Upload
yol-siyasi-dergi
View
245
Download
14
Embed Size (px)
DESCRIPTION
Bizi aşağıda bulunan adreslerden takip edebilirsiniz. www.yolsiyasidergi.org & www.twitter.com/yolsiyasidergi & www.facebook.com/yolsiyasidergi
Citation preview
Düşünce ve Davranış B irb irinden Ayrılmaz
Değişen Dünya Dengesi ve Devrim Sorunu
Kaypakkaya'da Sınıflar Tahlili (Yeni Demokrasi Eleştirisi)
Devrimci Sol Eleştirisi
Sosyal Anlamlı Askercil Taktik
Elemanları
Sahibi ve Sorumlu Ya zıişleri Müdürü: Ihsan Özal Yönetim Yeri ve Yazışm a Adresi: Piyerloti Caddesi Silahtar Mektep Sokak Ahmet Bostancı Han No 11/11 Çemberiitaş-İSTANBUL
İçindekilerDeğişen Dünya Dengesi veDevrim Sorunu............................................ 7
Devrimci Sol Eleştirisi............................. 33
Kaypakkaya'da Sınıflar Yapısının Tahlili veDevrim Sorunu.......................................... 65
Sosyal AnlamlıAskercil Taktik Elemanları.................... 107
f l J ı ı ı l l ı J I ■memaoaÖncelikle özür dileyerek başlıyoruz. Belirttiğimiz
süreden biraz geç bir biçimde çıkmanın sıkıntısıyla yeniden karşınızdayız.
Gelelim yeni sayımıza.Bu sayımız gene diğer sayılarımızdaki gibi teorik
yoğunlukta. Yazarlarımızın polemikleri ve dünya değerlendirmesi diğer sayılarımızdan daha üst nitelikli bir biçimde yer almaktadır. Mehmet Yılmazer arkadaşımızın Değişen Dünya Dengesi ve Üçüncü Dünyada Devrim Sorunu'nu irdeliyor. Hüseyin Ali Kemal arkadaşın Devrimci Sol eleştirisi, İbrahim Kaypak- kaya'nın sınıflar yapısının tahlilin eleştirisi Barış Do- ğanay arkadaştan ve Dr. Hikmek Kıvılcımlı'nın O- portunizm Nedir? adlı kitabından sosyal anlamlı askerdi taktik ve strateji adlı makalesini yayınlıyoruz.
Üç ay sonra yeniden buluşmak dileğiyle.
YOL
THKP/CEPHEELEŞTİRİSİ
MEHMET YILMAZER
ÇIKTI
BÜTÜN KİTAPÇILARDA
YOL 7
DEĞİŞEN DÜNYA DENGESİ VE DEVRİM SORUNU
Mehmet YILMAZERSosyalist sistemin çöküşü ve dünya güçler dengesinde önce
ki konumunu yitirişi devrim sorununa yeni bir yaklaşımı zorunlu hale getiriyor. Kaba görünüşüyle dünya sanki 1917 öncesine dönmüştür. Güçlü emperyalist merkezler, geniş yeni sömürge ülkeler ve kapitalizmi restore etmek için kan teri döken eski sosyalist ülkeler... Bu tablo insanlığın önüne üretici güçlerin gelişmesi açısından hangi imkanlar koymaktadır: Zirvede gelişiyor görünen emperyalist merkezler; eleklerde ise üretim ilişkileri ve sosyal sistem olarak tıkanan geri kapitalist ülkeler; fakat aynı zamanda toplumsal mülkiyetin kendini “devlet mülkiyeti” olarak ortaya koyduğu, durgunlaşan ve bozulan, sosyalizme geriye dönüş çabalârarı dünyada birbire zıt ve çok güçlü anaforların yaşandığını gösteriyor.
Ezbere konuşmayacaksak “kapitalizmden sosyalizme geçiş çağı” çehresini bütünüyle değiştirmiştir. Eski nakaratların ve formüllerin tekrarı bilinçleri doyurmamakla kalmıyor, yeni süreçlere karşı uyanıklığı körelteceği için doğrudan gerici bir işlev görüyor, Sosyalizm için mücadele ederken kişilerin hatta siyasi eğilimleri a- maca “ihanetinden” söz etmek mümkündü. Ancak yüz milyonları a- şan ulusların geriye dönüş sancılarını “İhanetle”, “döneklikle” açıklamak sosyal olaylara tek yanlı ve idealistçe bir yaklaşım olur. Dolayısıyla nasılki dünyada sosyalist devrimler ve sosyalizmin, inşa çabaları “tarihin bir rastlantısı” değilse, şimdi geriye dönüş sancıları da yalnızca ve basitçe “ihanet” ya da “döneklik” değil, sosyal bir gerçekliktir. Dünyamız birbirine zıt sosyal yönelişlerin ortasında görünüyor. Geri kapitalist ülkelerin önemli bir kısmında sistemin tıka- nışı ve sosyalizme yöneliş çabaları; öte yandan bozı/lan ve çürüyen sosyalizmden kapitalizme geriye dönüş sancıları, dünyanın emperyelist merkezler dışında kalan kısmını kucaklıyor.
Bu koşullarda ve dünyadaki bu denge değişiminde ülkelerdeki devrim sorununa nasıl yaklaşmalıyız! Bugünün verilerinden hareketle sorunu tartışmadan önce devrimler tarihinin Marxs-Enrgels’le
YOL 8- Değişen Dünya Dengesi
birlikte başlıyor yıllarından Sosyalizmin çöküşüne kadar uzanan dönemine bir göz atalım.
MARX-ENGELS’DEN SOSYALİZMİN ÇÖKÜŞÜNE KADARDEVRİM KOŞULLARI
Bu yılları başlıca üç ana döneme ayarabiliriz. ilki, ‘ kıtada top- yekün devrim’in beklendiği Marxs-Engels yıllarıdır. Marks ve Engels kendi dönemlerinde Avrupa kıtasında (Ingiltere adası dahil) eşzamanlı bir devrim öngördüler. O dönemde bir tek ülkede devrim düşünülmedi. Bu öngörü, dönemi için bir gerçekliği yansıtıyordu. Kapitalizm Avrupa kıtasında birbirine yakın tarih aralıklarında ve birbiri hızlandırarak eşzamanlı geliştiği için Mars-Engels'in kıta çapında bir devrim öngörmesi dönemin koşullarına denk düşüyordu. Nasılki burjuva devrimleri Avrupa kıtasında birinden diğerine taşındı ise, ardından işçi hareketleri de aynı yolu izlediler. 1840’lar Avrupa- sında işçi sınıfı mücadelesi kapitalist ülkelerin sınır çizgileri içinde tecrit olmadı. Bütün kıtayı sardı ve işçi sınıfı tarih sahnesine bir tek ülkede değli, bütün kıta Avrupa’sında eşzamanlı olarak çıktı. Bu somut gerçeklikler ister istemez o dönem devrimcilerinin görüşlerini şekillendirdi.
Kapitalizm serbest rekabetçi yılları aynı zamanda kıtada top- yekün devrimin beklendiği yıllar oldu. Marks-Engels’in yaşadığı yıllarda Avrupa’da tek ülkede devrim olmadı, ancak kıta çapında bir devrim de gerçekleşmedi.
İkinci dönem, kapitalizmin emperyalizm aşamasıyla başlar, ikinci dünya savaşında sosyalist sistemin doğuşuyla biter. Kapitalizm henüz Avrupa kıtasının batısıyla sınırlı iken onun ülkelerdeki gelişimi azçok birbirine yakın süreçler izledi. Fakat, tekelci kapitalizm yıllarında dünyanın kaynaklarının paylaşımı dönemi başladığında, kapitalizmin tek tek ülkelerdeki “eşitsiz gelişimi”, onun gelişim kanunu oldu.
Lenin, bu objektif gerçekliğe dayanarak 1915 yılına gelindiğinde eşitsiz gelişim temelinde tek tek ülkelerde devrimin mümkün olduğunu öngördü. Dünya 1850’lerden bambaşka bir konuma gelmişti. 1900’lerde iyice şekillenen tekelci kapitalizm, dünyayı paylaşma yoluna çıkarken kaçınılmaz bir şekilde bu korkunç paylamış savaşı sırasında devrimlerin yolunu döşeyecek çelişkileri biriktirdi, dünya
YOL 9
ölçüsünde çatlaklar yarattı.
Emperyalist merkezlerin kendi aralarındaki mücadelesi, kapitalizmin dünya ölçüsünda yaygınlaşma süreci onun eşitsiz gelişimini öne çıkarttı. Bu ise ülkelerin koşullarını birbirine benzemez hale getirdi, aralarındaki gelişim konaklarını başkalaştırdı.
1917 devrimi tek ülkede devrim tezinin pratikdeki doğrulanması olmuştur. Ancak bu doğrulanma henüz gerçekliğin bir yüzü içindi. Lenin dahil, Rus devrimcileri kendi ülkelerindeki bir devrimi daima Avrupa’da arkalarından gelecek bir proleter devrimine bağlamışlardır. “Batıda ardımızdan bir proletarya devrimi gelmedikçe zaferin sürekli olamayacağını ve devrimimize doğru yaklaşımının yalnızca uluslararası bakış açısından mümkün olduğunu sürekli olarak kuvvetle vurguladık.."(1)
Dolayısıyla 1917 devrimi ve Bolşevik iktidarı tek ülkede devrimin mümkün olduğunu kanıtı olmuştu, ancak henüz “zaferin sürekli” olmasının bir kanıtı değildi. O günlerin koşullarında Rus devrimcileri zaferin sürekliliğini Batı’da bir proletarya devriminin patlaması koşuluna bağlamışlardı. Buna en yakın ülke ise Almanya idi.
Pratik bu öngörüye doğrulamamıştır. Alman devrimi yenilgiye uğramış, Sovyet iktidarı kapitalizm denizinde bir ada gibi kalmıştı. Fakat öte yandan 1920'nin sonuna gelindiğinde üç yıllık iç savaş ve emperyalizmin saldırıları karşısında Sovyet iktidarı yaşama gücünde olduğunu kanıtlamıştır. Böylece o güne kadar tecride açıkça öngörülmemiş olan bir olgu pratikte gerçekleşmekle kalmıyor zaferin sürekliliği sağlanmış oluyordu.
Sovyet iktidarının yaşamasında Rusyanın dev bir ülke olması ve öte yandan emperyalist merkezlerin savaşta yorgun düşmesi bir nedendir. Fakat zaferi salamlaştıran bu koşullar sürekliliği”de sağlanmış oluyordu.
Sovyet iktidarının yaşamasında Rusya’nın dev bir ülke olması ve öte yandan emperyalist merkezlerin savaşta yorgun düşmeleri önemli bir nedendir. Fakat zaferi sağlamlaştıran yalnızca bu koşullar değildir. Kendisi bir devrimle iktidara gelememiş de olsa, Avrupa proletaryasının iki dünya savaşı arası yıllardaki mücadelesi Sovyet iktidarına yaşam kaynağı olmuştu. Sovyet iktidarı kapitalizm deni-
YOL 10- Değişen Dünya Dengesi
ziyle çevrelenmişti, ancak aynı zamanda batı proletaryasının dolaylı desteği ve coşkulu bir sempati ağıyla da kuşatılmıştı.
Bu gerçeklik, günümüz devrimlerinin yaşaması için de hayati bir önem taşımaktadır. Fakat kapitalizm kendinin zayıf düştüğü bir momentte yaşama şansı bulan sosyalizme yeni ve köklü bir saldırı başlatmadan duramadı. Kapitalizm, Sosyalizme -Sovyeletr Birliğine- topyekün bir saldırıya geçebilmek İçin başlatmadan duramadı. Kapitalizm, Sosyalizme -Sovletyer Birliği, topyekün bir saldırıya geçebilmek için Alman faşizmi ölçüsünde hayvanlaşmaktan başka bir yol bulamadı. Tek ülkedeki sosyalizm Faşizmin haçlı seferiyle yok edilememekle kalmadı, sosyalizm bir tek ülkenin sınırlarını aşan, ülkeler grubunu kucaklayan yeni bir sistem oldu. Böylec devrim sorunu yeni bir çehre kazanmış oluyordu.
Üçüncü dönem, İkinci Dünya savaşı bitiminden günümüze kadar uzardı. Sosyalist sistemli varlığı koşullarında tek tek ülkelerde devrim sorunu artık açık ve kesin bir imkan haline gelmiştir, hele Küba gibi Amerikan emperyalizminin bunun dibindeki bir ülkede devrimin zafer kazanması yeni dünya dengesinde tek tek ülkelerde başarılı devrimlerin objektif zeminini iyice pekiştirmişti.
Böylece sosyalist sistemin şekillenmesiyle birlikte dünya da yeni bir süreç daha yaşanmaya başlamıştır. Emperyalizmin sömüründen kurtulmaya çalışan ama sosyalizme “bağlantısız ülkeler" ancak sosyalist sistemin varlığıyla birlikte olanaklı hale gelmiştir. Dolayısıyla sosyalizmin varlığı geri kapitalist ülkelerle emperyalist merkezler arasındaki ilişkiyi etkilemiş, klasik sömürgecilik dönemi son bulmuş yeni sömürgecilik dönemi başlamıştı.
Çin, Küba, Vietnam devrimlerin eski sömürge ülkelerin alınya- zısında tayin edici bir role sahiptir. Emperyalist ülkelerden birisinin kesin egemenliğinde yaşamak böylece geri ülkeler için alın yazısı olmaktan çıkmıştır. Sosyalist sistemin şekillenmesiyle dünyada 1940’lara kadar egemen olan düzen kökten bir değişime uğramıştır. Sosyalizmin bir grup ülkede gerçeklik oluşu dünya ölçüsünde sosyalizme bir yönelişten önce yaygın sömürge kurtuluşu dönemini açmıştır. Ulusal kurtuluş savaşları 1975'lere kadar dünya devrimci sürecine damgasını vuran bir gerçeklik olmuştur. Bu dönem gerek radikal mücadeleler ile emperyalizmden "bağımsızlaşmak”, gerek
YOL 11
se dünyadaki genel sürecin baskısı sonucu kapitalist anayurtların eski sömürgelerine görünüşte de olsa “siyasi bağımsızlık" vermesi biçiminde yaşanmıştır.
Bu ülkelerin -bir kaç istisna hariç- diğer hepsinde, Sovyetlerin öne sürdüğü gibi “kapitalist olmayan yol" dan sosyalizme bir gidiş değil, ger ¡üretim ilişkilerinden bir bakıma üçüncü dünyaya özgü yollardan kapitalizmin geliştirilmesi yaşanmıştır.
Geri ülkeleredeki sosyalist özlem ve sloganlarla yüklü geçiş dönemi bir otuz yılı almış, 1970’lerde sosyalist sloganların altındaki kapitalist öz kendini ortaya koydukça dünyadaki sosyal süreç de yeni bir döneme girmiştir.
ikinci dünya savaşı sorası yaşanan dönemde 1970’ler bir dönem noktası olmuştur. Bunu bugün daha iyi görebiliyoruz. 1970'li yıllar iki sistemi arası bir güç dengesinin kurulduğu ve ulusal kurtuluş savaşlarının tarihsel olarak son konağının yaşandığı yıllar olmuştur. Devrimci yükseliş süreci tepe noktasına gelip bir dengede durgunlaşmaya dönüşmüştür. Onbeş yılı aşkın denge yılları 1985 sonrası hızla bozulmuş ve sosyalist sistemin çöküşüyle sonuçlanmıştır. Denge ya ileriye ya da geriye doğru bozulacaktı, yaşadığınızı tarihsel süreçte bu denge geriye doğru bozulmuştur.
Geriye doğru bir devriliş ilk elden devrimci güçler açısından kötü sonuçlar doğurmuş olsa da, aynı zamanda her iki sistem içinde ve özellikle sosyalist sistem içinde ne kadar çürümüş yozlaşmış yan varsa onları da açığa vurmuştur. İnsanlık tarihinin geleceği açısından bataklık durgunluğunun ve iğrenç çürümüşlüğün bir fırtınayla altüst edilmesi yeni taze güçlerin açığa çıkması açısından hem bir kaçınılmazlık hem de bir şanstır.
1970'lerde nükleer bir yıkım tehlikesiyle kurulan Kapitalizm- Sosyalizm dengesi bir yandan karşılıklı kazanılmış mevzilerin dayanıklılığını sınavdan geçirirken, öte yandan tutucu durgunluğuyla yeni güçlerin yolunu tıkıyor, sosyal gelişimi çürütüyordu. 'Eski kapitalizm sosyalizm dengesi mi, yoksa yaşadığımız geriye devriliş yılları mı insanlığın devrimci gelişiminin çıkarlarınadır' sorusu tarihsel materyalizm açısından bir saçmalıktır. Hiç şüphesiz ki eski denge koşullarında tek tek ülkelerdeki devrimci gelişimler sosyalizmin maddi ve moral desteğiyle beslenebiliyorlardı. Fakat aynı zamanda
YOL 12- Değişen Dünya Dengesi
kapitalizm-sosyalizm dengesinin yarattığı tutucu durgunluk, dünya devrimci sürecinde radikal eğilimleri değil sürekli uzlaşmacı, reformist eğilimleri besledi. Sovyetlerin "barışçıl* dengesi devrimci güçlerin çürütüldüğü geniş bir sosyal bataklık yarattı. ‘Denge’ , yapısı gereği tutucudur, durağandır. Ancak doğada ve sosyal yaşamda dengeler bir geçiş süreci olarak kaçınılmazdır da.
Son devrilişler eski dengenin hemen ve ilk elden devrimci gelişimler lehine bozulmaması anlamında bir geri adımdır. Fakat insanlığın tarihsel gelişimi dikkate alındığında ileri bir adımdır da. Devrimci güçleri çürüten dengelerin bozulması, sancılı süreçlerin içinden ge- çerekte olsa yeni taze sosyal güçleri sınıflar mücadelesinin içine çekecektir.
Olaylara biraz daha yakından baktığımızda bir paradoksla karşı karşıya olduğumuz görülür. Sosyalist sistem, kapitalizmin güçlü olduğu bir tarihsel momentte değil, üçüncü dünyada yeni sömürgeciliğin iflas işaretlerinin yükseldiği; üstelik bu ülkelerde mü- cadelerin ulusal kurtuluş sayfasının kapanıp sosyal kurtuluş sayfasının açıldığı, yani mücadelenin sosyal bilinç olarak bir basamak daha yükseldiği bir tarihsel momentte çökmüştür. Bu paradoksun anlamına ve yaratabileceği sonuçlara gelmeden sosyalizmin çözülüşüyle birlikte ortaya çıkan “Kuzey-Güney çelişkisine" değinelim.
KUZEY-GÜNEY ÇELİŞKİSİ
Sosyalizm-Kapitalizm dengesi kapitalizmin lehine bozulanca “doğu-batı çelişkisinin" yerini “kuzey-güney çelişkisinin” aldığı iddia ediliyor. Kaba görüntüyle yetinilirse Kuzey (zengin emperyalist ülkeler) ve güney (yoksul, geri kapitalist ülkeler) çelişkisinin öne çıktığı bir gerçekliktir. Eskiden bu çatışma kapitalizm-sosyalizm dengesinin sınırında yaşanıyor ve bir geri ülkedeki iç mücadele ya da bölgesel çatışma ve savaşlar bu dünya dengesinin kesin izini taşıyordu. Şimdi bu denge bozulduğuna, üstelik sosyalizm çözülüşe uğradığına göre dünyadaki çatışmalarda nasıl bir saflaşma şekillenecektir;
Kuzey-Güney çelişkisi tezini Türkiye’de en öne çıkartan D. Perinçek ve Teori dergisi oldu. Aslında Perinçek için zaten dünyada bir sosyalizm olgusu yoktu. Sovyetler Birliği de ‘emperyalist* ülkelerden birisiydi. Dolayısıyla bir ‘emperyalist” ülkenin güçten düş-
YOL 13
mesi neden kuzey-güney çelişkisini öne çıkartsın? D. Perinçek kendi mantığıyla tutarlı davranmıyor. Bu davranışıyla aslında, Sosyalizmdeki gerçek çöküşün 1980'lerde başlayıp derinleştiğini kendisi de dolaylı olarak kabul etmiş oluyor.
Konumuza dönersek, Perinçek Kuzey-Güney çelişkisini nasıl temellendirmektedir?
“Çağımızda devrim bir ülkenin kendi içindeki sınıfsal hesaplaşmaların meyvası değildir. Devrim, Marx zamanında ülke içi hesaplaşmalardan çıkıyordu. Bugün devrim, emperyalist hakimiyet zincirin bir ülkede kırılmasıdır... Bu bakımdan ezilen ülke burjuvazi* lerinin, emperyalist sömürüyü zayıflatarak kendi işçilerinin sömürüsünden aldıkları payı büyütmeleri, dünya devrimi açısından olumludur... Meseleye salt işçi-kapitalist çelişmesi açısından bakarsak olayı anlayamayız. Çünkü burada zayıflayan, doğrudan doğruya kapitalizm değil, emperyalizmdir." (2)
Sınıflar savaşını Marx döneminde bırakan D. Perinçek, dünya devrimci sürecini emperyalizm ile ezilen ülke burjuvazilerinin mücadelesine indirgiyor. Perinçek hiç şüphesiz dünyaya kendi burjuva gözlükleriyle bakıyor. Daha 1970'lerdeki AL-AK Aydınlık bölünmesinde, AK Aydınlık sayfalarında sınıflaşmaya karşı çıkan, “milli cephe" politikasını öne süren, Türkiye'de devrimi toprak ağalarına karşı toprak devrimine indirgeyen Perinçek, çok kişinin sandığının tersine o günlerdeki çizgisinde tutarlı bir şekilde yürümektedir. Emperyalizme ve loprak ağalarına karşı burjuvazi ve işçi sınıfını bir tek “milli cephede” eritmeyi özleyen D. Perinçek'in Sosyalizm düşmanlığı boşuna değildi. Sosyalist sislemin varlolduğu koşullarda her ulusal kurtuluş hareketi sosyalizme yönelme şansı taşıyordu. Ufku burjuva devriminden öteye gidemeyen Perinçek ulusal kurtuluş hareketlerinin önünden sosyalizme yönelme “tehlikesini* kaldırmak için, dünyadan sosyalist sistemi kaldırıverip onu emperyalist ilan etmesi boşuna değildir.
Şimdi sosyalizmin gerçekten çöküşü koşullarında sınıflar savaşının Marx döneminde kaldığını daha cesaretle ilan edebiliyor. Oysa hangi ulusal kurtuluş mücadelesi aynı zamanda bir iç (sınıfsal) hesaplaşmadan geçmeden adım alabilmiştir? D. Perinçek kendi konumun gereği sınıflar mücadelesi gerçekliğini örtüp, ‘emperya-
YOL 14- Değişen Dünya Dengesi
lizme karşı” mücadeleyi öne çıkartıyor. Oysa 1920’ler sonrası hızlanan ulusal kurtuluş savaşları dünya ölçüsündeki sınıflar savaşının (emperyalist merkezler Sovyetler Birliği arasında) zemininde geliştiler ve kaçınılmaz bir şekilde bu saflaşmanın izlerini taşıdılar.
D. Perinçek'in ikinci önemli tesbiti geri ülkelerde kapitalizmin durumuyla ilgidir. ‘ 19. yüzyılda, en son 20. yüzyılın başlarında kapağı kapitalist ülkeler kategorisine atan attı. Atamayanlar, ezilen ülkeler safında kaldı ve artık bu kapı kapandı. Yani emperyalizm çağına girildikten sonra kapitalizme yetişme, onlardan biri olma şansı kalmadı.” (a.y) “Ezilen ülkeler” kapitalist değil midir? Büyük çoğunluğu kapitalisttir. Onların emperyalist merkezler ölçüsünde gelişmemesi ayrı konu, kapitalist üretim ilişkilerine sahip olmaktan ayrı bir konudur. Hatta kimi "ezilen” kapitalist ülkeler emperyalist niyetler taşımakla kalmıyor, kendi çapında bunun pratiğini zorluyorlar. D. Perinçek saflaşmayı sınıflar gerçekliğine göre değil, ülkelerin gelişme durumuna göre yaparak, dünyada egemen olan gerçek mücadele zeminini örtüp bulanıklaştırıyor.
D. Perinçek; Kuzey-güney çelişkisiyle ilgili üçüncü önemli tesbiti sürecin ana karakteri üzerine... yapar. “Ama süreç, emperyalizmin lehine değil, ezilen dünyanın lehinedir. Sömürgelikten bağımsız devletlere doğrudur süreç.”... “Çünkü uluslaşma süreci daha bitmedi, milli kurtuluş savaşları ve bağımsızlık mücadeleleri bitmedi. Bunlar, yalnızca proletaryanın değil milletin programı... dünyanın geri alanları millet olmaya doymadan, burjuvazinin rolü bütünüyle bitmez" (a.y.)
“Ezilen dünyada” “sömürgelikten bağımsız devletlere” akan süreç tarihsel olarak tamamlanmıştır. Klasik sömürgecilik 1920’ler- de çökmeye başladı ve bu süreç 1970'lere gelindiğinde tarihsel olarak sona ermiştir. Bazı ulusların “bağımsız devlet" haline gelmemiş olmaları süreç içinde istisnadır, gelişimin ana özelliğini yansıtmaz. Latin Amerika, Asya ve Afrika'da artık “bağımsız devletler” çoğunluktadır.
Bu tesbite, aslında bağmışız görünen devletlerin büyük bir çoğunluğunun emperyalizme çeşitli yollarla bağlı olduğu biçiminde itiraz edilirse, tamda bu noktada geri ülkelerdeki mücadelenin yeni kazanmakta olduğu özelliğe geliriz.
YOL 15
Kandi ülkemizden örnekliyelim. 1965’lerde devrimci mücadele ‘Amerikan işgaline karşı halk savaşı' parolası zemininde yükselmişti. Ancak yıllar aktıkça Türkiye’de gerçek hedefin uluslararası sermayeye bağlı Türkiye finans-kapitali (ya da tekelci sermaye) olduğu kavrandı. Bizlerin yaşadığını biraz erken ya da geç diğer geri kapitalist ülkelerde büyük çoğunlukla yaşadılar.
Konuya “milli kurtuluş savaşları ve bağımsızlık” açısından yaklaşılmış, ister istemez proletaryanın değil “milletin programı" öne çıkartılır. Perinçek, “dünyanın geri alanları millet olmaya doyamadan, burjuvazinin rolü'nün bitmeyeceğini iddia ediyor. “Millet olmaya doymak” ne demek? Örneğin biz de dünyanın geri alanı içindeyiz. Perinçek'e göre hak “millet olmaya" doymadık mı?
Perinçek, geri ülkelerdeki süreci en az elli yıl geriden alıyor... Artık bugüne kadar verilen biçimiyle “bağımsızlık savaşları" dönemi tarihsel olarak kapanmıştır. Genç uluslar genç burjuvazileriyle dünyadaki yerlerini aldılar. Kimisi emperyalizmin yeni sömürgecilik ağlarıyla sıkı sıkıya kuşatıldı, kimisi biraz daha bağımsız kalabildi, ya da bazıları eski sosyalist ülkelerde ilişki yürüttüler. Süreç böyle bir noktaya geldiği içinde geri kapitalist ülkelerde artık mücadelenin ana karakteri ulusal kurtuluş değil, ülke egemen burjuvazisini hedefleyen sosyal kurtuluşa dönüşmektedir.
Özetlersek, D. Perinçek kuzey-güney çelişkisinin temeline emperyalizme karşı milli kurtuluş savaşlarını koyarak sürecin gerçek karakterini ilkeleştiriyor. Ancak Perinçek kendi mantığı açısından çok da haksız değildir. Perinçek'e göre kuzey-güney çelişkisinin odaklaştığı noktayı aktarırsak tablo tamamlanmış olacaktır: “Dünyada bunalımın odaklaştığı bir alan var. Haritada Kuzeyden Güneye doğru inersek; Sovyetler Birliğinin Avrupa kısmı, Estonya, Letonya Litvanya Ukrayna ve Moldavya gibi Sovyet Cumhuriyetleri, Doğu Avrupa ülkeleri, Yugoslavya ve Arnavutluk, karadenizin Doğu kıyısında Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan’ı kapsayan kafkas Cumhuriyetleri, Türkiye “Kürtlerin yaşadığı bölge, İran, tüm Ortadoğu ve Mısır bu bunalımlı ortamı oluşturuyor.” (3)
Anlaşılıyor, Perinçek Sovyet Cumhuriyetlerine “Kuzeye" (“Sovyet emperyalizmine") karşı “milli kurtuluş savaşı” verdirtiyor. Ancak bu arada güneyin sürekli kaynayan bölgelerini -Latin Ameri-
YOL 16- Değişen Dünya Dengesi
ka, Afrikanin güneyini unutuyor. Krizin gerçekten ortaklaştığı Körfez, Orta-Doğu bölgesinde ise ‘milli kurtuluş savaşı* veren Filistin ve Kürt halkı dışındaki ülkeler için bu süreç çoktan yaşanıp aşılmıştır. Filistin ve Kürt sorunu ise bir ölçüde dönemlerinin gerisinde kalmış ulusal kurtuluş savaşlarıdır. Öte yandan özellikle PKK deneyi Perinçek'in milli kurtuluşta hala burjuvaziye misyon yükleyen görüşünün en canlı inkarıdır. Aşiret ilişkilerinden ve kişiliksizleşmiş burjuva kesimlerden kopuşmaktadıkça Kürt ulusu bağımsızlık kazana- mayaaktır. Filistin örneği de, Aralatın burjuva reel politikerliğinin nasıl artık iflas noktasına dayandığını göstermektedir.
Kuzey-Güney çelişkisini emperyalist merkezlere karşı ulusal kurtuluş savaşlarına indirgemek, dünyadaki bugünkü gerçekliği yansıtmaz.. Böyle bir yaklaşım mücadelenin seviyesini olduğundan çok gerilerde görmek olur. Klasik sömürgecilikten kurtulma anlamında ulusal kurtuluş savaşları dönemi artık yerini yeni sömürgeciliğin iflasıyla sosyal kurtuluşa sıçramaya bırakıyor.
Eğer olaya D. Perinçek'in mantığıyla yaklaşılırsa geri ülke burjuvazilerinin kendi ölçülerinde emperyalist pay kapma savaşlarına alet olmak kaçınılmaz olur. Irak olayında yaşandığı gibi.. Süreç “sömürgelikten bağımsız devletlere" doğru değildir, bu süreç dünya ölçüsünde ana hatlarıyla tamamlanmıştır. Şimdi süreç ‘bağımsız devletlerin* kendi burjuvazilerinden kurtulma sürecidir.
“Kuzey-güney çelişkisini" kaba görüntüden kurtarmak için Kuzey'e ve Güney'e biraz daha yakından bakmalıyız.
YENİ GÜÇLER DENGESİ VE “ÜÇÜNCÜ DÜNYA"
1980'lerde özellikle Amerika’da politika üreten merkezler yeni bir yaklaşım içine girdiler ve bu yaklaşım yoğunlaşarak bugüne kadar geldi.
Temel mesaj açıktır: ulusal güvenliğe artık yalnızca askeri koşullardan bakılmaz; ekonomik güvenlik ve sanayide rekabet gücü de hayati önemdedir.’ (4)
Aynı konuya Japon finans-kapitali de şöyle yaklaşıyor.
‘Askeri karşıtlıktan ekonomik rekabete dönüşle birlikte Ja-
YOL 17
ponya'nın topyekün ticaret ilişkilerinde ulusal bir stratejiye ihtiyacı vardır.
“Uluslar arasındaki çelişkiler artan bir şekilde ekonomik yapıda olacaktır. Soğuk savaşın sona ermesiyle birlikte ticaret ve yatırım üzerine çekişmeler kaçınılmaz bir şekilde yükselecektir. Önümüzdeki birkaç yılda Amerika’daki Japonyaya saldırganlık çok daha tehlikeli olacaktır..” (5)
Emperyalist merkezlerdeki (Kuzey deki) tartışmaların odak- laştığı nokta “askeri güvenlik” ve “ekonomik güvenlik” üzerinedir. Soğuk savaşın sona erişiyle birlikte sürecin karakterinin askeri karşıtlıktan ekonomik rekabete dönüştüğü genel kabul gören bir yaklaşımdır. Emperyalist merkezler arasındaki bu tartışma ve yeni yaklaşımlar aslında yalnızca Sosyalizmin çzöküşüne ve ‘soğuk savaşın sona erişine' bağlanmamalıdır. Sosyalizmin çözülüşü bu yöndeki tartışmaları iyice öne çıkarmış, ancak bizzat çöküş bu yeni eğilimlerin yaratıcısı, yani sebebi değildir. Bu tartışmaların nedeni doğrudan emperyalist merkezler arasındaki ilişkide yatmaktadır.
“Askeri güvenlik” kavramının yanında “ekonomik güvenlik" kavramının yer alması ya da dünyada çelişkilerin askeri almaktan çıkıp ekonomik karaktere, büründüğü görüşlerinin kaynağında 1970 lerden beri kapitalist anayurtlardaki yaşanan değişim yatmaktadır.
İkinci dünya savaşma kadar ekonomik ve askeri güç daha çok Ingiltere'de toplanmıştı. Bu 1940'lar sonrası Amerika'ya geçti. Amerika hem ekonomik hem de askeri olarak emperyalist kampın öncüsü oldu. 1970'lerle birlikte bir yandan Amerika'nın tek liderliği sarsılırken öte yandan emperyalizm içinde ilk kez askeri ve ekonomik güç bir tek ülkede toplanmak yerine ayrı ayrı ülkelere dağılmaya bağlamıştır. Amerika hala askeri olarak tartışmasız en güçlü ülkedir, fakat ekonomik rekabet gücü olarak Japonya ve Almanya’nın gerisinde kalmaktadır.
Sony'in başkanı Kaio Morita ile birlikte bir rapor hazırlayarak Pentagon'u telaşlandıran Shintoro Ishıhara şöyle diyor:
“Kısaca, Japonya'da üretilen yeni nesil kompüter çiplerini kul lanmaksızın Birleşik Devletler Savunma Departmanı kendi nükloor
YOL 18- Değişen Dünya Dengesi
silahlarının kesinliğini garantileyemez. Eğer Japonya VVashington'a artık Birleşik Devletlere kompüter çipleri satmayacağı söylemiş olsaydı Pentagon bütünüyle çaresiz kalırdı. Daha da öteye, eğer Japonya kompüter çiplerini Birleşik Devletler yerine Sovyetlere satmış olsa global askeri denge tamamiyle altüst olurdu”(6)
Amerika artık askeri alanda da Japonya'nın nefesini ensesinde hissetmektedir. “Askeri güvenlik", “ekonomik güvenlik tartışmasının temeline emperyalizm içindeki bu ayrışma yatmaktadır.
Dünyanın bugünkü koşullarında çelişkiler askeri zora uğramadan, ekonmik rekabet zemininde çözülebilir mi? Dünyada gerçekten askeri dengelerin yerini ekonomik rekabet alabilir mi? Komünistler açısından soruyu böyle sormak hiç şüphesiz ki yanlış olur. Emperyalizm koşullarında, sosyalizm çözülse bile, dünya çapında sömürünün teminat altında tutulması için askeri zor kaçınılmazdır. Ekonomik rekabeti askeri zor izlemeden edemez.
Fakat yukarıda sözü edilen tartışma bir gerçekliğin ifadesidir. Son elli yılda Kapitalizm Sosyalizm arasındaki askeri dengede başı çeken Amerika ve Sovyetler büyük askeri harcamaların bedelini ekonomik çöküntü ile ödemektedirler. Bu gerçeklik, yanı urlaşan silah sanayi uğruna üretimin diğer alanlarının ihmali, kaçınılmaz bir şekilde gündeme askeri güvenlik-ekonomik güvenlik tartışmasını getirmiştir.
Emperyalizm içindeki bu güç yarılması “Kuzey" içindeki temel sorundur. Silah ve üretim gücünün bir kaç ülke arasında bu çatal- lanması Kuzey'in eskiden Sosyalizme karşı belli ölçülerde sağlanan taktik birliğinin artık korunabilmesinin çok zor olduğunu göstermektedir. Körfez krizi sırasında ortaya çıkan sözde “birlik" aslında derin çatlaklar üzerine oturmaktadır. Almanya enerji sorununda gittikçe körfeze bağımlılığından kurtulurken; Japonya bizzat Irak ve Suudi Arabistan'da yeni teknikli yatırım anlaşmalarıyla körfezde üretici olmaya soyunmuştu ki, krizle bütün bu dengeler ABD tarafından altüst edildi. Silah gücü ‘ekonomik rekabet gücünün’ yolunu kesti.
Özetlersek, Kuzey içinde Amerika, Ekonomisinin yapısı gereği askeri üstünlüğünü kolayca ekonomik rekabete terketmeyecek- tir. Öte yandan Japonya ve Almanya askeri zor olmaksızın ekono-
YOL 19
mik üstünlüğün korunamayacağını bilerek askeri alanı doldurmaya yöneleceklerdir.
Emperyalist merkezlerdeki bu güç yarılması onlar arasındaki çelişkiyi arttıracak ve emperyalizmin doğası gereği askeri ve ekonomik gücün tek elde toplanması süreci yaşanacaktır. Bu çelişkinin somut süreçte nasıl çözümleneceğini kestirmek elbette ki ne gereklidir ne de mümkündür. Ancak dünyanın daha önceki yaşadığı deneylerden hareketle bu çelişkinin emperyalist merkezler arasında klasik bir savaşa varması oldukça güçtür. Bu çelişki en büyük ihtimalle kendini üçüncü dünyadaki çatışmalarda ortaya koyacaktır.
İkinci dünya savaşı sonrası şekillenen denge ve 1970’larda varılan konum 1970’lerden itibaren değişmeye başlamıştı. Dünya, emperyalist merkezler arasında yeniden paylaşılmaktadır. Bu sürecin en sıcak yılları 1980’lerden beri yaşanmaktadır. Bu yeniden paylaşımın öncekilerden farkı düya ölçüsünde emperyalist merkezler arasında bir savaşa varmamış olmasındadır. Silahların bu kıyamet dengesinde topyekün bir savaş imkansız görünüyor. O zaman merkezler arasındaki bu gerilim üçüncü dünyaya taşınacak ve orada açığa vuracaktır. Bu noktada, çelişkinin diğer kutbu olan Gü- ney'e bir göz atalım. Bugün hem Sovyetler’Birliğinde hem de Emperyalist merkezlerde üçüncü dünya korkusu vardır. Sovyet dış politika dergisi şu tesbiti yapıyor:
“Dünyanın gelecekteki düzeni önemli ölçüde ücüncü dünyadaki gelişen eğilimlerce belirlenecektir. Sovyet-ABD nükleer çelişkisinin bitmesiyle birlikte dünya ölçüsündeki en büyük tehlikenin gelişmekte olan ülkelerin çözümlenmemiş sosyal ve ekonomik problemlerinden geldiği kabul edilmektedir”(7) Bu tesbit bir gerçekliktir. Ancak çözüm için söylenenler tam bir zavallılık örneğidir. Yazar üçüncü dünyanın sorunların ‘serbest pazar ekonomisi ve demokrasi” ile çözülebileceğini ileri sürmektedir. Sovyetler kendisi serbest pazar ekonomisine yönelirken, üçüncü dünyaya başkasını önermezdi.
Öte yandan, üçüncü dünyanın tek tek ülkelerinin 1970’larda olduğu gibi sosyalizme yönelip ‘ hür dünyadan' kopma tehlikesi kalmadığına göre aynı üçüncü dünya korkusunun emperyalist mer-
YOL 20- Değişen Dünya Dengesi
közlerde güçlenmesinin nedeni nedir?
‘ Sovyetlerin çöküşünden önce bile Pentagon, silah sanayini ayakta tutmak için yeni düşmanlar arıyordu. Sovyet tehlikesinden sonra yeni adayların üçüncü dünyadan olması sürpriz değil. Bir grup terörist, bir diktatör, ‘ çılgın adamlar* ya da uyuşturucu kaçakçıları öne sürebilir..'(8)
Hiç şüphesiz ki yalnızca silah sanayini ayakta tutmak için yeni düşmanlar yaratarak, bu taktiği besleyen objektif bir zemin yoksa kısa sürede yenilgiye uğrayacak bir yöneliş olurdu. Ancak ABD konumuyla, yani ekonomik ve siyasi yapısıyla eski dengeleri temsil ediyor. Onun üçüncü dünya korkusu, bazı ülkelerin kapitalizm zincirinden kopup hemen sosyalizme yönelme tehlikesinden kaynaklanmıyor, daha çok üçüncü dünyanın önemli ülkelerinin kendi egemenlik alanından çıkıp Japonya ya da Almanya'nın egemenlik alını- na girmesinden kaynaklanıyor. Fakat öte yandan bütün emperyalist merkezleri üçüncü dünyadaki kapitalist ekonomilerin ani bir çöküş ihtimali de korkutmaktadır.
Kapitalizm-Sosyalizm dengesinde üçüncü dünya ülkelerinden birisine saldırı "komünizm tehdidi” örtüsüne sarılabiliyordu. Dolayısıyla şimdi her olayın kendi özelliği daha açıkça ortaya çıkacaktır. Üçüncü dünya emperyalizmin utancıdır. Kapitalizm-Sosyalizm dengesinin donuklaştırdığı bu gerçeklik artık en özgür biçimde dünya insanlığının gözü önüne serilecektir. Ve üçüncü dünyanın sorunları arlık emperyalizmin iki yüzlülüğünü sık sık açığa vuracaktır. Al-Sa- bah'ı Kuveyt'teki sarayına yeniden yerleştiren ABD, soykırıma sürüklenen Kültlerin “yardımına” gitmeden edemedi.
Emperyalizm yüz yıllık sömürüsünün bedelini ödemeye zorlanıyor. Üçüncü dünya korkusunun altında yatan gerçeklik budur. Tam bu noktada ikinci dünyanın (eski sosyalist ülkelerin) korkusunun dayandığı sefil temele gelelim. Bugüne kadar üçüncü dünya dovrimleri Sovyetler içni bir yüktü. Şimdi bu yükleri sırtından atmakla kalmıyor, çürüyen ekonomik ve sosyal yapının canlandırılmasında emperyalizmin maddi kaynaklarına bel bağlayan eski sosyalist ülkeler, bu kaynakları zoraki bir şekilde üçüncü dünyaya çekecek alt üstlüklere korku ile bakıyorlar.
Gerek emperyalizm ve gerekse eski Sosyalist ülkeler açsıın-
YOL 21
dan üçüncü dünya korkusunun anlamı bir noktada ortaklaşıyor; o da eski statükonun korunmasıdır. "Yeni düşünce’ , statükonun korunması ve ancak sarsıntısız küçük adımlarla değişitirilmesinin teo- risiydi. Fakat olaylar, özellikle sosyalist dünyada öylesine hızla alt üst oldu ki, eski dengelerin korunması imkansız hale geldi. Bu yeni süreç ister istemez üçüncü dünya korkusunu arttırmıştır.
ÜÇÜNCÜ DÜNYA VE DEVRİMLER
Üçüncü dünya ve devrim sorununa günümüzde yeniden yaklaşırken, emperyalizmin yeni sömürgesi bu ülkelerde devrimi bir veri, otomatik olarak gerçekleşecek bir olgu olarak ele alamayız. Hele dünyada altüst olan dengelerden sonra konuya yeni yaklaşımlar kaçınılmazdır. Emperyalizmin üçüncü dünya korkusu bir gerçekliğin ifadesi ise de, bu korku bu ülkelerdeki devrimlerin kaçınılmaz habercisi değildir.
Dünya’da burjuva devrimlerinden sonra genel olarak iki tip devrim gerçekleşti: 1917 ile tarihi sahnesinde yerini alan ekonomide ve siyasi alanda henüz burjuva anlamda pek çok görevle yüklü proletarya devrimleri ve geri ülkelerde gerçekleşen sosyalizmle itti- takı deneyen ulusal kurtuluş savaşları, ikinci tip devrimler özce henüz burjuva olmalarına rağmen dünyanın o günlerdeki dengesinden dolayı sosyalizme yönelmeyi denediler. Fakat bu yöneliş pek çoğu için başırısızlıkla sonuçlandı.
Gelecek günler dünya devrimci sürecinin önüne hangi özde devrimler çıkaracaktır;
Emperyalist merkezlerde ve gelişmiş diğer kapitalist ülkelerde yakın gelecekte devrim imkanı yoktur. Yüzyılı aşkın sınıf mücadelesi deneyi bir gerçekliği açıkça ortaya çıkarttı. Emperyalist sömürü ile kendi topraklarında sınıf hareketinin amaçlarını yumuşata- bilen, hareketi reforme eden ülkelerde devrim potansiyeli sönüm- lendirilebilmiştir. Ingiltere tarihinde güçlü işçi hareketleri yaşanmasına rağmen, devrim sancısı hiçbir zaman yaşanmamıştır. Güneş batmayan imparatorluk sömürge halkların yaşamı pahasına kendi toprağında sınıf mücadelesini sönümiendirebilmiştir. Ancak henüz Ingiltere ölçüsünde sömürge edinememiş ve ayrıca kapitalizmin gelişmesinin daha hızlı yaşandığı Almanya, Fransa, İtalya gibi ülkelerde 1910-1940'lar arasında devrim hep kapıda beklemiştir. Özel-
YOL 22- Değişen Dünya Dengesi
tikle Almanya’da devrimin kazanmasına ramak kalmıştır.
Bu yıllarda Avrupa'nın geri Olkesi orta ge lişm iş lik tek i Rusya'da devrim başarıya ulaştı. Proletaryanın kısa bir zaman sürecinde, bir elli yılda iki önemli merkeze yığıldığı Rusya'da Çarlıkla Burjuvazi neredeyse aynı zaman sürecinde yıkıldı. Yirminci yüzyılın ilk yarısındaki sınıf mücadelesi ve devrim deneyleri kapitalist anayurtlardaki burjuvaziyi ölüm tehdidiyle eğitti. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında kapitalist dünya içinde sosyalizme alternatif “refah devletleri' kuruldu. Ancak bu “refah devletleri' üçüncü dünya ülkelerinin yoksullaştırılması pahasına kurulabildi. Emperyalist merkezler kendi topraklarındaki devrim enerjisini üçüncü dünyada devrim potansiyelini yükseltme pahasına geriletebildiler.
Bu gerçeklerden dolayı gelişmiş kapitalist ülkelerde proletarya ve halkaların bilinci daha yüksek seviyelere çıkabildiği ölçüde yaşadıkları düzeni değişikliğe zorlayabilir ya da doğrudan yıkabilirler. Batı'da sınıf savaşı deyim uygunsa doğrudan düzene yönelmekten çıkmış dolaylı bir konuma indirgenmiştir. Düzeni ve egemen zümreleri hedef alan radikal sınıf hareketi neredeyse yoktur. Batı proletaryası ve halkları sırf kendi ülkesinden hareketle kapitalizme karşı köktenci bir şekilde yönelen bir mücadeleye kalkışamaz. Dünya ölçüsünde kapitalizme bakabilecek bilinç seviyesine yükseldiği ölçüde kendi ülkesinde sınıflar savaşını geliştirebilir. Bu anlamda Batı'da (Kuzey'de) sınıflar savaşı dolaylı hale gelmiştir. Doğrudan kendi ülke gerçeklerinden hareketle değil, daha çok kapitalizmin dünya ölçüsündeki durumundan hareketle batı proletaryasının kendi ülke finans kapitaline yönelmesi gerçekliği, pek çok insanda sınıflar savaşına “elveda" edildiği yanlış bilincini yaratmıştır.
Batı proletaryası ve halkları kendi ülkelerindeki üretici güçlerin gelişmesinin üçüncü dünyada pek çok ülkede üretici güçlerin çürütülmesi pahasına gerçekleştirdiğini yeni sömürgeciliğin kriziyle birlikte daha iyi kavramaya zorlanacaklardır. Üçüncü dünyadaki her olayın devrimler, felaketler, Saddam gibi ‘çılgın adam'ları bu yöndeki bilinçlenmeye “yardım" edecektir.
Bu noktada esas sorun, batı proletaryasının bilinçlenmesinde sosyalizmin çözülüşünün oynayacağı olde odaklaşmaktadır. Sosyalizmin mevcut seviyesinin batı proletaryası açısından çoktandır
YOL 23
zaten bir çekiciliği kalmamıştı. Gerçeklik böyle olmasına rağmen Sosyalizmin bir sistem olarak varlığı Batı finans-kapitalinin üzerinde sürekli bir baskı oluştur. Batı’daki sosyal haklar, burjuvazinin bir lütfü değil, Sosyalizm korkusunun somut bir ürünüdür. Kuzey'de 1980’lerde başlayan bir süreç, bu sosyal halkara el atılması, adım adım geri alınması süreci Sosyalizmin çözülüşünden sonra hızlanacak, Batı finans-kapitali bu konuda daha pervasız hale gelecektir.
Batı proletaryası Sosyalizmin varlığının kendi yaşamı açısından anlamını ancak böyle bir süreç içinde belli bir ölçüde kavrayabilir.
Öte yandan eski denge koşullarında üçüncü dünya olaylarından Batı proletaryasına yansıyan bilinç başlıca iki özelliğe sahipti. İlki, üçüncü dünya halklarının sorunlarının çözümünde yükün sırf sosyalist sisteme düştüğünü sanan ya da bu ülkelerdeki sorunların kaynağında Sovyet-Amerikan kutuplaşmasını gören batı proletaryası kendi bencil kabuğunda uyuşmayı gündelik çıkarlarına uygun gördü. İkinci olarak kapitalizm-sosyalizm kutuplaşması üçüncü dünya ülkelerindeki sorunların kendi özgül yanlarını örttü, her çekişmeyi dünyaya kapitaliz-sosyalizm zemininde bir çatışma olarak yansıttı.
Bu tür bilinç yansımasının temeli artık kalmamıştır. Kapitalist anayurtlardaki halk, üçüncü dünya sorunlarına “Rus tehdidi" histerisinden kapuşarak bakabilecek, o zaman da aynada kendi bencil uyuşuk görüntüsünü görerek, “refah toplumun" uykusundan uya- nabilecektir.
Sosyalist sistemin varlığı hiç şüphesiz ki dünya devrimci güçleri için sağlam bir dayanak noktasıydı. Fakat sosyalizm dünyadaki sosyal gidişe ayak uyduramadığı ölçüde bilinçleri donuklaştıran bir rol oynamaya başlamıştı. Bu anlamda, Sosyalizmin çözülüşü, yeni bir kalite kazanabildiği ölçüde, dünyadaki sosyal bilinçlenmeye hız verecektir. Sosyalizmin çözülüşünden doğan güç kaybı, sancılı bir süreçle Batı proletaryasının sınıflar mücadelesi alanına yeniden çıkmasıyla bir ölçüde karşılanabilir.
Sonuç olarak, yeni sömürgecilik imkanları sürdüğü müddetçe kapitailst anayurtlarda devrim mücadelesi sönük ve silik kalacak; proletarya meta fetişizminin köpürme noktasına geldiği bu toplum-
YOL 24- Değişen Dünya Dengesi
larda insan üretici gücünün böylesine bayağılaşmasına bilinçle karşı durabildiği ve aynı ramanda kendisinin geri ülke halklarının yoksulluğa itilmesi pahasına ‘ refah içinde* yaşayabildiğini, dolayısıyla kendi burjuvazisine suç ortaklığı ettiğini kavrayabilidği ölçüde sınıf mücadelesini yükseltebilecektir.
Kuzey’in proletaryasının önümüzdeki süreçte en iyimser öngörüyle rolü bundan öteye geçemez. Devrimin ve devrim sancılarının Sosyalizmin çözülüşünden sonra da üçüncü dünya ülkelerinde yoğunlaşacağı açıktır.
Yeni dünya dengesinde geri kapitalist ülkelerde tek tek devrimler mümkün müdür? Bu ülkelerin gelişme seviyelerindeki farklılık, emparyalist merkezlere bağımlılıklarının farklı farklı olması tek tek ülkelerde devrimi mümkün kılmaktadır. Ancak böyle devrimlerin başarıyla amaçlarına ulaşması mevcut dünya dengesinde düne oranla olağanüstü güçlüklerle karşı karşıyadır. Yalnız kaldığı oranda ezilme tehlikesiyle yüzyüzedir.
Dünyanın sancılı bölgeleri Orta-Doğu, Uzak-Asya, Latin Amerika, Afrikanin özellikle orta ve güney kuşağındaki bir ülkedeki devrim bölgeselleşmediği ölçüde yenilgiye mahkum edilebilir Artık devrimler hazır bir Kapitalizm-Sosyalizm dengesi ortamında gerçekleşmeyecek, o nedenle yaşayabilmek için emperyalizme karşı dış ittifaklarını her devrim kendi gücü ve enerjisiyle yaratmak zorundadır. Bunun da bugünden bolirlenebılecek bir formülü yoktur. Emperyalizmin gen ülkelordoki dovrimlere saldırılarını engelleyebilecek başlıca iki güç görünüyor. İlki, devrimin gerçekleştiği ülkenin bulunduğu bölgodokı halklardır; diğeri, ise emperyalist anayurtlardaki halklardır.
Emperyalizmin insanı aptallaştırıcı propagandasına ve geri ülkelerdeki hala ilkel sosyal yapılara rağmen, 20. yy insanlığın bilinçlenmesinde dev bir adım olmuştur. Ekim devrimi, iki emperyalist yağma savaşı, ulusal kurtuluş savaşları, Çin ve Vietnam zaferi insanlığın bilincinde derin izler bırakmıştır. Son bilimsel teknik gelişmelerle dünya iyice küçülmüştür.
Kapitalizm-Sosyalizm genel dengesi bozuluncu, eskiden bu genel dengenin çerçevesinde şekillenen bölgesel dengeler artık kendi dinamiklerini öne çıkartacaklardır. Dünyanın küçüldüğü ko
YOL 25
şutlarda başlıca bölgelerdeki ülkenin sorun ve çfcarlan aşırı içiçe girmiş, birbirinden koparılmaz hale gelmiştir. Dolayısıyla dünyanın krizli bölgelerinde bilinçlenmeye itiliyorlar. Sosyalist sistemin varlığı koşullarında emperyalizme karşı biraz da pragmaktik çıkarlarla ülkelerin sosyalizmle ilişkileri onlara bazı avantajlar sağlayabiliyordu. Bu koşul ortadan kalktıktan sonra çeşitli emperyalist merkezlerin çıkar çatışmaları arasında bunalcak ülke halkları ne azından bölgesel seviyede emperyalizme karşı ortak davranış yolları aramalıdırlar. Bir ülkenin emperyalizme karşı zaferi, bölge halklarının derin sempati ve desteği ile kuşatıldığında ayakta kalma şansı artacaktır.
Öte yandan, Amerika Vietnam'ın rövanşını Körfez’de olmuş gibi görünse de, bu olay emperyalizmin bir üçüncü dünya ülkesindeki devrime müdahalesinin ne ölçüde zor olduğunun da bir kanıtı olmuştur. Böyle müdaheleler Kuzey'deki proletarya ve halkları eskiye oranla daha hızlı bilinçlendirecektir. Batı'da halkların bilinç ve davranışını yükseldiği ölçüde emperyalizmin saldıganlığın sınırlandırılabilecektir.
Eski Sosyalist ülkelerin somut bir gelişim karşısında nasıl tavır alacağını bugünden kestirmek imkansızdır. Onları devrimlerin “dış yedek gücü” olarak dikkate almak artık mümkün değildir. Ancak sosyalist ülkelerdeki gelişim henüz ilk konağında, yani sosyalizmin tıkanan ve çürüyen yanlarından kaçınırken kapitalizmle tanışmak içiçe girme konağındadır. Ardından iki sistemin daha gerçekçi karşılaştırılabileceği ve yeni yönelişlerin, sentezlerin doğabileceği ikinci konak gelecektir. Şimdi yaşanan süreçte emperyalizmle kesin uzlaşmayı hedefleyen eski sosyalist ülkeier, ikinci konağı yaşarken değişik yönelişlere girebilirler. Bu anlamda dünya devrimci sürecinde hiç değilse bir kaçı yeniden yerlerini alabilir.
Yaşadığımız günlerde devrime hazırlık eskiye oranla çok daha devasa sorunlarla boğuşmak zorundadır. Sosyalist sistemin çözülmesi büyük boyutlarda bir güç kaybına yol açmıştır. Bu son derece açıktır. Ote yandan sosyalist sistemin varlığı ve çoğu zaman uyguladığı hatalı politikalar gerçek bir güce dayanmayan siyasi eğilimler yaratmış, bunları yapay bir şekilde şişirmiştir. Sistemin çöküşüyle birlikte böyle siyasi güçler de yok oluşa uğramışlar ya da çok cılızlaşmışlar, daha doğrusu gerçek boyutlarına kavuşmuşlardır. Dün
YOL 26- Değişen Dünya Dengesi
yanın mevcut dengesinde şekillenip güçlenecek devrimci eğilimlerin artık yapay büyüme ve şişme imkanları olmayacak, bütünüyle kendi güçleriyle zorlu adımlar atabildikleri ölçüde gelişebileceklerdir. Bu durum yanılgılı görüntüler kaldıracak, çürümüş “devrimci’ eğilimleri tasfiye edecek gerçek devrimci güçleri sınıflar mücadelesi alanına sürecektir, yaşadığımız yıllar, dünya devrimci güçlerinde altüstlük ve yenilenme yılları olacaktır. Bu olağanüstü yıllar, sancılı ve zorlu adımlarla yüklüdür.
Dünya 1917 öncesine dönmedi, dönemez de. Sosyalizmdeki gerileme, sosyalizm mücadelesinin insanlığa kazandırdığı değerleri sıfıra indiremez. Sosyalizm, "Rus lehlidi" çarpık görüntüsünden kurtulduktan, “tehlike” olmaktan çık tınlar sonra belki de dünya halklarının gözünde daha rahat vce esnekçe kavranıp değerlendirilebilecek, o zama da kapitalizm için gerçek tehlike haline gelecektir.
Son olarak üçüncü dünya korkusundan çıkpı gelebilecek dev- rimlerin özüne değinelim. Geri kapitalist ülkeler nasıl bir gelecekle yüzyüzedirler? Ulusal kurtuluş savaşları dönemi tarihi olarak ka- pandıysa gelecek günlerde mücadelenin sosyal ve sınıfsal karakteri ne olacaktır?
Konuya girmeden, Sovyetlerdeki “ulusal kurtuluş savaşlarına" değinelim. Perinçek ve benzerleri bu olgudan hareketle dünyadaki sürecin “sömürgelikten bağımsız devletlere” doğru olduğunu ileri sürmüştür. Kapitalist dünyada bu mücadelenin ana dönemi akıp geçmiştir. Filistin ve Kürdistan kendi özgül koşullarından dolayı ulusal kurtuluş savaşı anlamında hala dünyanın gündemindedir. Ve kesinlikle dünya devrimci sürecini geliştiren mücadelelerdir.
Sovyetlerdeki ulusal sorun ise bugünkü yapısıyla gerici bir öze sahiptir.. Sovyetlerin zengin cumhuriyetleri “bağımsızlık” ya da bir önce Batı ile ilişkileri bağımsızca geliştirmek, fakir cumhuriyetleri ise federasyon içinde kalmak istiyorlar. Çok açıkki, buralarda bambaşka bir süreç yaşamıyor. Kapitalizmin restorasyonu süreci derinleşirse, eski sosyalist ülkelerdeki ulusal çıkar çatışmaları da şiddetlenebilir. Ancak kapitalizmin çiğ gerçekleriyle yüzyüze gelindikten sonra sosyalizmin kalitesi yükseltilebilirse ulusal çıkar çatışmaları sönümlenebilir.
YOL 27
Sovyetler “bağımsızlaşacak” kimi cumhuriyetler en son tahlilde kapitalizm ırmağına katılan yeni bir derecik olurlar. Bu tarihsel geriye dönüş insanlığın geleceğine yeni bir şey kazandırmış olmaz. Esas olarak dünyaya yön verecek mücadele alanı geniş geri kapitalist ülkeler denizinde kopacak fırtınalardır.
Geri kapitalist ülkeler arasındaki temel farklılıklara gelmeden emperyalizmin bu ülkelerle ilişkisinin adı olan yeni sömürgeciliğin durumuna değinmeliyiz. Borçlandırma, montaj üretim ya da birkaç alana yoğunlaşan üretim biçimleriyle yeni sömürgelerdeki ekonomi tıkanma noktasına gelmiştir. Çeşitli mekanizmalarla sermaye merkez ülkelere çekildiği için, yeni sömürgeler sürekli bir sermaye yetersizliği içindedirler. Bu durum üretimi kısırlaştırmakta, spekülasyonu artırmaktadır. Sonunda bu döngü, borç kriziyle duraklamış, “yeni arayışlar" başlamıştır. Henüz emperyalist merkezlerde kesinleşmiş bir çözüm ya da ağırlıklı bir yeni yöneliş ortaya çıkmamıştır. Göründüğü kadarıyla Amerika eski tarzı sürdürmekte direnirken, Japonya yavaş yavaş yeni teknikli yatırımlarla geri kapitalist ülkelere açılmaya hazırlanıyor.
Olaylar hangi zikzaklı yolu izlese izilesin yeni sömürgecilik ilişkileri kapitalizmin mantığı gereği başlıca iki yönde gelişecktlr. Kapitalist anayurtlarda 1970’lerde hızlanan son teknikle üretim araçlarının yenilenmesi süreci geri ülkelerde önümüzdeki yıllarda yaygınlaşacaktır. İkinci yanı, geri ülke kurlarındaki kapitalizm öncesi ilişkilerin tasfiyesinin hızlanması olacaktır. Bu gelişmelerin üçüncü dünyada nasıl fırtınalar yaratacağını önümüzdeki günler gösterecektir.
Bu süreç farklı gelişme aşamalarında oldukları için üçüncü dünya ülkelerini çok farklı yönlerde etkileyecektir, bunun en genel bir tablosunu çıkarabilmek için geri kapitalist ülkeleri durumlarına göre tasnif etmeye çalışalım.
Üçüncü dünyanın ekonomik ve sosyal gelişme açısından en gerileri güney ve uzak Asya ile orta ve güney Afrika ülkeleridir. Bu ülkelerde kır nüfusu toplam nüfusun yüzde 70-90’ını meydana getirir. Dolayısıyla feodal hatta ilkel kabile ilişkileri bu ülkelerin sosyal yaşamında hala ezici bir ağırlığa sahiptir. Kapitalizmin gelişmesi bu bölgelerde önce “köylü savaşlarım” öne çıkartabilir. Bu çatışmaların
YOL 28- Değişen Dünya Dengesi
ideolojik görünüşü ise dini ya da geleneksel düşünce biçimleriyle i- çiçe geçebilir. Bu bölgelerdeki mücadelem sosyalizme yönelmesi genel olarak dünyada sosyalizmin durumuna, ancak daha çok Çin, Vietnam ve Kuzey Kore'de sosyalizmin gelişmesine bağlıdır. Sosyalizmin yıkılış ve geri çekilmeler yaşadığı günümüzde bu bölgelerdeki köylü savaşları daha büyük bir ihtimalle kapitalist gelişmeye hız verecek sonuçlar doğurabilir.
Yine bu bölelerde bazı ‘ gelişmiş* adacıkları belirtmeden geç- miyelim. Uzak Asya'nın yaklaşık 400 milyonu bulan nüfusu içinde yalnızca toplam 65 milyona ancak varan Güney Kore, Singapur, ve Tayvan'da kır nüfusu ortalama yüzde 20'ye gerilemiş, dolayısıyla bu ülkelerde mücadelerin karakteri köylü özelliklerinden sıyrılmıştır. Güney Asya'da diğerlerine göre bir ölçüde gelişmiş olan, Hindistan'da bile yüzde 70 nüfus hala kırlarda ve kastların içindedir. Hindistan bir ölçüde Türkiye'nin 1950'li yıllarına benzer bir gleşime içindedir. Orta ve güney Afrika'da ise “gelişmiş'' olarak yalnızca ırkçı Güney Afrika Cumhuriyetinden söz edilebilir. Burada mücdaele ırkçılığa karşı yükseliyor. Ancak siyahlar aynı zamanda işçi sınıfını meydana getirdiği içni buradaki mücadele sınfsal bir öze de sahiptir.
Özetle bu “gelişmiş" adacıkları unutmamak kaydıyla güney ve uzak Asya ile orta ve güney Afrika'da kapitalizm en geri seviyesindedir, dolayısıyla gelişmesiyle ilk elden köylü haraketlerini yükseltebilir.
Orta gelişmişlikteki üçüncü dünya ülkeleri daha çok orta-do- ğu, kuzey Afrika ve orta Amerika'dadır. Bu ülkelerde nüfusun yüzde 40 ile 70’si şehirlerdedir. Petrol zengini rantiye Ortadoğu ülkelerini bir kenara bırakırsak, diğerlerinde mücadele sınıf karakteri kazanma yolundadır.
Geri ülkelerin en ilerileri ise Meksika dahil Latin Amerika ülkelerinin büyük çoğunluğudur. Bu ülkeler de nüfusun yüzde 70'inden fazlası şehirlere yığılmıştır. Latin Amerika ülkeleri köylü kökenli mücadele dönemini 1960'iarda geçtiler, artık bu ülkelerde mücadele işçi sınıfı öne çıkmaksızın ileriye adım atamaz. Türkiye'de son on yıllık gelişmesiyle bu ülkelerin konumuna hızla yaklaşmıştır.
Üçüncü dünya'ya bu genel özelliklerini dikkate alarak bakar-
YOL 29
sak, yeni sömürgeciliğin krizi bu ülkelerde başlıca iki yönlü müca- deheye hız verebilir. Birisi, henüz kırsal özelliklerinden sıyrılmamış ve son tehlike kapitalizmin gelişmesine yol açacak köylü kökenli mücadele; diğerisi ise kapitalizmin gelişmesinin yoğun bir proleterleşmeye ve işsiz lümpenliğe yol açtığı, bu çürümüş kapitalizmi hedefleyen işçi sınıfı temelinde mücadeledir.
Mücadelenin ileri cephesi hiç şüphesiz ki ¡kincidir. Hangi dalga öne çıkar hangi bölgede nasıl yayılır bu konuda tahminler yapmak boşuna olur.
Ayrıca zaman zaman birbirinin içine girecek fakat özce yarı bu iki mücadele büyük bir ihtimalle tek tek ülkelerde ya da bölgelerde kendi karakterini çıplak bir şekilde ortaya koymadan önce başka pekçok sosyal olguyla örtülecektir.
Önümüzdeki dönemde üçüncü dünyanın ileri cephesinde mi, yoksa geri cephesindemi mücadelenin patlak vereceğini kestirmek boşa spekülasyon olur, fakat dünyadaki gidişe etkide bulunabilecek, ona yeni özellikler katabilecek mücadele ancak yeni sömürgecilik zincini karıp sosyalizme yönelecek olan ileri cephedeki bir mücadeleyle mümkündür. Ulusal kurtuluş savaşlarıyla başlatılan adım sosyal kurtuluşla taçlandırılmadın Güney böyle bir adımını eşe- ğindedir ve böyle bir adım atabildiği ölçüde Kuzey’e “korku" verebilir.
Güney in tarihsel olarak böyle bir eşiğe geldiğ i mementte Sosyalist sistemin çözülmesi tam bir paradoks ya da talihsizlik değil midir?
Sosyalist sistemin varlığı koşullarında böyle bir mücadele daha çabuk adamlar atamaz mıydı.
Hiç şüphesiz ki, Sosyalist sistemin varlığı, bazen hatalı da olsa yaptığı yardımlar geri ülkelerdeki mücadelelere hız vermiştir. Fakat “barışçı! geçiş ve kapitalist olmayan yol' tezleri bu ülkelerdeki mücadelede ortamını sürekli zehirlemiş, uzlaşmacı güçleri beslemiştir. Dolayısıyla Sosyalist ülkelerin uzun yıllardır, izlediği taktik, üçüncü dünya ülkelerindeki mücadelelerin yalınlaşıp, yükselmesini bu anlamda engellemiştir. Öte yandan bu gün Sosyalist ülkelerde ortaya çıkan, sorunların kanıtladığı gibi, herşeye rağmen üçüncü
YOL 30- Değişen Dünya Dengesi
dünya ülkelerinde mücadele yükselseydi böyle bir gelişmeyi sosyalizm eski gücü ve kalitesiyle göğüşleyemezdi. Çünkü Sosyalizmin zaafı yalnızca bir güç yetmezliğinden kaynaklanmıyor. Sorun yalnızca bu olsaydı daha ileriye atılmak için sosyalist sistemin düzenli bir geri çekilişi mümkün olurdu. Böyle başlayan süreç çöküşe ve tam bir karmaşaya varmıştır.
Bu büyük altüstlükten sonra tarihsel süreç bir bakıma tersine dönmüştür. Yakın zamana dek ezilen halkların mücadelesine destek veren Sovyetlere, yeni bir mücadele dalgasıyla geri ülke halkları yardım edecektir. Olayların mantığı sürecin böyle bir dönüş yaptığını gösteriyor. Sosyalizmin baş arış ızlıkarı geri ülkelerdeki devrimci yönelişi bozguna uğratmayacak mıdır?
Devrimci çözümlerin gündemden çıkması için Sosyalizmin başarısızlıkları yetmez, geri ülkelerde kapitalizmin başarılı olması gerekir. Böyle bir gelişim sağlanmadıkça, yığınlar ve devrimci öncüler Sosyalizm deneyinin hatalı yanlarından kaçınarak, kapitalizmin tasfiyesini gerçekleştirebilir.
Kapitalizm üçüncü dünyada da “refah toplumları” yaratamaz mı? Eğer emperyalist merkezlerdeki kendini artarak üreten tüketim histerisi insanca bir sadeliğe dönüştürülebilirse; dev silah yatırımları sınırlı savunma seviyesinde tutulursa; bunların mantık sonucu üçüncü dünyadan sermaya aktarımı durulsa, geri ülkelerde refah'a ulaşabilir. Fakat o zaman kapitalizm kapitalizm olmaktan çıkar.
Sosyalizmin gerileyiş i karşısında sevinç çığlıkları atan kapitalizm, bu kuru çığlıklardan öteye fazla bir şansa sahip değildir. Geri ülkelerin müzminleşmiş ekonomik krizleri tepe noktasına çıktığında devreye sokulan askeri darbeler, artık eskisi kadar kullanışlı değildir. Emperyalizmin imkanları tükenmese de daralmaktadır.
Eğer dünyadaki dengeler bizi yanıltmıyorsa, nasıl ki 1917 devrimi ve yeni güçler dengesi, ulusal kurtuluş savaşlarının yolunu açtıysa, benzer bir şekide yeni sömürgelerin emperyalizmin zincirinden kopuşmaları gerileyen Sosyalizme yeni bir ivme katacaktır.
SONUÇ
Dünyadaki çelişki Kuzey-Güney prizmasından geçince sınıfsal özünü yitirip zengin ve yoksul uluslar çatışmasına dönüşüyor.
YOL 31
Oysa geri kapitalist ülkelerdeki egemen zümrelerin, Kuzeyin egemenleriyle temelde bir çelişkileri yoktur. Çoğu uluslararsı Finans- Kapital yumağının bir parçası olmuştur. Geri kapitalist ülkelerdeki egemen zümrelerin Kuzeyin Finans-kapitaliyle çatışmaya girmesi ancak bu ülkelerde sınıflar savaşının yükseldiği, gelişmelerin yeni çözümler dayattığı momentlerde olabilir. Geri ülke egemen zümrelerinin Kuzeyin finans-kapitalinden “daha fazla pay" kopartması da ancak işçi sınıfı ve halkın yükselen zoruyla mümkün olur.
Paradoks gibi görünse de Kapitalizm-Sosyalizm dengesi koşullarında 1917 devriminden 1970’lere kadar Emperyalizm ve sömürgeleri arasındaki çelişkinin özü ulusal kaldı. Kapilalizm-Sosya- lizm dengesinin Sosyalizm aleyhine bozulduğu günümüzde ise emperyalizm ve yeni sömürgeleri arasındaki çelişkinin sınıfsal özü öne çıkıyor.
Dün geri ülkelerde emperyalizme karşı doğrudan mücadele veriliyordu. Bugün bu mücadele dolaylı hale geldiği ölçüde ulusal özünden sıyrılıp sınıfsalbir öz kazanıyor. Geri kapitalist ülkelerde işçi sınıfının öne çıkışı emperyalizmin tek tek ülke devrimlerine saldırısı karşısında mücadele cephesini yaygınlaştıracak imkanları arttırmaktadır.
Günümüzdeki güçler dengesi “dünya devrimi" çığlıklarını yükseltebilir. Ancak bu genel parola son tahlilde ülkelerdeki özgül mücadele koşullarından kaçışa kılıf oluyor. Dünya devrimci süreci hep ve daima tek tek ülkelerden kopan devrimlerle akacaktır, bu dev- rimlerin yaygınlaşması, birbirini izlemesi somut koşullara bağlıdır. Ancak dünyanın yeni koşulları en azından bölgesel devrimci örgütlenmeleri hızla yaratmayı gerektiyor, Biçimini ve politik zeminini bölge koşullarının belirleyeceği bu örgütlenmeler uygun koşullarda güçleri bölgenin en kritik ülkesine yığmak gibi önemli roller üstlenebilir. Şimdiden bu konuda abartılı politik deklarasyonlar ilan etmek yerine, pratik bağları güçlendirmek için adımlar atmak en uygunudur.
YOL 32- Değişen Dünya Dengesi
1 - LENİN, CHt31.
2- D. Perinçek, Teori, Kas-Ar.19903- D. Perinçek, Teorit, Şub.19914- Foreign Affairs Spring 1990
5- S. İShihara, The Japon That Car Soy No6- “ *
7- Entennational Affairs, Şubat 1991
8- World Poliey Journal, Wirier 1990-91
YOL 33
DEVRİMCİ SOL ELEŞTİRİSİH üseyin A li KEMAL
Türkiye’de sınıf savaşımı önümüzdeki günlerde yeni ve keskin dönemeçlere ilerliyor. Her dönemeci allatıp devrim yolunda şaşmaz adımlarla ilerlemek Türkiye gerçeğini doğru kavramaktan geçiyor. Gerçeğin ekonomi yüzü Türkiye kapitalizminin tarihi oluyor ve bu tarihi yanlış öğrenmek-öğretmek devrim müdahalesinin içeriğinde, biçiminde ve sınırlarında ister istemez sapmalar doğuruyor. Bu yazıda THKP-C önderi Mahir Çayan'ın Türkiye kapitalizmine ilişkin kavrayışına kısaca değindikten sonra Devrimci-Sol'un bakışını irdeleyeceğiz.
THKP-C önderi Mahir Çayan “Kesintisizler"de toplanan Türkiye kapitalizmine ilişkin analizlerini Ulusal Kurtuluş Savaşı'ndan başlatıyor. “Feodal-komprador devlet mekanizması parçalanmış yerine, tek parti yönetimi altında küçük-burjuvazinin diktatörlüğü egemen kılınmıştır..." Ekonomik plandaki yönetimi ise özetle şudur: Özel mülkiyet ve karı temel alan, kendi sınıfsal ve ekonomik örgütlendirmesini genişleten, giderek de “milli burjvazi” sınıfını yetiştirmeye yönelik “ küçük ü re tim e dayanan, özünde boş b ir m illi ekonom i” (abç) yaratılmıştır.1 Çayan, Cumhuriyet yönetiminin milli kapitalizmin gelişmesi için devletin bütün imkanlarını kullandığını “Ancak gittikçe gelişen politik ve ekonomik plandaki küçük-burjuvazinin örgütlenmesinin giderek ticaret burjuvazisi ile işbirliği içinde olan ve devletin imkanlarını bu alanda kullanan bir “ bürokrat b u rjuva z i” (abç) oluşturduğunu"2 yazarak ilginç bir saptamaya ulaşır, iş Bankası'nın kuruluşunu buna örnek olarak gösteren Çayan, şöyle devam eder:
“Giderek Cumhuriyet yöneticilerinin bir kesiminin bürokrat burjuvazi haline dönüşmeleri ticaret burjuvazisi ve eşrafla birlikte ekonomik yatırımlar yapmaları başlangıçta “ekonomide özel kartel leşme ve tröstleşmeye yabancı sermaye yardımlarına ve işbirliğine karşı olan devlet” (abç) üzerinde politik gücünü yavaş yavaş arttırmayı doğurmuştur. Yavaş yavaş
YOL 34- Devrimci Sol Eleştirisi
bu konuda meclisten imtiyazlı kanunlar çıkartılmış, yabancı sermaye ile "işbirliği” gelişmiş ekonomide reformist-burjuvazi ile bürokrat- burjuvazi işbirliği sonucu tekelleşmeye doğru gidilmeye başlanmıştır.
Aslında “sanayii ellerinde tutan" (abç) İş Bankası grubunun büyük yatırımlara burnunu sokup tekel elde etmesi, bunun yanında perde arkasında bir şirket kurup o fabrika mamullerim ithal edip yüksek tuttuğu fabrika fiyatları ile piyasaya sürmesi reformist- buriuvazinin İş Bankası içindeki bir kanadının sivrilmesine ve tekelleşmesine giderek yol açmıştır. “Türkiye’de tekelci burjuvazinin uç vermeye başlamasında en etkin grup İş Bankası grubu olmuştur” (abç)3
Anlaşılıyor ki, Çayan'a göre önceleri bürokrat burjuvazi doğuyor (1923-32 evresi), ardından bürokrat burjuvazi ticaret burjuvazisi ve de yabancı tekellerle işbirliği yapıp tekelci burjuvaziye doğru dönüşmeye başlıyor (1932-42 evresi) ve daha sonra savaş yıllarında Marshal-Truman yardımları paravanası altında Amerikan emperyalizmi ülkeye iyice giriyor. (1942-50 evresi), “Küçük burjuva milli ekonomisi emperyalist istismara cevap verecek şekilde değişikliğe uğramış (1950-71 evresi) oluyor. “Emperyalist tekellerle baştan bütünleşmiş olarak doğan yerli tekelci buruvazinin gerçek anlamda gelişip yaygınlaşması bu devrede (1950-71 ler) olmuştur".4
Türkiye gerçekliğimiz doğru kavranamayınca Ulusal Kurtuluş Savaşının önderliğine küçük burjuvazi getiriliyor ve diktatörlüğü ilan ediliveriyor! Özünde anti-emperyalist olan Ulusal Kurtuluş Savaşı ister istemez tüm ulusu kapsayan sınıf ve katmanları müttefik kılmıştı; komprador burjuvazi hariç. Müttefikler ise eşraf, ayan, te- feci-bezirganlar, kısmi de olsa sanayiciler, işçiler ve köylüler ıdı. Emperyalizm 1915'de İstanbul’u işgal edip ardından Anadolu’yu parsel parsel işgal etmeye başlayınca, canı daha fazla yanmaya başlayan eşraf-ayan ve tefeci-bezirganlarımız anti-emperyalist eksene giderek daha hızla girmeye başlamışlardır. Müdafa-i Hukuk Cemiyetleri ve ardından Kuvayi Milliye hareketi ekonomi temelinin siyasi şekillenmesinin birer ifadeleri oluverirken “devlet sınıfımız” 1919-19 Mayısıyla Kurtuluş Savaşının “yürütücü gücü” olarak sahneye çıkmıştır. Erzurum Sivas Kongreleri birer tesadüf değildir. 500
YOL 35
yıllık Osmanlı devlet geleneğinden güç alan devlet yöneticilerimiz Seyfiyelerimizden (Kılıçlılar) Harbiyeli Mustafa Kemal, ittihat Terak- ki'cilerin yani Jön-Türklerin onyıllarca uğraşıp didindikleri milli burjuvaziyi yaratma misyonunun kendisiyle devam ettiğini ve bunun için de “çalınacak kapının" hangisi olduğunu biliyordu T.C. kurutana kadar Osmanlı içinde de, sorunlar hep Gordion düğümüne döndüğünde bir kılıç darbesiyle vurucu gücünü öne çıkaran Kılıçlılarımız pısırık Anadolu burjuvazisi-eşraf, ayan, tefeci, bezirganlarımız-nin önderlik edeceği ulusal kurtuluş savaşının "yürütücü gücü" olmaya çoktan aday oluvermişlerdi. Çünkü “devlet ve millet elden gidiyordu, memleketi kara bulutlar kaplayıvermişli”, Kılıçlılarımızın müdahale etme günü gelip de çatıvermişti.
Yüzyılların gelenekli Kılıçlımızı, bir anda kapitalist ekonominin küçük burjuva kategorisine indirgeyiveren Mahir Çayan, kendi mantığıyla şaşmaz bir şekilde ona diktatörlüğünü de kurdurup ve ardından bir hilkat garibesi “bürokrat burjuvaziyi" vücuda getiriveri- yor!
Cumhuriyet yöneticilerinin bir kısmının bürokrat burjuvaziye dönüşüp ardından ticaret burjuvazisi ve eşrafla birlikte ekonomik yatırım yapmaya başladıklarını yazan Çayan, bunun "devlet üzerinde politik gücünü yavaş yavaş arttırdığını” belirtir. Yani bürokrat burjuvazi, ittifaklarıyla küçük burjuva diktatörlüğüne, yanı devlete karşı politik gücünü arttırmaya başlamıştır. Devlet, yani küçük burjuva diktatörlüğü kendi küçük üretime dayanan ekonomisine darbe vurmamak için! kartelleşme ve tröstlemeye ve ayrıca yabancı sermaye yardım ve işbirliğine karşıdır! Önce burdan başlayalım ardından İş Bankası gibi Cumhuriyet ekonomik-politikasına damgasını vuran gerçekliğin nasıl yanlış kavrandığını görelim:
Tarih 1923 Şubat-Mart ayları. Ne tesadüftir ki! Cumhuriyet ilan edilmeden önce onun tüm ekonomik politik hattını belirleyecek İzmir İktisat Kongresi yapılır. Kongredeki şu sözler Mustafa Kemal'e aittir
“Zannolunmasın ki ecnebi sermayesine düşmanız: Hayır bizim memleketimiz geniştir. Çok emek ve sermayeye ihtiyacımız var. “Kanunlarımıza riayet şartıyla” (abç) ecnebi sermayelerine lazım gelen teminatı vermeğe her zaman hazırız. “Kemal Atatürk'ün
YOL 36- Devrimci Sol Eleştirisi
buna benzer görüşlerini daha sonraları İnönü ve dönem bakanları dile getirirler. Emperyalizmin “OsmanlI ülkesini müstemleke (sömürge)” haline getirdiğini bilen yönetici kadro emperyalizmle “eski tarzda” bir işbirliğine karşıydı o kadar. Kendini, ittihat Te- rakki’den devraldıkları milli burjuvaziyi yaratmaya hasreden devlet yöneticilerimiz nasıl ki “ülkeyi sınıfsız” ilan etmişlerdi, “köylüyü milletin efendisi” yapıvermişlerdi; ülkede serbest rekabet cehenneminde yaşayamayacağını bildiği vurguncu asalak karakterli tefeci bezirganlarımızın birden tekel tahtına oturmasını değil engellemek, tam tersine hızlandırdı. Bunu daha sonra ayrıntısıyla göreceğiz.
Şimdi dönelim iş Bankası gerçekliğine. Hint Müslümanların- dan gönderilen yardımın 250 bin lirası Atatürk tarafından bir alana yatırılmak istenir. Atatürk’ün ilk akıl hocası kayınpederi “bir ihracat- ithalat şirketi" kurmasını önerir, ne de olsa kendi işi de budur ve bu olaydan faydalanabilir. Atatürk daha sonra Celal Bayar'a danışır. Bayar bu alana yatırımın pek yararlı olamayacağını, bunun yerine bir banka kurabileceklerini dile getirir. Atatürk ikna olur ve 250 bin lira “başlangıç" yaratacak sermayeyi kendisi, geri kalan 750 bin lirayı ise dönemin eşraf ayan, tefeci-bezirganları sağlar. CHP yöneticilerinin bir kısmı-1 misi Anadolu burjuvazisinden, kimisi devlet yöneticisi-da bankaya ortak olur. Bayar, anılarında bank.ı kurulmadan önce onun "sanay i ku ru luş la rına o rtak olmasını p lan la d ığ ın ı"5 belirtir. Bayar'ın planı adım adım hayata geçer ve iş Bankası madencilik, tekstil, cam, şeker, ihracat, ithalat gibi bir çok alanda yatırımlar yapmaya: sanayi ile son derece canlı ilişkiler kurup banka-sanayi sermayesi sentezleşmesinin kubbesi oluverir. Başlangıçta 1 milyon lira sermayeli, 2 şubeli kurulan banka kısa sürede gürbüzleşip 1926'da sermayesini 2 milyona, İttihat Terakkici- ler tarafından Osmanlı döneminde kurulan İtibar-i Milli Bankası'nı yutarak 1927’de 4 milyona ve 1938’lerde 5 milyon liraya çıkarır. 1938’de 5 milyon lirayla o dönem Türkiye’de faaliyet gösteren tüm bankaların toplam sermayesinin yüzde 50’sine sahip olur. Ziraat Bankası ile birlikte mevduatın yüzde 70’inin üstünde bir bölümünü kontrol eder hale gelir.
Birçok sanayi sektörüne yaptığı yatırımlarla bankacılık alanındaki tekel konumunu sanayi alanında da pekiştirir. Daha sonra tekrar değineceğimiz gibi bugün 371 milyar lirayla tüm bankalar içinde
YOL 37
sanayi ortaklıkları bakımından 1 numara olur, fş Bankası bunu 1924'lerden itibaren attığı dev adımlarla sağlamıştır. Öyle dev adımlar ki Emperyalist Avrupa ülkelerinin bir çoğunda hiç bir bankanın sağlayamayacağı hızda sermaye birikimini 10*15 yıl gibi kısacık bir zamana sığdırabilmiş ve Cumhuriyete hükmetmeye başlamıştır. Türkiye’de o dönem atılan birçok sanayi adımın arkasında dolaylı veya dolaysızca İş Bankası bulunuyordu. Mahir Çayan ve daha sonra ayrıntısıyla irdeleyeceğimiz Devrimci Sol, iş Bankasfnın sanayi, müteahhitlik, ihracat-ithalat işleriyle içli dışlı olduğunu yazıyor, hatta Çayan “tekelci burjuvazinin uç vermeye başlamasında en etkin grup İş Bankası grubu olmuştur” diyerek daha da ileri gidiyor. Ama tüm bu söylenenlerin ardından ortaya çıktığını iddia ettikleri ise hilkat garibesi “bürokrat burjuvazi” oluyor. Oysa, gerçekliğe bu derece teğet değip geçmemek gerekirdi! Ama, kişilerin veya örgütlerin “ e lle rinde o lm adan" dünyaya bakış tarzlarıyla doğrudan bağlantılı olarak İş Bankası gerçekliğini farklı anlamaları kaçınılmazdır. Ulusal Kurtuluş Savaşında yürütücülük yapan Kılıçlılarımıza nasıl küçük burjuva diktatörlüğü kurduruluyorsa, kimi bürokratların da İş Bankası ortaklığı İçinde yer alması bürokrat burjuvaziyi yaratıyor!
Bankanın kuruluş sermayesi bile, baştan farklı sermayelerin bıraraya gelip domuztopu olmalarının ilk aşamasıdır. Sermayeler burada birleş ip güçlenirken sanayi ve her türlü alana yaptıkları yatırımlar bürokrat burjuvaziyi değil banka-sanayi sermayesinin organik ilişkisinden doğan FİNANS KAPİTALİ döllenmiştir. Bundan sonra çocuğun doğması, büyümesi, delikanlı ve gençlik dönemlerini hep beraber Türkiye kapitalizminin tarihinde izleriz, iş Bankası’nın öncülük ettiği, finans-kapital kervanına daha sonraları bir çok devlet ve özel banka sanayi ortaklıkları canlı ilişkisiyle katılacaktır: 1930'larda Etibank, Sümerbank 1940'larda Akbank, Yapı Kredi Bankası, Garanti Bankası, Pamukbank ve Ağabey iş Bankasından sonra dünyaya yeni finans-kapitalist kardeşler doğar ve bunlar Türkiye'nin egemeni haline gelirler. Şimdi de 1923'lü yıllardan özellikle 1950’li yıllara kadarki kapitalist gelişmenin ana hatlarına bakalım:
İÇ DİNAMİK Mi, DIŞ DİNAMİK Mİ?
Mahir Çayan ve mirasçılarından Dev-Sol'un genel değerlendir-
YOL 38- Devrimci Sol Eleştirisi
melerinde kapitalizmin tarihi gelişimini dış dinamik eksenine yerleştirmek ağırlıktadır:
“Bu ülkelerdeki (Türkiye ve benzeri ülkeleri kastediyor-bn) emperyalist hegemonya bağımsız bir milli burjuvazinin gelişmesine engel olduğundan ülke kapitalist bir ülke olsa bile, "varolan kapitalizm kendi iç dinamiğiyle gelişmediğinden" (abç) çarpıktır, emperyalizme göre biçimlenmiştir. Emperyalist hegemonya toplumun kendi içi dinamiği ile gelişmesine engel olduğu için ülke alt yapı ilişkilerinden üst yapısına kadar milli bir kriz içindedir."6 veya”... Ancak gelişen yerli burjuvazi iç dinamikle değil, emperyalizmle baştan bütünleşmiş olarak gelişmiştir...” 7 Son olarak da “Artık geribıraktırılmış ülkelerdeki oligarşik devlet aygıtı, mevcut üretim ilişkilerini-buna ülkedeki kapitalizm iç dinamikle gelişmediği için “ em perya lis t üretim i l iş k i le r i" (abç) demek yanlış olmaya- caktır-uzun bir süre koruyabilecek seviyeye gelmiş, bu ülkelerdeki halk kitlelerinin özellikle geniş emekçi yığınlarının tepkileri pasifize edilerek, bu tepkiler ile oligarşi arasında suni bir denge kurulmuştur”8 cümleleri kapitalist gelişmeyi emperyalizm eksenine dayandırıyor. Aynı yaklaşım daha da geliştirilmiş olarak Dev-Sol’da da var
* dır:
“Kapitalizmin kendi iç dinamiğiyle geliştiği ülkelerde ticari sermaye sanayileşmeye yöneldi. Uzun sömürge yıllarından sonra, geri üretim biçimleri içinde bocalayan ülkelerde ise sermaye birikimi ağırlıkla devlet eliyle sağlandı.” Bir başka paragrafda ise şu görüşlere yer veriliyor:
“..Zira tekelci burjuvazi, ABD emperyalistleri tarafından desteklenmesine karşın iktidarı tek başına ele alabilecek kadar güçlü değildi.” “Ülkede kapitalizm kendi iç dinamiği ile değil, daha baştan emperyalizmle bütünleşerek gelişmiştir” (a b ç ) '8
1923'lerden itibaren kapitalist gelişmeye bakıp özellikle emperyalizmle yeniden sıkı ilişkilerin kurulmaya başlandığı 1850’li yıllara kadar geçen sürede iç dinamlk-dış dinamiklerin nasıl işlediğini görelim.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi İzmir İktisat Kongresinde Cum-
YOL 39
huriyet ekonomik-politikasının tüm ana hatları çizilirken emperyalist sermayaye de "b ir ro l" verilmiştir. Zaten, hem Atatürk ve diğer yönetici kadrolar emperyalizmle bağların tamamen kesildiği bir durumu düşünmüyorlardı hem de Anadolu burjuvazisinin önderi tefe- ci-bezirgan sermaye üretimden uzak asalak-vurguncu yapısıyla emperyalizmin asalak-vurgunculuğundan uzak duramazdı. Ama sorunu yöneticilerin veya sınıfların niyetleriyle açıklarsak bu kos- kaca bir subjektivizm olurdu. Soruna; yani iç-dış dinamiklerin işleyişini ancak Tükiye'nin içindeki tüm gelişmeleri dünyada gelişmelerle sentezleştirdiğimizde anlayabiliriz.
Kemalizm Ulusal Kurtuluş Savaşı ile komprador burjuvaziyi tasfiye etmiş, kendi iç pazarına sahip sömürü düzenini geliştirebilmesi için burjuvaziye tüm olanakları sağlamaya çalışmıştı. 19231929 dönemine “ libera l dönem " denmesinin altında yatan şey işte budur. Kurtuluş Savaşı sona erdikten sonra burjuvaziye "b ırakınız yapsın lar, bırakınız g e ç s in le r” politikasıyla, alanda istediği gibi at koşturmasına zemin hazırlamıştır. Bir yandan liberal politikayla burjuvazinin artık bir şeyler yapmaya başlayacağı beklenirken, öte yandan da İş Bankası gibi adımlarla "kısm i o la rak ” müdahalelerde bulunulmuştur. 1923-29 yılları ekonomik göstergelerine baktığımızda tarım, sanayi, milli gelir artışında önemli gelişmeler sağlanmıştır. Sınai üretim yüzde 8,5, tarım üretimi yüzde 16,2 ve yıllık Gayri Safi Yurt İçi Hasıla (GSYİH) yüzde 10,9 artmıştır. Rakamlardaki sıçrama sanki kapitalizmde hızlı bir sınaileşme temposuna girildiği izlenimini veriyor. Oysa bu aldatıcıdır. Savaş öncesi yani Osmanlı döneminden kalma sanayi ve tarımsal yapı savaş sonrasının getirdiği hızla 6 yılda kendisini yeniden üretmiştir, yani atıl kapasitelerini kullanmıştır, o kadar, ithalatın genel yapısından da daha sonraki dönemlerle karşılaştırıldığında hızlı bir sanayileşme temposuna girilmediğini gösteren veriler vardır: 1924 yılında Türkiye'nin ithalatı içinde yatırım malları yani makinelerin toplam ithalat içindeki payı yüzde 4 iken bu 1929'da yüzde 9’a çıkmıştır. Tüketim mallarının payı ise yüzde 66 dan yüzde 51'e kadar gerilemiştir. “ ith a l ikam esi sü re c i” zayıf da olsa başlamıştır ama esas tempoya 1930’lardan sonra girilecektir.
Hızlı bir tempoya girilmemesinin nedenlerini ise kısaca şöyle açıklayabiliriz: Savaştan çıkış, Lozan Anlaşmasıyla ithalattan alı-
YOL 40- Devrimci Sol Eleştirisi
narı gümrüğün 1929 yılına kadar yüzde 3 tutulmasının zorunlu kılınması, Kürt-Kürdistan, Musul-Kerkük gibi iç sorunlar, tefeci-bezir- gan, sermayenin üretimden kopuk asalak-vurguncu karakteri, OsmanlI borçlarının devlet harcamalar üzerinde yaratacağı olumsuzluklar. İç dinamik faktörlerini açalım. Bunların belli kanallardan işle-
J meye devam ettiğini ve 1930'lardaki devletçi kapitalist gelişmenin önünü açtığını görüyoruz: İzmir iktisat Kongresi ile işçilerin sendika kurma, grev hakkı gibi tüm ekonomik-demokratik hakları yok sayılmıştır. Bu, sanayide artı-değer birikimini sağlarken, köylünün ürününü iç-dış piyasalara pazarlayan tefeci-bezirganlarımız önemli bir spekülatif birikim yapmaya devam etmişlerdir. Müteahhitlik hizmetleriyle devletin milyonerler yetiştirmeye başlaması da ticari alana yönelik sermaye birikiminin önemli bir manivelası olmuştur. Bir diğer sermaye birikim kanalı İş Bankası olmuştur. Başta iş Bankası, Ziraat Bankası olmak üzere yerli bankalarda toplam mevduat 1924'de toplam mevduatın yüzde 22’si iken (yabancıların payı yüzde 78) 1929'da bu yüzde 43'e yükselmiştir, (yabancıların payı yüzde 57). Aynı dönemde bankalar tarafında açılan kredide yerli bankaların payı 1924'de yüzde 47 iken (yabancıların payı yüzde 53), 1929’da yüzde 53'e çıkmıştır (yabancıların payı yüzde 47). Aynı dönemde dolaşımdaki para 12 milyon lira iken 1924’de yerli-yabancı tüm bankalardaki toplam mevduat 76 milyon liradan 211 milyon liraya, kredi hacmi de 123 milyon liradan 204 milyon liraya yükselmiştir. Bankalardaki toplam küçük cari hesapların yaklaşık yarısı 1924'de yerli bankalarda iken 1929’da toplam 59 bin 600 hesabın 53 bin 200’ü yerli bankalarda ve özellikle İş Bankası’ndadır.11
iç dinamik faktörlerinin 1929 yılı sonrası etkinlikleri ise çok çarpıcı bir liberal dönemi sona erdiren iç ve dış koşullar devletçi kapitalist gelişmeyi, yani devlet eliyle kapitalistleşme sürecini hızlandırmıştır 1929’a gelindiğinde emperyalizmin dünya çapında yaşadığı kriz onun kolunu kanadını kırmış, “ahtapotça kolların/'bir çok yerden çekmek zorunda kalmıştır. Dış faktör olarak Lozan Anlaşmasının getirdiği yüzde 3’lük gümrük vergisi zorunluluğu 1929 ‘da; yani dünya bunalımıyla tesadüfi olarak aynı tarihte sona ermiştir. İçte yeni sınai yatırımlara parababalarının gösterdiği ilgisizlik, bazı iç sorunların kısmi olarak çözümü, yukarıda belirttiğimiz birçok sermaye birikim kanallarının da bir yandan işleyişiyle birlikte düşünül-
YOL 41
düğünde 1929'lar sonrası önemli bir kapitalist genişlemenin koşullarının “olgunlaştığı" anlaşılır. 1930-39 dönemi genişlemesi hangi kaynaklarla finanse edilmiştir. Emperyalizmin buradaki etkinliği zayıftır. Bunu birazdan tekrar ayrıntılı olarak ele alacağız. O halde genişlemenin finansmanı içeriden sağlanmıştır. Bunu açalım.
Bankalardaki mevduat ve kredi hacmindeki çok çarpıcı gelişmenin rakamlarını aktarmaya devam edelim. 1929'larda dünyada yaşanan kriz Türkiye’nin ihracat-ithalat dengesinden vurmuş; bu ekonomide belli bir durgunluk yaratmıştı. Buna rağmen bankalardan açılan kredinin GSYİH'ya oranı 1930-39 dönemi boyunca yüzde 0,15 gibi 1950'lere kadar ulaşılamayacak bir seviyedeydi. Ayrıca bankalardaki mevduat ve kredi dağılımında yeril bankaların payı da üst düzeye çıktı. 1938 yılında toplam mevduatta yerli bankaların payı yüzde 78'e kadar yükselirken 1924’deki yüzde 22'lik oranı fersah fersah aşmıştı. Aynı gelişme bankalardaki kredi dağılımında da oldu. Yerli bankalar banka kredilerinin 1924 de yüzde 47'sini, 1929 yılında yüzde 54'ünü ve 1938’de yüzde 75'lni kontrol etmeye başladı.
1930-39 dönemindeki bir diğer çarpıcı gelişme ithalatın yapısındaki değişmeydi. Yine 1938 yılında ithalat içinde tüketim mallarının payı yüzde 20'lere kadar gerilerken,'ara malların payı yüzde 41’e ve yatırım mallarının payı yüzde 23'lere yükseliyordu. Bu göstergeler, 1929’a kadar atıl kapasitelerini dolduran sınainin, 1930- 39'da kaydettiği büyük gelişmeyi açıklamaktadır 1930-39 arasında sınai üretim her yıl ortalama yüzde 11,6 artarken, tarımsal üretim yüzde 5,8 ve GSYİH da toplam yüzde 6,8 artırıyordu. Sınai üretimdeki artış o kadar önemliydi ki, bu dönem sağlanan büyüme Cumhuriyet tarihinin rekoru oldu ve hala geçilemedi. Sanayideki bu genişleme önemli sermaye birikim kanallarını da beraberinde genişletti. Bir kere 1927'de genişletilen Sanayii Teşvik Yasası ile kapitalist kuruluşlara üretim araçları ithalatından vergi bağışıklığı, ürettiği üründen 5 yıl gibi vergi bağışıklığı, bedava arsa, ucuz faizli devlet kredisi sağlıyor üretimde tekel konumu, işçilerin sendikasız-grev- siz sömürü koşulları yüzde 318’lere varan sömürü oranları, birikimi sıçratıyordu. Yine aynı dönemde devletin gelir yapılanmasına baktığımızda 1930-1940 yıllarında gelirin yüzde 77'si (yıllık ortalama) gelir ve dolaylı vergilerden sağlanmıştır. Bu ise işçi-emekçilerin tüm
YOL 42- Devrimci Sol Eleştirisi
sömürü koşulları yetmiyormuş gibi ücretlerinden kesilen vergilerle kapitalizmin dolaylı olarak yeniden finanse edilmesidir.
Devlet fideliğinde kapitalist yetiştirme tarzı tutmuştu. Devlet bir yandan kapitalistlere her karlı alanda sermayesiyle ortak oluyor, onu teşvik ediyor “dikensiz gül bahçesiyle” eşsiz sömürü koşulları yaratıyordu. Öte yanda onun girmeye cesaret edemeyeceği; özellikle alt yapı yatırımlarına giriyor, kapitalizmi genişlemesine ve derinliğine geliştirmenin yolunu açıyordu. Tüm bunlar serbest rekabetçi bir ortamda yapılmadı. Celal Bayar bir tekstil fabrikasının açılışında “açılan fabrikaların karşısına rakip dikmeyeceklerini” ilan ederken12 bunu vurguluyordu. İster istemez açılan fabrikalar kendi alanlarında tekel oluveriyorlardı. Nasılsa Lozan anlaşmasının zorunlu gümrük vergisi şartı sona ermiş, yeni vergilemeyle sanayiye gerçek anlamda koruma duvarı yükselmiştir. Araştırmacı Orhan Kurmuş’un hesaplamalarına göre Lozan sonrası gümrük tarifesi ile ortalama koruma oranı yüzde 45,7'ye yükselmiştir.12
Tekelci kapitalizmin, tüm bu koşullara karşın gelişmemesi olanaksızdı. 1923’de teşvikten yararlanan şirket sayısı 1509, 1931’de 2300’dur. 1932 yılında şirket sayısında belirgin bir düşüş göze çarpar. 1932’de teşvikden yararlanan şirket sayısı 1473'e, 1933'de 1397’ye gerilemiştir. 1935 ve 1937 yıllarında bu sayı sırasıyla 1161 ve 1116’ya düşmüştür. Şirket sayısındaki bu azalma, esasen sermayenin merkezileşmesinden kaynaklanmaktadır. Azalan şirket sayısına karşılık 1931’de toplam şirketlerin sabit sermayeleri, yani değişmeyen sermaye değeri 55 milyon lirayken, bu 1935'de 62 milyon liraya çıkar. Şirket sayısı 281 adet azalmış, şirketlerin sermaye yapıları güçlenmiş şirket başına çalışan işçi sayısı da artış göstermiştir. Çalışan işçi sayısı ortalama 47 kişiden 72 kişiye çıkmıştır. 1939 yılında yapılan başka bir istatistik olayın daha ayrıntısını gösteriyor. Sanayi ve Teşvik Yasasından yararlanan şirket sayısı 1144’dür. işletmelerin ürettikleri değer yıllık 341 milyon liradır, işletmelerin sayıca yüzde 10’u yani 113’ü tüm üretimin yüzde 73’ünü kontrol ediyor ve tüm işçilerin yüzde 73’ünü çalıştırıyor.14
Zamanı biraz daha ileriye; 11 yıl sonraya kaydırdığımızda da farklı tabloyla karşılaşmayız; tüm imalat sanayiinde yapılan istatis-
YOL 43
tikler tekelci yapıyı daha da berraklaştırmaktadır. 1950'de 103'ü kamu, 2515’i özel büyük kapitalist kuruluşlar ve 79 bin 713’de özel küçük kapitalist işletmeler olmak üzere 82 bin kapitalist kuruluş istatistiklerde görünür. Tüm işletmelerin yüzde 3,2'si olan kamu ve özel büyük kapitalist kuruluşlar tüm işletmelerin ürettiği katma değerin yüzde 78,3'ünü kontrol etmekte işçilerin ise yüzde 70,6’sını çalıştırmaktadır. Zamanı 1960, 1970, 1980, 1990’lara kadar uzatsak da karşımıza çıkacak olan yine tekeller, yine tekellerdir. Diyalektik olarak değişen geçmişe göre sanayi üretimine hükmeden şirket sayısındaki azalma yani finan- kapitalin, dolaysız olarak tekellerin irileşmesidir. Bunun en iyi göstergesi, Türkiye'nin en büyük 500 sanayi kuruluşunun Türkiye toplam sanayi üretiminin yüzde 60'ından fazlasını kontrol etmesidir. 500 büyük sanayi kuruluşu tüm sanayi kuruluşların sayıca yüzde değil binde 4’üdür.15
Evet 1930’lardaki gelişmeler tekellerin nasıl doğup geliştiklerini açıkça gösteriyor. Sanayideki bu açık tekelleşme özellikle altyapının ciddi bir sıçrayışa uğratıldığı bir dönemde doğmuştur. 1923’de karayolu uzunluğu 13 bin 900 kilometre İken 1945'de 20 bin kilometreye çıkmış; aynı dönemde demiryolu ağı 4100 kilometreden 7500 kilometreye kadar yükselmiştir. “ Demirağlarla ö rdük anayurdu” sloganı Tekellerle ördük anayu rdu ’na dönmüştür! Tekellerin banka-sanayi sarmalından çıktıklarını daha önce belirtmiştik. 1924'lerde başlayan bu süreç olanca hızıyla devam etmiş ithal ikameci kapitalist genişleme doludizgin sürerken flnans-kapital de iyice şekillenmiştir.
Aynı dönemde; 1923-1939 yılları arasında dış dinamiklerin kapitalist gelişme üzerindeki etkileri nedir? Şimdi buna bakalım.
Dış dinamikler başlıca emperyalist sermaye yatırımları, dış ticaret dış borç ilişkileridir. Kemalizmin emperyalist sermayaye karşı tutumuna değinmiştik. Cumhuriyetin ilanından sonra OsmanlI döneminden kalan ama uygulanamayan Chester projesi (limanlar, demiryolu yapımı, petrol işletmeciliği) TBMM'de yeniden onaylandı. Başka bir anlaşmayla tarım makinaları ve gereçleri ithalatı bir Amerikan grubuna veriliyordu. Bu anlaşmalarla Türkiye’ye 400 milyon liraya yakın bir sermayeninin gireceği bekleniyordu. Ama Musul-Kerkük bölgesi Misak-ı Milli sınırları dışında kalınca tüm hesaplar suya düş
YOL 44- Devrimci Sol Eleştirisi
tü .16 1924’de yine yabancıların Türkiye'de belediye sınırları içinde taşınmaz satın almalarına olanak sağlayan yasa çıkarıldı, yabancı şirketlerin yüzde 49'luk paya sahip olabilmeleri ve sanayi teşvik yasasından yararlanmaları da getirilen kolaylıklar arasındaydı. 1923-29 dönemine baktığımızda kurulan 71 milyon lira sermayeli anonim şirketlerin sermayesinin yüzde 43'ünün yabancı sermayeli kuruluşlar olduğu ve bu yabancı sermayeli şirketlerdeki sermayenin yüzde 75’inin de yabancıların elinde olduğu görülür. Yıllara göre baktığımızda ise 1929'a kadar artan sermayenin 1930'lardan itibaren giderek azaldığı ortaya çıkar. 1926’da, gelen sermaye miktarı 6,5 milyon lira, 1927'de 5,3 milyon lira, 1928’de 8,1929'da 12 milyon lira. Gelen para 1930'da bıçak gibi kesilir. 1930'da 1,2 milyon lira, 1931'de 0,8 milyon lira, 1932'de 4,2 milyon lira ve 1933’de 1,1 milyon lira.
Emperyalizmin dünya bunalımının etkileri açıkça görülüyor. Yukarıdaki satırlarda bankalardaki mevduat ve krediler kontrolünde yeril bankaların payının nasıl arttığını görmüştük. Bu hem çıkarılan bazı yasalarla yerli bankaların kollanması, hem yabancı bankaların yavaş yavaş alanı terketmesl hem de dünya bunalımından kaynaklanıyordu. OsmanlI'dan devraldığı ekonomik yapıyı 1929'lara kadar fazlasıyla değiştiremeyen Cumhuriyet yöneticileri emperyalist sermayeye karşı tutumlarını da “gel, ama yasalarıma uyum göstor''lu dile getiriyorlardı. Emperyalist sermayenin zayıflaması daha da belirginleşti. Hem dünya ekonomik bunalımı hem de arlık defalarca kar elde etmiş olmanın verdiği rahatlıkla emperyalist sormayo millileştirmelerde “alan razı, satan raz/”hesabı direnç göstermedi. 8 şirket demiryolu ve limanlar sektöründe, 12'si belediye hizmetlerinde, 2’si imalat sanayi ve 2'si de madencilik alanında toplam 24 şirket 154,7 milyon lirayla millileştirildi.17
Emperyalizmle olan ilişkilerin bir başka boyutu dış ticarettir. 1939'lara kadar OsmanlI'dan devraldığı dışa açık yapısını sürdüren Cumhuriyet ekonomisi 1930’lardan itibaren “ içe kapanmaya" başlar, ihracatın ve ithalatın payı da yüzde 15'den yüzde 7'ye gerilemiştir. İçe kapalı yapı devletten devlete ihracat, klearing anlaşmaları ve ithal ikamesi süreciyle baş baş a gidince 1930-1939 döneminde (1938 hariç) Türkiye dış ticaret fazlası veri bu da bir Cumhuriyet dönemi rekoru olmuştur.
YOL 45
Dış borçlanmada da benzer zayıflama eğilimleri 1930’lara denk düşer. OsmanlI borçlarını saymazsak Cumhuriyet yöneticilerinin bir çok dış borç bulma girişimleri sonuçsuz kalmış ve en nihayet bu konuda ilk borç veren ülke SSCB olmuştur. 8 milyon dolarlık kredi daha çok Sümerbank'a kullandırıldı. Daha sonra ise Ingilizler Karabük Demir Çelik Fabrikasının yapım ihalesini alır ve 3 milyon sterlinle ihaleyi finanse ederler. Ekonominin tüm bu saydığımız parametrelerinde görülen manzara şudur:
Dış dinamik açısından emperyalist sermaye-ister doğrudan yatırım, ister doğrudan kredi vermek şeklinde olsun-1930’lardan itibaren başlayan devlet kapitalist gelişiminin-genlşlemenin içinde etkin olamamıştır. İç ve dış koşulların toplamından çıkan bu gerçek iç dinamik belirleyiciliğini öne çıkarmakta ve 1940-50’li yıllara kadar ekonominin temel karakteristiklerinin oluştuğu bu süreçte sermaye birikiminin iç dinamiklerle içe dönük büyümesinin ağırlık kazandığını kanıtlamaktadır.
Bu konuda son olarak, Türkiye’nin 1929-1950 yılında katettlğl mesafeyi, kendisine yakın diğer ülke gelişmeleriyle karşılaştırdığımızda daha iyi anlayabileceğimiz rakamlara bakalım. Türkiye'nin Gayri Safi Yurt içi Hasıla (GSYİH)’sı 1929-1938 döneminde yüzde 61 artarken, aynı dönemde Hindistan’ın GSYİH’sı yüzde 9, Mısır’ın yüzde 17, Yugoslavya'nın yüzde 13 ve Yunanistan’ın ise yüzde 13 artmıştır. 1929-1950 yıllarına yani 21 yıllık genel gelişmeye baktığımızda ise şu tablo karşımıza çıkmaktadır: Türkiye'nin GSYİH'sı yüzde 83, Hindistan'ın yüzde 21, Mısır'ın yüzde 59, Yugoslavya'nın yüzde 30 artarken Yunanistan’ın yüzde 12 azalmıştır.
1950’LER SONRASI
Finans-kapital 2. Emperyalist savaşa kadar iyice şekillenmiş, maddi temeli tekeller giderek tüm alanlara yayılmaya başlamıştır. Savaş yılları onun için yeni bir spekülatif birikim kaynağı olmuştur. 1950'lere kadarki birikimin savaş sonrasında katlanması gerekiyordu. Ekonomi temelinde iyice güçlenirken, artık “devlet vesayetinden” kurtulup tahtına oturmalıydı. O yıllar dünyanın sosyalist- emperyalist kamplara bölündüğü ve soğuk savaşın başladığı yıllardır. Türkiye’nin tercihi tabii ki emperyalist kamp olacaktır. Hem fi- nans-kapitalin siyaseti artık doğrudan kendisinin yapması hem
YOL 46- Devrimci Sol Eleştirisi
de uluslararası finans-kapitalle buluşma isteği Çok Partili dönemi gündeme getirdi. Finans-kapitalin sözcüsü Celal Bayar hazırlatılan parti programını kendi elleriyle İsmet İnönü'ye götürür ve onayı alındıktan sonra DP kurulur. Parti programı CHP'den farklı değildir. “ At d e ğ iş ik liğ i" gerekiyordu; Cumhuriyet döneminin dizginsiz sömürü koşullarının tüm faturası CHP'ye çıkarıldı, DP iktidara geldi. DP’nin izlediği ekonomik politika taktik olarak tarımdan meta, insan, sermaye kaynaklarını daha fazla transer etmek idi. Bunun sonucunda 1946-53 döneminde tarımsal üretim her yıl ortalama yüzde 13.2, sınai üretim ise yüzde 9,2 arttı, 1954-1961’de ise Cumhuriyet kapitalizminin hem uzun yıllar içe kapanmasının ardından dışa açılması, hem de yeniden dış borç girdabına girmeye başlamasıyla başlayan tıkanıklıkla tarımsal üretim artışı ortalama yüzde 1.8'e geriledi, sınai üretim artışı ise yüzde 4,3’de kaldı.
Bu genel tarihi gelişmeleri ve özellikle Türkiye'nin emperyalizmle girdiği ilişkinin anlamını Dev-Sol nasıl açıklamaktadır.
“Emperyalizm, yerli işbirlikçi sermayeyi “ m ontaj n ite l i kİ i abç) orta ve hafif sanayie yönlendirirken getirdiği geri, modası geçmiş teknik bilgi ile onu denetimi altına aldı... Ülkemizdeki tekeller, emperyalist ülkelerdeki örneklerinden farklı olarak kendi doğal evrimini geçirmeden emperyalizmin ve devletin destekleriyle yaratılmışlardır. “ Başta 1950-60 arasında” (abç) kurulanlar olmak üzere emperyalizm ve devlet desteği olmadan ayakta kalanlar pek yoktur."18
"Çarpık ka p ita lizm in ” (abç) gelişmesi kentlerde “montaja dayalı” sanayi tesislerindeki artış, hızlı bir kentleşmeyle birlikte yeni sosyo-kültürel sorunları da birlikte getiriyordu”!20 ve son olarak:
“Ayrıca, suç ortaklığının yatırım yaptığı alanlar ciddi sektörler olmaktan uzaktır. Emperyalist tekellerle geliştirilen bu ilişki “ çarpık b ir k a p ita lis t yap ı” (abç) ortaya çıkarmıştır. Ülkemizde "s ü re k li yaşanan"(abç) krizin kaynağı burasıdır. Yani işsizlik, enflasyon, zamlar, devalüasyonlar, sanayinin çarpık gelişimi ve montaj sanayinin varlık sebebi emperyalizm ve onunla girişilen bu i- lişkilerdir.”20
Dev-Sol savunmasının, Türkiye’nin emperyalizmle yeniden
YOL 47
flörte başladığı 1950’lerdeki gelişmelerinden çıkardığı ders Montaj sanayii, çarpık kapitalizm, sürekli kriz ve yine sanki 1950’li yıllara kadar bir şeyler yaşanmamış gibi, her şeyi bir anda yoka çevirerek emperyalizmle Türkiye kapitalizminin milatını başlatmaktır !
Savunmada, tıpkı Kemalizm değerlendirmesinde olduğu gibi abartılar, olayları sentezleştirmek yerine ayrı ayrı olgularmış gibi ele almak, yerli sermayedarlarımızı cılız gördüğünden emperyalizm dinamiğini her şeyi başlatan konuma getirmek mantığı işliyor. Önce bazı kavramları yerli yerine oturtalım, ardından 1950’ler sonrası emperyalizmin yeni yönelişlerinde Türklye-emperyalizm ilişkilerini görelim.
Finans-kapitalin sermaye birikimini sıçratacağı yeni alanlar 2. Emperyalist savaştan sonra özellikle tarım ve sanayidir. Tarımdaki Prusya tipi; yani kaplumbağa hızıyla gidişatı bir süre için olsun hızlandırmak gerekir. Bunun için öncelikle tarım makine-ekipmanlarının hızla devreye girmesi, kredilerin genişlemesi ve kırlarda mülksüz- leşmenin derinleşmesine gidilir. Tarım makine-ekipmanları Türkiye’de üretilmemektedir. Bunun yolu öncelikle bunları ithal etmektir. Finans-kapital ithalattan bir kez vurgununu vurduktan sonra sıra bunları üretmeye gelmiştir. Bunun da ilk evresi parça ların g e tir ilip monte edilm esi id i Genellikle tüketim malları sanayiinde özelde dayanıklı tüketim mallarında örneğin buzdolabı, çamaşır makinesi gibi mallarda da aynı süreç başlatılır. Montaj sanayii tüm imalat sanayiinin alt sektörleri incelenirse bunun sadece madeni eşya ve makine teçhizat alt sektöründe uygulanabileceği görülür. Bu da bu sektörlerin özelliğinden ileri gelir. Finans-kapital 1950'lerde tüm sanayii içinde yüzde 8 gibi bir katma değer payına sahip madeni eşya ve yüzde 8 gibi paya sahip makine-teçhizat sektörlerinde kimi ürünler için bu yöntemi uygular ama hızla da “ye rM le ş tirm eye ” gider. Tamamen montaj buzdolabı, otomobil vb., ürünler 1950’li yıllarda tarihe gömülür. Bugün bu ürünlerin büyük bölümü yüzde 90-100 arasında yerli üretilmektedir. 1950’lerde montajla başlayan buzdolabı üretimi şimdi Türkiye dışına sıçrıyor. Koç Cezayir'de buzdolabı ve televizyon üretemeye başlıyor. Koç’un Tofaş'ı Mısır’a teknoloji satıyor ve “Tofaş teknolojisiyle” Murat 131 model otomobiller Mısır’da üretilmeye başlanıyor! Nereden
YOL 48- Devrimci Sol Eleştirisi
nereye... Bir döneme özgü üretim yöntemi Dev-Sol tarafından tüm ekonomik yapıya ve tüm zamanlara uyarlanıyor. O zaman da ortaya Türkiye Sanayi montaj sanayii mantığı çıkıveriyor.
Aynı mantık, 1950 lerde hızlanan mülksüzleşme sürecini; milyonların şehirlere göçünü, kırların ıssızlaşmasını çarpık kapitalizm olarak değerlendiriyor. Kapitalizmin en basit anlaşılacak işleyiş yasası ilkel sermaye birikimi: bu da kır ve kent emekçilerinin mülksüz- leştirilmesidir. Bu süreç olmazsa olmaz bir şekilde tüm ülkelerde; ülkenin orijinallikleri, iç-dış koşulların bileşeni olarak işler. Türkiye’de de bu yaşanmıştır, yaşanmaktadır başkaca bir şey değil!
Sürekli kriz tespitinin eleştirisine geçmeden önce bir alıntı daha yapıp emperyalizmin 1950 sonrası stratejisinin nasıl "ça rp ık kavrand ığ ın ı’’ görelim:
“1950’lere kadar iç ticaret, emperyalist firma acentacılığı, müteahhitlik vb. üretim dışı sektörlerde ilk birikimini sağlayan burjuvazi, 1950'lerden sonra uluslararası tekellerle girilen ilişkiler ve günden güne artan bütünleşme ile birlikte "sanayii a ğ ır lık lı”(abç) faaliyetlere yönelmiştir. Bu sanayi, ağırlıkla dayanıklı-dayanıksız tüketim malları alanını kapsar, makine-teçhizat ve girdi yönünden dışa bağımlıdır.”21
Daha önceki paragraflarda finans-kapitalin doğuşunu, sanayiye yatırımı vb., süreçleri tek tek irdelemiştik. Dev-Sol, savunmada ısrarla burjuvazinin 1950'li yıllar öncesinde üretimdışı faaliyetlere yöneldiğini ve sanayi yatırımlarını emperyalizmle başlattığını yazıyor. Bununla da kalmıyor sanayiinin yüzde 10'u civarındaki bir bölümünü alıyor bunu “bütün sanayi yapıyor, buradaki gelişmeleri tüm sektörlere yayıyor. Her şey emperyalizmle başlıyor ve bitiyor! Ne mantık!
Emperyalizmin 2. Emperyalist savaştan sonra girdiği evre kavranamayınca, Türkiye gerçekliği de onunla başlatılınca "tarih alt-üst oluyor” ABD, savaşdan galip çıkmıştır ve İngiliz Emperyalizminin yürüttüğü jandarmalık misyonunu devralmıştır. Sosyalist sistemin varlığı emperyalizmi SSCB'nin çevresini ekonomik ve siyasi açıdan tahkim etme gereğini doğururken, elinde bulundurduğu
YOL 49
dev sermaye birikimi, klasik sömürgeciliğin bitişi onu yeni sömürgecilik ilişkilerini yaratmaya zorlamıştır.
Ekonomik planda dünyanın yeniden paylaşımı için tüm alanla- rın-kıta, bölge ülke, kapitalize edilmesi gerekir. Emperyalizm 1950'lere kadar zaten meta ve sermaye ihracı yöntemleriyle bir çok bölge, ülkeye girmiştir. Yeni dönemde bunlar sürecekti ama burada klasik sömürgeciliğin bitişi yeni sömürgeciliğin başlangıcı olarak bir başka sermaye türünün: üretken sermayenin devreye girmesini gerektirmektedir, Emperyalizm böylece kapitalizmin üç sermaye türünü: Meta-sermaye, Para-Sermaye (krediler..) ve sonuncusu; ü- retken-sermaye (yatırımlar.,)yi evrenselleştirmeye başlamıştır. Bunun en belirgin kanıtı çokuluslu şirketler (ÇUŞ)dir.
“Birinci dünya savaşından önce 122’si Amerikan kökenli, 60'ı Ingiliz kökenli ve 167’si de diğer Avrupa ülkelerine ait olmak üzere yabancı ülkelerdeki yavru firmaların sayısı 350'yi bulmaktaydı. Birinci Dünya savaşından önce sayıları ancak 350'ye varan yavru firmaların sayısı 1968’de 27 bini geçmiştir'22
ÇÜŞ sayısı arttıkça dünya ölçeğindeki üretken sermaye yatırımları da patlama gösterir. ABD’nin 1914’de doğrudan ve dolaylı yatırımları 3,8 ve İngiltere'nin de 18,3 milyar'dolar iken ABD'nin 1967'de yatırımı 59,5 milyar dolar.a ve 1971’de 86 milyar dolara yükselir. Ingiltere'nin ise 1967’de 17,5 milyar dolarla önemli bir gelişme göstermezken, 1971'de 24 milyar dolara çıkmıştır. ÇUŞ’lar doğru- dan-dolaylı sabit sermaye yatırımlarını arttırırken bir çok faktörü: ucuz emek, iç pazarda tekel koşulu vb., faktörleri gözönüne alırlar. Yatırıma gittikleri ülkeye; pazarın büyüklüğü, önemine göre geri teknoloji-ileri teknoloji, az-çok sermaye taransfer ederler. ÇUŞ'ların sayıca artışı emperyalizmin üretken sermaye faktörüyle “ tüm ülke le rde ” devreye girmesine yol açar. Emperyalizmin bu; yeni sömürgeciliği geliştirme yöntemi tabii ki kapitalizmin en temel dürtüsü olan karlılığa göre yönelişlere girer. Emperyalist ülkelerin karşılıklı olarak birbirlerine yaptıkları yatırımların toplam yatırımlarda ağırlık kazandığı verilerden ortaya çıkarken, gelişmekte olan kapitalist ülkelere ve azgelişmiş kapitalist ülkelere yapılan yatırımlar toplam içinde azalmaktadır:
Tablo 1
YOL 50- Devrimci Sol Eleştirisi
Kümülatif doğrudan yatırımların coğrafi açıdan dağılımı
1967 1971 1979
TOPLAM (Milyar Dolar) 105 158 259
Coğrafi dağılım (%)
Gelişmiş Ülkeler (%) 69 72 74
Azgelişmiş Ülkeler (%) 31 28 26
Kaynaklar: Fide! Castro Dünya Bunalımı
Tablo 1'de görüldüğü gibi emperyalist sermayenin yatırıma yönelişi ağırlıkla sayısı 15-20'yi bulan emperyalist ülkelere olmaktadır. Bir de bu ülkelerde yaşayan insanların alımgüçlerinin yaşam standartlarının yüksek olması, tüketimin yani pazarın muazzam büyüklüğü emperyalist sermayenin emperyalist ülkeler arasında doğrudan yatırıma girmesine yolaçmaktadır. Bugün emperyalizmin ekonomik liderliğini yürüten Japonya'nın ABD’de 100 milyar dolara yakın sabit sermaye yatırımına yönelişini başka türlü açıklamak: veya ABD ÇUŞ’larının Ingiltere'deki otomobil endüstrisinin yüzde 50'sin- den fazlasını, Almanya'da, petrol sektörünün yüzde 40’ını, Fransa'da telgraf, telefon elektronik, istatistik araçları sektörlerinin yüzde 40'tan fazlasını kontrol etmesini23 anlamak güçleşir. Demek ki, sabit sermaye bakımından böyle bir tablo çıkıyor karşımıza. Peki, para-serçıayede yani kredilerde nasıl bir tabloyla karşılaşabiliriz acaba? Rakamlara bakalım:
Tablo 2
Azgelişmiş ülkeler farklı sermaye akışları (%)
1970 1980 1982
Resmi kredi 32 25 23
Özel kredi 39 45 51
Doğrudan yatırım 8 15 14
Kaynak: FideI Castro Dünya Bunalımı
Ne kadar çarpıcı! Basite indirgeyecek olursak azgelişmiş ül
YOL 51
keler her 100 dolarlık emperyalist doğrudan yatırımdan 26 dolarlık pay alırken, kredilerde her 100 doların 74 doları payına düşmektedir.
Bu gerçeği daha çıplak görebilmek için son bir tabloya daha yer verelim:
Tablo 3
Çeşitli gelişmekte olan ülkelerde yabancı sermaye stoku
(Milyar dolar)
Sabit serm. yat. Mevcut toplam dış borç
Ülkeler 1973 1983 (1983 sonu itibariyle)
Arjantin 2,5 5.7 40,7
Brezilya 7,5 23,6 87,4
Şili 0,5 3,0 17.4
Kolombiya ı.b 2,4 10,7
Hindistan 1,8 2,5 26,2
Endonezya 1,7 6,9 32,6
Sabit serm . yat. Mevcut toplam dış borç
Ülkeler 1973 1 983 (1983 sonu itibariyle)
G. Kore 0,7 1,4 40,4
Malezya 1.2 7,1 13,4
Meksika 3,1 12,8 90,0
Nijerya 2,3 3,8 17,1
Filipinler 0,9 3,0 24,9
Singapur 0.6 7,3 0.6
Güney Afrika 8,4 17,1 17,4
Tayland 0.5 1.4 13,7
Türkiye 0,4 1.3 17,5
YOL 52- Devrimci Sol Eleştirisi
Petrol üreticisi
olmayan gelişmekte olan
ülkeler toplamı 7 138 668,6
Kaynak: Ayşe Semiha Baban Türkiye’de Yabancı Sermaye - Sanayi Kongresi’ne sunulan tebliğ- 1987
Dünyadaki genel gelişme karakteri Türkiye’yi de etkisi altına almadan edemezdi. Türkiye'nin Güney Kore-Kuzey Kore savaşından sonra stratejik önemi artınca o ana kadar kaç kere başvurup da giremediği NATO’ya girişi kolaylaşır ve Marshall Yardımfna Türkiye'de dahil edilir. Emperyalizmin Türkiye'yle ekonomik-siyasi ilişkilerinin yeniden derinleşmesi beraberinde borçlanma, yatırımlar, üsler, devalüasyon gibi olguları da getirir. Uluslarası finans-kapital Türkiye'yle yeniden sıkı-fıkı olurken karşısında yerli finans-kapitali bulur. 6224 sayılı yasayla yabancı sermayeyi teşvik yasası çıkarılır, petrol üretimi konusunda İzinler çıkarılır. Bunun yanında dış borç, o dönem tüm bize benzeyen ülkelerin kullandıkları "ucuz f i nansm an" yöntemidir. Emperyalizm savaştan çıkmış, dev sermaye rezervlerini yatıracağı alanlar aramaktadır. Kredi faizlerinin ucuzluğu da özellikle bizim gibi ülkelerde 1980'lere kadar ömrü sürecek bir dış borçlanma furyası başlatır. 1950'lerden 1990'lara baktığımızda 40 yıllık dönemde Türkiye'ye açılan kredilerin Türkiye'deki toplam sabit sermaye yatırımlarını katladığı görülür.
Yıllar İtibariyle gelen emperyalist sermaye
Tablo 4 Türkiye’de emperyalist sermaye
Dönemler Sermaye miktarı
Kümülatif (milyon dolar)
1954 öncesi 2,8
225,3
695,2
1 415,4
1954-1979
1980-1983
1983-1987
YOL 53
1980-1987 2110,6
Emperyalist kuruluşların Türkiye'ye geliş tarihi
Dönemler Firma sayısı
1954 ve öncesi 8
1955-59 14
1960-69 46
1970-79 12
1980-86 530
Kaynak: YASED-Yabancı Sermaye Koordinasyon Derneği Ya-yınları
Tablo 4’de görüldüğü gibi 1980'lere kadar Türkiye’ye gelen yabancı sermaye tüm çabalara, tüm teşviklere rağmen patlama yapamamıştır. Ama aynı dönemde Türkiye’nin borçlanması rekor düzeyde artmıştır. Buna geçmeden önce bir kaç noktaya daha dikkat çekelim. Yabancı sermaye yatırımlarının ülkedeki toplam sabit sermaye yatırımlarına oranı oldukça düşüktür. 1962’de bu, yüzde 0,4 dür. 1970’de yüzde 0,4’lerde kalmaya devam ederken, 1980'li yıllarda yüzde 2,5-3 seviyelerine çıkabilmiştir. Yani Türkiye'de yapılan her 100 liralık sabit sermaye yatırımının en üst düzeye çıktığı 1980'li yıllarda 2,5-3 lirası yabancı sermayeyle yapılmıştır. Yine makro düzeyde bakacak olursak Türkiye'ye yapılan yatırımların emperyalist sermayenin dünyada yaptığı yatırımlar içindeki payı yüzde 0,7’dir. Gelişmekte olan ülkeler kategorisine baktığımızda ise Türkiye’nin aldığı pay yüzde 1,6 olmaktadır.
Şimdi gelelim sabit sermaye yatırımı-dış borç ikilemine
Tablo 5
Türkiye'nin dış borçlan ve yabancı sermayeye yatırımları
1965-1986 Milyon Dolar
Yıllar Toplam dış borçlar Yabancı Sermayo
(birikimli) yatırımları (hor yıl)
YOL 54- Devrimci Sol Eleştirisi
1965 986 11.6
1970 1 816 9,0
1973 2 576 67,3
1980 16 277 97,0
1987 40 895 536,5
Kaynak: YASED
Tüm bunlar Türkiye’de em perya lizm ge rçek liğ in i yatırımlarda değil dış borçlarda aynı zamanda teknikte ve askeri ittifaklarda aramamız gerektiğini anlatır. Finans-kapital uluslararası işbölümünün bir parçası olarak kapitalistleşirken bugün artık bir devrim programı sorunu olan tekniği yaratamadı, yaratmadı. Finans-kapital tekniği yaratamayınca yerinde duracak değildi. Yoluna devam etmek için teknik gerekiyordu: bunu lisans, know-how anlaşmaları, joint-venture gibi yöntemlerle para ödeyerek, ortak olarak transfer etti. Kapitalizmde üç sektörden biri olan üretim araçları yani makine üreten makineler sektörünü yaratamadı: Ne sermayesi buna elverdi, ne karakteri buna uygundu, ne emperyalizmin genel gelişimi buna izin verebilirdi! Emperyalizm geri teknik mi satıyordu, onu satın alacaktı? Dış borç batağı ve teknik tuzaklar finans-kapitalin ka ç ın ılm az te rc ih le r i oldu. Montaj sanayiyle başlayan ortaklıklar dönemi Türkiye’ye milyarlarca doların yatırım için gelmesine yol açmadı. Ülkedeki kapitalist gelişme: tekellerin derinleşmesi, finans- kapitalin yeni yeni kuşaklarla egemenliğini perçinlemesi sürecinde emperyalizm doğrudan yatırımlardan çok, kredi-teknik ikilemi ile Türkiye’nin üzerine yeni sömürgecilik ağını ördü.
Emperyalizmin üretim devresindeki söz sahipliğini -doğrudan yatırımlarla- daha yakından görebilmek için yeniden bazı rakamlara dönelim.
Tablo 6
Türkiye’nin 500 büyük sanayi kuruluşunda yabancı sermayeli kuruluşların payı (%)
I Y <) İ 1*>
Üretimden satış
1 988(% )
17,7
Brüt katma değer 14,9
Bilanço karı 26,0
İhracat 21,4
Kaynak: YASED
Dev-Sol savunmasında emperyalizmi yanlış yerlerde arıyor!Yanlış arayış ve buluşu sonunda ise yanlış çözümlere ve ister istemez abartmalara varıyor. Bu yanlış çözümlerden bir diğeri de yukarıdaki alıntılardan hatırlayacağımız gibi sürekli krizdir. Emperyalizmin “ s a n a y i ka yd ırm a ” çerçevesinde bizim gibi ülkelerde yaptığı yatırımlarda geri teknik kullanması veya satarken geri teknikleri satmasının yol açtığı gelişmeleri mantık olarak Dev-Sol şuraya vardırıyor: Geri teknik yoğun sömürüyü gerektiriyor, sonunda emperyalizm kurduğu çarpık ilişkilerle montaj sanayiyle yoğun sömürünün ancak yoğun baskı koşullarıyla yanılabileceği bir yapıyı Türkiye’ye getiriyor. Teknik geri olunca üstelik emperyalizmin III. bunalım dönemini yaşadığımıza göre Türkiye’nin ekonomide sürekli krizde olması; ülkede devrimin objektif koşullarının hazır olması; ülkenin sürekli -belli düzeylerde değişen- milli kriz içinde olması kaçınılmazlaşıyor!
Evet bu mantık silsilesiyle varacağımız çözüm de ister istemez Çayan'da olduğu gibi Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi. (PASS) Oysa, emperyalizmi hangi bunalım dönemini yaşarsak yaşayalım, hangi teknikle hareket edersek edelim her şeyden önce kapitalizmde kapitalist yasalar geçerlidir. Ve eğer kapitalizm kapitalizm olarak -emperyalistleşmeyle kapitalizmin temel yasaları değişmez- hala kalıyorsa onun krizleri de sürekli değildir, "devre- seldir”:
“Modern sınai yaşam birbirini izleyen ılımlı faaliyet, gönenç, aşırı üretim, bunalım, duraklama dönemleri halini alır... her sınai çevrimde metaları ucuzlatma amacıyla ücretferi zorla emek-gücünün değerinin altına düşürme çabalarının ortaya çıktığı bir döneme geli- nir”24
YOL 56- Devrimci Sol Eleştirisi
K. Marx, kapitalizmi çözümlerken bu sonuca ulaşıyor. Kapitalizm emperyalizme ulaştıktan sonra da aynı yasa işlemeye devam eder. Emperyalizmle, kapitalizmin tüm çelişkileri daha da ağırlaşır; yoksa dünyada devrimin objektif koşullarını yaratmaz:
Tekelci kapitalizmin kapitalizmdeki bütün çelişkileri ne denli ağırlaş/rdığı herkesçe bilinmektedir. Çelişkilerdeki bu ağırlaşma, dünya mali sermayesinin kesin zaferiyle açılmış olan geçici tarihsel dönemin en büyük itici gücü olmuştur.”25 ve “..Ancak bu çürüme eğiliminin, kapitalizmin hızlı gelişmesini önleyeceğini sanmak yanlış olur. Önlemez. Emperyalist dönemde bazı sanayi kolları, burjuvazinin bazı katmanları, bazı ülkeler, bu eğilimlerden birini ya da ötekini, küçük ya da büyük ölçüde gösterirler. Genel olarak kapitalizm eskiye göre çok daha büyük bir hızla gelişmektedir.”26
Emperyalizmin bilimsel teknik devrimle nasıl bir gelişme gösterdiği, bir Japonya, pasifik bölgesi ülkelerindeki genel gelişmenin diğer kapitalist anayurtlara göre: büyüme, istihdam, ihracat yatırımlar vb., parametrelerle nasıl daha pozitif olduğunu her gün gazete haberlerinden bile rahatlıkla görebiliyoruz. Bunalımı emperyalizme sürekli kılmak; demek ki kapitalizmin yasalarının işleyişi açısından ve onun varlığını sürdürmesi açısından olanaksızdır. Diyalektik materyatist yönteme başvurduğumuzda doğada ve toplumların gelişme yasalarında bir şeyin sürekli olamıyacağını anlarız. Süreklilik, bir statiklik-durağanlık demektir bu da diyalektik değil metafiziktir!
Kapitalizmin yaşadığı krizler sermaye birikiminden kaynaklanır. Kapitalistin her zaman istediği şey artı-değer’oranını yükseltmek, daha fazla kar elde etmektir. Artık değeri arttırmanın iki yolundan; mutlak ve nispi artı değer arttırma yolundan birini tercih eden kapitalist ister istemez bir süre sonra birikimde tıkanıklarla yüzyü- ze gelir. Bu öncelikle kullanılan tekniğin geri veya ileri artık ömrünü doldurmasından ileri gelir. İşçi sınıfının yükselttiği mücadeleyle artı- değerin pastasından daha büyük dilimler almaya başlaması, enf- lasyonist süreç, dünya çapında yaşanan rekabet, ülkenin genel yapılanmasından kaynaklanan darboğazlar-döviz, nitelikli işgücü, teknik vb..-; tüm bunlar sermaye biriminde azalışa yol açar. M-P-M- P devresinde başgösteren yavaşlama piyasada malların daha uzun süreli, bazen büyük stoklarla satılmasını gündeme getirir. Zin
YOL 57
cirin bir halkasında meydana gelen kopma ardı ardına tüm diğer halkaları da etkisi altına alır. Bu genel döngü "sürekli kriz içinde değildir.” Türkiye gibi ülkelerde “ ağ ırlıkİl” olarak -Çünkü Türkiye imalat sanayiinin kullandığı tekniğin yüzde 20'ye yakını uluslararası standartlarda ileri teknolojidir- ikinci teknolojiler kullanılsa bile sermaye birikiminin sadece bu faktörden dolayı sürekli krizde olduğunu öne sürmek ne sınıf mücadelesini, ne kapitalist sermayenin dönem dönem yaşadığı altın yılları açıklamak olanaklıdır. Türkiye’de 10 yılda bir başgösteren ekonomik-politik krizlerin öncesi ve sonraları vardır. Bu bize Türkiye ekonomisinin krize yakalanma süresini göstermekte: yaklaşık 5,5 yıllık devrelerle sermaye birikiminin kriz nöbetine tutulduğu her iki kapitalist refah dönemi arasındaki sürenin ise yine 1924-1987 yılları arasında 5,4 yıl olduğu görülmektedir. (Doç. Süleyman Özmuçur -Boğ. Üniversitesi- Türk ekonomisinde eğilim, dalgalanma, referans tarihlerini belirlenmesi üzerine bir deneme -1923-1987) Kriz nöbetlerini atlatan finans-kapitalin kriz sonrası yaşadığı altın yıllarda; en yakın örnek olarak 1980'den sonra en fazla 1987 sonlarına kadar sürebilmiştir. Ama aradaki bir yedi yıllıık dönemden sonra altın yılların en güzel göstergesi olarak fi- nans-kapital “ her kriz döneminden sonra olduğu gibi iri- le ş m iş tir .” Koç, bir kaç milyar dolarlık yılllk cirodan 1990 yılında 7.8 milyar dolarlık ciroya, Sabancı da keza aynı dönemde devleşerek 4-5 milyar dolarlık bir ciroyo erişmiştir. Türkiye'de 1980'lerde sanayi üretiminin yüzde 35'lere yakın bölümünü kontrol eden 500 büyük sanayi kuruluşu 1990'larda yüzde 60'a yakın bölümünü kontrol eder hale gelmiştir. Finans-kapital yaşadığı altın birikim yıllarıy- la-sanayide, bankacılıkta, ihracat-ithalatta ve diğer sektörlerde- devleşmişve sayıca daha aza düşmüştür.
OLİGARŞİ VE İŞÇİ SINIFI
“1960 sonrası montaj sanayinin hızlı gelişimi, iç pazara dönük yatırımlardaki artış işbirlikçi tekelci burjuvazinin güçlenmesini de beraberinde getirmiştir. Artık işbirlikçi tekelci burjuvazi oligarşi içinde etkin bir güç haline gelir..."
“Oligarşinin “tek bir vücut" olduğu sanılmamaJıdır. Çünkü oli- garşik azınlık da kendi içinde farklı çıkar gruplarından, farklı hedefleri ve farklı programları olan sömürücülerden oluşmaktadır... 1950'lerden 1980 tere gelindiğinde 1950'lerde oluşan oligarşik yapı-
VOli 5K- Devrimci Sol Klcşlirisi
ılnıı lıorhnııgl bir koslmin tasfiye edilmediğini sadece güç dengele- rlndo değişmeler olduğunu görüyoruz. Ancak işbirlikçi tekelci burjuvazi güç kazanırken diğer kesimlerin (Savunmaya göre diğer kesimler: prekapitalist sınıfların en irilerinden oluşan tefeci-tüccar ve büyük toprak sahipleri-bn) güç kaybına uğradığı ekonomik ve siyasi hayatta eski etkinliklerini yitirdikleri de bir gerçektir.”27
Dev-Sol’un mantığı yine konuşuyor: Türkiye'de kapitalizmin 70 yıla yakın tarihi gelişimi içinde tekelci burjuvalarla, prekapitalist sınıfların en irileri tefeci-bezirganlarla büyük toprak sahiplerinin a- rasındaÇİN ŞEDDİ vardır. Bunlar bir avuç ve yanyana olmalarına rağmen ne ilginçtir ki birbirlerinin etkinliklerini kırmaktan başkaca bir ilişki içine girmemektedirler! Tıpkı serbest rekabet dönemindeki ticari, sınai ve toprak burjuvazisi gibi bunların; oligarşinin farklı kanatları vardır ve Türkiye’deki her ekonomlk-politik çalkalanışta kanatlar arası savaş yaşanmaktadır! Zaten darbelerin mantığında bunlar değil midir belirleyici olan?!!!
Tarihin akışını bu derece tersten ve metafizik yorumlamak olabilirdi. 1924’lerden itibaren iş Bankası’nın nasıl sınai yatırımlarla iç-li-dışlı olduğunu, bunun daha sonra kurulan bankalarca da yeniden üretildiğini İş Bankası kubbesinde tefeci-bezirganlarımız eşraf-a- yanlarımızın nasıl domuz topu olduğunu gördük. Tarih bize bunları gösteriyor. Hiç mi gözümüze iş Bankası gerçeği batmıyor? Hiç mi şu meşhur holdinglerimizin faaliyet gösterdiği alanları tek tek irdelemek içinizden gelmiyor? Hiç mi etrafınıza bakmıyorsunuz? Kim bu büyük toprak sahipleri, tefeci-bezirganlar? iktidar bunlar mı? Tabii ki hayır!
Görülemiyorsa biz gösterelim: Türkiye’de tekellerin maddi gerçeklik haline gelişlerini 1930, 1950'li yılların istatistiklerinden göstermiştik. Şimdi de sıra, kökü Cumhuriyetin o görü lem eyen ta r ih le r in d e bulunan bankaların sanayi kuruluşlarına ortaklıklarına bakalım:
Tablo 7Türkiye’de bankaların sanayi kuruluşlarındaki iştirakleri
(Milyar TL)Özel Bankalar
YOL 59
İş Bankası 371Pamukbank 170Yapı Kredi 188Garanti 110Akbank 102Kamu BankalarıEtibank 300Sümerbank 131Vakıfbank 69Emlak Kredi 57Ziraat 44Kaynak: Para ve Sermaye Piyasası dergisi 1988 Haziran -
Türk Bankalar Birliği raporu.
Not: 1988'de bankaların sanayideki iştirakleri 1 trilyon 730 milyar liradır. 1980'de bu 29 milyar liradır. 1980-88 yıllarında iştirak artışı yüzde 5865 ya da 58 kattır (cari fiyatlarla). 1988’de Türk Bankacılık sisteminde iştiraki bulunan 40 bankanın 1,7 trilyonluk iştirak toplamının yüzde 80‘ini yukarıdaki 10 banka kontrol etmektedir!
Görüldüğü gibi I ş Bankası 371 milyar lirayla başı çekmektedir. Etibank, Sümerbank, Yapı Kredi Bankası, Pamukbank, Akbank, Ziraat Bankası vd.. bankalar hepsi Cumhuriyet dönemlerinde faaliyete geçmişlerdir -Ziraat Bankası Osmanlı döneminde kurulmuştu- Eğer hala banka-sanayi sermayesinin bu capcanlı içiçe girişinin fi- nans-kapitali yaratmadığını göremiyorsanız yani hala bir avuç tekelci burjuva, bir avuç tefeci-bezirgan, toprak sahibi arıyorsanız şimdi de şunu okuyun:
1990 yılı hesaplamalarına göre Koç Holdingin cirosu 24 trilyon liradır. Koç, bu korkunç ciroyu -ki Tükiye milli gelirinin yaklaşık yüzde 10'udur- imalat sanayi, tarım sektörü, hizmet sektörü: bankacılık, turizm, ulaştırma, ihracat-ithalat, sigortacılık alanlarından sağlamıştır. Sabancı’ya bakalım: yine karşımızda kapitalizmin tüm sektörlerine ve alt sektörlerine hükmeden bir finans-kapitalist 1990 cirosu 14 trilyon lira Eczacıbaşı, Kuvayı Miliyeci Karamehmet'ler ve diğerleri. Koç 1990'da39 bin işçi, Sabancı 33 bine yakın işçi çalıştırırken her iki finans kapitalistnin ihracatları da toplam 1 milyar doları geçti... Türkiye milli gelirin yüzde 70-80’ini kontrol eden finans-ka-
YOL 60- Devrimci Sol Eleştirisi
pital hazretlerimiz karşınızda duruyor, eğer hala oligarşi diyorsanız o anladığınız, oligarşi değil MALİ OLİGARŞİDİR. Bir avuç demek olan ve Yunanca oligark kelimesinden gelen oligarşi sözcüğü ancak mali oligarşi yani maddi temeli tekeller olan ve banka-sanayi sermayesinin sentezleşmiş yapısını anlatan bir şekilde anlaşılabilir.
Tefeci bezirganları ise iktidarda değil finans-kapitalin kırdaki ayağı olarak görmeli. Ekonominin hükümdarları ister istemez iktidara hükmediyor tefeci-bezirganlar onun: kurdun sofrasındaki kırıntılarla besleniyor.
Dev-Sol Savunma’da işçi sınıfının yapısını da montaj sanayiine bağlamayı ihmal etmiyor:
“Kendi iç dinamiğiyle gelişmeyen sanayiinin’ istihdam ettiği işçi sınıfı çoğunlukla köylülükle bağlarını koparmamıştı. Gecekondu bölgeler de “ ya rı-köy y a rı-k e n t” görünümüyle barındırdığı insanların sosyal durumunu yansıtıyordu. İşçi sınıfı saflarında “ yarı- iş ç i, y a rı-k ö y lü ” (abç) özellik onun bilinç ve örgütlülüğünü olumsuz yönde etkiliyordu.. Henüz “kendisi için sınır olamamış işçi sınıfı en küçük demokratik-ekonomik istemleri karşısında devletin zoru ve şiddetini görerek siniyordu. Köylü özelliklerinden kurtulamaması da bunu pekiştirdi.”
“Ağır sanayiinin gelişmemiş olması proletaryanın sağlam bir çekirdekten yoksunluğu demekti.. SSK raporlarına göre 1984 yılında 335 İşyerinde 500-995 arası; 182 işyerinde ise 1000'den fazla işçi çalışmaktadır. Bu rakamlar Türkiye işçi sınıfının fabrikalardaki yoğunlaşmasının yüksek olmadığını, genel olarak da orta düzeyde bir yoğunlaşma olduğunu göstermektedir”28
Türkiye kapitalizmini uzunca bir süre yarı feodal, yarı-kapita- list gören siyasi eğilimin mirasçısı bir hareketin işçi sınıfına yarı-işçi yarı-köylü damgasını vurmasında şaşılacak bir şey yok! 15-16 Ha- ziran'da yüzbinlerce işçi kendiliğinden de olsa yarattığı eylemlilikle Türkiye'yi sarsarken o dönemin küçük burjuva sosyalistlerinin işçi sınıfının varlığını tartışmaları gibi Türkye'de ağır sanayi yok d iy e ! proletaryanın sağlam bir çekirdekten yoksun olduğunu söylemesi de garip kaçmıyor! Burjuvazinin eti neyse butu o! Türkiye’de montaj sanayii mi var! Montaj sanayiinin işçileri de demek ki böyle
YOL 61
oluyor!
Kısaca değinecek olursak; Türkiye’de işçi sınıfının Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın saptamalarına göre 1930’da sosyal bir sınıf olduğunu görüyoruz. 1930'da 300 bin olan sanayi proletaryası sayısı, 1955’de 1 milyon 123 bine, 1965’de 1 milyon 474 bine ve 1988’de 3 milyon 130 bine çıkmıştır. Türkiye'de sanayi-tarım-hizmet sektörlerindeki ücretliler sayısı 1930-1985 dönemlerinde yani 55 yılda yüzde 610 artarken, Türkiye’nin nüfusu yüzde 260 artmıştır. 1930’da her 46 kişiden biri sanayi proleteri iken 1988'de her 17 kişiden biri sanayi proleteri olmuştur.29
işçilerin büyük mü, küçük mü işletmelerde yoğunlaştığını da tekrar kısaca hatırlatalım. 1939 istatistiklerinde -yukarıdaki paragraflarda ayrıntılı anlatılıyor- 1114 işletmeden 113’ünde işçilerin yüzde 73’ü çalışmaktadır. 1950'de toplam kapitalist işletmelerin yüzde 3,2’sinde toplam işçilerin yüzde 70,6'sı çalışmaktadır. Gelelim 1970 ve 1980’lere: 100 ve üstü işçi çalıştıran ve toplam kapitalist işletmelerin yüzde 0,4’ü olan fabrikalarda Türkiye imalat sanayiinde çalışan tüm işçilerin yüzde 47,3'ü (1970) ve yüzde 48,7’si (1980) çalışmaktadır.30 Büyük fabrikaların hem de bir avuç fabrikanın yüz- binlerce işçiye hükmetmesi Dev-Sol'a göre yeterince yoğunlaşma olmuyor herhalde?!
İşçilerin yarı-işçi, yarı-köylü olduğu edebiyatı ise 1980'ler öncesinde yaygın bir bakıştı. Türkiye'de yaşanan her darbe finans- kapitalimiz gerçekliğini yeterince göstermiyor mu? İşçi sınıfımızın içinde yaşıyoruz, onun köyle bağını acaba yaşamdan mı dile getiriyoruz, yoksa bakışımızın bir uzantısı olarak yani anlamak istediğimiz gibi mi anlıyoruz?
Türkiye'de imalat sanayii kuruluşlarında yapılan araştırmalar işçi sınıfının kuşaklar yarattığını gösteriyor.1 38 işletmede yapılan araştırmaya yanıt veren işçilerin “babanızın mesleği nedir” sorusuna verdiği yanıt yüzde 24 “sanayide işçi" olmuştur. Süreç bir yandan baba işçi-çocuk işçi-torun işçi zincirini yaratırken diğer yandan mülksüzleşmenin sürdüğünü gösteren bir delil olarak işçilerin yüzde 39'u baba mesleği olarak çiftçiliği göstermiştir.31 Belki bunlarda yeterli değil. Tam da toprakla bağın olup olmadığını anlamamız için Demiryol-iş Sendikasının yaptığı araştırmaya bak
YOL 62- Devrimci Sol Eleştirisi
mamız gerekecek. Araştırmada işçiler "toprağın ız var mı” sorusuna yüzde 95 gibi çok yüksek bir oranda hayır demişlerdir. Eğor yarı-işçi yarı-köylülük varsa 15-16 Haziran direnişleri, 1979 Tariş, Gültepe, 1989 Nisan Bahar direnişleri, 1990 Madenciler direnişi, metal-tekstil işçilerinin direnişi ve tüm Türkiye'yi sarsan eylemlilikleri kim yaptı? Herhalde köylü işçiler.
Ama bu da olmaz. Ancak, devrimde kendisi için sınıf olan işçi sınıfının bu örgütlülük ve politik seviyesini görmek istiyorsunuz, göremeyince de “işte, köylü işçiler" diyorsunuz ve devrimde fiili öncülüğü elinden alıyorsunuz.
SONUÇ YERİNE
Dev-Sol Türkiye kapitalizmi tarihini çözümleyeme çalıştıkça olmadık sonuçlara: dev aynasında emperyalizm, montaj sanayii, cüce aynalarda işçi sınıfı, kapitalizm görüyor. Her karşı devrim saldırısından bir parça ders çıkarmasını beceren küçük burjuva sosyalizmin bu konuda da en azından modernleşmeye çabalaması gerekir, beklenirdi!...
YOL 63
Başvurulan Kaynaklar:1 - M. Çayan Kesintisizler s. 354
2- “ “ s. 355
3- * ‘ s. 3564- “ * s. 3575- Banka ve Ekonomik Yorumlar dergisi sayı: 1986 Eylül. C. Bayarla söyleşi.6- M. Çayan Kesintisizler s. 321
7- a.g.e. “ s.331
8- a.g.e. “ s. 3359- Dev-Sol Savunma Derleyen Dursun Karataş s. 230
10- “ “ “ * “ s. 250
11- Yahya Tezel Cumhuriyet Döneminin iktisadi Tarihi12- Banka ve Ekonomik Yorumlar dergisi sayı: 1986 Eylül.13- Korkut Boratav Türkiye İktisat Tarihi s. 3614- Çağdaş Yol sayı: 9 Türkiye'de Proletarya
15- İstanbul Sanayi Odası (ISO) istatistikleri..1 6 - Yahla Tezel a.g.e. s. 168
17- Yahya Tezel a.o r______ s-176__________________________________18- Dev-Sol Savunma s. 256
19- “ “ s. 25320- ‘ “ s. 284
21- “ * s. 58522- Cevdet Erdost Sermayenin uluslararasılaşması s. 14523- Çağdaş Kapitalizmin Bunalımı Paul Sweezy s. 177
24- K. Marx Kapital 1 s. 46425- Lenin V.l. Emperyalizm s. 15026- “ " s. 150
27- Dev-Sol Savunma s. 59328- ■ ‘ s. 605-607
29- Çağdaş Yol sayı: 12 Türkiye'de proletarya
YOL 64- Devrimci Sol Eleştirisi
30- ■ ' *31- “ * *32- DeroiryoUş Sendikası demiryol-lşkolu işçileri araştırması
YOL 65
KAYPAKKAYA’DA SINIFLAR YAPISININ TAHLİLİ ve DEVRİM SORUNU
(Yeni Demokrasi Dergisine Gecikmiş Bir Yanıt)
Barış D OĞAN AY
Türkiye sosyalist hareketinde 60’lı yılların sonları, ülkedeki sosyal sınıflar yapısının özellikleri ve devrimci strateji sorunları üzerindeki tartışmaların yoğunlaştığı bir dönem oldu. Kapitalist gelişmenin özellikle 50'lerdeki sıçramalarıyla biriken sınıf çelişmeleri ve bunun toplumsal bilinç üzerinde yarattığı ilksel sonuçlar 27 Mayıs’ın yukarıdan etkileriyle gerçekleşen göreli demokratik açılımın sağladığı olanaklarla suyüzüne vurmaya başladı. Alt sınıfların hızla boşalışa uğrayan tepki ve hoşnutsuzlukları, önceki onyılların suskunluğu altında pratik bakımdan dar ve güdük kalan sosyalist hareketin canlanmasına, giderek genişleyen kitlesel dayanaklar kazanmasına yol açtı.
Kırların geleneksel yapısındaki çözülmenin şehirlere taşıdığı mücadele potansiyelleri, işçi sınıfının saflarını genişletip eylem gücünü yükseltirken, şahlanan devrimci geleneğiyle öne fırlayan aydın gençliğimiz, sosyalist hareketin saflarına akmaya başladı. Toplumsal mücadelenin büyük kentlerdeki gelişimi, feodal kabukların çatlayıp dökülmesinden doğan derin farklılaşmaların şoku altındaki “köylülük" üzerinde de etkilerini duyurmakta fazla gecikmedi. Güçlü feodal kalıntıların uyuşturucu baskısı altında inmelenmiş kırların suskunluğu, modern sınıf ilişkilerinin özgürleştirici alanına girmeye zorlayan köylü kitleleri arasında başgösteren taze kıpırdanışlarla bozuldu.
Proletarya sosyalizminin zor koşullar altında kazandığı teorik birikim ve siyasal deneyimin büyük ölçüde üstünü örten bu gelişmeler, devrimci hareketin saflarında ister istemez yeni ve kendine özgü şekillenmeler yaratmak durumundaydı. İşte 60’lı yılların strateji tartışmaları, kapitalist sınıf savaşımına ya da geleneksel
YOL 66- Yeni Demokrasi Eleştirisi
tepkilerden modern devrimciliğe yeni yeni adım atan toplumsal güçlerin, üzerine bastıkları tarihsel ortamı tanıma, kendi tepkilerini tanımlayarak bilinçli bir savaş düzenine oturtma ihtiyacından doğmuştur. Doğal olarak, bu durum, en eski sosyalizmin kırk yıl önce ele alarak çözümlediği sorunların yeni baştan (sosyalist harekete yeni katılan genç kuşakların bilincinde sanki ciddi olarak ilk kez) ortaya konulmasına neden oldu.
Kapitalist gelişmenin çözücü etkisi karşısında yıkıma uğrayan küçükburjuvazi, tepkilerini sosyalizme, işçi sınıfı ile ittifaka yönelerek ortaya koyarken, kendi toplumsal karakterinden kaynaklanan gerilik ve ilkelikleri de sosyalist harekete taşımadan edemedi. Kapitalizmin ülke ölçüsünde yarattığı sonuçların bü tünse l etkisiyle ciddi olarak henüz karşı karşıya gelen küçükburjuva mantığı, kırlardaki farklılaşma ve kente göçün sınıf savaşına yansıyan ilk elden sonuçlarını çıkış noktası alarak kapitalist ilişkilerin köksüzlüğü sonucuna vardı.
Kapitalist buhranların üretici sınıflar üzerindeki yıkıcı etkilerinin kırdaki pre-kapitalist kalıntıların varlığıyla birleşmesi, kapitalist dönüşümün sancılarını uzatıp yoğunlaştırarak, yığınlar için dayanı- lamaz hale getirmektedir. Artık, gerçek iktisadi konumuyla bir meta üreticisi olan köylü (bir avuç ayrıcalıklı kır zengini dışında) vergi ve fiyat kıskacında ezildikçe, üretim gücünü yitirmektedir. Tekeller egemenliğinin yarattığı bu ortamda yüksek tefeci faizi ve toprak rantı, bütün dehşetiyle köreltici etkisini duyuruyor. Yüzyıllardır küçük üretmenlerin kanını emerek büyük toprak mülkiyetiyle içiçe geçmiş tefeci-bezirganlık, modern tekelci ekonomi koşullarında dayanılmaz vurgunculuk olanaklarına kavuşmuştur. Bu durum, geçmişin acılarıyla yüklü köylü bilincinde, yeni kılıklara bürünmüş eski düşmanı (kapitalizmin tekelci gelişimine uyarlanmış pre-kapitalist kalıntıları) doğal olarak öne çıkarmaktadır.
Prusya tipi gelişmenin ağır sonuçları karşısında mücadeleye yönelen deneyimsiz ve sakıngan kır küçükburjuvasının, hergün yüzyüze geldiği “tali" güçlerin gerisinde gizlenen belirleyici İlişkiyi doğrudan doğruya görememesi veya kendi gündelik yaşamında ağır basan görüngülerin baskısı altında, kapitalist ilişkilerin gerçek karakterini kavrayamaması, son derece anlaşılır bir şey olmalıdır. 60'lı yıllarda mücadeleye yönelen küçükburjuvazinin pratik bilincin
YOL 67
de kapitalizm, henüz silik bir imgeye sahiptir. Köylünün gündelik yaşamında öne çıkan derebey kalıntıları, tarihten gelen şartlanmaların katkılarıyla, -sosyal ve iktisadi ilişkilerin bütünlüğü açısından bakıldığında- abartılı bir önem kazanmaktadır. Onların kapitalist yapı içindeki konumları kavranamadığından modern ilişkiler silikleşmekte, olduğundan daha sınırlı, bize özgü olmayan, köksüz ve dı- şarlak bir görünüm almaktadır.
Küçükburjuvazi proletarya saflarına doğru İtildikçe, devrimci tepkilere eğilim gösterdi. Ama bu süreç, proleterleşme korkusuyla mücadeleye zorlanan küçükburjuvaların modern sınıflar savaşına karşı duydukları gerici tepki ve önyargıları da açığa çıkartmıştır. Hatta, yeni proleterleşen ve sınıf mücadelesinde henüz istikrar kazanamamış unsurların proleter yaşam koşullarına karşı gösterdikleri tepkiler de küçükburjuva önyargıların proletarya saflarında etki sini duyurmasına neden olmuştur. 60'lı yılların yaygın u lusa l ku tu lu şçu lu k eğilimi, sınıl savaşına karşı önyargılı, proleterleşmekten ürken küçükburjuvıı/inin kapitalist ilişkileri ülke dışına taşıma ve egomun sııııtl.ırıı kıııçı ınücadeleye-onları emperyalizmin basit işbirlikçi araçlarımı lıııllrıjeyıp, ulus-dışına iterek-kendini ikna etme güdülerine dayandı.
Dünya ölçüsünde ulu ..il kurtuluş mücadelelerinin sosyalizme akışından etkilenen ve M.ıoculuğun güçlü ideolojik esintilerine kapılan küçükburjuva aydınları (MDD), modern sınıflar ortamına itilen küçükburjuvazinin bu kendiliğinden eğilimlerini teorileştirmekten öteye gidemedi. Pratik küçükburjuvaların gündelik yaşamında öne çıkan derebey kalıntıları, T ü rk iye ö lçeğ inde devrim hedeflerinin tasarlanması sözkonusu olunca, teoride abartılı bir önem kazandılar.
Devletçilik döneminin sessiz birikiminden sonra yaşanan on yıllık hızlı dönüşümün sınıf savaşına patlama etkisiyle yansıyan sonuçları, kırdaki çözülme ve bunun yaydığı etkilerin geçici olarak mücadelenin pratik ağırlık noktasına oturmasına, küçükburjuva tabakaların öne çıkmasına yol açtı. Henüz sınıflar savaşındaki gerçek yerlerine oturmamış bu dinamiklerin anlık biçimlerini mutlaklaştıran (devrim durumu tesbitleri hatırlansın) pragmatist küçükburjuva mantığı, toplumsal ilişkilerin bütünsel yapısını çözümlemede kırları merkez alan bir teorik yaklaşımı benimsedi. Bu tutum, dev
YOL 68- Yeni Demokrasi Eleştirisi
rimci strateji sorunlarına, yükselen sınıflar ve onların temsil ettiği modern üretim ilişkileri açısından değil, çözülen, kılık değiştiren güçler ve onların bugüne taşıdığı geleneksel bilinç formları açısından yaklaşmak olarak özetlenebilir.
Kapitalizmin kırlarda yaratf^ı sınıfsal potansiyelleri kavrayamayan, köylülüğü geri feodal koşulların bütünüyle devrimci çıkarlara sahip homojenik kitlesi olarak gören bu anlayışın tam bir tanımlanışını Kaypakkaya’nın şu sözlerinde bulabiliriz:
“Feodalizmle halk yığınları arasındaki çelişme niçin baş çelişmedir? Birden fazla çelişmenin bulunduğu bir süreçte, bunlar arasından bir tanesi diğer çelişmelerin gelişmesini tayin ve onlar üzerinde tesir icra eder. Bu çelişme baş çelişmedir. Feodalizmle halk yığınları arasındaki çelişme, ülkemizde hem burjuvazi-proletarya çelişmesi üzerinde, hem de emperyalizm- Türkiye halkı çelişmesi üzerinde belirleyici ve yönetici bir rol oynar. Feodalizm çözüldüğü ölçüde proietarya-burjuvazi çelişmesi ortaya çıkar ve keskinleşir. Öte yandan, emperyalizmin geniş köylük bölgelerdeki sosyal dayanağı feodal güçlerdir. Bu nedenle, feodalizmle halk yığınları arasındaki çelişmenin çözümü, emperyalizmi de önemli bir dayanağından yoksun bırakır, emperyalizmle Türkiye halkı arasındaki çelişmenin gelişmesinde ve çözümünde tayin edici bir rol oynar. ” Kaypakkaya. Seçme Yazılar, s. 98)
MDD hareke den gelen, ana kavramlarını ondan alan Kay- pakkaya'nın buradan ulaştığı sonuç, önümüzdeki devrimin a n t i- em perya lis t b ir toprak devrim i olarak tasarlanmasıdır. Ayrıntılardaki farklılıklara rağmen, aynı kökten gelen Cephe ve Ordu hareketleri de, ana teorik yaklaşımlarında Kaypakkaya ile aşağı yukarı aynı bakış açısında birleşmektedirler. Ancak Narodnik özellikler laşıyan bu üç hareket arasında, teorik kavramlarındaki çok net kırsal belirlenimleri, kararlı gündelik örgütsel yönelimleri, kadrosal karakteri ve mücadelenin gündelik sorunları karşısındaki coşkusal tutumu dolayısıyla köylü devrimciliğine en çok eğlimli bulunanı, Kaypakkaya'nın önderliğindeki TKP-ML olmuştur. O yüzden biz, demokratik devrimi köylülüğe dayalı bir toprak devrimi olarak algılayan küçükburjuva anlayışlar içinde en tam kavramsal vurgulara sahip olan Kaypakkaya'nın görüşleri üzerinde duracağız.
YOL 69
TÜRKİYE'DE BURJUVA DEVRİMİNİN ÖZELLİKLERİ
Kaypakkaya’nın Türkiye'de sınıflar yapısına bakışı, MDD'nin izlerini taşımaktadır. Ülkemizin sosyal yapısı, işbirlikçi komprador burjuvazi, toprak ağalığı ve tefeci-bezirganlığın egemenliğindeki yarı-sömürge ve yarı-feodal bir yapı olarak tanımlanır. Kurtuluş Savaşıyla gerçekleşen burjuva devrimi Türkiye’nin sınıflar yapısında hiçbir değişiklik yaratmamış, emperyalist işgalin kırılması ve sultanlığın kaldırılmasıyla, “sömürge, yarı-sönürge, yarı-fedoal yapı"nın yerine “yarı sömürge, yarı-feodal yapı” geçirilmiştir. 50 yıllık gelişim, varolan iktisadi yapı üzerinde niceliksel birgüçlenme olarak açıklanırken, burjuva devrimiyle gerçekleşen politik dönüşümler ve sonraki politik gelişmeler, komprador burjuvazi ve toprak ağalığının farklı klikleri arasında uluslararası güç dengeleri tarafından belirlenen iktidar değişimleri olarak açıklanmaktadır.
Ancak, burjuva devriminin çözümlenmesinde Kaypakkaya, Kemalizmin sınıfsal karakterini belirsizleştiren “asker-sivil aydın zümre" yaklaşımlarından uzaklaştığı kadar, Kemalizmi “anti-emper- yalist küçükburjuva radikalizmi" olarak açıklayan Cephe ve Ordu tezlerinden de ayrılmaktadır. Kemalizmin anti-emperyalist, devrimci özelliklerini abartan bu görüşler içinde en gerici ve açıktan açığa kuyrukçu sonuçlara varanı, onu “milli burjuvazinin devrimci kanadının ideolojisi “olarak gören ve M. Kemal’i “partimizin önderi” ilan eden PDA’nın yaklaşımlarıdır. PDA tezlerine göre, Kemalist kadroların önderliğinde iktidarı ele geçiren milli burjuvazi, dışa karşı anti- emperyalist bir siyaset izleyerek, devletçilik uygulamalarıyla kapitalizmi geliştirirken, kapitalist sınıf içinden sivrilen “işbirlikçi büyük burjuvazi”, iktidarı kendi eline almış ve devrimi durdurarak, ülkeyi yeniden emperyalist bağımlılık koşullarına itmiştir. PDA'nın bu tezleri, M. Kemal’in ölümüyle ülkeyi “1919 öncesine kaydıran” klasik MDD tezlerinin silik bir tekrarından ibarettir.
PDA'nın gerici anlayışına karşı devrimci bir zeminde mücadele yürüten Kaypakkaya, Kemalizmin burjuva karakterini vurgularken, küçükburjuva devrimciliği üzerindeki Kemalist etkilerden kesin biçimde sıyrıldığını ortaya koyuyordu. O'nun 60 sonrası devrimci hareket içindeki asıl önemi de buradan gelmektedir. Salt ilkesel belirlemeler çerçevesinde doğruluk taşısa ve Leninist formüllerin tekrar edilmesiyle yetinse bile, Kürt sorunu üzerindeki olumlu yaklaşımı
YOL 70- Yeni Demokrasi Eleştirisi
nın anahtarı da burada yatmaktadır.
Kaypakkaya, Stalin'in Kemalist hareketin ‘ işçilere ve köylülere, bir toprak devrimi imkanına karşı” geliştiği yolundaki sözlerini tekrarlarken, son derece haklıdır. Ancak, bu noktadan sonra sığ ve yavan saptamalara yönelmekte, burjuva gelişimin çalkantılı seyrini tam bir mizansene dönüştürmektedir.
“Kemalist devrim, Türk ticaret burjuvazisinin, toprak ağalarının, tefecilerin, az miktardaki sanayi burjuvazisinin, bunların üst kesiminin bir devrimidir. Yani devrimin önderleri, Türk komprador büyük burjuvazisi ve toprak ağaları sınıfıdır. Devrimde milli karakterdeki orta burjuvazi önder güç olarak değil, yedek güç olarak yer almıştır.’ (s. 140)
Kurtuluş Savaşından sonraki sınıflar yapısı ise şöyle tanımlanır:
“Sosyal alanda, eski milli azınlıklara mensup komprador büyük burjuvazinin ve eski bürokrasinin, ulemanın hakim mevkiini, milli karakterdeki orta burjuvazi içinden palazlanan ve emperyalizmle işbirliğine girişen yeni Türk burjuvazisi, eski Türk komprodor burjuvazisinin bir kesimi ve yeni bürokrasi almıştır. Eski toprak ağalarının, büyük toprak sahiplerinin, tefecilerin, vurguncu tüccarların bir kısmının hakimiyeti devam etmiş, bir kısmının yerini yenileri almıştır. Kemalistler, bir bütün olarak, milli karakterdeki orta sınıfın çıkarlarını temsil etmemekte, yukardaki sınıf ve zümrelerin menfaatlerini temsil etmektedir’ (s. 141)
Kaypakkaya’nın Kemalizmi bir komprador burjuva eğilimi olarak görmesine yol açan nelerdir?
Herşeyden önce, “Kemalizmin Türk ticaret burjuvazisi ve toprak ağalığına dayanması, onların çıkarlarını temsil etmesidi’dir. Bu yüzden, Kemalist hareket “bir toprak devrimi imkanına karşı” gelişmiştir.
İkinci olarak, Kemalizmin emperyalizme karşı yürütülen mücadeledeki kaypak ve tutarsız tavrıdır. İtilaf devletlerine karşı verilen savaşta Sovyet desteğine dayanılmış, ancak Bolşevik devrimi- nin Kafkaslarda kazandığı güç karşısında paniğe kapılan burjuva hükümet, gündelik yönünü emperyalizm ve Sovyet cephesi arasın
YOL 71
da değişen bölgesel-askeri güç dengelerine göre belirleyen kararsız ve uzlaşmacı bir tutumu benimsemiştir. Emperyalizme karşı mücadelenin kendi insiyatifinden çıkıp Bolşevizm öncülüğünde bir proleter devrimine dönüşmesi olasılığından korkan burjuvazi, sınıf düşmanlarından sakınırken, milli düşmanına ikiyüzlüce elini uzatmaktan çekinmemiştir. Sınıf kardeşliği, her zaman olduğu gibi, milli düşmanlığa ağır basmıştır. Bu yüzden Kemalizm, içerden gelen Sovyet Cephesinde yer alma istemlerini sinsi ya da açık oyalama ve provokasyonlarla bastırmış, emperyalizmle bütün köprüleri atmak yerine, iki cephe arasında fırsatçı denge politikaları izlemeyi yeğ tutmuştur. Daha Kurtuluş Savaşı yıllarında ortaya çıkan bu tutum, Lozan'da belirgin bir niteliğe bürünmüştü. “Yurtta sulh, cihanda sulh" parolası altında yürütülen denge siyaseti, içerde burjuva egemenliğinin güçlendirilmesine bağlı olarak, emperyalizm yönünde karar kılmıştır.
Üçüncü olarak, devrimin halkçı ve proleter karaktere dönüşmesinden duyulan korkuyla, cılız işçi örgütleri ve sosyalist hareketler bastırılmış, komünistlere ve Kürt halkının ulusal istemlerine karşı katliamlara varan vahşi bir terör uygulanmıştır. Bir kısım ağaların gerici tepkilerine rağmen, emperyalizme karşı mücadeleye samimice katılan Kürt ulusu üzerinde, Batı'dan öğrenilen sömürgecilik yöntemleri acımasızca uygulamaya sokulmuştur. Böylece, burjuvazinin emperyalist özlemleri, daha başından açığa vuruyordu. Ancak, bu özlemler, o günkü koşullarda, Misak-ı Milli sınırlarına daralmak zorunda kaldı.
Bunların sonucunda, ulusal kurtuluş, gerçek bir iktisadi kurtuluşa dönüştürülememiştir. Bu imkanı yaratabilecek asıl güçler olan işçi sınıfı ve köylülüğün örgütsüzlüğü ve bağımsız siyasi talepler ileri sürmekten uzak bulunmaları, bu yüzden yeni doğmuş komünist hareketin zayıf kalışı, burjuvazinin devrimi kolayca piç edebilmesine yol açtı, iktidar yapısındaki değişimlerle meydana gelen politik devrim, derin etkili bir sosyal devrime dönüştürülmediği gibi, Kurtuluş Savaşı yıllarının karmaşık iç ve dış etkiler altında gerçekleşen ve Cumhuriyetin ilanından sonra ancak birkaç yıl sürdürülen demokratik açılımları boğulup soysuzlaştırıldı. Bizzat Kuvayı Milliye öhderlerinin “endüstri-sulh-toprak" parolasıyla ifade ettikleri sosyal dönüşümler, devrimci bir yoldan, halk yığınları lehine sancıları ılım-
YOL 72- Yeni Demokrasi Eleştirisi
landırılarak değil, Prusya tipi gerici gelişme yolundan ağır, dolambaçlı, cehennemcil bir yöne sokuldu. Emekçi sınıfları olduğu kadar idealist genç subayları ve aydınları da hayal kırıklığına uğratarak pasitize eden devrimin bu biçimde boğuluşu, egemen politika katlarında da, değişen iç ve dış koşullara bağlı olarak, 12 Mart’a kadar sürüp gelen sürtüşme ve çatışmalara kapı aralamış oldu.
Ama bütün bunlar, Kurtuluş savaşının öncülüğünü, Kaypak- kaya'ya göründüğü gibi, komprador burjuvazi ve toprak ağalarının yürüttüğünü mü göstermektedir? Bunu söylemek sosyalizm biliminin kavramlarını aşırıca zorlamak olur. Kaypakkaya ve ardıllarının sık sık tekrarladıkları gibi, komprador burjuvazi, devrimci bir sınıf değildir. Hatta bir sınıf bile değildir. Varlık nedenlerini emperyalist nüfuz koşullarında bulan yarı-modern nitelikteki aracı bir zümredir. Ortada, halkçı bir devrime kıyasla sınırlı açılımlar yaratmakla kalmış olsa bile, bir burjuva devrimi bulunuyor. Öyleyse, bir devrimin devrimci olmayan sınıflar tarafından yönetildiğini söylemekle, herşey birbirine karıştırılmış olmaktadır.
Kurtuluş Savaşında öncülüğü yürüten güçler, komprador burjuvalar ve feodal ağalık değildi. Mücadeleyi yöneten Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri (sonradan CHP), birer burjuva örgütleriydi. Ancak, toprak ağalığı ve tefeci-bezirganlığı da bünyelinde toplayan bu örgütlere, sınıf karakterini kazandıran güç, savaş yılları boyunca çeşitli vurgunculuk yöntemleriyle sermaye biriktirerek palazlanan milli nitelikteki Anadolu burjuvazisidir. Bu Anadolu burjuvazisi, “başta tefeci-bezirganlar, toprak ağaları ve çok az sayıda modern denebilecek işletme sahibi kapitalistken oluşuyordu.
M. Yılmazer’in Çağdaş Yol’un 8. sayısında yayınlanan Kay- pakkaya'nın görüşleri ile ilgili yazısından tırnak içinde aktardığımız bu belirlemeye, TKP-ML önderinin görüşlerini savunmakla tanınan Yeni Demokrasi dergisinin yazarları, “burjuva olmayan burjuvalar", deyimiyle itiraz ediyor, (sayı: 31) Bu itiraz, Kaypakkaya’nın, kendi görüşlerini doğrulamak için çok sık başvurduğu Stalinin ve Sovyet yazarı Şnurov’un, milli burjuvazinin yapısına ilişkin açıklamalarına getirdiği yorumla da çakışmaktadır. Gerçekte ise, Kaypakkaya'nın “doğru" yorumlamaya çalıştığı Şnurov’un açıklaması, Kıvılcımının konuyla ilgili görüşleriyle uygunluk taşıyor:
YOL 73
“...Devrimin başına Türk ticaret burjuvazisi geçti. Türkiye tarım memleketi olduğu için, tüccarların başlıca alışverişi tarım ürünleri üzerine idi. Böylece ticaret burjuvazisi, ağalar ve büyük toprak sahipleri ile sıkı bağlar kurdu. Her Türk köyünde ağa ve toprak sahibi, aynı zamanda köylü ürünlerinin belli başlı alıcısı ve satıcısı idi. Bu ağaların bazen un değirmeni, yağ veya kuru meyva işleyen ima- ■ lathaneleri ve diğer ufak tefek teşebbüsleri oluyordu. Ağalar aym zamanda tarım Lininlerini toptan satın alan büyük ticaret firmalarının acenteleri durumundaydılar." (aktaran: İ.K., s. 116)
Kaypakkaya, “...Şnurov yoldaş, toprak ağalarını ve tefecileri de “burjuva’ kavramı içinde düşünmektedir. (...) Burjuva kavramının bu şekilde kullanılışına, Stalin yoldaşta ve Dimitrov yoldaşta da rastlamaktayız." diyor, (s. 117) Dahası“bu şekilde kullanılış”a Lenin yoldaşta, hatta Engels'te de rastlayabiliriz. Lenin’in Rusya’da kapitalist iç pazarın oluşum sürecini değerlendirdiği, Rusya’da Kapitalizmin Gelişimi adlı dev eserinde, feodalizmden kapitalizme geçiş sürecinde binbir görünüm altında ortaya çıkan, sayısız gündelik iç bağlarla birbirine bağlı bu türden karmaşık biçimlere ait yüzlerce örnek sunulmaktadır. Verimli topraklarını az-çok modern yöntemlerle işleten kır burjuvaları (bunlar, yanlızca sertliğin kaldırılmasından sonra palazlanan kulaklar değil, aynı zamanda ve hatta en güçlüle- ri, feodal aristokrasinin üyeleridir), verimli olmayan topraklarını yoksul köylülere kiralamakta, küçük köylü ve zanaatçıya faiz karşılığında borç vermekte, köylü ürünlerinin alım-satım işleriyle uğraşmakta ve yeni yeni gelişen manüfaktür ve imalathaneleri ellerinde bulundurmaktadırlar. Aynı şekilde, daha 1525'1e, “ılımlı” reformcu Martin Luther'in temsil ettiği burjuvaların nasıl burjuvalar olduğu, 1600’!ü yıllarda Ingiltere'nin köylü-zanatçılarını ev proleterlerine dönüştüren tüccarların, henüz tohum halinde bulunmakla birlikte ne türden bir ilişkiyi temsil ettikleri sorulabilir?
Burada, iki ayrı tarihsel döneme ait farklı iktisadi biçimler bir arada varolabilmekte, binlerce gündelik bağla içiçe geçmiş bulunabilmektedir. ilkel sermaye birikimi veya feodalizmden kapitalist İlişkilere geçiş sürecinde, son derece çeşitli görünümler altında karşımıza çıkan bu ara biçimler ya da geçit tiplerinde iki farklı tarihsel ilişki biçimini birbirinden kesin olarak ayırdedebilmek ne mümkün, ne de gereklidir. Bunu ancak teorik soyutlama düzeyinde
YOL 74- Yeni Demokrasi Eleştirisi
elde edebiliriz. Gerçek durumlarda ise, bu iki farklı ilişki türü ve bunların iç-içe geçmesinden doğan melez biçimler, çoğu kez aynı sömürücü bireylerde temsil edilmektedirler.
Kesin olarak bilinmesi gereken şey şudur: Ayrı tarihsel çağlara ait ilişkilerin birarada varoluşu, tamamen diğer bazı maddi etkenlere bağlı olmak üzere, şu veya bu kadar süren bir dönem için geçerli olabilir. Çünkü pratik birlikte varoluş biçimleri, onların birbirlerini dıştalayan özelliklerini ortadan kaldırmaz. Tam tersine, bu çelişkinin birliğin yarattığı gerilim, kendisini, toplumsal yaşamın bütün katlarında duyurmadan edemeyecektir. Bizim için esas olan, bu çelişkin birlikteliğin varoluş koşullarını belirleyen yön, bizzat çelişkinin çözümünü de kend inde taş ıyan yöndür. Bu yönün gelişkinlik derecesi, ikinci dereceden genel bir sorundur, onun varlığını ortadan kaldırmaz. Siyasal açıdan ise sorun, çözümün hangi b içimde gerçekleştirileceğidir: Burjuvazinin tercih ettiği tedrici ve dolambaçlı yoldan mı, yoksa proletarya ve kır yoksullarının doğrudan müdahalesiyle, devrimci bir yoldan mı? Çelişkilerin varlığı, onları çözebilme yeteneğine sahip olan güçleri de gerektirir.
Bizde Kurtuluş Savaşını güden burjuvazinin, Lenm’ in Rusya’dan örneklerini sunduğu burjuvalardan nitelikçe pek farkı bulunmaz. Anadolu burjuvazisi içinde yer alan toprak ağalan ve te- feci-bezirganlar, saf pre-kapitalist ilişkileri temsil etmezler. Çeşitli yollardan bireysel sermaye birikimi gerçekleştiren, burjuva özellikler, eğilimler edinen unsurlardır. Sözü edilen milli ticaret burjuvası, geniş-çaplı ticaret yapabilme gücüne kavuşan bezirgandır. Aynı zamanda, büyük bir iktisadi bölgenin üreticilerini faizcilikle haraca bağlar. Burjuva toprak ağası, sermaye sahibidir. Bir kısım topraklarını kendisi işletir veya ticaret yapar veya imalathanesi bulunur. Kaldı ki, daha OsmanlI’nın son dönemlerinde ticari limanlara yakın olan ve verimli topraklara sahip bulunan Aydın-İzmir yöresi ve Çukurova’da, bazı toprak ağaları, modern yöntemlerle, dış-pazara yönelik kuru üzüm, incir ve pamuk üretimine geçmiş bulunuyorlardı. Kurtuluş Savaşının en canlı merkezleri de, hiç tesadüf değil, kapitalist ilişkilerin kısmen geliştiği bu bölgeler oldu. Hacı Ömer Sabancılar, bezirgan Vehbi Koç’lar, Atatürk’e Türkiye tarımının modemleş- tirilmesiyle ilgili sunduğu raporla yıldız parlayan babadan kalma üç- bin dönümlük çiftliğe sahip Adnan Menderes’ler, bu burjuvazinin ü-
YOL 75
yeleriydi. Yoksa, Kurtuluş Savaşı'ndan hemen sonra Adıyaman'da bile banka kuranlar, nasıl burjuvalar veya tersi nasıl tefeciler ve toprak ağaları olabilirdi?
Kendiliğinden görülebir ki, Anadolu burjuvazisi, gerçek anlamda modern bir burjuva sınıf da değildi. İçinde modern burjuvaların sayısı pek azdı. Henüz o luşum ha linde bulunan bu burjuvazi (çünkü Anadolu'nun birçok yerlerinde kapitalist ilişkiler, çok geri ve ilkel biçimlerde var olabilirdi) “üst tabakalar” arasından doğmuştu. Girişimcilik niteliği oldukça zayıftı; doğuştan asalak özelliği ağır basıyordu. Burjuvalarımızın kendi bireysel kökenleri ve ülkemizdeki köklü bezirgan sermaye gelenekleri, başka türlüsüne izin veremezdi. Üretime karşı ilgisi zayii olan Anadolu burjuvazisi, feodal ilişkiden kapitalist ilişkileri geçiş çoğu kez aynı kimselerin şahsında gerçekleştiği için feodalizmden keskin bir kopuşu temsil etmez, böyle bir yeteneği taşıyamazdı. Kuşkusuz cesareti de. Bu yüzden, piyasa koşullarına uygun davranış gösterirken, geleneksel sömürü biçimlerini terketrnemiş, tersine, mümkün olduğunca pazar koşullarına bağlamayı kendi karakterine daha uygun bulmuştur.
Taşra “üst tabakalararı’nın bazı kesimlerini burjuvalaşmaya yönelten, onların doğasından gelen dönüşme yeteneği, kesinlikle değildir. Zaten, hiçbir yerde, hiçbir zaman, tefeci-bezirgan sermaye ve feodal arazi mülkiyeti, kendiliğinden burjuva özellikler edinmek durumunda bulunmamıştır. Buna yol açan şey, tarihsel koşulların ve bu koşulların etkin güçleri olarak devrimci sınıfların baskısıdır.
Bizde, bir kısım toprak sahiplerini ve antik sermayedarları ilkel sermaye birikimine iten, kapitülasyonların gelişen etkileri olmuştu. Liman kentlerinden kısmen Anadolu içlerine doğru yayılan pazar ilişkileri, toprak sahiplerini, giderek artı-ürünü pazara sürmeye zorladı. Bu durum, bezirgan sermayeyi de kapitalist dolaşım ağına doğru yöneltmiştir. Kuşkusuz henüz doğal ekonomi koşullarının ağırlık taşıdığı ve pazar ilişkilerinin ülke çapında derinlik kazanamadığı bu süreçte, gelişime ayak uydurabilenler, ancak taşranın en iri unsurları olmuştur. Fakat, ne ciddi bir sanayileşme hareketinin baskısıyla yüz yüze geldikleri, ne de alt sınıfların devrimci bir zoruyla karşılaştıkları için, asalak özelliklerini sürdürmüşler, modern girişimciliğe uzak durmuşlardır.
YOL 76- Yeni Demokrasi Eleştirisi
Anadolu burjuvazisini bir tür feodal burjuvazi olarak da ta- , nımlayabiliriz. Engels’in deyimiyle, kapitalist ilişkilerin yeni yeni filizlendiği ilkel koşullarda, burjuvazi, henüz bir feodal zümre durumundaydı. Eski üretim ilişkileriyle, yeni üretici güçler arasındaki çatışma daha olgunlaşmadığı için, burjuvazi, kendisini feodal geleneklerden ayırabilmiş, devrimci bir sınıf olarak ortaya çıkabilmiş değildi. Bizim, taşra üst tabakaları arasında oluşan burjuvalarımız da, geleneksel eşraf-ayan zümrelerinin dışında değildiler. Onları içinden geldikleri feodal ayrıcalıkları terketmeye zorlayan hemen hiçbir etkiyle karşılaşmadılar. -
Bu bakımdan, Anadolu burjuvazisini devrimci tutum almaya zorlayan şey, üretim koşulları içindeki girişim konumları değil, emperyalist işgal koşulları oldu. Emperyalist işgal altında, sahip oldukları konumu yitireceklerini gören bu güçler, Kurtuluş Savaşına katıldılar. Ancak, Kurtuluş Savaşını örgütleyen ve doğrudan doğruya yürüten unsurlar bunlar olmadı. Köylü halkın işgale karşı gösterdiği ilk, dağınık tepkilerini örgütleyenler, İstanbul’dan Anadolu’ya geçen yurtsever aydınlar ve OsmanlI ordusunun devrimci genç subaylarıydı.
Tanzimat’tan beri Avrupa devrimlerinin yükselttiği burjuva ideallerle yetişen, modern kapitalizme eğilimli aydınlar, dayanacakları sınıf temelini, Anadolu’daki en güçlü ve ayrıcalıklı konumlarından gelen doğal örgütlülüğe sahip bu unsurlarda buldular. Asya burjuvazisinin yaygın temelini oluşturan köylülük, bizde siyasal açıdan edilgin bir durumdaydı. Ve OsmanlI’nın köklü devletçilik geleneğini taşıyan öncü kadroların halk girişimciliğine karşı önyargılı tutumları dolayısıyla, köylü yığınları içinde sosyal geriliğin küflendirdiği dinamizmi açığa çıkartma gibi bir eğilimleri yoktu. Onların bu politik önyargıları kitlelerin devrimci atılımlarından ürken pısırık burjuvalar ve büyük toprak sahipleriyle rezonans bulmalarına yol açtı. Anadolu burjuvazisine cesaret veren, onları siyasal olarak örgütleyip önderliğe yükselten güçler, 1908 devriminin ikinci kuşağını oluşturan devletçi genç kadrolardı.
Anadolu burjuvazisi adına devrimci subayların yürüttüğü Kurtuluş Savaşını, İngiliz-Fransız işgalinden dolayı çıkarları zedelenen komprador burjuvazinin Almancı kanadı da destekledi. Fakat, emperyalist sermayenin geri ülkelerdeki acentalığını üstlenen
YOL 77
burjuvazinin bu kesimi, ulusal bağımsızlık gibi bir siyasi ufka sahip olamazdı. Onların ufku, bir emperyalist grubun nüfuzuna karşı, başka bir emperyalist ülke ya da grubun çıkarlarını desteklemekten öteye gidemezdi. Nitekim, o yıllarda çok sınırlı bir oy farkıyla yenilgiye uğratılan mandacılık eğilimlerinin dayanağını oluşturan kesimler de bunlardı.
Mandacılık anlayışının yaygın etkisi bizde zayıf ve pısırık burjuvazinin ulusal dinamiklere karşı ne ölçüde güvensiz bulunduğunun da açık bir göstergesi sayılabilir. Genç subayların örgütçü yeteneği ve Sovyet hükümetinin güçlü desteği olmasaydı, bu kararsız burjuvazinin önderliğinde Kurtuluş Savaşının başarıya ulaştırılabilmesi olanaksızlaşacak^ Buna, emperyalist savaş makinesinin yıpranmasından ve asıl ilginin Sovyet devleti üzerinde yoğunlaşmasından kaynaklanan avantajları da eklemek gerekir.
Kurtuluş Savaşında önderlik, mandacılık eğilimlerinin yenilgiye uğratılması, ingilizler tarafından desteklenen feodal isyanların bastırılması (ki, bu gerici güçler karşısında Kemalistler, komünistlerin samimi desteğini hep yanlarında buldular), komünistler ve halkçı güçlerin tasfiyesiyle, tamamen burjuvazinin elinde toplanmıştır. Burjuva devriminin rotası da, ancak o zaman belirginleşebildi.
Burada şunları anmakta yarar var: Burjuva devrimini yürüten kadroların, dayandıkları sosyal güçlerden daha ileri siyasal perspektiflere sahip olduklarını söyleyebiliriz. Kurtuluş Savaşı sonrasında uzun zaman süre giden “tek adam” ve “milli şef” üslubu ya da bir avuç yönetici kadronun “diktatoryal" yetkisi, aynı zamanda öncü kadroların, dayandıkları sosyal güçlerin sinsi ve kaypak özelliklerine karşı duydukları güvensizlikten kaynaklanmıştır. Cumhuriyet hedefinin son ana dek gizli tutulması, hilafetin kaldırılması için uygun koşulların beklenilmesi, laikliğin ilanından sonra bile dinsel kurumların sıkı bir denetim altına alınması, Kemalist önderlerin, dayandıkları güçler karşısında ne ölçüde temkinli adımlar atmak zorunda kaldıklarını göstermektedir.
Üst tabakaların burjuva siyasal yapı içinde örgütlenmesi, bilinçlice burjuva hedefleri benimseyen siyasal önderliğin temkinli ikna politikalarıyla mümkün olabildi. Toprak ağalığı ve tefeci-bezir- ganlığın kimi kesimlerinin burjuva uygulamalara karşı gösterdikleri
YOL 78- Yeni Demokrasi Eleştirisi
direnç, zor yoluyla bastırıldı. Bu sınıfların gerici eğilimleri, laiklik parolasıyla baskı ve denetim altına alındı. Kemalizmin siyasal gericilik eğiliminin iyice açığa vurduğu, faşizan uygulamaların ağır bastığı 30'lu ve 40'lı yıllarda bile, egemen güçlere dayatılan Türkçe ezan, Köy Enstitüleri girişimleri gibi ilerici politik uygulamalar, egemen güçler ve onların politik vasileri arasındaki açı farkını ortaya koyan paradoksal gerilim noktaları olmuştur. Ancak, öncülerin niyetleri ne olursa olsun, sonucu tayin eden, egemen gücün çıkarlarıdır. Kemalistlerin zorlam a la rına rağmen devrimin gelişimi, burjuvazinin davranış yeteneğiyle sınırlı kalmıştır.
Kemalizmin toprak ağalarının çıkarlarını temsil etmesi, Prusya tipi kapitalist gelişme biçimiyle tanımlandığı ölçüde doğruluk taşır. Yoksa, Kemalist liderlerin toprak ağalığını salt toprak ağalığı olarak kabul etmedikleri çok açıktır. Türkiye'nin Bismarc’ları olarak Kemalist önderler, köylülük tarzında bir kapitalist gelişmenin değil, toprak ağalığının kapitalist gelişme yönündeki çıkarlarına sözcülük ettiler. Atatürk’ün, daha ilkokul çağlarındayken hafızalarımıza yerleştirilen traktör üzerindeki fotoğraflarından hatırladığımız modern çiftçilik girişimleri, büyük arazi sahipliğini kapitalizme t eşvik e tm ek amacını taşıyordu. “Şapka devrimi”, “harf devrimi" uygulamaları, devlet kuruluşlarının düzenledikleri balolar vs., toprak ağalığının burjuva yaşam tarzına , burjuva düşünüş b iç im in e yö- neltilmesiydi. Aç yığınlar için gülünçlüğe varan bu devletçi önderlik biçimleri, zaman zaman, şapka giymeyen bir ilin topa tutulması gibi trajik boyutlar kazandı. İşte, Kemalizmin emperyalizmle uzlaşmaya yatkınlığı, toprak ağalığına dayanarak kapitalizmi geliştirme eğiliminden kaynaklanıyordu. Onun, Çin Devrimi'nin Çan-Kay-Şek'ine benzeyen özelliği, Kaypakkaya’dan çok önce, alaylı bir dille, “Çan- kaya-eşeğizm” olarak belirtilmişti.
Kaypakkaya'nın Kemalizmi bir komprador burjuva eğilimi olarak görmesi, bir "toprak devrimi imkanfmn yok edilmesine karşı gösterdiği tepkidir. Yoksul köylünün demokratik devrimin boğulmasına karşı gecikmiş tepkisidir. Ama düzdür. Kurtuluş Savaşını, yalnızca emperyalist işgalin ortadan kaldırılması olarak kavrar; OsmanlI'dan burjuva toplumuna geçiş olarak görmez. Kemalizm, bir kez “özünden karşı devrimci" sayılınca, burjuva devriminin yarattığı “sınırlı” açılımlar ve “CHP'deki bazı ilerici özellikler", devrime “yedek
YOL 79
güç" olarak katılan “milli-orta burjuvazice yüklenir. Ancak, somut olarak tanımlanmamış bu “orta burjuvazinin, bağımsız devrimci talepler öne süremediği, “büyük burjuvazinin çeşitli kliklerinin kuyruğundan ayrılamadığı halde, nasıl olup da ilerici uygulamaları dayatabildiği açıklanamadan kalır.
Kaypakkaya ve ardıllarının kavrayamadıkları şey, proleter devrimleri çağında, burjuva devimlerinin nasıl karşı-devrim süreçlerini kendi bünyelerinde taşıyabildikleridir. Kapitalizmin feodalizm karşısındaki devrimci rolü, sosyalizm düşmanlığıyla sınırlıdır. Alman birliğini sağlayan devrimci Bismarc, anti-sosyalist yasanın demir yumruklu uygulayıcısı, Paris Komünarlarının acımasız celladıdır. Monarko-faşist Şah rejiminin devrilmesine öncülük eden Iran Burjuvazisi, yığınların devrimci istemlerini boğmaktan çekinmeyen gerici bir yüze sahiptir. Ancak, burjuva devriminin daraltılmış sonuçlarından, Kurtuluş Savaşımızın yığınsal “temeli köylülüğün altedilme- sinden duyulan öfkeli tatminsizlik, Kemalizmin geri, eğilimlerini komprador burjuvaziye yükleyerek, devrimin “sınırlı” açılımlarını nasıl olup da gerçekleştirdiği bilinmeyen “milli-orta burjuvazimi temize çıkartamak sonucunu doğuruyor.
Mao’dan yaptığı alıntılarla milli burjuvazinin ancak sınırlı bir devrimci role sahip olabileceğini tekrarlayan Kaypakkaya, Kemalizmin sınırlı devrimciliğini yetersiz bularak, p ra tik te milli burjuvazinin rolünü aba rtm ış olmaktadır. Bu, sınıflar mücadelesini “milli” ve “gayrı-milli" sınıfların çatışması olarak kavrayan, proletaryanın sınıf çıkarlarını emperyalizme karşı mücadele içinde eriten MDD’ci küçükburjuva mantığının tipik bir ve rs iyonudur. Kapitalizmin bize özgü yapısını göremeyen, kapitalist ilişkileri “emperyalizmin basit bir uzantısı” olarak kavrayan küçükburjuva mantığı,dışsal bir emperyalist güce ve onun egemenlik aracına dönüşerek ulusal çıkarlara ihanet etmiş işbirlikçi güçlere karşı bir mücadeleyi hayal etmektedir. Böyle bir kavrayışın sınırları içinde kalındığı sürece, “ulus” yerine “halk" kavramını geçirmek, hiçbirşeyi değiştirmez.
Yeni Demokrasi yazarı Zaloğlu Ayşe, Çağdaş Yol’un bu yöndeki eleştirilerini, aynen eleştirilen görüşleri tekrarlayarak yanıtlıyor. Yılmazer'i “yetenek testi’ nden geçiren ve “çakarlığı” bulunmayan bir “geri’ olduğuna karar veren yazar, Zaloğlu Rüstem'in kılıç çekişi gibi parlayan öfkesiyle, Yılmazer'in “pespayelerini bakınız
YOL 80- Yeni Demokrasi Eleştirisi
nasıl çürütüyor:
“Gerçekten de Kaypakkaya sınıfların siyasal reaksiyonlarını gündeme gelen siyasal gelişmelerin niteliğini emperyalizm He olan ilişki ve çelişkilerine göre değerlendirmektedir."
“Kaypakkaya olayları sınıfların siyasal reaksiyonlarının cinsini emperyalizm karşısındaki tutumuyla ölçmektedir. Zat-ı alileriniz sınıfların siyasal reaksiyonlarının niteliğini hangi ölçütler çerçevesinde değerlendirmektedir acaba”
Heyhat! “O öylesine tezlere sarılmıştır ki, kağıtlar bu pespaye tezleri taşımak zorunda kaldığından ızdırap çekmektedir. Tabii bu ızdırap onu hiç de ilgilendirmemektedir, (sayı: 26)
Yeni Demokrasi yazarının Ahmet Mithat üslûbuyla yönelttiği şikayete, kağıtlarımıza daha büyük ızdıraplar çektirmek pahasına “ilerlemenin diyalektiğimin “kaçınılmaz kıldığı" Marksist bir yanıt vereceğiz.
Sorun, tam da s ın ıfla rın s iyasa l reaks iyon la rın ı emperya lizm e karşı tu tum la rıy la tan ım lam akta yatmaktadır. Bayanlar, baylar! Bu mantıkla gidip BAAS partisine katılan bir devrimciye hiçbir söz söyleme hakkınız bulunamaz. Sınıfların siyasi reaksiyonlarını tanımlamanın yegane ölçütü emperyalizme karşı tutumlarıysa, proletaryanın çıkarlarını emperyalizme karşı mücadele içinde belirsizleştirmek kaçınılmaz olur. Proletaryayı burjuvazi ve küçukburjuvazinin kuyruğuna takmış olursunuz.
Sınıfların siyasi reaksiyonlarını belirleyen, onların birbirleri karşısındaki durum ları ve ç ık a r la rıd ır . Emperyalizme karşı gösterdikleri tepkiler, tepkilerinin aldığı somut biçim ve ulaşmayı hedefledikleri sonuçlar, bunun birer ürünü olarak ortaya çıkacaktır. Yoksa, burjuvazi emekçi sınıflara duyduğu aşkla emperyalizme karşı çıkmaz ya da burjuvazinin emperyalizme karşı mücadelede yer alması onu proletaryanın dostu haline getirmez. Proletarya, emperyalizm karşı mücadelede kendi bağımsız amaç ve hedeflerini gözden kaçırdığında burjuvaziye yem olmaktan kurtulamaz. Böyle bir durumda, proletaryanın tepkisi devrimcidir ama sosyalist değil.
Burjuvazinin emperyalizm karşısındaki tutarsızlığı, kapitalist karakterinden, proletaryaya duyduğu düşmanlıktan gelir. Feodal
YOL 81
kalıntılarla açık bir çatışmaya girmekten ürken burjuvazi, emperyalist işgal karşısında devrimci tutumlara zorlanabilir. Ve hiç şüphesiz, proletaryanın emperyalizme karşı mücadeledeki kararlı tutumu, şu veya bu nedenden değil, çıkarlarının özel mülkiyetin ortadan kaldırıldığı bir toplumda bulunması dolayısıyladır.
TÜRKİYE’DE SINIFLAR YAPISI:KOMPRADOR BURJUVAZİ Mİ, FİNANS-KAPİTAL Mİ?
Kaypakkaya Stalin ve Şnurov’un Kurtuluş Savaşına önderlik eden burjuvaları “milli burjuvazi “ şeklinde tanımlamasının, onların Türk kökenli olmasından kaynaklandığını, yoksa bu burjuvaların komprador niteliği taşıdığını belirtir. Komprador burjuvazi, emperyalist sermayenin sömürgelerdeki acentalığını yürüten, yaratılan değerlerin kapitalist anayurtlara aktarılmasına aracılık ederek ulusal sermaye birikimini engelleyen unsurlardan meydana gelir. Sermayenin komprador niteliği, onun özünden değil, birikim sürecinde oynadığı rolden kaynaklanmaktadır. Doğal olarak, burada, sermayedarın ulusal kökeni önemini yitirir. Ancak, OsmanlI ticaretine egemen olan ve ana dolaşım mekanizmasını tekelinde bulunduran unsurlar, azınlık uluslar arasından yetişmiş burjuvalardı. Türk kökenli taşra sermayedarlığı ise, bu liman burjuvazisi dışında kalan, kapitalist dolaşımda belirleyici olamayan unsurları ifade ediyordu. Gerçekte, uluslararası meta trafiğinin kesintiye uğradığı savaş yıllarında birikim yaparak burjuvalaşan bu unsurlar, bütün burjuva ulusal kurtuluş savaşlarında görüldüğü gibi, ulusal pazar üzerindeki yabancı egemenliğinin kendi aleyhlerine doğru gelişen bir biçim almasından dolayı mücadeleye yöneldiler. Fakat, Anadolu burjuvazisi, komprador burjuva egemenliğini tasfiye ederken ülkenin üretim yapısında hiçbir değişikliğe girişmedi. Toprak ağalığı kırdaki varlığını koruyordu. Üreticilerin girişim yeteneğini güçlendiren dış ticaret ve kredi sistemini millileştirme yönünde devrimci adımlar atılmadı. Yalnızca, eskiden komprador burjuvazinin sahip olduğu ayrıcalıklı tekel mevkiine yerleşmekle yetinildi.
Anadolu sermayesinin, komprador burjuvazinin tasfiyesiyle boşalan egemenlik kanallarına yerleşmesi, eski gelişmelerin tekerrür ettirilmesinden ibaret midir? Hayır. Dış ticaretin esas olarak devletleştirme yoluyla yabancı sermaye karşısında güçsüz kalan milli sermayenin denetimi altına alınması, geniş-çaplı sanayiin
YOL 82- Yeni Demokrasi Eleştirisi
örgütlenmesi ile iç iktisadi bütünlüğün sağlanması söz konusu olmadan, eski acentalık ilişkileri, iktisaden zorunlu olan meta dolaşımının sürdürülmesindeki önemini yitirmeyecektir. Bu durum, yalnızca burjuvazinin istek ve eğilimleri açısından değil, kapitalist gelişmenin İçsel zorunlulukları açısından, bağımsızlık savaşına katılan emekçi sınıfların istekleri ve eğilimleri açısından da değerlendirilmelidir. Kaldı ki, ulusal güçleri arkasında toplayarak, emperyalist işgaline son vermiş ve kendi siyasal egemenliğini kurmuş bulunan hiçbir ülkenin burjuvazisi, ulusal pazar üzerindeki yabancı nüfuzunu olduğu gibi korumayı tercih edecek kadar ahmak sayılamaz. Hatta bu, bizde olduğu gibi, ulusal kurtuluş savaşının sonuçlarından yararlanan komprador burjuvalar için de geçerlidir. Hiçbir ülkenin burjuvazisi, yabancı sermayeye karşı özünden sevdalı veya özünden milli çıkarlara bağlı değildir. Burjuvazi, yabancı sermaye ile ilişkilerini kendi varlık ve gelişme imkanlarına göre değerlendirecektir. Ve Türkiye burjuvazisi, Bolşevik devriminin güçlendirdiği uluslararası devrim ortamında olduğu kadar, emekçi sınıfların anti-emperyalist isyanında da kendi ulusal egemenliğinin imkanlarını bulmuştur. Yoksa, bırakalım dün işbirliği eğilimi içinde bulunduğu yabancı sermayeye karşı cephe almayı, burjuvazi, çıkarını gördüğünde anasını bile satmaktan çekinmeyecektir.
Görünen odur ki, milli burjuvazi, siyasal egemenliğini kurmakla ülke pazarı üzerinde doğrudan hakimiyetini sağlayabilmiş değildi. 1850’lerden beri Türkiye pazarına egemen olan yabancı şirketler, 1929 yılına kadar yürürlükte kalan eski gümrük tarifelerine dayanarak at koşturmaya devam ediyordu. Ulusal Kurtuluş mücadelesinin Bolşevlzm yönüne akmasından ürken Kemalist burjuvazi, emperyalizmle bütün köprüleri atmaya cesaret edememişti. Lozan’daki eski gümrük tarifelerine ilişkin tavizler, OsmanlI borçlarının olduğu gibi devralınması, yabancı şirketlere ait mal varlıklarının zoralımına çarptırılmasından uzak durulması, burjuvazinin d e v rim ci b ir kopuşu göze alamadığını göstermektedir.
Eski gümrük tarifeleri, ancak kapitalizmin dünya krizinden yararlanılarak kaldırıldı. Bir dış ticaret şirketiyle yabancı sermayeye karşı rekabet edemeyeceklerini anlayan Kemalistler, İş Bankasfnda sağlanan birikimle, “millileştirmeler"e geriştiler. İş Bankası, kurulur kurulmaz, zor durumdaki itlbar-ı Milli Bankasını ve İtti-
YOL 83
had-ı Milli Sigorta Şirketini yutuyor, Kozlu maden yatakları ve Ergani bakır işletmelerinin imtiyazlarını devralıyordu. Almanların imtiyazında bulunan demiryollarının millileştlrilmesiyle gelişen süreç, Eti- bank'ın maden işletmeciliğini tekeline almasıyla güçleniyordu.
Millileştirmelerin yabancı hisseleri satın almak yoluyla gerçekleştirilmesi, pek tabii emekçi sınıfların derisi yüzülerek yapılan birikimin koşullarını ağırlaştırmıştır. Ancak, millileştirme yöntemlerinin bu gerici karakteri, onun sanayi yatırımlarının önkoşullarını sağlayan iktisaden olumlu niteliğini yok edemez. Bu durumda komprador burjuvazinin nasıl olup da, kendi varlık koşullarını ortadan kaldırmadan millileştirmelere ve büyük kamu sanayii yatırımlarına girişebildiği, açıklanması gereken bir sorun olarak kalmaktadır. Üstelik, devletçilik döneminin modern sanayi yatırımları, yabancı sermaye ile ilişkileri sınırlandıran yoğun korumacılık önlemleri altında, büyük ölçüde Sovyet kredisi ve teknik yardımına dayanarak gerçekleştirilmiştir. O halde, Sovyet hükümetleri, kendi ülkesini yeniden emperyalizme peşkeş çeken komprador burjuvaziyi güçlendirmeyi göze alabilecek kadar ileriye gidebilen bir ahmaklar güruhu muydu, baylar? Sakın ola ki, Kruşçev'in “kapitalist olmayan yol" tezlerinden çok önce Sovyetler Birliği, emperyalist özellikler kazanmış bulunmasın! Acaba Stalin'in toz kondurulma^ önderliğindeki Komün- temrn’e bağlı olan revizyonist TKP, Kemalist iktidara yasadışı koşullardan dayattığı güçle Bolşevik hegamonyasına yol açan Sovyet yanlısı komprador burjuvaların sözcüsü müydü? Yeni Demokrasi yazarları, teorik kavramların içeriğini bu kadar zorlamak yerine biraz daha düşünmek durumundadırlar.
Kurtuluş Savaşını tamamlayan Türkiye, iktisadi kalkınma sorunuyla yüzyüze geldiğinde geniş-çaplı sanayiin örgütlenmesi açısından birikim koşullarının varolan geriliği tüm çarpıcılığıyla belirginlik kazandı. Türkiye'nin seramye kaynakları ilkel ve yetersizdi. Sanayileşme ve pazar ağının genişletilmesi için zorunlu olan altyapı ve ulaşım şebekesi oldukça sınırlıydı. Prekapitalist köklerine aşırıca bağımlı bulunan zayıf burjuvazi, böyle yüksek maliyetli, rizikolu bir sanayileşme hamlesine atılabilecek iktisadi güce de, girişim yeteneğine de sahip değildi. Devleti, yukarıdan müdahalelerle sermaye birikimini hızlandırmaya, kapitalist gelişmenin öncülüğünü üstlenmeye zorlayan koşullar bunlardı. İlk yılların karmaşık yön arayışı
YOL 84- Yeni Demokrasi Eleştirisi
içinde iş Bankasının kuruluşu ile başlayan süreç, 1929 bunalımının baskısı karşısında güçsüz ekonomiyi gümrük duvarları arkasına çekerek, koyu devletçilik uygulamalarına vardırıldı.
“Devletçiliğimizin ana hedefi, sermaye birikimini yoğunlaştırarak, zayıf kapitalist sınıfın te m e lle r in i güçlendirmekti. Burjuvazinin siyasi gericiliği, bu sonuca feodal kalıntıların tasfiyesi yolundan, özgür rekabet koşullarında ulaşılmasını olanaksız kılmıştı. Geriye kalan tek seçenek, prekapitalist sermayeyi b u rju v a la ş tır- mak olacaktı. Bu doğrultuda atılan ilk somut adım, 1925te İş Ban- kası’nın kuruluşu oldu. Ardından diğer devlet bankaları ve şirketler sökün etti. Türkiye’nin sınırlı kapitalist sermayesi, devletin koruyucu şemsiyesi altında, tefeci-bezirgan sermaye ve toprak ağalığının en irile şm iş kesimleriyle sentezleştirilerek, ilk şekillenişini on yıl gibi kısa bir süre içinde tamamlayan ve sonraki gelişmelere damgasını vuran bir fin an s -ka p ita l zümresi yaratıldı.
Lenin’in, finans-kapitalin tarihsel oluşum sürecini çözümleyen ve aramızda geçerliliği tartışma götürmez bulunan tezlerinin kaba mutlakçı bir yorumundan harekel eden Yeni Demokrasi yazarları, çoğu sosyalistlerimiz gibi, geri ülkelerde finans-kapital egemenliğinin imkansızlığını belirterek Kıvılcımlı'nın tezlerine karşı çıkmaktadır. Hele tefeci bezirganlık ve toprak ağalığının finans-kapital egemenliği biçiminde kapitalizme çekilmesi, hiç bir gerçek veriye dayanmayan basit akıl yürütmelerle peşinen reddedilmektedir.
Biz, bu yazıda, geri ülkelerde finans-kapital oluşumunun ayrıntılı bir teorik çözümlemesine girmek niyetinde değiliz. Üzerinde durmak istediğimiz asıl nokta, prekapitalist sermaye ile kapitalizmin, bu iki farklı tarihsel formasyonun, hangi koşu lla rda kaynaşma eğilimine sahip bulundukları ve bizde bu kaynaşmanın aldığı özel b iç im le r olacaktır.
Yeni Demokrasinin 31. sayısında yayınlanan bir yazıda, adı belirtilmeyen yazar, Marx’ın Kapital'inden yaptığı uzun alıntılarla, pre-kapitalist sermayenin tarihsel özelliklerini aktarıyor. Türkiye'de kapitalizm-öncesi ekonomi ve toplum biçimleriyle, özel olarak da antik yapıların modern süreçler üzerindeki etkileriyle somut ve derinlemesine ilgilenen ilk bilim adamı Kıvılcımlı olmuştur. Tezleri karşısında takınılan tutum ne olursa olsun, adı bu alandaki çalışmalarıy
YOL 85
la anılan bir devrimcinin öğrencilerine tefeci-bezirgan sermaye üzerine ders vermeye kalkışmak, ukalalık değilse, tereciye tere satmak sayılır.
Tefeci-bezirgan sermayenin gücüyle kapitalist üretim arasında ters orantılı bir İlişkinin bulunduğu bilinir. Yeni ticaret yollarının keşfiyle küçük üreticileri meta üretimine yönelten bezirgan sermaye, komünal örgütlenmenin dış kabuğunu çatlatıp iktisadi eşitsizlikleri yoğunlaştırarak, kaçınılmaz biçimde tefeciliğin zeminini yaratır. Bezirganın "ikiz kardeşi” tefeci sermaye ise, haraca bağlanan e- mekç^sınıfların üretim gücünü iyice kırıp zayıflatarak, iktisadi ve sosyal dinamizmi köreltir, üretim temelini ilkelleştirir. Geri üretim koşulları ve kişisel bağımlılık İlişkileri içinde üretici güçleri boğan bu antik sermaye tekeli, kapitalistleşme imkanlarını baltalayarak egemenliğini sürdürür.
Tarihsel temelini küçük köylü ve zanaatçı üretiminde bulan pre-kapitalist sermaye biçimleri, üretim ilişkileri içinde doğrudan doğruya rol oynamazlar. Yani kapitalizm öncesi toplumda, sermaye, “bir üretim tarzına" sahip değildir. Toplumsal üretimin boşluklarında hareket imkanı kazanır.
Ancak, köreltici, asalak niteliğiyle Rapitalist girişimciliğin en büyük düşmanı olan tefeci-bezirganlık, sermayenin üretime ilgisini zayıflatan modern tekelcilik koşullarında, kendi spekülatif karakterine uygun özellikleri keşfetmekte gecikmeyecektir. O zaman, dünya ölçüsünde kapitalizmin egemen biçimi olarak tekelcilik, geri ülkelerde dayanacağı yegane temeli tefeci-bezirgan sermayede bulmaktadır. Bu ayrı tarihsel dönemleri temsil eden sermaye biçimleri arasındaki kaynaşma yeteneği, kapitalizmin bir toplumsal eğilim olarak üretken yeteneğini yitirdiği üst, çöküş aşamasına özgü bir durumu yansıtır. Doğallıkla, bu kaynaşma, daha ileri bir toplumsal formasyonu oluşturan modern tekelciliğin zemininde gerçekleşmek zorundadır. Bu durum, toplumsal gelişmenin sancılarını yoğunlaştırarak, uzun bir süreç içinde, kapitalist dolaşım ağına çekilen tefeci-bezirgan sermayeyi modern küçük meta üretiminin çözülüşüne bağlı olarak sermaye biçimlerine dönüştürecektir.
Bizde tefeci-bezirgan sermayeye modern nitelik kazandırılması, en iri ve en etkin bireysel sermayelerin devlet girişimi ile
YOL 86- Yeni Demokrasi Eleştirisi
.urulan bankalara ve büyük şirketlere çekilmesiyle başladı. Çoğu kez anlaşılmayan temel konu, finans-kapital oluşumunda tefeci- bezirgan sermayenin oynadığı bu roldür.
ilkin tefeci-bezirgan sermaye, bir sınıf veya bütünsel bir iktisadi kategori olarak bu oluşuma katılmamıştır. Sınırlı kapitalist sermaye ile bankalarda kaynaştırılan unsurlar, en iri bireysel sermayelerdir. Yoksa, tefeci-bezirgan sermaye, bir sınıf olarak varlığını korumaktadır.
İkincisi, bu sentezleşm eye katılan bireysel sermayeler, tamamen yeni bir karakter kazanmış, dolayısıyla eski pre-kapitalist niteliklerini yitirmiş durumdadırlar. Finans-kapitalin antik ve modern sermayedarların ittifakı olarak kavranıldığını varsayan "eleştiriler”, tepeden tırnağa yanlıştır.
Üçüncüsü, tefeci-bezirgan sermaye ve sermayedar niteliği kazanmış toprak ağalığının en kodaman kesimleri, bu yöne kendiliğinden akmış değildir. Batı’da yaşanan klasik gelişmenin tersine, bizde finans-kapital, yukarıdan aşağıya, devlet müdahaleleriyle oluşturulmuştur.
Kuşkusuz, süreci yönlendiren siyasal güçler, bir finans-kapital zümresi yaratmak konusunda bilinçli hedefler gütmüyorlardı. Onların bilerek hedefledikleri şey, burjuva sınıfsal oluşumları hızlandırarak kapitalizmin temellerini güçlendirmekti. Dünyada kapitalizmin egemen biçimi ve bizde sermayenin tarihsel kökenlerinden kaynaklanan eğilimleri arasında gerçekleşen uyum gücü, bizzat tecrübeyle desteklenen pragmatik sezgilerle yönlendirildi.
Geri toplumsal üretim koşullarında bulunan ve egemenliğini kökleştirmek isteyen kapitalist sermaye, emperyalist rekabetin kendi üzerindeki baskısını devletin korumacı önlemlerine sığınarak hafifletmeye çalışacaktır. Ulusal sermaye, yabancı banka ve şirketlerin baskısına karşı, kendi güçlerini ulusal banka ve şirketlerde yoğunlaştırarak, hareket yeteneğini yükseltebilmektedir. Uluslararası rekabetin geri ülkeler üzerindeki etkileri, daha ilk aşamalarda, kapitalizmin tekelci biçimlere bürünmesine yol açmakta, bizde olduğu gibi sermayenin tekelci eğilimlerini açığa çıkartarak, gelişim koşullarını tekelleşme yönüne doğru itmektedir. Emperyalizmin egemen olduğu dünyada kapitalizme yeni giren ulusların serbest re
YOL 87
kabetçi aşamayı bütün koşullarıyla yaşama şansı kalmamıştır.
Kapitalist kalkınmanın temeli sanayileşmedir. Sermayenin kendi doğasında taşıdığı eğilimler ne olursa olsun, kapitalist sınıfın ulusal hakimiyeti, asıl kaynağını sanayileşmeden almaktadır. Genç uluslar Avrupa’da manüfaktür üretimin uzun süreli yayılışından elde edilen birikimin ürünü olarak doğan modern sanayiye doğrudan doğruya ulaşmak zorundadır. Bu durum, birikim sürecini hızlandırmayı gerekli kılar.
Avrupa’da özgür rekabetin yol açtığı üretim yoğunlaşması, sermayenin merkezileşme eğilimini güçlendirerek, yatırım gücünü yükseltmişti. Tekelleşme, bu merkezileşme eğiliminden çıkmıştır. Çok geri bir ülke olan Türkiye’de ise ilişki bir bakıma tersine dönüştü. Yoğun üretim koşullarının elde edilmesi, sermayenin daha baştan m e rke z ile ş tir ilm e s in i zorunlu hale getirdi. Tekeller, iktisadi gelişimin kendiliğinden sonuçlarıyla aşağıdan yuka rıya gelişmedi. Devlet müdahalesiyle yukarıdan aşağ ıya oluşturuldu. Dağınık para-sermayeleri banka lar ve ş irk e tle rd e toplanarak, yatırıma yöneltildi.
Kuşkusuz, modern toplumda en büyük para sahibi devlettir. Devlet, para kaynaklarını vergi gelirlerini artırarak yoğunlaştırdığı gibi, borçlanma yöntemleriyle genişletir. Ancak, bizde de sermaye birikiminin asıl yönünü oluşturan bu biçim, üreticilerin girişim gücü ve yeteneğini kırarak gerçekleşmektedir. İkinci olarak, az sayıdaki modern işletmeciler de az çok birikmiş para-sermayeye sahiptirler. Varolan sınırlı iktisadi güçleri bakımından üretim kaynaklarını denetleme imkanına sahip olamayan bu unsurlar, devletin sağladığı teşvik ve ayrıcalıklarla tekelci mevkiye kavuşmuşlardır. Fakat, sermayenin bireysel girişim yeteneğini zayıflatan ayrıcalıklar, birde hazıra konma yolundan elde edilince teknik yaratıcılık büsbütün ortadan kalkmış olur. Üçüncü olarak, para-sermaye, tefeci-bezirganla- rın ve büyük toprak sahiplerinin ellerindedir. Ancak, pre-kapitalist biçim taşıyan bu para-sermaye de, tarihsel doğası gereği, üretken yatırımlara ilgi duymamaktadır. Bankalar ve devlet şirketlerinde birleştirilerek, yatırıma yöneltilen ve birbirinden farklı b ir ik im ta rzla rına sahip olan para-sermaye kaynakları bunlardır. Bankaların topladığı mevduatlarla genişletilen para-sermaye, kamu yatırımları altında yoğunlaştırılan artı-değer sömürüsüyle çoğaltılır.
YOL 88- Yeni Demokrasi Eleştirisi
Batı'da ayrı kategorik özelliklere sahip bulunan ve tekelleşmenin sonucu olarak tekleşen banka ve sanayi sermayeleri, sanayi sermayesinin yok denebilecek kadar cılız olduğu ve sanayileşmenin bankaların doğrudan denetimiyle geliştirildiği Türkiye’de, daha baştan tek biçim kazanmışlardır.
Rekabetçi gelişme çağında, kapitalist üretimin dağınık önkoşullarını bireysel girişim yeteneği, ticari zekası ve çeşiktli üretim dallarındaki uzmanlığıyla bir araya getiren kapitalist, sermayenin egemen karakter olarak bankalar ve anonim ortaklıklar biçiminde örgütlendiği tekeller çağında üretimden bütünüyle koparak basit bir hisse senedi sahibine, kapitalist ekonominin uzmanlaşma alanlarındaki farklılaşmayla gelişen iç kategorik belirlenimlerinden sıyrılmış bir para-sermayedara dönüşür. Para spekülasyonunun başlı- başına, yaygın bir yatırım faaliyeti haline geldiği, üretimin gündelik pratik koşullarını kendine tabi kıldığı bu ortamda, para-sermayeyi meta-sermayeye, meta-sermayeyi yeniden para-sermayeye dönüştürenler, üretim araçlarının k o lle k t if sahipleri durumundaki kapitalist ortakların kendileri değil, onlarla çeşitli yollardan organik bağıntı içine sokulmuş profesyonel uzmanlar olmaktadır. Bireysel kapitalistin üretim sürecinde zorunlu olan örgütleyici, düzenleyici, yürütücü rolünü, para-kapitalisti temsil eden, ama kendisi bizzat kapitalist olması gerekmeyen, bu amaçla eğitim görmüş, uzmanlaşmış ücretli elemanlar yerine getirmektedir. Rekabetçi dönemde genel olarak kapitalist üretimin zorunlu koşulunu oluşturan, dolayısıyla da iktisadi nitelik taşıyan kapitalistin bireysel özellikleri, bütün önemini yitirmiş bulunmaktadır.
Sermayenin anonim ortaklıklarda (günümüzde bankalar da bir anonim ortaklık biçimini taşır) toplanması, farklı birikim tarzlarına sahip bulunan sermayelerin tek bir sermayeye, bir ortaklık sermayesine dönüşmesi, adı üzerinde anonimleşmesi, sermayenin bireysel özelliğini belirsizleştirerek toplumsal işlevini açığş çıkartmakta, guçlendirmektedir. Bu, ortaklığa katılan, birleşerek tek biçimli bir sermayeye dönüşen farklı bireysel sermayelerin birikim tarzlarını önemsizleştirir ya da ancak, sermayenin yeni karakterini belirleyen değil ama genel toplumsal eğilimlerine pratik etkide bulunan bir yan faktöre indirger. Prekapitalist dönemlerin para beylerini modern çağın parababalarına dönüştüren tarihsel özellik budur. Or-
YOL 89
taklığa katılan tefeci, bireysel olarak üretim ortamında en küçük bir yer edinmemiş, ama onun bireysel etkinliği dışında işlev gören pa- ra-sermaye, bir üretim tarzına kavuşmuş, mali karakterli kapitalist sermayeye dönüşmüştür. Niye tefeci-bezirgan sermaye, kapitalizme can atmasın.
Türkiye’de modern tekelcilikle prekapitalist sermaye arasındaki evrensel özellik taşıyan kaynaşma eğilimi para-sermayenin en b üyük le ri katında doğrudan senteze dönüştürülmüş, aynı eğilim, iç pazarın genişletilmesi, kapitalist ilişkilerin kırlara yayılması sürecinde bütün tefeci-bezirganlığın acenta-bayii ağları içine çekilmesiyle, aşağıya doğru örgütlenmiştir. Finans-kapitalin kırlardaki egemenliğini dayandırdığı güç, tefeci-bezirganlıktan başkası değildir.
Tefeci-bezirgan sermayenin kırlardaki egemenliğiyle finans- kapitalin ulusal ölçekte tamamlanan egemenliği arasındaki birbirini bütünleyen doğrusal İlişki, geri ülkeyi egemenliği altına alan emperyalizmle komprador burjuvazi arasındaki ilişkiye benzetilebilir. Geri ülkenin geleneksel üretim ortamı ve sosyal yaşam biçimleri açısından yabancı, dışsal bir güç olarak beliren emperyalizm, kendi egemenlik koşullarını, yerli sermayenin geleneksel egemenlik mekanizmaları üzerine kurmaktadır. Ancak, bu mekanizmayı olduğu gibi korumak yerine, onu kendi çıkarlarına uyarlamak durumundadır. Doğal olarak, emperyalist nüfuzun giderek derinleşmesine yol açan bu süreç, yerli sermayenin en iri, manevra gücü en yüksek unsurlarıyla başlatılarak aşağıya yayılır. Ülkenin en büyük tüccarları, yabancı şirketlerin a cen ta la rı şeklinde örgütlenerek, kapitalizmin ağlarına çekilirler. Varlık koşullarını emperyalist nüfuzun geliştirilmesinde bulan komprador burjuvazi, emperyalist ilişkinin kendisini değil, gerilik koşullarını yeniden üreten emperyalist nüfuzun yayılmasını sağlayan aracı oluşturmaktadır. Komprador burjuvazi, hem geri ülkede kapitalist ilişkilerin yayılışını sağlar, hem de yaratılan değerlerin anayurtlara kaçırılmasına aracılık yaparak, kapitalist gelişme imkanlarını yok eden, üretim koşullarını inmelendiren toplumsal geriliği dayanılmazlaştıran bir rol oynar.
Benzer şekilde, henüz kırların geleneksel yapısına dışsal, yabancı kalan finans-kapital, kırlardaki iktisadi egemenliğini tefeci- bezirganlığı büyük şirketlerin Anadolu bayileri şeklinde örgütleye
YOL 90- Yeni Demokrasi Eleştirisi
rek, pre-kapitalist sermayeyi kapitalist pazar ağına yönelterek derinleştirdi. Bu durum, pre-kapitalist ilişkilerin saflığını tümüyle ortadan kaldırmıştır. Kırda sanayi mallarının dağıtımını sağlayan, küçük üreticinin metaını pazarına süren, dolayısıyla meta üretiminin yaygınlaştırılmasında aracılık yürüten bezirgan, kapitalizme dönük bir işlev kazanmış olmaktadır. Ama, varlık koşullarını ortaçağ kalıntısı küçük üretim yordamında bulan bu sermaye, aynı zamanda küçük meta üretiminin çözülüşünü engelleyerek, gelişme koşullarını geriye çekmekte, toplumsal gerilikleri yeniden üreterek pre-kapitalist rolünü de sürdürmektedir.
Finans-kapital, kapitalist sermayenin merkezileşme eğilimini temsil etmektedir. Oysa, özellikle kırlarda yaygın temeli oluşturan küçük üretim, kendi geleneksel doğasında ilkel ve dağınık üretim koşullarım barındırmaktadır. Biri kapitalizmin ultra-modern biçimlerini oluşturan, öbürü ilkel birikim sürecinin gelişiminde, ortaçağ koşullarındaki dönüşümü, kapitalist ilişkinin filizlenişİni belirten iki zıt kutbu ifade etmektedirler. Bizde, kapitalizmin yukarıdan aşağıya gelişi, kapitalist gelişmenin birbirinden farklı evrelerini bütün çelişki ve çatışmalarıyla aynı anda yaşamamıza neden oldu. Kırlarda ilkel birikim süreci, finans-kapitalin baskısı altında hızlandırıldı ve pek tabii ki, birikim sürecinin.koşulları, kapitalizmin ultra-modern biçimlerinin belirleyiciliği altında örgütlendi.
1950’lere kadar şehirlerde İktisadi egemenliğini kurmuş bulunan finans-kapital, ticaret hacmini genişletmek, dış pazarın tıkanması ve iç pazarın darlığı yüzünden gerileyen yatırımların önünü açmak, daralan sermaye birikimini yoğunlaştırmak için kırlardaki egemenliğini derinleştirmek durumundaydı. Bu yüzden önceki yıllarda, büyük şirketlerin ortakları haline getirilen toprak ağaları, yüksek oranlı kredi ve teşviklerle modern çiftçiliğe yöneltildi. İlk örnekleri 1930’larda Şekerbank ve Sümerbank’ın öncülüğünde gerçekleşen bu yönelişler, 1950'li yıllarda Marshall kredi planıyla desteklenerek hızla yoğunlaştırılmıştır. Amerika’dan ithal edilen traktörlerle büyük toprakların modern tarım yöntemleriyle işletmeye açılışı, yarı-feodal ortakçılık ilişkilerini daraltır, yoksul köylüleri tarlalardan sürerken, otlakların ekili alan haline getirilmesi, tarımsal üretimin başlıca kolu olan hayvancılığı geriletti. Finans-kapital, modern okimo açılan büyük tarımsal işletmelerle, oskidon kırda zayıf kalan tomollıırinl bir
YOL 91
dereceye kadar güçlendirdi.
Bu, kırlara açılma sürecinin, üst tabakaların kapitalist dönüşümünü yoğunlaştıran egemen yönünü belirtmektedir. Öbür yandan, ülke çapında ancak kısmen pazara açılabilen ve hala büyük ölçüde geleneksel yöntemlerle ekim yapmakta olan küçük üreticiler, tefeci-bezirganların öncülüğünde pazar için üretime zorlanmıştır. İki sermaye biçimini ülke düzeyinde kaynaştıran, pre-ka- pitalist kalıntıları kapitalist şartlar içinde örgütleyen bu süreci şöyle tanımlayabiliriz:
Geleneksel yöntemlerle tarım yapan küçük üreticilerin pazar koşullarına uyum sağlayabilmesi, modern tarımsal girdi kullanımının yaygınlaştırılmasıyla mümkün olmaktadır. Aynı zamanda, tarımda kapitalizmin gelişimi kırların tüketim mallarına yönelik talebini de yükseltmektedir. Bu durum, tarımsal hammadde üretimindeki artışla birlikte düşünüldüğünde, kırda meta dolaşımının yoğunlaşması, bezirganlığın yürüttüğü geleneksel dağıtım mekanizmalarının geliştirilip modernleştirilmesi sorununu öne çıkartmaktadır. Devlet tarafından karayolları yapımının hızlandırıldığı bu dönemde, tefeci-be- zirgancılığın manifaturacılık biçiminde sürdürdüğü ilkel dağıtım şebekesi, bayilik ağına dönüştürülerek kısmen mpdernize edilmiştir.
Aynı dağıtım ağı, köylü mallarının alımında da dayanılan başlıca mekanizmayı oluşturmaktadır. Geleneksel tüccar, büyük şirketlerin köylü nezdindeki aracısına dönüşmüştür. Tarımsal malların alı- mında, küçük üreticinin karşısına geleneksel çirkin yüzüyle çıkan tefeci-tüccar, büyük şirketler karşısında yüzünü kapitalizmin makyajıyla tazeleyen kart geline benzemektedir.
Lenin'den hatırlanacağı gibi, küçük üretici, kendi metaınıuzak pazarlara doğrudan doğruya sürebilme imkanına sahip değildir. Üreticinin aynı zamanda tüccar haline gelmesiyle gerçekleşen kapitalist özellik, sermayeye sahip bulunmayan ya da ancak küçük- çaplı üretim masraflarını karşılamaya yetecek kadar sermayesi olan köylü açısından erişilmesi güç bir hevestir, iç ticareti üretici halk yararına düzenleyen kooperatifçilik, bizde sürekli engellenerek, engellenemezse yozlaştırılarak, sendikacılık gibi, hatta ondan daha beter ürkütücü bir görünüm kazanmıştır. Köylü mallarını pazara sürerek meta üretiminin yaygınlaşmasını sağlayan, bu yüzden
YOL 92- Yeni Demokrasi Eleştirisi
kapitalizmin önbirikim sürecinde olumlu rol oynayan tüccar sermayesi, üretim masraflarını karşılamak için sermayeye ihtiyaç duyan köylüyü borç kıskacına alarak, ticaret ve tefeciliği birleştirmekte, alım fiyatlarını düşürmekte, üretim maliyetlerinin yükselişini kışkırtmaktadır.
Meta üretiminin yaygınlaşması, para-sermayenin dolaşımını da hızlandırıcı etki yaratacak, modern girdilerin zorunlu olarak artan kullanımı, üreticilerin para-sermayeye duydukları talebi yükseltecektir. Üretim girdilerinin fiyatlarındaki yüksek oranlı artışlar, bu talebi daha da şiddetlendirir. Yüksek faizli banka kredisinden teminat gösteremediğinden yararlanamayan küçük köylü, tefecinin kucağına itilir. Kapitalist gelişmenin küçük meta üreticileri üzerindeki yoksullaştırıcı etkisi, tefecilerin vurgunculuk imkanlarını alabildiğine genişletmekte, banka kredisi kullanan tefeci sırtını finans-kapi- tale dayayarak sömürü gücünü artırmaktadır. Dolayısıyla, banka faiz oranlarındaki artışı tefeci, faizlerindeki yükselişi kışkırtmaktadır. Nasıl, bezirgan sermaye, kırda meta dolaşımına aracılık ederek, dağınık küçük meta üretimi üzerinde finans-kapital hakimiyetini güçlendirmiş oluyorsa, halkın “köy bankası" adını verdiği tefecilik de, köylülüğün yarattığı değerlerin bankalara aktarılmasına aracılık ederek aynı sonuca varmaktadır.
Demek ki, Yeni Demokrasi yazarlarının söylediği gibi modern kredi sistemi "bir yanda", tefecilik "öbür yanda" değildir. İkisi iç-içe geçmiş durumda ve karşılıklı birbirlerini beslemektedirler. Daha 1929 yılında bile, bir devlet kuruluşu olan Ziraat Bankası'nın “sermayesinin yarısından fazlasını Anadolu'da çiftçimizi istismar eden zahireciler kontrol etmektedir." (Bu sözleri aldığımız haberin 1929 yılında Cumhuriyet gazetesinin hangi nüshasında yayınlandığını bulamadık.) Tarım Kredi Kooperatiflerinin nasıl bir tefeci yemliği haline getirildiği, köylülerimiz tarafından çok iyi bilinir. O halde, örgütlenmemiş sermaye piyasası olarak adlandırılan tefecilik, gücünü örgütlenmiş sermaye piyasasından almakta, bankalar ve şirketlerin dolayımından geçmektedir. Hele hele, banka şubelerinin en küçük kasabalara dek yayıldığı, borsa faaliyetlerinin bankalar yoluyla Anadolu’lu yatırımcfmn “ayağına görüldüğü” günümüzde tefecinin sahip olduğu para-sermaye, bütünüyle kapitalist dolaşım sürecine katılmakta, dolaşımdaki para-sermayenin farklı işlevleri, üretim or-
YOL 93
tamında oynadığı rollerin farklılığından gelmektedir.
Pre-kapitalist sömürü biçimlerinin kırdaki kalıntılarından yola çıkarak, onların bugün hangi koşu lla rda ve nasıl varolduklarını çözümlemeden “feodalizmin belirleyiciliği" sonucuna ulaşmak, üretim ilişkilerini olduğundan çok g e ri düzeyde görmektir. Aynı şekilde egemen sermaye yapısının komprador özellikte olduğunu ileri sürmek de, kapitalist üretim ilişkilerini hafife almaya, emperyalizmin ülkedeki varlığını ise olduğundan fazla genişletip abartmaya götürür.
Kaypakkaya ve ardıllarının “komprador burjuva" saydığı güçleri, bütün işletmeler içinde binde dörtlük bin azınlığı oluşturmalarına rağmen, toplam üretimin %60’ından fazlasını gerçekleştirmekte, istihdam hacmi içindeki payları % 40'lar düzeyinde bulunmaktadır. Teknik yaratıcılık taşımayan, spekülasyona ve hazır yiyiciliğe eğilimli olan bu sermaye, üretim ilişkilerinde güçlü bir temele sahiptir. Türkiye'nin bütün iktisadi, politik, kültürel, dinsel ilişkilerine egemen olan bu bir avuç azınlık, iktisadi olarak doğrudan ya da dolaylı biçimlerde emek kitlesinin çoğunluğunu kendi emrinde tutmakta, resmen bütün emek kitlesini gütmekte, sömürü koşullarını tartışmasız belirlemektedir.
Türkiye’de egemen olan sermaye, emperyalizmin basit bir işbirlikçisi sayılamaz. Tersine, uluslararası sermayenin bir parçasını oluşturmaktadır. Finans-kapital, yabancı sermayenin acentası değil, ortağ ıd ır. Çokuluslu şirketlerle acentalık, mümessillik bağlarının varlığı, bu ilişkiyi “komprador" ilişki olarak tanımlamak için yeterli olamaz. Çünkü aynı türden ilişkilere Batı'lı şirketler arasında da bol bol rastlamak mümkündür.
“işbirlikçilik” kavramı, gündelik ajitasyonda sakınca yaratmayabilir. Ancak, devrim stratejinin belirlenmesinde temel rolü oynayan bir kavrama dönüştürüldüğünde yanlış sonuçlara kapı açar. Çünkü, herşeyden önce, “işbirlikçilik" bilimsel değil, ahlaki bir tanımlamadır. Kapitalizmin özünde varolan işbirliği eğiliminin kavranılmasını güçleştirerek, “işbirliği” yapamayan sermayeleri temize çıkartma tehlikesini taşır. Kapitalist sermayenin uluslararası niteliğiyle ortaya çıktığı, bu niteliğin her geçen gün daha çok terinleştiği günümüzde, sermayenin işbirliği yapmama olanağının da bulunduğu-
YOL 94- Yeni Demokrasi Eleştirisi
nu kendiliğinden varsayar, dolayısıyla kapitalizmin “işbirlikçi” kesimlerinin hedefe konulması, “devrimin hedeflerini emperyalizmin ülkedeki varlığına kadar daraltan, buna karşılık ittifak güçlerini milli burjuvaziye kadar genişleten” bir ulusal kurtuluş stratejisine yol açmaktadır.
Finans-kapital, emperyalist değer aktarımından komisyon alan basit aracı değildir. Yabancı sermayeye kapıları açarken, ülke kaynaklarını peşkeş çekmekten çok kendi sömürü olanaklarını yo- ğunlaştırmay^amaçlar. “buyrun, bütün kaynaklarımız emrinize hazırdır. Bana vereceğiniz küçük bir komisyon karşılığında istediğiniz gibi yiyebilirsiniz” demez. “Sömürü olanaklarımı geliştirmek istiyorum. Ancak bunun için sahip olduğum araçlar yetersiz kalmaktadır. Gelin, kaynaklarımı birlikte harekete geçirelim, birlikte yiyelim” der. Öncelikle kendi çıkarlarını düşünür. Bu çıkarları tehlikeye düşüreceğine inandığı dayatmaları kabul etmez veya pazarlık gücünü kullanmaya çalışır. Genellikle, emperyalist dayatmaların kabullenilmesi, zaman zaman emperyalist devletlerle çıkan anlaşmazlıkların son duruşmada emperyalizmin lehine çözülüyor olması, pazarlık gücünün zayıflığından başka birşeyi göstermez.
Ortaklığın koşulları, ortaklığa katılanların karşılıklı güçleri tarafından belirlenmektedir. Ortaklık, ilişkilerdeki eşitliği varsaymaz, tersine eşitsiz ilişkilerin ürünüdür ve rekabetin sınırlarını çizer. Dünyanın en zengin yüz adamı içine giren Koç'lar ve Sabancı’lar, dünyanın en büyük bankaları arasında yer alan Türk bankaları, Batı’da- ki dostlarından, kardeş kurumlarından nitelikçe farklı hiçbir yan taşımazlar. Bağımlılık, sermayenin türüyle değil ülke ekonomisinin işleyişiyle, onun dünya ekonomisinde aldığı yerle tanımlanırsa anlam taşır. Yoksa, Daivva, Hyundai gibi dünyanın en büyük çok-uluslu şirketleri arasında yer alan devler, ekonomisi bizden daha az bağımlı olmayan Güney Kore kökenlidir.
Emperyalizmi dıştan dayatılan bir ilişki olarak kavrayan, Türkiye kapitalizmini bu dışsal ilişkinin basit bir uzantısına indirgeyen, iç siyasal gelişmeleri açıklamakta uluslararası belirlenimleri kabaca öne çıkartan küçükburjuva anlayışların tersine, emperyalizmin ülkemizdeki varlığı, tekeller egemenliği olarak içse l bir karakter taşımaktadır. Gümrük duvarları arkasına çekilerek, yoğun devlet korumacılığı altında güçlendirilen egemen sermayenin uluslararası ka-
YOL 95
pitalizmle bütünleşmeye yönelik eğilimleri, özünde onunla aynı karakteri taşımasından kaynaklanmaktadır.
Öyleyse, emekçi yığınların “tam bağımsızlık” istemini “millici sınıflar'la, “gayri-milli sınıflar” arasındaki çatışmaya indirgeyen, sı- nıflararası çelişkileri belirsizleştiren, devrimin hedeflerini yabancı kapitalistler ve onların yerli işbirlikçilerine daraltan küçükburjuva milliyetçi anlayışlar karşısında proletarya, anti-emperyalist mücadeleyi finans-kapital egemenliğine karşı yürüttüğü sınıf mücadelesiyle açıklar. Küçükburjuvazinin emperyalist bağımlılık koşullarına karşı gösterdiği tepkileri, sınıf mücadelesine yöneltmeye çalışır. Gerçekte milli karakterini yitirmiş olan tekel dışı burjuvalarla ittifakı vurgulamaz. Aksine devrimci küçükburjuvaziyle ittifakını güçlendirerek orta tabakaları te c r ite yönelir. Türkiye'de asgari hedefi tekeller egemenliğine son vermekle (bu, emperyalist nüfuzun bütün biçimlerini ortadan kaldırmak demeklir) belirlenen proletaryanın stratejisi, “milli burjuvazinin sol kanadfnı halk iktidarına razı etmeyi değil, onu diktatoryası altına almayı amaçlar. İktidardaki proletarya, dış ticareti ve kredi sistemini millileştirerek, yabancı sermaye ile kurulacak ortaklıkları devlet tekeline alarak, burjuvaziyi dünya kapitalizminden tecrit etmek durumundadır. Sosyalizmin kuruluşuna giden başka bir yol yoktur. •
Devrimin hedefini “ işb irlikç ile r” le sınırlarsanız, “milli burjuvazinin sol kanadı’’yla belki anlaşabilirsiniz, ama kapitalist ilişkileri proletaryanın iktidar sopası altına sokmaktan yola çıkan bir devrimi amaçlayanların, burjuvazinin bütün kesimleriyle aralarındaki sınırı çok kesin biçimde çizmiş olmaları gerekir. Bu sınır kalın çizgilerle belirtilmeden, burjuva ilişkilerin iktidardaki proletaryanın siyasal egemenliği altına alınması imkansızdır. “Milli burjuvazinin sol kanadfnı ittifak gücü olarak gören demokratik devrim kavrayışınız "kapitalizm çerçevesinde” mi kalmaktadır? Yoksa, bu devrimin antikapitalist hedeflere nasıl yöneltileceğini işçi sınıfına açıklamak durumundasınız.
“HAKİ M ÜRETİM TARZI”:YARI-FEODAL İLİŞKİLER Mİ, KAPİTALİZMMİ?
Kaypakkaya’nın görüşlerini açımlamaya çalışan Yeni Demokrasi yazarları, Türkiye kırlarında hala feodal ilişkilerin belirleyici ol-
YOL 96- Yeni Demokrasi Eleştirisi
duğunu, ancak, sınıfların egemenliği ülke düzeyinde sonuçlara yol açtığından dolayı devlet içinde örgütlenen feodal yapının kentsel i- lişklleri de egemenlik altında tuttuğunu ileri sürüyor. Fedoal ilişkilerin belirleyici olduğu yarı-feodal bir “üretim tarzfndan söz ed iliyor.
Burjuvazinin iktidarı ele geçirmesiyle bir ülkenin kapitalist sayılamayacağı, asıl sorunun “hakim üretim biçimini saptamak” olduğu belirtiliyor.
Kapitalist ilişkilerin iktisaden belirleyici olması, kapitalist sınıfın iktidarından ayrı düşünülemeyecek bir sorundur. Kapitalizm, en geri biçimleriyle bile eski üretim ilişkilerini çözen, daha ileri bir üretim biçimini ifade etmektedir. Yani, üretim koşullarını giderek daha fazla belirlemesine yol açan bir tarihsel üstünlük taşımaktadır. Ama, siyasal iktidara feodal sınıfın egemen olduğu durumda, burjuvazi üretim güçlerini kendi çıkarları yönünde düzenleyebileceği araçlara sahip olamayacaktır.
Emek kitlesinin çoğunluğu burjuva egemenliği altına alındığı, toplumun burjuva çıkarları zemininde örgütlendiği ölçüde, bölgesel gelişme dereceleri ne olursa olsun, kapitalist yapının belirleyiciliğinden söz etmek gerekir. Burada, “emek çoğunluğunun denetim altına alınması”ndan anlaşılması gereken şey, Yeni Demokrasi yazarının düşündüğü gibi, iktisaden faal nüfusun çoğunluğunu proleterlere dönüştürmek değildir. Hele hele, açıkça söylenmemiş olsa da, üretken yatırımlardaki darlığın vurgulanmasıyla sezdirilen istihdam hacminin çapı hiç değildir. Nüfusun çoğunluğunun ücretliler haline getirilmesi,kapitalizmin ancak uzun dönemde gerçekleştirebileceği bir durumdur. İstihdam hacmi ise, iktisadi konjonktürün dalgalanmalarına göre daralıp genişler. Anlatılmak istenen şey, esas olarak, burjuva hukukunun egemenliğidir, iktisadi ilişkilerin burjuva hukukuna göre düzenlenmesidir. Burjuvazinin henüz feodal hukukun egemenliğine bağımlı olduğu durumlarda kapitalist üretimin önkoşulları serbest bırakılmış, burjuvazinin kullanımına hazır hale getirilmiş olmayacaktır. Burjuvazi, bunu kendisi özgürleşerek ve emek kitlesini “özgürleştirerek” sağlar. Onun için, siyasi iktidarı ele geçirir.
Toplumsal ilişkilerin tanımlanmasını siyasi iktidarın sınıf yapı
YOL 97
sından kesin biçimde ayırdedebilen bir anlayışla, proletaryanın iktidar olduğu, sosyalist hukukun egemen bulunduğu, ama iktisadi yapının henüz bütünüyle sosyalist özellikler taşımadığı, beş çeşit üretim tarzını bir arada yaşayan Lenin'in Rusya’sını nasıl tanımlayacağız? Proletaryanın henüz kollektivizasyona girişemediği, kendi iktidarı altında kapitalizmi geliştirdiği NEP döneminde, kapitalizm hakim üretim tarzı sayılmalı ve Sovyetler Birliği, kapitalist ülke olarak mı tanımlanmalıdır? Siyasi iktidarı elinde bulunduran veya iktidar blokunu yöneten sınıf, gelişmenin yönünü b e lir le ye n sınıftır.
Adı belli olmayan Yeni Demokrasi yazarı, hakim üretim tarzının -yarı feodalizm” olduğu yönündeki kanıtlarını, artı-değer üretimi yanında faiz ve rantiye gelirlerinin bulunduğunu, sınai karın faiz ve rantlar tarafından sınırlandırıldığını, ücretli emek sisteminin “küçük meta üreticileri ve başka biçimlerde bulunan feodal emekle birlikte varolduğunu, kapitalist rekabet ve feodal mülkiyet tekelinin, kredi sistemiyle tefeciliğin yanyana bulunduğunu vs. söyleyerek sıralıyor.
Pre-kapitalist yapıların bir kalıntısı olan tefeci-tüccar sermayesinin bugün hangi koşullarda var olduklarını ve bu koşulların kimler tarafından belirlendiğini incelemiştik. Diğerlerine bakalım.
Artı-değer üretiminin faiz ve rant gelirleriyle yanyana bulunması, yarı-feodal yapıya mı işaret etmektedir? Kesinlikle hayır. Faiz getiren sermaye, üretim ortamında oynadığı rol bakımından iki ayrı biçim almıştır. “Nuh nebiden kalma” sermaye biçimi olarak tefecilik, küçük üretim koşullarına özgüdür. Paranın kendi başına varolan bir meta görünümüyle karşımıza çıktığı bu para ticaretiyle biriken sermaye, kendisine ait bir üretim tarzına sahip değildir. Giderek feodal mülk sahiplerini de haraca bağlayan tefecilik, varlığını esas itibariyle küçük meta üreticilerinin kanını emerek, üretim koşullarını daraltarak sürdürür. Onun en önemli özelliği, faiz oranlarının aşırı yüksekliğidir.
“Modern tefecilik” denilen kredi sistemi ya da banka sermayesi ise, faiz getiren sermayenin evriminden doğdu. Ama faiz getiren sermayenin pre-kapitalist biçimi olan eski tefeciliğe karşı geliştirildi. Para-sermaye tekelini elinde bulunduran tefecilik, yüksek faizle manüfaktür ve ilkel sanayi kollarını da denetim altına almaya yönel
YOL 98- Yeni Demokrasi Eleştirisi
miş, giderek artı-değer üretiminden alınan paya dönüşen faiz gelirlerinin yüksekliği sınai karın birikimini daraltan bir rol oynamıştır. Modern kredi sistemi, tefeciliğin para-sermaye tekelini kırmak, faiz getiren sermayeyi sanayi sermayesine boyun eğdirmek, ona tabi kılmak için kuruldu. Düşük oranlı faiz karşılığında sağlanan borçlanma, sanayicilere, kendilerine ait olmayan sermayayi de kullanarak üretim güçlerini yükseltme olanağını sağladı. Artık para-serma- yeyi kullanmanın karşılığı olarak ödenen faiz, işçinin ürettiği artı- değerden alınan sermaye kirasından başka birşey değildir. Faiz getiren sermayenin kapitalist niteliği, artı-değer üretimine katılmasından gelir. Kapitalizmde faiz, artı-değerin bir bölümüdür.
Rantiye gelirlerine gelince... Rantın temeli, toprak üzerindeki özel mülkiyet haklarıdır. Tarih boyunca görülen üç rant biçimi içerisinde (emek-rant, ürün-rant, para-rant) kapitalizme geçişin önkoşullarını yaratan tek biçim, para-rant olmuştur. Para-rant, toprak rantının sermayeleştirilmiş biçimidir. Piyasada para dolaşımını arttırır, doğal üreticileri ürünlerini satmaya, dolayısıyla giderek meta üretimine zorlar. (OsmanlI'da görüldüğü gibi, üreticileri tefecinin kucağına düşürüp, derebeyleşmeyi azdıran tersine sonuçlar da yaratabilir.) Doğada hazır bulunan bir üretim nesnesi olan toprağı üretim aracı haline getirerek metalaştırır.
Kiracının toprağa uyguladığı, ancak sözleşme süresi boyunca tüketemediği, toprak mülkiyetine eklenerek, arazi sahibine bırakılmış sermaye, toprağın değerini arttırır. Kira bedelini yükseltir. Toprak rantı, hem önceden beri mülk sahibine ait bulunan toprağın kullanımı karşılığında ödenen kirayı, hem de toprak sahibinin kiracıdan karşılıksız olarak aldığı bu sermayenin kullanımına karşılık olarak ödenen faizi içermektedir. Toprak rantının faiz oranlarıyla belirlenmesinin nedeni budur. Kapitalist rantı, önceki rant biçimlerinden ayıran en önemli yan da burasıdır.
Kapitalist üretim koşullarında toprak rantı, arazi sahibinin artı- değer üretiminden aldığı bir paydır. Toprak rantının, artı-değerin bir bölümüne dönüşmesi, büyük arazi sahiplerini asalak niteliklerini koruyarak kapitalistleştirir. Feodal toprak mülkiyeti, toprağın ser- mayeleştirilmesiyle kapitalist mülkiyet biçimine kavuşmuştur. Ancak rantların, toprak üzerindeki tekelci mülkiyet koşullarından kaynaklanan yüksekliği, üretken sermayenin birikimini daraltan ve sa-
YOL 99
nayileşme hızını yavaşlatan olumsuz etkiler yaratmaktadır. Bu durum, burjuvazi ve yoksul üreticileri büyük arazi mülkiyetini parçalamaya yöneltse de, özel toprak mülkiyetini kaldırmaya cesaret edemeyen kapitalist sınıf, rant yoluyla toprak tekelini güçlendirmeklen kaçınamaz. Sonunda en büyük sanayici ve tüccarlarla, en kodaman toprak sahipleri bankaların kasalarında sentezleşirler. Yani fi- nans-kapitali oluştururlar. Artık, artı-değer, kapitalist sınıfın değişik zümreleri arasında eskisi gibi paylaşamayacaktır. Sınai karın olduğu gibi faizler ve rantların da kaymağını finans-kapital yemektedir. Ülkemizde yaşanan da bundan başkası değildir.
Demek ki, Yeni Demokrasi yazarının artı-değer üretimi ile faiz ve rantiye gelirlerini birbirinden apayrı şeyler olarak ele alan, günümüzdeki faiz ve rant gelirlerinden feodalizmi çıkarmaya çalışan anlayışı baştan aşağı yanlış ve zorlamalara dayalıdır. Faiz gelirleri içinde prekapitalist sömürü ilişkilerine tekabül edeni, bir tek tefeciliktir. O da yalnızca tarımda ve artık bazı bölgelerde varlığını korumaktadır.
Ücretli emek sisteminin küçük meta üretimiyle birlikte varolması da, kırda feodalizmin kanıtı olarak ileriye sürülemez. Bir kez, küçük meta üretimi ve tefeci-bezirgan sermaye, tek başlarına feodal ekonomi kategorileri sayılamazlar. En yaygın özelliğine kapitalizmin ilkel gelişme aşamalarında ulaşan küçük meta üretimi, genellikle sınırlı biçimlerde bulunsa da feodalizmden önce de vardı. Doğal üreticilerin pazara yönelişiyle güçlenen küçük meta üretimi feodal bir kategoriyi değil, feodalizmin kapitalizme doğru çözülüşünü belirtir. Küçük meta üreticisi feodal emekçi olamaz. Kaderi piyasa fiyatlarına göre belirlenen bir kapitalist ya da proleter adayıdır.
Diğer yandan ücretli emek sistemiyle küçük meta üretimi, iç-i- çe bulunmaktadırlar. Küçük meta üreticisinin kısmen emek kiralayabilmesi ya da kendi emeğini başkalarına kiralamak zorunda bulunması, bu gerçekliğin en somut göstergesidir. Orta köylülüğün hali vakti yerinde kesimleri ve yarı-proleter yoksul köylülük, küçük üretimin kapitalist ilişkiye dönüşürken yarattığı ara kategorilerdir.
Küçük meta üreticilerini feodal emekçiler sayan anlayış, mantık sonucuna vardırıldığında kapitalizmi, işçi ve işveren arasındaki kişisel ilişkiye indirger. Oysa kapitalizm, herşeyden önce bir pazar
YOL 100- Yeni Demokrasi Eleştirisi
ilişkisidir ve kapitalist pazar ilişkileri kûçûk üreticileri burjuva bir kategori haline getirerek (adı üzerinde küçük burjuva) iki modern sınıfa doğru ayrıştırır.
Bugün Türkiye'nin bütün köşelerinde küçük üretim, çoktan pazar koşullarına yönelmiş bulunmaktadır. Bunun doğal sonucu olarak, tarımsal üretim, sanayiin büyük bir pazarı haline gelmiştir. Entansif yöntemlerle tarım yapabilen kapitalist azınlık için, tarım da bir “sanayi'' dalı olmuştur. Aynı şekilde tarıma dayalı sanayi kolları da, tarımsal üretimin en büyük alıcısı durumundadır.
Bunun en somut göstergelerinden biri, tarımda bölgesel işbölümü, uzmanlaşma ve modern girdi kullanımının artmasıdır. Kapitalizmin gelişimi, çiftçiyi doğal üretim koşullarından çıkarmıştır. Yoksul üreticiler modern girdileri kullanamaz, pazara artık mal süremez hale geliyorlarsa ve burada üretimin doğal koşulları sermayenin yerini alıyorsa, bu feodalizmden değil, kapitalist rekabet ve bunalımlardan kaynaklanmaktadır. Günümüzde bir köylü işletmesinin doğal üretim şartlarına doğru itilmesi demek, işletmenin iflasa sürüklenmiş olması demektir. Burada feodal emekten değil, ancak proleter ilişkiden söz edebiliriz. Yeni Demokrasinin feodal emek saydığı kategori, kırların bu yarı-proleterleridir.
Yazınız açısından en önemli olanı ise kapitalist gelişmenin en doğal sonucu olarak kırlarda yaşanan sınıfsal farklılaşmadır. Feodalizmin doğal üretim koşullarında yaşayan homojen köylülüğü, bugün artık yerini modern sınıflara bırakmıştır ve kırlardaki yoksullaşmayla birlikte bu hala devam eden bir süreçtir.
Bugün bile küçük meta üreticilerini feodal emekçiler sayarak köylülükle feodal kalıntılar arasındaki çelişkileri devrimin tayin edici süreci gören Kaypakkaya ardılları, kırlardaki farklılaşmayı ısrarla gözden kaçırmaya devam etmektedirler. “Anti-emperyalist bir toprak devriminin “temel gücü" sayılan “köylülük", bugün birbirinden farklı çıkarlara sahip bulunan ve değişik davranış eğilimleri gösteren sınıf ve tabakalara parçalanmıştır.
1973 rakamlarına göre kırda toprak tekeli-olarak adlandırılan kapitalist ağalık, tarımsal nüfusun yüzde1,1’ini oluşturmasına rağmen toplam ekilebilir toprakların yüzde 27,2'sini elinde tutmaktadır. Bu rakam, bütün yoksul köylülerin sahip oldukları toprağın bir bu-
YOL 101
çuk katı fazladır. Bu kesim, modem üretim ve yarı-feodal ortakçılık biçimlerini bir arada sürdürmektedir. (Bugün kiracılık biçimleri içinde ortakçılık yüzde 0,5 düzeyine daralmıştır.)
Tarımda kapitalist sınıf, girişimci tarım burjuvalarıyla birlikte ele alındığında kırsal nüfusun ancak yüzde 4,8'ine ulaşmakta, ama işlettikleri toplam alan toprakların yüzde 40'ını geçmektedir.
Kırda, 1-20 dönüm toprak işleyen ve neredeyse bütün ailelerin yarısını oluşturan yoksul köylülük ( yüzde 45,3), ekili alanların yüzde 7,4'ünü işlemektedir. İşletmesi sürekli açık veren bu sosyal tabaka, düzenli mevsimlik işçiliğe çıkmaktadır.
Orta köylülük, bütün aileler içinde yüzde 24,7’lik bir yere sahiptir. İşlediği toprak miktarı ise, ekili alanların toplamı içinde %38,7’dir. Ancak, bu aileler içinde 100 dönümden daha az toprağa sahip olan üçte iki çoğunluk, bütün orta köylülüğün işlediği alanın yarısından azını işleyebilmektedir. Yoksul köylülüğün saflarına doğru itilen bu kesim içinde de mevsimlik işçiliğe çıkış, günümüzde gözle görülür bir gelişme kaydetmeye başlamıştır.
1980 yılına ait rakamlar ise, toprak dağılımı açısından farklılaşma boyutlarının daha da çarpıcı hale geldiğini göstermektedir. 120 dönüm arasında toprak işleyen işletmelerin toplam içindeki oranı yüzde 30,2'ye bütün topraklar içindeki payı ise yüzde 4,2’ye gerilemiştir. Buna karşılık ortalama işletme alanı yüzde 10,7'den, yüzde 8,5'e düşmüştür. Bu rakamlar, 1973-80 arasında en az 300.000 yoksul köylü ailesinin proleterleştiğini belirtmektedir. Kalanlarsa yoksullaşmanın son sınırına dayanmıştır.
Orta köylü işletmeleri ise 13 yılda 388 bin artmasına rağmen işlenen ortalama alanda (51.100)'lük dilim için 76'dan 65,5'e, (101- 200)'lük dilim için 160 dönümünden 128,6 dönümüne doğru bir gerileme söz, konusudur.
Orta ve yoksul köylülük 1980'de kırsal işletmelerin yüzde 93,6'sını oluşturmasına karşın toprakların ancak yüzde 65’ini işle- yebilmekte, kar burjuvaları ve büyüktoprak sahipliği ise, yüzde 6,1'lik bir azınlığı (1980 istatistiklerine göre kır burjuvalarının sayısında oransal bir artış söz konusudur) temsil ettikleri halde toprakların yüzde 35'ini işletmektedirler. (Rakamlar K. Yılmaz'ın ‘ Köylü
YOL 102- Yeni Demokrasi Eleştirisi
Hareketinin Maddi Temelleri" adlı kitabından ve M. Yılmazer’ln “Kırda Kapitalizmin Gelişimi" başlıklı yazısından alınmıştır.)
Açıkça söylenebilir ki, kırda yüzde 1,1’lik bir azınlığı oluşturan toprak tekeli dışında, kalan bütün köylülüğün çıkarları devrimde değildir. Birçok durumda toprak tekeliyle kaynaşmış, bankalarla sıkı- fıkı bulunan tarım burjuvazisi, bugüne dek kırda karşı-devrimin yedek gücü rolünü oynamıştır.
Demokratik devrimin kırdaki öncüleri, tarımsal nüfusun yarısını bulan proletarya ve yoksul köylü kitleleri olmak durumundadır. Orta köylülüğün üçte iki çoğunluğunu oluşturan ve yoksul köylülüğün saflarına iteklenen kesimler de(bunlara küçük köylülük denilebilir) devrimci tutumlara ilgi göstermektedir. Ama, banka kredisinden yararlanan, makina ve yaygın modern girdi kullanabilme imkanına sahip olabilen artı-değer sömürüsüne az-çok katılabilen orta köylülüğün hali-vakti yerinde kesimleri ise, reformcu bir karaktere sahiptirler. Burjuvalaşma eğilimini taşıyan bu kesimlerin şikayetleri, topraksızlık ve tefeci faizleri değildir. Bunlar, banka faizleri ve yatırım maliyetlerinin yükselmesinden, toprak rantları ve fiyat kıskacından yakınmaktadırlar.
Proletaryanın köylülüğe yönelik stratejisi, büyük arazi sahipleri ve kır burjuvalarına karşı, yoksul ve küçük köylülükle ittifak, orta köylülüğün tarafsız! aştırılması olmalıdır. Kırdaki farklılaşmanın bu derinleşmiş seviyesini gözardı eden “temel güç köylülük" sloganı ise, kır zenginleri ile geniş yoksul tabakalar arasındaki zıtlaşmayı, bunların çıkarlarındaki farklı yönelişleri belirsizleş- tirmektedir. Bu kavrayış, proleterleşmenin seviyesini ve işçi sınıfının kırda üzerine dayanabileceği sınıfsal potansiyelleri g iz le m ekte, sınıfın devrimdeki önderlik rolünü zayıfla tm aktad ır. Tek yanlı olarak Türkiye'nin geriliklerine yönelen abartılı vurgularla devrim potansiyelleri açığa çıkartılmış olmaz. Tam tersine, proletaryanın gücünü olduğundan zayıf göstererek kırdaki sınıf potansiyellerinin, demokratik devrimin derinliği ve işçi sınıfının azami hedefleri açısından taşıdığı önemi gözden kaçırarak, gerici bir anlam kazanır.
Feodal kalıntıların abartılması, proletaryanın sahip olduğu maddi gücün önemini azaltmaktadır. Bu mantıkla proletaryanın ön-
YOL 103
cülük yeteneğinin açığa çıkartılması, sınıfın devrimci özgüveninin güçlendirilmesi, onun saflarındaki küçükburjuva köklerinden gelen geri eğilimlere, alışkanlıklara ve önyargılara karşı mücadele edilebilmesi imkansızlaşır. Köylülüğün pratik siyasal ilgilerini, işçi sınıfının gerisinde bulunan kendi konumlarına hapseder. Kır yoksullarının proletarya öncülüğüne yöneltilmesini güçleştirir. Köylülüğün hedeflerini işçi sınıfına tabi kılmak, işçi sınıfının hedeflerine ya k ın laş tırm ak yerine, sınıfın öne çıkışını geciktirir, proletaryanın siyasi ufkunu köylülük hedeflerine doğru çeker. Küçük burjuvazinin devrimci demokrasiyle beliren azami hedefleri ile proletaryanın sosyalist amaçları arasındaki fa rk ı, teorik olarak soyutça ifade etse bile, mücadelenin somut sorunları içinde ortaya koymaktan kaçınır. Nitekim, Kaypakkaya ve ardılları, bu farklılıkları demokratik devrimden sonra ortaya çıkacak sorunlar olarak görmekte, proletaryanın kendini diğer sınıflardan ayırması ve bütün kapitalistlere karşı sınıf savaşının yükseltilmesini devrim sonrasına ertelemektedirler.
Feodal kalıntıların abartılması ve demokratik devrimin bir toprak devrimine indirgenmesi, sınıf mücadelesinin zeminini daraltan ve proletaryanın siyasi ufkunu demokratik devrimle sınırlandıran bir sonuç doğuracaktır. Proletarya açısından sınıf mücadelesinin ana vuruş yönü derebey kalıntıları değil, tekeller egem enliğ id ir. Kaldı ki, derebey kalıntıları bizzat tekeller egemenliğinin bünyesi içine çekilerek örgütlenmiştir.
Proletarya, sosyalizmin inşasına te k e lle r in ta s fiy e s iy le başlamak zorunda bulunuyor, işçi sınıfının önümüzdeki devrim için asgari hedef olarak önüne koyduğu bu sorun, toprak ve köylü sorununun da düğüm noktasını oluşturmaktadır. Kırda bu düğüm sosyalizme gidişi amaçlayan güçler için büyük a raz ile rin m illile ş t ir ilm e s i ile çözülebilir. Millileştirilen verimli büyük topraklarda kurulacak olan z iraat kom bina ları, kollektivizasyon politikalarının yegane temelini oluşturacaktır. Proletarya kırdaki maddi gücünü ve propaganda üstünlüğünü buradan alacaktır.
işçi sınıfı sosyalizmi, yoksul köylülüğün topraklandırılması sorununu, toprağın millileştirilmesi zemininde kavramaktadır. Köylüye dağıtılacak topraklar, boş duran hazine toprakları ve büyük arazi sahiplerinin kendileri tarafından işletilmeyen arazileridir. An-
YOL 104- Yeni Demokrasi Eleştirisi
cak, dağıtılacak toprağın köylülerin mülküne mi, yoksa tasarrufuna mı verileceği, program açısından boşlukta bırakılan bir noktadır. Bu sorun esas olarak pratikte, proletaryanın köylü kitleleri üzerindeki eğitici, yöneltici etkisiyle çözülebilecektir.
Sosyalizmin inşasını amaçlayan proletarya, kırdaki rekabet koşullarını küçük üreticileri üretim kooperatiflerinde örgütleyerek kendi yönüne akıtmak durumundadır. Köylülüğün kooperatiflere cezbedilebilmesinin en somut yolu ise kredi ve teknik desteği olacaktır. Ziraat •kombinalarının örgütlü teknik önderliği altında üretim kooperatifleri, kırda sosyalizme geçişin, köylülüğün sosyalizme yöneltilmesinin ana kaldıraçlarını oluşturacaktır.
Demokratik devrim uygulamaları sosyalizm hedefleriyle birleştirilecekse, proletaryanın toprak sorununun çözümüne yaklaşımı bu olmalıdır. Oysa, büyük arazi mülkiyetini feodal tekel sayan, kır yarı-proleterlerini feodal emekçiler olarak gören Yeni Demokrasi yazarları, böyle bir çözüm yöntemine oldukça uzak! : ulunmakta- dırlar. Bu kavrayışın mantıksal sonucu, kapitalist 1 •m işletmelerinin parçalanması, küçük mülkiyetin güçlendirilm esi, proletaryanın kırdaki temellerinin yıkılmasıdır. Bu durumda bile, yoksul köylülüğün toprak istemi karşılanmış olacaktır. Ama, proletarya kırda hangi güce dayanarak insiyatif kazanabilecek, toprak reformunun sonuçlarını kollektivizasyon politikalarına nasıl yöneltebilecektir? Kazara, Yeni Demokrasinin görüşlerini benimseyen bir parti iktidara gelmiş olsa, bu mantıkla ya küçükburjuva demokrasisinin parlak bir temsilcisi haline dönüşür ya da kendisinin güçlendirdiği küçük mülkiyet tarafından “kırlardan kuşatılarak” iktidardan uzaklaştırılır.
Yoksa, bu tür sorunlar, “bankaların millileştirilmesi” gibi, proletarya partisinin programında yer verilmesine gerek bulunmayan “ayrıntılar” mıdır? Bu “ayrıntfları çözümleyemeyen bir güç, iktidarı hayal bile edemez.
YOL 107
SOSYAL ANLAMLI
ASKERCİL TAKTİK ELEMANLARI
Dr. Hikmet KIVILCIMLI
Son yılların önde giden devrimcileri, hep ve yalnız “stareji” üzerinde tartıştılar. Bu eğilim işin kolayına kaçmaktı. Aslında birkaç cümle veya sayfa ile özetlenebilecek ve doğrusu, yanlışı epey uzun süre sonra ortaya çıkabilecek olan strateji kesiminde söylenenleri olaylar hemen yalanlıyamazdı. Taktikse onun zıddı idi. Söylenir söylenmez uygulanması gerekirdi, uygulanır uygulanmaz, o- laylaria çarpılıverirdi. Onun için bütün “stratejilerimiz (sevkülceyş- çilerimiz) en bilgincil titizlikle günün, her günün kaçınılmaz görevleriyle ilgili Taktiğe yan çiziyorlardı.
Bu nankör görevin hiç değilse üzerinde en az durulan, ama günün en yakıcı konusuyla ilgili bulunan birkaç problemini azıcık ayrıntılarıyla ele almak gerekti. O yakıcı ve yanıcı problemlerden biri, görebildiğimiz kadarıyla: Taktiğin biçimleri, momentleri ile onlarla insanın, özellikle şef insanın ilişkileri çevresinde toplanıyor. Bir sürü eğilim, örneğin “disiplin"-yahut “demir disiplin“, ‘ kömür disiplin“ gibi genç ruhları trans (vecd) halinde donduran terminolojilerle ortalığı kasıp kavuruyorlar.
Problemi en alfabetik biçimiyle koymazsak anlatamıyacağız. Onun için, bir başka devrimcinin klasikleşmiş koyuşuna uymaktan daha yararlı yol bulamadık. Sosyal savaşa bakarak son derece basit ve mekanik olan askercil taktikten yararlandık. Askerlik güzel- sanatında bile vazgeçilmez sayılan elemanların, devrimci artistler- ce ibret kaynağı olacağını düşündük.
OBJEKTİF STRATEJİ - SÜBJEKTİFTAKTİK
Strateji planı uzun etütlerle savaş dışında, taktik davranış sıcak ateş içinde yapılır. Strateji: Tez (dost) - Antitez (düşman) objektifliği statükosuna dayanır. Taktik: Sentez (zafer) uğruna her an değişen sübjektif dinamizme dayanır. Kaynak: Alman Genelkurma
YOL 108-Sosyal Anlamlı Askercil Taktik Elemanları
y inin Truppenführung' adlı Talimatname maddeleridir.
Strateji, eski deyimiyle Sevkülceyş (orduların yönetilişi) büyük önem ve öncelik taşımakla birlikte, ana çizileriyle daha çok objektif savaş şartlarının düzenlenmesidir. Daha doğrusu ordu varsa, ve savaşa tam hazırlanmış ise, o varlığa ve hazırlığa göre sevk edilir (cepheye gönderilir).
Taktik, asıl cephede yapılan somut savaşın, ve cephe gerisinde yapılan uzun hazırlıkların yönetilişidir. Objektif olarak varolan orduların, cephe gerisinde manevralarla hazırlanması, strateji içinde Taktik'tir; cephede doğrudan doğruya sıcak savaş ateşi içinde yönetilmesi Taktik içinde Taktik'tir.
Strateji ne denli önceden az çok belirli ortamda belirli planla güdülen objektif ve bir kerteye dek soyut sayılabilirse; Taktik en az o denli önceden hiç kestirilemiyecek, her zaman ve her yerde sık sık parola ve biçim değiştirecek, oldukça sübjektif ve son kerteye dek somut savaş güdümüdür.
Bir ülkenin belirli ekonomik, sosyal, politik ve ilh. gibi coğraf- yacıl ve tarihcil şartları ortamında verili olanakları objektif olarak ne iseler, o ülke ordularının genel strateji planı o şartlara göre azçok soyut olarak peşin peşin çizilebilir. Bu bakımdan strateji kalın çizili bir kanevaya benzer. O kaneva içine gerekli savaş parola ve biçimlerinin çiçeklerini, peyzajını özellikle işlemek, ateş hattına gerçekten veya taslak olarak girmiş güçlerin sübjektif düşünce ve davranışlarına bağlıdır.
Strateji, bir merkezde tepeleşmiş bir avuç azlık genelkurmay organınca yuvarlak ve kaba çizgileriyle planlanır. Bu bakımdan strateji planları uzun Tarih, Coğrafya, Ekonomi, Politika, Kültür ve ilh. etütlerinin son derece derinliğine araştırılıp incelenmesine dayanmakla birlikte, uzaktan bakanlar için : ‘ Bunda bilemiyecek ne var?* dedirtecek kadar kolayca çiziştirilivermiş gibi görünür. Ama strateji bir edebiyatçı esinlemesi, (Sehl'i mümteni" (ulaşılamaz kolaylık) değildir. Onun için, her önüne gelen, görünüşe aldanıp, masa başına oturdu mu, dört beş ç izg iyle en anıtsal S tra te jiy i döktürüveririm sanır. Ve döktürür de. Rastladı ise, ne ala. Tutmadı mı, en güçlü orduları kaz gibi avlatır.
YOL 109
Taktik'in öyle harita ve masa başında uyduruluverecek yanı hiç yoktur. Taktiğin yeri ateşin içidir. Orada her güç, kendisinin ve karşısındakinin (düşmanın) bütün olanaklarını bir anda sezip kavrayarak, yıldırım kararlarla en etken davranışı başarmak zorundadır. Çünkü o an içinde ya dost güçler, ya düşman güçler, ya yakacak, yahut yanacaktır. İşin akademik eleştiriye, uzun tartışmalara tahammülü yoktur.
Onun için her orduda: iyi strateji ustaları gibi, iyi taktik uzmanları ayrılabilir. Diyalektik düşünce ve davranış için böyle mutlak “uzmanlık” ayrılıklarına gerek yoksa da, skolastik veya metafizik düşünce ve davranış metotlu derebeyi yahut burjuva savaş ilgilileri arasında böyle bir “işbölümü" yapmak ve geliştirmek kaçınılmaz olmuştur.
Proletarya Politikası'nda öyle skolastik “strateji” lerin, yahut metafizik “taktisyen” uzmanların üreyip kendi dallarında asılı kalmaları gerekmemelidir. Çünkü Starateji diyalektiğin Tez ile Antitezlerinin doğru konulması ise, taktik diyalektiğin sentez'ine varılmasıdır. Tez (dost) Antitez (düşman) güçlerinin stratejik - objektif gerçekliği ve statükoları ne olursa olsun, savaşın zafere ulaşması sentezini gerçekleştirecek olan taktik tutumlardan zerrece ayrılması en büyük yanılgıları getirir.
Aşağıdaki açıklamalarda, bile bile hep : Alman Genelkurmayının (Truppenführung” Askerdi Birliklerin Güdümü adlı talimatnamesinden yararlanılır. Parantez içindeki rakamlar, o Talimatname metninin oldukları gibi çevrilen madde numaralarıdır.
TAKTİK BİÇİMLERİ
Sınıflar dövüşünün askerdi savaştan öğreneceği çok şey vardır, sosyal devrime harp, siyasi mücadeleye muharebe, Ekonomik mücadeleye Müsademe denilebilir. Her üç alanda Taktik : aslında Taarruz (saldırı) ile Ricat (gerileme) biçiminde özetlenir. Müdafaa (savunma) ya taarruz, yahut ricat için bir geçit davranış olur. Hepsi de sınıflar çelişkisinin “yamanca yorumu" sayılır.
Askercil aksiyon üç ölçüde çarpışma tanımlar:
1 - Harp (laguerre : savaş): bunun eylemi strateji ile belirlenir. Devrim gibidir.
YOL 110-Sosyal Anlamlı Askerdi Taktik Elemanları
2 - Muharebe (La battlle : savaşma) : önemli ordularla bir yerde yapılır.
3 - Dövüş (le coımbat : müsademe) : önemsiz birliklerle birçok yerlerde yapılır.
Son iki ölçüde çatışma baştanbaşa : Taktik konusuna girer. Muharebe': Siyasi mücadeleye, Dövüş : Ekonomik mücadelelere benzetilebilir.
Asker dilinde bunların hepsine : “Hasımla karşılaşma sonucu çıkan silahlarla şiddetli izah (yamanca yorum)” (38.) denir. Sosyal dilde “izah” yahut “yorum” un anlamı.ile Harp-Muharebe-Dövüş ölçüleri üzerinde durmayalım. Yalnız, hangi anlam ve ölçüde olursa olsun, savaşma ve dövüşlerin ne denli oynak ve kıvrak, nasıl her an çelişkili olduğunu ve çelişkilerin durmaksızın birbirine geçtiğini daha basitçe kavramak için, askerdi taktik alanda kaç türlü çatışma biçimi bulunduğunu özetlemek ilginç ve öğretici olacaktır.
Savaş Taktiğinde başlıca dövüş biçimleri :
1 - Taarruz (Tattaque : saldırı)
2 - Takip (la poursite : kovalama)
3 - Müdafaa (la defensiye : savunma: Verteidigung)
a) Statik müdafaa (la défensive statique)
b) Geciktirici aksiyon (l’action retardataire)
c) Dövüşün kopuşması (la rupture du combat)
4 - Ricat (la retraite : gerileme).
Bu 7 türlü Taktiğe yakından bakarsak, hepsini birden iki zıt biçim döğüşe indirgeyebiliriz :
1. Taarruz (Saldırı) : hemen her zaman Takip’le (kovalama ile) taçlanır. Takip, Taarrruzun sonucudur.
Müdafaa (Savunma) : genel biçim ve özel üç biçimi ile bir geçit dövüşü taktiğidir. Alınan sonuca göre: ya taarruz, yahut ricat ile sonuçlanır.
2. Ricat (Gerileme) : Müdafaa biçimlerinden hiçbirisi, taarruza
YOL 111
kapı açamayınca gereken dövüş biçimidir."Taarruzdan müdafaaya geçiş elegeçmiş yerleri koruyarak, yahut, gerekirse düşmandan uzaklaşarak yapılır. Kuvvetlerin mevzilenmeleri değiştirilir ve hazır güçler çekilir.” (44).
TAARRUZ
Taarruz (saldırı) : sayıya pek bakmadan var güç ve enerji ile zafer için yapılır. Takip (kovuşturma) aralıksız, duralaksız, kesin sonucu az kayıpla alır. Taarrruzun biçim ve yordamları (Cepheden - Kuşatıcı-Yan - sınırlı ve ilh.) olur.
TAARRUZ (Saldırı): - “Düşmana karşı, onu yere sermek amacı ile açılan taarruz, düşmana aksiyonun kanununu dikte eder. " (39). Belli doğrultuda: Hareket - Ateş - Vuruş, saldırıdır.
Bu tanımlamaya göre taarruz : düşmanı toptan yok etmek için yapılır. O nedenle : “Taarruzda bir başarısızlık olanağı, Taarruzu yerine getirme enerjisini önceleyinden sınırlandırmaya hiç bir zaman götürmemelidir.” Taarruz, var güç ile, her ne olursa olsun, olanca enerjiyle yürütülür. .
Ancak : “Özel durumlarda taarruzun hedefi sınırlandırılabilir.”
“Baskın basanındır” diyen atasözünün anlamı şudur:
‘Taarruzda sayı üstünlüğü her zaman başarının gerekli şartı değildir."
“Taarruz sırasında şefin ve erbirliğinin üstünlüğü en iyi değerlendirilmiş bulunur.' (39)
Böylece, dövüşün son amacı Taarruzdur, zafer onunla sağlanır.
Takip (Kovalama, Kovuşturma) : “Zaferin meyvalarını toplamak için yapılır.”
“Daha önceki dövüşler sırasında düşmanın yok edilişi elde edilememişse, Takip onu gerçekleştirmeye bakar."
Takip nasıl olur? “Yalnız ardı arası kesilmez, hatta duralama olanağı vermez bir Kovalama : karar için yeni bir dövüşmeden doğa-
YOL 112-Sosyal Anlamlı Askercil Taktik Elemanları
cak yeni kayıpları ekonomize (tasarruf) eder.* (40).
Taarruzun : Alından (cepheden), Kuşatıcı, Yan, Sınırlı hedefi vb. biçimleri ve yordamları vardır.
SAVUNMA
Savunma (Müdafaa) güç yetersizse, düşmanı dilenen yere çekmek ve sonunda taarrruza geçmek için yapılır. 1) Statik Savunma : En iyi tutunulacak yerde düşman taarruzunu kırar; 2) Geciktirici savunma (Direnç) : Kesin savaşa girmeksizin, düşmana çok, kendine az kayıp verdirir.
SAVUNMA.- 1) “Kendi güç yetersizliği başka alternatif bırakmadığı zaman”;
2) "Hasma dövüşülecek yeri dayatmak” için;
3) “Başka nedenlerle, savunma daha yararlı görünürse.” Savunmaya girişilir. Savunma “Hasmı bekler” . Bu bekleyiş elleri kolları kavuşturup kadere boyun eğmek değildir. Tam tersine :
1) “Komuta, savunmayı zaman içinde sınırlandırabilir."♦
2) “Zafer ancak müdafaa bir taarruzla sona ererse kesin olur."
Savunma : Hasmı ve Yeri iyi kollayıp bütün ateş gücünü kullanmakla olur. Başlıca iki türlü müdafaa vardır:
Statik Savunma : “Düşmanın taarruzunu kırmak için yapılır. Bu amaçla taarruz belirli bir yerde ve son haddine dek en iyi tutunu- labilecek yerde kabul edilir.”
Geciktirici Savunma (veya Direnç : Widerstand) : “Düşmanı geciktirmiye çalışır. Düşmana alabildiğince ağır kayıplar verdirerek, savunucu ciddi bir dövüşe kendini kaptırmıyarak, o amaçla, has- mın saldırısından ve yer bırakmaktan vaktinde kaçınmalıdır.” (41). “Geciktirici direnç”, Müdafaaya yeterli güç bulunmadı mı, yapılır. O sıra kumanda merkezileştirilir. (475).
RİCAT
Ricat (gerileme) : 1) Kopuş ma (ruptür) ; çoğu belli yere, dövüşerek çekilme, yeni dövüşten sakınılarak çekilmedir. 2) Tam ricat: yeni dövüşlerden ve zaiyattan sakınarak çekilmedir.
YOL 113
RİCAT (GERİLEME).- iki derecede uygulanır. Birinci derecesi : Dövüşün Kopuşması, ikinci derecesi: doğrudan doğruya Ricat’tır.
Dövüşün Kopuşması (ruptür): Bir savunma biçimi sayılır. Gerçekte : gerilemenin belirli bir biçimidir. Dövüşün Kopuşması, “dövüşü şimdi bulunduğu mevzide sona erdirmeye veya fasılalandırmıya çalışır. Maksat, daha elverişli şartlar içinde, başka bir yakın mevti- de savaşı sürdürmektir. Bu son halde, çoğu kez, dövüşerek o mev- ziye geri çekilinir.” (42).
Ricat (Gerileme) : “43. Erbirliklerini yeni dövüşlerden sıyrılt- mak için yapılır. Bu amaçla mücadele fasılalandırılmalı ve erirlik lerinin geri çekilmeleri sağlanmalıdır.”
Her iki davranış ta gerilemedir. Ruptür : Savaşarak belli mevzilere çekilmedir; Ricat: dövüşü keserek belirsiz yere doğru çekilmedir.
Görüyoruz: Taktik en şaşırtıcı kıvraklıkta zeka, deney, enerji ister. “At, kim farkına varacak?” denemez. Yanılgı dakikasında insanı çarpar. Stratejilerimizin taktiğe sokulmayışları ondan olsa gerektir.
TAKTİK GÜZELSANATINDA : YARATICIHÜRLÜK ve KİŞİLİKLİ BİLİM
Savaşın güdümü demek olan taktik güzelsanatında:
(Hürriyet + Yaratıcılık + Bilim + Kişilik) bilinci her birim ve tek erden beklenir.
Askercil Savaşın yerine politik mücadeleyi önerince, strateji planı yanında taktik düşünce ve davranışların ne büyük anlam ve önem kazandığı kendiliğinden anlaşılır. Çünkü strateji, orduda bir avuç Genelkurmay’ın bilgi - görgü - anlayış ve enerjisine kalmış bir plan iken; Taktik, ordunun ayrı ayrı her tamcüzünün, her biriminin, en büyük liderinden en küçük erine dek her kişinin bilgi - görgü - anlayış ve enerjisini son kerteye dek en rasyonel (akılcıl) biçimde kullanmasını buyurur.
Taktiğin, ne denli bilim, görü, anlayış ve enerji istediğini belirtmek için en basit bir askercil elkitabına biraz toptan bakmak yeter. Adı geçen Alman Ordu Direksiyon Şefliğinin 17 Ekim 1933 günlü
YOL 114-Sosyal Anlamlı Askercil Taktik Elemanları
emriyle yayınlanmış Truppenführung (H. Du. 300) : Silahlı kuvvetlerin güdümü eseri, 1939 yılı Fransızca tercümesinin ikinci baskısını yapmıştır. Böylesine evrenselce önemsenmiş bir Güdüm’ün Girişi şöyle başlar:
*1. Savaşın güdümü bir güzel sanattır; hür ve doğurucu bir eylemdir ve bilimcil tabanlar üzerine yaslanır. Kişiliğin en tam gelişimini pek çok ister.*
Lütfen dikkat edelim. Prusya [Yunker (Ağa) - Banker - Asker] tutuculuğunun en azgın askercil (millitarist) başı, savaşın güdümünde, buyuru: “körü körüne itaat’ prensibinden önce bilime dayanan ‘ hür + doğurucu (bereketli)” güzelsanat sayıyor. Ve “Kişiliğin en tam gelişimini’ birinci madde yapıyor. Demek: ister askercil, ister sosyal olsun savaşı yapan insan ise, orada taktiğin özü ne aşiret veya tarikat müritliği yanut ‘ Haşan Sabbah" müritliği, ne de ■gözlerimi kaparım, vazifemi yaparım" diyen “beyinsiz işgüzarlık" tır.
Burjuva militarizminde (Körükörüne itaat” kimler içindir? Biliyoruz. Savaşı güdenler için değil, savaşta güdülenler içindir “güdülenler" deyince, ordu hiyerarşisinde bunun anlamını bilmiyen yoktur. Öyleyken, güdücü kadronun her basamağında, ‘Şıh hazretlerinin kerametine” gözü kapalı boyun eğen kullar değil: önce bilimini ve bilincini temel yapmış, son derece kişiliği gelişkin, hür ve doğurucu savaş artistleri isteniyor. Böyle olmazsa, yapılacak en ‘dahiyane’ strateji planlan, uygulanması havada kalmış yuvarlak ukalalıklardan öteye geçemezler.
KİŞİLİK : STATİK - DİNAMİK KARAKTER
Kişiliğin statik karakteri: Ruh ve beden direncidir. Kişiliğin dinamik karakteri: kararlı, aktif girişim, inceleme ve yararlanma yaratıcılığıdır. Kişilik sayının ve tekniğin eksiğini karşılar. Her iki karakter kıvrak (beden-irade) eğitimiyle edinilir.
Kişilik, savaş taktiği açısından başlıca 2 noktada toplanır: 1 • Karakter direnci : kişiliğin aşınmaklığını sağlar. Buna statik karakter diyebiliriz. 2 - İnsan değeri : kişiliğin yaratıcılığını sağlar. Buna Dinamik karakter diyebiliriz.
Modern ordular gibi Modern partiler de bir avuç tarikat müritle
YOL 115
rinin tekkesi değildir: En az 10-100 binlerden örgütleridir. Ve bir genel kurala uyar: Savaşçıların sayıları ne denli kalabalık ise, küçük birliklerin, hele tek tek savaşçıların kişilikleri, sonuç almada o denli büyük önem taşır.
1. STATİK KARAKTER.- Askerdi savaş için şöyle özetleyenir ve nedenlenir:
*5. Savaş, her tek kişinin moral (ruh) ve fizik (beden) dirend güçlerini en çetin sınava uğratır. Onun için, savaş zamanı, karakter niteliklerinin zekadan çok değeri olur. Barış zamanı hiç göze çarp- mıyan nice kişi vardır ki, savaş alanında kabarlıyla kendini gösterir.*
Bu nedenle, elbet hem zekasını, hem beden ve ruh dayancını üstün tutan kişilik istenir. Ama, en küçük ateş sınavında bin bir ikir- cilik ve pısırıklık geçirip, kaçamaklı tatlı su kurnazlığı yapar kişidense, moral ve beden gücünü yitirmiyen aşınmaz karakter dirençli kişilik önerilir. Kimi “Parlak zeka" ların, dayanıksızlıkları, savaş alanında büsbütün tavsatıcı olur.
2. DİNAMİK KARAKTER :- Gerek askercil, gerek sivil, siyasi savaş insanlar için, insanlarla ve insanlar-tarafından yürütülür. O nedenle, modern mücadelelerde, teknik üstünlük tek başına yeterli sayılmaz. O tekniği değerlendirecek olan güç canlı, zeki ve yaratıcı olan insandır.
*10. Tekniğe rağmen insanın değeri kesinkes olur; dağınık düzenli kavgalarda insanın önemi artar.
“Savaş alanının boşluğu: aktif (feal), inisiyativi (girişim gücü) olan, her durumu ınceliyen ve kararlıca, cessurca işleyip ürünlendi- ren, başarının her tek kişiye bağlı olduğu kanısı ile dopdolu bulunan bir savaşçı ister.*
Dinamik karakter, herşeyin tek insanda başladığına inanmış:1 - Aktif, eylemci (Feal),
2- Girişimci (Teşebbüs kaabiliyetli);
3- Uyanık (durumu her an inceliyen);
4- Etken (net'ıce almada kararlı ve cessur)..
YOL 116-Sosyal Anlamlı Askerdi Taktik Elemanları
olmaktır.
Dinamik karakterin edinilmesi anadan doğma olmaz; eğitimle gelişir. Askerler için olduğu gibi Devrim erleri için de dinamik karakterin edinilmesi, kütüphane fareliği, yahut muhallebici çelebilikle sağlanamaz.
1 - “Beden terbiyeleri, idmanlar alışkanlığı": Beden tembelliği, ruh tembelliğidir.
2 - “Kendi kendine karşı sert davranış": Tatlı canına kıyamı- yan, savaşçı olamaz.
3 - “İrade gücü": Kendisine, ve keyfine gücü yetmiyenin, düşmanına da gücü yetemez.
4 - “Kendine güven ve cür"et": Kendine güvenen atılganlık, frensizlik değil, iradeli yiğitliktir.
Devrim taktiğine girişen her sosyalist: 1 ve 2 nci maddeyle bedenini, 3 ve 4 üncü maddeyle ruhunu güçlendirirse, o zaman gerçekten devrimci, “en acıklı durumların üstesinden gelen insan" olur. O zaman, değer üstünlüğü sayıca azlığın eksiğini tamamlar.
“Bir değer üstünlüğü, savaşmada, bir sayıca aşağı oluşu telafi eder. Dövüşte değerlilik ne denli, çoksa savaş o denli enerji ve kıvraklıkla güdülür." (11)
TAKTİK ÇELİŞKİLERİ VAKTİNDE YAKALAYIP KULLANMAK
Taktik en som diyalektik çelişkilerin dönüştüğü alandır. En önemsiz belirti, ansızın en kesin karar ister. Çabuk durum yargılayı- şıyla en esaslı olanı yakalamak gerekir. Ciddi nedensiz karardan dönmemek kadar, yanılgı olunca yeni karar almayı da bilmelidir.
Savaşın güdümü: savaş aksiyonu (eylemi) içinde taktikleşir. Aksiyon gibi taktik te hiç durmaksızın değişen ve çelişen ilişkiler kompleksidir. Her an değişen biçimleri vaktinde sezip, ölçmek ve kullanmak taktiğin birinci şartıdır.
“2. Savaş aksiyonu boyuna evrim geçirir. Yeni muharebe a- raçları.ona daima tekrar yenilenen biçimler verir. O biçimlerin ortaya çıkışları zamanında önceden görülmeli, etkileri elifi elifine tahmin ve takdir edilmeli ve çarçabuk kullanılmalıdır." ‘44. Dövüşün iniş çı
YOL 117
kışları, çoğu kez bir döğüş biçiminden ötekine geçişi gerektirir."
Bununla birlikte, karşımızdaki de insanoğludur, edeceğini gizler. Onun için en ufak sezintiden en büyük sonuçlar hesaba katılmalıdır. Gene de taktik sürtüşmesiz ve yanılgısız olunmaz.
“3. Savaş durumları sonsuz bir çeşitlilik gösterir. Bu durumlar çoğu kez ve ansızın değişiverirler ve ancak seyrek olarak öncile- yinden (a priori) önceden görülebilirler. Çoğu kez hiç ağırlığı olmayan (faktörler belirlendirici bir etki yaparlar. Hasmın bağımsız iradesi dost iradeye karşı çıkar. Sürtüşmeler ve yanılgılar hergünkü olaylardır.”
O yüzden kimi kuralları ezberleyip tekerlemek softalığının hiç sökmiyeceği alan Taktik alanıdır. Bu alanda hiç unutulmıyacak şey: çevre şartlarını gözden kaçırmamak ve en karışık durumda en basit eylemi mantıkla ve emniyetle uygulamaktır.
“4. savaş güdümünün öğretimi tüzükler (Talimatnameler) içine tümüyle sokulamaz. Tüzüklerin verdiği prensipler, çevre şartlarına adapte edilmelidirler.”
"Mantıklıca güdülen basit bir eylem, amaca en emince vardıracaktır." •
En az yanılmak için tek yol önyargı ile davranmamak, Karşı güçlerin prensip ve metotlarını öğrenmektir.
"33. Hasımın harekatı güdüş prensiplerini ve dövüş metotlarını tanımak kararın alınışını etkileyebilir ve dövüşün güdümünü kolaylaştırabilir; bu güdüm önceden edinilmiş fikirle yapılmamalıdır.” “Genel kural, durumun kararsızlığıdır.” (36).
Böylesine değişken, oynak olan taktik alanda “karar” yok mudur? vardır. Durum çoğu kez kararsız da olsa, yoklama üzerine karara varılır.
“37. ... Karar bütün güçlerle, net bir hedef gütmelidir... Bir yol karar alındı mı, pek ciddi sebepler bulunmadıkça, karardan uzaklaşılmamak, caymamalıdır. Bununla birlikte, Savaşın nmçıkları sırasında, kararda inatçılaşmak bir yanlış haline gelebilir. Yeni bir kararı gerektiren çevre şartlarını ve anı ölçüp biçmek, harekatı gütmenin güzelsanatını teşkil eder."
YOL 118-Sosyal Anlamlı Askercil Taktik Elemanları
‘59. Her karardan önce bir ‘Durumun yargılanması' (Beurteilung der Lage) yapılır. Bu yargılama ve tartma çabuk bir zihin işi, basit ve mantık çil gözden geçirişler ister, ve bunların hepsi esaslı olan şeyle sınırlandırılmak gerekir.'
ŞEFLİK TOPLULUĞU ve KARAKTERİ
Şeflik : ‘ şefler topluluğu” içinde sağlam (Bilgi + Deney + Moral + İrade + Yiğitlik) eğitmenliğidir.
Taktik ‘durum muhasebesinde' ve yoklayış misyonlarından sonra kararı kim alacaktır? “Şef Kişilikleri". Dikkat edelim : askercil savaş kadar matematik ve oldukça mekanik kurallı ve herşeyi tepedeki tek kişi sivriliğinde toplıyan bir alanda bile “şef” kavramı tek- şef değil, ‘şef kişilikleri” diye bir kollekt şefler topluluğu) konulur:
“6. Orduların olduğu gibi silahlı birliklerin (trup) de güdümü yetenekli şefler kişiliklerini gerektirir” denir.
Askerlikte “şef” doğrudan doğruya politikada “militan" ın karşılığı olan “subay” dır.
"7. Subay, bütün alanlarda bir şef ve bir eğiticidir.”
Herşeyin “körükörüne itaat" e dayandırıldığı askerlikte bile “şefliğin ne anlam taşıdığını, en militarist, en şoven Prusya Ağalarının taktik prensipleri sırasında, izlemek, herhalde kimi hotzotçu ‘ sosyalist şefler” için öğretici olur. Askercil şeflik şartlarını dağınık maddelerinden bir araya toparlarsak iki bölüme ayırabiliriz : 1 - Şefin kendi kaliteleri, 2 - Emrindeki insanlarla ilişkileri.
ŞEFLİK KALİTELERİ.-Kısaca şöyle sıralanır:
1 - ‘Yüksek bilgili” olmak.
2 - Derin tecrübeli olmak.
3 - Moral değer taşımak.ı
4 - Nefsine hakimlik (ne yaptığını bilirlik) : Düşman önünde serinkanlılık ve kararlılık.
5 - Büyük yiğitlik - cür'etlilik.
Ancak, askerlikte bile bu meziyetler tek yanlı sayılır. Eğer şef
YOL 119
asıl insanlarla olan ilişkilerinde gerekli karakterlerinde samimi değilse: sadece patavatsız bir atak, hatta yarım manyak durumuna çarçabuk düşebilir.
İNSAN İLİŞKİLERİNDE ÖRNEK ve YOLDAŞ OLMA UYANIKLIĞI
Şef : insan tanır ve dürüst olursa sürükleyici rolü iki şarta bağlanır: 1 - Örnek (serinkanlı, kararlı, cüretli) olmak, 2 - Yoldaşlık : iyi kötü şartları paylaşıp yüreğe girmek.
İNSANLARLA İLİŞKİLER.- Şefin insanlarla ilişkilerinde birinci kertede karakteri iki ana noktada derlenir :
1 - İnsanları tanımak;
2 - İnsanlara dürüst (hakgüder : doğru) davranmak...
Yani, insanı tanımak, onun zaaflarıyla oynamak için değil, kuvvetlerini geliştirmek için olur. Şefin İnsanlarla bütün öteki ilişkileri aşağı yukarı bu iki ana kaynaktan çıkar. İnsanı tanımak ve anlamak ile dürüst davranmanın uygulamada pratikçe gerçekleşmesi iki yönde işlenerek karşılıklı güven yaratmalıdır. Karşılıklı güvencin iki yolu vardır:
A. ÖRNEK olmak birinci yoldur:
‘ Subayın ve şef katlarında yeralmış askerlerin kiş içil tavırları ve emsal oluşları, birlik (trup) üzerinde kesin bir etkinlik taşır. Düşman karşısında serinkanlılık, kararlılık ve cür'et eseri ve belgesi veren şef, birlik insanlarını kendisiyle birlikle sürükler.”
Ancak, bu meziyette, işaret ettiğimiz gibi, şefin kendi yönünde aranacak kaliteler arasına girer.
B. YOLDAŞ olmak İkinci ama, en az örnek olmak kadar önemli şeflik karakteridir. Bunu, Alman militarizmi bile o kısa sert gösterişli (Spartiate!) konuşmasında anlata anlata bitiremez :
‘Ama, der, şef dediğin, astlarının kalblerine giden yolu da bulmalıdır ve astlarının duygularını ve düşüncelerini anlayışla karşılayarak güvençlerini kazanmalıdır; öyle ki, bu yönde harcıyacağı yü-
YOL 120-Sosyal Anlamlı Askencil Taktik Elemanları
rekten ilgi ve titizlik hiçbir zaman uykuya dalmalalıdır." (8)
“12. Şefler, birlik insanlarıyla bir arada yaşamalı ve tehlikeleri, yoksunlukları, şenlikleri, acıları onlarla paylaşmalıdır. Ancak ve yalnız bu yoldan şefler kendi yargılamaları ve takdirleriyle, birlik insanlarının dövüşkenlik değerleri ve ihtiyaçları üzerine bir kanıya varırlar.
“insan yalnız kendi kendisinden sorumlu olmaz, fakat arkadaşlarından da sorumludur. Kim daha güçlü yapıda ise, kim daha becerikli, kabiliyetli ise, o toy ve zayıf olanları öğretip gütmemeli- dir.”
“İşte böyle temel esaslardandır ki, şefle insan arasında olduğu gibi, birliğin insanları arasında da bir o denli önem taşıyan hakiki yoldaşlık duygusu doğar.”
Burjuva Ordusunda ve savaş gibi kıran kırana ateş çizgisinde bile karşılıklı güvenç'in şartı bu olunca, Politika, hem de proletarya politikası alanında alaturka ağalık, paşalık, beylik, efendilik, paşi- dahlık taslamaların nelere varacağı kendiliğinden anlaşılabilir.
KUMANDA ÜSTÜNLÜĞÜ :TEMKİNLİ SORUMLULUK GÜVENİDİR
Komuta üstünlüğünde önceden-duru görüş, bağımsız-sağ- lam, karar, enerjik-azimli yapış temkinliliği; objektif durumu hesaba katan sorumluluğu üzerine alma girişimi ile ataşı bir yürümelidir. Ne temkin : pozdur, ne sorumluluk : kendi başınalıktır. Güvenç yaratış üstünlüğün özüdür.
Savaş “zafer" için yapılır. Zafer: (Kumandanın üstünlüğü + Erin dövüşken değeri) ile sağlanır.
“Zafer için emniyetli taban : Komutan'ın üstünlüğü ile birlik insanlarının dövüşken değeri’dir.” (11)
Komuta üstünlüğü ne demektir? Herşeyden önce “yetenekli (competente) şef kişilikleri” demektir. Şefin kişilikli ve yetenekli olduğu nereden anlaşılır? Bizim gibi derebeği artığı geri ülkelerde: poz ve çalım en yaygın “kişilik" ve “yetenek” sayılır. Gerçekte poz ve çalım, kişilğin ve yeteneğin aldatıcı paravanası bile süreklice olamaz. Komuta üstünlüğünü sağlıyacak kişilik ve yetenek, bir sıra:
YOL 121
Görüş - Karar - Yapış içinde gösterilen temkinlilik ve Sorumlulukla belli olur.
1) Görüş’te üstünlük :
1) Duru görenin;
2) Önceden görenindir.
2) Karar'da üstünlük :
1) Bağımsızca karar verenin
2) Sıkıca sağlam karar verenindir.
3) Yapış'ta (icra'da, yürürlüğe geçirişte) üstünlük
1) Eneri gösterenin;
2) Azimlilik gösterenindir.
Askerdi olsun, Sosyal olsun : savaşın kendisi bilinen kıvraklıkta, kimidüşer, kimi kalkar. Görüşte, kararda, yapışta yeteneğin başlıca şartı ikidir : 1 - Temkinliliği bırakmamak, 2 - Sorumluluktan korkmamaktır. Savaşın gidişi ve şansı ne olursa olsun, Temkinli oluş, aslında sorumdan korkmamaktır. Onun için.g örüşü, kararı, Yapışı doğru ve sağlam olan Komuta hiç temkinini bozmaksızın her türlü sorumluluğu gözünü kırpmadan üzerine alır.
Sorumluluk deyince ne anlaşılır? Objektif durumu ve ilişkileri hiçe sayarak aklına eseni paşa keyfi için yapıverme patavatsızlığı değildir.
“9. Her şef, her türlü durumlarda, kendisine düşen sorumluluğu üzerine almaktan korkmaksızın, herşeyi tüm kendi kişiliği ile ödemelidir. Şefin en asil kalitesi sorumluluklar duygusudur.”
“Bununla birlikte, genel durumu hesaba katmaksızın, kendi başına otoritesi ile bir takım kararlar almak, yahut emirlere harfi harfine uymamak ve itaatin yerine ayrıcalı kurumluluğu geçirmek anlamında sorumluluk taslamıya kalkışılamaz. Bağımsızlık, hoşuna gideni gelişigüzel yapmıya çevrilmemelidir. tersine, büyük başarıların tabanı sarihçe belirli sınırlar içinde kalan girişim gücü (inisiya- tiv) dir."
YOL 122-Sosyal Anlamlı Askercil Taktik Elemanları
DÖĞClŞ «ENLİK DEĞERİ
Dövüşkenlik değeri, savaş örgütünün köşetaşı disiplin : Karşılıklı güven temeline dayanır. Disiplin uzun eğitim ve öğretimle hazırlanır; yersiz güç israfından sakınarak korunur, vakit geçirmeyen bütün gücüyle aksiyonlar beslenir.
Döğüşkenlik değeri ne demektir?
İlk bakışta, dövüşkenlik değeri denildi mi göz önüne bir tek şey gelir; Disiplin.
Yalnız Disiplin nedir? İşte savaş düzenleri içinde en iyi anlaşılması gereken şey, disiplinin ne olduğudur.
“Disiplin, ordunun kubbesini tutan köşetaşıdır. Disiplin kesinkes korunması herkes için hayırlı bir şey olur." (13).
Bunca önemi olan disiplin neye dayanır? Bütün mesele oradadır. Disiplinin neye dayandığı sorulunca iki şey akla gelir:
1 - Disiplin temeli nedir?
2 - Disiplin nasıl korunur?
I. DİSİPLİNİN TEMELİ.- Çok basitçe bir tek şeye dayanır : Karşılıklı Güven!
“Güçlükler ve tehlike içinde disiplinin en emniyetli tabanı karşılıklı güvendir." (7).
Karşılıklı güvencin ne olduğunu ve nasıl kurulduğunu “Şeflik ve Karşılıklı Güvenç” konusunda ayrıntılarıyla gördük. O konuyu her disiplin sözünü ağzına alanın bir daha ve bir daha gözden geçirmesi gerekir.
II. DİSİPLİNİ KORUMA.- deyince başlıca 3 elemanı içine alır:
A - Disiplini kurmak (Hazırlık)
B - Disiplini aşındırmamak (Ekonomi)
C - Disiplini geliştirmek (aksiyon)..
Disiplin karşılıklı güvenç temeli üzerinde doğmak için yukarıki üç biçime göre kurulmalı, aşındırılmamak, geliştirilmelidir. A. Disipli-
YOL 123
ni Kurmak.- Uzun hazırlık çalışmalarıyla başarılır.
*13. Bir savaş birliği, uzun bir eğitim ve öğretim yoluyla değil de sırf yüzeyde kalan (üstünkörü) (sathice) birleştirilmiş ise, vahim anlarda, ve beklenmedik hadiselerin baskını altında kolayca ayağını yerden keser. Onun için, savaş başlar başlamaz, Birlikte moral ahengin (manevi derlitopluluğun) ve disiplinin düzeltilip korumasına olduğu gibi öğretime de kesin önem verilmesi gerekir.
‘Her şef, disiplin gevşekliğini, kaytarmaları, laçkaları, panikleri ve başka her türlü etkileri bütün ve hatta en enerjik araçlarla ara vermeksizin şiddetlice cazalandırmak zorundadır.”
B. Disiplini aşındırmamak.- Kurulu disiplini olmıyacak, değmez, vakitsiz işlemlerle yokuşa vurdurmak boşuna harcar ve aşındırır.
“14. Birliğin gücü kesin anlarda yapılacak büyük çabalar için sapasağlam muhafaza edilmelidir.”
“Dövüş içinde güçlerin harcanışı güdülen amaçla orantılı bulunmalıdır. Gerçekleşemiyecek şeyleri ısrarla istemek, komutaya karşı olan güvence ve birliğin iyi maneviyatına zarar verir."
C. Disiplinin Gelişmesi.- Hareketle olur, eylemle beslenir. Durmak, herşey için olduğu gibi, Disiplin için de ölümdür. Aksiyon, insanların tümünü, güçlerinin her çeşidiyle, bütün verimleri ve sürük- leyicilikleriyle akın ettirmektedir.
“15. En genç askerden beri, bütün basamaklarda, her türlü beden, ruh, zeka g ü ç l e r i m e kendiliğinden harekete geçmesi ısrarla istenmelidir. Her yanı tutarı bir Aksiyonda birliğin veriminin tüm kapasitesini değerlendirmenin, ve tehlikeli saatlerde bile yiğitliklerini muhafaza edecek, kararlılık güçlerini koruyacak, ve cesurca eylemler içine, daha zayıf arkadaşlarını da sürükliyecek insanlar elde etmenin tek yolu ve çaresi budur.”
“Böylece, azimli ve kararlı aksiyon savaş zamanı ilk aranacak şeydir. En yüksek şeften en genç ere dek her kişi, her zaman şuna inanmış olmalıdır: Aksiyonsuzluk ve zaman yitirimi, araçları seçmede yapılacak yanlışlardan daha vahim ve ağır yanılgıları teşkil eder."
KAPİTALİZMEMPERYALİZM
EKONOMİ POLİTİK NOTLARI
ÇIKTI...BÜTÜN KİTAPÇILARDA
Direnişy a y ın la r ı
ün %•*