128
T.C. ANKARA ÜN İ VERS İ TES İ SOSYAL B İ L İ MLER ENST İ TÜSÜ FELSEFE VE D İ N B İ L İ MLER İ ( İ SLÂM FELSEFES İ ) ANAB İ L İ M DALI MUSTAFA KÂM İ L MAR’A Ş Î’N İ N HAYATI VE ESERLER İ Yüksek Lisans Tezi OSMAN GÜRÜN Ankara- 2006

T.C. ANKARA ÜN İVERS İTES İdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Prof.Dr. Mehmet BAYRAKDAR Osman GÜRÜN A.Ü. İlâhiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Ankara-

  • Upload
    others

  • View
    12

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

T.C.

ANKARA ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

FELSEFE VE DİN BİLİMLERİ

(İSLÂM FELSEFESİ)

ANABİLİM DALI

MUSTAFA KÂMİL MAR’AŞÎ’NİN

HAYATI VE ESERLERİ

Yüksek Lisans Tezi

OSMAN GÜRÜN

Ankara- 2006

T.C.

ANKARA ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

FELSEFE VE DİN BİLİMLERİ

(İSLÂM FELSEFESİ)

ANABİLİM DALI

MUSTAFA KÂMİL MAR’AŞÎ’NİN

HAYATI VE ESERLERİ

Yüksek Lisans Tezi

Danışman: Hazırlayan:

Prof.Dr. Mehmet BAYRAKDAR Osman GÜRÜN

A.Ü. İlâhiyat Fakültesi

Öğretim Üyesi

Ankara- 2006

T.C.

ANKARA ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

FELSEFE VE DİN BİLİMLERİ

(İSLÂM FELSEFESİ)

ANABİLİM DALI

MUSTAFA KÂMİL MAR’AŞÎ’NİN

HAYATI VE ESERLERİ

Yüksek Lisans Tezi

Tez Jürisi Üyeleri

Adı ve Soyadı İmzası

Prof. Dr. Mehmet BAYRAKDAR . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

Prof. Dr. Murtaza KORLAELÇİ . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

Prof. Dr. Mustafa AŞKAR . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

Tez Sınavı Tarihi : 13.10.2006

III

Ö N S Ö Z

19.Yüzyıl, farklı fikir hareketlerinin etkin bir şekilde kendini gösterdiği,

düşünce tarihimizde önemli bir zaman dilimidir. Üstün bir medeniyetin yüzyıllar

süren hâkimiyeti, Batı Dünyası karşısında gerilemeye başlamış ve farklı fikir

hareketlerinin ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır.

1886- 1924 yıllarında, İzmir basın yayın hayatında önemli bir yeri olan

Mustafa Kâmil Mar’aşî, aydın kimliğiyle çevresine ışık tutmuş, ilim ve irfanın halkın

her tabakasına ulaşmasını sağlama gayreti göstermiş, engin bir mevkie sahip,

mümtaz bir şahsiyettir. O, birçok gazete ve dergide yayınladığı makaleleriyle,

fikirlerini yüksek bir sesle ifade etmesini bilmiştir.

Osmanlı İmparatorluğu’nun en sıkıntılı günlerinde, ümidini kaybetmeden ilim

ve irfan ışığı olma yolunda çaba sarf etmiş birçok aydından biri olarak, karşımıza

çıkan Mustafa Kâmil, gerek mücadelesiyle, gerekse verdiği eserlerle, yaşadığı

coğrafyada önemli yankılar meydana getirmiş, eğitimci kimliğiyle kendinden sonraki

nesillere ışık tutmuştur.

Mustafa Kâmil, küçük yaşta eğitim hayatına başlamış, medresede yetişmiş bir

kişi olmasına rağmen yeniliklere kendini kapatmamış, klasik kalıpları kırmasını

bilmiş, toplumun yararına ve gelişmesine katkıda bulunan her türlü faaliyete destek

vermesini bilmiştir. Sosyal hayattan kopmayarak, realist, tutarlı ve gününün

şartlarına uyan fikir ve çözümleriyle takdir görmüş, aydınlar arasında aranan bir

kişilik olmuştur.

Bu çalışmamda; çevresine ışık tutmuş böyle bir şahsiyetin, hayatı hakkında

bilinenlerle, yazarlığı, şairliği, eğitimci kimliği, gazeteciliği ve basılan ve basılmayan

birçok eserleriyle fikirleri incelenmiştir.

IV

Eğer, döneminin önemli bir şahsiyeti olan ve kültür tarihimiz açısından bir

değer taşıyan bu âlim, fazıl mütefekkir, müellif ve fikir adamımızı az da olsa

tanıtabildiysek kendimizi bahtiyar sayacağız.

Çalışmalarımız sırasında yardımlarını esirgemeyen ve bana yol gösteren

Değerli Hocam Prof. Dr. Mehmet BAYRAKDAR Bey’e, kaynaklara ulaşmamda

değerli katkılarının inkâr edemeyeceğim kıymetli kardeşim Ahmet Can ERDEM’e,

Hasan AKKANAT’a ve Kıymetli Hocam Yaşar ALPARSLAN Bey’e ve tüm

arkadaşlarıma teşekkürü bir borç bilirim.

Osman GÜRÜN

V

İÇİNDEKİLER

ÖNSÖZ .............................................................................................III-IV

İÇİNDEKİLER ...............................................................................V-VII

GİRİŞ…....................................................................................................1

A. METOT............................................................................................... 1

1. Araştırmanın Konusu ……......................................................1

2. Araştırmanın Amacı ve Önemi …….......................................4

3. Araştırmanın Yöntemi…….....................................................4

B. MUSTAFA KÂMİL MAR’AŞÎ’NİN HAYATI, KİŞİLİĞİ VE

ESERLERİ ………..........................................................................6

1. Hayatı………............................................................................6

1.1.Çocukluğu ve Eğitimi……………........................................8

1.2. Müderris ve Muallimliği…….............................................10

1.3. Basın Hayatındaki Yeri … …….........................................11

1.4.Vefatı...................................................................................19

2- Eserleri....................................................................................21

2.1. Matbu Eserleri.....................................................................21

a. İbn Sina……………………...........................................21

VI

b.Usul-i Akisa…….............................................................22

c. Müntehap-ı Sarf-ı Osmani…….………………………22

d. Dini ve Tarihi Menakıb-ı İmam-ı Azam…….….……..23

e. Kavaid-i Arabiyye……………..……………….………24

f. Güfte-i Kâmil………………………………….………25

g. Manzume-i Harp…………………….……….………..25

h. Abdülvahhap Haşiyesi……………….…….………….26

2.2. Matbu Olmayan Eserleri…………….………..…………..28

I. BÖLÜM

MUSTAFA KÂMİL MAR’AŞÎ VE DÖNEMİNDEKİ İLMÎ VE

FELSEFÎ ORTAM………..................................................................29

II. BÖLÜM

MUSTAFA KÂMİL MAR’AŞÎ’NİN EDEBÎ VE FELSEFÎ

DÜŞÜNCELERİ……………………………........................................37

A. Edebî Düşünceleri:..…….….………….………………………….37

1. Hikayeciliği.................................................………………..37

2. Şairliği……………………….……………………………..58

a. Eski Tarz Şiirleri……………..…………………...59

b. Yeni Tarz şiirleri………………….……………...64

VII

B. Felsefî Düşünceleri:…………..……………………………………..73

1. Eğitim………………….………………………………….74

2. Medeniyet ve İlerleme………………………………….....77

3. Dil………………………………….……………………...84

4. Ahlak ve fazilet…………………….……………………..90

5. Devlet………………………….………………………...100

6. Ruh ………………………….…………………………..102

7. Mantık……………….…………………………………..106

SONUÇ.................................................................................................116

KAYNAKÇA.......................................................................................118

1

GİRİŞ

A. METOT:

1. Araştırmanın Konusu:

Düşünce tarihimiz üzerinde yapılacak araştırmalar ve tahliller günümüzü daha iyi

anlamaya ve geleceğimizi bu bilgiler ışığında planlamaya önemli ölçüde fayda

sağlayacaktır. Tanzimat’ın (1839) ilanıyla başlayıp, 19. yüzyılın ikinci yarısını içine alan

dönemde Osmanlı İmparatorluğu’nda ortaya çıkan sosyal, siyasî, fikrî akımlar ve bu

dönemin önde gelen isimlerinin fikirleri konumuz açısından önem taşımaktadır.

Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu bu geçiş döneminde birçok sıkıntı ve

bocalama yaşanmıştır. Özellikle batı dünyasıyla olan yakınlaşma ve tanışma,

ülkedeki fikir ve sanat adamlarının çeşitli konularda fikirler ortaya koymalarını, ülke

sorunlarıyla yakından ilgilenmelerini sağlamıştır. Bu dönemde ülkenin içine düştüğü

durumla yakından ilgilenen, sıkıntıların aşılması yönünde çözümler üretmeye çalışan

fikir adamlarımız, ülkenin çeşitli yerlerinde bu gayretlerini sürdürmüşlerdir.

Özellikle II. Meşrutiyetle (1908) başlayan süreç, dinî ve felsefî hayatımızda büyük

etkilere sahiptir. Değişik fikir ve akımlarla tanışma bu dönemde gerçekleşmiştir.

Türkiye’de, din felsefesi deyiminden, II. Meşrutiyet döneminde söz edilmeye

başlanmıştır.1

Mustafa Kâmil Mar’aşî de, bulunduğu coğrafya içerisinde dönemindeki sosyal

ve kültürel olaylara tarafsız kalmayıp ülkesinin, halkının ilerlemesi ve gelişmesi

yönünde kalemini sonuna kadar kullanmış, bu uğurda bütün gayretini sarf etmiştir.

1 Mehmet, Bayrakdar, Din Felsefesine Giriş, 1997, s. 17.

2

Biyografisini hazırladığımız Mustafa Kâmil Mar’aşî’nin neşriyat faaliyetinde

bulunduğu hayat devresi -elimizdeki verilere göre- 1870’den ölümüne, yani 1924

yılına kadar geçen 54 yıllık süredir. Kendisinin bir ifadesine göre, henüz 14- 15

yaşlarında bir medrese öğrencisi iken şiir tecrübelerinde bulunmaya başlamış ve

bunlar bir yekûne ulaşınca, bir kısım arkadaşları tarafından bir kitap olarak

yayınlanmıştır.

Bu süre göz önünde canlandırıldığında ülke genelinde Ziya Paşa (1825- 1880),

Namık Kemal (1840- 1888), Ahmet Midhat Efendi (1844), Recaizâde Mahmut

Ekrem (1847- 1914), Abdülhak Hamit (1852- 1937), Muallim Naci (1850- 1893),

Tevfik Fikret (1867- 1915), Cenap Şehabettin (1870- 1934), Halit Ziya (1866- 1945),

Hüseyin Rahmi (1864- 1944), Ahmet Rasim (1865- 1932), Menemenlizâde Tahir,

İsmail Safa (1867- 1901), Ömer Seyfettin (1884- 1920), Ziya Gökalp (1876- 1924),

Mehmet Akif (1873- 1936), Ali Canip (1887- 1967), Mehmet Emin (d.1907) gibi

yeni edebiyatçıların, yeni eski tartışması yapan kalem ehlinin hepsinin en önemli

yayın faaliyetlerinde bulundukları bir zaman dilimi karşımıza çıkmaktadır.

Bu yıllar İzmir için, matbuat hayatı bakımından verimli bir devre sayılabilir.

Sözü edilen dönem içinde İzmir’de epey gazete ve dergi çıkartılmış, edebiyat

heveslisi gençler yayın faaliyetleri yapmışlardır. Burada şu isimleri sıralayabiliriz:

Halit Ziya, Tevfik Nevzat, Baha Tevfik (1884), Necip Türkçü (1871- 1950), M. Şeref

(Aykut), Tokadizâde Şekip, Müstecâbîzade İsmet, Bıçakçızâde Hakkı, Şair Eşref,

îbni Hazım Ferit, M. Nuri, M. Sait, Doktor Midhat, Hasan Rüştü, İzmirli Mustafa

Kâmil, Kâmil (Dursun) (1887- 1951)...vs.

3

İşte böyle bir kitlenin içinde Mustafa Kâmil Mar’aşî, âlim ve yazar kimliğiyle

temâyüz etmiş ve ölümünden sonra da devrinin önemli isimlerinden biri olarak

hatırlanmıştır. 1944 yılında “Anadolu Gazetesinde” yayınlanan Kâmil Dursun (1887-

1951) ve Hasan Rüştü’nün hatıralarında, ondan önemle bahsedildiğini görüyoruz:

“Merhum Maraşlı Kâmil Efendi, güzel yazı ve şiirleriyle ve tedris-i ulûm ile muhitte

şöhret kazanmış müderrislerdendir.”2

Hasan Rüştü: “O sıralarda İzmir’de bulunan şair Müstecâbîzade İsmet, Mustafa

Kâmil Mar’aşî, meşhur hicivci şairimiz Eşref, Ruhî, Nevşehirli Sait’le arkadaşlık

yapıyor.”3

Mustafa Kâmil Mar’aşî, adı geçen yazarlardan bazıları ile karşılıklı yazışmıştır.

Mesela; M. Şeref Bey, Hafız İsmail ve M. Sait ile dil konusunda, Necip Türkçü ile

dil ve içtimaiyat konularında yazışmışlardır. Bu yazarların Mustafa Kâmil

Mar’aşî’ye hitap şekli de, onun, devrinde gördüğü kabulün derecesini göstermesi

bakımından ilgi çekicidir: Mehmet Şeref; “îzmir Üdeba-yı Ulemasından Maraşî

Faziletlü Kâmil Efendi Hazretlerine”4, M. Sait; “Edib-i şehir Üstad-ı Ekrem Faziletlü

Maraşî Ebu’l-Muhterem Mustafa Kâmil Mar’aşî Hazretlerine”5, Hafız îsmail;

“Faziletlü Hoca Kâmil Efendiye”6 diye hitap ederler.

Mehmet Şeref İzmir’e geldiğinde İzmir’de dil konusuna alâka çekmek istediği

zaman, İzmir basınını harekete geçirebilecek potansiyele sahip bir şahsiyet olarak

Mustafa Kâmil Mar’aşî’yi görür ve eğer onu meselenin içine çekerse hedeflediği

2 Aysevil Akköy, İzmir Edebiyat Tarihine Dair Hatıralar II, Lisans Tezi, s. 77. 3 Aysevil Akköy, a.g.e., s.82. 4 Ahenk, nr. 1272, 21 Temmuz 1900. 5 Ahenk, nr. 1481, 1 Temmuz 1901. 6 Ahenk, nr. 1441,(-46- 47- 49- 51), 16 Mayıs 1901…

4

ortamı meydana getirebileceğini düşünür. Nitekim bu düşüncesi beklediği etkiyi

fazlasıyla yapar. Mustafa Kâmil Mar’aşî’nin meseleye ilgi göstermesi sonucu

gazetelerde bu konuda pek çok yazılar görülmeye başlar. Hatta ünlü Necip Türkçü’

nün bile bu ortam içine çekilmesinde, onun bu fonksiyonunun rol oynadığı

söylenebilir.

İşte bütün bunlar göz önünde bulundurulduğunda Mustafa Kâmil Mar’aşî,

devrinin önemli adamlarından biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Onun hayatını,

şahsiyetini, çeşitli konulardaki görüş ve düşüncelerini elimizdeki imkânlar

ölçüsünde, gücümüzün elverdiği kadarıyla tanıtmaya çalışacağız.

2. Araştırmanın Amacı ve Önemi:

Yakın tarihimizde yaşamış, mücadelesi ve eserleriyle çevresindeki kişilere ışık

tutmuş bir şahsiyet olan Mustafa Kâmil Mar’aşî’nin incelenmesi, bu döneme

(Osmanlının son dönemine) ışık tutması bakımından oldukça önemlidir. Çünkü bugün

bile, o dönemde ortaya çıkan fikir akımları ve sosyal alandaki sorunlar varlığını devam

ettirmektedir. Bu nedenle dönemin fikir akımlarının ve Mustafa Kâmil Mar’aşî’nin bu

akımlarla etkileşiminin de ele alınması, tezimizin amaçları arasında yer almaktadır.

Mustafa Kâmil Mar’aşî’nin o dönemde ürettiği fikirlerin ve ortaya koyduğu

değerlerin incelenmesi, günümüzde de var olan sorunlara yaklaşımımızda ve çözüm

arayışımızda bize kaynak olması açısından önemlidir.

3-Araştırmanın Yöntemi

Araştırmamızda Mustafa Kâmil Mar’aşî’nin kendi eserlerine öncelik

verilmiştir. Daha sonra Mustafa Kâmil Mar’aşî hakkında yapılan çalışmalar

5

incelenerek konumuzla ilgili olan bölümlerinden yararlanılmıştır. Çalışma esnasında

konuyla ilgili kavramların incelenmesinde, İslâm felsefesi esas alınmıştır.

Çalışma yapılırken Mustafa Kâmil Mar’aşî’nin yaşadığı dönem göz önünde

tutularak, dönemin fikrî ve siyasî akımları, düşünürle bağlantılı olarak işlenmiştir.

Düşüncelerinin ortaya konulmasında eserlerinden sıkça yararlanılmıştır. Bu noktadan

hareketle, Mustafa Kâmil Mar’aşî’nin düşünceleri olduğu gibi yansıtılarak

değerlendirilmiştir.

Mustafa Kâmil Mar’aşî’nin, fikirleri ortaya konularak ta, onun fikir

hayatımıza kattığı yenilikler ve zamanı içerisindeki etkisi ortaya konmaya

çalışılmıştır. Bu fikirler yine Mustafa Kâmil Mar’aşî’nin kendi eserlerinden hareketle

ortaya konmaya çalışılmıştır.

6

B. MUSTAFA KAMİL MAR’AŞÎ’NİN HAYATI, KİŞİLİĞİ VE ESERLERİ

1- Hayatı:

Yaygın adıyla Mustafa Kâmil Mar’aşî, özellikle Sultan II. Abdülhamit

Devrindeki eserleriyle İzmir’in fikir çevrelerinde geniş ölçüde tanınan, ancak bölge

dışında fazla tanınmayan seçkin bir aydın, şair ve fikir adamıdır. Sade bir kişilikle

dikkat çekmekte olup, elimizdeki kaynakların gösterdiği kadarıyla öyle zikzaklı,

entrika ve maceralarla dolu bir hayatı bulunmamaktadır.

0; kanunlara, nizamlara, şeriata riayetkâr; kendi içinde barışa ulaşmış;

çevresinde takdir uyandıran bir hayatı ömrünün sonuna kadar sürdürmüş; faziletli,

dürüst bir şahsiyettir. 0nun hayatında; bilgi, görgü ve düşünceleri ile çevresine

faydalı olmak isteyen kimselerin yaşantılarında bulunabilecek türden düz çizgiler

halinde bir seyir görülmektedir. 0; doğmuştur, büyümüştür, okumuştur; eski sistem

içerisinde icazet almış; müderris, muallim olmuş; yazı yazmaya daha çocukluk

yıllarından ilgi duymuş, her nevheves gibi işe şiirle başlamış, daha sonra bu ilgisi

diğer alanlara da yayılmıştır. Devrinin yayınlanan gazete ve dergilerinde yazılar

yazmış, ilmî, edebî eserler kaleme almış, bunlardan çoğunu neşretmiş, bir kısmını da

bastıramamıştır. Zamanın yenileşmesinden de büsbütün uzak kalmayarak; ama

şüphesiz yetişme tarzına muvazi bir biçimde, Müslüman topluluğun değer hükümleri

paralelinde görüş ve düşüncelerini dile getirmiştir.

Onun hayatında, düşüncelerinde içinde yaşadığı topluma ve devlet düzenine

aykırı hiç bir çizgi yoktur. 0, Abdülhamit Zamanında muvafık olduğu gibi, İttihat ve

Terakki İktidarı Döneminde de muvafıktır. Onun için, muhalefete muhaliftir dersek

sanıyoruz söylemek istediğimizi ifade etmiş oluruz. Onun çabaları iktidarın, devleti

7

temsil etme durumunda bulunan kimse veya kimselerin başarılı olması

istikametindedir. Tabii kötü şöhret olanlara da tabiatıyla karşı çıkmıştır. Buna;

“İyilikte yardımlaşın, kötülükte yardımlaşmayın.” hikmeti doğrultusunda bir tavır

gösterme demek doğru olur.

Onun hayatı hakkında kaynaklarda ulaştığımız bilgiler çok fazla ve ayrıntılı

değildir. Hüseyin Avni’nin “İzmir Şairleri Antolojisi’nde” verdiği bilgiler, onun

hayatının bir çerçevesini veriyor denebilir.

“ (H.1272/ M.1855) tarihinde Maraş’ta doğdu ve İzmir’de tavattun etti. Maraş

eşrafından Üzümsuyuzâde ( Şirevizâde) Debbağ Halil Efendi’nin oğludur. İlk tahsili

Maraş ve Kilis'te bitirerek Manisa'ya geldi. Bir müddet meşhur âlimlerden

Hacıevliyazâde Hacı Ali Rıza Efendi’den (Ölümü.M.1885) Arapça okudu. Ondan

sonra İzmir’e azimet ederek Yozgatlı Hacı Mustafa Keşfi Efendi’nin derslerine

devamla (H.1305/ M.1877) tarihinde icazet aldı ve müteakiben Umur Veli Medresesi

müderrisliğine tayin olundu. Mumaileyh İzmir’de pek çok talebe yetiştirdi. Sanatlar

Mektebi’nde on sekiz sene muallimlik yaptı. Mantık ilminde vukufu yüksekti.

Edebiyat âleminde hayli hizmeti geçen mumaileyh İzmir, İstanbul gazetelerine yazılar

yazmış ve Şair Eşref ve emsali zevatla kalem münakaşalarında bulunmuştur. İbn

Sina’nın meşhur “Ruh” kasidesini Hizmet Gazetesinde neşretmiştir. Pek kalender,

laubali, deryadil hoş meşrep olan bu şair ve âlim adamımız 15 Temmuz tarihinde

vefat etmiştir.(H.15.07.1340/M.1924)7

O’nun küçük yaşlarda öğrenim görmek için gurbet yollarına düştüğü, “Gurbet”

başlıklı olarak bir gazetede yayınladığı şu şiirinden de anlaşılmaktadır:

7 Hüseyin Avni, İzmir Şairleri Antolojisi Aydın Vilayeti, 1934, s.101- 104.

8

“Tıfl iken attı bizi tali diyar-ı gurbete

Eyleyip ömr-i giran- mayem feda-yı gurbet ah!”

Daha sonraları birçok türde yazılar yazan, birçok gazete ve dergide fikirlerini

halka sunan ve kitaplar yazan Mustafa Kâmil Mar’aşî, Sultan Abdulhamit ve

Meşrutiyet Dönemlerinde, İzmir fikir hayatında önemli bir şahsiyet olarak karşımıza

çıkmaktadır.

1.1. Çocukluğu ve Eğitimi:

Mustafa Kâmil Mar’aşî’nin çocukluğu hakkındaki bilgilerimiz sınırlı olmakla

beraber; ana hatlarıyla da olsa bazı bilgilere sahibiz. Günümüzde K.Maraş ve

çevresinde kendisini tanıyan kimseler yok denecek kadar azdır. Yaptığımız

araştırmalara göre, tanıyanlarda onun K. Maraş’ta doğmuş olmasından mütevellit bir

ilginin eseri olarak tanımaktadır. Yoksa bir akrabalık bağı ile tanıyana rastlayamadık.

K. Maraş’ta seçkin bir kitaplığa sahip olan ve şehre ait bilgileri toparlayan değerli

hocamız Yaşar Alparslan’dan edindiğimiz bilgiler de, bize onun K.Maraş bölgesinde

tanınmadığını göstermektedir.

Yukarda verdiğimiz bilgilerden de anlaşıldığı gibi Hüseyin Avni şöyle

demektedir; “M.1857/H.1274’de Maraş’ta doğmuştur. Maraş’ın ileri gelenlerinden

Şirevizade Debbağ Halil Ağa’nın oğludur. Maraş ve Kilis’te mahalle mektebi ve

medreselerde ilk tahsilini yaptıktan sonra, tahsilini ilerletmek için; İstanbul, Balıkesir

ve Kırkağaç’ı ziyaret etmiş, daha sonra Manisa’ya gelerek bir müddet Manisa’nın

9

tanınmış bilginlerinden Hacı Evliya Zade Rıza Efendi’den(Ö.M. 1885) Arapça

okumuştur.”8

Yazarın Manisa’da tahsil gördüğünü gösteren bir belge de, bir gazeteci olarak

gazetede yayımladığı bir yazısında geçen şu ifadedir: “Evail-i tahsilim olan bundan

on beş on altı sene evvel henüz hengâm-ı şebab içinde bulunduğum bir sırada saika-i

nevheves ile söylemiş olduğum bazı eş’ar-ı acizanemi cami olmak üzere bundan

birkaç sene evvel bera-yı tahsil Manisa'da bulunduğum esnada bazı rüfekam

canibinden kasaba-i mezkûrede tab’ettirilen divançe-i acizanemden alınmış olan

öyle bir gazeli bugün huzur-ı sami-i nakkadanelerine takdime cür’et edecek kadar

saygısızlardan olmadığım cihetle şu hal bendenize hayret vermiştir.”9 Çok küçük

yaşlardan itibaren ilim tahsilinde bulunduğu ve kedini yetiştirmek için ilimle uzun

süre iştigal ettiği açıktır.

“Daha sonra İzmir’e azimet ederek Yozgatlı Hacı Mustafa Keşfi Efendi’nin

derslerine devamla (H.1305/ M.1877) tarihinde icazet aldı.”10 Zaten bundan sonraki

hayatı da İzmir ve çevresinde geçmiştir.

Çocukluğu hakkında bunların dışında bir bilgiye sahip olmamakla beraber,

Mar’aşî’nin memuriyet dolayısı ile yazmış olduğu özgeçmişi elimizde olsa daha

geniş bilgiye ulaşacağımız kanaatindeyiz. Bu yüzden şimdilik bu kadar bilgiyi

vermekle yetiniyoruz.

8 Hüseyin Avni, a.g.e., 1934, s.101- 104. 9 Saadet Gazetesi, nr. 607, 5 KS 1896. 10 Hüseyin Avni, a.g.e., 1934, s.101- 104

10

1.2. Müderris ve Muallimliği.

Mustafa Kâmil Mar’aşî, 1887’de icazet aldıktan sonra, İzmir medrese ve

okullarında müderrislik ve muallimlikle ömrünü geçirmiştir. Müderris olarak

bulunduğu medreseler Sultan Selim’in Kurşunlu Medresesi, Moralı (Hacı Hüseyin

Ağa) Medresesi ve Umur Veli Medresesidir.11 Bu medreseler bölgenin en tanınmış

medreselerindendi. O medreselerde Arapça, Farsça ve Lisan-i Osmanî öğretmenliği

yapmıştır.

Hüseyin Avni’nin, “İzmir Şairleri Antolojisi Aydın Vilâyeti” adlı eserinde

bununla ilgili şu ifade bulunuyor; “Sanatlar Mektebinde on sekiz sene muallimlik

yaptı.”12

Onun muallimliğinden bahseden bir başka kaynakta ise şu bilgilere yer

verilmektedir: “1897 yılında Sanayi Mektebi müdürü Tahir Raci Bey, derslerin bir

program dâhilinde öğretilmesini sağlamak için Daru’1-muallimin müdür muavini

Lofçalı Mustafa Bey’i görevlendirmişti. Yeni bir program hazırlayan Mustafa Bey,

bu programdaki dersleri vermek üzere yeni öğretmenler belirledi. Bunlar:

Arapça ve Din Dersleri hocası Müderris Maraşlı Kâmil,

Türkçe, Hesap, Hendese öğretmeni; Celâl (Saygun),

Farsça öğretmeni; Şâkir,

Tarih- Coğrafya öğretmeni; Hasan Rüştü idi”.13

11 Ö.Faruk, Huyugüzel, İzmir Fikir ve Sanat Adamları, Ankara- 2000, s.437. 12 Hüseyin Avni, a.g.e., 1934, s.101- 104

11

Hamidiye Sanayi Mektebi’nde on sekiz sene öğretmenlik yaptığı belirtilmektedir.

Ancak söz konusu medresede 1897’ den 1917’ ye kadar, yirmi sene, müderris ve

muallimlik yapmıştır. Bundan başka O, 1902’de Çırak Mektebinin gece eğitiminde Farsça

dersleri vermiş, 1913’te açılan Özel Şark Mektebi’nde Arapça ve Farsça okutmuştur. 14

Bununla beraber yazarın bu medreselerde tam olarak ne zaman ve ne kadar çalıştığını

bilmiyoruz.

Özellikle medreselerdeki görevleri sırasında pek çok öğrenci yetiştirmiş olan Mustafa

Kâmil Mar’aşî, II. Meşrutiyet Devrinde yapılan bazı ilmî ve pedagojik faaliyetlere de

katılmıştır. Mesela; Ege Bölgesindeki medreselerin eğitim sisteminin ıslahı için Mahmut

Fuat, Milaslı Mehmet Sadık ve diğer eğitimci ve din adamlarının gayretleriyle Aydın,

Manisa ve İzmir’de “Mu’temer-i İlmî” adıyla düzenlenen toplantı ve kongrelere İzmirli

diğer aydınlar gibi o da katılmıştır.15 Onun eğitimci kimliği hayatının hemen hemen

tamamına yayılmış olup, fikirleri de bu mecrada cereyan etmektedir. Eğitimci tecrübesiyle

ortaya koyduğu fikirler, medrese kökenli bir kişi olmasına rağmen yenilikçi ve değişime

açıktır.

1.3. Basın Hayatındaki Yeri:

Mustafa Kâmil Mar’aşî’nin yazılarının çok büyük bir ekseriyetinin İzmir’de

neşredilen gazetelerde yayınlandığını biliyoruz. İstanbul’da yayınlanan “Saadet

Gazetesi”ile “Malûmat Mecmuasında” da birkaç şiir ve yazısı yayınlanmıştır. Ancak

bunların bütün yazıları içinde tuttuğu yer oldukça azdır. 0nun, İzmir’de o yıllarda

13Gülnaz, Koyuncu, İzmir Sanayi Mektebi, Yüksek lisans Tezi, Dokuz Eylül Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü,1993,s.24. 14 Ö.Faruk, Huyugüzel, a.g.e., s.437. 15 Ö.Faruk,Huyugüzel, a.g.e., s.437.

12

yayınlanan gazete ve dergilerden “Hizmet”, “Ahenk”, “Terakki”, “Mecmua-i

İlmiye”, “İzmir”, “Köylü”, “Yıldız”, “İttihad”, “Sada-yı Hak”, “Edep Yahu”,

“Mizamı’1-Hukuk”, “Halka Doğru Mecmuası” gibi çeşitli gazete ve dergilerde

yazılarına rastlanmaktadır. Bunlardan yazı faaliyetleri daha çok “Hizmet” ve “Ahenk”

gazetelerinde olmuştur. Bu iki gazetede aralıklarla da olsa, uzun bir zaman yazmıştır.

1908’den sonra “Hizmet’in” yazı heyetine de dâhil olmuş, hatta bu gazetede edebî

bir köşe idaresi bile üstlenmiştir. Bu iki gazetede, aralıklarla da olsa, yirmi birer yıl

yazmıştır.

İzmir’de, Abdülhamit Döneminde Eşref’in de sık sık katıldığı şiir ve edebiyat

meclislerinin aranan bir ismi olan Mustafa Kâmil Mar’aşî’nin gazetelerde bizim

tespit ettiğimiz ilk yazısı, Mustafa Kâmil Efendi imzasıyla “Tercüman-ı Hakikat’te”

1882 Martında çıkan bir naziredir.16 Burada çıkan birkaç gazelden başka “Talebeden

Maraşlı Kâmil” imzasıyla 1886 Ekiminde, Muallim Naci’nin edebiyat sütununu

idare ettiği Saadet Gazetesinde bir makalesi, daha sonra da şiirleri çıkmıştır. Onun

1877’de icazetini aldığı bilindiğine göre, bu imzayı kullanması başka bir niyetten

kaynaklanmış olmalıdır. Saadet'e gönderdiği ikinci yazısında sadece Maraşlı Kâmil

imzası bulunuyor.

Üçüncü yazısının, İzmir’de, basın yoluyla tartıştığı anlaşılan birisi marifetiyle,

onu küçük düşürmek maksadıyla yollandığı -ki bu ilk tecrübelerinden bir gazeldir-

dördüncü yazısından anlaşılmaktadır. Ancak bu üçüncü yazının bizim için hayırlı olduğunu

burada ifade etmek gerekiyor; zira bu sebeple yazdığı dördüncü yazısından onun bu yazıdan

önceki hayatı hakkında bir şeyler öğrenmiş oluyoruz. İlgi çekici olması dolayısıyla bahsi geçen

bu yazıların bu macerayı anlatan kısımlarını iktibas ediyorum. 16 Tecüman-ı Hakikat, nr.1125, 17 Mart 1882.

13

Önce, üçüncü yazının başlangıç kısmı:

- Naci Efendi Hazretleri:

“Tenkit edersen tenkidinden, tahsin eylersen tahsininden müstefid olmak bence mukarrerdir.

Malik olduğu meziyet insanı meydana atılmağa sevk ediyor. Beni birçok gazeteler ta’n

ettiler. Şimdi cebr-i mâfât etmek istiyorum. Binaenaleyh şu gazelimi sana gönderdim. Şâyân-ı

tenkit ise tenkit, tahsin ise tahsin et.”

İmza

Kâmil Mar’aşî17

Tabiî bunun altında gazel, onun altında da Naci'nin bir kritiği yer alıyor. Belki önceden

kullandığı “Talebeden Mar’aşlı Kâmil” imzası dolayısıyla bu kritik, yanlışları bir bir gösterir

tarzda olmuştur..

Mustafa Kâmil Mar’şi’nin buna tepkisi sert olmuştur. Yazısında cevaben:

“Faziletküster!

Muteber “Saadet” gazetesinin 601 numaralı nüshasında münderiç “Kâmil Mar’aşî” imzalı

tezkire ile zîrinde muharrer gazel dâî-yi hulûskârîleri tarafından takdim edilmemiştir.

Evail-i tahsilim olan bundan on beş on altı sene evvel henüz hengâm-ı şebab içinde

bulunduğum bir sırada saika-i nevheves ile söylemiş olduğum bazı eş’ar-ı acizanemi cami olmak

Üzere bundan birkaç sene evvel bera-yı tahsil Manisa'da bulunduğum esnada bazı rüfekam

canibinden kasaba-i mezkûrede tab’ettirilen divançe-i acizanemden alınmış olan öyle bir gazeli

bugün huzur-ı sami-i nakkadanelerine takdime cür'et edecek kadar saygısızlardan olmadığım

cihetle şu hal bendenize hayret vermiştir.

17 Saadet, nr, 601, 28 KE 1886.

14

Mayası denaetle tahmir edilmiş bir şahs-ı garezkârın dailerini tezyif için tasni edildiği şu

muamele üzerine bile hengâm-ı tenkidde mazhar olduğum teveccüh-i efdalanelerinden dolayı

hasıl ettiğim minnettarlık cihetiyle husule gelen ekdar-i âcizanemi bihakkın teskin etmiş isem de

şurada birkaç söz söylemeğe lüzum görmüşümdür.

Birkaç seneden beri ikamet etmekte olduğum îzmir’de sırası geldikçe bilmecburiye

açılmakta olan mebahis-i kalemiyede mebhut ve mülzem olmaktan başka çareleri kalmayan bir

kaç ne söylediklerini bilmez elfaz ve meanî bigâneleri hemen o divançeden bahsedivermeği

mu'tad edinmiş iseler de dâîleri o divançeyi teşkil eden eş’arı söylediğim zaman henüz

medreseye devam etmeğe başlamış bir çocuk olduğumdan ve eğerçi ondaki gazeller bugün

müntehabım değil ise de içinde kendilerinin suret-i fahr ve mübahatta elyevm neşretmekte

bulundukları âsâr-ı mukalledaneleri gibi manasız, maksatsız olmak lekesinden beri bir hayli

eş'arım mevcut olduğundan şimdiki halde başları sıkılır sıkılmaz mezkûr divançeye müracaat

ederek ondan en fena bir gazelimi meydana sürmeleri kendileriyçün hiç bir faideyi müfid

olmayıp belki bundan üç sene evvel neşrolunan “Nevruz” nam risaleyi yeniden dest-i tenkide

almak lüzumunu bana ihtar etmekte olduğundan öyle eski defterleri karıştırmağa hiç de hacet

görülememektedir.

Evail-i tahsil ve terakkide söylenmiş bir eseri bugün sahibinin berat-ı aczi olarak

zikreylemek ve eskiden bahsetmek lâzım gelecek olsa o zeminde söyleyecek biz de pek çok

şeyler bulabilir isek de, yaratılışımız iktizasınca öyle tezellüllerden beri bulunduğumuz cihetle

sözümüzü mukteziyat-ı hâle tevfik etmeği muvafık-ı edep görürüz.

Hiç bir sahib-i insaf tarafından şâyân-i hüsn-i kabul görülmemek kabil olmayacağında

tereddüt etmeyeceğim şu maruzatımı bu vecihle eda ettikten sonra namus ve insaniyetten behresi

olan hiç bir kimsenin kabul edebileceği denaetten olmayan imza taklidi ile âlem-i matbuata

15

varaka çıkarmak sahtekârlığını irtikâb eden her kim ise onun hakkında âlemiyanın ne

diyeceğini düşünüyorum da bu babda hatırıma gelen pek çok sözleri söylemekten nefsimi tenzih

ediyorum.

Namus ve haysiyeti muhafazaten yazdığım şu varakamın aynen muteber “Saadet’te

dercini ve şu muamele-i bîedebane üzerine vicdan-ı âli-i fazılânelerinden sadır olacak hükmün

tamamıyla beyanını fazl-u kemalinizden istirham ederim ve bundan sonra huzur-ı fazılânelerine

takdim edeceğim âsâr-ı daiyanemin zîrini bu kere basdığım mühürle temhir edeceğimi dahi

ilâveten arz ederim.

İşte budur Maraşlı Kâmil”18

“Saadet”, bu yazının altına şu notu düşmüştür: “0 adam her kim ise ayıp etmiş.” gazete

bu yolla Mustafa Kâmil Mar’aşî’nin gönlünü almıştır. Bundan sonra yazmaya devam

eder.

“Hizmet’e”, çıkışından iki yıl sonra 1888 Eylül’ünden itibaren yazmaya

başlayan yazar, burada önce “İbn Sina” başlıklı bir yazı dizisi yayınlamış ve ünlü

filozofun ruh hakkındaki bir kasidesini çevirip açıklamıştır. Eserleri kısmında ele

alacağımız üzere, 1889’da kitaplaşmıştır.

Aynı gazetede daha sonra “Kavaid-i Arabiye” adlı bir çalışması daha tefrika

edilmiş olup, buda 1895’te kitap haline getirilip yayınlanmıştır.

Maraşlı Kâmil, “Hizmet Gazetesi’nde” ünlü Şair Eşref’le bir kısım münakaşa

ve tartışmalara da girişmiştir. Eşref, gerek İzmir’de gerekse bütün Türkiye’de

hicivleriyle çağdaşlarını ve sonraki şairleri kuvvetle etkilemiş ve yaşadığı yıllarda

18 Saadet, nr. 607, 5KS 1896

16

özellikle İzmir’de oldukça canlı bir edebiyat oluşmasına katkıda bulunmuştur.

Eşrefle yaptığı tartışmalar bazen müstehcen denecek kadar argo olabiliyordu.

Mustafa Kâmil Mar’aşî’nin, “Hizmet Gazetesi’nde” edebiyatla ilgili yazılar

yazmaya başladığını “Evrak-ı Perişan” yazısı üstünde “Edebiyat” başlığı altında

özet olarak gazetenin edebiyata verdiği önem belirtiliyor ve bu sayıdan itibaren

“Hey’et-i tahririyemizden Maraşlı Mustafa Kâmil Efendi’nin nezareti altında bir

“Edebiyat” sütunu açmağı kararlaştırdı” deniyor. 19

Onun gazetecilik ve gazeteciler hakkındaki fikirlerini ifade etmesi açısında

dikkate şayan bulduğumuz , “Nankörlük” başlığı ile yazdığı yazı, nasıl bir gazetecilik

fikrîne sahip olduğunu göstermektedir. Bir gazeteci olarak fikirlerini gazete

sütunlarında ifade etmekten çekinmezdi. Gazetecilere yaptığı eleştiriler, onun bir

gazeteci olarak modern bir düşünceye sahip olduğunu göstermektedir. Bu yazısını

günümüz gazeteciliği açısından da dikkate şayan bulduğumuzdan burada sunmayı

uygun buluyoruz:

“Zaman-ı saadette bazı münafık kimseler var idi. Bunlar, peygamberimizle

ashab-ı kiramın yanlarına geldikçe kendilerini dost suretinde gösterirler, öbür

münafıklarla bir araya geldikleri zaman: “Siz merak etmeyiniz! Biz sizinle

beraberiz. Hazreti Muhammed’le ashabının yanlarına gidip gelişimiz mahzâ onlarla

eğlenmek, istihza etmek ve ne fikirde olduklarını anlamak içindir.” derler idi.

Cenabı Hak peygamber-i zîşanını şu halden haberdar ederek; Kur’an-ı

Kerim'de onları zemm’ü takbih buyurmuş ve ilelebet o münafıklıktan vazgeçmeyerek

rezil ve rüsvay bir halde ömür geçireceklerini haber vermiştir.

19 Hizmet. nr, 2541, 16 KS.1909.

17

Bazı gazeteciler de aynı o tarik-ı nifakı meslek ittihaz ederek hakkı

müdafaadan kat-ı nazarla zamana göre söz söylemeyi, sırasına göre kendilerini hür,

sırasına göre müstebid göstermekle temin-i maişet yolunu tutmuşlardır. Gazetecilik,

bir milletin tercüman-ı efkârı olmak işte böyle olmalıdır(!). Yaşasın gazeteciler,

yaşasın matbuat!!.. Böyle bir meslek-i müstakimde(!) devam ettikçe daha çok

yaşasınlar!. .

Millet, daha çok zaman onları alkışlayacaktır! , vatan ilelebet onların

minnettar-ı lûtfu olacaktır(!).

Hani o ilân-ı hürriyetten sonra daha bir kaç gün evvellerine gelinceye kadar

alevler savuran kalemler?!.. Vatanperverlik nümayişleriyle millete karşı (o vakit

ciddî olduğu anlaşılan) hayırhahane tavsiyelerle sütunlar dolusu yazı yazdıran saf ve

sadık kalpler? !...

Biz o vakit pek çok aldanmışız. Kelek perdesi altında tesettür eden

münafıkların içi dışına uymayan o insan aldatıcı sözlerini gerçek bilerek hayli gaflet

etmişiz.

Bilememişiz ki onlar, melek kisve-i müstearına bürünmüş bir şeytandırlar.

Onlar evlâd-ı vatan değil; bayağı, vatanın birer düşmen-i canıdırlar. Onlar milletin

tercüman-ı efkârı değil; en kerih gördüğü bir fikrî vücuda getirmek için izler, yollar

yapan bîgâne-i hamiyyet, hasm-ı insaniyettirler.

Ey vicdanlarını, hamiyeti- vataniyelerini menfaat-i şahsiyeleri uğrunda feda

eden matbuat yadigârları(!), vatan ve millet sizden bunu mu beklerdi!! Hani o

evvelki lisanlar?! Ne oluyor şimdiki yaltaklıklar?! Güzel vatanımızı düşmüş olduğu

şu hâl-i keşmekeşiye getiren, iğtişaş-ı hazıra sebebiyet veren hep siz değil misiniz!

Neden mi?

18

Neden olacak! Altı yedi aydan beri muttasıl İttihad ve Terakki Cemiyet-i

mukaddesesi aleyhinde çalakalem yazanlar kimler idi?! İttihad ve Terakki Cemiyeti

milleti soyuyormuş, istibdadı Yıldız’dan (hâşâ) kendi ellerine almışlar diye

boğazları yırtılıncaya kadar bağıranlar acaba hangi boğazlar, o yazıları yazanlar

hangi kalemler idi?!.

0 yazılarınız tesirsiz mi kalacaktı zannederdiniz? Kalmadı, kalmadı, hem de

son kuvvetiyle eserini gösterdi.

Yaptığınızı şimdi siz de beğendiniz â(!) 0 arbedenizden tevellüd eden,

nazarlarımıza çarpan neticeye siz de takdirhan oldunuz ya(!) Peh peh pehî!...(!) İşte

gazetecilik!...

Şimdi neye uğradığınızı siz de anladınız amma ne çare ki bir kere iş işten

geçti. Şimdi siz de nedamet ettiniz amma ne çare ki at(ı) alan Üsküdar'ı geçti.

(Nasihat etmedi tesir sana vaktiyle ey gafil) (Gelirsin mescide amma nice

meyhaneden sonra)

Hak, her nerede olsa haktır. Bir aralık haksızlar içinde namı gaip olsa bile

netice itibariyle yine kendine mahsus bir mevki-i i’tilâ ihraz edebilmesi için hiçbir vakit

güçlük çekmez..

İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin bu mülk ve millete, hususiyle gazeteciler

haklarında etmiş olduğu iyilikleri lisanınızla inkâr etseniz bile kalbinizle nasıl tasdik

etmezsiniz?!

İttihat ve Terakki Cemiyeti sizi vaktiyle esir iken hür kıldı. Kalemleriniz gazetelerinize

dalkavukluktan başka hiçbir şey yazamaz iken o cemiyet-i muhtereme sayesinde nail olduğunuz

hürriyetin sansürsüz sensarsız, her istediğiniz şeyleri kaygusuz, kayıtsız yazabilmek için size

pek vasi bir meydan-ı efkâr bahşeyledi.

19

Siz bu iyiliğe, bu nimete karşı ne yaptınız? ! Kötülük, nankörlük.

İnsanın kendi kılıcıyla kendi boynunu vurmak kabilinden olarak o velinimetinize karşı

her türlü fena fikirleri kalbinize geldiği gibi dilinizle de söylediniz. Cenabı Allah

Azizünzü’ntikamdır. Sizi yine onlara muhtaç, yine onların saye-i şemşir-i insaniyetlerine

ilticaya mecbur etti. Kıymetini bilmeyerek elinizden kaçırma derecesine geldiğiniz hürriyeti

daha sağlam bir esasla rabtetmek için Hızır gibi yine onları imdadınıza yetiştirdi,”20

Mustafa Kâmil Mar’aşî, İttihat ve Terakkiden bahsederken övgü ifadeleri

kullanmaktadır. Belki gazetecilere getirmiş oldukları haklar konusunda bir serbestlik

getirmiş olmaları söz konusu olduğu için böyle bir övgüyü Mustafa Kâmil Mar’aşî

yapmışsa da, bizim genel anlamda İttihat ve Terakki hakkındaki fikirlerine katılmamız

mümkün değildir. Çünkü, İttihat ve Terakki batı etkisinde gelişmiş ve Osmanlı

toplumunda derin yaralar açarak, dağılmayı körüklemiş ve işgal planlarına, bilinçli veya

bilinçsiz, ortam hazırlamıştır.

1.4. Vefatı:

Mustafa Kâmil Mar’aşî, altmış dokuz yıllık bir ömrü dolu dolu geçirmiş,

çevresine ışık tutmuş âlim ve fazıl bir kişidir. Mütareke ve işgal sırasında da müderrislik

ve öğretmenlik yapan Mustafa Kâmil Mar’aşî, M.15 Temmuz 1924 /H.1340 tarihinde

İzmir’de vefat etmiş ve Uluyol Kabristanına defnedilmiştir.21

“Sada-yı Hak”, bu haberi okurlarına şöyle iletmiştir:

“Maraşlı Kâmil Efendi irtihal-i dar-ı bekâ eyledi.

20 Köylü, nr, 192, 7Nisan1325/1909. 21 Ö.Faruk, Huyugüzel, a.g.e, s.439

20

Uzun müddet mekteplerde muallimlik ve medreselerde müderrislik eden,

gazetemizde dinî makaleler yazan Kâmil Efendi hocamız evvelki gece sekte-i kalpten

irtihal-idar-ı beka eylemiştir.”22

Anlaşıldığı üzere vefat sebebi kalp krizi olarak belirlenmiştir.

Hüseyin Avni’de vefatını hakkında şunları ifade etmiştir: “…Pek kalender,

laubali, deryadil, hoş meşrep olan bu şair ve âlim adamımız 15 Temmuz1924

tarihinde vefat etmiştir.”23

22 Sada-yı Hak, nr.1386, 17 Temmuz 1340. 23 Hüseyin Avni, a.g.e., s.101- 104.

21

2. Eserleri:

2.1.Matbu Eserleri:

a. İbni Sina:

İbni Sina’ya ait eserler ve onun düşüncelerini anlamaya yönelik çalışmalar hayli

fazla olmakla beraber, tarihimizin çağlara ışık tutmuş bu şahsiyetinin yine de tam

manasıyla anlaşılmadığı, halkımızın kahir ekseriyetinin onu tam anlamıyla tanımadığı

muhakkaktır. Bizde eskiden İbn-i Sina üzerine tetkikler yapıp bunları Türkçe yazan ve

neşreden, hemen hemen yok denecek kadar azdı.

Dr. A.Süheyl Ünver; “ İbni Sina’nın bir bahsini alıp onu şerh edenlere tesadüf

edemeyiz. Lakin eski Türk hekimleri telif veya tercüme suretiyle yazdıkları tıbbi

eserlerde İbn Sina’nın Kanun’undan çok misal almışlardır… Amma ayrıca tetkiklere

şimdiye kadar rastlamadık.

Yalnız Mustafa Kâmil Mar’aşî isminde bir âlim M.1889/H.1307’da “İbni Sina”

diye 15 sayfalık bir risale yazarak büyük hekimin Ruh Kasidesini tercüme ve şerh

etmiştir.”24 İfadeleriyle eserin önemini net bir şekilde ortaya koymuştur. Kanaatimize

göre ünlü hekimin “Ruh Kasidesi” üzerine daha sonraları bazı çalışmalar

yapılmasına rağmen, hiçbirisi Mustafa Kâmil Mar’aşî’nin şerhi kadar kıymet ve

şöhret bulmamıştır.

Ankara Milli Kütüphanede bir nüshasına ulaştığımız eser, yukarda da

değindiğimiz gibi on beş sahifeden oluşup M.1889/H.1307 tarihli, Beyazıt’ta Kitapçı

İranî Hüseyin Efendi tarafından neşredilmiş, Kapsar Matbaasında basılmış bir

24 Süheyl, Ünver, Türk Tıp Tarihi Arşivi, N. 18. 1940.

22

kitapçıktır. Satışa sunulan ücreti ise 40 para olarak mezkûr nüshada dikkatimizi

çekmektedir. Mustafa Kâmil Mar’aşî, kasidenin Arapça metnine yer verip şerhini

Osmanlıca olarak kaleme almıştır.

b. Usul-i Akisa:

Yine Mustafa Kâmil Mar’aşî’nin matbu eserlerinden olan bu küçük risale,

Arapça ve Farsça yazılmıştır. Mustafa Kâmil Mar’aşî zaten eserlerinde Arapça,

Osmanlıca ve Farsça dillerini ustalıkla kullanmasını bilen münevver bir zattır.

Usul-i Akisa, İstanbul’da Şirketi Mürettibiye Matbaası’nda, H.1307/M.1889’da

16 sayfa olarak basılmıştır. Mantık konuları üzerine yazılan bu risalede Mustafa

Kâmil Mar’aşî, kıyas ve kıyas usulleri üzerinde durmaktadır.

“…1889’da İstanbul’da basılan Usul-i Akisa ‘Mantıkta yekta’ olarak nitelenen

yazarın kıyas yöntemi hakkında kaleme aldığı Arapça ve Farsça bir kitaptır.”25

Bu eser, Mustafa Kâmil Mar’aşî’nin Arapça ve Farsça’yı iyi bildiğini

göstermesi bakımından da çok önemlidir.

c. Müntehap-ı Sarf-ı Osmâni:

Mustafa Kâmil Mar’aşî, Mekteb-i Sanayi nazırı İsmail Fazıl Paşa’nın isteği

üzerine 1909’da “Müntehap-ı Sarf-ı Osmani” adlı eseri hazırlamıştır. Kitap eğitim

kurumlarında dil kurallarının kolay öğretilmesi, öğrencileri sıkmadan dilin

güzelliklerini onlara kavratmak amacıyla yazılmıştır. Osmanlıca ve Arapça sarfının

kolay bir şekilde anlatıldığı bir kitaptır.

Kitap hakkında “Ahenk Gazetesinde” şu bilgiler verilmektedir: “Erbab-ı lisan

kalemden şehrimiz Mekteb-i Sanayi Arabi, Farisi ve Lisan-ı Osmani muallimi

25Ö.Faruk, Huyugüzel, a.g.e, s.439.

23

meşhur Marşlı Mustafa Kâmil Efendi Hoca tarafından ahiren mevki-i intişara vaz

edilen ve bir nüshası da matbaamıza gönderilen Müntehab-ı Sarf-ı Osmani’yi nazar-ı

mütalaadan geçirdik. Risale hem mübtedilere usanç vermeyecek kadar muhtasar hem

Lisan-ı Osmâni’de lüzumu kadar sarf-ı Arabi’yi de tahsile kafi olmak ve

Türkçe’siyle beraber tedris olunmak üzere kaleme alınmış ve birtakım zevaid tayy

edilmiştir. Birde gerek yeni program mucibince mekatib-i umumiyede okutulmak

maksad-ı suhulet-bahşasıyla tertip edildiği ve gerek erbab-ı merakın Osmanlı ve

Arapça sarflarını az zaman zarfında öğrene bilmesi temin olunduğundan umuma

tavsiye eyleriz.”26

Mustafa Kâmil Mar’aşî’nin, çok hacimli bir kitap olmadığını düşündüğümüz

bu eserine ulaşma imkânımız olmadı. Bu yüzden de hakkında fazla bir bilgiye sahip

değiliz.

d. Dinî ve Tarihi Menakıb-ı İmam-ı Azam:

Mustafa Kâmil Mar’aşî’in Muhaddislerden Şeyh Muhammed bin Ahmet El-

Dımışki’nin “Ukudü’l Cihaz” adındaki eserinin tercümesi olarak yazdığı bir kitaptır.

Bu eseri “İzmir Gazetesinde” 1896’da tefrika ettiği “Menakıb-ı Eimme-i Erba’a”

başlıklı yazılarından ilham alarak kaleme almıştır. Gazetede çıkan yazıları, bu eserin

temelini teşkil etmektedir.

Eserin bir nüshasına ulaşma imkânını bulduk. Elimizdeki nüsha seksen

sahifeden mütevellit olup, Osmanlıca olarak yazılmıştır. İzmir “Ahenk

Matbaasında”, H.1340/M.1922’basılmıştır. Büyük fıkıhçı ve mezhep İmam-ı Azam

Ebu Hanife’nin hayatı ve fikirleri ele alınmıştır.

26 Ahenk, nr. 4045, 3 TS / Kasım 1909.

24

Eserin son kısmında yer alan ve dikkatimizi çeken bir bölümü burada sunmak

istiyorum: “İmam-ı Azam hazretleri sorulan hiçbir meseleye cevapta tereddüt

etmemiştir. Yalnız sekiz meselenin halli hakkında kati bir cevap vermeyerek sükût

etmiştir.

Zikredilen konular:

1- Çocukların ne zaman sünnet edileceği,

2- Eşekten artan suyun içilip içilmeyeceği,

3- Peygamber ve meleklerin bir birine üstünlüğü,

4- Dünyadaki yaşamın ne kadar süreceği,

5- Hünsanın (çift cinsiyetli) Kadın mı erkek mi sayılacağı,

6- Pislik yemeyi adet edinmiş sığırın etinin yenilip yenilemeyeceği,

7- Eğitim amaçlı köpek beslenip beslenemeyeceği,

8- Ölen müşrik çocukların ahirette ne olacağı.

İmamın bu konularda ki sükûtu aczinden değil, bu konular da tam bir kanata

sahip olacağı kesin bir delile ulaşamamasındandır.”27

e. Kavaid-i Arabiyye:

Mustafa Kâmil Mar’aşî’nin diğer birçok eserinde olduğu gibi bu eseri de

öncelikle gazetelerde yayınladığı yazılarından ilham alınarak kaleme alınmıştır.

Ahenk Gazetesinde yayınladığı “Kavaid-i Arabiyye” başlıklı çalışmasından daha

sonra 1895’te kitap haline getirilmiştir. Osmanlıca’daki Arapça unsurlar ve gramer

kuralları hakkında bilgi veren bu eser, yetmiş bir sayfalık küçük bir eserdir.

27Mustafa Kâmil Mar’aşî, Dinî ve Tarihi Menakıb-ı İmam-ı Azam, İzmir H.1340/ M.1922, s.78- 79.

25

f. Güfte-i Kâmil:

Daha çok şiir vadisinde eserler vermiş olan Mustafa Kâmil Mar’aşî, eski tarzda

ve yeni tarzda şiirler yazmıştır. Yeni tarzda yazdığı şiirleri II. Meşrutiyet Döneminin

atmosferini kuvvetle etkileyen savaşlar hakkında yazılmış “Cihat” şiirleridir. Yazar

bunların dışında hiciv ve şathiye tarzında şiirler de yazmıştır. Şairimiz devrinin

birçok problemini şiirleri vasıtasıyla dile getirmiştir.

Çok küçük yaştan itibaren şiirler yazmaya başlayan Mustafa Kâmil Mar’aşî,

gençliğinin ilk yıllarında, yani on dört on beş yaşlarında şiir yazmaya başlamış,

bunları da daha sonra Manisa’da tahsildeyken, bazı arkadaşları bir araya getirip

bastırmışlardır. Bu şiirler 1881’de, bahsetmekte olduğumuz eseri “Güfte-i Kâmil”

adıyla bir divançe olarak kitap haline getirilmiştir.

g. Manzume-i Harp:

Bu kitabı hakkında malumata sahip değiliz. Ancak Ö.Faruk Huyugüzel’in

aktardığı bilgiler dikkat çekicidir.

“İbnülemin Mahmut Kemal ve Hüseyin Avni, yazarın eserlerini sayarken

Manzume-i Harp adıyla basılmış bir kitabından söz ederek bu eserden bazı parçalar

vermektedirler. Bununla beraber bu kitap hali hazır bilgilerimize göre kütüphane ve

katalaglara intikal etmemiştir. Belki de bu, bir kitap olmayıp I. Dünya Savaşı

sıralarında yayınlanmış uzun bir şiiri içine alan birkaç sayfalık kitapçıktır.”28

Eserin bir şiir kitabı olduğu anlaşılmaktadır. Ancak kitabın içeriği ve hacmi

konusunda geniş ve ayrıntılı bir bilgiye ulaşmamız mümkün olmamıştır. Belki de,

28 Huyugüzel, Ö.Faruk, İzmir Fikir ve Sanat Adamları, Ankara 2000, s.440.

26

Ö.Faruk Huyugüzel’in belirttiği gibi, bu bir kitap olmayıp, bir şiiri içeren birkaç

sayfalık kitapçıktı. Ancak bu konuda da yukarıda aktardığımız bilgilerden daha

fazlasına sahip değiliz.

h. Abdülvahhap Haşiyesi:

Bu eseri, “İlm-i Adap” (Ahlâk) alanında yazılmış medreselerde okutulan bir

eserin açıklamalar eklenmesi yoluyla genişletilmiş şeklidir ve buda Arapça

yazılmıştır.

Elimizde bulunan nüsha H.1318/M.1900’de Aydın vilayeti, “İzmir Gazetesi “

matbaalarında basılmış bir nüshadır. Eser, Abdülvehap’ın yazmış olduğu metnin de

alınması ve haşiyenin eklenmesi yoluyla oluşturulmuştur. Abdülvehap’ın yazmış

olduğu eser küçük bir risale olmakla beraber, Mustafa Kâmil Mar’aşî’nin haşiyesi iki

yüz yirmi sahifeden ibarettir.

Eser giriş ve üç bölümden oluşmaktadır. Giriş bölümü klasik eserlerde olduğu

gibi; besmele, hamdale ve salvele ile başlamaktadır. Daha sonra eserin daha iyi

anlaşılması açısından ön bilgi olarak; Teşbih konusu, zamirler konusu, lafzai celalin

açıklaması, hal ve oluşma şartı ile sıfatla arasındaki fark konusu, nebi ve resullerin

çokluğu, nebi ve resul arasındaki farklar konusu, eş anlamlı ve eş sesli kelimeler ve

aralarındaki faklar konusu, topluluk isimlerine lam-ı tarifin gelebilmesi konusu, özel

isimler ve kısımları konusu, cins isimler ve kısımları konusu, lam-ı tarifin kullanımı

konusu, yakin, zann, vehim ve şek konuları ve aralarındaki farklar konuları ele

alınmıştır.

27

Birinci bölüm, “Tanımlamalar” adıyla düzenlenmiş olup, bu bölümde; Fiilin

tanımı, anlamı, cümledeki yeri ve zamanı, diğer kelimelerle ilişkisi konuları, nitelik

ve nicelikleri konusu, sebep sonuç ilişkisi konusu, dört unsurun açıklaması konusu

ele alınmıştır. Tarifin tanımı üzerinde durulmuş, bir bilinmeyenin başka bir

bilinmeyenle tarif edilmemesi belirtilmiş ve tarif edilen bir şeyin kendisinden daha

anlaşılır bir şeyle tarif edilmesinin gerekliliği vurgulanmıştır.

İkinci bölüm, “Taksim” adıyla düzenlenmiş olup; tikel ve tümelin anlamı ve

farklılıkları, soyut ve somutun anlamı ve farklılıkları konuları, cüzi irade konusu,

kelimenin anlamı, dört tekabul; zıtlık, yokluk, tedayıf ve selbî ve icabî tekabul

konuları, cisim ve cevher hakkındaki görüşler, küllün cüz’e taksimi konusu, mecaz

ve gerçek anlamın mahiyeti konusu vb. konular ele alınmıştır.

Üçüncü bölüm,” Tasdik” olarak düzenlenmiş olup; tümevarım, tümdengelim ve

analoji konuları ele alınmış olup bunlar arasındaki farklara değinilmiştir. Kıyas ve

şekilleri üzerinde durulmuştur. Değişik örneklerle konular anlatılmıştır.

Mustafa Kâmil Mar’aşî, işlediği konularla ilgili kaynaklardan aldığı değişik

görüş ve fikirleri fazla yorum katmadan sunmuş olup, birçok kaynaktan

yararlanmıştır. Aristoteles, İbn Haldun (1332- 1406), Seyit Şerif Cürcani, Taftazani

(1322- 1390), Kadı İyaz (1083- 1149), Kâtibi (1609- 1657), Usam, Mesudi (ö. 957)

vb. âlimlerin fikirlerinden faydalanmıştır. Hanefi, Maliki, Şafi’i, ve Mutezile vb.

mezheplerin fikirlerinden istifade etmiştir. Cami’ul Künuz, Molla Cami, Tefsir-i

Keşşaf, Şerh-i Hikmetü’l Ayn, Şerhü’l Şemsi vb. eserlerden aldığı fikirlere yer

vermiştir. Bu yönüyle elimizde bulunan eser değişik fikirlerin karşılaştırmasın ve bir

arada bulunmasına imkân vermesi bakımından da ayrıca bir öneme haizdir.

28

2.2. Matbu Olmayan Eserleri:

Mustafa Kâmil Mar’aşî, ömrünün her safhasında birikimlerini paylaşmanın

gayreti içinde olmuştur. Bir muallim ve müderris olarak da bu birikimleri

öğrencileriyle paylaşmayı bilmiştir. Onun ortaya koyduğu eserler sadece yukarda

belirttiğimiz ederlerinden ibaret değildir. O, çeşitli yayın organlarında yayınladığı

birçok yazısının yanında, kaleme alıp da yayınlayamadığı eserlere de sahiptir.

Kaynaklardan edindiğimiz bilgilere göre, matbu sekiz eserden başka, matbu

olmayan dört eserin de sahibidir. Bunlar;

a.Risale-i Yaiyye,

b.Zübde-i Baharistan,

c.Heyeat-ı İslâmiye,

d.Tağlit-i Galatat’29tır.

29Cemil, Çiftçi, Maraşlı Şair- Yazar Âlimler, İstanbul 2000, s.154.

29

I. BÖLÜM:

MUSTAFA KAMİL MAR’AŞÎ VE DÖNEMİNDEKİ İLMÎ VE FELSEFÎ

ORTAM

Osmanlı’nın son yıllarında İzmir, 1864 tarihinde çıkarılan “Vilayet Nizamnamesi”

gereğince oluşturulmuş bulunan Aydın Vilayeti’nin merkezi idi. Bu vilayet, o dönemde

İzmir’in yanı sıra bugünkü Manisa (Saruhan), Aydın, Denizli ve Muğla (Menteşe)

illerini de içine alan geniş bir bölgeyi ifade ediyordu. İşte İzmir, Ege Bölgesi diye de

adlandırabileceğimiz bu geniş bölgenin, sadece bir ticaret ve sanayi bölgesi değil, aynı

zamanda bir kültür ve sanat merkeziydi.30

Devlet-i Aliye-i Osmaniye’nin şüphesiz ki en büyük kültür merkezi İstanbul’du.

İstanbul, siyasî ve iktisadi anlamdaki rolünün yanı sıra devletin kültür hayatında da tabii

büyük bir belirleyici merkez olarak önemli rol oynuyor, diğer merkezlerin kültür

hayatını derinden etkiliyordu. Ancak, bu şehri kültürel hayatı belirleyen ve yönlendiren

yegâne merkez, kültürel etkiyi de tek taraflı bir akış olarak görmek Osmanlı’nın diğer

kültür merkezlerine karşı bir haksızlık olacaktır. Çünkü, İstanbul’a başka yerlerden gelen

bilim ve sanat adamlarının buranın kültür hayatına katkısı küçümsenemeyeceği gibi,

başka merkezlerden esen havanın veya modaların zamanla İstanbul’u da etkisi altına

aldığı bilinen bir olgudur.31

Çeşitli merkezlerdeki kültürel hayat ve bunlar arasındaki karşılıklı etkilerin

mahiyeti konusunda ne yazık ki karşılaştırmalı ve derli toplu çalışmalardan mahrumuz.

Osmanlı Devleti’ndeki çeşitli bölge ve şehirlerin kültürel hayatları ve bunların kültür

30 Ö.Faruk, Huyugüzel, a.ge., s.1. 31 Ö.Faruk, Huyugüzel, İzmir’de Edebiyat ve Fikir Hareketleri Üzerine araştırmalar, 2004, s.22.

30

tarihimiz içindeki rolleri henüz ortaya konabilmiş değildir. Aslında oldukça zor olan bu

gibi çalışmaların yokluğu dolayısı ile İstanbul ve diğer merkezler arasındaki kültürel

alışveriş veya tesirler meselesinde çoğu zaman temelsiz ve sübjektif yargılarla

karşılaşırız.

İzmir, imparatorluğun genel kültür ve sanat ortamından, daha doğrusu asıl büyük

merkez olan İstanbul’daki fikir ve sanat hareketlerinden ve tabii batıdan derin suretle

etkilenmekle birlikte, aksine bir hareketle Ege Bölgesi’nin diğer merkezlerini,

imparatorluğun diğer merkezlerini, tabii bu arada İstanbul’u da etkilemekteydi.

İzmir’in kültür hayatı üzerinde düşünürken Cumhuriyetin ünlü popüler romancısı

Aka Gündüz’ün bir sözü hatıra geliyor. 1904’te Mekteb-i Harbiyeden genç bir teğmen

olarak çıkıp İzmir’e tayin edilen Ömer Seyfettin’i uğurlarken Aka Gündüz der ki; “İzmir

aslında insanın gözünde büyür, münevveri en az yer İzmir’dir”.32 Acaba İzmir gerçekten

de aydını en az, dolayısı ile kültür hayatı pek cansız olan bir yer miydi?

Söz konusu devirlerde oldukça büyük bir bölgeyi kapsayan Aydın Vilayeti’nin

merkezi olan İzmir’de eski usulde öğretime devam eden medreselerin yanı sıra yeni

tarzda öğretim yapan ve sayısı gitgide artan modern okullar mevcuttu.1882 yılına ait

Salname-i Vilayeti Aydın, bize İzmir’de 15 medresenin varlığını bildiriyor. Bu

medreselerde Mahmut Esat (1857- 1918), Mansurizade Sait (1864- 1923) ve Mustafa

Kâmil Mar’aşî gibi şehrin tanınmış bilim ve sanat adamları ders veriyorlardı. Gene

salnamelerin verdiği bilgiye göre, İzmir’de ilk rüştiye 1860’da açıldı. Buna 1860’da

açılan Hamidiye Rüştiyesi’ni ilave edebiliriz. 1883- 1888 arasıda ise on tane yeni iptidai

mektep açılmıştır. 1900’den sonrada sayıları gittikçe artan özel okullar devreye girmeye

32Tahir, Alangu, Ömer Seyfettin, İstanbul:1968,s.97.

31

başlamıştır. Orta tahsilin üst kademesini teşkil eden idadi 1886’da, Hamidiye Sanayi

Mektebi 1892’de, Jandarma Alay Mektebi ise 1907’de açılır. II. Meşrutiyet’in ilanından

sonra da 1909’da Darülmuallimin, 1911’de İnas Rüştiye, 1914’te Darulmuallimat açılır.

Bu okulların öğretmen kadrosunun büyük bir kısmını İzmir fikir ve sanat hayatının önde

gelen isimleri oluşturmaktadır. Mahmut Esat Efendi, Mustafa Kâmil Mar’aşî, Halit Ziya,

Yusuf Ziyaeddin, Ömer Seyfettin, Baha Tevfik, Bıçakcızâde Hakkı gibi kimileri ülke

çapında isim yapmış kişiler söz konusu okulların eğitim kadrosunda bulunurlar.33

Söz konusu dönemde Türk çevrelerinde ortaya çıkan fikir ve sanat hareketlerine ve

olgularına kaynaklık eden merkezleri anlamak istersek, herhalde devrin toplumunun

içinde yaşadığı kültürel ortama veya kültür kurumları sistemine bakmamız gerekir. Bu

kurumları geçmişten günümüze ortaya çıkış tarihine göre şöyle sıralaya biliriz: Cami ve

medreseler, kütüphane ve kıraathaneler, tekke ve zaviyeler, resmî ve özel modern

okullar, matbaalar, gazete ve dergi idarehaneleri, tiyatrolar, kültür ve sanat dernekleri.

Bu kültür kurumlarına tarihi bir açıdan baktığımız zaman, ilk olarak söz konusu

dönemde İzmir’de 69 cami ve mescit bulunduğunu Münir Aktepe’nin yaptığı

araştırmalardan anlıyoruz.34 Bu cami ve mescitlerin yanında çoğu zaman birer medrese

de bulunmaktaydı ki aynı araştırmacının tespitine göre bunların da sayısı

kırkayaklaşmaktaydı.35 O devirde genel olarak “ulema” terimiyle ifade edilen din

adamları imam, hatip ve müderrisler bu kurumlarda bir taraftan halka dinî ibadetlerin

yapılmasında rehberlik ve öncülük yaparken bir taraftan da vaazlar veriyor, camilerdeki

kütüphaneleri idare ediyor, öğrenci yetiştiriyor ve dinî konularda eserler kaleme

33Ö.Faruka , Huyugüzel,.g.e., s.23. 34 Münir, Aktepe, “Osmanlı Devri İzmir Cami ve Medreseleri Hakkında Ön Bilgi I-II” İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Enstitüsü Dergisi, nr.3. 4- 5, İstanbul:1971, 1974. 35 Münir, Aktepe, “İzmir Şehri Osmanlı Devri Medreseleri hakkında Ön bilgi”, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Enstitüsü Dergisi, nr.26, İstanbul:1972, s.97- 117.

32

alıyorlardı. İncelediğimiz dönemde camilerde “imam-hatip” ve “hafız-ı kütüp” olarak

çalışan tanınmış kişiler arasında; Abdulkadir bin Derviş Mehmet İzmir’i, Hasan Akif ve

Rakım Erkutlu’yu; medresede ders verip öğrenci yetiştirenler arasında da Yozgatlı

Mustafa Keşfi’yi, Müftü Mehmet Sait’i, Mansurizâde Mehmet Sait’i, Mustafa Kâmil

Mar’aşî’yi, Şeyhzâde Ali Haydar’ı ve Kerküklü Şeyh Mehmet Nuri’yi sayabiliriz.

İzmir’de kültür merkezlerinden biri de kütüphane ve kıraathanelerdir. Her yerde

olduğu gibi burada da kitap ve okuma ihtiyacını uzun süre vakıf kütüphaneleri

karşılamıştır. İzmir’in en tanınmış ve en fazla kitaba sahip kitaplıkları, Hisar ve Kestane

Pazarı Camilerine ait vakıf kitaplıklarıydı. 1912 Temmuzunda, daha sonra Milli

Kütüphane Cemiyeti adını alan İlim ve irfan Encümeni’nce kurulan İzmir Milli

Kütüphanesi ise şüphesiz en büyük bilim ve kültür merkezi olarak yıllarca halka ve

aydınlara hizmet vermiştir. Buranın açışlından sonra bazı özel kütüphanelerin kitapları

da Milli Kütüphane’ye intikal etmiştir. Milli Kütüphane bugün de Türkiye’nin beş büyük

kitaplığından birisi olarak kültür hayatındaki önemini korumaktadır.

Yerli Müslüman halka hitap etmemekle birlikte, İzmir’de Frenk Mahallesi’ndeki

Levantenlere ve azınlıklara ait kütüphaneler de vardır. Ahenk Gazetesi’nin 1903 yılına

ait bir sayısında yer alan bir haberden İzmir’de 3000 ciltlik bir Ermeni kütüphanesinin

varlığını öğreniyoruz.

Kıraathaneler de kütüphaneler ölçüsünde hizmet veren kültür kurumlarıydı.

Buralar İzmir’in aydınlarının toplandığı, fikir ve sanat ürettiği yerlerdi. Bezmi Nusret

Kaygusuz; “Bir Roman Gibi” adlı hatıralarında bazı İzmir kıraathaneleri hakkında bilgi

veriyor:

33

“ Eşraftan Mehmet ve Emin Efendilerle Halim Ağazade Halim Bey’in kurduğu

Fevziye Kıraathanesi, Beyler Sokağı’nda Ömer Lütfi Efendi’nin Askeri Kıraathanesi,

Tilkilik’te ise Giritli Hasan Efendi ile Ali Ağa’nın kıraathaneleri önemli kıraathaneler

arasındaydı. Askeri Kıraathane’de Bıçakçızade Hakkı, Baha Tevfik, Şahabetin

Süleyman, Yakup Kadri, Hamit Suphi ve Bezmi Nusret gibi yeni edebiyata yatkın

yazarlar toplanırken, Mevlevi Şeyhi Nurettin, Tokizade Şekip (1872- 1932),

Müstecabizade İsmet (1861- 1911) ve Hüseyin Avni gibi daha ziyade Mevlevilik ve

Bektaşiliğe meyilli gelenekçi yazarlar Ekmekçibaşı Kıraathanesine çıkarlardı. Maraşlı

Mustafa Kâmil, Müftü Mehmet Sait ve Rahmetullah Efendiler gibi medrese erbabının

toplandığı yer ise Tilkilik’teki kıraathanelerdir.”36

Bu dönemde İzmirdeki sosyal, kültürel ve fikrî hayatın ne denli hareketli, canlı

olduğunu ve toplumun her tabakasına yayıldığını göstermesi bakımından Bezmi Nusret

Kaygusuz’un ;”Bir Roman Gibi” adlı eserinde değindiği hatıralarına göz atmamız yararlı

olacaktır:

“En büyük topluluk, Tilkilik kıraathanelerinde görülürdü. Bu semt, o zamanlarda

İzmir’in en zevkli ve şerefli mevkii idi. Evliyazâde, Akosmanzâde, Uşakizâde,

Alemdarzâde ve İplikçizâdelerle Debbağ Hacı Mehmet Efendi, Abdulkadir Paşa, Ragıp

Paşa, Osman Paşa aileleri ve onların akran ve emsali hep burada otururlardı. Tilkilik

Mahallesi; güzelliği, şirinliği itibariyle Beyler Sokağı’na fâikti. Aynı zamanda kalabalık

mahalleler arasında olduğu ve meydanın ortasında asırdide söğüt ağaçları bulunduğu için

Tilkilik kıraathaneleri bilhassa yazın halk ile lebaleb dolardı. Evlerimize yakınlığı

sebebiyle birçoklarımız geceleri oraya çıkardık ve geç vakte kadar eğlenirdik.

36 Ö.Faruk, Huyugüzel, a.g.e., s. 27- 28.

34

Burada görüştüklerimden Taşlı Oğlu Doktor Ethem Bey’i, Doktor Şükrü Osman

Şenozan’ı, Maraşlı Mustafa Kâmil Efendiyi, Kadıhanlı Emin Bey’i, Müftü Sit Efendi’yi

pekiyi hatırlıyorum.”37

Ayrıca İzmir ve çevresinde matbaaların ve basın-yayın hayatının canlılığının

Osmanlı kültür hayatındaki etkinliğinden de bahsetmeliyiz. Bölgenin sosyal yapısı,

değişik din ve milletlerden insanların aynı coğrafyayı paylaşması, kültür hayatındaki

çanlılığın en önemli sebeplerinden birisi olup fikir hayatının canlılığında ve gelişmesinde

etkin bir yere sahiptir.

Yahudiler tarafından 17. Yüzyılın ikinci yarısında kurulan ilk matbaayı daha sonra

Rum ve Ermenilerin kurduğu matbaalar izler. Bu matbaalarda tek tük Türkçe eser

basılmış olmakla birlikte, sürekli Türkçe eser basan ilk matbaa 1868’de kurulan “Aydın

Vilayeti Matbaası” olmuştur. Dolayısıyla Türkçe basın-yayın hayatının da İzmir’de bu

tarihte başladığı kabul edilir.38

İzmir, Osmanlı Devleti’nde kültürel gelişime öncülük eden bir merkez olup,

Osmanlı Devleti’nde yabancı dille çıkmış ilk gazetenin yayın yeri burasıdır. Bu gazete

1824 Ocağında “Carles Tricon” adlı bir tüccar tarafından çıkarılan “Le Symirneen” idi.

1824- 1827 arasında çıkan “Spectateur Oriental’i” bir süre yayınlayan ünlü gazeteci

“Alexander Blacque”(1792- 1836) ise daha sonra devletin yabancı dille çıkmış ilk resmî

gazetesi sayılan “Le Moniteur Ottoman’ı” çıkarmak üzere II. Mahmut tarafından

İstanbul’a çağrılmıştır. Tamamını dikkate aldığımızda İzmir’de Cumhuriyet’e kadar

37Bezmi Nusret, Kaygusuz, Bir Roman Gibi, İzmir Büyükşehir Belediyesi Kültür Yayınları,2002, s.41. 38Ö.Faruk, Huyugüzel, , a.g.e., s.23.

35

çıkmış ve bazısı uzun süre yayımlanmış Fransızca gazetelerin sayısı otuzu aşmaktadır.

Aynı şeyleri Rumca gazeteler için de söylemek mümkündür.

İlk Türkçe gazete ise 1869’da çıkan ve II. Meşrutiyet’in son yıllarına kadar devam

eden vilayetin resmî gazetesi “ Aydın” olmuştur. Takvim-i Vakayi’den 38 yıl, ilk vilayet

gazetesi “Tuna’dan” dört yıl sonra çıkmaya başlayan “Aydın’ı” yayımlayan Mehmet

Salim Efendi idi. İzmir’in ilk Türk gazetecisi olmak şerefi ona aittir.

Sultan Abdülhamit Devri’nde bu şehrin basın hayatını “Hizmet” (1886- 1931),

“Ahenk” (1895- 1930) ve “İzmir” (1896- 1909) gibi büyük ve uzun süreli gazeteler

doldurdular.39

Gazetelerin yanı sıra birçok derginin de yayınlandığını görmekteyiz. Yine değişik

fikir ve düşüncelerin ele alındığı dergilerden bazıları şunlardır: İlk çıkarılan dergi Nevruz

(1884), bir meslek dergisi olan “Osmanlı Ziraat ve Ticaret Gazetesi” (1907- 1928), bir

sağlık dergisi olan “Hıfzussıhha” ve Türkçü veya Turancı fikirlerin yer aldığı “Tan”,

“Gençlik”, “Yeni Hayat” ve “Türk Çocuğu” gibi…

Bu gazete ve dergilerde yazılar yazan şair ve yazarların ünü, Ege’nin dışına taşar.

Halit Ziya, Eşref (1847- 1912), Tokizâde Şekip, Şahabettin Süleyman, Necip Türkçü ve

Baha Tevfik bunlardandır. Ege çapında şöhret yapmış, fikir ve edebiyat tarihimizde

ikinci planda yer alan önemli şair ve yazarları da şöyle sıralayabiliriz: M. Nuri, Şeyh

Nurettin, Tevfik Nevzat (1865- 1906), Bıçakcızâde Hakkı, Maraşlı Mustafa Kâmil,

Yenişehrizâde Eyüp, Ruscuklu Nuri, Ömer Selahattin, Mahmut Fuat, Mehmet sırrı,

Ahmet Cemil, Hüseyin Rıfat, Hamit Suphi vs.

39 Ö.Faruk, Huyugüzel, a.g.e., s. 24- 24.

36

Hakkında araştırma da yaptığımız Mustafa Kâmil Mar’aşî ve onun gibi yazarların

şöhretinin sınırlı olduğunu ifade etsek de, bulundukları coğrafya içinde oldukça iyi

tanınan ve fikirleriyle sosyal ve içtimâi hayata derin tesirleri olan, eğitim ve öğretim

hayatına yön veren şahsiyetler oldukları da açık bir gerçektir.

Yine anladığımız kadarıyla, bu değişik fikirlere sahip aydınların, fikrî ve felseî

konuları açık yüreklilikle hem gazete ve dergilerde, hem de kıraathane ve

kütüphanelerdeki sohbet ortamlarında tartışabildiklerini görmekteyiz. Belki bunda sosyal

konjonktür gereği farklı fikir ve düşünceye sahip toplulukların bir arada yaşamak

zorunda olmasının da etkisi vardır. Bu ortam her türlü fikir ve düşüncenin kendini

savunması ve ifade edebilmesine olanak sağlayan bir hoşgörü ortamını da zorunlu

kılmıştır.

Mustafa Kâmil Mar’aşî, serbest fikirli bir kişiliğe sahip olmakla birlikte, eski tarz

eğitim almış bir kişidir. Ancak, sarığını bir tarafa kor, muhabbet ortamındaki münakaşa

ve tartışmalara tüm içtenliğiyle katılırdı. Eski tarzda şiirler yazmasına rağmen, Türkçenin

sadeleştirilmesi tezini müdafaa etmiş, ünlü Şair Eşref’le müstehcen diyebileceğimiz

üsluplara bile varan tartışmalarıyla, dönemin basın ve yayın organlarında adından söz

ettirebilmiştir.

Verdiğimiz tüm bu bilgiler Tanzimat’tan Cumhuriyet’e kadar İzmir’de oldukça

canlı bir kültür, sanat ve felsefe hayatının bulunduğunu, Aka Gündüz’ün yukarıda

kaydettiğimiz sözlerinin gerçeği pek yansıtmadığını açıkça ortaya koymaktadır. Bu

devirde başka merkezlerde, söz gelimi Bursa’da 200 kitap yayımlanırken, İzmir’de

450’den fazla kitap yayımlanmış olması da, bu şehrin Osmanlı kültür hayatının önde

gelen kültür merkezlerinden birisi olduğunu ispatlayan önemli hususlardan birisidir.

37

II. BÖLÜM:

MUSTAFA KAMİL MAR’AŞÎ’NİN EDEBÎ VE FELSEFÎ

DÜŞÜNCELERİ

A. Edebî Düşünceleri:

1. Hikâyeciliği:

Mustafa Kâmil Mar’aşî’nin, “Küçük Hikâyeler” başlığı ile yayınladığı küçük

hikâyeleri bulunmaktadır. Bu hikâyelerinde, döneminin sosyal problemlerine eğilen

yazar; sefahat, kötü Fransız mürebbiyelerin yol açtığı zararlar, israf ve gösteriş

merakı, ölçüsüz gece hayatı, yanlış evliliklerin doğurduğu problemler ve köylülerin

cehaleti gibi konuları daha çok Ege Bölgesini dikkate alarak ele almış, konularını

didaktik ve ahlâkî bir anlayışla hikâyelemiştir. Aslında bu problemler diğer bütün

Osmanlı şehirlerinde de bulunmaktaydı. Ancak, Mustafa Kâmil Mar’âşi kendi

yaşadığı çevrenin problemlerine eğilerek hedef kitlesine hitap etmeyi uygun

bulmuştur. O, bunları “Ahenk’te”, “Vazifelerimizden” yazı serisi ve dille alâkalı

makaleleriyle aynı zaman dilimi içinde yazmıştır.

Bu hikâyelerde ortak olan nokta, hepsinin de parlak birer tasvir ihtiva etmesidir.

Bunlar genelde fonksiyonel tasvirler olarak görülebilir. Hikâyelerin kahramanları

yerli halktandırlar. Bunların bir kısmı Müslüman halktan kişilerken, bir kısmı da

Müslüman olmayanlardandır. Fakat bu özelliklerinin, hikâyelerin kuruluşuna pek de

etkisi yoktur. Bütün hikâyelerde dikkat çekici birer mesaj da verilmektedir. Her

hikâyenin belli bir amaca hizmet etsin diye kaleme alındığı bellidir. Mustafa Kâmil

Mar’aşî’nin hikâyelerinin sayısı ondur.

38

Birinci hikâyesinde; sefahete düşen birinin nasıl har vurup harman savurduğu,

elinde avucunda neyi varsa zevk ve eğlence yolunda nasıl saçtığı ve sonra nasıl kötü

duruma düştüğü anlatılmaktadır. Osmanlının son döneminin sosyal yapısını gözler

önüne sermektedir. Bir tarafta zenginler zevk ve eğlence içinde bir hayat sürerken,

halkın diğer bir kısmı sefalet içinde yaşamaktadır. Batı eğlence ve yaşam tarzının yol

açtığı tahribat gözler önüne serilmektedir. Bu da toplumdaki insanlar arasındaki

saygı sevgi ve hoşgörü ortamını yok etmektedir. Çünkü, zenginler fakirin halinden

anlamaz ve kendi zevk âleminde yaşarken, yoksulların çekmiş olduğu sıkıntılar ve

zor koşullar aradaki bağları koparmaktadır. Bu durun da toplumu içten içe

kemirmektedir. İşe Mustafa Kâmil Mar’aşî bu hikâyesin de bu durumu

resmetmektedir.

İkinci hikâyesinde; Osmanlının son dönemlerinde adeta bir moda haline gelen

yabancı mürebbiyeler ve onların yarattığı sosyal problemleri ele almaktadır. Esasen

hikâye iki kısımdır.

Birinci kısımda; Fransız mürebbiye elinde yetişen ve ondan hoş görülmeyecek

alışkanlıklar kapan bir kızın hikâyesini anlatmaktadır. İkinci kısımda ise, evlendikten

sonra bu alışkanlıklarının kocası tarafından hoş karşılanmaması ve boşanmaları, bu

durumdan aşırı derecede rahatsız olan babanın durumu anlatılmaktadır. Ele alınan bu

konu, sadece o bölgede değil, varlıklı ailelerin bulunduğu, İstanbul başta olmak

üzere, tüm Osmanlı ülkesinde yaşanan ve toplumu derinden yaralayan bir olgudur.

Üçüncü hikâyesinde; Anadolu insanının, değişik din ve ırkta insanların, bir

arada yaşadığı sosyal ilişkiler anlatılmaktadır. Bu hikâye de iki bölümden

oluşmaktadır.

39

İlk bölümde, Yanyalı Petros’un evlenip ikisi kız üçü erkek beş çocuk sahibi

olunca orada geçinme imkanının kalmadığını görüp Memiş Ağa’nın köyüne gelerek

ona çiftçi uşağı olması ile; Memiş Ağa’nın, boş bir kuruntu ile sahip olduğu malla ve

mülkle diğer köylülere övünmesi, oğlu Veli’nin düğünü için, imkanlarının da üstüne

çıkıp borçlanarak düğün yapması; İkinci bölümde ise, anlaşılan, tutumluluğu

sayesinde oldukça zenginleşip itibar kazanan ve köyün bağlı olduğu kazanın idari

meclis azası olmuş bulunan eski uşak Petros’un, bir kır gezisine çıkışı, öğlen

vaktinde, sabık efendisinin yeni koyun çobanının, kendisine tembih edildiği gibi tam

yemek vaktinde, koyun etinden hazırladığı kuzu kebabını sıcak sıcak getirişi ve yeni

efendinin iltifatına nail oluşu anlatılmaktadır.

İşte yine toplumun kanayan bir yarasını, lüks ve gösteriş merakının doğurduğu

israfı ve sonuçlarını, Mustafa Kâmil Mar’aşî kendine has üslubuyla ortaya

koymaktadır.

Dördüncüsünde; bir memurun hayatı ve başından geçenler anlatılmaktadır.

Yine bu hikâyesi de iki bölümden oluşmaktadır.

Birinci bölümde; Altı aylık bir memuriyet için Kosova’ya giden ve fakat

orada, bir hastane vefat ettiği bir mektupla bildirilen Hecrî Beyin, geride, devletin

kendisine bağladığı cüz’’i maaşla üç çocuğu ile kalakalan ailesinin, bir vesile ile,

küçük çocuğu Zeki’yi evlatlık vermesi; İkinci bölümde ise, ibtidaî, rüşdiye, idadî ve

mekteb-i âlîyi hep birinci olarak bitirmesine, devletin kendisine memuriyet teklif

etmesine rağmen velinimetinin isteği üzerene onun çiftliğinin başına geçmesi,

mektepte öğrendiği yeni fenni bilgileri uygulayarak beş altı kat verim alması,

velinimeti Semih Beyin sıhrî akrabalığına da nail olması anlatılmaktadır.

40

Görüldüğü gibi Mustafa Kâmil Mar’aşî, hikâyelerinde yaşadığı toplumun tüm

yönlerini, başarı ve başarısızlıkları, ortaya koymaya çalışmıştır. O karamsar bir yazar

olmayıp realist bir çizgiyi takip etmiştir.

Beşinci hikâyesinde; okumanın önemini yine kendi üslubuyla ele almış ve

hayatın seyri içinde sunmayı başarmıştır. Mevlüt adlı bir köylünün başından

geçenlerin konu edildiği hikâyede şunlar anlatılmaktadır: Mevlüt, kış ihtiyacını

karşılamak için bir tüccardan harmanda veresiye borç alır. Kışın yağmurda çamurda,

yazın sıcak altında bin bir güçlük çekerek çalışıp emek ederek ürün elde eder. Elde

ettiği ürünü borç aldığı tüccara, tamamen onun istekleri doğrultusunda vermek

zorunda kalır. Öyle ki, mahsulünün değeri altmış beş lira iken, beş bin kuruşa satmak

zorunda kalır. Okuma bilmediği için bu durumu sineye çeker. Mevlüt, bu duruma

öyle içerler ki tepkisini kendi kendine “Ah! Bir okuyaydım, iki rakam

yazabileydim!” diye iç geçirerek ortaya koyar.

Mustafa Kâmil Mar’aşî, bu hikâyede yine toplumun problemlerinden birini,

halk içinden kahramanlar seçerek ortaya koymuştur. Aslında diğer hikâyelerinde

olduğu gibi bu hikâyesinde de, her toplumda önemsenmesi gereken toplumsal bir

yaraya, eğitimsizliğe ve eğitimsizlik sonucu ortaya çıkabilecek haksızlıklara ve

sömürüye işaret etmektedir. Sömürü diyorum; çünkü insanların bilgisizliğini fırsat

saymak ve bu durumda istifade etmek, emeğin karşılığını vermemek başka ne

olabilir ki? Üzücü olan da bu durumun hala devam ediyor olmasıdır.

Altıncı hikâyesinde; bir gencin arzu ve isteklerini, beklentilerini ve hayatın

gerçeklerini ele almaktadır. Güzel yaşamayı seven bir gencin, oklunu bitirdikten üç

41

buçuk yıl sonraki hayatından bir kesit aktarılarak gencin hayalleri ve hayatın ona

getirdikleri resmedilmektedir.

Genç soğuklamış ve hastadır. Doktor ilaç vermiş, neleri yememesi gerektiği

konusunda kendisini uyarmıştır. Bu genç, kaçırmak istemediği bir parti daveti

almıştır. Oturduğu daire itibariyle bir araba tutup davete gitme imkânı yoktur.

Kendisini gayet bitkin hissetmesine rağmen davete yürüyerek gitmiş, orada da

perhizine uymamış, dönüşte de yine yürümek zorunda kalmıştır. Evine geldiğinde

kendini güçlükle içeri atar ve kanepeye uzanır. Gözü diplomasındaki tarihe ilişmiştir.

Hâlbuki o, dört yıl sonrası için ne hayaller kurmuştur. Ancak daha üç buçuk yıl

olmuştur. Sabah olurken bu genç, ebedi haclegâhına dalıp gitmiştir.

Mustafa Kâmil Mar’aşî’nin, bu hikâyesinde de insanların nasıl planlarsa

planlasınlar, hayatın getirecekleri karşısında ki çaresizliğini güzel bir uslubla ortaya

koyduğunu görmekteyiz. Aslında bu hayatın aldatıcı zevklerinin gelip geçiciliğini

ifade etmesi, insanların kendini dünya zevklerine tamamen kaptırıp başka gerçekleri

nasıl unuttuklarını göstermesi bakımından da ibret vericidir.

Yedinci hikâyesinde; hikâyelerinden bir örnek olarak yedinci hikâyesini de

tezimize aldık. Bu hikâyesinde; babası öldüğü için, zayıf ve dul bir kadın olan

annesinin yetiştirmek zorunda kaldığı, iyi bir yetişme ortamı bulamamış bir genç

kızın hayata hiç hazır olmadan evlenmesi ve daha evliliğinin ilk gününde kırdığı

potlarla kocasının kendini terk ederek boşaması anlatılmaktadır. Bu hikâyesini,

hikâyelerine bir örnek teşkil etmesi bakımından tezimize aynını almayı uygun

bulduk.

42

Küçük Hikâyeler- 7

İşte bütün bir tehalükle ta şebabet âlemine ayak bastığı günden beri beklediği

leyle-i zifafa üç buçuk saatlik kadar cüz’î fakat sürekli bir zaman kalmış idi.

Etrafını kaplayan cemiyet efradının şevkine gönlünün bütün kabiliyetiyle iştirak

ettiği halde yüzündeki alâim-i şetareti benekli duvağın koyuca gölgesinde setre fırsat

bulmak için müşkilât çekmiyordu. Acaba bunlar yine hayal-i ham mı idi.

Bu cemiyet onun on, on iki senelik hayatı nesini kaplayan adeta hakikate

inkılâp derecelerini bulan tasavvurun, tahayyülün nazarında temessül etmiş timsali

mi?

Hayır...! Hayır...! Hakikat, hem de pekâlâ bir hakikat idi; fakat, ah! Fakat yine

inanamıyor, yine tereddütten kendini alamıyordu.

Kendisiyle bir vakitler bütün o hayalâta dalmış, çıkmış, düşmüştü. Artık çoluğa

çocuğa karışmış akranı, emsali onu bir hiss-i memnuniyetle kucaklıyor, tebrik

ediyor; işte bu tebrikler, bu tes’idler onu hayale zehabdan uzaklaştırıyor, hakikatin

a’mak-ı inşirahına atıyor, sevindiriyordu.

Nasıl sevinmesin, tali’ onu kendisiyle doğup büyüyenlerin en âdî derekesine

indirdiği için daha yirmi yedinci bahar-ı ömründe kendisini böyle bir bahtiyarlığa

tesadüf ettireceğine ihtimal vermiyor idi.

Kapıları küçük bir sofaya açılan biri birinden farklıca iki odasının büyüğü, beş

seneden beri müşfik validesiyle beraber kendinin, üç seneden beri de yalnız başına

mahsul-i desti olan eşyanın bu fakirhaneye tek tük düşürdüğü bir iki guruşun, büyük

43

müşkilât ile tasarruf edilebilen fazlacığıyla kendisini pek çok seven birkaç zengin,

asilzade familyaların mürüvvetmendane ianeleri yekûniyle donadılmış, hemen hemen

bir gelin odası haline getirilmiş idi; diğeri de aynı suretle, aynı yardım ile bir yatak

odasına benzetilebilmiş idi.

Kendisinden, bir de üç sene evvel onu arkasında bırakarak bu âlem-i fenaya

veda’ eden zavallı valideciğinden ibaret şu küçük ailenin velinimetleri, pederleri

daha evvel irtihal etmiş, bunları böyle kimsesiz bırakıvermiş idi. İaşeleri yüz guruş

tekaüt aylığıyla el işlerine münhasırdı.

(Rebia) işte daha on bir yaşında mürebbi-i hakikîyi kaybetmiş, terbiyesi,

tekemmülü, ıslahı tecrübesiz validesine geçmiş, ona ait olmuş idi. Refikinin ansızın

gaybubet-i ebediyeye uğramasından beyni sarsılan zavallı kadın bütün bütün

yalnızlığa tahammül edemeyeceğini pek yakından derk edebildiği için bir tanecik

kerimeciğinin öyle tazyikler altında kalmasına, o suretle büyümesine dikkat edemez,

sıhhatini haleldar ederim korkusuyla ona bir şey söyleyemezdi. Rebia işte böyle

serbest büyümüş, o derecede ki validesi onu değil, o validesini zîr-i tahakkümünde

tutuyor, en küçük bir arzusunu yerine getirmekte -vüs’ünün yettiği mertebe- hiç

tereddüt etmiyordu.

Bahar-ı inşirahının feyizli sabahını annesinin en mütehaşi yavruları

ürkütmekten âciz hilmiyet-i na-mahdudesi ibtidayı şebabının mütehassıs baharını

yine o müşfik çehrenin mülayim tabiati Önünde geçiren bu kızı, onu terbiye-i

fikrîyeye malik edebilecek müessir sözlerden mahrumiyetle beraber iaşelerinin

darlığı münasebetiyle mektep yüzü de görmemiş, vazifesini, gündüzleri kendisini bir

teklifsizlikle eğlenceliğe kabul eden bazı familyaların hemen mudhik bir âfetrîsi

44

olmak üzere tanımış, işte öylece büyümüş, öylece serpilmiş, yani terbiye-i fikrîyenin

ismini bile öğrenmek değil, bir kere işitmemişti.

Sinn-i temyize vusulünden evvel pederini kaybetmiş olması onu, zevç ile

zevcenin muamelât-i mütekabilesine dair bir fikr-i mahsus edinmekten de mahrum

bırakmış idi. Sinni-i civanîye mahsus yolu hemen yarıladığı halde zavallı kızına o

hayırhah familyaların delâlet-i insaniyet kâraneleriyle karşısına çıkarılan şu

haclegah-ı saadete boş, hem de pek boş gidiyordu.

Zevç ne idi? Ona karşı yapılacak muamele-i ta’zimiye neden ibaret olabilirdi?

Alışmadığı bu hayat-ı icitimaiyede nasıl, ne suretle yürümek, ne yolda adımlar atmak

lâzım idi? Bunları hiç bir suretle görmemiş, daha doğrusu görmeğe hal, mevki müsait

olmamıştı. Bir dehan-ı hikmet açılıp da bunlardan ona bir nebzecik bahsedememiş

olmasına hep tali’, o menhus tali’ sebepti.

Ah ne olurdu? Hiç olmazsa biraz okumağa, anlamağa kudreti olabilse idi! Hiç

kimseye istediği gibi açamadığı şu cehaletini sadık dost ve vefakâr muhip olmak

üzere tanıyabileceği kitabını açar, ondan istimdat eder, onunla istişare edebilir, ondan

belki bütün bu bilmediklerini öğrenebilirdi!

Ah! Bu da yok, bundan da mahrumiyet!...

Neye müracaat edebilecekti? Düşünüyordu. Arkadaşlarının halleri zerre kadar

kendisine benzemeyen, mevkice beyinlerinde asla münasebet tasavvur edilmeyen

sevgili hemşire hanımların ona bu yolda bir fikir vermeleri ara sıra vaki oluyor,

kendisine telkinat-ı muhtelifede bulunuluyordu.

45

Fakat bu sözler onun haliyle, mevkiiyle münasip değildi. Bununla beraber yine

dinliyor, içlerinden işine gelecekleri -serbest genç- kabulde zerrece tereddüt

etmiyordu. Bunların içinde en ziyade hoşuna giden kapı komşusu Fikrîye Hanım’ın

mütalâası oldu. Bu zaten beslediği mesleğe muvafık, kendisi de zaten o mütalâanın

mürevvici, o fikrîn taraftarı idi.

İşte öyle haline mutabık, öyle düşünülmüş sözler ki hakikaten redde, itiraza,

muhakemeye lüzum yok.

“Kız, sakın kocana yasılma, onu bu geceden hükmünün altına almak gerek,

sonra başa çıkarmanın hükmü kalmaz; kendini icabına göre şimdiden sert, müsrifçe

göstermelisin ki sonra bir elbise diktirmekte, bir şey yaptırmakta zahmet çekmene

mahal kalmasın. Yoksa sonra bana döner, söylediğini bir kerede değil, bin kerede de

yaptıramazsın. Anladın mı? Sözümü iyi dinle, sonra bana dua et!”

* * *

Güneş sanki bir betaet-i mücesseme kesilmiş de bütün gönüllerden kendisini

bir an evvel karargâh-ı mevkiine isal için fırlatılan nezair-i istiskali bir nazar-ı

bîkaydî ile mukabele ederek yavaş yavaş guruba süzülüyor, her gün bir günlük ömr-i

beşerin mezar-ı mağribine en sür’atli adımlarla koştuğuna bedel, bugün hatve-i

iştiyakını pek kesik, pek gevşek alıyordu. Hatta ufuktan döktüğü nigah-ı tehassür

bugün zemini haddinden çok işgal eylemiş, alkışlamıştı. Her vakit ancak bir saniye,

bir dakikadan çok ömür süremeyen o hafif, son ziyalar bugün hemen bir asra muadil

azametli bir zaman kadar yaşamışlar kıyas olunuyordu.

46

Şimdi artık herkes avdet ediyordu; daha bir müddet devam eden resm-i

veda’dan sonra (Rebia) bir kaç valide dostuyla haclegâhın içinde olanca tezyinatıyla

salmıyordu. Lâmbanın sarıya mail beyaz renkli şu’lesinden dökülerek pencere

perdelerinin asıldığı sarı renkli parlak kornizelere ve bir vaz’-ı gayr-ı mütenasipte

duvara asılı duran bir kaç levhanın sarılı siyahlı çerçevelerine ilişen şuaat döne döne

Rebia’nm saçları arasına yayılan parlak tellerin uçlarına dokundukça dalgalanıyor, o

müzeyyen odanın tabakat-ı havaiyesi arasında bir bahr-i huruşan oynaklığıyla

çalkanıyordu.

Birden bire kapı açıldı, içeri giren ihtiyar bir kadını müteakip kırk beş

yaşlarında, iri yapılı, siyah, kaba bıyıklı, esmer, kara kaşlı, kara gözlü, çatık kaşlı,

uzunca yüzlü birisi göründü. İşte bu Rebia’nm ümid-i istikbali idi.

İki pencere arasına sıkıştırılan kanepenin tamam orta yerine oturdu. Kendisine

mevsuku’1-kelâm pek çok zevat-ı muhterem tarafından hal ü şanı -zevcelerinden

naklen- anlatılan bu kızı ilk görüşte hakikaten sevmiş idi.

Diyar-ı Bekir vilâyetine mülhak kazalardan birine mensup olan güveyi Kerim

Efendi işte: Ancak doğruca bir imlâ yazabilmek iktidarına malik olduktan sonra

Dersaadet’te bir daire-i resmîyeye intisap etmiş, orada bir kaç seneler geçirdiği

mülazemeti müteakip geçinebilecek bir maaşla memuren İzmir’e gönderilmiş idi.

Memuriyetinin beşinci ayı âgus-ı kısmetine düşen bu genç ile hem bezm-i visal

bulunuyordu.

Kerim Efendi Anadolu’nun pek metin usul-i terbiyesi altında büyümüş,

kadınlar hakkında da yine memleketine hâsıl bir itikadı itiyat edinmiş, küçükten

fikrîne yerleştiği âdât-ı milliyesinin en ehemmiyetsiz bir noktasını hatırından

47

çıkarmamakta senelerce ısrar eylemiş, muannit, hasis, âkıbet endiş; bununla beraber

fikrîni pek ziyade ta’mik ile zihnini yormaz, muhakemesiz idi. Az düşünür, neticeyi

bulmak için lâzım olan iktidardan mahrum, değersiz bir lâkırdıyı i’zama da vesile

arar, insaniyeti geç, kusuru tez görür, velhasıl tabiat-i umumiyesi itibariyle kendisine

titiz denilebilirdi.

Ertesi günü suret-i mahsusada hazırlanmış sabah sofrasında karşı karşıya

bulunuyorlardı.

Rebia zevcine karşı yapılacak muameleye, usul-i tedbire şimdiden başlamak

lüzumunu hissetti, hatırına ilk tedabür eden sözler Fikrîye Hanım’ın vesayası,

ihtarları oldu. Bir dakika kadar düşündü, cesaret edemedi. Fakat bir sevk-i derunî

onu gıcıklıyor, mutlak söyletmeğe mecbur ediyor idi. Yine düşündü. Fakat bu

düşünmek evdeki eksikliğe, levazım-ı beytiyenin nevakısna ait bir keyfiyet idi.

Sofanın kırılan bir iki camını taktırmak daha pek evvelden düşünülmüş bir mesele

idi. Kapı, ne vakitten beri kapaksız duruyordu, bu da bir lüzum, hem de tehlikeyi

ortadan kaldıracak şiddetli bir lüzum idi. Mutfak takımlarının eksikliği ondan geri

kalabilir mi idi? Faraza bir gaz ocağı elbet bir kömür ocağına müreccah idi; o,

boyasız, pek çirkin bir manzara teşkil ediyordu. Yanı başındaki evin boyandıktan

sonra kesbettiği hal göz önüne getirildi. Ya evin küçük avlusundaki kaba döşeme,

cüz’i bir masrafla mermere tahvil edilemez mi idi? Rebia işte hep bunları düşünmüş,

tasavvurda Fikrîye’nin tavsiye ettiği dereceyi -bilgisizlik hasebiyle- çoktan aşmış

idi.

Ta sofraya oturduğu dakikadan beri hazırladığı mütalâayı kuvveden fiile

getirmiş, onu, yarımşar, birer saat fasıla ile -güya kendisince- münasip düşürdüğü

48

birer zemin ile bir gecelik efendisine, on, on beş senelik bir refika-i hayat

teklifsizliğiyle anlatmış, biç de sıkılmamış idi.

Kerim Efendi üç saat sonra bu bir gecelik zevcesine bir tavr-ı garibane alarak

“Allah’a ısmarladık hanım” mukabelesiyle kapıdan çıktığı vakit bir daha girmemek

üzere bu bir gecelik misafirhaneye ebediyen veda etmiş, Rebia Hanım akşamüstü bir

sabırsızlıkla beklediği zevcine bedel, evine iki satırlı bir kâğıt parçasının girdiğini

görünce yine tali’den şikâyet feryadına koyulmuş idi.40

Görüldüğü gibi zengin bir anlatım gücü olan hikâyelerinin konuları, sosyal

hayatın gerçekleriyle örülü bir yaşam yansımasıdır. Bu anlamda realist bir tarzı

benimsediğini söyleyebiliriz. Hemen hemen bütün hikâyelerinde bu realist tarz göze

çarpmaktadır.

Sekizinci hikâyesinde; evlenme vaktini türlü bahanelerle geciktiren Necdet

adında bir gencin başından geçenler anlatılmaktadır: Necdet, İzmir’de yaşayan otuz

beş yaşlarında bir gençtir. Yıllar önce anne ve babasını kaybetmiş olan Necdet, ev

hizmetlerinde çalışan iki yaşlı kadınla beraber bir yalıda yaşamaktadır. Zaman zaman

evlenmeyi düşünse de çeşitli bahanelerle bu düşüncesinden vazgeçer. Hayatın

ritmine kendini kaptırır, gezerek ve eğlenerek İzmir ve çevresindeki güzelliklerin

yaşayarak günlerini geçirir.

Necdet, birçok romanımıza da konu olan evlenme kokusunu derinden hisseden

bir kişidir. Sorumluluk almaktan korktuğu için böyle bir düşünceye sahip olmuştur.

40 Ahenk, nr.1398, 22 Mart 1901.

49

Mustafa Kâmil Mar’aşî, hikâyelerinde daha çok yaşadığı çevredeki

şahsiyetlerden kahramanlar seçmektedir.

Dokuzuncu hikâyesinde; bir şehir düğününden bahsetmektedir. Düğün

hazırlıklarında israfa sebep olan bir annenin, gösteriş uğruna düşüncesiz harcamalar

yaparak ailesini düşürdüğü kötü durum gözler önüne serilmektedir.

Düğün, ailenin büyük kızı Lamia’nın düğünüdür. Anne, görenek belasıyla

aileyi altından kalkamayacağı bir yükün altına sokar. Elde avuçta olan yetmeyince,

bankadan, han karşılık gösterilerek fazla miktarda borç alınır. Alınan borç ödenemez

ve baba işini kaybeder. Bir mağazada zor şartlar altında kâtiplik yapmak zorunda

kalır. Evlenen kız kendi hayatını yaşarken, babasının ve ailesinin çektiği sıkıntılardan

habersizdir.

Gerçekten bu hikâyede de ele aldığı konu, gösteriş merakıyla yapılan işlerin

dramatik sonucunu göstermesi bakımından çok manidardır. Günümüzde de bu

kaygıların toplumumuzda hâlâ var olduğunu görmekteyiz. Böyle dramlara da şahit

olmaktayız.

Onuncu hikâyesinde; yine önemli bir konu işlenmektedir. Hikâyenin

kahramanı nişanlanmıştır ve gerek nişanlısına, gerekse onun annesine çok fazla

masraf da ettirmiştir. Ancak, nişanlım dediği kişi ve annesi bir sahtekâr çıkmışlardır.

Kahramanımız büyük bir hayal kırıklığına uğramıştır.

Psikolojik tasvirin çok renkli bir şekilde, derinlemesine bir duygu yoğunluğu

içinde anlatıldığı bu hikâyeyi de, hikâyelerinden bir örnek olması açısından tezimize

almayı uygun bulduk.

50

Küçük Hikâyeler 10

Şimdi tamam on iki seneden beri her gün şafakla beraber geceleri bir cism-i

bîruh hareketsizliğiyle gelişi güzel serildiği yatağından kalkarak uykuya kanmayan

gözlerini ıslak bir mendille sildikten sonra, maişetin ızdırab-ı elimi altına serdiği

yorgun vücudunu son altı günlük takatsizlikten mütevellit bir keselânla oracıkta,

istasyonun yanıbaşındaki kahvehanecikte muallak, sönük ziyalı lâmbanın hafif hafif

neşrettiği şuaata hedef olan bir köşedeki hasır sandalyelerden birine yığarak geniş bir

nefes aldığı vakit gözünü pembe pembe kızaran nargilenin ateşine dikiyor. Nargile

şişesinin içinde gayr-ı muttarit birer cesamet olan kürevî mevcelerin ara sıra çıkardığı

mahdut sadalar dimağını bilâ-ihtiyar uğradığı dem-i tefekkürden ayırıyordu. Yine

bugün de öylece kalkmış, cidal-i maişetine öyle başlamış, işlediği fabrikanın bir kûh-

i âhenîn azametiyle durmak dinlenmek bilmeyen cüsseli parçaları, heybetli kolları

karşısında mukavemetsûz bir kuvvetle çalışa çalışa, vüs’ünün yettiği mertebe uğraşa

uğraşa, oradaki büyük küçük makinelerin, çıkrıkların, vidaların, sabit çekiçlerin ardı

arası kesilmeksizin bir düziye çıkardıkdıkları müz’iç, bıktırıcı bin türlü sada-yı

ümran-nişandan beyni patlaya patlaya akşamı etmiş, işte köyün o en mutena

kahvehanesinde kendisine mahsus bir karargâh edinmiş idi.

Güneş engin bir taravetle salınan baharı, yeşil, zümrüdîn ağaçları, birer firaşe-i

hadra gibi döşenmiş sahraları, bağları, bahçeleri, o maî müstevi denizi velhasıl

kâinatın bütün güzelliklerini, tabiatın bütün taravetini, bütün inceliklerini temaşadan,

onlara son bir nazar-ı tehassür atfından ayrılamayacak bir halde kâinata veda ettiği

halde yine vücudunun pek yakında, nazarının bütün o güzelliklerde, o letafetlerde

51

olduğunu ispat eder bir surette gecenin ibtida eden kesif zulmeti içinde son

ziyalarıyla nuranî bir kıt’a-i şem’a işgal etmekten kendini alamıyordu.

Öteden ancak bir hilâl-i mazi şeklini bağlayabilen kamer güneşin

tehassüründen mütehassıl bir teessür-i tabiînin telâfisine çalışarak biraz zaman evvel

firdevsi andıran o muhteşem kâşane-i tabiatı uyutmamak için, bütün kuvvetiyle

baharın küşayişini, letafetini muhafaza için taraf taraf nurlar akıtıyor; bunlardan

denizin hissesine isabet edenler eski revnaklarına bir kat daha âb ü tâb vererek

karalara düşen bedbaht ziyalara karşı pek mağrurane tecellisaz oluyordu. İleride bir

alay kuş, lâne-i saadetlerine avdet için çırpma çırpma kopardıkları çığlıklarla oraları

şenlendiriyordu.

İşte bu zavallı, bu kâinat içinde saika-i bedbahtiye hedef olmuş yalnız kendisi,

evet! Hem de bir kişi kendisi olduğunu düşünüyor. Buna kat’î hükümler vermekte

hiç tereddüt etmiyordu. On iki seneden beri bir gün bile kalmadığı işinden başka bir

şey tanıyamamış, dostluğu ancak bir tezgâhta işlediği beş on ameleye hasretmiş idi.

İşte bu koca muhit dâhilinde ancak onları tanıyor, onları biliyordu. Başkasıyla

görüşmezdi. Zaten ünsiyet, ülfet peyda için medid bir zamana malikiyetten de

mahrum idi. Yerli olmadığı için haftada ancak işsiz kaldığı pazar günlerini hemen

hemen köyde geçirirdi. Haftada bir gün çamaşırlarını almak için iki seneden beri

köye devam eden yaşlı bir kadını validelik edinmiş idi. Her ihtiyacını ona gördürür,

her halini, her şeyini işte yalnız ona söylerdi. Ara sıra pek sıkıldığı yalnızlıktan da

söz açar, bazen bahsi kendisine münasip bir nişanlı bulmasını ricaya kadar ilerletirdi.

Geçen sene tenezzüh için köye alışan üç kız kardeşten büyüğü (Anjeli)’nin ara sıra

köye uğrayarak ikametgâhını ziyareti hep o bahsin neticesi idi. Şimdi o bütün bir

52

hiss-i mahremiyetle Anjeli’yi seviyordu. Yirmi yaşlarında olan bu dikişçi kız üç dört

sene evvel Teriste’den İzmir’e gelerek kendileri gibi bir kaç familyanın iştirakiyle

Bilâ-viste’de isticar ettikleri bir hanenin zemin katındaki odalardan iki

numrolusundaki odada ikamet ediyordu ki işte o genci tanımış idi. Anjeli her vakit

kendisine yakıştırdığı mevsime mahsus şık bir elbise ile âşıkının nazar-ı

muhabbetinde her pazar bir çiçek gibi salındıkça (Jorc) gönlünün bütün

mahkûmiyetiyle teslim olduğu ma’şukasına karşı ne yolda arz-ı hal etmek lâzım

olduğunu şaşırırdı, işte şimdiye kadar ancak fabrikasından başka karşısında bir şey

tehayyül edemeyen Jorc’un gözleri pişgâhında bir seneden beri Anjel’in mütebessim,

saf, billûrî likasının hayal-i dilârâsı görülmeğe başlamış idi. Fikrînin bütün

kuvvetiyle düşündüğü şey, işte o dildadesiyle bir aile teşkil etmek, bir sene evvel

köyün en güzel, en müntehap yerinde inşa ettirdiği iki odalı küçük bir köşkü, onun

nazarında her şeyden kıymettar olan şen, şatır vücuduyla şenlendirmek başlıca emeli,

şimdiye kadar yorulmuş olan vücudunu o peri-i bî-hemmalin âgûş-ı iştiyakında

geçirmek idi. Artık kendisini işte bir zamandan beri düşündüren yalnızlık, bedbahtlık

âlemine Anjeli hatime çekecek idi.

Akşamın zılâl-ı zalâmını andıran siyah dumanlarını afaka saçarak karşıdan

görünen şimendifer katarı yaklaşıyordu. Şimdi bir sevk-i derunî ile ayağa kalktı.

Orada duran tek tük bir iki yolcunun arasına sıkıştı. Yine bu hafta oraya gelen

çamaşırcı kadına:

- - Beklerim! Mutlak yarın için beklerim!..diyordu. Tren, istasyona tahsis ettiği

bir iki dakikalık ziyaretten sonra oralara ait o günkü vedamı ifa ediyormuş gibi

yürüyüşlerle uzaklaşıyordu.

53

Jorc son kamaradaki misafirine yüksek bir sesle karşıdan yine:

- - Beklerim! Beklerim! Diyor, güye emelini yüklemiş gibi medid bir intizarla

treni takip ediyor idi.

Ah! İşte yarın geleceklerdi. Onu şu küçücük cümle bütün bedbahtlıklardan, en

müdhiş melallerden kurtararak mes’udiyetin hadika-i inşirahına atmış idi. Yarım saat

evvel bütün vicdaniyle hükmettiği bedbahtlıklardan yeminler ederek rücû ediyordu.

Acaba şimdi kendisinden daha bahtiyar kimse tasavvur etmek kabil mi idi? Ertesi

günü nişanlısı Anjeli gelecek, on beş gün sonra da bütün bir teslimiyet-i kâmile ile

orada kalarak Jorc’un lâne-i miskinanesini bir saadethaneye ifrağ edecek idi. (Ona)

karşı en mukaddes vazifelerini ifa ettiği, en küçük bir arzusunu is’af için en mukavim

bir surette göğsünü, bağrını gererek her türlü bâr-ı giran meşakkati dûş-i

tahammülüne almakta zerre kadar tereddüt etmediği için o cihetle müsterihü’1-bal

sayılamaz mı idi? îşte bütün sermaye-i hayatını o işvekâr güzîninin isticlâb-ı

muvafakati yolunda döke döke on iki seneden beri dişinden tırnağından artırabildiği

bir iki yüz lirasını kâh bin türlü kırıklıklarla döktüğü dillere, kâh sebepsiz infiallerin

icap ettirdiği yakıcı serzenişlere nihayet vermek için hâsıl olan mecburiyetlere feda

etmekte asla çekinmemiş idi. Kendisinin de söylediğine emin olduğu için öyle âdet-i

cariyeye filân ittibaa lüzum görmüyor, drahomayı kendisi ve nişanlısına ihda

eylemiş, yani o hususlarda zerrece ihtiyatı mucib-i şeyn ve istihfaf addeylemiş idi.41

Yarın Anjel’i getirecek olan tren gözlerine nasıl hoş görünecek idi, sevgilisi ne

yolda vagondan atılarak ona nigâh-ı iltifatından hangi çeşidini bahşedecek idi. Ah!

Ona nasıl, ne yolda mukabeleler, muameleler hazırlanmalı idi. Acep onun en küçük

41 Ahenk, nr. 4045, 3 TS/Kasım 1909.

54

bir hoşnutsuzluğunu mucip hallerde bulunmamak için ne ne yolda hareket edilmek

lâzım gelecekti? İşte şimdi bütün bu hulya-yı fasih meserretin a’mak-ı hafasında

dolaşarak o gece gözlerini uykudan mahrum etmek lüzumunu daha evvelden

hissetmiş, ona kat’î hükmeylemiş, filhakika bu geceyi uykusuz geçirmiş idi.

Düşünüyordu. Rasime-i istikbali her kalıba sokuyor, yine bir tarafını eksik

buluyordu. Bu kadar noksan acaba Anjel nazarında mucib-i istihfaf olabilir mi idi?

Dimağının her köşesine dildadesinin muhteşem tasvirlerinden başka bir şey

aksetmiyor, tearic-i dimağiyesinin en güzel köşelerinde bile Anjel bulunuyordu.

Afitâb güya bir mehcuriyet-i mutlaka ile ayrılmış da tekrar iade ediliyormuş

gibi kemal-i tehassürle uğradığı kâinatı ilk ziyalarıyla yaldızlıyordu. Fakat bu, Jorc

için o kadar da seri addedilebilir mi idi? Heyhat!... Karşıda yeşil bir pûşîde-i rengin

ile örtülü menazır-ı bedîanın, duran güneşin şûa-i zerrini ile parlaya parlaya, nesimin

tesir-i vezaniyle salına salına sabahı selâmladığı görülüyor, deniz kendine ait,

güneşten beklediği iltifatlara kemal-i edeble muntazırmış gibi en küçük bir

hareketten bile kalarak seher zamanına has letafetle arz-ı inbisat ediyordu. Jorc

günün pazar olduğunu şaşırmış, tulûu müteakip istasyona inmiş idi. Treni her günkü

saatinde bekliyordu. Orada bin türlü telâşlarla aşağı yukarı dolaştığı sırada oracıkta

koşuşan bir iki çocuktan istimdada, ilk trenin ne olup da böyle geciktiğine suale bilâ-

ihtiyar mecbur olmuş idi.

- - Pazar değil mi ya? ! Mösyö !

Jorc, henüz masumiyetin cilvegâh-ı inşirahı olan bu küçük vücutların hiç bir

kayd-ı keşmekeşle mukayyet olmayan şu cemiyet-i masumenin o muhtasar sözleriyle

ikaz olunmuş, hissettiği hafif bir hacaletin sevk-i tesiriyle kemal-i itina ile tefriş ettiği

55

inzivahanesine çekilerek işte orada dar nefesler almağa başlamıştı. Ağzından

ihtiyarsız dökülen yeisli bir kaç sözler şu oldu:

Ah! İşte iki saat daha, ne medid intizar! Şimdi bütün tasavvuru İzmir İstasyonu

idi. Henüz katarlar tertip edilmemiş, aman ya Rab! Ne meskenet, ne atalet! Dünya

uyandı, kâinat uyandı, denizler, nehirler çoktan cûş u hurûşa, kuşlar vazife-i

ubudiyetlerini ifa ile tedarik-i maişete koyuldular; çiredest-i kudret olan bunca

mevcudat perde-i zalâm-ı gafleti çoktan çâk ettiler; en aciz, en miskin mahlûkat bile

yuvalarını betaethaneden başka bir şeye kıyas edemeyerek, ikametgâhlarında

duramamaya başladılar. İnsaniyet namı altında yaşayanlar hâlâ gunude-i bâlin-i

atalet! Medeniyet mahsulleri henüz âlûde-i sükûn ve meskenet!

İşte bütün bu muhakemat-ı sakime arasında fikrîni yürütüyor idi ki medid bir

sada-yı mu’ciz, hayır! Hayır! Bir sada-yı beşaretengiz onu ikinci defa olarak

istasyona davet ediyordu. Jorc büyük meserret içinde treni karşılamıştı. Oraya çıkan

bir kaç yolcudan başka bir şey görememişti. Bunu kendisine karşı sevgilisi tarafından

tasni’ edilmiş bir mülâtafa-i mahsusa olmak üzere kıyas ettiği için vagonları birer

birer nazar-ı dikkatten geçirdi.

Filhakika vagonlarda öyle bir aşinası olmadığını görmüş, gerçi bir kere beyni

donmuş ise de bunu vapura yetişememekten başka bir şeye hamletmek mümkün

olmadığından bu cihetini düşünerek ızdırabını teskine çalışıyordu. Derin bir

me’yusiyet-i elime altında ezilen vicdanını dinlendirmek için karşıki vadilere kadar

ihtiyar-ı sefere mecbur oldu. Oralarda bir saat kadar dolaşmış, ikinci vapurun vürudu

için lâzım olan bir buçuk saat fasılayı, o ızdırabâver zamanı geçirmek için pek çok

şeylerle uğraşmış idi. Artık vakit gelmiş olduğundan bir saik-i mücebbirin pîş-i

56

tehakkümüne girerek istasyona sevk ediliyordu. Afakı siyah dumanlarla lekedar eden

lokomotif çeşm-i tehassürüne iliştiği vakit Jorc, bütün kuva-yı hayatiyeden mahrum

bir heykel-i kaim vaziyetini almış, duruyor idi. Ah! işte yine me’yusiyet, yine

mahrumiyet-i muharrika!

Jorc bu defa fikrîni tahkim etmiş, bunu tenezzühün öğleyinden Soma’ya tahsis

edildiğine hamlederek buna suret-i kafiyede hükümler de vermiş idi; fakat nişanlısını

ta namazd resmînin icra edildiği günden beri her türlü tezyinattan, her arzularından

mahrum etmeyerek bu yolda hayli liralar sarf eden, elinden geldiği kadar

fedakârlıktan çekinmeyen böyle sadık bir âşıkın kendileri için bîr öğleyin ziyafeti

hazırlayamamasını vesile tutmak, binaenaleyh eğlenceyi yarı güne tahsis etmek

affedilecek hatalardan mı idi?

Şimdi o zavallı, bin türlü külfetlerle meydana getirdiği sofrayı yalnız başına

işgale çalışarak, bütün emelleri yarı sönük hayallerle pişgâhına sıralanmış olduğu

halde yemek yemeye çabalıyordu. Hemen hemen asırlara muadil, ızdıraplı zamanın

pay-ı tenezzülüne hedef ola ola kemal-i tehassürle beklediği öğleyin sonu trenleri de

birbirini takibe başlamış idi. Jorc her defasında bir me’yusiyet-i ümid-evrane ile gide

gele artık akşamı yaklaştırmış, son ümidini son katarın vüruduna yükleterek

kendisine karşı pek büyük sayılan şu adem-i infaz-ı va’din telâfisi için nişanlısının

işte o katarla nazar-ı tehassürünü tezyin edip akşam da orada vakit geçireceğini

tasarladığını düşünüyor, işte ancak bunda gönlünün tesellilerini arıyordu. Beklediği

misafirin o trenle de zuhur etmediğini görünce ruhunun en nazik köşelerinden

tereşşuh eden hûnîn-i izdırap içinde inleye inleye, kalbi müdhiş bir meyusiyet-i

mutlak altında ezile büzüle avdet etmiş ancak bunun büyük, hem de pek büyük

57

sebeb-i mücebbiri olduğuna hükümler, yeminler ederek o gece de nevmidane gönül

ızdıraplarıyla sabahı etmiş idi. İşte o düşünüyor idi ki Anjel dün mutlak bir hafta

veya daha sonra, daha evvel uğradığı bir derd-i tîz-i kahrın pençe-i zir-i helakinde

zebun, yahut yine öyle müthiş bir hastalığın netice-i vâhimesi, yahut onu bir felâket

icabı olarak genç, hem de pek genç yaşta şu fenaâbâd âlemin tiğ-ı sitemine

gerdandade-i teslim ve inkıyad olmuş da gunude-i hâk-i sükûndur. Evet! Evet! İşte

bu böyledir! Eyvah! O vücûd-ı müstesna böyle bahar-ı ömründe hemen solup

gidiverecek mi idi? Heyhat!

Jorc fikrîni bir türlü şu mütalâat-ı elimenin hükm-i tesir ve nüfuzundan

ayıramıyor, mütalâasını bu vadiden başka bir yolda yürütemiyor, başka türlü

düşünemiyordu. Maddeten sebep göstermedikçe bir günlük devamsızlığı mucib-i

nekbeti olacağı -imza ettiği mukavelename icabından olduğunu bildiği- için öyle bir

gün işinden feragat istikbalini mahvetmiş, hem de eğer Anjel ber-hayat ise onunla

kuracağı kâşane-i istikbalin esasını şimdiden rahnedar eylemiş olacağı için pazardan

evvel İzmir’e gitmek muhal değil mi idi? Gönderdiği haberlere, yazdığı varakalara,

mektuplara hep sükût-ı mukabele ediyordu. Bütün o şems-i hakikati kendisinden

saklayan kesif bulutlar nasıl dağıtılmalı idi? Gözünde bir âlem-i diğere mensup bir

küsuf gülü gibi yer tutan ertesi pazar tatilini bin müşkilât içinde muhit-i ufkunda

görmüş, geçen haftadan beri sürülüp gelen ıztırab-ı medidin sebeplerini bulmak için

İzmir’e can atmış idi. Bilâviste’ye giderek Anjel’in ikametgâhının kapısında (kiraya

verilecek) levhası gözüne ilişip bilmukabele kendisine fart-ı iştiyakı bulunduğundan

emin olduğu genç kızın geçen hafta çamaşırcı validesiyle Avusturya’ya gittiklerini

tahkik edince ye’s-i vahdetten mütevellit bir tesir-i tahammül-sûzun cereyan-ı

müdhişine kapılarak sahife-i hayatını cebindeki İngiliz loververiyle tahtim edeceği

58

sırada kolları bir dest-i müşfikin iane-i himmetiyle hareketten ta’til edilmiş idi, ki

karşısında düğününde bulunmak üzere memleketinden bir ay evvel davet edilmiş

olan apartmanın iki günlük misafiri biraderi (Korolin) bulunuyordu.42

Mustafa Kâmil Mar’aşî’nin, hikâyeciliği gerçekten yukarda da değindiğimiz

gibi realist bir bakış açısına sahiptir. Bütün hikâyelerinde kahramanlar toplumun

içinden seçilmiştir. Konular topluma mal olmuş, her zaman bilindik, karşımıza

çıkabilecek türden konulardır. Genel bakış açısı, toplumu derinden etkileyen

çarpıklıkları ortaya koymak olarak özetlene bilir. Belkide böyle bir üslubu

benimsemesinde eğitimci kimliğinin bir rolü vardır. Çünkü O, yaşamı boyunca

yaşadığı topluma bir şeyler vermeyi hedeflemiş, mesaisinin çoğunu bu amaç uğruna

harcamış bir kişi olarak, tabi ki hikâyelerinde de bu amacın hissedilmesi doğaldır.

Mustafa Kâmil Mar’aşî, hikâyelerini bir kitapta toplamamıştır. O hikâyelerini

gazetelerde yayımlamıştır. Böyle yapmasının nedeni, kanaatimize göre onun

hikâyelerini topluma mesaj vermek maksadıyla yazmış olmasındandır. Yoksa edebi

kaygılarla bu hikâyeleri kaleme almamıştır. Bu nedenle elimizde Mustafa Kâmil

Mar’aşî’ye ait müstakil bir hikâye kitabi bulunmamaktadır.

2. Şairliği:

Mustafa Kâmil Mar’aşî, küçük yaşlardan itibaren şiir yazmaya merak salmış,

bu alamda da önemli ve güzel eserler ortaya koymuştur. Şiirlerinde döneminin

sosyal, kültürel ve siyasî gelişmelerine değinirken, şiirlerini divan edebiyatı tarzında

yazmıştır.

42 Ahenk, nr. 1458, 5 Haziran 1901.

59

Mustafa Kâmil Mar’aşî’nin manzumeleri içinde “Şathiyat” başlığı altındaki

mizahî nazire beyitleri, devrinin içtimaî yapısının aksayan yönlerini konu alır.

Bunlardan başka, gazeller yazmış ve kendi gazellerine nazireler yazıldığı gibi o da

başkalarınınkini tanzir etmiş, çeşitli konularda şiirler kaleme almıştır.

a. Eski Tarz Şiirleri:

Mustafa Kâmil Mar’aşî’nin gazetelerdeki ilk şiirlerine İstanbul’da yayınlanan

“Saadet” gazetesinde rastlıyoruz. Ancak yukarıda da belirttiğimiz gibi bunlardan çok

önce de o, bir divan teşkil edecek kadar şiir yazmıştır. On beş yaşlarında bir medrese

talebesi iken heves ederek yazmaya başladığı bu şiirlerini, birtakım arkadaşları bir

araya getirerek “Güfte-i Kâmil” adı ile yayınlamışlardır. “Saadet Gazetesine” yazdığı

üçüncü (imzası geçen dördüncü) yazısından öğrendiğimize göre bu şiirler içinde iyi

olanları bulunduğu gibi, nevheves bir gencin şiir tecrübeleri olmaları dolayısıyla-

zayıfları da vardır. Daha sonraları kalem münakaşasına girdiği bazı kimseler onun

edebî kudretini zayıf göstermek için adı geçen bu kitabındaki şiirleri, sanki kendisi

gönderiyormuş gibi süsler verip gazete ve mecmualarda yayınlatarak onu sıkıntıya

düşürmüşlerdir. Fakat Mustafa Kâmil Mar’aşî, bunu, rakiplerinin kendisiyle

mücadelede zayıf kaldıkları için başvurdukları bir hareket şeklinde değerlendirmekte,

böyle bir hareketin matbuat ahlâkı bakımından asla hoş görülemeyecek

sahtekârlıklardan olduğunu belirtmeyi de ihmal etmemektedir.

Bahsedilen gazeli buraya alıyorum

Gazel

Zümre-i ehl-i dil-zühüp olana can veririz

Can değil iseseler belki biz iman veririz

60

Koymuşuz varımızı yoluna biz hübabın

Her bela gelse onlardan ana daman veririz

Koynumuzda yatırup sîne-i safın açarak

Biz açıkta yatırız tek ana yorgan veririz

Hep baş üstüne deriz her ne ederlerse emr

Çünkü biz bendeleriz mûcib-i ferman veririz

Ta’n ededursun işi yoksa gürûh-ı zühhâd

Canımız isteseler hûblara kurban veririz

Gerçi şairleriz amma bilürüz haddimizi

Bakmayız ... kıyafet yüzüne yan veririz

Tabii Kâmil, doğru, severiz mahbubu

……………………………………….. 43

Mustafa Kâmil Mar’aşî’nin, İzmir’den , “Saadet’e” yazdığı şu şarkıyı

da nakletmek istiyoruz:

43 Saadet, nr. 601, 28 KE 1886.

61

Şarkı

Olduk yine bir şûh-ı edâküstere dildâd

Her lâhzada bir sûziş olur sinede müzdâd

Tenk olmadadır başıma bu dehr-i gamâbâd

Şâd olsa da hep halk-ı cihan ben yine nâşâd

Bin yara olup aşkın ile sînede peyda

Âlemde nasîb olmadı vaslın bize hâlâ

Bir hâle getirdi ki beni hâlet-i sevda

Şâd olsa da hep halk-ı cihan ben yine nâşâd

Bir dil ki ola âteş-i aşk anda Fürûzan

Mümkün mü o kan ağlamamak hüzn ile her an

Âlâm-ı firakınla senin ey şeh-i hûban

Şâd olsa da hep halk-ı cihan ben yine nâşâd

(Maraşlı) Kâmil (44)

Nazire

Tesellîyâb olur bârî gönül resm ü misâlinden

Nola mehcûr ise şimdi o yârin rûy-i âlinden

Geçirmek hâl-i müşkîninden olmaz vaz geç ey nâsih

Geçer candan gönül geçmez yine sevdâ-yı âlinden

Ne zînetbahş olur ruhsâra çıktıkça hat-ı sebzin

Ne anlar münkiran o âyetin zevk-i mealinden

44 Saadet, nr. 717,14 Mayıs 1887.

62

Tutup sertiz tîğ-ı sabrı ayrılma kanâatten

Ne lâzım bahs açıp durmak filânın hâl menâlinden

(Maraşlı) Kâmil45

İzmir’den

(Nazire)

Lebin dil arzu eylerse (sen) incinme bu halinden

Gider mi tûtinin bir lâhza hiç sükker hayâlinden

Harab eyler beni sevdikçe âhû gözlerin (cânâ)

Döker kanım heman ol gamze-i hunin celâlinden

Bilirken nice gülçînî-i vaslın imtinâın pek

Dem urmakta ne ma'nâ var o bağın nevnihâlinden

Unutturdu bana sevdâ-yı zülfü âlemi şöyle

Gönülde başka yok ol âfetin hubb-ı visalinden

Gurur etmem yine olsam da bilfarz nâil-i vuslat

Emîn olmak galattır ni’metin bir g ün zevalinden

(Maraşlı) Kâmil 46

İzmir’den

Nazire

Aklım aldın gözlerin süzdükte ebrularla sen

Gönlümü pâbeste kıldın târ gîsûlarla sen

45 Saadet, nr. 648, 21 Şubat 1886. 46 Saadet, nr. 667, 16 Mart 1886.

63

Şimdi terk ettin beni bildin de meftun olduğum

Ülfet eylersin bana rağmen o bedrûlarla sen

Ben sana meftun değildim ey cefâcû evvelâ

Sihr kıldın gönlüm aldın çeşm-i câdûlarla sen

Anlaşıldı şâhid-i bâzâr bir şûh olduğun

Daima oynar gülersin çünkü bedhularla sen

Değme bir meh-tal’atin düşmez iken bak damına

Gönlümü pâbeste kıldın târ gısûlarlarla sen

(Maraşlı Kâmil) 47

Eski Bir Söze Yeni Bir Nazire

Bir gün gelecek sulha şitâbân olacaksın

Ettiklerine anda peşîman olacaksın

üftan olarak nâz ile âgûş-ı visale

Afveyle kusurum diye giryan olacaksın

Bir vakt olacak sem’ine âvâze-i mevtim

Nâgâh erişip vâleh ü hayran olacaksın

“Men mâte roine’1-aşkı fekad mâte şehîden”

Hakkımda bu mazmunu da gûyan olacaksın

47 Saadet, nr. 684, 5 Nisan 1886.

64

Gönlüm! Elem-i hicrine sabreyle ki şimdi

Bir dem gelecek vasi ile handan olacaksın

(Maraşlı Kâmil) 48

İzmir’den

(Gazel))

Mevt mi eyler (Hayâl-i aşkınla) ahvâlim gören

Sıhhatimden nâ-ümîd olmuştur emsalim gören

Sen ne gaddar olduğun derdin çeken âşık bilir

Rahmi var (sanır) seni zahirde ey zâlim gören

Bildi var başımda bir sevdâ-yı çâre-nâ-pezîr

Zerd-i rûyum, âh-ı şebgîrimle timsâlim gören

Puhte-i aşk-ı ciğer-sûzun olanlardan berîn

Var mı zahm-ı tîğ-ı çevrinden acep salim gören

Cevdet-i fikrîmle etmişken teferrüd bir (vakit)

Bir tutar Kays (ile) şimdi şûriş-i hâlim gören

(Maraşlı Kâmil) 49

b- Yeni Tarz Şiirleri:

“Saadet’in”; “Kısm-ı Edebi” köşesinde “Ukaz-ı Osmanî” (Altıncı îctima)

başlıkları altında Hüseyin Hüsnü, İsmail Safâ, Mustafa Kâmil Mar’aşî imzalı üç şiir

48 Saadet, nr. 703, 27 Nisan 1887. 49 Saadet, nr. 692, 14 Nisan 1886.

65

bulunmaktadır. Bunlardan şairimize ait olanı aynı zamanda onun yeni tarz şiirlerine örnek

teşkil etmektedir. Şiir şudur:

İzmir’den

Dilde yok dagdağa-i aşk u nevadan başka

Ne olur hâne-i hâlîde hevâdan başka

Etmiyor yâr da bana cevr ü cefâdan başka

Kalmadı dâd-ı resim işte Hûda’dan başka.

***

Bûse-i lâ’lini umdukça der olmaz ramazandır

“Terk-i imsak edelim gurre-i şevval ne zamandır”

Hasret-i iyd-i visal ile gönül pür-helecandır

O mübarek gün için sakladığım yârime candır.

***

Seni teshir- ederim âkibet ahım ile ben

Sanma beyhude nâlişleri bu şuyûnı sen

Nerm olur âteş-i âhımla o kalb-i âhen

Sana ol anda olur ma'na-i iksir Rûşen.

(Maraşlı) Kâmil 50

Şamlı İzzet

Bir halef isterdi çoktan kendine Şam’da (Yezid)

Sen zuhur ettin ona faik de geldi kuvvetin

50 Saadet, nr.667, 16 Mart 1886.

66

O şehîd etmişti evlâd-ı Rasûlü bir zaman

Sen kanın içmek dilersin koskoca bir milletin

Sinesinde şemme-i tevhîd olan her ehl-i dil

Nâmını yâd eylesin lâ1netle Şamlı îzzet’in

Bak ne alçaktır ki şimdi mahvın eyler arzu

Sayesinde kesb-i sâmân ettiği bir devletin

Fikrî neşr-i tefrika her lâhza beyne’1-müslimin

Mahvı lâ büddür şeriatça o türlü nekbetin

M. Kâmil 51

Milleti Soyup Firar Eden Bir Müstebid İçin:

Sûr-ı istibdadı yıktı tâ esâsından felek

Osmanda âferinhan oldu orduya melek

Gitmedi beyhüdeye, gösterdi âsârm emek

Şekk medar olmaz! Vuku’-ı ric’ate aldanma pek

Ey işin tedvîr eden pergâr-ı istibdâd ile

Ey harâbezâr eden bir mülkü bin bîdâd ile

İnledikçe darbe-i nâ-hakla millet bir zaman

Çeşme-i çeşmânı elbette olurdu hun-feşan

Seyf-i istibdâd önünde can veren bîçâregân

İnkılâbı gelse de seyretse şimdi nâgehan: 51 İttihat, nr. 207- 65, 9 Haziran 1909.

67

Mahşere çıkmış sanır, katillerin eyler sual

Ahz-ı sâr etmek için Allah’a eyler arz-ı hal

Cürha-i dil eylemez asla kabul iltiyam

Zaliminden almadıkça adl-i Mevlâ intikam

Yekzeban olmuş eder da’vâya hep birden kıyam

Dinle gel feryadı millette, ne der subh u şâm

“Ezmeden zâlimleri terk etmeyin birden bire”

“Almayın ey şanlı meb’usan işi âher yere”

Almadı âzâde-ser milet duyunca bir nefes

Görmedi rahat yüzü, hiç çıkmadı bir dâd-ı res

Olmadıkça bir kişi tâ menbaından mültemes

Vuslat-ı matlab için beyhudedir her bir nefes

İşte bu hâlin bilen evvelce mazlum milletin

Öldüğünde canına etmez mi lâ’net İzzet’in

“Hey’et-i Tahririye’den”: M. Kâmil 52

Cihad-ı Mukaddes

Moskof’a Karşı Asker-i İslâm

Mülkünü teshire me’mûruz bugün ey hasm-ı din

Şimdi borç oldu hilâle karşı istîman sana.

52 Hizmet Gazetesi, nr 2553 12 Kasım 1324- 25 Kasım 1908.

68

Satvet ve kahrın önünde sıfıra tenzil ettiğin

Türk deyip de geçtiğin işte okur meydan sana.

Hatırından sil artık bütün geçmiş günleri

Şimdi her Türk kahr için karşında arslan sana.

Gün gelir teshir eder bu dest-i gayret her yeri

Elveda eyler o gün elbette Gürcistan sana.

Dest-i çevrinden çıkar, bir müstakil hanlık olur

Sanma bakîdir bu minval üzre Türkistan sana.

Devre-i ikbâline artık çekilsin hatime

Rûy-ı nekbet gösterir günden güne devran sana.

Vakt-i merhûn-ı zevalin geldi çattı akıbet

Oldu bu harb-i umûmî bâdi-i hüsran sana.

Baş keserken şevket ü haşmin önünde lâ cerem

Her vilâyet oldu bu fırsatla hasm-ı can sana.

Kıble-i hâcâta karşı tuttuğun kîn-i ntehin

Oldu bir (aksü’l-amel)le mûcib-i hızlan sana.

69

Çiğneyip âteşlere attığın ey bîhayâ

Ateş oldu bîaman sûre-i Kur’an sana.

Nâ-ümîd ol! Eski tavr u haşmetinden ba’d zin

Kalsa bir Yunan kadar mülkün ne mutlu an sana.

Rub’-ı meskun az gelirken vüs’at-i cevlânına

Payitahtından gelir âvâze-i hırman sana.

Cevr-i tâkat-sûzuna çekmek için bir hatime

Etti hem din uğruna îlân-ı harb İran sana.

İngiliz’den maksadın almak iken Hindiyye’yi

Bir rakîb oldu bugün teshir için Afgan sana.

Avrupa mahzâ yüzünden oldu pâmâl-i huyûl

Asya’yı koymağa o hâle yok imkân sana.

Maraşlı M. Kâmil (53)

53 Köylü, nr, 1912, 23 TS 1330/1914.

70

Şathiyat

Şairimizin Nazireleri:

Baki: -Bahr-i basit

Medhûş-ı câm-ı lâ’lin mestânedir sanırlar Mest-i

şarâb-ı aşkın dîvânedir sanırlar

Nazire:

Sarhoş gürültüsünden her bir mahalle halkı Şehrin bütün

sokağın meyhanedir sanırlar

Fuzuli: -Keza:

Olsaydı bendeki gam Ferhâd-ı mübtelâda Bir âh ile

verirdi bin Bîsütûn’u bâda

Nazire:

Nemse ile bozuştuk, düştü şeker kesâda İçmem şekerli

kahve ballı pişir! ya sâde

Harputlu Hayri Bey: -Keza:

Meyhaneler kapısı bahtım gibi kapansın Uşşâka bade

içmek sensiz haram olaydı

Nazire:

Eyler mi idi îcad bu işreti? Ne münücün! Sarhoşların bu hâlin Cemşid gelip

göreydi.

71

Ziya Paşa: -Keza:

Asûde-ser olurdum âsîb-i derd ü gamdan Ya dehre gelmeyeydim ya

aklım olmayaydı

Nazire:

Asâyiş-i mahallî oldu temelli muhtel İzmir’e keşke o sağlıkla

gelmeyeydi

Nabi: -Keza:

Peygûle-i kanâat Nâbı güzel mahaldir Hayfâ ki yoktur anda efrâd-ı

âferîde

Nazire:

İzzet çalıp kaçarsa birkaç milyon lirayı Kani’ olur mu aza onu gördükçe dîde

Yine Fuzûlî: -Keza:

Yüzde sirişk kanı söyler gam-ı pinhânı

Kad tuzhiru’l-meânî bi’1-hattı fi’1-levâyih

Nazire:

Vaktiyle soydular hep milleti erâzil Hırsızların elinde kalmış idi

mesâlih

M. Kâmil: -Keza:

72

Kâr etmez oldu asla derd-i dile tedâvî Te’sir mi kalmamıştır dârû-yı

pür-şifâda

Nazire:

Hiç etmemek teessüf elden gelir mi söyle Geldikçe milletin -âh- o eski

hâli yâda

Nedim: -Keza:

Ey âlem-i hayâlin seyyâh-ı hûşyârı Hiç kasr suretinde gördün mü

nevbahârı

Nazire:

Akşam sabah su içmez, lâk lâk atar şarâbı Gördün mü şu biçimsiz sarhoş-ı

kem-ayârı

Hafız-ı Şirazi: -Keza:

Ey sâhib-i kerameti Şükrâne-i selâmet Rûzî tevakkudî kün

derviş-i bî-nevârâ

Nazire:

Akşamları peyâpey güm güm silâh sesinden Uykuyu gâib ettik ya eyyühe•s-

sükârâ

Lâ Edrî: -Keza:

Kâfir rakip oturmuş ol gül’izâra karşı Berdü’1-acûze benzer

evvel bahara karşı

73

Nef’i:

Sözde nazîr olmaz bana ger olsa âlem bir yana Pür tumturak u hoş edâ ne

Hafız’em ne Muhteşem

Nazire:

Gitse, yıkılsa an karib, kurtulsa bârî memleket Şu müstebid-i bî-meded, bî-

yümn-i meş’ûmü’1-kadem

Hey’et-i tahririyeden: M. Kâmil 54

B. Felsefî Düşünceleri:

Mustafa Kâmil Mar’aşî, kendi döneminde Osmanlı toplumu, devlet ve millet

hayatını yakından ilgilendiren sosyal konular üzerinde düşünen, sorunlara çözümler

arayan yazarların başında gelir. O, bir sosyolog ya da filozof olmamakla birlikte

toplumun yaralarını sarmaya çalışan bir ıslahatçıdır. Sosyal meselelerle ilgili

düşüncelerini daha çok gazete makalelerinde ifade etmiştir. Maraşlı Mustafa Kâmil

Efendi “Ahenk Gazetesinde” bir seri yazı yazmıştır. “Vazifelerimizden” üst başlığı

ile yazılan bu yazı serisi onun aydın kimliğini en iyi bir biçimde ortaya koyan bir

faaliyetidir. Diğer eserlerinde de bu hassasiyeti görmek mümkündür.

Mustafa Kâmil Mar’aşî yazılarında devlet düşüncesinden eğitime, ahlâktan

aileye kadar daha birçok konuda fikirlerini ortaya koymuştur. Ona göre bu sosyal

müesseseler, ilerleyip yükselmenin, vatanın bütünlüğünü korumanın, milletin

varlığını devam ettirmenin temel taşlarını oluştururlar. Şimdi onun farklı konulardaki

düşüncelerini alt başlıklar halinde incelemeye çalışacağız.

54 Hizmet, nr.2518,15 TS. 1324/1908.

74

1. Eğitim:

Mustafa Kâmil Mar’aşî, Eğitim konusu üzerinde de ciddiyetle durmuş, her

fırsatta eğitimle ilgili fikirlerini dile getirmiştir. Zamanımızda tartışılan okul öncesi

eğitimin lüzumunu dile getiren yazılarının ve makalelerinin bulunmasının, onun

aydın ve münevver kimliğini ortaya koyması bakımından takdire şayan olduğunu

düşünüyorum. “Vazifelerimizden” yazı serisinin birincisi; “NEFSE Î’TÎMAD”

başlığını taşımaktadır. Bu yasında eğitimin öneminden ve küçük yaşlarda eğitimin

lüzumundan bahsetmektedir.

“Dışarıdan müsaade ve yardım alanlar, çalışma şevklerini yitirirler.

Kabiliyetler serbestlik, şevkle gelişir. Çocuklarımıza yaptığımız gereksiz

müdahaleler ve baskılar yüzünden onların hayata karşı duydukları azim ve şevklerini

mahvediyoruz. Halbuki, büyük adamlarımız .... köy, kır hayatı gibi bir muhit-i saf

içinde serbaz kalanlardan yetişmiştir. Gerek es-lâfı, gerek muasırîni tetebbu ediniz,

bakalım usul-i tehdid ile büyüyenlerden bir tane bulabilir misiniz? İşte bununçün

bostanü’1-etfal usulünde mektepler tesisiyle çocuklarımıza daha üç yaşından itibaren

bir muhit-i nafi ve müterakki hazırlamak bizim için elzemdir diyoruz. Burada bir

soru sormaktadır. ...Önayak ‘kıdve’ kim olacak? Evet önayak!

Zira her gün tecrübe edip görüyoruz ki önayakların pek büyük tesiri vardır.

Maarif meclisi böyle bir eğitim ortamının sağlanmasında önayak olmalıdır. Devlet,

zaten, bu işe gereken Önemi vermektedir.”

...Mekteplerde bir suret-i nazariyede tahsil olunan ulûmun faaliyet-i

beşeriyedeki, mübarezat-ı hayatiyedeki tesiri hanelerimizde sokaklarımızda,

kırlarımızda, işyerlerimizde görüp öğrendiğimiz şeylerin tesirine mağlup olur....

75

Mekteplerde, medreselerde tahsil olunan ulûm yalnız insanı irşad eder. Fakat

bunun ilerisi bi’t-tecrübe anlıyoruz ki insan, i-limden ziyade ameliyat ve tatbikat ile

tekâmül eder. Hayat-ı beşer yalnız ilim ile, ders ile tekâmül edemez. Bunların ir-

şadiyle, hüsn-i sa’y ve cehd-i müstakim ile kesb-i salâh ve kemal eyler.”55

Ailenin çocuğun eğitimindeki rolünü dile getirirken, küçük yaşlarda çocuğun

ailesinden kazandığı izlerin kaybolmayacağını belirtiyor. Bunun yanında ailenin

çocuğa karşı tutumlarının onun kişiliği üzerinde büyük bir tesire sahip olduğunu

belirtirken, doğuştan var olan ve sonradan kazanılan şeylerin eğitim üzerindeki

etkisini kendi üslubu ile dile getirerek, mutlaka bu ikisine aynı önemin verilmesi

gerektiğini vurgulamıştır.

Bu konuda, “ Ana baba terbiyesinin büyük bir tesiri vardır. Küçüklüğü ana

baba yanında geçen bir çocuğun terbiyesine en iyi mektepler bile çok az şey ilave

edebilir; ailesinden aldığı terbiyenin izleri, irsi olarak onun üzerinde mutlaka kalır.

Ailesini hiç görmemiş bir çocukta bile ailesinden izler görülmektedir. Aile, heyet-i

ictimaiyyenin kökü, aslıdır. Havas ve avam, halka nafiz olan ahlâk bu membadan

intişar eyler. Dünyanın safa ve kederi, ailenin safa ve kederine bağlıdır. Aile

muhabbeti vatan muhabbetinin mastarıdır. Aile meyanında geçen pek küçük şeylerin

evlat üzerinde pek büyük tesiratı görülür. Aile meyanında her gün meşhur olan

muhabbet, çalışkanlık, tevazu, hüsn-i idare ve maişet veya bunların zıddı o ailenin

evladında bilahere hatta anadan babadan alınan nesayih ve talimat kâmilen

unutulduktan sonra bile zahir olur, hayat bulur. Pederin bir bakışı, validenin bir

öpüşü evladda bütün ömrüne ait bir eser bırakabilir. Evladın bilahere saadet ve

şekaveti işte bu gibi ufak şeylere bağlıdır… İnsan ölür, lakin ef’al ve a’mali, akvali 55 “Vazifelerimizden- 1 Nefse İ’timad”, Ahenk, nr.1362, 8 Şubat 1901.

76

bakidir, berhayat olanlar arasında cevelan eder, iyi fena bir semere verir. İşte bir

insan evlat ve ahlâfına bir siret-i hasene ve kıdve-i Saliha terkine muvaffak olursa

pek hayırlı ve manen, maddeten faideli bir miras bırakmış olur.”56

Eğitimde çocukların önüne, doğru örneklerin konmasının, onların eğitimlerine

olan etkisinden bahsederek, olumsuz örneklerden ve başıboş bırakılmaktan

kaynaklanan sorunların büyük bir problem olduğunu dile getiriyor. Bu bağlamda

eğitimin önemini vurgularken, ülkemizin uzun yıllar çözemediği bir probleme şöyle

parmak basıyor:

“…Çocuklarımız mebde-i hayatta böyle amelî bir terbiyeye mazhar olmadan

tahsil-i ulûm sıralarına istif edildikleri gibi tahsilden sonra da tahsillerinin irşad

eylediği yolda bir mahall-i tatbike avdet edemiyorlar.”57

Ayrıca insanların, kendi potansiyellerini kullanmaları durumunda üstesinden

gelemeyeceği hiçbir şeyin olamayacağını belirtirken, lazım olan tek kuvvetin

kendine güven olduğunu belirtmektedir. Başarılı olan insanların da böyle öz güvene

sahip olan insanlar olduğunu belirtmektedir:

“İnsan aklî ve cismanî kuvveleriyle her istediğini elde eder; yeter ki kendine

güvensin. Başarmak için zenginlik şart değildir. Babadan kalma mirasla zengin

olanlar, hayatın güçlüklerine karşı yeterince direnemezler. Onun için etfal akılları

ermeye başladı mı babalarından, analarından gördükleri lûtfun ödünç olduklarını,

bunu bilâhere ödemeye mecbur bulunduklarını bilmelidirler, ihsan ile başkasının

fedakârlığıyla geçinmenin mümkün olmadığını bilmelidirler. Kendisine güvenen

56 “Vazifelerimizden- 5 Kıdve ”, Ahenk, nr.1394, 17 Mart 1901. 57 “Vazifelerimizden- 1 Nefse İ’timad”, Ahenk, nr.1362, 8 Şubat 1901.

77

fakir de olsa rızkını elde etme çarelerini bulur. Tabiî yalnız insanın ihtiyaçlarını

temin edemediği zamanlar da olur. Çare medenî hayat içindeki yardımlaşmadır.

Nefse itimat hodbinliği doğurmamalı, yardımlaşma gereği göz ardı edilmemelidir.”58

Sonuç olarak Mustafa Kâmil Mar’aşî, ilerleme için ilk olarak eğitim işimizin

ıslah edilmesi gerektiğine inanmaktadır. Toplumun geleceği için en önemli mirasın

eğitilmiş bir gençlik olduğunu ve çocukların mutlaka küçük yaştan itibaren eğitilmesi

gerektiğini vurgulamaktadır.

Mustafa Kâmil Mar’aşî, diğer bazı düşüncelerinde olduğu gibi, eğitim

konusunda da modern bir eğitim anlayışlarına sahiptir. Bu yüzden eğitim

konusundaki görüşleri yıllar sonra bile aynı canlılığı korumaktadır. Onun değindiği

sorunlar hala devam etmekte, eğitim için düşündüğü hedefler yerinde durmaktadır.

Ona göre; hedeflere ulaşmak için, insanın kendi içinde var olan potansiyelin farkında

olması ve kendine güvenmesi yeterlidir.

2. Medeniyet ve İlerleme:

Mustafa Kâmil Mar’aşî, medeniyetleri ileri seviyelere ulaştıranların dâhî

insanlar olmadığı fikrîni ortaya koyarken, ilerlemeyi sağlayan şeylerin; ciddiyet,

sabır ve muvazenetle işlerin üstüne düşülmesi olduğu fikrîndedir.

Bu fikrîni ilginç bir örnekle dile getirir; “İngiltere’de demiri henüz el ile

döverek çivi yaptıkları vakit İsveç’te çivi kesmek için bir âlet kullanmaya

başlamışlardı. Bu sayede İngiliz çarşılarında İsveç çivisi satılmaya, İngiltere’de el ile

dövülerek yapılan çivi alışverişine kesad gelmeye başladı. Bir İngiliz çivici bu

58 “Vazifelerimizden- 1 Nefse İ’timad”, Ahenk, nr.1362, 8 Şubat 1901.

78

rekabete dayanamadı, İsveç’te çivi kesmek için kullanılan âleti kendisi de kullanmak

istiyordu; sanatını ancak böyle muhafaza edeceğini anlıyordu.. (Böyle bir vaziyet

karşısında bizim işi terk edeceğimizi ve devletin buna el atmasını bekleyeceğimizi,

yapabilecek bir şeyimizin kalmadığını düşüneceğimizi ifade ediyor.) İşte İngiliz çivici

böyle yapmamış. Kendi kemence çalar imiş, kemençesini almış İsveç’e belki de çivi

getirmek için giden bir gemiye taife olarak girmiş, İsveç sahiline çıkmış, çivi kesilen

fabrikaya gitmiş. Lâkin sanat çalınmasın diye kimseyi fabrikaya bırakmıyorlar. Ne

yapsın? Dilenci kıyafetinde kemençesini çalarak dolaşmaya başlamış, bu suretle

fabrikaya yanaşmış, amele bunun çalgısından hoşlanmışlar, giderek bir dilenciden ne

olur demişler, fabrikaya girmesinde bir beis görmemişler. İngiliz çivici aylarca amele

arasında çalgıcı, dilenci sıfatıyla yaşamış, fabrikanın, makinelerin resmîni zihninde

hıfza çalışmış, her akşam yatınca fabrikayı bir kere fikren tasavvur ve tasvir eder,

nevakısını ferdası ikmal eyler imiş. Nihayet makineyi tamamen zihnine aldığına kani

olunca bir gün savuşmuş. Memleketine dönüp bir sermayedar bulmuş, sırrını

anlatmış, resimleri planları çizip arz etmiş, sermayedar da ciddiyeti görünce sermaye

vermiş, çivici bu sermaye ile bir çivi fabrikası, makinesi yapmış, (öküz almak üzere

istikraz ettiği akçeyi gelin donuna sarf etmemiş.) Lâkin işlemeye gelince

mükemmeliyeti haiz olmadığını anlamış, yine İsveç’e eski dilenci kıyafetiyle,

çalgısıyla dönmüş, çivi fabrikası amelesi kendisini görünce memnun olmuşlar, hüsn-i

kabul etmişler, çivici yine bir müddet onların arasında kalıp çalgıcılık etmiş,

yaptırdığı makinenin noksanını ikmal ve İngiltere’de sarf olunan İsveç çivilerinin

karşısına çıkmış, şüphesiz muvaffak olmuş.”59

59 Vazifelerimizden- 3 Ciddiyet-Sabır ve Muvazenet ”, Ahenk, nr.1383, 5 Mart 1901.

79

Yine, cesaretle, azimle ve gayretle her şeyin üstesinden gelinebileceğini

vurgulamakta ve üstün yetenekli olmayı bir şans olarak görmekle birlikte, çoğu kere

de bunun gerekmediğini söylemektedir. Tembellik yapmayı alışkanlık haline getiren

insanların her şeyi talihe bağladıklarını belirtmekte ve insanların tembelliklerine kılıf

olarak ileri sürdükleri bu gibi bahanelerin onları başarısızlığa uğrattığını ileri

sürmektedir:

“Kendi istedikleri uğruna cesaret ve ikdam ile rabt-ı kalb ve vakf-ı nefs

eyleyenlerin çoğu meramlarına nail olurlar. Talihten şikâyet bir başka tarafımızdır.

Halbu ki talih çalışıp çabalayan, maksadına ulaşmak uğrunda her türlü müşkilata

sabır gösteren kimselere güler. En ileri maksatlara, adî kuvvetlerimizi kullanarak

ulaşabiliriz. Üstün yetenek, belki lâzım, fakat çok kerre gerekli değildir…

“Mevhibe-i faikalarıyla nail-i meram olanlar pek azdır. Büyük adamların çoğu

ciddiyetleriyle, sebat ve devamlarıyla, sabır ve tahammülleriyle benam olanlar

arasından çıkmıştır.”60

Mustafa Kâmil Mar’aşî, üstün yeteneği “mevhibe-i faika” terkibiyle

karşılamakta ve “Tarih-i Tabiî” yazarı Bufon’un, “Mevhibe-i faika sabırdan

ibarettir.” dediğini belirtmektedir. Sabrın, insanları er geç emellerine ulaştıracağını

vurgulamaktadır. Eğer sabretmez isek belki kolaylıkla elde edeceğimiz şeylere de

ulaşamayız. İlerlemenin ve medeniyet yarışını kazanmanın önemli unsurlarından biri

de sabırdır. Sonra da bu müellifin hayatını misal olarak anlatmaktadır: “ Bufon,

sahib-i servet idi, refah içinde büyümüş idi, fakat küçükten bir terbiye-i faalâneye

nail olmuş idi. Yalnız bir kusuru var idi, ki o da uykuyu ziyadece sevmesi idi. Daha

60 Vazifelerimizden- 3 Ciddiyet-Sabır ve Muvazenet ”, Ahenk, nr.1383, 5 Mart 1901.

80

ziyade çalışabilmek için şafakla kalkmak arzu ettiği halde bir türlü muvaffak

olamazdı. Nihayet uşağına dedi ki: Eğer beni şafakla kaldırırsan her kaldırdığında

sana beş frank bahşiş var. Uşak her sabah bu bahşişi almaya çalışır, efendisi bir gün

hastayım, bir gün yorgunum yolunda özürlerle kalkmaktan imtina ederdi. Uşak artık

bu bahşişten mahrumiyete katlanamaz oldu. Nihayet bir sabah bir satil soğuk su alıp

temaruz eden efendisinin yatağına dökünce Bufon bizzarure kalktı, uşak ta bahşişi

yakaladı. Uşak bu usulde muvaffakiyetini görünce her sabah efendisini bu soğuk su

banyosuna maruz bulunduruyordu. İşte bu surette Bufon arzusu veçhile yatağından

kalkmaya ve her gün ikişer saat ziyade vakit kazanmaya başladı. Bufon bu hali

hikâye ettiği sırada Tarih-i Tabii’nin dört cildini uşağıma borçluyum diyerek uşağına

teşekkür ediyor ve mevhibe-i faika sabırdan ibarettir, diyor.”61

Mustafa Kâmil Mar’aşî, sabrın, ilerlemenin ve medeniyetin binasındaki

öneminden bahseder. Bundan sonra sabrın iki türlü tecelli ettiği, bunlardan ilkinin

bizim, mahrumiyetler karşısında sineye çekici sabrımız; ikincisinin de örnekteki

İngiliz’in uğradığı mahrumiyet karşısında onu aşmak için gösterdiği sabrı olduğu

üzerinde duruluyor. Aranılan sabrın ikinci türdeki sabır olduğu belirtiliyor. Bir misal

de bizden veriliyor: “Necip Asım Beyin ‘Türk Tarihi’nde beyan eylediği Türklerin

eski usul verasetlerinde nasip aramaya mecbur olan ortanca oğullar, adsızlar arasında

zuhur eden büyükler, bir nevi sabır ile muttasıf olanlardır ki bu hulk bizde kadimden

mevcut demek olur.” Günümüzdeki farklılık, terbiye usullerimizin bozukluğundan

kaynaklanmaktadır. Kadim terbiye usullerimizi terk ederken yenilerini de lâyıkıyla

alamamışız; nefse itimat, içtihat yolunda terbiyeden mahrum kalmışız, başkalarının

yardımına dayalı usuller edinmişiz. Kendi insiyatifimizle hareket edemiyoruz. Bu,

61 Vazifelerimizden- 3 Ciddiyet-Sabır ve Muvazenet ”, Ahenk, nr.1383, 5 Mart 1901

81

kendimizi bir hiç görmekten kaynaklanmaktadır. İstisna gibi görülen çalışmalarımız

da var. Akhisarlı Çiftçi imzasıyla “Hizmet Gazetesinde” yayınlanan “Rençberlik

Konuşmaları” diye yazdığı yazılar, Milas’tan Gad Franko Efendinin “Halılarımız”

diye yine “Hizmet”e yazdığı varaka da biraz hayalî, nazarî olmakla beraber, bu

meyanda sayılabilir. Şu sözler oldukça ilginç görünmektedir:

“Bizim gibi nazariyatçılar, hem öyle nazariyatçılar ki nazariyelerini hep

başkalarının kitaplarından, başkalarına dair yazılan yazılardan toplamış ve bu

nazariyelerin kendimizdeki suret-i tatbikinin tetkikini hiç de aklına getirmemiş; bizi

yalnız bir nazar-ı istihfafla geçivermeye alışmış nazariyatçılar hiç olmazsa her

şeyleriyle, her halleriyle beraber yine bizden oldukları için karınlarını yine bizim

ekmeğimizle doyurdukları için nazariyatla bizi teşvik edecek olurlarsa işte böyle

korkuyla ödü patlamış, süslü püslü yazı bilmediği için ve kendi bildiklerinin âlem-i

tahrirde hiç bir değeri bulunmadığını gördüğü için kendini hiçe sayan nice ricalimiz

işte böyle meydana çıkar, çıkmaya başlar da bize dair olan bildiklerini yazmaya

başlar, yazılarını, bildiklerini bizim yabancı nazariyatımızla karşılaştırır da bundan

nice amelî faideler elde edilebilir. Bilmeli, anlamalı ki âdî hayatımızda tecrübeye

değer pek çok fırsatlar vardır; belki adî hayatlar faaliyet-i müterakkiyeye malik olan

erbab-ı içtihadın kendi hal ve şanlarını ıslaha çalışmalarına daha ziyade kuvvet

verir. Adî hayatlar insanın muvaffakiyeti, kurtulması kendi çalışmasına, kendi işine

bağlı olduğunu daha âlâ anlatır.”62

Yine, hangi işi yaparsak yapalım o işin en iyi ve en ileri şekilde yapılması için

mutlaka ihtisas ve uzmanlaşmaya gidilmesinin gerekli olduğunu belirtiyor, hangi

düzeyde olursak olalım yetinmemeliyiz diyor ve kendimizi daima yenileyerek 62 Vazifelerimizden- 3 Ciddiyet-Sabır ve Muvazenet ”, Ahenk, nr.1383, 5 Mart 1901

82

geliştirmemiz gerektiğini vurguluyor, gelişmenin ve ilerlemenin ancak böyle bir

düşünceyle mümkün olacağını dile getiriyor. Her alanda yeniliklere açık olmanın,

yenilenmenin gerekliliğini vurguluyor ve bunun ilim, fen ve sanat alanlarında

yapılması gerektiğini dile getiriyor. Eleştirisini de, her şeyi başkalarından, özellikle

de Avrupa’dan beklemenin ve getirmenin yanlış olduğunu belirterek ortaya koyuyor:

“Faydasız işler insanı usandırır. Öyleyse faydalı işlere yönelelim. Yaptığı işi

daha da geliştirecek yolları herkes aramalıdır. İlim, din, cihad, ticaret, ziraat vs.

adamlarımızda bunun gayet iyi misalleri de vardır. Fennî usullerle tecrübeye dayalı

malûmatı birleştirme imkânları bulunmalıdır.

Bizde sanatlarda da aynı tarz takip edilmelidir. Var olan sanatlarımızın hiç

birinin gelişme gibi bir derdi yok; atalarımızdan öğrendiklerimize hiçbir şey ilâve

etmiyoruz. “Eskiden beri bizde mevcut olan sanatlar başta mimarlık, hüsn-i hat,

oymacılık, nakkaşlık; mücellitlik, musikî, bunlar sana-yi-i nefiseye müteallik

şeyler, şimdi bunlardan ne var? Mimarlık münkariz..” “Hüsn-i hat için mevcut

deriz. Lâkin hâl-i terakkide mi? Zannetmem..” “Oymacılık hiç yok gibi..”

“Nakkaşlık, Kaysar’lı boyacılarda biraz var mı diyelim?”Fakat bugün bizde işlenen

kalıçalarm, halıların, kaneviçelerin nakışları hep Avrupa'dan geldiğine göre

boyacılığa nasıl nakkaşlık deriz.. “Mücellidlik; Avrupa taklidi yeni uyanıyor..”

“Musikî zevke ait olduğu için kendini muhafaza etmiş; fakat pek çok su-i istimale

uğramış; adeta vasıta-i sefahat ve kesalet olmuş. Bu fenn-i nefis böyle mi kalmalı?

Faaliyete, ciddiyete yarar bir musikîyi Avrupa’da mı aramalı idik? . .”63

63 Vazifelerimizden- 2 İctihat ”, Ahenk, nr.1369, 16 Şubat 1901.

83

Mustafa Kâmil Mar’aşî, bir de iletişimin, medeniyetlerin ilerlemesi ve

gelişmesindeki etkisinden bahsetmektedir. Diğer milletlerle iletişim halinde olan

topluluklarda değişimin daha hızlı olduğunu ifade etmektedir. İletişimin dünyayı

birleştirip, yekvücut yaptığına işaret etmektedir. Öyle ki, iletişim toplumların

birbirine etkisini de artırmakta kültürel ve fikirsel anlamda da toplumları

birleştirmektedir: “Dünyada birbiriyle ihtilâtı çok olan bölgelerde değişim daha

fazla gerçekleşmekte ve hatta bu durum, karışıklığa da sebep olmaktadır. Sapa yerler

ise daha az değişmektedir. Zamanımızda münasebetlerin artması değişimi

hızlandırmıştır. Muhit silsilelerini saadetle uzatanlar, kendi muhit silsilelerini diğer

silsilelere rabtederek bütün dünyada büyük bir tesir husule getirmeğe başlamışlardır.

“Silsile-i muhit-i cihan ittihada, tesaviye maildir. Şu halde silsile-i muhit-i

cihan zamanımızda bir panorama gibi enzarımıza maruz demektir. Silsile-i cihanı

teşkil eden bütün kâinat, iklimler, memleketler, akvam, âsâr-ı atika, tarihler karnen-

be-karn (kavimden kavime), iklimden iklime, şahıstan şahısa, babadan oğla tebeddül

ve tahavvül ederek, terakki eyleyerek intikal ede gelen rivayat ve ahlâk, ulûm ve

edyan, bütün eşhas, bütün mevcudat, binalar, hanelerimiz, ailelerimiz, komşularımız,

meabidimiz, mekteplerimiz, temaşa hanelerimiz, kerhanelerimiz, meyhanelerimiz,

kahvehanelerimiz vesaire hep gözümüz önünden gelip geçmekte ve bu silsile-i

muhitin her halkası herkese türlü türlü yüzler, noktalar arz eylemektedir. Bu yüzlerin,

bu noktaların mübarek olanları da var, meş’um olanları da var. Zamanımızda muhiti

böyle anlıyoruz. Eğer henüz bütün muhit-i cihan kendine maruz olmayan akvam var

84

ise onların muhiti de yalnız kendilerine maruz olan mevcudattır. Onlar da hiç

olmazsa etraflarındaki mevcudattan ibret alırlar.”64

Sonuç olarak Mustafa Kâmil Mar’aşî, medeniyetlerin ilerleyebilmesinin;

azimle, kararlılıkla, kendini geliştirmeyle, yeniliklere açık olmakla, iletişim kurmakla

ve mutlaka sabırla olabileceğini vurgulamaktadır. Gerçekten de küreselleşen

dünyamızda, kendi kabuğuna çekilmiş, bilgi alış verişine önem vermeyen, insanların

yeni buluş ve fikirlerini desteklemeyen toplumların geri kaldığını görmekteyiz.

Bunun tersine dünya ile bütünleşmiş toplumların da ilim ve medeniyette ileri ve

önder olduklarına şahit olmaktayız.

İşte Mustafa Kâmil Mar’aşî, dönemindeki problemlerin kaynağına inmeyi

bilmiş, hastalığın nerden neşet ettiğini ortaya koyarak nasıl bir tedavinin gerekliliğini

de izah etmiştir. Onun bu yönüyle gerçekten ileri görüşlü, münevver bir şahsiyet

olarak, dönemindeki sosyal ve kültürel olaylara eğildiğine şahit olmaktayız.

3. Dil:

Mustafa Kâmil Mar’aşî’nin, dil konusunda M. Şeref, Necip Türkçü ve Hafız

İsmail ile karşılıklı yazışmaları vardır. Onun bu konudaki görüşleri bir tekâmül ve

gelişmeyi ifade eder ve onun bir fikre körü körüne bağlanmayan, her zaman mantıklı

ve makulden yana olan tavrını ifade eder niteliktedir. Başlangıçta, yazılanların bütün

halk tarafından anlaşılması lüzumu sebebiyle, kaleme alınan yazılarda Türkçe

me’nus karşılıkları olan kavramları ifade etmede Arap ve Fars dillerinden kelimeler

alıp kullanma yoluna gidilmemesi, mümkün olduğunca sade bir dil ihtiyar edilmesi

gerektiği doğrultusunda görüşler ortaya koyarken, daha sonra işin çığırından

64 Vazifelerimizden- 5 Kıdve ”, Ahenk, nr.1394, 17 Mart 1901.

85

çıkarıldığı görüşüne vararak lisanımıza bu dillerden aldığımız kelimelerin müdafaası

yoluna gider, gidişata karşı çıkar; hatta Osmanlı lisanının Türkçe, Arapça ve Farsça

kelimelerden meydana geldiğini bile ileri sürer. Ona göre zaten bu üç dilden

kelimeler, lisanımızın öz malıdır. İlk önceleri savunduğu dilin sadeliği konusundaki

fikrîni, yazılarında ele alırken kaygısı, herkesin anlayabileceği bir dilin

kullanılmasını istemesinden ileri gelmektedir. Ona göre ortaya konan bir fikrî

herkesin anlayabilmesi için, Türkçe, sade ve anlaşılır bir dille yazması gerekir.

Yoksa o fikrî anlayabilmek için değişik dillerin de bilinmesi gibi bir zorluğun halka

inememe sonucuyla karşılaşmamıza sebep olacağı fikrîndedir. Dilin bu şekilde

anlaşılamaz hale gelmesinde eğitim politikalarındaki yanlışlığın etkili olduğunu

belirtmekte ve dilin yabacılaştığını anlatmaktadır.

“ Dilimizin -Türk dilinin- zengin ve güzel olduğunu bilmeyen yokken neden

atamızın diliyle söylemeyerek başkalarından yardım beklediğimizi ve şundan dolayı

yazdıklarımız bir köylüye karşı okunacak olsa bir dilek için Tanrı’ya yalvarılıyor

sanılacağını söylüyorsunuz. Pek doğrudur. Sözümüze, yazımıza başka dil

karıştırmakta o denli ileriye varmışız ki ne demek istenildiğini bir köylü değil, bayağı

bir şehir de büyüyüp oldukça okumak yazmak bilen bir okuryazarın bile

anlamayacağı bir sıraya gelmiştir.

Bundan kırk, elli, yüz... yıl önüne gelinceye değin Nâbî gibi, Veysî gibi, Fuzulî

gibi bir çok Osmanlı bilgiçlerinin aylarca, yıllarca yorularak, üzülerek yapıp

yakıştırdıkları divanlara, siyerlere, hadîkalara bakılsın. Bunlar birer Türk ağzından

çıkmış, Türklere karşı Türkçe yazılmışlar iken bir Türk’ün, yazılarını olsun doğruca

okuyabilmesi için çok yıllar Arapça’nın, Acemce’nin sarfını, nahvini okumuş olması,

86

ne demek istediklerini anlayabilmek için de aylarca, yıllarca emek vererek mecazlar,

kinayeler, sanayi-i bedialar, yazılmış olan (ilm-i belâgat)ı öğrenmiş bulunması

gerektir ki afedersiniz bu (saye)de o biçim bir eski Türkçe’yi eline aldığında okuyup

anlayanlar sınıfına geçmiş bulunsun. Demek isterim ki onlara bakılırsa şimdiki

Türkçe’miz, yazımızın düzeltilmesi uğrunda göstermiş oldukları pek çok yararlıkları

yüzünden adları sanları unutulmaz bir kaç kimsenin o yararlık-larıyla Türkçe’ ligini

göstermeğe başlamıştır. Düşündüklerimizi böyle el diliyle karışık yazmağa bizi

çeken, yeltendiren “onlarla karışık yaşamaklığımız” yolundaki söze pek de doğru

denilemez. Hangi şehir, hangi çokluk bir köy vardır ki onda başka başka dil kullanır

birkaç çeşit insan bulunmasın. Hepsinden biri bugün İzmir’de Türk de var, Rum,

Ermeni de var. Bunlardan hangisinin bir sözünü alıp da Türkçe ile karıştırıyoruz,

düşündüklerimizden hangisini yazarken kendilerinden yardım bekliyoruz?

Arapça ile Acemce öyle mi ya? Türkçe diye sekiz on lâkırdı yazılmış olan

hangi bir kâğıda bakacak olsak azdan az üçte ikisinin bunlardan, yalnız birinin

Türkçe olduğunu görürüz. Bu da, yirmi, yirmi beş yıl öncelerine gelinceye değin

gerek medreselerimizde, gerek mekteplerimizde okuna gelmekte olanların yalnız

Arapça, Acemce yazılmış olmalarından ve bunlardaki -müsaadenizle- (cemiyet-i

mana ve selâset-i ifade) ötekilerden daha çok olmasından ileri gelmiştir.”65

Dil konusunda Mustafa Kâmil Mar’aşî, birkaç dille kullanım imkânı olan bir

kelimenin seçilmesi durumunda, Türkçe kelimenin tercih edilmesinden yana

olduğunu belirtmektedir. Yoksa, dili sadeleştirmek adına dilin daha da

ilkelleştirilmesi ve kısırlaştırılması fikrînde değildir. Zaten Osmanlıca denince

Türkçenin, Arapçanın ve Farsçanın akla geldiğini söylüyor. Dahası, bu dillerin 65 Ahenk, nr. 1274, 11 TE. 1316- 24 TE. 1901.

87

dilimize zenginlik kattığını, bir kelimenin veya bir mananın karşılığını bu dillerden

birinde mutlaka bulacağımızı ifade etmektedir. Lisanımızın manaca fakirliği iddiasını

da reddederek; Hangi mana var ki onun Osmanlıcanın beslendiği üç kaynaktan

birinde karşılığı bulunmasın? Demektedir.

“Bundan üç beş ay evvel yine “Ahenk” ile -belki okumuşsunuzdur- Mehmet

Şeref Bey’le beynimizde bir muhavere cereyan etmişti. Bey’in asıl maksadı Arapça

ile Acemce’nin lisanımızdan kabil-i tarh olup olabilememesi ve imkânı hâlinde

bugün elde bulunan elfaz-ı Türkiyye’nin -lisanın şive-i kadimini kaybetmemek

şartıyla bize kâfi addedilip edilmemesi hakkında abd-i âcizin fikrîni anlamaktan

ibaret idi.

Öteden beri tarz-ı tahririmizde devam edip gelmede olan nazımda Nâbî, Veysî

ve Fuzulî mesleklerinin, Şinasî devrinden itibaren sadeleşmeye başlamış ve şunun ise

terakkiyat-ı hazıra ile mütenasip bir derece daha tahfife kabiliyeti bulunmuş

olmasından bahisle muharrirlerimizin, şairlerimizin oldukça sade yazmak cihetine

itina etmeleri ve meselâ Türkçe karşılığı bulunan me’nus bir ta’bir var iken o

makamda Arapça, Acemce kullanmamaya himmet etmelerini tavsiye yollu bir cevap

ile fikrîmin neden ibaret bulunduğunu söylemiş idim.

Sade Türkçe ile nasıl yazılabileceğini göstermek maksadı taşıdıkları halde

niyetlerini anlamayan bazı kimselerce nasıl takazaya alındıklarını belirtiyor; “Yoksa

ne Şeref’in, ne benim maksadım, üç beş aydan beri sahifeler dolusu yazı yazan

“Türk Dili” muharrirîn-i kirâmının âleme yutturmak istedikleri o ağır, haşin, vahşi

lügatlerle lisanımızı “Uygur”laştıralım, demek değil idi.” Niyet gayet iyi anlaşılmıştır

88

ama işi çığırından çıkaranlar İbni Rüştler, İbni Sinalar, Fahr-i Râzîler dururken

sözlere saykal vermek için Havlak’tan delil getirmektedirler.

“Onlar ne diyorlar?” Lisanımızı Arapça ile Acemce’den tecrit edelim veya

tasfiye!

Lisandan maksatları Osmanlıca demek ise bu olamaz. Çünkü Arapça, Acemce

o lisanın esasen mahiyetini teşkil eden anasır-ı selâseden iki büyük

unsurdur.”66İfadeleri de, onun dilin sadeleşmesi konusundaki fikirleri hakkında bize

bilgi vermektedir.

Yine, o dilin sadeleşmesinin ilerlemenin anahtarı gibi görülmesi fikrîni kendi

üslubuyla eleştiriyor. Dilin gelişiminin ilerleme paralelimde olduğunu vurguluyor.

Gelişen medeniyetle beraber, dilin de değişip gelişmesi gerektiğini düşünüyor. Tarihi

gerçeklerden örnekler seçerek, gelişimin ve ilerlemenin olduğu toplumların hayatta

kaldığını ifade ederken, kendi kabuğuna çekilmiş toplumların, sade bir dil

kullanmalarına rağmen, yok olmaktan kurtulamadığını dile getirmektedir.

Mustafa Kâmil Mar’aşî, dilin yaşamın bir parçası olduğunu düşünmekte ve

yaşamın gerçeklerinden soyutlanmasının toplumlar için bir yok oluş işareti olduğu

üzerinde durmaktadır. Nasıl ki medeniyetler hep değişim içinde, bu değişime ayak

uyduramayan toplumlar yok olmaya mahkûm, dilde toplumu ayakta tutan

unsurlardan biri olarak bu ilerlemeye ve değişime ayak uydurmalıdır.

“Ve şayet bizde maarifin, fünun henüz hadd-i nisaba reşide olabilmesi

düşünülerek şunun için de lisanımızın -dedikleri gibi- sırf Türkçeleşerek o yolda

66 Ahenk, nr. 1275, 12 TE. 1316- 25 TE. 1900.

89

ilerleyip gitmemesi illet gösterilmek isteniyorsa o başka! 0 halde Türkistan ahalisi

tabii sırf kendi dilleriyle mütekellim bulunduklarından onların şu iki cihetle terakki

edip etmemiş olduklarını sorarız, Çin ahalisi bugün dört yüz bu kadar milyon nüfusa

malik olduğu halde henüz milel-i müterakkiye adadına girdirilemiyor, henüz

muntazam bir asker tertip edip da hasmına karşı ciddî bir müdafaada bulunamıyor,

usul-i idaresi bir iğtişaşın eyadi-i keşmekeşinde sürüklenip gidiyor, bu nedendir?

Yoksa bunlar da mı muhtelit lisan kullanıyorlar?

Tarihlerde (Tefrika-i Babil) namıyla yâd edilen “tebel-bül-i elsin” vak’asına

gelinceye değin insanlar bir lisanla mütekellim idiler, enbiya-i izama inkıyat etmeyen

akvam-ı vahşiye de öyle idi, bunlar niçin kavmiyetlerini muhafaza edemeyerek

âlemde terakki yüzü görmeden mahvolup gittiler?!”67

Sonuç olarak Mustafa Kâmil Mar’aşî, dilin önemi üzerinde durmuş,

Osmanlıcanın Arapça, Farsça ve Türkçeden müteşekkil olmasının bir zafiyet

olmadığı, aksine dilin zengin bir anlatım gücüne sahip olmasını sağladığını

düşünmektedir. Dildeki çeşitliliğin aynı zamanda kültürel ve toplumsal zenginliğin

ve gelişmişlin işareti olduğu fikrîndedir. Kısır tartışmaların faydasına da

inanmamaktadır.

Modern bir dil anlayışının Mustafa Kâmil Mar’aşî de olduğunu söylemek

abartı olmasa gerek. Gerçektende günümüz modern düşüncesiyle örtüştüğünü

düşündüğümüz bu fikirler, o zaman için çok radikal ve yeni fikirler olmalı.

67 Ahenk, nr. 1458, 23Mayıs1317- 5 Haziran 1901.

90

4. Ahlâk ve Fazilet:

Ahlâk, İnsan topluluklarınca zamanla benimsenen, fertlerin birbirleriyle, aile,

toplum, devlet ve bütün insanlarla ilişkilerini düzenleyen kurallar, ilkeler ve inançlar

bütünüdür.

Ahlâk, toplumu derinden etkileyen unsurların başında gelir. Toplumun

akıbetini, maddi, manevi ve çevresel anlamda, o toplumda yaşayan insanların ahlâki

eğilimleri belirler. Dinimiz, insanın ahlâklı olmasını isterken, hem toplum hem de

çevre için bunun zorunlu olduğunu da vurgular. Ahlâken kötü olan davranış ve filler

çevre ve kâinatın düzeni içinde kötüdür.68

Mustafa Kâmil Mar’aşî, “Ahenk Gazetesinde” yayımlanan, “Vazifelerimizden”

adlı yazılarında değişik konuları ele almakla beraber ahlâk üzerinde de durmuş,

içinde yaşadığı toplumun problemlerini incelerken, asıl nedenin ahlâkî boyutta

meydana gelen çarpıklık olduğunu ifade etmiştir. Ahlâkın önemini vurgularken; “Bir

memleketin kıymeti efrad-ı ahalisinin kıymetine bağlıdır. Efradının ekserisi nefse

i’timad hasletiyle muttasıf olan ümmetler ümem-i saireye nisbetle kavi, müterakkidir.

Nefse i’timad bütün muvaffakiyat-ı sahiha ve hakikanın aslıdır. Bunlar her zaman,

her yerde geçerli doğrulardır.”69 İfadesini kullanarak toplumlarda ahlâkî temel olarak

güven duygusunu göstermektedir.

Mustafa Kâmil Mar’aşî, bir yazısında da kişinin kendi nefsini ıslah etmesi

gereği üzerinde durmakta ve yazının yazılma sebebi şu sözlerle ifade etmektedir:

“..yazacağımız varakaların birincisi işte “tehzib-i nefs” meselesidir, sonra bir de

68 Mehmet Bayrakdar, İslâm ve Ekoloji, Ankara 1992, s.44. 69 “Vazifelerimizden- 1 Nefse İ’timad”, Ahenk, nr.1362, 8 Şubat 1901.

91

“Kıdve”, bir de “Edeb” ünvanlarıyla iki makale yazacağız. İşte o vakit İzmir

ceridesinde başlayan “Terbiye” bahsi îbni Hazım Ferid Efend’inin “Faaliyet-i

Müterakkiye Hiss-i Terakki ile Olur” sözü hakkındaki fikr-i acizanemizin anlaşılmış

olacağını ümid etmekteyiz. Bundan başka birkaç aydır başlayan “Köy Bakkalları”,

“Köy Mektepleri”, “Medreselerimiz”, “İzmir’de Mekâtip” bahislerini teşkil eden

yazıların bize hissettirdiği ihtiyacın ne olduğunu, neye muhtaç olduğumuzu

anlayarak bu bahislerimizin daha bir perde ilerleyeceğini zannediyoruz.”70

İlginç öneriler sunarak kişinin nefsini ve bedenini nasıl eğiteceği üzerinde

durmaktadır. Modern bir anlayışla, eğitimci kimliğinin de verdiği bir bakış açısıyla

eğitimin devamlı olduğunu, değişik faaliyet ve aktivitelerle zenginleştirilerek

yapılması gerektiğini söylüyor. Dinlenmenin boş durmak olmadığını belirterek,

değişik bedensel aktivitelerin kullanılmasını öneriyor. Dinlenmek amacıyla da olsa,

boş oturmanın insanda değişik, tehlikeli ve fena düşüncelerin oluşmasına sebep

olacağından bahsederek bunun da ahlâki sorunları artırdığını düşünüyor.

“El işleriyle meşgul olmak zihin işlerine mani olmaz, zihin işlerinde

yorulunca vücudu yorucu meşgalelerle uğraşmalıdır; daha dinlendirici olur. Nitekim

okullarda da geniş oyun meydanları yapılıyor. Akıllı babalar da çocuklarının

derslerinde olduğu gibi ata binmek, yüzmek gibi hususlarda iyi yetişmelerini arzu

ederler. Zaten boş zaman insanı fena düşüncelere sevk eder. Bunun için meşgalesiz

kalınmamalıdır. Bir işle meşgul olmak insanı fenalıklardan alıkoyacağı gibi ruhen ve

bedenen sağlıklı da kılar. Okuyan gençler el becerilerini geliştirmeye gayret

etmelidirler. Bu, sonra onlara iş sevdası kazandıracaktır. Almanlar, İngilizler

sanayide böylece ilerlemişlerdir. İşte bizim mekâtib-i idadiyede ticaret, sanat ve

70 “Vazifelerimizden- 4 Tezhib-i Nefs”, Ahenk, nr.1388,10Mart1901.

92

ziraat derslerinin ilâvesi bu sebebe mebnidir. Büyük padişahımız efendimiz hazretleri

bunu ferman buyuruyorlar; fakat biz bu ferman-ı padişahîyi hüsn-i telakki etmeliyiz.

Bu işe memur olanlarımız oldu, yaptık demek için bu işe atf-ı nazar etmeliler,

hakikaten ve cidden yapmalılar. Biz ahali de bu işe nazar-ı istihfaf ile bakmamalıyız.

Hakikaten ve cidden uyanıp bu fikirlere sarılmalı, tatbikatına koşmalıyız ki ferman-ı

padişah! Yerini bulsun; yoksa bize gayr-ı kabil-i islah nazarıyla bakanlar ya bizim

fenalığımızı isteyenlerdir veyahut bizden iseler a’mal-i cismaniye ile iştigal etmemek

yüzünden iç sıkıntısı, yeis ve fütur, uyuşukluk, ürkeklik hastalığına duçar olanlar,

artık gözleri her şeyi fena görenlerdir. Yoksa insan olsun da gayr-ı kabil-i ıslah

bulunsun, bu mümkün değildir. Yalnız devam ister, sebat ister, çalışmak ister; bize

bu nazarla bakanlar bize pek büyük bir hakarette, bir zulümde bulunuyorlar ki bu

hakaretten, bu zulümden kurtulmak yalnız bizim çalışmamıza mütevakkıftır.

Bir işle, sanatla meşgul olanlarımızdaki uyuşukluğun sebebi gelişme fikrîne

sahip olmamalarıdır. İş sahipleri işleri sebebiyle değil sefahete sapmalarından dolayı

kötü duruma düşerler. Aklî ve edebî kuvveleri terbiyeden istinkâf bir başka

mahrumluk sebebidir. Bunlardan kurtulmak için akıl ve beden faaliyetlerini

beraberce yapma yoluna gidilmek gerekir. Çırak mektepleri bu maksatla kurulduğu

gibi, gece mektebi açmak isteyenler de aynı fikirdedirler. “Talebe-i ulûm, ulûm-ı

ilâhiye ve dinîye, ilm-i tıbb, ilm-i hukuk tahsiliyle meşgul olanlar suret-i mahsusada

suret-i cismaniye ve binaenaleyh riya-zet-i bedeniyeye muhtaçtırlar. İngilizler, bizim

büyük adamlarımızdan çoğunun şöhreti kuvva-ı akliye ve cismaniyelerini müttehiden

hüsn-i istimal etmelerinden naşidir” derler.71

71 “Vazifelerimizden- 4 Tezhib-i Nefs”, Ahenk, nr.1388,10Mart1901.

93

Ahlâklı olmak için iyi bir örneğe ihtiyaç olduğu fikrîni ileri sürmekte ve bunu

“Kıdve” kavramıyla ifade etmektedir. İyi bir kıdvesi olan insanların, ondan

esinlenerek ahlâken de iyi olduklarını, aksi halde kötü örneklerin de insanın ahlâkını

bozduğu fikrîndedir. Aslında inançlı bir şahsiyet olarak bu fikrîn altında,

peygamberliğin ve peygamberlerin örnek olarak insanlara gönderilmesi fikrî

yatmaktadır. Peygamberimiz Hz. Muhammed’in de ifadesinde yer bulan; “Ben güzel

ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim.” sözleri Mustafa Kâmil Mar’aşî’nin “Kıdve”

(örnek) anlayışına temel olsa gerektir. Bu bağlamda zaten bütün peygamberler de

birer kıdvedir. Yüce Allah peygamberlerini de insanların örnek alacakları kişiler

olarak göndermiştir. “Ey Rabb’imiz, senin indirdiğine(O Kitaba) inandık, o

peygambere de tabi olduk. Artı bizi ( birliğini ve peygambeleerini tanıyan) şahitlerle

beraber yaz”72

“Kıdve: Pişva, uyacağımız şey, ahlâk ve a’malimizde ardı sıra gideceğimiz

şey. Bir zamandan beri iltizam olunan Türkçe dilimiz revaç bulursa belki bu kıdveye

uyak, yahut örnek denir. Örnek şimdi bile kullanıldığına göre şâyân-ı tercihtir.

Durulacak mahalle durak, dayanılacak mahalle dayak denildiği gibi maddî manevî

ahlâk ve a’malimize tesir eden şeyler de kıdvemizdir…”73

Bundan sonra kıdvenin (örneğin) vasıfları üzerinde duruluyor; “Kıdve, örnek

dilsiz olmakla beraber, insana hiç bir şey söylememekle, nasihat etmemekle beraber

insanın en muktedir muallimidir, medrese-i ameliyesidir. Bil amel iktisap olunan

ulûm ise sözle iktisap olunan ulûma nispetle pek ziyade müessir ve nafizdir. Vakıa

nasihat kıymetlidir, fakat nasihat yalnız yol gösterir. O yoldan giden bulunmadıkça

72 Hasan Basri Çantay, Kur’a-ı Hakim ve Meal-i Kerim, 3/53. 73 “Vazifelerimizden- 5 Kıdve ”, Ahenk, nr.1394, 17 Mart 1901.

94

hiç bir faaliyeti haiz değildir. Nasih, nasihatıyla âmil olmalı ki kıdveye dahil

olabilsin, îşte bir insanı bulunduğu yola getiren, bir insana bulunduğu yolu

beğendiren kuvve-i müessire ve nafize ne ise o insanın kıdvesi, örneği odur, o heyet-i

mecmuadır. Bütün insanlar öğrenmek için kulaklarından ziyade gözlerini vasıta

ittihaz etmeye tab’an maildirler. Mer’iyat mesmuattan ziyade nafiz ve müessirdir.

Çocukların gözleri riyazî marifete duhul için ilk kapularıdır. Hiçbir isteğimize,

talimimize mukarin olmayarak çocuklar gördükleri şeyleri yapmaya çalışırlar.

Haşerat, içinde yaşadığı, gıda ittihaz eylediği nebatatın rengiyle televvün eylediği

gibi çocuklar da gördükleri şeylere imtisal eylerler. Şu halde kıdvede, örnekte

çocukların ilk gördükleri şeylerin pek büyük tesiri vardır.”74

Çocuklar çevrelerinde görmüş oldukları şeyleri örnek alma konusunda seçici

değillerdir. Tabiidir ki en yakınlarında bulunan ailelerini örnek almaları da

kaçınılmazdır. Anne ve babaların çocuk üzerinde etkisi çok büyüktür. Nitekim

Peygamberimiz de bir hadisi şerifinde “Her doğan bir fıtrat üzere(din duygusu ile)

doğar. Fakat o çocuğun anası ve babası onu kendi dinlerine döndürürler. Mesela;

Yahudi iseler Yahudi yaparlar, Hıristiyan ve Mecusi iseler, Hıristiyan Mecusi

yaparlar.”75 Dolayısı ile ailenin örnek alınması çocuğun hayatında önemli bir yere

sahiptir.

Ahlâk ve Faziletten bahsederken, toplumların en büyük hazinesinin, kıymetinin

edepli insanlar olduğu üzerinde durmaktadır. Edepli insanların oluşturduğu toplumlar

en zengin, en ileri ve en faziletli toplumlardır. Edebin hem maddi hem manevi

74 “Vazifelerimizden- 5 Kıdve ”, Ahenk, nr.1394, 17 Mart 1901. 75 Buhari, Cenaiz 80, Tefsir/ sure- 30, Kader/3; Müslim, Kader/22- 23; Ebu Davut, Sünnet/17; Tirmizi, Kader/5.

95

değerinden bahseder Mustafa Kâmil Mar’aşî. Gerçekten de bugün de üzerinde

düşünmemiz gereken bir kavram olan edep, toplumumuza ne lazımdır. İnsanların

hak, hukuk ve saygı için yaşadıkları bir toplumda kim yaşamak istemez. Burada

anlıyoruz ki fertlerin eğitimi ve ahlâkı gerçekten onda ön plana çıkmıştır. Belki de

eğitimci olarak en büyük ideali de bu çerçevede kendini göstermektedir. Eserlerinde

ve yayınladığı gazete yazılarında bu yönünü açıkça görmekteyiz. Ona göre; ahlâkta

gösteriş olmaz. İnsanın dışı içi gibidir. Sadece dış fenalıklardan değil içteki

kötülüklerden de uzak olmalı.

“Edeb ayıplanmamızı, lekelenmemizi gerektiren işlerden kaçındıran, hayrı şerri

seçip hayrı işlememizi icap ettiren, her fiil ve amelimizin ahlâk ilmi noktasından

takdir olunan kıymetini gözeten kuvvemizdir. Fazilet dahi şimdi ahlâk ilminde hadd-i

itidale denilir.

Edeb insanlığın bezeği, mecd ü şeref tacıdır.

Edeb insanın malik olduğu evsafın efdali, en büyüğüdür.

Edeb doğrudan doğruya şereftir ve dolayısıyla mal ve servettir. Bir ümmeti, bir

kavmi terakki ettiren, i’lâ eyleyen ve her makamın şanını yücelten unsurdur.

Edeb servetin yerini tutar, şöhretin yerini de tutar.

Edeb ne servet gibi daima muhatara altındadır ve ne de şöhret gibi calib-i

hasettir. Çünkü edeb sadakat, istikamet, sebat neticesidir; bunlar ise servete, şöhrete

bağlı değildir. Her insanda bulunabilir.

96

Ehl-i edeb heyet-i ictimaiyenin ruhu, satvet-i devletin masdarıdır. Napolyon

diyor ki: Muharebede kuva-yı edebiye ve maneviyenin kuvva-yı cismaniye ve

maddiyeye nisbeti on adedinin bir adedine nisbeti gibidir. Akvamın kuvveti ve

faaliyet-i müterakkiyeye malikiyeti ve medeniyette ilerilemeleri efradının edebine

bağlıdır. Kanunlar, hükümler, hükümetlerin icraatı âdâb-ı ahalinin zevahirinden

ibarettir. Bilcümle insanlar, ümmetler, kavimler ancak edebleriyle müstehak

oldukları hale mazhar olurlar. İnsanın ilim ve serveti az olup da edebi yerinde olsa

yine her yerde bir nüfuza malik olur. Edeb olmayınca yalnız ilim ve servet emin bir

vasıta-i saadet olamaz.”76

Düşünürümüz, edep ile ilgili olarak değişik misaller ve örnekler vererek, aslında

dünyanın her yerinde, her toplumda ahlâk ve faziletin en büyük hazine olduğunu

ortaya koymaya çalışır. Eğer bir insan edep hanesinden nasibini almamışsa, o zaman

mutlaka kötülükler onu esir alır.

“Birisi diyor ki: Kuvvete vasıl olmak için doğru yolu edepte buluyorum, başka

yola salik olamam, vakıa tarik-ı edeb pek kestirme değilse de emindir. Bunun için

âkil, zeki, âlim olan kimseler ile iftihar ederiz; fakat bunlar edep sahibi değillerse

kendilerine dayanamayız; itimad, emniyet edemeyiz. .

Meşhur Amerikalı Franklin kendi muvaffakiyetini âdâb ve ahlâkına isnad

eder, kuvve-i akliyesine, fesahatine isnad etmez; diyor ki: Sözüm rekiktir, söz

bulmakta mütereddidim, kaide yanlışlıklarım çoktur. Lâkin edeb, menasıb-ı âliyede

bulunanları mutemed kılmaya kâfidir. Edeb bir kuvvet olduğu gibi hüsn-i sülûke, iyi

gidişe mukarin olmayan akıl, zekâ, faaliyet, ilim dahi birer kuvvettirler. Bunlardan

76 Vazifelerimizden- 6 Edep ve Fazilet ”, Ahenk, nr.1403, 27 Mart 1901.

97

istifade olunabilir, lâkin bunlar edeble refik olmazlarsa ekseriya şerre âlet olurlar ve

bunlara malik olan şerirlerin medh olunması bir hırsızın maharetinde medh olunması

gibi olur.

Edebin esası, cevheri, sadakat, istikamet, ıslah-ı hâlden ibarettir. Bir insan

bunlara malik olur, bir de azm-i kavi sahibi bulunursa artık o insana hiç bir şeyde

mukavemet olunamaz. 0 insanda hayrı işlemek, serden kaçmak, her türlü belâlara,

musibetlere tahammül ederek maksada doğru yürümek hasaili kuvvet bulur…

Hayatın en büyük gayeti fazilettir, hayırdır. Hayatında fazilet sahibi, güzel ahlâk

sahibi olanlar hayatlarının ürünlerini toplarlar, şu halde insan ahlâk-ı haseneyi,

fazileti müddet-i hayatında aksayı emel ittihaz eylemelidir. Her kim vesait-i

münasebeye teşebbüs ederek çalışırsa bu maksadına nail olabilir. İnsanın, bilhassa

gencin gözü daima ileride olmalıdır. İnsan iyi nam sahibi olmak isterse gidişinde

mütevâzi, maksadında büyük, yüksek olmalıdır.”77

Tabi nasıl bal bal demekle ağız tatlanmazsa, edepli olmalı demekle de edepli

olunmaz. Gerçekten büyük bir sabır ve eğitim gerektirir. Bunun gerekliliğini Mustafa

Kâmil Mar’aşî, şu hikâyelerle anlatır:

“Birisi oğluna sevdiklerinden bir sahib-i faziletin ismini koymuş ve arkadaşına

“Oğluma sizin isminizi koydum” demiş. 0 zat “Teşekkür ederim, fakat yalnız isim

kâfi değil, oğlunuza o isim sahibinin terbiyesini ve ahlâkını da vermeye gayret

etmelisiniz. Benim pederimden aldığım ahlâk, ihlâs yani içi dışı bir olmak, zahiri

77 Vazifelerimizden- 6 Edep ve Fazilet ”, Ahenk, nr.1403, 27 Mart 1901.

98

batınına uygun olmak, sadelik, doğruluktan ibarettir. Siz de oğlunuza bu terbiyeyi

veriniz” demiş.

Bir çocuğa demişler ki niçin geçtiğin bahçedeki elmalardan bir tane olsun

koparmadın, orada kimse yok idi, neden korktun, seni kimse görmüyordu. Çocuk

buna cevaben “Âdem var idi” demiş. Kim idi diye sual olunması üzerine “Ben var

idim; ben ise fena bir iş işlediğimi görmek istemem” demiş.”78

Gerçektende Ahlâklı bir insana vicdanından başka polis gerekmez. Nerde

olursa olsun, ne yaparsa yapsın. Hep doğru olur, hep hakkı ve hakikati gözetir. Böyle

insanların oluşturduğu toplumlarla da medeniyet meydanın da kimse yarışamaz.

Mustafa Kâmil’de vicdanın önemini şöyle izah eder:

Vicdan insanın hayır işlemek, şerden kaçınmak için birinci hakimi, birinci

saikidir. Eğer insan vicdanını dinlemez, işlediği işin hayır mı, şer mi olduğunu kendi

nefsinden sormazsa za’fa duçar olur, adam ne olacak, bir kere değil mi? Kim görecek

yolunda özürlerle fenalığı irtikab eder ve artık çorap söküğü gibi fenalığa meyleder.

Vicdanına karşı fenalığa düşer, artık şan-ı insaniyetten sakıt olur. Fenalığı ister gizli

yapsın, ister aşikâr yapsın müsavidir; çünkü bugün gizli olan yarın aşikâra çıkar;

çıkmasa bile mutlaka bir gün vicdana karşı mahcubiyet, rahatsızlık muhakkaktır.”79

Mustafa Kâmil Mar’aşî’nin, bu konudaki düşüncelerini yine onun ifadelerinden

bir bölümü naklederek anlatmak ve gerçekten halisane bir niyetle toplumu

aydınlatmayı düşündüğünü ifade etmek istiyorum:

78 Vazifelerimizden- 6 Edep ve Fazilet ”, Ahenk, nr.1403, 27 Mart 1901. 79 Vazifelerimizden- 6 Edep ve Fazilet ”, Ahenk, nr.1403, 27 Mart 1901.

99

“Dünyada en lüzumlu şey güzel edep kazanmaktır; bu da en iyi çocuklukta

olur. Kişi, gidişini, daima ıslaha çalışırsa, mutlu olur, çevresini de mutlu eder.

İnsanın ahlâkı tutumundan ortaya çıkar. Kaba sözlerle muamele edenler ilim ve

fazilet sahibi de olsalar çekilmezler, sevilmezler; çünkü insan kendisine itibar

etmeyeni, güzel söz söylemeyeni sevmez. Bazıları da tevazuu pek ileri götürürler,

tenezzül derecesine iletirler; fakat kibir ve azametlerini izhar için de fırsat ararlar ve

tevazuları bir tasannudan ibarettir. Bu da halkla muamelede sertlikten ziyade

muvaffakiyetsizliği intaç eyler. Halk ile muamelede bulunanlar için hüsn-i süluk, iyi

gidiş bir emr-i zarurîdir.

İnsanın hakikatini anlamak için gerçi delil çoktur; lâkin en açık delil insanın

kendinden dün olanlar üzerindeki kuvveti kullanmasındaki hallerdir. Erkeklerin

kadınlar, ebeveynin evlâd, bir kumandanın asker, bir idarede müdürün maiyeti, bir

muallimin şakirdanı hakkındaki muameleleri ahlâk ve âdabın en büyük mizanıdır.

Çocukluktan itibaren gerekli olan terbiyeyi almış olmakla iş bitmez. İnsanı

fenalığa meyilden koruyan hususlara da riayet gerekir. Kişi elinin emeği ile

geçinmeli, iç, dış temizliğine dikkat etmeli. Cenabı Halik Tealâ’yakarşı aczini daima

itiraf ile kalben Halık-ı kâinata müteveccih olarak huzu ve huşuunu muhafazaya

çalışmalı, dinî vazifeleri eda etmeli, adalete saygılı olmalı, iyiliği emredip

kötülükten sakındırmalı, elden geldiği kadar herkese iyi yolu gösterip iyiliğini

istemeli, fena yolu gösterip fenalıktan kaçınmasını istemeli ki bu insandaki

muhabbet hasletinin açık delilidir…

İşte insanın sevdiğini sevdiği yola getirmeye çalışması ve “emri bilmaruf nehyi

anilmünker” ise hubb-i fillâhtır; getirememesinden hasıl olan teessürü buğz-ı

100

fillâhtır. Böyle olmayan muhabbetler, tessürler desise, hile, şeytanet, buğz, kin, garaz

gibi redaetlerdir ki maazallah bir heyetle bir kavimde ekseriyet bu ahval-i rediyye île

ittisaf eylerse o heyetin, o kavmin saadeti, istikbali, istiklâli, her şeyi mahvolmuş

demektir. Bu sözler indî şeyler değildir; bütün tarih-i beşer bize bunu gösteriyor. îşte

mes’uliyet-i içtimaiye buradan tevellüd ediyor ki ağırdır. Bu âlem-i medenîde

medeniyetin bize tahmil eylediği vazaif-i insaniye pek dakik, mesuliyeti de pek

ağırdır. Düşünelim, gözümüzü açalım, ortalığa bakalım, kendimizi kurtarmaya

çalışalım.”80

Mustafa Kâmil Mar’aşî, ahlak konusunu işlerken İslam Ahlakı temelinde bir

bakış açısı sunmaktadır. Onun ahlak yorumu, Kur’an ve sünneti temel almaktadır.

Zaten ifadelerinde de dini terimleri fazla olmamakla beraber kullanmıştır. Ancak

kendisi ahlak kavramını ele alırken, temel insani prensiplerden biri olarak ele

almıştır. Böylece ahlaki prensiplerin daha geniş bir kitle tarafından benimsenmesini

sağlamayı hedeflemiştir.

5. Devlet:

Mustafa Kâmil Mar’aşî’nin, devlet ve devletin görevleri üzerendeki

fikirlerinden kısaca bahsetmek istiyorum. Bu konudaki fikirlerinin yine onun

döneminin sosyal gerçeklikleri içerisinde oluşturduğunu görmekteyiz. Devletin

yapması gerekenler ile toplumun yapması gerekenleri ayırt ederken, zamanına göre

bizce radikal fikirler ortaya koymaktadır. Merkezi bir otoritenin benimsendiği ve

hâkim olduğu bir dönemde, devletin görevlerini sıralarken, her şeyin devletten

beklenmemesi gerektiği üzerinde durarak özel teşebbüslerin de sosyal hayattaki

80 Vazifelerimizden- 6 Edep ve Fazilet ”, Ahenk, nr.1403, 27 Mart 1901.

101

yerlerini almalarının gerekliliğini vurgulamaktadır. Aksi halde sosyal düzende

birtakım aksaklıkların vücuda gelebileceğini ifade etmektedir. Sanki bir özelleştirme

ya da müteşebbis bir ruha taraftar olduğu izlenimine kapılmaktayız.

“Devam edegelen mübahesatta ekser muharrirler lüzum görülen şeyleri hep

hükûmet-i seniyye yapsın, diyorlar. Yazdığımız varakalarda, her şey hükümetten

intizar olunamaz, kendilerine lâzım ve nafi olan şeyleri ahali yapmalıdır, ahali

yapabilecek bir halde bulunmalıdır, diyoruz, ne demek istediğimizi anlatamıyoruz.

Yine dönülüyor, dolaşılıyor, gerek mekteplerin, gerek medreselerin, hatta

bakkalların, murabahacıların, köy dükkânlarının bile ıslahı, men’-i mazarratı

hükûmet-i seniyyeden talep olunuyor. Belki hanelerimizde yediğimiz yemeklerden

bir bahis açılsa, yemeğimizin ihzarını da hükümet- i seniyyeden isteyeceğiz, öyle ya!

Ekmeğe, ete narh istemek ne demektir ya! Ekmeğimizi, etimizi, odunumuzu,

kömürümüzü hükûmet-i seniyye, belediye hazırlasın demektir. Bu ise pek aksi bir

düşünüştür. Hükümetin vazife ittihaz edeceği şeyler ahalinin can ve ırz ve mallarının

temini hususlarından ibaret olup ahaliye nafi olan şeylerden de ahalinin münferiden

yapamayacağı veya yapmaya teşebbüs etmediği şeyleri dahi hükümet bizzarur yani

mücerred ahalinin yapamadıkları ve yapmaya teşebbüs etmedikleri cihetle yapmaya

mecbur olur.

Halbuki kabil mi, hükümet ahaliye her nafi olan şeyi yapabilsin? Hükümet

bunlardan yalnız yapılması idare-i umumiyece dahi elzem olan şeyleri seçer, yapar,

bakisini ahaliye terk eyler. Nitekim bizde de öyle olmuştur. Maarifte hükûmet-i

seniyye mekâtib-i âliyeyi, mekâtib-i idadiyeyi idare-i umumiyenin tanzimi nokta-i

nazarından tesis ve tanzime lüzum görmüş ve bunları yapmakta bulunmuş ise de

102

maarif-i umumiyeyi cemaatlere terk etmiştir. Artık bu, meydanda iken mekâtib-i

ibtidaiyeyi, köy mekteplerini de hükûmet-i seniyye yapsın demek abes olmaz mı?

Evet yine bizzarur hükûmet-i seniyye bunlara da bakıyor. Çünkü ne çare ahali hiç

vazife etmezse hükûmet-i seniyye bu kadar merhameti, şefkati ile nasıl bitaraf

kalsın? Bunlara da bakmaya mecburiyet hissediyor. Lâkin bu, bir dereceye, bir hadde

kadardır. Her şey cebren yapılamaz. Biraz da ahali teşebbüs etmelidir, teşevvuk

etmelidir, yapmak istemelidir.”81

6. Ruh:

Ruh, sözlük anlamında, can, nefes, canlılık, his, duygu, en mühim nokta

anlamlarına gelmektedir. Terim olarak, ölüm anında kaybolan hayat ilkesi, canlı

varlığın dinamizmi, canlı hayatın ilkesi anlamında kullanılmaktadır.

İlk çağlardan beri insanlar “Ruh” kavramı üzerinde kafa yormuşlardır.

Felsefenin temel konularından biri olarak ta “Ruh “,İlk Çağ filozoflarından bu yana

tartışıla gelmiş bir kavramdır. Ruh, Aristoteles (M.Ö.384-M.Ö.322)’dan İbn Sina

(980- 1037)’ya, Gazali (1058- 1111)’den İbn Rüşt (1126- 1198)’e, batı ve doğu

felsefecileri arasında hep tartışıla gelmiştir.

Aristoteles’de ruh, bedene canlılık veren ilkedir. Ruh bedenin formudur;

bedenin entekhia’sıdır. Cevher olarak, bedenden bağımsız ölümsüz olan varlıktır. İbn

Sina “Ruh” konusunda Aristoteles’in etkisinde kalmasına rağmen tamamen sadık

kalmaz. Aksine Plotin’in düşüncelerine yaklaşır. Zaman zamanda kendine has

orijinal görüşler sergiler. Aşağıda mealini verdiğimiz “ruh” hakkındaki kasidesinde

ifade edildiği gibi, İbn Sina’ya göre ruh; yüksek bir âlemden bedene düşmüştür. Yine

81 “Vazifelerimizden- 1 Nefse İ’timad”, Ahenk, nr.1362, 8 Şubat 1901

103

aynı kaside de, ölümle de bedenden ve onu bu âlemde tutan eğilimlerden

kurtulmaktadır.

Mustafa Kâmil Mar’aşî, İbn Sina’nın ruh hakkındaki kasidesine bir şerh

yazarak, ünlü tabibin bu konudaki görüşleri anlamamıza katkı sağlamıştır. Mustafa

Kâmil Mar’aşî’nin eserleri bölümünde ele aldığımız üzere, A.Süheyl Ünver, Mustafa

Kâmil Mar’aşî’nin şerhini, İbn Sina eserleri üzerine yazılmış nadir eserlerden biri

olarak nitelendirmektedir. Biz de burada büyük tabip İbn Sina’nın ruh hakkındaki

kasidesinin şerhinin mealini sunmayı uygun buluyoruz:

“1-Ey kalebi insani izzet ve kuvvetle muttasıf olan nefsi natıka alemi ulviden

sana nüzul etti.

2- Ruh herkese karşı keşfi nikab ederek arzı endam ettiği halde vakıfı esrar

olan arifi billahın didei cihan binasından mesturdur.

3- Ruh, vaktile sana kerhi bir surette duhul etmiş ise de henüz- ancak alemi

cismanide husulü mümkün olan – bir seadeti ebediye kesp etmediği için

müfarakatından hoşnut değildir.

4- Ruh, bedeni insaniye iptidai emirle duhulden i’raz etti. Müvanesetini kabul

etmedi ise de hah nahah vusulünde arzı hoşnudi etmeğe mecbur oldu.

5-Ruh evvelce kendisine duhulden istinkaf ettiği bedenle müfareketini arzu

etmez bir halde müvanesetine bakılırsa, vaktile bir lahza bile istemediği vatanı

aslîsindeki ciranile olan uhudu feramuş ettiği anlaşılıyor.

104

6. 7- Ruh karargahı aslisi bulunan âlemi ulviden infisal ederek alemi hissiye

ittisal etiğinde müteallikatı bedeniyyeden olan kalp ile ruhi hayvani kendine tealluk

eyledi. O halde tetbir ciheti ile kalpte tasarruf ciheti ili bedende icrayı hükmetmeye

başladı.

8-Ruh âlemi ulvi ki ciranile olan uhudu düşündükçe eşkrizi telehhüf olur.

9- Ruhi giryesine sebep, nekayis heyulaiyye tahsili kemalattan kendini

acketmesi ve bazen olsun vatanı aslisine ziyarete mani olmasıdır.

10- “İrcii”, Emri ilahisinin suduru halinde mahbesinde intiza eden nefsi natıka,

keyfiyyatı erbanın tekerrürü ile münderis olan beden üzerine muye matem kılarak

terennümsazı tehassur olur.

11.12.13- Ruh, hayli vakit birlikte maişet ederek sayei mücaveretinde tahsili

kemalat ettiği bir yari vefadan, ademabade setti rahl ettiği esnada, okadar biganelik

gösterdi ki vazifei uhuvvet olan resmîne bile tenezzül etmediği halde müfarekat

ederek âlemi ulviye doğru tevcihi inan etti. Tetricen vatanı aslisine yaklaştıkça uyuni

bedeniye ile müşahedesine destrest olamadığı, bir takım dekayiki ledüniyeye kepsi

itila ettiği sırada sevincinden terennüm etmeğe başladı.

14- Ruh, âlemi cismanide tahsili kemal sayesinde uruci âlemi ulviye rehyab

oldu. Zira ilim, ruhu âlemi ulviye is’ad ettiği gibi, mücerret nuhuseti talii seyyiesi

olmak üzere terakki edemeyen bazı betbahlar müstesna olduğu halde, âlim olan her

kimseyi de aksayı meratibe isal eder.

105

15- Ruhun âlemi ulviden hadidi bedene inzal etmesine yegâne sebep ne oluyor.

16- Cenabı hakkın bedene ruhu inzal buyurması; ulvî ve süflî dinî ve dünyevî

ibdaatındaki hikemi ilahiyyesini kâmilen idrak etsin.

17.18- Ruhun bedene hübutunda sır, âlemi ruhanide iken idrakini muktedir

olmadığı, dekayıkı ulviye ve süfliyeyi havassı bedeniye vasıtası ile idrak ederek

âlemi hafaya olduğu halde vatanı aslisine avdet demek ise ervahı sazice için bu

maksat dahi husulpezir değildir.

19.20-Nefsi natıkanın, kendi hissesine takdir edilen (zeman) ın encama vusulü,

tariki teayyüşünü okadar katetmiştir ki bir daha avdet etmemek üzere âlemi

cismaniye veda’han olmuştur.

Nefsi natıka, müdeti medide bedende karargâh olsa da encam karı müfareketi

mukarrere bulunduğundan, iştiali ile intifası lahzi bulunan, berki hatıf gibidir.”

İbn Sina metafiziğinde, ruhla beden arasındaki münasebet önemli bir yer

kaplar. Ona göre cevher kategorisine giren nefs, bedenden önce midir sonra mıdır,

ona göre durumu nedir? Bu tür sorulara İbn Sina’nın verdiği cevap öz olarak

şöyledir;” Nefs (ruh) bedenin iyiliği için, özellikle yaratılmıştır. Kendisiyle birleştiği

beden yaratılmadan önce var değildir ve şahsi varlığı yoktur. Çünkü, böyle bir halde

onun kişileşme ilkesi eksik olur. Nefs, sultanlığı ve aleti olacak olan bedeni maddinin

var olmaya başladığı andan itibaren var olmaya başlar. Yani onun varlığı bedenledir

ve varlığı (hudusu) cisimle ilgili değildir.”82

82 Hayran Altıntaş, İbn Sina Metafiziği, Ankara 1992, s.128.

106

İbn Sina, onun (ruhun), bedenin ölümünden sonra ölmediğini ve yok

olmadığını söyler. Nefs sonucu sebebe bağlı gibi bir bağlılıkla bedene bağlı değildir.

Bunun için o asla yok olmaz.83

Ancak, İbn Sina Mead’ın beden ve nefsle beraber olacağına inanır. İşte bu

konuda En- Necat’ta bulunan cümleleri:

“Şer’an tekrar dirilme vardır. Bunun ispatı şeriat yoluyla ve Peygamberin bu

konuda getirdi haberleri tasdikle olur. Baas zamanında ruh bedenle birlikte olacaktır.

Şeriatın peygamber vasıtası ile bildirdiği mutluluk ve mutsuzluk bedene göredir. Bu

husus akıl ve bürhanla anlaşılır. Peygamber bunu tasdik etmiştir. Nefisler için

gerçekleşecek olan mutluluk veya mutsuzluk kıyas yoluyla anlaşılabilir. Ancak

ilahiyatçı hekimler ruhun mutluluğunun bedeninkinden daha fazla olduğunu

söylerler, hatta onlar bedenin mutluluğuna önem vermişler. Bedenin mutluluğunu

kabul edenlerse de onun mutluluğu ruhun mutluluğu kadar üstün değildir derler.

Ruhun mutluluğu Hakku’l- Evvelle ulaşmaktır.”84

7. Mantık:

Son olarak Mustafa Kâmil Mar’aşî’nin mantık anlayışından bahsetmek

istiyoruz. Hayatından bahsederken değindiğimiz üzere85, onun mantık ilmine vakıf

olduğunu biliyoruz. Ancak mantık konusunda ne derece bir vukûfiyete sahip

olduğunu tam olarak bilmemekteyiz.

Mantık alanında yazmış olduğu ve elimizde bulunan eseri “Usul-i Akisa”

(Kıyas Usulleri)86 da Mustafa Kâmil Mar’aşî’nin mantık hakkındaki fikirlerini tam

83 Hayran Altıntaş, İbn Sina Metafiziği, Ankara 1992,s.139. 84 Hayrani Altıntaş, İbn Sina Metafiziği, Ankara 1992,s.142. 85 Bkz. s. 7. 86 Bkz. s. 22.

107

olarak anlamamıza imkân vermemektedir. Yine de bir fikir vermesi açısından bu

küçük risalesini buraya almayı uygun gördük.

Kıyas Usulleri:

Rahim ve Rahman olan Allah’ın adıyla

Bil ki, delil, iki öncülün her ikisiyle zikredilebilir ve o ikisinden biriyle de

sınırlandırılabilir. Birincisi kolay; ikincisi ise bir açıklamaya muhtaç olmasından

dolayı zordur, ki doğrudan açıklamaya [tibyan] bak. Bir delil bulduğunda onu temel

al, onun mezkur öncülüne bak, ki o öncül, matlubun [kıyasta varılmak istenilen

sonuç: matlub]87 ya konusunu ya da yüklemini içermektedir. Eğer birincisi (yani konu)

ise o, kıyasın (içinde) içkin olarak bulunan küçük ve büyük öncülüdür. Bu konu aynı

şekilde o öncülde ya bir konu ya da bir yüklem olarak bulunabilir. Eğer birincisi ise

şüphesiz orta terim o öncülde yüklem olur. Dolayısıyla büyük önerme de “Her (c) (e)

dir” diye söylenildiği gibi (1) tümel olumlu matlub olursa, birinci şeklin birinci moda

tahsis olunur ve sonuca şöyle gider:

“Her (c) (b) dir,

Her (b) (e) dir.”

Eğer “Bazı (c)ler (e)dir” diye söylendiği gibi (2) tikel olumlu bir matlup ise (o büyük

önerme) üçüncü moda tahsis edilir ve şöyle sonuca gider:

“Bazı (c)ler (b)dir,

Her (b) (e)dir.”

(3) Tümel olumsuz matlup ise (o büyük önerme) birinci şeklin ikinci modu ile

ikinci şeklin ikinci modu arasında değişken olur. Çünkü tümel olumsuz büyük

87 Matlub, bir açıdan neticenin aynısı bir açıdan da ondan farklıdır. Şöyle ki: Kıyasta sonuç olarak çıkan önerme, kıyasın öncüllerinden bakıldığında matlub (yani varılmak istenen şey; öncüllerden bakıldığında bilinmeyen şey); kıyasın sonucunda çıkan şey elimize geçtiğinde de ona sonuç [netice=varılmış olan, sonuçlanmış olan] denir.

108

öncüldeki orta terim konu olarak alınırsa kıyas, tıpkı “Hiçbir (c) (b) değildir” diye

söylendiği gibi, birinci şeklin ikinci moduna dahil olur ve sonuca şöyle gider:

“Her (c) (b)dir,

Hiçbir (b) (e) değildir.”

Eğer (tümel olumsuz büyük öncüldeki orta terim) yüklem olarak alınırsa kıyas,

ikinci şeklin birinci moduna girer ya da “Hiçbir (c) (e) değildir” gibi ikinci moda

girer ve sonuca şöyle gider:

“Her (c) (b)dir,

Hiçbir (e) (b) değildir.”

Ya da;

“Hiçbir (c) (b) değildir,

Her (e) (b)dir.”

Eğer matlub, orta terimin itibarî olmasının farklılaşmasına göre, tikel olumsuz

olursa, (büyük önerme de) birinci şeklin dördüncü modu ile ikinci şeklin üçüncü ve

dördüncü modu arasında değişken olur. Çünkü sen “Bazı (c)ler (e) değildir” der, sonuç

olarak “Bazı (c)ler (b) dir” diye çıkarır ve tümel olumsuz büyük önermedeki orta terimi

konu yapar da “Hiçbir (b) (e) değildir” dersen bu durumda kıyas, birinci şeklin dördüncü

moduna dahil olur. Ama onu (orta terimi) büyük önermede yüklem yapar ve “Hiçbir (e)

(b) değildir” dersen, (elde edilen) kıyas, ikinci şeklin üçüncü moduna dahil olur. “Bazı

(c)ler (b) değildir”i sonuç olarak çıkardığında ise, şüphesiz, büyük önerme, ancak ve

ancak ikinci şeklin dördüncü moduna dahil olur. Örneğin: “Her (e) (b)dir.”

Eğer bu konu, o öncüldeki yüklem olursa, oradaki orta terim de kesin olarak

yüklem olur. O zaman da büyük önerme, matlub ister olumlu ister olumsuz olsun,

109

üçüncü ve dördüncü şekil arasında değişken olur. Çünkü büyük önermedeki orta terimi

konu olarak alırsan, kıyas da üçüncü şeklin altı modundan birisi olur. Eğer onu yüklem

yaparsan, kıyas da dördüncü şeklin sekiz modundan birisi olur. Örneğin: Eğer “Bazı (c)

ler (e) dir” der, “Her (c) (b) dir”i sonuç olarak çıkarır ve büyük önermeyi örneğin “Her

(b) (e)dir” olarak tümel olumlu yaparsan, kıyas da ya üçüncü şeklin birinci moduna ya

da dördüncü şeklin birinci moduna girer. Orta terimin durumsal farklılığına göre örnek

de “Her (b) (e)dir” olur. (İyice) anlayasın! Eğer büyük öncülü, örneğin “Bazı (b) ler (e)

dir” şeklinde tikel olumlu yaparsan bu kez de kıyas, ya üçüncü şeklin beşinci moduna ya

da zikredilen farklılığa göre örneğin “Bazı (e) ler (b) dir” şeklinde dördüncü şeklin ikinci

moduna girer. “Bazı (c) ler (b)dir”i sonuç olarak çıkardığın zaman ise büyük öncül ancak

ve ancak tümel olumlu olur ve ondaki orta terim de sadece ve sadece konu olarak gelir.

Dolayısıyla kıyas da örneğin “Her (b) (e)dir” şeklinde üçüncü şeklin üçüncü moduna

girer. Çünkü küçük öncülde konunun yüklem olarak değiştirilmesi durumunda küçük

öncül ile savın? [da’vâ]88 tikel olumlamadaki birbiriyle uyuşması, üçüncü şeklin üçüncü

moduna münhasırdır. Eğer sen “Bazı (c)ler (e) değildir” der, “Her (b) (c)dir”i sonuç

olarak çıkarır ve büyük öncülü de tümel olumsuz yaparsan, kıyas da orta terimin

pozisyon farklılığına göre ya örneğin “Hiçbir (b) (e) değildir” gibi üçüncü şeklin ikinci

moduna girer ya da örneğin “Hiçbir (e) (b) değildir” gibi dördüncü şeklin dördüncü

moduna girer. Ama “Bazı (c)ler (b)dir”i sonuç olarak alır, büyük öncülü de tümel

olumsuz yaparsan, kıyas da ya örneğin “Hiçbir (b) (e) değildir” gibi üçüncü şeklin

dördüncü moduna girer ya da örneğin “Hiçbir (e) (b) değildir” gibi dördüncü şeklin

beşinci moduna girer. “Her (b) (c)dir”i sonuç olarak alır, büyük önermeyi tikel olumsuz

yaptığında ise kıyas, ya “Bazı (b)ler (e) değildir” gibi üçüncü şeklin altıncı moduna girer

88 Da’va: Sav, iddia demek. Buradaki anlamı muhtemelen kıyasın sonucu=netice olmalı

110

ya da “Bazı (e)ler (b) değildir” gibi dördüncü şeklin yedinci moduna girer. “Hiçbir (e)

(b) değildir”i sonuç olarak alırsan büyük önermeyi ya tümel olumlu ya da tikel olumlu

yapman apaçıktır. Bunlardan birincisi örneğin “Her (b) (c)dir” gibi dördüncü şeklin

üçüncü moduna; ikincisi ise örneğin “Bazı (b)ler (c)dir” gibi dördüncü şeklin sekizinci

moduna dahil olur. “Bazı (e)ler (b) değildir”i sonuç olarak çıkarır, büyük öncülü de

tümel olumlu yaptığında ise kıyas, örneğin “Her (b) (c)dir” gibi dördüncü şeklin altıncı

moduna girer.

Eğer ikincisi olursa; yani mezkûr öncül, matlubun yüklemini içerirse, bu durumda

o öncül, kıyasın büyük ve küçük öncüllerini kendinde bulundurur [matvî]. Bu yüklem de

o öncülde ya konu ya da yüklem olur. Eğer ikincisi olursa açıktır ki, orta terim o öncülde

konu olur. İçerilmiş [matvî] olan küçük öncül ise birinci ve üçüncü şekil arasında

değişkendir. Çünkü içerilmiş olan küçük öncüldeki orta terimi yüklem yaparsan, kıyas

da –tıpkı “Her (c) (e)dir” dediğin, “Her (b) (e)dir”i sonuç olarak çıkardığın ve küçük

öncülü “Her (c) (b)dir” gibi tümel olumlu yaptığında eğer matlub tikel olumlu olursa-

birinci şeklin birinci moduna dahil olur. Ya da kıyas –tıpkı “Bazı (c) (e)dir” dediğin,

“Her (b) (e)dir”i sonuç olarak çıkardığın ve küçük öncülü de “Bazı (c) (b)dir” gibi tikel

olumlu yaptığında eğer matlub tikel olumlu olursa- birinci şeklin üçüncü moduna girer.

Bu surette, daha sonra göreceğin gibi, eğer küçük öncüldeki orta terimi konu yaparsan

(ya) üçüncü şeklin üçüncü moduna girer; ya –tıpkı “Hiçbir (c) (e) değildir” dediğin,

“Hiçbir (b) (e) değildir”i sonuç olarak çıkardığın ve küçük öncülü “Her (c) (b)dir” gibi

tümel olumlu yaptığında -orta terimi tümel olumsuz yaparsan (üçüncü şeklin) ikinci

moduna; ya da –tıpkı “Bazı (c)ler (e) değildir” dediğin, “Hiçbir (b) (e) değildir”i sonuç

olarak çıkardığın ve küçük öncülü “Bazı (c)ler (b)dir” gibi tikel olumlu yaptığında- orta

terimi tikel olumsuz yaparsan (üçüncü şeklin) dördüncü moduna girer. Bu surette üçüncü

111

şeklin dördüncü modu ile de değişken olur. Eğer oradaki orta terim konu olur, matlub da

tikel olumlu olursa, kıyas da üçüncü şeklin birinci, üçüncü veya beşinci moduna girer.

Çünkü, sen “Bazı (c)ler (e)dir” der, “Her (b) (e)dir”i sonuç olarak çıkarır, küçük öncülü

“Her (b) (c)dir” gibi tümel olumlu yaparsan kıyas, birinci şeklin birinci moduna; “Her

(b) (e)dir”i sonuç olarak çıkarır, küçük öncülü “Bazı (c)ler (b)dir” gibi tikel olumlu

yaparsan kıyas, (üçüncü şeklin) üçüncü moduna; “Her (b) (e)dir”i sonuç olarak getirir,

küçük önermeyi de “Bütün (b) (c)dir” gibi tümel olumlu yaparsan (üçüncü şeklin)

beşinci moduna girer.

Eğer matlub tikel olumsuz olursa kıyas da ya ikinci ya dördüncü ya da altıncı

moda girer. Çünkü sen “Bazı (c)ler (e) değildir” der, “Hiçbir (b) (e) değildir”i sonuç

olarak çıkarır ve küçük öncülü de “Her (b) (c)dir” gibi tümel olumlu yaparsan kıyas,

ikinci moda; ama küçük önermeyi “Bazı (b)ler (c)dir” gibi tikel olumlu yaparsan kıyas,

dördüncü moda; ama “Bazı (b)ler (e) değildir”i sonuç olarak çıkarıp küçük önermeyi de

“Her (b) (c)dir” gibi tümel olumlu yaparsan, kıyas, altıncı moda dahil olur.

Eğer o yüklem, zikredilen öncülde konu olursa, şüphesiz ki orta terim de orada

yüklem olur. Dolayısıyla küçük önerme de, eğer matlup tikel olumlu olursa, dördüncü

şeklin ya birinci ya da ikinci moduna tahsis edilir. Tıpkı “Bazı (c)ler (e)dir” der, sonuç

olarak “Her (e) (b)dir”i çıkarır ve küçük önermeyi de “Her (b) (c)dir” gibi tümel olumlu

yaparsan kıyas birinci moda; “Bazı (e) (b)dir”i sonuç olarak çıkarır, Küçük önermeyi de

“Her (b) (c)dir” gibi tümel olumlu yaparsan, kıyas bu kez de ikinci moda dahil olur.

Nitekim bu durumda, kesinlikle olumlu sonuç vermeyeceğinden dolayı ikinci şekle

yönelik bir değişkenlik olmaz.

112

Eğer matlub olumsuz olursa, küçük önerme de ikinci şeklin dört modundan biri ile

dördüncü şeklin birinci ve ikinci modu dışındaki modları arasında değişken olur. Çünkü

sen “Hiçbir (c) (e) değildir” der, sonuç olarak “Hiçbir (b) (e) değildir”i sonuç olarak

çıkarırsan küçük öncülü de “Her (c) (b)dir” gibi tümel olumlu yapman gerekir, ki kıyas

da ikinci şeklin birinci moduna girer. Çünkü büyük öncüldeki yüklemin konu olarak

değiştirilmesi durumunda büyük öncül ile savın? [da’vâ] tümel olumsuzlamadaki

birbiriyle uyuşması, ikinci şeklin birinci moduna münhasırdır. Eğer “Her (e) (b)dir”i

sonuç olarak alırsan kıyas da bu kez ikinci şeklin ikinci modu ile dördüncü şeklin üçüncü

modu arasında değişken olur. Örnek: (S)89 Orta terimin pozisyon farklılığına göre ya

“Hiçbir (c) (b) değildir” olur ya da “Hiçbir (b) (c) değildir” olur.

“Bazı (c)ler (e) değildir” der, sonuç olarak da “Hiçbir (e) (b) değildir”i sonuç

olarak çıkardığında kıyas da ikinci şeklin üçüncü modu ile dördüncü şeklin beşinci modu

arasında değişken olur. Örnek: mezkûr (pozisyon) farklılığına bağlı olarak “Bazı (c)ler

(b)dir” ya da “Bazı (b)ler (c)dir” olur. Ama “Her (e) (b)dir”i sonuç olarak çıkardığında

kıyas bu kez ikinci şeklin dördüncü modu ile dördüncü şeklin altıncı modu arasında

değişken olur. Örnek: (S)90 (Orta terimin) o (pozisyon) farklılığına bağlı olarak ya “Bazı

(c)ler (b) değildir” ya da “Bazı (b)ler (c) değildir” olur. “Hiçbir (e) (b) değildir”i sonuç

olarak çıkarıp (K)91 bir de küçük önermeyi “Her (b) (c)dir” gibi tümel olumlu yaptığında

ise kıyas, dördüncü şeklin dördüncü moduna girer. (Aynı durumda küçük önermeyi)

“Bazı (b) (c)dir” gibi tikel olumlu yaparsan kıyas, (dördüncü şeklin) beşinci moduna

girer. “Bazı (b)ler (e) değildir”i sonuç olarak alır, küçük öncülü “Her (b) (c)dir” gibi

tümel olumlu yaparsan kıyas, (dördüncü) şeklin yedinci moduna dahil olur. “Bazı (e)ler

89 Bu harfi anlayamadım. İki yerde (ص), iki yerde de (ك) kullanmış. Bu harfleri okurken görmesen de olur. 90 Bir önceki dipnota bak. 91 İki önceki dipnota bak.

113

(b) değildir”i sonuç olarak alır küçük öncülü de “Hiçbir (b) (c) değildir” gibi tümel

olumsuz yaparsan kıyas bu kez de dördüncü şeklin sekizinci moduna dahil olur.

Allah’a hamdolsun ki (bu risaleyi) tamamlayabildik.

Şekillerin İrcaı:

Bil ki, mantıkta üç şeklin birinciye ircaı [döndürülmesi] ayrıntılı bir iştir. Ama ben,

onu özetleyip (mantıkçıların) kitaplarında göstermedikleri bir notu/bilgiyi vereceğim.

Buna binaen derim ki:

Matlubun konusu küçük öncülde, yüklemi de büyük öncülde bulunur.92 Orta terim

eğer küçük öncülde yüklem, büyük öncülde de konu olursa, konu ve yüklem, yüklemlik

ve konuluk olarak devam ederler. Orta terim düştüğünde/kaldırıldığında ise bu şekil,

matlubu sorunsuzca sonuç olarak verir. Bu nedenledir ki, bu şekli birinci derecede

addedip birinci şekil diye isimlendirmişler ve kalan şekilleri de ona irca etmişlerdir.

Örnek:

“Her (b) (c)dir,

Her (b) (e)dir,

(O halde) Her (e) (c)dir.”

Eğer durum bunun tersine ise küçük öncülde konu, yüklem; büyük öncülde de

yüklem, konu olacak şekilde her ikisi değiştirilir. Böylece sonuç çıkarmak için, her iki

öncülde bulunan konuların yüklem, yüklemlerin de konu yaparak birinci şekle irca

etmeye ihtiyaç duyulur. Bundan dolayı bu şekli dördüncü derecede addedip dördüncü 92 Olay şu: B: Büyük terim, K: Küçük terim, O: Orta terim. Şimdi bir kıyas kuralım: Her O B dir

114

şekil diye isimlendirmişlerdir. Çünkü o93birincinin tersine her iki öncülde de bulunur.

Örnek:

“Her (b) (e)dir,

Her (c) (b)dir,

(O halde) bazı (e) (c)dir.”

Eğer orta terim o ikisinde yüklem olursa, matlubun küçük öncüldeki bulunan

konusu değiştirilmezken büyük öncüldeki bulunan yüklemi değiştirilir ve konu yapılır.

Dolayısıyla aynı şekilde sonuç çıkarmak için büyük öncülün konusunu yüklem ve tersini

yaparak birinci şekle irca etmeye ihtiyaç duyulur. Böylece onu ikinci derecede addedip

ikinci şekil diye isimlendirdiler. Çünkü matlubun iki öğesinden94-küçük öncülde

bulunan- en üstünü olan küçük terim değiştirilemez. Eğer değiştirilirse, (matlubun) iki

öğesinden -büyük öncülde bulunan- en düşük (terimi) olur. Örnek:

“Her (c) (b) dir.

Hiçbir (e) (b) değildir.

Hiçbir (c) (e) değildir.”

Eğer orta terim o ikisinde konu olursa, matlubun büyük önermede bulunan

yüklemi değiştirilemezken küçük öncüldeki konusu değiştirilir ve yüklem yapılır.

Dolayısıyla sonucun çıkması için küçük öncülün konusunu yüklem, yüklemini de konu

yaparak birinci şekle irca etmeye ihtiyaç duyulur. Bunun içindir ki, matlubun iki

öğesinden –küçük öncüldeki bulunan- en üstün (terimin)in değişmesinden dolayı bu 93 İlletlerin illeti. (metinde böyle yazılmış). 94 Yani konu ve yüklem.

115

şekli üçüncü derecede addetmişlerdir. Eğer değiştirilmezse (matlubun iki öğesinden)

büyük öncülde (bulunan terimi) en düşüğüdür. Örnek:

“Her (c) (b)dir,

Her (b) (e)dir

(O halde) bazı (c) (e)dir.”

Sonuç olarak; Mustafa Kâmil Mar’aşî’nin felseî görüşleri onun yaşadığı

dönemin sosyal, kültürel ve içtimaî hayatıyla yakından ilgili olup, münevver bir

aydın olma kimliğiyle ortaya koyduğu çözümlerden oluşmaktadır. Yaşadığı dönemin

problemlerine seyirci kalmamış, hem muhitindeki aydın kişilerle çözüm üretmek

bakımından bunları paylaşmış ve tartışmış hem de çözümlerini yazılarıyla zamanın

yayın organları vasıtası ile halka ulaştırmasını bilmiştir. Bilgiyi kendine saklamayıp

halk ile paylaşmıştır. Bu da duyarlı ve sorumluluk sahibi bir kişi olması bakımından

fevkalade dikkate değerdir. Zira yaşadığı dönem ele alındığında, Osmanlı

toplumunun ne denli sıkıntılar içinde olduğu da malumdur. Belki de ismini çok fazla

duymadığımız o ve onun gibi aydınlar sayesinde toplumumuzun direnci, onca

sıkıntılara rağmen kırılmamıştır.

116

S O N U Ç

Buraya kadar Mustafa Kâmil Mar’aşî’nin hayatını, eserlerini, dînî

düşüncelerini ve sosyal hayata dair fikirlerini kısaca aktarmaya çalıştık. Onun

yaşadığı dönem dikkate alındığında, düşüncelerinin ve gayretlerinin önemi, dönemi

içerisinde ve sonrasında daha iyi anlaşılacaktır.

Mustafa Kâmil Mar’aşî’nin hayatı; vatanı, milleti ve devleti için çalışma ve

mücadele ile doludur. Aykırı bir kişiliğe sahip olmamakla beraber toplumun aksayan

yönlerini, basın ve yayın organları vasıtası ile dile getirmekten ve çözümler

aramaktan geri durmamıştır. Sadece dile getirmekle kalmamış, hayatı boyunca,

eğitimci kimliğiyle, yaşadığı toplumun problemlerine çözüm üretmeye gayret

göstermiştir.

Onun çabası, Osmanlı İmparatorluğu’nun dünya üzerindeki şan ve şerefinin

sarsıldığı bir dönemde, medeniyet yarışında üstünlüğün batılıların eline geçtiği bir

dönemde, ümitsizliğe kapılmadan, içinde yaşadığı toplumu yeniden hak ettiği

seviyeye ulaştırabilmektir. Hiçbir zaman umutsuzluğa ve karamsarlığa yenik

düşmemiştir, geleceğe ümitle bakmasını bilmiştir. Ona göre insan için başarıya

ulaşmanın yolu; bıkmadan, usanmadan, yeniliklere kapıları kapatmadan çalışmaktır.

Bu yolda batının sistem ve yeniliklerini almamız ve geliştirmemiz fikrîni

savunmaktaydı. Ancak, bunu yaparken kendi kimliğimizi, dinî ve milli duygularımızı

kaybetmeden yapmamız gerektiğini düşünüyordu.

Mustafa Kâmil Mar’aşî, muallim ve müderris olarak çalıştığı mektep ve

medreselerde, Osmanlı toplumunun daha iyi bir konuma gelmesi için çalışmıştır.

Eğitimin toplumun temel ihtiyacı olduğu fikrîyle, yeni eğitim metotları üzerinde kafa

117

yormuştur. Eğitim sisteminin daha anlaşılabilir, daha sade olması konusunda ortaya

koyduğu eserlerle öncülük etmiştir.

O, yazdığı eserlerin yanında, gazete ve dergilerde yayımladığı makale ve

yazılarla, sosyal alandaki sorunlara çözümler üretmiştir. Toplumun kaybolan ahlâkî

ve insanî değerlerini ele almış, İslâmî geleneğe bağlı kalarak düşüncelerini ortaya

koymuştur. Çalışmamızda başlıklar halinde ortaya koyduğumuz fikir ve düşünceleri,

onun değişik konularda ortaya koyduğu çözüm yollarını açıkça göstermektedir.

Osmanlı toplumunun ilerlemesi yolunda ilmin her yerden alınabileceği fikrîne

sahip olmakla beraber, kendi öz benliğimizi korumamız gerektiğini düşünmektedir.

Değişimin vazgeçilmezliğinin farkında olan Mustafa Kâmil Mar’aşî, medreseden

yetişmiş bir aydın olmasına rağmen, o kadar katı sınırlar çizmemiş, yeniliğe açık

olmasını bilmiştir. Onun böyle kendini geliştiren fazıl ve âlim bir zat olması,

döneminde takdir görmesini ve ilim sohbetlerinin vazgeçilmez şahsiyetlerinden biri

olmasını sağlamıştır.

Sonuç olarak, Mustafa Kâmil Mar’aşî’nin ortaya koyduğu fikirlerin, yaklaşık

bir asırdan fazla zaman geçmesine rağmen, hâlâ tazeliğini ve geçerliliğini koruyor

olması, onun ileri görüşlülüğünü ve fikirlerinin tutarlılığını gösterdiği kadar, ülke

olarak o dönemden bu güne kadar kat ettiğimiz mesafeyi de göz önüne sermektedir.

118

KAYNAKÇA

AKKÖY, Aysevil, İzmir edebiyat Tarihine Dair Hatıralar II, Tez No 114, 1987.

AKTEPE, Münir, “İzmir Şehri Osmanlı Devri Medreseleri Hakkında Ön bilgi”,

İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Enstitüsü Dergisi, nr. 26, İstanbul-

1972.

AKTEPE, Münir, “Osmanlı Devri İzmir Cami ve Medreseleri Hakkında Ön bilgi I.

II.”, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Enstitüsü Dergisi, nr. 3.4.5.

İstanbul -1971/ 1974.

ALANGU, Tahir, Ömer Seyfettin, İstanbul- 1968.

ATINTAŞ, Hayrani, İbn Sina Metafiziği, A. Ü. İlahiyat Yayınları No:193,

Ankara- 1992.

BAYRAKDAR, Mehmet, Din Felsefesine Giriş, Ankara -1997.

BAYRAKDAR, Mehmet, İslâm ve Ekoloji, Ankara- 1992.

BUHARİ, el- Cami’u’s-Sahih, İstanbul 1992.

ÇANTAY, Hasan Basri, Kur’an-ı Hâkim ve Meal-i Kerim, I-III, Elif Ofset, İstanbul

-1990.

ÇİFTÇİ, Cemil, Maraşlı Şair- Yazar Âlimler, İstanbul- 2000.

EBU DAVUT, Sünen, İstanbul 1992.

HUYUGÜZEL, Ömer Faruk, İzmir Fikir ve Sanat Adamları (1850- 1950), Kültür

Bakanlığı Yayınları, Ankara- 2000.

119

HUYUGÜZEL, Ömer Faruk, İzmir’de Edebiyat ve Sanat Hareketleri Üzerine

Araştırmalar, İzmir Büyük Şehir Belediyesi Kültür Yayınları 2004.

HÜSEYİN AVNİ, İzmir Şairleri Antolojisi, Aydın Vilayeti, 1934.

KAYGUSUZ, Bezmi Nusret, Bir Roman Gibi, İzmir Büyük Şehir Belediyesi Kültür

Yayınları- 2002.

KOYUNCU, Gülnaz, İzmir Sanayi Mektebi (1868- 1923), Yüksek Lisans Tezi,

Dokuz Eylül Üniversitesi, Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü, İzmir- 1993.

MUSTAFA KÂMİL MAR’AŞÎ, “ Vazifelerimizden- 6, Edep ve Fazilet”, Ahenk,

nr. 1043, 27 Mart 1901.

MUSTAFA KÂMİL MAR’AŞÎ, Ahenk, nr. 1275, 12 TE. 1316- 25 TE. 1900

MUSTAFA KÂMİL MAR’AŞÎ, Ahenk, nr. 1441 (-46 -47 -49 -51), 16 Mayıs

1901…

MUSTAFA KÂMİL MAR’AŞÎ, Ahenk, nr. 1481, 1 Temmuz 1901.

MUSTAFA KÂMİL MAR’AŞÎ, Ahenk, nr. 4045, 3 TS/ Kasım 1909.

MUSTAFA KÂMİL MAR’AŞÎ, Ahenk, nr.1272, 21 Temmuz 1900.

MUSTAFA KÂMİL MAR’AŞÎ, Ahenk, nr.1274, 11 TE. 1316- 24 TE. 1901.

MUSTAFA KÂMİL MAR’AŞÎ, “ Vazifelerimizden- 2, İctihat”, Ahenk, nr.

1369,16 Şubat 1901.

MUSTAFA KÂMİL MAR’AŞÎ, “ Vazifelerimizden- 4, Tezhib-i Nefs”, Ahenk, nr.

1388, 10 Mart 1901.

MUSTAFA KÂMİL MAR’AŞÎ, “ Vazifelerimizden- 5, Kıdve”, Ahenk, nr.1394, 17

Mart 1901.

120

MUSTAFA KÂMİL MAR’AŞÎ, “Vazifelerimizden- 1, Nefse İtimad”, Ahenk,

nr.1362, 8 Şubat 1901.

MUSTAFA KÂMİL MAR’AŞÎ, “Vazifelerimizden- 3, Ciddiyet- Sabır ve

Muvazenet”, Ahenk, nr.1383, 5 Mart 1901.

MUSTAFA KÂMİL MAR’AŞÎ, Ahenk, nr. 1458, 23 Mayıs 1317- 5 Haziran 1901.

MUSTAFA KÂMİL MAR’AŞÎ, Ahenk, nr.1398, 22 Mart 1901.

MUSTAFA KÂMİL MAR’AŞÎ, Dinî ve Tarihi Menakıb-ı İmam-ı Azam, İzmir

H.1340/ M.1922.

MUSTAFA KÂMİL MAR’AŞÎ, Hizmet, nr. 2541, 16 KS. 1909.

MUSTAFA KÂMİL MAR’AŞÎ, Köylü, nr.192, 7 Nisan 1325/ 1909.

MUSTAFA KÂMİL MAR’AŞÎ, Saadet, nr. 601, 28 KE 1886.

MUSTAFA KÂMİL MAR’AŞÎ, Saadet, nr. 607, 5 KS.1896.

MUSTAFA KÂMİL MAR’AŞÎ, Sadayı Hak, nr. 1386, 17 Temmuz 1340.

MUSTAFA KÂMİL MAR’AŞÎ, Tercüman-ı Hakikat, nr. 1125. 17 Mart 1882.

MÜSLİM, Sahih, Beyrut 1992.

TİRMİZİ, Ebu İsa Muhammed b. İsa, Sünen, İstanbul 1992.

ÜNVER, Süheyl, Türk Tarih Arşivi, N.18, 1940.