80
1 TAL AS KÜLTÜR VE EĞİTİM DERGİSİ YIL:4 SAYI:5 Talas İlçe Milli Eğitim Müdürlüğünün Ücretsiz Yayını Anıtkabir’in BU SAYIDA: Eğitimde Dönüşüm ve Toplam Kalite Mevlana’yı Anlayabilmek Amerikan Koleji ve Hastanesi Cedid Hareketi ve Musa Carullah Mekatronik Mühendisliği Hayırseverlerimiz Ortaçağda Bir Vakıf Medeniyeti İntiharın Yeni Adı GDO Somuncu Baba Cemil Baba Zincidereli Taş Ustaları Talas Kültür ve Eğitim Dergisi

Talas Eğitim ve Kültür Dergisi

Embed Size (px)

DESCRIPTION

Talas İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü ücretsiz yayını

Citation preview

1

TA

LA

S

LT

ÜR

V

E

İT

İM

D

ER

Y

IL

:4

S

AY

I:

5

Talas İlçe Milli Eğitim Müdürlüğünün Ücretsiz Yayını

Anıtkabir’in

BU SAYIDA:Eğitimde Dönüşüm ve Toplam Kalite

Mevlana’yı AnlayabilmekAmerikan Koleji ve Hastanesi

Cedid Hareketi ve Musa CarullahMekatronik Mühendisliği

HayırseverlerimizOrtaçağda Bir Vakıf Medeniyeti

İntiharın Yeni Adı GDOSomuncu Baba

Cemil Baba

ZincidereliTaş Ustaları

Talas Kültür ve Eğitim Dergisi

2

KA

YS

ER

İ

TA

LA

S

İL

ÇE

M

İL

E

Ğİ

M

RL

ÜĞ

Ü

3

TA

LA

S

LT

ÜR

V

E

İT

İM

D

ER

Y

IL

:4

S

AY

I:

5

KÜNYE İÇİNDEKİLERTalas İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü

Adınaİmtiyaz Sahibi

İhsan KÖKERİlçe Milli Eğitim Müdürü

Genel Yayın Yönetmeni(Sorumlu Müdür)Ahmet KALDIRIMCI

Şube Müdürü

Yayın KuruluAsilhan ŞAHİN

TDE ÖğretmeniAyhan KARATAŞ

Türkçe Öğretmeni

Danışma KuruluH.Mehmet ASLAN

Şube MüdürüSoysal GÜDENŞube Müdürü

Kapak & TasarımAytaç BAŞOK

EBİTEFO

Talas İlçe Milli Eğitim MüdürlüğüÜcretsiz Kültür ve Eğitim Dergisi

Yılda Bir Yayımlanır.

http://[email protected]

Talas Kaymakamlık Binası 3.KatTalas / KAYSERİ

Tel: 0 (352) 437 53 02Fax: 0 (352) 437 32 08

2010Yıl : 4 - Sayı : 5

Dergimize gönderilen yazılar yayınlansın veya yayınlanmasın iade edilmez.

Yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir

4 Kitap ve Teknoloji5 Öğretmen Etkili Sınıf Yönetiminin Neresinde?8 Rehberlik Uygulamalarında Yaşanan Temel Problemler10 Yapısalcı Eğitim Programı Çerçevesinde Liderin Rolü12 Kırk Ambar Kozadan Çıkan Kelebek Öğretmen de Öğrenir Öğretmene Verilen Ceza13 Eğitimde Dönüşüm ve Toplam Kalite15 Kavanoz ve İki Fincan Kahve16 Teknolojinin Yükselen Yıldızı: Mekatronik Mühendisliği18 İntiharın Yeni Adı: GDO21 Gün Ay İsimlerinin Menşei24 Cedid Hareketi ve Musa Carullah29 İkbal’in Benlik Anlayışı33 Modernizm ve İnsan35 Ortaçağda Bir Vakıf Medeniyeti36 Zincidere’de Taş Ustalığı38 Talas’ta Faaliyet Göstermiş Olan Amerikan Okulu Hastanesi40 Türk Kişiliği44 Şiir (Türk Dünyası)45 Kitap Okumanın Faydaları46 Şiir Felsefeye Karşıdır47 Ramana Dair52 Deyimlerin Öyküsü Kırk Yıllık Kâni Olur mu Yani Vermezse Mabut Neylesin Sultan Mahmut53 Kur’anı Okumak Anlamak ve Yaşamak56 Mevlana’yı Anlamanın Ayrıcalığı58 Dön Semazen59 Hattatın Aşkla Dansı60 Kıssadan Hisse İstemeyi Bilmek Tazıyı Geri Alırım Haaa61 Mevlana Anlatıyor62 Somuncu Baba63 Cemil Baba64 Ve Bence Sevmek65 Anı ( Geçmiş Zaman Olur ki Hayali Cihan Değer)70 Masal ( Tavşan ve Sevimli Serçe)72 Hayırseverlerimiz -175 12 Mart Tiyatro Etkinlikleri76 Turizm Haftası etkinlikleri77 Öğrencilerimizin Eserlerinden78 Bayram ve Törenlerden

4

KA

YS

ER

İ

TA

LA

S

İL

ÇE

M

İL

E

Ğİ

M

RL

ÜĞ

Ü

Salih BIÇAKTalas Kaymakamı

Dünyamız hızla değişiyor, g e l i ş i y o r . D u r m a d a n , d i n l e n m e d e n süren bu müthiş yarışta devletler b i r b i r l e r i y l e y a r ı ş ı y o r l a r . Bizler de bu yarışta olmak zorundayız. Köklü tarihi geçmişimiz, m o d e r n devletimiz ve genç nüfusumuzla bu m e d e n i y e t l e r arası yarışta biz de varız demeliyiz. Bu nedenle de eğitim seviyemizin yükselmesi gerekir. Bunu sağlayan en önemli etken de hiç şüphesiz okuldur, okumaktır. Okumak, insan için en kolay ve en etkili öğrenme yoludur. Gelişmiş ülkeler, sahip oldukları bilgilerin % 60’ını bu yolu kullanarak edinmişlerdir. Geri kalmış toplumların karşılaştıkları sorunların birçoğunun kaynağı ise eğitimsizliktir. Kitapla yetişen nesiller elbette başarı dolu ve iyi yetişmiş olacaktır Öyle ki kendisini yetiştirmiş, okuyan fertlerin günlük yaşamları, hayata bakışları, hatta sohbetleri bile farklıdır. Kitap okumanın zihni gelişmeye katkısı aslında anne karnında başlar. Anne karnındaki bebek altıncı aydan itibaren dış dünyayı işitebilir. Kendisine kitap okunan çocukların dil gelişimi daha sağlıklı olur. Kitap okunan ve kitap okuyan çocukların düşünceleri diğer çocuklara göre çok daha zengindir, iletişim kapasiteleri artar, kelime hazinesini de aynı oranda zenginleşir. Birçok aile, çocuklarının kitap okumamasından şikâyetçidir Kitap okurken sıkılan çocuk, nedense saatlerce televizyon ya da bilgisayar karşısında kalabilir ve nedense hiç de sıkılmaz Bilgisayarda oyun oynayarak, televizyon seyrederek büyüyen çocuklarımız gittikçe okuma isteklerini yitirmekte ve okumanın sağladığı imkândan mahrum kalmaktadır.Karakter gelişimi, bilgiyi ve araştırmayı seven insanların yetiştirilmesi ile mümkün olur. Çocukların, kendilerini okuyarak yetiştirmeleri gerekir. Çünkü eğitim sürecinde çocuklara her şey anlatılmaz; zaten buna imkân da yoktur. Yanlış bilgi ile doğru bilgiyi ayırabilen kişilerin sayısının artması için, kişiye çocukluktan itibaren kitap okuma alışkanlığının kazandırılması gerekir. Kitap okuma alışkanlığı olan çocukların eğitim süreçleri de çok daha başarılı olacaktır. Kitap okumanın sınav hazırlığına da katkısı vardır. Kitap okuyan ve okuduklarını çok iyi değerlendirebilen öğrenciler, diğer öğrencilere göre çok daha başarılı olur.

Eğitim düzeyi arttıkça toplumların suç eğilimlerinde ve suç işleme oranlarında da düşüşler olduğu bilimsel veriler arasındadır. Eğitim bize sadece mesleki imkânlar sunmaz, aynı zamanda hayat kalitemizi yükseltir, hayata ve olaylara bakışımız daha sağlam temellere doğru biçimde oturtur. Hayat seviyesi yükselen

insanlar doğal olarak toplumun sorunlarına da eğilme ihtiyacı hissedeceklerdir.

Çağdaş medeniyet toplumu oluşturmanın vazgeçilmez yolu eğitimdir. Unutulmamalıdır ki birey-toplum-devlet üçlüsünün temel harcı kültür ve eğitimdir. Bu iki unsur ise teknolojik gelişmeyi doğurur ki o da toplumların müreffeh bir hayata sahip olmalarının ve hayatı kolaylaştırmanın temelidir.İnsanların daha çağdaş bir ortamda yaşama beklentisi teknolojideki hızlı gelişmeyi de beraberinde getirmiştir. Bu gelişim süresince, kısaca “kültürleme ve kültürlenme süreci” olarak tanımlanan eğitim, lokomotif görevini üstlenmiştir. Eğitim sürecinin bir ürünü olarak da değerlendirilebilecek teknolojik gelişim, aynı zamanda eğitim sürecinin de yapısını değiştirmiş, eğitim anlayışına farklı bir bakış açısı getirmiştir. Günümüze kadar gelişerek gelen teknoloji, ağırlıklı olarak eğitim amaçlı geliştirilmemiş olmasına karşın, günümüzde bu anlayış yavaş yavaş değişim göstermeye başlamıştır. Yirmi birinci yüzyılının eşiğinde her yönden hızlı bir değişim gösteren toplumsal yapı, bilgi toplumunu doğurmuştur. Birey-bilgi-toplum üçlüsünün niteliklerinin değişimi ve karşılıklı etkileşimi ile görülen gelişme, çağdaş toplumsal yapının işleyişinin gelişimini de sağlamıştır. Bilgi toplumu ifadesi her ne kadar değişik çevre ve bilim adamları tarafından zaman zaman tartışılsa da genel çerçeve olarak kabul görmüştür. Artık eğitim teknolojik bir anlama dönüşmektedir. Değerli gençler, ülkemizi aydınlık yarınlara çıkarmanın başrollerinde artık sizler varsınız. Atalarımızdan aldığımız temiz mirası eşsiz hayallerinizle genişletip ülkemizi hak ettiği yere taşıma sorumluğu sizlerin ellerinizde. Okuyunuz, vaktinizi öğrenerek geçiriniz. Milletimize, ailemize ve kendimize karşı vazifelerimizi hatırlatan en önemli şeyin, doğan yeni gününüz olması dileğiyle.

KİTAP ve TEKNOLOJİ

5

TA

LA

S

LT

ÜR

V

E

İT

İM

D

ER

Y

IL

:4

S

AY

I:

5

Sürekli ve her alanda değişim yaşanmaktadır. Toplumları etkileyen en önemli bir güç olan eğitim sistemleri ve bu süreçte en kritik görevi üstlenen öğretmenler, zorunlu olarak yaşanan değişim ve yenileşme sürecinin neresindedirler? Bu soru, eğitim bilimcileri ve öğretmenleri düşündüren temel sorulardan biridir.

Birey düşünce ve davranışlarıyla insandır ve diğer yaratılmışlardan farklıdır. Bu düşünce ve davranışları şekillendiren öğretmenler olduğuna göre öğretmenlerin ve sınıf yönetimi becerilerinin ne kadar yeterli olduğu da önemlidir. Öğretmenin sınıf yönetimi becerilerinin, öğretim plan ve programlarının en önemli uygulama alanı sınıflar dır. Öğretmenin düşünce ve davranışlarını yansıtacağı, öğretmenlik niteliklerini gösterebileceği en kritik birim yine sınıftır. Sınıf yönetiminin temel değişkenleri şunlardır: Öğretmen ve öğretmen nitelikleri Öğrenci nitelikleri Sınıf kuralları Sınıfta motivasyon Okul ve sınıfta kültür Okul ve sınıf iklimi Sınıfta iletişim Zaman yönetimi Sınıfta öğrenci davranışının yönetimi Öğretmenin etkililiği ve liderliği Sınıfta “özel eğitim” durumları

Yukarıda sıralanan sınıf yönetimi değişkenleri aşağıda yer alan başlıkları altında tartışılmıştır.

Değişmenin öğretmende etkisi

Çevredeki değişme ve gelişmeler eğitim çalışanlarının anlayışlarını ve davranışlarını değiştirmeye zorlamakta, zorlamalar isteklilikle paylaşılan davranışlar haline geldiğinde okulun örgütsel davranışları ve öğretmenlerin öğretim davranışları haline gelmektedir. Bu durum, bütün olarak okulun, okuldaki sınıf yönetiminin değişme ve gelişmelerden etkilenmesini ortaya çıkarmaktadır.

Öğretmen ve diğer eğitim çalışanlarına sürekli kendilerini geliştirebilecekleri imkan ve fırsatların sunulması, kendilerinin fark ettikleri ya da fark edemedikleri yeteneklerini geliştirebilecekleri ortamların hazırlanması yeni anlayışın okula yansımaları arasındadır. Okulun en dinamik birimi sınıflar olduğuna göre sınıfın yöneticisi öğretmenin değişme ve gelişmelerden etkilenmemesi, öğretmenler “marifetiyle”

okuldaki eğitim ve öğretimin niteliğini kaybetmesi demektir.

Değişme ve gelişmelerin, öğretmen davranışlarına yansıyan bazı yönleri:

Öğretmenin “Okulumda daha iyi eğitim ve öğretimi nasıl geliştirebilirim?” sorusunu sürekli gündemde tutması, Sınıftaki öğretimde, öğrencileri derse katan, isteklendiren yeni yöntemlere yer vermesi, Öğretmen, öğrenci ve veli temsilcilerinin okul ve sınıf etkinliklerine ve kararlara katılmaları, Öğretimde en teknolojik eğitim araçlarının kullanılması, Okulda herkesin sürekli ve doğru olarak bilgilendirilmeleri, okulda etkili iletişimin kurulması, Öğretmenlerin okulda içten ve severek görev yapabilecekleri motivasyon ortamını bulmaları, Öğretmenlerin etkili sınıf yönetiminin arayışını, sürekli en iyiyi, en kaliteli eğitimi vermenin çabasını sergilemeleri, Öğrencilerin isteklilikle eğitim ve öğretim ortamına katılmaları.

Öğretmenlik, kendisine özgü nitelikleri ve değer sistemleri bulunan bir meslektir. Öğretmen öğrenme işlemlerinin aracı ve rehberidir, sınav yapan, disiplini sağlayan, toplum değerlerinin ve ahlakının savunucusu ve vekilidir. Öğretmen güvenilir kişidir, ebeveynden sonra ikinci velidir, öğrenci danışmanı, meslektaş ve toplumsal katılımcıdır. Öğretmenin okulda disiplincilik, yargıçlık ve sırdaşlık gibi rolleri de vardır. Gerektikçe tüm bu rollerin oynanması, öğretmenin değişim ve gelişim bilinciyle doğrudan ilişkilidir. Değişme ve gelişmenin temel göstergesi sınıftaki kaliteli öğretmen davranışlarıdır. Okulların sadece yeterli sayıda öğretmene gereksinimi olmamakta, aynı zamanda yetenekli, mesleğine bağlı ve kendisinden beklentilerin farkında olan ve bunları gerçekleştirmeye çalışan kaliteli öğretmenlere de gereksinimi vardır.

Her zaman değişen ve bazı durumlarda belirsiz bir gelecekte rol almak ister misiniz? (D. Ulrich)

Kalite ve sınıf yönetimi:

Kalite ve etkililiği önemseyen öğretmen, öğretimde yeterlik duygusuna sahiptir. Öğretmenin yeterlik duygusunun sınıfta öğrenci başarısına yol açtığı ortaya çıkmıştır. Öğretmenlerin yeterlik duyguları düşükse öğrencileri ö?renmeye yeterince

ÖĞRETMEN ETKİLİ SINIF YÖNETİMİNİN NERESİNDE?

Doç. Dr. Niyazi CANErciyes Üni. Eğitim Fakültesi

6

KA

YS

ER

İ

TA

LA

S

İL

ÇE

M

İL

E

Ğİ

M

RL

ÜĞ

Ü

güdüleyemediği görülmektedir. Yeterlik duygusunun etkenleri: Öğretmenin eğitimi ve mesleki yetkinliği,Amaçlı, planlı ve kararlı olması, Kişisel özellikleri, Sosyalleşmesi ve işbirliği becerisi, Okul örgütünün yapısı,Okulda öğrenmeyi özendiren güven ve destek ortamı,Yönetimin ve yöneticilerin niteliği,Veli öğretmen ilişkilerinin niteliği.

Öğretmenlerin yeterliklerini geliştirici önlemlerin alınması böylece yeterlik duygularının ve diğer niteliklerinin güçlendirilmesi gerekir. Yeterlik duygusunun güçlendirilmesi öğretimin kalitesini doğrudan etkilemektedir. Kaliteyi önemseyen öğretmenlerin bazı özelliklerine aşaığda yer verilmiştir.

Kaliteli öğretim amaçlıdır, öğretmen öğrencilere ölçülebilir, geliştirilebilir davranışlar kazandırır. Öğretmen öğrencinin temel becerileri öğrenmesini sağlar, öğrencilerle aktif olarak ilgilenir, amaca uygun öğretim stratejilerini seçer ve uygular. Öğrencileri öğrenmeye hazırlayan ve katılımı sağlayan ipuçları vererek, takrir ve gösteriyi kullanarak, soru sorarak, sordurarak tartışmalar oluşturan, pekiştireç, dönüt ve düzeltmelere yer veren tam öğrenme stratejisine başvurur. Öğrenme amaçlarına uygun öğretim tekniklerini seçer. Sınıfta açık, düzenli, yapıcı ve eğitici disiplin ortamını oluşturur. Dersleri zamanında başlatır ve zamanında bitirir. Öğrenci kendisinden beklentileri bilir, öğretimin amaçlarından haberdardır. Öğretmen kendisi (branşı ve kişiliği) hakkında zaman zaman dönütler sağlar. Sürekli öğrenen bireylerle öğrenen sınıfların oluşturulacağının farkındadır. Öğretmen; gerektiğinde lider veya üye olabilmeyi, ciddi ve kararlı ancak çocuğun gelişimine ve durumuna göre esnek olabilmeyi, çocuğun gelişimine uygun ilişkiler kurmayı, olumsuzluktan çok olumlu beklentileri vurgulamayı, uyarmaktan çok etkileyerek derse ve olumlu davranışa yöneltmeyi, öğrenciyi rahatlatan espriyi yerinde kullanabilmeyi, sınıftaki öğrenci davranışlarından sonuçlar çıkarabilmeyi başarmalıdır.

Öğretmenin diğer bir özelliği sınıfın ve çevresinin farkında olmasıdır. Çünkü ders içi ve ders dışı etkinlikler ve ilişkiler eğitim ve öğretimin tamamlayıcı boyutlarıdır. Bu bağlamda

öğretmen grup çalışmalarını takip etmeli, sessiz ve güçsüz çocukların diğer çocuklar tarafından ezilmesine fırsatlar vermemelidir. Serbest zaman etkinliklerinde ve bahçede, dışarıda kız-erkek ilişkilerinin uygar ölçülerde yürütülmesinin takipçisi olmalıdır.

Öğrencilerin, karşı cinslerin birbirlerine özellikle kızlara kaba ve küfürlü davranmaları, WC, kuytu yerler ve bahçede sigara ve diğer kötü alışkanlıkları sergileme, okulun diğer görevlilerinin öğrencilere karşı olumsuz tutumları, azarlamaları yaşanan olaylardandır. Bu tür olumsuzlukların denetlenemediği ya da yeterinde denetlenmediği okulların kaliteliliğinden söz edilemez.

Sınıf yönetimi ve öğretmen liderliği:

Literatür, sınıf yönetiminin en önemli değişkenlerinden birinin öğretmen liderliği olduğunu göstermektedir. Lider öğretmen, gelişmelerin farkında olarak öğrencileri ve çevresini etkileyebilen, güven ortamında öğretimsel hedefler geliştirerek ve paylaşarak eğitim sürecini yönlendiren eğitim çalışanıdır. Lider öğretmen kavramı içerisinde sınıf yönetiminin pek çok değişkenine yer verilmektedir. Öğretmen liderliğinin gerektirdiği temel düşünceler ve davranışlar vardır. Hem öğretmen liderlerin göstermesi gereken hem de bu alan üzerinde çalışanların beklentileri birlikte düşünüldüğünde öğretmen liderliğiyle ilgili bazı düşünce ve davranışlara aşağıda yer verilmiştir: Eğitim öğretim işini bir uzmanlık mesleği olarak görme, profesyonel olarak eğitim vermenin farklılık yaratacağına inanma ve daha iyi bir dünya oluşacağı inancını öğrencileriyle paylaşma. İyimser değerlendirmelere sahip olma, öğrencilere gelecekle ilgili olumlu açıklamalar yapma.Öğrencilerin geliştirilmesi, eğitim ve öğretim etkinliklerinin güçlendirilmesi için güçlü örgütsel yapı ve okul kültürü değerlerini oluşturma. Sorun kabul edilen karışık konulara, süreklilik arz eden bir profesyonel yaklaşım sergileme.Yeni görüşleri tartışarak, sentezleyerek ve profesyonel söylemler geliştirerek eğitim öğretim ortamına aktarabilme. Öğrenci gereksinimlerine ve öğrencilerin yeterli düzeye gelmelerine ilgi gösterme. Özellikle dışlanmış ve özel gereksinimi olan çocuklar başta olmak üzere öğrencilerle yakından ilgilenme ve onların durumlarını sürekli ön planda tutma.Okulu kapsayan bir eğitim mücadelesinde bireyleri sorumluluk almaları için yüreklendirme.

7

TA

LA

S

LT

ÜR

V

E

İT

İM

D

ER

Y

IL

:4

S

AY

I:

5

Okul vizyonu, misyonu ve değerlerine odaklaşma, bunları işlevselleştirmeye çalışma. Okulun hedefleri ile profesyonel öğrenim aktiviteleri ve işlevsel uygulamalar arasındaki uyumu arttıracak projeler hazırlama. Okulun performansını artırmayı gündemde tutma bunun için yöneticilerle ve diğer öğretmenlerle birlikte çalışma. Eğitim bilimleriyle ilgili çalışmaları izleme, anlamaya çal?şma ve daha iyi e?itimin oluşturulması yönünde çaba harcama.

Herhangi bir şey, birçok okulun şu anda yaptığı, yararsız ve etkisiz öğretim kadar pahalı olabilir mi? (M.L. Cogan, Clinical Supervision)

Etkili öğretmenliği geliştirmede rehber sorular

Etkili sınıf yönetimi ve öğretmen liderliği gerçekleştirilemez bir durum değildir. Günümüzde birçok okulda gözlenmektedir ve bu da okulların başarısına önemli katkılar getirmektedir. Fakat lider öğretmen, her şeyi kontrol eden bir güç haline gelmemelidir. Aşağıda etkili ve lider öğretmen niteliklerini geliştirmeyi amaçlayan rehber sorulara yer verilmiştir. Her öğretmen kendisine bu soruları sorarak öğretmenlik ve sınıf yönetimi becerilerini kontrol edebilir. 1) Profesyonel eğitim ve öğretimi okula ve öğrencilere yarar sağlayacak şekilde nasıl geliştirebilirim? 2) Her bir öğrencinin kendisini bir “birey” olarak algılayacağı okul çevresini (ve sınıf çevresini) nasıl oluşturabilirim? 3) Öğretmen kalitesini arttırmak, öğretimi ve öğretmenleri güçlendirmek için neler yapabilirim? 4) Akademik başarı ve davranış düzenliliği arasındaki köprüyü sınıf ortamında nasıl kurabilirim? 5) Sınıf yönetimi ve öğretimsel gelişmelerden eğitim-öğretimde daha fazla nasıl yararlanabilirim? 6) Ülke genelindeki eğitim norm ve kurallarının okul ve sınıf normlarına uyumunu nasıl sağlayabilirim?

Etkili ve lider öğretmenlik rollerini ne ölçüde ortaya koyduğunu, ne kadar başarılı olduğunu kontrol etmek isteyen bir öğretmen aşağıdaki soruları da kendisine sorabilir:

Sürekli öğrenmeyi ve öğrenen okul kültürünü oluşturmada hangi çabaları gösterdim/gösteriyo rum? Okulumda yeniliklerin hayata geçirilmesinde ne kadar ısrarlıyım ve başarılıyım? Okulda takım çalışmalarında ne kadar başarılıyım, hangi projeler ve etkinlikler için hangi

çalışma gruplarının kurulmasında öncülük ettim? Öğretmenleri ve yöneticileri inandığım değerlere ve davranışlara katmada ne kadar başarılıyım? Okulda güven ortamını oluşturmada neler yaptım ve daha neler yapmalıyım? Düşüncelerimle ve davranışlarımla model olmada ne kadar başarılıyım? Okulda güçlü okul kültürünü oluşturmaya dönük hangi değerleri, tutumları ve alışkanlıkları yerleştirebildim? Sınıf yönetiminde öğrencileri etkileyerek istekliliğe ve içtenliğe dayalı başarı kültürünü ne ölçüde gerçekleştirebildim? İlişkileri olumlulaştıran, güvene dayalı insan ilişkilerini, demokratik okul iklimini ne kadar oluşturabildim? Toplum kalkınmasına hangi etkinliklerle katkıda bulundum? Gelecekte başka neler yapabilirim?

Öğretmenin etkililiği ve liderliği, sınıfların ve okulların değişim ve dönüşümlerinin en önemli itici gücüdür. N.Can

Değişim, etkililik, kalite ve liderlik vb. yeni öğretim kavram ve süreçleriyle ilgili bilgilenme ağının içerisinde olan, sınıf öğrenme-öğretme ortamının gelişmişlik düzeyini kontrol eden rehber sorularla özdenetime yer veren, bu değer ve davranışları sınıf yönetimi etkinliklerine uygulayan ve kendisini sürekli sorgulayan ve geliştiren etkili öğretmenlere bugün her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyulmaktadır.

KAYNAKLARBalcı, A. (1993). Etkili Okul; Kuram Uygulama ve Araştırma. Ankara: Yavuz Dağıtım.

Can, N. (2009). Öğretmen Liderliği. Ankara: Pegem Akademi Yayınları

Can, N. (2010). “Sınıf Yönetiminde ve Okulda Öğretmen Liderliği”. Sınıfta Etkili Öğretim ve Yönetim (Etkinlikler ve Örnekler). Kitap Bölümü, (Ed. D. Erbaş). Ankara: Data Yayın Dağıtım Ltd Şti.

Katyal, K.Roy and Evers, C. W. (2004). “Teacher Leadership and Autonomous Student Learning: Adjusting to the New Realities”, International Journal of Educational Research 41:367-382.

Usdan, M., McCloud, B. and Podmostko, M. (2001). “Leadership for Student Learning: Redefining the Teacher as Leader School Leadership for the 21st Century” Initiative.Washington: A Report of the Task Force on Teacher Leadership.

8

KA

YS

ER

İ

TA

LA

S

İL

ÇE

M

İL

E

Ğİ

M

RL

ÜĞ

Ü

T ü r k eğitim sisteminin genel amaçları ç e r ç e v e s i n d e eğitimde rehberlik ve psikolojik danışma hizmetleri temelde; ö ğ r e n c i l e r i n k e n d i l e r i n i gerçekleştirmelerine eğitim sürecinde yetenek ve özelliklerine göre en üst düzeyde yararlanmalar ına ve gizil güçlerini en uygun şekilde kullanmalarına ve g e l i ş t i r m e l e r i n e yöneliktir.

T ü r k i y e de psikolojik danışma ve rehberlik hizmetlerinin 60 yıla yakın bir geçmişi bulunmaktadır. Türk eğitim sistemine bugün kullandığımız şekliyle rehberlik kavramı 1950’lerin başlarında girmeye başlamıştır. Türkiye’de, psikolojik danışma ve rehberlik hizmetleri çeşitli aşamalardan geçen bir gelişim süreci izlemektedir. Psikolojik danışma ve rehberlik hizmetlerinin, başlangıç yılları (1951-1956), oluşum yılları (1957-1969), okullarda psikolojik danışma ve rehberlik servislerinin oluşturulması (1970 -1981), psikolojik danışma ve rehberlik lisans programlarının oluşturulması (1982-1989), mesleki örgütlenme ve bilimsel çalışmaların hız kazandığı yıllardır(1989 ve sonrası) (Güven Kısaç, Ercan Yalçın 2009). 1950’li yıllardan günümüze kadar gelişim sürecinde olan Rehberlik ve Psikolojik Danışma Hizmetleri günümüzde de hızlı bir gelişim süreci içerisindedir. Eğitimde psikolojik danışma ve rehberlik hizmetleri; bir okulda öğretim faaliyetlerinin yanı sıra öğrencilerin gelişimine uygun ortam sağlamak, karşılaşılan güçlükleri gidermek ve gerekli önlemleri almak için bazı hizmetler sunulmaktadır. Bu tür hizmetler okullarda kurulan rehberlik ve psikolojik danışma servisi tarafından yürütülmektedir. Bu hizmetlerin yöneldiği eğitsel, mesleki ve kişisel-sosyal alanlar ve koruyucu, eğitimsel-gelişimsel ve problem çözücü işlevleri dir. Rehberlik hizmetleri, doğrudan doğruya öğrenciye yönelik ve dolaylı olarak da hizmetlerin etkililiğini artırmaya yönelik olarak öğrenciyle ilgili kişi ve kurumlarda yürütülen birçok alanı kapsayan

bir hizmetler bütünüdür. Şöyle ki; rehberlik hizmetleri içinde öğrencilere okul ve çevresini tanıtmak gibi oldukça dışsal ve nesnel; kendilerine uygun bir alan veya program seçmek gibi öznel ya da kendini bir gruba ait hissetmeyen ve bundan rahatsız olan öğrenciye yardım gibi oldukça içsel / duygusal alana yönelik yardımlar yer almaktadır.

Ülkemizde Psikolojik Danışmanların görevlerini sürdürürken, çok fazla sorunla karşılaştıkları, karşılaşılan sorunların, okullarda görev yapan psikolojik danışmanların iş ve meslek doyumları ile tükenmişlik ve stres düzeylerini etkilediği

görülmektedir. Okul rehber öğretmenlerinin, mesleki sorunlarını algılama düzeyleri olumsuz yönde arttığında, bu sorunlarla etkili bir şekilde başa çıkma çabasında olmadıkları ve bu durum da zamanla işten aldıkları doyumu azaltabildiği, öğretmenlerin tükenmişliklerinde artış olduğu görülmektedir.

Okul psikolojik danışmanlarının, öğrencilerin, değişen yaşam koşullarına uyum sağlamasına yardımcı olurken, öncelikle birey olarak kendisini geliştirebilen, yaptığı işten doyum alabilen, üretken; dolayısı ile etkin başa çıkma stratejilerini kullanabilen, sağlıklı kişilik özelliklerine sahip bireyler olması beklenmektedir. Bu beklentilerin gerçekleşmesinde, Eğitim Fakültelerinin Psikolojik Danışma ve Rehberlik Anabilim dallarında, lisans ve lisansüstü düzeyde, etkin başa çıkma stratejilerini kazandıracak ve mesleki yeterliliklerini artıracak ders programlarına yer verilebilir. Bu bağlamda, okul psikolojik danışmanların yetiştirilmelerinde yeterli düzeyde mesleki bilgi ve becerileri kazandırmaya yönelik ders programları, tüm üniversitelerin Eğitim Fakültelerinin Psikolojik Danışma ve Rehberlik bölümlerinde aynı düzeyde olacak şekilde düzenlenmelidir. (Bulut, 2007)

Karşılaşılan sorunlar ile ilgili olarak, ülkemizde okullardaki Psikolojik Danışma ve Rehberlik uygulamaları üzerinde ilk değerlendirmeler Milli Eğitim Bakanlığınca 1971 ve 1972 yıllarında yapılmıştır. Burada ortaya çıkan problemlerin bir çoğu günümüzde

REHBERLİK UYGULAMALARINDAYAŞANAN TEMEL PROBLEMLER

Nihal BORANAtatürk Teknik ve Endüstri Meslek Lisesi

Rehber Öğretmeni

9

TA

LA

S

LT

ÜR

V

E

İT

İM

D

ER

Y

IL

:4

S

AY

I:

5

de etkisini sürdürmektedir. Günümüzde halen çözüm bekleyen temel problemler şu başlıklar altında gruplandırılabilir. 1-Psikolojik danışma ve rehberlik alanındaki temel kavram, ilke ve anlayışlarla ilgili sorunlar vardır: Eğitim alanındaki tüm yönetici, uzman ve akademik personelin halen sahip olduğu rehberlik anlayışı ortak ve yeterli değildir. Öğrenci kişilik hizmetleri kavramı belirgin bir biçimde açıklanmamış tır. 2-Uygulamalar için okullarda sağlanan maddi ortam ve olanaklarla ilgili sorunlar vardır: Yapılacak hizmetlerin gerektirdiği yer, araç ve gereçlerin özellikleri ve bunların nasıl sağlanacağı bir esasa bağlanmamıştır. Hizmetlerde uygulamaların gerektirdiği para sal desteğin sağlanması için bir bütçeleme işlemi yapılmamıştır. Hizmetlerin uygulanmasında zaman bakımından okullarda bütünlük sağlanamamıştır. 3-Örgütlenme ile ilgili sorunlar vardır:Psikolojik danışma ve rehberlik hizmetlerinin il düzeyinde örgüt ve eşgüdümü ile ilgili açıklama bulunmamaktadır. Personel sağlama ve yetiştirme ile ilgili problemler vardır: Yöneticilerin ve öğretmenlerin hizmet-öncesi eğitim ve staj-uygulama eksikliklerini giderici önlemler alınmamıştır. Farklı programları bitiren personeller alan ile ilgili yeterliliklerine bakılmaksızın okullara atanmıştır.

4-Mevzuat ve personelin özlük-hakları ile ilgili sorunlar vardır: Türk milli eğitim sistemi içinde psikolojik danışma ve rehberlik hizmetlerinin yeri belirtilmemiş, gerekli mevzuat düzenlenmemiş tir.

5-Psikolojik danışma ve rehberlik uygulamalarında verilen hizmetlerin bilimsel ve profesyonel nitelikleri ile ilgili sorunlar vardır: Hizmetler programlanırken çevre koşulları ve olanakları öğrenci ihtiyaçlarına dönük bir biçimde programlanmamaktadır. Okul içerisinde müşavirlik hizmetleri aksamaktadır. Psikolojik danışma, tanıma, bilgi toplama ve yayma, oryantasyon hizmetleri tamamen rastlantılara dayalıdır.

6) Psikolojik danışma ve rehberlik uygulamalarının öğretim kademelerine göre ülke çapında yaygınlaştırılmasını gerçekleştirecek planlama ve programlama ile ilgili sorunlar vardır.

7) Uygulamaların ülke düzeyinde yaygınlaşması, ön hazırlıksız tamamen tesadüfi gelişmektedir. Psikolojik danışma ve rehberlik uygulamalarında ülkemiz için nasıl bir modelin gerçekleştirileceği tasarlanmamıştır.

Uygulamaların etkili ve başarılı bir biçimde geliştirilmesinde, Psikolojik danışma ve rehberlik

uygulamalarında karşılaşılan temel problemlerin en kısa

sürede bir çözüme kavuşturulması önemlidir. Belirtilen

her sorun çözüm bakımından alınacak önlemlere ilişkin

önerileri de beraberinde getirmektedir( Kepçeoğlu,

1999).

Rehberlik ve psikolojik danışma hizmetlerinin etkili

bir şekilde amacına ulaşabilmesi için öncelikle temel

problemlerin çözüme ulaşması gerekmektedir.

Bunların yanı sıra önemli olan, rehberlik ve psikolojik

danışma hizmetleri işbirliği içinde ve ortak bir anlayış

çerçevesinde sunulmalıdır. Okuldaki rehberlik

hizmetlerinin sunulmasında okul psikolojik danışmanı

(rehber öğretmen), okul müdürü ve müdür yardımcıları,

sınıf rehber öğretmenleri ve diğer ders öğretmenleri

aktif bir şekilde görev almakta ve personelin yapa cağı

görevler okul rehberlik ve psikolojik danışma hizmetleri

yönetmeliğinde açıklanmaktadır.

KAYNAKLAR:1Güven, M., Kısaç, İ., Ercan, L., Yalçın, İ. (2009).

“Türk Psikolojik Danışma ve Rehberlik Dergisinde Yayınlanan

Makalelerin Çeşitli Özellikler Açısından İncelenmesi”. Türk

Psikolojik Danışma ve Rehberlik Dergisi, Cilt:4, Sayı:31, 80.

2Bulut, Nergüz. (2007). “Türk Psikolojik Danışmanlarının

Yaşam Doyumu, Stresle Başaçıkma Stratejileri ve Olumsuz

Otomatik Düşünceleri Arasındaki İlişkiler”. Türk Psikolojik

Danışma ve Rehberlik Dergisi, Cilt:3, Sayı:27, 2-9.

3Kepçeoğlu, Muharrem. (2004). Rehberlik ve Psikolojik

Danışma (11. Baskı). İstanbul: Alkım Yayınları.

10

KA

YS

ER

İ

TA

LA

S

İL

ÇE

M

İL

E

Ğİ

M

RL

ÜĞ

Ü

Herakleytosun her şey değişmektedir, hiçbir şey durağan değildir deyişiyle, insanlığın; değişimi anlama ve kavrama sürecinin başladığı kabul edilir. Değişim denen bu olgu günümüz sosyal ve kültürel yapısında teknolojinin de getirmiş olduğu yenilikler sayesinde baş döndürücü bir hızda gelişmektedir. İnsan düşüncesinin sürekli değiştiği çağımızın en önemli olayı hiç kuşkusuz değişimin neden olduğu yeni toplumsal yapısıdır. Bu değişimin toplumsal yapıda ve kültürel değerlerde yıkıcı etki yapmaması için eğitime çok önemli görevler düşmektedir. Bu nedenle eğitimde de çağın gerekliliklerine bağlı olarak birtakım değişim ve gelişim gerçekleşmiştir. Ülkemizde eğitim programı 1950’li yıllara kadar Esasicilik ve Daimiciliğin etkisinde klasik eğitim anlayışında gerçekleşmiştir. Klasik eğitim programı gereği öğretmen merkezli ve disipline dayalı bir eğitim anlayışı uygulanmaktaydı. Çünkü Esasiciliğe göre öğretmen, eğitimde her şey ve tek otorite sahibiydi. Öğrencinin bilgi kaynağı sadece öğretmenler di. 1950’li yıllarda ise Teba- Teyler’ın eğitim programı etkisiyle ülkemizde eğitim pragmatizmin etkisi altına girmiş, kısmen öğrenci merkezli bir anlayışa sahip bu programa karşın aynı paralellikte eğitimci yetiştirilemediği için

uzun yıllar eğitim, öğretmen merkezli Esasicilik ve Daimicilik ekolünün yöntemleri ile gerçekleştirilmiştir. 2005 yılında ise ülkemizdeki eğitim programı aşamalı bir şekilde ilköğretimden başlayarak, yapısalcı yaklaşımın program anlayışına göre şekillenmeye başlamıştır. Bu yaklaşımın en belirgin özelliği öğretmeni otorite olarak değil rehber olarak görmesidir. Bu yaklaşımda önemli olan öğrenci merkezli eğitimdir. Çünkü teknolojik gelişmelere bağlı olarak psikoloji ve sosyoloji alanında meydana gelen araştırmalar bireysel farklılıkları, çoklu zekâ anlayışını ve toplum içerisinde bireyi ön plana çıkarmıştır. Ayrıca teknolojik yenilikler görsel ve yazılı basındaki çeşitlilikler, internet çağının başlaması, bütün dünya kitaplarını ve kütüphanelerini bir anlamda öğrencinin önüne sermiştir. Bu durum öğretmeni doğal olarak tek otorite olmaktan yani onu bilgi aktaran, disiplin merkezi olan konumundan çıkarmış, rehber olma özelliğini ona yüklemiştir.

Öğrenci merkezli eğitim çağın getirmiş olduğu değişimin zorunlu bir gerekliliği olsa da, mükemmel bir sistem olduğu iddia edilemez. Çünkü bireyselliğin çok ön planda olduğu bir eğitim ortamında doğru bir yönlendirme gerçekleştirilemez ise, öz disiplin sorununun ve buna bağlı olarak da genel disiplin sorununun oluşması kaçınılmazdır. Nitekim basında yer alan öğrenci sorunları ve SBS-ÖSS alanında kümülatif anlamda istenilen düzeyde başarının elde edilememesi gibi veriler, bu sistemin olumsuz yanlarını göstermektedir. Ancak bireysel başarılarda görülen artışlar, okulların ulusal ve uluslar arası proje üretimindeki artışları ve elde edilen başarılar yapısalcı eğitim programının doğru kullanıldığında başarılara yol açtığının bir göstergesidir. Bireysel ve kurumsal başarılar irdelendiğinde ise, bu başarıların ardında özgüveni gelişmiş bireyler, kurumsallaşmayı başarmış ve kurum kültürünü oluşturmuş kurumlar olduğu gözlenmektedir.

Hüseyin YAMANFatma Kemal Timuçin And. Lisesi

Felsefe ÖğretmeniYAPISALCI EĞİTİM PROGRAMI ÇEREÇEVESİNDE LİDERİN ROLÜ

11

TA

LA

S

LT

ÜR

V

E

İT

İM

D

ER

Y

IL

:4

S

AY

I:

5

Şu halde çağın gereklilikleri dikkate alındığında, yapısalcı eğitim programının kaçınılmaz olduğu görülmektedir ve fakat doğru bir yönlendirme ve rehberlik çalışması ile başarı ancak mümkün olacaktır. Aksi halde toplumsal gelişimin kaynağı olması gereken eğitimin toplumsal çözülmeye yol açması mümkündür. Bu durum ise kurumlarda doğru bir stratejinin planlanması ve uygulanmasını gerekli kılmıştır. Ancak mevcut eğitim camiasının büyük çoğunluğu klasik eğitim anlayışında yetiştirildiği ve zaman içerisinde kendisini yenileme gereği görmediği için olsa gerek, yapısalcı yaklaşımın eğitim anlayışı henüz istenilen düzeyde gerçekleşmemiştir. Eğitimciler deki değişimin gerçekleşebilmesi için öncelikle yönetici zihniyetinin değişimine ihtiyaç duyulmaktadır.

Klasik eğitim anlayışında okul idarecilerinin sadece yönetici olmaları yeterli görülebilir. Ancak yapılandırmacı yaklaşım içerisinde eğitimin başarıya ulaşmasında, kurum içerisindeki olası olumsuzlukların en aza indirilmesinde ve planlanan stratejilerin uygulanabilirlik vasfı taşımasında klasik yönetici zihni yetinden ziyade liderlerin varlığına ihtiyaç duyulmaktadır. Uzun yıllar liderlik denildiğinde bireysel ve karizmatik özellikler akla gelmiştir; oysa değişen

dünya ve günümüz şartları paylaşımcı, demokratik bir yönetim anlayışını zorunlu kılmıştır. Buna bağlı olarak da karizmatik ve bireysel özellikleri olan liderlikten ziyade bilgili, ilgili, konuya hakim, kurumu bir üst basamağa taşıyabilecek vizyon sahibi, kurum kültürüne önem veren ve kurum kültürünü harekete geçirebilen liderlere ihtiyaç duyulmaktadır. Liderlik başı çekme, önder olma, yönetme ve yönlendirme işidir. Lider vizyon sahibidir, lider kitleleri peşinden sürükleyebilendir, lider ikna kabiliyeti olan kişidir, lider insanları ortak amaç ve hedef doğrultusunda kenetleyebilen insandır.

Sonuç olarak, okulun sorunlarını doğru tespit etmek, doğru hedefler belirlemek, stratejiler oluşturmak, kurum kültürü oluşturarak ekip çalışmalarını harekete geçirebilmek için liderlere ihtiyaç duyulmaktadır.

Kuşkusuz kurumlarımızda ki eğitim sorununun tek nedeni yöneticiler değildir. Öğretmen, araç gereç, okulun fiziki şartları, aile, çevre vb gibi birçok neden de sayılabilir. Ancak bütün bu sorunların çözümünde ilk adımların atılabilmesi lider yöneticilerin varlığıyla mümkündür. Bu nedenle eğitimde liderin ve yöneticinin önemli olduğunu düşünüyorum.

12

KA

YS

ER

İ

TA

LA

S

İL

ÇE

M

İL

E

Ğİ

M

RL

ÜĞ

Ü

Kozadan Çıkan KelebekBir gün, kırlarda gezintiye çıkan bir adam, yol kenarına oturduğu çalıların birinin dalında, küçük bir kozanın varlığını fark etti. Koza ha açıldı ha açılacak gibiydi. Adam, bunun bir kelebek kozası olduğunu tahmin ediyordu. Böyle bir fırsat kolay ele geçmez diye düşündü; ve bir kelebeğin dünya yüzü gördüğü ilk dakikalara şahit olmak istedi. . Dakikalar dakikaları kovaladı, saatler geçme ye başladı, ama henüz kelebeğin küçük bedeni o delik ten çıkmadı. Sanki, kelebek dışarı çıkmak için çaba harcamaktan vazgeçmiş gibi geldi adama. Kelebeğin elinden gelen her şeyi yaptığını ama kozadan dışarı çıkmayı başaramadığını düşündü. Bu yüzden, kelebeğe yardımcı olmaya karar verdi. Cebindeki küçük çakıyı çıkarıp, kozadaki deliği bir cerrah titizliğiyle büyütmeye başladı. .Böylece, bir-iki dakika içinde kelebek kolayca dışarı çıkıverdi. Fakat bedeni kuru ve küçücük, kanatları buruş buruştu. . Adam kozadan çıkmış kelebeği izlemeye devam etti. Çünkü kelebeğin kanatlarının az sonra açılıp genişleyeceğini, böylece narin bedenini havada taşıyabileceğini umuyordu. .Ama bunlardan hiçbiri olmadı. Kelebek, hayatının geri kalanını kurumuş bir beden ve buruşmuş kanatlarla yerde sürünerek geçirdi. Ne kadar çabalarsa çabalasın, asla açılamadı . Adamın bütün iyi niyetine ve yardımseverliğine rağmen anlayamadığı şey şuydu: Kozanın kısıtlayacağı ve buna karşılık kelebeğin daracık bir delikten dışarı çıkmak için göstermesi gereken çaba, kelebeğin uçuşu için lazım olan şeylerdi.

Öğretmen de Öğrenir Hikayenin Adı: İyimserlik ve olumlu düşüncenin yararları Hikayenin Türü: Eğitim, öğretmen, öğrenci, sınıf kişisel başarı eğitim başarısı Bir okul müdürü, yeni başlayan bir eğitim öğretim yılının ilk kurul toplantısında öğretmenlerine şöyle seslenir :“Arkadaşlar bu yıl son sınıflarda çok özel bir sınıf oluşturdum. Not ortalamaları yüksek, zeki öğrencileri

8-A sınıfına topladım. Bu sınıfta dersi olan arkadaşlar bu konuya dikkat etsinler.” ”Ders yılı biter sene sonu öğretmenler kurulunda sınıfların başarı durumları değerlendirilirken, 8-A sınıfı öğrencilerinin başarılı yüksek not aldıkları görülür. Müdür, öğretmenlere bu başarının sebebini sorar.

Öğretmenlerden biri, okul müdürüne sene önce sindeki sözlerini hatırlatır ve sınıfın zeki öğrenciler den oluştuğunu söyler. Müdür gülümser ve herkesi şaşırtan şu cümleyi söyler “8-A sınıfını kura ile oluşturdum. Sanıldığı gibi notu yüksek öğrencilerden meydana getirilmedi.” Bu defa öğretmenler, o sınıfa dersi olan öğretmen l re bakar. Öğretmenlerden biri: “O sınıfa branşında daha başarılı olan öğretmenler gönderildi.” ” “Hayır” der müdür , “O sınıfa derse giden öğretmenleri de kura ile belirledim.” Herkes şaşırır. Bu durum karşısında öğretmenler den biri, okul müdürüne, bu başarıyı kendisinin neye bağladığını sorar. Okul müdürünün cevabı şaşırtıcı dır: “İyimserlik ve olumlu düşünme. Siz 8-A’ da ki öğrencileri çalışkan ve zeki kabul ettiniz. Öyle davrandınız. Dersleri daha özenli anlattınız. Not verirken iyimser oldunuz ve başarı ortaya çıktı.”

Öğretmene Verilen CezaGenç kadın arabasıyla kırmızı ışıkta geçtiği için ha kim karşısına çıkarılmıştı. Genç kadın mahkemenin uzamasını istemiyordu. . “Ben öğretmenim hakim bey” dedi. “Lütfen davayı hemen sonuçlandırın ki, dersime yetişebileyim.”Kadının sabırsızlığı karşısında önce yüzü asılan ha kim, sonra gülümsedi ve emin olmak istercesine sordu “Demek siz öğretmensiniz, öyle mi?”Genç kadın sonunda hakimin kendisini anladığını düşünerek umutla cevap verdi: : “Evet” dedi. “Öğretmenim.” ”Hakim yüzünde mutlu bir gülümseme ile bildirdi kararım: : “Yıllardır bu mahkemeye bir öğretmenin dava için gelmesini bekledim” dedi. “Şimdi lütfen karşıdaki sıraya oturun ve 500 kez ‘Ben kırmızı ışıkta geçtim’ diye yazın.”

KIRK AMBAR Semra BAKTIRFatma Kemal Timuçin And. L. 12 TM

13

TA

LA

S

LT

ÜR

V

E

İT

İM

D

ER

Y

IL

:4

S

AY

I:

5

Son yıllarda adını sıkça duyduğumuz ama ne ol duğunu bir türlü anlamadığımız, bilgilendirme seminerleri katıldığımız ve sonunda ya zaten biz bu işi yapıyoruz dediğimiz toplam kalite nedir?Toplam Kalite Yönetimi, çevre ile iletişim ve et kileşim içerisinde, çevrenin ihtiyaçlarını takip eden, okulu etkileyen unsurları dengede tutan, değişime açık, okul içerisinde öğretmen, öğrenci ve personel arasında ahengi sağlayan, iyi ilişkiler kuran, demokratik, hoşgörülü, anlayışlı, geniş görüş açısına sahip, eldeki kaynakları rasyonel kullanan bir yönetim felsefesidir. Toplam kaliteye nasıl başlanır okullarda diye ceksiniz, okul müdürlerinin iyi bir lider olmasıy la başlanır. İyi bir okul müdürü iyi bir liderdir aynı zamanda. Lider nedir o zaman? Lider: Ortak amaçlar için birleşen insanları, a maçları gerçekleştirmek için güdüleme etkileme sürecidir ve her şeyden önce bir sanattır der Bennis ve İ.E.Başaran ise küme üyelerinin kendi ne yaptığı olumlu etkiden daha fazlasını onlara yapabilen küme üyesidir diye açıklar. O zaman okul müdürü okulunun daha başarılı olması iste yen öğretmen, memur, hizmetli ve diğer çalışan larını bu amaç etrafında birleştiren, geliştiren ve bunu devamlı olmasını sağlayan kişi olmalıdır. Şimdiden duyar gibiyim tüm per sonel bu aynı amaç etrafında

toplansa bile (okul personelinin doğası gereği her çalışan okulunun en iyi şekilde eğitim veren okul olduğunu gör mek ister) yapı lacak değişimlere herkes aynı oranda katılımcı olmayacaktır diyeceksiniz. Haklısınız, o zaman ne yapmalı? Personelimizi yaradılışın dan gelen bu özelliklere göre sınıflan dırmalı, işe başlarken gönüllü olanlarla çalışılma lıdır. Bu konuda kısa ca şu grupların okullarınız da olması muhtemel dir: Kaşif: Öncelikle dönüşüme öncülük yapabile cek kişilere ihtiyaç vardır. Kâşifleri motive eden şey yeni fikirlerdir. Öncü: Öncüler de kâşifler gibi maceracı ve risk almayı seven insanlardır. Göçebe: Cesur fakat maceracı olmayan insan lardır. Göçebelerin yapacakları şeyin girecekleri zahmete değer olduğuna ikna edilmeleri gerekir. Statükocu: Dönüşüm lideri başlangıçta bunlara ikna i çin zaman ve enerji harcamamalıdır. Belli bir süre bunlar bu işin dışında tutulmalıdır. Arkadaşları dönüşümün ya nında yer alana kadar kervana katılmazlar. Sabotajcı: Bunlar sadece dönüşüme karşı olmakla kal mayıp onu durdurmak, başkalarının katılmasınıda engel lemek için kendilerini adamış insanlardır. Grubun dışın da kalmak bunları korkutmaz aksine motive eder. Çalışacağımız grup arkadaşlarımızı bulduktan sonra ne yapmalıyız diye soracaksınız, öncelikle şunu belirtmeli yim değişme, genellikle gelişmeyle ilişkili düşünüldüğü için desteklenir. Eğitim sisteminde hep değişimden bah sedilir; ancak, çözüm üretecek değişim bir türlü gerçekleştirilememiştir. Eğitim kurumlarında değişim çabalarını verimsiz kılan 1. neden; statükocu ve muhafazakâr tutumları nedeniyle yeni değerleri dışlamaları, 2. neden ise, eğitimde uygu lanan değişme modelleri nin başka kurumlardan kopya edilmesidir. Bu nedenle, eğitim sisteminde yapılacak de ğişmele rin eğitim doğasından ve okulların özgün koşul larından kaynaklanması gerekir. İkibinli yılların eğitim lideri, yeni bilimsel gelenekler doğrultusunda EĞİTİM – ÖĞRETİMİ, yeni yaklaşımlar doğrultusunda da YÖNETİMİ, yeni değerler doğrultu sunda da okul KÜLTÜRÜ-nü topyekun değiştirmenin mimarlığını yapabilenler olacaktır.Dönüşüm yapalım derken kurumun bütün değerlerini ve dinamiklerini yerinden oynatırsak daha kötü olmaz mı? Evet olur. O zaman değişimi daha doğrusu gelişmeye götürecek dönüşümü şöyle anlatabiliriz. Sosyal sistem lerde üç türlü değişimden söz edilir:İşlemsel Değişme: Bir işin yapılış biçim ve biçemlerinde yapılan değişikliklerdir. (Örneğin: Zorunlu eğitim süresi nin uzatılması, müfredata bazı derslerin eklenmesi veya öğrencilerin daha önce 3 senede bitirdikleri orta öğreti min 4 seneye yayılması gibi )

EĞİTİMDE DÖNÜŞÜMVE TOPLAM KALİTE

Murat BOZKOYUNTalas İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü AR-GE

14

KA

YS

ER

İ

TA

LA

S

İL

ÇE

M

İL

E

Ğİ

M

RL

ÜĞ

Ü

Teknolojik Değişme: İşi yapmada kullanılan araç ve gereçlerin değişmesidir. (Örneğin: Teksir makinesi yerine fotokopi makinesinin kullanılması, daktilonun yerine bilgisayarın kullanılması gibi.) Sistematik Değişme: İşin doğasının değişmesi, başka bir deyişle bir örgütteki yapı ve kültürün değişmesidir. Değişim çağdaş dünyayı yakalamak için yeterli değil dir. Dönüşüm gerçekleştirmek gerekir. Dönüşüm ise: mevcut değerlerin geçerliliklerini yitirdiklerinde, mevcut yapının istenilen sonucu vermediğinde okulun varlık ne denini oluşturan amaçları evrensel değerleri ve ye rel gerçekler doğrultusunda yeniden yorumlama sı ve buna uygun modeller oluşturmasıdır. Bu model lerin başlangıç noktası vizyon ve misyondur. Dönüşüme yön verecek, dönüşüm çabalarına ışık tutacak, heyecan yaratacak bir MİSYON ve VİZ YON’a ihtiyaç vardır ve bu misyon ve vizyonun okuldaki herkes tarafından paylaşılması gerekir. Gelecekteki vizyonumuza ulaşmamız için öğrenci lerimize hangi değer ve davranışları kazandırmak gerekliliği ise misyonumuzdur.

İster yerelden genele isterse genelden yerele olarak okulumuzun içinde bulunduğu durum ile misyon-vizyon bağlantısını gösteren SWOT adı verilen değerlendirmeler düzeneği hazırlanmalıdır. Bu düzenek bizim planlamasını yapacağımız ve belirli yılları kapsayacak olan stratejik planımızın hazırlanmasını sağlayacaktır (2010/14 sayılı genel ge 2010–2015 yılları). Oluşturulan stratejik plan kurumunuzun hangi zaman aralıklarında hangi ol guyu nereden nereye getirmek istediğinizi belirtmelidir.Unutulmamalıdır ki hiçbir okulun tüm şartları ile bir başka okula benzemesi mümkün değildir. Bu plan tamamen kuruma ait olmalıdır. Bir başka kurumun planını alarak uygulamaya kalkmak ilk başta kolay gelse de uzun süreli zamanda sizleri sıkıntıya sokacaktır. Bu çalışmalar yukarıda belir tilen kâşif ve öncü yaratılışlı arkadaşlarla beraber hazırlanabilir. Ancak bu çalışmalar

tüm çalışanları içerisine alan anket, seminer, beyin fırtınası gibi tekniklerle hazırlanmalıdır. Stratejik Planın sonuçlanması ile artık kurumu nuzdaki tüm çalışanların katılabileceği (her bir gö revli mutlaka bir iyileştirme ekibine katılma zorun luluğu bulunmaktadır) okulun hedeflerine uygun bir çalışma alanı oluşmuş demektir. Oluşturulacak her grup okulun bir olgusunu stratejik planda belir tilen seviyede iyileştirmek üzere bir araya gelerek yıllık bir plan hazırlayacak ve toplam kalite yöne timine sunacaklardır. Yılsonunda planın sonuçları hazırlanmasında kullanılan ve kullanılmayan yön temlerle ölçümleri yapılarak değerlendirilecektir. Dönüşüme çalışanlarımızı motive etmek ve dönüşü mü başlatmak kadar önemli olan bir konuda dönü şümü yönetmektir. Dönüşüm iyi şekilde idare edile mediği taktirde arzu edilen sonuç elde edilmediği gibi yeni denemelerinde önü kesilmiş olur. Bu uy gulamalar, maliyeti arttırabilir, değişimin sağlaya cağı yararlar kaybettirebilir, çalışanların motivasyonu azaltabilir ve bizim için en önemlisi çalışanların değişime direnci artabilirler. Dönüşümü iyi şekilde yönetmek için Model olma, Kısa dönemli başarılar, Eğitim ve yetenek geliştir me, Esneklik ve Özerklik, Psikolojik sözleşme gibi yetenekler uygulanmalıdır. Şu düşüncemi de belirtmek isterim ki: Çağdaş dünyanın seviyesine çıkmak ve ona öncülük yap mak istiyorsak, daha önce ki yapılanları daha iyi şekilde yapmakla değil, ne yapılması gerektiğini yeniden belirleyerek, okullarımızın 21. yy.da etkili olabilmeleri yeni değerler doğrultusunda yeni bir yapı geliştirmeleri ile sağlanabilecektir.

15

TA

LA

S

LT

ÜR

V

E

İT

İM

D

ER

Y

IL

:4

S

AY

I:

5

Ne zaman hayatında bazı şeyler taşınamaz hale gelirse, ne zaman 24 saat kısa gelmeye başlarsa, o zaman mayonez kavanozu ve 2 Fincan Kahveyi hatırlayınız

Bir gün bir Felsefe profesörü, elinde birkaç kutu olduğu halde derse gelir. Ders başladığında, hiçbir şey söylemeden, önüne büyükçe bir mayonez kavanozunu alır ve ağzına kadar tenis topları ile doldurur. Ve öğrencilere kavanozun dolup dolmadığını sorar;

Öğrenciler ittifakla kavanozun dolduğunu ifade ederler, Bu sefer profesör önündeki kutulardan bir tanesinden aldığı çakıl taşlarını, çalkalayarak kavanoza döker, böylece çakıl taşları kayarak, tenis toplarının aralarındaki boşlukları doldurur ve öğrencilere tekrar kavanozun dolup dolmadığını sorar, onlar da 'evet' doldu derler, profesör bu defa masanın üzerin deki diğer kutuyu eline alır ve içindeki kumu yavaşça kavanoza döker. Tabii ki kumlar da çakıl taşlarının aralarındaki boşlukları doldurur. Ve tekrar öğrencilere kavanozun dolup dolmadığını sorar, Öğrenciler de koro halinde 'evet' derler. Bu sefer profesör masanın altında hazır bekleyen 2 fincan

kahveyi alır ve kavanoza boşaltır, Kahve de kumların arasında kalan boşlukları doldurur. Öğrenciler gülerler Profesör öğrencilerin gülüşünü destekleyerek 'evet'

Diyerek; Ben 'Bu kavanozun bizlerin hayatınızı simgelediğini ifade etmeye çalıştım' Der. Şöyle ki; Bu tenis topları hayatınızdaki önemli şeylerdir; aileniz, çocuklarınız, sıhhatiniz, arkadaşlarınız ve sizin için önemli olan şeylerdir.

Diğer şeyleri kaybetseniz de, bu önemli şeyler kalır ve hayatınızı doldurur. O çakıl taşları ise daha az önemli olan diğer şeylerdir; işiniz, eviniz, arabanız vs.

Kum ise diğer ufak tefek şeylerdir.

'Şayet Kavanoza önce kum doldurursanız...' Diye, anlatmaya devam eder, 'çakıl taşlarına ve özellikle de tenis toplarına (yeterli) yer kalmaz.

Aynı şey hayatımız için de geçerlidir. Vaktinizi ve enerjinizi ufak tefek şeylere harcar, israf ederseniz, önemli şeyler için vakit kalmayacaktır . . .

Dikkatinizi mutluluğunuz için önem arz eden şeyle re çevirin. Çocuklarınızla oynayın. Sağlığınıza dik kat edin. Eşinizle, dostunuzla yemeğe çıkın. Evinizin ihtiyaçlarını karşılayın. Öncelikle tenis toplarını kavanoza yerleştirin. Öncelikleri, sıralamayı iyi bilin. Gerisi hep kumdur. Bu ara bir öğrenci sorar; 'Peki, O iki fincan kahve nedir?'

Profesör tebessümle: 'Hayatımız ne kadar dolu olursa olsun, her zaman dostlarımız ve sevdiklerimizle bir fincan kahve içecek kadar yer vardır

KAVANOZ veİKİ FİNCAN KAHVE

Gülay KİBRİTÇİFatma Kemal Timuçin And. L. 12 TM

16

KA

YS

ER

İ

TA

LA

S

İL

ÇE

M

İL

E

Ğİ

M

RL

ÜĞ

ÜTEKNOLOJİNİN YÜKSELEN YILDIZI: MEKATRONİK MÜHENDİSLİĞİ

Yrd. Doç. Dr. Muzaffer KANAANErciyes Üni. Mühendislik Fakültesi

Mekatronik Mühendisliği BölümüGünümüz dünyasında, teknoloji son derece hızlı bir şekilde gelişiyor. Buna bağlı olarak da, bilim ve teknoloji alanları arasındaki sınırlar da hızla ortadan kalkıyor ve yeni alanlar ortaya çıkıyor.Mekatronik Mühendisliği de işte bu alanlardan birisi. Mekatronik Mühendisliği (elektrik-elektronik,makina, bilgisayar ve inşaat mühendisliği gibi bilinen mühendislik alanlarına kıyasla) oldukça yeni bir mühendislik alanı. Ve hızla gelişen teknolojiler sonucu, gelecekte oldukça önemli olacak bir meslek.

Peki tam olarak nedir Mekatronik Mühendisliği? Neden bu kadar önemli olacak? Ve (belki debugünlerde en önemli sorulardan biri) bu bölümü bitirdiğiniz zaman nerelerde iş bulabilirsiniz? Bukısa makalede bu soruları yanıtlamaya çalışacağım.

Mekatronik, aslında “Mekanik”, ve “Elektronik” kelimelerinin birleşmesinden oluşan karma birkelime aslında. Hem mekanik, hem elektronik, hem de bilgisayar teknolojisini bünyesinde barındıran sistemleri ifade ediyor. Dolayısıyla, Mekatronik Mühendisliği, bünyesinde hem makine kavramlarını, hem elektronik öğeleri hem de bilgisayar teknolojisini barındıran ileri teknoloji ürünlerinin tasarımı ve geliştirilmesi ile ilgilenen yeni, disiplinlerarası bir mühendislik dalıdır.

Şekil-1Şekil 1’de de görüldüğü gibi,Mekatronik Mühendisliğini, Makine, Elektrik-Elektronik ve Bilgisayar Mühendisliği (bilhassa yazılım) alanlarının kesiştiği bir mühendislik alanı olarak da tanımlayabiliriz

Birkaç örnekle bu tanımı somutlaştıralım. Eminim hepimiz zaman içinde bir ara bir dijital kamerakullanmışızdır. Bu kameraya biraz dikkatli bakarsak, kamerada hem mekanik kısımların (mesela kamera objektifinin hareketi için), hem elektronik kısımların

(kamerayı kontrol eden elektronik devreler, çektiıiniz resimleri kaydeden hafıza kartları), hem de bilgisayar teknolojisinin (yine kameranın içinde bulunan yazılım) olduğunu görürüz (bkz. Şekil 2). İşte bu dijital kamera, günümüzde çok kullandığımız mekatronik sistemlerin sadece bir örneğidir.

Şekil-2

Şekil 2. Mekatronik sistemlere bir örnek: dijital kamera. Bu resimde gösterilmeyen ama yine de sistem için çok önemli bir öğe de, kameranın çeşitli fonksiyonlarını kontrol etmeye yarayan yazılım teknolojisidir.

Mekatronik sistemlere belki de en güzel örneklerden birisi de robot sistemleridir. Her ne kadar bugün daha ziyade üretim sahasında kullanılsalar da, robotlar bugün pek çok alanda hayatımıza girmiş durumdalar ve girmeye de devam edecekler. Şekil 3’de robot sistemlerine ilişkin örnekler verilmiştir. Mekatronik mühendisliği, robot sistemlerinin tasarımı ve geliştirilmesi ile birebir ilgilenir.

Şekil 3. Robotlar mekatronik sistemlere güzel birer örnektir. Burada, Erciyes Üniversitesi MühendislikFakültesi Robotik Sistemler Laboratuvarındaki robotlara örnekler gösterilmektedir.(a).Endüstriyelrobot. Bu tip robotlar, otomotiv dahil pek çok alanda kullanılmaktadır. (b) Gezgin (mobil) robotlar. Yukarıdaki örneklerden yola çıkarak şunu söyleyebiliriz: bu tip ileri teknoloji ürünlerinin gerek tasarımı, gerekse de geliştirilmesi problemini sadece makina, sadece elektrik-elektronik veya sadece bilgisayar mühendisliği perspektifinden görmek yeterli değildir. Çünkü bu tip ürünler, her üç teknolojiyi de bünyesinde barındırmaktadır. Bundan dolayı, bu tip ürünleri tasarlayacak ve geliştirecek mühendislerin de problemleri her üç bakış açısından da görebilmeleri gerekmektedir.

17

TA

LA

S

LT

ÜR

V

E

İT

İM

D

ER

Y

IL

:4

S

AY

I:

5

Şekil-3Bu bakış açısını edinmek de ancak uygun eğitimi almakla mümkündür. İşte mekatronik mühendisliği, bu açıdan çok önemli bir açığı doldurmaktadır ve bundan dolayı da önemlidir

Peki, bu bölümü bitirdikten sonra nerelerde iş bulabilirsiniz? Bu konuda öncelikle şunu söyleyelim: ülkemizin sanayi ve üretim bağlamında gelişmesinde, teknoloji (dünyanın her yerinde olduğu gibi) büyük yer tutuyor. Bilhassa ileri, gelişmiş endüstriyel otomasyon sistemleri ülkemizin sanayileşmesine katkıda bulunduğu gibi, üretim maliyetlerini azaltıyor ve üretimin daha verimli yapılabilmesine imkan sağlıyor. İşte mekatronik mühendisleri, aldıkları eğitimin de neticesinde, bu gelişime ciddi katkı sağlayan bir konumda olacaklar. Özellikle bilgisayar sistemleri ile bütünleşmiş üretim sistemlerini kullanan firmaların, ileri otomasyon ürünlerini geliştiren ve kullanan araştırma merkezlerinde mekatronik mühendislerine ciddi bir ihtiyaç vardır.

Erciyes Üniversitesi Mekatronik Mühendisliği BölümüBölümümüz, 2005 senesinde kurulmuş ve 2009-2010 Eğitim-Öğretim yılında 41 örgün öğretim,41 2.Öğretim öğrencisi olmak üzere toplam 82 öğrenciyi kabul ederek, lisans programını başlatmıştır.Bölümümüzün temel amacı, elektrik, (optik dahil) elektronik, makina ve bilgisayar mühendisliklerinianlamlı bir bütünlük içinde öğrenciye sunmayı; böylece akıllı bir elektro-mekanik sistem Oluşturabilmek

için gerekli alt teknolojileri kullanabilecek veya bu alandaki uzmanlarla iletişim Kurarak ürün tasarımını gerçekleştirebilecek mühendisleri yetiştirmektir. Lisans programımız 4 yıllıktır. Bundan başka, yeterli İngilizce altyapısına sahip olmayan öğrenciler için İngilizce hazırlık eğitimi uygulanmaktadır.

Bölümümüz, uygulamanın mühendislik eğitiminin önemli bir parçası olduğu prensibinden hareket ederek, laboratuar altyapısına ciddi bir yatırım yapmış tır. DPT alt yapı projeleri kapsamında, toplam 1.5 milyon TL bütçe ile kurulan laboratuarlarımızın liste si şöyledir:

Mekatronik Sistemler LaboratuarıRobotik Sistemler LaboratuarıEsnek imalat Sistemi LaboratuarıBilgisayar Laboratuarları

Bölüm hakkında daha detaylı bilgiye http://mekatronik.erciyes.edu.tr/ adresinden ulaşabilirsiniz.

Bölümde sizi nasıl bir eğitim süreci bekliyor?

İlk yılınız, genel olarak bütün mühendislik bölümlerinde fizik, matematik, lineer cebir gibi derslerdenbaşka, bölümünüze temel giriş dersleri (Mekatronik Mühendisliği’ne Giriş, Elektroteknik vb.)derslerden oluşuyor. İkinci sınıftan başlayarak elektronik, kontrol sistemleri, mekanik sistemler gibimesleki derslere geçmeye başlayacaksınız. Üçüncü ve dördüncü sınıflarda ise, robot sistemleri, yazılım ve tasarım mühendisliği, mekatronik elemanlar göreceğiniz derslerin bazıları. Derslerin pek çoğu uygulama ve proje çalışması içermektedir, dolayısıyla buna da hazırlıklı olmalısınız.

2. ve 3. Sınıfın sonunda yaz tatillerinde her biri en az 24 iş günü olmak üzere iki tane yaz stajınız olacak. Bu stajlar sizin eğitim sürecinizde önemli yer tutuyor ve sınıfta öğrendiğiniz bilgileri pratik açıdan pekiştirmek amacı taşıyor.

18

KA

YS

ER

İ

TA

LA

S

İL

ÇE

M

İL

E

Ğİ

M

RL

ÜĞ

Ü

Bir canlının gen dizili minin değiştirilmesi ya da o canlıda bulun mayan bir karakter kazandırılması yoluyla elde edilen canlı organizmalara Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar , ya da kısaca GDO adı veriliyor. Bir canlıdan diğerine gen aktarımı aktarılacak gen önce bulunduğu canlının DNA’ sın dan kesilerek çıkarılıyor. Sonra taşıyıcı virüs ile bu gen DNA molekülüne yapıştırılıyor. Bu sayede GDO'lar bugün bakteri geni taşıyan yonca, akrep geni taşıyan pamuk, tavuk geni taşıyan patates, balık genli buğday , böcek genli domates gibi, gıdalarda bir canlı karışımı olarak karşımıza çıkıyor. Domatesin yanında böcek yemek hoşumuza gitmez herhalde fakat bu karışımlarda ne olduğu açıklanmıyor ne yediğimizi de bilmiyoruz aslında… GDO’nun zaralarının canlılar üzerinde etkileri Biyolojik Çeşitlilik, Tarımsal Biyoçeşitlilik ve Doğal Dengeye Etkileri başlıkları ile alacak olursak , bir kez gen aktarımı başlatılınca genetiği değişmiş ürünün, üreme yolu ile genetiği değişmemiş ürün arasında olan tozlaşmadan dolayı, genetiği değiştirilmemiş ürünlerinde genetiği bu sayede doğal olarak değişecektir, yıllar geçtikçe ortamda doğal hiçbir ürün kalmayacak ve hepsi genetiği değiştirilmiş hale gelecek. Yararlı böcekler yok oluyor. Zararlı böceklere karşı dayanıklı olmalarını sağlamak için bazı bitkilere aktarılan toksin (zehir) karakterli genler o böcekleri yiyen yararlı böcek türlerinin de yok olmasına neden oluyor. Yapılan araştırmalarda Toksin karakterli geni aktarılmış bir bitkiyi yiyen bir böcekle beslenen Uğur böceği gibi yararlı böceklerin ölüm oranının arttığı ve gelişmelerinin geciktiği saptandı. Başka bir risk ise toksinin etki ettiği böcek türleri bu toksine zamanla

dayanıklılık kazanıyor olması. ABD de toksin(zehir)genli pamuk ekili alanlarının bir kısmında, pamuk koza kurdunun etkili olarak kont rol edilemediği gözlendi. Böceklere ve yabancı otlara dayanıklılık geni aktarılmış bitkiler, zamanla o böcekler ve yabancı otlarda dayanıklılığı arttırdığı için Çok daha fazla tarım ilacı kullanılmasına yol açabiliyor. Yabani otlara karşı dayanıklılık geni aktarılmış bir bitkinin değiştirilmiş genleri rüzgar, kuş, böcek, arı vs. gibi etkenlerle başka bitkilere bulaşıyor ve bu geni almış yabancı otlar savaşılması güç bir şekilde çoğalıyorlar. Ayrıca yabani ot ilacına dayanıklı genler aktarılmış

bir ürünün yetiştiği tarlaya ertesi yıl farklı bir ürün ekildiğinde, tarlada kalan geçen yılın GDO lu ürünü yeni

ürün için yabancı ottur. Ancak eski GDO lu yabani otlara dayanıklı olduğundan çiftçi için büyük sorun yaratıyor ve yeni ürüne şans tanımıyor, onunla mücadele etmek imkansızlaşıyor. Bu olaylar ise doğadaki bütün besin zincirini değiştirecek ve yararlı böceklerin soylarının

İNTİHARIN YENİ ADI: GDOAli COŞKUN

Fatma Kemal Timuçin And. L.Biyoloji Öğretmeni

19

TA

LA

S

LT

ÜR

V

E

İT

İM

D

ER

Y

IL

:4

S

AY

I:

5

tükenmesine neden olacaktır.GDO’lu bitkilerin doğrudan ve dolaylı olarak kanserojen etkisinin olabileceği birçok araştırıcı tarafından belirtilmektedir. Özellikle, her bisitlere(yabani ot öldürücü) dayanıklı GDO’lu pamuk, soya, mısır ve kanola çeşitlerinde kullanılan baz kimyasal maddelerin doğrudan kanser yapıcı oldukları bilinmektedir. Öte yandan, sindirim sisteminde tam olarak sindirilmeden dolaşım sistemine geçerek kan hücreleri aracılığı ile normal genoma katılabilen yabancı DNA parçalarının da hastalıklarda etkili olma ihtimali söz konusudur. Günümüzde kullanılan biyoteknolojik yöntemlerle bitkilere aktarılan genlerin büyük bir çoğunluğu bakteri ve virüs kökenlidir. Gen aktarımı esnasında GDO’lu bitkilerin

seçilebilmesi amacıyla antibiyotiğe dayanıklılığı izleme genleri kullanılmaktadır. Ancak, bu antibiyotiğe dayanıklılığı izleme genleri insan ve hayvan bünyesindeki bakterilere geçişiyle onların da genlerinin antibiyotiklere dayanıklı hale dönüştürülmesi gibi sağlık açısından

büyük riskler söz konusudur. Buda ileride bakteriyel hastalıklara antibiyotiklerin kullanılamayıp bakteriyel hastalıklardan birçok canlının hayatını kaybetmesi demektir.Örneğin süt verimini arttırmak için ineklere GDO’lu ürünler veriliyor. Bu hayvanların sağlıkları bozuluyor. Meme enfeksiyonları, rahim, sindirim sistemi bozuklukları, yumurtalık kistleri görülüyor. Gebelik oranı düşü yor.Antibiyotik kullanma sıklığı artı yor.Bilim adamları ayrıca iki tür potansiyel tehlikeye dikkati çekiyor; durgun virüsleri yeniden harekete geçmesi ve virüslerden insanlara buluşan yeni hastalıkların çıkmasına neden olabileceğini söylüyorlar.Sadece verimli ve dayanıklı birkaç ürün yetiştirilmesine yol açan GDO’ların oluşturduğu en büyük tehlikelerden biri de gen çeşitliliğinin yok olmasıyla birlikte insanları tek tip gıda almak zorunda bırakıyor olması .Tek tip gıdalar insanların sağlıklı ve dengeli beslenmesini engelleyecek. Bu durum da tek tip beslenmeden dolayı birçok hastalıklar ortaya çıkacak sağlık giderleri katlanarak artacak ve insanlar felaketlerden felaketlere sürükleyecektir.Yapılan araştırmalarda GDO’ların hayvanlar üzerinde birçok yan etkiye sahip olduğu deneylerle ispat edildi. İskoçya Rowett Enstitüsü’nden Dr. Arpad Pusztai’nin GDO patates ile beslediği farelerin tümünün iç organlarında küçülme, sindirim sistemlerinde bozukluk, bağışıklık sistemlerinde çökme, kan yapılarında bozulma ve mide çeperlerinde kalınlaşma görülmüştür. Avusturya Tarım ve Sağlık Bakanlığının finansman ile Viyana Üniversitesinin geçen yıl yaptığı bir çalışmada ise 1980’lerin sonunda bir Japon firması bir aminoasidi bir bakteriye ürettirerek besin takviyesi olarak satışa

20

KA

YS

ER

İ

TA

LA

S

İL

ÇE

M

İL

E

Ğİ

M

RL

ÜĞ

Ü

sundu,bir süre sonra ürünü kullanan kişilerde sinir sistemini etkileyen, kas ağrıları ve kandaki baz hücrelerin sayısında artış ile seyreden hastalık ortaya çıktığı görülmüştür. Bu sorunlar yaşayan 155 kişide kalıcı hasar meydana geldi,37 hastanın yaşamını yitirdiği görülmüştür. Yapılan inceleme sonucu genetiği değiştirilmiş bakterideki, artmış aminoasit üretiminin zehirli bir yan ürün oluşumuna yol açtığı ve hastalığın zehirli madde nedeniyle ortaya çıktığı anlaşılmıştır.11 Aralık 2003’te Rusya’da bir gurup bilim adam son üç yıl içerisinde allerji belirtisi gösteren hastaların sayısında 3 kat artış olduğunu ve bunun altında yatan nedenin Genetiği Değişmiş Ürünler’in (GDO) tüketimi olabileceğini açıkladılar.Bu araştırmalardan anlaşıldığı gibi “ insanlık açlık ve sefaletten kurtulacak ” sloganıyla ortaya çıkan GDO’nun insanlar başka felaketlere sürükleyeceği açıktır. Ortaya çıkan pek çok hastalığın faili belki de GDO’dur…Günümüzde genetiği ile oynanmış pek çok ürün bulunmaktadır. Özellikle mısır, domates, patates, pirinç, soya, buğday, kabak, balkabağı , ayçiçeği, yer fıstığı , baz balık türleri, kanola, , papaya bunların başında gelmektedir. Bunların dışında muz, ahududu, çilek, kiraz, ananas, biber, kavun, karpuz, kanola gibi ürünlerle ilgili çalışmalar yapılmaktadır. Mısır ve soya genleriyle oynanmış bitkiler arasında ilk sıralarda yer aldığı için bu bitkilerden üretilen yan ürünlerin kullanıldığı bütün ürünler GDO’lu olma riski taşımaktadır. Mısır ve soyadan üretilen yağ , un, nişasta, glikoz şurubu, sakkaroz, fruktoz içeren gıdalar günlük tüketim maddeleri arasında yer almaktadır. Örneğin bisküvi, kraker, pudingler, bitkisel yağlar, bebek mamaları , şekerlemeler, çikolata ve gofretler, hazır çorbalar, mısır ve soya yağı , yem olarak tüketen tavuk ve benzeri hayvanlardan elde edilen gıdalar ve pamuk GDO’lu olma riski taşıyanların başında gelmektedir.

Türkiye’ye 2003 yılında toplam 1.818.131 ton mısır ABD ve Arjantin’den girdi. Yine 2003 yılında toplam 813.635 ton soya ABD ve Arjantin’den girdi. Arjantin ve ABD’de yetiştirilen mısır ve soyanın %70’den fazlasının transgenik olduğu bilinen bir gerçek. Oysa, Türkiye’ye transgenik ürünlerin ve tohumlarının girmesi yasak. Ancak rakamsal gerçekler, Türkiye’ye GDO’lu ürünlerin üstelik devlet eliyle sokulduğunu ortaya çıkarıyor. Türkiye, ithal edilen herhangi bir ürünün genleriyle oynanıp oynanmadığı gümrükte analiz edecek laboratuarlara sahip değil. Soya ve mısırın kullanıldığı yerleri düşündüğümüzde herkesin GDO’lu ürünleri tükettiği aşikâr.

Avrupa ülkelerinin bir çoğunda yasaklanmış olan bu ürünleri, Türkiye’de insanlar farkında olmadan tüketiyor. Uzmanlar, şu anda raflarda yer alan en az 900 üründe, Tüketici Haklar Derneğinden isteği ile Ankara Tarım İl Müdürlüğü ve İsviçre’deki laboratuarlarda yapılan analizlerde Ürünleri dış görünüşünden anlamaya imkan yok ancak laboratuarda yapılan analizlerle anlaşılmaktadır. Fakat bazı önlemler GDO’lu gıdalardan uzak durmamıza neden olabilir bunlar; gıdalar mevsiminde tüketmek, ABD , Arjantin,Kanada ve Brezilya gibi dünyada GDO’lu ürünlerin %90’ nını üreten ülkelerden gelen ürünlerde risk faktörü fazla bu yüzden gıdalarınızı yerel olanlardan seçerek, Ülkemizde üretilen ve kaynağın bildiğimiz ürünler tüketerek yerel ürünleri tercih etmeliyiz.

Doğaya Müdahale eden insanın bu hususta sabıkası açıktır, küresel ısınma , sera etkisi ,ozon tabakasının delinmesi,nükleer felaketler derken ve şuan ki ise GDO…

Yazımızı , konunun vahametini de anlatan ve yüzümüzde acı bir tebessüm bırakacağına inandığım bir fıkrayla bitirelim: GDO. Konusunda ilim adamlar toplanmış konuşuyorlarmış,hepsi sırayla neler yaptıklarını anlatıyorlarmış bu konuda. Sıra bizim Karadenizli bilimadam Temel’e gelince biz demiş karpuz ve kavunlar üzerinde çalıştık ve yeni ürün yaptık .Ne yaptınız? denince de, “Karpuz ve kavunlara hamam böceği geni verdik,şimdi bizim memlekette yetişen karpuz ve kavunlar kesince çekirdekleri kaçışıyor.” Demiş.

Her şey yaradılış hikmetini sergilediği ve yaradılış hikmetine uygun kullanıldığı ölçüde faydalıdır.

21

TA

LA

S

LT

ÜR

V

E

İT

İM

D

ER

Y

IL

:4

S

AY

I:

5

PAZAR: Farsça bâzâr kelimesinden. Bâzâr; alış-veriş yeri, yiyecek satış yeri. Bu addan anlam değişmesiyle, haftanın günlerinden birinin adı olmuş

P A Z A R T E S İ : Farsça bâzâr ile Türkçe ertesi k e l i m e l e r i n i n b i r l e ş m e s i y l e oluşmuş

S A L I : İ b r a n i c e ’d e n

pazartesi ile çarşamba günleri arasındaki gün. Anlam olarak üçüncü gün demek

ÇARŞAMBA: Farsça’dan, çehar-şenbe (dördüncü gün).

PERŞEMBE: Farsça’dan penc-şenbih (beşinci-gün) anlamında. Kelime bozularak alınmış

CUMA: Arapçadan haftanın altıncı günü. Arapçadan cem’den, cum’a toplantı, toplanmadan Cuma

CUMARTESİ: Arapça cum ‘a ile Türkçe irte’den cuma-irtesi

AY İSİMLERİ Günümüzde kullandığımız ay isimlerinin geldikleri yerler de karışık. Hicri takvim deki Arabi ay isimlerinin bugün hiçbirini kullanmamamıza rağmen yine de Şubat, Nisan, Haziran, Temmuz ve Eylül aylarının isimlerinin kökenleri Arapça ve Süryanice; Kasım ayının ise Arapça. İşin daha ilginç yanı bunlardan Şubat, Nisan, Temmuz ve Eylül hemen hemen aynı telaffuzla Yahudi takviminde de yer alıyorlar. Gelin ayların isimleri ve kökenlerine bir göz atalım.

Ocak: Gregoryen Takvimine göre yılın 1. Ayı olup 31 gün çeker.

Türkiye de, Atatürk devrimine değin Arapça da ocak anlamına gelen kânın sözcüğünden Kânun-i Sani olan ayın adı Cumhuriyetten sonra ikinci Kânun, ikinci kânun olarak kullanıldı, 10 Ocak 1945’te kabul edilen 15 Ocak 1945’te yürürlüğe giren ve dört ayın adlarını değiştiren yasa ile ayın adı Ocak yapıldı. Adı, eski Türkçede şimdi yerine Farsça ateş sözcüğünü

kullandığımız od sözcüğünden gelmektedir. Bir kökten odun sözcüğü de ateşte yanan demektir. Yaz bahar ayında bir od verdiler / Yandım gittim ala karlı dağ iken. - Karacaoğlan. Sözcüğün, odcak ocak olduğu savlanırken, öte yandan Eski Türkçe deki oc-mak, uc-mak ateş tutuşturmak kökünden de olabilir. Ocak, ateş yakılan yer, ev, yuva sözcükleriyle bağlantılı olup ocakların yakıldığı, günlerin dışarıda çalışarak, avlanarak değil de, ocaklarda (evlerde) geçirildiği soğuk ay, anlamını taşımaktadır. Ocak adı ayrıca üç uzun çubukla ateş üstünde pişirme kabının tutulmasına yarayan düzeneğin, üç ok’un adının evrilmesi sonucun da bugünkü formuna kavuşmuş olabilir. Şubat: Gregoryen Takvimine göre yılın 2. Ayı olup bazı yıllar 28, bazı yıllarda ise 29 gün çeker.

Yılın rakamı dört ile kesirsiz bölüne biliyorsa (100 ile bölüne bilip 400 ile bölünemeyen yıllar hariç) o yıl artık yıldır (366 günlü yıl) ve o yıl Şubat ayında 29 gün vardır. Şubat ayı tüm diğer yıllarda 28 gün çeker. Süryanice şabat sözcüğün den Türkçeye geçmiştir. Şubat ayının İngilizcedeki adı February, Roma arınma Tanrıçası Februus” dan gelir. Kış mevsimi aysız olarak kabul edildiği için Ocak ve Şubat, Roma takvimine sonradan eklenmiştir. Bu değişiklik, Numa Pompilius tarafından, takvimi, standart kameri yıl ile bir hizaya getirebilmek için yaklaşık M.Ö. 700 lerde yapılmıştır. Numa’nın Februarius ayı, 29 (artık yıllarda 30) gün çekiyordu. Augustus’un, Julius Caesar’ın Temmuz’u (July) daha fazla gün içermesin diye, Şubat’ın bir gününü alıp Ağustos’a eklediği rivayet edilir. Ancak, bu tezi ispatlayacak pek fazla tarihi kanıt yoktur. Şubat, yıl Mart ile başladığı için Roma takviminin son ayı idi. Belirli zaman aralıklarında Romalı rahipler, yılı mevsimlerle hizalayabilmek için, Şubat’tan sonra araya bir eklenti ay (Mercedo nius) yerleştiriyorlardı.

Mart: Eski Roma da Mart ayının adı, Roma Savaş Tanrısı Martius idi ve bu ayın savaşa başlamak için şanslı bir zaman olduğu kabul edilirdi. Ocak ve Şubat ayları, savaşmak için uygun olmadıklarından Roma takviminin ilk ayı Mart idi. Julius Caesar’ın M.Ö. 45 yılındaki takvim reformun dan sonra yıl, 1 Ocakta başlatıldı. Buna rağmen pek çok ülkede, yılın Mart ayı ile başlaması geleneğine devam edildi. 1 Ocak, yeni yılın ilk günü olarak Fransa da 1564 de resmileşti. Büyük Britanya ve kolonilerin de ise 25 Mart geleneği, 1752 de Gregoryen takvimine geçene kadar sürdü. Mart ayının adı pek çok dilde benzerdir: März (Maerz)

H. Mehmet ASLANTalas İlçe Milli Eğitim Şube Müdürü

GÜN AYİSİMLERİNIN MENŞEİ

22

KA

YS

ER

İ

TA

LA

S

İL

ÇE

M

İL

E

Ğİ

M

RL

ÜĞ

Ü

(Almanca), Mars (Fransızca), Maris (Arapça), Marzo (İspanyolca), Marzo (İtalyanca), March (İngilzce).Nisan: Gregoryen Takvimine göre yılın 4. Ayı olup 30 gün çeker Nisan sözcüğünün, Arapça (nisan), Süryanice (nisanna), Sümerce (nisag = ilk meyveler), Akadca (nisınu) ve ibranice (nîsin) sözcüklerinden alındığı söylenebilir. Nisan adının İngilizcesi olan April sözcüğünün Latince aprilis’den geldiği rivayet olunur. Klasik etimolojiye göre, Latince aperire (açmak); aği’ne göre yılın 5. ayı olup 31 gün çeker.Mayıs: Mayıs adı, Roma bereket Tanrıçası Bona Dea ile birlikte tanımlanan, Yunan Tanrıçası Maia’nın ayı anlamında Latince maius mensis’ten gelmektedir. Haziran: Gregoryen Takvimine göre yılın 6. Ayı olup 30 gün çeker. Süryanice sıcak anlamına gelen haziran sözcüğünden alınmıştır. Haziran ayının İngilizce karşılığı olan June, Jüpiter’in karısı, Roma tanrıçası Juno’dan gelmekte dir.Temmuz: Gregoryen Takvimine göre yılın 7. Ayı olup 31 gün çeker. Eski Türkçede tamuz çok sıcak, Cehennem sözcüğünden, Sümerce/Sumarca /Sümerce /Suomercebereket tanrısının bir adı olan dummuzzi sözcüğü ayı , Lobut ayı da denir. Kimi yerlerde bu ay için Temmuz ayı gibi Orak ayı dendiği de olur.Ağustos: Augustus Caesar ,Ağustos adının İngilizce karşılığı olan August , bir rivayete göre, Roma İmparatoru CaesarAugustus’a ithafen dir. Bir rivayete göre, Augustus

da, tıpkı Julius Caesar’ın ayı Temmuz gibi (Julius’dan kaynaklanan July: (Temmuz) kendi ayının da 31 gün çekmesini istediği için Ağustos ayında 31 gün vardır. Augustus, Cleopatra’nın öldüğü zamana denk geldiği için, bu ayın, takvimde bulunduğu yere yerleştirilmesini istemiştir. Augustus bu aya adını vermeden önce Ağustos ayı, Mart ayı ile başlayan Roma takviminde altıncı ay olduğu için, Latince Sex tilis olarak adlandırılmaktaydı. Oysa ayın adı; Sanskritçe agastamağasadır. Kökeni de budur.Eylül: Gregoryen Takvimine göre yılın 9. Ayı olup 30 gün çeker.

Arapça eylıl, Süryanice üzüm anlamındaki aylıl ‘den (üzüm ayı) gelmektedir. Hristiyan Türkler bu aya istavroz ayı , Haç ayı ya da Karadeniz de değiştirilerek istavrit ayı derler. Eylül adının İngilizce karşılığı olan September , Latince 7 anlamına gelen septem den gelir. Eylül, M.Ö. 153 e kadar, eski Roma takviminde 7. Ay idi.

Ekim: Gregoryen Takvimine göre yılın 10. Ayı olup 31 gün çeker.

Türkiye de, Atatürk devrimine değin Sümer-Babil-ibrani-Süryani-Arami ad Tişri den gelme Teşrin-i Evvel olan ayın adı Cumhuriyetten sonra da ilk Teşrin, ilkteşrin ya da Birinci Teşrin, Birinciteşrin olarak kullanıldı 10 Ocak 1945’te kabul edilen 15 Ocak 1945’te yürürlüğe giren ve dört ayın adlarını değiştiren yasa

23

TA

LA

S

LT

ÜR

V

E

İT

İM

D

ER

Y

IL

:4

S

AY

I:

5

ile ayın adı Ekim yapıldı. Türkçe ekme eyleminden türemiş olup tarlaların sürülüp ekildiği ay anlamındadır. Anadolu’da bu ay için Gazel ayı dendiği de olur, gazel kuru yaprak anlamına gelir. Bu ay için Avara diyenler de vardır. Gagauzca gibi Türkçenin kimi lehçelerinde bu aya Kasım denir. Bu fark; Julien yöntemi Güneş takvimi ile yöntemi Güneş takviminin bu yüzyıl (20.yy) için 13 gün farkı olması yüzündendir. Kasım adı Yahya peygamberin takma adı olduğundan, Gagauzlar bu iki Güneş takviminin gün farkından dolayı, Kasım adını bu aya daha yakın görmüşlerdir. Ekim adının İngilizce karşılığı olan October , Latince 8 anlamına gelen octo dan gelir. Aylara bölünmemiş kış süreci, Ocak ve Şubat arasında bölünene kadar eski Roma takviminde Ekim ayı 8. ay idi.Kasım: Gregoryen Takvimine göre yılın 11. Ayı olup 30 gün çeker.

Türkiye de, Atatürk devrimine değin Sümer-Babil-İbrani-Süryani-Arami Tişri den gelme ad ile Teşrin-i Sani olan ayın adı Cumhuriyet’ten sonra ikinci Teşrin, İkinciteşrin olarak kullanıldı, 10 Ocak 1945’te kabul edilen 15Ocak 1945’te yürürlüğe giren ve dört ayın adlarını değiştiren yasa ile ayın adı Kasım yapıldı. Ayın adı bir iddiaya göre Arapça kâsim (bölen)’den gelmektedir, ama neyi bölmektedir? Oysa Anadolu’da, bu yasa çıkmadan yüzyıllar öncesinden beri halk yılı, Kasım, Kasım Günleri ve Hızır, Hızır Günleri diye ikiye ayırır, Hızır Günleri 6 Mayıs günü ile başlar ve Kasım’a dek sürer. Bir başka iddiaya göre ise, adın koç katımı ya da katım ayı olarak bilinen dönemin bu aya denk gelmesidir. T - S ses değişimi Türkçede başka kelimelerde de gözlenir. Kasım adının İngilizce karşılığı olan November Latince 9 anlamına gelen “Novem” den gelir. Aylara bölünmemiş kış süreci, Ocak ve Şubat arasında bölünene kadar eski Roma takviminde Kasım ayı 9. ay idi.

Aralık : Gregoryen Takvimine göre yılın 12. Ve son ayı olup 31 gün çeker. Türkiye de, Atatürk devrimine değin Arapça da ocak anlamına gelen kanun sözcüğünden Kânun-i Evvel, Kanunuevvel, Kanunievvel, Kânunuevvel olan ayın adı Cumhuriyetten sonra ilk Kânun, ilkkânun olarak kullanıldı, 10 Ocak 1945’te kabul edilen 15 Ocak 1945’te yürürlüğe giren ve dört ayın adlarını değiştiren yasa ile ayın adı Aralık yapıldı.

Aralık adının İngilizce karşılığı olan ‘December’, Latince 10 anlamına gelen decemden gelir. Aylara bölünmemiş kış mevsimi, Ocak ve Şubat arasın da bölünene kadar eski Roma takviminde Aralık ayı 10. Ay idi.

KAYNAK:Türk Kültür ve Medeniyeti C.1 Atatürk Ünv. Türk Kült. Arş. Enst. Yay. Ankara 1956, s.202M.A Ubucini, Türkiye 1850, C. 2 Tercüman 1001 Temel Eser İst. (Tarihsiz) s. 468 ayın adı Cumhuriyet’ten sonra da İlk Teşrin, ilkteşrin ya da Birinci Teşrin, Birinciteşrin olarak kullanıldı 10 Ocak 1945’te kabul edilen 15 Ocak 1945’te yürürlüğe giren ve dört ayın adlarını değiştiren yasa ile ayın adı Ekim yapıldı. Türkçe ekme eyleminden türemiş olup tarlaların sürülüp ekildiği ay anlamındadır. Anadolu’da bu ay için Gazel ayı dendiği de olur, gazel kuruyaprak anlamına gelir. Bu ay için Avara diyenler de vardır. Gagauzca gibi Türkçenin kimi lehçelerinde bu aya Kasım denir. Bu fark; Julien yöntemi Güneş takvimi ile yöntemi Güneş takviminin bu yüzyıl (20.yy) için 13 gün farkı olması yüzündendir. Kasım adı Yahya peygamberin takma adı olduğundan, Gagauzlar bu iki Güneş takviminin gün farkından dolayı, Kasım adını bu aya daha yakın görmüşlerdir. Ekim adının İngilizce karşılığı olan October , Latince 8 anlamına gelen octo’dan gelir. Aylara bölünmemiş kış süreci, Ocak ve Şubat arasında bölünene kadar eski Roma takviminde Ekim ayı 8. Ay idi.

24

KA

YS

ER

İ

TA

LA

S

İL

ÇE

M

İL

E

Ğİ

M

RL

ÜĞ

ÜCEDİD HAREKETİve MUSA CARULLAH

Prof. Dr. Sebahattin SAMURErciyes Üni. İlahiyat Fak.

Karadeniz ve Hazar denizinin kuzeyindeki milyonlarca km’ye hükmeden, Kiev ve Moskova knezliğinin de hakimi olan Altınordu devletinin dağılması ve onun bir parçası olan Kazan hanlığının 1552 yılında Moskova knezliği tarafından uzun ve kanlı bir kuşatmadan sonra işgali, yalnızca Kazanlıların değil bütün Deşt-i Kıpçak halkının mutlu ve müstakil günlerinin sonu ve ızdıraplı tarihlerinin başlangıcı oldu.Kazan’da yaptıklarıyla adına korkunç sıfatını ekletmeyi başaran IV. İvan(1547-1584), Tatar asillerini yok etmekle yetinmedi. Sağ kalmayı başaranların Hiristiyanlaştırılmasını, halk direnince de Kazan şehrindeki bütün Müslümanların şehirden sürülmesi ve mal varlıklarına el konulmasını emretti(1556). Zulüm ve esaret altındaki Tatar halkı bütün baskılara rağmen Ortodoks kilisesinin Rus işgal ordularıyla birlikte yürüttüğü Hiristiyanlaştırma faaliyetine karşı direndi. Bunun üzerine, Rus yönetimi tarafından Tatar direnişinin merkezi olarak görülen camiler 1592 yılında çıkarılan bir emirle yakılarak yok edildiler. Yeni cami yapmak da aynı emirle yasaklandı.Tatarlar üzerindeki Rus baskısı zaman zaman gevşer gibi olsa da bütün 17. Yüzyıl boyunca devam etti. Şehirlerde oturmaları zaten yasaklanan Tatarların sahip oldukları arazilerinin çoğu Ruslara tahsis edildi. Çeşitli baskılar sonunda Tatar mirzalarının gücü azaldı ve giderek etkisini kaybetti.Rus baskısı Deli Petro(1689-1725) ve halefleri tarafından da yenilenerek sürdürüldü. Ortodoks kilisesi tarafından idare edilen misyonerlik faaliyetleri cebir de dahil olmak üzere her yolla devam ettirildi. Cami yapma yasağı devam ettirilirken, Tatar çocukları misyonerlerin idaresindeki okullara gitmeye zorlandı. Yalnızca 1743 yılında şu yada bu şekilde yapılmış olan 500 cami izinsiz yapıldığı gerekçesiyle yakıldı. Şiddetli baskı altında bazı Müslümanlar, gizlice Müslümanlıklarını sürdürmelerine rağmen Hiristiyan olmak zoruna kaldılar.Rus yönetimi ve Ortodoks kilisesinin başta Müslüman Tatarlar olmak üzere Ortodoks olmayan diğer toplumlara

ve hatta Rus köylüsüne yaptıkları baskılar, sonunda bir isyana dönüştü. Pugaçev ayaklanması adıyla bilinen bu isyan(1773-1775) hadisesi Kazan ve Başkırt bölgelerini derinden etkiledi. İsyanda yüzlerce papaz öldürüldü. Öldürülen papaz sayısı yalnızca Kazan ilinde 132’ye ulaşmıştı Bir köylü hareketi sayılan bu isyan başarılı olamadı. Ancak çarlık idaresi bir şeyler yapmak zorunda olduğunu anladı.II. Katerina(1762-1796) dönemi, Müslüman Tatarlara gelecek için ümit vadeden yeni bir dönem oldu. Katerina Çarlık Rusyasında uygulanmakta olan kanunları gözden geçirmek üzere bir komisyon kurdurdu. 1767 yılında Moskova’da

ilk toplantısını yapan komisyona, üyeler arasında bulunan idil ve Ural Tatarları, milletlerinin Korkunç İvan zamanından beri katlanmakta oldukları sıkıntıları anlatarak kanuni düzenlemelerin bu zulmü kaldıracak biçimde tanzimi yolunda istekte bulundular. İsteklerinin başında, din hürriyetinin tanınması ve ticaret yapma yasağının kaldırılması geliyordu.Komisyonun toplandığı tarihten bir yıl sonra, İdil sahasını ve bu arada Kazan şehrini ziyaret eden II. Katerina bu bölgede halkın durumunu gözüyle gördü. Çalışkan halk onda iyi bir intiba bırakmıştı. Çeşitli toplulukların temsilcilerine resmi kabuller verildi. Bu arada Tatarlar da şahsen Katerina’dan Kazan şehrinde iki caminin yapılması için sözlü izin aldılar. Katerina bu izinden başka Müslüman Tatarların Kazan’da yaşamalarını yasaklayan emirnameyi de kaldırdı. Müslüman halka baskı amacıyla çıkarılmış kanunlar bu ilk adımdan sonra yavaş yavaş hafifletildi. Cami yapımı konusunda verilen sözlü izin 1773 yılında imparatorluk kanunu haline getirildi. Ayrıca Pugaçev ayaklanmasına, Müslümanların desteğini kesmek için, Müslümanlara müsamahalı davranılması emredildi. Ayaklanmayı bastıran Katerina, 1776 yılında Tatarların ticaret yapmalarını kısıtlayan emirleri hafifletti. 1778’de bir Rus prensi (Shcherbatov) ilk defa olarak misyoner faaliyetlerinin faydadan çok zararı olduğu görüşünü seslendirdi. Bu düşünceye göre,

25

TA

LA

S

LT

ÜR

V

E

İT

İM

D

ER

Y

IL

:4

S

AY

I:

5

genç Müslümanları Ortodoks yapmak için kurulan okullar bağlılığın yayılmasını teyit etmemiş, aksine kısa zamanda ondan nefret ettirmiştir. Katerina; 1788 yılında İslam dinine mensup olanların idaresi için özel bir kurum oluşturdu. Merkezi Orenburg (sonradan Ufa) şehrinde olan bu kurum, Rus çarlığının bütün doğu kesimindeki Müslümanların idaresinden, onların camilerinin ve eğitimlerinin organize edilmesinden sorumlu olacaktı. Oluşturulan kurumun başına müftü sıfatıyla Muhammed Can Hüseyin getirildi. Bu kurum Çarlık Rusyasında başından sonuna kadar, Çarlığın tanıdığı ve bir kısım masraflarını hükümetin üstlendiği çarlık idaresindeki Müslümanları temsil eden ilk ve tek kurum oldu. Tatarların üzerindeki baskıların azalması, din hürriyeti ve ticaret serbestliğinden sonra giderek, bu toplumun sosyal durumu düzeldi. Neredeyse ortadan kalkmak üzere olan Tatar asilleri artık tüccarların arasında görülmeye başladı. Rusya’nın Sibirya, Kazak bozkırları ve Türkistan hanlıklarıyla olan ticari faaliyetlerinde aktif bir rol oynayan tatarlar giderek zengin bir sınıf oluşturdular. Yeni nesil Tatarlar ticaretin yanında sanayi alanına da girdiler. 1890 yılında Kazan şehrinde sanayinin 1/3’ü Tatarların elinde idi. Ancak Rusya’yı doğuya ve Türkistan hanlıklarına bağlayan demiryollarının yapılması, Türkistan pamuğuna, artan önemine binaen, Rus hükümetinin özel ilgi göstermesi öteki

nedenlerle de birleşince Tatar tüccarlarını gerileterek Rus sermayesinin küçük ortakları haline getirdi ki bu nedenlerin en başında Rus yönetiminin Tatarlardan çekinerek yine kısıtlayıcı tedbirlere dönmesidir.II. Katerina’nın kurdurduğu Müslüman cemaati ve zenginleşen Tatar tüccarlarının faaliyeti sonucunda Tatarların Ortodoks olması bir yana, Rus olmayan öteki gayr-i Müslim toplumlardan bazılarının da Müslüman olması, Rus yönetimini endişelendirdi ve yeniden engeller koymasına sebep oldu. Esasen Tatarların Müslümanlığı ve kültürel faaliyetleri her zaman Rus otoritelerini korkutmuş ve bu nedenle de ne zaman Tatarların faaliyetleri artmışsa Rus yönetimi yeni kısıtlamalarla bunu engellemeye çalışmıştır. Tabii ki bu kısıtlamalar da Tatarları kızdırmıştır.Rus yönetiminin kısıtlamaları ve engellerine rağmen II. Katerina döneminden itibaren, kültürel alanda da, Tatar halkı, hızlı sayılabilecek bir gelişme gösterdi. Zenginleşen tüccar mensuplarının destekleriyle camilerini inşa ettiler. Matbaayı bölgelerine getirerek İslam dinine ait kitapların basılması için lisans aldılar. 1802 yılında basılan kitapların sayısı Kur’an da dahil olmak üzere 14.300 olmuştur. 50 yıl sonra 1853-59’da yalnızca Kazan Üniversitesi Tatar diliyle 326.700 adet kitap bastı. Bunların arasında Kur’ân-ı Kerim de vardı. Ayrıca Müslüman cemaat idaresinin denetimi altında okullar da giderek arttı. 1844 yılında Kazan’da dört

26

KA

YS

ER

İ

TA

LA

S

İL

ÇE

M

İL

E

Ğİ

M

RL

ÜĞ

Ü

medrese ve 1867’de Orta-İdil ve Güney Urallar bölgesi de dahil olmak üzere 1.859 Tatar mektebi vardı. Bunların Kazan ilindeki sayısı 408 adet idi.Bu okulların sayısı, mücerret olarak bakıldığında çok gibi görünüyorsa da nüfusu on milyona (1865 yılında) yaklaşan Çarlık Rusyası Tatarlarının ihtiyaçlarını hem sayı, hem de nitelik yönünden karşılamaktan çok uzak idi. Ancak Tatarlar bu yüzyılda ve 20. Yüzyılda henüz geleneksel okullarını kurmaya çalışırken peş peşe gelen çok önemli bir çok değişimden etkilendiler.Daha önce işaret edilen matbaanın yanında demiryollarının yapımı ve denizlerle ilişkilerin artması Çarlık Rusyasında yaşayan Türklerin birbirlerinden haberdar olmalarını ve birbirlerini etkilemelerini sağladı. Deniz ulaşımı ise onların Osmanlı devleti ve Avrupa ile temaslarını kolaylaştırdı. Hac, ticaret ve eğitim amaçlı seyahatler karşılıklı, fakat daha çok Rusya Türkleri üzerinde etkili olmaya başladı.Osmanlı Devleti ile Rusya arasında meydana gelen Kırım savaşı(1855) Tatarlar ile Rus hükümeti arasındaki ilişkiler açısından bir dönüm noktası oldu. Osmanlı devleti ve onun temsil ettiği misyondan haberdar olan Tatarlar, Rus ordusunda hizmet etmeyi reddetmeye başladılar. Askerlik çağına gelmiş yüzlerce Tatar genci orduya katılmayı kabul etmeyerek kaçmayı tercih ettiler. Kırım yarım adasında yaşayan Tatarların yarısından fazlası (140.000) yaşadıkları yerleri terk ederek Osmanlı devletine göç ettiler. Bu arzu İdil Tatarları arasında da yayılmaya başladı ki, İstanbul’a doğru olan bu göç hareketi onlar arasında Pan-İslamist ve Pan-Türkist bir hareketin ilk tohumu oldu. Bu savaştan çok uzun olmayan bir süre sonra, 1877-78 yılında meydana gelen Rus-Türk savaşı Tatarlar arasında karışıklıklara sebep oldu.Rus sınırlarında bunlar olurken, Rusya içindeki bazı siyasi cereyanlar da Tatarların siyasi anlayışları üzerinde derin etkiler bıraktı. 1830’da Çar hükümetinin programında yer alan “Ortodoksluk ve nasyonalizm(Pravoslavie inarodnost)” sloganı yeni bir Rus-Slav milli ideolojisini yansıtıyordu. İdari çevrelerde bu cereyanın yayılması ve söz konusu cereyanın aynı zamanda Türkleri de hedef alması, Rus-Tatar ilişkilerini olumsuz etkilerken, Rus okullarında okuyanlar da dahil olmak üzere, tüm Tatarlar arasında milli şuurun gelişmesinde etkili oluyordu.Bu arada Rus yönetimi, III. Aleksandr(1881-1894) zamanında, yeni ideolojilerinin etkisi ve Avrupa’da yayılan sosyalist cereyanların Rusya’da yayılmasına engel olmak için yeni bir programı uygulamaya koydu. Rus olmayan milletlere ve bunlar arasında Tatarlara ve diğer Müslüman Türk kavimlerine karşı baskılar artırıldı. Hiristiyanlığa geçenlere birçok imtiyazlar vadedildi. Dinlerinde ve milliyetlerinde ısrar edenler

üzerinde ekonomik ve idari baskılar şiddetlendirildi. Bu program gereğince, Kazan Ortodoks Teoloji Yüksek Okulunda bulunan bir Rus eğitimcisi misyoner N. Ilminsky’nin, Rus olmayan halk için geliştirip 1860 yılında uygulamaya koyduğu yeni tip bir eğitim sistemi, bu yeni dönemde, hükümetin resmi politikası haline getirildi. Bu sistem sayesinde, Rus okullarına çocuklarını göndermeyen ve dolayısıyla da Rusçayı öğrenmeyerek Rusya’dan uzak kalan topluluklar Rusçayı öğrenecek, hem de Müslüman okullarına karşı Rus hükümetinin sürdürdüğü düşmanca tavrın doğurduğu düşmanlık ve tecrit hali kalkacaktı. Ilminsky’nin Rus-Tatar okulları için ortaya attığı programa göre ilk sınıflarda Tatar öğrenciler kendi dillerini ve Rus uygarlığının esaslarını tercüme edilerek öğrenecekler, ileri sınıflarda da Rus dili okuyacaklardı. Ilminsky, Rus olmayan toplulukların kendi dilleriyle yapacakları ilk eğitimin ileride Rus dilinin ve Rus adetlerinin yayılmasını daha çok artıracak bir yol olduğuna iyice inanmıştı. Rus alfabesine dayalı olarak yeni bir Tatar alfabesi uydurmuş ve ilk Rus-Tatar okulu da 1863 yılında Kazan’da Tatar öğretmenlerle açılmıştı.Başlangıçta İlminsky’nin okulları Rus yönetimince, işaret olunduğu gibi, tereddütle karşılandıysa da Ortodoks kilisesinin yardımıyla bu okulların sayısı giderek arttırıldı. Yalnızca Tatarlar arasında değil, Çuvaş, Mari ve Votraklar arasında özellikle açılan bu okulların sayısı 19. Yüzyılın sonunda yüzü geçmişti. Bu okullar Rusya hesabına İlminsky’nin haklı olduğunu gösterdi ve daha sonra da Sovyet rejimi Rus olmayanlar için İlminsky’nin programını esas aldı.Artan Rus okulları ve Rus matbuatı karşısında yeni nesil Tatar aydınları bir arayışın içine girdiler. Bütün baskılara rağmen geleneksel Müslüman okullarının sayısı giderek artıyordu. Ancak bu okullar hem sayı hem de nitelik olarak ihtiyacı karşılamaktan uzaktı. Daha çok camilerin yanında kurulan mekteplerde eğitim, pedegojik açıdan son derece yetersiz olduğu gibi dil olarak da Arapça’ya dayalı idi. Mekteplerde yalnızca Kur’ân okunması öğretiliyordu. Şehirlerdeki üst düzeyde bulunan medreselere gelince, bunların da durumu iç açıcı değildi. Genel seviye Rus liselerinin orta kesimlerinden daha ileri değildi. Ayrıca ne programı, ne de diliyle Tatar aydınlarının ve Tatar matbuatının ihtiyaçlarına cevap verecek durumda bulunmuyordu. Tatar aydınları arasında zaten varolan arayış giderek arttı ve sesler yükselmeye başladı. Buhara’da 12 yıl kaldıktan sonra 1849’da Kazan’a dönen Şihabeddin Mercani(1815-1889) selefi, İdil Boyunun seçkin din alimi Abdunnasır Kursavi(1775-1813)’nin yolunda giderek,İdil Boyunda Müslüman okullarının gelişmesi için bir mücadele başlattı. O daha az teorik, fakat daha

27

TA

LA

S

LT

ÜR

V

E

İT

İM

D

ER

Y

IL

:4

S

AY

I:

5

çok pratik bir eğitimin uygulanmasının, ayrıca tabii bilimlerin ve Rusça öğrenilmesinin İslam dinine zarar vermeyeceğini savunuyordu. Onun öğrencilerinden Abdulkayyum Nasıri(1824-1907), Tatarlar için ilk defa olmak üzere tatarca olarak bir çok ders kitabı, sözlük ve takvimler hazırladı. Konuşulan Tatarcayı literatüre sokan Nasıri’nin faaliyetleri sonucu, zamanın fen ve edebiyatı ilk defa olarak orta tabaka Tatarlar için okunup öğrenilebilir olmuştu. Medresenin eğitim anlayışına tenkitler yalnız Kazan Tatarlarından değil aynı sıralarda Azerbaycan’dan da yükselmeye başlamıştı. Azerbaycan’ın önemli bir düşünür ve edebiyatçısı olan Abbaskulu Ağa Bakihanlı(1794-1846) da medreselerdeki eğitimin yetersizliğinden ve yanlışlığından yakınıyordu. Tenkitlerin ağırlık noktasını eğitim dili teşkil ediyordu. Çarlık Rusyasındaki Türk aydını, geleceğini okullarının geliştirilmesinde görüyordu. Önündeki en önemli mesele de dil meselesiydi. Aralarında hangi dille anlaşacaklar, gazetelerini ve ders kitaplarını hangi dil ve alfabe ile yayınlayacaklardı. Görüşler çoğalıyor, tartışmalar uzuyordu. Bir çok kişi bu konuda çaba sarfetmesine rağmen hiç birinin etkisi Gaspıralıİsmail Bey’inki kadar etkili ve yaygın olamadı.Gaspıralı İsmail Bey(1851-1014), Kırım’ın Bahçesaray şehrinde dünyaya gelmiş, mahalli bir Müslüman mektebinde başladığı eğitim hayatını baba mesleği olan askerliğe yönlendirerek, Moskova’daki Çarlık ordusunun Harp okulunda öğrenciliğe kadar sürdürmüştü. Gaspıralı, Rus harbiyesini bitiremedi. Ancak harp okulundaki panslavist havadan aksi yönde de olsa çok etkilenmişti. Çarlık Rusyasının çeşitli şehirlerinde ve İstanbul’da kalan İsmail Bey, kapalı bir hayat yaşayan hemşehrisi Kırımlılardan farklı bir tecrübeye sahip oldu. 1878 yılında Bahçesaray belediye başkan yardımcısı seçilen İsmail Bey fikirlerini yavaş yavaş anlatabileceği bir gazete çıkarmak ihtiyacı hissetti. Bu hedefine de ilk nüshasını 22 Nisan 1883 yılında çıkarmayı başardığı Tercüman adlı gazetesiyle ulaştı. Bu gazete haftada bir gün yayınlanıyordu. İsmail Bey eğitimle ilgili düşüncelerini yazmak ve anlatmakla yetinmedi. 1884 yılında Bahçesaray’da Kaytan Ağa mahallesinde ilkokul seviyesinde açtığı bir okulla fiilen uygulamaya koydu. Uygulamaya koyduğu ve daha sonra geliştirdiği eğitim sistemine “Usul-i cedid” adını vermişti. İşte bundan sonra yeni sistemle açılan okullara usul-i cedid mektepleri, bu okullardan yetişenlere de cedidciler adı verildi İsmail Bey, eğitim anlayışını ve sistemini anlatmak için pek çok zorluklara katlandı. Sık sık çeşitli Müslüman bölgelerine seyahate çıktı. Sonunda medreseden yetişmiş pek çok bilginin, esnafın ve en önemlisi İdil Boyu Tatarlarından Hüseyinovlar, Akçuralar gibi zengin tüccarların, Kafkasyalı Müslüman petrol milyonerlerinin

ilgisini ve desteğini kazanmayı başardı. Bunların maddi desteğiyle okullar İdil Boyunda, Kafkasya ve Kırım’da hızla yayıldı. Bu okulların sayısı 1895’ de bütün Rus imparatorluğunda 100’ü geçerken, 1914’de yaklaşık olarak 5000’i bulmuştu.İsmail Bey eğitim sisteminde kızları da unutmamış 1893 yılında Bahçesaray’da onlar için de bir tane okul açtırmıştı. Bu örnek de diğer bölgelerde kısa sürede uygulandı. Yeni tip okullar daha az olmakla birlikte Doğu ve Batı Türkistan, İran ve Hindistan’da yayıldı.İsmail Bey’in yeni tip okullar için teklif ettiği müfredatta, ilk basamakta Türkçe okuma-yazmanın yanı sıra temel matematik, hat, Kur’ân okuma ve İslamın esaslarını öğretmeye yönelik dersler yer alıyordu. Bir üst basamakta bunlara genel coğrafya, tarih ve tabiat bilgisi dersleri ekleniyordu. İsmail Bey, Osmanlı Türkçesinin eğitim ve matbuatta, edebi dil olarak kabulünü tavsiye ederken, İslam kültürünün dili olan Arapçanın da öğrenilmesi gerektiğini savunuyor, fakat bunun fiilen olduğu gibi Farsça yazılı kitaplardan değil Türkçe yazılı kitaplar kanalıyla öğrenilmesini doğru buluyordu.İsmail Bey’in okullar için teklifi yalnızca programla sınırlı değildi. Ona göre usul-i cedid mekteplerinde öğretim zamanı, süresi ve öğrenci sayısı kesin olarak belli olmalıydı. Bir hoca azami 35-40 öğrenciye ders vermeli, ders süresi haftada altı gün olmalı, her gün beş dersi geçmemeliydi. Derslerin süresi ise 45’er dakika olmalıydı. Ayrıca öğrenciler, bütün derslerden imtihana tabi tutulmalı, ferah ve temiz mekanlarda, sıralara oturarak ders görmeliydiler. O güne kadar yalnızca Rus okullarında olan sıra, kitap, kara tahta ve diğer öğretim araçları bu okullarda da kullanılmalıydı. İsmail Bey’in savunduğu ve uygulamaya koyduğu bu fikirler aynı zamanda geniş bir muhalefet hareketiyle karşılaştı eğitim dili Arapçanın yerine tabii olarak Türkçenin konması, ayrıca derslere Kur’ân ve dini ilimlerin dışında başka derslerin ilavesi, Rus okulları gibi sıra, kara tahta kullanılması gelenekçiler tarafından şiddetle tenkit edildi. Eski usulü savunmaları dolayısıyla kendilerine kadimci denilen bu anlayıştakiler, cedidcileri küfürle itham ettiler. Okulların sayısı çoğaldıkça dini alanda da tartışmalar çoğaldı. Kur’ân Türkçeye tercüme edilebilirmi? 1912 yılında sadık İmankulof imzasıyla yayınlanan bir makalede Kur’ân’ın kaba bir dil olan Tatarcaya tercüme edilmesinin mümkün olmadığı ve bunun da günah olduğu savunuluyordu. 1908 yılında Kazan’da bayram namazında Tatarca dua ettikleri için bazı aydınlar veya ihtilalciler kadimci mollalar tarafından Rus hükümetine şikayet edilmişlerdi. Onlara göre Tatar diliyle dua etmek İslam dininin kesin olarak yasakladığı bir şeydi.Rus hükümet çevrelerinde pek çok nüfuzlu kişi de, başta

28

KA

YS

ER

İ

TA

LA

S

İL

ÇE

M

İL

E

Ğİ

M

RL

ÜĞ

Ü

İsmail Bey olmak üzere onun düşüncelerini savunanları pan-İslamist ve pan-Türkist düşünceyi gerçekleştirip Rus imparatorluğunu bölmeye çalışmakla suçluyorlardı. Ruslaştırmanın resmi devlet politikası olduğu, Rus olmayanlara karşı şiddet uygulandığı bir dönemde, Müslüman tebeanın tek bir edebi dil ve kimlik etrafında birleştirilmesi, onların modern bir eğitimle, tek bir millet oluşturması düşüncesini savunan bu eğilim, Ruslar tarafından dikkatle izlendi. Yeni tip okullar, rüşdiyeler seviyesinde açılmaya başlanınca, hükümet dışındaki gurupların dini mahiyette olmayan okullar açmaya yetkisi olmadığı gerekçesiyle rüşdiyelerin kapatılması emredildi.Rus imparatorluğunun Japonya ile girdiği savaştan yenik olarak çıkması, Rusya’da etkisini göstermekte gecikmedi. 1905 yılında Rusya’nın pek çok yerinde patlak veren olayların ardından Çar II. Nikola, meşruti bir yönetimi vadetti. Meydana gelen geçici serbestlik ortamı, o ana kadar baskı altında muda sorgulamış, yalnızca Rusya Müslümanlarının meseleleriyle değil bu arada Osmanlı Türkiyesinin gündeminde tartışılan, hatta Türkçe namaz gibi, günümüzde de zaman zaman gündeme gelen meselelerde de kalem oynatmaktan geriye durmamıştır.Musa Carullah, Halk Nazarına Bir Nice Mesele adıyla basılan eserinde Türk dilinde sadeleştirmeyi savunanlara şöyle demektedir: “Lisanın asanlığı, sadeliği güzeldir. Belki lazımdır. Lakin asanlık içun hatalık şart değildir. Asan lisanla hata lisanı fark etmeyüp, asan yazmak bahanesiyle hata yazmak makbul olmasa gerek.” Bu arada dildeki Arapça ve Farsça kelimeleri atarak onların yerine Rusça kelimeleri koyanları tenkit ederek “ihtiyaç duyulunca yabancı kelimeleri almak normal olmakla birlikte esas olan dilin anlaşılır ve sade olmasıdır, demektedir. Çarlık Rusyasında bulunan Müslüman okullarının ilk kısımlarında okutulan Türkçe dil bilgisi kitaplarını ele alan Musa Carullah, bu kitapların Rusça gramer kitapları taklit edilerek hazırlandığını bu usulün yanlış olduğunu, esas olanın, her dilin kurallarının kendine özgü olması gerektizini savunmakta ve Rusça ile Arapça’dan örnekler vererek kıyaslama yapmaktadır. Yazılarında Osmanlı edebiyatını da ele alan Musa Carullah, romanlarla ilgili olarak şöyle demektedir: Osmanlı edebiyatında bir çok roman olmakla birlikte bunlar halka yabancı, milli kültürle ilgisi olmayan, çoğu Fransız hayatını, fuhşiyatını anlatan romanlardır. Yüzyılımızın başından beri tartışılan Müslümanların ibadet dili konusunda ise onun görüşü ;“farz namazların rükunları ayetlerin tercümeleriyle kılınmaz. Zikir yalnız Arabi nazımla olur” şeklindedir.Musa Carullah’ın diğer eserleri ve faaliyetleri de dikkate alınınca sonuç olarak şunu söylemek mümkündür. Carullah, Kazan uleması arasında Cedidci hareketin

önde gelen temsilcilerinden olup, özellikle ilahiyat sahasındaki eserleriyle harekete önemli katkılarda bulunmuştur.Rusya’daki Bolşevik ihtilali diğerleri gibi onun için de bir ümit kapısı olmuştu. Ancak bu ümitler herkesçe bilindiği üzere, kısa sürede söndü. Musa Bey de Sovyet imparatorluğunda bir süre kalarak davasını sürdürmeye çalıştı, fakat sonunda çaresiz kalarak, vatanından ayrılıp, hemşehrilerinden bir çoğunun yaptığı gibi gurbetin acısını hiç dinmeden tadarak, hakka kavuştu.

Kaynaklar:Abdullah Battal-Taymas, Kazan Türkleri, Ankara 1966, s. 34-35,45-53; Akdes Nimet Kurat, Rusya Tarihi, Ankara 1993, s.156-157, 159, 174, 225-227; Serge A. Zenkovsky, (Çev: ?zzet Kantemir), Rusya’da Pan-Türkizm ve Müslümanl?k, Ankara, 1971, s. 23-24. Battal-Taymas, s. 53-55, 62-69; Zenkovsky, s.25. Battal-Taymas, s. 91-95; Kurat, Rusya, s.283-284; Zenkovsky, s.26. Battal-Taymas, s. 65-66; Kurat, Rusya, s. 281-285; Zenkovsky, s.25, 27 Battal-Taymas, s.100-101; Kurat, Rusya, s.285 Zenkovsky, s.29, 33 Kurat, Rusya, s. 376-378 Zenkovsky, s.40 Zenkovsky, s.41 Zenkovsky, s. 42-43 Kurat, Rusya, s. 333, 335, 343-344; Zenkovsky, s. 41 Kurat, Rusya, s. 361 Zenkovsky, s.44-45 Zenkovsky, s.45, 55 Battal-Taymas, s. 129-131; Alexandre A. Benningsen, S. Enders Wimbush, Sultan Galiyev ve Sovyetler Birliğinde Milli Kominizm, (Çev.Bülent Tanatar), İstanbul, 1995, s.239 Battal-Taymas, s.121-129; Zenkovsky, s. 39 Hüseyin Baykara, Azerbaycan’da Yenileşme Hareketleri XIX. Yüzyıl, Ankara,1966, s. 82. Hakan Kırımlı, Gaspıralı İsmail Bey, DİA, XIII,392-395, s.395 Zenkovsky, s. 53 Kırımlı, s. 394 Zenkovsky, s.14, 50 Kırımlı, s. 394 Zenkovsky, s. 14 Kırımlı, s. 395 Kurat, Rusya, s. 391-396; Kırımlı, s. 393 Kurat, Rusya, s. 396; Zenkovsky, s. 76-77 Zenkovsky, s. (s.83-84) Geniş bilgi için bakınız, Mustafa Uzun, “Abdurreşit İbrahim”, DİA, I, 295-297 Benningsen ve Wimbush, s. 228; Mehmet Görmez, Musa Carullah Bigiyef, Ankara, 1994, s. 26-27 Musa Carullah Bigiyef, Halk Nazar?na Bir Nice Mesele, Kazan, 1912, s. 25-26 Musa Carullah, s.8-9 Musa Carullah, s. 23 Musa Carullah, s.86 Kurat, Türkiye ve Rusya, Ank. 1990, s. 414; Taha Akyol, “Cedidcilik”, D?A, VII, 211-213, s. 212 Battal-Taymas, s.210-211

29

TA

LA

S

LT

ÜR

V

E

İT

İM

D

ER

Y

IL

:4

S

AY

I:

5İKBAL’İNBENLİK ANLAYIŞI

İkbal felsefesinin benlik (ene veya hodi) anlayışı üzerine inşa edildiği kabul edilir. O, "ben/lik" kavramını Farsça'da "hodi", İngilizcede "self " veya "ego" kelimeleri ile ifade eder. Bununla beraber kavramı günlük hayata kullanıldığı şekilde yani menfi anlamda göz önüne almadığını belirtir. İkbal'e göre benlik, sezginin bize bildirdiği en temel realitedir. Bu açıdan dünya bir "ben", Allah "Mutlak Ben" ve her atom bir “ben”dir. Bu yüzden olup biteni kavramak için benlik kavramının araştırılması gerekir. İkbal'e göre insan, benlik şuuruna sahip bir varlıktır. Bu gerçek Kuran'ın sadeliği ve etkileyici üslubuyla vurgulanmıştır. Kur'an-ı Kerim 'in ifadesiyle insan, Allah'ın yeryüzündeki halifesi ve emaneti hür bir seçimle kabul en değerli yaratıktır. Diğer taraftan bağımsız benler olarak her birimiz düşünen, inanan, acı çeken ve gayeleri olan, alternatifleri değerlendiren varlıklarız. Başka bir ifadeyle birtakım zihni veya ruh haller içinde bulunan varlıklarız. Nitekim İkbal, "ben tecrübesi" nin sürekli bir oluşum içindeki tecrübe olduğunu ileri sürer. O şöyle der: "Ego veya benlik bizim zihin halleri diye adlandırdığımız olayların bir birliği olarak kendisini ortaya koyar. Zihni durumlar karşılıklı izalosyonu ihtiva etmezler. Onlar birbirlerini kapsarlar. Onlar bir kompleks halindedirler. Zihni birlik muhakkak ki eşsizdir ve fiziki bütünlükten oldukça farklıdır. Bu yüzden biz, inançlarımızın diğerine göre sağında veya solunda diyemeyiz. Beden mekâna bağlı iken, zihni

halleri böyle bir bağlılıktan uzaktır.” Anlaşılacağı üzere benliğin ilk özelliği, birlik ve bütünlük arz eden zihni hallere sahip olmasıdır. Benliğin ikinci önemli özelliği ise, onun kendine mahsusluğudur. Nitekim İkbal, benliğin imhasından, bertaraf edilmesinden, şahsiyetin ilahi ummanda kaybolmasından bahseden geleneğe karşı, benliğin asli gerçekliğini savunmuştur. Gerçekten benler sonlu olmalarına rağmen bağımsız merkezlere sahiptir. Bu sebeple her ben kendine mahsus oluşunu kaybetmeden birbirleriyle karşılıklı ilişkiler içine girerler. Bu noktada İkbal, fenafillâh'ı isteyen mutasavvıf olmak yerine, kendi nuru ile Allah'ı gören kul olmayı tercih eder.İkbal benliğin özelliklerinden sonra onun mahiyeti hakkında İslam ve Batı düşünürlerinin görüşlerini gözden geçirir. İslam düşüncesinin en önemli temsilcilerinden İmam Gazali'ye göre ego basit, bölünmez ve ruhani bir cevherdir. Bu ruhani cevher, zihin hallerimizin oluşturduğu gruptan tamamıyla farklıdır ve zamanın geçmesinden etkilenmez. Ona göre şuurlu tecrübemiz bir birliktir; çünkü zihin halleri

bu basit cevherin birçok özelliğiyle bağlantılıdır. İkbal, Batı düşüncesinin en önemli filozofu Kant'ın "maddenin bölünmez oluşu, onun tahrip olunmazlığını kanıtlamaz" görüşünden hareketle cevherin yavaş yavaş yokluğa karışabileceğine işaret eder. Statik bir cevher anlayışı İkbal'i tatmin etmez. Bununla beraber, salt bilinç hallerini ruh cevherinin halleri olarak görmek İkbal için kabul edilmesi zor bir durumdur. Böylesi bir durumda cismin ağırlığı ruhi cevherin bir niteliği olarak görülür. Bununla beraber ruh söz konusu olduğunda değişik bir durum ortaya çıkar. Buna göre tecrübe dediğimiz kendilerine özgü varlık olan zihin hallerini -bağ kurma, hatırlama vb. Fiilleri- sıfat olarak telakki etme, meselenin çözümü için zorluklar ortaya koyar. Bu sebepten ruh cevheri kavramından yola çıkarak tanımlanan insan benliği şuurlu tecrübemizi açıklamak için kuvvetli ipuçları vermez. Bununla beraber benliğin ne olduğunu ortay koyabilmek için bu tecrübeyi tahlil etmek zorunludur. Bu yüzden İkbal modern psikolojiye dönüp benliğin mahiyetini incelemenin gerekli olduğunu beyan eder. Bilindiği gibi William James, şuur halini bir "bilinç akışı " na benzetir. Bu akışta toplayıcı çengeller vardır. Bu çengeller zihni hayatın akışında birbirine takılarak bir zincir oluştururlar. Bu noktada benlik şahsi hayatının hissedilmesi olup dolayısıyla düşünce sisteminin bir kısmını meydana getirir. W. James’in açıklamaları zeka ve maharet işi olmasına rağmen, İkbal’e göre, bilinç hayatımızı tam olarak açıklayıcı

Prof. Dr. Celal TÜRERAnk. Üni. İlahiyat Fak.

30

KA

YS

ER

İ

TA

LA

S

İL

ÇE

M

İL

E

Ğİ

M

RL

ÜĞ

Ü

güçte değildir. İkbal’e göre ben hakkındaki en kati görüş şudur; Ben’in eylemleri hakkındaki seyri iç tecrübeyi oluşturur. İç tecrübe, benliğin işbaşında olması halidir. Biz bir şeyi idrak ettiğimizde, bununla ilgili düşünceyi açıkladığımızda veya irademizi kullandığımızda benlikle başbaşa oluruz. Bu sebeple İkbal’e göre benlik, kendi öz tecrübesi tarafından şekillendirilen ve nizama konan yön verici bir enerjidir. Kur’an-ı Kerim benliğin bu sevk ve irade edici özelliğini açıkça dile getirir: “Sana ‘ruh’u sorarlar. De ki ‘ruh’ Rabbimizin emrindedir. Zaten size az bir ilimden başkası verilmemiştir.” İkbal bu ayeti yorumlarken “halk” ve “emr” kelimelerine dikkati çeker; İkbal’e göre “halk” yaratma, yani ortaya çıkarmadır. ‘Emr’ ise yön vermedir. Kur’an’da “halk’ın da emr’in de Allah’a mahsus olduğu” (Araf 54) buyrulur. Dolayısıyla İkbal’e göre, ruhun gerçek mahiyeti sevk ve idareci özelliğidir. Böylesi özelliklere sahip olması ruhun tek ve muayyen bir varlık olmasını gerekli kılar. İkbal benliğin mahiyeti hakkında görüşlerinden sonra, ruh ve beden birliğine dair düşüncelerini aktarır. Bu hususla ilgili olarak felsefe tarihinden Descartes ve Leibniz’in görüşlerini irdeledikten sonra kendi görüşünü şöyle aktarır: Ruh veya Ego olarak tanımladığımız deneyim ve tecrübe sistemi bir hareket ve fiiller sistemidir. Bu ruh ile beden farkını ortadan kaldırmaz. Ego veya benliğin özelliği “kendiliğinden olma”dır. Bedeni oluşturan fiiller kendi kendilerine teşekkül ederler. Beden ruhun birikmiş fiil veya alışkanlıklarıdır ve dolayısıyla ruhtan ayırt edilemez. İkbal bu fikirlerinden sonra “Madde nedir?” sorusunu ortaya atarak, maddenin tarifini yapar. İkbal’e göre madde değersiz ve önemsiz bir mekâna ait bir takım benliklerdir ki, çağrışımları ve birbirini etkilemeleri belirli bir düzen derecesine ulaşınca, içinden üst ve yüce bir düzene ait ego ortaya çıkar. İkbal bu noktada bir şey ‘in menşeinin önemli olmadığını; esas önemli olanın bu şey’in yeteneği, önemi ve amaçladığı nihai hedef olduğunu beyan eder. Tüm bunlardan sonra İkbal, hayatın tekâmül yeteneğini vurgulayarak zihni olanın maddi olana hâkim olabileceği ve nihayet tam bağımsız bir mevkie yükselebileceğini savunur. Bu noktada Tabiat ile Ego’nun ilişkisini ortaya koyan İkbal, sebep ve illiyet kaynaklarının Ego’yu etkilediğine değinir. Zira İkbal’e göre Ego veya benlik karışık bir çevrede yaşamak zorundadır. Çevreyi sebep-sonuç sistemi olarak görmek Ego için vazgeçilmez zorunluluktur. Bunun neticesinde Ego’nun faaliyetlerindeki yol gösterici ve yönlendirici kontrol unsuru, onun müstakil şahıs, şahsi bir illiyet olduğunu açıkça ortaya koyar.

İkbal’e göre Ego, Nihai Hakikat veya Nihai Ego’nun hayat ve hürriyetini paylaşır. Nihai Ego, özel girişime muktedir bitimli veya geçici bir egonun zuhur etmesine izin vermekle kendi hür iradesini sınırlandırır. Bu bilinçli davranışın özgürlüğü Kur’an-ı Kerim’de teyit edilir: “De ki Kur’an Rabbinizden gelen bir haktır. Artık dileyen iman etsin dileyen kâfir olsun...” “Eğer iyilik ederseniz kendinize iyilik etmiş olursunuz. Eğer kötülük ederseniz kendinize kötülük etmiş olursunuz...” İkbal, İslamiyet’in Ego’yu hayat ve özgürlüğün nihai kaynağının daha yakınına getirmekle öz kişiliğini kazandıracağını öne sürer. Buradan hareketle kader meselesinin İslamiyet’te yanlış anlaşıldığını, Kur’an’ın anlayışıyla ne denli farklı olduğunu ortaya koyar. İkbal kadercilik fikrinin İslam toplumunda yanlış anlaşılmasıyla ilgili üç tespitini şöylece belirtir: 1. Siyasi otoritelerin yanlış tutumu. İkbal bu duruma örnek olarak Abbasi döneminde Kur`an-ı Kerim`in ezeli ve ebedi olduğuna dair tartışmalarda Abbasi hükümdarlarının siyasi sonuçlardan korkarak Rasyonalist fikre karşı ulemaya baskı yapması ve bu şekilde şeriatın bağlayıcı gücünü kendi emellerinde kullanmasını örnek verir. Bu sebeple İslam hukuk düzeninin yapısının çok katı bir nitelik kazandığını ilave eder. 2. Hz. Peygamber ve Halifeler döneminden sonra İslami hayattan uzaklaşma; zühdün terki ve fakihlerin kelime oyunları, yani kaçamaklı cevapları tasavvufun doğuşuna yol açmıştır. Tasavvufa daha sonraları, tam bir öteki dünya ruhu hâkim olmasıyla, bir uygarlık düzeni olarak İslam’ın çok önemli bir yönünü insanların gözünden kaçmıştır. İslam’ın en güzide akıl ve fikir sahiplerini tasavvuf cezp etmiş ve devlet yönetimi vasat derecedeki aydınlara kalmıştır. 3. On üçüncü yüzyılda İslam dünyasının kültür merkezi olan Bağdat’ın Tatar saldırılarıyla yok edilmesi. Bu durumun sonucuyla oluşan fikri çöküntüye siyasi çöküntünün eklenmesi, içteki nizam ve kontrolü bütünüyle yıkmıştır. İslam uleması, yeniden yapılanmakta, kültürlerden yararlanmakta, sosyal düşünceleri kendi ruhuna ve benliğine uydurmada zayıf ve geri kalmışlardır. İlim adamlarının yararlandıkları Grek düşüncesi ise Kur’an’ın ruhunu karartmıştır. İkbal yukarıda sunulan sebeplerle İslam toplumunda İslami hayat ve şevkin kaybolduğunu ileri sürer.

31

TA

LA

S

LT

ÜR

V

E

İT

İM

D

ER

Y

IL

:4

S

AY

I:

5

İkbal’in üzerinde durduğu diğer bir mesele de ölümsüzlüktür. İkbal’in dikkatini çeken, materyalizm çağında söz konusu mesele ile ilgili eserlerin diğer çağlardan daha çok olmasıdır. Meseleyi İslam kaynaklarına göre değerlendiren İkbal, bu mesele ile ilk defa İbn-i Rüşd’ün ilgilendiğini öne sürer. İbn-i Rüşd, İkbal’e göre, nefs ve ruh tabirlerinden dolayı his ve akıl arasında ayrım yapar. Bu ayrım birçok İslam düşünürünü yanlış yola sevk etmiştir. İbn-i Rüşd tek tek insanlarda tezahür eden aklın ferdiyeti aştığını dolayısıyla aklın ölümsüzlüğünün, ferdi beka anlamına gelmediğini söyler. İkbal’e göre, böyle bir görüş Kur’ân’ın görüşüyle uyuşmaz. İkbal çağımızda ölümsüzlüğe dair görüşlerin ahlaki mahiyette olduğunu zikrederek ahlak delilinden hareket eden Kant’ın ölümsüzlüğe dair görüşlerini eleştirir. Ona göre bu delile itiraz kabilinden “Niçin fazilet ve saadetin tamamlanması için bu kadar sonsuz süreye ihtiyaç vardır?” sorusu mutlaka sorulmalıdır. İkbal aynı şekilde, Nietzsche’nin “Ebedi dönüş” teorisini de eleştirir. Hatırlanacağı üzere Nietzsche’ye göre ölüm enerjinin tükenmesine yol açmaz. Ölüm olayı enerji merkezlerinin çeşitli tepkileri sonucu meydana gelen birliğin bir süre sonra ortaya çıkmak üzere bozulması anlamına

gelir. İkbal, bu doktrinin hatasını ortaya koymak için “Burada tekrar gelecek olan kimdir?” sorusunu sorar. Ona göre cevap: “Ne benim, ne de sen; gelen bir başka ben’dir. Böylesi bir ölümsüzlük fikrine tahammülünün olamayacağını söyleyen İkbal, bu noktada bize teselli veren Şey’in, bizdeki enerji merkezlerinin, üstün insanın doğuşunda bir faktör olması ümidi olduğunu söyler. İkbal, Nietzsche’nin görüşünün sonuca varmadığını; aksine böyle bir görüşün Ben’i güçlendirmediğini ve onu tahrip ettiğini ileri sürer. İkbal, ölümsüzlük konusunda Kur’an’ın görüşüne geçerek, Kur’ân’da yer alan insanın ölümsüzlüğü ile ilgili üç noktaya temas eder:1. Ego zaman içinde bir başlangıca sahiptir ve onun zuhuru zamandan önce değildir. 2. Kur’âni görüşe göre, bu dünyaya yeniden dönüş imkânsızdır. “Nihayet onlardan her birine ölüm gelip çatınca tekrar tekrar şöyle diyecekler; Rabbim beni dünyaya geri gönder. Ta ki ben zayi ettiğim ömrüm mukabilinde iyi amel ve harekette bulunayım. Hayır, onun söylediği bu söz boş laftan ibarettir. Önlerinde ise diriltilip kaldırılacakları güne kadar bir engel vardır.” 3. Fanilik, yani geçicilik bir talihsizlik değildir. “Göklerde ve yerde olan herkes müstesna olmamak üzere, O çok esirgeyici Allah’a mutlaka kul olarak gelecektir. Andolsun ki O, bunları cemiyet olarak saymış, fertler olarakta saymıştır. Onların her biri kıyamet günü O’na tek başına geleceklerdir. “ İkbal, bu ayetler ışığında insanın kişiliğini kaybetmeyeceğini öne sürer. Kur’ân-ı Kerim’e göre insanın en büyük mutluluğu insanın kişiliğini ve geçiciliğini yitirmemesidir. Bu noktada İkbal, bitmeyen mükafatı (ecr-i gayri memnun) nefsini kontrol etme, benliğin biricikliği ve bir ben olarak faaliyetinin daha da gelişmesi ve gücünün artması şeklinde yorumlar. Hatta “Evrensel imha” manzarasında bile nefis terbiyesi almış Ego’nun sükûnet ve metanetini yitirmeyeceğini şu ayete dayanarak beyan eder; “Sur’a üfürülmüş, artık Allah’ın diledikleri müstesna olmak üzere göklerde kim varsa, yerde kim varsa düşüp öleceklerdir....” İkbal, tahmin edileceği gibi tekâmülü milyonlarca yıl sürmüş bir varlığın işe yaramaz bir meta gibi bir köşeye atılmasına dayanamaz. O, ölümü Ego’nun ilk imtihanı, berzah’ı ise Ego’nun bir haleti ruhi-yesi olarak görür.

32

KA

YS

ER

İ

TA

LA

S

İL

ÇE

M

İL

E

Ğİ

M

RL

ÜĞ

Ü

İkbal’in cennet ve cehennem hakkında görüşleri geleneksel görüşe oldukça aykırı ve aynı zamanda ilginçtir. O, Kur’ân-ı Kerim’in ifadelerine dayanarak “Cehennem kalplere yaklaşan Allah’ın yaktığı ateştir.” ayetini yorumlayarak cehennemi, insanın bir insan olarak başarısızlığını acı bir şekilde hissetmesi anlamında Ego’nun bir durumu olduğunu ifade eder. Aynı şekilde cennet, ölüm ve felaket güçlerine karşı zafer kazanma sevincinin adı olarak yorumlanır. İkbal, ayette geçen “hulud” kelimesini de zaman, müddet anlamında yorumlar. Kısaca İkbal, hayatın ferdiyetine inanır. Onun için ego tecrübelerimizin şekillendirdiği ve yön verdiği bir enerjidir. Bu enerji ise yaratılıştan sahip olduğumuz bir özelliktir. İkbal’e göre ego tabiatla ilişkidedir ve tabiatı sebep-netice sistemi olarak görmek ego için vazgeçilmez bir unsurdur. İkbal, âlemin devamlılığı yahut kalıcılığı meselesinde İslam’ın belirlediği veya tasvir ettiği düzeyi aşar. Bunun paralelinde “ölümden sonra dirilişi” polemik konusu yapması ve ahiret hayatını insanın çalışmasına başlangıç aşaması kabul ederek dünya hayatına eklemesi, şeriat tarafından yapılan teklif ve bu tekliflerin müddeti

ve zamanı hakkında bir kuşkuya yol açar. “Acaba insanın

sorumluluğu bu dünya ile kalmayıp, ahiret için de

geçerli midir?” sorusu aklımıza gelir. Bu noktada İkbal,

“Cehennemde ebedi kalıcıdırlar” ayetinde ebediliği

zamandan bir dönem diye tefsir ederek, diğer bir ifadeyle

insanın ebedi ve kalıcı olmasını sağlayacak amel için

insana ondan sonra bir sürenin daha verileceğine işaret

ederek İkbal, insanın iki dünyada da sorumlu olacağını

ve şeriat tarafından ona yüklenen mükellefiyetin

dünyada ve ahirette devam edeceğini ifade eder. Böylece

dünya ve ahiret, hem tabiatlarında, hem de onlardan

kastedilen hedefle aynı olmaktadır. Hâlbuki geleneksel

anlayışa göre, dünya imtihan ve deneme yurdu, ahiret

ise sükûn ve karar yurdu, yani imtihan ve denemenin

kesildiği bir yer olarak kabul edilmektedir. Yüce Allah

şöyle buyuruyor: “Allah, inananları sizin durumunuzda

bırakacak değildir. Temizi pisten ayıracaktır.” “İnkâr edip

kafir olarak ölenlerin hiç birinden yeryüzünü dolduracak

kadar fidye altın verseler dahi kabul olunmayacaktır.

Onlar için can yakıcı bir azap vardır.” Bu ayetlerin

ifadesinden anlaşılacağı gibi insanın ölmesiyle bu fırsat

elinden çıkmaktadır. Zira çalışmak için fırsat yeri sadece

bu dünyadır. Ayetlerin bu şekilde yorumu dini düzeye

veya tefsire uygun olandır. İnsanın amel zamanını

belirleyen ve hayatta insanın seçimini sınırlayan bir

işaret olarak İslam’ın tabiatına düşen de bu anlamdır.

İkbal’in “Cennet” ve “Cehennem” kavramları

konusundaki görüşleri geleneksel anlayışa oldukça

aykırıdır. Cennet ve cehennem Ego’nun hali olarak

yorumlamak oldukça zorlamadır. Kur’ân-ı Kerim’de

“Senin için hakkında bilgi hasıl olmayan şeyin ardına

düşme. Çünkü kulak, göz, kalp; bunların her biri

bundan mesuldür.” ayetinde geçen kulak, göz, kalp gibi

kavramlar ne kadar gerçekse Cennet ve Cehennem

kavramları da o kadar nesnel olarak kabul edilebilir.

Ancak onların mahiyetini bu dünya içinde açıklamak

mümkün değildir.

33

TA

LA

S

LT

ÜR

V

E

İT

İM

D

ER

Y

IL

:4

S

AY

I:

5M. Ali DURMUŞ

Mehmet Cemile Oğulcuklu İ.O. Din Kül. ve Ah. Bil. Öğrt.

Modernizmi, arkasına sığındığı modern araç-gereçlere bakıp da, teknolojiden ibaret sanmak çok yanıltıcı olur. Modernizm, bundan çok daha başka bir şey dir. Nice ‘modern’ler vardır ki, birçok teknolojik ürünü bilinçli bir iradeyle kullanmamaktayken, teknolojiyle arası çok iyi olan niceleri de ‘modern’ sayılma ya elverişli değildirler. M o d e r n i z m , aydınlanma ile gelen zihinsel dönüşümün ortaya çıkardığı bir ideoloji ve bir yaşam biçimidir. İnsana, doğaya, tarihe, hayata yeni bir bakıştır. Modernizm bilgide, kültürde ve siyasette gelenekten köklü bir kopuş mahiyetinde yeni bir hayat tarzına geçiş, yeni bir bilinç oluşumu ve zihinsel bir devrimdir. Dünyaya ve hayata, öncekinden kökten farklı, yeni bir bakıştır. Rönesans ve reform çağının bir devamı olan aydınlanma felsefesi, modern hayat görüşünün ve düşünüş tarzının oluşumunda doğrudan etkili olmuştur. Gelenekle köprüleri atmış olan modernizm doğaya, insana, eşyaya rasyonel, seküler ve hatta ki mi zaman pozitivist bir bakışı ifade eder. Dolayısıyla modernizm, belli düzeyde siyasi bir ayrışmayı da uhdesinde barındırır. Bununla beraber belirtmek gerekir ki, kendilerini ‘modern’ olarak tanımlayanından, en gelenekçi zümrelere kadar, kavramın mahiyeti üzerinde tam bir görüş birliği sağlandığı da söylenemez. Bir bakıma, herkesin modernizmi kendine göredir. Kendilerini modernizm çizgisinin en uç noktasında görenler, bunu, çizginin diğer ucundaki -geleneksel- zümrelere karşı bir ‘koz’ olarak kullanma eğilimi gösterirken, gelenekçi zümreler de çoğu zaman, ötekine karşı, bir ‘rüşdünü ispatlama’ çabası içine girmeye çalışmaktadırlar. Modernizm, ne yazık ki Türkiye gibi toplumlarda insan, doğa ve ahlak üzerinde birçok yıkıcı etkiyi de beraberinde taşımıştır. Aslında modernliğin tanımının müşkül olmasına; herkesçe kabul edilebilir, sabit bir anlamın verilmesinin mümkün olmamasına rağmen, modernizmin tek bir tanımı varmış gibi hareket etmek, dolayısıyla modern adı verilen tek bir yaşam tarzını herkese dayatmak, sanırım, ancak fanatizmle izah edilir bir tutumdur. Her kavramın olduğu gibi, modernizmin de, siyasi fanatizmlere boğulmadan, olabildiğince objektif ilmî/siyasî kıstaslarla insana getirdikleri ve götürdüklerinin mukayeseli bir şekilde tartışılması gerekir.

Modernizm, her şeyden önce –ki hele de Türk toplumu gibi, köklerine, örf ve geleneklerine son derece bağlı- bir toplumun g e l e n e k l e r i n d e n , ö r f l e r i n d e n , m a n e v i y a t ı n d a n tamamen kopmasını, k ö k s ü z l e ş m e s i n i g e r e k t i r m e m e l i d i r . Modernleşme adına, gelenekten kopmak, toplumu toplum yapan bütün değerlerden

soyutlanmak ve hatta bunları küçümsemek, topluma verilebilecek en ağır hasar olsa gerektir. Modernleşme, mutlak bir bireyciliği tevlid etmektedir. Bunun, modernizmin kaçınılmaz bir sonucu olup olmadığı tartışmaya açıksa da, vakıa böyledir. Oysa bireycilik (individualizm), bizim gibi yardımlaşmayı seven, öğrencilerine sınıflarda binlerce kez, yaşlılara yardım etmeyi, toplu taşıma araçlarında büyüklere yer vermeyi öğreten bir cemiyetin ruhunu öldürebilir. Bireyciliğin adeta bir ideoloji haline geldiği bir toplumda egoizmi, bencilliği, benmerkezciliği ve menfaatperestliği nasıl önleyeceksiniz? Birey olmakla bireyciliği de birbirine karıştırmamak gerekir. Birey olmak, kişinin şahsiyetinin gelişimidir ve son derece önemlidir. Bireycileşmiş bir toplumda, toplumsal hayata tam uyum sağlayamayan, dünyayı sadece kendisinden ibaret zanneden problemli kişiliklerin üretilmesi kaçınılmazdır. Büyükçe bir reklam panosunda şöyle bir reklam gözüme ilişmişti: Modern şekilde tefriş edilmiş bir çocuk odasında, yerde oyuncakları arasında oturan bir çocuk: “Bu benim odam; bu benim dünyam ” diyordu. Sahnedeki kahraman, ailenin tek çocuğu olup, kardeşi bulunmamakta, ama modern mobilyaları, ranzası, bilgisayarı ve oyuncakları vardı. Eşyaya/oyuncağa boğulmuş ‘tek başına’ bir çocuğun “benim dünyam” dediği şey, ne kadar “dünya”dır; o dünya o çocuğa neleri verebilir, bunun izahı da, konuyu çok yönlü bir şekilde araştıracak ve açıklığa kavuşturacak uzmanlara düşmektedir. Modernizm bizi bencilleştiremez. Paylaşmak, muhtaçlara yardım, düşenin elinden tutmak, bizim toplumumuzun en baskın karakteridir. Bireycilikle, ahi kültürü gibi motivasyonları takas yapamayız. Yoksulları gözetmek, eski Türk geleneklerinde de var olan ahlaki bir tutumdur.

Modernizm, aydınlanma ile gelen zihinsel dönü şümün ortaya çıkardığı bir ideoloji ve bir yaşam biçi midir. İnsana, doğaya, tarihe, hayata yeni bir bakıştır. Modernizm bilgide, kültürde ve siyasette gelenekten köklü bir kopuş mahiyetinde yeni bir hayat tarzına geçiş, yeni bir bilinç oluşumu ve zihinsel bir devrim dir.

MODERNİZM VE İNSAN

34

KA

YS

ER

İ

TA

LA

S

İL

ÇE

M

İL

E

Ğİ

M

RL

ÜĞ

Ü

M o d e r n i z m T ü r k t o p l u m u n u , g e n ç l e r i n büyüklerine ve yaşıtlarına saygı d u y m a d ı ğ ı ; evlerin sadece birer otel gibi kullanıldığı; aile m e f hu mu nu n şirkete, ‘ofis’ m e r k e z l i b ü r o k r a t i k bir hayata d ö n ü ş t ü ğ ü ; çocukların, çok önemli olan ruh dünyalarının çatısının kreşlerde çatıldığı; komşuluk kavramının unutulduğu; akraba, eş-dost ilişkilerinin tamamen bittiği; bayramların ‘tatil köylerinde tatile dönüştüğü; yaşlanmış ana-babaların, huzurevinde kendisini ziyaret edecek torunlarını beklediği ruhsuz, yönsüz, amaçsız bir yığına dönüştürmemelidir. Buna kimse izin vermemelidir. Böyle bir tehlikeye karşı tedbir almak, tedbir önermek her insanın görevidir. Çünkü bu kötü akıbet, hiç kimseyi dış ta bırakmayacak, değirmeninde öğütmek için hiç kimsenin hatırını saymayacak kadar kapsamlıdır.Modernizmin rant tutkusu ne yazık ki şehirlerimizi şehir olmaktan çıkartıp, birer beton sütunlar galerisine dönüştürmekte; mahalle ve sokak kavramlarını unutturmakta, şehirlerin ruhu denilen şeyi katletmektedir. Bu katliamdan doğa da nasibini almaktadır. Modern bireyler doğayı bencilce kullanmaktadırlar. Doğa, bizzat orayı kirletmekte kullanılan, “kullan, at ” türü naylon araç gereçler gibi kullanılıp atılmaktadır. Modern birey, doğayı zevkine göre sorumsuzca kullanmakta, kendisinden sonrasını tufan olarak görmektedir. Kuşkusuz değişim bir gerçektir. Yunan filozofu Herakleitos’un, “bir nehirde iki kere yıkanılmaz” sözü, doğal değişimin belki de en iyi ifadesidir. 21. Yüzyıl toplumlarının, değil yüzlerce yıl, on yıl öncesi gibi olmasını bile bekle yemez ve isteyemeyiz. Ancak, global ölçekteki teknik, bilimsel ve sosyal değişim gerçekleri bize, acı verecek, hoyratça bir değişimi tercih etmemiz gerektiğini telkin etmemelidir. Doğaya, canlılara ve

insana bakışımız m e k an i k l e ş e m e z . Doğanın, canlıların ve insanın bizlere Allah’ın en güzel emaneti olduğunu hiçbir zaman akıldan çıkaramayız. Tolstoy, “İnsan ne ile yaşar?” diye soruyor. Bu sorunun cevabının sevgi olduğunu bilmekte tereddüt edecek çok az insan bulunabilir. Filibeli Ahmed Hilmi, “Âmak-ı Hayâl”de, Zerdüşt

inancını sembollerle anlattığı Hürmüz-Ehrimen savaşında, Hürmüz’ün taraftarlarından karşısına çıkan herkesi bir hamlede yere seren Ehrimen’in ‘Nifak’ adlı kötü karakterini, Hürmüz’ün adamlarından ancak ‘Muhabbet’e yendirir. Bu, sevginin gücüne dikkat çeken, önemli bir tespittir. Öyleyse, yeni nesillerimize doğa, canlılar ve insan sevgisini verebilmeliyiz. Gerçi şöyle diyesim geliyor: aslında biz büyükler gölge etmesek, çocuklarımızın fıtratını tahrip etmesek, onların temiz fıtratları zaten bu sevgiyi bulacak yetenektedir. Zaten onlar, Allah’ın merhamet sıfatının bir tecellisi olarak dünyadadırlar… Modern eğitim sistemi çocuklarımızı sadece para, lüks hayat, şöhret gibi hedeflere kilitlememeli. Aksi takdirde çocuklarımızın ruh dünyalarını, para ile ölçülüp tartılabilir bir yapıya gerileteceğiz. Sonuç olarak modernizm, tıpkı teknolojik aletlerin kullanımı gibi, dikkatli olunması gereken bir zihin ve yaşam tutumudur. Bilinçsiz yaklaşıldığında bizi tarih dışına atabilir. Bizim, kendimiz kalabilmemiz için, köklerimizdeki temel dinamikleri ciddi olarak hesaba katmalı, kendi bindiğimiz dalları kesmekten şiddetle kaçınmalı, kendi boynumuza kement geçirmemeliyiz. Bu öneri, köklerimizin, geleneğin hepten ‘iyi’ olduğu anlamına tabi ki gelmemektedir. Geleneğin de, belki en az modernite kadar ayıklanması, eleştiriye tabi tutulması gereken unsurları vardır. Fakat ‘yeni’ bir durum olan modernizmin eleştirisi, geç kalmaya gelmez diyorum.

35

TA

LA

S

LT

ÜR

V

E

İT

İM

D

ER

Y

IL

:4

S

AY

I:

5

Batı’nın karanlık ama bizim en aydınlık çağlarımızdan biri olan Ortaçağda, ecdadımız hayırda ve güzel işler yapmada birbirleriyle adeta yarışırlardı. Yardım, şefkat ve sevgi hissinin ebedileşmesi arzusundan doğan ve cömertliğin müesseseleşmiş şekli olan vakıf müesseselerimiz sayesinde milletimiz yıllarca huzur içinde varlığını devam ettirmişti.Ecdat vakıfları arasında günümüz insanının hiç aklına bile gelmeyecek bazıları şunlardır:-Kışın aç kalan kuşların beslenmesi,-Bayram günlerinde şehir ve kasabalarda top atılarak çocukların sevindirilmesi, -Koyun cinsinin ıslah edilmesi,-Et fiyatlarının kış aylarında yükselmemesini sağlayacak tedbirlerin alınması,-Hasta ve garip göçmen leyleklerin bakım ve tedavi edilmesi,-Çalışan kadınlara süt anne bulunması,-Hac yolunda parasız kalanlara para dağıtılması,-Cami ve türbe duvarlarındaki ot ve yosunların temizlenmesi, Ramazan-i Şeriflerde camilerde hurma, zeytin gibi iftariyeliklerin dağıtılması, -Köy ihtiyarlarına elbise temin edilmesi.-Hamalların sırtlarındaki yükleri, üzerine koyup dinlendikten sonra kimsenin yardımına muhtaç olmaksızın sırtlanabilmeleri için mola taşları dikilmesi-Yüksek dağ ve geçitlerde kar ve tipiden korunmak için sığınak yapılması,

-Yaz aylarında sıcaktan bunalanlar için gölgelik yapılması ve icap eden yerlere su küplerinin konulması... Evet Ortaçağda böyleydik. bir Avrupalı derse anlarımda biz o muhteşem ecdadın torunları olarak nasıl ortaçağdan utançla bahsederiz anlamış değilim...Bırakalım yarası olan gocunsun. Bize ne ki Ortaçağ karanlığından...

Bir zamanlar biz de millet, hem nasıl milletmişiz: Gelmişiz dünyaya milliyet nedir öğretmişiz! Kapkaranlıkken bütün âfâkı insaniyetin, Nur olup fışkırmışız ta sinesinden zulmetin.

(M. Âkif ERSOY)

ORTAÇAĞDABİR VAKIF MEDENİYETİ

Ahmet KALDIRIMCITalas İlçe Milli Eğitim Şube Müdürü

36

KA

YS

ER

İ

TA

LA

S

İL

ÇE

M

İL

E

Ğİ

M

RL

ÜĞ

Ü

Geçmiş dönemlerden bugüne kadar taş ustası olarak geçimini sağlayan Zincidere halkının çoğunluğu, bu mesleklerini taş ustalığını doruk noktaya çıkaran Mimar Sinan'ın doğum yeri olan Kayseri'de, cami yapımında, mezar taşlarında, tarihi eserlerin yapımın da ve onarımında, şöminede, peyzaj çalışmalarında kullanılan dekoratif malzemelerde, istinat duvarlarının yapımında, köprü yapımında,yer döşemeleri ve yol yapımı gibi bir çok eserin yapımında sürdürmüşlerdir.Zincidere’de taş ustalığı, cumhuriyet döneminden öncelere dayanmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu zamanında önemli bir Ortadoks Türk yerleşim merkezi olan Zincidere’de yapılmış bulunan, zamanına göre çok büyük olan lüks konaklar, taş binalar ve binaların kapı girişleri, bahçe duvarları, mezar taşları halen yapıldığı yıllardaki gibi sağlam ve gösterişli bir şekilde ayakta durmaktadır. Cumhuriyet önemiyle birlikte bu binalarda gerek eğitime yönelik (Amerikan Kız Koleji, Türkiye’de ilk öğretmen okul, polis okul, yetiştirme yurdu, vb.) gerekse milli savunmaya yönelik olarak (Astsubay okulu, Kayseri’de ilk Matbaanın Kuruluşu 1935 ) birçok kurum yıllarca hizmet vermiş olup halende bazıları hizmet vermeye devam etmekte olup zamana meydan okumaktadır. Taş ocaklarından kaba olarak çıkarılan taşı çeşitli amaçlar için kullanılmak üzere işleyen, yontan, şekil veren, süsleyen, üzerine yazı yazan ustalara taş yontucuları veya taş ustaları denmektedir. Taş ustalığı, yapıların kesme ve yontma taş kullanılarak yapıldığı dönemlerin gözde mesleğiydi. Taş yontuculuğu günümüzde unutulmak üzere olan mesleklerden biridir. (1873 YILINDA YAPILAN NÜFUS SAYIMINA GÖRE ZİNCİDERE KÖYÜNDEKİ MESLEKLER VE MESLEKLERİ İCRA EDEN İNSAN SAYISI)Pamuk Atarı 1 Doğramacı 6Komisyoncu 3 Dühan Tüccarı 13Halıcı 3 Hasırcı 2Berber 5 Tüccar 38Keyiş 1 Kunduracı 2Atar 7 Sarraf 2Demirci 1 Kasap 2Hızarcı 1 Tuzcu 1Taşçı 107 Hizmetli 45Kahveci 4 Talebe 169Sıvacı 2 Papaz 3Meyhaneci 2 Çerçi 21Pabuççu 1 Bezirgan 14Terzi 17 Keresteci Çavuşu 2

Bohçacı 18 Pamukçu 52Daskalus 7 Dülger 15Kuyumcu 2 Bezaz 29Tacir 2 Amele 16Mermerci 4 Bakkal 6Hekim 2 Mermer Perdahcıcı 4Seyyar Attar 1 Ücretli Yazıcı 1

Taş ustalığı;1.Taşın ocaktan çıkarılması taş ustalarını anlatırken taş ocaklarından başlamamız gerekir. Taş ustalığı taş ocaklarından başlar. Bu mesleği yapan taş ustaları amaçlarına uygun taşları taş ocaklarından çıkarırlar. Önce taş çıkarılmaya elverişli taş ocakları belirlenir Bu ocaklardan taş çıkarmak kelimenin tam anlamıyla ekmeğini taştan çıkarmak demektir.. Taşçılar ocaklarda, külünk denilen kesici ve yontucu aletleri ile zeminde yuva açarlar. Daha sonra yuvalara ağız tarafı ince demir keskiler çakılarak taş blok bulunduğu yerden kırılarak çıkarılır. Aslında taşı ocaktan çıkarma işi de ustalık isteyen bir iştir. 2.Taşın ocaklardan inşaata getirildikten sonra yontulması:İnşaat alanına yığılan taşlar önce külünk ile düzeltilir, daha sonra ise tarak denilen aletle dikdörtgen şekilde yontulurdu. Taşların kenarlarının dik olması için gönye ile kontrolü yapılır. Beş yüzeyi yontulan taşın bir yüzeyi taraktan geçirilmez. Bu yüzeyine taşın sırt tarafıdır.Yapıda kullanılırken yontulmamış sırtlar yapı ustaları tarafından sırt sırta getirilir ve araya harç atılır. Taşın bu yüzeylerinin tırtıklı bırakılmasındaki amaç harcın taşa daha iyi yapışması içindir. Taşın sırtı külünkün sivri uçları ile tırtıklı hale getirilir.Taş ustalarının maharetli ellerinde bu taşlar şekillenir ve yapıya uygun hale getirilir. Taş ustalarının kullandıkları aletlerden bir tanesi de tarak denilen çelik ağızlı bir alettir. Her iki tarafı keser ağzı gibi ince ve 2-3 mm diş derinliği olan tarak şeklindedir. İki tarafı da kullanılır. Taşın yüzeyini aşındırırken bu tarağın dişleri taşın yüzeyinde çizgiler oluşturur. Taş ustaları taşı işlerken sanki şiir yazıyor, sanki resim çiziyor gibidirler. Aslında onlar taşları yontarken “duygularını, umutlarını, sevinç, keder ve ıstırap larını” taşlara kazımaktadırlar.3. Taşın duvar olarak örülmesi:4. Taşın işlenmesi (üzerine motif ve çeşitli desenlerin çizilmesi) olmak üzere dört bölümden oluşmaktadır. Bu dört bölümde çalışan ustaları uzmanlık alanı ayrı ayrıdır. Mimaride kullanılan özel taşlar; Erciyes Dağı'nın yanmasıyla oluşan tabii taşlardır. Taşın rengi taşın elde edildiği ocağa göre değişir . İçerisinde cam

ZİNCİDERE’DETAŞ USTALIĞI

Hamdi OĞUZReşadiye Yurttaşlar İ.O. Müdürü

37

TA

LA

S

LT

ÜR

V

E

İT

İM

D

ER

Y

IL

:4

S

AY

I:

5

maddeleri bulunmaktadır, taşa sağlamlık kazandıran bu cam maddelerdir. Bu taşlar Koramaz Dağı'nın etrafındaki Zincidere, Gümüşlüce, Derevenk Deresi , Kamber, Mimarsinan, Başakpınar, Koçcağız, Mancusun vb ocaklardan kütükler halinde çıkarılır. Bu taşlar yörede ve bilimsel literatürde Kayseri Taşı olarak tanımlanmaktadır. Ocakta üst üste bastırılmış şekilde olan taşlar demir çiviyle istenilen boyda çivilenerek parçalar halinde çıkartılmaktadır. Çıkan parçalar kütük halinde inşaata getirilerek dökülür. İnşaatta taş ustaları onlar; gönye, gran, balta tarakla yontarak kullanıma hazır hale getirir. Günümüzde taşlar makineyle yontulmaktadır. Makineyle yontulan taşlar elle yontulan taşlar kadar sağlam olmadığı için rağbet görmemektedir Zincidere gibi, Ulu Önder Atatürk’ü 150 atlı ile karşılayan, Milli Mücadeleye büyük destek vermiş olan bu beldemiz, aynı zamanda yetiştirdiği ustalarla da Anıtkabir’in yapımında büyük emekler harcamıştı. Anıtkabir’e Koramaz dağından taşlar kesilip götürülürken Zincidereli Ustalar Abdullah Oğuz, Nafiz Öztürk, Muammer Çağlar, Hacı Yüksel, Hacı Ali Şen, Arif Özen de emeklerini harcamış ve Anıtkabir’in inşasına önemli katkıda bulunmuşlardır. Taş ustalığı fedakarlık ve özveri isteyen bir sanat olması ve günümüzde makinalarla kesim yapılarak taş üretilmesine başlanması ve çalışanın herhangi bir sosyal güvencesi olmaması nedeniyle bu işi yapan pek kalmadı. Yakın çevrede, Mimarsinan, Reşadiye, Sakaltutan ve Başakpınar da halen bu işi makine kesimi taşları kullanarak sürdüren ustalar halen bulunmaktadır. Taş ustası bir eğitimci gibi kendi nafakasını sağladığı gibi bu işi kendinden sonra gelen yeni nesilede öğreten bir öğretmen gibidir, iş yanında değil yurdun çeşitli yörelerinde Niğde’nin bir köyünde cami

yapımında, Sivasın bir ilçesinde Kızılırmak üzerine köprü yapımında, İstanbul da tarihi eser onarımındadır, bu nedenle taş ustası bir iş için gurbete çıkarsa aylarca ailesinden ayrı kalır, bunun içinde Taş ustasının memlekette bıraktığı Zincidereli eşler “Yarim İstanbulu mesken mi tuttun” diye yanık bir türküyle özlemlerini dile getirmişlerdir. Kayseri’nin Talas ilçesine bağlı Erciyes beldesi ve Mimarsinan kasabasındaki taş ustalarının birçoğu Anıtkabir’in yapımında çalışmış. Talas ilçesine bağlı Erciyes beldesinde yaşayan Mehmet Küçükistanbullu, Anıtkabir inşa atında 3 yıl görev aldığını belirterek; “Anıtkabir’ in yapımında 1946-1948 yılları arasında çalıştım. Anıtkabir’in planını çizen Emin Onat’tır. 9 yıl süren çalışma sonrası Anıtkabir 27 milyon liraya mal olmuştu. Anıtkabir’in yapımında kullanılan taşların bir kısmı Bilecik, Ankara, Eskipazar ve Adana Osmaniye’den getirilmişti. Aslan heykelleri ise İtalya’dan gelmişti. Girişte bulunan 2 sütunu ben yaptım” diyor. Mehmet Küçükistanbullu’nun kalfası olan Ahmet Acun ise 2 yıl taş işlediğini kaydederek; “O zamanın müteahhidi, Mimar Sinan’ın doğduğu yer olan Mimarsinan kasabası ile Erciyes beldesindeki taş ustalarını çağırmıştı. Ben yapımda 2 yıl çalıştım. Atatürk’e olan saygımız sonsuzdur. O’nu rahmetle anıyoruz” diyor Üç yıl Anıtkabir’in yapımında çalıştık tan sonra Kore’ye asker olarak gittiğini söyleyen Kore gazisi Mehmet Baktimur ve anıtın yapımın da 4 yıl çalıştığını belirten Mehmet Hisar da Anıtkabirin yapımında çalışmış olmaktan gurur duyduklarını söylediler.

Zincidere Kasabasından Anıtkabir yapı işlerinde çalışanlar; Ayakta duran-Abdullah OĞUZ-Soldan sağa,1 Nafiz ÖZTÜRK, 2 Muammer ÇAĞLAR, 3 Ahmet ÇAĞLAR,4 Hacı YÜCEL, 5 Hacı Ali ŞEN, 6 Arif ÖZEN Tarih: 08 NİSAN 1948

38

KA

YS

ER

İ

TA

LA

S

İL

ÇE

M

İL

E

Ğİ

M

RL

ÜĞ

Ü

Talas İlçesi, hem doğal güzellikleri hem de yerleşime uygunluğu münasebetiyle Osmanlı Devleti döneminde gayrimüslimlerin oldukça rağbet gösterdiği bir mevkii olmuştur. Azınlık nüfusun yoğun olduğu bu bölgede Amerikan misyonerleri ciddi olarak faaliyet göstermişlerdir. Talas’ta açılmış olan Amerikan okulları, hem azınlıkların eğitim ihtiyacını gidermek, hem de Amerikan istekleri doğrultusunda hareket etmek amaçları taşımıştır. 19. yüzyılın ikinci yarısında Kayseri’ye gelmeye başlayan Amerikan misyonerleri, Orta Anadolu’da çeşitli kiliseler ve okullar açmaya başlamışlardır. Talas’ta faaliyete geçen ilk Amerikan Okulu; Talas Amerikan Kız Lisesi’dir. Bu okul daha çok el sanatları ağırlıklı bir eğitim vermiştir. 1871 tarihinde eğitime açılmış ve 18 yıl sonra ise(1889) yukarı Talas bölgesine taşınmış, Amerikalı misyonerlerin denetiminde faaliyetlerini sürdürmüştür. İlk-orta-lise kısımlarının mevcut bulunduğu bu okul, bayan öğretmen yetiştirme amacıyla çalışmalarını sürdürmüştür. Okulun bünyesinde; Müslim-Gayrimüslim binlerce hastaya hizmet vermiş olan bir de hastane bölümü yer almıştır. Okul 1911 yılında bina olarak genişletilmiş, 1916 yılında

ise kapatılmış ve bir daha de açılmamıştır.Birinci Dünya Savaşı sırasında okul binaları Türk yönetimine geçmiş ve hastane olarak faaliyet göstermiştir. Savaş sırasında yaralanan askerlerin de tedavi edildiği bu hastanenin yakınlarında, yaralı olarak gelen ve burada şehitlik mertebesine erişen Türk askerlerinin defnedildiği bir şehitlik oluşturulmuştur. Binalar savaş sonrasında ise yetimhane olarak 1923 yılına kadar hizmet vermiştir. Amerikan Erkek Okulu ise 1899 tarihinde aşağı Talas’ta faaliyete başlamıştır. Kayseri ve civarında okullaşma konusunda profesyonel bir ivme kazanmayı amaçlayan Amerikalılar, Merzifon bölgesinden işin ehli olarak kabul edilen Henry Wingate’yi 1893 yılında Merzifon’dan Talas’a getirtmişlerdir. Wingate, Talas Amerikan Erkek Okulu’nda göreve başlamıştır. Yüzyılın sonlarına doğru verilen raporlarda kız okulunda 60, erkek okulunda 40 öğrenci öğrenim görmektedir. Amerikan halkı çoğunlukla Protestan olduğu için, okullarda okuyan öğrenciler de bu mezhep gerekliliklerine göre eğitim almışlardır. 1906-1908 yılları arasında kapasite yetersizliğini gidermek için yukarı Talas’ta yeni bir arsa alan okul, yeni binasını bu bölgeye (Kız Okulu’nun

TALAS’TA FAALİYET GÖSTERMİŞ OLAN AMERİKAN OKULLARI VE HASTANESİ

Sabit DOKUYAN Başakpınar İ.O.Sosyal Bil. Öğrt.

39

TA

LA

S

LT

ÜR

V

E

İT

İM

D

ER

Y

IL

:4

S

AY

I:

5

yanına) inşa etmiştir. Yedi yıllık bir eğitim sürecini kapsayan bu okulun öğrencilerinin tamamına yakını Ermeni ve Rum çocuklardan oluşmaktaydı. Okulun masraflarına zengin Gayrimüslimler yardım etmekteyse de, yatılı öğrencilerden de pansiyon ve eğitim karşılığında ücret tahsil edilmekteydi. Ücretin pahalı oluşu okulun öğrenci sayısının çok fazla olmasını engellemiştir. Erkek Okulu Birinci Dünya Savaşı başlangıcına kadar, çevrede bulunan diğer azınlık okullarına öğretmen yetiştirme görevini üstlenmiş, savaş esnasında ise kız okulu gibi eğitim hizmetlerini bırakarak, hastane hizmeti vermeye başlamıştır 1927 yılında tekrar faaliyete geçen Erkek Okulu; hem Türk hem azınlık nüfusun okuyabileceği bir sanat okulu haline getirilmiş, Talas Amerikan Okulu(Mektebi) ünvanı almış ve Türkiye de açılan son azınlık okulu olmuştur. Maarif Vekâleti(Milli Eğitim Bakanlığı) girişimiyle 1937 yılında iki yıllık bir eğitimle fabrika ustası ve demirci yetiştirmek üzere Türk öğrencilere geniş bir şekilde hizmet vermeye başlamıştır. Kayseri ve Yozgat’tan gelen birçok yatılı Türk öğrencinin yanı sıra, Talas’ta ilköğrenimini tamamlamış birçok öğrenci de bu okulda yatılı olmamak kaydıyla okumaya başlamıştır. Kayseri Sümer Bez, Hava İkmal ve Ana Tamir fabrikalarına eleman yetiştiren bu okuldan mezun olan Türkler, İngilizceyi de yeteri derecede konuşmayı öğrenmekteydiler. Bu sistem, İkinci Dünya Savaşı’nın başladığı 1939 yılına kadar devam etmiştir. Savaş sırasında okulun faaliyetleri yavaşlamış ve gereken Amerikan yardımını alamamıştır. Bu dönemde okul bir ortaokul olarak hizmette bulunmuş, İngilizce eğitim vermiştir. Erkek okulunun en ilginç yönü ise; Talas’ta bulunan Ali Dağı yamacına her yıl Cumhuriyet Bayramı öncesinde, “TC” harflerinin ve yanına da Cumhuriyet’in kaçıncı yılıysa o yılın Roma rakamıyla yazılması geleneğidir. Bu gelenek şu şekilde başlamıştır: Okul öğrencilerinden birkaçı Talas isminin ilk harfi olan “T” harfini 1932 yılında yazmışlar, 1934 yılında ise Cumhuriyet’i simgelemesi için “C” harfini de ekleyerek sembolü “TC” haline getirmişlerdir. Cumhuriyet’in ilanın on beşinci yılında ise bu sembolün yanına roma rakamıyla XV yazılmış ve bu iş her 29 Ekim kutlamaları öncesi tekrar edilerek, okulun kapandığı 1968 yılına kadar devam etmiştir. Bölge halkı ve özellikle de çocuklar için bu

gelenek bir eğlence haline gelmiş, yazımın gerçekleştiği günlerde halk tarafından da okul öğrencilerine yardım edilmiştir. 1949 yılından itibaren okulda okuyan öğrenciler içerisinde Türk öğrencilerin sayısının artması ve Ermeni-Rum kökenli öğrenci sayılarının azalışı, okula yapılan Amerikan yardımlarını düşürmüştür. 1960 yılından itibaren ekonomik darboğaza giren okul, yedi yıl boyunca yönetim noktasında da sıkıntılar yaşamış ve okulun kapatılmasına karar verilmiştir. 1967-68 eğitim-öğretim yılında son kez hizmet veren okul, eğitim döneminin bitimiyle kapatılmıştır.

Kuruluşu bakımından Amerikan misyonerliğinin bir parçası olmayı hedefleyen okul, esas amacından daha fazla olmak üzere bölge halkı için yarar sağlamıştır. Özellikle Cumhuriyet döneminde, okul üzerindeki etkinliğini artıran Türkiye Cumhuriyeti Devleti, bu okulu bölge halkının hizmetinde kullanmaya çalışmıştır. Talas halkı yetiştirdiği ürünleri buraya satarak gelir elde ettiği gibi, halkın çocukları da bu okulda eğitimlerini tamamlayarak kolayca iş sahibi olmuşlardır. Okul kapanınca bir süre boş kalan binalar, önce Özel İdare ve ardından Beden Terbiyesi Genel Müdürlüğü’ne hizmet etmiştir. Güzel bir doğa içerisinde kurulmuş olan binalar, temiz havası ve sessiz ortamı dolayısıyla milli sporcular için kamp yeri olarak sıkça tercih edilmiştir. Erkek Okulu’nun yanındaki Kız Okulu binaları ise 1972 yılına kadar bir nevi hastane olarak kullanılmış ve buranın doktor kadrosu ise yabancı uyruklulardan oluşturulmuştur. Hastanenin ünü çevre yerleşim bölgelerine yayılmış ve birçok vatandaş bu hastaneyi tercih etmiştir. 1978 yılında Erciyes Üniversitesi kurulunca bu üniversiteye devredilen binalar, restore edilerek 1980 yılından sonra yeniden kullanılır hale getirilmiş ve sosyal tesis olarak hizmete açılmıştır.

40

KA

YS

ER

İ

TA

LA

S

İL

ÇE

M

İL

E

Ğİ

M

RL

ÜĞ

Ü

Maddi hayat yanında ve aynı paralelde manevi hayatta yaşayan canlıya insan diyoruz. Maddi ve manevi hayat her toplumda değişik, karmaşık unsurlardan meydana gelmiştir. Yaşadığı kültür hayatı ve manevi ortam, bir toplumun ahlak ve karakterini oluşturur.O halde; karakter nedir? Karakter; bir şeyi benzerlerinden ayıran temel özellik seciye ve ahlaktır. Karakter insanlarda yalın ortaya çıkan bir özellik değildir. Çeşitli etkenlerle meydana gelen karmaşık bir sonuçtur. Bazı önemli etkiler altında canlıların vücutları değişmeye uğradığı gibi karakterleri de değişir. Organizmayı şiddetle sarsan bazı hastalık ve buhranlar karakterin değişmesinde de önemli rol oynar. Devir devir milletlerin ahlakları ve karakterleri yükselip alçalabilir, şahlanıp miskinleşebilir.Büyük milletlerin her biri medeniyetin hususi bir sahasında en yüksek noktaya çıkmışlardır. Eski Yunalılar estetikte, Romalılar hukukta, Fransızlar edebiyatta, Almanlar musiki ve felsefede, Türkler ise ahlakta birinciliği almışlardır.Bozkır kültürünü ortaya koyan Türklerin kendine mahsus bir düşünce ve ahlak sistemi vardı. Beylik gururu ve hükmetme isteği Türklerin önemli bir karakteristik özelliğidir. Bazı milletleri istismarcılık yoluna sürükleyen husus onların beylik gururunun eksikliğidir. Beylik gururu sadece öğünme vesilesi olan basit bir psikoloji değildir. Onun Gök Tanrı’dan kaynaklanan üniversal bir devlet anlayışının gereği asıl özelliği karşılık beklemeden koruyucu olmasıdır. Bu ise hüküm altına alınmış insanları sevmekle olur.insan sevgisinden doğan koruyuculuk, adalet, hürriyet ve eşitlik duygusunu getirmiştir. Türk töresinin prensipleri böylece daha açık bir mana kazanır. Türklerin tarihte çeşitli kavimleri idare etmekte gösterdikleri başarılar onların insan psikolojisini en iyi anlayan ve tanıyan bir

millet olduğunu gösterir.Türk’ün ahlak prensibini oluşturan beylik duygusu + insan sevgisi + gerçekçilik prensipleridir. Bu prensipleri düstur edinen kişiye Alp denir. Alp yiğit insan demektir. Cesaret ile mücadele ruhunu geliştirici, ad verme ve ant içme gibi gelenekler alpliğin devamını sağlayan birer unsurdur.Eski Türk toplumunda debdebe, gösteriş ve servete değer verilmez, yalancılıktan şiddetle nefret edilirdi. Devletler arası anlaşmalarda bile sadece sözle yetinilirdi. Söz yazılı bir anlaşmadan daha üstündü. Şimdiki söz namustur düşüncesi buradan kaynaklanır.Türkler, dikkat çekici özelliklerinden biri de utangaç olmalarıdır. Türkler savaş meydanında değil de rahat yatakta ölmekten, hatta ihtiyarlayıp, hastalanıp ölmekten utanırlardı. Esir olmak, köle düşmek, kadınların düşman eline geçmesi büyük utanç kaynağı idi. Şatafat içinde yaşamaktan, öğünmekten ve öğünülmekten, verdikleri sözü yerine getirmemekten, yalan söylemekten utanırlardı.Utanma hissi, insana daima kendini kontrol etme imkanı sağlayan bir psikolojik mekanizmadır. Eski Yunan telakkisinde yalancılık, hırsızlık mubah görülmüş, haksızlık yapmak bir kuvvet belirtisi, cesaret faziletlerin başı kabul edilmiş, fakat utanma duygusunun varlığı hatıra gelmemiştir.Buna karşılık eski Türk ahlakında cesaretin yanında ve belki de ondan üstün olmak üzere, kötülükten koruyucu, başkalarını aldatmaktan vicdanının yerini kurnazlığa terk etmekten alıkoyucu ve insana namuslu ve kararlı bir hayat düzeni bağışlayıcı utanma duygusu en büyük fazilet sayılmıştır.Bu özelliklerinden dolayı Türkler hakka saygılı doğruya hürmetkar olmuşlar ve meşru devlet idaresine bağlılıkları ile uzun ve çok zor göç hareketlerinde bile bozulmayan törenin disiplin anlayışı içerisinde nizamcı bir cemiyet teşkil etmişlerdir.Türk ahlakındaki nizam, Türk diline de yansımıştır. Bu sebeple Türk dilinin öteki dillerden ayrılması tabidir. Kısa fakat sert seslerin sıralaması yanında mana yüklü ve ahenkli bir yapıya sahiptir. Kelime eklerinin ve köklerinin muntazam dizimi, Türk karakterinin dile yansımış şeklidir.Türk karakterinin en çarpıcı taraflarından biri üstün vatan severlik duygusu ve şuurudur. Türk tarihi; vatanı için can verenlerin tarihidir. Can veremeyenler mal vermiş ve ellerinden ne gelmişse bu yolda esirgememişlerdir. Türk nereye gitse, asıl vatanını unutmazdı. Çünkü orada atalarının mezarı, çocukluk çağı, baba ocağı, ana kucağı bulunuyordu.Türk’ün vatanperverliğine bir örnek olarak Hun devletinin kurucusu Mete’yi gösterebiliriz:

TÜRK KİŞİLİĞİ Adem ALTUNER75. Yıl Mühibe Germirli İ.O. Müdürü

41

TA

LA

S

LT

ÜR

V

E

İT

İM

D

ER

Y

IL

:4

S

AY

I:

5

Tatar hükümdarı savaş bahanesi için onun atını istedi. Mete savaştan milletini korumak için atını gönderdi. Bahane arayan Tatar hükümdarı bu seferde Mete’nin eşini istedi. Kurultayda Hun beyleri savaş ilanı istedikleri halde Mete “Ben vatanımı kendi aşkım uğruna çiğnetmem” diyerek eşini de gönderdi. Bunun üzerine Tatar hükümdarı hiçbir mahsulü olmayan, ekinsiz, ormansız, madensiz ve ahalisiz bir toprak parçasını istedi. Toplanan kurultay toprağın verilmesine olumlu bakarken Mete “Vatan, bizim mülkümüz değildir. Mezarda yatan atalarımızın ve doğacak çocuklarımızın, torunlarımızın bu mübarek toprak üzerinde hakları vardır. Vatandan bir karış da olsa yer vermeye kimsenin yetkisi yoktur” diyerek Tatarların üzerine yürüdü. Milletin karakteri öyle üç beş asırda oluşmaz, en az bin yılda oluşur.Gerçek Türk ahlakı, hoşgörülüğe ve müsamahaya yer verir. Taassup sevilmez. Türk’e göre taassup ve yobazlık kendine emniyeti olmayan şahıs ve toplumlara vergidir. Türk edebiyatı asırlarca yobazlarla alay etmiş ve onları kınamıştır. Türk imanından o derece emindir ki asırlarca Bizans mozaikleri karşısında namaz kılmış, bu mozaikleri kapatmayı bile düşünmemiştir. Ayasofya 1453’te protokolde bütün Osmanlı’nın birinci camisidir. 1913’te Selanik Yunanlıların eline geçtiğinde Selanik Ayasofya Cami hemen kilise yapılmış, 1950’de de XVI. y.y. yapılan şaheser cemaat revakı, taş oymacılık şaheseri olan minberi, kürsü ve müezzin mahfilli, hiçbir iz bırakılmadan tahrip edildi. Kendine güveni olmayan toplumlar dinde olsun rejimde olsun mutasıptırlar.Eski Türkler dünyanın en demokrat kavmi olduğu gibi en feminist nesil de yine onlardır. Türklerin feminist olmasına başka bir sebepte şamanizmin kadındaki kutsi kuvvete dayanmasıdır. Türk şamanları sihir kuvvetini kullanabilmek için kendilerini kadına benzetirlerdi. Hukukça da kadın erkekle eşitti. Toplantılarda kadınla erkek beraber bulunurdu. Emir nameler hakan ve hatun emrediyor diye başlardı. Eş bir tane olabilirdi. Emperyalizm devirlerinde kuma adıyla başka illere mahsus eşleri bulunurdu, bunlar resmen zevce tanınmazdı. Kumanın çocukları miras alamazdı. Kuma hakanın ilinden değildi.Kadınlar ali, sefir, kale muhafızı, binici de olabilirlerdi. Erkekle kadın eve ortak ve hakimdi. Kadına saygısızlık görülmemiştir. Kadın asılmaz. Kadına işkence edilmez. Kadına ait hiçbir mala devlet el koymazdı.Birinci Dünya Savaşı’na kadar Müslüman-Türk kadınının fuhuşunun nadir bir hadise olduğu bilinmektedir. İslam dininden önce de durum böyle idi. Cahiliye devri arapları gibi ahlaksızlık içinde yüzmüyorlardı. Türk kadınının ahlakı bütün ortaçağ metinlerinde öğülür.Marko Polo “Türk kadınının dünyanın en temiz ve

ahlaklı kadını olduğunu söyler. Vembery Eski Türkçe’de fahişe ve piç kelimelerine karşılık gelen kelimelerin bulunmadığını, bu iki kelimenin Farsça’dan Türkçe’ye geçtiğini kaydeder. Kadına evinde ve sokakta saygısızlık edilmez, kadın asılmaz, kadına işkence edilmez, kadına ait mala devlet el koyamazdı.18. y.y. sonlarında Türkler arasında 25 yıl yaşayan d’ohsson şöyle anlatır:“Osmanlılar; Kur’an’da ifade edilen doğruluk, ahlak ve namus prensiplerine bağlıdırlar. Aralarındaki münasebet iyi niyet ve şevkate dayanır. Başka ülkelerle aralarında yazılı anlaşma yapmaya lüzum görmezler, iyi niyet ve söz her şeyi halleder. Osmanlılar verdikleri sözün esiridirler. Sözlerini tutma hususunda onlara göre müslim ve gayri müslim olmanın hiçbir farkı yoktur. Gayri meşru kazancı ahlaksızlık ve dine aykırı görürler.”Peygamberimizin “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.” Hadisini düstur edinen Türkler ağırbaşlı, mütevazı ve ciddidirler. Gürültüden ve gevezelikten nefret ederler, az konuşur, hemen hiç gürültü yapmaz, kahkaha ile gülmemeye dikkat eder, heyecanını belli etmez, sessizliği sever. Huzuruna düşkündür. Koşmaz, sokakta kimseyi kovalamaz, sokakta ilgi uyandıran bir şey gördümü bakıp geçer durup kabalık yapmaz. Ağırbaşlı ve anlayışlıdır. Erken yatıp güneş doğmadan kalkar. Dedikoduyu sevmez, övünmeyi ayıp sayar. Çocuklar çığlık atmaz ve dövüşmezler. Yüksek sesle konuşmanın ayıp olduğu her çocuğa öğretilir.

42

KA

YS

ER

İ

TA

LA

S

İL

ÇE

M

İL

E

Ğİ

M

RL

ÜĞ

Ü

Terbiye her şeyin esasıdır. Terbiyeden fazla olarak da nezaket de çok beğenilen davranıştır. Kabalık ve anlayışsızlık çok hor görülür. Böyle insanlardan nefret edilir.Nezaket tabiat icabıdır. Avrupa’daki sahte ev gösterişi nezaketi ayıp sayılır. Biri sözünü bitirmeden diğerinin başlaması büyük görgüsüzlüktür.Başkasının şahsi işlerine karışmak ve meraklanmak ayıp sayılır. Kibir ve gurur, şeytana has karakter unsurları sayılır. Hele gerçekten büyük makam işgal eden bir adamın kibir göstermesi o makamı doldurmadığına işaret sayılır. Törenlerde protokol subayları padişahın yüzüne karşı bile “mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var ” diye bağırırlar.Büyüğe saygı, küçüğe sevgi değişmez Türk terbiyesidir. Burada büyüklük yalnız yaş bakımından değildir. Aynı zamanda makam ve servet bakımındandır. Ana ve babaya saygısızlık çok büyük günah sayılır. Büyük kardeşe de bir nispette saygı vardır. Birkaç ay büyük erkek veya kız kardeşe “ağabey” ve “abla” denilir. Asla isimleri ile çağrılmaz. Batı’da ise kardeşler kendilerinden çok büyük abla ve abilerini küçük adları ile çağırırlar.Türk için sadakat bir görevdir. Sadakati olmayan görevine ihanet etmiş sayılır. Fakat vefasızlık sadakatsizlikten çok ağırdır. Türk için vefasız adam köpekten aşağı bir mahluktur. Vaad ve yemine sadakat esastır, vaadinden ve yemininden dönenin ödeyeceği kefaret çok ağırdır.Türk hayırseverliğine üç kıtadaki Türk mimari anıtları şahittir. Hayır yapmadan ölen insan, insan bile sayılmaz. Her sokakta her köyde görülen çeşme ve mescitlerden en büyük bayındırlık eserlerine kadar (Askeri tesisler hariç) ne kalmışsa imparatorluk devrinden vatandaşın hayır eseridir. Onun isteği olan malından hiçbir zorlama olmadan yapılmıştır.Bir zenginin kapısının yoksula ve ihtiyaç sahibine kapanması çok aşağılık bir davranıştır. Böyle bir adam o toplumda barınamaz. Yemek için bir saraya ve konağa girenin mutlaka karnı doyurulur. Merhamet büyük meziyet sayılır. Merhametsizler çok aşağı, insaniyet topluma yabancı aykırı sayılır.Klasik Osmanlı devri Türk karakterinin son zamanlara kadar uzanan bir unsuru da tevekkülüdür. Tevekkül çok oynak bir meziyettir. Aklı esir edecek dereceye varırsa

miskinlik halini alır. Sabır şeklinde ise şüphesiz insanın yararınadır.Türk karakterinin en belirgin özelliklerinden biri de şüphesiz namus, şeref ve dürüstlük duygusudur. Başkasının hakkına tecavüz etmek başkasının hakkını yemek korkusudur. Hileyle başkasının sırtından kazanılan paranın hayır getirmeyeceği kanaatidir.Türk toplumu fuhuşsuz bir toplumdu. Fuhuşla ırza tecavüz aynı mahiyetteydi. Irza tecavüzün tek cezası idamdı. Fuhuşun en kötü çeşidi yani para karşılığı yapılanı meçhul gibiydi. Zira para karşılığı fuhuş servet hırsından olabileceği gibi çok defada yoksulluktan

ve sosyal dayanışma yokluğundan ortaya çıkar. Sosyal dayanışmanın mükemmele çok yakın bulunduğu Osmanlı toplumunda komşunun hatta mahalleden birinin derdi bütün mahallenin derdi sayılır, halli ve defi için herkes elinden geleni yapardı.Türk toplumunun o çağ batılıları çok hayrette bırakan bir özelliği de temizlikleri, sık yıkanmalarıdır. Temizliği dinin yarısı sayan bir toplumda bu alışkanlığa şaşmamak gerekir. Ve Türk mutlaka akarsuda yıkanır, akmayan

biriktirilmiş suda yıkanmak Türk için pisliktir. Türk hamamını ve mutfağının temizliği bolluğu ve genişliği o çağ Avrupalı gezginlerin önemle belirttikleri konular arasındadır. Türkler banyoyu kullanırken Amerikalılar ve Avrupalılar hala varillerde yıkanıyorlardı. Türlerde tuvalet kullanılırken Fransızlar kaplara pisleyip sokağa atıyorlardı , bunun sonucu olarakta yüksek topuklu ayakkabıyı ve parfümü kullanmışlardır.Türk’ün tabiat sevgisi meşhur ve çok eskidir. Yeşilliğe, ağaca, çiçeğe bayılır. Onları itina ile aşk ile yetiştirir ve muhafaza eder. Hayvanlara acıma duygusu çok yüksektir. Türk şehirleri, kuş cennetleri halindedir.Türk toplumu için meçhul bir afette intihardır.İlme, ilim adamına, öğretmene ve din adamına kitaba hatta yazılı kağıda karşı Osmanlı Türkü’nün saygısı meşhurdur. Kumar meçhul gibidir. İçki içenler vardır. Fakat azdır. Buna karşılık 17. asırdan itibaren

43

TA

LA

S

LT

ÜR

V

E

İT

İM

D

ER

Y

IL

:4

S

AY

I:

5

Tütün ve kahve tiryakiliği çok yaygındır.Çok iyi düşünülmüş ve dengelenmiş kanunlar, Türk toplumuna ve Türk devletine faydalı şekillerde düzenlenmiştir. Nimetlerin iyi paylaşılması insanoğluna sağlayabileceği nispette gerçekten iyi bir sosyal adalettir, kurulabilmiş ve daha mühimi zihinlere yerleştirilmiş ve örf ve adet haline getirilebilmiş olması, ahlak, Türk karakterinin yükselmesinin sebepleri arasında hiç ihmal edilmeyecek bir husustur. Nimetleri kötü adaletsiz ve dengesiz paylaşıldığı sosyal adaletin olmadığı toplumlarda ahlak ve karakter zaaflarının arttığı muhakkaktır.Türk toplumunda ahlak ve karakter bozulması yenidir, 20. asırdadır. Fakat bu bozulmada Türk toplumunun dinamik toplum halinden pasif toplum haline gelmesinin de tesiri vardır. Türk toplumu ise daha 16. asrın sonlarından başlayarak eski dinamizmini kaybetmiştir. Hareketsiz fakat henüz ahlaklı ve karakter sahibi. Son asır yıkımıdır ki Türk toplumunu perişan etmiş ve bir çok ahlak nosyonu, onarılmaz yaralar almıştır. Bunun bütün dünyada da böyle olduğunu belirtmek lazım. II. Dünya Savaşı’ndan sonra ise ahlak bütün dünyada çok büyük darbeler yemiştir.19. asırda Osmanlı Türk toplumunda ahlak ve karakter hala dünya milletlerine örnek gösterilecek seviyededir. Çok iyi insanların oluşturduğu bir toplumdur. Fakat tehlikeli şekilde pasiftir. Ancak savunma savaşı yapabilmektedir, taarruz gücünü yitirmiştir. Çok yorulmuştur. Atalarının kan ve alın teriyle bıraktıkları akıl almaktaki büyük miras mümkün olan bir rahatlık içinde yemeyi tercih etmekte, ona bir şey ilave etmek şöyle dursun onu doğru dürüst savunmayı bile fazla düşünmemektedir. İçte ve dışta başına ne gelirse takdiri ilahi bahanesiyle geçiştirmektedir. Yorgun bir savaşçıdır. Cihan devletleri kurmaktan yorulmuştur. Son kuşaklar sanki atalarının yorgunluğunu çıkartmak üzere

şartlanmışlardır. Yalnız bir defa Yunanlıların İzmir’e çıkıp Ankara’ya yaklaşmak cüreti karşısında kafası iyice kızmıştır. Yıkılan imparatorluktan milli devlete geçiş bu kızgınlığın eseridir.Türk esnaf ve tüccarının, dünyanın en namuslu iş adamları ile satıcıları olduğu, o çağda bütün batılı gezginlerin seyahatnamelerinde okunur. İmparatorluğun son devirlerine kadar böyleydi. Türk iş adamının ve tüccarının ahlakını lavantalar, tatlı su frengleri ve azınlıklar bozmuştur. Ermeni ve Rumlardan haksız kazancı, dolandırıcılığı öğrenmişlerdir.Her esnaf kendi loncasına bağlı idi. Lonca sendika idi. Lonca dışı esnaf olmak kabil değildi. Devlet izin vermezdi. Asırlık tecrübe, maharet ve sabır Avrupalı gezginlerin dikkatle belirttikleri gibi Türk esnafının ortaya çıkardığı, imalat ve işin, daima yüksek kaliteli sağlam ve güzel olmasını sağlamış loncaların otokontrolüne eklenen daima hükümet kontrolü de bunu temin etmiştir.Buraya kadar anlattıklarımız gösteriyor ki Türkler hem ahlaklı hem de iradeli bir millettir. Yaşayıp yükselmek ahlaklı ve iradeli milletlerin hakkıdır. Biz bu Türk ahlakına sahip bulunduğumuz zaman yükseldik. Yabancıların ahlaklarını aldığımız zaman düşüp geriledik. Yükseldiğimiz zamanlar bu toprak büyük milli davalar için kendini feda eden yalan ikiyüzlülük bilmeyen vicdanını satmayan insanlarla doluydu. Niğbolu’da 60.000 Türk, birleşik Avrupa’yı yenerken Yavuz korkunç çölleri aşarken; Kanuni boy ölçüşmek için Şarlken’in ordusunu ararken böyle yıkılmaz ruhla bir topluma dayanıyordu.Ahlak millet yapısının temelidir. O olmadan hiçbir şey olmaz.

Bayrağım kılıcım atım Dinim tarihim sanatım Benim ulu kainatım Kaleme kağıda sığmaz M. GENÇOSMANOĞLU

KAYNAKÇAGökalp, Ziya Türkçülüğün Esasları, İstanbul: Bilgi Yayınevi, 1990Makaleler, Derleyen Dr. Abdülkadir Çay, Kültür Bakanlığı Yayınevi, Ankara, 1982Gençosmanoğlu, N.Yıldırım. Türk Edebiyatı Dergisi sayı:205 1990Gürkan, Ahmet İslam Kültürünün Garbı Medenileştirmesi, Ankara, Akçağ Yayınevi, 1969.Kafesoğlu, İbrahim Türk Milli Kültürü, 4. Baskı İstanbul Boğaziçi

44

KA

YS

ER

İ

TA

LA

S

İL

ÇE

M

İL

E

Ğİ

M

RL

ÜĞ

Ü

ŞİİRAhmet DOĞAN

Fatma Kemal Timuçin And. L.Almanca Öğretmeni

TÜRK DÜNYASIBir fırtına koptu Orta Asya’dan

Duyurdu sesini Türk’ün dünyasıOğuz boylarından, binlerce aslanTitretti dünyayı Türk’ün dünyası

İslâmla buluştu Asya önündeŞehadeti tattı düşman önündeAllah’a ettiği her bir yeminde

Büyüdü yüceldi Türk’ün dünyası

Anadolu yurdum, dedi AlparslanSes getirdi İstanbul’dan Bizans’tanKonya’da Mevlana manevi sultan

Dostluğa can verdi Türk’ün dünyası

Yemin etti Anadolu beyleriOsman Gazi kurdu yüce devletiDize geldi bütün dünya devleri

Mazluma güç oldu Türk’ün dünyası

Akıncılar coştu Tuna boyundaÇağ kapattı Fatih fetih yolunda

Yıldırım oldular Balkan yolundaBalkanlar’a doldu Türk’ün dünyası

Dünya beni bilir her yerde varımBosna’da Hersek’te durur mezarımÖn Asya’da yaşar benim canlarım

Kırımdır Kırgızdır Türk’ün dünyası

Azeri bendendir Kazak bendendirTürkmeni Özbeki öz bedendendir

Hepsi benim özüm, Oğuz dedemdir.Kardeştir ayrılmaz Türk’ün dünyası

Nerde Moğolistan, esir TürkistanOlmadı bu dünya yine gülistan

Her yer Türk’ün yurdu, her yer TürkistanTek yumruk olmalı Türk’ün dünyası

45

TA

LA

S

LT

ÜR

V

E

İT

İM

D

ER

Y

IL

:4

S

AY

I:

5

Okumak, doğduğu andan itibaren birçok eğitim süreci geçiren insan için en kolay ve en etkili öğrenme yoludur. Sahip oldukları bilgilerin %60’ını bu yolu kullanarak edinen gelişmiş ülke toplumları, günümüzde daha fazla okuma alışkanlığına sahip olmanın sağladığı avantajları her alanda yaşamaktadırlar. Geri kalmış toplumların karşılaştıkları sorunların birçoğunun kaynağında ise eğitimsizlik yer almaktadır. Bu toplumlarda kişiler, okuyarak geçirebilecekleri zamanları çoğunlukla yararsız uğraşılarla geçirmektedirler. Oysa okuma alışkanlığı öncelikle kişilerin kendisi için edinilmesi mutlaka gereken bir alışkanlıktır. Kitap Okumak Neden Önemlidir? Okuyarak olayların ve gelişmelerin iç yüzünü öğrenen bir kişi, öncelikle kendine olan güvenini artırır. Bu ise aynı zamanda düşünce ufkunu geliştirip, geniş bir görüş açısı sağlayarak, olayları inceleme yeteneği kazandırır. Ayrıca okuyan kişiler çok okumanın beraberinde getirdiği zengin kelime dağarcığına sahip oldukları için, hikmetli ve etkileyici konuşarak hitap ettikleri kişilerde etki de uyandırırlar. Bu etki ise insanlarla ilişkileri güçlendirmekte, kişiye daha sosyal bir karakter kazandırmaktadır. Dahası, geniş kelime dağarcığı, insanın daha fazla kavramla düşünebilmesini de sağlar. Yani düşünce kapasitesini ve kültür düzeyini artırır. Boş zamanlarını, çoğu zaman hiçbir yararlı bilgi aktarmayan televizyon karşısında geçirmek yerine kitap okuyarak değerlendiren bu kişiler, edindikleri bilgi ve kültür sonucunda aynı zamanda toplum içinde etkin bir kişiliğe sahip olurlar. Tüm bu özellikler, kişilerin öncelikle kendileri için okumaları gerektiğinin çok önemli bir göstergesidir. Okuyarak kendini geliştiren kişiler ise elbette çevrelerinde gelişen olaylara da hakim olacak ve toplum içinde eğitim seviyesinde zamanla bir ilerleme sağlanacaktır.

Okuyarak Zaman Kazanmak Genellikle iş sonrası veya evde televizyon karşısında amaçsızca, kanal kanal dolaşarak boşa geçirilen zamanlar, kitap okuyarak geçirilebilecek en verimli zamanlardır. Bunun yanı sıra otobüs, tren, taksi ve uçak gibi ulaşım araçlarında seyahat ederken zorunlu olarak geçen boş zamanlar da kitap okuyarak değerlendirilebilecek anlardır. Özellikle bekleme yapılan yerlerde kitap okumak, geçirilen zamanı hem zevkli hale getirecek hem de kişinin yeni bir şey daha öğrenmesine vesile olacaktır. Bu konuda gelişmiş ülkelerin çizdiği tablo oldukça etkilidir. Sahip olunan her boş anda yanlarında bulunan kitabı okuyan Batılılar, kitap okuma alışkanlığının en güzel örneklerini sergilemektedirler. Doğru Kitap Nasıl Seçilir? Okuma alışkanlığı ile ilgili tüm bu ayrıntıların yanı sıra özellikle dikkat edilmesi gereken bir nokta, okunacak kitabın seçilmesinde özen gösterilmesidir. Bir yıl içerisinde basılan binlerce kitabın arasında elbette faydalı eserlerin yanı sıra kitap olarak değerlendirilemeyecek yayınlar da vardır. Tüm bu kitapların arasında okunacak doğru kitapları seçmek ise ancak kişileri doğru yönlendirmek ile mümkündür. Öncelikle okunacak eserlerin okuyacak kişiye heyecan vermesi ve kişinin kitabı zevk alarak okuması önemlidir; çünkü aksi özelliklere sahip kitaplar, kişileri şüpheci ve ümitsiz bir ruh haline sürükler. Karanlık ve iç karartıcı konuların anlatıldığı kitaplardan ise kaçınmak gerekir. Okuyan kişinin gelişmesinde faydalı olacak içeriklere sahip kitaplar, aynı zamanda kişileri vesveseden uzak tutar ve ye’se düşürmez. Puslu olmayan bir zihne sahip olacakları için de doğru ile yanlışı çok daha kolay ve hızlı şekilde ayırt edebilirler. Ayrıca hikmetli, kolay anlaşılır ve samimi üsluptaki kitaplar, okuyan kişilerde çok daha hızlı etki uyandırır. Bu da her okuyan kişinin bilgileri kolay anlamasını ve öğrendiklerinin aklında kalmasını sağlar. Hiçbir bilimsel dayanağı olmayan, şüpheli izahlara dayanan, yalan ve safsatalarla dolu olan yazılar elbette kişilerde olumsuz etkilere neden olur. Bu olumsuz etkiler ise ancak bilimsel gerçeklere dayanan, okuyan kişiyi yormayan, yalın anlatımlı ve kolay anlaşılabilen kitapların okunması ile engellenebilir. Kitap Güzel Bir Hediyedir Kitabı, güncel bilgilere sahip olmak için okunması gereken dergi ve gazetelerden ayıran en önemli özellikleri kalıcılığı ve her zaman başvurulacak bir kaynak olmasıdır. Dergi ve gazetelere oranla çok daha detaylı bilgiler içeren kitap, doğru seçim yapıldığında okunduğu her dönem yarar sağlayacak bir kaynaktır. Bu da okuyan kişinin ardından, sonraki nesillerin de kitaptan faydalanmasını sağlar. Yeni eğitim-öğretim yılında da bütün öğrencilerimize bol kitap okuyacakları bir dönem geçirmelerini tavsiye ve temenni ediyorum.

KİTAP OKUMANINFAYDALARI

Soysal GÜDENTalas İlçe Milli Eğitim Şube Müdürü

46

KA

YS

ER

İ

TA

LA

S

İL

ÇE

M

İL

E

Ğİ

M

RL

ÜĞ

Ü

ŞİİR FELSEFEYE KARŞIDIRKemal İLHAN

Hidayet Aydoğan And. Öğrt. L.Türk Dili ve Edebiyat Öğretmeni

Felsefe, “ne?” sorusunun sorulmasıyla başlar. “Ne?” sorusunu sorduğunuz andan itibaren, hem ontolojik hem de semantik olarak kendinizi ve varlığı apayrı şekilde konumlandırmışsınız demektir. Çünkü “ne?” sorusu, dilin, analitik bir açımlamayı, bir bildirimi talep eden işlevine tekabül eder. Bir tarafta özneden kopmuş ve öznenin merakına matuf, hakkında bilgi edinmek suretiyle teslim alınacak olan bir nesneler dünyası, bir tarafta bu bilginin verdiği tatmin ve rehavetten kendini Varlığın berisine çeken bir özne anlayışı. Bu kopuş, aklın ve algının teşkil ettiği “kategorik formlara” tahmil edilen bilgi neticesinde, sadece bilen ile bilinen; özne ile nesne şeklinde iktifa etmeyecek; Varlığı da değişik biçimlerde tahdit ve tasnif edecektir. Bu tür bir işlevi üstlenen felsefe, insanoğluna huzur verirken, paradoksal şekilde hem de onu katı bir huzursuzluğun sancısına sürükler. F e l s e f e n i n getirdiği huzur, varlığı kendince tespit edip bir şekilde onu insanoğlunun a n l a y a b i l e c e ğ i bir zaviyede katılaştırmak ve insanoğlunun istifadesine sunmaktan kaynaklanır. Yani bir nevi bilgi paketlerinin albenisiyle teshir edilerek huzura kavuşma hali. “Ne? “ sorusunun sihirli parmaklarıyla varlık peçesinin kalkmış zannedildiğini ve dünyanın semantik olarak dışrak bir dile intibak etmiş olduğunu gördükçe, kalp akçelerle ticari sirkülâsyonunu sürdürme aymazlığındaki bir topluma müşebbeh olduğumuzu düşünebiliriz. Üstelik bu öyle bir akçe ki sürtündükçe parmaklarımıza, silikleşmeye, yıpranmaya devam eder. Ama her ne olursa olsun, felsefenin yarattığı analitik ve sentetik dünyada, bir düzen kurmaya muktedir olunmuştur. Bilgi haznemizin genişleyebileceği, dünyayı parça pürçük olsa da daha iyi anlayabileceğimiz bir konumu haizdir. “Ne?” sorusunun yarattığı imkân, artık var olanın özünün künhüne varmak arzusunda kalmaz, var olanın nasıl muhtelif kullanımlara tahvil edileceğinin sorgulanmasını da teşmil eder. Bu bilimdir, bu teknolojinin inkişafıdır. Bilim ve tekniğin en bariz özelliği, mevcutla yetinmeyip, var olandan yeni nesnelere doğru uzanan yeni formlar elde etmektir. Bu nesneler çokluğu içinde medeniyetin inşası gerçekleşirken, dil de kendine referans olacak o içrek alanı, varlığın gizemli alanını iyiden iyiye yitirmeye

başlar. Dil semantiktir, dil felsefidir, doğru; ama dil artık mucizevî olan, çok katmanlı yapısıyla, Varlığın bizzat kendisi olan şey değildir. Hayatımızı mutlu şekilde sürdürecek çok sayıda eşyamız, konforumuzu temin edecek alet edevatımız, üstelik iletişim ve kazancımızı garantiye alacak bir dilimiz vardır. Ne var ki, bütünden kopmuş olmanın verdiği acıyı dindirecek, beynimizdeki şüpheleri vuzuha kavuşturacak, içimizdeki –nesnesi olmayan o- kaygıyı teskin edecek bir zemini de yitirmişizdir. Bu da bizim huzursuzluğumuzdur. Rasyonelliğin getirdiği tekdüzelikte, medeniyetin esaslı ve rengârenk sütunları altında filozoflar fikri cedellerini bir taraftan sürdürürlerken, bir taraftan da bildikleri

semantik alanın dışında bir şeyler, anlaşılmayan tılsımlı şeyler geveleyen şairlere tahkir ve tel’inle bakıp burun kıvırırlar. Tıpkı Yunan medeniyetinde olduğu gibi.İşte şairler felsefenin inşa ettiği bu medeniyette, söyleyecek sözü olanlardır. Şiirin dili, felsefenin semantik yapısından hareket etmez, ne de şiirin dünyası “ne?” sorusuyla

parçalanan özne nesne dünyasıdır. Kendinden yani Varlıktan başka bir referansı olmayan bu dil, medeni insana bir şey kazandırmadığı oranda iticidir. Onu nereye yerleştireceğini bilmediğinden, tıpkı gösteriş olsun diye sanatın s’sinden anlamayıp da müzayede salonlarında her gördüğü tabloya bitmek bilmez bir iştihayla atlayan zengin salon beyleri misali, medeni insan da şiire, entelektüel ukalalık taslamak yahut libidosunu teskin etmek şeklinde bir yaklaşımla yönelir. Ama şiir dili, şiirin kalitesinin arttığı derecede, ehli olmayanı ilk fırsatta terk eder, onu kendi haline bırakır. Şiir sırf bu dille, felsefi dilin semantik yapısı bozan bu dille, insanı kendi yalnızlığına gömen ve düşünceyi ontolojik kopmasıyla katleden medeniyetin muhalifidir. Düşüncenin Sokrat’tan itibaren tökezlediğini ve varlığın gizlendiğini söyleyen Hedigger’in neden filozoftan çok şaire benzeyen Herakleitos’un yanında yer aldığını, Nietzsche’nin, felsefesinde neden estetist bir tavrı benimsediğini anlamak gerekir. Diyeceğim o ki, evet, şiir barbarların, o eski kadim çağlarda ayinlerinin vecdiyle cuşa gelip varlığın esrarını virt eden insanların dilidir ve evet, felsefe medeniyete muvafıktır.

47

TA

LA

S

LT

ÜR

V

E

İT

İM

D

ER

Y

IL

:4

S

AY

I:

5

ROMANA DAİRAsilhan ŞAHİN

Fatma Kemal Timuçin And. L.Türk Dili ve Edebiyat Öğretmeni

Edebiyat tarihi içinde, yazılı anlatım türlerinin en yenilerinden biri olan roman, Batı’ da feodaliteden kapitalizme geçiş döneminde burjuva sınıfının doğuşu ve bireyciliğin gelişimi sırasında tarihsel, toplumsal ve ekonomik koşulların etkisi altında yavaş yavaş gelişen bir anlatı türü olarak doğmuş; bize ise Tanzimat sonrası Batı romanından çeviriler ve taklitlerle Batılılaşmanın bir parçası olarak girmiştir.Şiir ve drama ile mukayese edildiğinde çok daha genç bir tür olan romanın doğuşu Batı dünyasında çok incelenmiş bir konudur. Antropologlar ve edebiyat eleştirmenleri romanın kökenini destanlara ve efsanelere kadar götürür. Antik çağlardan beri her toplum kendi romanını oluşturmuş, kimisi destan, kimisi şiirli halk hikâyeleri, kimisi de mitolojik aşk ve kahramanlık rivayetleri biçiminde sözlü olarak başlayan metinler ortaya koymuşlardır. Fakat Homeros'un destanlarından bu yana Doğu ve Batı edebiyatlarında görülen bütün yazılı geleneğe ait anlatı metinlerini değil de, Cervantes 'in Don Kişot adıyla bilinen eserinin benzerlerini roman sayma eğilimi vardır. Hâlbuki eski Yunan ve Latin edebiyatlarında roman olduğunu söyleyen araştırmacılara hak vermek mümkün olduğu gibi, insanlığın ortak mirası sayılabilecek Binbir Gece Masalları ile Ramayana, Dede Korkut Kitabı ve Decameron'u da roman saymak gerekir günümüz romanlarını hatırlayınca... Buna göre başlangıcından itibaren gelişen, gittikçe değişen ve modern insanın ihtiyaçlarına cevap vermek için çaba gösteren roman, tarihin seyri içerisinde tekrar ilk dönem kaynaklarından şekil ve muhteva olarak faydalanmaktadır. Bu ise romanın yazılı olma özelliği saklı olmak üzere, kurgusal tekniklerinin modern çağa göre şekillenmesi anlamına gelmektedir. Roman terimi Ortaçağ içinde ortaya çıkmış ve Rönesans'tan sonra bugünkü anlamını kazanmaya başlamıştır. Roman kelime anlamıyla Latin kültürü olan

ülkelerde bilimsel konularda kullanılan Lâtince'nin, yerli halk ağzında aldığı biçimi ifade eder. Bu dille yazılan öykülere, yazıldığı dile uyarak roman denilmiştir. Daha sonraları kelime uzun öykü anlamında kullanılmaya başlanmış ve bu kullanım uluslar arası olmuştur. Roman terimi Batı 'da çağlara göre de farklı yorumlanmış, romanın sınırları ifade ettiği imaja bağlı olarak değişkenlik göstermiştir. XII. yy da roman kelimesi, hem mısra halinde yazılmış bir yazıyı, hem de bu yazının kaleme alındığı dili ifade eder. Romanz (halk dilinde) kelimesi, önceleri Latince'den Fransızca'ya çevirmek sonraları XV. yy. başında Fransızca'da hikaye etmek anlamına gelen romancier fiilini vermiştir... Halk dilince yazılmış eserleri

olduğu kadar Latince'den tercüme olmayan her türlü hayal ürünü eseri, sözlü edebiyat malzemesine kıyasla edebi malzemeyi ifade etme bakımından roman kelimesinin anlamı genişletildi; orta çağın sonunda bu kelime kahramanlık destanlarını ihtiva eder hale geldi. Fielding, Joseph Andrews' in önsözünde nesir şeklinde yazılmıış komik bir destan diye tanımlar romanı. Piskopos Huet on yedinci asırda şöyle demiş: Roman okuyucu eğlensin ve bilgisini arttırsın diye sanatkârane bir tarzda kaleme alınan sevda serüvenleridir, aylak efendilerin hoş vakit geçirmesine yarar... Roman, her şeyden önce ahlaki olmalıdır. Okuyucuya bir şeyler öğretmelidir. Fazilet mükâfatlandırılmalı, rezilet ceza görmelidir hep... De Salvandy 1823’te kaleme aldığı bir önsözde şöyle der: Hayal kadar geniş, toplum kadar değişken olan roman her tarife, her sınırlandırmaya yan çizer. Hudutları duygunun, düşüncenin hudutları; alanı kâinat. Medeniyet ilerledikçe ilerler, medeniyeti geliştiren her şey onu da geliştirir; bozan her şey fakirleştirir... Bir kelimeyle medeniyetin aynasıdır roman Şöyle ki: Edebi bir türün başarı ve gelişme durumunu belirleme ve takip etme bakımından sosyal ve ekonomik faktörler en önemli olanlardır. Meselâ XVII. yy. Fransa’sında çapkınlık romanlarında laf kalabalığı ile bu romanlarda aksiyonlar, kahramanların bağlı bulunduğu

48

KA

YS

ER

İ

TA

LA

S

İL

ÇE

M

İL

E

Ğİ

M

RL

ÜĞ

Ü

örf ve âdetleri veya kahramanların görgü kurallarına saygıları ile halkın yapısı arasında mutlak bir ilişki vardır. Yine 19. yy romanları da bütün bir toplumu kucaklıyordu. Sözgelimi Balzac’ın romanlarında, o günlerin Fransız toplumunu bütün boyutlarıyla görmek mümkündür. Dostoyevski’nin, Tolstoy’un romanlarında da o günlerin Rus toplumunu. Bu romanlarda tipler bütün ayrıntılarıyla belirtilmiş, fizik ve karakterler tek tek anlatılmıştır... Romancı, bir iktisatçı, bir filozof, bir siyaset bilimci görevini de üstlenmiştir. Marx birçok şeyi Balzac’ tan öğrendiğini söylerken, Nietche de, Dostoyevski’nin eserlerine bakarak felsefesini kuruyor... Toplumlara yön vermek isteyenler önce bu romanlara başvuruyorlardı. Çünkü toplumun genel görünümünün yanı sıra toplumu oluşturan kişi ve sınıfların duyguları, düşünceleri, hırsları, yetenekleri en ince ayrıntılarıyla bu romanlarda sergileniyordu. Zira roman ... insan hayatının trajediye açıldığı noktada serpilen, derinleşme imkanını yakalayan bir edebi türdü. Buna göre Roman türü, Batı’ da ki bazı sosyal, siyasal ve ekonomik şartların oluşmasına bağlı olarak, bireyin hayat karşısındaki tavrının bir reaksiyonu şeklinde ortaya çıkmıştır. Zira romancı kurduğu fiction dünya ile gerçek hayata getirdiği yorumu, asırlardır kilisenin sunduğu dinsel çok kez de mitolojik dünyaya karşı bir alternatif getirmektedir. Bugün roman Romanesk türü denilen, insanların başından geçenleri, ihtiraslarını, toplumsal ve psikolojik durumlarını gösteren yapıtları içine alan türün önemli biçimidir Birçok tarifi olan romanın aslında –diğer türlerdeki gibi- tarifinin yapılamayacağı sonucuna varan nazariyeciler de vardır. Hele, romanın bütün bilinen kaidelerini hiçe sayan romanların yazıldığı ve romana karşı (anti-roman) görüşlerin bu türe uygulandığı günümüz edebiyatlarında -roman şudur- diye bir tarif yapmak oldukça güçtür. Romanın ancak tarihi gelişimi, geçirdiği safhaları incelenmek ve yazılı edebiyat içerisindeki yerini, diğer türlerden ayırt edici vasıflarını tespit ile mümkündür. Roman konu bakımından ele alındığında oldukça geniş bir hürriyet alanına sahiptir. Romancı, hayattan aldığı izlenimleri, geçmişte yaşananlardan edindiği bilgi ve birikimlerini hayal gücüyle besleyerek, yine bu hayal gücünün meydana çıkardığı kahramanlarla işleyip gözümüzün önünde canlandırır. Romanın temel özelliklerinden biri ve belki en önemlisi hayatın temel mantığının dışına taşmamasıdır. Olmuş veya olabilecek nitelikteki olaylar muayyen bir mantık zinciri içerisinde sıralanır. Olaylar romancının tanıdığı veya gözlediği hayatlardan, tasarladığı veya okuduğu şeylerden alınabildiği gibi tarihten, anılardan hatta mitologyadan ve masallardan da – gerçeğe uygunluk hissi vermesi şartıyla- çıkarılabilir. Fakat günümüz

romancılarından bazıları amacımız gerçeği kopya etmek değil yeniden kurmaktır, diyerek gerçeğe uygunluk ilkesini ihmal etmişlerdir. Bu romanlarda olabilir ile olmayacak şeyler, rüya ile gerçek iç içedir. Bununla beraber hiçbir romanın tarihi ve yaşanmış vakayı olduğu gibi dikkatlere sunduğunu iddia edemeyiz. Gerçek dediğimiz şey değişikliğe uğrayarak edebi eserin dünyasına girer. Bunun için de hayatın gerçeği ile sanatın gerçeği birbirinden farklıdır. En gerçekçi olduğu iddia edilen edebi eserler dahi yaşanmış olanı değil, gerçeğe uygun olanı dikkatlere sunar. Anlatma esasına bağlı ve yazılı anlatı türlerinden biri olan roman gerçek anlamda bir kurgudur. Bu kurgusal anlatı türündeki fiction alem mimessis veya tecrit düşüncesiyle meydana getirilir. Fiction alem ya model olarak alınan dış dünyanın taklidiyle -ki bu durumda dahi bir ayniyet söz konusu değildir- meydana getirilir. Bunda tasvirler ve teferruatlar dikkat çekici tarzdadır. Mimesisten hareketle kurulmuş itibari âlemi yapan unsurlar harici alemde mevcuttur. Sanatkar bir düşünceden hareketle bir vaka çevresinde onları birleştirerek itibari aleme vücut verir. İkinci olarak tecrit düşüncesiyle teferruatın ayıklanıp, varlık ve hadiselerin sebep olduğu hallerin, dilin bünyesine giren sembollerle ifade edildiği, diğerine nazaran daha mücerret bir kurgudan bahsedebiliriz. Mesnevi ve şark hikâyesi ile Avrupaî hikâye ve roman arasındaki temel fark da buradadır. Roman kişilerinin ayırıcı niteliği, yaratılan fiction dünyanın niteliğine göre, toplumda rastlanabilir, yaşayabilir veya bazı rumuzlar, simgelerle insanları temsil eder olmalarıdır. Bu kişiler bazı timsali yaratıklar da olsalar roman kişileridir. Şahıs kadrosunu meydana getiren fertler, her iki yapma ve yaratma tarzında, insanî vasıflarla itibarî eserde yer alırlar. Onların da fiziki görünüşleri ruhî halleri, istek ve arzuları vardır. Fikri endişelerinin de olması tabidir...onların fiziki görünüşleri, ruhi halleri ve diğer insani vasıfları, tabi olarak –her iki durumda da- itibaridir. Harici alemden alınarak işlenen roman kişileri, ilk romanlarda tamamen insanoğluna özgü, cimri, cömert, kıskanç, nankör vs.. gibi karakter özellikleri ön plana çıkarılarak ele alınmıştır. Fakat insan ruhu üzerinde yapılan çalışmalar ilerledikçe, romancılar hiçbir insanın bu şekilde tek bir karaktere bağlanamayacağını anlamışlar ve kişileri farklı kişilik özellikleriyle değerlendirmeye başlamışlardır. Bunda insanın türlü duygularınışekillendiren veya dizginleyen şartlarında etkisi vardır. Batıda romancılar ancak Kutsal Kitabın ve buna bağlı olarak kilise ve Tanrının egemenliğinden kurtuldukları anda kendilerine göre dünya kurmuşlar ve kendi istedikleri biçimde kişiler yaratarak bu dünyayı doldurmuşlardır. Bu ise insandaki yaratıcı zekânın, mutlak yaratıcı olan Tanrı’nın yarattığı

49

TA

LA

S

LT

ÜR

V

E

İT

İM

D

ER

Y

IL

:4

S

AY

I:

5

dünyaya getirdiği bir alternatif dünya modeli oluşturma çabası şeklinde tezahür etmiştir. Bilhassa aydınlanma çağı insanının, kilisenin sunduğu idealize edilmiş tek tip toplum modeline duyduğu bir tepkinin ürünü olarak yazılan eserlerin başında, yaratılan yeni şahıs kadrosuyla roman türü gelmektedir. Eserlerdeki gerçeklik duygusu yaşanılan hayatla paralel bir çizgiye doğru ivme kazanmıştır.Romandaki kahramanlar, romancının yarattığı fiktif

dünyada çeşitli fonksiyonlar da yüklenirler. Roman kahramanı, sırasıyla romanda hem objektif eleman, hem aksiyonun faili, hem yazarın sözcüsü ve hem de başkalarını ve gerçek dünyayı idrak edebilme, hissedebilme ve yaşayabilme tarzları ile fiktif dünyanın bir insanı olabilmektedir. Asırlar içinde değişen ve gelişen imkanların sonucu olarak roman kahramanları da yazıldıkları zamana, gelişme imkanı bulduğu coğrafi, siyasi ve felsefi zemine göre değişen rollere bürünmüşlerdir. Yaşayan insanlar gibi roman kişileri de bir coğrafi bölgede bir şehir, kasaba veya köyde yaşarlar. Bu çevre okuyucuya tasvirle tanıtılır. Çevre de baştan geçen olaylar

ve kahramanların mizaçları arasında türlü bağlantılar bulunur... Roman çevresini, masal ve destan çevresinden ayıran başlıca özellik, onların hayali veya belli belirsiz yerlerde geçmesine karşılık bunun coğrafi bir mekana yerleşmiş olmasıdır... Romancının çevreyi ele alış tarzları da çağlara ve edebi akımlara göre farklılık arzetmektedir. Bununla beraber çevrenin tasvirinde itibari mekan, harici alemi aksettirme endişesiyle tanıtılıyor ve tasvir ediliyorsa mimesis e bağlı yapma ve yaratma tarzına

uygun bir esere vücut veriliyor demektir. Tedric esası çevresinde kaleme alınan metinlerde ise, mekana aid hususiyetler, bir intibayı sezdirecek tarzda dikkatlere sunulur. Birincisinin resmini yapmak mümkündür, ikincisinde ise, resim yerini minyatüre bırakır. Resim ve minyatür arasındaki fark, iki ayrı yapma ve yaratma arasındaki farkı sezdirecek mahiyettedir...Avrupaî tarz hikâye ve romanda mekanla ilgili satırlar gözler önünde harici alemde mevcut bir yeri tecessüm ettirir. Tamamen hayal mahsulü bir yer bile tasvir edilse, orası bilinen yerlere benzetilerek anlatılır. Neticede gözler önünde veya muhayyilede bir yerin görünüşü belirir. Burasının resmini yapmakta mümkündür.

50

KA

YS

ER

İ

TA

LA

S

İL

ÇE

M

İL

E

Ğİ

M

RL

ÜĞ

Ü

Dolayısıyla ...Romancı yaşanan hayatı tasvir etmez, ama tasvir ettiği yaşanan hayatın ta kendisidir. Zaten tarihi eserle romanı birbirinden ayıran çizgi de budur. Roman yeni bir alem icad etmektedir, tarih ise vesikalara dayanarak anlatmaktır. Bu bakımdan roman, çağının bir aynasıdır ama tarihi bir gerçek kabul edilmez Hatta ...Tarihçi ile romancı aynı kişileri yaşattıkları, aynı eylemleri anlattıkları zaman dahi roman, kuvvetle karşı koyar tarihe. Romanda kurgu, uyduru olan şey, yalnızca anlatılan şey değildir; aynı zamanda o, eylemleri düşüncelerin gelişmesine dönüştüren çözümleme bağlantısıdır da. Geçmişten günümüze kadar romanın tarihi serüveni içerisinde zaman kavramı da, romanın fiktif dünyası içinde diğer unsurlara bağlı olarak değişmiştir. Genel anlamda romanlarda zaman mefhumu,masal ve destanlardan farklı olarak belli bir süre ile sınırlandırılmıştır. Romanlarda zaman yazarın yaşadığı çağ olabileceği gibi geçmiş veya gelecek zamanlarda olabilmektedir. Zaman kavramı romanlarda bir iç unsur şeklinde vaka ve mekana-çevreye bağlı olarak olabilirlik ihtimalini güçlendirecek objektifliği sağlamada en çok dikkat edilmesi gereken unsurlardan biridir. Anlatma esasına bağlı edebi eserlerin ilk vasfı itibari olmalarıdır. Yani itibari bir alemde olan hayat tezahürlerini anlatmalarıdır. Bu alemde zamanın da itibari olması tabidir. Ancak eser bir süre zarfında meydana getirilir ve yine bir süre zarfında okuyucu tarafından idrak edilir. Bunlardan birine yazma zamanı dersek ikincisine yaratma adını vermek yerinde olur... Bunların ikisi de eserin dışındadır, vakayla alakası yoktur. Bununla beraber eserde bir de nakledilen vaka vardır ve vaka belli bir süre içerisinde cereyan eder. Bu süre romanın konusu ve vakanın niteliğine göre farklılık arzetmektedir. Bu kırk yıllık bir serüven olabileceği gibi, bir trafik lambası ışığının değişim süresi kadar da olabilmektedir. Fakat mühim olan vakanın niteliğine bağlı olarak anlatım tekniğinin hikaye etmedeki gösterdiği başarıdır. Roman dünyasında zaman, bir dizi epizotlar olarak bakılan hikayeye aid emareler olarak ifade edildiği gibi kompozisyon ve anlatım tarzları ile ilgili kaynakların eser haline getirilmesidir...Jean Ricardo kendine has bir tarzla roman dünyasında zaman tahlil anlayışını kurarken: Hayal Dünyası (Fiction), Anecdote (Fıkra) veya gerçek anlamıyla Hikâye (Historie) Zamanı ve Anlatma (Narration) Zamanı veya söz konusu hikayeyi roman dünyası içinde ifade etme tarzları. Zaman ile ilgili bu iki eksen arasında, anlatım şekillerinin özelliklerine göre değişen ve anlatımda bir hız belirleyen süre ilişkileri ortaya çıkar. Daha uzun fictif bir zamanı o nispette kısa bir anlatım zamanı ile özetleyen Dolaylı

Anlatım içerisinde hikayeye verilen denge; tahlil sırasında hikayenin yavaşlatılması veya durdurulması ya da Hayal Dünyası zararına anlatıma öncelik veren ve mesela tasvirde aksiyonun tam olarak hareketsiz hale gelmesine sebep olan uzaklaşma. olarak açıklar. Bazı tenkitçiler romanın uzunluğuyla içindeki olayların süresi arasında bir uygunluk bulunmasına istemişlerdir. Birkaç sayfa içine yüzyılları masal gibi sığdırmak, iyi romanlara yakıştırılmamıştır. Ancak bu ölçü her zaman geçerli değildir. Özellikle yeni romanlarda birkaç saatlik vakaların bazan beş yüz sayfalık bir eseri doldurmakta olduğu görülmektedir. Anti-romanda zaman ve sürenin karışık olarak alındığını görüyoruz. Roman kişisi şimdiki zamanda olduğu halde geçmişe aid hatırlamaları veya gelecekle ilgili tasarladıklarıyla her üç zamanı birden yaşamaktadır. Bu yaşantı kopuk şeritler halinde içiçe sürüp gitmektedir. Diğer edebi türlerde olduğu gibi roman da bir amaç için yazılır. Yazıcının söylemek için dünyaya gelmiş olduğu, şahsi fikirleri ve duyguları vardır. Bize bunları duyurmak ister. Böylece bir eser, bir roman insanlığın ezeli meselelerinden birine cevap vermiş veya biraz vüzuh getirmiş olur. Bununla beraber bu amacın eserlerde belirtilme tarzı farklıdır. Sanat değeri yüksek olan romanlarda bu amaç konuya ve üsluba iyice yerleştirilmiş, sindirilmiş ve okuyucuya sezdirmek yoluyla verilmiştir. Diğer şekil ise tezli roman denilen fikrin doğrudan doğruya okuyucuya aktarıldığı eserlerdir. Bu tür romanlarda genellikle tüm kahramanlar, yazarın düşüncelerini yüksek sesle dile getiren kişilerdir. Romanın tüm kurgusu verilecek mesaja göre ayarlanmıştır. Tezli olsun olmasın romanların çoğunda gizli veya açık bir çatışmanın, bir başkaldırının bulunduğu da bir gerçektir. Zira roman hayatın trajediye açıldığı noktada gelişen ve derinleşme imkânını yakalayan bir türdür. Romanın Kudreti adlı incelemesinde Roger Caillais bu hususu ifade ederken Roman, topluma karşı bir isyandır. Hangi memleketin, hangi sınıf için yazılmış, hangi çeşit romanına bakarsanız bakınız, orada ya bir sosyal adaletsizliğe, ya aileye, ya devlet sıkısına, ya kanunların aczine ya görenek ve geleneğe ya iktisadi veya ahlaki düzene karşı meydana gelen, saklı bir baş kaldırma göreceksiniz der. Konuları ve temalarının ağır basan özelliğine göre de romanlar çeşitli türlere ayrılır.Kişileri tarihteki kişiler arasından seçmiş ve olayları belirli bir tarih döneminde geçen romanlara tarihi roman denir. Değeri daha çok olayların çeşitliliğine dayanan, hareketli, heyecanlı ve merak uyandıran romanlar serüven romanları dır. Belli bir insan topluluğunun yaşamını, yaşayış biçimini canlandıran romanlar töre romanları,

51

TA

LA

S

LT

ÜR

V

E

İT

İM

D

ER

Y

IL

:4

S

AY

I:

5

olaydan çok psikolojik çözümlemelere yer veren romanlar, psikolojik roman, roman kahramanlarının anıları biçiminde yazılan romanlar da anı romanı adını alır. Karşılıklı mektuplaşmalarla düzenlenmiş romanlar da vardır.Görüldüğü gibi roman türü aniden ortaya çıkmış bir anlatı değildir. Namık Kemal- ‘in Tanzimat ile beraber edebiyatımızda siyasi makaleler ve tiyatro ile beraber ortaya çıkan üç şubeden biridir dediği roman kaynağını sözlü anlatılardan almış, burjuvazinin gelişmesi ile önem kazanan ferdiyetçiliğin bir ürünü olarak gelişmiş; matbaanın çoğalması ve Pazar ekonomisinin güçlenmesiyle formatını önemli ölçüde değiştirmiş, içeriği ve konusuyla da geçmişe nazaran büyük farklılık kazanmış bir edebi türdür. Genel edebiyat tarihi içerisinde ise en mühim ayırıcı vasfı onun yazılı bir anlatı türü olmasıdır.Türk edebiyat tarihine ise Tanzimat ile birlikte giren bu anlatı, ilk dönemlerde gerek kurgusu, gerekse konu ve amacı itibariyle batıdakinden oldukça farklı bir seyir takip etmiştir. Tercümeler vasıtasıyla tanınmış, taklitlerle yaygınlık kazanmış, ama hiçbir zaman batı formatında bir seyri olmamıştır. Bunun sebebi olarak da Osmanlı Devletinin sosyo-ekonomik ve kültürel yapısındaki farklılığı gösterilmektedir. Sanayi inkılabını yaşamamış, sınıfsal bir toplum yapısı olmayan, ve asırların sunduğu köklü edebiyat geleneğinin gölgesini tüm kesafetiyle hissettirdiği bir ortamda roman sanatının olmaması tabidir. Görüleceği gibi roman, yalın bir sanat ve bir estetik ihtiyacı tatmin olmaktan ziyade sosyo-kültürel bir alt yapısı olan, köklü bir fikri değişimin neticesi şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Gerek konusu gerekse tüm teknik vasıtalarıyla beraber yeni bir anlayışın ürünüdür. Bu anlayış ise temelde kilise taassubunun hantallaştırdığı bir toplumun, tanrı karşısında yaratıcı zekâsını ispat etmesi esasına dayanır. Bu açıdan bakıldığında roman, kiliseye isyanın bir ürünü olarak karşımıza çıkar. Zira kimi aydınlara göre bu yeni anlatı türü, insan ruhunu tüm çıplaklığıyla ortaya koyan bir günah çıkarmanın sonucudur. Roman (uzun anlatı) daha genel adıyla fictional narratives destanlar döneminden 20. asra kadar ki gelişim çizgisi ve Türk edebiyatıyla münasebetleri açısından mukayeseye tabi tutularak incelenmesi, şüphesiz türün iki kültür

arasındaki mahiyet farkıyla beraber birbirleri üzerindeki etkilerini de ortaya koyacaktır.

KAYNAKLAR:Berna Moran, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış, İstanbul 1983,s.9Berna Moran,, a.g.e s.9 Taner Timur, Osmanlı-Türk Romanında Tarih, Afa Yay. Toplum ve Kimlik, İst.1991, s. 14Mustafa Miyasoğlu, Roman Düşüncesi ve Türk Romanı, İst 1998, s.77kurgusal teknik romanın kendi iç dinamikleri olan anlatım, olaylar arası Bağlantılar, vaka, şahısların özellikleri, ve muhtevanın günümüz dünya romanlarındaki değişimi göz önüne alınarak ifade edilmiştir. Ayrıca bilim-kurgu romanlar ve bu sanatın sinemadaki aksi de buna örnek teşkil etmektedir. Olağanüstü olaylar ve kahramanlar meydana getirilmiş meta-fizik olaylar fizik aleminde somutlaştırmaya çalışmıştır.Olcay Önertoy, Halit Ziya Uşaklıgil Romancılığı ve Romanımız da ki Yeri, KB. Ank.1999, s.10Doç.Dr. Hüseyin Gümüş, Roman Dünyası ve İncelemesi, İst. 1988, s. 2Cemil Meriç, Kırk Ambar, İst.1998, s. 130-132Doç. Dr. Hüseyin Gümüş, a.g.e. s.4Prof. Dr. Durali Yılmaz, Roman Sanat ve Toplum, Ötüken Yay. İst. 1996, s.8M. Fatih Andı, Kültür Dünyası, yıl:2, Sayı:19 Aralık 1998, s.19Olcay Önertoy, a.g.e. s.10Ahmet Kabaklı, Türk Edebiyat Tarihi, C.V s 466Ahmet Kabaklı, age., s. 476Prof Dr. Şerif Aktaş, Roman Sanatı ve Roman İncelemesine Giriş, Akçağ Yay. Ank.1988, s.15Prof Dr. Şerif Aktaş, age. s 19Prof Dr. Şerif Aktaş, age.s 149Prof Dr. Durali Yılmaz, age. s75Doç. Dr. Hüseyin Gümüş, age. s.150Ahmet Kabaklı, age. s.479-480Prof Dr. Şerif Aktaş, age. s.141Prof Dr. Durali Yılmaz, Roman Kavramı ve Türk Romanının Doğuşu, s.47Alain, (çev. Asım Bezirci), Edebiyat Üstüne Söyleşiler, Say yay. 3.Bas. İst 1985. S.91 Prof Dr. Şerif Aktaş age. s117Doç. Dr. Hüseyin Gümüş, , age. s.130Ahmet, Kabaklı, age. s. 4813Olcay Önertoy, age. s. 11Namık Kemal, ‘Mukaddime-i Celal’, Celaleddin Harzemşah,(Haz.Hüseyin Ayan), İst.1975, s.11

52

KA

YS

ER

İ

TA

LA

S

İL

ÇE

M

İL

E

Ğİ

M

RL

ÜĞ

Ü

KIRK YILLIK KÂNİ OLUR MU YANİ Divan edebiyatı şairlerinden Ebubekir Efendi (Ö.1792) gençliğinde Hacegân sınıfına dahil olup devlet hizmetinde görev almıştır Kırk yaşına kadar Tokat Mevlevihanesinde hizmet gören Kâni, Hekimoğlu Ali Paşanın maiyetine girip İstanbula gelerek divan katipliğine atanmıştır. Daha sonra başka bir paşanın katipliğini yapmak üzere Silistreye gönderilmiştir. Mizah ve hicivleriyle ünlü Kâni Efendinin vasiyeti de bir mizah örneğidir. Kani Efendi Silistrede, Voyvoda Alexander’ın yanında sekreter olarak hizmet etmiştir. Bu hizmeti sırasında 50 yaşına yaklaşan Kâni Efendi genç bir Rum dilberine gönlünü kaptırır. Bir zaman sonra, bu ay parçası gibi güzel olan bu Rum dilber de Kâni Efendiye gönül vermiş. Ne var ki kızın babası Petraki Efendi adında bir papazmış. Çok tutucu bir hayat yaşıyorlarmış. Kâni dillere destan olan aşkını mutlu sona erdirmek için kıza evlenme teklif ederse de kızın ailesi tarafından hep reddedilmiş. Aşkları artık namütenahi bir acıya dönüşmüştür. İçten içe yanan iki aşık için bu hal artık dayanılmaz bir hal alır. Sonunda Rum dilberin aklına bir çare gelir. Kâni Efendinin Hristiyan olması. Bulduğu çare ailesinin katı tutumunu ortadan kaldıracak ve iki aşık birleşecektir. Hemen fikrini babasına açar. Babası Petraki bu çare üzerine evlenmelerine razı olur. Bir gün Voyvoda'yı ziyarete gittiğinde konu açılır ve Kâni Efendi'yi yanlarına çağırırlar. Papaz efendi teklifi yapar: -Kâni Efendi, kızımı sana vereceğim. Ancak hemen dinini değiştirip Hiristiyan olursan.. Kâni Efendinin zihninde şimşekler çakar. Büyük bir nefs muhasebesinden sonra cevabını verir: - Yapmayın papaz efendi Kırk yıllık Kâni olur mu hiç Yani …?“Burada kullanılan Yani Rumca bir isim olup Türkçe' deki yani kelimesi ile hiç bir bağlantısı yoktur.” VERMEZSE MABUD NEYLESİN SULTAN MAHMUD Üsküdar’dayız yine. Bir ramazan günüdür. Sultan Mahmut bu kez halkın kendisini tanıyamayacağı bir kıyafetle dolaşmaktadır. Bir ayakkabıcı dükkanından gelen ses dikkatini çeker padişahın. İhtiyar bir adam elindeki çekici boş örse vururken şöyle mırıldanmaktadır.- Tıkandı da tıkandı, tıkandı da tıkandı…Sultan Mahmut selam verip içeri girer:- Hayrola baba, nedir tıkanan?İhtiyar elindeki çekici boş örse vurmaya devam ederek:- Sorma be evlat, der, tıkandı da tıkandı. Kırış kırış alnı, bembeyaz sakalıyla nur yüzlü bir ihtiyardır bu. Bundan iki-üç sene önceydi evlat, bir rüya gördüm. Çok büyük

bir şadırvan vardı. Her tarafında irili-ufaklı çeşmeler… kiminden oluk oluk su akıyor, kiminden damla damla, kiminden iplik gibi. Nedir bu, diye sordum. Nasip çeşmesi, dediler. Oluk oluk akan padişahın nasibiymiş. Diğeri filan sadrazamın, öteki bilmem kimin… Gözüm bir çeşmeye takıldı o sıra. Arada bir tek-tük damlalar düşen bir çeşmeydi bu. Bu kimin, dedim. Senin çeşmen dediler.İhtiyarı dinliyor görünse de, gülmesini zor tutuyordu padişah:- Eee?..- Oradan bir odun parçası buldum, çeşmenin ağzını açmak için zorlarken, odun kırılıp iyice tıkamasın mı çeşmeyi!.. Damla düşmez oldu. O günden beri böyleyim işte evlat.Elindeki çekici örse vurmaya devam etti ihtiyar adam:- Tıkandı da tıkandı…Padişah sevmiştir bu tuhaf ihtiyarı. Saraya döndüğünde bir hindi dolması hazırlatır. İçinde çil çil altınlar olan bir hindi dolması. Dükkanı tarif edip hindiyi gönderir, neticeyi beklemeye başlar.Tıkandı baba sevinir hediyeyi görünce. Nihayet nasibim açıldı der. İftara az bir zaman kala bu hindiyle bir iftar etmektense bunu satar, üç günlük yiyecek alırım diye düşünür. Hindiyi üç-beş akçeye satar.Hadiseyi duyan Sultan Mahmut, gülmeye başlar, adamlarına yeni bir emir verir. - Hemen bir tepsi baklava hazırlayın, her dilimin altına bir altın koyup götürün ihtiyara…Tıkandı Baba, hindiyi sattığı komşusuna baklavayı da birkaç akçeye satar. Mutludur artık, nihayet nasibi açılmıştır işte. Padişah ise ihtiyarın saflığına kızmaya başlar:- Getirin bana o ihtiyarı!Tıkandı Baba Padişah’ın huzuruna getirilir. Olanı-biteni bir bir anlatır padişah. İhtiyar adam çok üzülür. Ellerini dizlerine vurarak dövünmeye başlar:- Tıkandı da tıkandı, tıkandı da tıkandı…Onun bu halini gören Sultan Mahmut bir kez daha merhamete gelir. Vezirine işaret verir. Hazine dairesinden bir altın sandığı, bir de kürek getirilir. İhtiyar küreği sandığa daldırıp çıkartacak, küreğin içindeki altınlar onun olacaktır. Tıkandı Baba sevinir. Padişah’a dualar ederek heyecanla sandığa daldırır küreği. Sandıktan çıkardığında ise oracığa yığılır, bayılıverir. Zira heyecandan küreği ters daldırmıştır Tıkandı Baba. Ve küreğin sırtında tek bir altın vardır!Sultan Mahmut nasipsizliğin deyimi olarak kalacak olan sözünü orada söyler işte.- Vermezse Mabud, neylesin Mahmut…

Barış POLATF.atma Kemal Timuçin And. L. 12 TMDEYİMLERİN ÖYKÜSÜ

53

TA

LA

S

LT

ÜR

V

E

İT

İM

D

ER

Y

IL

:4

S

AY

I:

5

KUR’AN’I OKUMAK,ANLAMAK VE YAŞAMAK Ali Rıza TAHİROĞLU

Talas Müftüsü Kur'an-ı Kerim'in, Allah Rasulü (sallallahü aleyhi ve sellem)”e inmeye başlamasının 1400. Yılı münasebetiyle Diyanet İşleri Başkanlığı, dinimize kaynaklık eden Kur’an-ı Kerim’in insanlığa getirdiği rahmet yüklü mesajlarını toplumun bütün kesimleriyle paylaşmak için 2010 yılını ‘Kur’an Yılı’ ilan etmiştir.“Kur'ân kelimesinin türediği kök konusunda farklı görüşler olmakla beraber Râgıb el-İsfahânî gibi birçok âlim kelimenin okumak (kıraat, tilâvet) mânasına gelen kara'e fiilinden isim olduğunu söyler. İslâm vahyinin ikra (oku) buyruğu ile başlaması, Kur'an'da kara'e kökünün okuma anlamında on yedi yerde kullanılması ve Kur'an'ın çok okunması tavsiye edilen bir kitap olması gibi sebepler dikkate alındığında Kur'ân isminin okumak anlamına gelen kara'e fiilinden türediğini kabul etmek daha doğru görünmektedir”.“Kur'an'ın terim anlamıyla ilgili olarak ise çeşitli tanımlamalar yapılmış, bunlar büyük ölçüde bir araya getirilerek şöyle bir tarife ulaşılmıştır: Kur'an, Allah(celle celalüh) tarafından Cebrail vasıtasıyla mahiyeti bilinmeyen bir şekilde son peygamber Hz. Muhammed’ (sallallahü aleyhi ve sellem)”e indirilen, mushaflarda yazılan, tevatürle nakledilen, okunmasıyla ibadet edilen, Fatiha süresiyle başlayıp Nâs süresiyle biten, başkalarının benzerini getirmekten âciz kaldığı Arapça muciz bir kelâmdır. (T.D.V. İslam Ansiklopedisi c.26/383,Kur’an Md.) Kur’an, Allah (celle celalüh) tarafından, ilk muhatabı olan Hz. Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’e insanlık için gönderilmiş bir hidayet, bir ışık, bir burhan ve bir rahmettir. Muhatabı ise biz insanlardır. Bu nedenle “İnsan ve Kur’an, ikizdir. sözü söylenmiştir. Hz. Peygambere inmeye başladığı ilk andan itibaren muhataplarını okumaya, düşünmeye ve yaşamaya sevk eden Kur’an, hayatımıza rehber olmakta, tüm insanlığı hak ve hakikate çağırmaktadır. Kur’an-ı Kerim kendi ifadesiyle; “Tâ. Hâ. Biz, Kur'an'ı sana, güçlük çekesin diye değil, ancak Allah'tan korkanlara bir öğüt olsun diye indirdik”.(Tâhâ 1-3) “Bu (Kur'an), bütün insanlığa bir açıklamadır; takvâ sahipleri için de bir hidayet ve bir öğüttür”.( Âl-i İmran, 138) Görüldüğü gibi Kur’an; insanlığa yük ve sıkıntı olsun diye değil, doğru yola kılavuzluk etmek, ümit vermek,

huzur ve mutluluk kazandırmak üzere öğüt, uyarı ve rahmet olarak gönderilmiştir. İnsanoğlunun dünya ve ahiret mutluluğunun yegane kaynağı Kur’an’dır. Kur’an bunun için rahmettir, şifadır ve aydınlıktır. Ancak burada şu tespiti de yapmak durumundayız; genelde dünya Müslümanları arasında ve özelde ise ülkemizde, yüce

Kitabımıza karşı göstermiş olduğumuz zahiri anlamda inanç, hürmet, saygı ve ilgiye paralel bir duyarlılıkla anlaşılıp kavrandığından, inanç ve amellerimize hakkıyla yansıdığından söz etmek ne yazık ki zordur. Din ve dindarlık anlayışımız içerisinde Kur’an-ı Kerim’le olan bağımızı genelde duygusal düzeyde kaldığını görüyoruz. Halbuki dünya ve ahiret mutluluğumuz için, sadece duygusal bağlılıktan ziyade, tamamına itirazsız

iman, doğru bilgi, erkanı ile amel ve ahlakî değerlerin de yaşanması hayati bir önem arz etmektedir.Kâinatta var olan her şey bir amaç için yaratılmıştır. İnsanın da bu hayatı yaşamasının bir gayesi ve amacı vardır. O da kulluktur. Ayette bu husus, “Ben insanları ve cinleri ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım. (Zariyat, 56) ifadesi ile yerini almıştır. Bizlerin hiç ama hiç unutmaması gereken bir diğer hakikat, bu hayat?n sonunda yine Rabbimize döneceğimiz gerçeğidir. O’na geri döndüğümüzde ise, bize soracağı en başta gelen sorulardan birisi de hiç şüphesiz, gönderdiği kitabı ile bağımızın ne olduğu sorusu olacaktır.Kur’an’ın, ahiretten bahsederken değindiği konulardan biri de,Hz.Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’ in kavmini Allah’a şikâyet edeceği hususudur. Şefaatini umduğumuz ve beklediğimiz peygamberimizden muhtemel olan bu şikâyet, dünyada iken Kur’an’ı terketmekle alakalı olacaktır. Ayette bu husus şöyle dile getirilir: “Ve (o gün) Rasul şöyle diyecek: Ey Rabbim Kavmim bu Kur’an’ı büsbütün terkettiler . (Furkan, 30)İbn Kesir; ayetin metninde geçen “mehcır ifadesini izah ederken bunun, Kur’an’ı ezberlemeyi, içerdiği anlamları düşünmeyi ve tedebbür etmeyi ihmal etmenin, onun emir ve yasaklarına imtisal etmeyi bırakmanın da içine girdiğini söyler. ( Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azim, VI/108) İbn Teymiyye ise bunu daha veciz bir ifade ile şöyle özetler:“Kur’an’ı okumayan onu terk etmiştir. Kur’an’ı okuduğu halde onun anlamlarını düşünmeyen onu terk etmiştir. Kur’an’ ı okuyup anlamını düşünse de muhtevası ile amel etmeyen onu (yine)terk etmiştir.

54

KA

YS

ER

İ

TA

LA

S

İL

ÇE

M

İL

E

Ğİ

M

RL

ÜĞ

Ü

(Sâbinî,Muhammed Ali, et-Tibyân fî Ulu-mil’-Kur’an, el-Mektebu’l-Asriyye, 1430/2009, s. 10) Böyle bir şikâyetle yüz yüze gelmemek için bize düşen, Kur’an ile olan bağımızı yeniden gözden geçirmektir. Bu da, öncelikle ona iman etmek, okumak, anlamak ve hayatımıza tatbik etmekle gerçekleşebilecek bir husustur. Allah (c.c.), iman edenlerin kendilerine inen bu vahiy ile kalplerinin ürpereceği vaktin ne zaman geleceğini sorarken şöyle buyurur: “İman edenlerin Allah’ı anma ve O’ndan inen Kur’an sebebiyle kalplerinin ürpermesi zamanı daha gelmedi mi? (Hadid, 16) Günümüz Müslüman’ının bu çağrıya kulak vermesi her zamankinden daha da önemli hale gelmiştir. Bizler, ondan uzaklaştıkça gün yüzü görmediğimiz gibi yüzümüz de gülmemiştir. Başımıza ne geldi ise Kur’an’a karşı duyarsızlaşıp onu mehcır/metrık bırakmamız sebebiyledir. İçinde bulunduğumuz çağda seküler bir anlayışın hakimiyeti altında, modernitenin esiri olmuş, manevi ve ahlakî değerlerin yozlaştığı, sonu gelmez heveslerin bütün hayatımızı ve geleceğimizi kuşattığı bir dönemde, Rabbimizin rahmet yüklü mesajı Kur’an-ı Kerim’i daha iyi anlamaya, bunun için de onun değerlerini yaşamaya, yaşatmaya ve bu çerçevede Sevgili Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)’in örnek hayatını ve ahlakını da rehber edinmeye ihtiyacımız büyüktür. Çünkü, Allah kelamı Kur’an ve Kur’an-ı Kerimin yaşanmış hali sünnet, bize kendimizi, Rabbimizi ve kainatı tanıtmış, 14 asırdır doğru yolu göstermiş, dünya hayatının engebeli yolculuğunda bizim dimdik ayakta durmamızı ve dosdoğru yol üzere yürümemizi sağlamıştır. Bu vesileyle herkesi, “Andolsun biz, Kur’an’ı düşünüp öğüt almak için kolaylaştırdık. Var mı düşünüp öğüt alan? (Kamer, 17) ilahî daveti çerçevesinde Yüce kitabımızı okumaya ve anlamaya davet ediyoruz.Peki, yaşadığımız hayata baktığımızda Kur’an’ın yeri neresidir? Aileden eğitime, toplumsal olaylara kadar bizim gündelik tüm eylemlerimizde Kur’an’ın konumu nerededir? Onu hiç okur muyuz? Ya da ne kadar okuruz? Nerede ve hangi zamanlarda ve kimler için okuruz? Onu

niçin okuruz? Hiç onu kendimiz için okuduk mu? Onu hangi amaçla o k u m a k t a y ı z ? Bu ilahî vahiyle yüzleşmeyi hiç denedik mi? Onu ne kadar t a n ı y o r u z ? T a n ı n m a y a n bir şey ne kadar anlaşılır ve ne kadar sevilir? Evet bu soruları daha da çoğaltmak m ü m k ü n d ü r . Fakat önemli olan

bu sorulara vereceğimiz cevaplardır.Üslubu ve muhtevasıyla bir mucize olan Kur’an-ı Kerim her işiteni derinden etkileyen bir özelliğe sahiptir. Çünkü o sözlerin en güzelidir. Zümer suresi 23. ayette şöyle buyrulmaktadır: “Allah sözün en güzelini, birbiriyle uyumlu ve bıkılmadan tekrar tekrar okunan bir kitap olarak indirdi. Rablerinden korkanların, bu Kitab’ın etkisinden tüyleri ürperir, derken hem bedenleri ve hem de gönülleri Allah’ın zikrine ısınıp yumuşar.İşte bu Kitap, Allah’ın, dilediğini kendisiyle doğru yola ilettiği hidayet rehberidir. Allah kimi de saptırırsa artık ona yol gösteren olmaz”.Hz. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de “Her peygambere mutlaka, (vuku bulduğunda) iman edilen mucizeler verilmiştir. Bana verilen (mucize) ise Allah’ın bana vahyettiği (Kur’an) dir… .(Buhârî, İ’tisâm,1) diyerek, Kur’an’ın en büyük mucize olduğunu belitmiş ve etkili üslubunu güzel sesle ve usulüne uygun olarak okumaya özen göstermiştir. Sahâbî Berâ (b.Âzib), bir yatsı namazında Tîn suresini okuduğunu işittiği Allah Rasulü için, “ses veya okuyuş olarak ondan daha güzel olan birini duymadım demiştir.(Buhârî, Tevhid, 52) Bir gün Abdullah b. Mesud’u çağırarak kendisine Kur’an okumasını isteyen Allah Rasulüne İbn Mes’ud, “Kur’an size indirilmişken onu size ben mi okuyayım diyerek hayretini ifade edince Hz. Peygamber: “Evet, ben Kur’an’ı başkasından dinlemeyi seviyorum. buyurdu. Bunun üzerine okumaya başlayan Abdullah b. Mes’ud, “Her ümmetten bir şahit getirdiğimiz ve seni de onların üzerine şahit yaptığımız zaman bakalım onların hali nice olacak. (Nisâ, 41) ayetine gelince Allah Rasulü “yeter buyurdu. Bu esnada gözlerinden yaş süzülüyordu. (Buhârî, Tefsir,88) Hz. Peygamber’in, Kur’an’ın güzel okunması konusunda gösterdiği titizlik boşuna değildi.

55

TA

LA

S

LT

ÜR

V

E

İT

İM

D

ER

Y

IL

:4

S

AY

I:

5

Kur’an’ın hem edebî üslubu hem de çarpıcı mesajları, şiir ve güzel söz söyleme sanatını iyi bilen Cahiliyye Arabını derinden etkiliyordu. Bu yüzden, âdeta k u l a k l a r ı n ı tıkayarak onu hiç duymak istemiyorlardı. Nitekim, müşriklerin, “Bu Kur’an’ı dinlemeyin. O okunurken yaygara koparın, belki o zaman baskın çıkarsınız . (Fussilet, 26) diyerek ilahî kelamın mucizevî etkisini azaltmak istediklerini Kur’an haber vermektedir. Henüz müşrik olduğu dönemde bir iş için Medine’ye gelen ve o esnada akşam namazını kıldıran Allah Rasulü’nün Tur suresini okuduğunu duyan Cübeyr b. Mut’im “Kur’an’ı işittiğim zaman sanki kalbim parçalanacaktı. demişti. (Ahmed b. Hanbel, M üs-ned, 4/85) Hz. Ömer’in, eniştesi Saîd ve kız kardeşi Fatıma’nın okudukları ayetlerden (Tâhâ Suresi) etkilenerek Müslüman olması da bu konuda verilebilecek güzel bir örnektir. Bir gün Hz. Ebubekir’in, “yaşlandın ey Allah’ın elçisi hitabına karşılık, “Beni, Hud, Vâkıa, Mürselât, Nebe’ ve Tekvir sureleri yaşlandırdı. (Tirmizi, Tefsîru’l-Kur’an, 56) buyurarak, taşıdığı ağır sorumluluğun yanı sıra bazı surelerin sarsıcı etkisini de vurgulamak istemiştir.Hz. Muhammed ( s.a.s) Kur’anla o kadar hemhal olmuş ve onu öyle özümsemişti ki, vefatından sonra, onun ahlakı hakkında soru soran bir sahabiye Hz. Aişe, kısaca, “Sen Kur’an okumuyor musun? Onun ahlakı Kur’an idi. karşılığını vermiştir.(Ebu Davud, Tatavvu’, 26) “En hayırlınız, Kur’an’ı öğrenen ve öğreteninizdir. buyuran (Tirmizî, Fadâilu’l-Kur’an, 15) Allah Rasulü, kalbinde “Kur’an’dan hiçbir şey bulunmayan kimseyi harap bir eve benzetmiştir. (Dârimî,Fadâi lu’l-Kur’an, 1) Kur’an’ı ezberinden okuyanların kerem ve şeref sahibi meleklerle beraber olacağını, zorlanarak da olsa okuyana iki kat sevap verileceğini bildirmiştir (Buharî, Tefsir (Abese),1).Allah Rasulü, hayatı boyunca başta kendisi olmak

üzere bütün ümmetini onun rehberliğine davet etmiş, ölümünden sonrası için kendisinden vasiyet bekleyenlere de Kur’an’ı vasiyet ederek bu dünyadan ayrılmıştır. Onun, Veda Hutbesi’nde, yolumuzu şaşırmamak için sarılmamızı istediği ve kıyamete kadar bize emanet olarak bıraktığı en önemli değer olan

Yüce Kur’an (Müslim, Hac, 19), 1400 yıl sonra da parlak nuruyla yolumuzu aydınlatmaya devam edecektir.Kur’an-ı Kerim, insanlığın son on dört asrını derinden etkilemiş ve tarihin akışını değiştirmiştir. Hz. Muhammed (s.a.v.)’e inmeye başlaması ile birlikte yeryüzünü şereflendirmiş; Müslümanlar için izzet, ikbal ve hayat kaynağı, dünyevi saadetin ve uhrevi felahın kaynağı olmuştur. Dünya , inen Kur’an ile adeta yeniden kurulmuştur. Bununla birlikte herkesin kendi idraki, vüs’ati, gücü ve kapasitesi oranında Kur’an-ı Kerim ile kuracağı bir iletişim, bir ilgi, bir irtibat vardır. Hayatını Kur’an yoluna vakfetmiş milli şairimiz M. Akif Ersoy bu irtibatın nasıl olmaması gerektiğini ise şu veciz ifadeleriyle dile getirmiştir:

“Ya açar nazmı celilin bakarız yaprağına, Yahut üfler geçeriz bir ölünün toprağına. İnmemiştir hele Kur’an şunu hakkıyla bilin, Ne mezarlıkta okunmak ne fal bakmak için.

Yine Akif; “Doğrudan doğruya Kur’an’dan alarak ilhamı Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı.

dizelerinde vurguladığı gibi Kur’an-ı Ke-rim’in inşa edici, diriltici nefesini hayata taşıyalım ve çağın idrakine, yani insanlığın geldiği algı düzeyine Kur’an’ı sunalım, Kur’an hayata dokunsun ve hep içinde olsun diyor. Çünkü “Hiç kuşkusuz bu Kur’an insanları en doğru yola iletir ve iyi ameller işleyen müminlere , kendilerini büyük bir ödülün beklediği müjdesini verir. (İsra, 9)

56

KA

YS

ER

İ

TA

LA

S

İL

ÇE

M

İL

E

Ğİ

M

RL

ÜĞ

Ü

Sevmek ve öğrenmek…Sevmek ve yaşamak… Sevmek ve katlanmak… Sevmek ve çalışmak… Sevmek ve taşımak…Sevgi'ye bağlı olarak onun açtığı çığırda yeni bir şahsiyet hamuru için yapılacak her tavır için bir terim bulup bunun arkasına ilave edebiliriz…Anlatacağım olaya iyi bakarsanız, Sevgi'nin daha nelere kapı açan bir anahtar olduğunu görebilirsiniz:Prof. Dr. Eva de Vitray-Meyerovitch, Fransız'dır ve kendi ülkesinde bir Üniversite'de hocalık yapmaktadır. Bir gün eline bir kitap geçer. Kitap Muhammed İkbal'e aittir. Bu kitabı karıştırır, orada birkaç şiir görür. Şiirleri okur ve çarpılır. Hemen hocasına koşar:-Hocam, ben bu şiirin şairiyle tanışmak istiyorum.Hocası güler, meseleyi anlatır:-Kızım, bu 700 yıl önce yaşamış bir Türk şairidir. Nasıl tanışacaksın?Bu söz, genç bayanı çok üzer. Ama o ısrarlıdır:-Peki hocam, bu şairin başka şiirleri yok mu?-Var, olmaz olur mu? Onun Mesnevi adıyla kocaman bir kitabı var. Ayrıca, Divan'ı Kebir' var. Rubaileri var. Fihi Ma Fih diye bir başka eseri var.-Hocam, bu kitaplar Fransızca'ya aktarıldı mı?

-Maalesef kızım.Bundan sonrasına gelin Meyerovitch'ten dinleyelim:“Derhâl Milli Kütüphane'ye, üniversitenin Şark dilleri bölümlerine ve bu dallarda eserleri bulunan kütüphanelere koştum. Kendisinin 13. yüzyılda yaşamış bir mutasavvıf olduğunu öğrendim; fakat daha fazlasını bilmem zordu, çünkü Fransızca'ya tercüme edilmiş en küçük bir eseri bile yoktu. Nicholson tarafından İngilizce'ye çevrilmiş birkaç metin ile Almanca'ya tercüme edilmiş birkaç şiirini buldum. Başka hiçbir şey, fakat okuduklarım bana öylesine çarpıcı geldi ki, bu hazineleri Batı'ya tanıtabilmek için için klasik Farsça diploması almaya karar verdim. Ancak bu üç senelik dil eğitiminden sonra çalışmaya koyulabildim. Ne kadar çok ilerlersem, keşfettiklerim beni o kadar çok şaşkına çeviriyordu. Kendisinin tek görevinin uyuyan ruhları uyandırmak olduğunu söylüyordu…”Aşka bakın, Mevlâna'nın eserlerini yazdığı klasik Farsça'yı öğrenmek için üç yılını veriyor. Öğreniyor ve bütün eserlerini Fransızca'ya aktarma işine koyuluyor. Mevlâna'nın; “uyuyan ruhları uyandırma” görevi de kendisinde nasıl bir muhteşem tecelli ile gerçekleşiyor: “İkbal'in kitabını okuduktan sonra, islam'a ilk adımı attığım zaman, tahmin edersiniz ki kolay bir şey değildi bu... Anglikan bir büyükanne tarafından Katolik mezhebinde yetiştirildim. Kocam Yahudi idi. Delice bir şey yaptığım duygusuna kapılıyordum ve bana rehberlik edecek bir kişi de olmadığı için bazen iyiden iyiye şaşırıp kalıyordum. Yaptığım dualarda şöyle niyaz ettiğim oluyordu: 'Bana ne yapmam gerektiğini sen söyle. Bana bir işaret gönder.' Bu işareti ben, bir rüya görerek aldım. Rüyamda kendimi kabre konulmuş gördüm ve bir tür kişilik ikileşmesiyle, kendi mezımı kendim dışardan görüyordum. Hiç mi hiç görmediğim bir mezardo bu. Mezar taşımın üstünde ise Eva adım Arapça veya Farsça bir yazıyla yazılmıştı ve bu Havva şeklinde idi. Uyandığımda, bana aynen şöyle denildiğini hatırladım: 'Bak yavrum, sen işaret istedin, işte senin işaretin: Sen Müslüman bir hanım olarak gömüleceksin.' On beş sene sonra İstanbul'a ilk seyahatimi yaptım. Orada bir Mevlevi tekkesini ziyarete gittim. Bahçesinde, kad?n Mevlevilerin mezarları vardı. Bir mezarı görünce sanki kalbim durdu: Tam önümde, bana rüyamda gösterilmiş olan mezarı taşını gördüm Bunun tıpatıp aynısıydı. Birkaç sene sonra, bu mezar taşı üzerindeki Havva ismi, artık resmî bir şekilde benim adım oldu.”Prof. Dr. Meyerovitch, artık mümindir, mütedeyyin bir Müslüman’dır. Bizim gibi ekip bükmeden, namazı namaz olarak eda eder. Bizdeki birçok Müslüman gibi teslimiyet ve takvayı dışında bırakıp ibadet Müslümanı görünümünde kalmaz. inandığı gibi yaşamaya özen gösterir. İçinden çıktığı medeniyetin ve inanç sisteminin,

MEVLANA’YIANLAMANIN AYRICALIĞI

Muhsin İlyas SUBAŞIEğitimci - Yazar

57

TA

LA

S

LT

ÜR

V

E

İT

İM

D

ER

Y

IL

:4

S

AY

I:

5

İslam’la karşılaştırmasını yaparken de, bizim çoğu kere farkına varmadan yaptığğmız ibadetin aslında neler çağrıştırdığının da altını çizer:“Benim oldukça dikkate değer bulduğum nokta, İslam’ın ibadeti, kozmik (kâinattaki bütün varlıkları bütünleştiren) bir ibadettir. Bu ibadet mevsimlerle, ayla güneşle… uyumludur. Kutsallaşan bir evrenle birleşip bütünleşmedir. İçinde bir bakıma Hiristiyanlık’taki Pater’in karşılığı olan Fatiha’nın da yer aldığı namaz oldukça kozmik bir duadır; çünkü bir ağaç misali ayakta, bir insan gibi diz çökmüş hâlde ve bir taş gibi secdeye kapanmış durumda dua edilir... Namaz da, bütün kâinatı insan hâline alır ve onu insanlık adına takdim eder. O yüzden İslam’da ibadet, kutsallaşmış bir kâinata tam bir uyum sağlamaktadır. İslam’da insan, biçimcilik (yani insanı Allah şeklinde tahayyül etmek) mümkün olmadığı için, bu ibadet her zaman kolay da değildir. Hz. İsa’nın yüzünü hayran hayran seyretmek, Mutlak Varlık olan Allah’ın karşısında tek başına olmaktan çok daha kolaydır.”Havva Meyerovitch, kendisindeki bu kutsal kuşatmayı anlatırken, Batı’da İslam’a yönelen saldırılardan yakınır. Bu saldırı ve sataşmalar öylesine korkunç boyutlara varmıştır ki, günü gelir Fransa’da Müslüman mezarlarını tahrip etmekten çekinmeyen talihsiz insanlar çıkar. Ancak bu acımasızlık ve gözü dönmüşlük kabul görür mü? Elbette ki hayır. Hidayet tecelli edecekse, saldıranlar inanç arayışında olanlara ışık tutar ve aydınlar bu defa İslam’ın kapısını çalmaya başlarlar. Hava hanım, Batı’da aydınların İslam’a nasıl yöneldiklerini dile getirir:“Batı dünyasının medyaları ilk defa İslam dinine karşı sürekli bir saldırıya geçmiş bulunuyorlar. İngiliz, Fransız, Alman ve Amerikan televizyonlarını seyredip radyolarını dinlerseniz İslam dini hakkında hep kötü sözler duyarsınız. İslam’ın şiddet, savaş, cihat ve bağnazlık vesaire olduğunu işitirsiniz. Bu sürekli saldırılara karşın Batı ülkelerinde -ben Amerika’daki durumu biliyorum, bu ülkede Müslümanlığı kabul eden çok sayıda insan var- bir olay gerçekleşmektedir: Fransa’da, Almanya’da, İngiltere’de ve İspanya’da Müslümanlığı kabul etmiş pek çok insan olduğunu biliyorum. Bu, çok önemli bir olaydır; daha sonra Fransız dinî yetkililerinden yani Müslüman yetkililerden öğrendiğime göre, Müslümanlığı kabul

edenlerin çoğu aydın kimselermiş. Bunlar bir şeyler arıyorlardı ve aradıklarını, özlemlerini gideren İslam dininde buldular; oysa yaradılış efsanesi artık özlemleri karşılamıyordu ve maddecilik de onları bütünüyle düş kırıklığına uğratıyordu...”Bu öyle bir hal alır ki, birçok Batılı kendi ülkesindeki ortamın bunaltıcı kaosundan kurtulmak için çoğu kere İslam ülkelerine yönelirler. Bizler içinde olduğumuz için keşfedemediğimiz o manevi iklim, onlara güven ve huzur verir. Havva Hanım da bu iklimin sıcaklığına sığınanlardan birisidir.

ve bu itirafını da bir imtiyaz gibi anlatır: “Benim kendimi evimde hissettiğim yegâne ülke, mesela Paris değildir; ben Paris’te hayran hayran dolaşan bir turist gibiyim. Yunanistan da değil; oysa Yunanistan’da sudaki bir balık gibiyimdir; çünkü Eski Çağ Grek düşünürlerini ve bugün de Grekleri çok severim. Kendimi gerçekten evimde hissettiğim tek ülke, Türkiye’dir... Türkiye’ye ayak basınca, evine tekrar kavuşan bir kedi gibiyimdir Her şey bana tanıdık gelir… Sokaklarda insanların önümü kesip bana yollarını sordukları olur. Beni bir Türk sanırlar ve ben onlara cevap verirken bocalarım Ben orada kendimi sahiden vatanımda hissederim…”Havva anne, bu Türkiye tutkusunu öylesine bir boyuta taşır ki, öldüğü zaman ülkesi Fransa’ya değil, Konya’ya, Mevlâna’nın yakınına defnedilmesini vasiyet eder. Eh, kader bu, vakti gelir Rabbine kavuşur. Ne talihsizliktir ki, onu götürür bir Hiristiyan mezarlığında toprağa verirler. Ama o bu ülkeyi sever de, onu seven olmaz mı? Bu defa Konya Belediyesi devreye girer. Oğlunu ikna eder ve Havva Meyerovitch’in mezarı sevdiği Mevlâna’nın gölgesine getirilir. Hasret biter…Mevlâna kendi sağlığında yüzbinlerce insanın hidayete ermesine vesile oldu. Bu hidayet kapısı öylesine davetini sürdürüyor ki, bu her asırda böyle bir vecd ortamıyla insanları kucaklamaya devam ediyor…İşte sempatinin sevgiye, sevginin aşka dönüşü böyle. Böyle olunca da Mevlâna’yI anlamanIn ayrıcalığı bir başka oluyor Batılı aydınlar için. Darısı bizim aydınlarımıza ..(Batılı aydınların İslam’a ve Mevlâna’ya yönelişini merak edenler, “Batıdaki Mevlâna” ve “Batı İslam’ı Tanıdıkça” isimli kitaplara bakabilirler.)

58

KA

YS

ER

İ

TA

LA

S

İL

ÇE

M

İL

E

Ğİ

M

RL

ÜĞ

Ü

DÖN SEMÂZENDön Semâzen… Halka halka küçülen bir noktasın sen… Nokta nokta küçülen bir yoktasın sen…

Dön Semâzen… Kalp diyârına dön. Bir ayçiçeği sıretiyle yüzünü dön Şems/e. Ve bütün vücudun vecde gelsin güneşe dönüşünle. Dön Semâzen… Ben’den uzak ol Mevlânâ gibi, bedeni bırak… Dünyaya dair ne varsa, üzerinden at… Öyle bir geç ki mâsivâdan, postunu da bırak, dön de Dost’una bak… Mey rengine kanarak ve ney sesine yanarak… Döne döne Dost’una yaklaş. Aş bütün engelleri. O’na yakın ve kendinden ırak aşkınla… Yan ve dön… Yan ve sön…

Dinle sözümü sana direm özge edâdır Derviş olana lâzım olan aşk-ı Hüdâ’dır Âşıkın nesi var ise maşıka fedâdır Semâ sefâ, câna şifâ, ruha gıdâdır

Siyah hırkana nakıştır toprağa karışan nefsin. Ve sikken mezar taşıdır başında. “Kün” dendi ve sen “ol”dun. Şimdi ölme vaktidir. Sıyrıl dünya telaşından, ayrıl tac ile tahttan… Koy başına sikkeni… Ol ve öl genç yaşında. Döndükçe savrulan eteğin mezarda sana tek yârendir. Bilirsin, kefen beyaz bir tennuredir. Ten, nura gark olur; beden eriyerek yok olur, “ben” ötelerin ışığında kaybolur. Kefen, sana beyaz bir tennuredir. Ten, nura gark olur; ruh tendeki nurun huzuruna kavuşur. Ten ve ruh… insan bir sıredir, ölüm bir âyet… Gerisi vesâiredir.

Ey sofî bizim sohbetimiz câna şifâdır Bir curamızı nuş edegör, derde devâdır Hak ile ezel ettiğimiz ahde vefâdır Semâ sefâ, câna şifâ, ruha gıdâdır

Dön Semâzen… Güller dökülsün destegülünden. Süzülsün destârından esrârın. Dün, bugün ve yarın… Demeden kış ve yaz… Dön Semâzen… Sufî bir pervânedir. Ateşi göze alan âşık, bir pervanedir; gayrısı yanamaz. Hamlar yanamaz… Anlamaz. O’nun birliğinedir bu Elif boy, bu niyâz… O’nun dirliğinedir bu içli seda, bu âvâz… Dün, bugün ve yarın. Dön Semâzen, açılsın kolların. Bir elin göktedir, bir elin yerde. Derde devadır bu daire… Dön, dön, dön… Hayy’dan gelip Hu’ya giden bu ses, ulaştırır seni halkın tek Hakk’ına. Lamelif ters döner, ki sıreti sana benzer. Lamelif zâhirden bâtına dönen bir yoldur, Lâ ve illâ’ya çıkar bu adres… Âh bu ses… “Allah’tan başka ilâh yoktur.” Dön semâzen, O’na dönmekten başka felâh yoktur.

Sazendeye uysun gönül tellerin. Kudüm “ol” diye inlesin ve uzansın semâya ellerin. Mutrıb çalsın, hânende söz

alsın. Bu taksim, dokuz delikten gelir. Bu iklim, seni Bezm-i Elest’e gönderir. Gelen sensin, giden sen… Dön Semâzen.

Aşk ile gelin eyleyelim zevk ü safâyı Göklere değin er görelim huy ile hâyı Mesiâne olup debreşelim çeng ile nâyı Semâ sefâ, câna şifâ, ruha gıdâdır

Adımını kalbinde duysun tüm kâinat. Tabiata selâm ver: Ehlen ve Sehlen. Eşref-i mahlukat olan âdemsin sen. Adem olduğun vakit âdemsin sen. Dön Semâzen. Kadem vur zemine, işitsin cümle âlem… Tek bir ayakla bütün cihana fark at… Dön dünya etrafında ve dünya dönsün adımlarının altında. Dört selâmdan sonra… Dön, dön ve çark at… Şerîat, tarîkat, mârifet ve hakîkat, kat kat gül olsun süretinde… Dön gül gibi… Sön kül gibi…

Ayağını mühürle ve kulağını ver O’nun sözüne… “Ikra” emriyle okunsun kitap. Sayfa sayfa Aşr-ı Şerîf bir serap gibi insin gönlünün çöllerine. Gülbank sesi duyulsun, dervişlerin Hu’lara karışan sesi duyulsun. Zikret, zikret ve bir kerecik fikret: Sen âciz bir kulsun.

Aşk ile gelin tâlib-i cuyende olalım Zevk ile safâlar sürelim zinde olalım Hazret-i Mevlânâ’ya gelin bende olalım Semâ sefâ, câna şifâ, ruha gıdâdır

Dön Semâzen. Semâ ve sen... Kalbin semâya aşık bir kuştur. Semâ, halktan Hakk’a giden bir uçuştur. Dön Semâzen… Dönüş O’nadır. Görüş demidir, öp birer birer eşyâyı… Gölgelerden yükselen bir Nur değil midir bu? Kır bütün aynaları ve gör Hüdâ’yı…

Dön Semâzen… Semâ sefâ, câna şifâ, ruha gıdâdır. Aşkın sana döndüğü yerde… Açılsın perde… Ve dur…

Dur Semâzen… Halka halka küçülen bir noktasın sen… Nokta nokta küçülen bir yoktasın sen…

Senem GEZEROĞLUFatma Kemal Timuçin And. L. Mezunu

59

TA

LA

S

LT

ÜR

V

E

İT

İM

D

ER

Y

IL

:4

S

AY

I:

5

Toprağa dönük maverasını, Kanında kuruttuğu hokkasının; Siyah saçlı mürekkebine katık etti neyzen... Üfledi bin sonsuzlukla, Ateşin davetçisi kızıl tennuresine bürünüp yol aradı... Suskun bir göğe çekildi hattat, Hançerin kumla dansında; çizgi çizgi seni taradı...

Dile gelmeyi bilmeliydi su, Hani berrak; hani kokunun çileli duyusu... Perde; göze açıldı. Neyzen, tennuresinde yanarken; semaya sözler saçıldı...

“Cismine boğuldu deniz, sönmedi yangın. Aşkın tabirini hatlara sığdıramadım. Ve bir ay vakti, aklımın kimyası sana bulandı..."

Kümelendi çamur, dergah aleve boyandı. Can yandı, kalp dayandı. Nefes, uzun bir eşikte; telaşa bulandı.

Karanlık bürüyecekti dağları, Ve huzur deli bir olgunlukla hıçkırıklar buldu ötede; ürkek... Adını yazmaya korktu kalem, Taş kesilecek olsa bilirdi aradığını Uzakların sana yakardığını...

Yanmak, bu kadar zor olmasaydı... Dönüşler koptu çağında; bir siyah eteğe gizlendi neyzen. Ve arayışlar, seni ferahın ardında saklasaydı...

Yönleri belirleyen, ismin kanadında mumlar aradı ben boyu... Varışlar, kurban edildi vuslata. Hattat, elinde hançeriyle; aşka kapattı gözlerini. Ölmeyi bekleyen pervane gibi, son nefesini okşadı; Değdirip ucunu kanadının, gözlerini kuşandı.

Nağmesi döküldü suyun, uzun bir yolculuktu onunki... Kalpten dudağa, aşktan ölüme serüvenler aştı; Neyzen neyden çağladı, taştı... Güzü bekledi, gitmeyi bildi. Sönmeyi bekledi, yitmeyi bildi. Gelmeni bekledi, susmayı bildi.

Dilden kaleme yansıdı aşk... Cismine boğuldu hattat, dönmekle sönmedi yangın. Aydınlık bir çağ atladı sonsuzluk,Tasvirini kubbesine sığdıramadı gözler. Susmayı bilmek gibi, sevmeyi de bildi sözler.

Bir ay vakti, yüzünün simyasına yenik düştü neyzen. Seni yazmaya çekindi kalem. Ve bekleyişler diledi, senli bekleyişler. Harfler diledi, dans eden alnında;Beyaz bir tennure giyip, vuslat anında...

Dönüşler koptu çağında; sislerin altına gizlendi neyzen.Ve arayışlar, seni ferahın ardına saklasaydı... Gitmek mi, gelmek mi; Bir tek o anlasaydı...

HATTATIN AŞKLA DANSIHasan BOZDAŞ

Fatma Kemal TimuçinAnd. L. Mezunu

60

KA

YS

ER

İ

TA

LA

S

İL

ÇE

M

İL

E

Ğİ

M

RL

ÜĞ

Ü

İSTEMEYİ BİLMEKBir parktaki iki kör dilenciden bahsederler. Beş on metre oturup iki kör dilenci. Birisi ellerini açıp,köre yardım edin,köre yardım edin,diye seslenir, diğeri boynuna bir yazı asmıştır: “ Bahar ne kadar güzel ama ben körüm.”İnsanlar birinci dilencinin önünden yüzüne bile bakmadan geçerken, diğerine avuç avuç para verirler. Bütün şartlar aynı olmasına rağmen üsluptaki farklılık neticeyi nasıl da değiştiriyor değil mi? Bir düşünün, çok kolay elde edebileceğimiz halde, istemeyi bilmediğimiz için nelerden mahrum kalmışızdır.

İstemeyi bilmek çetin mesele…İstanbul’a uzanalım şimdi de.Sultan Mahmut Üsküdar sırtlarında dolaşmaya çıkmıştır. Kalabalığın arasından bir çocuğu çağırır, kesesinden çıkardığı bir altını uzatır. Çocuk almak istemez. Padişah sebebini sorar. Çocuk der ki:

- Ailem bu altını nereden bulduğumu sorarlar, hırsızlık yaptığımı zannederek döverler beni.

Şaşırır padişah:

- Evladım, benim verdiğimi söylersin sen de.

- O hiç olmaz sultanım. Padişahın verdi mi bir tek altın vermeyeceğini onlar da bilirler..

Dedik ya üslup önemli, istemeyi bilmek zor iş. Çocuk mu? Kesenin tamamını almış tabii ki…

TAZIYI GERİ ALIRIM HAAA

Ya şair Ebu Düllâme ile halife Mehdi arasında yaşanan hadiseye ne demeli?

Ebu Düllâme Abbasi hükümdarlarına çok güzel bir kaside yazınca, Halife :- Çağırın şairi gelsin, der, ihsanda bulunalım…Şairi çıkarırlar huzura. Halife sorar:-Kasiden çok güzel olmuş, caize olarak ne istersin?

Şair şöyle bir etrafındaki kalabalığa süzer ve der ki:-Sultanım, kulunuz bir av köpeği ister.Herkes şaşkındır. Sen sultanın huzuruna çık, dile benden ne dilersen desin, bir av köpeği iste! Olacak iş değil mi bu?Halife: - Verdik gitti, der şaşırarak, istediğin av köpeği olsun.Şair kapıya yönelmiştir ki, bir ara dönüp sorar:- Fakat efendim. Ava ne ile gideceğim?- Haklısın, der Halife, bir de at versinler.Bir iki adım atan şair tekrar döner ve, boynunu büker:- Şey efendim, ata nasıl bineceğim?..Güler Halife:- Doğru, güzel bir eyer takımı da versinler.- Efendim, ata kim bakacak?- Bir de seyis versinler…Bir iki adım daha atar bizimki:- Sultanım, diyecektim ki, bu seyisi nerede yatırayım?- Bir de köşk versinler.Şair tekrar döner geriye:- Bu kadar insanı bu köşkte ne ile geçindireyim?- 1000 altın da harçlık versinler…Ebu Düllame bir kez daha geriye dönecektir ki, halife Mehdi ondan önce davranır:- Bak şair efendi, masraf idaresine bir kethüda, hesap tutmaya da bir katip istersen av köpeğini geri alırım ha!..

İSTEMEYİ BİLMEK ÇETİN MESELE. AMA KİMDEN NEYİ, NE KADAR, NE ŞEKİLDE İSTEYECEĞİNİ BİLMEK DE MAHARET İŞİ...

Ama şimdi, merhum Üstada bir Fatiha gönderip, şu beyti yaşamanın vaktidir galiba:

Verirler ben acizim sen büyüksün dedikçe

Verenin şanı büyük sen iste istedikçe. N.F.Kısakürek

KISSADAN HİSSE Osman ÇAKIRFatma Kemal Timuçin And. L. 12 TM

61

TA

LA

S

LT

ÜR

V

E

İT

İM

D

ER

Y

IL

:4

S

AY

I:

5

Kıyas ve şüphe yoluyla bildiğini farz edelim... O biliş sağırların, dudak oynamasından anladıkları kadar bir anlayış ve bilişten ibarettir. Anlayışlı, hal hatır, yol yordam bilen birisi bir sağıra “ komşun hasta” diye haber verdi. Sağır kendi kendisine demiş ki: “ Bu sağır kulakla ben onun sözünü nereden anlayacağım. Hele hasta olur, sesi pek çıkmazsa... Fakat mutlaka da gitmek lazım. Dudağını oynar görünce ne dediğini kıyas yoluyla kendiliğinden düşünür, bulurum. Ey benim mihnete düşmüş dostum, nasılsın? Derim. O, elbette iyiyim, yahut hoşum, diyecek. Şükürler olsun diye cevap verir, ne çorbası yedin diye sorarım. O mesela, mercimek çorbası diye cevap verir. Afiyet olsun der, hekimlerden kim geliyor, kendini hangisine tedavi ettiriyor sun? derim. O, filan deyince derim ki: ayağı çok kutludur. Geldi mi işin yoluna girdi demektir. Biz de onun kademini denedik. Nerede vardıysa dilek hasıl oldu.” O iyi adam, kıyas yoluyla tasarladığı bu cevapları düzüp koşarak hastaya hal hatır sormaya gitti. “Nasılsın “dedi. Hasta “öldüm” deyince dedi ki: “ Çok şükür ” Hasta, bu sözden hiddetlendi, canı pek sıkıldı. “ Bu ne biçim şükür? O bizim kötülüğümüzü istiyormuş, anlaşıldı” diye düşündü. Sağır bir sözdür, tasarladı ama yanlış düştü. Sonra “Ne yedin ?diye sorunca hasta “Zehir” dedi. Sağır “ Afiyet olsun” der demez hastanın kahırlanması fazlalaştı. Sağır, bundan sonra da “ Tedavi için hekimlerden kim geliyor?” diye sordu. Hasta “ Hadi be, defol, Azrail geliyor ” Diye cevap verdi. Sağır “ Ayağı pek kutludur, sevin, neşelen ”dedi. Sağır; şükür, böyle bir zamanda hal hatır sorup komşuluk hakkını gözettim diye sevinerek

dışarı çıktı. Sağır eşekliğinden tamamı ile aksini sandı, ziyanın ta kendisi olan o işi kar zannetti. Hasta ise “Bu, bizim canımıza düşmanmış, onun cefa madeni olduğunu bilmiyormuşuz” diyordu. Hatırına yüz türlü kötü şeyler geliyor, ona türlü ,türlü haber göndermeyi kuruyordu.

KÖPEKLERİN KARDEŞLİĞİ Bir gün Mevlâna öğrencileriyle birlikte Konya sokaklarında dolaşırken, yıkık bir evin önüne gelirler. Beş-on “köpek” o evin bahçesini mekan tutmuş birbirleriyle güzel güzel oynaşmaktalar. Bu durumu gören öğrenciler

Mevlâna 'ya dönerek; efendim, derler, bakın şu aşağıladığımız köpeklere. Biz insanlardan daha iyi geçiniyorlar, kavga etmeden yaşayabiliyorlar. Mevlâna hiç cevap vermez. Bir öğrencisini gönderip kasaptan bir ciğer alıp getirtir ve o köpeklerin arasına atar. Ciğeri kapma yarışına giren köpekler birbirlerini parçalarcasına bir kavgaya tutuşurlar. İşte o vakit öğrencilere döner ve gördünüz ya, der. Dünya malına tapan insanların dostlukları da aynı böyledir. Arada bir menfaat yokken güzel güzel geçinirler; ancak aralarına maddi-manevi bir dünyalık girince eski günlerini hatırlarına bile getirmez, birbirleriyle kavga eder dururlar. O zaman da “insan”lıktan çıkıp bu hayvanların safına geçerler. KİBİRLİ SİNEK Vakti zamanında, bir bataklıkta yaşayan çok kibirli bir sinek vardı. Kendini o kadar beğenirdi ki, sürekli kendinin fevkalade olduğunu düşünürdü. Kendi kendine:''Şüphesiz ki ben bu devrin zümrüdü anka kuşuyum, benden daha üstün kimse olamaz.'' derdi. Bir gün, eşek pisliğinin içinde bulunan bir saman çöpüne kondu. Eşeğin pisliğini uçsuz bucaksız bir deniz, saman çöpünü gemi, kendinide kaptan sandı... ‘’İşte bu bir okyanus, bu da benim mükemmel gemim, ben de dünyanın denizler aşan en büyük kaptanıyım.’’ diye karar verdi kendi kendine; gururlandı koltuklarını kabarttı...

“ İnsan tarafgirlikten, hiddet ve şehvetten şaşı olur. Hakkı ve hakikati olduğu gibi göremez.”

MEVLANA ANLATIYOR Elif Yağmur TOPAKTAŞFatma Kemal Timuçin And. L. 12 TM

62

KA

YS

ER

İ

TA

LA

S

İL

ÇE

M

İL

E

Ğİ

M

RL

ÜĞ

Ü

Talas Eğitim ve Kültür Dergisinin değerli okurları, bu sayımızda sizlere ilçemizin yetiştirdiği önemli değerlerden birisinden, Somuncu Babadan bahsetmek istiyorum.Asıl adı Hamid Hamididdun olan Somuncu Babanın 1331-1412 yılları arasında, Yıldırım Beyazıd zamanında yaşadığı sanılmaktadır. Talas’ın Akçakaya köyünde doğan Somuncu Baba, Anadolu’nun maddi fethinden önce manevi fetih için bu topraklara gelen Horasan Erenlerinden bir ailenin mensubudur. Eğitiminin ilk temelleri, şu anda yaşadığımız Talas’ta, babası Şeyh Şemseddin Musa El-Kayseri tarafından şekillenmeye başlamıştır. Sonraki yıllarda Şam, Tebriz ve Erdebil’de zahiri ve batıni ilimleri tamamlayan Somuncu Baba, ilminin devamı ve irşad görevi için Anadolu’ya dönerek, Bursa’ya yerleşmiştir. Bursa’ya geldiği tarihlerde Ulu Camii henüz yeni inşa edilmektedir.

Zamanının manevi mutasarrafı olarak kabul edilen Somuncu Baba, gizlenmek ve görünmemek için, sahibi olduğu bir merkebi ile dağlardan odun taşır; geceleri hamur yoğurur; ekmek pişirir ve ertesi gün de sabahın erken saatlerinde kendi pişirdiği leziz ekmekleri halka satar. Bu nedenle Somuncu Baba ismiyle anılmaya başlar.

Ulu Camii’nde Fatiha tefsirini yedi ayrı makamda yapması herkesi, özellikle de ilk Osmanlı Şeyhülislamı olarak kabul edilen Molla Şemsuddin Fenari’yi hayrete düşürür ve halka dönerek şöyle der: “Şeyh Hamid, bize burada hikmetler saçıyor ve büyüklüğünü gösteriyor.

Fatiha’yı yedi vecih üzere tefsir eyledi. Birinci tefsiri herkes anlayabildi. İkinciyi, buradaki ancak bazı kimseler anlayabildi. Üçüncüyü ise, bir kısmını aklım idrak ettiyse de, bir kısmını idrak edemedi. Bundan sonraki vecihleri ise, bizim idrakimizin dışında kaldı. Ancak kendisi idrak edebilir.”

Somuncu Baba, başta Hacı Bayram Veli olmak üzere (ki bu ilişki Talas’a kadar dayanmaktadır), İnce Bedreddin, Akşemseddin, Molla Zeyrek, Hızır Dede, oğlu Yusuf Hakiki gibi birçok alimin yetişmesinde yol gösterici olmuştur.

Sağlığından günümüze kalan eserleri arasında, “Şerh-i Hadis-i Erbain”, “Zikir Risalesi”, “Silah’ul Müridin”i sayabiliriz.

Ölümü ve mezarıyla ilgili ise çeşitli kaynaklarda, çeşitli bilgilere rastlamakla birlikte, öğrencisi Hacı Bayram Veli ile birlikte Aksaray’a geldiği ve burada vefat ettiği rivayet edilmekte. Bir başka iddia ise, Aksaray’dan Darende’ye geçtiği ve burada hakkın rahmetine kavuştuğu şeklindedir. İki oğlundan birisinin Aksaray’a yerleşip, diğerinin Darende’ye yerleşerek babalarının ilmini ve soyunu sürdürdüğü bilgisi ise kesindir.

Yukarıda özetle tanıtmaya ve anlatmaya çalıştığımız Somuncu Baba ve Talas’ın yetiştirdiği önemli ve milli değerlerin farkına varmak, O ve onun gibi tarihi kişiliklerin anıları ve düşüncelerine saygı adına, onları gelecek nesillere aktarmak bizim asli kültürel görevlerimiz arasındadır. Geçmişi olmayanın geleceği de olmaz. Bu anlamda, Somuncu Baba’nın Akçakaya’da bulunan doğduğu ve geliştiği, ilminin ilk temellerinin atıldığı mekanları aslına sadık kalarak ilçemize kazandırma çabası içerisindeyiz. Şimdilik O’nun Camii ve Çilehanesi üzerinde çalışmaktayız. Kısa zamanda bütün külliyenin restorasyonunu tamamlayarak halkımızın ziyaretine açmış olacağız. Talas’ın bugün olduğu gibi, geçmişte de eğitim ve bilginin önemli merkezlerinden biri olduğunu bilmemiz de sonsuz fayda var. Eğitim ve kültür, insanın ekmek kadar, su kadar önemli vazgeçilmezleri arasında olmalıdır.

SOMUNCU BABA Rifat YILDIRIMTalas Belediye Başkanı

63

TA

LA

S

LT

ÜR

V

E

İT

İM

D

ER

Y

IL

:4

S

AY

I:

5

Asıl adı Cemal Kazan'dır. Ancak o ''Cemil Baba olarak tanınmıştır. Cemil Baba 1912 yılında Kayseri'nin Deliklitaş Mahallesi’nde doğmuş, daha sonra Talas'a yerleşmiştir. 1982'de de burada vefat etmiştir. Halk arasında ''Hacı Cemil, Mavi Boncuklu Cemil Baba, Boyacı Cemil’ gibi adlarla anılan Cemil Baba evlenmemiştir. Ölesiye kadar sırtında bir boya sandığı ile dolaşmış ve çevresinde kerametleriyle tanınmıştır. Kendisine yakınlık gösteren insanlara mutlaka bir şeyler veren Cemil Baba, nasihat etmekten de geri durmamıştır. Kimilerinin gözünde deli, kimilerinin gözünde meczup, kimilerinin gözünde de bir veli idi. Ve o Kayserililerin Cemil Emmisiydi. Ama kim hangi gözle bakarsa baksın, tüm şehir halkı ona hürmette, asla bir kusur işlemezdi. Yaz ve kış, kuşağına bir iple bağladığı, kalın çuha şalvarını ve eski gömleğini giyerdi. Omzundan indirmediği, küçük boya sandığı ile kâh mahalle aralarında, kâh çarşı aralarında dolanırken görülürdü. Güçlü, kuvvetli bir yapısı olmasına rağmen, sürekli dalgın ve tefekkür halindeydi. Kayserinin, bir evladı olan Cemil Emmi, hiç evlenmemişti. Talas’ ta, yaşlı annesiyle otururdu.Genellikle, Talas’ tan Kayseri’ye yaya gelir ve Cuma namazlarını, merkez camilerinde kılardı. Cemil Emmiyi fark edenler, hemen etrafını sarar, onun hayır duasını almaya gayret gösterirlerdi. Ona yaklaşmayı başaranlar, kendi halleriyle ilgili, sorular sorardı. Cemil emmi, bu insanlarla konuşur ve cebinden hiç eksik etmediği, ince tel yüzüğü ve mavi boncuğu vererek, hediyeleşmek sünnetini de ihya ederdi. Halk çoğu kez onu “Mavi boncuklu Cemil Baba” diye de anardı. Cemil Emmi, asla kimseden bir şey talep etmezdi. Sadece, özel dostlarının mekânlarına uğradıkça, onların ayakkabılarını boyar ve bu şekilde kazandığı paraları, ihtiyaç sahiplerine dağıtırdı. Cemil Emmi, şehir halkının gözünde ermiş bir veli idi. Onun gıyabında, pek çok rivayetler anlatılırdı. Çoğu insan, onu aynı anda, hem Kayseri’ de hem de Kâbe de gördüklerini söylemişlerdir. Çok insanın Cemil Emmi ile ilgili

şaşırtıcı ve hürmet uyarıcı oldukça ilginç hatıraları vardır. İşte bazıları: Rahmetlik Cemil Emmi boya sandığı sırtında, Talas tan şehir istikametine doğru gelirken, belediye otobüs şoförü onu fark eder, fakat aracı durdurmaz ve yoluna devam eder. Şoför şehre geldiğinde bir bakar ki, Cemil emmi durakta oturuyor görür.Şoför şaşırır. Cemil Emmi ise gülümseyerek;“Sen arabana almadın ya, bak Allah getirdi beni” der.Kayserinin zenginlerinden birisi, Cemil Emmiye bir elbise diktirip hediye eder. Cemil Emmi, elbiseyi alır ve bu yeni

elbisenin kolunu, sırtını ve omuzlarını yırtar. Sonrada bir çuvaldıza geçirdiği kalın bir iplikle, söktüğü yerleri alelusul yeniden diker. Bu durumu şaşkınlıkla seyredenlere, Cemil Emmi; ” Ne güzel oldu değil mi? Aşkın iğnesiyle dikilen böyle güzel olur” der. Yine bir gün, Cemil emminin kıldığı namazlarda, hangi dua ve ayetleri okuduğunu merak eden bir kişi, sürekli Cemil Emmiyi takip eder ve bir punduna getirerek yanında namaza durur. Kulağı Cemil Emmidedir. Cemil Emmi Sürekli “Alla, Allah, Allah” diyerek namazını bitirir. İki rekât boyunca ağzından başka bir kelem çıkmaz. Nihayet Cemil Emmi doğrulur ve yanındakilere şöyle der. “Keramet bekleme, keramet bekleme. Allahtan büyük ayet, Allah adından büyük duamı vardır” der.

Bir Allah dostu olan Cemil Emmi vefatından bir gün önce: “Hakkınızı helal edin, biz artık buralarda durucu değiliz” diyerek, bir nevi vedalaşmıştı.Cemil Emmiyi vefatından tam üç yıl sonra, bir dostu onu rüyasında görür. —O dostuna der ki;“ Ben iyiyim, ama mezarıma su giriyor.” Bunun üzerine, ertesi gün hemen Cemil Emmi’nin, mezarını açarlar ve görürler ki, Mezarın baş tarafından, kabre su girmektedir. Fakat buna rağmen Cemil Emmi’nin kefeni, hala çürümemiş ve teni sararmamış bir halde yeni defnedilmiş gibi kabrinde yatmaktadır. Hemen mezarı tamir edilir ve üstüne bir türbe yaptırılır. Allah rahmet eylesin. Ruhu şad olsun.

CEMİL BABA Yeşim AYBARMehmet Cemile Oğulcuklu İ.O. 8 A

64

KA

YS

ER

İ

TA

LA

S

İL

ÇE

M

İL

E

Ğİ

M

RL

ÜĞ

Ü

Yasemin KAYIŞFatma Kemal Timuçin And.Lis. 12 TM

Bir damla dahi yağmur yüzü görmediğinden kurumuş, çatlamış topraklara benzer sevgisiz insanın yüreği. Ne umutlarını ekebilsin oraya ne de hayallerini. Hiçbir şey veremez sana. Dökülür gider ellerinden. Sevgisizlik, ”Ben

hayatım boyunca mutsuz

olmak istiyorum.” Diye ilan etmektir kendini. Mutluluğa

ulaşmak için geçmek gereken sevgi yolculuğunun

biletini iptal ettirmek tir. Halbuki sevgi 5’e kadar saymak

kadar kolaydır çoğu zaman. Henüz “3” dediğimde ben,

kulağıma sesler gelmeye başlar. Gönül pencereme

çarpan yağmur damlalarının sesi. Tertemiz olmuş o

pencereden daha net daha güzel görürüm artık her

şeyi. Ve yumuşamış o toprakların kokusuyla “sevmek”

nedir diye sorarım.

Bence sevmek, sokakta ilk defa gördüğüm o

küçücük çocuğa sebepsizce gülümse ye bilmektir.

Sevmek, defalarca bağırdığım annemin benimle tekrar

konuşabilmesi dir.

Sevmek benim için, kimsesiz yaşayan yaşlı

amcanın yerine kendimi koyabilmektir. Ruhumun

bitmek bilmeyen yorgunluğuyla yorularak kavga

etmektir.

Sevmek, uzun zamandır görmediğim

arkadaşımın ayak sesleriyle içimde oluşan irkilme dir.

Sonunu merak ettiğim kitabı bitirmek için uğraşınca

gözlerimin yorgun düşmesidir.

Sevmek yazabilmek tir benim için. Kalbimin

karanlık-çoğu zaman benim bile göremediğim kadar

karanlık köşelerinden gelen o fısıltıyı cesurca kalemimle

söyleyip, kelimelerle oyun

oynamaktır. ”Yaşam dansı”

İçin en güzel müzik olan

“sevgi ritmi”ne kendimi

kaptırabilmektir. Bütün

sevdiklerimin bir şarkıdan

bir renge, bir baharattan

bir çiçeğe, bir arkadaşımdan hayran olduğum bir

sanatçıya, sokaktaki çocuğa gülümsemekten, şafak

vaktinde havayı seyretmeye kadar hayat yapbozunun

bir parçası olabilmektir sevmek...

Sevmek, bana kızan öğretmenime hiç

gücenmemektir. Ne yaşamış olursam olayım, ne kadar

mutsuz hissetsem de kendimi, akşam olduğunda

evime dönebilmenin, aslında güzel olduğunu

kendime itiraf edebilmektir. Yıllar sonra karşılaşmanın

bile düşük bir ihtimal olduğu, yollarımızın ayrıldığı ve

arkasını dönüp giden “eski” bir dostun iyiliğini hala

isteyebilmektir sevmek.

Sevmek, kimseyi umursamadan üçüncü çoğul

şahısta “ben” olabilmektir bazen. Bazen de, sarılırken

hiçbir şüphe duymadığım o insan için, pişmanlığını

kabul ederek kendime kızabilmektir.

Aslında sevmek, hayatın bütün ağırlığını

bıraktığı omuzlarımla o yükü taşımakta zorlandığımda,

kendimi dört duvar çaresizliğinin sardığı bir odada,

acıdan boğulmak üzere bulmuşken, Allah’a şükredip,

bütün kalbimle yalvarabilmektir ona.

Ve nihayet sevmek, Rahman’ın rahmetine göz

pınarlarımdan akan damlaların mislince gark olmaktır.

VE BENCE SEVMEK

65

TA

LA

S

LT

ÜR

V

E

İT

İM

D

ER

Y

IL

:4

S

AY

I:

5

GEÇMİŞ ZAMAN OLUR Kİ HAYALİ CİHAN DEĞER...Yazın o kavurucu sıcaklarının sonuna doğru harmanda, kendime göre verilen işleri yaptığım zamanlardı. İlkokulu bitirmiştim. Hem de Pekiyi derecesiyle. Okuyacaktım ama nasıl, nerede sorularını hep kendi kendime soruyordum. Sonra nasıl olsa daha zaman var ve babam bir çözüm yolu bulur diye de çok fazla önemsemiyordum; lakin bu teselli bile yetmiyor, “nerede okuyacağım?” sorusu aklımdan hiç çıkmıyordu. Birlikte İlkokulu bitirdiğimiz arkadaşlarımla oyun onarken hep konuşurduk. Birbirimize sorardık “nerde okuyacaksın?” diye. Kimi Kayseri’de, kimi Tomarza’da, kimi de Develi’de derdi; çünkü köyümüze en yakın ve ortaokulu olan başka yer yoktu. Okuyacaksak mecburduk. Ama nasıl, nerede kalınacak soruları hep kafamı ağrıtır, beni düşündürürdü. Bu düşüncelerle mücadele ederken hemen çözüm yolunu da bulurdum. “Babam buna da bir çözüm yolu bulur” der, kendimi galip ilan ederdim. Harman yerinden elimde tahta su bardağı ile Koca Çeşmeye su almaya giderken öğretmenim de çeşmenin başında su içiyordu. Mahcup ve utangaç bir hal içerisinde ben de çeşmeye yaklaştım ve akan beş oluktan birinden suyu doldurmaya başladım.

Öğretmenim suyunu içtikten sonra sordu: “Okula yazıldın mı, nerede okuyacaksın?” dedi. Ben de “Bilmiyorum, babam yazdıracak.” dedim. “Aman ihmal etme, mutlaka okumalısın. Ben babanla da konuşurum.” dedi. Öğretmenimin, kendi köyümüzden olmasına rağmen onunla her karşılaştığımız da hep çekinir, karşılaşmamak için bazen yolumuzu değiştirirdik. Bunun saygıdan mı, korkudan mı, yoksa kendine güvenememekten mi, medeni cesaretimin olmadığından mı, olduğunu hiç bilemedim. Bunun sıkıntısını öğrencilik yaşantımca hep yaşadım. Şimdiki çocuklar daha farklı Kendilerini daha iyi ifade ediyorlar. Medeni cesaretleri ve kendilerine güvenleri daha iyi. Biraz da saygı ve sevgiyi ve de paylaşmayı bizim zamanımızdaki çocuklar gibi yapabilseler çok daha iyi olacaklarına inanıyorum. Suyu doldurdum ve harman yerine doğru yola koyuldum. Sıcağın altında çalışan babam, annem ve kardeşlerime getirdiğim soğuk sudan su bardaklarına doldurarak ikram ettim. Onlar da kana kana içtiler. Bana da “eline sağlık, su gibi aziz ol” diye teşekkür ve dua ettiler. Günler birbiri ardına geçip gidiyordu yavaş yavaş da harmanı toplamaya başlamıştık. Savrulacak tınaz

ANI İhsan KÖKERTalas İlçe Milli Eğitim Müdürü

66

KA

YS

ER

İ

TA

LA

S

İL

ÇE

M

İL

E

Ğİ

M

RL

ÜĞ

Ü

kalmamıştı. Esen rüzgarın yardımı ile tınaz savrulur, buğday, arpa ya da çavdar samandan ayrılır; çeç elenerek temizlenir, çuvallara doldurulur ve akabinde o günün gözde aracı kağnı ile hemen eve götürülürdü. Çıkan buğdayın durumuna göre; unluk, bulgurluk, yarmalık, tohumluk gibi ayrılarak uygun yerlere ya da ambarlara doldurulurdu. Bütün bu işler bittikten, harman yerinde kalan saman da (hayvanların kışlık yiyecekleri ürün olarak kağnıların üzerine kurulan ve çeten diye adlandırılan tahtadan yapılma veya keçi kılından dokunan adına palaz denen çullardan oluşturulan düzenekle) harman yerinden samanlıklara taşınır o da bitince harmandan kalkılmış sayılırdı. Bu işler devam ederken zaman zaman babam ilçeye gider, kendine göre işlerini takip eder, evin ihtiyaçlarını giderirdi. Bu gidip gelmelerin sonunda bize bahsetmezdi ama okula yazdırmak için nelerin gerektiğini, benim nerede kalacağımla ilgili araştırmaları da yapmış olmalı ki, bir gün “hazırlan, yarın seni okula yazdırmaya gideceğiz” dedi. Beklemediğim bir anda böyle bir şey duymak bende büyük bir şaşkınlık yarattı. Ne yapacağımı bilmeden büyük bir heyecanla hemen sokağa çıktım. Karşıma çıkan arkadaşlarıma olayı müjdeledim kendimce. Hem de Tomarza’ya gideceğimi söylüyorum böbürlene böbürlene. Kolay mı? Herkes gidebiliyor mu Tomarza’ya veya Kayseri’ye? Köyde böyle bir durum günün olayıydı. Bir de ondan sonrası var, gittiğin gördüğün yerleri dönünce anlatmak, daha farklı bir olay. Hele hiç görmemiş olanların anlatılanları dinlemesi o daha bir başka. Önceden gitmiş olanların senin anlattıklarına zaman zaman ilave etmeleri gitmeyenleri

daha çok imrendirmekte. Bir de üzerine yeni bir kıyafet alınmışsa, o da üzerinde ise, o zaman durum daha bir farklı olurdu. Herkes sana bakar seni incelerdi. Maşallah şimdi çocukların görmediği, gitmediği yer yok. Çarşıya, pazara, markete, sinemaya ve benzeri yerlere kendileri gidebiliyorlar. Bizim zamanımız çocuklarına göre daha donanımlılar, daha çok şey biliyorlar; bu bir şanssa, evet daha şanslılar, daha çok imkâna sahipler. Lakin çocukluklarımız dört duvar arasında teknoloji ile yaşıyorlar. Bu da onları çok farklı kılıyor. Paylaşmasını bilmeden, çevresindeki olup bitenleri umursamadan, ben duygusu ile yetiştikleri için farklılar ve benciller. Bu da ileriki yaşamlarında olumsuzlukların yaşanmasına neden oluyor. Ellerindekinin kıymetini bilseler daha bir farklı olurlar diye düşünmemek elde değil. O zaman bizlere toplumun ilgili ya da ilgisiz diye nitelendirdiğimiz tüm fertlerine sağlıklı nesiller yetiştirebilmek için çok büyük görevler düşmekte. Bizler de bunun gereğini yerine getirmek zorundayız. Ertesi gün babamla birlikte gittik. Önce bir fotoğraf çektirdik. Şimdi onlar hep nostalji oldu. Artık hiçbir yerde göremiyorum. (Hani bazı eski filmlerde ve ansiklopedilerde ya da bir belgeselde ancak görebiliyorsunuz. İstanbul hatırası yazılı bir bez ve onun önüne ağaç sandalyeye oturarak çektirilen fotoğraflar gibi.) Köşe başında bir yer. Bulunduğu dükkânın camlı kısmına veya duvarına asılmış bir bez. Önünde duran bir sandalye.Babam selam verdi. Fotoğrafçı selamı aldı. Babama gereken saygıyı göstererek “Buyurun fotoğraf

67

TA

LA

S

LT

ÜR

V

E

İT

İM

D

ER

Y

IL

:4

S

AY

I:

5

mı çekilecek?” diye sordu. Babamı tanımayan yoktu ki! Herkes selam verir, bazıları da hal hatır sorarlardı. Fotoğrafçı benim sandalyeye oturmamı sağladı. Güneş ışığının en uygun durumuna göre oturuş şeklimi ayarladı. Ayaklı fotoğraf makinesinin yanına gitti kendine göre bir şeyler yaptı. Tekrar yanıma geldi. Duruşumu ayarladı. Sonra makinenin yanına vardı ve kıpırdamamamı söyledi ve “tamam” dedi. Babam ne zaman alacağımızı sordu? “Öğleden sonra” dedi. Babam: “Olmaz daha erken almamız lazım, çocuğu okula yazdıracağız.” dedi. O da “peki” dedi. Bir müddet sonra fotoğrafçının yanına tekrar gittik. Fotoğrafları aldık. Siyah beyaz fotoğraflar, pek de beğenmedim ama yapılabilecek başka şey yoktu. Okula vardık, yazıldık. Nasıl yazıldık, ne yaptık, ne dediler, ne istediler, okul ne zaman açılacak diye sorduk mu, bir rüya gibiydi, heyecandan bilmiyorum. Koskoca bir okul, bizim köyün okuluna göre kıyaslandığında çok farklı. Öğretmenleri farklı, odaları farklı, her şey farklıydı. Odadan çıktık, çarşıya doğru yürüyoruz hiç ama hiç konuşmuyorum. Bir şey de sormuyorum. Ta ki çarşıya gelene kadar. Bir mağazanın önünde durduk. İçeri girdik. Babamın selam vermesi ile birlikte başta mağazanın sahibi olmak üzere herkes babama hoş geldiniz diyerek hal hatır sordu. Babamda onlara hal hatır sorarak karşılık verdi. Ve ben ilk kez orada birilerine tanıtıldım. Bana da bir şeyler dediler ama ne dediklerini hatırlayacak durumda değildim. Sadece bir derdin bir sıkıntın olursa hiç çekinmeden gelip bize söyleyebilirsini hatırlıyorum. Artık ortaokullu olmuştum. Farklı olmalıydım diye içimden geçiriyordum. Köye vardığımda arkadaşlarıma

atacağım havayı düşünüyordum herhalde. Bu arada babam mağaza sahibi ile konuşuyor oradan buradan sohbet ediyordu. Konuşmalarının arasında bana alınacak kıyafet konusu da geçmiş olmalı ki raflardan indirilen kumaşlara bakmaya başladı. Daha sonra izin isteyerek oradan ayrıldık ve bir terziye gittik. Terzi de aynı şekilde babamı karşıladı. Konuşmaların ardından daha önce dikilmiş bir ceket olduğunu söyledi. Getirdi bana giydirdi sanki benim ölçüm alınmış gibi tam oldu. Rengi ve kumaşının da iyi olduğu babam tarafından kontrol edildi. Yapılan pazarlıktan sonra ceket

alındı. Aynı kumaştan bir de pantolon dikilmesi için benim ölçüm alındı. Bir hafta sonra pantolonun da alınabileceği terzi tarafından söylendi. Terziden çıktık, böylece kıyafet işi de tamamlanmış oldu. Daha sonra içine bir gömlek, evden de bir kravat ayarlandı, her şey tamamlanmış oldu.O gün ilçenin pazarından da alış verişimizi yaptık, köye gidecek otobüsün gelmesini beklemeye başladık. Otobüs beklerken beni gören bizim köylü amcalar, dayılar, teyzeler ve halalar ortaokula yazılmamdan dolayı bana hayırlı olsunda bulundular. Kimi de “Okuyup da ne yapacaksın? Babanın bu kadar malı mülkü var, onlara kim bakacak?” diye kendilerine göre yorum yaptılar ama, o zaman ben ne demek istediklerini anlayamamıştım. Daha sonraları onların aslında ne kadar yanlış düşündüklerini daha iyi anladım. O zamanlar konfeksiyon hemen hemen hiç yoktu. Herkes ceket ve pantolonunu terziye diktiriyordu. Terzi ise bir pantolonu bir haftadan, bir ceketi bir aydan önce teslim edemezdi. Üstelik en az iki kez de provaya gidilirdi. Şimdi ise her şey çok farklı herkes mağazalardan istediği kıyafeti alıyor. Hem de istediğini istediği yerden daha uygun fiyatlara, beklemeden, provaya gitmeden.Otobüs geldi pazardan aldıklarımızı da yerleştirdikten sonra bindik ve köye doğru o bozuk ve tozlu yollardan geçerek ilerledik. Otobüsün içinin de dışarıdan farkı yok. Hem toz duman hem de sıcağında etkisi ile kötü bir koku. Yolculuk zor, yolculuk sıkıntılı. Şimdiki gibi yollar asfalt, otobüsler klimalı değil. Ayrıca şimdiki otobüsler gibi de konforlu ve lüks değildi. Yol üzerindeki her

68

KA

YS

ER

İ

TA

LA

S

İL

ÇE

M

İL

E

Ğİ

M

RL

ÜĞ

Ü

köyde durduk. Yolcular otobüsün üst kısmında bagaja sarılı bulunan eşyalarını muavine seslenerek indirtiyor, kontrol ediyorlar, kendilerinin olduğuna inandıkları zaman “benim” diyorlar ve parasını ödüyorlar. Bu iş bazen çok uzun sürüyor, bazen de köydeki bakkalın getirdiği eşyalar olursa daha da uzun sürüyordu. Bu durum her köyde devam ederdi. Bizim köye ancak ikindi üzeri gibi gelinirdi. Bizim de eşyalar aynı yöntemle indirilir kontrol edilir ve parası ödenerek işlem tamamlanırdı. Alınan malzemenin durumuna göre de eve taşınma işi yapılırdı. Benim derdim eşyanın taşınması falan olmazdı ama mecburen yardım ederdik. Eve varır varmaz hemen dışarı sokağa çıkardım. Zaten o gün senin yokluğun köyde arkadaşların tarafından anlaşılır. Ya otobüsün gelme zamanı yolda ya da evin önünde toplanırlardı.Pazardan gelmek farklı, kolay mı? Herkes gidebiliyor mu? Hemen etrafıma toplanırlar bir şeyler sorarlardı. Bu kez farklı olmuştu. İlk sorulan soru “kayıt yaptırdın mı?” Ben de böbürlene böbürlene “evet yaptırdım” dedim. Terziye gittiğimizi, elbise aldığımızı, önümüzdeki hafta prova için tekrar gideceğimi söyledim. Olup biteni ballandıra ballandıra anlattım. Bir arkadaşım dedi ki: “Ben Kayseri’de okuyacağım, babam Tomarza’da okutmam diyor.” diye söyledi. Amacı bana hava atmaktı, öyle hissettim. O gün öyle geçti, akşamın geç saatlerine kadar herkes beni dinledi. Evde de hemen hemen aynı durum devam etti. Bazen benim hakkımda konuşulurdu. Okula yazıldım ama nerede kalacağım nasıl yapacağım diye de başta ben olmak üzere hemen herkes kaygı ve endişe içindeydi. Her ne kadar bana hissettirmeseler de bu böyleydi. Ama ben abimlerden daha şanslıydım. Çünkü okulun bir pansiyonu vardı. Büyük bir ihtimalle orada kalacaktım.Sayılı günler hemen geçiveriyordu. Harmandan kalkılmıştı. Bizim gibi çocukların yapacakları fazla iş kalmamıştı. Herkes kış için hazırlıklara başlamıştı.

Bulgur kaynatılıyor, tarhana ediliyor, su değirmenlerinde un öğütmek için insanlar değirmenden sıra alıyordu. Bostanlar bozulmaya, patatesler sökülmeye, domatesler toplanıp salçalar yapılmaya başlanmıştı. Hatta kışlık odun ihtiyacı için söğüt ağaçları budanmaya, çürümeye yüz tutmuş olanlar ise kökünden kesilmişti. Tüm bunlar benim için okulların açılışının yaklaştığının göstergesiydi. Okul açılmış bende okula başlamıştım. Kendi köyümden üç kişi idik. Biri ikinci sınıfta orta ikide ben ve diğer arkadaşım ise birinci sınıfta orta birde idik. İlk günü hiç hatırlamıyorum. Nasıl başladık. Sınıfa nasıl girdik. Ne yaptık bilmiyorum. Zaten bir sürü yabancı kişiler. Kimseyi de tanımıyoruz. Çocukların çoğu da benim gibi köyden gelmeler. Bir kaç tane de ikinci yılını okuyanlar var. Onlar farklı nede olsa bizden büyükler ve deneyimliler. Zaman zaman yanımıza gelip nereli olduğumuzu soruyorlar. Yakın köylü ise biraz yakınlık gösteriyorlar. Bazen de bizi kolluyorlar. Ne de olsa daha çocuğuz henüz oniki yaşındayız. Pansiyon üç büyük oda, bir öğretmenler için ayrılmış idareci odası, yemekhane, mutfak, iki göz tuvalet ve birde banyodan ibaretti. Odalarda altlı üstlü demir ranzalar bir de kömür sobası vardı. Her halde bir oda da kırk, elli kişi kalırdık. Korkumuzdan elektrikler yanınca duvarlara dokunamazdık çünkü elektrik çarpardı. O zamanlar elektrikler her istediğin zaman yanmazdı. Akşam karanlık basınca yanardı. Çünkü ilçenin elektriği jeneratör ile temin edilirdi. Bazen yakan kişi unutur ya da jeneratörü çalıştıramazsa elektriklerin yanmasını bekler dururduk. Karanlıkta zaten yapacak başka da bir şey yoktu, mecburen beklemek zorunda idik. Sıkıntılar bununla da bitmez, suların da bazen günlerce akmadığı olurdu. Varın gerisini siz düşünün. Ne kadar zor değil mi? Şimdi bir saat su akmasa veya elektrikler kesilse hemen her yeri arıyoruz ve kendimize göre hesap soruyoruz. İşte o zamanın şartları. Nerden nereye… Müthiş bir farklılık… Gelişmeleri o kadar çok hızlı yaşadık ki, bunu anlatmak ve inandırmak, ikna etmek ve de o günlerden ders almasını sağlamak çok zor. İnsanoğlunun zamanı yaşarken geçmişten de ders alması gerekir ki gelecekte aynı hatalara düşmesin. Geçmişteki zorlukları anlayarak sahip oldukları imkânların değerini bilmeleri gerekir. Öğle arası pansiyona gittik, ne de olsa okul bahçesinde arası yakın, yemek yiyeceğiz. Bizi görevli öğretmenler sıra ile içeri aldılar. Masalara oturduk. Onar kişi olarak. Önceki yıllardan pansiyonda kalanlar işi biliyorlar, onlara göre bir problem yok. Her masadan bir kişi gidiyor ve sıraya girerek aşçı tarafından verilen yemeği karavana denilen büyük bir kabın içinde alıyor ve masaya getiriyor, kepçe ile herkesin tabağına koyuyor. Yemeğe başlamadan önce

69

TA

LA

S

LT

ÜR

V

E

İT

İM

D

ER

Y

IL

:4

S

AY

I:

5

son sınıf öğrencileri tarafından yemek duası yapılıyor “Tanrımıza hamt olsun Milletimiz var olsun” diyor biz orada bulunan tüm öğrenciler duayı tekrarlıyoruz arkasından öğretmenlerden birisi de afiyet olsun diyor ve yemeğe başlıyoruz. Yemeği zorlanarak yedim çünkü rahmetli anamın pişirdiklerine benzemiyor, lezzeti, tadı farklı bana uymuyor ama mecburen ucundan kıyısından yedim. Başka çare yok. Mecbursun, yemek zorundasın.Yemekten sonra bizim köyden arkadaşlarla birlikte doğruca çarşıya gittik. O gün köyden yeni geldik ya, okula yeni başladık ya, kendimizi göstereceğiz. Üzerimizde elbise kafamızda şapka… O zaman bütün öğrenciler şimdiki askeri okul öğrencilerinin giydiği gibi şapka giyerlerdi. Öğrenciler çarşıya şapkasız gidemezlerdi. Şapkasız giden öğrenciler okul idarecileri veya öğretmenleri tarafından görülürse cezalandırılırlardı. Onun için bizde şapkamızı giymeden çarşıya çıkmazdık. O zamanın şartlarında o şapka bizim için çok çok önemliydi; çünkü farklılığımız onunla bütünleşiyordu. Tatillerde köye gittiğimizde bile şapkayı giyerdik. Çarşıdan döndük, öğleden sonraki dersler için tekrar sınıfa gittik.

Derslerimize gelen öğretmenler ilk gün olması nedeni ile tüm öğrencilerle tanışıyorlar, soruyorlar, konuşuyorlar, bizleri okula alıştırmaya çalışıyorlar. Şimdi anlıyorum o konuşmaların ne kadar önemli olduğunu. Kopup gelmişsin köyünden, evinden, ailenin yanından. Farkında değilsin henüz neyin ne olduğunun. Derstesin zamanın nasıl geçtiğini bilmiyorsun. Ders zili çaldı. Ders bitti. Herkes evine gitti. Biz de pansiyona, daha sonra kendi evimiz gibi gördüğümüz görmek zorunda olduğumuz pansiyona gittik. Kitaplarımızı bavulumuza koyduk. Tahta bavula. Herkesin yaptığı gibi dışarıya çıktık. Herkes kendi köylüsü ile bir araya gelmiş konuşuyorlar. O günü kendilerine göre değerlendiriyorlar. Önceden bir birini tanıyan yakın köylüler de bir süre sonra birleşerek

kendilerine göre konuşmaya tanışmaya başlamışlardı. Sonbahar mevsimi yaz günü gibi değil ne de olsa hava erken kararıyor. Akşamın o kasvetli hali güneşinde yavaş yavaş batmaya başlaması ile birlikte kendini göstermeye başlamıştı. Bir süre sonra güneş batmış hava iyice kararmıştı. Önceki yılın öğrenciler bize göre deneyimliler yemekhaneye doğru yürümeye başladılar bizde onları takip ettik. Yemekhanenin önünde öğlen yemeğinde olduğu gibi sıraya girdik. Bekliyoruz. Birden bir motor sesi duyduk. Bilenler elektrikler yandı dediler. Birden koridor aydınlanıverdi. Bir şaşkınlık anı, benim gibi herkes yanan ampullere bakıyor. Benim gibiler için ilginç çünkü o zaman köylerin hiç birinde elektrik yok. Tomarza’nın elektriği de jeneratör ile sağlanıyor. Sonradan anladık ki biraz önceki motor sesi jeneratörün çalışmasının sesiymiş. Beklerken yemekhaneye girmeye başladılar biz de sıramız gelince girdik. Öğlen yemeğinde oturduğumuz masaya oturdum. Aynı öğle yemeğinde olduğu gibi zorlukla yemeye başladım. Biraz da olsa karnımız doymuştu. Yemekhaneden yine bizim köylülerle birlikte çıktık. İlk gün ne yapacağımızı da bilmiyoruz. Biraz dışarıda oyalandık. Dururken yanımdakiler de dâhil olmak üzere herkes derin bir sessizliğe büründü, herkes sustu. Kimse konuşmuyor. Bir düğüm boğazımıza oturmuş, yutkunmak isteyip de yutkunamıyorduk. Çoğumuzun gözleri dolu dolu, dokunsanız hıçkırarak ağlayacak gibiydi. Herkes ailesinden ilk kez ayrılıyordu, tek başınaydı benim gibi. Bu anlatılmaz bir duyguydu. Ne derece zor olduğunu tarif etmek mümkün değildi. Düşünebiliyor musunuz? Tek başınasınız, yalnızsınız, bilmediğiniz bir yerde, bilmediğiniz bir mekânda, tanımadığınız kişilerle birlikte! Ne kadar zor… İşte öyle başladı ortaokul hayatım. On iki yaşında tek başıma, yapayalnız, bin bir türlü zorluklarla birlikte. Başka çare yoktu, okumalıydım. Okuyacaktım. O zorluklar olmasaydı. Ben o zorluklarla mücadele etmesini bilmeseydim. Zorlukları yenmeseydim. Bu gün burada olamazdım. Olmam da mümkün değildi. Hayat zorluklardan ibaret, kolay olan bir şey yok. Önemli olan bu zorluklarla mücadele etmesini bilmek.Onları ortadan kaldırmak.Bunun içinde yılmadan bıkmadan çalışmak en önemlisi de sabretmek gerekiyor. Hiç bir şey kolayına elde edilmiyor. Mücadeleyi yerinde ve zamanında yapmak gerekiyor. Zamanı içerisinde yapılmayan mücadele havanda su dövmeye benziyor. Onun için her şeyi zamanında yapmak gerekiyor. İşte o zaman, karar verdiğin zaman onu iyi değerlendirmek gerekiyor. Zamanı boşa harcama lüksümüzün olmadığı bir dönemde yaşıyoruz. Bunu iyi değerlendirmek zorundayız. Sağlıklı ve mutlu bir geleceğe ulaşmak dileği ile...

70

KA

YS

ER

İ

TA

LA

S

İL

ÇE

M

İL

E

Ğİ

M

RL

ÜĞ

Ü

Tavşan bir gün ormanda hoplayıp zıplarken çok susamış ve derenin başına gitmiş. Orada suyunu içerken bir ara kuşlara dalmış. Onu gören bir serçe yanına konarak ona şöyle demiş:-Merhaba,tavşan kardeş Nasılsın,bize baktığını gördüm ne oldu?Tavşan söze girişerek:-Ben de sizin gibi özgür olmak istiyorum. Ne kadar güzel ,kanatlarınızı çırptığınız da uçabiliyorsunuz. Ama ben ise sadece zıplayabiliyorum.

Serçe:-Aslında biz de dediğin kadar özgür değiliz. Bir düşün Kuş avcıları bize öyle şeyler yapıyorlar ki. Biz göklerde uçarken öyle bir ateş açıyorlar ki ne yapacaığmızı bilemiyoruz, hele bazıları var ki bizi yakalayıp tüylerimizden aksesuar yapıyorlar ya da kafese koyuyorlar. İşte o zaman anlıyorum tabiatın ve özgürlüğün ne kadar güzel olduğunu. Tavşan:-Seni şimdi anladım, işin o yanından hiç bakmamıştım. Eee senin annen nerede?Serçe bir an durdu ve ağlayarak şöyle dedi:

-Benim annemi kafese koyup götürdüler.Tavşan yüksek bir sesle şöyle dedi:-İyi ama neden ? Böyle bir şey yapmaya hakları yok ki Serçe :-Annemi padişaha götürdüler padişah annemi uzun zamandır yakalamak istiyordu .Bir gece annemle uyurken annemi kafese koyup götürdüler. Ben de bir

şey yapamadım çok özlüyorum onu. Keşke gelebilse. Tavşan birden buldum Diye bağırdı ve şöyle dedi: -Gece beraber gizlice saraya girer kafesi açar anneni alıp çıkarız.Serçe:-Ama bu mümkün değil ki . Nasıl başaracaksın bunu? Hayal edince bile ürperiyorum. Tavşan şöyle dedi:-Bak benim bir arkadaşım var. Ona ormanda Cesur kaplumbağa derler.Çok güçlü biridir o . Ben bu gece yanına gider konuşurum; eğer kabul ederse sabaha karşı hazır ol. Ben seni alırım.Serçe:-Olur, arkadaşın kabul ederse bana haber ver olur mu? Tavşan:-Tamam kabul edeceğinden eminim . Hoşça kal yarın görüşürüz.Tavşan, kaplumbağanın yanına gider ve şöyle der:-Arkadaşım bugün bir serçeyle tanıştım annesini kaçırmışlar ve ona yardım edeceğim;ama senin gibi güçlü cesaretli biri gerek.Bizimle gelir misin?Kaplumbağa:-Nereye, Nerede burası? Tavşan:-Padişahın sarayıKaplumbağa:-Bu çok tehlikeli haberin var değil mi? Tavşan:-Ben her şeyi göze aldım .Sen geliyor musun , gelmiyor musun onu söyle. Kaplumbağa:-Tamam geliyorumUyurlar ve sabaha doğru serçeyi alıp yola koyulurlar. Uzun bir yürüyüşten sonra saraya varırlar. İçeri girerler anne onları görünce çok sevinir ve şöyle der:-Kızım seni çok özledim nasıl geldiniz buraya?Serçe:-Anne sana her şeyi en başından sonra anlatırım . Şimdi gitmemiz lazım

MASAL (TAVŞAN İLE SEVİMLİ SERÇE)Nur Cemre POLAT

Bilge Kağan İ.O. 4 A

71

TA

LA

S

LT

ÜR

V

E

İT

İM

D

ER

Y

IL

:4

S

AY

I:

5

Anne:-Ama bu kafesi açmak mümkün değilSerçe:-Cesur çabuk ol çabuk aç şu kafesi lütfenKaplumbağa:-Tamam deniyorum. Ama açmak hiç kolay değil ki Serçe bağırarak şöyle demiş:-O sesler de ne Birileri geliyor çabuk ol Cesur aç artık şu kafesi Kaplumbağa:-Buradan hemen gitmemiz gerek Serçe:-Ben gitmeyeceğim. Sen gidiyor musun tavşan kardeş?Tavşan:-Ben bu yola seninle başladım ve önüme hangi zorluk çıkarsa çıksın yine de seninle bu yolu bitireceğime söz veriyorum.Kaplumbağa:-Ben gidiyorum sizin de keyfiniz bilir ister gelin , ister gelmeyin .Tavşan çok sinirlendi ve şöyle dedi:-Her zaman kendini düşünmekten vazgeçmelisin Kaplumbağa ise aldırmadan yoluna devam etti.Tavşan:-Sen de benim gördüğümü görüyor musun?Serçe :-Aman allahım inanamıyorum bu bir balta şimdi kafesi açabiliriz.Tavşan:-Ancak bir sorunumuz var. O koskoca baltayı kaldırmamız mümkün değil.Serçe:

-Beraber kaldırırsak mümkün.Serçe:-Anne seni o kadar özledim ki şu an sevinçten yerimde duramıyorum.Anne:-Kızım ben de seni çok özledim.Serçe:-Çok teşekkür ederim sana tavşan kardeş, bu iyiliğini asla unutmayacağım.Tavşan:-Ben bunu isteyerek yaptım ve şu an ben de senin kadar mutluyum.Hadi artık ormana gidelim.Ormana varmışlar. Onları gören kaplumbağa hayretle bakmış ve şöyle demiş:-Siz nasıl döndünüz buraya?Tavşan:-Herhalde biz de senin gibi korkup kaçsaydık gelemezdik.Ama biz önümüze hangi engel çıkarsa çıksın yılmadan yolumuza devam ettik. İşte bundan gelebildik. Eğer senin gibi korkup kaçsaydık biz de şu an serçenin annesini kurtaramazdık şimdi bizi anladın mı?Kaplumbağa başını eğerek diyecek hiçbir söz bulamamış. Serçe,Tavşan ve anne kuş, akşam bir kutlama yapacaklarmış ve bu kutlamaya bütün orman davetliymiş. Akşam kutlamayı yapmışlar. Bütün orman halkı çok sevinçliymiş. ve Serçeyle Tavşana cesaretlerinden dolayı hediyeler vermişler ve sonsuza dek mutlu yaşamışlar…

72

KA

YS

ER

İ

TA

LA

S

İL

ÇE

M

İL

E

Ğİ

M

RL

ÜĞ

Ü

HAYIRSEVERLERİMİZ-1 ARGE

YÜKSEK MİMAR SELÇUK KARAKİMSELİ( 1920-1981) Merhum Yüksek Mimar Selçuk Karakimseli 1920 yılında Kayseri’de doğdu. Babası TBMM 2. dönem milletvekili Avukat Zeki Karakimseli’dir. Yüksek Mimar Selçuk Karakimseli ilkokulu Kayseri’de bitirdi. İstanbul Avusturya Lisesinin orta kısmını tamamladıktan sonra babasının rahatsızlığı nedeniyle Kayseri Lisesine nakil olmuş ve 1937-1938 döneminde Kayseri Lisesinden mezun olmuştur. Yüksek öğrenimine Almanya’da devam isteyerek Breslaw Üniversitesine girmiş, ancak savaş dolayısı ile yurda dönüp İstanbul Güzel Sanatlar Akademisinin Yüksek Mimarlık bölümünden 1944 yılında mezun olmuştur. Daha sonra Ankara Saraçoğlu Evleri inşaatları sırasında Mimar Banat’ın yanında asistan olarak çalışmıştır. Kayseri’ye dönen Yüksek Mimar Selçuk Karakimseli Kayseri Belediyesi’nde Fen İşleri ve Mimar Müdürlükleri görevlerin de bulundu. Bu sıralarda Osman Kavuncunun Belediye Başkanlığı döneminde Fen İşleri Müdürü olarak şehir içme suyu, toptancı hal binası, Cumhuriyet Mahallesi ve Eski Sanayi Bölgesinin gerçekleşmesinde büyük payı ve hizmetleri vardır. 1947-1948 yılları arasında Topçu Okulu ve Çankırı Kıta Hizmetleri olarak askerlik görevini tamamladı. Askerlik dönüşü proje ve müteahhitlik alanlarında serbest hayata atıldı. Bu süre zarfında kendisinin hatırlayabildiğimiz bazı eserleri şunlardır: Kız Öğretmen Okulu (Erciyes Üniversitesi

Mühendislik Fakültesi olarak kullanılmaktadır.), Kadı Burhanettin Ortaokulu, Sümer Lisesi, Aydınlık Evler Ortaokulu ve Lisesi, Behice Yazgan Kız Lisesi, Hasan Ceylan Askeri Lojmanları, Girne Apt., Talas bölgesi imar planının hazırlanması ve inşaatları, Karakimseli Köyüne camii plan, proje ve inşaatı. Orta Anadolu Mefruşat Fabrikasındaki bazı inşaatlar. Ebe Okulu, Talas Amerikan Koleji Spor Tesisleri olarak sayılabilir. Birçok özel binalarda sıralanabilir. Kendisi belirli süre Yapı Sanat Okulunda mesleki derslere de girmiştir. Selçuk Karakimseli evli ve 3 çocuk babası idi. 23 Mart 1981 yılında ani bir rahatsızlık sonucu aramızdan ayrılmıştır.

MEHMET BELUK Mehmet BELUK: 1953 yılında Kayseri merkez Talas ilçesi, Süleymanlı köyünde doğmuştur. Mehmet BELUK ilköğretimini bu köyde tamamlamıştır; fakat o günün şartları itibariyle tahsil hayatına devam edememiştir. 1979 yılına kadar muhtelif işlerde çalışmıştır. 1979 yılı sonu itibariyle İsviçre de isçi olarak çalışma hayatına devam etmiştir. 1994 yılına kadar yurtdışında bulunan Mehmet BELUK bu süre zarfı içinde Türkiye’de çeşitli yatırımlar yapmıştır. Bu yatırımlar ağırlıklı olarak inşaat sektörüne yönelik olmuştur. 1994 yılında Türkiye’ye dönmüş ve Adana’da müteahhit olarak inşaat sektöründe faaliyet göstermeye başlamıştır. 2004 yılı itibariyle faaliyetlerine Kayseri’de devam eden Mehmet BELUK halen BLK Beluk İnşaat firmasının Yönetim Kurulu Başkanıdır.

73

TA

LA

S

LT

ÜR

V

E

İT

İM

D

ER

Y

IL

:4

S

AY

I:

5

MUAMMER BELUK

1955 yılında Kayseri’nin Talas ilçesinde doğan Muammer

Beluk, dokuz çocuklu Beluk, ailenin üçüncü büyüğüdür.

Kayseri-Süleymanlı Köyü İlköğretim Okulunda mezun

olduktan sonra on üç yaşında çalışma hayatına başlayıp

sekiz yıl boyunca dekorasyon ve tadilat işlerinde

çalışmıştır. 1978 li yıllarda deneyimlerine yenilerini

eklemek amacıyla yurt dışına açılmış; iki yıl boyunca

Almanya, İsviçre ve İtalyada dekorasyon ve restorasyon

işleri alarak başarılı bir süreç geçirmiştir. 1981 yılında bu

defa Suudi Arabistan a gitmiş, 6 yıl boyunca çok sayıda

villa ve cami inşaatı yaparak başarıyla ve deneyimle

memleketine dönmüştür. 1987 yılında ilk inşaatını

Kayseri’de yapmış ve halen Kayseri de yeni projeler

üretmeye de devam etmektedir. Şu anda “Erciyes İnşaat”

“Şato İnşaat” ve “Belsan İnşaat” olmak üzere üç şirketi

olan Muammer Beluk; Arapça, Almanca ve İngilizceyi

bilmekte olup, evli ve 4 çocuk babasıdır

HİDAYET AYDOĞAN

1927 yılında Kayseri de dünyaya gelmiştir. Eğitimini

yine Kayseri de tamamlamıştır. Ankara da otomotiv

sektöründe ticaret hayatını devam ettirmiştir. Hanım

Aydoğan ile olan mutlu evliliklerinden 5 çocukları

dünyaya gelmiştir. Aydoğanlar Şirketler Grubu olarak

hizmete devam etmektedir. Okulumuza ismini veren

Hidayet Aydoğan 1997 yılında Ankara da vefat etmiştir.

Çocukları tarafından kısa sürede bitirilen okulumuz

eğitim camiasına kazandırılmıştır.

74

KA

YS

ER

İ

TA

LA

S

İL

ÇE

M

İL

E

Ğİ

M

RL

ÜĞ

Ü

FATMA - MUSTAFA HASÇALIK 1911 Yılında Talas ilçesinde doğan Mustafa Hasçalık iş hayatına Kayseride inşaat sektöründe başlamıştır. Sonraki yıllarda yapmış olduğu hidroelektirik santralleri ve alt yapı inşaatleri ile ülke genelinde bir çok bölgeye hizmetleri olmuştur. 1936 yılında Kayseri eşrafından Fatma hanım ile evlenmiş ve dört çocuğu olmuştur. Mustafa HASÇALIK 1980 yılında hayat arkadaşı Fatma hanımı kaybetmiş..Kendisi ise eşinden bir yıl sonra 1981 yılında hayata veda etmiştir.

75

TA

LA

S

LT

ÜR

V

E

İT

İM

D

ER

Y

IL

:4

S

AY

I:

5

KAYBETMEDEN DEĞERİNİ BİLMEK

Bu oyun 12 Mart İstiklal Marşı’nın

kabulü ve Mehmet Akif ERSOY’u anma

programı için, Bilge Kağan İlköğretim

Okulu Türkçe Öğretmeni Ayhan

KARATAŞ’ın yazdığı ve hazırladığı bir

oyundur. Kırk kişilik geniş bir kadrosu

vardır.

Oyun 12 Mart’ta Bilge Kağan İlköğretim

Okulu’nda oynanmış, ardından 23 Nisan

stad dışı etkinlikleri münasebetiyle önce

Melikşah Üniversitesi gösteri salonunda,

ardından Özel Tevfik KUŞOĞLU

İlköğretim okulu tiyatro salonunda

Talas’taki tüm ilköğretim okulları ikinci

kademe öğrencilerince izlenmiş, büyük

beğeni toplamıştır.

Oyunda kısaca, milli ve manevi

değerlerimiz ön plana çıkarılmış.

Özellikle vatan, bayrak, özgürlük, Milli

Marşımız ve Atatürk’ümüze duyulan

sevgi ve hassasiyet yeniden yüreklerde

hissettirilmiştir

12 MART TİYATRO GÖSTERİLERİ

76

KA

YS

ER

İ

TA

LA

S

İL

ÇE

M

İL

E

Ğİ

M

RL

ÜĞ

Ü

TURİZM HAFTASI ETKİNLİKLERİ

77

TA

LA

S

LT

ÜR

V

E

İT

İM

D

ER

Y

IL

:4

S

AY

I:

5

ÖĞRENCİLERİMİZİN ESERLERİNDEN

78

KA

YS

ER

İ

TA

LA

S

İL

ÇE

M

İL

E

Ğİ

M

RL

ÜĞ

Ü

BAYRAM VE TÖRENLERDEN

79

TA

LA

S

LT

ÜR

V

E

İT

İM

D

ER

Y

IL

:4

S

AY

I:

5

80

KA

YS

ER

İ

TA

LA

S

İL

ÇE

M

İL

E

Ğİ

M

RL

ÜĞ

Ü