16
Şişli İstanbul 2010 Avrupa Kültür Baş- kenti Ajansı’nın katkılarıyla ve Habertürk’ün ana sponsorluğunda gerçekleşen Genç Hayat Vakfı’nın “Sokağımdan Tarih Yazıyorum” adlı sözlü tarih projesi, İstanbul’un on ilçesindeki otuz ortaöğretim kurumunda eğitim gören bin lise öğrencisini kapsamaktadır. Proje bu öğrencilerin kendi kimliklerini, aidiyetlerini ve farklılıklarını İs- tanbul, İstanbul’un bir kent olarak dönüşümleri, mahalleler ve semtler, İstanbul’da gündelik hayat ve yaşa- yanların hikayeleri üzerinden anla- maları; İstanbul’un dünya ve Avru- pa kültür ve tarihi ile bağlantılarını beraber araştırmaları ve keşfetme- leri için hazırlanmış bir sözlü tarih ve kent kültürü/tarihi projesidir. Tarih denilen olgunun sadece sa- vaşlardan ve antlaşmalardan ibaret olmadığına, bunun yanında kişisel tanıklıkların da var olduğuna ina- nan Sokağımdan Tarih Yazıyorum projesi, İstanbul’daki son 50 yıllık değişim ve dönüşümü sıradan in- sanların yaşamöyküleri üzerinden anlamak için lise ve üniversite öğ- rencileriyle beraber saha çalışmala- rı gerçekleştirmektedir. Öncelikle, proje kapsamında liseli öğrencilere rehberlik edecek olan üniversite öğrencileri Tarih Vakfı tarafından hazırlanan ve uygula- nan sözlü tarih/yerel tarih konulu eğitimlere katılmakta; eğitimin ar- dından ise liseli öğrencilerle birlikte önce sözlü tarih atölyeleri ve daha sonra da saha çalışmalarını gerçek- leştirmekteler. Elinizde tuttuğunuz bu gazete, So- kağımdan Tarih Yazıyorum projesi- nin bir ürünüdür ve Şişli’de gerçek- leştirilen çalışmalardan meydana gelişmiştir. Gazeteyi hayata geçiren kişiler ise, İstanbul’daki çeşitli üni- versitelerde okuyan üniversite öğ- rencileri ve Şişli’deki Yunus Emre Lisesi, Nişantaşı Nuri Akın Anado- lu Lisesi, Şişli Endüstri Meslek Li- sesi ve Maçka Akif Tunçel Endüst- riyel Teknik Okullarının gazetecilik bölümü öğrencileridir. Gazetede okuyacağınız yaşamöykü- leri, öğrencilerin gerçekleştirmiş ol- duğu röportajlardan yine kendileri- nin hazırladıkları şekilde birer kesit olarak sunulmuştur. Röportajların tamamını okumak için Sokağımdan Tarih Yazıyorum projesinin web si- tesine girmeniz yeterli olacaktır. Beyoğlu, Fatih, Eyüp, Kağıthane ve Şişli gazetelerinin ardından diğer il- çelerde yapılacak çalışmaları içeren gazeteler de yakında sizlerle buluşa- cak. Projeyle ilgili detaylı bilgi almak için Genç Hayat Vakfı’nın internet sitesini ve projenin web sitesini zi- yaret edebilirsiniz. Bir sonraki sayımızda görüşmek üzere, keyifli okumalar… Uğur Elhan & Pınar Eriç • “1955’te Kuştepe’ye geldim.” »3 • “Bugün İstanbul’da parmakla sayılacak kadar Rum var” »3 • “Sanki bizim zamanı- mızdaki İstanbul’u birisi aldı götürdü, bu İstanbul’u koydu…” »4 • “O zaman buralarda hiç ev yok, hep dutluk...” »4 • “Her yer böyle değişti, yalnız Nişantaşı değişme- di.” »5 • “Bizim oynayacak yeri- miz vardı şimdi kimsenin oynayacak yeri yok.” »6 • “Şişli’de bir apartman, yoksa eğer halin ya- man…’’ »7 • “Yabancıyız biz bu şe- hirde; tıpkı gitmek zorun- da kalan Rumlar, Ermeni- ler, Museviler gibi...” »10 • “Tramvaylar Şişli’ye ka- dar gelirdi.” »11 • “Şarkısı bile var, Şişli’de bir apartman içi”»12 • “Herkes kendi güzel hapishanesinde oturu- yor”»13 • “Noel’de bütün mahal- lenin çocukları fener alayı yapardık” »14 • “İstanbul benim gözü- mün önünde bir sinema şe- ridi gibidir” »15 Belleklerdeki İstanbul... İletişim [email protected] [email protected] İnternet Adresi www.sokagimdantarihyaziyorum.org www.genchayat.org Sokağımdan Tarih Yazıyorum Şişli Gazetesi Genç Hayat Vakfı’nın sözlü tarih projesi... Sayı: 05

STY-Şişli Gazetesi

  • Upload
    sty-ghv

  • View
    262

  • Download
    3

Embed Size (px)

DESCRIPTION

İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı'nın katkılarıyla ve Habertürk'ün ana sponsorluğundan gerçekleşen Genç Hayat Vakfı'nın Sokağımdan Tarih Yazıyorum projesinin Şişli Gazetesi

Citation preview

Page 1: STY-Şişli Gazetesi

Şişli

İstanbul 2010 Avrupa Kültür Baş-kenti Ajansı’nın katkılarıyla ve Habertürk’ün ana sponsorluğunda gerçekleşen Genç Hayat Vakfı’nın “Sokağımdan Tarih Yazıyorum” adlı sözlü tarih projesi, İstanbul’un on ilçesindeki otuz ortaöğretim kurumunda eğitim gören bin lise öğrencisini kapsamaktadır. Proje bu öğrencilerin kendi kimliklerini, aidiyetlerini ve farklılıklarını İs-tanbul, İstanbul’un bir kent olarak dönüşümleri, mahalleler ve semtler, İstanbul’da gündelik hayat ve yaşa-yanların hikayeleri üzerinden anla-maları; İstanbul’un dünya ve Avru-pa kültür ve tarihi ile bağlantılarını beraber araştırmaları ve keşfetme-leri için hazırlanmış bir sözlü tarih ve kent kültürü/tarihi projesidir.

Tarih denilen olgunun sadece sa-vaşlardan ve antlaşmalardan ibaret olmadığına, bunun yanında kişisel tanıklıkların da var olduğuna ina-nan Sokağımdan Tarih Yazıyorum projesi, İstanbul’daki son 50 yıllık değişim ve dönüşümü sıradan in-sanların yaşamöyküleri üzerinden anlamak için lise ve üniversite öğ-rencileriyle beraber saha çalışmala-rı gerçekleştirmektedir.

Öncelikle, proje kapsamında liseli öğrencilere rehberlik edecek olan üniversite öğrencileri Tarih Vakfı tarafından hazırlanan ve uygula-nan sözlü tarih/yerel tarih konulu eğitimlere katılmakta; eğitimin ar-

dından ise liseli öğrencilerle birlikte önce sözlü tarih atölyeleri ve daha sonra da saha çalışmalarını gerçek-leştirmekteler.

Elinizde tuttuğunuz bu gazete, So-kağımdan Tarih Yazıyorum projesi-nin bir ürünüdür ve Şişli’de gerçek-leştirilen çalışmalardan meydana gelişmiştir. Gazeteyi hayata geçiren kişiler ise, İstanbul’daki çeşitli üni-versitelerde okuyan üniversite öğ-rencileri ve Şişli’deki Yunus Emre Lisesi, Nişantaşı Nuri Akın Anado-lu Lisesi, Şişli Endüstri Meslek Li-sesi ve Maçka Akif Tunçel Endüst-

riyel Teknik Okullarının gazetecilik bölümü öğrencileridir. Gazetede okuyacağınız yaşamöykü-leri, öğrencilerin gerçekleştirmiş ol-duğu röportajlardan yine kendileri-nin hazırladıkları şekilde birer kesit olarak sunulmuştur. Röportajların tamamını okumak için Sokağımdan Tarih Yazıyorum projesinin web si-tesine girmeniz yeterli olacaktır.

Beyoğlu, Fatih, Eyüp, Kağıthane ve Şişli gazetelerinin ardından diğer il-çelerde yapılacak çalışmaları içeren gazeteler de yakında sizlerle buluşa-cak.

Projeyle ilgili detaylı bilgi almak için Genç Hayat Vakfı’nın internet sitesini ve projenin web sitesini zi-yaret edebilirsiniz.

Bir sonraki sayımızda görüşmek üzere, keyifli okumalar…

Uğur Elhan & Pınar Eriç

• “1955’te Kuştepe’ye

geldim.” »3

• “Bugün İstanbul’da

parmakla sayılacak kadar

Rum var” »3

• “Sanki bizim zamanı-

mızdaki İstanbul’u birisi

aldı götürdü, bu İstanbul’u

koydu…” »4

• “O zaman buralarda

hiç ev yok, hep dutluk...”

»4

• “Her yer böyle değişti,

yalnız Nişantaşı değişme-

di.” »5

• “Bizim oynayacak yeri-

miz vardı şimdi kimsenin

oynayacak yeri yok.” »6

• “Şişli’de bir apartman,

yoksa eğer halin ya-

man…’’ »7

• “Yabancıyız biz bu şe-

hirde; tıpkı gitmek zorun-

da kalan Rumlar, Ermeni-

ler, Museviler gibi...” »10

• “Tramvaylar Şişli’ye ka-

dar gelirdi.” »11

• “Şarkısı bile var, Şişli’de

bir apartman içi”»12

• “Herkes kendi güzel

hapishanesinde oturu-

yor”»13

• “Noel’de bütün mahal-

lenin çocukları fener alayı

yapardık” »14

• “İstanbul benim gözü-

mün önünde bir sinema şe-

ridi gibidir” »15

Belleklerdekiİstanbul...

İletiş[email protected]@genchayat.org

İnternet Adresiwww.sokagimdantarihyaziyorum.org

www.genchayat.org

Sokağımdan Tarih YazıyorumŞişli Gazetesi

Genç Hayat Vakfı’nın sözlü tarih projesi...

Sayı: 05

Page 2: STY-Şişli Gazetesi

Şişli

012

İmtiyaz Sahibi: Genç Hayat Vakfı adına Adil Candan Günek

Yayın Yönetmeni: Uğur Gülderer

Sorumlu Müdür: Uğur Elhan

Grafik Tasarım: Eray Sayraç, Mehmet Güzel

Yönetim Yeri: Genç Hayat VakfıKoru Mah. Boğaziçi Cad. Demircan Apt. No. 19/15-16 İstinye - İstanbulTel. 0212 277 53 23 Faks. 0212 323 42 89

Basıldığı Yer: Ciner Matbaası

Matbaacının Adı: Habertürk Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.Tepeören Köyü, Kurugöl Mevkii, Akfırat - Tuzla Tel. 0216 581 82 00

Projenin Amacı: Ergenlerde sivil top-lum, sosyal sorumluluk, gönüllülük bilincinin oluşturulması ve geliştiril-mesi ile sosyal, kültürel ve spor etkin-liklerinin insan gelişimine katkısının ve öneminin anlaşılması.

Proje Uygulama Yöntemi: Eğitim-öğ-retim yılının birinci dönemi kapsamın-da ergenlere temel iletişim becerileri aktarılmakla birlikte; ikinci dönem uygulamasında ise yardımlaşma, hiz-met, sosyal sorumluluk modüllerinin aktarımı ile öğrenciler bu konularda bilgilendirilmektedir. Ardından sivil toplum ve sosyal hizmet alanında uy-gulama yapan öğrenciler, öğrendikle-rini yaşayarak pekiştirmektedirler.

HAY Projesi kapsamında uygulama yapan tüm okullara, öğretmenlerine ve öğrencilerine Genç Hayat Vakfı olarak teşekkür ederiz.

Proje uygulamamız önümüzdeki eği-tim-öğretim yılında da devem ede-cektir.

HAY Projesi kapsamında uygulama yapılan okullar;

• Bala Hatun İ.Ö.O

• Hürriyet İ.Ö.O.

• Recaizade Ekrem İ.Ö.O.

• Çapa Anadolu Öğretmen Lisesi

• Güner Akın Lisesi

• Hasköy İ.Ö.O

• Melahat Öztoprak İ.Ö.O.

• Esenler Çok Programlı Lisesi

• Aksoy İ.Ö.O

İletişim:

[email protected],[email protected] .

Bir sene önce yeni bir proje uygula-manın heyecanıyla çıktık yola. Yol-culuk sırasında yüzlerce öğrenci, onlarca, öğretmen ve gönüllü katıl-dı yolculuğumuza. Onların heyeca-nıyla daha da büyüdü heyecanımız. Çabamız sevinçlerle örtüştü, büyü-dü. İstanbul’un beş farklı ilçesinden (Sarıyer, Fatih, Beyoğlu, Sultangazi, Esenler), dokuz okul, 1170 öğrenci, 31 öğretmen, dört proje danışmanı ve gönüllü üniversiteli öğrencilerle yürüttük projemizi.

Okullarda HAY Projesi kapsamın-da öğrenciler, 2009-2010 Eğitim-Öğretim Yılı’nın birinci dönemi kendilerini ve çevrelerini tanıma konusunda farkındalık kazanmaları

ve temel iletişim becerilerini edin-meleri konusunda eğitim aldılar. İkici dönem ise sosyal sorumluluk, gönüllülük, yardımlaşama ve proje yazma konularında eğitim alan öğ-renciler, kendi projelerini geliştir-diler ve uyguladılar. Bu kapsamda onlarca farklı proje, onlarca farklı hedef kitle ile buluştu. Görme en-gelli çocuklara, huzurevlerinde kal-makta olan yaşlılara, şehit ve gazi ailelerine yönelik projeler ile çevre düzenleme, okulların spor salonu, konferans salonu ve anasınıflarını geliştirme, okullarda sosyal etkin-likler düzenleme ve bunu geleneksel hale getirme projeleri HAY Projesi kapsamında oluşturulan ve uygula-nan projelerden sadece bazıları.

Hayata Dair Bir Keşif: HAYHAY projesi sivil toplum ve sosyal sorumluluk bilincinin geliştiği toplumsal bir dönüşüm sağlamayı hedefliyor...

Genç Hayat Vakfı tarafından yürü-tülmekte olan Doğru İletişim Pro-jesi, 11-18 yaş grubu ergenlerde ve onların ebeveynlerinde farklılıklar-la bir arada yaşama kültürünün ve bilincinin gelişmesi ve onlara temel iletişim becerilerinin kazandırılma-sı amacıyla oluşturulmuştur. Ergen ve ebeveynlerde davranış değişimi elde edilmesiyle aileden başlaya-rak, toplumda sağlıklı ilişkilerin oluşturulması yönünde bir dinamik sağlanmaktadır. Proje uygulamala-rıyla ergenlerin kendilerini ve ‘öte-ki’ diye nitelendirdiklerini tanıma ve ‘biz’ olabilme konularında be-cerileri artırılırken; ebeveynlere de çocuklarını bu dönemde daha çok destekleyebilmeleri için bilgi ve be-ceri aktarımında bulunulmaktadır.

Milli Eğitim Bakanlığı ile Genç Hayat Vakfı’nın yaptığı protokol doğrultusunda ilköğretim ve orta-öğretim kurumları ile belediyelerin

gençlik, kültür ve toplum merkez-leri, sosyal hizmetlerin ilgili bö-lümleri, ergenlerle ve ebeveynlerle çalışan sivil toplum kuruluşların-da uygulanan Doğru İletişim Pro-jesi, bu senenin Mayıs ve Haziran aylarında ağırlıklı olarak Fatih İlçesi’nde uygulandı. Uygulama kapsamında verilen seminerlerin ardından, ergenler ve ebeveynler gruplar halinde eğitimler aldılar. Eğitimlerde empati kurma, etkin dinleme, ben dili-sen dili, çatışma çözme ve kendini ifade etme be-ceriler ile farklılıklarla bir arada yaşama konularında bilgilerini ve becerilerini geliştirdiler.

Doğru İletişim Projesi kendini ge-liştirerek ve yenileyerek önümüzde-ki süreçte de ergenlerle ve ebeveyn-lerle buluşmaya devam edecektir.

[email protected],[email protected] .

Doğru İletişim Projesi

Gençlerde kendilerini tanıma ve farklı olana saygı arttıkça, toplumda kutuplaşma ve şiddet azalacak, demokrasinin değerleri içselleştirilip yaşama geçirilecektir

Gençler için yeni bir şeyler söylemek lazım…

Türkiye’de 11-18 yaş aralığında yaklaşık 14 milyon genç vardır. Bu gençlerin 6,5 milyonu Milli Eği-tim Bakanlığı’na bağlı okullarda eğitim görmektedir. Bu rakamlar Avrupa’da ortalama bir ülkenin nüfusu kadardır. Genç nüfusumuz bizim en önemli ve işlenmesi ge-reken değerimizdir. Ancak günü-müzde artık “Gençler için yeni bir şeyler söylemek gerekmektedir.” Bugünün küçüğü, yarının büyüğü denilen genç bugününü de yaşama-yı hak etmektedir. Vakıf kuruluş ge-rekçelerimizde, vizyon ve misyonu-muzda ve gerçekleştirdiğimiz tüm projelerde görüleceği gibi gençleri şimdi ve burada hayata katmak için çalışıyoruz. Odak noktamız hiçbir ayrım gözetmeksizin genç insandır.

Toplumların en önemli değeri olan insan kaynağının ergenlik gibi bir döneminde desteklenmesi, bireyin hayatı boyunca sürecek olumlu sonuçlar yaratacaktır. Genç Ha-yat Vakfı olarak amacımız; etkileri doğrudan topluma da yansıyacak bu olumlu sonuçların alınması için çalışmaktır. Gençlerin tehlikelere karşı korun-masının yanı sıra kişisel olarak ken-dilerini tanımalarına, potansiyelle-rinin ortaya çıkmasına ve önlerinin açılmasına imkân vermek gerek-mek-tedir. Odak noktamız hiçbir ayrım gözetmeksizin genç insandır.

İnsana yapılan yatırımın toplumları geliştirip yücelttiğine inanmaktayız. Vakfımız gençlerle yapılacak tüm eğitim çalışmalarının belirlenen he-defler doğrultusunda gerçekleşmesi için kurulmuştur. Kendini tanıyıp becerilerinin farkında olan gençli-ğin kendi sorumluluklarını taşıması kolaylaşmaktadır. Kendini tanıyan gencin “ötekini” algılayışı da de-ğişmektedir. Farklılıklardan sinerji elde etmek kolaylaşmakta, genç-ler sosyal hayatta ihtiyaçları olan pratik deneyimler edinmektedirler.

Gençlerle temas halinde olan ve on-ların yetiştirilmesinde rol oynayan ebeveyn, öğretmen, polis, yargı bi-rimleri gibi kişi ve kurumlar eğitim çalışmaları ile desteklenmek-tedir. Gençlerle ilgili devlette ve tüm top-lumda farkındalık yaratma çalışma-larına devam edilecektir. Vizyonumuz

Türkiye’de 11–18 yaş grubundaki gençlerin, özgüvenli, eleştirel dü-şünme ve farklılıklarla bir arada yaşama becerisine sahip, insan hak-larına saygılı bireyler olarak yetiş-meleri sonucu demokrasi ve insan haklarının yerleştiği, farklılıkların-dan sinerji yaratabiilen, iletişim kültürünün hakim olduğu bir top-lumsal dönüşümü gerçekleştirmek.

Misyonumuz

Ruhsal ve fiziksel değişimlerin en yoğun yaşandığı 11–18 yaş arası dönemde gençlerin:

•Kendini tanımada

•Ötekini tanımada

•Farklılıklarla bir arada yaşamada

•Potansiyelini açığa çıkarmada

•Ailesine, cemiyete, ülkesine karşı sorumluluklarının farkındalığını kazanmada

•İnsan hakları ve demokrasinin iç-sel- leşmesinde

•İletişim ve empati kültürünün yer-leşmesinde

Çeşitli programlar ve aktiviteler geliştirmek, farkındalık ve bi-linç oluşturmak, bu dönüşümün devam-lılığını sağlamak için politikalar üretilmesine bir sivil toplum kuru-luşu olarak destek vermektir.

Gençlerle beraber, gençler için, Genç Hayat Vakfı.

Kendimizle, Ailemizle, Çevremizle...

HAY Projesiyle Onlarca Yeni Proje Sahada!

Page 3: STY-Şişli Gazetesi

1933 Romanya doğumlu emekli İETT şoförü Mehmet Çalışır, Şişli Paşa Mahallesi’ndeki evinde anıla-rını bizlerle paylaşmayı kabul etti. Eşini 10 yıl kadar önce kaybeden Mehmet Çalışır yaklaşık 50 yıl-dır oturduğu Paşa Mahallesi’ndeki evinde tek başına yaşıyor.

Aile kökenimiz, Romanya… Dede-lerimiz, anneannelerimiz, babaan-nelerimiz oralı. Bizi 1935’de göç-men olarak Atatürk getirdi. Ben ora doğumluyum ama 2 yaşında gelmişim hatırlamıyorum orayı. (...) Atatürk zamanında, Birinci Dünya Harbi’nden çıktığı zaman Türkiye bir boşluk… Ben çok iyi hatırla-rım, o diyor ki dışarıda Avrupa’da yaşayan Türkler memleketleri Türkiye’ye gelsin diyor. O zaman göçmen geliyorlar, kimisi Trakya’ya kimisi Bursa’ya, her yere dağıtı-yorlar… Biz ilk olarak Lüleburgaz Trakya’ya yerleştirildik. 10 hane mi ne. Kala kala bir biz kaldık orada. Kalanı İstanbul’a göçtü iki üç dört kişi vardı o kadar. Bir de biz üç kar-deş orda ikamet ettik.

İstanbul’a 1952 senesinde geldim. İki sene ötede beride çalıştım, sonra askere gidicem, köye gittim, askere gittim geldim, şoförlüğe başladım Aksaray’da. O zaman orası çok gittiğimiz muhitti. Aksaray, Laleli diyince, İstanbul’da bir taneydi. En lüks yer o zaman Laleli idi. Ondan

sonra Etiler, Levent, Ulus çıktı. Taa atmıştan sonra atmış beşten sonra çıktı. En lüks yer Laleli idi. Aksaray cennetti. Yani o Laleli’ye girdiğin zamanda herkes bakar. Aksaray’dan Beyazıt’a kadar sağlı sollu zengin-ler oturuyordu ama bugün o muhit bitti. Ben aşağı yukarı 17, 18 sene Aksaray’da çalıştım. Şoförlük yap-tım yani çok güzel bir muhitti ama ondan sonra dağıldı, bir daha da o şey kalmadı.

Şimdi bizim bu muhit olarak, yani Şişli, Levent, Şişli garajımız merkez-di. Şişli garajı merkezdi. Ben Şişli garajında, bizim 4. Levent, 1. Le-vent, Okmeydanı, Feriköy, Çağla-yan, Kuştepe bu muhit yani işim… Şehrin öteki tarafında, Sarıyer ve daha başka yerler için Levent garajı vardı. Yerini biliyorsunuz şimdi yı-kıldı. Orası o taraflara şey ederdi. 80’de İkitelli’ye gitti garaj. Ben orda çalışmadım. Levent garajı daha geç

gitti (İkitelli’ye) Levent garajına geç-tim, oradan da emekli oldum. Şişli Garajı’nda 18 sene 15 sene çalıştım. Cevahir var ya, Şişli garajı ordaydı. En büyük garaj orasıydı. Bizim mer-kezimiz Taksim’di o zaman nereden nereye şey etsen Taksim’de topla-nırdı. Taksim merkezdi, şimdicik merkez diye bir şey kalmadı her şey dağıldı.

Zanaatkârlar hep Ermenilerdi

Fabrikalar yalnız Şişli’de vardı. Bomonti’de, orada bira fabrikası vardı. Bir de onun arka tarafı oldu-ğu gibi fabrikaydı, her çeşit fabrika vardı. Yalnız konfeksiyon filan yok başka üretim şeyler orada vardı.

Esnaf, yani ticaretle uğraşanlar Yahudiler, zanaatla uğraşan insan-lar Ermeniler, toptancılıkla uğra-şanlar Rumlardı. O devirde bütün İstanbul, bütün Yahudi, Ermeni, Rum’du. Tabi 55’te Rumlar, kalktı gitti. Yahudiler de, çoğu elini aya-ğını çekti. İş Türklere kaldı bütün ticaret bugün onların elinde.

Yahudiler öyle fabrika işine girmez-di. Ticaretle uğraşırlardır. Mesela bunu alır beşe, kaça satacak altıya. Bunu beş buçuğa satmaz. Bir sene durur, iki sene durur, üç sene durur beş sene durur, anladın mı; bunu beşe satmaz. Yani fabrika işiyle uğ-raşmazlar ekseriyetle Türkler fabri-ka çalıştırıyorlardı.

Siz tarihi okumuşsunuzdur, ben o zaman askerdim. 6- 7 Eylül hadi-sesi vardır; tarihi okuduysanız Be-yoğlu hep Rumların, Yahudilerin. Oradan patlak verdi. Bunlar korktu kaçtı Amerika’ya kaçtı. Yok oldu, bugün İstanbul’da parmakla sayı-lacak kadar Rum var. Çok az on-

lar. Eminönü olduğu gibi Rumların, Yahudilerindi. Ticaretle uğraşanlar onlardı. Ama zanaata gelince Erme-niler, bütün zanaatlar el işi, bilmem ne işi, bu işi şu işi hep Ermeniler… Bazı eski filmler vardır, seyretmiş-sinizdir belki. Tiyatrolar vardı, hep Ermeniler oynuyordu, ondan sonra Türkler aldı bunları taa şeyden son-ra 50’den sonra… O zamana kadar oyunculuk hep Ermenilerindi.

Taksim- Kurtuluş 50 kuruş

Teknoloji değişiyor. Bizim zamanı-mızda otobüsler, iki elle çeviremez-sin direksiyonunu iki elle çeviremez-sin büyük lastik… Şimdicik, adam parmağıyla çeviriyor. O zaman öyle değildi dingilleri bilyeli burçlu… O da biraz yağsız kaldığı zaman çe-viremezsin kolay değil yani viraja girdiğin zaman filan. Tüm arkadaş-ları fıtık yapıyordu, o kadar ağırdı direksiyonları. Bilmem gördünüz

mü troleybüsler vardı. Boynuzlu diyorlardı. Bilmiyorum görmediniz ama onların direksiyonu o kadar ağırdı o kadar ağırdı, artık illallah demiştik de değişti. Bakın şimdicik şoför arkadaşlar Mercedes’leri kul-lanıyorlar tek elle, istediğin yerde dönüyor istediği yere girip çıkıyor bizim zamanımızda yoktu, öyle bir şey yoktu.

Gece 12’ye kadar otobüs bulu-nurdu. 12’de kalkardı buradan, Feriköy’den otobüs. Oradan, son-ra garaja gider, buraya bir daha da uğramaz. Pek tesadüf bulursan Pangaltı’ya kadar gelirsin. Zaten 1’den sonra vasıta yok, kesilir. 1 de-din mi biter. Yani otobüsler, toplum taşıması biter. Ondan sonra ya dol-muşla gelicen, ya taksiyle. Eskiden dolmuş çoktu, Taksim-Kurtuluş 50 kuruştu, Taksim- Şişli 75. 12’den sonraya kaldın mı dolmuşa binecek-sin yani başka vasıta yoktu.

01

Şişli

Naim Tanyeri, 1925 yılında Gümüşhane’nin Kelkit ilçesinde doğ-muştur. Evli ve üç çocuk babasıdır. 1955 yılında ise İstanbul’a yerleşen Tanyeri çesitli mesleklerde çalışmış-tır. Kendisi Şişli-Kuştepe’nin kurucu-larındandır. Kuştepe’nin bugünlere gelmesinde büyük emeği olan Tanye-ri aynı zamanda bir yazardır. Çoğun-lukla anılarını kaleme alan, görüşme sırasında da bize sıkça anılarını anla-tarak görüşmeyi neşelendiren Tanye-ri şimdilerde Kuştepe’nin tarihini an-latan bir kitap yazma aşamasındadır.

Ben Naim’im…

1955’te buraya, Şişli-Kuştepe’ye gel-dim. Gazete satıcılığı yapıyordum. Gazeteleri ilk basım yerinden alı-yorduk. Beyoğlu sokaklarında, ta-bii herkesin belli bir bölgesi vardı, herkes kendi yerinde satıyordu. Bir anım var isterseniz paylaşayım sizler-le. Aramızda Ermeni bir çocuk var-dı, adı Garbis idi. Garbis bir gün işe gelmedi, ben onun bölgesine gittim gazetelerimi satmaya. Çünkü en gü-zel yer, en kalabalık yer onundu. Bu çocuğa garezi olanlar vardı galiba.

Garbis’in yerine gittiğim gün beni bir yakaladılar. Sen Garbis misin diye sordular, hayır demeye kalmadan tartaklamaya başladılar. Gazeteler havada uçuştu, biz birbirimize gir-dik. Değilim diyorum, bağırıyorum anlamıyorlar. Gazeteler her yere sa-çılmıştı. En sonunda sinirle ayağa kalktım ve çocuğa sağlam bir tane yumruk attım. Ben Naim’im diye ba-ğırdım. Sonra tatlıya bağlandı ama sıkı bir dayak da yedim tabii.

Saf insanım ben

İstanbul çok renkli idi. Her kesimden her dinden insan vardı burada. Ben kavgayı sevmem her tanıştığımla iyi geçinirim. Bu yüzden de çok sevili-rim. Saf insanım ben. Bilirsiniz belki insanlar dörde ayrılır. Akıllı insan,

aklıyla aklını kullanarak bir yerlere gelmiştir. Kurnaz insan, bu ise baş-kalarının sırtına binerek geçinmeyi seven insandır. Tembel insan, uyu-şukluk yapan insandır. Ağır hare-ket eder ve kendine düşkündür. Bir de saf insan vardır. Bu ise herkesin yardımına koşar, herkesi sırtında taşıyan insandır. Ben bu gruba gi-riyorum. Bugün hiçbir şeye sahip değilim. Yalnız oturduğumuz bu ev bana ait. Onun haricinde bir şeyim yok. Eşim bu yüzden bana çok kızar. N’apalım ben de böyleyim işte.

Sadece 5 tane hane vardı Kuştepe’de

Kuştepe’yi kim kurmuş? Kurulu-şunun yasal zeminini kim sağla-mış? Naim Tanyeri. Nasıl sağlamış bunu? Kar kuyusunda şimdiki Bira İşçi Evleri’nin alanında. Orada ge-cekondu yaptım. Çünkü bir ailece tek bir odanın içerisindeyiz. Şahinas Hanım köyde nişanlım. Diyorlar ki nişanlı kız bu kadar beklemez, sorun çıkar, gel bu nişanlını götür. Peki ne yapalım bir odanın içerisindeyiz ba-bam, annem, iki kız kardeşim, e şim-di bir odaya bir de Şahinas Hanım’ı getirdiğim zaman nasıl yaşayacağız? Ne yapacağız mecbur gecekondu yaptık tahtadan ibaret. Karkuyusu mevkiinde. Orda 124 tane gecekon-du vardı. O zaman Karkuyusu’nda benden başka 11 kişi daha gecekon-du yaptı orada ve 12 gecekondu ile birlikte 136 tane gecekondu oldu. Ama sonra 1952’nin Aralık ayın-da gecekonduyu yıktılar. Şimdi ge-cekondu yıkılınca, karın soğuğun içinde kaldık. O zaman şimdiki gibi kışlar yok. Öyle bir şey ki 1 metre 2 metre 3 metre kar var. Şimdi bu bri-

ketlerin içerisinde başlamışız ağla-maya, sızlamaya, dedim ki bu böyle olmaz! Gecekondusu yıkılan halka arsa tahsis edilmelidir ve oraya bu vatandaş nakledilmeli, evini yapmalı ve bedeli mukabilinde bu iş olmalı; yani bedava değil, borçlandırılsın ve onun karşılığında evini orada yapsın. Şimdi biz burada bunun için dernek kuralım dedik, mutlaka bunun biça-resini bulmalı, gecekondulu halk da meşru bir yuva sahibi olmalı. Bunun için Şişli Gecekondularını Güzelleş-tirme Derneği’ni kurduk. Taksim’de Mecidiyeköy’de, mitingler yaptık bize yer verin diye.

Efendim böyle bir mücadele… Mi-tingler, gitmeler, gelmeler, yazma-lar, neler yapmışız ve ondan sonra bu 6188 sayılı kanun 29 Temmuz 1953’te çıkmış. Ona istinaden de ev-vela Kuştepe’ye şimdiki Esentepe’de Şişli Belediyesi’nin karşısında ga-zeteciler sitesi var, oradan 8 Eylül 1954’te, 162 hane Kuştepe’ye nak-lediliyor efendim. 8 Eylül 1954 ta-rihinden evvel Kuştepe’de kimse var mı? Sadece 5 hane vardı. Bir tanesi arabacı Vehbi, bir tanesi mezarcı İs-mail, bir tanesi valinin polis memuru Avni Bey, bir tanesi de valinin koru-ma komiseri İbrahim Altan Bey…

Çiçekçilik kazanç kapısıdır

Şimdi, doğrudan doğruya insanların toplanabildikleri yerler var, en çok toplanabildikleri yerler kahvehane-ler… Mahallede hemen hemen her sokakta değilse de iki sokağın biri-sinde bir kahvehane vardı ve tabii bu sosyal yapıyla da işsizlikle de ilgili. Eğer vatandaşın hepsi iş sahibiyse de

belli zamanlarda kahveye gider veya evde hanımla kavga etmemek için kahveye gider; fakat Kuştepe’de ta-bii şimdi kahveler o kadar fazla değil yani başlangıçtaki gibi değil.

Mesleklere gelince, yani Kuştepe’ye geliş sırasında, şimdi meslek olarak herkesin bazı istisnai şeyleri vardı mesela diyelim ki nakliyecilik ko-operatifleri, kayıtlı nakliyeciler ve kayıtsız nakliyeciler yani kamyon-la yapılan, doğrudan doğruya özel araba kullananlar, arabası olanlar, at arabası kullananlar… Ayrıca, ayı oynatanlar, mahallede diyelim ki mangal, maşa, kürek yapanlar ve çok önemli sektör çiçekçiler… Ma-hallenin ana unsuru hemen hemen ekmek parasını kazandıran çiçekçi-ler… Bunlar İstanbul’un her tarafın-da Kuştepe’den birisini görebilirsiniz başka muhitlerden de var tabii ama özellikle Kuştepe’den. Çiçekçilik yani baya bir kazanç kapısıdır.

Düğünler sokakta

Şimdi bakın efendim bizim Roman-lar düğünleri sokakta yapma alış-kanlığı taşır. Sokağa toplanırız; masa, sandalye neyse koyarız. On-dan sonra klarnet, bol davul, zurna vs. çalgı bizimkilerde çok… Orda ha babam de babam vur patlasın çal oy-nasın düğün yaparız. Sayın Başkan Sarıgül buraya evlendirme dairesi yaptı. Normal günler 75 lira diğer günler 100 lira karşılığında bir salon emrinizde, ama hâlâ bizim Roman vatandaşlarımızdan gidip 75 lirayı vermeyip de dışarıda düğün yapan-lar var.

“1955’te Kuştepe’ye geldim.”

“Bugün İstanbul’da parmakla sayılacak kadar Rum var”

3

Aslı Görkem Atan (26)Merve Akdeniz (16)Gizem Ünlü (16)Kübra Bayır (16)Şeyma Arslan (20)Turaç Öksüz (18)Tugay Doğan (17)Gülşah Özgener (16)Kübra Çetinkaya (16)

Röportaj

Pınar Eriç (26)Öznur Toptaş (17)Gökhan Duran (16) Şevket Yılmaz (16)Kader Kaya (17)Kerem Arslan (17)

Röportaj

Naim TANYERİ / Muhasebeci, yazar

Mehmet ÇALIŞIR / Şoför

Page 4: STY-Şişli Gazetesi

1934 yılında Balıkesir, Susurluk’ta doğan Kevser Samsa, 1972’den beri Şişli’de oturmaktadır. Kevser hanım çocuklarını Fulya, Şişli’de büyüt-müş dolayısıyla Şişli’nin yaşadığı dönüşüme birebir tanıklık etmiş, bir asker eşidir. Şu anda da binicilik sporu yapan asker emeklisi eşiyle birlikte Şişli’de oturmaktadır…

İstek üzerine Siirt’ten buraya gel-dik

Buraya gelmeden önce, Ankara’da bulunduk, daha evvel de Sarıkamış’ta mecburi hizmetini yap-mıştı eşim. O zaman evli değildik. Ankara’ya geldikten sonra evlendik. Üç sene Ankara’da kaldık, ondan sonra Siirt’e ikinci şarkımız çıktı. Eşim bu arada at sporuna çok me-raklı olduğu için at sporu yapıyor, yani askeriyede de böyle bir grup var, bu grubun baş elemanlarından oluyor. Çok hevesli, kabiliyetli, ko-mutanları tarafından teşvik edili-yor. İşte Siirt’te kaldığımız Üç sene boyunca hep at ile meşgul oldu. İnzibat subaylığı falan yapmıştı.

Oradan buraya bir müsabaka dola-yısıyla geldiler. O zaman tabii sizler bilmezsiniz babalarınız bile bilmez Maslak’ta şimdi akademiler var, akademilerin karşısında bir grup daha var, işte orası süvari okuluy-du. Zaten eşim oradan mezun. Ora-ya müsabakalara geldiler, müsaba-kalarda oranın komutanı binişini, atlayışını çok beğeniyor. Onun için ‘inha’ derler askeriyede. İstek üzeri-ne Siirt’ten buraya geldik.

Geldiğimiz yıl 1964. Ondan sonra burada çok başarılı binişler, müsa-bakalar yapıldı. Milli binici oldu. Defalarca şeye gittiler, Avrupa’ya gittiler. Orada müsabakalar yaptı-lar, kupalar aldılar. Fakat askeriye-nin işi pek belli olmuyor. İşte bir se-bepten dolayı süvari okulu lav edildi 1971 yılında. Süvari okulu lav edi-lince de bütün biniciler Türkiye’nin dört bir yanına dağıldı. Benim eşim de ‘attan başka bir şey bilmiyorum’ dedi, ‘zırhlı birliklere gidip orada hiçbir iş yapamam’ dedi. Ve o sene yazın, 1972 yazının sonunda emek-liliğini istedi, emekliliğini hak et-mişti. Emekli oldu. Ondan sonra si-vil olarak hocalığa başladı, Maslak Atlı Spor Kulübü’nde. Ondan sonra başka kulüplere geçti. Halen de ho-calık yapıyor. İşte emekli olduktan sonra, memurların en büyük arzu-su bir ev sahibi olmaktır. O zaman kadar mümkün değildir, memura ev almak. İşte biz de emekli ikramiye-mizi bu eve yatırdık. Hemen hemen yarısı falandı, yarısından biraz daha fazlası tutuyordu. Üstünü çalışarak

ödedik ve 1972’nin son ayında bu-raya taşındık. Bu sokağa da ilk biz, yani bu apartman yapıldı bu apart-mana ilk biz taşındık.

Sokağın ilk gelenlerindeniz

Neden burası, tayin olup İstanbul’a geldiğimizde eşim işte Ayazağa’ya gitti. Biz o zaman, görümcemler var Eyüp Sultan’da, onlara misafir ola-rak indik. “Ben ertesi gün gideyim bakayım Süvari okulunu servisi ne zaman nereden gelir nereden ge-çer onu bir öğreneyim” dedi. On-dan sonra onu öğrenmiş ertesi gün “herhalde biz ya Beşiktaş’ta otu-racağız ya Mecidiyeköy’de” dedi. Çünkü servis Ayazağa’dan kalkıyor ya Beşiktaş’a gidiyor ya Taksim’e gidiyor. Geldik ertesi gün gezdik Mecidiyeköy’ü, o zaman buralarda hiç ev yok hep dutluk. Öbür tarafın-da da tek katlı ve iki katlı evler var. Onlar da bahçe içinde hep dutların arasında. Böyle bir Anadolu havası gördük. Çok sevdik, çok beğendik. Mecidiyeköy’ü tercih ettik. O ta-rafta oturduk dört sene, iki sene de lojman çıktı bize Maslak’ta, süvari okulunda lojmanlar vardı iki sene de orada oturduk. Onun üzerine de işte okul lav olunca personel de da-ğıldı tabii Türkiye’nin her bir yanı-na. Biz de çıkmak zorunda kaldık, sene ‘72. Ondan sonra işte başladık nasıl olsa emekli olacağız dedik, iki sene sonra şeyi de Mecidiyeköy’ü de çok beğendik. Oradan bir ev bakalım kendimize diye düşündük. Öbür taraf biraz daha kalabalıktır

köprünün öbür tarafı. Çok eskiden yapıldığı için sokaklarda tek katlı evler. Ama sonradan tek katlı evle-rin yerine müteahhitler alıyor apart-manlar yapılıyor. Dolayısıyla sıkışık bir durum oluyor. Bu taraflar, Or-taklar Caddesi yeni yeni yapılmaya başlanmıştı, oluşmaya başlanmıştı. Buralar öyle yeni yeni yollar açılı-yor, bu yollar falan hiç yoktu. İşte buraya bir yol açılmış, bu apartman yapılmış daha tabii karşılarına da yapılacak dendi ama yoktu, daha serbest burası diye Mecidiyeköy’ün bu tarafını o yüzden tercih ettik. Ve işte o gün bugündür buradayız. Sokağın ilk gelenlerinden bu apart-

manın da ilk oturanlarından biriyiz biz. İki tane çocuğumuz var. O za-man oğlumuz Etiler Lisesi’ne gidi-yordu, kızımız da o zaman şuranın üstünde bir ilkokul vardı o zaman, şimdi engelliler okulu mu bilemem. Onun için burada büyüdü çocukla-rımız. Kızımız işte 7 yaşında falandı oğlumuz da 13-14 yaşlarındaydı. Kızımız önce buraya sonra Şair Ne-dim okuluna gitti. Sonra Beyoğlu Ticaret Lisesi’ni bitirdiler. Daha sonra Bursa’da bir okul kazandı. Oraya gitti. Yani ikisi de... Oğlum şu anda mali müşavir, kızım bir ya-bancı şirkette çalıştı, evlendi.Şimdi bebeği var, ayrıldı emekli oldu ona

Güner Sevim, 65 yaşında, doğma bü-yüme Şişlili. Emekli olduktan sonra açtığı hobi atölyesine davet etti bizle-ri. Burada bir yandan çayımızı içtik, bir yandan dinledik Şişli’yi.

Bizden evvel hiç tercih yok, hep za-ruret var… Burada, bu bulunduğumuz yerde doğdum, halen de bu bulunduğumuz yerdeyim… Buralar açık alan yerler-di, her türlü faaliyetlerimiz, çocuk-luk arkadaşlarımız vesaire oluyordu, top oynuyorduk, top oynayacak ye-rimiz vardı, gezecek yerimiz vardı. Kırsal bir alandı. Kimimizin aileleri hayvancılıkla meşgul oluyordu. Be-nim ailem de hayvancılıkla meşgul oluyordu. Sonra biz kamyonculuğa başladık ve ben zaten biraz da onun için okul hayatını bıraktım. Şoför-lüğü merak ettiğim için, şoförlüğü sevdiğim için… İşte ender bir şeydi, bu kadar bol değildi yani. Onun için ben de kamyoncu oldum. O zaman-larda Şişli’ye kadar her türlü vesait vardı. Buradan geçiyordu Kağıtha-ne yolu… Çağlayan başlamamıştı, olmamıştı. Zaten Çağlayan’da bir su vardı, doğal kaynak suyu vardı. Yol vardı fakat vesait o kadar pek yoktu… Buradan çıkıyorduk L2’ye biniyorduk. L2 Beyazıt arabasıydı, Levent’ten Beyazıt’a giden arabay-dı, Karaköy istikametiyle Beyazıt’a giderdi ve ters istikamette döner ge-lirdi. Biz onunla okula da rahat gi-diyorduk. Sizin gibi böyle çok yolda zamanımız da geçmiyordu. İlkokula yürüyerek gidiyorduk, okul yakındı vesait sıkıntısı pek yoktu. Zaten Şiş-li de gelişmiş bir yerdi. Zaten burası biraz daha kırsal kalıyordu. Burada

Şişli Hürriyet Mahallesi civarlarının hemen hemen tümü, 15-20 aile var-dı hane olarak; yani ev olarak 15-20 tane veya 25 tane ev vardı. İstimlak olduğu zaman Kuştepe kuruldu. Kuştepe’ye geliş oldu, ilk gecekondu istimlaktan gösterilen yer Kuştepe oldu, ondan sonra bu hali aldı… Tek katlı bir evde oturuyordum. Genel-de hep tek katlı… Yani çift katlı yer yok. Şişli’de bile bu üç katlı dört kat-lı evler çok çok sonra oldu. O da her tarafta değil hani, mesela camiden bu tarafa pek fazla ev yoktu… Bu-rada mandıralar falan varmış babam kendisi hayvan beslediği için, burayı da kırsal olduğu için tercih etmiş… Tercih değil de tesadüfler olmuş. Za-ten bizim zamanımızda veya bizden evvel hiç tercih yok, hep zaruret var, hep tesadüf var.

Buralara hep dutluk meyvelikti… Ali Sami Yen Stadı’nın yerinde likör fabrikası vardı. Zaten Mecidiyeköy meydanında bir muhallebici var köşede. Orası benzin istasyonuydu, birkaç tane de fırın vardı. Küçücük bir köy gibi bir yerdi. Buralar hep

dutluk meyvelikti… Şişli civarın-da etrafımızda hep gazinolar vardı, çalgılı içkili yerlerdi. Ailelerden zi-yade, flörtünü alan, dostunu alan veya erkek erkeğe oturup içki içen kişiler olurdu, ama sonra gazinonun bir tanesi böyle halka da açıldı. O, sanatkâr getirirdi akşamları, gün-düzleri de bayanlar gelirlerdi oturur-lardı, hava alırlardı çocuklarıyla… Buradan Şişli’ye giderken mağaza var, benzinci var, benzincinin kar-şısında büyük bir bina var, orası ga-zinoydu işte. Benzincinin olduğu yer de gazinoydu. Mesela şu üniversite (Bahçeşehir Üniversitesi MYO) fırın-dı. İlk ekmek fabrikası orasıydı.

Burası bayram yeri gibi olurdu bi-zim çocukluğumuzda…

Farklı dinlerden komşularımız yok-tu, ama annemin farklı dinlerden çok arkadaşı vardı. Rum, Ermeni hatta Yahudi de vardı. Bir ikilem, herhan-gi bir sıkıntı, herhangi bir rahatsızlık yoktu. Yani mesela burada benim annem Arnavut kökenli, babam Si-vas kökenli ve bu mahallede çoğun-lukla Arnavutlar vardı. Ama hiç ara-mızda böyle ayrı gayrı, birbirimizi yadırgayacak, birbirimize kötü gözle bakacak veya rahatsız edecek bir şe-yimiz yoktu. Birbirimizle çok dos-tane, çok iyi geçiniyorduk; dediğim gibi annemin ta Şişli’den, efendim Kurtuluş’tan, Nişantaşı’ndan gayri-müslim hanımlar, arkadaşları vardı. Gelirlerdi burası kırlık diye oturur-lardı. Çay içerlerdi, kahve içerlerdi, o zaman pek öyle gün filan olmazdı; ama toplanırlardı. İyi bir yaşam var-dı yani, her bakımdan iyi bir yaşam vardı… Erkeklerin pek toplanıp git-tiği yerler yoktu. Zaten top oynuyor-duk, oyun oynuyorduk, her türlü imkân vardı. Mesela şimdi bu yolun olduğu yer top sahasıydı. Şu yolun geçtiği yer top sahasıydı. Kimisi bu-raya gelir top oynardı, kimisi gelir Şişli’den veya şehir içinden gelenler uçurtma uçururdu, havalar iyi oldu-ğu zaman filan. Burası bayram yeri

gibi olurdu bizim çocukluğumuzda… Spor yapardım, halter yapardım, top oynardım… Bazen yüzmeye gider-dik Boğaz’a… Mesela yüzmemizi biz Sarıyer’de, Boğaz’da öğrendik. Bazen düşünüyorum da sanki bizim zamanımızdaki İstanbul’u birisi aldı götürdü, bu İstanbul’u buraya ge-tirdi, koydu. Yirmi beş sene Abide-i Hürriyet Caddesi’nde oturdum, iki senedir Kozyatağı’nda oturuyorum, binada hemen hiç kimseyle ailece bir görüşmemiz olmadı. Ancak ölümler-de, taziyelerde gidilecek şekilde oldu, başka türlü olmadı…

Eti sizin, kemiği benim…

Biz ilkokulda top oynarız düşeriz, kalkarız; çocuğuz, aktivite yapacak bir sürü olanağımız var. Faraza, biri-miz düştü bir yeri kanadı, yara oldu, vesaire oldu. Birçok teyze camlardan bakar, öyle bir şey olduğu zaman kimisi tentürdiyodunu alır, kimi-si oksijeni alır, kimisi pamuğu alır, kendi çocuğu gibi yarasını temizler, sarar ve gönderirdi. O kadar iyi bir hayatımız vardı. Benim ilkokula git-tiğim gün annem, beni öğretmenimin karşısına geçirdi, “eti sizin, kemiği benim” dedi. Ve hocalarımız bizi dövdüğü zaman annelerimiz, baba-larımız, büyüklerimiz rahatsız olmu-yordu. Biz utanarak, öğretmenimizin bizi dövdüğünü söyleyemiyorduk korkudan; çünkü kabahat işledik ki öğretmenimiz bizi dövüyordu…

Amerikan tıraş, İspanyol paça…

Bir tek saç şekli vardı, Amerikan tıraşı derdik, ‘alaburs’ derdik, öyle olurdu. Bizim zamanımızda biraz daha delikanlı olduğumuz zaman İspanyol paça vardı, pek fazla mar-ka falan yoktu… Bilmiyorum belki yanılıyorum ama bizim gençliğimiz-de gençlik çok daha şıktı. Çok daha güzel giyiniyordu. Zaten bir marka moda oldu mu o markanın giysisini giyiyorsunuz. O zaman gençlik ken-di kendine yakıştırıyordu gibi geliyor

yani. Bizim zamanımızda biz katiyen böyle lastik ayakkabı giymezdik. Muhakkak böyle kösele ayakkabı giyerdik, İtalyan tipi ayakkabı giyer-dik, efendim süveter giyerdik incecik çok güzel… Elbisemiz gayet güzel terzide dikilirdi… Ekonomik gücü olanlar daha güzel giyiniyordu... Bu-rada şu ileride kamyon durağımız vardı, kamyon durağımızın yanın-daki bir apartmana Samsun’dan bir aile gelmişti. Aile çok derli toplu bir aileydi. Eşim de o ailenin kızıydı. Ta-bii o da genç ben de genç, birbirimizi herhalde beğendik ve öyle evlendik. İki tane çocuğum var biri kız, biri erkek.

Yazık değil mi bu gençliğe?

Yardımlaşma derneği pek yoktu, ama insanlar birbirlerine çok yar-dım ediyorlardı. İşlerine de yardımcı oluyorlardı; ekonomik güçleri eğer kötüyse borç alıp veriyorlardı, hiçbir şey talep etmeden… Birbirimizi ya-dırgamıyorduk. ‘Şu’sun ‘bu’sun gö-züyle bakmıyorduk… Zararsız, ka-liteli, kimseye zararı olmayan, kötü niyetli olmayan insanlardı. Para öl-çüsü hiç yoktu. Zenginmiş fakirmiş, hiç kâle alınmazdı; insanın insanlığı kâle alınırdı. Yani milleti de kâle alınmazdı, parası da kâle alınmazdı. Şimdi hem millet kâle alınıyor hem de parası. Parası varsa çok kıymetli oluyor, ama sahtekar olsun hırsız ol-sun, dolandırıcı olsun n’olursa olsun, eğer parası varsa kıymetli… Gençli-ği fazla suçlamamak lazım, aslında o suç bize düşüyor. Bizim kuşak… Duyarsız yaşadık. Biz bugünleri gö-remedik. Sokaktaki kötü gördükle-rimizin hiçbirisinin kabahati yok. Kabahat bizlerin, biz büyüklerin… Biz onlara iyi örnek olsaydık, olmaz-dı, değil mi? Bizim zamanımızda ne tinerci vardı, ne bu vardı, ne şu var-dı… Bunlar niye oldu? Annesi babası sahip çıkamamış olabilir, etraf sahip çıkar. Etraf sahip çıkamamış olabilir, ülkenin sahip çıkması lazım. Yazık değil mi bu gençliğe?

Şişli

014

Güner SEVİM / Emekli

“O zaman buralarda hiç ev yok, hep dutluk...”Dicle Koylan (21)Begüm Anıl (16)M. İpek Yüksel (16)Alara Kan (16)Elif Aktürk (16)Çağatay Derin (16) Tugay Erdoğan (16)

Röportaj

Kevser SAMSA/ Ev Hanımı

Deniz Müftüoğlu (22) Gökhan Uluışık (16)Gamze Acar (16)Elçin Taştan (17)Yuşa Çetinkaya (16)Furkan Üstündağ (16)Gülbahar Öğtemli (17)

Röportaj “Sanki bizim zamanımızdaki İstanbul’u birisi aldı götürdü, bu İstanbul’u koydu…”

Page 5: STY-Şişli Gazetesi

bakıyor. İşte eşim de hala hoca-lık yapıyor. Ben ev kadınıyım. Ben anca onları idare ettim. Eskiden bi-zim kuşağımızda çok çalışan yoktu. Asker aileleri de herhalde bu çalış-maya ayak uyduramazdı, belki öğ-retmen olsa falan tayinler ona göre olabilirdi. Başka türlü çalışamazdı, çünkü sık sık yer değiştirirler. Ma-hallede görüştüğümüz insanlar çok. Bizden sonra gelen komşulara hep biz “hoşgeldiniz” dedik. Ee onlarla sıkı ilişkiye girdik, güzel ilişkileri-miz olmuştu. Fakat zamanla değişi-yor. Hayat şartları değişiyor. Kimisi başka yerlerden ev aldı gitti, kimi-si… Değişti işte. Yerleri değişince, yerine gelenlerde de eski sıcaklığı pek bulamadık. Daha ziyade bi-zim yaşımız ilerledi. Gelenler genç oluyor, çalışıyor. Halen de öyle çalışan hanımlar daha çoğunlukta. Yani merhabalarımız var. Ama çok sıkı komşuluk ilişkilerimiz olamı-yor. Geldiğimiz senelerdeki sami-miyeti bulamıyoruz. Bu her yerde de böyle galiba. Şişli’de akrabamız yok. Eyüp sultan’da eşimin ablası, yeğenleri var. Bakırköy’de var. On-larla sık sık görüşüyoruz. Pek sık olmuyor tabii onlara da gidişler ge-lişler, o kadar zorlaştı ki.

Çocuk olmak çok güzeldi

Çocuk olmak çok güzeldi. Buralar hep dutluktu, hep dutluk... O za-manlar beslenme sepetleri vardı. Böyle küçük küçük sepetler vardı,

onların içine beslenmelerini koyar-dık okula giderdi, o beslenmeler işte hangi ders arasında yenirse onlar yenirdi falan. Sonra o sepetler pik-nik için onların işine çok yaradı. Bu apartmanda da o zamanlar benim kızımın akranı 3-4 tane kız vardı, onlar piknik yaparlardı bu karşıki yamaçlarda. Küçük yaygılar alır-dı herkes yanına, herkes sepetinin içine bir şeyler koyardı. Anneleri orada piknik yapardı. Dutlar olur bundan sonra işte, dut mevsimidir. Dutlara bekçiler gelir. Altlarında çadır kurarlar yatarlar falan. Bizim çocuklarımızın çocukluğu çok güzel geçti. Oğlumun da öyle çok arka-daşları vardı tesadüf onlar da öyle futbol takımı kurdular. İşte futbol şeyde şimdi Galatasaray sahasının yanında şimdi çadırlar kondu ora-ya, çadır gibi bir şeyler Galatasaray malzemeleri filan satılıyor. O zaman oraya, Ali Sami Yen Stadyumu’nun yanı, ona kömürlü saha denirdi. Orası boş bir sahaydı sporcuların veya böyle mahalle takımlarının çalışma alanı oluyordu orası. Ora-da top oynuyorlardı çocuklarımız oğlanlarımız, kızlar buralarda işte piknik yapıyorlardı. İşte isterlerse eve gelirler evde balkonlarda filan oynarlardı. Bizim çocuklarımızın çocukluğu bu mahallede bu sokakta çok güzel geçti. Şimdi yok maalesef, maalesef yok. Günlerimiz olurdu. Günlerde çok neşeli hanımlar olur-du. Öyle def çalıp dansöz elbisesi giyen gençler bile olurdu yani, dı-

şarıdan gelirlerdi filan. Yani bizim apartmanımızda yoktu ama bizim apartmanımızda çok neşeli bir ha-nım vardı, komşumuz vardı. İnsan neşeli ahbaplar ediniyor ona gelir-lerdi, işte beni de çağırır gel derdi bugün filanlar filanlar geliyor. Uuu bir de inerdim ki şarkılar, türküler, defler… Dansöz elbisesi giyerek oy-narlardı.

Grup olarak spor yapmazdık, onu yapmazdık, ona işte yaş ilerledikçe çok ihtiyacımız olduğunu anladık tabii etraftan doktorlar sayesinde. Ben 12 sene evvel büyük bir trafik kazası geçirmiştim. Ondan son-ra 3,5 ay hastanede kaldım. Son-ra doktorlarım bana hastaneden çıkmadan evvel birtakım hareket-ler gösterdiler “bunu yaparsanız kolunuzu da bacağınızı da rahat kullanabilirsiniz” dediler. “Yoksa ameliyatlı bu bacağınızı da kolunu-zu da kullanamazsınız” demişlerdi. Onun üzerine ben herhalde kork-tuğumdan o doktorların gösterdi-ği hareketleri 12 senedir her sabah yaparım, bir de işte şey Mayıs sonu Haziran başından itibaren de 3-4 ay her sabah yürüyüşe çıkarım. Ali Sami Yen Stadyumu’nu da yürüyü-şe açmıştı Mustafa Sarıgül, ama bi-raz o yokuş benim bacağıma fazla geliyor. Şimdi buradan çıkıyorum polisin köşesine kadar gidiyorum, daha düz yol. Oradan tekrar gerisin geriye dönüyorum. O da işte eşim arabasının km’si ile ölçtü 1,5 km

oluyor. Sabahları da onu yapıyo-rum. Evde de hareketlerim var onu da yapıyorum. Ali Sami Yen Stad-yumu biz geldiğimizde ‘64 yılında açıldı. Hatta çok büyük bir kalaba-lık vardı. Stadyum çökmüş dediler. Benim de oğlum o zaman 5-6 yaş-larındaydı. Babası ile gitmişti, maça gitmişti. Çok korkmuştum, eşime de çocuğuma da bir şey oldu mu acaba diye. Çıktım yola, çok kala-balık, mahşer yeri gibi. Öyle bir gün atlatmıştık ama çok şükür bir zayiat olmamıştı.

Piknik yapardık cumartesi-pazar-ları…

Herkes birbirini tanırdı. İşte benim eşim binici olduğu için yazın özellik-le müsabakalar olurdu… O zaman küçük kızım yeni doğmuştu. Ben pek müsabakalara gidemiyordum. Her akşam onu camda beklerdim, gelmesini… Elinde kupayla gelirdi. Mecidiyeköy meydanı o zaman boş, sadece bir Büyükdere caddesi geçi-yor, esnaf da eşimi o yüzden tanırdı. Elinde kupalar görür falan onu iz-lemeye gidenler olurdu Ayazağa’ya. Bizim yazlarımız da hemen hemen öyle geçerdi. Ayazağa’da çamların arasında cumartesi-pazar hep mü-sabakalar yapılırdı. Biz de asker eşi olarak başka arkadaşlarda gene Mecidiyeköy’de oturuyordu. Bir şeyler hazırlardık, piknik yapardık cumartesi-pazarları, giderdik hem işte babaları izlerdik hem çocuklar

oynardı oralarda. Bizim günlerimiz öyle geçerdi. Ayşem Sineması’na gi-derdik. Mecidiyeköy’ün öbür tara-fında da birkaç tane sinema vardı. Mecidiyeköy’de oturanların yegane eğlencesi oydu yazın. Kışın da daha yukarıda Profilo’ya yakın Özlem sineması vardı. Hala devam ediyor mu bilmiyorum. Özlem Sineması’na giderdik kışın da. Ayşem Sineması kapandı. Sonra yerine büyük bina-lar yapıldı, iş merkezi olarak. Bir-kaç kez el değiştirdi orası. Bebek’te bir gazino vardı, kadın programları yapardı. Emel Sayın, Ahmet Öz-han başka sanatçılar oraya gelirdi. Evde bir şeyler hazırlanır, dolma-lar börekler falan günü birlik gi-dilirdi. Komşularla oraya gider-dik. Çok uzak değil çünkü Bebek buraya. Çok diyoruz, yani iyi ki Mecidiyeköy’den ev almışız. Çünkü bizim şartlarımızda daha sonra, bir sene sonra aynı arkadaşlar bura-lardan ev alamamışlardı. Aldığımız ikramiyeyle buradaki fiyatı karşıla-yamadılar, iyi ki de o sene zaman-sız bir tayin çıktı bize. Her şeyde bir hayır aramak lazım. Bu evi iyi ki almışız diyorduk hep. Memnu-nuz, semtten de memnunuz temiz bir semt. Ulaşım çok kolay. İkinci şube buraya çok yakın. Bilmiyorum o yüzden mi hiç böyle hadiseler ol-madı yani. Hırsızlık oluyor ama. Hemen hemen hiç girilmeyen ev kalmadı geçen sene. Bu sene çok şü-kür öyle bir şey yok.

01

Şişli

5

Klara Levi, 1950 yılında İstanbul’da doğdu. Anne ve babası da İstanbul doğumlular. Bir abisi var o da ‘46 yılında İstanbul’da doğdu ve bütün hayatı İstanbul’da geçti. Amerikan Hastanesinde gözlerini açtığından beri “Nişantaş”lı kendisi. Klara Hanım, şu an Maçka’da oturuyor ve iki çocuğu var. Her ikisi de yük-sek tahsil görmüşler. Kendisi ise Şişli Terakki ve Notre Dame de Sion liselerinde okuduktan sonra Fransa’da edebiyat üzerine yüksek öğrenim görmüş. Kurtlar bile inebilir çocuklar… Tabii şimdi siz Nişantaşı Anadolu Lisesi’nin yerini biliyorsanız bizim evimiz onun karşısında halen, an-nem orada oturur modern palas apartmanında. Biraz daha yuka-rıda, orası artık son evdi düşünün hatırladığım kadarıyla ‘54 veya ‘55 senesinde Şişli Terakki yuvasına git-tiğimde, şimdiki City’s’in arkasında büyük bahçeli bir ahşap bina vardı, yuvaya orada gitmiştim ve arkadan bir kapıyla Akkavak sokağa açı-lırdı, oradan da Şakayık sokağına. Şakayık ile Şair Nigar arasında bü-yük bir arazi vardı ki şimdiki muh-tarlığın bulunduğu bahçe, orası Şişli Terakki’nin bahçesi ve yuvasıydı. Biz oradan çıkınca Nilüfer Hatun-da artık dut ağaçları erik ağaçları-nı bile görürdük. Oralara yürüme-ye gittiğimizde, kırlara gidermiş gibi oralarda yürürdük küçükken. Ben ip atlamaya inerdim. Şimdiki vali konağının dibinde, hani Yapı Kredi’nin büyük binası var ya, orası hepten tarla bayırdı. En büyük eğ-lencemiz oralara inip ip atlayıp çi-çek toplamaktı, hani şimdi sultan suyuna giderler biz de öyle biraz evimizin aşağısına giderdik… Anne-miz hep derdi “oralara gitmeyin aa-aaaa!” Hele büyük annem ki burada Teşvikiye de otururdu tam caminin karşısında: “kurtlar bile inebilir ço-cuklar, sakın oralara gitmeyin”.

Tek eğlencemiz Konak Sineması’ydı

Kafe mafe yoktu o zamanlar, tek eğ-lencemiz anne babamız izin verince sinemaya gitmekti. Konak Sineması vardı şimdi kapandı; Harbiye Or-duevinin yanında Nişantaşı parkı var o Nişantaşı parkının tam karşı-sındaydı. Tüm gençlerin en sevdiği sinemaydı, cumartesi pazar öğleden sonraları 3 matinesine daha sonra 5 matinesine izinlerimiz çıkardı. Lise sonlara doğru Osmanbey’de Site Si-neması vardı, halen mevcut, şimdi tekrar onarıldı; Site Sineması’nda İlham Gencer cumartesi akşamla-rı film gösteriminden evvel piyano çalar birkaç şarkı söylerdi, ona bi-let bulmak çok zordu ve dolayısıy-la sene başında kombine dedikleri biletler alınırdı. Annem babamla giderdik işte o zaman, belki 15-16 yaşındaydım her cumartesi akşam değişik bir film, filmden evvel ufak bir İlham Gencer konseri… Site Sineması’nın üstünde bir lokal var-dı Çatı adında, oraya abim giderdi, ben ancak sinemaya gidebilirdim.

Tramvaylar iki çeşitti; kırmızılar birinci sınıf, yeşiller ikinci sınıf

Gençliğimde Elmadağ’da ‘Kulüp 33’ vardı, bir de Maçka’ya yakın ‘Scott Kulüp’e giderdik ama daha çok Kulüp33’e giderdik. Bu kulü-bün karşı tarafta, Erenköy’de yazlık şubesi vardı, oraya giden herkes bir-birini tanırdı, çok nezih bir ortamı vardı. Lise hayatımda evden çıkar-dım yürüyerek Vali Konağı cadde-

si ve Notre Dame de Sion’a kadar, Elmadağ’a kadar yürüyerek gider-dik. Çok eskiden ise, çok iyi hatır-larım, Maçka’nın arkasında Swiss Otel’e giderken Akaretler’in bittiği yerde, üniversitenin tam karşısında otobüs ve tramvay durağı vardı. Tramvaylar iki çeşitti, biri kırmızı biri yeşil; kırmızılar birinci sınıf, yeşiller ikinci sınıf. Biz talebeyken pasolarımız vardı, tabii sizin de muhakkak pasonuz vardır şimdi, o pasolarla 2,5 kuruştu. O kuruşların ortası delikti ve biz çocukken onları toparlardık ve kızlar kendine ondan kolye yapardı veya cebimize koyar-dık; çünkü tramvaya ancak öyle bi-niyorduk ve tramvay bu Maçka’dan bütün buradan raylarla Nişantaşı ve Elmadağ’a kadar giderdi; Taksim’e Tünel’e kadar giderdi. Bir de otobüs durağı vardı burada, çok güzel bü-yük bir otobüs durağı, aynı durak Tünel’de de vardı; Maçka-Tünel 60 numaraydı, bugün gibi hatırlıyo-rum. Biz okula hep bu otobüslerle giderdik; Elmadağ’daki radyo evi-nin karşısından otobüse binerdik Nişantaşı’na inerdik. Bazı arka-daşlarımız Maçka’ya kadar gelirdi, sonra yürürdük iyi havalarda.

Mesela Swiss Otel’in bulunduğu yerde meşhur Taşlık Kahvesi vardı. Bizim en güzel eğlencemiz gençken Taşlık Kahvesi’ne gelip bir çay iç-mek, arkadaşlarla güzel manzarayı seyretmek ve bir tost yiyip dönmek-ti. Cidden orada müthiş bir ahali vardı; yani gazozcu leblebici vardı orada, her zaman leblebi satardı. İmtihan vakitlerinde, bizim o za-man lise imtihanları değişikti, ve imtihandan sonra dinlenmeye sö-züm ona Taşlık Kahvesi’ne gidip ça-yımızı limonatamızı içer biraz din-lenirdik; manzara seyredip tekrar gelip öbür imtihana çalışırdık.

Migros geldi! Migros geldi!

Nişantaşı ahalisi sokakta geziyor ancak işte manava bakkala çakka-la gidiyordu. Şimdi bakkal diye çok az bakkal var Nişantaşı’nda. Çünkü marketler oldu ama her şey her yer böyle değişti, yalnız Nişantaşı de-ğişmedi. Migros her yerde. Eskiden Migros Nişantaşı’na nasıl gelirdi bi-liyor musunuz? Büyük bir kamyon, dev bir kamyon! Kamyonun şoförü de Eşref Bey’di, biz giderdik çocuk-

ken gofretimizi oradan alırdık. Böy-le iki taraflı açardı, çekmece çekme-ceydi. Hani gofretler bir çekmecede, pirinç öbür çekmecede, yağ öbü-ründe ve öyle satış olurdu. Migros gelince, eskiden bir ara Aygaz öyle geçerdi, “dii daaa dii daaa” herkes pencerelere çıkardı ‘tamam Migros geldi Migros geldi’ herkes Migros’a inerdi.

Termosa çayı koyup Fenerbahçe’nin maçına giderdik

Tabii ben kendi çocuğumu farkı görüyorum, çünkü bizim zamanı-mızda televizyon yoktu. Biz evlen-diğimizde bile, ben ‘70’te evlendim, bazı evlerde vardı ve bir kanal vardı. Şimdi sizin elinizden zap düşmüyor, tık tık... Genç erkeklerin en büyük sevinci ve eğlencesi Halit Kıvanç’ın radyodaki naklen futbolu yayını. Arabalara girerlerdi. Biz kıra git-tiğimizde bile abim arabaya girer, “ne yapıyorsun?” “işte radyodan maçı dinliyorum”. Şimdi tüm maç-lar, Avrupa maçları da gözünüzün önünde. Futbol sevgisi hep vardı. benim abim Fenerbahçeliydi, ba-bam da Fenerbahçeli; aile olarak Fe-nerbahçeli, eşim koyu Fenerbahçeli, oğlum damadım koyu Fenerbahçeli. Kombineleri var, eskiden de hatırla-rım bak burada bir şey var (gümüş matarayı eliyle gösterek) babamındı bu. Maça giderken buna çok soğuk zamanlarda böyle bir içki koyarlar-dı ısınmak için, bir de minik termo-su vardı abimin, ona da işte çayını

koyardı onunla giderlerdi.

Darbe oldu

27 Mayıs’ta ben halen ilkokula gi-diyordum, abim ise Nişantaşı Ana-dolu, o zaman İngiliz okuluydu, oraya gidiyordu. Bir sabah uyandık, işte ben Valikonağı’nda oturuyor-dum ve megafonlarla bir ses duy-duk. Babam fırladı pencereyi açtı ve tabii televizyon filan olmadığın-dan hemen anladı durumu, “darbe oldu” dedi. Biz darbenin ne demek olduğunu anlamamıştık, çocuktuk. “Yani ihtilal” dedi. İşte bunlar dev-riliyor filan ve hemen koşarak gitti bayrağı çıkardı, “baba niye bayrak” diye sordum. 6 Eylül’de de hatırlı-yorum, bizim ev cadde üstündeydi ve hemen babam bayrakları asmıştı. Biz yahudiydik, 6 Eylül’de komşu-lar “bunlar Rum filan değiller” de-diler “onların Türkçesi çok düzgün ve tüm arkadaşları da Müslüman”. Ve bizim eve ne taş atmışlardı 6 Eylül’de ne bir şey. Demek ki ba-bam da tedbir amaçlı astı diye dü-şünüyorum. Sokağa çıkma yasağı vardı, benim babam sanayi odası kağıt bölümü başkanıydı ve dola-yısıyla onun, bizim muhitimiz biraz daha değişikti. Babamın has arka-daşı rahmetli Nejat Eczacıbaşı’ydı, dolayısıyla biz de böyle bir ayrım-cılık hissetmedik. Babamın bir öbür arkadaşı Osman Boyner’di. Bizim evde ‘siz Müslüman biz Yahudi’ diye bir ikilem olmadı ama annemle babamın evlenecekleri zaman varlık vergisi çıkmıştı ve o zaman onlar düğünlerini iptal etmişler.

Bedri Rahmi ve İbrahim Çallı

Eskiden daha fazla kalıplarda yaşa-nırdı, yani ne diyeyim büyükannem anneannem daha kalıplarda yaşadı. Babam dediğim gibi biraz da artist ruhluydu, güzel sanatlar akademisi mezunu ve yüksek ressam idi. Bed-ri Rahmi bizim eve gelmiş gitmiş bir ressamdı. Biz çocukluğumuzda onları gördük; bayramda gelirler-di. İbrahim Çallı’yı hatırlıyorum; çocukken en büyük sevincim baba-mın beni alıp Çallı’nın veya Bedri Rahmi’nin atölyelerine götürmesiy-di. O zamanlar biz de onlara kendi bayramımızda yaptığımız pastalar-dan götürürdük, e onlar da bazen bize gelirlerdi.

Metehan Akkaya (23)Erkin Ergüney (15)İremnur Can (15)Nurgül Usta (15)

Röportaj “Her yer böyle değişti, yalnız Nişantaşı değişmedi.”

Klara LEVİ / Ev Hanımı

Page 6: STY-Şişli Gazetesi

Şişli

016

Yüksel Cenani Mecidiyeköy’de ya-şıyor. Evinin duvarları aile fotoğ-raflarıyla ve tablolarla dolu. Balkan Savaşı’ndan kalan dede yadigârı mataraya gözü gibi bakıyor. On-ların hikâyesini anlatırken gözleri doluyor. Onlara duyduğu saygı, o günlere duyulan özlemle birleşince tadına doyulmayacak bir sohbet sü-rüp gidiyor…

Şeker yerine üzümle çay içti bu mil-let

Ailem hep İstanbul doğumlu. İyi güzel yerlerden gelmişler gide gide ufalmışız. Annemin babası yani de-dem belediye encümen azasıymış, o eski o fesli devirde… Doğum tarihim 1940, Osmanbey Rumeli Caddesi Kırağı Sokağı'nda doğmuşum, ço-cukluğum işte oralarda geçti. Mek-tebe ilk Nişantaşı Nilüfer Hatun’da gittim. İsmi 15.Okul’du evvelden, sonra Nilüfer Hatun oldu. Beşi orada bitirdim, beşten sonra orta mektep, Bomonti'de Talat Paşa’ya gittim. Liseye de Parmakkapı'da Atatürk Erkek Lisesi vardı oraya gittim ama ikiden terk. Babam da (Nevzat Cenani) İstanbul Erkek Lisesi’nde okumuş ama o da be-nim gibi boş vermiş. Ondan sonra marangozluk hayatım var, askerlik var, askerlikten geldik gene ma-rangozluk var, 92 senesine kadar dükkânım vardı Bomonti Bulgar Çarşısı’nda, ondan sonra emekli ol-duk, işte öyle bölük pörçük bu gün-lere geldik.

Osmanbey'in dört yol ağzından yu-karı çıkınca mezarlık vardır, Fransız Latin Katolik Mezarlığı’dır orası. Bizim karşımızda kalırdı orası. Sa-kız Tipi evdi bizim evimiz, ufak da bir bahçemiz vardı, yirmi metre ka-dar. Eski evdi yani şimdi olsa anıtlar kurulu yıktırmazdı bizim evimizi. Evvelden bizim kapının önünde ta-vuklar gezermiş, tabi yerler Arnavut kaldırımıydı. Şimdi parke taşlarla oldu Rumeli Caddesi. Ama öbür taraf daha kıymetlidir, bizim taraf böyle ikinci plandadır yani ikinci Rumeli Caddesi diyeyim size, me-zarlık tarafı. Bir yanımız Ermeni bir yanımız Rum…

Patlangaç yapardık

Valla biz sigara kutusunun kapağı-nı topladık, Yeni Hayat denen şe-kerler vardı, Abdülvahit Turan… Onların kâğıtlarında resimler vardı onları biriktirdik. Topaç çevirirdik, çelik çomak oynardık ondan sonra Nişantaşı'nın dereden giderdik ni-lüfer ağacı keserdik, ondan patlan-gaç yapardık. Şimdi siz bilmezsiniz. Şimdi önce onun erkeğini bulacak-sın, ufak deliklisini. Erik ağacından da ona piston yapacaksın, çitlem-bik denir ona. Çitlembik de böyle bezelyenin içinin çekirdek yapmış durumudur. Ağzımızla önce yarısını koyardık, o pistonla iterdik, ondan sonra öbür yarısını koyardık, böyle pat yapardık giderdi. Suratına değ-diği yerde de biraz acıtırdı yani.

Uçurtma zamanı uçurtma yapardık. Bilyelerle oynardık. Benim torba-lar dolusu misketlerim vardı, cicoz derdik onlara o zamanlar. Toprak bilyeler vardı. Nişantaşı’nın Teneke Mahallesi’ne giderdik. Yaşar Bak-kal vardı orada Allah rahmet ey-lesin. Uçurtma, toprak bilye, cicoz falan satardı. Teneke Mahallesi de, Nişantaşı üç kahvelerden aşağı iner-

sin, Nişantaşı’nın dört yol ağzına gelmeden bir üst sokağıdır, Baytar Ahmet Sokağı. Onun oradan doğru aşağı indin mi üç kahveler vardır orada. Ondan daha aşağıda mer-divenli bir aralık vardır, aralıktan sonra Teneke Mahallesi’dir. İşte oradan gider oyuncak alırdık, oyun-lar oynardık. Bizim oynayacak ye-rimiz vardı şimdi kimsenin oynaya-cak yeri yok. Dolu arkadaşım vardı. Nusret vardı, Ali vardı, Almanya’da şimdi, Turgut vardı ara sıra da gö-rüşürüz onunla. Ama herkes koptu birbirinden.

Mektebe yani liseye tramvayla gi-derdik. Daha doğrusu her tarafa tramvayla gidilirdi. Şişli-Fatih var-dı, Şişli- Bahçekapı vardı, Bebek-Bahçekapı, Bahçekapı-Yedikule. Bunlar tramvay yoluydu. Ondan daha evvel de atlı tram-vay varmış, atlarla çeki-len tramvay. Şişhane'de dinlenme yeri varmış orada at değiştirirler-miş, öyle çıkarlarmış Şişli'ye doğru. Ondan sonra troleybüs çıktı, troleybüs ray üstünde gitmiyor, yukarıdan elektrik alırdı. Ara sıra teleskopları vardır böy-le, o atar yolun ortasın-da, çıkarlar üstüne onu takarlar falan, onun bir ismi de duyargalı getirgi götürgüdür.

Rum bir ustam vardı

Bizim evde kiracı ola-rak kalmış biri vardı, sonradan zengin biriyle evlenmiş, onun vasıta-sıyla ben marangozluğa başladım. 56 senesiydi, mektebi bıraktıktan sonra ne olacaksın de-diler bana, ben de ma-rangoz olacağım dedim. Rum bir ustam vardı, toprağı bol olsun, çok değerli bir ustaydı, hem değerliydi, hem insandı her bakımdan dört dörtlük bir adam-dı. Mina Kalfin, çok değerli bir adamdı. 70 senesinde ‘Yüksel’ dedi; ‘ben Kanada'ya gidiyo-rum. Bana 9.000 lira getir, dükkânı sana bırakacağım,’ dedi; gitti. 90.000 liraya da satardı dükkânı bi-rine, 290'a da.

6–7 Eylül… Yazık oldu. Bir sürü günahsız adamlar buradan korku-larından gittiler. Buradan zanaat da gitti, gazinoculukta gitti. Rumlara vergiydi o gazinoculuk işleri. Gel-seydiler alır saklardık da, başımızın

derde gireceğini düşünmezdik. Biz onlarla kardeş gibiydik. Ermeni’yle, Rum’la kardeş gibiydik.

49 senesinde Şişli Camisi'nin duvar taşlarını yapıyorlardı ustalar. Ke-narının taşlarını çeviriyorlardı. O caminin karşı köşesinde böyle üzeri hasır kaplı bir yer, ustalar altında taka tuka. Biz giderdik mevlitlerde şeker alırdık. Feriköy'de Bayram Çavuş Cami’si vardır. Feriköy mu-hitinin en eski camisidir. Mesele Kurtuluş'ta cami yok. Dolapdere'de kilise var. Dolapdere'de de cami yok. Oralarda eski bir kilise var, İşkembeci Apik'ten aşağı iniyorsun, sağ tarafta orda bir kilise var dan dun çan sesleri çıkar onun devam-lı. Denk gelirse çan sesleriyle ezan sesleri karışırdı. Kimse de rahatsız olmazdı zaten. Çarşaflıysa çarşaflı derdin geçerdin yani bir şey olmazdı şimdi doksan türlü şey çıktı.

Ben bu yeni devrin adamı değilimMedrano Sirki… Başka sirkler de geldi ama İlk Medrano Sirki geldi. 55 senesi falan vardı galiba. İşte o, Mithat Paşa Stadı'nın üstüne. O Küçük Çiftlik Parkı'nın oralar. Böy-le atlar dönüyor, etrafında korku-luk da yok. Millet kaçışıyordu tabi atlar üstümüze geliyor diye. Ondan sonra üç boyutlu sinema oynadı. Gene böyle kovboylar üzerine geli-yor diye millet dışarıya doğru kaçtı.Bak şimdi bizim Osmanbey'in ilk sinemaları İnci Sineması, Tan Sine-ması, Yeni Sinema, Kurtuluş'ta da Akın, dört tane sinema vardı. On-dan sonra Konak Sineması yapıldı, Site yapıldı, Gazi yapıldı. Yukarıda Şişli’de de Kent vardı. Site sineması ‘Sayanora’ filmiyle açıldı, ilk gecesi ona gittik. Konak Sineması ‘Vah-

şi Masumlar’ diye bir filmle açıl-dı, ona da gittim. O devirde ‘Yedi Kardeşe Yedi Gelin’ çok popüler bir filmdi, yirmi kere gitmişizdir ona.

Ihlamur'da bir tane bayram yeri vardı. En büyük bayram yeri ora-sıydı. Beşiktaş'ın Top Ağacı'ndan aşağı inersin, bir alandır orası orda, atlıkarınca, dönme dolap falan vardı. Ondan sonra Küçük Çiftlik

Parkı'nın orası Lunapark oldu ya şimdi, onun orda gazhane vardı. Gazhane Zonguldak'ta çıkan taş kömürünün gazının alındığı yerdi. O gaz da oradan İstanbul bizim muhitlere borularla taksim olurdu şimdiki doğalgaz gibi. Uzunca bir zaman hava gazıyla pişiyordu yeme-ğimiz, ondan evvel sokak lambaları

da o gazla yanarmış hani elektriğin olmadığı zamanlarda. Küçük Çiftlik parkının yanında bir gazino vardı, Hamiyet Yüceses falan söylerdi ora-da ‘Her Yer Karanlık’ diye. Severim ben o günleri, ben bu yeni devrin adamı değilim.

Ciovanni Kalfa

60 İhtilal'inden iki ay sonra fa-lan ben askere gittim. Önce Etimesgut’a gittik, oradan dört ay-lıktım, Şereflikoçhisar'a gittim. Tuz Gölü'nün yanındaydık. Böyle 23 ay hazır kıta yaptık askerliğimizi, şe-refimizle de aldık tezkereyi geldik.

Askerden geldikten sonra gene marangoz-luk yaptım aynı yerde. Osmanlı Bankası’nın marangoz işlerini ya-pardık. Kurtuluş’ta Bankalar Caddesi’nde bir marangozhane var-dı, o bize iş getirirdi. Resimlerini getirirdi, biz burada yapardık. Buradan Adana’ya gideriz, Elazığ’a gi-deriz, Çeçan’a gide-riz, Pınarhisar’a gi-deriz. Sonra Selanik Bankası’yla da irtibat-lıydı Osmanlı Banka-sı. Osmanbey’de tam dört yol ağzında, karşı tarafında Selanik Ban-kası vardı. Ciovanni Kalfa vardı inşaat iş-çilerine bakardı. Cio-vanni Kalfa, İtalyan. At arabasıyla götürür-dük iki tane üç tane bankoyu. Bankaların tezgâhlarına banko deriz biz. İki tane üç tane koyardık sabah saat beşte götürürdük; gelirdik bir posta daha yapardık at arabasıyla.

64'te evlendik, yine Osmanbey, Rume-li Caddesi’ndeydik. 85'te çıktık oradan. Müteahhide verdik, iş

hanı oldu orası. Gene soyadımız ya-zar Cenani İş Hanı diye, sonra bu-raya geldik işte, on beş senedir de buradayız. İki oğlum oldu, Hayret-tin ve Şevket Cenani, torunlarım var Bora ve Leyla Cenani.

Bizim evin altında hamam vardı. Orada hamamın ocağı vardı böyle büyük kazan, altına odun atarsın, orda su ısınır oradan da hamama

gelirdi, öyle banyo yapardın. Şim-dikiler gibi değil. Onun yanında da ocaklar vardı. Ocaklara bakır ten-cereleri koyuyorsun, altında odun yanıyor. O kazanlarımız, bakır sa-hanlarımız hepsi duruyor. Osman-bey’deki evi müteahhide verdiğim zaman, onları güzel ambalaj yaptım küçük kardeşimin orada deposu

var. Depoya koydum orda duruyor. 80 parça bakır. Şimdi onlar antika. Şurada bir tane mangal var, ba-kır mangal. İki tane çini soba var.(Oturma odasını gösteriyor.) Fran-sız sobadır onlar. Bizim evde dört tane soba yanardı akşamları, duru-yor onlar. Kasap Kambur Rıza, Manav Arna-vut Yaşar

Esnaf güzeldi. Esnaf doğru, düz-gün esnaftı. Ne istersen söylerdin, getirirdi evine bırakırdı. Parasını verirdin, vermezdin aylığını alın-ca verirdin. Mesela kasap Kambur Rıza’ydı. Manav da Yaşar'dı, Arna-vut Yaşar. Pangaltı'da ORKO'nun yeri duruyor mu bilmiyorum, Saksı Sokağı'nın başında.Benim Aksekili yağcım vardı. Mer-keple gelirdi, vita yağı alırdık. Biz vita yağıyla büyüdük. Küçük kutu-da da vardı vita yağ, büyük 17–18 kiloluk tenekelerde de vardı. Bir teneke vita getirirdi, bir teneke zey-tinyağı getirirdi, ay çiçek yağı falan yok. Hakiki zeytinyağı, getirir bıra-kırdı haftada 2,5 lira para verirdik adama. Bir tane gömlekçimiz vardı o da onun eniştesiydi, Yaşar. Nay-lon gömlek getirirdi, naylonların yeni çıktığı seneler, 60'tan evvel. Pembe, gök mavisi, beyaz…

Yoğurtçumuz vardı. Silivri yoğurdu, üstü çere otlu çok güzeldi. Tepside olurdu, bıçakla keser küreği vardır, tık yapardı onu. Tabağı verirsin önce tabağın darasını alır, ondan sonra da yarım kilo bir kilo yoğurt neyse koyar verirdi. Para sormaz-dı. Ne zaman gelirse, sonra verirsin işte.

Fulya'ya kadar inerdi o dutluk

Mecidiyeköy hayatım… Otele gelir gibi geliyorum, gidiyorum işte. Bura-da bir hayat yok ki, hep beton yığını var. Millet çalışmak için sabahleyin çıkıyor har har har, akşam gelip ya-tıyor, sabah yine har har har işe… Oturacak bir kahvesi yok, bir parkı yok. Evvelden bu şimdiki Cevahir'in yanı Hâkimler Sitesi’dir. Onun arka tarafı dutluktu. Haziran'ın onunda dutlar olur. Sıcağın en böyle koyu zamanıdır yani. Millet pazar günleri oraya gider, verirler birkaç para, ge-lir dutçu tentesini çeker altına, silke-ler, getirir koyar önüne yersin, kal-kar gelirsin. Orası bir mesire yeriydi yani, taa aşağı Fulya'ya kadar inerdi o dutluk, ama şimdi apartman tabi. Kocaman muşa dutu olurdu. Muşa dutunu bilen de yok.

“Bizim oynayacak yerimiz vardı şimdi kimsenin oynayacak yeri yok.”Sezen Engiz (23)

Burak Karaaslan (16) Eda Çınar (16)Sare Tanrıverdi (16)Cansu Doğuyıldız (16)

Röportaj

Yüksel CENANİ / Marangoz

Page 7: STY-Şişli Gazetesi

Yaşar Doğu 1927’de Şişli’de doğ-du. Mahallede ilk görevi talebeyken 1943 yılında ekmek karnesiyle baş-ladı. Daha sonraki yıllarda kadastro-da çalıştı. 1946’da açılan Demokrat Parti’de de çalışmalarda bulundu. Kırk seneden beri de Şişli Merkez Muhtarlığını yapmakta. Muhtarlık onun hayatının bir parçası. Gençli-ğinde çapkın olduğunu dile getiren Yaşar Doğu’nun hayattaki en büyük hedefi insanlara yardım etmek. Ken-disi ile Şişli ve değişen İstanbul üzeri-ne güzel bir sohbet yaptık.

Ajda Pekkan, Nükhet Duru, Zeki Müren bunlar hepsi burada oturu-yordu… Eski Şişli, dünyanın en güzel semti idi. Şişli’de oturmak bir ayrıcalıktır. Yani ‘Şişli’de bir apartman…’ Ha-zım Körmükçü’nün şiirleri bile var. Ama şimdi Şişlilikten çıkmış. Mesela o zaman insan, güzelim Zeki Müren falan herkes burada otururdu. Ama şimdi onların yerini Anadolu’dan gelen insanlar doldurdu. Benim an-lattığım zaman Şişli’nin 500 nüfusu vardı. O zaman gazetede okuyunca eyvah diyor, ne oldu dedim zelzele mi oldu dedim, İstanbul’un nüfusu 500 olmuş dediler. Düşüne biliyor musun? Şimdi en az, en az millet 12 milyon diyor ama ben 15-20 ra-hattır diyorum. Yani Türkiye’nin nüfusunun üçte biri İstanbul’da ya-şıyor. Neden? Neden yaşıyor, çün-kü Anadolu’ya bakılmadığı için, bilhassa Doğu ve Güney Doğu’ya o gün siyaset yapıp işte İstanbul’un taşı toprağı altındır gelin gelin diye, insanları buraya yığdılar. Değil mi! Mesela benim zamanımdaki şeyler öyle, dediğim gibi, Ajda Pekkan, Nükhet Duru, Zeki Müren bunlar hepsi burada oturuyorlardı. Ne gü-zel insanlardı. Ama tabii şimdi ara-san parmakla gösterilecek kadar Şiş-lili az var. Eskileri bulmak çok zor. Şimdi genelde Museviler var, Rumlar gitti, o 6-7 eylül hadisesinde gittiler, çok az var. Anlatabiliyor muyum. İşte böyle yoğruluyoruz. İşte mesela şimdi Şişli’nin şeyi olarak bir gelmi-şini anlatayım, geleceğini anlatayım. Şişli’nin camii olmadan evvel ki hali, evvela süvari atlar vardır, süvari at-lar... O süvari atlar kalktı gittiler şeye, Beşiktaş’a gittiler. Yıldız Sarayı var ya orada, onun altında... Onlar gitti, ondan sonra atlı polislerden sonra inzibat okulu oldu, inzibat okulu da bitti, Şişli orta okulu oldu. Okul oldu yani... Ondan sonra ca-miye nasip oldu. 1945’te Şişli cami-si başladı 50’de bitti. Anlatabiliyor muyum? E işte burada ne var mese-la, Abide-i Hürriyet caddesi diyor-lar, Mahmut Şevket Paşa’nın yattığı Abide-i Hürriyet caddesi gayet güzel. O zaman insanlar açıldıktan sonra,

insanlarımızı biliyorsunuz, berbat yaptılar orayı kapattılar. Nöbetçisi vardı, bekçileri vardı gayet güzeldi.

Lüküs Hayat

Mesela Hüseyin Cahit Yalçın, bu-rada biliyorsunuz. En üstte bakın şeyde, şimdiki yeri, o zaman konaktı çokta güzeldi, şimdi Osmanoğlu Kli-niği oldu. Ondan evvel dost okulu, ondan sonra da Osmanoğlu Kliniği oldu, kocaman yer. Orası da güzel bir yerdi tabii, Hüseyin Cahit’in yeri. E gayet tabii orası da değişti, e diyo-rum size, yani ‘Şişli’de bir apartıman, yoksa eğer halin yaman’… Ben ‘52 senesinde nikaha gittim, hatun otu-ruyor böyle karşımda ben de ora-da. Turgut Bey’i hiç unutmuyorum, Tünel’de, o zaman ‘55’te ilçe oldu burası. “Oğlum ben senin nikahı-nı kıymam!” dedi, “Niye?” dedim. “Kravatın yok!” dedi bana. Yaa işte, o devirleri gör. Adamdan özür dile-mekten nefesim kırıldı. “Git kravat bul da gel” dedi. Gittim metro han-da bir arkadaşın abisi var, “N’oluyor Yaşar?”, “Ulan ver şu kravatı nika-hımız kıyılmıyor…”

Kimsenin otomobili yoktu o zaman-lar, ben otomobilcilik yaptım

Benim esas kökenim Erzincan. Ama Erzincan’ın esas yüzünü görmedim. Şişliliyim ben, doğup büyüme Şişlili-yim. Çocuklarım da hepimiz Şişlili-yiz. Talat Paşa diyorlar, eskiden Bek-çinar Okulu idi, sonra ismini verdiler Talat Paşa yaptılar falan filan, orada okudum ilkokulu. Biz dört kardeş, iki kız iki erkek o okulu bitirdik. Ondan sonra Nişantaşı’na gittim, Nişantaşı Orta Okulu’na gittim. Köşe başında kaymakamlığın üstündeydi. Konaktı orası. Arkasında da spor şeyi vardı, orada spor yapardık. Tabii o zaman yıkıldı oralar da, kalmadı şimdi o güzellikler, kalmadı. Ondan sonra Beyoğlu Lisesi’ne geldik okuduk. Ondan sonra askere gittim, baha-riye askeri oldum üç sene. İşte bak şurada resmimiz var, bak ben oğlum ve torunum. Bahariye askeri olduk; ondan sonra askerlik bittikten sonra bakayım ne yapayım dedim, bir ara-

ba aldım 50 model. Ticari plaka ara-ba hem de, 10 senede otomobilcilik yaptım. Kimsenin otomobili yoktu o zamanlar, ben otomobilcilik yap-tım. Ondan sonra oğluma lazım oldu falan filan sattık. Çağlayan’da 400 metre yerim vardı, tapusu yok diye korktum, sattım. İstanbullular kor-kak; bütün mal-mülk sahipleri Ana-dolu çocukları biliyorsun. Efendim, halbuki, bugün orada Balkanların en büyük adliyesi yapılıyor, Çağlayan. Dedim, korkaklıktan yapamadık. Burası da mesela bu muhtarlıkta, de-dim ya sonra muhtarlığa başladım. ‘69’da başladım 41yıldır...

Atatürkçüyüm bak görüyorsun, her yerde resimleri var

Şişli’de ne gibi etkinlikler vardı, pek hatırlamıyorum ama dediğim gibi Şişli’de oturmak bir ayrıcalıktı. İşte, kravatsız insanlar dolaşmazdı, bir-birine sevgi saygı vardı. Güzel, ben okula giderken, tramvay geçiyordu bak resmi var orada. Ben oturur-dum, niye otururdum; bir hanım çocukla geldiğinde kalkayım diye, şimdiki gençler suratını dönüyor. Aradaki farkı gör. Ama nedendir o da, o zaman benim anlattığım sene-ler dediğim gibi hepsi İstanbul’un çocuklarıydı, pek azdı. Ama gelen-ler haklı şimdi. Neden? Çünkü karşı yakada oturan çocuk buraya geliyor bir saatlik yoldan, uykusuz. Halbuki yanlış yaptılar. Benim yeğenim vardı İsviçre’de, fabrika ile işyeri lojmanı arasında 100 m yer var. Düşünebi-liyor musun buradan gidecek çocu-ğumuz benim, karşıda iş alacak, ya da karşıdaki buraya gelecek. O yor-gunluk yetiyor ona, saatlerce geçi-yor, yol şeyi zaman israfı falan filan. Bunlar hep yapılsaydı o zamanlar olacaktı. Mesela yanlış yapıldı be-nim anladığım kadarıyla. Biraz siya-sete söyleyeceğim ama yanlış siyaset yaptılar. İstanbul’un taşı toprağı al-tın, gelin gelin dediler; Anadolu’ya bakmadılar. Ne altın toprağı affe-dersin, çok özür dilerim, kaz kaz ne çıkıyor, boktan başka bir şey var mı? Yanlış siyaset yaptılar, bütün gelmiş geçmiş iktidarlardan bahsediyorum. Oraya altyapısını yapsalardı, be-nim vatandaşım orada iş bulsaydı, Siirt’ten Bitlis’ten niye gelsin benim vatandaşım. Ama teşvik politikası ile oldu, bunlar da durup gelmez. Ne yapacaksın, sen orada fabrikası-nı kuracaksın, altyapısını yapacak-sın, elektrik diyeceksin senden beş sene almayacağım. Artık devlet po-litikası, nasıl olacaksa... Yani orada vatanında, toprağında oturmasını sağlayacaksın. Hükümetler bun-lar için vardır yani. Yanlış, şu parti bu parti değil. Ben Atatürkçüyüm, Atatürkçüyüm bak görüyorsun, her yerde resimleri var. Ben Atatürk ço-cuğuyum. O yüzen kesinlikle başka şey olmaz, yanlış, gelmiş geçmiş par-tilerin yanlışlığı var. Ondan sonra, yanlış politika yüzünden İstanbul’u şişirdiler. 15 milyon diyorlar falan, 20 rahat var. Bu ne demek ya, böyle bir şey var mı güzelim ya. Yok! On-dan sonra gecekonduydu yok yıkıldı,

gel yık. Şimdi başladılar, ne diyorlar o yüksek yüksek binalar yapıyorlar ya, residance yaptılar, havasını da bozdular buranın. İstanbul’un havası böyle miydi! Kışın kış oluyordu, ya-zın yaz oluyordu. Bak kaç gün geldi havalar soğuk. Bence, bilmiyorum benim işim değil tabii ki de bu ama bence yanlış şeyler bunlar. O güzelim yerleri yıkıp da, residance’lar yapma gökdelenler filan falan hiç şeyi yok. Yeni binalar yapılıyor, yeni siteler var orada yapıyorsun. Yüzme havu-zuydu, şuydu buydu tamam. Ama bu güzelim çok eski Şişli, çok eski, mesela İstanbul ne demek, Peygam-ber Efendimizin hadisi var ne diyor, genç bir delikanlı gelecek diyordu, Fatih Sultan Mehmet için, İstanbul’u zapt edecek diyordu. İstanbul’un zapt edilmesi nedir, ortaçağın bit-mesi yeniçağın başlaması değil mi? Burasını böyle gelinlik gibi koruya-caksın, değil ki böyle. Olacak şey de-ğil yani. Ya olmayacak şey değil ama kimsenin yapamayacağı diyeceğim ama düşmanları yaptılar bunları işte, böyle. O güzel insanlar yok dediğim gibi, başka anlatılacak da bir şey yok galiba özü bu idi…

Bir zamanlar kebap falan yaparlar-mış, ‘şişli’ oradan kaynaklandı diye biliyorum

Yok şimdi, çok kapkaççı, hırsız var dediğim gibi. Buraya bile hırsız gir-di, şey yaptık siren miren taktırdık. Evime girdi yani, bu tip şeyler var. Dediğim gibi adamlar aç be güzelim ya. İşsizlik tabii diz boyu gidiyor. Aç adam n’apar? Tinerciydi şuydu buydu, adamlar korkmuş, ben apart-manda kapıma girerken eğiliyorum kilit aşağıda olduğu için. Bir kere sağıma soluma bakıyorum. Bu yanlış bir şey bir vatandaşın korkarak evine girmesi. E burayı soydular, Allah’tan öyle kıymetli bir şeyler almadılar. Hükümetin programında var. Diyor ki: 100 metrenin altında olamamak kaydı ile özel idareler ya da belediye-ler, muhtarlık binası yapacak diyor. Tabii ben burayı duydum, burası 400 metre yer, ne mücadele ne kav-ga. Sonra dedim ki adamlara anlata-madım, o şey vardı belediye başka-nı, kaçtı gitti hani, aklıma gelmedi, İdris’in kızı. Dedim ki şuraya bunu yaptınız, yanına da bir kütüphane yapın daha sağlıklı olur. O zaman da kimse yeltenmez dedik, anlatamadık. Çok mücadele ettik... Efendim yok burayı bilmem kim kalmış, dedim siz yalan konuşuyorsunuz. Bir mühen-dis çocuk vardı, Yaşarcım dedi, iki sene evvel senin oturduğun evi sana yaparım, iki sene evvel... Terk et-miş gitmişler. Mesela Bulgarlar var, Rumlar çok... 6 Eylül hadisesinde bende araba var dedim ya o zaman, Bebek’e bir vatandaşı götürdüm, gel-dim yollarda neler çekildi, geldim. Yanda Rum bir vatandaş vardı, Ya-şarcım dedi, ağlıyor Rum vatandaş, biz diyor ne yapalım istersen dinimi-zi değiştirelim. Korkunç bir şeydi o zaman 6 Eylül hadisesi, biliyorsunuz. Hiç merak etmeyin siz dedim, ben geldim. Bizim halkımız biraz vahşice

bir şeydi gibi geliyor bana.

Şişli’nin manası galiba, anladığım kadarıyla, Şişli’de bir zaman kebap falan yaparlarmış, şişli oradan kay-naklandı diye biliyorum. Atatürk’ün evi var, 19 Mayıs Atatürk kurtar-ma planını yapmıştı, benim ma-hallemde değil ama, Osmanbey’de Çankaya’nın yanında orada her za-man merasimden sonra gideriz ora-lara... Ben Atatürk’ü de gördüm. Evet! 1936 senesinde ben ilkokulda idim. İran Şahı Rıza Pehlevi ile gel-mişti. Atatürk gelecek deyince, Ata-türk sevgisi var ya bizde, o zaman 10 yaşında idim. Ondan sonra, koşa koşa gittik, baktık orada, eskiden benzinci vardı onun yanı. Spor bir araba ile bir şeyler içtiler ben gör-düm onu gözlerimle gördüm. Yani, Atatürk’ün manevi kızı da bende burada oturuyor: Ülkü. Burada otu-ruyor... Hepsini tanıyorum ben. Onu bir zamanlar bizim Mustafa ile dans ettirdim burada. Çocukları filan var, bak ben ve dört kardeşimiz bitirdik ama bak bu 36’nın (resim gösteri-yor). Bak burada benim resmim.

Biz de delikanlıydık, biz delikanlı-nın ası idik

Bizim gençliğimizi anlattım ya, bi-zim zamanımızda çok daha kaliteydi yani. Şimdiki gençlerde ben görme-dim mesela. Pantolonlar yırtık, bu-raya kadar yırtık. Pantolon düşük aşağıya kadar, şaçlarında meçler, bu erkeklik, kulağında küpeler burunda küpeler, böyle delikanlılık mı olur ya? Biz de delikanlıydık, biz delikan-lının ası idik. İşte bak resimlerimi gör orada. Şimdiki gençlik biraz benim tersime gidiyor. Ama kızlarımız da belki öyle hoşlanıyorlar, bilmiyorum onu. Hayır pantolonun yırtıklığın-dan anlamıyorum, böyle poposu dü-şük aşağıya kadar. Kulağında küpe, dudaklarında küpe. Böyle şey olmaz ya, böyle gençlik! Biz de gençtik. Hiç baskı yoktu. Dolaşırdık, bizde öyle şey yoktu. Ben delikanlı ço-cuktum. 15 yaşında başladım flört etmeye, arkadaşım da vardı. Niye okuyamadım ben? Liseye kadar gel-dim, terk. İşte bu yüzden. Okuyamı-yorsun diye beni ailem Kütahya’ya gönderdi. Kütahya’ya... Orada ben nasıl okurum ki? İstanbul un çocu-ğu Kütahya’da okur mu? Yine kaçtık geldik buraya. Kız arkadaşım vardı benim ama erkek arkadaşlarım vardı tabii, olmaz olur mu hiç! Arkadaşlar dolaşırdık, konuşurduk Beyoğlu’na giderdik. O zaman Beyoğlu biliyor-sunuz, yalnız buranın insanları değil adadan Moda’dan herkes gelir. O kadınlar Beyoğlu’nda. Şimdi ama Beyoğlu’na gidemezsin, çok çirkin, bildiğin gibi değil. Değişmiş, kızlar, bak bunlar da benim torunum sayı-lır, sakın ha öyle yerlere gitmeyin. Doğru değil. Ben bunlara da söyle-dim, sakın ha gitmeyin. Çok tehlike-li. Ama ben Beyoğlu çocuğuyum, Be-yoğlu Lisesi’nde okudum. Hayatım hep orada geçti, ama bizim zamanı-mızda her şey güzeldi.

01

Şişli

7

Şişli, İstanbul ilinin Avrupa yakasında yer alan bir ilçesidir.1954’te ilçe olan Şişli ilçesinde köy yerleşimi yoktur. 28 mahallesi bulunan Şişli doğuda Beşiktaş, kuzeyde Sarıyer, batıda Eyüp ve Kağıthane, güneyde Beyoğlu ilçeleri ile çevrelidir.

İlçenin en eski mahallesi olan Tatavla’nın (Kurtuluş) 16. yy’da kurulduğu ileri sürülür. 19. yy’a kadar bağlar ve bostanlarla dolu olan Şişli’de çok az yerleşim vardı. Yerleşme alanı 19. yy’dan başlayarak Harbiye, Pangaltı ve Maçka’ya doğru yayılmaya başladı. Taksim’den yapılan atlı tramvay seferleri ilk kez 1881’de Şişli’ye kadar uzanmış, 1913’te elektrikli hale gelen tramvay hattının daha fazla uzatılmasına ihtiyaç olmadığı düşünülerek tramvay deposu da Şişli ile Mecidiyeköy arasında inşa edilmiştir.

Harbiye, Pangaltı, Kurtuluş, Osmanbey, Nişantaşı, Teşvikiye ve Şişli’nin görünümü 1920’lerden sonra değişime uğradı. Bu semtlerdeki bahçe içindeki ev ve konakların yerini yavaş yavaş apartmanlar almaya başladı. Apartmanlaşmanın yaygınlaşması eski ulaşım yollarının çok belirgin caddeler haline gelmesine yol açtı. 1920’ler ve 1930’larda Şişli ve çevresi, varlıklı kimselerin bir apartman ya da apartman dairesi edinmek istedikleri ve bunun moda olduğu gözde semtler haline geldi.

Beyoğlu’nun 1970’lerde geçirdiği bazı olumsuzluklar sonucunda ünlü mağazalar ve alışveriş mekanları Harbiye, Nişantaşı, Osmanbey ve Şişli semtlerine kaydı. Böylece alışveriş merkezi haline gelen önemli caddelerde eskiden beri ikametgah olarak oturulan apartman daireleri de işyeri olarak kullanılmak üzere kiraya verildi ya da satıldı. 1980’lerde, Halaskargazi, Rumeli ve Valikonağı caddeleri İstanbul’un en gözde alışveriş merkez haline geldi. Bu gelişim daha sonra Mecidiyeköy, Gayrettepe ve Esentepe’yi de içine aldı. Bu semtlerde Büyükdere ve Yıldız Posta caddeleri kenarında eskiden ikametgah olarak kullanılan apartman daireleri giderek iş yerine dönüşür.

Şişli

Mertcan Uzun (19) Enes Demir (17)Berivan Bila (16)Aynur Demir (17)

Röportaj ‘’Şişli’de bir apartman, yoksa eğer halin yaman…’’

Yaşar DOĞU / Muhtar

Kaynak: Wikipedia

Page 8: STY-Şişli Gazetesi

Şişli

8

Page 9: STY-Şişli Gazetesi

9

Şişli

Page 10: STY-Şişli Gazetesi

Şişli

0110

Mecidiyeköy’de dut toplamak, salın-caklara binmek, Şişli’de bisiklet sür-mek, yazlık sinemada film izlemek… Tüm bunlar kulağa bir masal gibi gelse de yakın geçmişte yaşanmış bir öykünün satır başları esasında. Melda Cinman Şimşek’ten okuduğu, çalıştığı ve doğduğundan beri yaşadığı Şişli’yi, Nişantaşı Büyükçiftlik Sokak’ta, Marmara Üniversitesi İletişim Fakül-tesi’ndeki odasında dinledik.

Bey Ağa’nın Torunu

1955’te İstanbul’da doğdum. An-nem babam da İstanbul doğumlu. Şişli Koleji’nde başlayan öğrenimimi Şişli İktisat dediğimiz İstanbul İkti-sadi ve Ticari İlimler Akademisi’nde tamamladım; Şimdiki adı Marma-ra Üniversitesi İktisadi İdari Bi-limler Fakültesi’dir. Siyaset İlmi Enstitüsü’nde master ve gene aynı yerde iktisat doktorası yaptım. Dok-tor olduktan sonra çevre dersleri vermeye başladım. Böylece biraz İstanbul’a da değinen şeyler, yani İstanbul’un eski hali, yeni halini kı-yaslayan, çevre sorunlarını ele aldım. Sonra iletişim doçenti ve iletişim pro-fesörü oldum, halkla ilişkiler alanın-da. 31 yıldır da Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde çalışıyorum. Dedem Rami Çiftliği’nin sahibiymiş. Buğday ekiliyormuş. Çok büyük bir çiftlik. Zaten İstanbul’da köylü yok. Göç yok çünkü. Daha çok Roman-lar çalışırlarmış İstanbul’da, köylü olmadığı için. Beni tanır bir kısım çiçekçiler. ‘Bey Ağa’nın torunu’ der-ler. Bey Ağa derlermiş dedeme. O da Silistre doğumlu, adı İsmail Ahmedov Salihev. Kafkas Savaşı’na katıldıktan sonra İstanbul’a geliyor ve yerleşi-yor. Hatta çalışma yeri de İETT idi. Şimdiki Şişli Cevahir. Benim büyük-babam orada şefti. Hareket amiriydi. Evleri de içerdeydi. Önde de çalışma ofisi vardı. İki parçaydı onlar. Birini yıktılar, Cevahir yapılırken. Şimdi bir tanesi duruyor en önde. Sanıyorum şu anda bir lokanta yapılıyor oraya. Bir restorasyon geçirdi fakat evvelki gün gittim baktım içini tamamen değiş-tirmişler. Orada büyükbabam görev yapardı. Devasa bir bahçe vardı İETT deposunun içinde. Büyükbabam ora-ya çiçekleri göstermek için götürürdü. Horozibiği gibi çiçekler vardı.

Mecidiyeköy’de dut toplardım

Mecidiyeköy’de salıncaklar vardı. Giderdim, dizlerimi parçalardım sa-lıncaktan düşüp. Karşısı da dutluktu. Tamamen dut ağaçlarıydı ve biz duta para mara vermezdik. Bazen giderdik, benim küçük bir sepetim vardı. Ora-da ağaç silkelenir, yere çarşaf serilir, yere düşen dutları yıkamadan yerdik. Çünkü dut yıkanırsa lezzeti gider. İki erkek dutçu, çarşaf gibi beyaz, temiz bir bezin üstüne dutları koyup el tezgahıyla satarlardı. Manavda sa-tılmazdı dut. El tezgahıyla dutçu diye küçük bir kürekle alıp, kese kağıdına koyup verirlerdi ağaçtan toplamayan-lar için. Bu devasa büyük gökdelen tipi binalar da olmadığından daha se-vimli bir İstanbul’du. Mecidiyeköy’de iki katlı binalar vardı. Bir de fabrika-lar başlıyordu orada şehir dışı olduğu için. Mesela bisküvi fabrikası vardı. Nerede biliyor musunuz? Gayrette-pe, Esentepe. Orada bisküvi fabrikası vardı. Arı bisküvileri. Bisküvi fabri-kası olduğu için oradan geçerken bis-küvi kokardı. Bisküviler de tenekeyle satılıyordu. Bazen babam, rahmetli arabayı çekerdi, biz istersek eğer bir teneke bisküvi alırdı.

Etiler sapa bir yerdi

Zincirlikuyu’ya döndüğünüz zaman mezarlıktan sonrası boştu. Arada böyle, çok az bir iki tane fabrika. Bir

de Levent semtinin iki katlı villaları vardı. Ama Etiler boştu. Akmerkez’in arka tarafı yani Ulus denen semt yok-tu. Orada Musevi mezarlığı vardır. Musevi mezarlığının orada 80’lerden sonra pazar kuruluyordu. Ben ehli-yeti oradan almıştım. İki karış kardı. Karda ehliyet aldım ama Nispetiye Caddesi’ne, yani Akmerkez’in olduğu caddeye çıkamıyorum. Niye çıkamı-yorum, o kadar kar var ki caddeye nasıl çıkacağım. Taksi filan da bula-mazsınız öyle, yok ki. Yani orası çok kullanılan bir semt değil. Öyle Na-rin Siteleri filan hiçbir şey yok. Yani Etiler’deki Petrol Sitesi 1960’larda yapıldı. Hatta babaannem oraya ta-şındı, Şişli’deki lojmandan, İETT ga-rajından. Ağlayarak gitti dağ başına geldim diye. Boğaziçi Üniversitesi ku-rulduğu için oradan tabii otobüs geçi-yordu ama pek yerleşim yoktu. Boğa-ziçi biraz sapa bir yerde kurulmuştu.

Geçtiğiniz yer artık size ait değil

Yerleşim daha çok boğaz yakası, hani çok daha eskiyi sorarsanız Kurtuluş, Tatavla Rumların oturduğu bir yerdi. Eyüp tarafları Müslümanların otur-duğu bir yer. Samatya, surların oralar Ermenilerin oturduğu yer. Balat Mu-sevilerin oturduğu yer. Fakat benim doğduğum yıllarda Teşvikiye, adı da teşvik etmekten geliyor. Artık teşvik edilmiş bir semtti yani daha kalburüs-tü insanlar Şişli, Osmanbey, Nişanta-şı, Maçka taraflarında oturuyorlardı. Bir de Boğaz’da yerleşim vardı. Sonra sonra Gayrettepe başladı 70’lere doğ-ru. Tabii Levent’te de oturan vardı. Yeşilköy, Bakırköy gibi semtler var-dı. Florya vardı. Böyle semtler ama mesela Florya’ya 80’de gittiğimde hatırlıyorum mis gibi bir koku vardı. Çiçek, ağaçların kokusu filan. Halen öyle mi bilmiyorum. Yeşilköy’de de apartmanlar falan vardı ama sayfi-ye semtiydi Yeşilköy. Karşı taraf da sayfiyeydi. Mesela Şişli Terakki’de okuyordum ben liseyi, bazı arkadaş-lar Caddebostan’a giderlerdi yazlık olarak. Bazıları Yeşilköy’e, bir tane arkadaş Kumburgaz’a gidiyordu. Ataşehir filan öyle bir yer yok. Ora-lar uçsuz bucaksız semtler veya Bah-çeşehir, yok öyle bir yer. Tabii bütün bunlar bizi şaşkına çevirdi. Çünkü bir geçtiğiniz yer artık size ait değil. Ço-cukluğunuzun geçtiği yerler yok.

Farklılık mı, öyle bir şey bilmezdik ki

Ben Şişli’de doğdum, Şişli’de büyü-düm. Komşularımız Ermeniler, Mu-seviler ve Rumlardı açıkça. Ufacıktım daha, yanımıza bir apartman yapıldı. Ermeninler vardı. Üst katımda, en üst katta Rum oturuyordu. Bir üstümde Musevi oturuyordu. Bir altımda Türk oturuyordu. Kozmopolit bir ortam vardı ve bayramları birlikte kutlardık. Paskalya olduğu zaman yandaki Er-meni Madam anneme seslenirdi, Öz-den Hanım şey yapın işte Melda’ya çikolatadan tavşan. Paskalya çöreği

gelir, ortasında kırmızı yumurta. Bi-zim bayramlarda da annem aşure yapar, mutfak balkonundan mutfak balkonuna uzatılırdı tepsiyle. Madam Alis, Madam Mari, Madam Anjel gibi komşularımıza pencereden verilirdi onlar. Birlikte yaşardık. Bütün çocuk-luğum onlar. Din ayrımı olmaksızın Museviler, Müslümanlar birlikteydik. Farklılık diye bir şey bilmiyorduk biz. Yani farklı dinden insanlar var-dı. Tek farklılık bayramlarının farklı zamanda oluşuydu. Biz onlarla hiçbir sorun yaşamadık. Şimdi yaşadığımız sorun, gerçeği istiyorsanız, çok daha fazla. Mesela kilise çanları çalardı pa-zar sabahları. Cuma günü ezan sesi. Çok iyi geçiniyorduk. Şöyle bir örnek vereyim. 1968’de anneannem öldü. Oturduğum apartmanda beşinci kat-ta Ermeniler vardı. Hatta Madam Haygoi, Mösyö Kirkor. Bunlar her gün bizdeydiler. Çünkü annem çok üzüldü tabii annesi öldüğü için. Eğer evde değillerse akşam uğrarlardı. Ta-mamen bir aile gibiydik ve annemi hiç yalnız bırakmamaya çalışıyorlardı.

Moşe oldu Metin, Salomon oldu Se-lim

6-7 Eylül’de Rumlara yönelik olaylar olmuş ve polis önleyememiş, asker gelip bastırmak durumunda kalmış. Sonra Rumların bir kısmı gitti zaten. Musevilere yönelik hiçbir şey yoktu. Ama sonra bazı Musevi arkadaş-larımın isim değiştirdiğini gördüm 70’lerden sonra. Mesela yolda arka-daşımı gördüm, bağırıyorum “Moşe! Moşe!” Bana kartını verdi, Metin ya-zıyor. Birini gördüm, “Salomon” diye bağırıyorum, kartını verdi Selim ya-zıyor. Müslüman adları aldılar, çün-kü baskı gördüler. Eskiden onların hiçbir baskısı yoktu. Biz İstanbul’da hep birlikte yaşıyorduk. Niye şim-di isim değiştiriyorlar. Çoğu da gitti zaten. Benim en yakın kız arkadaşım Musevi’ydi. Panama’ya göç etti. Bir başkası İsrail’e göç etti. Yani Muse-vi, Ermeni ve Rumların çoğu gitmek zorunda kaldı. Ben bile gitmek isti-yorum gidecek yerim olsa ama burası benim köyüm. Çünkü rahatsızız. Bu şehirde rahat etmiyoruz artık. Hatta Hıristiyan Mezarlığı’nda çalışan bir taşçı vardı. Lape’nin tam karşısında bir Hıristiyan mezar taşçısı. O kadar Hıristiyan vardı ki ölüyorlar tabii. Gömüleceği zaman mezar taşı yapı-

lacak. Cevahir’e gitmeden önce. Bir de Teşvikiye Camii pek fazla kulla-nılmıyordu. Daha çok cenazeler Şişli Camii’nden kalkardı. Asker cenazesi olunca biliyorsunuz top arabasına konur ve bayrak sarılır. Onlar bi-zim evin önünden geçerlerdi. Hatta 1970’lerde bizim eve gelen arkadaşla-rım töreni seyredelim diye dersi filan bırakıp camdan bakarlardı. Bütün yol kapanırdı tabii trafiğe. Ne zamanki İstanbul böyle devasa bir insan yığını oldu, cenazeleri Şişli Camii’nden kal-dırmayı bıraktılar.

Zaten kaç kişiydik

Cumartesileri Museviler çalışmazlar. Sinemalarda kombine biletleri olur-du. Oraya giderlerdi. Yani her hafta aynı yer onların. Sinemaya gittiğiniz zaman bilet bulmak mesele. Kombi-ne aldığınız zaman her hafta yeriniz garanti. Bilet alamıyorsunuz. Çok şık gidilirdi sinemalara. Yani ben de

mesela ortaokulda, 1960’lı yıllar… Şık giyinip arkadaşımla sinemaya gi-derdim. Genelde sokakta da birbiri-mizi tanırdık. Mesela Nişantaşı’nda Dilberler vardı. Dikilitaş’ın köşesi. Bütün gençler orada buluşurduk sine-maya gitmek için. Dilberlerin altına gelince hep aynı simalar olurdu. Yani okuldan tanıdığımız insanlar. Zaten kaç kişiydik. Ailelerle Türk filmlerine giderdik. İki tane sinema vardı. Bir tanesi İnci Sineması’ydı. Kurtuluş’tan gelen caddenin tam karşısında. Ra-mada Oteli mi o köşedeki. Eskiden o otelin olduğu yerde Pangaltı Hamamı vardı. Onu sağa aldığınız zaman sol tarafında İnci Sineması vardı, Türk filmi oynardı. Bir de Şan Sineması vardı. Yıkılan Divan Oteli’nin tam karşısındaydı bu, Taksime giderken. Buralarda Türk filmi oynardı. Ai-lemle geceleri buna giderdik. Fakat arkadaşlarımızla ortaokuldayken dört tane sinemaya giderdik. Biri Şişli Site’ydi. Öbürü Şişli Kent, öbürü Ni-şantaşı Konak, öbürü de Harbiye’de-ki As Sineması. As Sineması Dame De Sion’un sırasındaydı. Bunun dışında Mecidiyeköy’de yazlık iki tane sinema vardı: biri Ayşem, biri de Ferah. Bun-lara da yine geceleri ailelerle giderdik. Türk filmleri veya ‘Spagetti Western’ denen filmler oynardı. Kovboy film-leri oynardı. Bunlara giderdik ancak arkadaşlarımızla gittiğimiz Batı, yani yabancı filmlerdi. İngiliz veya Ameri-kan Hollywood filmleri. Ama arada Fransız filmi de oluyordu tabii.

Zarfla Bayram Bahşişi

Evde bazen topluca yemekler yenir-di. Yani müşterek böyle toplanılır bir katta ve yemekler yapılırdı biz çocukken. Böyle komşularla toplanı-lırdı. Bazen de birkaç araba bir yere gidilirdi. Daha çok akşamları Boğaz’a gidilir, semaver getirtilir ve çay içilirdi orada. Bizim ulaşım sorunumuz yok-tu çünkü arabamız vardı ve Pontiac Parisienne’di bu. Pontiac’la canımızın istediği yerde dururduk çünkü orası yasak, burası yasak yoktu. Dolayı-sıyla karşıya geçerken de biz araba-lı vapurla geçerdik. Ama neredeyse kimsenin arabası yoktu. Bir de trafik polislerine babam bayramlarda zarfla bahşiş verirdi, bayram bahşişi. Selam verirlerdi trafik polisleri. Çünkü ta-nıyorlar, İstanbul’da kaç tane araba var. Emirgan’a çay içmeye gittiğimiz

zaman arabayı Çınaraltı’na park ederdik. Doktor denen bir kahya var-dı “Gel Ponçiyak, gel gel Ponçiyak” diye bizi park ettirirdi. Tabii bunlara da bahşiş verilirdi. Yani rahattık. Son-ra otobüs veya troleybüs vardı ama ondan önce tramvaylar vardı, onla-rı hatırlıyorum. Bizim evin önünden geçerdi tramvaylar. Az insan olduğu için öyle müthiş bir trafik sorunu yok. Tabii zaten şehrin dışına kimse gitmiyor. Yani şehir dışı dediğim, pek çok yer şehir dışı. Oraya sanıyorum Topkapı’dan otobüs kalkıyordu şehir dışı olduğu için.

Başka mahalleye gidemezdim

Çocukken bakkala giderdik. Hesabı-mız vardı. Bakkal tanıyor bizi, çiko-lata, ciklet canım ne istiyorsa alırdım ve çıkardım. “Tamam” derdi, defteri çıkarıp yazardı. Evin önünde yazları bisiklete binerdim. Yani Büyükdere Caddesi şu anda. Cevahir’in karşısın-

daki mezarlık sınırımdı. Orayı, me-zarlığı geçmemem gerekiyordu. Car-refour var Şişli’de, camiye gelmeden. Carrefour’la mezarlık arasında gidip gelirdim bisikletle. Evin önünden ay-rılamazdım çünkü Ayla diye bir kız kaçırılmıştı. Benim yaşımdaki çok ki-şinin kabusu olmuştur. Aşağı yukarı benim yaşımda bir kız. Ayla kaçırıl-dı. Gazeteler bunu manşetten verdi ve Ayla bulunamadı. Bizim nesildeki insanların çoğu bundan dolayı soka-ğa bırakılmadılar. Ayla’yı kim kaçırdı belli olmadı. Cesedi de bulunamadı, kendisi de bulunamadı. Yaşıyorsa da benden bir yaş veya iki yaş büyüktür. Daha okula gitmediği bir yaşta kaçı-rıldığı için anneannem çok baskı ya-pardı bana. Bizim evimiz cumbalıydı. Gene öyle zaten. Cumbadan baktıkla-rı zaman beni görmeleri lazımdı. Göz hizası, yani görüntüden çıkamazdım. Ya Ayla gibi kaçırılırsam diye. O bir tek benim değil, bütün çocukların ka-busuydu o dönem. Başka mahalleye gidemezdim.

Bizim çocukluğumuza dair hiçbir şey kalmadı

Bir de şimdiki Hamamcıoğlu Apartmanı’nın yanı. Yani 13 numara olsa gerek. Orası boş arsaydı. O ar-sada, Şişli Camii imamının kızı vardı Asiye, benim arkadaşımdı. O arsa-da ip atlardık. O arsa benim evimin yanındaydı. Boş bir arsaydı. Şimdi orada Hürpa var. Arsadan çıkınca şimdiki Osmanoğlu Kliniği’nin ol-duğu yerde ilkokulum vardı. Oraya geçilebiliyordu. İlkokulumun bahçe-si muhteşemdi. Ihlamur ağacı, yeşil erik, defne. Başka pek çok ağaç... Bir yazarın eviymiş. Sonra okul satıldı, Cent Koleji oldu. Tarabya’ya gitti. Bi-zim okul yıkıldı. Osmanoğlu Kliniği kuruldu orada. Bazen gidip bakıyor-dum, çünkü Osmanoğlu Kliniği’nin bir parçası benim dördüncü sınıfta okuduğum yer. Kapıdan girer girmez sol alttaki. Bir de bahçede iki tane ağaç var. Onun dibinde arkadaşlarla oyun oynardık. Şunu demek istiyo-rum: Şehirde bizim çocukluğumuza dair hiçbir şey kalmadı, yabancılaştık. Her şey o kadar korkunç bir değişim içine girdi ki nereye gitsem yabancı. Mesela gençken Sarıyer’de, Boğaz’da yürüdüğüm sahil. O kadar boldu ki balık. Boğaz’da yürürken istavritler bizim yanımızdan yürürlerdi. Aya-ğımızı bazen suya sokabilecek kadar yakındık. Sonra yollar değişti. Yalıla-rın önü dolduruldu. 2 metre, 3 met-re yükseldi denize mesafemiz. Şimdi aynı yerde yürüdüğüm zaman deniz aşağıda uçurum gibi. Denizle ilişki-miz kesildi. Eskiden yürürken o taşlar böyle granit taşlar, kaç yüzyıllık kim bilir, eski. Denizle bir hizadaydık. De-nizi hissetmiyorum şimdi Sarıyer’de kenarda yürüdüğüm zaman.

Evinin değerini artırıyorum, para ver

Bizim Sarıyer’de bir evimiz vardı. Şim-diki Sarıyer Muhallebicisinin önün-den dere akardı. O derenin kenarın-da bir evi var. Yıllar sonra Sarıyer’de dedemin dedesi anneannemi görüyor ve beğeniyor, ben bunu torunuma alacağım diyor. Anneannemle de-dem ilk defa düğünde karşılaşıyorlar. Yani birbirlerini daha önce görme-den evleniyorlar. Yıllar sonra dedem çiftliği satmak zorunda kaldı. Bunun sebebi annemin tek çocuk oluşuydu. Dedem diyor ki, bu kız bu çiftliği tek başına idare edemez. Ben bu çiftliği satayım, ev alayım diyor, kirasını alır. Şişli’de ve Sarıyer’de iki tane ev alı-yor. Sarıyer’in tek tapulu evi nerdeyse bizimki. Sahilde yalılar var, meydan-da da bizim apartmanımız vardı. 12 Eylül oldu. Bir baktık bizim ev planda yeşil saha olmuş. Sarıyer’deki tüm ev-ler, pek çok yerdeki bütün evler ka-çak ve tapusuz olmasına rağmen, biz kendi tapulu yerimizde bir pencereyi tamir ederken sorun çektik. Pencere-nizi siz değiştiremiyorsunuz. Boğaziçi

Murat Ekinay (20)Vildan Doğangönül (16)Kübra Hasanoğlu (18)Esma Aydın (16)

Röportaj

Melda Cinman ŞİMŞEK / Akademisyen

“Yabancıyız biz bu şehirde; tıpkı gitmek zorunda kalan Rumlar, Ermeniler, Museviler gibi...”

Page 11: STY-Şişli Gazetesi

Hakiki İstanbulluyuz

1939 Beylerbeyi’nde doğduk, İstan-bul Beylerbeyi Anadolu yakasında. Ondan sonra bu tarafa geldik, il-kokul ortaokul ve eğitimimizi Maç-ka’daki teknik okulda tamamladık. Askere gittik geldik ve aşağı yuka-rı elli senedir asansör işleriyle uğ-raşıyoruz. Hakiki İstanbulluyuz, öyle sonradan gelme değil. Annem Samsun’dan ufakken buraya gelmiş, babam bahçıvandı. Bostanlarda ça-lışırlardı, ondan sonra çiçek işlerine döndüler. Okul nedeniyle bu tarafa geldik, 1956’da. Biz beş yüz elli sene-yi bulduk, ondan sonra bulamadık, yani dedelerimin dedesini bulduk, İstanbulluydu. 1965 senesinden beri alt sokaktaydım, Kıra sokaktı o za-man, şimdi Nakiye Ergün oldu bura-sı. Efe Sokak, orada başladık iş sahi-bi olarak, yani dükkân açtım. O sene de orası yıkıldı ve yeni bina yapıldı, biz de buraya geçtik. Bu yeni binanın asansörlerini monte ettim. O zaman da varımızı yoğumuzu bu dükkana yatırdık.

Şimdi daha sakin her şey

Gençliğimizde çalışırdık, okula gi-derdik, bir e kulübe giderdik haftada iki kere: Çarşamba ve Cuma günleri. Kurtuluş Kulübü başta, ondan sonra Beyoğlu Spor Kulübü. Bazı zaman-lar da Galatasaray Kulübüne gittik. Taksim Beyoğlu bizim zamanımız-da toplandığımız yerdi. Sinemaya giderdik, sinemanın çıkışında ya bir tostçu dükkânına giderdik veyahut da muhallebiciye gidip otururduk. Biz kulübe gittiğimiz zamanlarda beş-altı arkadaştık. Atlantik diye bir şey vardı Beyoğlu’nda, eski Sa-ray Sineması’nın karşısında eskiden kulüpler vardı, Çatı vardı. Mesela burada Site Sineması’nı üzerinde Çatı vardı. Erkek ve kızlar beraber giderdik tek olarak değil kapalı si-nema şimdi orası, garaj oldu kapalı otopark oldu. Herkes istediği gibi gi-derdi, parasını veren düdüğü çalardı. Gişeden biletini alırdı ya koltuk ya balkon ama büyük sinemalar,böyle ufak yani minik oda sinemaları değil-di, büyük sinemalardı. Ama her cu-martesi günü cuma günü muhakkak akşamları kulübe giderdik. Kurtuluş Kulübü’ne girdik, biraz büyüdükten sonra Beyoğlu Spor Kulübü’ne geç-tik. Bizim zamanımızın işte dezavan-

tajı şuydu: o zaman Kıbrıs meselesi vardı. Taksim Beyazıt’a gidip gelir-dik “ya taksim ya ölüm”, “vatandaş Türkçe konuş” hikâyeleri var siz bunu bilmezsiniz o zaman da okulda beraber toplanırdık. Böyle yürüyüş yapardık şimdi daha sakin her şey, daha güzel, okuma zamanınız daha çok, şayet okuyorsanız tabii. Hem çalışıyordum, işte faal vaziyette çalı-şıyordum, hem de okula gidiyorduk; Maçka Teknik okulunda okuduğum zaman öğretmenim hiçbir şey bilmi-yordu, okulda kitapta ne varsa onu biliyordu. Biz piyasada yetiştiğimiz için çıkardı öğretmenim sınıftan, si-garasını içerdi ben de ders verirdim. Bizim yetiştiğimiz ortamda çok iyi ustalar vardı o zaman, motor ustası, elektrik ustası, radyocu…

Gecesi gündüzü kalabalık

Beyoğlu’nda Fitaş’ın salonları var-dı, büyük sinema, öyle cep sinema-sı değil. Büyük salonlar, balkonlu koltuk dediğimiz alt kat koltuk, üst kat balkon. En fazla Amerikan film-leri gelirdi veya Türk yapımı filmler gelirdi. Ne zamanki krize geçtiler o zamanda seksolojiye döktüler ta-bii. Beyoğlu ufak ufak bitti, Yeni Melek Sineması’nda mesela Avrupa değil de Amerikan filmleri olurdu. Hollywood’dan Jerry Lewis ondan sonra Dean Martin’in müzikal film-leri, Amerikan bahriyeli filmleri ge-lirdi; kovboy filmleri vardı, kovboy filmleri bazı sinemalarda sabah baş-lardı akşam bitirirlerdi. İstersen on kere seyret çıkmazdın oradan, sabah girerdin akşam çıkardın. Amerikan en fazla kovboy veya müzikal olur-du. Zeytinburnu tarafında eski doğal haliyle veya Cankurtaran dediğimiz yerde Yenikapı taraflarında eski ah-şap binalar vardı. Bu şekilde orada Türk filmleri çevirirlerdi. Mesela o

zaman biz kıymet vermiyorduk onla-ra, Türk filminin başladığı gibi nasıl biteceğini bilirdik, kimse seyretmez-di onları, biteceğini bilirdin. Burada tiyatro yoktu, en fazla Beyoğlu’nda vardı: Elhamra vardı, Akım vardı. Pavyonlar vardı. Sirk gelir senede bir, İtalyan sirki gelirdi, Rus paten-cileri gelirdi; bu bizim bildiğimiz Harbiye’deki şimdiki kültür merkezi eskiden spor ve sergi sarayıydı. Şiş-li genel olarak çok sessiz sakin bir oturma yeriydi, burada dükkân yok-tu, yapboz çöz binaları ondan sonra gelişti, dükkânlar açıldı. Burada ak-şam mesela tramvayla gelinir Şişli’ye kadar veya otobüslerle gelinirdi; kuyruğa gelirlerdi dolmuşa binmek için. Beyoğlu’na giderler tiyatroya veya sinemaya, burada sinema da yoktu ondan sonra açıldı in cin top oynardı, gençlerin hepsi de buraday-dı. Cumartesi-pazar mesela saat 2’ye kadar volta atardık. Taksim-Tünel gider gelirdik, Şişli’de dükkân olma-dığı için burası sakin bir yerdi, yani piyasa yoktu. Dükkânlar Harbiye’ye kadardı, Harbiye’den burası hep evdi. Evlerin ondan sonra alt kat-larını kırdılar döktüler veya bütün binayı yıktılar. İnşaat yaptılar, inşa-at yaptıktan sonra altı dükkân oldu burada, dükkân bulamazdınız. Şim-di kalabalık yani, mesela yeni Şişli Nişantaşı gecesi gündüzü kalabalık gene, sağ sola vurmadan çarpma-dan gidemezsin, bir adam orada bir adam sağda bir adam solda.

Tramvaylar çalışırdı

Eskiden tramvaylar Maçka’ya gitmi-yormuş ben ona yetişemedim, benim yetiştiğim zaman Maçka’ya kadar tramvay giderdi. Oradan dönerdi ge-risin geriye, tekrar şimdi tramvaylar Harbiye’ye kadar gelirdi, meydana, oradan dönerlerdi tekrar. Yüz iki senelik bina o İzmir Palas, çok zen-gin kişilerdi o zaman İzmir Palas’ın sahipleri, ve genelde İzmirli. Onun için İzmir Palas yazdılar. O zaman faytonları vardı, Harbiye’ye kadar gelir, yol yok toprak yol. Taksi za-ten yok, dolmuşlar oraya gitmez, kendi faytonları vardı Harbiye’de, onları alır İzmir Palas’a. Altı metre kapı açılırdı, kapılardan içeri girerdi faytonlar. Orada şimdi altı yedi ara-balık yer var, orada içeri girdiğiniz zaman görüyorsunuz. Eskiden Tak-sim, Eminönü, Sirkeci, Şişli Cami’ne kadar, orada şimdi Cevahir’in ol-duğu yer, tramvay deposuydu. Yine tramvaylar çalışırdı burada; şimdi mesela Kabataş’tan Zeytinburnu’na kadar gelen tramvaylar, aynı Beyoğlu’nda gördüğünüz tramvaylar gibi. O tip tramvaylar Şişli’ye ka-dar gelirdi. Otobüs ve dolmuş vardı yine, Eminönü’nden, Karaköy’den,

Taksim’den… Orada beş kişi biner-di dolmuşa, Amerikan arabaları ta-bii bu, ondan sonra Anadol’lar çıktı onların yerine. Tramvaylar çalıştığı zaman mesela Beyazıt’a kadar gider-di, Taksim’den Harbiye’den, bir de Maçka’ya giderdi. Ayrıca buradan bir yol Kurtuluş’a giderdi. Tramvay-lar ray üzerinde tabii, bunlar elekt-rikli tabii. Karaköy’de çalıştığımız senelerde asılarak gelirdik arkadan, para vermemek için. Zaten yazardı arkasında asılmak yasak ve tehli-kelidir diye; gençlik tabii… Şimdi Şişli’deki caminin yan tarafında, Cevahir’in olduğu yerde tramvay de-posu vardı. Tramvaylar kalktı 67’de mi ne, öyle galiba, bin 67’de orası da otobüs garajı oldu.

Doktor arabası ‘Citroen’

Şimdi buradaki yerlerin sahipleri… genelde öyle daire sahibi fazla kimse yoktu. Bütün bina tek bir kişinindi ya da iki kişinin. Babadan kalma olurdu, ondan sonra bunlar yıkıldı yapıldı. Yapıldıktan sonra kak kat daire daire satıldı, kat mülkiyeti çıktı herkes kendi dairesini aldı, başladı kavgalar. Bu binaların sahibi tekti veya da varislere kalıyordu. İnşaat firmaları almış, taşeronlar kat mül-kiyeti olarak daire vermişler mesela. Adam arazisini vermiş, yedi katlı bir binada dört kat! Herkes tabii ayrı ayrı geldiği için daire sahibi oldu, apartman sahibi olmadı. Eskiden hep apartman sahipleri vardı. Bel-li kişilerin arabaları vardı, herkeste araba yoktu o zamanlar. Doktor arabası ‘Citroen’ diye ‘55 model arabalar vardı, çamurluklarının üze-rinde lambaları vardı, farları onun üstündeydi. Doktor arabası derlerdi onlara, o zaman araba geçmezdi at arabaları vardı. Mesela şimdi ek-mekleri satan at arabası vardı çift-tekerlikli, at ya da eşek çekerdi ara-bayı. Ekmekçi geldi, leblebici geldi, mesela bazen horoz tatlısı yaparlar-dı, şeker tatlısı… Onları satarlardı, macun satarlardı, en fazla leblebici-ler geçerdi. Belli kişilerin buzdolap-ları vardı, belli kişilerin de çamaşır makineleri vardı, bulaşık makinesi çok ender. Alım gücü olan insanlar o devirlerde malzeme bulamıyorlardı, hep kaçak gelirdi mesela. Amerikan pazarı dedikleri pazarlar vardı. Ça-maşır makinesini oradan alırlardı, buzdolabını oradan alırlardı, üre-tim Profilo’yla başladı. Türkiye’de Arçelik başlattı, böyle yavaş yavaş üredi, her yerde bir buzdolabı şim-di, nerede o zaman buzdolabı. Şimdi basitleşti ve bugün inanın çok ucuz. Mahalleyi tanıyordun, mesela bura-dan yüz metre, iki yüz metre ilerideki motorcuyu biliyorduk. Yeni komşu geldi, hoş geldin diyeceksin, birisi

öldüğü zaman bütün mahalle hemen yasa bürünürdü. Herkes kendi dini-ne göre giderdi, saygıda bulunurdu. Adamcağız çalışırdı hastalanırdı, bir çorba pişirip gider verilirdi, tencere-siyle beraber, tabakta değil. Mesela bayramlar gelirdi salıncaklar kuru-lurdu, dönme dolaplar kurulurdu. Eski düğünler mesela… bir tane ni-kah dairesi vardı, o da Beyoğlu’nda Tünel’de. Beşiktaş’ta vardı bir de. Nikahtan sonra dileyen kişi ya gazinoya gider, parası yoksa kendi mahallesine gider, orada cümbür ce-maat bam bum. Beylerbeyi’nde ise sünnet düğünleri olurdu, düğünler olurdu; kazanlar kaynardı, helvalar aşureler pişerdi, herkes tabağını alır, kaşığını çatalını alır sıraya girerdi. Biz çocuğuz, evvela bize verirlerdi ki ortadan kaybolalım. Ondan sonra büyükler otururlardı, artık darbuka-lar şeyler, nereden geldiyse, töre ney-se o yapılırdı, mahalle olarak ama semt olarak değil.

Sülün Osman

Şimdi otobüsle seyahat ediyorlar, yanında oturuyor kimin nesi… Ar-tık televizyonlarda bazen haberlerde izliyoruz, ‘nasılsın amca iyi misin’ şudur budur falan derken adam bir bisküvi veriyor uyutuyor, elindeki üstündekini de alıp gidiyor. Öyle de-ğil mi? Ben Sirkeci’de iş yapıyordum, bundan daha ustalık zamanımız-dı, meşhur Sülün Osman diye birisi vardı. Adam yankesici. Gazeteciler toplandı “bey amca sen bu adamları nasıl dolandırıyorsun? bize bir gös-ter biz de resim çekeceğiz” dediler. O zaman kamera yok, siyah beyaz resim çekiyorlar. “Tamam” dedi, tövbe etmiş ama. “Bak” demiş, saa-tine bakmış böyle sülün Osman, de-miş “on beş dakika sonra Edirne’den tren gelecek” iyi peki demiş birkaç tane gazeteci. Gelmişler Sirkeci garın bir tarafına, hepsi oraya tünemiş bir bakıyorlar tren gelmiş Sülün Osman adam kestiriyor. Biliyorsun biraz da Trakyalılar kasketi ters takar, bavul yok tahta valizler vardı o zaman. Bir bakmış tamam, bu adama gidiyorum demiş gitmiş “ooo hacı hoş geldin, hacı baba, nasılsın iyi misin?” “ben hacı baba değilim” diyor adam, ama sarılıyor. Cüzdanını almış, köstek saati vardı onu almış “yaa hacı baba sen değil misin?” şudur budur falan almış üstündekileri haberi yok ada-mın. Neyse gazeteciler adamı hemen çevirip “hacı baba biraz daha dur” demişler “biraz evvel sana birisi sa-rıldı ya” adam da “yanlış yapmış” diyor. “Peki cüzdanın yerinde mi?” bakıyor cüzdan yok, öbür tarafa ba-kıyor köstek yok saat. Tövbe etmiş artık Sülün Osman, çok meşhurdu.

01

Şişli

11

Dimitri HİRİSTİDİS / Asansör Tamircisi

öngörünüm. Bütün bunlar niçin oldu. Bütün bunlar İstanbul bu kadar dol-duğu için oldu. Yani İstanbul bu ka-dar dolmasaydı benim evim meydan genişletme projesi dahilinde yeşil saha olarak ayrılmayacaktı. Dolayısıyla biz bu İstanbul’a göçten çok büyük zarar gördük. Üstelik hep de bizden para alındı. Mesela ne oldu. Dedem 1953’te Şişli’deki evimizi alıyor ki ben halen aynı yerde oturuyorum. Küçük bir apartman. Lape diye bir hastane var Şişli’de. Fransızlardan kalma. O hastanenin bahçesi bizim evin önü-ne kadar geliyormuş. O bahçeyi kü-çültmek ve yolu genişletmek için de-demden anormal bir şerefiye alınmış. Şerefiye şu demek: Ben senin evinin değerini artırıyorum, para ver. Yani yol genişledi diye dedemden para is-tiyor.

Biz bu şehirde yabancıyız

Taksim Belediye Gazinosunda okul partileri yapardık. Tüm veliler gelir-ler biz ilkokuldayken. Okulun çayı olurdu. Taksim Belediye Gazinosu yıkıldı. Yerinde şimdi Ceylan Otel var. Şahane bir gazinoydu. Devasa,

böyle merdivenlerden aşağı inersi-niz. Şimdi o da yok. İlkokulum yok. İlkokul biri okuduğum Şişli Koleji. Şişli’de, Halaskargazi Caddesi’ne pa-ralel bir sokak içinde bir apartmandı. Bir sene okudum orada, Özel Dost İlkokulu’na gittim. Orası da yıkıldı ve doğduğum hastane. Ömür Kliniği. O neredeydi. Şişli Palas’tan girin hemen sağda. Doğduğum hastane de yok. İl-kokul biri okuduğum Şişli Koleji de yok. İlkokulu bitirdiğim Özel Dost İlkokulu da yok. Işık Lisesi duruyor bir sene okuduğum. Şişli Terakki ise City’s oldu. Lisem de yok benim. Yani judo yaptığım, judocuydum bir sene, veya şiir söylediğim konferans salonu da yok. Hatıralarımızın olabileceği hiçbir şey kalmadı. Üniversiteyi de Şişli İktisat’ta okumuştum ben. Pilav-cı Pasajı denen bir yerin karşısındaydı Şişli’de. Atatürk’ün evinin yanından birkaç apartman sonra. İstanbul İkti-sadi Ticari Bilimler Akademi’ne bağlı bir yüksekokuldu. Orası da şimdi iş hanı. Yani o da yok. Dolayısıyla biz bu şehirde yabancıyız. Tıpkı gitmek o zorunda kalan Museviler, Errme-niler, Rumlar neyse İstanbullunun da onlardan farkı kalmadı Müslüman

olmasına rağmen. Boş arazilerimiz vardı bizim. Aklımızdan geçirmezdik orayı çevreleyip gecekondu yapmayı filan. Benim burnumun dibi mesela burası. Teneke Mahallesi, Nişanta-şı. Zaten biz Şişli’de oturuyorduk. Oralar da kırdı. Hepimizindi oralar. Adam gitti kenarını çevirdi evini yap-tı ve belediyeler bunlara tapu verdiler. Halbuki belediye ne yapacaktı. Şeh-rin belirli yerlerinde evler, apartman-lar yapıp göç edenlerin kullanımına tahsis edebilirdi. Şık binalar. Bunları satabilirdi. Şimdi nasıl Toplu Konut İdaresi yapmaya çalışıyor ayda 100 li-raya, 200 liraya diye. Bunlar yapılabi-lirdi ama yapmadılar ve bugün böyle imarsız, çirkin bir yer halini aldı. Hal-buki burası Bizans’ın başkenti. Doğu Roma’nın başkenti. Bir koskoca im-paratorluk. Onu da bırakın Osmanlı İmparatorluğu; üç kıtaya hükmetmiş bir imparatorluğun başkenti ama bi-zim tarihimiz yok edildi.

Kiloyla patates mi alınır

1970’te Avrupa’ya gittik. Çok acı-dık Avrupalılara çok, aç bunlar diye. Çünkü sebze meyveyi bir kilo, yarım

kilo alıyorlardı. Biz burada bilmi-yorduk öyle dilim filan yok. Benim eşim de Almanya’da okumuş. Mese-la biz evlendiğimizde ben dedim ki, Abant’tan dönüyoruz, balayından, “birer çuval patates, soğan alalım” yolda satıyorlardı. Eşim dedi ki, “sen deli misin?” “Niye” dedim, artık ev-lendik ya hani, ev kurduk. Ne yapı-lır dedi. Çuvalla alınır, arka balkona konulur, ihtiyaç olunca alınır yani. Çuvalla alınır patates, soğan. O dedi ki “alınmaz, kiloyla alınır”. “Patates, soğanın kiloyla alındığını ilk defa du-yuyorum” dedim. Çünkü biz kiloyla almazdık. Sandıkla gelirdi meyve seb-ze eve. Hatta bizim rahmetli Kapıcı Şevki bir kış o sandıkların tahtalarını yakarak ısınmıştı. Yani bolluk vardı. Çocukken hasta olduğumda doktor eve gelirdi. İğne yapılacaksa, iğneci eve gelirdi. Ben 79’da hastalandım. Kulağımda sorun oldu. Eşim dedi ki eczaneye git iğne olmaya. Dedim ec-zaneye gidilir mi iğne olmaya, iğneci eve gelir. Böyle bir şey bilmiyoruz yani. Mesela su, elektrik, telefon pa-ralarını biz bankaya yatırmazdık. Eve memur gelirdi, su derdi. Kaç para derdi anneannem ve parayı çıkarır

verirdi. Havagazı için de memur ge-lirdi. Yani hem para vereceğiz hem de sıraya gireceğiz bankada, yok böyle bir şey.

Artık Şişli’nin kültürü bitti

Aldığımız bir terbiye vardı. Şöyle ki biz evlendik eşimle ve çocuğumuz da doğdu. Bir gün annemlere geldik, evi-mize dönüyoruz. Eşim benim koluma girdi. Fakat annem babam arkamdan bakıyorlar el sallamak için. Ben eşi-me çık kolumdan dedim. Çünkü ben yarı Çerkez’im. Eşim dedi ki “Melda biz evliyiz”. Dedim “evli olabiliriz, bizim aile laubalilikten hoşlanmaz”. Çok modernler ama eşler arasında öpüşme filan yoktur bizim öyle. Ade-timizde yoktur. Eşime ben kolumdan çık dedim evli olmamıza rağmen. Ne yazık ki artık Şişli’nin kültürü bitti. Çünkü kültür ancak oranın halkıyla paylaşılınca ürer. Biz Osmanlı kül-türünü yeniden üretmiştik. Bu barış içinde yaşamaktır. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu’nda farklı dinden in-sanlar bir arada yaşamış. Biz bunu Şişli’de üretiyorduk. Ama bugün on-lar yok.

Sanem Aktaş (21)Şeyma Şahin (16)Selin Irmak Kaçmaz (16)Uğurcan Ata (17) Kübra Gümüş (16)

Röportaj “Tramvaylar Şişli’ye kadar gelirdi.”

Page 12: STY-Şişli Gazetesi

Şişli

0112

5 Kasım 1944 doğumlu olan Necla Öğün, eşi ve oğluyla Şişli’de yaşı-yor. Kendisiyle alt komşusu Huri-ye Tanrıverdi’de buluştuk. Necla Hanım’ın güzel sohbeti, Huriye Hanım’ın güzel yemekleri derken vaktin nasıl geçtiğini anlamadık.

İki kardeşi ceviz ağacına bağlayıp, öldürmüşler

“Annemle babamın anlattığına göre, annem 7 yaşında, annesi, ağabeysi ve amcasının çocuklarıyla birlikte, Ma-kedonya, Manastır’dan İstanbul’a göç etmişler, daha doğrusu Sırplar onları bunu yapmaya mecbur etmiş-ler. Çünkü Sırplar, iki kardeşi ceviz ağacına bağlayıp, öldürmüşler. O gece herkes hamur yapmış, üstlerin-de bulunan altınları bu hamurlara yapıştırıp, Kuran’ın içine, çocukla-rın boynuna, çocukların bezlerine gizlemişler. Bu şekilde günlerce yü-rüyerek İstanbul’a Eyüp Sultan’da İslambey’e gelmişler. O vakit tabi Harp var, Anneannem askeri dikim evine başlamış, askerler için dikiş di-kermiş. Annem de daha yedi yaşın-daymış o zamanlar. Dayım kırk gün içinde ölmüş, baba hasretinden… Anne-kız kalmışlar. İşte annemin soyu yok, hepsi Manastır’da.”

“Babam da aynı devirde 16 ya-şındaymış, dediğim gibi zamanın-da Sırplar onların çiftliklerinde hizmetkârken, devir değişiyor ve Türklerin ağzına tabanca dayıyorlar. Dedem de iki oğlunu alıp İstanbul’a gelmiş. Amcam şimdiki MİT, o va-kit ki Teşkilat-ı Mahsusa’ya, babam da Çengelköy Askeri Lisesi’ne gir-miş. Fakat halam orada kalmış, ha-lalarıyla birlikte… Çünkü babamın doğduğu gece babaannem ölmüş, halaları büyütmüş babamı. Tabii halam orda halalarıyla kalınca bura-ya bir telgraf geliyor ki ‘Sırp evlere girdi, kadınlara tecavüz ediyor, öl-dürüyorlar’ diye. Babam da üstün-deki askeri üniformayla Edirne’den Yugoslavya’ya gitmek istemiş, tam Yugoslavya’ya gelmiş Pirlepe’ye, ba-bam Pirlepe doğumlu, babamı garda yakalamışlar casus diye. Altı sene zindana atmışlar. Her gün bir testi su, bir tahin ekmek, 6 sene boyun-ca… Harp bitip, sulh olunca, mah-pushane kapılarını açmışlar. Babam dışarı çıkına kadar halam korkudan ölmüş. Halalar da İstanbul’a göç et-miş ağabeylerinin yanına, yani Eyüp Sultan’a, İslambey’e.”

“Babam tekrar Edirne’ye gelmiş. Edirne’de Bulgar bir Hanım’la evlilik yapmış ve polis olmuş. Ama hayalin-de kendi memleketinden bir kızla ev-lenmek varmış, yani annemle evlen-mek… Sonra ortalık düzelince, yani Harp bitince, İstanbul’a gelmiş. İşte annemle babam evlenmişler. Babam bu sefer Tekel, eskiden İnhisarlar’dı, oraya müfettiş olarak girmiş. İşte bizler doğduk, dört kardeşiz. Ama annem tek başına olduğu için bizi aralıklarla doğurmuş. Mesela şu an ablam öldü, yaşasaydı 86 yaşında olurdu. Ağabeyim rahmetli oldu, dört sene oldu öleli, o da yaşasaydı 80 yaşında olacaktı. Şimdi bir tek hayatta ağabeyim var 75 yaşında.”

Doğduğum ev konaktı

“Ben Beşiktaş, Şehit Nuri sokakta doğdum. Rumların terk ettiği bir mahalledir orası. Şimdi de gitseniz

görürsünüz o köhne evleri… Doğdu-ğum ev konaktı, Kalafatlar’ın eviydi orası. Beş katlıydı altında bostan ku-yusu falan vardı, beş katında da biz oturuyorduk. Büyük Esma Sultan İlkokulu vardı sokağımızın başında, ben o okula gittim. Üçüncü sınıfı okurken, o ev satıldı, Mısırlı Bahçe Sokağı’na taşındık. Un Değirmeni vardı eskiden orda, şimdiki Beşik-taş Ihlamur yolu. Arnavutların bu-lunduğu arsalar vardı, atlar gözleri kapalı olarak dönerlerdi tarlalarda. Gece geç vakit geçemezdin korkar-dın. Şimdiki Ihlamur Kasrı’na giden yol. Keşke o vakit fotoğraf makinem olsaydı da çekseydim. Mısırlı Bahçe Sokak’ta, 16 sene oturduk. Annem, babam, iki ağabeyimle birlikte otur-duk. Sonra küçük ağabeyimin, Mu-radiye, Deryadil’de, bir arsası vardı, orada ev inşa olunca, oraya taşındık. Orada babamı kaybettim, annemin iki gözü kör oldu. Büyükdere’ye taşındık. Büyükdere’de de 10 sene oturduk. Orada da annemi kaybet-tim. Tabi bu arada ben Akbank’a girdim, çalışıyordum. Sonra evlen-dim. Nisan’da evlendim, Ekim’de de burayı aldık işte, Sıracevizler’deki evimizi. 27 Mayıs tatili 3–4 gündü eskiden. Sonradan kaldırdılar. İşte, 80 yılında 27 Mayıs’ta buraya taşın-dık. Demek ki 30 sene mi olmuş? 30 yıldır da Şişli’deyiz. Ama bunun 89’a kadar olan kısmı yani 9–10 senesi sabah gittim, akşam geldim. Evimizi otel gibi kullandık. Çocuk telaşı, yu-vaya gitti geldi falan. 89’da emekli olunca evde oturmaya başladım.”

Yok, Necla okuyacak

“İlkokulu, Büyük Esma Sultan Okulu’nda bittirdim. Oradan şim-diki Beşiktaş Anadolu Lisesi, Çı-rağan’daki, orası Beşiktaş 2. Kız Orta’ydı. Oraya yazdırdı ailem, üç sene sırf kız olarak okuduk. Sonra deprem mi olmuştu veya bir okul mu yıkılmıştı, askeri baraka kuruldu bahçede, orta sonda. Erkekler geldi, kız-erkek karıştık. 1959’da lise ku-ruldu, ilk liseye gittim. Fakat o sene benim annem çok hastalandı, do-kuz dersten ikmale kaldım. Babam ‘tamam artık okumayacaksın’ dedi. Ama ablam ve abim ‘yok Necla okuyacak’ dediler. Böylece imtihana girerek yedi dersi verdim, ama iki dersim kaldı. O zamanlar bir ders borçlu geçmek yoktu, yani 1959-60’ta. Müdürümüz ‘bir sene daha devam etsin, boyu uzunsa uzun,’ dedi. Okulun en uzun boylusuydum. Babam da ‘hayır, tekrar aynı sınıfı iki defa okumayacak alıyorum kızı-mı’ dedi ve beni aldı. Müdür, tasdik-namemi babama çok zor verdi.”

“Nişantaşı Kız Enstitüsü vardı o zamanlar, şimdiki Rüştü Uzel Kız Teknik ve Meslek Lisesi. İki senelik özeli vardı, orayı bitirince lise mua-dili sayılıyordu. Bir de esas vardı beş yıl okunurdu. Ben tabi orta mekte-bi bitirdiğim için, iki sene özeline yazdırdı babam. İki sene ben orda okudum. Hatta geçen gün İsmet Paşa’nın hanımının elbiselerinin sergisi vardı orada. 62’de mezun

oldum, ilk defa o kapıdan sergiyi gezmek için girdim. Odalar falan değişmemiş. Her odadan bir dikiş makinesi sesi, bir çocuk sesi gelirdi. Üst katlar dikişti, aşağı katlar nakış, en aşağı kat yemek pişirme yerimiz-di yemek derslerimiz orada olurdu. Orayı bitirdim, babam tamam dedi bitti artık okul hayatı. O vakit Fın-dıklı Mebusan Yokuşu’nda benden on yaş büyük abimin dükkânı var-dı. Atatürk Lisesi vardı orda, Gü-zel Sanatlar’ın yakınında, dükkânın yanında da Namık Kemal İlkokul’u vardı. Şöyle Mebusan Yokuşu’nu çı-karken, bir gazino var orda, Cennet Bahçesi, yukarı doğru da Taksim’e çıkarsınız. İşte kırtasiye, tuhafiye, loto bayiiydi dükkânımız. Yedi sene ağabeyimle çalıştım, yani 62’den 69’a kadar. Sonra okul müdürü vardı, nur içinde yatsın Cemal Bey, dedi ki yani ‘bir yerde çalışmak is-temez misin?’ Babam da, emekli sandığından emekli olduğu için, İş Bankası’ndan emekli maaşı alırken beni de götürürdü. Oradaki kızla-rın böyle çalışması benim çok ho-şuma gidiyordu. Dedim ki ‘Cemal Bey ben bankacı olmak istiyorum, etrafınız varsa beni bir bankaya işe sokun’. İşte Akbank’a dilekçe ver-dim. 1969’da, onu hiç unutmam. 22 Nisan 1969’da işe başladım. Yarım günmüş o gün, ama ben bankaya gi-rinceye kadar 23 Nisan’ın iki buçuk gün tatil olduğunu bilmiyordum. 23 Nisan’ın ertesi günü de tatil. Gayet güzel ilk defa çalışma hayatına gidi-yorum, süslendim, gittim, oturduk, öğlene kadar, bana bir daktilo verdi-ler, eksik olmasınlar, işte şunu yaz, bunu yaz. 12 oldu giyinen gitti, ben kaldım. Ben kalınca, ne oldu dedim arkadaşlara, ‘Necla Hanım bugün tatil,’ dediler. ‘Bugün gidin ayın’ dediler işte ‘25’inin sabahı buyurun gelin.’ Geldim ve öyle başladım ban-kacılığa.”

“1969’da Galata Akbank’ta baş-ladım çalışmaya, dört yıl çalıştım. Orada babamı kaybettikten sonra Büyükdere’ye taşındık, Tayinimi istedim Büyükdere Akbank’a, dört sene sonra Büyükdere Akbank’a tayinim geldi. Dört yıl da orada ça-lıştım. Sonra yetkili olunca Tarabya Şanj bürosuna geçtim, orada da üç ay çalıştım. Sonra tekrar geri iste-dim Büyükdere Akbank’a tayinimi çünkü annemle ilgilenmem gereki-yordu. Tabi yetkim artınca tayin ol-mak mecburiyetindeydim. . Oradan Nispetiye Akbank’a geçtim. Orada soygun yedim, 74 senesi, 1 Temmuz günüydü. Askerden yeni gelmiş bir çocuk şubeyi soymaya kalktı. Şube-de de üç kişiydik. Ben, müdür, bir de stajyer memurumuz vardı. Kasada da 27.100 lira vardı. Ulus tarafına doğru kaçmış, seralar vardı oralar-da. Asılınca bir yere parmakları kop-muş, torba da düşmüş elinden. Yani yakalandı. Nispetiye’de annemi kay-bettim. Çalışkan bir eleman oldu-ğum için müdürlerim, hava değişsin diye Osmanbey Akbank’a sonra da Rumeli Caddesi Akbank’a aldılar beni. Rumeli Caddesi’nde evlendim zaten, çocuğum oldu. Pangaltı Şu-besi, Feriköy Akbank’tan da emekli oldum. Yani 22 Nisan 1969’dan, 1 Eylül 1989’a kadar, bankanın bü-tün meşakkatini çekerek.”

Adım “Türk Kızı”ydı

“6–7 Eylül’de biz Beşiktaş’taydık. Mısırlı Bahçe sokakta oturuyorduk O vakit ya orta birdeydim ya orta ikideydim. Babam Rum evlerine gitmişti, bayrak asmıştı ki, mağdur olmasınlar diye. Fakat yangını kati-yen unutmuyorum. Beşiktaş’ın için-de nalburlar pazarı, şimdiki Rum İlkokulu’nun karşısında Rum Kilise-si vardır. Çarşı içini bilirseniz, şim-di alt geçit, üst geçit var ya Barba-ros Bulvarı işte orada otobüs garajı

vardı. Çünkü Beşiktaş’tan Fatih’e, Beşiktaş’tan Bebek’e, yani Beşiktaş merkezdi. Otobüsler, tramvaylar kalkardı. Orada düşünün otobüs garından Rum İlkokulu’nun yanına kadar Nalburlar Pazarıydı. Ve onlar Ermeni ve Rumlarındı. İşte bir ta-nesini yaktılar, diğerleri de günlerce yandı. Boya kutuları havalarda uçu-yordu. O vakit işte Taksim, Eminö-nü çok harap oldu. Çoğu korkudan gitti. Belki de evvelden büyüklerimiz 6–7 Eylül’ün olacağını biliyordular gibime geliyor. Ama onu da yapan-lar yani burada yaşayan şehirliler değildi. Böyle saçlı sakallı acayip in-sanlardı. Yani onlar burada yaşamı-yorlardı sanki… Bir kışkırtmacaydı, Atatürk’ün evine bomba atıldı ha-disesinden başladı. Sonra o acayip insanlar çekildi gitti olan bizim ke-semize oldu.”

“Ben Büyükdere’de otururken şehre geliyordum, çünkü Büyükdere yazlık yeriydi, Rumeli Caddesi Akbank’a, Stelyo vardı, Rum’du, mobilyacıy-dı. Mobilyalara sarı yaldız çekerdi. Onun bir chevrolet arabası vardı. Biz dört bankacı hanım, iki bankacı bey parayla tutmuştuk. Taksim’dey-di onun mobilyacı dükkânı, mini-büse bineceğimize sabahleyin, bizi getirir, hepimizi bankamızın önünde bırakırdı. Tabi çıkış saatlerimiz belli olmadığı için akşamları biz kendi-miz dönerdik. ‘Korkanlar gitti’ derdi Stelyo.”

“Eskiden yoktu sen nerelisin. Şimdi nasılsın, iyi misin, yolda merhaba di-yorsun, nerelisin?İlkokula gittiğim vakit, yani doğ-duğum mahallede, Beşiktaş’ta tabii böyle bu kadar gazino falan filan yok. Akşamdan sonra herkes kapı-nın önüne çıkardı. Erkekler bir bö-lüm otururdu, kadınlar bir bölüm, çocuklar da işte eskiden cicoz, cam cicozlar falan bilmiyorum yetişti-niz mi onlara? Onları oynardık, yani yoktu öyle sen Rum’sun, sen Ermeni’sin. Onlarla büyüdük, çok güzel günlerdi. Mesela Beşiktaş’ta oturduğumuzda tam evimiz köşeydi böyle. Yani Tuz Baba’ya giden yol, Şehit Nuri sokağı, Şehit Asım Cad-desi. Bu Şehit Asım Caddesi’nde çok Ermeni vardı, Ermeniler çok güzel dikiş dikerler, terzilik bilirler. Çok güzel zeytinyağlı yemek yaparlar, Rumlar da öyle.”

“Geçenlerde Ada’ya giderken vapur-da Rum bir kadınla tanıştım. Turist rehberliği yapıyormuş. Benim ya-şımdaydı, ahbap olduk falan, dedim Rumların böyle bir misafiri gelince bir tepsi gelirdi. Tepsinin içerisinde, su dolu limonata bardakları, bir sulu bardak, bir de cam bir kavanoz ve kavanozun içinde de beyaz bir reçel olurdu. Herkes bir kaşık o sakızlı muhallebiden alır, kaşığı suya bı-rakır, bir bardak da suyunu alırdı. O çekilir, arkadan kahve ve sigara tutulur, arkadan şeker. Eskiden ga-zoz ikram edilirdi, arkadan da çay. Hatta o hanım ‘Yunanistan’dan geti-

receğim o reçelden size, çok eskilere gittiniz hanımefendi,’dedi.”

“Mesela bizim aşağıdaki bakkal Ermeni’dir. Hanımı kırk gün Ermeni orucu, otuz gün bizim ramazanı tu-tuyor. Bak şimdi 4 Nisan onların yu-murta bayramıdır Hıristiyanlar’ın. Bilhassa Bulgarlar boyalı yumur-talar getirirlerdi. Ben oradan anlı-yordum bayramlarının olduğunu. Sonra hamursuz bayramı geliyor Museviler’in, oruç tutuyorlar. Onla-rın cenazeleri de bizim gibi. Mesela biz 7, 40, 52 yapıyoruz ya onlar da yapıyorlar. Ben Bulgarların cenaze-sine de gittim Ermenilere de gittim. Onlarda bizim gibi kadın erkek ayrı oturuyor. Bulgarlar’da da aynı, kadın erkek yan yana oturmuyor. Mesela komşum Bulgar karı-koca öldü. Bulgar’ların kilisesine gittim, orda da kadın erkek ayrı oturuyor. Bizim gibi cenaze gömüldükten son-ra içeri, kilisenin odasına alınıyor, onların çok güzel bir helvaları var, incili helva, kimsede ben o tadı ala-mamışımdır. Aynı şekilde erkekler kadınlar ayrı oturuyor meşrubatıy-la kahvesiyle ölüm taziyetini kabul ediyorlar. Museviler’de de aynı, en ön sırada en yakınları anne, baba, kardeşler, kadınlar bir tarafa erkek-ler bir tarafa, tabut önde duruyor, dualarını yapıyorlar, gömüyorlar, gömdükten sonra dönüyorlar, in-sanlara buyurun diyorlar ama orda sıcak bir yemek yok onların. Yedi gün soğuk, kaşar peynir, haşlanmış yumurta, beyaz peynir, sandviç, su, meşrubat bile yok, çay bile yok, kahve bile yok. Yahudiler’de bu var. Ermeniler’de mesela ölümden sonra kahve içiyorsun, sıcak helva yiyorsun, Museviler’de o yok. Yedi gün herkes bir şey getiriyor, kimi yu-murta haşlıyor, kimi kaşar peyniri, beyaz peyniri; sonra eve dönülüyor. Eve de işte onların kendilerine ait din mensubu kişiler geliyor, yedi gün evlerinde dua yapıyor. Bizim burada geldiğimden beri hemen hemen be-nim zamanımdaki bütün Yahudi ha-nımlar, beyler öldüler.”

“Biz taşındığımızda bu ev bütün Musevi’ydi. Adım “Türk Kızı”ydı. Tek Türk kızı bendim. Ama şimdi Allah var, çok memnundum. Hepsi ev hanımıydı, oyun oynamayı çok severlerdi. Bankacılık çok ağır bir meslek, hele eski bankacılık. Akşam geldiğimde herkes, üç dairenin hep-si kapıyı açarlardı. Çünkü sofraları kurulu olurdu. Ben mesaiden geliyo-rum, eşim de öyle. Sofraları kurup, herkes yarışırdı, ‘ne olur bir gece bizde yemek yiyin, bu gece de biz-de yiyin’ diye. Sonra çocuğum oldu, tabii kimsesizlik, bakım şartı falan, her evin sofrasından çocuğumun kursağında lokma vardır.”

“Buradaki Musevilerle aram çok iyiydi. Hep derdim ben emekli olun-caya kadar oturun ama onların da bir şeyi oldu. Ya Ulus’a gittiler ya da Şenesenevler’e gittiler. Ama çok tutucu bir durumları vardı. Bak şim-di, onlarda drahoma vardır. Bir kızı seversen yok, ama sevmezsen var. Yani görücü usulüyle evlenirsen er-kek tarafına para ödüyorsun. Bu katta, Moiz Amca oturuyordu, karı-sı, damadı, torunları. Bir de büyük madamları vardı, 100 yaşında. Kim-seyle Türkçe konuşmuyordu, benle konuşuyordu, Türk Kızı diyordu. Diyordum damatları niçin içeri alı-yorsunuz, biraz palazlansın diyordu. Yani kendi kızlarına, damatlarına kucak açıyorlardı, bir iş sahibi oldu mu çıkartıyorlardı. Şimdi Türkiye’de iç güveysi hangi kız, hepimiz dâhil, kayınvalide yanına oturur musun, kayınpeder yanına? Ama Musevi-lerde kalkınıncaya kadar oturulur. Hepsi de iş sahibi olup çıktılar. Biri gömlekçi dükkânı açtı biri kravat-çı ve kendilerine Şenesenevler’de,

Sezen Engiz (23)Ali İhsan Gülşener (16)Burak Karaaslan (16)Eda Çınar (16)Erhan Uzuner (16) Özge Temizel (16)Sare Tanrıverdi (16)

Röportaj “Şarkısı bile var, Şişli’de bir apartman içi”

Necla ÖĞÜN / Bankacı

Page 13: STY-Şişli Gazetesi

01

Şişli

13

Haşmet (Sadri Alışık), kuşaklar boyu İstanbul’da yaşamış gün gör-müş bir ailenin çocuğudur. Yıllar geçtikçe değişen çağa ve çevresine uyum sağlayamamış, çalışmayı da pek sevmediği için ailesinden kalan servetini peyderpey kaybetmiş, eski-den oturdukları yalının harap bahçe-sinde bir gecekonduya sığınmış, bil-diği tek iş olan sokak fotoğrafçılığı yapmaktadır. Bir gün artist olmak için köyünden kaçan Ayşe ile katıla-cağı yarışma için fotoğraf çektirirken tanışırlar. Bu yalnız ve saf kıza acı-yan Haşmet onu gecekondusuna ge-tirir ve sokakta kalmaktan kurtarır. Günler geçtikçe Haşmet bu saf ama iddialı kıza yakınlık duymaya başlar, ancak bu arada bir rastlantı sonucu Ayşe gerçekten ünlü bir şarkıcı olu-verir ve Haşmet’ten kopar…1966 yapımı ‘Ah Güzel İstanbul’ adlı bu ödüllü Atıf Yılmaz filminde Sadri Alışık’a Ayşe karakteriyle eşlik eden sanatçımız kimdi? Beyazperde’nin siyah beyaz olduğu dönemleri kaçır-mış da olsak o, hepimizin yakından tanıdığı ve çok sevdiği Ayla Algan…

İstanbul Notre Dame de Sion Lisesi’nden, New York Actor Studio’ya uzanan oyunculuk eğiti-minden sonra, aralarında devlet sa-natçısı ve Unicef onur ödülü de dahil olmak üzere onlarca ödüle layık gö-rülmüş, kültürümüzün tanıtımına ve tiyatroya hizmetle geçen 73 yıllık bir hayat... Şimdilerde genç yetenekler yetiştirmekle meşgul. Ayla Hanım, 30 yılı aşkın Nişantaşı sakini. Kendi-siyle hocalık yaptığı Ekol Drama’da görüştük. Eski ve yeni Nişantaşı’nı ‘Ah Güzel İstanbul’un o saf ama id-dialı kızından’ dinlemek ister misiniz ?

Bir de insanların moral dünyasına bakman lazım…

30 seneden fazla Nişantaşı’nda otu-ruyorum. Ben Osmanbey’de doğ-dum, sonra Beyoğlu’nda kaldık bir devre, sonra Nişantaşı’na geldik. Harbiye ve Nişantaşı’nda yaşadık uzun süre. Amerika dönüşü ilk para-lı konservatuarı açtık ve oraya yakın olsun diye şimdiki evimde oturuyo-rum. Eskiden ıhlamur ağaçları var-dı bizim apartmanın önünde. Beton apartmanlar, yoktu bahçeler vardı. Ihlamur yolunda bugün ıhlamur-lar kalmamış. Gecekondular vardı şimdiki Ihlamur Kasrı’nın oralarda, Nişantaşı’nın zengin apartmanlarına bakardı bu garibanlar. Şimdi orası en lüks yerler oldu, çingeneler sa-dece çiçek satıyorlar. Şişli Belediyesi onlara izin verdi ve orada çiçekleri-ni satabiliyorlar. Bizim özlemimiz ne? Ihlamurları özlüyoruz, bahçeleri özlüyoruz. Taksim’e gidip gelen tele-ferik var. Orada kafeler falan oldu,

biraz vuslat gideriyoruz ama beton doldu etraf. Sanki Amerika’dasın gibi ya da Paris’tesin gibi. Dilberler vardı eskiden benim köşemde, orası

da çok güzeldi, hem ucuz hem gü-zeldi Dilber’ler, Abdi İpekçi’ler bi-zim çocukluk arkadaşımızdı hep, onların sinemaları da vardı, gider-dik. Sütiş’e gider otururduk filan. Onlar kalmadı şimdi, gidiyor hem sinemaya gidiyor hem muhallebisini yiyor her şeyini oradan hallediyor. Büyük mağazalar bizim toplumsal komşuluğumuzu yok ettiler. Kom-şuluk yok oldu, Amerika gibi olduk. Ben Amerika’dan tam dönüyordum valizler malizler yapıldı, sandıklar, o kutular vardır ya lokum kutuları kadifeli madifeli işte, onları kapıma koydum atamadım artık çöpe. Bir kadın geldi izin verir misiniz bunları alıyım dedi, komşummuş. Neredey-din ayol dedim dört senedir yaşıyo-rum burada. Komşunu bilmiyorsun. Şimdi Giorgio’sundan tut hep büyük mağazalar, pahalı markalar. Tüm mağazalar yani türkü yabancısı hep-si oraya toplandı (City’s için), benim için fark etmedi. Yani Osmanbey’e gideceğine alışverişe oraya gidiyor-sun. Hatta bir Amerikalı arkadaşım geldi bizde kalıyordu, yazar. Ar-kadaşına adres veriyor, bizim evin adresini veriyor, biz de tam vali konağının üstündeyiz, dönünce de arkada annemin ki. Benimki de Za-fer sokak dediğimiz McDonalds’ın orada, Rumeli caddesinden dönüşte. Şimdi söylüyor diyor ki: ‘’bak gide-ceksin Burberry’yi geçtikten sonra McDonalds’a gelmeden…” daha öbürü var McDonalds’a benzeyen ne o king king Burger King (gülüş-meler) var diyor, ondan sonra onu geçtikten sonra orada solda Finans Bank var diyor, Hsbc Bank var di-yor, adam da öbür taraftan sen ne-redesin, Türkiye’de değilsin herhalde diyor (gülüşmeler). Böyle oldu işte. İyi mi kötü mü? Şehirleşmeye bak-tığın zaman bir de insanların moral dünyasına bakman lazım. Beyoğ-lu örneğinde herkes birarada yaşı-yordu. O onun paskalyasına gider,

kilisesine gider Noel’de, Türkü de müslümanı da gider. O da onun kur-ban bayramında gelir falan. Bu iliş-kiler kalmadı bir kere, bu mimariyle herkes kendi güzel hapishanesinde oturuyor. Bilim ne diyor bunun için: demokratik ve endüstri sistemlerinde mikro aile oluşuyor. Bir kere konak ilişkileri yok oldu. Teyzeler anneler birlikte üst üste katlarda otururdu. Öbür katta çocukları, torunları otu-rurdu. O da yok oldu. Bir de paha-lılığına dayanamadılar tabii oranın, yani eski aileler. Dolayısıyla endüst-rileşmiş toplumlarda hayat sürpriz-siz olmaya başladı. Yalnızlık başladı. Çocuk bilgisayara, baba televizyona, anne çalışıyorsa geliyor birazcık ye-mek yapıyor, beraber bile yemiyor olabilirler. Çocuk okuldan gelince yemeğini yiyor. Ebeveyn işten gelin-ce yiyor. Ve psikolojiye baktığımız zaman sosyal psikolojide bir yalnız-lık var, katlarda bir yalnızlık var, gi-dip gelmeler yok oldu, yaşlıları kim-se gidip görmüyor, çocuklar kurban bayramlarında apartmanlarda otu-ramıyorlar, hak veriyorum tabii on-lara da .Bayramda insanlar hep dışa-rıda, ya Antalya’da ya Bodrum’da ya orada burada...

Bana kalsa işi gücü bırakır Asos’ta kış okulu kurardım

Nişantaşı’nı anlatıyoruz. Büyükada’ya Nişantaşı’ndan aynı kişiler giderdi. Nişantaşı’ndan kimi tanıyorsan adada görebilirdin. Büyükada’ya n’oldu? O da yok oldu. İç göçlerle oraya işçiler çok geldi. Rumlar Yunanistan’a döndüler, Er-meniler korkuyor gizleniyorlar filan. Politik görüş ya da din olayından baktığın zaman orada da bir yalnız-lıklar başladı. Büyükada’da kaç tane at öldüren arabacı biliyorum. Bil-miyor ata bakmayı, bilmiyor yani. Eskiler biliyordu ata bakmayı okşu-yordu, konuşuyordu, hala bir tane var eski, yani hasta ve yaşlı atı. Onu gezmeye çıkarır sabah madenden, ben de Reşat Nuri Güntekin Bey’in evinin üst katında oturuyorum yaz-ları. Önünden geçirir, indirir getirir yaşlı atı, bırakmaz atı ölsün diye. Böyle bir dünya 2010’un getirdiği, 2010, 2011, 2012’ye böyle gideceğiz galiba. Duygusal belleğin yok oldu-ğu duygusal aklın yok olduğu bir de-vir yaşıyoruz. Burada oturmak anne babamdan gelen bir şey, ben ken-dim tercih etmiyorum ki, bana kalsa Asos’a gider otururum. İstanbul’da oturur muyum, ben aptal mıyım (gü-lüşmeler). Ama mecbur kalıyorum çünkü bütün işlerim buralarda ben de isterim tabii Kurtköy’de oturmak, ama orası da doldu. Kurtköy de dol-du, havaalanı oldu hep. Yani nerede oturayım, çok uzakta olduktan son-ra bütün işi gücü bırakır, kış okulu kurup Asos’ta otururumdum, Kaz dağlarının orada daha iyi, suyu güzel havası güzel, oksijeni temiz. Birazcık da Türkiye’nin bugünkü durumunu ele almam lazım, sade Nişantaşı de-ğil. Tam tersi oldu kasaba görmeyen

göçler olduğu için kültürde bir ‘res-toration on mind’ dediğimiz zihnini temizlemek ya da yeniden yapılan-dırmak olayını yok ettiler. Tarımsal bölge, sonra direkt İstanbul. Arada kasaba olayı vardı, o katalizördü. Yemek kültürünü saklıyordu, şehir-den ne alacağını biliyordu, ne bıra-kacağını biliyordu. Nişantaşı da öyle oldu, mesela bir balıkçı açıyordu biz-de, zannediyor ki Nişantaşı’na geldi diye satacak, üç ay sonra kapanıyor müşterisi yoksa. Hani müşterisi olan berberler var mesela eski. Çıraktı şimdi Mustafa koskoca berber oldu, mesela ben ona gidiyorum ama çıra-ğımdı benim o anlatabiliyor muyum. Böyle devşirilmiş sınıfsal olayda pa-ram da olmasa gene Mustafa’ya gi-deceğim o da bana ucuza yapacak. Çünkü çıraklıktan tanıyorum, ilişki-ler var, iç ilişkilere bakarsan, psiko-lojik yöntem kullanırsan.

Beyoğlu’nun nostaljisiyle Nişantaşı’nın nostaljisini birleştire-bilirim kendimde

Beyoğlu’nda sulara giderdik, sular akardı yılbaşında filan Taksim en son duraktı mesela. Şişli’den ge-lirdik tramvayla, sulara geldikleri gibi. İstanbul’u görmeye gelenler şimdi Nişantaşı’na geliyor yılbaşın-da, çok nezih oluyor sokak. Onu da belediye reisini de tebrik ederim. Birasını da içiyor ama sarhoş yok bilmem ne yok. Ta Fatih’ten geliyor Nişantaşı’nı görmeye. Görülecek bir

yer oldu belki de. Ben sevmem onu söylemeyi ahh bizim zamanımız ney-di demem, güzel bir şey değil ayrıca çok şeye realist olmak isterim. Onun da güzeli vardır şimdinin de güzeli vardır. Şimdi gençlerin gittiği kafe-ler İtalyan kahvesi var, Beymen’in altı, barı var, barları güzel filan yani. Eğlenceli oluyor gençler için hatta trafiği bile durdurdukları oluyor. Beyoğlu’nu da severim. Bu hali yok-tu düne kadar, kafeleri düzeltildi, Vakko’nun sahibi Vital’nin emeği vardır, o da öldü, emek verdi önayak oldu. Benim sayemde diyebilirim bir de. Temizlendi, bataktı bütün oralar şimdi mesela Beyoğlu’nun arka so-

kakları da güzel oldu... Artık orayı temizleyinceye kadar işadamların-dan para al, tramvayı yeniden koy fi-lan yani. Yeniden Markiz’i aç temiz-let, Leobon Pastanesi’ni biraz ötede aç, oraya şairler geliyordu, heykelt-raşlar geliyorlardı. Tokatlıyan öyle. Yani Beyoğlu’nun nostaljisiyle Nişantaşı’nın nostaljisini birleştire-bilirim kendimde. Trafiğinin dışında hiçbir şikayetim yok. Ve o dört yol ağzı var ya Nişantaşı’ndan Ihlamur’a inen, orada sürücüleri de sevmiyo-rum çünkü elinde sigara telefon ve kırmızıda geçenler var. Geçen gün camına vurdum artık dedim ki çocuk olsa ezmiştin ya dedim. Bir de vur-dum cama o kadar hırslandım ki kır-mızı, tam geçeceğim gördüm gidiyor adam. Vurdum cama o hırsla bana ‘ne oluyorsun’ diyor bir de. İnsanı katil yaparlar. Dedim ki çocuk olsa ezmiştin. Görmedi kırmızıyı, görme-di durmadı. Yani o trafik terbiyesi-ni çocuklara değil affedersin anne babalarına vermek lazım. Eskinden bir polis vardı orada biz ona hediye götürürdük. Böyle dört yol ağzında Nişantaşı’nın, böyle yüksekte durur-du nokta vardı ortasında, o geç git diyordu, çok da güzel bir adamdı biz ona yılbaşında hediyeler alırız, hala Nişantaşı’nda oturuyor. Dolayısıyla keşke orada bir polis olsa. Çünkü kırmızıyı yeşili dinlemiyorlar, dışarı-dan gelenler onlar, çünkü Nişantaşılı olanlar yapmaz. Bir de klaksonlar çok başladı onu çıkarsınlar.Bir deli belediye reisimiz vardı klakson ça-

lana ceza veriyordu. Öyle bir deli bulamayız daha (gülüşmeler)! Bilgi-sayarda çocukların yazdığı şey işte benim için: çok seviyorlarmış beni, ben de bekliyorum ki boktan şeyler söyleyecek gençler diye (gülüşmeler). Bir de hocalık üstüne. İşte aaa eli öpülecek çok iyi hoca diye bilmem ne. Bir de bakıyoruz ki şimdi yirmi beş milyarlık çanta bekliyor elimde Migros çantası (gülüşmeler). Şim-di onu da yazmışlar Migros çantası eli öpülecek kadın diye. Şimdi ben de onlara cevap yazmak istiyorum. Şimdi Migros’ta değil o da pahalı ar-tık, Dia’ya gidiyorum (gülüşmeler)!

Turgut Bekil (26)Alara Görpe (16)Sinan Özücer (16) Ayşe R. Öğretmen (15)

Röportaj “Herkes kendi güzel hapishanesinde oturuyor”

Ayla ALGAN / Oyuncu

Ulus’ta daire aldılar. Çünkü İsrail’e gittikleri an, İsrail altı ay tanıyor. Altı ayda sen İbranice’yi öğrendin öğrendin, öğrenmedin seni postalı-yor. Buradaki Museviler İspanyolca biliyor.”

Şişli’nin en güzel yeri Rumeli Caddesi’ydi

“Şişli o kadar kozmopolitti ki. İşte Şişli… Şarkısı bile var, Şişli’de bir apartman içi, Lüküs Hayat, yani benim genç kızlığımda Şişli uzanıl-maz bir yer gibi gözükürdü. Nerde oturuyorsun, Şişli... Ama Şişli’de hava alacağın hiçbir yer yok. Şişli Camii’nin Meydanı, o da işte yeni yapıldı, evvelden o bile yoktu. Her-kes Beşiktaş’a veya Boğaz’a gidiyor-du. Deniz kenarı yok, oturacağın bir

kahve yok. Parklar da biz geldikten sonra açıldı, ondan evvel caddeydi. İlk park açıldığında son gaz gelen araba parkın içine girmişti. Düşün alışmamış tabi cadde zannediyor. Şişli’de tabi bahçe sineması da yok. Ama Beşiktaş’ta çoktu. Gürel’in Bahçesi vardı, Suat Pak sinemasının bahçesi vardı. Kambur’un Bahçesi vardı. Kapalı sinema Gürel Sinema-sı, Suat Pak Sineması, Yıldız Sine-ması ve çok güzel giyinip giderdik. Hele Beyoğlu’ndaki sinemalara… Saray Sineması, Yeni Melek Sine-ması, Fitaş Sineması o kadar güzeldi ki... Şimdi sinemaya gitmeye kalk-san yerin dibi, hav geliyor içime ne yalan söyleyeyim, ölmeden mezara giriyorsun sanki. Düşünüyorsun deprem bölgesi, yıkılsa altında kala-caksın evladım.”

“Şişli’de Bomonti bira bahçesi var-dı. Restoran falan yoktu, şimdi işte otellerin var bir de şimdi bol bol köfteciler var. Kurtuluş’ta vardı, adam midye satardı onun Later-nası vardı böyle çevirir çevirir on-dan sonra müzik çalmaya başlardı. (Huriye Hanım’ın dediğine göre Kurtuluş son durakta Yasemin Çay Bahçesi varmış ve eskilerin hepsi de orayı bilirmiş.) Şişli’nin en güzel yeri Rumeli Caddesi’ydi. 78’den 83’e kadar, Rumeli Caddesi çok güzeldi şıkır şıkır sabahlara kadar, şimdi biraz sokağa düştü, Rumeli Caddesi kiralık dükkân doldu.”

“78 yılında Şişli’den Sarıyer’e son minibüs sekizdeydi akşam. Sekiz minibüsünü kaçırdın mı yandın on-dan sonra yoktu ve Hacı Osman’dan

aşağı inerken iyi olmayan evler vardı orda. Sonra kaldırdılar onları. Orası tek mil, aşağı kadar irili ufaklı evler ve adı Paris’ti oranın. Ben de Rume-li Caddesi Akbank’ta çalışıyorum, şimdi sekiz son minibüs biliyorum Büyükdere’de oturuyoruz, sekizden sonra sokakta kalmak çok zor. Ara-balar bile şöyle geçerdi, vız… vız... Büyükdere’de akşamdan sonra evde otururken arabaların geçtiğini an-lıyordum. Vızz bir araba geçiyor, sessizlik… Arkadan vınnn bir araba, öyle yani tek tük. Müdüre hanıma derdim ‘ya müdüre hanım çıkalım,’ ‘ne olacak Necla Hanım taksi tutar gidersin’ derdi, taksi de yani hem kızsın kendi güvenliğin için, bir de kesen için. Derdim ben bu minibü-se yetişeyim yoksa bir minibüs daha

var ondan sonra erkekler o kötü yerlere gidiyor derdim. Bazen tabi geç kalıyordum, o minibüse binmek zorunda kalıyordum, eşarbımı ta-kardım, diyorum ya örtü bir yerde seni koruyucu, başımı bağlayıp otu-ruyordum. Bir iki kadın oluyorduk, nasıl minibüs dolu, şoför Paris’e gel-dik deyince herkes boşalıyordu, iki kadın kalıyorsun minibüste, bu se-fer de şoförden çekiniyordun. Şim-di Hacı Osman’dan aşağı inerken ışıl ışıl, eskiden tek tük ışıklar san-ki denize iniyorsun. 78’lerde, böyle bir içine hav geliyordu. Yani erkek korkmaz, ama kadın bir yerde önce bedenini koruması lazım, ürperiyor-dum, şimdi inerken bakıyorsun ışıl ışıl…”

Page 14: STY-Şişli Gazetesi

Yazar ve yönetmen Bercuhi Ber-beryan İstanbul’un en eski semt-lerinden olan Tatavla, Kurtuluş’ta doğdu. Agos Gazetesi’nde köşe ya-zarlığı yapmakta olan Berberyan, aynı zamanda büyük tiyatro adamı rahmetli eşi Arto Berberyan’ın Ber-beryan Kumpanyası’nda yıllarca çeşitli oyunlar sahneye koymuştur. Sahneye koyduğu oyunlar arasında “Kaç Kişot Don Nazar”, büyük ses getiren “Kınalı… Ah Kınalı” ve “Grand Majestik Gazinosu” vardır. Berberyan’ın ayrıca “İçimiz Isınsın Biraz” ve “Ermenistan’da bir Türki-yeli” adlı iki kitabı vardır. Yakında yeni bir kitabı çıkacaktır…

Çok net hatırlıyorum…

“Bir bahar gününün 24 Mayıs’ında İstanbul’da doğmuşum. Yaşadığım yer, Sadri Maksudi Arsal Sokak oldu, ki benim çocukluğumda Değirmen Sokak’tı, Kurtuluş Caddesi’ne para-lel olan sokak. Fakat daha küçükken o evde doğmamışım yani. Çünkü ben doğarken annemler dedemlerle Kurtuluş’ta Bilezikçi Sokak’ta otu-ruyorlarmış. Oralar çok önemli değil çünkü çok küçüğüm ve etraftakileri çok hatırlamıyorum. Ama hani ne derler, aklıselim olduktan sonra, yani mahalle kavramı sokak kav-ramını hatırlayabildiğim kadarıy-la, bizim dönemimizde oralarda bir mahalle komşuluğu kavramı vardı, en önemlisi o. Aynı sokakta oturan herkesi tanırdık ve de sanki gerçek-ten o anlatılanlar gibi büyük bir aile gibi olurdu o sokak, bizim sokak öy-leydi. Çünkü biz küçükken okul dışı zamanlarda arada sokakta oynardık dolayısıyla mahallemizin bütün in-sanlarını tanırım.”

“O sokakta, bütün çocukluğumun geçtiği o dönemde bir düğme fab-rikası vardı mesela, şimdi yok. Ne zaman kalktı ne zaman oraya apart-manlar yapıldı bilmiyorum. Biz o fabrikanın bahçesinde oynardık. Sinemköy tarafına daha yakın olan bölümde, kocaman apartmanlar var birbirine benzer yan yana, tam o blo-ğun olduğu yerde o düğme fabrikası vardı. Onun bahçesinde çok eğlenir-dik.”

“Bizim evde, bizim binada oturan herkes zaten her an birbiriyle ilişki halindeydi, hani bir evde pişen ye-mek bütün o apartmanda pişmiş gi-biydi, yani annem yemek pişirirken onları da düşünürdü. Hani kokusu çıkan bir yemekse eğer çokça ya-pardı, çünkü komşulara da vermesi gerekiyor, yandaki komşuya üst kat-taki komşuya filan. Bu normal bir şeydi, ayrıca benim annem çok güzel yemek yapardı. Bizim sokağın bü-tün kocaları eve dönerken iş dönüşü mutlaka bizim eve uğrarlar, kapıyı çalarlardı. Doğru mutfağa baltayla, ‘Hasmig ne pişirmiş?’ diye tencereyi açarlar, bir iki lokma yiyip gider-lerdi. Annem de ona göre yapardı, ‘Aman şimdi gelirler yine…’ diye çok çok yapardı yemekleri, bunu çok net hatırlıyorum.”

“Daha çok Ermeniler, Rumlar vardı, ama bizim sokakta o dönemde, Türk aile iki ev aşağıda Ayla-Büte iki kız kardeştiler onları hatırlıyorum. On-lar da bizimle oynarlardı çocuk gibi. Bir de karşımızda biraz sağa doğru çaprazda Uluç diye bir arkadaşımız vardı ki annesini babasını hatırlamı-yorum. Bizim sıramızda Halit diye

bir arkadaşımız vardı, onun babası emekli albaydı. Onu çok net hatırlı-yorum. Çünkü 6-7 Eylül olaylarında üniformasını giyip kılıcını çekip, so-kağın ortasında durmuştu, ‘Burada size göre kimse yok!’ diye, bunu çok net hatırlıyorum. Onun dışındaki ev-lerde Ermeniler, Rumlar vardı.”

Bayılırdık biz sokak oyununa…

“Biz tapi, yakan top, istop oynardık. Ama bilgisayar oyunu oynuyorsunuz yani. Çok bayılırdık biz sokak oyu-nuna. Sek sek oynardık koşmaca en basitiydi, saklambaç en basit ve ku-kalı saklambaç. Biraz daha büyünce kukalı saklambaç oynadık, saklanır-dık çıkmazdık saatlerce, adada daha çok oynardık onu. Tekman oynardık biz. Ne demekse bilmiyorum tekmen midir, nedir o silahla böyle, tekmen diye çıkarlardı eli silahlı herkes. Take man belki de.”

“Une, deux, trois: Fransızca 1-2-3 demek. Niye Fransızca bilmiyorum. Une, deux, trois bir şey onun adı, mesela Une, deux, trois güzellikti. Bir tane yöneten olurdu oyunu Une, deux, trois güzellik der, sırtını dön-düğünde döner bakar, herkes kendi-ni en güzel hissettiği pozda durur, o böyle bakar en güzel birini seçerdi. Sonra seçilen kişi Une, deux, trois çirkinlik der, herkes böyle olabildi-ğince çirkin. Ne istersen söyle yani, deli-muhtelif şekiller yaptırır, yap-tırılırdı. Aslında pandomin gibi bir oyun düşünürsen ve tabii o sırtını dönerken hareketini bitirmiş olacak-sın yanarsın sonra çıkarsın, böyle de bir şey var. Başka ne oynardık, önü-müze gelenleri çarpardık. Ama ki-barca çarpardık, önümüze gelenlere çarpardık, gittikçe büyürdü, büyür-dü o, kimse kalmazdı çarpacak öyle giderdik. Sonra ağaçlara çıkmak be-nim en önemli, en büyük zaafımdı, nerde ağaç var ben tepesinde, hangi ağaçta erik var ben bilirim, bilirdim, çıkardım.”

“Ondan sonra bayramlarda, özel-likle milli bayramlarda Cumhuriyet Bayramı, 23 Nisan gibi en büyük keyfimiz, sokağa çıkıp çatapat pat-latmak. Maytaplar çatapatlar, atom vardı atardık pat ederdi ne olacaksa, önceden babamıza yalvarırdık. Bol miktarda mal biriktirelim ‘Sen de ne var, şu var, sende ne var, bu var…’ sokağa çıkardık, onları patlat her ta-raf patlardı.”

“Genelde kendi mahallemizde oy-nardık, ama bir alt sokak, bir üst sokak, o sokağın devamı, o alanda bir dolu çocuk vardı ve popülerdi. Bir de lider tipli çocuklar vardı bizim sokakta, o yüzden daha çok bizim sokağa gelirdi çocuklar. Savaşçılık da oynardık, taş atardık, kötü oyun. Öbür mahallenin çocuklarıyla savaş filan olurdu, savaşırdık baya, sonra birazcık büyüyünce, birazcık büyün-ce dediğim yine 10lu yaşlarda, onla onbeş arası hulahop devri başladı. Hulahop inanılmaz bir manyaklık-tı. Herkesin kolu beli ağrır, bacağı ağrır, dizi ağrır, hepimiz sakat, ama herkesin belinde; çiftli çeviriyorum, bilmem ne yapıyorum, tabii küçüklü büyüklü herkes. Yani gençler.”

Nelerci vs Vangel

“Mahallemizde bir bakkal vardı. Adı Nelerci’ydi. Adı Kirkor’du ama biz yıllar sonra öğrendik Kirkor ol-duğunu, Nelerci derdik, o da Nelerci diye bağırırdı. Çünkü dükkânında ki ufacık bir dükkânı vardı, aklınıza gelebilecek her şey, yani pazar alış-verişine çıktın diyelim işte kasaba gittin, şunu yaptın, bunu yaptın ve bir şeyler unuttun. Nelerci’de vardır yani o hiç önemli değil, unutulmuş bir şey varsa o Nelerci’de vardı. Ço-cuk oyuncağından tutun, defter, ki-tap, tuhafiye malzemeleri, iplik, iğne filan, patates, soğan, kaşar peyniri,

ekmek, un, limon yani her hangi bir şey onda vardı. Zaten o, her sabah evlere ekmek dağıtırdı, sepeti vardı, koluna geçirirdi, kafasında kasketi, kulağında kalemi, ‘Ben bunları da yazayım bari,’ der, ev ev dolaşır önce ekmek dağıtırdı. Ama tahmini evle-re lazım olabilecek şeyleri sepetine doldururdu. Biri, ‘Nelerci yanınızda bilmem ne var mı?’ diye sorar ‘Var,’ diye hemen çıkarırdı, sonraları tabii biraz da geçirirdi insanlara, çünkü elinde bir defteri vardı, durmadan yazardı. Herkes, hiç kimse alıp he-men parasını vermezdi, yazdırırdı, işte sonra da öderlerdi bir şekilde. Nelerci’de öyle ayağına özel hizmet verdiği için bir şekilde geçirirdi. Di-yelim ki bazı insanlar artık ondan alışveriş etmemeye başladı, yandın, diline düştün. Evinin önünden geçer-ken avaz avaz bağırır, ‘Ispanaktan yağ çıkmaz, ne bulacaksın da yiye-ceksin sen’ diye böyle adını filan da verirdi, küfür ede ede geçerdi, yani böyle bir adamdı Nelerci. Mahalle-nin renklerinden biridir bu, çocuk-luğumda yani, çocukluğum diyince hep aklıma gelen. Kardeşimle bana göre de çok iyi adamdı, annem ona bir tane para verir, o bir avuç para verirdi. Yani bozuk para verirdi. Çok severdik.”

“Benim annem ayrıca Baruthane Caddesi’nin köşesinde galiba başka bir bakkal vardı, Rum bir bakkal Arhir, diye, ondan alışveriş ederdi. Onun da Vangel diye bir çırağı var-dı Rum. Annem o kadar diplomattı ki Nelerci’ye hiç çaktırmazdı oradan alışveriş ettiğini, yani önemli büyük şeyleri oradan alırdı, ama Nelerci’yi de hiç kırmazdı, neyse annemle ara-ları her zaman iyi olmuştur. O Van-gel de mesela bakkal çırağı, o kadar iyi bir adamdı ki, bazen annem hani çok acil bir işi var hani çok acil bir iş ne demek, ya hastaneye gidilecek, ya birini hastaneye götürecek, ya biri hasta filan bizi evde yalnız bırakaca-ğı zaman Vangel bakardı bize. Yani olamaz böyle bir şey, bakkalın çırağı değil mi, ama biz onunla atçılık oy-nardık, bütün evi dolaştırırdık. Çok tatlı, kırmızı yanaklı falan… Tabii ki evlenemedi, bunları hep büyüyünce anlıyor insan, bir saf tarafı var de-mek ki hani böyle bir insan olur mu? Tek başına öldü garibim.”

Ben de geleceğim Madam…

“Aslında her şey kendiliğinden olur-du ki, biz içinde yaşarken bunun özel bir durum olduğunun farkında değildik, ancak şimdi farkına varı-yorum ben, kaybolan şeyler oldukça farkına varıyorum ki eskiden nasıldı bu iş, mesela en ünlüsü o karnaval eğlenceleri o Rumların. Karnavalda sokaklarda kıyafetlerle dolaşıldığı-nı dönemi ben görmedim. O benim annemin gençliği zamanı. Kurtuluş Tatavla’yken Rumların Apokries denen karnavalı, karnaval yani oru-cun(7 hafta sürer Paskalya’ya kadar) başladığı tarih bu, herkes heyecanla beklermiş bu sene neler olacak diye. Sadece bir tek kere çocukluğumda öyle bir olay gördüm laternalarla falan geçtiler kapının önünden. Bir taraftan götürüyorlar laternayı çala çala, kıyafetler içinde insanlar geçti-ler, o olaya bir tek kere şahit oldum, tabii ki Rumlar gittiler yani eksildiler ve çoğunlukta olmayınca böyle toplu bir kutlama olmuyor.”

“Ama Ermeniler 70’lere kadar orada çoğunluktaydılar. Dolayısıyla kendi dini bayramlarını çok rahat ve çok aleni toplu olarak kutlayabilirlerdi ve buna Müslüman komşular da ka-tılırdı. Bilinirdi yani, şimdi Paskalya ne zaman ben farkında bile değilim. O dönemde bilinirdi ki Paskalya ge-liyor, herkes kiliseye gider, yollar kalabalık akın akın millet kiliseye gidiyor, Müslüman komşular da ka-tılırdı bu ayinlere ‘Ben de geleceğim Madam’ bilmem ne filan diye he-

vesle katılırlardı bu ayinlere. Şimdi ancak Noel’de St. Antuan’a gidiyo-lar, o kadar, o da işte orada şov gibi bir şey söz konusu biraz. Perşembe günü yani Vodınnıva, İsa havarileri-nin ayaklarını yıkamış. İsa vaktinde, o tarihte, insanlar arasındaki eşit-liği göstermek, ben sizden yüksekte değilim anlamında bir davranış o. Onu sembolik olarak canlandırır-lardı her kilisede bir rahip, 12 tane seçilmiş çocuğun beyaz melek gibi giyinmiş, ayaklarını yıkardı, böyle bir merasim yapılırdı. Hala oluyor galiba ama bir iki kilisede filan fa-lan. Her kilisede bu olurdu, önce o ayine gidilirdi, ondan sonra eve geli-nirdi ve yumurta boyanırdı, yumurta boyama çok önemli bir şeydi. Bütün bakkallar yumurta boyası satardı. Yumurta boyardık, komşulara da-ğıtırdık yumurtaları, her komşuya mutlaka boyalı yumurta verilirdi. Kırmızı aslında da, biz renk renk bo-

yardık, çoluk çocuklu evlerde renk renk boyanırdı. O gece mercimek ye-nirdi sirkeli olacak susayacaksın, su içmeyeceksin, sonra perşembe gecesi Latzi Kişer, ağlama gecesi, İsa ölüyor artık, o gece ölüyor çünkü. Sabaha kadar ayin olurdu insanlar giderdi, biz gitmezdik.”“Gece ayinden sonra dileğin gerçek-leşsin diye elinde yanan mumla çıkar evine kadar götürürdün. Şimdi azal-dı. Ama Feriköy’de mesela Feriköy Kilise’si civarında eğer Ermeniler’in çoğunlukta olduğu bir mahalley-se orası yine insanlar, o Baruthane Caddesi o civarda yüzlerce insan oluyor. Esnaf da bunu biliyor zaten. Tağum’a yani İsa’nın cenazesine gi-dilirdi cuma günü.”

O dolmalarda hep komşuların payı vardı

“En önemlisi işte Paskalya Yortusu, oruç tutuluyor, bize de tuttururlardı oruç yani et, etli hayvansal hiç bir şey pişirmezdi annem ve yedirmezdi bize, eğer oruç tutmuşsak. Bazen de işte son hafta çocuklara tutturulur-du, bazen pazartesi, çarşamba, cuma şeklinde tutturulurdu, cumartesi günü arife günü, pazar günü Pas-kalya artık oruçlar bozulur kiliseye gidilir ve Hağortutyun yani komün-yon alınırdı. Ben kiliseye gitmiyorum yıllardır. İsa’nın o son yemeğinde var ya, o meşhur ekmeği şaraba batırmış ve bölmüş herkese alın demiş; ‘Bu benim bedenimdir, bu benim kanım-dır,’ bu sembolik bir kavram aslın-da. Yani böylece ‘Ben sizin hep içi-nizdeyim’ gibi bir soyut bir kavram onu sembolize ederek mutlaka her yıl İsa’nın son yemeğindeki o hare-ket yapılır onun adı komünyondur. Herkes bir lokma onu yutar, ekmek aslında o, kuru ekmek şaraba batı-rılır filan falan. Annemiz bize tem-bihlerdi onu aldık ya üç gün yere tükürmeyeceksin, çünkü onu atmış olursun o zaman, biz de kardeşimle

çiklet çiğnemeye korkardık. Çiklet çiğniyorsun ama çikleti ağzından çı-karacaksın. Çıkarmazdık korkudan tükürürsek ay günaha gireriz diye, zeytinin çekirdeğini nasıl çıkaracağız diye düşünürdük falan bu derece.”

“Bu arada tabii o süreç içerisinde ol-sun, o hafta bütün mahalle kesinlikle kavrulmuş soğan kokardı, niçin çün-kü bütün Ermeniler dolma yapıyor-lar. Midyeler önceden ısmarlanırdı ve bütün Pangaltı esnafı Ermeniler’in Paskalya’sı gelecek diye midye geti-rirdi, balıkçılar midye bulundurur-lardı hem de kocaman. Şimdi o res-toranlara gittiğinizde midye dolması arada koyuyorlar hani meze tabağı-na ufacık, annem bunlara tenezzül bile etmezdi. Bir tanesini yersen do-yarsın, şimdi artık Marmara’da öyle midye de yok zaten, her neyse o mid-yeler gelirdi biz hem oruçluyuz hem evde buram buram o dolma kokuları var, yemeyeceksin. Sonra onları ka-vururlardı soğanları bilmem neleri falan midyeler yapılır yaprak dolma-sı, yaprak sarılır işte lahana sarılır, bazen biber patlıcan, her neyse işte bilumum dolmalar olur her evde olurdu, o dolmalarda hep komşula-rın payı vardı.”

Ermeni Ermeni’ye, kendi kendine bayram kutlaması yapmazdı…

“Ondan sonra işte böyle zor yemek-ler, kırk gün süren bir oruç dönemin-den sonra oruç açıldığından, ilk cu-martesi günü arife günü zor ve böyle tumturaklı yemekler hazırlanırdı ve özellikle o gece balık yenirdi ve kalkan, tam kalkan zamanı olurdu. Annem böyle kafasını sarar mutfağa girer saatlerce kalkan kızartır, çünkü dağ gibi olacak o kalkan. Soframız bizim evin boyu kadar sofra olur-du, boyuna masa eklenirdi çünkü komşular bize gelirdi, en çok bize gelinirdi çünkü en iyi yemeği annem yapardı ve bu büyük yemeklerde hep Müslüman komşular da vardı. Hiç bir zaman Ermeni Ermeni’ye, kendi kendine bayram kutlaması yapmaz-dı, komşulu mahalleli kutlamalar yapılırdı. Yumurta yenir, yumurta tokuşturulurdu. Bütün Müslüman komşuların çocukları eve el öpme-ye gelirlerdi, yumurta falan verilir, çörek yumurta verilirdi. Buna da karşılık, biz de Kurban Bayramı’nda Şeker Bayramı’nda Müslüman kom-şularımızın büyüklerine el öpmeye giderdik. Bütün mahallenin çocuk-ları toplanırdık mendillerimizin dört ucunu düğümler, giderdik bahşiş, şe-ker filan almaya.”

Ne değişti bilmiyorum onu siz düşü-nün, görüyorsunuz

“Noel’de çocuklar bütün mahalle-nin çocukları Müslüman’ı, Rum’u, Ermeni’si, Yahudi’si kim varsa böyle tenekelerle fener alayı yapardık. Şar-kılı bir tekerlemesi vardır onun, İsa doğdu müjde müjde diye bir şey, onu Türk çocuklar da bilirdi. Öğretirdik hep beraber söylerdik onu sokaklar-da, bağıra bağıra, ev ev dolaşırdık, kapıları çalardık. Papeli çıkar, pape-li diye böyle tekerlemeyle bağlardık kapıları çalardık herkes bahşiş verir-di, Sen türksün sen çinlisin gibi bir şey söz konusu bile değildi.”

“Kurban Bayramı’nda bütün ma-hallenin çocukları hangi bahçede bir koyun var, büyük birazcık beslenmiş sonra kesilecekse hepimiz birden yas tutardık o koyun için bütün mahalle-nin çocukları salya sümük ‘Amca ne olur kesme,’ diye yalvarırdık. O dö-nemde herkes kendi kurbanını ya ka-pısının önünde keserdi, çünkü kanı eşiğe akacak, ya kendi bahçesinde keserdi, hiç böyle devletimin tahsis ettiği belediyenin bilmem ne yaptı-ğı hijyenik ortam mecburiyeti filan yoktu, ama böyle iğrenç sahneler hiç olmazdı.”

Şişli

0114

Sayat Dağlıyan (23)Göktuğ Külahlı (17)Seda Özer (17)Tuğba Özbek (17)Saniye Mutlu (16)Dilara Güç (17)Safiye Altınkum (17)

Röportaj “Noel’de bütün mahallenin çocukları fener alayı yapardık”

Bercuhi BERBERYAN / Gazeteci, Yazar, Yönetmen

Page 15: STY-Şişli Gazetesi

01

Şişli

15

“Ne değişti bilmiyorum onu siz dü-şünün, görüyorsunuz. Şimdi boğalar sokaklarda koşuyorlar, insanlar peş-lerinde, kovboylar gibi kement taka-rak. Bunun neresi dini vecibe neresi. Bu yıl olan bir şey, peşinden koşar-ken önce dizlerine tak tak satır atı-yorlarmış ki, tökezlesin de düşsün. Vahşete bakar mısınız? Ben bununla ilgili “Kanlı Bayram” diye bir yazıyı Agos’a yazdım. İnternet gazetesi var, genç bir oğlanın, arada işte benim yazılarımı ister ‘Abla bana yazı gön-dersene’ diye, orada çıkar. O internet gazetesinde bu yazıyı yayınladılar, ne mailler geldi bana biliyor musunuz? ‘Utanmaz karı, sen kim oluyorsun da bunu eleştiriyorsun, sen kendi dinine bak,’ diye tahkir edici mailler geldi bana bununla ilgili. Ben demiyorum ki sen dini görevini yerine getirme, bu vahşeti yapma diyorum, benim çocukluğumda böyle ortamlar yoktu herkes kendi hayvanının birini tutar-dı, biri gelirdi keserdi. Hiç de böyle vahşi şeyler olmazdı.”

“Ben çok iyi hatırlıyorum bizim ya-nımızdaki evde bir Müslüman aile vardı çok çocuklu bir aile, orası böyle bir kaç kattı, bütün aile otu-ruyorlardı. Bir adam gelirdi düzgün

nur yüzlü, böyle cellât kılıklı herifler gibi değil, dua ederdi hayvanın göz-lerini bağlardı, okşayarak, hayvanı okşayarak, yatıştırarak, dua ederek, yatırırdı gözyaşları içinde hayvanı keserdi. Yani budur. Yapacaksan budur, değişen en önemli şeylerden biri de o, çünkü kolay bir şey değil ki hayvanı kesmek. Ayrıca da kav-ram olarak kurban edilen şey gönül rızasıyla edilmez onun acısı var, o sana acı verecek, gerçi bu bir Pagan âdetidir, hiç bir dinle ilgisi yoktur, boşa yırtınmasınlar ne Müslümanlar ne Hıristiyanlar. Bizde de var kurban âdeti, her dinde vardır ama Pagan âdetidir. İnsan kurban ederlermiş es-kiden, nedense o kan akıtma Allah’a bir şey, ki ben Allah’ın kan istediğini hiç sanmıyorum. İnsanların bir şeye karşı, bir şey feda etme isteğinden gelen durumdur. Ama Kuran’daki kurban âdeti bence et yiyemeyenlere et sağlamak amaçlı bir şey olabilir.”

Korkmayın çocuklar

“6-7 Eylül olaylarıdır ondan sonra da 1 Mayıs olaylarına kadar o ka-dar korkunç bir vahşet görmedik biz, 1 Mayıs olayları, o zaman ar-tık büyüktüm yani, ama 6-7 Eylül

olaylarında çok küçüktüm, çok kü-çüktüm hatırlamıyorum doğrudan. Biz uyuyorduk. Gece annemim bizi yatağına aldığını biliyorum. Öyle uyandım, ben niye annemin yata-ğındaydım anlamadım, hem karde-şim hem ben. Annem de böyle bize sarılmış ‘Korkmayın çocuklar’ di-yor. Neden, anlamadım ne olduğu-nu. ‘Korkma korkma,’ dedi, ‘Sarhoş olmuşlar kavga yapıyorlar sokakta, sarhoşlar geçiyor. Siz uyuyun,’ dedi. Uyuduk biz, benim bildiğim bu ka-dar, ama sabah uyandığımda bir taş atılmıştı pencereden içeri. Hol-de büyük bir taş duruyordu, camlar kırıktı, o zaman giriş kattaydı. Baş-ka yerlerde epeyi bir tahribat var-dı, ama bizim sokakta çok yoktu, çünkü Albay Amca engel olmuştu Halit’in babası. 6-7 Eylül Olayları öncesinde neler olduğunu bilecek yaşta değildim. Ama olayları biliyo-rum, sonuçları biliyorum, ertesi gü-nünden itibaren olanları biliyorum. Bu ülkede çok sık rastlanan bir şey bu. Bir kışkırtsan, bir böyle şey at-san hemen herkes ayaklanır, hemen herkes talan moduna girer. Neden-dir bilemiyorum belki genetik bir şeydir.”

Değişim kelimelerle başladı…

“O gidiş, birden bire oluverdi. Yani bizim canımız ciğerimiz, eşimiz, dos-tumuz, arkadaşlarımız. Ben Rumla-rın gidişini, Rumların birden bire yok oluşunu, yakından Burgaz’dan biliyorum. Çünkü Burgaz Rumların çoğunlukta olduğu bir adaydı. Hep-si de bir nedenden Atina’ya gitmek zorunda kaldılar. Kendi arzularıyla gitmediler. Kovuldular, onu en iyi Sula (Bozis) anlatır ve Bir Tutam Baharat’ta o işlendi.”

“Yanımızdaki ev bir Rum eviydi. Onlar gidince o evi bir Müslüman aile aldı. Çok çocuklu bir aileydi. Evin sahibi o adam bütün o sokak-taki giden Rum’ların evlerini aldı, çok zengin oldu ve ben hayatımda ilk kez gâvur kelimesini o adamın eşinden duydum. Bunu da yazdım bir yazım var benim ‘Gâvur’ diye. Sokakta oynarken bazen biz çocuk-lar kavga ederdik. Kavga da çıkar tabii ama kavga eden çocukların an-neleri hiç bir zaman ‘Sen benim oğ-luma niye vurdun bakiyim!’ demez-di. Herkes kendi çocuğunu azarlar, kendi çocuğuna sahip olurdu. Kom-

şu komşuya hiç bir zaman birbirleri-ne girişmezlerdi. ‘Senin oğlun, senin kızın, benim çocuğum böyle yapı-yor!’ Öyle bir şey yoktu.

“O aile, mahalleye geldikten son-raki o günlerde bizi ilgilendiren tek şey çok çocuklu bir ailenin gelmiş olmasıydı ve çocuklarıyla biz ar-kadaştık. 8 çocuktular yani öyle ki kalabalık bir çocuk ordusu geldi ve bizim için güzel bir şeydi. Biz eğle-niyoruz. Ama bir kavga esnasında oğlanlardan birinin annesi sokağa çıktı, avaz avaz bağırdı, bizi kova-ladı, taş attı! ‘Seni gidi gâvur dölü seni, Ermeni dölü, Ermeni gâvuru kurutamadık ulan kökünüzü!’ dedi.

“İlk o kelimeyi orda duydum. Çok şaşırdım. Sonra anneme sordum, geçiştirdi ‘Aman boş ver. Küfür et-miş,’ dedi. “Gâvur ne demek dedim, ‘Küfür, küfür etmiş, pis kelime o, kullanma,’ dedi. Dedeme sordum, dedem de bana dedi ki; ‘Gâvur as-lında kâfir demek, dinsiz demek. Sen dinsiz misin? Senin dinin var! Üstüne alınma sana göre değil o laf.’ Kapandı gitti, yıllar sonra öğrendim ne olduğunu…”

1931 doğumlu Raif Bey, doğduğu yer olan Trabzon’un Of ilçesinden 1944 yılında İstanbul’a gelmiş. Ken-disine meslek olarak seçtiği inşaat işinde hızla ilerleyip, müteahhitli-ğe başlamış. 50 yılı aşkın süredir İstanbul’un birçok semtinde binalar yapmış olan Raif Bey ile Şişli’nin geçmişi ve bugünü üzerine sohbeti-mizi gerçekleştirdik.

Geldiğim seneler İstanbul’un çok kıt bir senesiydi

Çok eskiden Doğudan gelmişiz, pa-dişah zamanında. Bizi kalabalık aile olduğu için padişah Rumlarla ekalli-yet olmasın diye Karadeniz illerinde taksim etti. Trabzon, Artvin, Tokat, Erzincan, Erzurum, Sinop, Ankara-Haymana. Bizi böyle şey etmişler ama birbirimizle irtibatımız vardır. Çoklarımızla irtibatımız vardır. Ak-raba olduğumuzu kanıtlayan tarihi bilgimiz vardır. Ben 1944 yılında İstanbul’a gelmişim Karadeniz’den. Meslek olarak inşaatı seçtim ve inşa-at üzerinde bugüne kadar sürdürdük. Yaşlandık şimdi biraz istirahat edi-yoruz. Ben 1944’de geldim. Yalnız geldim. 7 günde geldim, Of’tan bura-ya gemiyle 7 gün. O zaman tanıdık-lar vardı oralarda kaldık. O zaman da gurbet derlerdi ya. İnsanlar doğu Karadeniz’den İstanbul’a gurbete ge-lirdi. Sonra işe girdik. Deniz üzerinde gemi işlerine girilirdi çalışılırdı. Ben denizi seçmedim de karada inşaat işi-ni seçtim. İşte benim girdiğim firma Cerrahpaşa inşaatını, Beyazıt’ta ede-biyat fakültesini, Harbiye’de radyo evini yapan firma. Oralarda çalıştım çok zaman. O zamanlarda zanaatta Karadenizli pek yoktu. Ekseriyetle İstanbul’da Ermeniler ve Rumlardı zanaatkar. Yahudilerden çok az var-dı. Onlar daha ziyade esnaftı. Benim geldiğim seneler İstanbul’un çok kıt bir senesiydi. Alman harbi senesiydi. Alman harbi zaten 44’te bitti. Ama İstanbul’a dışarıdan gelenler ekmek bulamazdı. Ancak içeride ikamet edenler.

Yürüyerek dut satarlardı

Bir apartman Anadolu’da bir köy-

dür. Şimdi yaptığım oturduğum bina 30 hane, Nişantaşı’nda yaptım bir bina 40 hane. Düşünebiliyor musu-nuz orada bizim komşumuz ölüyor bizim haberimiz olmuyor. Çünkü aileler ayrı ayrı yerlerden gelmişler ama apartman içinde komşuluk bir köy gibi irtibat kuramamışlar. Her-kes kendi halinde. Sabah işine gi-der akşam işinden gelir. Sokaktan çıkarken kapının önünde bir mer-haba dersiniz o kadar. Onun nesi var nesi yok bilemezsin. Onun için İstanbul’da bu şey var. Ama Anadolu böyle değildir. Anadolu bir kazanın diyebilirim ki %70’i birbirini tanır. Ben Mecidiyeköy’e geldiğim zaman insanları tanıyordum. Bu insanlarla daha çok yakındım. Bir yere gitsek rastlasak bir akrabamı görmüş gibiy-dim. Şimdi burası kozmopolit bir yer oldu. Şimdi görüyorsunuz burada böyle kalabalık Beyoğlu’nda olmaz-dı. İstanbul çok büyük bir kalaba-lık bir nüfusa sahip oldu. Şimdi ben 44’te İstanbul’a geldim. 44’ten beri Mecidiyeköy’ü biliyorum. Çünkü biz stadı yaptık. O da 47’de yapıldı. 44’te İstanbul’a geldim 47’de stadı yaptık. Çevre gecekonduydu, dutluk idi burası. Burada, mübadele zama-nı derler, bu Rumlar Anadolu’daki Rumlar Yunanistan’a gittiler, Yuna-nistan’daki Türkler buraya geldiler muhacir dediğimiz. O muhacirlerden vardı buraya. Anadolu’nun da bazı köylerinden buraya gelmişler. Bura-da gecekonduda oturuyorlar. Zer-zevat bir şeyler. Ekseriyetle Arnavut çok vardı burada. Böyle bahçe vardı. O zamanlarda manav dükkanları yoktu da hayvanların sırtında sebze satardılar mahalle mahalle dolaşıp. Burası dutluk idi. Dut zamanında dutları satardılar. Onları da, şeyler gelirdi bu Anadolu’dan ne derler, Malatya’nın Arapgirliler vardı böyle şapkalı gelirlerdi buraya, tezgahları var idi. Sererlerdi tezgahları dutları iki kişi sırtlarında Sirkeci’ye kadar giderlerdi. Yürüyerek dut satarlardı. Eminönü, Beyoğlu, Taksim...

Şimdiki İstanbul taşradan gelmiştir

Bizim zamanımızda Mecidiyeköy’de 5 tane taksi dolmuş vardı. Buradan Taksim 25 kuruş idi, Eminönü 75 kuruş idi dolmuşla. Bir taksi özel tut-sak taksime 125-150 kuruş verirdik. O zamanlarda yaşam şey idi. Yal-nız şey vardı İstanbul’da bu otobüs yoktu. Tramvay var idi. Tramvayın da güzergahı vardı. Her yerde yok-

tu. Cevahir iş merkezinin orası garaj idi. Oraya gelirdiler. Sonradan ora-sını tramvaydan sonra otobüs garajı yaptı belediye. Düşünün ki Eminö-nü’ndeki adam Mecidiyeköy’e gel-mek için o garaja gelirdi, son durak o da. Orada inerdiler, Mecidiyeköy’e kadar yürürdüler. Mecidiyeköy’den bu yana bir şey yok idi, Levent, Gül-tepe, Çeliktepe, 4. Levent, 1. Levent, Etiler, Ulus bir şey yoktu. Biz oraya şey zamanlarda kışın ava giderdik, bıldırcın avına. Düşünür müsün ora-sı İstanbul’un uzak semti sayılırdı. Nüfus böyle çoğalınca İstanbul ge-nişledi. Taşradan İstanbul’a 50’den sonra nüfus gelmeye başladı. 60’dan sonra daha çok geldi. 60’dan sonra da gelmek şöyle oldu. O zaman ko-nut meselesinde kat mülkiyet kanunu çıktı. 60 ihtilalinden sonra. O zaman siz daire alamazdınız çünkü tapusu yoktu, tek bir tapu vardı. Kat itti-faklı bina yoktu, kanun çıkardılar. Sonradan işte 60’dan sonra başladık biz. Böyle daire bina yapıp satmaya kat kat. Herkes geliyor beğendiği bi-nayı alıyor, o dairenin de tapusunu alıyor. O zaman bir tek arsa vardı, arsa tapusu vardı. Adam nasıl sata-cak, satamaz ki, satacak hisseli sa-tacak o da sakıncalı. 60’dan sonra o kat mülkiyet kanunu İstanbul’u daha çok genişletti. Bina yapımını kolaylaştırdı. O zaman adam emekli olduğu zaman bir daire alabiliyordu ben biliyorum. Öğretmenlere daire verdim çok, subaylara daire verdim. Şimdiki İstanbul taşradan gelmiştir. Şimdi İstanbul’da İstanbulluyu ara ki bulamazsın. İstanbul’da İstanbul-lu bir benim zamanında vardı. Be-nim ev sahibim İstanbullu idi. Koca-sı da deniz albayı idi. Göçmen var, Anadolu’dan gelen var. Her taraftan gelen var. Ama tabii İstanbullu yani hep gelsin ben gelmesin demiyorum. Ben de Karadeniz’den geldim. Ama eğer İstanbul’a geldiysen bir İstan-bullu gibi yaşayalım. İstanbul’un ha-vasını bozmak, ha burada da biz şim-di diyoruz ama o zaman olmadı. En büyük hatayı hükümetler yaptı. Hü-kümetler ilerisini göremedi. Bugün Avrupa ne yaptı biliyor musunuz? Düşünün ki Anadolu’da bir kaza, vilayet demiyorum, il demiyorum. O kazada oraya bir fabrika kurmuş oradaki halkın nüfusu uzak değil. O köylüler o fabrikada çalışıyorlar. Orada kazanıyorlar. Şimdi bizim İs-tanbul, Ankara, İzmir böyle 3-5 tane vilayette sanayi orada, işyeri orada. Anadolu’dan gelen adam kırsal yer-

de bir şey olmaz. Ben Erzurum’u gez-dim, köyler boşalmış. Köylerinde de bir şey olmaz. Gelmişler İstanbul’da çalışmışlar yani. E yani şimdi geldi-ğin parayı kazanıp da gidip oraya mı harcayacak onu? O da istiyor ki ba-şımı sokacak bir yer olsaydı.

Burası İstanbul değildi

İstanbul neresiydi biliyor musunuz? Şişli Camisi’nden surların içi. Burası İstanbul değildi. Burası köydü, Me-cidiye Köyü. Bir otel vardı Ortaklar Caddesi’nde sağ tarafta. Ben de Or-taklar Caddesinde oturuyorum. Sene 1956’ydı ya da 1957’ydi. Arnavut bir dayı vardı. Kahveye otururduk. O zamanlarda insanların topluluk yeri kahveydi. O da kahveye oturur-du. Biz biliyorduk inşaatçı olduğu-muz için. 1000 metrekare yere 1000 lira istedi benden. Bak düşünüyor musun? Amca ben burayı ne yapa-yım, burası köy. Burayı alsam ben ne yapayım? Benim de köyüm var. Sahi-le yakındır. Denize yakındır. Burası köy burayı alsam ne yapacağım? Hiç kıymet vermedim sonradan öyle oldu ki Mecidiyeköy, Gayrettepe, Levent, Etiler, İstanbul’un en lüks yeri oldu. Boğazdaki yerlere kimse itibar etmi-yordu, almıyorduk. Şişli’de zenginler otururdu. Şişli deyince bu Halas-kargazi Caddesi, burası Büyükdere Caddesi’dir oradan Taksim’e kadar her iki tarafı apartman idi. İşyeri, büro yoktu. Zenginler ve gayrimüs-

limler otururdu. Gayrimüslimler Şişli’de Kurtuluş tarafında çok var idi. Nişantaşı’nda var idi Yahudi-ler. Bir zamanlar da Cihangir güzel bir yer idi, İstanbul’un semtlerin-den. Sonradan Cihangir de bozuldu. Şimdi insanlar Şişli’yi, Harbiye’yi, Nişantaşı’nı bıraktı. Nereye gidiyor? Ulus, Etiler, Bebek boğazdan yuka-rı doğru gidiyor. Daha açık yerlere, daha modern mimarisi olan yerlere gidiyor.

Esas kültür bundan 50 sene evvel idi

O ‘60 ihtilali yapılacak ihtilal değil-di. ‘80 İhtilali biraz halk tarafından da benimsendi çünkü o zaman sağ sol çatışması vardı. Mecidiyeköy’de terör olmaz olur mu ya? Şimdi be-nim yazıhanem oradaydı, Akbank’ın üstündeydi. Camiye giderken hemen pasajın altında beş kişiyi vurmuşlar. Adamları bir kamyona çuval atar gibi attılar, sonra götürdüler mor-ga. O zamanlarda bu sağ sol çatış-ması çok büyük bir şeydi. Milletin acaba sabahtan giden akşam evine dönecek mi diye korkusu vardı. Bir-takım insanlar gelirdi, işte o zaman benim bu yazıhane vardı. İşte gelirdi bizden haraç istemeye, yok biz onu yapıyoruz bunu yapıyoruz sağcılara karşı, solculara karşı. Sen de kendi-ni belli edemiyorsun ki, ben sağım solum diyemiyorsun ki. Öyle bir du-rum vardı ama bir daha Türkiye öyle bir durum görmesin. İstanbul benim gözümün önünde bir sinema şeridi gibidir. O günden bugüne şöyle gö-rüyorum: Bugün İstanbul dünyanın kültür merkezi bir şehridir ama ben-ce esas kültür bundan 50 sene evvel idi. İnsanlar insan idi. Kültürlüydü, saygılıydı. Şimdi size bir şey söyle-yeyim. O zaman İstanbul hakiki bir İstanbul’du. Kültür merkeziydi. Siz Beyoğlu’nda eğer bir sinemaya, ti-yatroya gitmek isterseniz en iyi el-biselerinizi giyip gidecektiniz. Öyle kot pantolon, yırtık ceketle veyahut da ceketsiz sizi sinemaya sokmazdı-lar, tiyatroya sokmazdılar. Şimdi o sizin gittiğiniz zaman bir baktığınız zaman bütün parlamento içerisinde o kıyafette adam zor bulursunuz, herkes temiz giyinmiş sessiz film sey-reder. Gidersiniz bir pastaneye her-kes kendi halinde sessiz saygılı kimse kimseyi rahatsız etmez. Ben şimdi o hayali gözümden geçirdiğim zaman İstanbul’a bakıyorum zannediyo-rum, başka İstanbul’da yaşıyorum.

Tennur Katgı (20)Gülşah Gelibolu(17)Tuğçe Arkman(17)Burçe Sevinç(17)Simge Çalışır(17)Nurdan Ataç(17)

Röportaj “İstanbul benim gözümün önünde bir sinema şeridi gibidir”

Raif KAPICIOĞLU / Müteahhit

Page 16: STY-Şişli Gazetesi

Sokağımdan Tarih Yazıyorum Projesi

Gönüllüleri

Aslı Görkem Atan Merve Akdeniz Gizem Ünlü Kübra Bayır

Pınar Eriç Öznur ToptaşGökhan DuranŞevket YılmazKader KayaKerem Arslan

Tennur Katgı Gülşah GeliboluTuğçe ArkmanBurçe SevinçSimge ÇalışırNurdan Ataç

Deniz MüftüoğluGökhan UluışıkGamze AcarElçin TaştanYuşa ÇetinkayaFurkan ÜstündağGülbahar Öğtemli

Dicle Koylan Begüm Anıl Mebrure İpek YükselAlara KanElif Aktürk Çağatay DerinTugay Erdoğan

Metehan Akkaya Erkin Ergüneyİremnur CanNurgül Usta

Sezen Engiz Burak KaraaslanEda ÇınarSare TanrıverdiCansu Doğuyıldız

Mertcan Uzun Enes Demir Berivan BilaAynur DemirMurat Ekinay Vildan Doğangönül Kübra HasanoğluEsma Aydın

Sanem Aktaş Şeyma ŞahinSelin Irmak Kaçmaz Uğurcan AtaKübra Gümüş

Turgut Bekil Alara Görpe Sinan Özücer Ayşe Rabia Öğretmen

Şeyma Arslan Turaç Öksüz Tugay Doğan Gülşah Özgener Kübra Çetinkaya

Sezen Engiz Ali İhsan GülşenerBurak KaraaslanEda ÇınarErhan UzunerÖzge TemizelSare Tanrıverdi

Sayat Dağlıyan Göktuğ Külahlı Seda ÖzerTuğba ÖzbekSaniye MutluDilara GüçSafiye Altınkum