların çıkmış oldukları şüphe

eden anlık kavramının, bu keşifle hiçbir bağlantıları yoktur. Locke daha iyi

başarı gösterdi, çünkü duyulardan işe başladı ve eserinde ancak, ruh

ameliyelerinin ilk ilerleyişlerini geliştirmediği için bir takım aksak ve eksik

şeyler bıraktı. Ben, bu filozofun unutmuş olduğu şeyi yapmayı denedim.

Ruhun ilk ameliyesine geri döndüm ve müdrike hakkında yalnız tam bir tahlil

yapmakla kalmadım, aynı zamanda işaretlerin mutlak surette zaruri

olduklarını ve fikirler arasındaki bağlantının ilkesini görüp anladım.”62

61 CONDILLAC,E.B.İnsan Bilgilerinin Kaynağı Üzerine İnceleme,Çev: Miraç Katırcıoğlu, M.E.B,İst. 1992s(133) 62 a.g.e., s(390)

54

Condillac 1749’da yazdığı sistemler üzerine adlı kitabında felsefi

sistemler için şu yorumları yapmaktadır:

“ Filozofların yapıtlarında, içinde üç sistemin oluştuğu üç tür ilke saptanabilir:

Birinci sınıfa koyduğum üç tür soyut ilke vardır. Birinciler, tüm durumlarda kesin

olarak doğru olan genel önermelerdir. İkinciler, en dikkat çekici yönlerden doğru

olan önermelerdir ve bu sebepten her yönden gerçek olduğu varsayılmaktadır.

Sonuncular, çok farklı yapıdaki şeyler arasında tasarımlanan belirsiz ilişkilerdir.

Bu inceleme, bu ilkelerin içinde bazılarının hiçbir yere götürmediğini ve

diğerlerinin sadece yanlışlığa götürdüğünü göstermek için yeterlidir.

Soyut ilkelerin yetersizliğini kanıtlayan diğer bir konu da, tüm yönlerini içeren

bir sorunun ele alınmasının olanaksızlığıdır. Çünkü bu ilkeleri oluşturan

kavramlar kısmi fikirler oldukları için temel incelemelerin büyük bir kısmı

soyutlanmadan bunlardan yararlanılamaz.” 63

“İkinci tür ilkeler, hak verilmeyen şeyleri açıklamak üzere tasarımlanan

varsayımlardır. Eğer varsayımlar olanaksız görünmüyorlarsa ve bilinen

olayların bazı açıklamalarını sunuyorlarsa, filozoflar doğanın gerçek köklerini

bulduklarından kuşku duymazlar. Şöyle demektedirler; yanlış olan bir

varsayımın bu kadar başarılı sonuçlar vermesi mümkün müdür? Buradan,

olayların açıklanmasının bir varsayımın gerçek olduğunu kanıtladığı ve bir

sistemi ilkelerinden çok şeylere haklılığını veriş biçimi ile değerlendirmek

gerektiği görüşü doğmuştur. Önce keyfi olan varsayımların, onları kullanış

ustalığı ile tartışılmaz hale geldiklerinden kuşku duymuyoruz.

Varsayımlar bilgisizlik için çok büyük bir kaynaktır, hayal bu varsayımları

çok az bir çabayla ve büyük bir zevkle oluştururlar. Yataktan evren yaratılır

ve yönetilir! Tüm bunlar bir düşe mal olur ve bir filozof çok kolay düş görür.

Deneyi iyi incelemek ve olayları ayırt ederek toplamak kolay değildir. İşte

bu sebepten, belki de düşündüğümüzden çok daha fazla olmalarına rağmen

63 CUVILLIER,Armand, Felsefe Yazılarından Seçilmiş Metinler, Çev : M.Mukadder Yakupoğlu, Doruk yay. İst., 2003,s(481)

55

sadece iyi incelenmiş olayları ilke olarak ele almamız enderdir, ama

bunlardan yararlanma alışkanlığı az olması nedeniyle onları uygulama

biçimini bilmiyoruz. “64

Condillac, filozofların genel ilkeler bulmak için çalışma odalarından

çıkmaları gerektiğine inanır. Dışarı çıktığında birçok konunun yabancısı

olduğunu far edecektir. Örneğin cisimlerin ağırlığı her zaman incelenen bir

olaydır ama ancak günümüzde bir ilke olarak kabul edilmiştir, der.

64 a.g.e.,s(482)

56

II.BÖLÜM

E.B. CONDİLLAC’IN BİLGİ ANLAYIŞI

II.I. Condillac’a Göre Bilgi Nedir?

Condillac’a göre bilgi, dış dünyadaki nesnelerin duyumlar üzerindeki

etkilerinin zihindeki izlenimleridir. Bilgiyi veren duyumlardır. Ancak duyumlar

sayesinde zihnimiz şekillenir. Bilgi deneyimsel bir kavrayıştır. Deneme

yanılma ile bilgileri kazanmaktayız. Deneyimlerimiz sonucu ruhumuzda

oluşan intibalar bir anlam kazanır. Zihnimiz duyulardan gelen verileri

anlamlandırmada deneyimler ve hissettiğimiz haz ve elem duygusuyla

yorumlar.

Bilgi, objenin(bilinen) suje(bilen) üzerinde bıraktığı izdir. Condillac’ın

bilgi anlayışında suje gerçekte dış dünyanın varlığını sadece dokunma

duyusuyla kavraya bilir. Diğer duyu organlarımız bu bilgiyi bize veremez.

Bizde dışlık duygusunu uyandıran tek duyu dokunma duyusudur. Diğer

duyularımızı eğiten bu duyudur. Bir şeyi görsek, duysak, tatsak bile dokunma

olmadan onun bizden, yani sujenin kendinden ayrı, bir varlık olduğunu

kavrayamayız.

Condillac’a göre bilgi, kazanılan bir şeydir. Sujenin duyu organları

sayesinde aldığı izlenimlerin zihinsel faaliyetler sonucu ortaya çıkardığı bir

üründür. İnsanın bir şeyi bilebilmesi için öncelikle bilgiyi algılayacak duyulara

sahip olması gerekir. Duyusal algıların zihinde anlamlandırılması onların

bizde hissettirdiği hazlara göre şekillenir. Hoşumuza giden şeye iyi,

hoşumuza gitmeyen şeylere de kötü adını veririz. Hazlar ve elemler

ihtiyaçlarımıza göre oluşur. Zevkten alacağımız hazzın şiddeti ona olan

ihtiyacımıza göre değişir. Mutluluğumuzun kaynağı da buradadır.

57

Eğer tek bir duyu organımız olsaydı, bütün varlığımız, bütün bilgimiz

ve bütün hazzımız tek bir duyumdan ibaret olacaktı. Duyulmadıkça ve bir

takım arzular hissetmeye başladıkça deney deneye bunları öğrenir onları

sıraya koyarız. Bu şekilde ihtiyaçtan ihtiyaca, hazdan hazza, bilgiden bilgiye

geçeriz.

II.II.Condillac’a Göre Bilginin Kaynağı Nedir?

Condillac’a göre bilginin kaynağı duyumlarımızdır. Bilgimizin tek

kaynağını duyumlara özellikle de dokunma duyusuna indirgeyerek bu konuda

sade bir anlayış geliştirmiştir. Her şeyi basit bir tek ilkeyle yorumlama

çabasındadır.

Bilginin kaynağını duyumlar olarak gören Condillac dış dünyanın

varlığından sadece dokunma duyusu sayesine emin olabileceğimizi söyler.

Fakat dış dünyanın gerçekten var olup olmadığı sorununun kendini

ilgilendirmediği düşüncesindedir. Hissettiği hoş ve nahoş duyumları

olduğunu, bunları da kendi yaşantısını devam ettirecek kadar bilmesinin

yeterli olduğu görüşündedir.

Condillac bu konuda şunları söyler; hakikatte duyulara çarpan eşya

hakkında edindiğim fikirler müphemdir; bunların arasındaki bağlantıların az

çok şöyle böyle, farkına varıyorum. Fakat seçik fikirlere sahip olmam ve daha

doğru olan bağlantıları fark etmem için birkaç soyutlamada bulunmam bana

yetiyor. Hemen iki türlü hakikat görmüş oluyorum, bunlardan bir bölümü var

olmaktan çıkabilirler. Bir bölümü de vardır ve daima var olacaklardır.

II.III. Condillac’a Göre Bilginin Sınırları Nedir?

Condillac’a göre bilgi duyuların bize iletmiş olduklarıyla sınırlıdır. Bilgiyi

bana sağlayan duyularsa benim dış dünya ile olan irtibatımı da sağlayan

gene duyularımdır. Dış dünyayı deneyimlerimle keşfetmekteyim. Bu

58

deneyimlerle hüküm verme alışkanlığı kazanırım. Bu hükümler hissettiğim

haz ve elem duygusuna dayanır. Hafızamız burada çok önemlidir. Çünkü

edindiğimiz bilgileri hatırlayamasaydık hiçbir şey bilemezdik. Zihinsel

faaliyetler sayesinde daha fazla fikir üretebiliriz.

II.IV. Condillac’a Göre Bilginin Doğruluğunun Ölçütü Nedir?

Duyularımız kendi başlarına ancak kendilerinin karşılaştığı değişmeler

hakkında bilgi verebilirler. Dış dünyanın varlığını dokunma duyusuyla

algılarız, fakat duyularımızın yanıltıcı olabileceği gerçeğini düşününce aslında

dış dünyada algılamış olduğumuz nesnelerin varlıkları hakkındaki

bilgilerimizin doğruluğu şüpheli hale gelir.

Başka nesnelere olan bağımlılığımız onlardan şüphe etmemize imkan

bırakmaz. Fakat, yine de onların mahiyetini bilemeyiz. Tek bileceğimiz şey

onlara cisimler adını verdiğimizdir.

Condillac heykel örneğiyle bilginin nasıl kazanıldığını anlatırken şu

örneği verir; heykel, bir cismin üç köşeli olduğunu fark ettiği vakit, yanlış

olabilecek bir hüküm verir, zira bu cisim biçim değiştirebilir. Fakat bir üçgenin

üç kenarı bulunduğunu fark ettiği vakit onun hükmü doğrudur ve daima doğru

kalacaktır. Çünkü üç tane kenar üçgen fikrini verir. 65

Şimdi de Condillac’ın bilgiyi kazanma sürecini heykel örneği üzerinde

nasıl izah ettiğini inceleyelim.

Öncelikle Condillac duyu organlarımızı dış dünyadaki nesneler

hakkında hüküm veremeyen duyular ve dış dünyadaki nesneler hakkında

hüküm veren tek duyumuz diye ikiye ayırır. Bu ayrımı yaparken öznenin

kendi dışındaki var olan nesneyi kavrayabilmesinin tek koşulu olarak duyu

65 CONDILLAC.E.B.,a.g.e.,s(332)

59

organımızın olması gerektiğini göz önünde bulundurarak yapar. Dokunma

duyusunun ne kadar gerekli ve önemli olduğunu vurgular. Biz ancak

dokunma duyumuz sayesinde kendi bilincimizin dışında bir dünyanın

varolduğunu fark edebiliyoruz. Condillac bu nedenle açıklamasına başlarken

ilk önce tek tek diğer duyuların nasıl çalıştığını anlatıyor. Daha sonra bu

duyuların bilgi edinmede ne kadar yetenekli olsalar da dokunma duyusu

olamadan tam bir bilgi edinemeyeceklerini gösteriyor. Hatta diğer duyulara

nasıl bilgi kazanılacağını dokunma duyusunun öğrettiğini söyleyerek bir nevi

bilginin kaynağını tek bir duyuma indirgemiş oluyor. Bu şekilde felsefesini

olabildiğince öz bir hale getirmiş oluyor.

A.Dış Nesneler Hakkında Hüküm Veremeyen Duyulara Dair

a.Koku Alma Duyusu

Kendisinde yalnız koku alma duyusu bulunan heykelimizin bilgileri yalnız

kokuları kavrayabilir. Bu heykelde ne uzam, ne şekil fikirleri vardır, ne de

kendi dışında ya da duyularının dışında bulunacak her hangi bir şey

hakkında hiçbir fikir olamaz; sadece renk, ses, tat fikirleri bulunur. Eğer

kendisine bir gül gösterirsek, o bize göre, bir gül koklayan bir heykel olur;

fakat kendisine göre, yalnız bu çiçeğin kokusu olur. 66

İlk kokuyu aldıktan sonra heykelimiz haz ve elem duymaya başlar. Hoş

bir koku ise hoşlanma, kötü bir kokuysa azap denilen şey ortaya çıkar. Bu

durumda heykelin karşılaşabileceği değişmeler hakkında henüz bir fikri

yoktur. Haz onu hiç bilmediği bir acıdan korkutamazsa, elem de hiç bilmediği

bir tadı arzu ettiremez. Kendi değişmelerinden hiçbir hatıra kalmasaydı her

defasında kendisinin ilk değişmeyi duyumladığını sanacaktı. Kokudan az

veya çok onda bir intibaa kalır. İşte bu durum hafızadır. Yeni bir kokuyu 66 a.g.e.,s(53)

60

aldığında önce ki almış olduğu kokuyu hala muhafaza eder. Koku alma gücü,

hafıza ile koku alma duyumu arasında paylaşılmaktadır.

Demek oluyor ki; kendi üzerinde bir başka cismin yapmış olduğu intibaa

ve daha önce başka bir cismin duyumunda bıraktığı hatırası şeklinde iki

varolma tarzı mevcuttur. Bu ikisini birbirinden şiddetli duyumsaması

sayesinde ayırt edebilir. Heykel, kendi koku alma tarzlarından birine göre

etkin, ötekine göre edilgendir.

Bir duyumu hatırladığı vakit etkindir, çünkü bu duyumu kendisine ileten

neden, yani hafıza kendisindedir. Bu duyumu aldığı anda ise edilgendir,

çünkü oluşturan neden kendisinin dışındadır. Yani kendi dışında bulunan

kokulu cisimlerdir. Heykel ister duyumu duysun ister hatırlasın bu ikisi

arasındaki farkı sezemez o kendi yaptığı şeyler olduğunu zanneder.

Heykel değişik kokular aldığı zaman kıyaslama yapabilir. Kıyaslama

olduğu andan itibaren de hüküm verebilir. Hüküm, karşılaştırılan iki fikir

arasındaki bağıntıdan başka bir şey değildir. Verdiği hükümlerden hiçbirine

takılıp kalmaz, değiştikçe kendini değişmeye yatkınlaşmış görür.

Birçok koku arka arkaya geliyorsa bunlardan son duyumladığı kokunun

bıraktığı intibaa en kuvvetli olandır. İlk kokuların intibaa ise giderek zayıflar.

Hafıza, bir bakıma zincir vücuda getiren fikirler silsilesidir. Haz ve elem

duygusunun şiddetine göre hafıza kalışına etkisi olur. Hazlar ve elemler iki

türlü olmaktadır; gövdeye ait olanlar, bunlar duyulur şeylerdir; diğerleri hafıza

ve ruhun bütün melekelerinde bulunanlar, bunlar akla veya ruha ait şeylerdir.

Fakat bu farkı heykel sezemez, aslında bunların hepsi de akla veya ruha ait

şeylerdir. Çünkü duyan sadece ruhtur. Bunların tek vesile nedeni ise

gövdedir.

Bir fikir heykelde nakşolduğu vakit, o demek değildir ki, bu fikir gövdede

veyahut ruhta barınıp kalmış olsun. Çünkü bunun fizik ve vesile nedeni olan

61

hareket beyinde husule gelir. Fakat burası, hafızanın mekanizması

hakkındaki tahminleri yürütme yeri değildir. Biz kendi duyumlarımızın

hatırasını saklarız. Uzun zaman bu duyumları düşünmemiş olarak kaldıktan

sonra bunları hatırlarız. Böyle olması için bu duyumların bizim üzerimizde

canlı bir intibaa bırakmış olması veya bunları birçok kere duymuş olmamız

yeter. 67

Birçok alışkanlık edinebiliriz, dikkat etme alışkanlığı, kıyaslama

alışkanlığı, bir hüküm verme alışkanlığı, tahayyül etme alışkanlığı ve farkına

varma alışkanlığı gibi fakat bunları ara sıra tekrar edilecek fiillerle

yenileştirmezsek yok olup giderler. Duyumlarımızı sıraya koyarak

alışkanlıklarımızı kuvvetlendirip genişletebiliriz.

Soyutlamak, tabii olarak bağlanmış göründüğü bir başka fikirden bir fikri

ayırt etmek demektir. Yalnız koku alma duyusu olan heykelin aynı cinsten

birçok çiçeği koklaması sonucunda duyacağı aynı varolma tarzıdır. Çünkü bu

onun hakkındaki özel bir fikirdir. Mesela bir menekşenin kokusu soyut bir fikir

olamaz, çünkü o menekşenin varolduğunun bilgisine sahip değildir. Yaptığı

bütün soyutlamalar az veya çok hoş veya nahoş olan değişmelerin fikrinden

ileri gitmez.

Bu heykelin sahip olduğu bir başka fikir de sayı fikridir. Bir duyumu her

duyduğunda, her hatırlayışında bir fikrini ve hafızası kendine iki, üç varolma

tarzını her hatırlayışında iki, üç fikrini verir.

Kokladığı iki kokuyu birbirinden ayırt edemez. Koku alma duyusu ona

ancak bir fikrini verebilir, sayı fikrini ona hafıza verebilir. Ama bu konudaki

bilgilerini pek uzağa götüremez. Yapabileceği muhakemelerde bir tek sayı

bulunur, hafıza bundan sonrası için müphem birçokluk kabul eder. Sonsuz

fikri ortaya çıkar. 67 a.g.e.,s(77)

62

Bir kokudan başka bir kokuya geçiş heykele geçmiş fikrini verir.

Gelecek fikrinin oluşması için aynı durumları sırasıyla duymuş olması ve bir

değişmeden sonra başka bir değişmenin olacağına dair alışkanlığının

bulunması gerekir.

Süre fikri heykel için mutlak değildir. Süre sadece fikirlerin birbirinin

ardından yavaş veya hızlı ortaya çıkmasıyla ilgilidir. Buna faraziye ile kanaat

getirilebilir.

b. İşitme Duyusu

Cisimler kulakta iki türlü duyum meydana getirir. Kulak, bir sesle bir

başka ses arasındaki belli bir bağıntıyı sezecek gibi kurulmuştur. Burun için

koku neyse kulak için de ses odur.

Kulağın duyduğu hazlar seslerdeki ahenge dayanır. Sesler, kokuya

kıyasla, heyecanlandırmaya daha elverişli oldukları için hüzün ve neşe

vericidirler. Kulağın hazları da kokudaki gibi en ufak bir duyumla başlar.

Müzik heykelin hoşuna gider. Müzikten alınan haz, gürültüden alınan hazdan

daha üstündür.

Bu duyular, ayrı ayrı ele alındığı andan itibaren, dışarıdaki her hangi bir

şey hakkında heykelimize bir fikir vermedikleri gibi, bunlar bir araya geldikten

sonra da hiçbir fikir vermezler. Hem koku hem işitme duyusuna sahip

olduğunda aynı melekeleri edinecektir. Fakat bir tek duyu ile olduğundan

daha fazla soyut fikre sahip olacaktır.

c. Tat Alma Duyusu

Tat alma duyusu, olağan olarak, onun mutlu ve mutsuz olmasına, koku

alma duyusundan daha çok yardımda bulunur. Çünkü tatlar genel olarak

63

kokudan daha kuvvetli baskı yaparlar. Tat alma duyusu, ahenkli seslerden de

daha çok etki eder. Çünkü besin ihtiyacı kokuları ona daha zaruri bir duruma

getirir.

Bu duyuların birleşmesi, heykelde fikirlerin zincirini daha da genişletir ve

değişiklik yapar. Ondaki isteklerin sayısını arttırır. Kendisine yeni alışkanlıklar

edinir.

d. Görme Duyusu

Görme duyusu erişip dokunamadığı uzaklıklar hakkında bize fikir

vermektedir. Heykelimiz yalnızca ışık ve renkleri görür. Kendi dışında

herhangi bir şeyin bulunduğuna dair hüküm veremez. İlk baktığı anda

gözünün içine yayılan renkler arasında farkına özel olarak vardığı bir renk

vardır. Her şeyi aynı derecede görecek olsaydı hiçbir şeyi ayırt edemezdi.

Kırmızı dikkatini en çok çekecek renk olacaktır. Göz yorulunca dikkatini

başka renge çevirir, bu renk sarı olabilir. Fakat ne kırmızıyı ne de onun

verdiği hazzı unutur.

Şekiller heykelin duyumlarında saklıdır. Fakat tecrübemiz bize

duyumlarımızın kendilerinde bulunan fikirlerin hepsinin bizde bulunmadığını

gösterir. Dairenin bütününü veya bir karenin bütününü kavramak için

verdiğimiz hükümlerin farkında olmadığımız muhakkaktır. Fakat biz, renkleri

bizim dışımızda gösteren hükümlerin de farkında olmayız. 68

Görme, koku alma, işitme ve tat alma duyularının bir araya gelmesi,

heykelimizin var olma tarzlarını arttırır. Fikirleri daha da gelişir. Dikkatinin,

hazlarının ve arzularının konuları artar. Fakat hiçbir şey onu, dışarı çevirecek

kadar, kendinden koparıp alamaz.

68 a.g.e.,s(137)

64

B. Dış Nesneler Hakkında Hüküm Verebilen Tek Duyuya Dair

a. Dokunma Duyusu

Sadece dokunma duyusuna sahip olan heykelimiz yaygın olduğunu

fark etmez. Soluk alıp vermesinin farkındadır. İlk duygusu budur. Kendisine

dokunduğumuzda bile uzam fikri oluşmaz. Elini kolunu hareket ettirsek bile

yer kapladığını fark etmez. Duyumlarımızdan, cisimlerin bilinmesi işine,

ancak bunların uzamı meydana getirmeleri ölçüsünde geçebiliriz.

Duyumlar yalnız ruha aittirler. Birçok kimsenin yaptığı ilk buluş kendi

gövdesini bulmasıdır. Bu buluşu yapan aslında kendisi değil, bunu yapılmış

olarak gösteren tabiattır. Fakat duyumlarını ruhuna ait değişimler olarak

sezmeseydi tabiat ona kendi gövdesini gösteremezdi.

Tabiat heykelin üzerine etkide bulundukça heykelde bir takım fikirler

belirecektir. Bunlardan biri içine girmemezliktir. Bu bir duyum değildir. Fakat

cisimlerin üzerimizde meydana getirdikleri duyumların sonucudur.

Katılık bu sonucu çıkardığımız bir duyumdur. Eliyle vücuduna dokunan

heykel kendi bedeninin farkına varır. Bu ise benliktir. Heykel kendinin katı bir

şey olduğunu anlar ve her şeyde kendini bulamayınca şaşırır. Katılık, sıvılık,

sertlik, yumuşaklık, hareketlilik ve hareketsizlik onda bir takım hoş duygular

uyandırır. Nesnelere dokundukça onları kıyaslar ve bir takım fikirler edinir.

Dokunma duyusundan gelen duyumlar iki türlüdür: bir kısmı uzam, şekil,

uzay, katılık, sıvılık, sertlik, yumuşaklık, hareket ve hareketsizliktir. Öteki

kısmı da sıcaklık ve soğukluk ve türlü türlü haz ve elemlerdir. Bu berikiler

arasındaki bağıntılar belirsizdirler. 69

69a.g.e.,s(205)

65

Dokunma duyusu diğer duyulara dış nesneler hakkında hüküm

vermeyi nasıl öğretir?

Bir çiçeğin kokusunu alıp ona dokunduktan sonra diğer şekilde

kokusunu aldığımız nesneleri dokunma duyumuzu kullanarak birbirlerinden

ayırt etmeye başlarız.

Bütün dikkatini bu duyguya verir, ne gibi bir şiddetle bu duygunun

arttığını gözetler, derecelerini tahlil eder, bunları, çiçeğin kendi yüzünden

uzakta bulunduğu türlü noktalarla kıyaslar ve kokulu cisim kendisine

dokunduğu vakit koku alma örgeni bununla daha çok karşılaştığı için de bu

örgende yeni bir duyu bulunur.70

Bu deneyişlerle yeni baştan başlar: çiçeği bu yeni örgene yaklaştırır, bu

yeni örgeni çiçekten uzaklaştırır: Hazırdaki çiçeği, husule gelmiş olan duyu ile

kıyaslar; hazır olmayan çiçeği de sönmüş olan duygu ile kıyaslar: Bu

duygunun kendisine çiçekten geldiğine kanaat getirir, kendisini bu çiçekte

olduğuna hüküm verir. 71

Bu hükmü tekrar ede ede o, bu duyguyu duymakta bulunduğu aynı

zamana ilettiği büyük bir alışkanlık da edinir. Bu andan itibaren kendini

duyumla o kadar çok karıştırır ki artık kendisini bu duyumdan ayırt edemez

olur. Kokunun çiçekte olduğuna hükmedemez olur. Kokunun çiçekte

olduğuna hükmetmekte artık yetinmez, kokuyu çiçekte duyar.72

Koku duyusunun yanına işitme duyumuzu da eklediğimiz de aynı koku

duyusu gibi cisimleri işitme organımıza yakınlaştırıp uzaklaştırdıkça onun

hakkında bir takım fikirler ediniriz.

70 a.g.e.,s(220) 71 a.g.e.,s(221) 72 a.g.e.,s(222)

66

Heykel, elinin yetişebildiği nesneler üzerinde denemelerde bulunmaya

başlar. Sonunda da önce, kulağına gelen her gürültüde, bu gürültüyü çıkaran

cismi tutmak için yalnız elini uzatıvermesinin bu işe yetebileceğini sanır: zira

bu cismin daha uzakta bulunduğuna hüküm vermesini henüz öğrenmiş

değildir. Fakat bu işte aldanmamış olduğu için bir adım atar, ikinci bir adım

daha atar ve ilerledikçe de gürültünün, bunu husule getiren cismin olabileceği

kadar yakında bulunacağı ana kadar çoğaldığını sezer. 73

İşitme duyusunun ayırt etme kabiliyeti sınırlı olduğu için dokunma

duyusuna ihtiyacı vardır. Çünkü dokunma duyusunun kendisinin de ayırt

etme kabiliyeti sınırlıdır.

Görme duyusunun çalışabilmesi için ışınlara ihtiyacı vardır. Fakat göz

kendiliğinden, ışınların uzunluğu hakkında bilgi sahibi olamaz.

İster tesadüfle, isterse de, çok sert bir ışığın yol açmış bulunduğu bir

elem dolayısıyla olsun, heykel elini gözlerine götürür, renkler de hemen silinip

yok oluverir. Elini geri çekince renkler yeni baştan husule geliverir. Bu andan

itibaren artık o, bunları kendi varolma tarzları olarak sanmaktan vazgeçer.

Ona öyle gelir ki, parmaklarının ucunda dokunduğu nesneleri duyduğu gibi

gözlerinin ucunda duyduğu şey de ellenemez bir şeydir. 74

Locke’a uyarak, bütün bilgilerimizin duyulardan geldiklerini tekrar etmek

yetmez; eğer bunların duyulardan nasıl geldiklerini bilmezsem, nesnelerin

bizim üzerimizde bir takım intibalar yapmaları anından itibaren, bizde

duyularımızın kapsayabileceği bütün fikirlerin bulunacağı inanacağım,

dolayısıyla da aldanacağım……..öyle görünüyor ki görmek ile bakmak

arasında bir fark olduğu bilinmemektedir; bununla beraber biz görür görmez,

73 a.g.e.,s(228) 74 a.g.e.,s(232)

67

bir takım fikirler edinmeyiz, ancak düzen ve metotla baktığımız ölçüde bu

fikirleri ediniriz. Tek bir sözle, gözlerimizin tahlil yapması gerekir. 75

Condillac, dokunma duyusunun gözleri nasıl eğittiğini şu şekilde anlatır;

heykel elini gözüne doğru yakınlaştırıp uzaklaştırır, gördüğü şey bundan

dolayı karanlık ya da aydınlık olur. Elinin hareketinin bu değişikliklerin nedeni

olduğunu fark ettiğinde bu yüzeyin kendi yakınında olduğunu düşünmeye

başlar.

Elini bir yüzey üzerinde dolaştırıp durur ve bir başka rengin üzerinde

kımıldayan ve kaybolan rengi gördüğünde hareketsiz rengin cismin

yüzeyinde olduğunu kımıldayan rengin de eli olduğunu kavrar. Etrafındaki her

şeye dokunup dokunamayacağını araştırır. Elin rengi başka bir cisme rastlar,

gözü bir başka yüzey görür, aynı deneyişler ve aynı hükümleri verir. Böylece

ayırt etmeye başlar.

Gözler bu hareketi yapmaya alışırlar. Gözün bir küreyi algılaması ancak

dokunması ile mümkün olabilir. Heykel bir şeklin tümünü görebilmek için

hafızaya ihtiyaç duyar. Gözler ışığı ve renkleri bunların bulunacakları yeri

dokunma duyusunun kendilerine öğrettiği yerde görürler.

Kendisinden uzakta bulunan nesnelerin varlığını daha önce yapmış

olduğu deneyişler sayesinde fark eder. Fakat gerçek büyüklükleri hakkında

hüküm veremez. Ancak ulaşabilmiş olduğu nesneler hakkında hüküm

verebilmektedir. Nesneye yakınlaşıp uzaklaşmak neticesinde uzay fikri

doğmaya başlar.

Heykelimiz gözlerinde, uzayın derinleştiğini görünce, uzaklıkları

dolayısıyla da büyüklükleri daha ince görmek için bir imkân daha kazanmış

olur. Bu ise, kendisi ile kendisinin gözetlediği nesne arasında bulunan 75 a.g.e.,s(235)

68

nesnelere bakmasıdır. Kendisi bu nesnede kırlar, ormanlar ve ırmaklar

arıyorsa o bu nesneyi daha uzakta ve daha büyük görür. Zira kırların,

ormanların ve ırmakların kapladığı yer kendisince bilindiği için kendisinin

bunlardan ne kadar uzakta bulunduğunu belirlemeye bu bilgi bir ölçü olur. 76

Demek oluyor ki, uzaklıkları gözle oldukça iyi bir şekilde ayırt eder; görme

kabiliyeti ise, oradaki cisimleri artık görmez olduğu ve ancak dokunma

duyusunun büyüklüklerini kendisine öğretmiş olmadığı cisimleri fark ettiği

yere kadar gider. 77

Bununla beraber, büyüklükler ile senli benli olunca bunları kıyaslar,

dolayısıyla bu kıyaslama, bunlar hakkında verdiği hükümler üzerinde etkide

bulunur.

İlk anlarda bir nesne hakkında ne tamamen büyük, ne de tamamen

küçük olduğuna dair hüküm veremez; fakat bu konuda kendisi için daha senli

benli oldukları için kendisine göre öteki büyüklüklerin hepsinin ölçüsü olan bir

takım büyüklüklere göre hüküm verir. Mesela, kendinden yüksek olan her

şeyi büyük ve kendinden alçak olan her şeyi de küçük görür.

Gözle uzay, uzaklıklar, konumlar, şekiller, büyüklükler ve hareket

hakkında heykelin hüküm vermesini öğrendiği vasıtalar ve çareler bunlardan

ibarettir. Gözlerini ne kadar çok kullanırsa, bunları kullanmak da kendisine o

kadar kolay gelmeye başlar. Gözler, hafızayı en güzel fikirlerle zenginleştirir,

öteki duyuların eksiklik ve aksaklığını giderir, bunların kavrayamadığı

nesneler hakkında hüküm verir ve ancak muhayyilenin telafi edebileceği bir

uzaya dikelip kalırlar. Bundan dolayı da bunların fikirleri, öteki her türlü

fikirlere o kadar kuvvetle bağlanır ki artık heykel için hemen ışık ve renge

76 a.g.e.,s(257) 77 a.g.e.,s(258)

69

gark etmeden kokulu, sesli veya dokunulabilir nesneleri düşünmek aşağı

yukarı mümkün olmaz. 78

Bu şekilde görme duyusunun dokunma duyusunun verdiği bilgi

sayesinde bizim daha doğru fikirler edindiğimizi açıklamış olur.

Kokular ve sesler, renklerle karışmaksızın ilerleyip yayıldıkları içindir ki o

işitme duyusu ile koku alma duyusuna ait olan şeyi pekiyi fark eder. Fakat

görme duyusu ile dokunma duyusu, biri bize ışık ve renk fikirlerini vermek

öteki de, büyüklük, şekil uzaklık ve konum fikirlerini vermek için hep birlikte

çalıştıkları için biz bu duyumlardan her birine ait olan şeyi güçlükle ayırt

ederiz ve bunlardan yalnız birisine, hepsine mal edeceğimiz şeyi mal edip

çıkarız. 79

Condillac bu ifadelerini açıklayacak güzel bir örnek verir:

“Kör doğmuş, şimdi yetişkin birisinin, aynı madenden ve yaklaşık aynı

büyüklükte bir küp ve bir küreyi eliyle yokladığı zaman bunlardan hangisinin küp

ve hangisinin küre olduğunu söyleyebilecek durumda olduğunu varsayalım. Yine,

küple kürenin bir masaya konduğunu ve kör adamın gözlerinin açılmış olduğunu

kabul edelim. Adam onlara dokunmadan, yalnızca görmeyle, onları ayırt edebilir

ve hangisinin küp hangisinin küre olduğunu söyleyebilir mi? bu sorunun cevabı

hayır olur. Çünkü o, bir küre ve bir küpün dokunma duyusunu nasıl etkileyeceğini

bilmektedir; fakat dokunma duyusunu etkileyen şeyin görme duyusunu nasıl

etkilediğini bilmemektedir. Küpteki, elini değişik biçimde etkileyen çıkıntılı açının,

göze, küpte olduğu gibi görüneceğinin deneyini henüz yapmadığı için bilmesi

olanaksızdır.” 80

Locke’a göre, nesneler zihinlerimizde ideler üretirken zihinlerimize

bitişmediklerine ve yine de onlardan duyu alanımıza düşenlerde bu birincil

nitelikleri algılayabildiğimize göre, onlardaki kimi devimlerin, bedenlerimizin

78 a.g.e.,s(259) 79 a.g.e.,s(261) 80 LOCKE, John, a.g.e.,s(106)

70

kimi bölümlerini etkileyerek, sinirlerimiz yada diriksel güçler yoluyla beyinde

yada duyum merkezinde sürmesi ve zihnimizde onların bizdeki özel idelerini

yaratması gerektiği açıktır. Cisimlerin gözlemlenebilir büyüklükteki uzam,

kılık, sayı ve devimleri uzaktan görme yoluyla algılanabildiğine göre de,

onlardan tek tek duyulamaz bir takım cisimciklerin gözlere gelmesi ve beyne,

onların bizdeki idelerini üreten bir devim iletmeleri gerektiği açıktır.

Renk ve kokular için söylediklerim tatlar, sesler ve öteki duyular nitelikler

için de söylenmiş sayılabilir; bunlar, onlara yanlışlıkla nasıl bir gerçeklik

yüklersek yükleyelim, gerçekte nesnelerdeki, bizde değişik duyumlar üretme

gücünden başka bir şey değildirler ve söylediğim gibi birincil niteliklere, yani

parçaların oylum, kılık, doku ve devinimine bağlıdırlar.81

Locke, benliğimizle dış alemin ilişkisine dair önemli bir şey

söyleyemiyor. Fakat söyleyebilmiş olanı da göremedik. Dolayısıyla o

muamma olanca bilinmezliğiyle kapalı duruyor.

Yani biz -Locke’un dediği gibi – yalnız eşyanın keyfiyetlerine bağlı

olabiliyorsak, hakikatine ilişkin eşyanın ilim hâsıl edebilmekten ilelebet meyus

olacağız demektir. O halde ruhumuzla harici dünyanın münasebeti ve

münasebetle tahsil edebileceğimiz ilmin doğruluğu, kıymeti hakkında ne

diyebileceğiz? Böyle bir bilginin şeylerin özüne tamamen mutabakatını nasıl

tahkik ve ne ile ispat edeceğiz? Şeylerin tözselliğini bilmedikçe buna olanak

olabilir mi?

Heykel yalnız, dokunduğu cisimleri görseydi ve yalnız göreceği cisimlere

dokunsaydı görme duyusunun duyumlarını dokunma duyusunun

duyumlarından ayırt etmek onun için imkânsız olurdu. Elleri kendisine hem

görür, hem de dokunur gibi gelecekti.

81 a.g.e.,s(107)

71

Malebranche, çevremizdeki nesnelerin büyüklüğü, biçimi, hareketi ve

renkleri hakkında bir anda yalnız Tanrı bize bilgi verebilir, der. Locke ise

bunun alışkanlık sonucu kazanılan bir bilgi olduğunu savunur.

Oysa konuları, büyüklükleri ve uzaklıkları ayırt edecek bir gözün şekilleri

ayırt edemeyeceğini söylemek tezada düşmek demektir. Diğer Locke’un

gözden kaçırdığı noktanın da tecrübesi olmayan gözlerin ışığı verenleri

ancak kendilerinde görecekleridir. Dokunma duyusunun da yalnız başına bu

gözlere dışarıda görmesini öğretebileceğidir.

Heykelimiz hem dokunma duyusundan hem koku alma duyusundan aynı

zamanda faydalandığı vakit, bu duyularla olan bağıntılarına dayanarak

cisimlerin özelliklerini fark eder ve dolayısıyla da, iki duyum hakkında genel

birer fikir edinir ki bu duyumlar dokunma duyusunun duyumlarıdır. Zira o bu

sırada, bu kadar farklı örgenler üzerinde olup biten intibaları bir tek sınıfta

toplayamaz. Bu iki duyuya biz işitme duyusunu görme duyusunu ve tat alma

duyusunu karıştırdığımız vakit de durum böyledir. Demek oluyor ki heykelimiz

kendisinde genel olarak, beş türlü duyum tanır. Cisimlerin kendi üzerinde

meydana getirdikleri intibaların hepsinden yalnız bir zümre teşkil edecektir.82

Bu fikir ise, heykelin üç duygusu varken yalnız iki duygusu bulunduğu

zamankine göre daha genel olur. Dört duyusu varken yalnız üç duyusu

bulunduğu zamankine göre daha genel olacaktır.

Dokunma duyusundan mahrum kalınca o, öteki duyulardan hiçbirisini

kullanamaz bir durumdaydı. Dolayısıyla da bir koku bir ses, bir renk ve bir

tadı kendisine var gösterebilecek bir kuvvetle muhayyilesinin etkide

bulunmuş olması ölçüsünde bunlardan bir zevk elde edebilirdi. Fakat şimdi

kokulu, sesli, dokunabilir ne tadı olan cisimler hakkında bilgi ve bunların

farkına varmaktaki kolaylık; artık muhayyilesinin aynı çabaları yapmaya 82 CONDILLAC,E.B, a.g.e.,s(291)

72

ihtiyacı olmayacak kadar, arzu ettiği şeyi elde etmesi için, kendisine yarayan

pek elverişli birer vasıtadır. Bundan dolayı da bu cisimler ne kadar çok

kendisinin ulaşabileceği bir yerde olurlarsa bilinmelerine yol açmış bulunan

duyumlar üzerinde muhayyilesi o kadar daha az çalışır.

Demek oluyor ki muhayyilesi faaliyetini yitirecektir. Fakat mademki koku

alma duyusu, işitme duyusu, görme duyusu ve tat alma duyusu bundan

dolayı daha çok yatkınlaşmış olacaklardır. Öyleyse bunlar daha ince ve daha

geniş bir ayırt etme kabiliyeti edinmiş bulunacaklardır. Böylece bu duyguların

dokunma duyusu ile birleşimleriyle kazandıkları şey muhayyileden yana

yitirmiş olduğu şeyden dolayı heykelin zararını karşılayıp dengelemiş olur.83

Dokunma duyusu öteki duyuları olgunlaştırıp yetiştirmiş olduktan sonra

bunlara her hangi bir yardımda bulunabileceği her defasında bunlarla birlikte

çalışmaya devam eder. Bu duyguları ilgilendiren her şeye karışır, kendilerine

hepsinin de karşılıklı olarak yardımlaşmalarının öğretir ve bütün

örgenlerimizin bütün melekelerimiz korunup kalmamıza yarıyan nesnelere

doğru yönelip gitmek alışkanlığını ona borçludur.

“Gözlerimizde renkleşen ellerimde katılaşan bu kendim ilgilendiği ve

kendilerine varolduğuna inandığı bu cismin bütün bölümlerine bu gün kendisiymiş

gibi bakacak kadar acaba kendi kendini daha mı iyi tanıyıp silmektedir? Bunların

benim olduklarını biliyorum, fakat anlayamıyorum, kendimi görüyorum, kendime

dokunuyorum, bir tek sözle kendimi duyuyorum fakat ne olduğumu bilmiyorum ve

eskiden kendimin ses, tat, renk, koku olduğunu sanmıştım ama şimdi artık

kendimi ne sanacağımı da bilmiyorum.”84

Bütün bu faraziyeler, bütün bilgilerimizin duyulardan geldiğini

göstermektedir. Öteki duyuları yetiştirip bilgilendirdiği için dokunma

duyusundan gelişir. Heykelimizde yalnız bir takım duyulardan başka bir şey

83 a.g.e.,s(292)

84 a.g.e.,s(353)

73

olmadığını farz ederken eğer o bir takım arzular beslemiş ve boyun eğdiği

veya karşı koyduğu bir takım tutkulara kapılmışsa en sonra da eğer onun

melekelerimizin gelişmesinde haz ve elem tek ilke ise bizde ilk önce yalnız bir

takım duyumların bulunmuş olduğu ve bilgilerimizle tutkularımızın duyguların

intibalarıyla birlikte oluveren hazlarla elemlerin sonucu bulundukları vargısına

varmak akla uygun düşer.85

Condillac’a göre yaşamak haz duymaktır. Sadece görme, işitme, tatma,

koku, dokunma duyusu ile zevk almayız, hafıza, muhayyile, düşünüş,

tutkular, ümit ile de yani bütün insanlardaki faaliyeti bir değildir. İnsanlar

arsındaki farkı ortaya çıkartan bu duygularıdır. Hayat ise haz ve zevkin

konularını en çok artırmasını bilen kimse için en uzun olur.

Condillac bütün duyu organlarını kullanabilen bir insanın bilgiyi ilk

kazanmaya başladığı andan itibaren nasıl düşünüp, nasıl gelişim

göstereceğini şu şekilde açıklar:

Bilgilerimizi teorik ve pratik bilgiler olmak üzere ikiye ayırabiliriz. Bizi bir

dil kullanmaya muhtaç eden ise teorik bilgilerdir. Teorik bilgilerimiz bir sürü

seçik fikirlere dayanır ve bunları sınıflandırmak ve belirlemek için bir takım

işaretlere ihtiyaç duyulmuştur.

Pratik bilgiler, teorik bilgilerin aksine, bizi nasıl harekete geçirdiklerini

fark edemeden bizim hareket ve faaliyetlerimizi düzene koyarlar. Çünkü

bunlar, hükümlerimizin bir sonucu olarak edindiğimiz alışkanlıklar olduğu için

hükümlerimizle birlikte oluverir, biz de hükümleri görmeden hareket ederiz,

bunun içinde onların farkına varmayız. Dolayısıyla da bilmediğimiz bir

içgüdüye boyun eğeriz.

85 a.g.e.,s(354)

74

Condillac heykelin kendi duyularını kullanmasını nasıl öğrendiğini kötü

açıklamış olduğunu kabul eder. Heykelin fark etmediği bu hükümler onu sevk

ve idare eden içgüdüden ibarettir. Bu hükümlere dayanarak edinmiş olduğu

alışkanlıklar ise Condillac’ın pratik bilgilerden kast ettiği şeydir.

Heykel bu bilgileri kendi başına edinmez, çünkü kendisinin hiçbir

anlama vasıtası olmadığı gibi hükümleri tahlil edecek bir vasıtası da yoktur.

Ama bir takım alışkanlıkları edinmesi için hüküm vermesi yeter, dolayısıyla

da bunların farkına varmaya ihtiyacı kalmamıştır. Bir çocuk ancak,

konuşmaya başlayınca hüküm verme ihtiyacı duymasaydı, bir dil öğrenme

ihtiyacı da duymayacaktı. 86

Heykelimiz ihtiyaçlarını seçerek gidermesini nasıl öğrenir? Eğer

heykelimizin bütün ihtiyaçları tam zamanında karşılansaydı, en ufak bir

tasaya bile düşmesine izin verilmeseydi sadece var olduğu gibi kalır hiçbir

gelişme gösteremezdi. Fakat heykelin yenmesi gereken engelleri olduğunu

düşünelim, o zaman ihtiyaçlar giderilmediğinde bu durum zamanla şiddetlenir

tasaya döner sonrada elem haline gelir. Elemin şiddeti arttıkça heykelin haz

duymaya ihtiyacı artar. Yapacağı şeyi bir an evvel hırsla yapar. Heykel bir

ihtiyacını giderdiğinde rahatlar bir daha ihtiyaç duyacağını sezmez.

İhtiyaçlarını giderecek şeyleri vaktinde sezecek alışkanlığı hemen

edinmemişse bu ihtiyaçlarını giderecek tedbirleri almadığında sık sık vuku

bulduğunu ve buların sebep olduğu sıkıntıları göremez.

Ümit ve korku, bu iki tutku bazı ihtiyaçları gidermek için tedbir almasını

sağlar. Ümitliyken muhayyile heykelin önündeki bütün engelleri kaldırır,

nesneleri ona en güzel taraflarıyla gösterir. Korkudayken, bütün felaketleri

hep bir arada görür, bunlar onu tehdit eder.

86 a.g.e.,s(297)

75

Deneye deneye, ihtiyaçlarını giderebileceğini öğrenmiş olduğu için,

bunlardan hangisini seçeceğini düşünür durur. Şimdiye kadar kaçınmış veya

aranmış olduğu nesnelerin faydalarını veya mahzurlarını inceler. Çok kere

aşırı derecede acele ile karar vermiş ve kendi tutkularının ilk kıpırdanışlarına

körü körüne boyun eğmiş olduğu için düşmüş bulunduğu yanılmaları hatırlar.

Kendi kendini daha iyi idare etmemiş olduğuna hayıflanır. Edinmiş olduğu

bilgilere uyarak kendi kendini sevk ve idare etmesinin ve bu bilgileri

kullanmaya yatkınlaşıp alışarak da, kendi duygularına karşı koymayı ve

bunları yenmeyi yavaş yavaş öğrenmesinin kendine kalmış olduğunu

sezinler. Bu şekilde aklın iradesine uyguladığı baskıdan hür bir duruma

gelmek için tutkuların baskısını azaltır. 87

Bu durumda heykel, haz ve elemlerine yol açacak nesneleri; bunları

yeteri kadar iyi tanımamış olduğu için ıstırap çektiğini ve bunları daha iyi

tanıması içinde denemenin, her şeyin kendi elinde olacağını gösterdiğini

bildiği ölçüde inceler. Böylece araştırmalarının düzenini ihtiyaçları belirlemiş

olur. Demek oluyor ki bunların en şiddetlileri ve en çok sık sık vuku bulanları,

yaptığı ilk araştırmalara onu zorlayanlardır.

Bir meyveyi görmesi ona dokunması sırasında tadı hakkında bir

hüküm veremez. Bütün duyuları çalıştığında verdiği hükümler daha

öncekilere göre daha mükemmeldir.

Heykelimiz kendi fikirlerine, bunların daha önceleri sahip bulundukları

düzenden bambaşka bir düzen verir; çünkü onun melekelerine yön verip

belirleyen ihtiyacın kendisi de onu şimdiye kadar harekete geçirmiş olan

ihtiyaçlardan çok farklıdır. Henüz hiç dikkat etmemiş olduğu nesnelere, bir

çıkar umarak, göz kulak kesilir; kendine besleyebilecek nesneler ise onun

daha çok sınıflara ayırdığı nesneler olur. Bunları, aynı zamanda filan renkte,

filan kokulu, filan biçimde veya filan tatlı imiş gibi göz önünde tutarak bunlar

87 a.g.e.,s(304)

76

hakkında bir takım çapraşık fikirler vücuda getirir. Sonuç olarak da bunlar

birçoklarında müşterek olan özellikleri göz önünde tutarak bir takım soyut ve

genel fikirler vücuda getirir. 88

Bunları birbirleriyle kıyaslar, dolayısıyla da önce kendisinin en çok

hoşuna giden bir tat bulmuş olduğunu hatırladığı bu meyvelerle tercih yoluyla

beslenmesini arzular. Sonunda bu besine yavaş yavaş alışır. Buna karşı

edindiği alışkanlık bazen o kadar büyük oluverir ki, heykelin yaptığı tercihe

hazzın kendisi kadar etkide bulunur.

Demek oluyor ki heykel hükümleri, bunları kullanmaktan duyduğu

hazla karıştırır. Eğer karıştırmasaydı yalnız kendini beslemek için bir şey

yemeye meylederdi. Fakat şu: iyidir, nefistir, başka her meyveden daha iyidir,

hükmü bir meyvenin husule getirebildiği duyumu bir ihtiyaç durumuna getirir.

Bu takdirde onu beslemeye yeten şey onun zevkini sağlamaya yetmez. Onun

iki ihtiyacı vardır: birine besin mahrumluğu; ötekine de, tercih edilmeye değer

bir lezzet mahrumluğu yol açar; bu berikisi ise, ara sıra onu aldatan,

dolayısıyla da ona ihtiyaçtan fazlasını yedirten bir açlıktır.

Bununla beraber onun tat alma duyusu bazı meyvelere karşı

vurdumduymaz bir duruma gelir: bunun üzerine o, ya bu meyvelerden

tamamen tiksinir yada bunları yemek istese bile ancak alışkanlık haline

geldiği için yapar. Bu son durumda daima, eskiden tadına bakmış olduğu gibi

yine tadını alacağını umarak meyveyi yer. Buna o kadar yatkınlaşmıştır ki,

kendisinin anlayamayacağı bir hazzı yeni baştan bulacağını tahayyül eder;

bu fikir ise onun bu meyveye karşı olan arzusunun ayakta tutmaya yarar.

Ümit ettiği şeyde yanılgıya düşerse arzusu daha fazla şiddetlenir. Yeni

deneyişlerde bulunur, artık denemeye devam edemeyecek duruma gelinceye

kadar dener. Heykel bundan cezasını çeker. Çok geçmeden elem ona hazzın

88 a.g.e.,s(306)

77

amacının, sadece kendini mutlu etmek olmayıp kendisinin korunmasına

yardım etmek olduğunu kavrar.

Zahmet ve sıkıntılara ait fikri az canlı olarak uyanırsa korku zayıf olur,

dolayısıyla da, sadece az bir mukavemette bulunur. Eğer bu fikir canlı ise

korku kuvvetli olur, dolayısıyla da, ne yapacağına karar vermez durumda

daha uzun boylu kalıp gider. En sonra da, bu fikir, arzuyu tamamıyla

söndürecek kadar, şiddetle arzu edilmiş olan bir nesneye karşı bir tiksinti

duygusu uyandıracak kadar kuvvetli olabilir. 89

En çok sevdiği meyveleri seçmekte haz ve elemi aynı zamanda

gördüğü için o, daha dikkatle beslenmesini bu şekilde öğrenir ve arzularını

gidermekte daha çok engelle karşılaştıkça da bu iş onu daha büyük

ihtiyaçlarla karşı karşıya getirir. Zira besin ihtiyacının yol açmış bulunduğu

tasaya onun bir çare bulması yetmez; bundan başka, bir hazdan

mahrumluğun husule getirdiği tasayı da yatıştırması da gerekir. 90

Kendi kendine bırakılmış olan bir adamın duyumuna dair ve bu

adamın karşılaştığı güçlükler onun olgunlaşmasına nasıl etki eder:

Kendisini beslemeye elverişli olan nesneler hakkında bilgi edindikten

sonra karşılaşacağı engellere göre kendini beslemekle uğraşmak zorunda

kalacaktır. Kendini yalnızca bu ihtiyacıyla meşgul edince onun başka bilgi

edinemeyeceği bir yerde düşünebiliriz. Eğer engelleri azaltırsak onu,

duyularının her birinde kendilerini gösteren hazlar kendilerine çekeceklerdir.

Bu duyuların dikkatini çeken her şeyle ilgilenecektir.

89 a.g.e.,s(309) 90 a.g.e.,s(309)

78

Duyularını, bunların kendilerine ilettikleri intibaları, kendi hazlarını,

zahmetlerini, ihtiyaçlarını, bunları giderecek çareleri gözden geçirir;

dolayısıyla sakınacağı veyahut aranacağı şey hakkında bir nevi plan

hazırlamış olur. 91

Bazen de o, dikkatini çeken nesneleri daha özel olarak inceler.

Bunlarda sezdiği farklara göre bunlardan ayrı ayrı sınıflar vücuda getirir;

dolayısıyla kendi soyut kavramlarının sayısı; görmek, koklamak, tatmak,

işitmek ve dokunmak hazzıyla tecessüsünün kışkırtılmış olması ölçüsünde

çoğalır. Gözlerini hayvanların üzerine yönelttiğinde onların kendisi gibi

hareket ettiklerini, beslendiklerini, kendilerini savunmak için bir takım

özelliklere sahip olduklarını görür. Hayvanların biçimleri, renkleri ve kendini

hayretler içinde bırakan özellikleri sayesinde ayırt eder. 92

Bu hayvanların birbirlerini öldürdüklerini gördükçe hayattan ölüme

geçişi izler ama bunların bir gün kendi başına da gelebileceğini asla

düşünemez. Hayat ona o kadar tabi bir şey olarak geliyor ki, bunda mahrum

kalabileceği aklına gelmez. Sadece elemle karşı karşıya bulunduğunu,

kendisini incitebilecek, paralayabilecek bir takım cisimlerin var olduğunu bilir.

Fakat deneyiş ona bu cisimleri tanımasını ve bunlardan sakınmasını

öğretmiştir.

Kendisine yönelen bir tehdit karşısında düşmanından sakınmak aklına

gelmez. Ufak bir yara alınca bu hayvan hakkında ki fikri hafızasına nakşolur,

dehşetli bir korku duyar. Çünkü kendi zayıflığını kavrar. Alması gereken

tedbirleri bilmediği için karşılaştığı her şey onun için dehşet konusu

durumuna gelir. O korkulması gereken şeyi ayırt edemez. Bir koyun bile onu

dehşete düşürebilir. Kendisinden korkup kaçan koyunları görünce onlardan

korkmaması gerektiğini anlar. Kendisiyle savaşan hayvanları tanımaya

çalışır. Bu hayvanların kendisinden zayıf olan hayvanlara yaptıklarını görerek

91 a.g.e.,s(310) 92 a.g.e.,s(311)

79

bunlardan niçin korkacağına kanaat getirir. Bu zayıf hayvanların kapıldığı

dehşet kendisinin duyduğu dehşeti iki kat yapar. Bunların haykırışları

kendisini tehdit eden tehlikeyi algılamasına yardım eder. Yavaş yavaş kendini

korumasını öğrenir. Başarılı olduğunda cesareti artar.

Aradan zaman geçtikçe başka felaketlerle karşılaşır. Mevsimler

değişir, bitkiler kurur. Mevsimlere göre nasıl kendini koruması gerektiğini

öğrenir. Kendine besin sağlayabilmek için hayvanlara saldırır, kendine silah

yapar, hayvanlarla savaşmayı öğrenir. Deneyişleri ona bir takım dersler verir.

İhtiyaçlar onun hem melekelerine yön verir, hem de edinmekte olduğu

bilgilerin ilkesi olurlar. Deneyim olmadan hiçbir bilgi olamayacağı için,

ihtiyaçlar olmadan da hiçbir deneyiş ve hazlarla elemlerin gidiş gelişi

olmadan da hiçbir ihtiyaç olmayacaktır. 93

Kendi kendine bırakılmış bir adamın eşyanın iyiliği ve güzelliği

hakkında vereceği hükümlere dair:

İyilik ve güzellik hakkındaki fikirler onların hazlarımız üzerindeki

etkilerini ifade eder. Duygulu her yaratığın güzellik ve iyilik hakkında kendince

fikirleri mevcuttur.

Koku alma duyusuna ve ya tat alma duyusuna hoş gelen her şeye iyi,

görme duyusuna, işitme duyusuna veya dokunma duyusuna hoş gelen her

şeye de güzel denir. 94

İyi ve güzel, tutkulara veya zihne de bağlıdır. Tutkuları okşayan her

şey iyi, zihnin tat aldığı şey güzeldir. Hem tutkuların hem zihnin hoşuna giden

hem iyi hem de güzeldir.

93 a.g.e.,s(315) 94 a.g.e.,s(317)

80

Heykelimiz hoş kokuları ve tatları, tutkularını okşayan nesneleri

bilmektedir, bu durumda iyilik hakkında bir takım fikirlere sahiptir. Gördüğü,

işittiği, dokunduğu, zihninin haz duyduğu şeyleri de bilmektedir, o zaman

güzellik hakkında da bir takım fikirlere sahiptir. Sonuç olarak, güzel ve iyi

mutlak değildir. Kendileri hakkında hüküm veren kişinin yapısına bağlıdır.

Heykel bir şeftaliyi gördüğünde renklerinin canlılığı onun hoşuna gider.

Gözüne güzel gelir. Zihninde canlandırdığında daha da güzel gelir. Şeftaliyi

yediği zaman görmek hazzı tatmak hazzı ile karışır ve daha iyi olur.

Faydalı olmak, eşyanın güzel ve iyi olmasına yardım eder. Şeftalinin

vücuda faydalı olduğu düşünülünce daha iyi ve güzel olur. Eşyanın iyi ve

güzel olması bir tek fikre ya da kendi aralarında bağlantıları bulunan birçok

fikre dayanır. Fakat ortada birçok fikir varken bir nesne fikirlerin ayırt

edilebilmeleri ve bağlantıların daha iyi sezilmesi ölçüsünde daha iyi ve daha

güzel olur, bu şekilde daha çok haz duyulur. 95

Heykelimizin daha çok fikir ve daha çok bağıntı kavrayabilmek

üstünlüğü ile kendi zihninin faaliyet ve mümaresesi sayesindedir. Demek

oluyor ki iyi ve güzel, kendi melekelerini kullanmasını öğrenmiş olduğu

kolaylığa da bağlıdırlar. Bir zamanlar çok güzel olan bir şey artık öyle olmaya

bilir. Heykelin hiç dikkat etmemiş olduğu bir başka şeyde günün birinde son

derece iyi veya son derece güzel oluverir.96

Bu durumda da heykelimiz kendi başına hüküm verecektir. Örnek

olarak önce kendini mutlu eden şeyleri alır, daha sonra da bu örneklere

dayanarak hüküm verir. Nesneler bu örneklere benzer oldukları sürece ona

daha güzel görünürler. Mesela hiç meyvesi olmayan bir ağaç meyveli bir

ağaca olan benzerliği dolayısıyla onun hoşuna gider. Güzellik hakkındaki

95 a.g.e.,s(319) 96 a.g.e.,s(319)

81

fikirleri onun bu konudaki tecrübesine, ihtiyaçlarına ve tutkularına bağlı olarak

değişiklik gösterir.

Böylece, Condillac’ın bütün duyuları olan bir insanın ilk bilgiyi

kazanmaya başladığı andan itibaren nasıl gelişim gösterdiğini anlatmış olduk.

Bu sayede onun bilgi felsefesinde duyumların ne kadar önemli bir yer işgal

ettiğini hatta bütün düşünce sistemini bu görüşleri çerçevesinde nasıl

şekillendirdiğini de görmüş olduk.

82

SONUÇ

E.B.Condillac, 18. yy aydınlanma felsefesinin izlerini taşıyan bilgi

anlayışıyla akılcılık karşıtı, deneyci diyebileceğimiz bir anlayışa sahiptir. Daha

sonra onun bilgi anlayışı sensualizm olarak adlandırılmıştır. Çünkü Condillac

bilgiyi tamamen duyumlamayla edindiğimizi söyler. “İnsan Bilgilerinin Kaynağı

Üzerine Deneme” adlı eserinde ruhun kavradığını kabul ederken daha sonra

kaleme aldığı “Duyumlar Üzerine İnceleme” eserinde kavrayışı ruhtan alır ve

duyulara bırakır. Bu durumda da kendi içinde çelişkiye düşer. Çünkü zihinsel

güçlerimiz olmadan bilgi oluşamaz. Örneğin hafıza, kıyaslama, karşılaştırma,

soyutlama, birleştirme ayırt etme bunlar zihinsel faaliyetlerdir. Bu durumda

bilginin sadece duyularla edinildiğini söylemek eksik bir görüş olmaktadır.

Kendi de zaman zaman bunun farkına varmış bunları zihinsel faaliyetler

olarak isimlendirmiştir.

Duyumların bilgi konusunda tek kaynak olarak görmeye çalışmasını

deneye dayandırarak yapar. Ona göre duyularımız aynı durumlarla

karşılaşınca hatırlama sayesinde bu durumu kavrar. Yani zihinsel bir çalışma

vardır. Bu durumda sadece bilgiyi duyularla edindiğimizi söylemekle çelişkiye

düşmektedir. Bu da Condillac’ı ne tam bir deneyci ne de tam bir akılcı yapar.

Bu yüzden ona sensualist denmiştir.

Condillac’ın heykeli sadece duygularıyla hareket etmektedir. Düşünmek

yerine hissetmeyi ön plana çıkartmıştır. Eğer bir duyum ona haz veriyorsa o

şey iyidir. Eğer acı veriyorsa bu şey kötüdür yorumunu yapıyor. Heykel

ihtiyaç duyduğu zaman hareket ediyor ve bir şeye yöneliyor. İhtiyacı olup

olmadığını da gene duygularına bakarak fark edebiliyor. Yani bir şey yapınca

bu onu rahatlatır ve iyi hissettirirse buna ihtiyacı olduğunu keşfetmiş oluyor.

Ruh hissediyor ama düşünemiyor, yani düşünmeyi de sonradan öğreniyor.

Sensualizm, duyulara fikirlerimizin ve her çeşit bilgimizin tek kaynağı

olarak bakar. Bu yönü sebebiyle materyalist emprizim olarak nitelenir. Bu

83

düşünceye göre bilginin kökü ve vasıtası olarak duyumu benimser, akli

prensiplerle bütün fikirlerimizin duyulardan edinildiğini savunur. Zihin ve

düşünce hayatımızdaki değişmelerin tamamı duyulara ve onların

değişmelerine bağlıdır. Böylece akıl ve zihin düşünce hayatımızı dış âleme

ve duyulara indirgemekte, akıl ile duyuları karıştırmaktadır.

Sensualizmi ilk olarak felsefi bir sistem haline getiren Condillac olmuştur.

Condillac bu düşüncelerini heykel örneği vererek anlatır. Bu heykel tamamen

duyulara bağlıdır. İnsanın iç dünyası düşünce, dikkat, muhakeme gibi zihinsel

faaliyetlerimizi de duyulara bağlı olarak anlatır. Bu bakımdan materyalist bir

anlayışa yaklaşır.

Locke’un bilgi teorisi Condillac için de çıkış noktası olmuştur. Locke’un iç

deney (reflexion) ve dış deney (sensation) arasında yapmak istediği ilke

ayrılığı, Condillac tarafından sadece dış duyuma indirgenmiştir. Ruhta bütün

olup bitenlerin kılık değiştirmiş duyumlar olduğunu göstermeye çalışmıştır.

Condillac’a göre bir duyumda hep iki yön vardır: Bir tasarım, bir de duygu

ile bundan doğan istemedir. Bu nedenle duyumlardan hep iki sıra ruh hali

gelişir. Teorik yönde dikkat, hatırlama, ayırt etme, karşılaştırma, çıkarsama,

hayal etme, soyutlama; pratik yönde ise tutku, sevgi, nefret, umut, korku ve

bir de ahlaki istenç meydana gelir. Heykel örneği üzerinde Condillac’ın

anlattıklarının özeti, “ruh”un ve “ben”in bir duyumlar bütünü olduğudur.

Ruhtaki bu yetiler, formlar, hep duyumların işlenmesinden, işlenip kılık

değiştirmelerinden oluşmuşlardır. Özellikle de dokunma duyusunun diğer

duyuları da eğiterek bilgiyi kazanmada tek bir kaynağa indirgemesi ve bunun

fiziksel bir duyu organıyla temellendirmesi onu materyalizmin içerisine doğru

sürüklemiştir. Burada kendisinin de açıklamakta güçlük çektiği zihinsel

faaliyetlerimizin ve isteme duygusunun kaynağı konusunu kapalı kalmıştır.

İnsanın ruhunda bazı güç ve kabiliyetler vardır ki bunları dış dünyadan

almamız mümkün değildir. Çünkü bunlar dış dünyada varolmamaktadır.

84

Condillac’ın düşüncesinde irade, ihtiraslara karşı koyma, duyulardan gelen

izlenimleri tanzim edebilmek gücü, ferdi bilinç dış dünyadan gelen izlenimler

karşısında pasiftir ve tesir altındadır. Hâlbuki irade ve diğer güçler aktiftir,

hem izlenimleri hem dış dünyayı tesir altına alır ve dış âlemde iz bırakır. Yani

akıl, şuur, ruh ve onun güçleri doğuştan gelir ve ilahi kaynaklıdır. Madde de

ise bunlar bulunmaz.

Condillac bir çok konuda fikirleriyle çelişkiye düşmüştür. Örneğin dilin

kazanımı konusunda bunun ortaya çıkışını göstermiş fakat kaynağı olarak

sadece duyumu gösterememiştir. Doğuştan varolan bir dil olduğuna inanır

çünkü öyle olmasa insanların anlaşması mümkün olmazdı. Ona göre

kelimeler duyguları ifade edebilmek için tesadüfen çıkan seslere verilen

anlamlardan oluşmuştu, fakat burada ortak duygunun ve zihinsel faaliyetlerin

benzerliği gerekmektedir. Diğer bir düşüncesinde ise insanlarda aynı fikirleri

aynı kelimelere bağladıklarını düşünmekten kaçınmak gerektiğini söyler.

Oysa ona göre düşünme mekanik bir iştir. O zaman neden farklı olsun. Bütün

insanlarda aynı mekanizmanın işlemesi gerekirdi. Condillac’ın fikirleri arsında

bütünlük oluşturmak oldukça güçtür. Yapmak istediği şey her şeyi tek bir

ilkeye bağlayarak açıklamaktır. Fakat bu konuda yeterince başarılı olduğu

söylenemez. Bilgiyi psikolojik bir kazanım süreci olarak ayrıntılı bir şekilde

anlatmıştır. Fakat açıklamakta yetersiz kaldığı noktalarda bile ısrarla her şeyi

duyuma indirgeme isteği onu kendi içinde çelişkiye düşürmüştür. Deneyimsel

bir açıklama yapıyor ama açıklamaları bilimsel bir yan taşımıyor. Sadece

gözleme dayanan , düşünsel açıklamalarda bulunuyor. Fikirleri ispat etmek

ya da haklılandırmak konusunda yeterli olamamıştır. Onun yöntemi

düşüncelerimizi olabildiğince özelden genele götürüp dünyayı tümevarımsal

metotla açıklamaya çalışmaktan ibarettir. Her şeyi anlamlandırırken

duyguların rolünden bahseder, ama bu duyguların yada bize bir şeyin iyi ya

da kötü olduğu hissinin kaynağını açıklamakta yetersiz kalır. Bir şeyden

hoşlanmışsak bu ona göre iyi bir şeydir, fakat hoşlanma duygusunun kaynağı

nedir?

85

Eğer düşüncelerimiz için bilimsel bir açıklama bekliyorsak bunu

Condillac’ta bulamayız. Burada felsefi düşüncelerin bilimsel sonuçlara ne

kadar ihtiyacı olduğunu görmekteyiz. Bilimsel ilerlemeler oldukça felsefi

düşüncelerde değişecektir. Her yeni buluş bizim kendimizi ve dünyayı

anlamamızda bize yardımcı olacağı gibi her yeni düşünce de bilimin

ilerlemesine katkı sağlayacaktır.

86

KAYNAKÇA

AÇIKGENÇ, Alparslan, Bilgi Felsefesi, İnsan Yay.,İst.,2002 AKARSU, Bedia, Çağdaş Felsefe Akımları , İnkılâp Yay. İst.,1998 ARAT,Necla, 18.yy İngiliz Felsefesinde Etik ve Estetik Değerler Arasındaki İlgi Sorunu, İst.Ün.Ed. Fak.Yay.,1979 ASTER,Von Ernest.,Bilgi Teorisi ve Mantık,çev:M.GÖKBERK,Sosyal y.,1994 AYDIN,Ayhan,Düşünce Tarihi ve İnsan Doğası, Alfa y.,2000 BERKELEY,George, İnsan Bilgisinin İlkeleri Üzerine, Çev : Halil Turan , Bilim ve Sanat Yay. ,Ank, 1996 BERTRAND,Russell, Dış Dünya Üzerine Bilgimiz, Çev : Vehbi Hacıkadiroğlu, Kabalcı, İst.,1992 BOLAY,S,Hayri, Felsefi Doktrinler ve Terimler Sözlüğü, Akçağ Yay., Ankara, 1996 BOLAY,S,Hayri, Türkiye’de Ruhçu ve Maddeci Görüşün Mücadelesi, Akçağ yay.,Ank.,1995 BOZKURT, Nejat, 20.yy Düşünce Akımları, Sarmal Yay.,İst.,1995 BUHR,Manfred, Aydınlanma Hareketi ve Felsefesi, Çev : Veysel Atayman, Birim yay.,İst.,1984 CEVİZCİ, Ahmet, Felsefe Sözlüğü,Paradigma, İst.,1999 CEVİZCİ,Ahmet , Felsefe Tarihi Aydınlanma Felsefesi Cilt IV, Ezgi Kitabevi, Bursa,2002 CONDILLAC,E,B,Philosophical Writings of Etienne Bonnot Abbe de Condillac, Translated by Franklin Philip With the Collobration of Harlan Lane , l.Erlbaum Associates Hillsdale,N.J,1982 CONDILLAC,E.B, Duyumlar Üzerine İnceleme , Çev: Miraç Katırcıoğlu, M.E.B.,İst. 1989 CONDILLAC,E.B.,The logic of Condillac, Translation of his la logique Ann Arbor,M.I,UMI,1998

87

CONDILLAC,E.B.İnsan Bilgilerinin Kaynağı Üzerine İnceleme, Çev: Miraç Katırcıoğlu, M.E.B,İst. 1992 COPLESTON,Frederick, Felsefe Tarihi, Çev : Aziz Yardımlı, İdea, İst.,1991 CUVILLIER,Armand, Felsefe Yazılarından Seçilmiş Metinler, Çev : M.Mukadder Yakupoğlu, Doruk yay. İst., 2003 ÇETİN,İsmail, John Locke’ta Tanrı Anlayışı, Vadi yay.,Ank.,1995 ÇÜÇEN, A, Kadir, Bilgi Felsefesi, Asa Yay.,Bursa, 2001 ÇÜÇEN,Kadir,Felsefeye Giriş, Asa y., Bursa 1999 DENKEL, Arda, Bilginin Temelleri, Metis Yay.,İst.,1998 DENKEL, Arda, Düşünceler ve Gerçekler, Göçebe Yay.,İst.,1997 DENKEL, Arda, Nesne ve Doğası, Göçebe Yay.,İst.,1998 DERRIDA,Jacques, The Archeology of the Frivolous Reading Condillac, Translated With an Introduction by John P. Leavery Ir, Universityof Nebrasca Pres Lincoln, 1987 FEYERABEND ,Paul, Bir Bilgi Anarşisti, Çev : Cemal Güzel, Bilim ve Sanat yay., Ank.,1996 FOUCAULT, Michell, Bilginin Arkeolojisi, Çev : Veli Urhan, Birey yay., İst.,1999 GÖKBERK, Macit, Felsefe Tarihi, Remzi Kitapevi, İst.,1998 GÜÇLÜ,Baki, UZUN,Serkan, YOLSAL,Ü, Hüsrev., Sarp Erk Ulaş Felsefe Sözlüğü, Bilim ve Sanat Yay. Ank.,2002 HACIKADİROĞLU, Vehbi ,” Bir Eleştiri”, Felsefe Tartışmaları Dergisi 29 , Boğaziçi Ün., Yayın Evi, İst., 2002 HACIKADİROĞLU, Vehbi, Bilgi Felsefesi, Cem Yay., İst.,2002 HACIKADİROĞLU, Vehbi, Bilginin Doğası ve Kaynakları Üzerine, Cem Yay., İst.,2002 HACIKADİROĞLU, Vehbi, İnançtan Bilgiye, Cem Yay., İst.,2002 HACIKADİROĞLU, Vehbi, Kavramlar Üstüne, Cem Yay., İst.,2003

88

HANÇERLİOĞLU,Orhan, Felsefe Ansiklopedisi Kavramlar ve Akımlar Cilt I ,Remzi, İst.,1993 HANRATTY,Gerald, Aydınlanma Filozofları Locke, Hume, Berkeley , Çev: Tuncay İmamoğlu, Celal Büyük , Anka yay. İST.,2002 HARRE,Rom,Felsefenin Bin Yılı, Çev : İbrahim Şener,İzdüşüm, İst.,2000 HIZIR,Nusret, “Bünye Tahlili ve Tahlilin Condillac’ın Tarih Görüşüne Dair, ( Bilim Mantığı Denemesi)”, Ank.,Ün.D.T.C.F. Dergisi Cilt II, T.T.K, Ank.,1944 HIZIR,Nusret, Geride Kalanlar , Adam yay. İst. 1987 HUME,David, İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme, Çev: Aziz Yardımlı, İdea yay.,İst.,1997 LECTORSKY, Victor, Özne Nesne Biliş, Çev: Şükrü Alpagut, Toplumsal Dönüşüm Yay., İst.,1998 LOCKE, John, İnsan Anlığı Üzerine Bir Deneme, Çev : Vehbi Hacıkadiroğlu, Kabalcı,İst.,1992 McCARTHY,E,Doyle, Bilgi Kültürü, Çev : A.Figen Yılmaz, Chiviyazıları yay. İst.,2002 SENA, Cemil, Filozoflar Ansiklopedisi, Cilt 1,Remzi Kitabevi, İst.1974 THILLY,Frank, Bir Felsefe Tarihi , Çev: Nur Küçük, Yasemin Çevik, İdea yay.,İst.,2000 TİMUÇİN, Afşar, Felsefe Sözlüğü, İnsancıl yay.,İst.,1998 TİMUÇİN,Afşar , Düşünce Tarihi Cilt II, Bulut yay.,İst.,2000 TİMUÇİN,Afşar, Descartes’çı Bilgi Kuramının Temellendirilişi, Bulut Yayınları,İst.2000 WEBER, Alfred,Felsefe Tarihi, Çev : H.V. Eralp, Sosyal Yay.,İst.,1992 YALÇIN, Şehabettin, “Doğal epistemoloji mümkün müdür?”, Felsefe Tartışmaları 29, Boğaziçi Ün., Yayın Evi, İst., 2002 YÜKSEL, Emrullah, Amidi’de Bilgi Teorisi, İşaret yay.,İst.1991

89

ÖZET

Bilgi felsefesi, yani epistemoloji; insan bilgisinin yapısını, imkanını,

kaynağını, ölçütlerini, sınırlarını inceler. O halde , bilgi felsefesi genel olarak

bilginin ne olduğunu, nasıl ve ne yoldan elde edildiğini konu edinir. Bilgi

felsefesi, bilginin ortaya çıkış sürecinde bilen özne ile bilinen nesne arasında

nasıl bir bağlantı olduğunu araştırır.

Condillac, epistemoloji alanında Fransız 18.yy düşüncesinin en önemli

filozoflarındandır. Condillac’ın ilk kitabı “İnsan Bilgisinin Kökeni Üzerine

Deneme”de Locke’un emprizminin izlerini taşır. Bu eserinde,iki önemli eksiği

vardır. Birincisi, İngiliz empristleri gibi sadece duyularımızı veya kendi

zihinsel içeriklerimizi bilebileceğimizi kabul eder. Berkeley’in solipsizmine ve

ya idealizmine benzemekten endişe eder. İkincisi, düalist bir anlayışı ima

edercesine biri dış duyum(sensation) diğeri ise iç duyum (reflexion) olmak

üzere , ikili bir anlayışı korumaya devam eder.

“Duyumlar Üzerine İnceleme” adlı kitabında ise reflexionu sadece

duyumların bir ürünü olarak görür. Dokunma duyusunu en temel ve önemli

duyu kabul eder. “Heykel Adam Anlayışı” olarak bilinen yeni yöntemi ile

düşüncelerini açıklar. Bizim gibi yaşayan fakat mermer kabuğu dolayısıyla

duyum alamayan bir heykel tasarlar. Bu mermer kabuğun parçaları

kaldırıldıkça heykel düşünsel ve tinsel yaşama kavuşacaktır.

Mermer kabuktan önce koku organını örten parça kaldırılır. İlk ve tek

duyum kokudan ibarettir. Zamanla diğer kokuları aldıkça ilk duyumla

karşılaştırma imkanı bulacaktır. Bunun sonucunda irade ortaya çıkacaktır.

Sırayla diğer işitme, tat, görme duyuları açılır. Böylece düşünme , akıl

yürütme, soyutlama gibi zihinsel faaliyetler ortaya çıkar. Zihinden bağımsız

bir dış dünyanın gerçekliğini ise sadece dokunma duyusu sayesinde

90

kavrayabiliriz. Yer kaplama, şekil, katılık, cisim fikirlerini vererek bize nesnel

dünyayı gösteren ancak dokunmadır.

Condillac’a göre ancak dokunduktan sonra insanın diğer duyumlardan

aldığı izlenimleri zihninden bağımsız nesnelere atfedebilir. Dokunma duyusu

en önemli duyudur. Bütün bilgilerimizin kaynağı dokunma duyusudur.

91

ABSTRACT

Philosophy of knowledge, namely epistemology, examines the structure,

possibility, source, measures of value and limits of human knowledge.

Therefore, philosophy of knowledge, in general, involves what the knowledge

is and how and by which means it is obtained. Epistemology searches the

relation between the subject that knows and the object that is known.

Condillac is one of the most important philosophers of 18th century

French conception in the field of epistemology. First book of Condillac “An

Assay on the Origin of Human Knowledge” has the traces of emprism of

Locke. However, there are two important defects in this work. The first one is

that he, like English emprists, accepts that we can only know our own senses

or our own mental content. He worries about resembling Berkeley’s solipsism

or idealism. Second one is that he implies a dualist comprehension and

continues to keep a dual conception constituted of sensation and reflexion.

In his book “Treatise on Sense Perception” , he sees reflexion just as the

product of sensations, and he accepts the sense of touch as the basic and

most important sense. He explains his ideas by his new method “The Statue

Man Idea”. He desing a statue which lives like us but doesn’t receive senses

due to the marble shell around it. As the parts of this marble shell are

removed, the statue will reach intellectual and spritual life.

The part of the marble shell that covers the smell organ is removed first.

Thus, the first and the only sense is smell. In the course of time, as it smells

the other odours, it will have the opportunity to compare them with the first

sense. As a result, decision will come out. Hearing, tasting, seeing senses

are opened later. Consequently, mental activities such as thinking,

reasoning, abstracting will come out. We can grasp the reality of the outer

world free from mind just by the sense of touch. Only the sense of touching

shows us the objective world giving us space, shape, hardness, object ideas.

92

According to Condillac, a person can only attribute the impressions

received from the other senses to the objects free from the mind just after

touching. Touching is the most important sense. The source of all our

knowledge is the sense of touch.