ÇÜNKÜ DHÖ...
Diş hekimliği fakültesinde okuyanların okudukları süre içinde her dakika
kafalarında olan sorular; staj süreleri-zorlukları, hasta bulma derdi,
malzemelerin yüksek maliyeti, eksik sağlık güvencesi (aşı, sigorta) gibi ve
bunların türevleri şeklinde sıralanabilir. Daha da artırılabilecek olan bu
problemleri ancak ve ancak birlikte mücadele ederek aşabileceğimizi
söylemeye yine de gerek var. Diş Hekimliği Öğrencileri (DHÖ) aslında
tam da bu sorunları çözümü için var ama elbette sadece sorunların
çözümü değil 'nasıl bir Dünya'da nasıl bir hekimlik' tartışmasının da
merkezi olma iddasında bir yapı.
DHÖ;
-Sağlık evrensel bir haktır ve din, dil, ırk, cinsel yönelim farkı gözetmeksizin
herkes bu haktan yararlanabilmelidir.
Sağlığın ve eğitimin temel insan hakkı olduğu gerçeğinden hareketle,
ücretsiz, ulaşılabilir ve nitelikli olmasını savunur. Bunun için; meslek eğitimi
sırasında tedavi süreçlerine dair olan harcamaların üniversite tarafından
ayrılan fon ile karşılanmasını ve bu fonun öğrenci komisyonları
tarafından denetlenmesini savunur.
-Tedaviden başlayıp, tıbbi atık atımına kadar bu süreçlerde yer alan
tüm hastane emekçilerinin sağlık güvencelerinin ve aşı gibi koruyucu
önlemlerin hastane tarafından ücretsiz bir şekilde alınmasını ve sağlık
tarama ve bilgilendirmelerinin düzenli olarak yapılmasını savunur.
-Nitelikli bir sağlık hizmeti vermek hepimizin görevidir, DHÖ bu alanda
kendini geliştirmeyi hedefler ve sağlığın toplumun en yoksul kesimlerine
kadar ulaştırılmasını, temel sağlık bilincinin bu alanlara ulaştırılmasını çok
önemli görür. Bunun için genel sağlık ve ağız içi sağlık bilgilendirmelerini
bu bölgelere ulaştırmayı hedefler.
-Savaşa karşıdır, hekim olmanın yalnızca beyaz önlükle anlamlandırılan
bir şey olmadığını bilir ve hekim olmayı yaşam hakkı çerçevesinde
savunur, savaşlarda yoksullar ölür, zenginlerin savaşına karşıdır.
-Demokratik bir yapıdır, kararlarını herkesin söz sahibi olduğu
toplantılarda alır.
-Mücadelecidir, hak almanın sadece sorunları dillendirmekten ibaret
olmadığını, birleşerek, büyüyerek mücadele ederek kazanılacağını bilir.
Özgür bir Dünya'yı kampüslerden yaratmaya başlamak için DHÖ seni
de bu mücadeleye çağırıyor.
Armenak Bakırcıyan
AT AYAĞINDAKİ KÖRELMİŞ BAŞPARMAK
KEMİĞİ KONULU TEDAVİ
Ege Üniversitesi uzun yıllardır bilimsel ve özgür eğitim sloganlarının atıldığı
bir üniversiteydi. Parasız ve bilimsel eğitim hakkımız için mücadele eden
bizler yıllarca da şiddete maruz kaldık. Kimi zaman eğlenceli, bol
dayanışmalı şenliklerimiz oldu kimi zamansa biber gazıyla, tazyikli suyla
ağır müdahalelerimiz. Son bir yıldır da cezaevlerini aratmayan girişler,
sesimizi çıkarmamıza imkan tanımayan ÖGB ve polis işbirliği, rektörlük
baskısı derken bir mevzu daha patlak verdi üniversitede. Sağlık alanında
epey gelişmiş bir üniversite şunu demeyi tercih etti: ‘’Diyelim ki
uykusuzluk çekiyorsunuz. Bir adet kahve çekirdeği alın, iyice havanda
ezip toz haline getirin. Sonra bu tozu -evet tek bir kahve çekirdeğinin
tozunu- yanınıza alarak bir deniz kenarına ya da büyükçe bir göle gidin.
Yaşadığınız yere göre Ege kıyısı, Boğaz, Akdeniz veya Van gölü ya da
herhangi bir deniz olabilir. Ezdiğiniz bir adet kahve çekirdeği tozunu
tercihan dalgalı bir günde suya boca edin. Suyla iyice karışması için
biraz bekleyin. Artık denizden bir çorba kaşığı su içip, hızlıca yatağınıza
gidebilir ve bu güçlü(!) karışımın etkisiyle mışıl mışıl uyuyabilirsiniz. Hele bir
de epilepsi, siğil ya da meme başı çatlağı gibi bir probleminiz varsa at
ayağındaki körelmiş başparmak kemiği tam size göre!’’
Evet, gülmeyin. Tüm bunlar size komik gelebilir
ama bizim kampüs tam da bunu, homeopatiyi
tartışıyor şu sıralar. Artan baskıları, açıkça ortada
olan devlet terörünü, basın özgürlüğüne
çoktandır inmiş olan darbeleri geçtim -ki her
şeyin merkezinde yatan sorunlar tam da
bunlardan kaynaklanıyor- bilimin merkezi olarak
kendini tanımlayan bir üniversitede Ege
homeopati kongresinin yapılması, bir haftasonu
programının tamamen buna ayrılması epey
trajik. Çünkü yayımlanan birçok araştırmaya
göre herhangi bir faydası olmadığı kanıtlanan
‘’Gelişmekte olan
ülkelerde HIV,
tüberküloz ve
malarya gibi
hastalıkların
tedavisinde
homeopatinin
kullanılması endişe
uyandırmaktadır.’’
homeopatinin tedavi yöntemi olarak
kullanılmasının etik kuralları ihlal ettiğine
yönelik eleştiriler dünyadaki pek çok
sağlık örgütü tarafından dile getirilmiştir.
Buna rağmen Türkiye bunu tamamlayıcı
tıp statüsüne sokmuştur. ‘’Geleneksel ve
Tamamlayıcı Tıp Uygulamaları
Yönetmeliği’’ne karşı açıklama yapan
Türk Tabipleri Birliği, ‘’Umut tacirliği ahlaki
de, hukuki de değildir’’ ifadelerini
kullandığı açıklamasında homeopatinin tıp fakültesinde dersinin
anlatılmadığını, bilimsel olarak geçerliliği kabul edilmemiş, hatta
hastaya zarar vermeyeceğine dair bilgiye de sahip olunmayan pek çok
uygulamanın bu yönetmelikle kamu hastanelerinde
uygulanabileceğine dikkat çekmiştir. Esas amacın insanların sağlığını ve
hastalığını ticari bir meta haline getirmek olduğunu ifade etmiştir.
Dünya Sağlık Örgütü de 2009 yılında bir çağrı yaparak, ‘’Gelişmekte
olan ülkelerde HIV, tüberküloz ve malarya gibi hastalıkların tedavisinde
homeopatinin kullanılması endişe uyandırmaktadır. Homeopati ne bu
hastalıklarda ne de grip, ishal gibi hastalıklarda tavsiye ediyoruz. Bilimsel
yöntemlerle faydası ispatlanmamış yöntemlerin hastalık tedavisi için
kullanılmaması gerekir’’ demiştir.Tüm eleştirilere ve uyarılara rağmen
gerçekleşen kongre, özgür yanını sorguladığımız Ege Üniversitesi’nin
bilimselliğini de sorgulanır hale getirmiştir.
Bugün ne özerk bir üniversite söz konusudur ne de özgürce fikirlerimizi
ifade edeceğimiz bir alan. Gelinen noktada birçok akademisyenin dahi
fikirlerinin önemsenmediği ve bilimsellikten uzak bir kongreye ev sahipliği
yapan Ege Üniversitesi bu karanlık dönemini nasıl atlatacak, bizler nasıl
mücadele yolları izleyeceğiz göreceğiz.
Persona Non Grata
BİR DOKTORA ÖĞRENCİSİNİN GÖZÜNDEN
EĞİTİM SÜRECİ
Bugüne kadar hep diş hekimliği öğrencilerinin gözünden baktığımız,
anlattığımız eğitim sürecini bu sefer de bir doktora öğrencisine soralım
dedik. Kendini biravuçdolariçin olarak tanıtan doktora öğrencisi ile
röportajımız:
Merhabalar. Öncelikle kısaca kendinizi tanıtabilir misiniz?
Merhaba. Bir devlet üniversitesinden mezun olmuş, akabinde aynı
devlet üniversitesinde x bir anabilim dalında doktora eğitimine başlamış
ve 6. senesinde hala eğitim hayatı devam eden bir doktora
öğrencisiyim.
Doktora öğrenimine başlarken kafanızda nasıl bir eğitim süreci tahayyül
etmiştiniz?
Öncelikle doktora eğitimine başlamaktaki amaçlarım biraz da
Türkiye’deki doktora eğitiminin ne olduğunu iyi bilmemden kaynaklı
farklı yönlenmişti. Ama bilimsel bir çalışma ortamı elbette hayal ettiğim
ana unsurdu. Akademik hayatın ana temeli olan ulusal ya da
uluslararası yayın, olgu raporları, kongre ve sempozyumlar bu hayalin
içerikleriydi. Bunun yanında daha fazla klinik ve teorik tecrübe ve dolaylı
olarak mesleki hayatta daha fazla kazanım ana beklentilerdi.
Akademik anlamda bugün bir doktora öğrencisinin verimli bir bilimsel
çalışma ortamına ve imkanına sahip olduğunu söyleyebilir misiniz?
Açıkcası bu konuya hocalarımızın verdiği basit bir cevap verilebilir:
‘’İsteyen her koşulda bilimsel çalışma yapar, bak x kişi nasıl yapıyor?’’
Türkiye’de ne yazık ki bilimsel çalışma ortamı denen bir ortam söz konusu
değil. Verimlisini ise hayal bile etmemek lazım. Fakülte hastanelerimizin
amacı uç vakalar ile ilgilenmek ve bilim üretmekten ziyade daha fazla
hasta tedavi ederek dekanlığa, döner sermayeye ve rektörlüğe daha
şirin görünmeye dönmüş durumda. Bu hasta sayılarını yetiştirmek için
zaten yeterince yoğun olan doktora öğrencileri bir yandan da fakülte
öğrencilerinin ders ve klinik yükünü çekmekteler. Tamamen parasız bir
şekilde bunca iş yükünü kaldırırken bir de akşamları hayatını idame
ettirebilmek için özel kliniklerde çalışarak hem fiziksel hem mental
yönden bitiyorlar. Bilimsel çalışmaları geçelim, kendi doktora tezlerine
bile 4. senelerinden sonra yavaş yavaş zaman ayırabilmekteler.
Bunun yanında bilimsel çalışmanın ana unsuru olan öğretim
görevlilerinin durumunu da unutmamak gerekir. Mevcut öğretim
görevlilerinin içinde uluslararası bir yayın planlaması yapıp, deneyleri
yürütüp, sonrasında yayını yazabilecek kaç kişi olduğu gerçeği en can
alıcı nokta. Yabancı dilde anlamlı bir paragraf dahi yazamayacak
düzeyde yabancı dile sahip (aslında sahipsizlik) anabilim dalı başkanları
mevcut. Yani kısacası doktora öğrencilerinin bilimsel imkanı ‘’işte bu
ahval ve şerait içinde dahi vazifen, doktora tezini kurtarmaya
çalışmaktır’’dan öte değildir.
Diş hekimliği öğrencileri genelde asistanların kendilerine kötü
davrandığından şikayetçidirler. Siz de belki öğrenciliğinizde bu şekilde
düşünüyordunuz. Benzer bir gerilim doktora öğrencileri ve öğretim
görevlileri arasında da yaşanıyor gibi. Sizce bunun sebepleri nelerdir?
Bu konu büyük bir paradoks bence. Örneğin mesela kendi fakültemde
öğrencilerin ‘’oscar ödülleri’’ düzenleyerek asistanlar içinden her
kürsünün en iyilerini seçtiği bir festivalimiz oluyor her sene. Her kürsüden
en az 5 aday çıkıyor ve oy verenler de şikayet edenler de aynı insanlar.
Yani genelleme yapılmaması lazım kanımca kötü davranış konusunda.
Çünkü bu konuda değişkenler çok. Öncelikle insanın kişiliği önemli bu
konuda; iktidar egosu olup olmaması. Ne yazık ki bazı insanlar eline
geçen ufak iktidar alanlarında fazlaca baskıcı ve öfkeli olabiliyorlar.
Hatta kindarlıktan kaynaklandığını gördüğüm bile oldu. Mevzu kişilikten
kaynaklanıyorsa ne yazık ki yapılabilecek pek de bir şey yok. Ama
kişilikten kaynaklanma yüzdesi oldukça düşük. Diğer bir etken
de öğretim görevlilerinin bir çoğunun aynı davranışları doktora
öğrencilerine sergilemesi ve onlardan öğrencilere karşı aynı şeyi
beklemesi. Kısacası herkes kendi iktidar alanında yaşadığı baskıyı bir alta
doğru aynen aktarıyor. Öğretim görevlilerinin bu konuyu
savunmalarında da ‘’biz zamanında neler çektik, bu hiçbir şey’’ cevabı
geliyor genelde. Jenerasyondan jenerasyona git gide yumuşuyor bu iş
diyorlar. Ama en başta bahsettiğim gibi bu bir paradoks; sebebi, etkeni,
değişkeni oldukça fazla.
Meslek odasının yaşadığınız bu olumsuz koşullara karşı herhangi bir
girişimi oluyor mu? Ya da bu olumsuzlukları çözmek adına doktora
öğrencilerini kapsayacak şekilde bir örgütlenme çalışması var mı?
Meslek odası hakkında konuşmaya başlarsak herhalde kitap yazmak
zorunda kalabiliriz. Meslek odası, sadece çaylı kahveli bölgesel
toplantılar ve yılda birkaç kez kongreler düzenlemekten başka bir
aktifliği olmayan bir yapı. Yönetiminde de zaten fakülteden tanıdığımız
öğretim görevlileri mevcut. Danışıklı dövüş mekanı bizim meslek odası.
20 senedir bu ülkede kendi odasına kayıtlı doktora öğrencilerinin
maaşsız, sosyal güvencesiz çalıştırıldığı ortadayken hala bizlere ‘’yıllık
üye aidatlarınızı yatırınız’’ kısa mesajı atabilecek kadar hayasız bir odadır
bizim meslek odası. Bu konuda kıllarını kıpırdatmadıkları gibi üzerine bir
de hala para istemekteler. O yüzden destek olmalarını geçtim köstek
olmaktadırlar anlayacağınız. Başarılarının devamını dileriz.
Bildiğiniz gibi ülkemiz son dönemde toplumu derinden yaralayan
çatışmalı süreçler içerisinden geçiyor. Batısından doğusuna savaş
gerçeği tüm çıplaklığıyla kendisini dayatıyor. Müthiş bir kutuplaşma da
cabası. Bu koşulların doktora öğrencilerine yansıması nasıl oluyor sizce?
Ne yazık ki bu kutuplaşmanın bizlere de yansımaması mümkün değil.
Öğretim görevlileri ve doktora öğrencileri de bu ülkenin birer ferdiler.
Fakat bu kutuplaşma sokaktaki ya da ekranlardaki kadar derin değil.
Sonuçta kendi haklarını aramaktan bile aciz olan öğretim görevlileri ve
doktora öğrencilerinin olduğu bu güruhda çok derin kutuplaşmalar
beklenemez. Ama en acı olanı ülkenin en üst seviyesinde eğitim alan
insanların içinde ülke adına bi yaralı parmağa dahi işemeyecek
düzeyde günü kurtarma düşüncesinde olan insan sayısının oldukça
fazla olması.
Son olarak, diş hekimliği öğrencilerine doktora yapmalarını tavsiye
eder misiniz?
Mevcut durum ve imkanlar ortada. Yakın zamanda radikal değişiklikler
beklemek aptallık olur. Bu imkanlar dahilinde mesleki gelişim
açısından bütün bu zorluklara göğüs gererim diyebiliyorlarsa neden
olmasın? Minimum 5 senelik ve epey bir oportünistlik gerektiren süreç
kendilerini bekliyor.
HALK SAĞLIĞINDA DİŞ HEKİMİNİN ROLÜ
Var olan tanımına göre Halk Sağlığı, toplumsal çevre sağlığı ile ilgilenen
bir bilim alanıdır. Toplumsal çevrenin sağlık üzerindeki etkileri, koruyucu
hekimlik ve sağlık toplumbilimi ilişkisi, hastalıkların ortaya çıkmasında
biyolojik çevre, fiziksel çevre ve toplumsal çevre etkenleri, çevresel
zararların önlenmesi, nüfus ve sağlık, nüfus değişikliklerini etkileyen
toplumsal etkenler, sağlık ve hastalık kavramları, sağlık personelinin iş
doyumları ile ilgili konuları inceleyen bilim dalıdır. Toplum ağız diş sağlığı
(TADS), halk sağlığı alanının içinde yer alan bir alandır ve diş hekimliğinin
uzmanlık alanlarından biridir. Amerikan Toplum Ağız Diş Sağlığı Kurulu’na
göre TADS; dental hastalıkları önleme ve kontrol etme, organize
toplumsal aktiviteler aracılığı ile dental sağlığı geliştirme, iyileştirme bilim
ve sanatıdır. Tek tek bireylere yönelik olmaktan çok, tüm topluma
hizmet veren bir diş hekimliği uygulama alanıdır.
Diş hekimliği mesleği, toplumun ağız sağlığı konusunda birinci derecede
sorumluluğa sahiptir. Ancak gerek diş çürükleri, gerekse periodontal
hastalıklar toplumda önemli hastalıklar olarak kabul edilmemektedir.
Çünkü günümüzde bu hastalıklar o kadar çok yaygınlaşmıştır ki artık
normalleşmiştir. Oysa ki hem çocuk ve gençlerde ağız ve diş sağlığı
kapasitesini arttırmak hem de gelecekte yetişkin yaş gruplarında tedavi
hizmetlerinin karşılanması ve maliyetlerinin azaltılması açısından bu
hastalıkların erken yaşta başlanacak, geniş bir tabanda koruyucu ve
önleyici uygulamarı yaygınlaştırılmalıdır. Ancak bu yaygınlaştırmada
yaşanan eksiklikler çok fazladır ve bu nedenle varolan durum
kötüleşmekte ve bu hastalıkların etkilediği kişi sayısı artmaktadır. Mevcut
insan gücü ve teknik donanımın dengesiz dağılımı ve yetersiz kalmasının
yanı sıra, özellikle de kurumların sosyal güvenlik sistemlerinin kapsamına
girmeyen toplum kesimi için tedavi maliyetlerinin yüksekliği nedeniyle
gereken tedaviler karşılanamamaktadır. Ayrıca diş hekimliği
hizmetlerinde kullanılan araç, gereç ve sarf malzemenin %95’i ithal
edilmektedir. Tüm sağlık harcamalarındaki ağız-diş sağlığı harcamaları
oranı %5-6’dır. Ülkemizde ağız diş sağlığı hizmetlerindeki finans kaynakları
açısından ciddi veriler bulunmamaktadır.
Diş hekimi sayısı, diş hekimi başına düşen nüfus miktarı, mali kaynaklar,
kamu kuruluşlarında çalışan diş hekimi sayısı, amaçların belirlenmesinde
olduğu kadar, koruyucu yöntemlerin seçimlerinde de önemli rol oynar.
Diş hekimlerinin dağılımı, diş hekimi başına düşen nüfus miktarı göz
önüne alınarak planlanmalıdır. Dünya Sağlık Örgütü’ne göre bir diş
hekiminin verdiği ağız diş sağlığı hizmetinin iki amacı olmalıdır. Bunlar;
insanların yaşama biçimini etkileyerek ağız diş sağlığı düzeyini
iyileştirmek, geliştirmek ve hastalıkları önlemek; var olan hastalıkların
tedavisi için olabildiğince erken teşhis ederek, tedaviyi, ilerlemenin
durdurulması esasına göre vermek.
Kronik hastalıkların dünya çapında giderek artan yıkımı şekerli
yiyeceklerin aşırı kullanımı, tütün kullanımı gibi yaşam biçimlerine ve
sağlıksız ortamlara bağlıdır. En yaygın ağız hastalıkları da bu faktörlere
ve yetersiz hijyen koşulları ve temiz su kaynağı nedeniyle sağlanamayan
ağız bakım davranışları ve flour eksikliği nedeniyle artmaktadır. Ortak risk
faktörlerine sahip hastalıklara tek tek yaklaşımla koruyucu önleyici
müdahele ve sağlık eğitimi çalışmaları kısa süreli sınırlı başarılar elde
etmekte ancak sağlıkta eşitsizliklerin giderilmesine yardımcı
olmamaktadır.
Günümüzde bireylerin eğitim düzeyi, diş bakımını genel olarak sağlıkla
değil estetikle bağdaştırmış olmaları, diş fırçalama alışkanlıklarının
olmaması, ekonomik durumları gibi nedenler koruyucu hekimlik
kavramını zorlaştırmaktadır. En basitinden ağız ve diş sağlığı eğitimi;
kişileri ağız sağlığı için zararlı inançlara ilişkin bilgilendirmeli, bireyi kendi
ağız kontrolünü yapmaya yönlendirmeli, yaşam biçimlerinde özellikle
şekerin kullanımına ilişkin değişiklikler yapmaya yönlendirmeli, ağız
bakım alışkanlıklarını öğretmeli, flourlu macunların ve diğer flour
kaynaklarının önemi ve diğer ağız bakım alışkanlıkları hakkında
farkındalık yaratmalıdır.
Milenka
DİŞ HEKİMLERİ NEMESİS’İ BEKLERKEN;
NEREDEYİZ? TDB’nin, diş hekimliği odalarının ya da grupların son dönemdeki
açıklamalarını takip etmişseniz eğer şu cümlenin veya benzerlerinin
sıkça kullanıldığını fark etmişsinizdir: ‘’Diş hekimlerinin işçileştirilmesine
hayır!’’ Peki, nedir bu ‘’işçileştirilme’’, kim dayatıyor, ne zaman başladı,
nasıl bitecek?
Asıl meseleye girmeden önce; işçileştirilmeden bahsedilirken kullanılan
dilin son zamanlarda iyice hezeyanvari biçimler alması, bir takım özel
günlerde, gerek kurumsal açıklamalarda gerekse de kişisel
platformlarda, Nazım’ın deyişiyle, en şanlı elbiseyi giydirdikleri işçilerle
çok da özel olmayan günlerde o elbiseyle dolaştıkları sokaklarda
yollarının kesişmesi ihtimalinden bile adeta çekiniyormuş gibi bir üslup
tutturulması sadece bana garip gelmiyordur umarım. Diş hekimleri,
kendi hak ve emek mücadelelerinde aslında diğer ezilenlerle aynı
tarafta olduğu gerçeğini yadsımıyorsa, dayanışmayı, hele ki sınıf
dayanışmasını büyütmek istiyorsa kullanılan dile biraz daha fazla dikkat
edilmesi olumlu olacaktır kanımca.
Gelelim işçileştirilmeye... Diş hekimlerinin yakındığı bu işçileşme süreci ilk
bakışta sadece diş hekimlerini etkiliyor gibi gözükse de açıyı biraz
büyütüp genel duruma baktığımızda başka bir çok meslek grubunun da
aynı süreci yaşadığını/yaşıyor olduğunu görürüz. Örneğin hemşireler,
veterinerler, öğretmenler, mühendisler, mimarlar, avukatlar vb. Böyle
bakınca sorunun sadece belirli meslek gruplarıyla alakalı olmadığı, son
zamanların moda terimiyle bir ‘’orta sınıf sendromu’’ gerçekliği karşımıza
çıkıyor.
Neoliberal politikaların azgınlığa varmış bir şekilde sermaye lehine
topluma dayatılmasının sonuçlarını yaşıyoruz. Devlet hastanelerinin birer
birer özel sektöre devri ve adım attığımız her yerde devlet teşvikiyle
biten özel hastaneler gerçeğinden bahsediyoruz burada aslında.
Elbette insanları bu hastanelere '’’para ödemeden, sıra beklemeden
tedavi fırsatı’’ yalanları ile inandıran-yönlendiren, yani bu hastaneleri
ekonomik olarak ayakta tutan iktidardan da bahsetmek gerekiyor.
Yazının başlığındaki soruyu açmanın zamanı; bu savruluşlar yaşanırken
diş hekimlerinin iradesini yansıtan meslek örgütü nerede duruyor, ne
yapmalı? Maalesef pratik anlamda yanlış ya da hatalı durmasını geçtik,
durmuyorlar, duramıyorlar bile. Bu duramama hali de diş hekimlerini
kendi meslek örgütlerinden, mücadeleden soğutmakta ve kendilerini
umutsuz bir sürüklenişe bırakmalarına neden olmakta. Bu akıntı nasıl olur
da tersine döner dersek; meslek odası mesleki ilişkilerin belirlenmesinde
ön ayak olması gereken, mesleği kendi ahlakından öte başka ilişkilere
heba ettirmeyen, meslek sahibinin haklarını koruyan, onu bilgi-beceri ile
donatan birer yapı olmalıdır. Bu genel tanımdan sonra Diş Hekimleri
Odası ne olmalıdır dersek eğer; şüphesiz sağlığı temel hak olarak gören
ve ücretsiz olmasını savunan, hekimlerinin özel sektörün kar hırsı içinde
mahvolmasına karşı duran, örneğin hiçbir zaman belirlenen saatlerde
işten çıkamayan hekimler sorununa dair çalışmalar yapan, sağlığın özel
sektör eliyle değil devlet güvencesi eliyle sunulmasını savunan, para
babalarına kazanç sağlamayı değil öncelikle halkın sağlığının korunması
gerektiğini savunan, hekimlerin hayatta kalmak ile sağlık hizmeti vermek
arasında kalmaması için meslek ilişkilerini güvence üzerinden yeniden
oluşturan, hekime şiddet sorununun düzensiz-özensiz, sağlık hakkını ön
plana koymayan sağlık politikasının sonucu olduğunu bilen ve buna
karşı herkese eşit-ücretsiz sağlık hizmeti politikasını savunan ve daha da
artırabileceğimiz birçok özelliğe sahip olması gerektiğini savunduğumuz
bir yapı olmalıdır.
Sonuç olarak, biliyoruz ki karşı saldırı çok güçlü. Eline geçen her fırsatı
değerlendiriyor. Buna karşı durmak, en azından ilk aşamada bu karşı
saldırıyı savurmak için de yukarıda bahsedilen anlayışın acilinden
pratiğe dökülmesi lazım. Yoksa vaziyetin gittikçe kötüleşeceğini bilmek
için kahin olmaya gerek yok.
Epimetheus
TURUNCU AKŞAM
Gözlerimi tekrar açtığımda, aniden gördüğüm renkler değişti. Böyle
sıcak turuncu bir rengin loşluğunun vurduğu bir karanlık gibiydi görüntü.
Tavan arasındaki ikinci el piyanonun etrafında, yerlerdeki minderlere
çökmüş, yanan bir sürü mumun ışığında beş güzel mavi balon,
birbirimize bakıyorduk.
Aslında o geceye ateşin bir başka tonuyla vardım. Yani, daha bir
kırmızıyla vardım. Kan kırmızısı gibi böyle. Her şeyin başladığı noktada,
beş kırmızı tişörtlü mavi balon, sigaralarımızı, o gün İstiklâl’de, içimizde
yükselen ateşle yaktık. Ben biraz şaşkın bir balon olarak durmaksızın
‘’Başardık çocuklar, başardık!’’ deyip durdum. Çünkü en zor şey
insanlara ulaşmaktı bizim için. İşin güzeli de, o gün gerçekten insanlara
ulaştık biz. Aslında tek derdimiz daha özgür, daha yaşanılabilir bir
dünyanın hayalini fazla kurmuş olmamızdı.
Yakalarımızdaki kırmızı kurdelelerle o gün, Türkiye’de yaşamakta
zorlanan HIV pozitif ve AIDS insanların kanlarını herkesinkine denk
kılmaya çalıştık. İstiklâl’in başından sonuna yürümek daima eski şeyleri
bir anda su yüzüne çıkartır bende, böyle içimde bir burukluk olur.
Bundan iki yıl önce, ben de tanı aldığım akşam Galata’dan meydana,
kulağımda saçma sapan depresiflikte şarkılarla birlikte yürümüştüm.
‘’Hayatım artık nasıl olacak? Devlet baba bana sahip çıkacak mı? E
peki sosyal ayrımcılık ne olacak? İş yerinde öğrenilirse ne olur?
Okuduğun onca hikayeyi hatırla, işinden olan onca insanın hikayesini.
Ailem? Nasıl açıklayabilirim ki?’’
Yaşanılan sosyal ayrımcılığın aslında sebebi çok aşikar; hala ortak
tuvalet kullanımından, öpüşmekten, dokunmaktan bu virüsün
bulaşacağına inanan insanlarla dolu hala sokaklar, bizzat gördük
İstiklâl’de, konuştuk. Benim aklımın almadığı, genel olarak insanların
bulaş yollarını bilmezken, pozitif biriyle tanıştıklarında, onlardan uzak
kalmalarına sebep ilk ön yargıları, ‘’Eşcinseldir o kesin’’ ya da
‘’Sevişmiştir de öyle kapmıştır’’ oluyor; kendilerine bir güvenli uzaklık
mesafesi ayırmak değil. İş böyle olunca da düşünüyorum, diğer ön
yargıları olmasa, daha çok kabul görür müydüm diye. Fakat yine de, o
gün, İstiklâl’de çok güzel insanlara ulaştık biz. HIV’le AIDS’in farkını
bilmeyen, nasıl bulaştığını bilmeyen bir sürü insana bunları anlattık. Sonra
da sarıldım, pek çoğuna, bir pozitif olarak. Bana sarılmaktan korkmayın,
birlikte yaşamak mümkün diyebildim sonunda, kendi ön yargılarım
yüzünden konuşmaktan korkacağım onca insana.
Gecenin sonu, dünyalar tatlısı şarkılarını kimsenin ilk dinleyişte
ezberlemekten kendini alıkoyamadığı Yolda’nın sahnesindeydi.
Mikrofonu elimize alıp, sevişin çocuklar, sevişmekten korkmayın; korunun
sadece, doğru korunun diyebildik. Bir mekân dolusu insanın her birinin
yakasında asılı kırmızı kurdeleye teşekkür edebildik. Çok uzun süre sonra,
ilk kez umutla dolduğumu, ölmeyi istemediğimi söyledim kendime.
Konumuz bu değil, ne diyordum ben? Tavan arasını anlatıyordum. Çok
da şey değil aslında, Esma piyano çalıyordu bize, Mine’nin yaptığı
şarabı yudumlarken Naz’ın gözlerinden yine mutlulukla, sevgiyle yaşlar
döküyordu, Cihan yine hayal kurmuş, gülüyordu. Ben mi? Ben yine
Farukluk yapıyordum. Hepsine tek tek, şaşkınlıkla bakıp, varlıklarına şükür
ve teşekkür ediyordum.
Anlatınca komik olmayan olaylar gibi işte. Zamanı fazla bükmemek
lazım. Yine olur da siz de zamanı bükecek olursanız, korunun çocuklar.
Sonra birlikte yürüyelim yine, bir dünya gününde, 1 Aralık Dünya AIDS
gününde.
Mr. Machine
Recommended