64
Bismillahirrahmanirrahim İSSN: 2146-2763 İmtiyaz Sahibi Ahmet YAZICI Yazı İşleri Müdürü Ersin DEMİR Yayın Kurulu Mutlu BİNİCİ, Osman SÜNGÜ Halid AKILLI, Esra Nur UÇKAN, Hatice TURAN, Ali ERDOĞDU Berra KEPEKÇİ, Hasan Ali YAZICI İrem ÇIKRIKÇIOĞLU Danışma Kurulu Bekir AKMAN, Ayhan KARA Eşref ERGÜN, Abdullah GÜLER İmdat YAVAŞ, Mehmet IŞIKTAŞ Semra KÜÇÜK, Zeynep ÖNDER Tashih ve Redaksiyon Ayşe KARAKOÇ, Özgül ÇİLEKÇİ Hukuk Danışmanı Av. Ömer Faruk GÜNDOĞDU Yayın Türü: Yerel Süreli Yayın Yayının Mahiyeti: İki Aylık Dini Dergi Yönetim Yeri Cumhuriyet Mh. Fatih Cd. Tenha Sk. No:18 D:2 Kartal-İSTANBUL İletişim Bilgileri Tel: (0216) 354 69 17 Gsm: (0532) 589 94 30 [email protected] Baskı ve Cilt Çetin Matbaa Tel: 0212 576 59 85 Abone Olmak İçin Aşağıdaki Hesaplardan Birine Bir Yıllık Abonelik Bedelini Yatırıp İsminizi ve Adres Bilgilerinizi Bize Bildirmeniz Yeterlidir. Posta Çeki Hesabı: Hesap No: 6143843 – Ahmet YAZICI Banka Hesap: Türkiye Finans Katılım Bankası İstanbul Merkez Şube Hesap No: 1100026-1 Görsel Konsept GAYE AJANS Tasarım: Hasan Ali Yazıcı [email protected] Tel: 0216 354 69 17 Yayınlanan malzemeler kaynak gösterile- rek alıntılanabilir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir. Her dem yeniden diriliyoruz… “Şah damarından yakın” olanın sözü dipdiri, “cevamiu’l- kelîm” Nebî’nin sözü hep yeni. Siyer-i Nebi dergisi (Mayıs-Haziran 2011) 10. sayısı ile üç aylara hazırlanıyor. Dillerde Peygamber Efendimizin en veciz duası: “Allah’ım, Receb ve Şâban ayını bize mübarek kıl ve bizi Ramazan ayına ulaştır.” *** “Coşkusu Sünnetten Yana Nesiller” yetiştirmeyi hedefleyen dergimiz, çağın gençlerine önemli bir soru yöneltiyor: O, Na- sıl Başardı? Bu sorunun cevabını ararken bakışları, Kur’an-ı Hakîm ve Sîret’in sunduğu en güzel örneklere çeviriyor. Batıl karşısında eğilip bükülmeyen, mağarayı cennete çevi- ren, uykusu bile ibret/ibadet olan Ashâb-ı Kehf gençlerine… Kendini Hakk’a adayan, ancak “rükûya eğilenlerle beraber rükûya eğilen” Meryemlere… Eyyüb Sultan’ın yolundan gidip Peygamber (sas) müjdesine nail olan Fatihlere… Efendimizden ayrılmamak uğruna köleliğe razı olan Zeyd b. Hariselere... Fatıma’yı emanet alan, Hasan ve Hüseyin’in babası, bileği bükülmez Alilere... Bu sayı, gençlere, yüreği genç olanlara ve onların ön- derlerine adandı... O’nun sözünü yere düşürmeyen erler, ömrünü nerede ve na- sıl tükettiklerinin hesabını yaparlar. O’nun sevdiğini severler ve şöyle niyaz ederler: İlahi! Sevdir bize sevdiklerini. Kur’an’ın en büyük mucizesi”sahabe nesli”ni örnek alanlar, karanlıkları aydınlatacak ve böylece Allah fecrin doğuşuna şa- hit olacak. O’na hasret olanlar asırlar sonra bile Akabe’de buluşup O’na biatlerini tazeleyecek, O’nun kıymetini bilemeyen Taiflilere karşı tek başına Addas gibi iman edecekler. Siyer-i Nebi dergisine emek vermek bizler için büyük bir mutluluk. Çünkü her bir cümle her bir satır bize O’nu hatır- latıyor. Boşa harcanan dünya hayatında O’na sunabildiğimiz en candan vefa. Rabbimiz! Bu emeğimizi her türlü bağımlı- lıktan azade olarak sırf sana Allah ve Rasûlü’ne adadık. Adağımızı kabul buyur. Şüphesiz hakkıyla işiten ve bilen Sensin.

Siyer-i Nebi 10. Sayı

Embed Size (px)

DESCRIPTION

Siyer-i Nebi 10. Sayı

Citation preview

Page 1: Siyer-i Nebi 10. Sayı

BismillahirrahmanirrahimİSSN: 2146-2763

İmtiyaz Sahibi Ahmet YAZICI

Yazı İşleri MüdürüErsin DEMİR

Yayın KuruluMutlu BİNİCİ, Osman SÜNGÜ

Halid AKILLI, Esra Nur UÇKAN, Hatice TURAN, Ali ERDOĞDU

Berra KEPEKÇİ, Hasan Ali YAZICIİrem ÇIKRIKÇIOĞLU

Danışma KuruluBekir AKMAN, Ayhan KARA

Eşref ERGÜN, Abdullah GÜLER İmdat YAVAŞ, Mehmet IŞIKTAŞSemra KÜÇÜK, Zeynep ÖNDER

Tashih ve RedaksiyonAyşe KARAKOÇ, Özgül ÇİLEKÇİ

Hukuk Danışmanı Av. Ömer Faruk GÜNDOĞDU

Yayın Türü: Yerel Süreli Yayın

Yayının Mahiyeti: İki Aylık Dini Dergi

Yönetim YeriCumhuriyet Mh. Fatih Cd. Tenha Sk. No:18 D:2

Kartal-İSTANBUL

İletişim BilgileriTel: (0216) 354 69 17 Gsm: (0532) 589 94 30

[email protected]ı ve Cilt

Çetin Matbaa Tel: 0212 576 59 85

Abone Olmak İçinAşağıdaki Hesaplardan Birine Bir Yıllık Abonelik Bedelini Yatırıp İsminizi ve Adres Bilgilerinizi Bize

Bildirmeniz Yeterlidir.

Posta Çeki Hesabı: Hesap No: 6143843 – Ahmet YAZICI

Banka Hesap: Türkiye Finans Katılım Bankası İstanbul Merkez ŞubeHesap No: 1100026-1

Görsel KonseptGAYE AJANS

Tasarım: Hasan Ali Yazıcı[email protected]

Tel: 0216 354 69 17

Yayınlanan malzemeler kaynak gösterile-rek alıntılanabilir. Yazıların sorumluluğu

yazarlarına aittir.

Her dem yeniden diriliyoruz… “Şah damarından yakın” olanın sözü dipdiri, “cevamiu’l-

kelîm” Nebî’nin sözü hep yeni.Siyer-i Nebi dergisi (Mayıs-Haziran 2011) 10. sayısı ile üç

aylara hazırlanıyor. Dillerde Peygamber Efendimizin en veciz duası: “Allah’ım, Receb ve Şâban ayını bize mübarek kıl ve bizi Ramazan ayına ulaştır.”

***“Coşkusu Sünnetten Yana Nesiller” yetiştirmeyi hedefl eyen

dergimiz, çağın gençlerine önemli bir soru yöneltiyor: O, Na-sıl Başardı? Bu sorunun cevabını ararken bakışları, Kur’an-ı Hakîm ve Sîret’in sunduğu en güzel örneklere çeviriyor.

Batıl karşısında eğilip bükülmeyen, mağarayı cennete çevi-ren, uykusu bile ibret/ibadet olan Ashâb-ı Kehf gençlerine…

Kendini Hakk’a adayan, ancak “rükûya eğilenlerle beraber rükûya eğilen” Meryemlere…

Eyyüb Sultan’ın yolundan gidip Peygamber (sas) müjdesine nail olan Fatihlere…

Efendimizden ayrılmamak uğruna köleliğe razı olan Zeyd b. Hariselere...

Fatıma’yı emanet alan, Hasan ve Hüseyin’in babası, bileği bükülmez Alilere...

Bu sayı, gençlere, yüreği genç olanlara ve onların ön-derlerine adandı...

O’nun sözünü yere düşürmeyen erler, ömrünü nerede ve na-sıl tükettiklerinin hesabını yaparlar. O’nun sevdiğini severler ve şöyle niyaz ederler: İlahi! Sevdir bize sevdiklerini.

Kur’an’ın en büyük mucizesi”sahabe nesli”ni örnek alanlar, karanlıkları aydınlatacak ve böylece Allah fecrin doğuşuna şa-hit olacak.

O’na hasret olanlar asırlar sonra bile Akabe’de buluşup O’na biatlerini tazeleyecek, O’nun kıymetini bilemeyen Taifl ilere karşı tek başına Addas gibi iman edecekler.

Siyer-i Nebi dergisine emek vermek bizler için büyük bir mutluluk. Çünkü her bir cümle her bir satır bize O’nu hatır-latıyor. Boşa harcanan dünya hayatında O’na sunabildiğimiz en candan vefa. Rabbimiz! Bu emeğimizi her türlü bağımlı-lıktan azade olarak sırf sana Allah ve Rasûlü’ne adadık. Adağımızı kabul buyur. Şüphesiz hakkıyla işiten ve bilen Sensin.

Page 2: Siyer-i Nebi 10. Sayı

Prof. Dr. Mehmet Yaşar KANDEMİR - Nasıl Başardı 3

Prof. Dr. İsmail Lütfi ÇAKAN - Coşkusu Sünnet’ten Yana Nesiller 5

Kronoloji 9

Mutlu BİNİCİ - Siyer-İ Nebi Dersleri 10 10

Doç. Dr. Adem APAK - Hz. Peygamber (sas) ve Gençler 14

Abdullah YILDIZ - Yoğunlaşmış İbadet Mevsimi: “Üç Aylar” 18

Adem SARAÇ - Birinci Akabe Biatı 22

Esra Nur UÇKAN - Cüveyriye Vâlidemiz (ra) 26

M. Emin YILDIRIM - Kur’an’ın En Büyük Mûcizesi Sahabe Nesli 28

Mesut YAĞMUR - Sana Hasret 31

Osman SÜNGÜ - Kehf’in Gençleri 32

Hatice TURAN - Hz. Meryem Sessiz… Kucağında Kelime 36

Umut AĞBAYRAM - İnce Kalpli Gençler 40

Erol DEMİRYÜREK - Keşke Demeden Önce 42

Hilal GÜLSEVEN - Rasûl’ün Sözünü Yere Düşürmeyen Erler 46

Fatma KOYUNCU - Acıları Damıtmak 49

Semra Küçük GÜLER - Allah Şahit Olsun 50

Ayşe UÇKAN - Yârenime Nâme - I 53

Prof. Dr. Şefaettin SEVERCAN - Peygamberlerin Tevhid Mücadelesi 54

Sümeyye OLGAÇ - Mürekkep ile Kalem Arasında 57

Sena Haliloğlu - O’nu Gören Gözleri Görmek İsterdim 58

Ali ERDOĞDU - Ünlü Tabakât Yazarı İbn Sa’d 60

Abdullah GÜLER - Addas’ın İmanı 62

Halid AKILLI - İlâhî! Sevdir Bize Sevdiklerini... 63

İÇİNDEKİLER

Page 3: Siyer-i Nebi 10. Sayı

Elindeki gülü getirip Arabistan çölünün ortasına dikti. “Bunun adı İslâm gülü. Güzelliği gözle-

re can, nefis kokusu gönüllere iman getirecek; canlı renkleri ölü kalpleri diriltecek.” dedi. Herkes ona gü-lüp geçti. Bu iklimde sadece ebûcehil karpuzunun çi-çeği açar, başka çiçekler açmaz, açsa bile kimse ona dönüp bakmaz, dediler. İslâm gülü ilk tomurcuğunu verdiği zaman, ebûcehil karpuzu çiçeğinden başka-sını bilmeyenler onun güzelliğini göremediler. Gül diken zâtın gönlü biraz burkulmakla beraber ümi-di kırılmadı. Gülünü sulamaya devam etti. Gülün nefis kokusu iyice hissedilmeye başlayınca, zevk-i selîm sahibi olmayanlar bu gönül okşayan kokuyu beğenmediler. Kokusu bizi rahatsız ediyor, diye gül ağacını taşladılar. Onu kendi topraklarından söküp atmak istediler. Gül diken zât, gülün en güzel çiçek olduğundan ve onu bir gün bu zevksiz ve duygusuz insanlara kabul ettireceğinden emindi. Paniğe ka-pılmadı. Güle atılan taşlara vücudunu siper etti. Gün geldi, gözler ve gönüller birer birer açılmaya başladı. Herkes gül kokusuna koştu; gül diken zâtın ellerine kapandı. Senin ve gülünün kıymetini bilemedik, ba-ğışla, dediler. Gül diken zât azmi, kararlı tutumu, sabrı ve tahammülü sayesinde dâvayı kazanmıştı.

EN KÖTÜSÜ YILGINLIK

Bu hüzünlü gül hikâyesi, Resûl-i Ekrem Efendi-mizin çileli mücadele hayatının hikâyesidir. Pey-gamberler Sultanı Efendimizi başarıya götüren ilk ve en önemli sebep, Allah’ın Elçisi olduğunda asla şüphe etmemesi, gittiği yolun doğruluğuna yüzde yüz inanmasıydı. Cenâb-ı Hakk’ın kendisini destek-lediğini gördükçe, dâvasının hak olduğuna yeniden iman ederdi. Böylece hem imanını yeniler hem de azmini güçlendirirdi.

Hicretin dokuzuncu yılında yapılan o çetin ve sı-kıntılı Tebük Gazvesi unutulacak gibi değildir. Müs-

NASIL BAŞARDI?

Page 4: Siyer-i Nebi 10. Sayı

lümanlar bu seferde hem su hem yiyecek hem de binit sıkıntısı çektikleri için bu sefere “usre” (zorluk, güçlük) seferi adı verilmiştir. Yazın en sıcak günle-rine denk gelmesine rağmen hiç kimse bu seferin böylesine zahmetli ve zor olacağına ihtimal ver-memişti. Askerin yiyeceği büsbütün tükenince, su taşıdıkları develeri kesip yemeyi düşündüler. O za-man Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Ashâb-ı Kirâm’a, arta kalan yiyecekleri getirmelerini emret-ti. Zira o devirde herkes harbe kendi imkânlarıyla gider; yiyeceğini, giyeceğini ve silahını kendisi te-min ederdi. Herkes boşalan erzak torbalarını karış-tırmaya başladı. Kimi bir avuç mısır, kimi bir avuç hurma, kimi bir ekmek parçası getirdi. Yere serilen deri yaygının üzerinde azıcık bir yiyecek birikti. O zaman Peygamber-i Zîşân Efendimiz yiyeceklerin bereketlenmesi için Cenâb-ı Hakk’a dua etti. Sonra da herkesin o yiyeceklerle kaplarını doldurmasını emretti. Asker emredileni yaptı ve doyuncaya ka-dar yedi. Yine de o deri yaygının üzerinde bir hayli yiyecek arttı. İşte o zaman Kâinâtın Efendisi, sıkıntı-ya düştükleri bir zamanda Mevlâ’sının lutfettiği bu maddî destek karşısında duyduğu minnet ve şük-rânı “eşhedü en lâ ilâhe illallah ve ennî Resûlul-lah (Allah’tan başka ilâh bulunmadığına ve kendi-min Resûlullah olduğuna kesinlikle inanırım)” diye dile getirdi (Müslim, Îmân 45).

Efendimiz aleyhisselâm, dâvasının hak oldu-ğuna imanı, tuttuğu yolun doğruluğuna güve-ni sebebiyle çelik gibi bir azme sahipti. Önündeki engebeler, virajlar onu yıldırmadı. Yoluna kurulan tuzaklar azmini sarsmadı. Kendisini tereddüt ve endişenin adam yiyen kollarına bırakmadı. Bir gün olsun “acaba?” demedi. Zira azmini gevşetmesi-ne, gayretini azaltmasına, sabırsızlık göstermesine Cenâb-ı Mevlâ fırsat vermedi. Karşısına çıkan dağ gibi engellere bakıp yılgınlık göstermemesi için ona “azim sahibi peygamberleri” örnek gösterdi: “Resûlüm! Peygamberlerden üstün irade sahi-bi olanlar gibi sabret!” buyurdu (Ahkâf 46/35). Getirdikleri hak dini kabul etmeyen kendi öz mil-letleri tarafından türlü işkencelere tâbi tutulmak peygamberlerin kaderiydi. Onların içinde malıyla, canıyla, çocuklarıyla imtihan edilenler vardı. Sa-dece kendileri değil, derin iman sahibi ümmetleri

de benzeri sıkıntılara uğramışlardı. Ama onlar bu sıkıntılara katlanmışlardı. Zira zafere erişmek iste-yenlerin sıkıntılara katlanması ilâhî bir kanundu.

Zâlim efendilerinden dayanılmaz işkenceler gö-ren Habbâb ibni Eret gibi sahâbîler bir gün Efen-dimiz aleyhisselâm’a dert yandılar:

- “Bizi kurtarması için Allah’tan yardım isteme-yecek misin? Bizim için dua etmeyecek misin?” dediler. Allah’ın Resûlü onlara biraz dayanmayı tavsiye buyurdu:

- Sizden önce nice yiğit müslümanlar ne bü-yük çileler çekmişlerdir. Onları kazdıkları çukurlara gömmüşler, vücutlarını testereyle ikiye biçmiş-ler, bedenlerini demir taraklarla taramışlar, etle-rini parça parça etmişlerdi. Bütün bu zulümlere rağmen onlar dinlerinden dönmemişlerdir, dedi (Buhârî, İkrâh 1). Kendisi de çok çekti. Ama sabretti. Ümidini yitirmedi. Önünde sonunda bu dinin öne-mini, bu dâvânın büyüklüğünü kavrayacaklar, diye düşündü. Yılgınlığa yüz vermedi. Hak düşmanla-rıyla yıllarca tek başına mücadele etti. Her zorluğa göğüs gerdi. Sonunda bu sarsılmaz azmi, gay-reti, sabrı ve tahammülü sayesinde beklediği ve umduğu zaferi kucakladı.

Page 5: Siyer-i Nebi 10. Sayı

YENİLENME

Kureyş Kabilesi’nin Resûlullah Efendimize yaptı-ğı en kötü en ağır en merhametsiz hareketin han-gisi olduğu hususunda Ashâb-ı Kirâm farklı olaylar anlatırlar. Kimine göre bu olayların en çirkini, ilâh-larına Hz. Peygamber’in hakaret ettiğini, dinlerini kötülediğini ve yaşayış tarzlarını küçümsediğini ileri sürerek Mekkeli zorbaların onun gömleğine yapışıp kendisini boğmaya çalışmalarıdır. Kimine göre Peygamber-i Zîşân, Kâbe civarında namaz kı-larken secdeye vardığı zaman sırtına yeni kesilmiş bir devenin kanlı ve pis döl yatağını atmalarıdır. Kimine göre Peygamber Efendimize yapılan en büyük hakaret, Tâiflilerin o çirkin davranışıdır. Bu zâlimlerin “Allah senden başka peygamber gön-derecek adam bulamadı mı?” diye alay ederek, mübarek vücudunu taşa tutarak kendisini toprak-larından zorla çıkardıkları o dehşetli gün gerçekten de unutulacak gibi değildir. Adamların gözleri ne kadar körelmiş, şuurları ne kadar uyuşmuş olmalı ki, ayaklarına kadar gelen, ellerine sevgiyle uzanan o rahmeti, o bereketi görüp farkedemediler.

Yirmi üç yıl boyunca Allah’ın sevgilisini üzdüler, bunalttılar, kırdılar, incittiler.

Ya Ashâb-ı Kirâm Efendilerimizin bu merha-metsizlerden çektikleri!? Sadece fakir ve yoksul sahâbîleri değil varlıklı, hatırlı, nüfuzlu, hem de kendileri gibi Kureyşli müslümanları kırıp incit-meleri! İslâm’ın açıkça yayılmasına karar verildiği gün Kâbe’nin civarında kavmine hitâp ederek on-ları İslâm’a dâvet eden Hz. Ebû Bekir’i öldüresiye dövmeleri! Sekiz yaşında müslüman olan Zübeyr ibni Avvâm’ı dininden döndürmek isteyen am-casının onu hasıra sarıp dumana boğması! Bilâl-i Habeşî’nin, Ammâr ibni Yâsir’in, Habbâb ibni Eret’in ve diğer pek çok kölenin zâlim efendileri

tarafından ateşle dağlanması, kızgın güneşin kar-şısında ağır taşlar altında inim inim inletilmesi, dövülmesi, sövülmesi! Arabistan’ı kendilerine dar getirdikleri Ashâb-ı Kirâm’ın yurtlarını, yuvalarını terkedip deniz aşırı bir ülkeye, Habeşistan’a hic-ret etmek zorunda kalması! Daha nice sahâbenin dinlerinden en küçük fedakârlık yapmadan daya-nılması zor baskılara tahammül etmesi!..

Sözün özü şudur: Tarihin her devrinde şu güzel dünya başta peygamberler olmak üzere samimi dindarlara birer çilehâne olmuştur. Allah demek yasaklanmış, O’na ibadet etmek engellenmiş, di-nin gereklerini yapmaya imkân ve fırsat verilme-miştir. Ama peygamberler ve onların izince giden-ler, tuttukları yolun hak olduğunu iyi bildikleri için o yolda büyük bir azim ve gayretle yürümüşler, Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine yardım edeceğine sarsılmaz bir şekilde iman etmişler ve za’fa düş-medikleri için sonunda umduklarına kavuşmuşlar-dır. Muâz ibni Cebel Hazretlerinin zaman zaman yanındaki zâta “Gel, bir süre oturup imanımızı ve dinî duygularımızı güçlendirelim.” demesi gibi müslümanların da zaman zaman oturup iman ve azimlerini yenileyip güçlendirmeleri gerekebi-lir. Bu duraksama bir gevşeme, bir oyalanma, bo-şuna zaman harcama değildir; aksine tazelenme, bilenme, atacağı adımı iyi hesap etmedir. Şartlar ne olursa olsun Müslüman, “zafer bizimdir” diye düşünmelidir. Hiçbir zaman “eyvâh” diye dövün-memeli, “vah, tuh” diye esef etmemeli, biricik ön-derimiz, yegâne örneğimiz Efendimiz gibi sabırla, azimle, gayretle ve hepsinden önemlisi sarsıl-mayan bir iman ile yürümeye devam etmelidir. Gün gelecek, bahçemizdeki gül yediveren olacak, gözü ve gönlü kapalı olanlar o gülü koklamaya koşacaklardır.

Muâz ibni Cebel Hazretlerinin zaman zaman yanındaki zâta “Gel, bir süre oturup imanımızı ve dinî duygularımızı güçlendire-lim.” demesi gibi müslümanların da zaman zaman oturup iman ve azimlerini yenileyip güçlendirmeleri gerekebilir. Bu duraksama bir gevşeme, bir oyalanma, boşuna zaman harcama değildir; aksi-ne tazelenme, bilenme, atacağı adımı iyi hesap etmedir.

Page 6: Siyer-i Nebi 10. Sayı

Hadis edebiyatı tarihi içinde “Sahih” adlı en son eserin musannifi ka-

bul edilen İbn Hibban el-Büstî’nin(354/965) “Sahih”ini mütalaa ederken dikkatimi çeken ve Türkçeleştirmekte gerçekten fevkalâde zorlandığım hadisimiz, -görüldüğü gibi- her konuda Müslüman’ın takınması gerekli temel tavrı tespit etmekte ve sonucunu da açık şe-kilde bildirmektedir. Bu sebeple hadîs-i şerîf, “Müslüman bir gelecek” konusunun en ince, başka bir deyişle en temel noktasını belirle-mektedir : Sürekli sünnetten yana olma dikkat ve coşkusu ya da her işin sünnetteki uygula-masına râzı olma olgunluğu... Sünnet üzere yaşama zevki... Her işinde sünneti ölçü alma titizliği ve sevinci... Sünnetle yetinme bilinci...

Rivâyetler

Hadisimize ait rivâyetlerin büyük çoğunluğu, ibadete düşkünlüğü ile meşhur olan sahabî Ab-

dullah b. Amr radıyallahu anh’den gelmektedir. Rivâyetlerin genelde mâna akışı -bazı kelime fark-lılıklarına rağmen- hemen hemen aynıdır. Zaten hadisin vürûd sebebi de Abdullah b. Amr’ın, ev-lendiği günden itibaren hanımını ihmal edecek dereceye varan ibadet düşkünlüğüdür. Babasının, durumu Hz. Peygamber’e haber vermesi üzerine Efendimiz, Abdullah’ı Kur’an okumak, namaz kıl-mak ve oruç tutmak gibi ibadetler konusunda iti-dale davet etmiş, mevcut güç ve iştihasının uzun vâdede devam etmeyebileceği, ona göre şimdi-den orta bir yolla bu ibadetleri yapmasının daha uygun olacağı uyarısında bulunmuş ve sonunda da hadisimizdeki ölçüyü hatırlatmıştır:

“Her ibadet edenin bir hızlı dönemi, her ibade-tin zevk ve şevkle çokça icra edildiği bir safhası vardır. Yine her amelin ve âbidin bir de gevşeme, bıkkınlık ve güçsüzlük dönemi vardır. Kimin ar-zusu, zevki ve şevki sünnetteki ölçülere bağlılık

Abdullah b. Amr radıyallahu anh’den; “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

Her amelin bir coşkusu, her coşkunun da bir gevşemesi vardır. Kimin (asıl) coşkusu sünnetimden yana olursa, o mutlaka kurtulmuştur. Kimin de istek, arzu

ve rağbeti sünnet dışına yönelik olursa, o helâk olmuştur.” 1

ولكل ة شر عمل لكل �إن : وسلم عليه �لله صلى �لنبي قال قال عمرو بن �لله عبد عن

فقد هلك �إلى غير ذلك فترته فلح ومن كانت �أ فقد �إلى سنتي ته فترة فمن كانت شر ة شر

Page 7: Siyer-i Nebi 10. Sayı

şeklinde gerçekleşirse, -başka bir rivâyete göre-, kimin gönlü sünnetteki uygulamaya ısınır, ona alı-şır, onunla yetinirse, o kurtulmuştur. Kim de bunun dışında bir uygulamaya iltifat ederse, -eninde so-nunda- perişan oldu demektir.”

Hadisin Hz. Ebû Hüreyre’den gelen rivâyetinin son kısmında da biraz farklı olarak şu değerlen-dirme yer almaktadır: “Kim bu şiddetli arzu ve bıkkınlık dönemlerini sünnet ölçüsüne yaklaştırır ve o çizgide tutabilirse, onun kurtuluşa ereceğini umunuz! Yok, eğer aşırılığı (ifrat ve tefriti) sebe-biyle parmakla gösterilecek bir duruma gelmişse, onu bir şey zannedip önemsemeyiniz.”

Hazreti Peygamber’in bu son uyarısını şöyle an-lamak mümkün gözükmektedir: “Orta yolu göze-ten, sırât-ı müstakimde olan, hırslılık ifratından ve gevşeklik tefritinden uzak kalmaya çalışan kişinin kurtulacağını umunuz. Onun insanlar arasındaki şöhretine ve insanların onun hakkındaki kanaatle-rine kıymet vermeyiniz.”2

Ahmed b. Hanbel’in Müsned’indeki3 bir rivâyette ise, kendisine, ashabdan bazılarının ibadet konu-sunda son derece gayretli oldukları haber verilin-ce Hz. Peygamber’in şöyle buyurduğu nakledil-mektedir:

“Bu, İslâm alışkanlığı ve coşkunluğudur. Ancak her alışkanlığın bir ileri safhası, her ileri safhanın, coş-kunluğun bir gevşeme ve bıkkınlığı bulunmakta-

dır. Binaenaleyh kimin gönlü KİTAB ve SÜNNET’le yetinmeye yatkın ise, ne a’la ne güzel... Kimin gön-lü de Allah’a isyan olan şeylere meylederse, işte onun işi bitiktir, o helak olmuştur.”

Bütün bu rivâyetlerinde hadisimiz, başlangıç ve sonuç olarak işlerin en ölçülü uygulamasının Sünnet’te yer aldığını, Müslümanların da bütün şevk, zevk ve coşkularını Sünnet’teki örnek uy-gulamaları kendi hayatlarına imkânları ölçüsünde tatbik etmekte göstermeleri, Sünnet’e uygun ya-şamaktan başka bir şeyin heyecanını taşımamaları gerektiği vurgulamaktadır.

Mutlu Hayat Ölçüsü

Hadisimizin birinci dereceden muhatabı olan Hz. Abdullah b. Amr’ın hayatının sonuna doğru, eskiden yapageldiği ibadetleri aynı miktarda ya-pacak gücü bulamadığı ve “Keşki, Rasûlullah’ın tavsiye ettiği ruhsatları kabullenseymişim.” diye pişmanlık duyduğunu hatırlayacak olursak, çok rahat bir şekilde, “Mutlu hayat ölçüsü sünnettir.” sonucuna varırız.

Hayatının tüm safhalarında insanı mutlu, huzur-lu, sıhhatli, aktif, faydalı kılabilmek için günümüzde çok değişik bilim dalları ve mesleklerin oluştuğu-nu ve bunların her birinin hayatı çekilir kılabilmek için birçok reçete ve teknik ürettiklerini biliyoruz. Ne var ki, bunun tamamının, en sade, en doğru, en mutedil, en makul ve en uygulanabilir örnek-

Page 8: Siyer-i Nebi 10. Sayı

lerini biz Rasûl-i Ekrem Efendimizin sünnetinde bulmaktayız. Hastalık-sağlık, uzun yaşama, kazan-ma, harcama, dinç ve dinamik kalma, mutlu bir in-san olma, âhirete uzanan temiz bir hayat yaşama, hepsi ama hepsi sünnette örneklendirilmiştir. Gıda rejiminden, ibadet hayatına; günlük yaşantıyı tan-zimden milletlerarası ilişkilerde takınılacak tavırla-ra kadar her şey prensip ve pratik olarak sünnette ifadesini bulmuştur.

Hayatı Sünnet’le YaşamakBu sebeple hayatı sünnetle yaşamak, Müslü-

manlar için hem bir ideal, hem bir görev hem de en büyük mutluluktur. Hz. Peygamber’in yaşadığı saadet asrı ile zamanımız, o günün şartları ile gü-nümüz şartları arasında büyük ölçüde farklılıklar ve başkalıklar olması, insan olarak hayatımız için Sünnet’ten ölçüler çıkarmamıza ve onları, işaret ettikleri tabiilik, sadelik ve pratiklik içinde uygu-lamamıza asla engel değildir. Aynı devirde yaşıyor olmamıza rağmen Batı hayat tarzı ve uygulamaları ile bizim anlayış ve şartlarımız arasında da büyük farklılıklar bulunmaktadır. Ne var ki o tür hayat tarzını benimseyenler yıllardır, büyük bir gayret-le -çoğu kere gülünç hallere düşme pahasına da olsa- hayatlarını o çizgide sürdürmeye çalışıyor-lar... Müslümanlar da biraz gayret ve dikkatle gün-lük hayatlarına sünnet çizgisini hâkim kılabilirler. Bunun için gerekli olan tek şey, tercihi ortaya koy-mak, nasıl yaşaması gerektiğine içtenlikle bir ka-rar vermektir. Coşkuyu, heyecanı, titizliği, dikkati, gözü-gönlü Sünnet’ten yana çevirmektir. Ne ham sofuluk adına ne de heva ve hevesler uğruna Sünnet’ten yan çizmemek, en büyük heyecanı sünneti yaşamakta duymaktır.

Bize göre hadisimizin asıl mesajı, mutlu ve Müslüman bir gelecek için coşkusu sünnetten yana olan nesiller yetiştirmeyi hedefl eyen poli-

tikaların geliştirilmesidir. Sünneti aşmak, taşmak ya da bir tarafa bırakmak şeklinde eğilim gös-terecek nesillerin -sayısı ve niteliği ne olursa ol-sun- “Müslüman ve mutlu bir gelecek” açısından hiç bir şey ifade etmediği açıktır.

Müslüman nüfusun kalitesini Sünnet’i yaşama oranı tayin eder. Duygular, düşünceler, tercihler, uygulamalar, kurum ve kuruluşlar olarak, bütün bir cemiyet olarak... Evet, tercihi, coşkusu, alış-kanlığı, zevki ve neşesi Sünnet’ten yana olanlar kurtulmuşlar, aksini yeğleyenler de -iddia ve po-litikaları ne olursa olsun- çaresizlik içinde kal-mışlardır.

Dünyanın en karanlık günlerinde, mutlu ve aydınlık bir geleceği inşa etmiş olan Sünnet-i Seniyye, Müslüman geleceğimiz için de yegâne ölçü ve biricik güvencedir. Zira yüce Rabbimiz gönderdiği “hidâyet rehberi” son kitabı, açıklama ve uygulama görev ve yetkisini Hz. Peygamber’e vermiş, O’nun Sîret ve Sünneti’ni, inananlara “en güzel hayat modeli” olarak tanıtmıştır.

O halde tekrar edelim ki, “Müslüman bir ge-lecek için sünnetten kaynaklanan politikalar, coşkusu Sünnet’ten yana nesiller yetiştirecek nüfus politikaları gerek...” Herhalde “Rabbimiz, bize göz aydınlığı olacak eşler ve çocuklar ihsan et...”4 âyet-i kerimesinin delâlet ettiği gerçek de budur.

*Bu yazı hocamızın izniyle “Hadislerle Gerçekler” kitabından alınmıştır.1-İbn Hibban, Sahih, l, 172. Farklı lafızlar, rivayetler için bk. Ah med b. Hahbel, Müsned, II, 158, 165, 188, 210; Tirmizî, Kıyame 21; İbn Ebî Asım, es-Sünne, l, 28.2-Bkz. İbnu’l-Esir, Camiu’l-usul (A. Arnand), l, 314, dn. 13-Age. II, 1654-el-Furkan (25), 74

“Her ibadet edenin bir hızlı dönemi, her ibadetin zevk ve şevkle çokça icra edildiği bir safhası vardır. Yine her amelin ve âbidin bir de gevşeme, bıkkınlık ve güçsüzlük dönemi vardır. Kimin arzusu, zevki ve şevki sünnetteki ölçülere bağlılık şeklinde gerçekleşirse, -başka bir rivâyete göre-, kimin gönlü sünnetteki uygulamaya ısınır, ona alışır, onunla yetinirse, o kurtulmuştur. Kim de bunun dışında bir uygulama-ya iltifat ederse, -eninde sonunda- perişan oldu demektir.”

Page 9: Siyer-i Nebi 10. Sayı

Efendimiz aleyhisselam’ın Ramazan ayında ilk vahyi almasıDâru’l-Erkam’da İslamî davetin başlaması

II. Akabe Biatı

613 Açık davet emrinin verilmesi (Hicr sûresi 94. ayet-Şuarâ sûresi 214-215. ayetler)

İsra ve Mirac mucizeleri (Receb 27), namazın farz kılınması I.Akabe BiatıMusab b. Umeyr’in öğretmen olarak Medine’ye gönderilmesi

I. Habeşistan hicreti

Ebû Tâlib’in vefatıHz. Hatice’nin vefatıPeygamberimizin Sevde bint Zem’a ile evlenmesiZeyd b. Harise ile Taif’e gitmesiAkabe’de Medineli altı kişi ile görüşmesi ve bu kimselerin Müslüman olması

II. Habeşistan hicretiHz. Hamza’nın Müslüman olmasıHz. Ömer’in Müslüman olmasıMüslümanların Dâru’l-Erkam’dan çıkmalarıKureyş müşriklerinin Müslümanlara veHaşimoğullarına boykot uygulamaları

Boykotun sona ermesi

610

622

613

621

615

620

616

619

9

Page 10: Siyer-i Nebi 10. Sayı

Rasûl’ün SevgilisiHicretin sekizinci yılı… İslam mücahitleri Mute

Ovasında Bizans İmparatorluğunun devasa orduları karşısında yiğitçe direnmiş; fakat şehit düşen, komutanları Zeyd b. Harise’yi orada bırakarak Medine’ye dönmüşlerdi. Şehidin ailesini ziyaret eden Efendimiz, Zeyd’in gözü yaşlı kızını görünce dayanamadı ve ağlamaya başladı. Rasûl-i Ekrem’in, içini çekerek akıttığı gözyaşları sahabileri hayrete düşürdü. Ashâb-ı Kiram: “Bu ne hâl ya Rasûlallah! Neden ağlıyorsunuz?” diye sorduğunda Efendimiz şöyle buyurdu: “Bu, sevgilinin sevgilisine duyduğu özlemdir.”1

Zeyd b. Harise… Rasûl’ün, ‘sevgilim’ diye inleyerek ardından gözyaşı döktüğü, ömrünün sonuna dek hatırasını yâd ettiği, ‘kardeşim’ diyerek medhettiği kahraman sahabi… Sevgili Efendimizin en güzel günlerinde sevincini paylaştığı; en acı günlerinde derdine ortak edindiği yüce arkadaşı… Peygamberin evinde büyüyen, Peygamber tarafından terbiye edilen, adeta Muhammed aleyhisselam ve Hz. Hatice’nin, oğulları gibi üzerine titredikleri temiz bir delikanlı… Allah ve Rasûlüne bağlılığın zirvesi, İslam gençliğinin sembol ismi…

Zeyd’in bir günü yıllara, belki de çağlara bedeldir ki o gün ‘Taif Günü’dür. Taifl ilerin Efendimizi taşladığı, linç etmek istediği, Zeyd’in ise Rasûlün önüne, arkasına, sağına ve soluna atılarak onu taşlardan korumaya çalıştığı gün… Hani, Nebiler Sultanının “Hayatımın en acı günü.”2 dediği kara gün... İşte o gün, Rasûlün yanındaki tek dostu Zeyd b. Harise’ydi ve Zeyd’in muhteşem bir hikâyesi vardı:

Siyer-i Nebi Dersleri 10

Page 11: Siyer-i Nebi 10. Sayı

Esaretten SultanlığaZeyd henüz sekiz yaşındayken annesi Sûda bint

Sâlebe ile birlikte dayılarını ziyaret etmek amacıyla Ma’noğullarının yurduna gitti. Onlar buradayken düşman bir kabile, Ma’noğullarının yurduna baskın yaptı. Eşkiyalar pek çok kimseyi öldürmüş, çok canlar yakmıştı. Zeyd de anasından koparılmış ve esir edilmişti. Küçük çocuk, köle tüccarlarının elinde pazar pazar dolaştırıldı ve nihayet Ukaz panayırına getirilerek satışa çıkarıldı. Zeyd b. Harise’yi Kureyş’in önde gelenlerinden Hakim b. Hizam dört yüz dirheme satın alarak Mekke’ye götürdü.

Hakim b. Hizam yeni kölesini, halası Hatice binti Huveylid’e hediye etti. Hatice dünya kadınlarının en yücesi, en kıymetlisiydi. Kocası ise âlemlere rahmet olan kutlu nebiydi. Henüz vahiy gelmemiş, yeryüzü İslam’ın nuru ile şereflenmemişti. Ama Zeyd’in acı dolu günleri sona ermiş, yaşadığı bunca ıstıraptan sonra sevgi ve merhamet sahibi güzel insanların yuvasına adeta misafir olmuştu.

Efendimiz aleyhisselam Zeyd’i görür görmez çok sevmiş ve “Bu köle benim olsaydı, onu azad eder, hürriyetine kavuştururdum.” demişti. Hatice bu sözler üzerine Zeyd’i Muhammed aleyhisselama hediye etti. Sevgili Peygamberimiz onu hemen azad etti.3 Artık Zeyd köle değil, Muhammed ailesinin saygın bir ferdi olmuştu.

Efendimiz, cahiliye bataklığının ortasında, Zeyd’i tertemiz bir genç olarak yetiştiriyor, onun terbiyesi ile bizzat ilgileniyordu. Yusuf aleyhisselam Mısır’a basit bir köle olarak getirilip sonunda nasıl sultanlığa ermişse, Zeyd de âlemlerin sultanı olan Aziz Peygamberin sevgili dostu olmuştu. Öyleyse insanlar, içinden çıkılması imkânsız gibi görünen zorluklardan Allah cellenin lütfu ile kurtulabilir ve böylece karanlık geceler, nurlu bir sabah ile nihayete ererdi. Kâdir-i Mutlak olan Allah için hiçbir şey güç ve imkânsız değildi.

Gözü Yaşlı Bir BabaZeyd, Rahman olan Allah’ın rahmetiyle nice

çilelerden kurtulmuştu; ama ailesi onu kaybettiği günden beri acı çekiyor, onun için ağıtlar yakıyor, onu bulmak için her yolu deniyordu. Zeyd’in babası, gelen geçen herkesten oğlunu soruyor, kervancılardan haber almaya çalışıyor; fakat ümit verici tek bir şey bile duyamıyordu. Yer yarılmış, Zeyd yok olup gitmişti. Babası acısını şiirlere dökmüş, oğlunu nasıl kaybettiğini, yaşadığına dair hiçbir fikrinin olmadığını yine de ölünceye kadar Zeyd’i aramaktan vazgeçmeyeceğini gözyaşları içinde anlatıyordu.4

Bir hac mevsimi Mekke’ye gelen Kelb kabilesi mensupları Zeyd’le karşılaştıklarında ona, ailesinin acısını, babasının hüznünü ve onu bulmak için nasıl çabaladığını anlattılar. Zeyd, akrabaları aracığıyla babasına haber göndererek çok uzaklarda olduğunu, nice sıkıntılar çektiğini fakat buna rağmen şimdi durumunun çok iyi olup Beytullah’ın yanında ve pek şerefli bir ailenin içinde yaşadığını bildirdi.5

Hiç Kimseyi Sana Tercih EtmemZeyd’in babası Harise, aldığı haber üzerine

hemen hazırlanarak kardeşi ile Mekke’ye geldi. Yıllardır özlemini çektiği çocuğunun kokusunu hissediyor, onu evine geri götürmenin sabırsızlığını yaşıyordu. Nihayet Efendimiz aleyhisselamın huzuruna geldi ve meramını anlatmaya başladı:

“Ey Kureyş kavminin efendisi! Siz Allah’ın komşularısınız. Muhtaçlara yardım eder, açları doyurur, esirlere yardım edersiniz. Sana, yanında bulunan oğlumuz için geldik. Onun kurtuluş bedeli hakkında bize insaflı davran, biz onu sana ödeyelim, sen de oğlumuzu serbest bırak.

Nebiyy-i Muhterem hazretleri, bu kişilerin Zeyd’in babası ve amcası olduğunu öğrenince hiç

O’nunla bir saat geçirmek isteyenler, O’nu -rüyalarında bile olsa-

görmeyi arzulayanlar; Zeyd’in, tercihini Ondan yana kullanmasını

elbette ki anlayacaklardır. Bırakın Zeyd gibi Efendimizle bir ömür

birlikte olmayı O’nun ümmeti olmak dahi bizler için en büyük

mutluluk değil midir?

Page 12: Siyer-i Nebi 10. Sayı

ummadıkları bir teklifte bulundu: “İsterseniz tercihi Zeyd’e bırakalım. Şayet sizinle gelmek isterse hiçbir ücret talep edecek değilim. Fakat benimle kalmayı dilerse beni tercih edeni hiç kimseye bırakmam.”

Bu teklif Zeyd’in babasını ve amcasını çok sevindirdi: “Sen bize çok insaflı davrandın. Büyük bir lütûf ve cömertlikte bulundun.” dediler.

Nihayet Zeyd geldiğinde Efendimiz ona sordu: “Bu adamları tanıyor musun?”

Zeyd: “Evet, bunlar babam ve amcamdır.” dedi. Allah Rasûlü: “Sen, benim kim olduğumu öğrendin. Sana olan sevgimi ve şefkatimi biliyorsun. Seni serbest bırakıyorum. Ya beni tercih et ve yanımda kal ya da babanla birlikte git.” buyurunca Zeyd: “Ben hiç kimseyi sana tercih etmem. Sen benim için anne ve baba makamındasın.” dedi.6

Zeyd Benim OğlumdurZeyd’in babası ve amcası kulaklarına inanamadı.

Sahi insan anne-babasının sevgisini değil de bir başkasını tercih eder miydi? Özgürlük bırakılıp da köleliğe razı olunur muydu? Baba Harise hayret ve öfke içinde: “Yazıklar olsun sana. Sen köleliği hürriyete, anne-babana ve ailene tercih mi ediyorsun!” dediğinde Zeyd şu cevabı verdi: “Ben bu zatta öyle şeyler gördüm ki hiç kimseyi ona tercih edemem. Ondan hiçbir zaman ayrılmayacağım.”

Bu sözler Efendimizi çok duygulandırdı. Zeyd’in elinden tutarak Kâbe’ye götürdü ve orada bulunan halka şöyle seslendi: “Ey insanlar! Şahit olunuz ki, Zeyd benim oğlumdur. Ben ona varisim o da benim varisçim olacaktır.”7

Bu hadise Muhammed aleyhisselamın İslam öncesi hayatını ve eşsiz şahsiyetini en güzel şekilde anlatmaktadır. Zeyd yıllar önce kaybettiği, hasretiyle gözyaşları döktüğü ailesine kavuşma imkânını yakalamışken anne-babasını ve sıcak yuvasını değil Muhammed aleyhisselamı tercih etti ve bütün kölelerin hayalini kurduğu özgürlüğü, elinin tersiyle reddetti. Zira Zeyd hem anne baba sevgisini dahi gölgede bırakan bir sevgiyi hem de kimselerde göremeyeceği eşsiz güzellikleri Muhammed aleyhisselamda buldu. Efendimizin yanında hiçbir zaman köle veya hizmetçi muamelesi görmedi ki hürriyeti arzulasın. O, Allah Rasûlünden tüm ahlakî güzellikleri, sevgi ve merhameti, kula kulluğu bir

yana bırakıp Allah’a kul olmanın gerçek özgürlük olduğunu, Allah’a kul olanın Allah dışındaki her şeye efendi olacağını öğrenmişti.

Efendimiz aleyhisselamın hayatının ve şahsiyetinin layıkıyla anlatılması veya yazılması mümkün değildir. Onun yanında bir ömür geçirenler dahi O’nu tavsif etmekten aciz kalmışlardır. Zeyd, Muhammed aleyhisselamın yanında kim bilir nasıl bir saadet yaşamıştır ki O’nun olmadığı bir hayatı düşünmek dahi istememiştir. O’nunla bir saat geçirmek isteyenler, O’nu - rüyalarında bile olsa - görmeyi arzulayanlar; Zeyd’in, tercihini Ondan yana kullanmasını elbette ki anlayacaklardır. Bırakın Zeyd gibi Efendimizle bir ömür birlikte olmayı O’nun ümmeti olmak dahi bizler için en büyük mutluluk değil midir?

Yine bu hadise Zeyd b. Harise’nin sadakatini, basiret ve firaset sahibi bir genç olduğunu göstermektedir. Rasûl-i Kibriya Hazretlerinin yüce vasıflarını keşfeden, tanıdığı gördüğü diğer insanlardan bambaşka bir hali olduğunu anlayan Zeyd, onun yanında kalmak için sevdiklerinden vazgeçmiştir. Şayet Zeyd, Efendimizin yanında kalmayı değil de babasıyla gitmeyi tercih etseydi, ölümüyle yok olup gidecek, dünya değirmeni onu da öğütecekti. Ama Zeyd, Efendimiz’i tercih etti, Efendimiz âlemlere rahmet olarak gönderildiğinde ona ilk olarak Zeyd iman etti ve ömrünü O’nun yoluna feda etti. Zeyd, Rasulullahın sevgilisi, mücahitlerin kumandanı, İslam’ın kahramanı oldu.

Hayat, bazen bizleri bir tercih yapmaya, dönüşü olmayan önemli kararlar almaya mecbur eder. Allah tercihlerimizi, kararlarımızı hakkımızda hayırlı eylesin.

Page 13: Siyer-i Nebi 10. Sayı

Anne SevgisiEfendimizin evlenmesinden kısa bir süre sonra

sütannesi Halime Mekke’ye, oğlunu ziyarete geldi. Sonsuz vefa ve sevgi sahibi Peygamberimiz onu görünce çok sevindi. Sütannesini en güzel şekilde misafir etti. Halime yurdundaki kuraklığı ve çektiği sıkıntıları anlatınca Efendimiz ve Hz. Hatice kendisine kırk koyun ve binmesi için de bir deve hediye ettiler8 Rasûl aleyhiselam insanların en cömerdi ve en vefalısıydı. Ümmetine de cimrilikten kaçınmayı, yapılan kötülükleri affedip iyilikleri hatırda tutmayı öğütlerdi. Sütannesini ihmal etmeyen Efendimiz müminlere annelerinin haklarına riayet etmelerini, en çok annelerine ilgi göstermeleri gerektiğini söylerdi.

Allah’ın AslanıAllah Rasûlü otuz yaşına ulaştığında amcası

Ebu Talib’in bir oğlu oldu. Annesi oğluna Haydar ismini verdi. Haydar, aslan anlamına geliyordu ki çocuk büyüdüğünde isminin hakkını vermiş ve Allahın Aslanı olmuştu. Peygamber Efendimiz ise çocuğa Ali ismini verdi.9 Ali, Ebu Talib’in oğluydu ama Allah celle’nin merhameti ve ikramı olarak Efendimiz aleyhisselam’ın evinde, O’nun terbiyesinde büyüdü.

Ebu Talib’in ailesi kalabalık, maddi durumu çok kötüydü. Efendimiz otuz beş yaşındayken Mekke’de şiddetli bir kıtlık meydana geldi. Bu kıtlık Ebu Talib’i çok daha fazla etkilemişti. Amcasının yaşadığı sıkıntıyı gören Peygamberimiz ona yardım etmek amacıyla diğer amcası Abbas’ın yanına gitti. Abbas Haşimoğullarının en zenginiydi. Muhammed aleyhisselam ve Abbas Ebu Talib’in durumu düzelinceye kadar birer çocuğunu almaya karar verdiler. Ebu Talib’in de kabulüyle Cafer’in bakımını Abbas, Ali’nin bakımını ise Efendimiz üstlendi.10

Abdülmuttalib vefat ettiğinde biricik torununu oğlu Ebu Talib’e emanet etmişti. Ebu Talib, Efendimizin en yoksul amcasıydı. Ama yüreği sevgi ve merhametle doluydu. O ve hanımı Fatıma binti Esed, yetim Muhammed’i kendi çocuklarından bile daha çok sevdi. Şimdi ise Efendimiz evlenmiş, Rabbinin rahmetiyle zengin olmuştu. Artık sıra ona gelmişti. Amcasının kendisine yaptığı iyiliklere karşılık O da amcasına yardım etmek istiyordu. Hem akrabalık bağlarına riayet ediyor hem de amcasının ailesine vefa gösteriyordu. Kötülüğe dahi iyilikle cevap veren Rasûl-i Zîşan Hazretleri, iyiliğe karşılık neler yapmazdı? O, akrabalara yardım etmeyi, akrabalık bağlarını gözetmeyi öğütlerdi.

Hz. Ali, Allah celle’nin lütfu ile beş yaşından itibaren Muhammed aleyhisselam’ın evinde büyüdü. O, her şeyi Efendimizden öğrendi. Vahyin atmosferi içinde yaşadı. Efendimizin en yakını, yardımcısı, hicret gecesi fedaisi, savaş meydanlarında kahramanı ve sevgili kızı Fatıma’nın eşi oldu.

Allah Rasûlünün rehberliğinde yetişen gençlere, Hz. Zeyd’e ve Hz. Ali’ye selam olsun. Rasûlün sevgisiyle yetişen ve O’nun sünnetini rehber edinen kimselerden olmayı hepimize nasip eylesin. Âmin.

1- İbn Sa’d,Tabakatü’l Kübra,III,472- Buhari, Bed’ül-Halk 6,Tevhid 93- İbn Hişam,Sire,I,2664- İbn Sa’d,III,415- Süheyli,Ravdu’l-Unuf,III,176- İbn Sa’d,III,427- Süheyli,III,18. Bu hadiseden sonra Zeyd’e, Zeyd b. Muham med denilmeye başlandı. Bu durum Ahzab Suresinin 5. Ayet nin nüzulüne kadar devam etti. Bu tarihten sonra Zeyd’e yeni den Zeyd b. Harise denildi.8- Halebî,İnsanu’l-Uyûn,I,1689- Halebî,I,43210-İbn Hişam,I,264

13

Page 14: Siyer-i Nebi 10. Sayı

Son semavî din olan İslâm, bütün insanlık için evrensel mesajların yanı sıra aynı zamanda

bir eğitim sistemi, toplumlar ve insanlar arası iliş-kilerin temeli olan değerler ve davranışlar düzeni getirmiştir. Gerek eğitim sistemi, gerekse davra-nış düzeni konusunda insanlık için en güzel örnek de şüphesiz bu dinin tebliğcisi Hz. Peygamber’dir (sav). Bundan dolayı Rasûl-i Ekrem’in (sas) bir eği-timci olarak gençlere yaklaşımını, onlarla olan iliş-kilerini doğru bir şekilde tespit etmek, onun tavır ve davranışlarının gerisinde yatan temel prensip-

leri kavramak ve çocuklarını bu doğrultuda yetiş-tirmek Müslüman cemiyetin en öncelikli görevi olmalıdır.

Hz. Peygamber (sas) tebliğ görevini üstlenme-sinden itibaren kadın-erkek, genç-ihtiyar, zengin-fakir, hür-köle ayrımı yapmadan toplumun tüm katmanlarını İslâm’a davet etti. Bunun sonucu olarak Mekke’nin hemen her kesiminden insan-lar Müslüman oldular. Ancak İslâm’a ilk girenlerin en bariz ortak özelliği, genelde otuzlu yaşlardaki gençlerden meydana gelmiş olmasıdır. Gerçek-

HZ. PEYGAMBER (sas) ve GENÇLER

Page 15: Siyer-i Nebi 10. Sayı

ten de Hz. Peygamber (sas) İslâm’ı tebliğ ederken toplumun yeniliğe açık, idealist ve enerjik kesimini oluşturan gençlerden büyük ölçüde destek almış-tır. O, tebliğe başladığı ilk andan itibaren kadın-erkek, genç-ihtiyar, zengin-fakir, hür-köle ayırımı yapmaksızın tüm insanları İslâm’a davet etmiştir. Nitekim ilk Müslümanlar incelendiğinde içlerin-de toplumun her kesiminden fertlerin yer aldığı görülmektedir. Ancak, bunlar arasında gençlerin çoğunlukta olduğu da aşikârdır. İslâm hareketinin de başlangıçta, toplumun bu kesimden destek al-dığını, en fazla katılımın özellikle gençlerden gel-diğini tespit edebiliyoruz. Yaygın kanaatin aksine köleler, fakirler, kimsesiz ve zayıf kimselerin İslâm hareketine duyduğu sempati ve ilgiden daha fazlasını, refah içerisinde yaşayan Mekke’nin nü-fuzlu ailelerine mensup gençlerin gösterdiği gö-rülür. Nitekim Mekke’nin nüfuzlu ve refah içinde yaşayan ailelerine mensup gençler, İslâm’a; yaş-lılar, köleler, fakirler, kimsesiz ve zayıf kimselerin duydukları sempati ve ilgiden daha yoğun alâ-ka göstermişlerdir. İslâm’ı yayma konusunda Hz. Peygamber’e (sas) asıl destek ve yardımcı olanlar da gençlerdir. İlk Müslümanlardan birkaç kişi, elli yaş civarında, birkaç kişi otuz beş yaşın üzerinde, geri kalan çoğunluk ise otuz yaşın altında bulu-nuyordu. Meselâ genç yaşta İslâm’ı kabul eden-lerden Hz. Ali 10, Abdullah b. Ömer 13, Zeyd b. Hârise 15, Abdullah b. Mes’ûd ve Zübeyr b. el-Avvâm 16, Talha b. Ubeydullah, Abdurrahman b. Avf, Erkam b. Ebu’l-Erkam ve Sa’d b. Ebû Vakkâs 17, Mus’ab b. Umeyr 18-20, Câfer b. Ebû Tâlib 22, Osman b. Huveyris, Osman b. Affân, Ebû Ubeyde ve Hz. Ömer 25-31 yaşlarında idiler. Genç erkek-

ler gibi, genç kız ve hanımlar da İslâm’ı ilk seçen-ler arasında yerlerini almışlardır. Hz. Ömer’in (ra) kız kardeşi Fâtıma bint. el-Hattâb (rah), Hz. Ebû Bekir’in kızları Esmâ (rah) ve Âişe (rah) bunların başında gelir. Bu gençlerin çoğu, refah ve itibar sahibi olan ailelerini terk ederek, büyük çile ve fedakârlıklara katlanarak Hz. Peygamber’in (sas) safında yer almayı tercih etmişlerdir. Burada ve-rilecek iki örnek bu hususu açıklar mahiyettedir: Mus’âb b. Umeyr (ra) zengin bir aile çocuğu idi. Mekke’de en güzel, lüks ve gösterişli giyinen, ko-kular sürünen bir gençti. Mekke’de Kureyş genç-leri arasında onun kadar müreffeh bir hayat süren bir başka genç yoktu. İslâmı hiç itirazsız kabul etti. Müslüman olduğunu öğrenen ailesi onu yakalayıp hapsetti. Annesi son derece itibarlı bir kadındı ve oğlunun Hz. Muhammed’in (sas) yanında olması-na asla rıza göstermiyordu. Mus’âb (ra) bir yolunu bularak evden kaçtı ve Habeşistan’a hicret ederek annesinin elinden kurtuldu. Uhud Savaşında şehit olduğu zaman, naaşının üzerine örtülecek kısa bir gömleğinden başka bir şeyi bulunamadı. Onunla başı örtülünce ayakları açılmış, ayakları örtülünce de başı açık kalmıştır (Buhârî, Cenâiz 25, 26)

Kureyşli bir başka genç olan Ebû Huzeyfe (ra), Kureyş liderlerinden ve Bedir savaşında kâfi r ola-rak ölen Utbe b. Rebia’ın oğlu idi. Ebû Huzeyfe (ra) zengin ve asil, bolluk içinde yaşayan birisiydi. Babasından sonra Kureyş liderliği kendisini bekli-yordu. O, bütün bu servet, itibar ve rahatlığı terk ederek İslâm’la birlikte çileyi ve fakirliği seçti.

Yukarıda zikredilenlerin dışında genç yaşta İslâm’ı kabul eden pek çok şahıs mevcuttur. Onlar arasından İslâm’ın Mekke ve Medine dönemle-

İslâm hareketine duyduğu sempati ve ilgiden daha fazlasını, refah içerisinde yaşa-yan Mekke’nin nüfuzlu ailelerine mensup gençlerin gösterdiği görülür. İslâm’ı yay-ma konusunda Hz. Peygamber’e (sas) asıl destek ve yardımcı Hz. Peygamber (sas) İslâm’ı tebliğ ederken toplumun yeniliğe açık, idealist ve enerjik kesimini oluşturan gençlerden büyük ölçüde destek almıştır. Yaygın kanaatin aksine köleler, fakirler, kimsesiz ve zayıf kimselerin olanlar da gençlerdir.

Page 16: Siyer-i Nebi 10. Sayı

rinde ve Hz. Peygamber’in (sas) vefatından sonraki zamanlarda çok önemli görevler üstlenen şahıslar yetişmiştir. İçlerinden devlet başkanları, valiler, hâ-kimler, öğretmenler ve ülkeler fetheden komutanlar çıkmıştır. Özetle İslâm hareketini asıl yönlendiren ve onu Arap toplumunun yeni kim¬liği haline gelme-sinde canla başla destekleyerek Hz. Peygamber’e (sas) yardımcı olan, işte bu idealist gençlerdi. Siyer kaynakları incelendiğinde Hz. Peygamber’in (sav), İslâm toplumunun şekillenmesinde ve İslâmî de-ğerlerin yaşanmasında ve yayılmasında gençlere büyük görevler verdiği açıkça görülür. Onların ce-saret ve enerjilerinden gereği gibi yararlanmak için her şeyden önce gençlerin kendine güvenli, sağ-lam bir kişilik geliştirmelerine imkân sağlanmasını istemiştir. Zira o, sorumluluk gerektiren en yüksek görevlere hazırlanmalarını gençliğin tabiî hakkı ve amme menfaatlerinin bir gereği olarak görüyor-du. Bun¬dan dolayı gençlere özel ilgi gösteriyor ve onları görevler üstlenmeleri hususunda sürekli teşvik ediyordu. Gerçekten de bu süreçte görev ve sorumluluğun bilincinde olan kumandanlar, âlimler ve hâkimler yetişmişse bu ancak Rasûlüllah’ın (sas) teşviki sayesinde olmuştur.

Askerlik, eğitim-öğretim ve yargı alanlarında bunun açık örneklerini görmek mümkündür. İlk Müslüman gençlerin faaliyetlerine bir örnek teş-kil etmek üzere Hz. Peygamber’e (sas) evini tahsis eden ve 17 yaşında İslâm’ı kabul etmiş olan Erkam b. Ebu’l-Erkam’ın (ra) İslâm’ın ilk yıllarında üstlen-miş olduğu role özellikle temas etmek gerekir. Teb-liğin ilk yıllarında Hz. Peygamber’in (sas) Erkam’ın (ra) evindeki faaliyetlerinin önemli bir adım teşkil ettiği görülmektedir. Bu ev davet faaliyeti için son derece elverişli idi. Üstelik Kâbe haremi dâhilinde Safâ tepesinin eteğinde bulunuyordu. Hac ve umre maksadıyla dışarıdan gelenlerle dikkat çekmeden burada temas kurma imkânı vardı. Ayrıca Mekkeli Müslümanlar da bu eve kolayca gelip gidebiliyor-lardı. Hz. Peygamber (sas) burada bir yandan as-hâbına dinî bilgiler öğretiyor; diğer yandan İslâm’a davet görevini yerine getiriyordu. Buradaki faaliyet-ler sonucunda pek çok kişinin İslâm’a girdiği bilin-mektedir. Hz. Ömer (ra) Dâru’l-Erkam’da Müslüman

olanların sonuncusu kabul edilir. Buranın bir merkez olarak kullanılması ilk Müslümanların İslâm’ı kabul tarihlerine bir esas teşkil etmiştir. Nitekim tarihçi-ler ilk sahâbîlerin Müslüman oluşları, “Rasûlüllah’ın Dâru’l-Erkam’a girmesinden önce-sonra”, “Dâru’l-Erkam’da iken” şeklinde tarihlendirilmiştir. (İbn

Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, (thk. Mustafa es-Sakkâ-İbra-

him el-Ebyârî-Abdülhâfız Şelebî), I-IV, Beyrut ts., I, 270)

İslâm’ın ilk yıllarında büyük hizmeti geçen genç-lerin başında Hz. Ali (ra) gelir. O, Müslümanlar ara-sında ün kazandığı kahramanlıklarını gençliğinde, 20 ilâ 30 yaşları arasında gerçekleştirmiştir.

Gençlerin Mekke döneminde İslâm’ın Arap Yarımadası’nın dışında tanınmasında da önemli katkıları olmuştur. 25 yaşlarında iken Habeşistan’a hicret eden Hz. Ali’nin (ra) ağabeyi Câfer b. Ebû Tâlib’in (ra), İslâm’ı savunmak üzere Habeşistan hü-

kümdarının, Hıristiyan din adamlarının ve saray er-kanının huzurunda yaptığı konuşma, edebî yönden ve muhtevâ açısından tarih kitaplarımızı süslemek-tedir. (İbn Hişâm, es-Sîre, I, 359-360)

Mekkeli gençlerden Dârü’l-Erkam’da iken Müslü-man olan Mus’ab b. Umeyr (ra), I. Akabe Biatı’ndan sonra Hz. Peygamber (sas) tarafından Medine’ye öğretmen olarak gönderildi. O sırada 25 yaşlarında bir genç olan Mus’ab’ın (ra) faaliyetleri sonucun-da pek çok Medineli Müslüman oldu. Hepsinden önemlisi o, Üseyd b. Hudayr (ra) ve Sa’d b. Muâz (ra) gibi iki nüfuzlu kabile reisinin İslâm’a girişini

Page 17: Siyer-i Nebi 10. Sayı

sağladı. (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr 46)

Mekke’de olduğu gibi Medine döneminde de gençlerin etkinlikleri dikkat çekmektedir. Bunlar arasında Zeyd b. Sâbit (ra), Hz. Peygamber (sas) tarafından komşu hükümdar, emîr ve Arap kabi-lelerine gönderilen mektupların pek çoğunu yaz-mıştır. Aynı zamanda Vahiy kâtipleri arasında yer alan Zeyd (ra), Hz. Peygamber (sas) vefat ettiğin-de 21 yaş civarındaydı. İlk halîfe Hz. Ebû Bekir (ra) döneminde Kur’ân-ı Kerîm’i toplamakla Zeyd’i (ra) görevlendirilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’i cem eden bu sahâbînin, böylesine ciddi ve önemli bir faaliyeti gerçekleştirdiği sıralarda 22 yaş dolaylarında olma-sı, İslâm’ın ilk döneminde gençlerin ne derece bü-yük rol oynadığını ortaya koyması bakımından ilgi çekicidir. (Buhârî, Menâkıb 16; Tirmizî, Menâkıb 33)

Allah Rasûlü (sas) gençlerin ilgi alanında yetiş-mesine büyük ilgi ve dikkat göstermiştir. Zekâ ve kabiliyetine güvendiği gençlerin ilimde uzman-laşmaları için bütün engelleri kaldırmış, bu husus-ta başkalarına göstermediği müsamahayı onlara sunmuştur. Kur’ân âyetleriyle karıştırılabileceği endişesiyle hadislerin yazılmasını yasakladığı bir dönemde, ilk Müslüman gençlerden Abdullah b. Amr b. el-Âs’a (ra) hu konuda özel izin vermiştir. Nitekim Abdullah b. Amr, Allah Rasûlü’nden (sas) aldığı izinle es-Sahîfetü’s-Sâdıka adını verdiği bir hadis risâlesi kaleme almıştır. (İbn Sa’d, et-Tabakât,I-

VIII, Beyrut ts. II, 373)

Hz. Peygamber (sas) vahiy kâtiplerini genellikle gençler arasından seçmiş; gençlerin fetvâ verme-sine müsaade etmiş, ayrıca onlardan öğretmenler tayin etmiştir. Üstelik onları çoğu yaşlı sahâbîler-den oluşan ordulara komutan tayin etmiştir. Yine pek çok gazvede sancağı bizzat gençlere vermiştir. Örnek vermek gerekirse Tebük Seferi’nde sancağı Zeyd b. Sâbit’e (ra), Bedir’de Hz. Ali’ye (ra), vermiş-tir. 18 yaşında olan Üsâme b. Zeyd’i (ra) Suriye’ye gönderdiği orduya komutan tayin etmiştir. Rasûlül-lah (sas) Benî Kudâa üzerine göndermek üzere ha-zırladığı birliğin sancağını da Üsâme b. Zeyd’e (ra) vermiştir. Bu birlik, aralarında Hz. Ebû Bekir (ra), Hz. Ömer (ra) ve Ebû Ubeyde (ra) gibi Muhâcirlerin de yer aldığı binlerce askerden oluşuyordu. Sahâbîler-

den bazı¬ları Üsâme’nin (ra) kumandan tayin edil-mesini hoş karşılamayınca Hz. Peygamber (sas) on-ları uyararak Üsâme’yi (ra) övmüş ve desteklemiştir. Rivayete göre Üsâme’nin (ra) yaşı henüz 18 veya 20 idi (Buhârî, Meğazi 87; Müslim, Fedâil 63)

Hz. Peygamber (sas) pek çok hadisinde faziletli gençleri methetmiştir. O, kıyamet gününde arşın gölgesi altında mutlu olacaklar arasında, gönlü Allah’a bağlı, severek Allah’a ibadet eden gençleri de zikretmiştir: “Yedi sınıf insan vardır ki, Yüce Allah kendi gölgesinden başka hiçbir gölge bulunmayan kıyamet gününde bunları kendi arşının gölgesinde muhafaza edecektir. Bunlar; adaletli devlet başkanı, Allah’a ibaret ederek temiz bir hayat içinde serpilip büyüyen genç, gönlü mescitlere sevgiyle bağlan-mış olan namazlı kimse, Allah için seven ve bu sev-gi ile birleşip bu sevgi ile ayrılan kişi, sosyal mevki sahibi ve güzelliği olan bir kadın tarafından çağrılıp da kadınlığını kendisine sunduğunda ‘ben Allah’tan korkarım’ cevabıyla onu terk eden erkek kişi, sağ elinin verdiği sadakayı sol eli bilmeyecek derecede gizli sadaka veren kişi, tenha yerlerde Allah’ı anıp gözleri yaş döken takvalı kişi” (Buhârî, Zekât 16; Müslim,

Zekât 91)

Sonuç olarak ifade etmek gerekirse, gençlerin eğitiminde yetişkinlere büyük görev düştüğü açık-tır. Bundan dolayı yetişkinlerin kuracağı sıcak ve mutlu bir aile yuvasında Hz. Peygamber’in (sas) aile fertlerine karşı tutumu gençlere hem teorik açıdan öğretilmeli ve hem de genç bizzat kendisi, bunun uygulamasına aile içinde tanık olmalıdır.

Bu konuda geniş bilgi için bk. Sarıçam, İbrahim, Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı,s. 304-308; Yeken, Fethi, İslâm Gençliği, (çev. Abdülkadir Kınar), İstanbul 1993, s. 49-68; Tokpınar, Cemil, Peygamberin Diliyle Gençlik, İs-tanbul 1996, s. 11-123; Mahmud, Abdülhâlim, Müslüman Gençliğin Eğitimi, (çev. Bedrettin Çetiner), Konya 1997, s. 122-147, 159-176; Gündüz, Turgay, İslâm, Gençlik ve Din Eğitimi, İstanbul 2003, s. 138-186; Hökelekli, Haya-ti, “Gençlik ve Din”, Gençlik Din ve Değerler Psikolojisi (ed. Hayati Hökelekli), İstanbul 2006, s. 9-33; Kula, Naci, “Gençlerimize Peygamberimizi Nasıl Anlatalım”, Hz. Mu-hammed ve Gençlik, Ankara, 1995, s. 67-73; Perşembe, Er-kan, “Genç-Aile İlişkilerinde Uyumun Sağlanmasında Di-nin Fonksiyonel Rolü Üzerine”, Gençlik Dönemi ve Eğitimi, (hz. İsmail Kurt-Seyit Ali Tüz), İstanbul 2000, s. 259-276.

Page 18: Siyer-i Nebi 10. Sayı

Vakit Bilinci ve İbadetlerin Yoğunlaştığı Zamanlar

Şu kısacık ömrümüzü neler uğruna tükettiği-mizin, zamanımızı nasıl hoyratça harcadığımızın, imkân ve enerjimizi neler için seferber ettiğimizin, gündemimizi kimlerin ve nelerin işgal etmesine izin verdiğimizin hesabının tek tek görüleceği bir Gün mutlaka gelecek. Kendisinden hesaba çekile-ceğimiz nimetlerin başında da zaman nimeti gelir kuşkusuz. Şu kadrü kıymetini bilemediğimiz, nasıl geçtiğini fark edemediğimiz, tükettiğimiz, “öldür-düğümüz” zaman...

İşte pervasızca harcadığımız vakitlerin değerini bizlere hatırlatan mübarek bir mevsim yine geldi:

“Üç Aylar”!

Recep, Şaban ve içinde “bin aydan hayırlı olan Kadir Gecesi”nin bulunduğu Ramazan ayı…

1-Receb Ayı: Haram/Hürmetli Ay

Hz. Peygamber (sas) diğer aylardan daha çok Recep ayına, Recep’ten daha çok Şaban ayına, ondan daha çok da Ramazan ayına önem verir, daha bir özen gösterir, ibadet ve âhiret havasına girerdi.

“Allah’ım, Receb ve Şaban ayını bize mü-barek kıl ve bizi Ramazan ayına eriştir”1 diye dua ederdi.

Receb ayı, Kur’ân’ın hürmete layık gördüğü (haram) dört aydan biridir. Haram aylar, Re-ceb, Zilkade, Zilhicce ve Muharrem’dir. Üçü peş peşe gelirken, Receb ayı tek başına hürmetli ay olarak kalır. Receb ayında oruç tutmanın, dua, tevbe ve istiğfarı çoğaltmanın, hayır-hasenatta bulunmanın faziletine dair hadis kitaplarında çeşitli rivayetler yer alır.

YOĞUNLAŞMIŞ İBADET MEVSİMİ:

“ÜÇ AYLAR”

Page 19: Siyer-i Nebi 10. Sayı

Regaip Gecesi

Receb ayının ilk cuma gecesine Regaip gecesi denir. Elbette her Cuma gecesi kıymetlidir, ancak iki kıymetli gece bir araya gelince, daha bir kıymet kazanır.

Reğâib; ihsanlar, ikramlar demektir. Allah Teâlâ bu gecede, müminlere, rağîbetler (ihsanlar, ikram-lar) yapar. Dolayısıyla bu geceye özel bir hürmet gösterip, bu ihsanlardan yararlanmak gerekir.

Mîrac Gecesi

“Kulunu bir gece Mescid-i Haram’dan çevre-sini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya bir kısım ayetlerimizi gösterelim diye götüren o Allah’ın şanı yücedir. Şüphesiz O, işitendir, gö-rendir.” (İsra 17/1)

Risaletin 11. yılı Recep ayının 27. gecesi, İsrâ ve Mîrâc mûcizesi gerçekleşmiştir. İsrâ, gece yolculu-ğu/yürüyüşü; Mîrâc ise, yükseğe çıkmak ve yük-selme âleti demektir. İsra mucizesi ayetlerle sâbit iken2, Mirac (yükselme) olayı Kur’an’da anılmaz, ama çok sayıdaki hadiste ayrıntılı biçimde anlatılır:

Rasûlullah (sas) bir gece Kâbe’nin ‘Hatîm’ de-nilen kısmında iken Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’ya getirilip burada namaz kıldı, oradan semâya yük-seltilip bazı peygamberlerle görüştü, sonra da Sidretü’l-Müntehâ’ya yükseltildi. Yanında bulunan Cebrâil (a.s) buradan öteye geçemedi; “benim için burası sınırdır, parmak ucu kadar daha ilerlersem, yanarım...” dedi. Mîrâc’da Cenab-ı Hakk, kulu ve rasûlü Muhammed’e (sas) nice âlemler gösterdi. Kuluna vahyedeceğini vasıtasız vahyetti.

Rivayetlerdeki bazı ayrıntılar da şöyledir: Göğün en yüksek tabakasına Refref ile ulaştı ve Allah’ın huzuruna çıktı. Başka önemli emirlerin yanı sıra beş vakit namaz da işte burada emredildi. Birçok hadise göre bu yolculuk sırasında ona (sas) cennet ve cehennem de gösterildi. Daha sonra Hz. Pey-gamber (sas) Mescid-i Haram’a geldi. Ertesi gün bu olayı anlattığında Mekkeli müşrikler onunla alay ettiler ve müminlerden bazıları da bunda şüp-heye düştüler. Hz. Ebu Bekir (r.a), bu durum karşı-sında, “o söylüyorsa doğrudur” diyerek sadakatini ispatladı ve “Sıddîk” unvanını aldı.

Mi’rac hakkındaki farklı görüşleri zikreden Mev-dûdî, kanaatini şöyle özetler: Bazıları bunun rü-yada meydana geldiği, bazıları olay sırasında Hz. Peygamber’in (sas) tamamen uyanık olduğu ve bedeni ile birlikte yolculuk ettiği, bazıları ise bu-nun sadece mistik bir görüntü olduğu görüşünde-dirler. Fakat bu ayetin başlangıç sözleri (“Kulunu... götüren o Allah yücedir”), bunun Allah’ın sınırsız gücü ile meydana gelmiş olan doğa-üstü bir olay olduğunu gösterir. Eğer olay sadece mistik bir gö-rüntüden ibaret olsaydı ayet, bu olayı meydana getiren varlığın her tür zayıflık ve eksiklikten uzak olduğunu gösteren “subhâne” ifadesi ile başla-mazdı. Yine “Kulunu bir gece... götüren” sözleri, bunun sadece bir görüntü veya rüya olmadığını, bilakis Allah’ın Peygamberi’ne (sas) ayetlerini gös-terdiği fiziki ve bedeni bir yolculuk olduğunu gös-terir. O halde, miracın sadece ruhsal bir deneyim olmayıp, Allah’ın Peygamber’i (sas) için hazırladığı fiziki bir yolculuk ve bir gözlem olduğu kabul et-melidir.3

Beş vakit namazla özdeşleşen bu geceyi; huşû dolu namazlarla geçirmek ve namazı bir ömür boyu ikâme etme yani dosdoğru kılma konusun-da bir vesile olarak değerlendirmek ve “Namaz müminin mîracıdır”4 hadis-i nebevisi uyarınca her namazı bir “mîrac” yani Rab Teâlâ ile sohbet kılmak gerekir.

2-Şaban Ayı: Rasûlullah’ın Ay’ı

Şaban ayının “kendisine ait” olduğunu belir-ten Hz. Peygamber (sas), bu ayda ibadete özel bir önem vermiş, Recep ayından daha fazla oruç tut-maya, sadaka vermeye gayret etmiştir. Şöyle bu-yurmuştur:

“Recep ayı Allah’ın ayı, Şaban benim ayım, Ramazan da ümmetimin ayıdır.”5

Bu hadis-i şerif hakkında yapılan yorumlar-dan biri şöyledir: Receb ayında yüce Rabbimi-zin güzel isim ve sıfatlarını öğrenip düşünerek Tevhid’in hakikatini kavramak, Şaban ayında Allah Rasûlü’nü (sas) sîreti ve sünneti ile birlik-te tanıyarak ona bol bol salat u selam etmek, Ramazan ayında ise Kur’ân-ı Kerim’i daha çok

Page 20: Siyer-i Nebi 10. Sayı

okuyup tefekkür ederek, anlayarak yaşamak işaret buyrulmuştur.

Peygamberimizin (sas) özellikle bu ayda oruç ibadetini artırdığını biliyoruz. Hz. Aişe annemiz, Rasûlüllah’ın (sas) bu aydaki orucu hakkında şöyle der:

“Şaban ayındaki kadar çok oruçlu olduğu bir ay görmedim.”6

Berât GecesiŞaban’ın on beşinci gecesi “Leyletü Nısf-i

Şa’bân” (Şaban’ın Yarısı Gecesi); bilinen adı ile Berât Gecesi’dir. “Berât” kelimesinin aslı Arapça “berâet” olup “kurtulmak, iyileşmek” demektir. Borçtan, suç-tan, cezadan, hastalıktan kurtulmak, iyileşmek, uzak-laşmak, temizlenmek anlamlarına gelir. Ayrıca, “yazı, belge” anlamı da kazanmıştır. Dinî anlamıyla berâet, günahlardan, kötülüklerden arınmak, temize çıkmak, ilâhî af ve rahmete nail olmak, erişmektir. Bu geceye, bereketli ve feyizli olması sebebiyle Mübarek gece (leyle-i mübarek); günahların affı ve kulların temize çıkarılması sebebiyle Berat gecesi (leyle-i berat/fer-man) ve Sakk/belge gecesi, kulların ihsana kavuş-maları nedeniyle de Rahmet gecesi (leyle-i rahmet) denmiştir. Tevbe(Berâe)/1.ayette geçtiği üzere ‘Şir-ke/müşriklere ültimatom, son ihtar, kesin uyarı’ anlamına da gelir.

Bazı müfessirler, “Apaçık kitaba yemin olsun ki, biz Kur’ân’ı mübarek bir gecede indirdik.” (Duhân 44/2-5) âyetindeki “mübarek gece”nin Berat Gecesi; çoğu müfessir ise Kadir Gecesi olduğu görüşünde-dir. İlk müfessirlerden İkrime ve bir grup âlim, Kur’ân Levh-i Mahfuz’dan topluca dünya semasına bu gece indirildi; Kadir Gecesi de Cebrail vasıtasıyla Peygam-berimize parça parça indirilmeye başladı, der.7 Kısa-ca; Berat ve Kadir gecesi Kur’ân’ın bize lütfedildiği iki kutlu gecedir.

Peygamberimiz (sas): “Şaban ayının yarısı gelin-ce; gecesini namazla, gündüzünü oruçla geçirin.”8 buyurarak, hem Şaban ayında hem de Berat gecesin-de yapılması gereken ibadetleri işaret etmiştir.

Ayrıca şöyle buyurmuştur: “Yüce Allah, Şaban’ın on beşinci gecesinde, Kelb kabilesinin koyunları-nın tüyleri sayısından daha çok insanı cehennem-den kurtarır. Ancak, kendisine şirk koşanların, Müslümanlara karşı kin ve düşmanlık besleyen-lerin, akrabalarıyla bağını koparanların, kibir-lilerin, ana-babasına isyankâr olanların ve içki içmeye devam edenlerin yüzüne bakmaz.”9

“Kim Şâban’ın 15.gecesini ibadetle ihyâ ederse, kalplerin öldüğü günde o kişinin kalbi ölmez.”10

Elbette, bir geceyi ibadetle geçirip sonra eski ha-yata geri dönmenin hiçbir anlamı yoktur. Ancak bu gece tevbe, istiğfar ve af dilemek için bulunmaz bir fırsattır: Bu geceler ve günler her türlü günah, hata ve isyandan vazgeçip yepyeni bir başlangıç yapmak isteyenler için bir dönüm noktası olabilir. Sadece ha-rama batanlar değil herkes için fırsat! Günahı, hatası, ihmâli olmayan var mı?

Bu yüzden Rasûlüllah (sas) bu kutlu zamanlarda şu duaları tavsiye buyurur:

“Allahım, sen çok affedicisin, affetmeyi sever-sin; beni de affet.”11

Hz. Aişe (r.anhâ): Rasûlüllah’ın, bu gece kıldığı na-mazın secdesinde şöyle dua ettiğini nakleder:

“Allahım! Gazabından rızana sığınıyorum. Cezandan affına sığınıyorum. Allahım! Senden, yine sana iltica ediyorum. Sana yaptığım senâyı (övgüyü), senin kendine yaptığın senâ ölçüsünde yapmaktan âciz olduğumu itiraf ederim. Senin komşuluğun ve yakınlığın, azizliktir. Senin senâ ve övülmen yücedir. Senin ordun mağlup edile-mez. Sen, vaat ettiğin şeyde, vaadinden dönmez-sin. Senden başka tanrı, senden başka mabud yoktur.”12

Özetle Berât gecesi ve Şaban ayı; müminlerin ve tüm insanlığın her türlü şirkten, haramlardan, günah-lardan kurtuluşu için bulunmaz bir fırsattır.

Ramazan’a Doğru…Kutlu Peygamberimiz (sas) bir Şaban ayının son

gününde ashabına şöyle hitap eder: “Ey insanlar! Yüce ve mübarek bir ay’ın gölgesi

üzerinize bastı. O ayda bir gece vardır ki bin ay-dan daha hayırlıdır. ...”

Page 21: Siyer-i Nebi 10. Sayı

Ertesi gün başlayacak kutlu Ramazan’ı müjdeleyen sevgili Peygamberimiz (sas) bin aya yani ortalama bir insan ömrüne denk Kadir Gecesi’ne dikkat çeke-rek, hangi gecesi olduğu kesin belirtilmeyip her ge-cesi Kadir olması muhtemel bu ayın her gününü ve gecesini Allah’ın razı olacağı amellerle geçirmeyi, hiç bir ânını gafletle geçirmemeyi hatırlatır. Hadisin devamında, farz olan orucun ve farz namazların dı-şında nafile namaz kılmayı, hayır işlemeyi, insanlara merhametli davranmayı tavsiye ederek, “O ayda bir hayır işleyen kimse diğer aylarda bir farz iş-lemiş gibi olur. O ayda bir farz işleyen ise diğer aylarda yetmiş farz işleyen gibidir.”13 buyurur. (‘Yetmiş’ çokluktan kinayedir.)

Evet, bir farza yetmiş farz, hatta daha fazlası! Ve “bir gece”ye “bin ay”dan daha hayırlısı!

Ramazan Ayı: Kur’an Ay’ıRamazan ayının fazileti elbette Allah için tutulan

oruçtan gelir. Peygamberimiz (sas) şöyle buyurur:“Ramazan geldiğinde Cennet kapıları açılır,

Cehennem kapıları kapanır, şeytanlar da bağ-lanır.”14

Ancak bu ayı asıl mübarek kılan ise, Kadir Gece-sinde Kur’an’ın nazil olmaya başlamasıdır.

“Ramazan ayı ki o ayda Kur’an insanlara yol gösterici, doğru yola iletici, eğri ile doğruyu birbirinden ayırt edici olarak indirildi.” (Bakara 2/185)

Ramazan ayına bu sebeple “Kur’an Ay’ı” dendi. Kur’an, her Ramazan’da kalbimize yeniden insin diye!..

Ve Kadir Gecesi… “Biz onu (Kur’ân’ı) kadir gecesinde indirdik.

Kadir gecesinin ne olduğunu sen nereden bile-

ceksin? Kadir gecesi bin aydan hayırlıdır. Me-lekler ve Ruh (Cebrail) o gecede Rablerinin iz-niyle her türlü iş için iner. O gece, tanyerinin ağarmasına kadar bir esenliktir.”(Kadr suresi)

Bu gece bin aydan daha hayırlıdır. Kur’an’da bu gibi yerlerde geçen sayı, olayın değerini sayılarla sınırlama amacı taşımaz. Bu sadece çokluğu ifade etmek içindir. Bu gece in-sanların hayatında binlerce aydan daha hayırlı-dır. Nice binlerce ay ve binlerce sene geçip git-miştir de, insanların hayatlarında bu mübarek ve mutlu gecenin yaptığı etkinin ve sağladığı değişimlerin bir nebzesini bile bırakamamıştır.15

Vaktin Çocuğu Olmak…Kadir gecesinde seküler zihinleri allak-bullak

eden, maddi değer ölçülerini altüst eden bir nis-petle karşı karşıyayız. Allah’ın lûtf u keremi ile “bir”in “bin”e hatta “bin”lere, “milyon”lara katlandı-ğına inanan bir kıymet bilinci, bir zaman idraki, bir değer ölçüsü...

Bunu ancak “mümin” ve “müslim” bir zihin kav-rayabilir. Ve işte fırsat: Recep, Şaban, Ramazan!

Vaktin çocuğu (ibnü’l-vakt) olarak yaşadığı her ânı/vakti kulluk idraki ve sorumluluğu için-de geçirmeleri gereken biz Müslümanlar, tam da bu espriyi özetleyen “Vakit nakittir” atasözü-nün de içini boşaltıp “vakt”in değerini/bedelini “nakit”le eşitleyiverdik.

İmdi, İslâm Dini, başta namaz olmak üzere “va-kitli”16 ibadetler nizamı ile insan hayatının her ânı-nı anlamlı ve değerli kıldı. Müslümanın her vakti programlanmıştır; hayatı ibadettir.

Vaktin çocukları, kıymetli vakitlerin en kıymetli-leri olan Üç Aylar’ın kıymetini bilenlerdir, vesselam!

1- Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/259.2-İsra 17/1. ve Necm 53/1-18. ayetler3- Mevdudî, Tefhimu’l-Kur’an, 3/69-70.4- M.H.Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Yûnus/10. âyetin tefsiri.5-Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, 1/423.6- Zebidî, Tecrid-i Sarih Tercemesi, 6/295.7-Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, 42948- İbn Mâce, İkâmetü’s-salat 191.9-Tirmizî, Savm 39.10-İbn Mâce, 1782.11-Tirmizî, Daavât 84.12- Müslim, Salât 222.13-Terğîb, 2/94-95.14- Müslim, Sıyâm 1.15-Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l-Kur’ân, Kadir sûresi tefsiri16- Nisa 4/103

Page 22: Siyer-i Nebi 10. Sayı

İslâm ile şereflenerek, Medine’nin İlk Müs-lümanları unvanını alan 6 seçkin insan, çok

iyi bir çalışma yapmışlardı. O kadar ki, sadece evlerde değil, Medine’nin sokaklarında, hurma-lıklarında, çarşılarında, dükkânlarında, her yer-de sürekli İslâm konuşuluyordu artık1…

Bir yıl böyle ciddi çalışmalarla geçti…

Çok ciddi sorumluluk üstlenip, çok ciddi ça-lışmalar yapacaklarına dair Peygamber Efendi-mize söz veren Hz. Es’ad ve Arkadaşları, aynı zamanda “Gelecek yıl Hacc mevsiminde gelme-ye söz veriyoruz.” diye de açıkça söz vermişlerdi. Ve bir sene geçmiş, yine Hacc mevsimi gelmişti.

Hz. Es’ad bin Zürare (ra) ve arkadaşları, bir yıldır hasretiyle yanıp kavruldukları Peygamber Efendimiz ile buluşmaya gideceklerdi…

İlk buluşma ve görüşme 6 kişi ile gerçekleş-mişti. Şimdi 12 kişi olarak gidiyorlardı.

Bunların 5’i, bir yıl önce Peygamberimiz ile görüşüp İslâm ile şereflenenlerden iken, 7’si ise yeni gelenlerden oluşuyordu. Birinci görüşme-de bulunan Hz. Câbir bin Abdullah (ra), hasta olduğu için bu anlamlı sefere çıkamamıştı. 2

Gidenler büyük bir heyecanla yola çıkarlar-ken, geride kalanlar da Peygamberimiz’e selâm-larıyla beraber gönüllerini de gönderiyorlardı. Yola koyulanlar bir başka heyecan içindeydiler, yolcu edenler bir başka heyecan…

Medine’den Mekke’ye doğru yola çıkan kafile bir hayli kalabalıktı. Bunca kalabalık yığın ara-sında sadece 12 Müslüman vardı.

Çalışmışlardı… Peygamber Efendimiz (sas) başta olmak üzere, İslâm ile şereflenen her bir sahâbî çok ciddi bir çalışma içindeydiler. Zaman durma zamanı değildi çünkü. Hira Nûr’daki vuslattan bu yana 12 yıl geçmişti. Yine bir Hacc mevsimiydi. Önceki yıl gelip de Müslüman olan 6 Yesribli de 12 olarak geliyordu…

Peygamber Efendimiz (sas), her fırsatta ve her yerde insanları İslâm ile şereflenmeye çağırıyor, bu uğurda her türlü tehlikeyi de göze alıyordu. Tabir yerindeyse Hacc mevsiminde karargâhını Mina bölgesine kurmuştu sanki… Karşılaştığı her insana bir umut deyip yaklaşıyor ve her bi-rini Allah’a îmâna davet ediyordu. Biz burada sadece Medine’den gelenler kısmını anlatmaya çalışacağız…

Birinci Akabe Biatı

“Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık etmemek, zina yapmamak, çocuklarınızı açlık korkusuyla öldürmemek, yalan-dolanlarla hiç kimseye iftirada bulunmamak, hiçbir ha-yırlı işte bana muhalefet etmemek üzere bana biat ediniz.”

Page 23: Siyer-i Nebi 10. Sayı

Oldukça kalabalık ve karmaşık bir topluluk ile beraber Mekke’ye kadar gelen bu 12 seçkin Müs-lüman, bir an önce Peygamber Efendimiz (sas) ile buluşmak için sabırsızlanıyorlardı.

Nihayet beklenen zaman geldi. Müslüman kar-deşlerini çok iyi organize eden Hz. Es’ad (ra)’ın her birine gizlice gönderdiği haber ile yürekler ağızlara geldi.

- Bu gece, gece yarısını geçe Akabe mevkiinde Peygamber Efendimiz ile buluşacağız!

Akabe; Mekke’ye üç km. kadar uzaklıkta bulunan Mina ile Mekke arasındaki bir mevkiye verilen ad olup, aynı zamanda Akabe adına bölgenin başka yerlerinde de rastlanmaktadır. Aynı adı taşıyan bir-çok yer bulunmasına rağmen Akabe denince ilk defa bu meşhur ahidleşme ve anlaşmaların yapıldı-ğı mevkî hatıra gelmektedir.

Bir yıllık hasret bu gece bitecekti nihayet. Sevgi-liler Sevgilisi ve Canlar Canı ile bu gece buluşacak-lardı. Önceki yıl O’nunla görüşüp İslâm ile şerefle-nen 5’inin yanında; bu 5 arkadaşın yüzünde, özün-de, sözünde ve halinde Peygamberimiz’i gözleyip duran 7 Müslüman ise bir başka heyecan furyasın-daydılar. O’nu ilk defa göreceklerdi çünkü. Görmüş olanlar, bir an önce kavuşmayı beklerlerken, ilk defa görüşecek olanlarda daha fazla bir heyecan göz-leniyordu. Çünkü onlar Peygamberimizi görmeden

îmân etmişler, görmeden sevmişlerdi O’nu; şimdi de göreceklerdi işte…

Medine’den beraber geldikleri kalabalık yığının içinden birer ikişer sıyrılıp, hiç birine herhangi bir şey sezdirmeden, gizlice gece karanlığını yararak Akabe’ye doğru sessizce yürümeye başladılar.

Hz. Es’ad bin Zürâre (ra), her türlü tedbiri almış, hazırlığını çok ciddi bir şekilde yapmıştı. Bu anlamlı yerde ve bu anlamlı saatte sevgili Müslüman kar-deşleri ile buluşmuş, âlemleri aydınlatacak olan İki Cihan Güneşi’ni beklemeye başlamışlardı.

Bekleme uzun sürmedi… Peygamberler ve Gö-nüller Sultanı karanlığı yararak yanlarına geldi. Bütün her şeyleriyle olduğu gibi; gözleri de Sevgili Gözleri’ne kilitlendi…

Nefesler tutulmuştu âdeta… Tepeden tırnağa ka-dar bütün her şeyleri ile vericiye yönelmişler, bütün her şeyleri ile tam bir alıcı olmuşlardı.

Bütün insanlığa örnek olacak bir uygulama ile önce tanışma faslı oldu. İslâm ile yeni tanışanları büyük bir muhabbetle süzen Peygamber Efendimiz (sas), her biriyle ayrı ayrı ilgilendi. Hz. Es’ad ve arka-daşlarının yapmış oldukları çalışmayı dinleyince de, öyle memnun oldu ki, mübarek Nûr Yüzü daha bir nurlanarak, gecenin karanlığında her tarafı aydınla-tırcasına parıldadı.

Page 24: Siyer-i Nebi 10. Sayı

Müslümanların sorumlusu ve kabile başkanı olan Hz. Es’ad bin Zürâre (ra), arkadaşlarını bir bir tanıttı. Bu 12 seçkin zevât şunlardan oluşuyordu…

1. Hz. Es’ad bin Zürâre (kendisi)2. Hz. Avf bin Hâris3. Hz. Rafi’ bin Mâlik4. Hz. Kutbe bin Âmir5. Hz. Ukbe bin Âmir6. Hz. Muaz bin Hâris7. Hz. Zekvan bin Abdi Kays8. Hz. Ubâde bin Sâmit9. Hz. Yezid bin Sa’lebe10. Hz. Abbâs bin Ubâde11. Hz. Ebu’l- Haysem Mâlik bin Teyyihan12. Hz. Uveym bin Sâide3.Bir rivayette Hz. Ukbe bin Vehb ile Hz. Seleme bin

Selâme’nin de bu Birinci Akabe Biatı’na katılan Ensâr arasında bulundukları zikredilir. Böyle olursa, bilinen erkek ve yetişkin Sahâbelerin sayısı Câbir dahil 15’i buluyor. Bu sayıya Medine’de olan hanımlar ve ço-cuklar dâhil değildir. 4

Geçen yıl Müslüman olanların hepsi de Hazrec kabilesinden idiler. Şimdi gelen 12 kişinin 2’si Evs ka-bilesindendi. 100 yılı aşkındır süren ve son Buas Sa-vaşları da daha yeni biten Evs-Hazrec düşmanlığı, İs-lâm ile sona erecekti Allah’ın izniyle. Aralarında uzun yıllara yayılan kan davaları vardı. Bu iki kabilenin bir araya gelmesini hayal etmek bile hayal iken, şimdi bu gerçek oluyordu. Buna çok memnun olan Peygam-berimiz (sas), gülleri bile kıskandıracak bir güzellikle gülümsedi.

Zaman çok önemli olduğu gibi çok da kısaydı. Bu yüzden her zaman ve her yerde zamanı en iyi ve en güzel bir şekilde değerlendiren Hz. Peygamber (sas), bu 12 seçkin Müslüman’a İslâm esaslarını öz bir şe-kilde anlattı. Yapmaları gerekenleri de yine öz bir şe-kilde ifade etti.

Sonra da şöyle buyurdu…- “Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık et-

memek, zina yapmamak, çocuklarınızı açlık korku-suyla öldürmemek, yalan-dolanlarla hiç kimseye ifti-rada bulunmamak, hiçbir hayırlı işte bana muhalefet etmemek üzere bana biat ediniz. İçinizden sözünde duranlar, mükâfat olarak cennete gireceklerdir. Kim -insanlık hali- bunlardan birini yapar da dünyada ce-zalandırılırsa, bu, ona keffaret olur. Yine kim -insanlık hali- bunlardan birini yapar da Cenâb-ı Hak bunu

gizlerse, onun işi Allah’a kalır. Allah, dilerse bağışlar, dilerse azâba uğratır!” 5

Medine’nin seçkin 12 Müslüman’ı büyük bir coş-kuyla atıldılar…

- Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmayacağız. Hırsızlık etmeyeceğiz. Çocuklarımızı açlık korkusuyla öldür-

meyeceğiz. Yalan-dolan uydurarak hiç kimseye iftira-da bulunmayacağız. Hiçbir hayırlı işte Sana muhale-fet etmeyeceğiz! 6

İş olsun diye konuşmamışlardı. Mecbur kaldıkları için söz vermemişlerdi. Bütün içtenlik ve samimiyet-leri ile söz verip biat ettiler. Ve ettikleri biate de bağlı kaldılar. Verdikleri sözü yerine getirdiler.

Bunun ne anlama geldiğini çok iyi biliyorlardı. Bu sözleşme ile bütün Arabistan’da hüküm süren şirkin, küfrün, zulmün ve her türlü kötü âdet ve alışkanlıkla-rın ortadan kaldırılması prensip olarak kabul edilmiş oluyordu. Yani büyük bir aydınlanma süreci içinde yerlerini alıyorlardı…

Karşılarında bütün İnsanlığın Emini durmuş, ken-dilerini fazilete çağırıyordu. Bu güne kadar ne çek-mişlerse, cahiliye kurallarından çekmişlerdi. Şimdi ise, Allah Rasûlü’nün fazilet davetine icabet ederek, arzu ettikleri kaliteyi yakalama fırsatı vardı önlerinde.

Gönüller Sultanı’nı gönülden dinleyen bu gönül ehli seçkin ve özel topluluk, artan bir coşku ile biat ve sözlerini yenilediler…

- Gerek bolluk ve gerekse darlıkta, gerek sağlık ve gerekse hastalıkta, gerek rahatlık ve gerekse sıkıntı-da, gerek sevinç ve gerekse üzüntüde, hangi hâl ve durumda olursak olalım sana her hâl-ü kârda itaat edeceğimize dair söz veriyoruz. Sen de her zaman ve her yerde bizim üstümüzde bir tercihe sahip olacak-

Page 25: Siyer-i Nebi 10. Sayı

sın, yani Sana her zaman öncelik verecek ve Seni her zaman dinleyeceğiz! Hiçbir şekilde Sana itaatsizlik et-meyecek, sürekli itaat halinde olacağız! 7

Medine’nin bu seçkin ve özel şahsiyetlerinin ver-dikleri söz dikkate şayandır. Çünkü onların söz ver-dikleri hususlar, huzurlu bir cemiyet hayatının teme-lini teşkil eden unsurlardı.

Bütün insanlığı ciddi anlamda huzur ve saadete kavuşturmak ve cemiyet hayatını asayiş temeli üzeri-ne oturtmak için gelen İslâm, elbette ki bu hususları vazgeçilmez birer esas olarak öngörecek ve münte-siplerinden kesin söz alacaktı. Öyle de oldu…

Her mesele konuşulmuş ve artık ayrılık vakti gel-mişti…

Peygamber Efendimiz (sas), bu seçkin Müslüman-ların nur yüzlerine bakarak, yüreklerine işleyen bir cümle kullandı…

- “Bana burada anlatma fırsatı vermiyorlar! Ben de sizinle gelsem, kendi canlarınızı ve çoluk-çocuğunuzu koruyup gözettiğiniz gibi, beni de koruyup gözetir mi-siniz? Bu şartla ben de sizinle geleyim!” 8

Bir anda oldukları yere çakılan bu 12 seçkin Müslüman, ne diyeceklerini bilemediler. İçlerinden gelmesini istiyorlardı, ama Yesrib tekin bir yer de-ğildi. Rasûlullah (sas) için çok tehlikeliydi. Böylesi-ne haklı bir teklif karşısında “hayır” da diyemezler-di. Çaresizlik içinde çırpınırlarken yine Hz. Es’ad bir Zürâre (ra) öne çıktı.

- Ey Allah’ın Rasûlü! Allah şahit ki, biz Allah ve Rasûlü’ne îmân ederken her şeyi göze alarak inan-dık. Seninle beraber olmak, bizim için şerefl erin en büyüğüdür. Fakat gel gör ki, Yesrib senin için emin bir yer değil. Müşriklerin yanında, Sana çok şid-detli düşman olan Yahudiler de var. Bize izin ver. Dönüp gereğince çalışalım. Bu güzel dinimizi, Al-lah ve Rasûlü’nü anlatalım. Uygun görürsen yine sabret! Seneye burada tekrar buluşalım. Gelişme-lere göre durum değerlendirmesini yaparız. Şim-dilik bize izin ver yâ Rasûlallah!9

- “Haklısınız, öyle yapalım; seneye burada buluşa-lım!” 10

- Annemiz-babamız, çoluk-çocuğumuz, canımız-kanımız sana feda olsun yâ Rasûlallah!

Gecenin karanlığında, Aydınlar Aydını’ndan ay-dınlık meşalesi alarak aydınlanan bu seçkinler toplu-

luğu, memleketlerinden başlamak üzere, önce yakın çevrelerini, sonra da dünyayı aydınlatmak üzere ora-dan ayrılıp, yine gizlice giderek, geldikleri kalabalık topluluğa katıldılar.

Bir süre sonra da, Peygamberler ve Gönüller Sultanı’nı gönüllerine almış olarak, kafi leleri ile bera-ber Medine’ye döndüler.

Birinci Akabe Biati’ne katılan bu seçkin Sahâbe, Medine’ye döner dönmez daha bilinçli faaliyetlere başladılar.

Birinci Akabe Biatı adı verilen bu buluşmada bu-lunan Sahâbîlerden biri olan Hz. Ubâde bin Sâmit, o meşhur hadiseyi anlattıktan sonra, şöyle özetliyordu:

- Refahta olduğu kadar sıkıntıda, sevinçte oldu-ğu kadar üzüntüde de O’nu destekleyecek ve her konuda emirlerine itaat edeceğimize; Rasûlullah’ı kendi nefi slerimizden aziz tutup, durum ne olursa olsun O’na muhalefet etmeyeceğimize; Allah yolun-da hiç bir kınayıcının kınamasından korkmayacağı-mıza; Allah’a asla şirk koşmayacağımıza, hırsızlık ve zina yapmayacağımıza, çocuklarımızı öldürmeye-ceğimize, kendiliğimizden uyduracağımız yalan ve dolanlarla hiç kimseye iftirada bulunmayacağımıza, hiç bir hayırlı işte Rasûlullah’a muhalefet etmeyece-ğimize dair bey’at ettik. Ayrıca bizden birinin verdiği sözünde durmasına karşılık onun ecir ve mükâfâtının Allah’a ait olduğuna ve ona cennet nimetinin verile-ceğine; kim insanlık haliyle bunlardan birini işler de ondan dolayı dünyada cezaya çarptırılırsa bunun ona keffâret olacağına; kim de yine bunlardan birini işler de işlediği o suçu Allah açığa vurmazsa onun işinin Allah’a kalacağına; Allah’ın dilerse onu bağışlayıp di-lerse azaba uğratacağına dair Rasûlullah’ın bize bil-dirdiği hususlara sadık kalacağımıza da söz verdik. 11

Verilen söz harfi harfi ne tutulacak ve Rasûlullah bundan çok memnun olacaktı.

Sallallahu aleyhi ve sellem…

1-İbn Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, c. 2, s. 70-71.2-İbn Sa’d, et-Tabakâtü’lüKübrâ, c. 1, s. 220.3-Belâzürî, Ensâbu’l-Eşrâf, c. 1, s. 239; Taberî, Târih, c. 2, s. 235.4-Diyarbekrî, Târîhu’l-Hamîs fî Ahvâli Enfesi Nefîs, c. 1, s. 317.5-Buhârî, el-Câmiu’s-Sahîh, Kitâbu’l-Îmân, 10-11; Ahmed bin

Hanbel, el-Müsned, c. 5, s. 323.6-Ebu’l-Ferec İbnü’l-Cevzî, el-Vefâ bi Ahvâli’l-Mustafâ, c. 1, s. 217-218.7-İbn İshâk-İbn Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, c. 2, s. 70-73.8-Beyhakî, Delâilü’n-Nübüve ve Ma’rifetu Ahvâli Sahibi’ş-Şerîa, c. 2, s. 245.9-Ebû Nuaym İsfehânî, Delâîlü’n-Nübüvve, s. 222.10-Beyhakî, Delâil, c. 2, s. 245-246.11-Hüseyin Algül, Osman Çetin, İslâm Târihi, c. 1, s. 253.

Page 26: Siyer-i Nebi 10. Sayı

Müreysi Kuyusunda su çekerken başlamıştı her şey. Kovalar karışınca, susuzluktan dil boğaza yapışınca,öfke tutulamayıp eller kalkınca, “Yetişin Ensar! Yetişin Kureyş! Yetişin Hazrec!” nidaları duyuluncaKılıçlar da havaya kalkmıştı. Şeytan, cahiliye damarının kabardığını görünce sevincinden yerinde duramamıştı.

Dil kılıçtan keskindir, kınında muhafaza etmeli onu.Münafıkların başlıyor yeni bir oyunu:“Mekke’den muhacir geldiler. Yer verdik, besledik.İman et, dediler ettik. Savaş, dediler geldik.Bir secde etmediğimiz kaldı Muhammed’e. Yok, bunlar bizim kıymetimizi bilememişler.‘Besle kargayı, oysun gözünü.’ demişler.Hele bir dönelim Medine’ye.Aziz olan, zelil olanı gönderecektir geriye.” …Kulak, duymak istemedi bu alçak sözleri; “yanlıştır” dedi. “zandır, yakıştırmadır” dedi.Ama dil kıvrak, dolandı her bir yanı.Bir fi tne aldı başını gitti. Oğul Abdullah münafık babasına kılıcı çekti.“Vallahi, Efendim izin vermedikçe Medine’ye sokmam.İzzetin Allah ve Rasûlü’ne ait olduğunu itiraf etmedikçe seni hayatta bırakmam.”

Ömer sabırsız; eli kılıç kabzasına gidip gidip geliyor.Efendimiz, “Muhammed, ashâbını öldürttü, dedirtmem.” diyor.Dil kılıcı kınına girmedi daha. Tetikte bekliyor. Fitne kazanını kaynatmaya fırsat vermemeli.Öyleyse orduyu bir gün bir gece yürütmeli.

Mustalik Gazvesi, dünya hayatının bir perdesi.İçinde pek çok olay, pek çok hikmet gizli.

CÜVEYRİYE VÂLİDEMİZ (ra)

SeslenisEzvâc-ı Tâhirâttan

Page 27: Siyer-i Nebi 10. Sayı

Ordu hızlı hızlı yürüyor.Âişe’nin devesi, boş hevdecle koşuyor.Gerdanlık düşmüş, işin bahanesi.Yeni imtihan sorusu, pek çetrefi lli.

Dili başka yüreği başkalara intikam fırsatı doğdu.“İfk” ile müminler imtihan, münafıklar zelil oldu. …Sıra esirlerde. Genç bir kadıncağız koşturuyor telaş içinde.Habibullah’ın önünde derdini dökmekte:“Ben kabile reisinin kızıyım. Adım Berre.Ne olur fi dyemi temin edin dekavuşayım hürriyetime…”

Babası Hâris b. Ebi Dırâr develeri almış yedeğineKızının fi dyesini ödemeye geliyor Medine’ye.Lakin bakmış bakmış da develereKıyamamış ikisini saklamış dağın gerisine.“Ey Hâris! Akik’te sakladığın develer nerde?”Bu söz sarsmış da Hâris’i, iman gelip yerleşmiş gönlüne.Kızı Berre, çoktan ısınmış İslam’ın güzelliğine.

Kalbi imanla dolu. Adı “Cüveyriye” oldu.Hem kurtuldu hem “müminlerin annesi” oldu.Yakışır mı Rasûl’ün akrabalarını esir tutmak!Çözün kölelik bağını, düğünümüz var!Yüzlerce esir serbest bırakıldı.Mustalikoğulları bu cömertliğe hayran kaldı.İman, girdiği yeri aydınlatır; ışık, neşe saçar.Kavmi için Cüveyriye’den hayırlı “kızcağız” mı var?

Cüveyriye Vâlidemiz. “İyilik” senin yüreğinde,elinde ve dilinden hiç düşürmediğin zikirde.Kuşluk vaktine kadar çektiğin tesbihte.Seninle öğrendik “yarattıkları sayısınca, kendisinin hoşnut olduğunca, arşının ağırlığınca,bitip tükenmeyen kelimeleri adedince tenzih etmeyi ve hamd etmeyi.”

O’nunla şerefl endin, O’nunla şerefl endi kâinâtÜzerinize olsun tahıyyât, tayyibât ve salevât.

Page 28: Siyer-i Nebi 10. Sayı

Mûcize kelimesi “acz” kökünden ve if’al vezninden ism-i fail olup, bu kelime-

nin manası, “insanı aciz bırakan iş” demektir.1 Kur’an-ı Kerim’de “acz” kökünden gelen çeşitli fiil ve sıfat kalıpları ile birçok kullanımı olmasına rağmen, “mûcize” kelimesi bilinen anlamı ile hiç geçmemektedir. Yine hadislerin Arapça metin-lerinde de “mûcize” kelimesine rastlayamıyoruz. Bu kelimenin İslam ilim tarihinde ilk kullanılmaya başlandığı dönemi, bazı araştırmacılar Hicri 4. yüz-yıl olarak gösterirler.2 Öyleyse bugün gerek Kur’an meallerinde, gerek hadis tercümelerinde “mûcize” diye okuduğumuz yüzlerce ifadenin aslı hangi ke-limedir? Bu sorunun cevabını bulmak için Kur’an ve hadislere müracaat ettiğimizde; “âyet” ya da çoğul olarak âyât, beyyine, burhan, sultan, hak veya furkan” kelimelerinin kullanıldığını görmek-teyiz. Bugün mûcize dendiği zaman ilk akla ge-

len, Hz. Salih’in dişi devesi3, Hz. Musa’nın asası ve bembeyaz eli4, Hz. İsa’nın gösterdiği nice olağa-nüstü işleri5 ve diğer birçok peygamberin hariku-lade hadiseleri Kur’an içerisinde hep “âyet veya âyât” şeklinde ifade bulmaktadır.

Sözlük anlamı “insanı aciz bırakan iş” olarak beyan edilen mûcize kelimesinin genel manada tarifi ise şöyle yapılır: “Peygamberlerin nübüvvet-lerinin doğruluğunu teyit etmek için Allah tarafın-dan elçilerine bahşedilen harikulade (olağanüstü) işlere mûcize denir.6” Bu tarif gereği mûcize den-diği zaman akıllara hemen âdet üstü, olağan dışı ve harikulade işler gelmektedir. Ama bugün bizim için artık sıradanlaşan, her gün gördüğümüz için alıştığımız nice şeyler de, bir beşer olarak bizleri aciz bırakmaktadır. Eğer etrafımızda binlerce şey karşısında böyle aciz kalıyorsak, yine bir beşer ola-rak bunların en küçüğünü bile ortaya koymamız

NÜBÜVVETİN EN BÜYÜK MÛCİZESİ KUR’AN;

KUR’AN’IN EN BÜYÜK MÛCİZESİ SAHABE NESLİ

Mehmet Emin YILDIRIM

Page 29: Siyer-i Nebi 10. Sayı

imkân sahasında değilse, demek ki, bizler binlerce mûcizenin ortasında bir hayat sürmekteyiz.

Eğer Kur’an’ın ilk ve önemli mesajı olan “ikra/oku” emrine uyup etrafımızdaki enfüsî ve afakî ayetleri okuyabilirsek; her birinin birer mûcize ol-duğunu ikrar etmez miyiz? Başta nefislerimiz ol-mak üzere, etrafımızdaki binlerce şey, üzerinde te-fekkür ettiğimiz zaman bizleri aciz bırakıp; “Süb-hanallah” dedirtecek boyutta birer mûcize değil midir? İnsanın parmak uçlarında saklı olan özel kimlik kartından tutun, göz retinalarına; genetik haritasından, bünyesinde saklı binlerce hücresine; saç ve sakal tellerinden, tırnaklarına; bir damla su ile başlayan hayat yolculuğundan, anne karnında-ki evrelerine; beynine kodlanan huduri bilgilerden, doğar doğmaz kendisine takdim edilen anne sü-tünün içeriğine ve daha saymakla bitiremeyeceği-miz yüzlerce şey birer mûcize değil midir?

Ya kâinat kitabındaki mûcizeler? Sürekli geniş-leyen evrenden, semaların katmanlarına; güneşin, ayın, yıldızların yörüngelerinden, yeryüzünün çe-kim gücüne; denizler ve altlarında saklı binlerce bilinen ve bilinmeyen hayatlardan, gece ve gün-düzün peşi sıra birbirlerini takip etmelerine; ağaç ve bitkilerden, adı bilinen-bilinmeyen binlerce canlıya; hepsi birer mûcize değil mi? Elbette bun-ların hepsi birer mûcizedir ve bunları doğru bir şekilde okuyarak, bu nimetleri kendilerine musah-har kılan otorite karşısında iki büklüm olup, O’nun yüceliğini, kendisinin ise acziyetini itiraf edecek kullar beklemektedir.

Hâl böyle olmasına rağmen yine de insan ar-tık her gün gördüğü için alıştığı, kendisi için sıra-danlaşan bu şeylerle değil, âdet üstü bazı olaylarla

tatmin olmak istemekte, daha açık işaretleri mü-şahede etme arzusuna girmektedir. İnsanın böy-le bir beklenti içerisinde olduğunu elbette bilen Rabbimiz, işte bunun için, tarifi mümkün olmayan rahmetinin bir gereği olarak insana, harikulade sa-yılabilecek bazı açık işaretler taşıyan mûcizelerini, elçilerinin aracılığı ile göndermiştir.

Rabbimiz gönderdiği bu mûcizeleri peygam-berlerinin eliyle, ilahî mesaja muhatap olan belli topluluklara ulaştırırken, bunlar amaçsız ve gaye-siz bir şekilde değil, belli bir amaç doğrultusun-da ortaya çıkmaktadır. Yani hiçbir mûcize amaçsız değildir; her birinin gündeme gelmesinin alt bir zemini vardır. Bu gözle mûcizelere baktığımızda, Rabbimizin mûcizeleri göndermesinin üç temel amacının olduğunu görürüz. Bunlardan ilki; hida-yet vesilesi olması içindir. İkincisi; ‘helâk’a meşru bir sebep olması için, yani itiraz kapılarını tama-men kapatmak içindir. Üçüncüsü ise; elçilere ve onlara iman edenlere bir nusret/yardım olması içindir.7 İşte bu üç temel amaçtan dolayı Rabbimiz gönderdiği elçilere ilahî bir ikram olsun diye çeşitli mucizeler bahşetmiştir.

Peki, bu ikram-ı ilahiyeler idrak edilmeleri itibari ile hep aynı nitelikte midir? Elbette ki hayır! Birçok kelam âlimimiz bu yönü ile de mucizeleri üçe ayırır. Onlara göre bu ilahî ikramlar; bazen hissi olabilir; yaşanan zaman ve mekân ile sınırlı kalabilir. Bazen haberi olabilir; yakın ve uzak gelecekte olacak bazı hadiselerin nasıl gerçekleşeceği yönünde bilgiler içerebilir. Bazen de aklî olabilir; buna bilgi mucize-si de denir; zaman ve mekân üstü bir muhteva taşı-yabilir; ilk gün mûcize olduğu gibi, son güne kadar da mûcize olma özelliğini devam ettirir.8

Ya kâinat kitabındaki mûcizeler? Sürekli genişleyen evrenden, semaların

katmanlarına; güneşin, ayın, yıldızların yörüngelerinden, yeryüzünün çekim

gücüne; denizler ve altlarında saklı binlerce bilinen ve bilinmeyen hayatlar-

dan, gece ve gündüzün peşi sıra birbirlerini takip etmelerine; ağaç ve bitki-

lerden, adı bilinen-bilinmeyen binlerce canlıya; hepsi birer mûcize değil mi?

Page 30: Siyer-i Nebi 10. Sayı

Peygamberlik silsilesinin son halkası olan Efen-dimizin (sas) hayatında bu üç mûcize çeşidine de rastlamak mümkündür; ama O’na (sas) bahşedi-len en büyük mûcize, hatta diğer birçok şeyi göl-gede bırakıp tek ve tartışılmaz bir hâl alacak olan mûcize, elbette Kur’an’dan başka bir şey değildir.

İlahî vahyin, Allah Rasûlü’ne verilmiş en büyük mûcize olduğuna herhalde hiç kimsenin bir itira-zı olmayacaktır. Ama bu noktada şu soruyu sor-ma hakkımız vardır: “Kur’an’ı en büyük mûcize kılan özellik nedir?” Bu soru çok önemlidir ve doğru cevaplar bulmamız, bize ilahî kelamın de-ğer ve kıymetini öğretecek niteliktedir. Bu soruya cevap bulma amacı ile Kur’an üzerinde biraz gay-ret gösterdiğimiz zaman görürüz ki; Kur’an’ın bir değil, binlerce mûcizesi vardır.

Mesela; 23 yıllık bir zaman diliminde tedricen inmesine rağmen içerisinde hiçbir çelişkinin ol-maması, lafız-mana dengesinin insanı hayretler içerisinde bırakacak boyutta olması, mesajları ile toplumun her kesimine hitap edebilmesi, akılları

ikna ederken yürekleri de tatmin etmesi, belli bir zamana ve belli muhataplara konuşmasına rağ-men evrenselliğini muhafaza edebilmesi, nazım, nağme ve tenasübü ile işitenleri âdeta büyüle-mesi, korunmuşluğu, eşsiz belagat ve fesahati, söz sultanlarına söz söylemeyi bıraktıracak ka-dar sözü yerinde ve güzel kullanabilmesi onun

mûcizelerinden sadece birkaçıdır. Bu sayılanların yanında Kur’an’ın en büyük mûcizelerinden biri de hiç şüphesiz inşâ ettiği ilk ve örnek nesil olan sahabedir. Dolayısı ile sahabe, Efendimizin (sas) Kur’an’ın elmas kılıcı ile oluşturduğu mûcize bir nesildir.

Sahabenin nasıl mûcizevî bir nesil olduğunu bize, Fıkıh usulü sahasında kaleme aldığı “En-vârü’l-burûk fî envâi’l-furûk” adlı eseri ile hak-lı bir otorite kazanan Maliki Fakihi el-Karâfî (ö. 684/1285) şöyle belirtir:

Yani;“Bazı usul âlimleri derler ki: Eğer Efendi-mizin nübüvvetinin delili olarak sahabe neslin-den başka hiçbir şey ortada olmasaydı, saha-benin varlığı bile tek başına buna delil olmak için yeterdi.”9

Görüldüğü gibi Karâfî’nin bu sözü, bize sahabe neslinin nasıl mûcizevî bir nesil olduğu gerçeğini duyurmaktadır. Bundan dolayı şu iddiayı rahatlıkla dile getirebiliriz: “Nübüvvetin en büyük mûcize-si Kur’an; Kur’an’ın en büyük mûcizelerinden biri de sahabe neslidir.”

Peki, böyle bir iddianın bizim dünyamıza bakan bir yönü var mıdır? Sahabenin mûcize bir nesil ol-duğunu söylemek, bugünün dünyasında bize nasıl bir fayda sağlayacaktır? İşte asıl cevabını bulmamız gereken sorular bunlardır ve bu sorulara bulacağımız cevaplar, zihin dünyamızı aydınlatacak ve bize birçok açıdan olumlu katkılar kazandıracaktır.

Şu temel hakikat unutulmamalıdır ki, sahabenin mûcizevî bir nesil olması Kur’an sayesinde olmuş-tur. Efendimiz (sas) cahiliyenin zifiri karanlığını, vahyin nuru ile aydınlatmış, diri diri kız çocuklarını toprağa gömecek kadar insanlığını unutmuş bir topluluktan, karıncayı incitmemeyi düşünen bir nesil ortaya çıkarmıştır. Onları ortaya çıkaran, bu dü-

لرسول يكن لم لو �لاصوليين بعض وقال

�إلا معجزة وسلم عليه �لله صلي �لله

ته نبو �إثبات في لكفوه �أصحابه

Page 31: Siyer-i Nebi 10. Sayı

zeyde övülen ve gıpta ile bakılan bir seviyeye ulaş-tıran, tek ve en önemli kaynak, hiç şüphesiz Kur’an olmuştur. Dolayısı ile Kur’an, içerisinde muhatapla-rını değiştiren ve geliştiren büyük bir potansiyel ta-şımaktadır. İşte bugün Kur’an’ın dostlarından daha fazla, onun düşmanlarının farkında olduğu bir ger-çek olan bu potansiyel, tüm canlılığı ile hâlen varlığı-nı devam ettirmektedir. Dünya istikbarini korkutan ve endişeye düşüren de bu değil midir?

Bugün halkı Müslüman olan ülkelerin tamamı-nı dikkate aldığımızda, askerî, ekonomik, siyasî ve teknolojik sahada egemen güçleri rahatsız ede-cek boyutta bir potansiyele ciddi oranda sahip olunmamasına rağmen, yine de baş düşman ola-rak İslam’ın görülmesi başka ne ile izah edilebilir ki? Onlar bizden, bizlerin nüfus itibari ile çoklu-ğumuzdan, ya da halkı Müslüman olan ülkelerin yerüstü ve yeraltı kaynaklarının fazla olmasından ziyade, elimizde olmasına rağmen farkına vara-madığımız Kur’an’ın bu muhteşem potansiyelin-den korkuyorlar. Onlar çok iyi biliyorlar ki; tarihte bir kez olan, bir daha olur. Eğer tarih eşkıya-dan sahabe, katilden veli, nesneden özne olan bir topluluğun Kur’an’ın elmas kılıcı ile ortaya çık-tığını yazmışsa ve 1400 yıldır hâlen yazmaya da devam ediyorsa, onların İslam’dan korkmalarını fazla da yadırgamamak gerekiyor.

Onların bu korkuları bir tarafa, bize düşen gö-rev bu büyük sermayenin farkına varıp yeniden mûcizevî nesiller olmak ve böyle nesillerin ortaya çıkmasını sağlamak adına gerekli gayretleri gös-termektir.

Ancak böyle bir gayret bizi dünyada izzete, âhirette ise cennete taşıyacaktır.

1-İbn Faris, Mucemu Mekayis fi’l-Lûğa, s. 738-739. 2-Halil İbrahim Bulut, Mûcize, TDV, İslam Ansiklopedisi, c.

30, s. 350-351. 3-Araf Sûresi, 7/73.4-Araf Sûresi, 7/106-108; Hud Sûresi, 11/96; Kasas Sûresi,

28/31-32, 35.5- Alî İmran Sûresi, 3/49-50.6-Bâkıllanî, İ’câzü’l-Kur’an, s.216; Zerkanî, Menahilü’l-

İrfan, c.1, s.66.7-Halil İbrahim Bulut, Mûcize, TDV, İslam Ansiklopedisi, c.

30, s. 350-351.8- A.g.e. s.350-352.9-Karâfî, el-Furûk, c.4, s.1305.

SANA HASRET

Yudum yudum yumdum gözlerimi.

Seninle teselli ettim, çaresiz yüreğimi.

Merhametin bir kuş oldu, kondu ellerime,

Hasretin, sonsuzluğun gölgesinde ısıtır içimi.

Tebessümün kalplerdeki buzları eritti.

İnanan ferdi, cemiyeti varlığın sırrına erdi.

Yeryüzünde cehalet manasını yitirdi.

Hasretin, sonsuzluğun gölgesinde ısıttı içimizi.

Zamanın ötesinde, yolların sonunda,

Anlam kazandı ruhlar senin yâdınla.

En kıymetlisin ezelden gelen,

Hissettiğim Sensin, duyduğum Sen.

Elest bezmi’nden beri hakkı söyleyen,

Sonsuzluğun gölgesinde ruhuma işleyen

Sensin,

Hep Sen.

Mesut YAĞMUR

Page 32: Siyer-i Nebi 10. Sayı

Kur’an kıssalarında hepimiz kendimize ait bir hikâye bulabiliriz. Hatta bu kıs-salar tamamen bizi anlatıyor da ola-

bilir. Kur’an-ı Kerim bizleri bu dünyada kendi hikâyemizi yazmaya çağırmaktadır. Çünkü her-kes, arkasından bir hikâye bırakarak göçüp git-miştir. Bizlerin de anlaşılır ve değer verilir bir öyküsü olmalıdır.

Kur’an’ı ve Rasûl-i Ekrem’i (sas) çok iyi anlamak gerekmektedir. Bunların ışığında bir hayatı inşa ederek, hayat hikâyemizi Rabbimiz katında ve in-sanların yanında anılmaya değer hale getirebiliriz. İnsanlardan gezmeleri ve daha önceki kavimler hakkında bilgi edinmeleri istenmiştir. Yaşayacak-ları ömrü nasıl değerlendirmeleri gerektiği konu-sunda fi kir vermesi açısından bu çok önemlidir. Allah’ın kullarına muamelesi, esas itibarıyla mer-hamet, iyilik ve lütuf temelleri üzerine şekillenir. Ancak kendilerini bu temellerden yoksun bırakan-lar, adalet gereği cezaya çarptırılırlar.

Dünya ve ahiret birbirini takip eden iki hayattır. Birinde imtihan edilir, diğerinde karşılığını alırız. Dünya-ahiret dengesini iyi kurmak zorundayız. Yalnız biri tercih edilerek yaşanamaz. Bu dengenin güzel olması için Yüce Kur’an’ın bize takdim ettiği kıssalardan Ashab-ı Kehf’i açıklamaya çalışacağız.

Ashab-ı Kehf’in kıssası Kur’an’da anlatılan en güzel kıssalardan birisidir. Fakat insanların ibret nazarıyla bakması gereken bu hadise efsaneleşti-rilmek suretiyle hakikatten soyutlanmış ve hayatın dışına atılmaya çalışılmıştır.

Kelam-ı Kadim, bu konunun gerekli olan kısım-larını Kehf Sûresi’nde açıklamaktadır. Bu kıssa aynı zamanda sûreye isim de olmuştur. “Kehf” kelimesi geniş mağara ve dağların içindeki dehliz manası-na gelir.

Ashab-ı Kehf’in hikâyesiyle ilgili “Ey Muham-med! Garipliğine rağmen, Ashab-ı Kehf kıssa-sının sakın Allah’ın en harikulade mucizesi ol-

Page 33: Siyer-i Nebi 10. Sayı

duğunu sanma. Bu kâinat sayfalarında, Ashab-ı Kehf kıssasından daha harikulade ve garip şeyler vardır.”1 şeklinde çıkarımlarda bulunulması gerekirken pek çok ayrıntılara girilerek ve doğru olmayan birçok uydurma olay anlatılarak bu kıssa efsaneye dönüştürülmüştür. Kur’an’da anlatılma-yan rivayetler, kıssanın özü ve mesajından bizleri uzaklaştırır.

Ashab-ı Kehf’in öyküsü sıra dışı ama yaşan-mış bir öyküdür. Ayetlerde Kehf’in gençleri, zalim hükümdara ve yoldan çıkmış topluma karşı hem imanlarını ilan etmişler hem de onları Hakk’a ça-ğırarak cihadın en üstününü gerçekleştirmişlerdir.

Ölüm kokan bir tavrın içinde hakkı haykırmak, sağlam ve sahih bir imanın eseri olarak ortaya çı-kar. O gençler, Allah’a kulluğu yasaklayan ve her türlü zulmü ortaya koymaktan çekinmeyen zalim-lere karşı Rablerine şöyle sığınmışlardı: “Rabbimiz! Bize tarafından rahmet ver ve bizi şu içinde bulun-duğumuz zor ve sıkıntılı durumumuzdan kurtar.” (Kehf 10) Bu duanın ardından gençler sarayı terk ederek mağaraya sığındılar. Allah Teâlâ onların dualarını kabul etmiş ve Kur’an-ı Kerim’de bu du-rumu şöyle ifade etmiştir:

“Biz de o mağarada onların kulaklarına nice yıl-lar perde koyduk (Yıllar sürecek derin bir uykuya daldırdık.) Sonra da iki gruptan hangisinin kaldık-ları müddeti daha iyi hesap edeceğini görelim diye onları uyandırdık.” (Kehf 11-12) Buradan, ortaya çı-kan hakikat şudur: Kâinat kör tesadüfl erden ibaret olmayıp bütün bu olaylarda ve hatta bir yaprağın dalından düşmesinde bile ilahi kudretin izni vardır. Ashab-ı Kehf’in mağarada kalış süresinin ne kadar olduğu, kıssanın amacına yönelik bir özellik taşı-maz. Buradaki iki grubun kimler olduğu da önemli

değildir. Önemli olan her şeyin hakikatinin Allah katında olduğunun bilinmesidir. İnsanın amaç dı-şına kayması, işte böylesi teferruatlarla uğraşma-sından kaynaklanmaktadır.

Kıssa nasıl ve niçin anlatılır? Rabbimiz nasıllığını şöyle anlatır: “Biz sana onların başından geçenleri gerçek olarak anlatıyoruz. Hakikat de onlar Rab-lerine inanmış gençlerdi. Biz de onların hidayetini artırdık.” (Kehf 13) Nedenine gelince onların kalpleri niçin metin kılındı? Bizler kendimiz için buradan bir çıkış bulabiliriz. Varlığımız Allah’a kulluk içindir. Bu kulluk her zaman ve mekânda net bir şekilde ortaya konulmalıdır. Şartlar ne olursa olsun. Çünkü bu yiğit gençler zalim kralın karşısında kıyam ederek şöyle dediler: “Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbi’dir. Biz ondan başkasına asla tanrı demeyiz. Yoksa cidden saçma konuş-muş oluruz.”( Kehf 14)

Zalim kralın karşısında Hakkı haykıran gençler zulme boyun eğen kavimlerine yönelerek şöyle dediler: “Şu bizim kavmimiz Allah’tan başka ilahlar edindiler. Bari bu tanrılar konusunda açık bir delil getirseydiler ya! Allah’a ortak koşmak suretiyle if-tira edenden daha zalim kim vardır?” (Kehf 15)

O gençler, kralın karşısında imanlarını açıkça dile getirip putperestliğe meydan okumalarından dolayı zalim kralın onları taşlatarak öldürtmesin-den veya işkenceye tutarak dinlerinden döndüre-ceğinden endişe etmişlerdi. (Kehf 20) İçlerinden biri şöyle dedi: Madem onları ve Allah’tan başka tap-tıkları sahte ilahlarını terk ediyoruz, öyleyse dağ-lara çekilip bir mağaraya saklanalım ki, Rabbimiz bize rahmet kapılarını açsın ve müminlerin sayısını artırıp, iman cephesini güçlendirerek, bu mücade-lemizde bize bir dayanak hazırlasın. Daha sonra

Ölüm kokan bir tavrın içinde hakkı haykırmak, sağlam ve sahih bir

imanın eseri olarak ortaya çıkar. O gençler, Allah’a kulluğu yasaklayan

ve her türlü zulmü ortaya koymaktan çekinmeyen zalimlere karşı Rable-

rine şöyle sığınmışlardı: “Rabbimiz! Bize tarafından rahmet ver ve bizi şu

içinde bulunduğumuz zor ve sıkıntılı durumumuzdan kurtar.”

Page 34: Siyer-i Nebi 10. Sayı

onlar mağaraya yöneldiler, yanlarına takılan bir de köpek vardı. Bu hayvan, vefa göstererek bu iyile-rin bekçisi oldu. Allah, onlara mağarada bir uyku verdi. Ve uzun zaman sürecek bir uykuya daldılar. (Kehf 16)

Onların ne kadar zaman mağarada kaldığını tartışmak örneklik adına hiçbir fayda sağlamaz. Burada sürenin uzunluğunu idrak edip Rabbi-mizin kudretini görmek gerekir. (Kehf 25) Ayrıca mağaradaki uzun süren uykularının nasıl geçtiği konusu da anlatılmıştır: Gerek güneşin onlara do-kunmaması gerekse sağa ve sola çevrilip hareket ettirilmeleri suretiyle çürümekten, çekirgelerin on-ları yemelerinden korunmuşlardır. (Kehf 17-18) Bu arada köpekleri, mağaranın girişinde ön ayaklarını uzatıp uyuyarak dışarıdan gelebilecek tehlikelere karşı bir emniyet oluşturmuştur.

Bu güzel gençler, uykularından uyandıktan son-ra mağarada ne kadar uyuduklarını birbirlerine sordular. Kimisi bir gün, kimisi de bir günden daha az kaldığını düşünüyordu. Kendi uykularıyla ilgili bu konuda tartışmayı sürdürmek yerine Allah’ın bunu daha iyi bileceğini söyleyerek sonucu Rable-rine havale etme güzelliğini gösterdiler. (Kehf 19) İçlerinden birini gümüş paralarla şehre yolladılar.

Ona, temiz yiyeceklerden seçip biraz erzak getir-mesini ve çok dikkatli davranarak burada saklan-dıklarını kimseye sezdirmemesini tembih ettiler.

Bu gençlerin diriliş gayesini Rabbimiz bize şöyle haber verir: “İşte böylece, onların yaşadıkları bu ibret verici olayın tüm çıplaklığıyla ortaya çıkma-sını sağladık ki, uzun yıllar süren bir ölüm uykusu-nun ardından yeniden dirilen bu gençleri gören, duyan insanlar Allah’ın vaadinin gerçek olduğunu, kıyametin gelip çatacağında asla şüphe olmadığı-nı kesin olarak bilsinler.” (Kehf 21)

Ashab-ı Kehf’in durumunu fark eden insanlar, kendi aralarında onların durumunu tartışmaya başladılar. İçlerinden bazıları, “Hayatın tümünü onlar üzerine bina edelim. Her şeyde onları örnek alalım, onlar gibi yaşayalım. İbadet ve itaatlerimiz-de; insan, eşya ve ihtiyaç anlayışımızda; hatta baş kaldırma ve isyanımızda hep onlara dayanalım.” dediler. Oysa onların durumunu Allah daha iyi bi-lir. Dolayısıyla hayat programında kutsadıklarımıza değil Allah’a dayanmalı, O’nun dediği gibi yaşa-malıyız.

Öte yandan topluma hâkim olan egemen güç-lere gelince, onlar da: “Hayır biz, onların adına bir mescit, bir secdegâh, bir ziyaretgâh yapalım. On-

Page 35: Siyer-i Nebi 10. Sayı

ların adını ziyaret, secde, hürmet ve tazim makamı bir mescid ile yaşatalım. Böylece insanlar ekono-mik, sosyal ve siyasal hayatta bizim istediğimiz gibi yaşarlarken, ibadet ihtiyaçlarını da orada, on-larla karşılasınlar.” dediler.

Ashab-ı Kehf’in sayısı hakkında da insanlar tar-tışmışlardır. Böylesi ayrıntılarda boğulanlar, hakkı ve hakikati görmekte kör olanlardır. Boş şeyler üzerinde kafa yoranlar, gereksiz şeyleri önem-serler. Yüce Kur’an bunu şöyle dile getiriyor: “Hiç bilmedikleri bir konuda atıp tutarak, onlar üç ki-şiydiler, dördüncüleri köpekleriydi, diyecekler ya-hut ‘Hayır beş kişiydiler, altıncıları köpekleriydi.’ diyecekler. Kimileri de ‘Yedi kişiydiler sekizincileri köpekleriydi.’ diyecekler. Bu gafillere de ki: Onların sayısını en iyi Rabbin bilir. Ve eğer Müslümanlı-ğımıza bir katkı sağlayacak olsaydı, bunu size de bildirirdi. Bu konuda ileri geri konuşanlara aldır-mayın, çünkü onların gerçek hayat hikâyesini bi-lenlerin sayısı çok azdır.” (Kehf 22)

Olayların hangi tarihte olduğu, gençlerin isimleri de zikredilmemektedir. Hadis-i şerifler-de bile zikredilmeyen Ashab-ı Kehf’in isimleri bir takım tefsir ve tarih kitaplarında geniş ola-rak ele alınmıştır. Ancak bu rivayetlerin, Hıristi-yan kaynaklara uyduğu görülmektedir. Köpek-lerine Kıtmir ismi de bu kaynaklarda verilmiştir. Hatta bu isimlere teberruken dualar edilmek-te, muskalar yazılmakta, tutulan dileklerin bu isimlerin yüzü suyu hürmetine kabul edileceği söylenmektedir. Hâlbuki bu isimler, Kur’an’da geçmediği gibi onların ismi olup olmadığı bile belli değildir. Çünkü sayıları net değil ki isimleri net olsun. Zaman olarak Hz. İsa öncesi mi, yok-sa sonrası mı olduğu konusunda görüş ayrılığı vardır. Hangi şeriata bağlı olduğu konusunda da tam bir netlik yoktur.

Ashab-ı Kehf’in kıssasıyla müminlere şu mesaj-lar verilmektedir:

1) İman – küfür mücadelesi öteden beri hep vardır.

2) Her şeyi yoktan var eden Allah, insanları öl-dükten sonra yeniden diriltmeye muktedirdir.

3) Allah’ın hiçbir şeyden gafil olmadığını, hatta uyuttuğu bu gençleri her gün çürümesinler diye çevirip döndürdüğünü bilmek, kudret ve gücünün ne büyük olduğunu anlamaya yeter. Sözün özü, Allah sadece hayatımıza ve uyanıklığımıza değil uykumuza ve ölümümüze de müdahildir.

4) Zaman izafi bir kavramdır. Bizlere çok uzun gibi gelen, O’na hiçtir. Hiçlikten bizi varlığa çıka-ran O’dur. Tekrar hiçlikle birlikte var edecek olan da O’dur.

5) Allah’ın bir tabiat kanunu ile sınırlı olduğu-nu düşünmek tamamen yanlıştır. Çünkü O, genel tecrübelere aykırı bile görünse, dilediği her şeyi yapmaya kadirdir.

6) Zorlu anlarda İslam’ı anlatma işini öncelikle gençler yüklenmelidir. Buna başkaları tahammül edemeyebilirler.

7) Hiçbir yüce dava, bir çile dönemi ve bu çileyi üstlenenler olmadan gelişip yaşayamaz. Bu çilede özellikle hicret ve yurdunu terk etme fedakârlığı bulunmalıdır.

8) Gerçek mümin, hiçbir şekilde haktan dön-memeli ve batıl önünde boyun eğmemelidir. Dış şartlar ne kadar kötü görünse de maddi araçlara değil sadece Allah’a güvenip dayanmalı ve doğru yoldan gitmelidir.

9) Cahiller teferruatta boğulurlar, hakikati gör-mekten uzaktırlar. Onlar sayılara, yerlere ve ayrın-tılara takılırlar ve bu ayetleri amaçlarından saptı-rırlar.

10) İnsanlığın tek sığınağı O’dur. O’na sığınanlar asla mahcup olmazlar. İman-küfür mücadelesinde samimiyetle iman edip inançlarının gereğini yaşa-yanları Allah Teâlâ mutlaka başarıya ulaştırır.

11) Dar sınırlar çok çabuk kalkar ortadan. Katı duvarlar çabucak erir. İnsanın içini sıkan yalnızlık birden bire bir incelik kazanır ve bir de bakarsınız ki her yanda rahmet, her yanda huzur, her yanda rahat… İşte iman budur.2

1-es-Sâbûnî, Safvetü’ t-Tefâsîr, III/426.

2-Seyyid Kutup, Fî Zılâli’l-Kur’an, Dünya y. VII/96.

Page 36: Siyer-i Nebi 10. Sayı

“İmran’ın hanımı şöyle demişti: Rabbim! Karnımdakini her türlü bağımlılıktan azade olarak sırf sana adadım. Adağımı kabul buyur. Şüphesiz hakkıyla işiten ve bilen Sensin.

Onu dünyaya getirince, -Allah ne doğur-duğunu bilip dururken-: Rabbim! Ben onu kız doğurdum. Oysa erkek, kız gibi değildir. Ona Meryem adını verdim. Kovulmuş şeytana karşı onu ve soyunu senin korumanı diliyorum, dedi.

Rabbi Meryem’e hüsnü kabul gösterdi; onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi…” (Âl-i İmran 3/35-37)

İmran ailesi, Dâvûd (as)’un soyundan gelen soy-lu bir aile. Uzun yıllar çocukları olmaz İmran (as) ve eşi Hanne (as)’nin. Allah, ömürlerinin sonbaharına erdiklerinde bir çocuk bahşeder onlara. Hanne de, “lütufa şükür gerekir” bilinciyle kendisine ihsan edilen tek yavrusunu, canından bir parçayı gözünü kırpmadan, Veren’e takdim eder. Adarken çocuğun kız olma ihtimali gelmez aklına. Kıymetlisini, “En Kıymetli”ye sunar. Emaneti, sahibine verme basire-tini göstererek ciğerparesini heder etmek istemez. Artık ne gam ne keder… Zira bilir ki, “O, terbiye edenlerin en güzelidir.”

Önce “Kul” Olur Hanne (as)…

Analığını kulluğunun önüne geçirmez Hanne (as); onu zincir yapıp ayağına takmak yerine ba-samak yapıp Rabbi katındaki makamını yücel-tir. Yavrusunu da azade (muharrer) kılar. Ve adını “Meryem” koyar; “hizmetkâr” kılar Rabbine. Ve

Hz. MERYEM SESSİZ… KUCAĞINDA KELİME

Page 37: Siyer-i Nebi 10. Sayı

bizlere de, “Mehdi” beklemek yerine henüz ana karnındayken, önder olacak Mesihlerimizi, Mer-yemlerimizi yetiştirme bilincinde olmamız gerek-tiğini öğretir.

Bizim zannettiğimiz çocuklarımızı, nelere adadı-ğımıza bakarsak neden onlardan sadakat değil de ihanet gördüğümüzü daha iyi idrak ederiz: Doğ-duğu andan itibaren toplumun ön kabullerine, desinler’e; okul çağına geldikten sonra daha ana kuzusu iken sınavlara adanan çocuklarımız… Mes-lek sahibi olsun, ayakları üzerinde dursun terane-leriyle… Rabbimize tevekkül edememenin, korku-larımızın bizi sarıp sarmalamasının, sağlıklı bir akıl ve ruha sahip olamamanın sonucudur aslında bu durum. Çocuklarımızı dünyalıklara adadığımızda toplumun saadet toplumu değil felaket toplumu olacağını hatırlatır âdeta Hanne (as) bize.

Oysaki Rabbimiz bakın bizden ne istiyor: “Ey iman edenler! Kazandıklarınızın iyilerinden ve yerden sizin için çıkardıklarımızdan Allah yolunda harcayın. Kendinizin göz yummadan alıcısı olmayacağınız bayağı şeyleri vermeye kalkışmayın ve bilin ki Allah, her bakımdan zengindir, övülmeye lâyıktır.” (Bakara 2/267) En güzelini vermek, imanın göstergesidir. Ömrün en verimli çağını, en çok değer verdiklerimizi, sevdik-lerimizi…

Bir Fert Olarak Meryem (as)…

Ve bebek dünyaya açar gözlerini. Kız doğmuş-tur… Ne olacak şimdi! Doğmadan adamıştı Hanne onu. Rabbi böyle murad etmişse vardır bir hayır, olan’a teslim olmak gerekir. Allah, kadının itilip-kakıldığı erkek egemen bir toplumda, bir fert olarak kadının var olduğunu; kadının, dolgu mal-zemesi değil “ana” malzeme olduğunu tüm insan-

lığa öğretmek ister belki de onunla. Kadınlara bu ezik durumdan kurtulmaları, onurlu olmaları ge-rektiğini hatırlatır.

Allah; Âdem’i, Nuh’u, İbrahim’i seçtiği gibi Mer-yem (as)’i ve ailesini de seçer. Ayırmaz onu kadın diye. Ve onu, -cinsiyet üstü boyuta dikkat çeke-rek- sadece kadınlara değil tüm insanlara örnek kılar: “İffetini korumuş olan, İmran kızı Meryem’i de (Allah örnek gösterdi). Biz, ona ruhumuzdan üfl edik ve o Rabbinin sözlerini, kitaplarını tas-dik etti. O gönülden itaat edenlerdendi.” (Tahrim

66/12)

Cinsiyetinde kaybolan gençlik için ne güzel örnektir Meryem. İmanını, teslimiyetini, duruşunu değil de cinsiyetini ön plana çıkaran gençliğe…

Teslim Olmuş Meryem (as)…

Rasûlullah (sas) gibi Hz. Meryem de doğmadan babasını, doğduktan kısa bir süre sonra annesini kaybeder. Zira Rabbi onu güzel bir bitki gibi yetiş-tirecektir. Bahçıvanlığına da bir peygamber tayin eder: Hz. Zekeriyya.

Zekeriyya (as) mabedde özel bir yer tahsis eder Meryem’e. O da bitki olup kök salar “mihrab”a. Gözünü başka yere dikmez artık. Sımsıkı bağlan-dığı için toprağına, dimdik durmaktadır Meryem. “Acaba” demeden… Ve Meryem’in sınırsız teslimi-yetine Rabbinin sınırsız lütfu: “Zekeriyya onun yanına, mihraba her girişinde orada bir rızık bulur ve: Ey Meryem, bu sana nereden geliyor, der. O da: Bu, Allah tarafındandır. Allah, dilediğine sayısız rızık verir, derdi.” (Âl-i İmran 37)

Hz. Zekeriyya’yı şaşırtan bu maddi ve manevi rı-zıklar Hz. Meryem’i hiç şaşırtmaz. Meryem (as)’in Rabbi ile o kadar özel bir bağı vardır ki akıl sır er-mez bu ilişkiye. Zekeriyya (as), onda sorgulama-

“Sus Meryem! Pasif bir susma olmasın; susuşun, haykırışın olsun hakikati! Onlar

ne söylerse söylesin sen sus! Onları kaale almadığını göster. “Kelime” yoksa ellerin-

de, sadece konuşmanın ne kadar boş olduğunu anlat onlara. Senden en çok konuş-

manı bekledikleri, ama seni, konuşsan da dinlemeyecekleri an, sus! Çünkü onlar

sana değil, kalplerine vesvese veren insan ve cin vesveseciye kulak verirler.”

Page 38: Siyer-i Nebi 10. Sayı

38

dan teslim olmayı görür. Ve bu heyecan ile yaşı-nın ilerlemiş olmasına ve karısının da kısır olmasına bakmadan ellerini açıp Rabbinden bir çocuk ister. Allah da ona, hayat bahşedilen “Yahya”yı müjde-lediğinde üç gün nutku tutulur. Velhasıl Meryem, hocasına hocalık yapmıştır. Rasûlullah (sas)’ın öv-mesi boşuna değildir Meryem (as)’i: “Zamanın-daki dünya kadınlarının hayırlısı İmran kızı Meryem’dir. Bu ümmetin kadınlarının hayırlısı da Hatice’dir.” (Buhârî, Enbiyâ 45; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe 69.)

Hz. Meryem mihrabda “Ey Meryem! Rabbine ibadet et; secdeye kapan, (O’nun huzurunda) eğilenlerle beraber sen de eğil.” (Âl-i İmran 3/43)

emri mucibince yaşarken Allah ona insan suretin-de bir meleğini gönderir. Korkar Meryem ve “Ben senden, Rahman olan Allah’a sığınırım. Eğer Allah’tan korkuyorsan bana dokunma.” (19/Mer-

yem 19/18) der. Meryem ona “Rahman” olan Allah’ı hatırlatır ki şeytandan gelen bir dürtü varsa ona gem vursun. Melek ise kendini tanıtır ve bir çocuğu olacağını müjdeler.

İffet Timsali Meryem (as)…

Peygamberler Allah’tan aldıkları mesajı insanlara iletirler. Oysaki Meryem’in kendisi “mesaj”dır. Her şartta iffet elbisesini kuşanmanın mesajını taşır o. Çağın gereği, iş hayatı, çevre diyerek modanın ve gündemin esiri olan kızlarımıza ve erkeklerimize, fıtratına ters düşmeyen Meryem (as)’in duruşunu hatırlatırız. Modern hayat, kadın hakları, özgürlük adı altında kadının iffetine karşı yapılan saldırıyı fark etme ve bununla mücadele konusunda duyar-lılığımızı geliştirmeli; asrımızın Meryemleri, Yahya-ları olmalıyız. Onun imtihanından daha zor değil emin olun bizimki. Meryem olmak zor belki, ama imkânsız değil. Yoksa niye örnek gösterilsin ki?

Şu da unutulmamalıdır ki, bu toplumda iffetli yaşamaya adaysanız yalnız kalmayı göze almalısı-nız. Hakikati görmek istemeyen, fıtratına muhalif yaşamayı tercih eden kişilerin, etrafınızdan birer birer uzaklaştığını görürsünüz. Meryem gibi yalnız kalırsınız…

Yalnız ve Tecrübesiz Meryem (as)...

Meryem (as)’in yalnızlığı tercih ettiğini ya da Allah’ın onu bununla imtihan ettiğini görüyoruz hayatı boyunca. Yalnız ve tecrübesiz… Erkekler-

le dolu mabedde yalnız. Melek bir erkek kılığında gelir, Meryem yalnız… Çocuğu olacağını öğrenir… Hamiledir… Doğum yapar… Çocuğu ile kavminin karşısına çıkacaktır… Yine yalnız, yine yalnız… Fa-kat yalnızlığında kaybolmaz Meryem. Kendi

kendinin esiri olmaz. Kendini bırakmak, karamsar-lığa kapılmak, başkasının yardımını istemek yerine Rabbine yönelir. Ondan ister ne isteyecekse. Hatta istemez bile. Rabbi ona ikram eder. O da en güzel şekilde kabul eder.

Meryem (as) anlamak ister, nasıl çocuğu olaca-ğını: “Meryem: Bana bir insan eli değmediği, if-fetsiz de olmadığım halde benim nasıl çocuğum olabilir, dedi.

Melek: Öyledir, dedi; (zira) Rabbin buyurdu ki: Bu Bana kolaydır. Çünkü Biz, onu insanlara bir delil ve kendimizden bir rahmet kılacağız. Bu, hüküm ve karara bağlanmış (ezelde olup bitmiş) bir iş idi.” (Meryem 19/20-21)

Nasıl bir “Müjde (Mesih)”dir anlayamaz ama hemen teslim olur, “kânitîn” (itaat edenler)dendir çünkü o. Bu yüzden midir acaba Kur’an-ı Kerim’de ismi anılan tek Müslüman kadındır?

Meryem oğlu Mesih…

Sahipsiz değildir Meryem (as)… “Ruhundan” üf-

Page 39: Siyer-i Nebi 10. Sayı

39

ler Rabbi ona. Yavrusuna ismini, dünyaya gelmeden yine Rabbi verir: “Ey Meryem, Allah seni kendi-sinden bir ‘kelime’ ile müjdeliyor. Adı, Meryem oğlu Mesih’tir. Dünyada da âhirette de hatırlı ve (Allah’a) yakın olanlardandır.” (Âl-i İmrân 3/45)

Allah Teâlâ bir başkasını değil de onu seçmiştir, tertemiz yaratmış ve dünya kadınlarına tercih et-miştir. Çok zor bir görev için seçilmiştir o. Allah, ba-basız çocuk getirecektir dünyaya. Allah, kendisinin tüm yasaların üzerinde olduğunu unutanlara, bunu hatırlatacaktır. Âdem’i nasıl anasız–babasız dün-yaya getirmişse… Fakat bu olay Meryem (as)’den ziyade kavmini şaşırtır. Onlar için de imtihan olur babasız bir çocuk…

İmtihanın Büyüğü Meryem’e (as)…

İnsan, dünyada sıkıntı çekmeden yola devam et-mek ister. Ama unutulmamalıdır ki “bela”lar Allah’ın lütfudur. Cennete giden yoldur. (Bkz: Bakara 2/214,

Muhammed 47/31.) Bütün arzu ve isteklerimizin ger-çekleşmesi ise asıl felaketimizdir: “Cennet zorluk-larla; Cehennem ise aşırı arzularla çevrilmiştir.” (Müslim, Cennet 1.)

İmtihanın büyüğü insanların büyüklerine-dir: Sahabiden Sa’d rivayet ediyor: Dedim ki: Ya Rasûlallah, insanların belâsı/imtihanı en çetin olanı kimdir? Buyurdu ki: Peygamberler ve sonra da de-rece derece müminlerdir. Kişi, dini oranında belâ görür/imtihan edilir. Dini kuvvetli ve sağlam ise belâsı ağır olur. Dininde zayıflık söz konusu ise, dini kadar belâ görür/imtihana tâbi tutulur. Belâ insanın yakasına öylesine yapışır ki, günahsız gezene kadar peşini bırakmaz. (Tirmizî, c.7, s. 78-79.)

Hz. Meryem de belalara olan teslimiyetiyle de-recesini yükseltir. Ne kadar zorlanırsa zorlansın, başına geleni kendinden bilir; “belâ” der. “Bunun üzerine onunla (karnındaki çocukla) uzak bir yere çekildi.” Doğum sancısı geldiğinde “Keş-ke, dedi, bundan önce ölseydim de unutulup gitseydim!”(Meryem 19/22-23) diyerek Meryem ol-manın kolay olmadığını haykırır âdeta bizlere. Rab-bini yine lütufkâr bulur Meryem. Bu defa ikram edi-len; hurma ve nereye gideceğini, nasıl gideceğini bilemeyen Meryem’e gösterilen yol. Musa (as)’ya

denizin ortasında açılan yol gibi: “Ye, iç. Gözün ay-dın olsun! Eğer insanlardan birini görürsen de ki: Ben, çok merhametli olan Allah’a oruç ada-dım; artık bugün hiçbir insanla konuşmayaca-ğım.” (Meryem 19/26)

“Sus Meryem...” Pasif bir susma olmasın; susuşun, haykırışın olsun hakikati! Onlar ne söylerse söylesin sen sus! Onları kaale almadığını göster. “Kelime” yoksa ellerinde, sadece konuşmanın ne kadar boş olduğunu anlat onlara. Senden en çok konuşmanı bekledikleri, ama seni, konuşsan da dinlemeyecek-leri an, sus! Çünkü onlar sana değil, kalplerine ves-vese veren insan ve cin vesveseciye kulak verirler. Senin hakkını en iyi ben bildiğim gibi seni en iyi ben korurum. Sen susarsan senin yerine konuşacak İsa’ları gönderirim.”

Hz. Meryem sessiz… Lâkin kucağında kelime… Ne hacet dile… Dil yükünü bırakmış, yorulmuş ta-şımaktan. Sözün sahibi, “Kelime”yi ellerine teslim etmiş onun. “Ol” demiş… Gerisini söylemeye ne ha-cet. Sözün bittiği yerde, herkesin kulaklarını tıkadı-ğı anda “göstermek” gerekirmiş. Kulaklar duymazsa gözler görsün. Gözleri de görmezse artık başlarına insin gökten hakikat!

Meryem (as) Rabbinin, mahcup etmeyeceğin-den iyice emindir. Doğru yerde durduğu için tüm dünyaya karşı durmayı göze almıştır. Allah annesi Hz. Hanne’nin duasını kabul etmiş, onu ve soyunu şeytanın şerrinden korumuştur. Meryem kendisini kınayanlara “Allah’ın Kelimesi”ni gösterir. Ve be-şikteki bebek konuşmaya başlar: “Ben şüphesiz Allah’ın kuluyum. Bana kitap verildi ve beni peygamber yaptı. Nerede olursam olayım, beni mübarek kıldı.” (Meryem 19/30)

Meryem oğlu Mesih… Allah, bir erkeği hem de peygamber olan bir erkeği, bir kadına nispet ederek asırlar boyu insanlara bir hakikati işaret ediyor: Allah sizin cinsiyetlerinize değil, islamını-za ve imanınıza bakar.

Anası yoktur Meryem’in, ana olur; babası yok-tur, baba olur Meryem.

Sadece Rabbi için atan kocaman bir yürek olur Meryem.

Page 40: Siyer-i Nebi 10. Sayı

Umut AĞBAYRAM

“Size hayırlı gençleri tavsiye ederim. Çünkü onların kalpleri daha incedir.

Allah beni doğrulukla ve müsamahayla gön-derdi. Bana gençler yanaştı, ihtiyarlar muhale-fet etti.”

Yaratılmış her varlık, kendi lisanı ile selam ederken evvelin ve âhirin Efendisi Nebî (sas)’ye; kâinat, iman ile şereflenecek gönüllerin habe-rini ve kutlu zamanlara erişmenin müjdesini bekliyordu. Sessizce yapılan bu duanın ahen-gini bozmamak adına yaprak bile düşmüyordu dalından.

İmana ermek yücelmekti. Hakikati idrak ise en büyük maharetti. Cehaletin ötesine, erde-me ermek için, aşağılardan yücelere yolculuk etmek için sınırda bekliyordu insanlık… Bu sı-navda kimler geçiyor, kimler kalıyor? Kimler bu davanın neferi oluyor? Kimler yücelere eriyor, kimler nasipsiz kalıyor?

İnsan içindeki yanlışları düzeltmek için mü-cadeledeydi. Zaferi isteyecek, inanacaktı. Son-ra da ulvîleşecekti. Bunun için koca bir yürek gerekti. Azimle, kararlılıkla yoğrulmuş; imanla olgunlaşmış; taptaze, dimdik gönüllere ihtiyaç

vardı. Ve… İnce kalpli gençler hazırol’a geçti. Delikanlı yürekler kararlı idi. Nebi (sas)’in çev-resinde pervane olacaklardı. Sonunda yanmak olsa bile… Aşkın ateşine düşmek en güzel pâye idi.

“Allah!” dediler. Allahu Ekber! Gençlerin coş-kusu ile inledi Kâinat. O gençlik taşıdı zamanı, asrı saadete… Övgü gecikmedi. Döküldü Nebi (sas)’in mübarek dudaklarından:

“Gerçekten Allah, meleklerine karşı ibadet eden bir gençle iftihar ederek buyuruyor: Ey şehvetini benim için bırakan genç! Ey gençliği-ni bana bağışlayan genç! Sen benim nezdimde meleklerimin bazısı gibisin.”

Melekler gibi saf ve temiz olmak, itaat üze-re yaşamak ve bu muhteşem güzellikle Rabb’e ulaşmak… Onlar erdi bu saadete. İbreti, yüre-ğinde bu cesareti hisseden herkese…

Sadece 10 yaşındaydı.

İman mutluluğuna erdi ve bu saadet dolu şerefin içerisinde çocukluktan delikanlılığa ge-çiverdi Hz. Ali (ra) Efendimiz…

GENÇLER

Onlar çok ulvî hizmetler yaptılar… Razı oldular ve Allah’ın rızasını

kazandılar… İnce kalpli gençler gökteki yıldızlar gibi yol gösterici oldu-

lar. Belki onlara erişmek mümkün değildir. Ancak inanıyorum ki, bize

bıraktıkları İslam mirasının rahmet rüzgarları arasında hissedeceğimiz

ecsâm-ı pâkilerinin güzel kokuları bizi onlara ulaştıracaktır.

Page 41: Siyer-i Nebi 10. Sayı

Peygamberimiz (sas) ashabına; hicrete ve savaşa maruz kaldığında kendisini kimin ko-ruyacağını sorduğunda, kararlılığı ile yerdeki taşları dahi titreterek haykıran ondan başkası değildi. “Ben korurum!” diye kendisini ortaya koyduğunda ise henüz 12 yaşında idi.

Kendisi belki çocuktu. Ancak gönlü imanla, cesaretle ve teslimiyetle dopdolu idi.

Gençlere, gerçek imanla doğru hedefler gösterilirse tek başlarına tüm dünyaya dahi karşı koyabilecek gücü ve kuvveti içlerinde hissederler.

Sadece 15 yaşında idi.

Daha gençlik baharının ilk günlerini yaşar-ken imanla şereflenmişti Zübeyr b. Avvam (ra).

Bir başka müjde ile de gönlü havalanmış se-vinçten uçuyordu. Çünkü Rasûl-i Ekrem (sas) Efendimiz onun hakkında şöyle buyuruyordu: “Her peygamberin bir havarisi (yardımcısı) var-dır. Benim havarim de Zübeyr b. Avvam’dır.”

O cesareti ile savaşlarda devleşen bir kahra-mandı. Vücudunun her yerinde bulunan yara izleri onun şeref pâyesi idi. Cömertliği ile zengin-liğini Allah yolunda harcayan tam bir mümin idi.

Böylece o, Sevgililer Sevgilisi (sas)’nin ko-ruyucusu, yardımcısı ve “cennetteki komşusu” olmuştu.

İman lezzetini ruhunda doyasıya hisse-den bir genç; bu eşsiz güç ile dünyasını ve ahiretini imar etmeye muvaffak olacaktır.

Çok genç yaşta iman ile şereflenmişti.

O, Ebû Ubeyde b. Cerrah idi.

Zayıf yüzüne, ince bedenine rağmen büyük bir mücahit idi. Kesici dişleri dökülmüştü. Çün-kü Uhud gününde Rasûlullah (sas) Efendimizin yanağına batan miğferin halkalarını dişleri ile çıkarmıştı. Efendimiz onu çok seviyordu. İma-nının olgunluğu içerisinde Allah Rasûlü’nün iltifatını ve müjdesini kazanmıştı: “Her ümme-tin bir emini vardır; bu ümmetin emini de Ebû Ubeyde b. Cerrah’tır. “

Genç kalplere Allah sevgisi ve iman duy-gusu kazandırılırsa, İslam’ın istediği ahlak

ve amel ekseninde yaşayan gençleri yetiş-tirmek mümkün olacaktır.

Sadece 19 yaşında idi.

O, Sa’d b. Ebî Vakkas (ra) idi. İman ile şereflen-mesinin ardından ashabın büyükleri arasında yer aldı. Çünkü o, iman eri olarak ömrünü sürdürmüş, her şeyini bu uğurda feda etmesini de bilmişti.

Allah yolunda düşmana ilk oku atandı. Ken-disine de ilk ok atılandı. Onun imanını yaşa-masında gösterdiği üstün vasıflar sebebiyle, Rasûlullah Efendimiz (sas)’in ana babasını uğ-runda feda ettiği kişi olarak anıldı.

Uhud gününde Rasûlullah Efendimiz (sas) şöyle sesleniyordu kendisine: “Annem babam sana feda olsun ey Sa’d at, okunu at! “

Kâinatın en değerlisi Efendimiz (sas), en çok değer verdiği varlıkları, onun uğruna feda edi-yordu. Ne büyük bahtiyarlık…

Böylesi nasipler ancak ihlâs derinliği ile mümkündür. Bu ihlâs ve imanın yüceliği altın-da nurlar oluk oluk aktı kâinatın üzerine… Ve tarih yazdı onları… Melekler kaydetti isimleri-ni… Cennet ehli olarak bilindiler ve anıldılar…

İhlâsı kazanan bir gencin önünde öyle buudlar açılır ki, oralarda belki tüm âlemin hayranlığı ve hayreti saklı olabilir.

Üsâme b. Zeyd, Abdullah b. Ömer, Bera b. Azib, Enes b. Malik, Mus’ab b. Umeyr, Muaz b. Cebel… Ve daha niceleri… Ömürlerinin baha-rında İslam’ı gönüllerinde mihmandar kıldılar, şereflendiler, şereflendirdiler…

Genç idiler… Küçük yaşta idiler… Ama gönül-lerinde taşıdıkları idealleri ve ihlâsları ile büyü-düler… Önder oldular… Her çağa ve her insana örnek oldular…

Onlar çok ulvî hizmetler yaptılar… Razı oldu-lar ve Allah’ın rızasını kazandılar… İnce kalpli gençler gökteki yıldızlar gibi yol gösterici ol-dular. Belki onlara erişmek mümkün değildir. Ancak inanıyorum ki, bize bıraktıkları İslam mirasının rahmet rüzgarları arasında hissede-ceğimiz ecsâm-ı pâkilerinin güzel kokuları bizi onlara ulaştıracaktır.

Allah onlardan razı olsun…

Page 42: Siyer-i Nebi 10. Sayı

Kıyamet günü mutlaka gelecektir, bunda hiç şüphe yoktur. Hem de gelmesi pek yakın-

dır.1 O gün adalet terazileri kurulacak ve dünyada yaptığımız her şeyden inceden inceye hesaba çe-kileceğiz. Yaptığımız zerre kadar iyiliğin de, zerre kadar kötülüğün de karşılığını tastamam görece-ğiz.2 O gün pişmanlıkların, keşke’lerin günüdür. O gün zalimlerin ellerini ısırıp, “Keşke Peygamberle beraber aynı yolu tutsaydım. Keşke fi lancayı dost (ve önder) edinmeseydim.″3 diyeceği gün-dür. ″O gün ne mal fayda verir; ne de oğullar. Sadece Allah’a her türlü kötülükten arınmış kalb-i selimle gelenler fayda bulacaktır.″4

Peygamberler Sultanı (sas) iş işten geçmeden önce hazırlığımızın gerekliliğini, ″Ölmeden önce ölüme hazırlan.″5 diyerek ne güzel ifade buyur-muştur. Eğer kıyamet günü nelerden hesaba çe-kileceğimizi bilirsek, dünyadaki hazırlığımızı buna göre yapabiliriz. Bizi bizden çok düşünen Efendi-miz (sas), kıyamet sorgusunun ana konularını ha-ber vererek ümmetini uyarmıştır.

En Değerli Sermayemiz

Ömür, Allah’ın insana bahşettiği en değerli ser-mayedir. Bilindiği gibi ticarette sermayeye büyük önem verilir. Çünkü güzel işletilen sermaye, ileride sahibine kat kat kazanç getirir. Tıpkı bunun gibi ömür sermayesi de güzel ve hayırlı yolda harca-nırsa sahibine ahirette en büyük kazancı temin eder. Bu açıdan bakıldığında, insanların kendisiyle ebedî mutluluk veya mutsuzluğu hak edecekleri ömür nimetine en büyük önemi vermeleri gerekir. Fakat insanların çoğu bu şuurdan yoksundur. On-lar, ömürlerini Allah’a itaat ve kullukla güzelleşti-recekleri yerde, günlük koşuşturmalar ve faydasız uğraşlar içinde heba edip giderler.

Ömrün uzun olması, her yaptığı bir hikmete dayanan Yüce Allah’ın çok değerli bir ihsanıdır. Bu ihsanı fırsat bilip ahiret azığına dönüştürenler olduğu gibi çarçur edip heba edenler de vardır. Bir defasında, İki Cihan Güneşi Efendimize (sas) insanların en hayırlısı ve en kötüsünün kimler ol-duğu sorulmuştu da, O (sas) şöyle buyurmuştu:

عن �بن مسعود (رضي �لله عنه) عن �لنبي (صلي �لله عليه وسلم) قال: لا تزول

�فناه فيم عمره عن ل عن خمس يساأ ربه حتي عند من �لقيامة يوم �دم �بن قدم

علم فيما عمل وماذ� �نفقه وفيم �كتسبه �ين من وماله ب��ه �أ فيم شبابه وعن

Hz. Abdullah b. Mes’ud (ra)’dan nakledildiğine göre Sevgili Peygamberimiz (sas) şöyle buyurdu:

″Kıyamet günü Rabbinin yanında beş şeyden hesap sorulmadıkça

âdemoğlunun ayağı yerinden kımıldayamaz: Ömrünü nerede ve nasıl

tükettiğinden, gençliğini nerede ve nasıl yıprattığından, malını nereden

kazandığından, o (malı) nereye harcadığından ve bildikleriyle ne yaptığından.″ (Tirmizî, Kıyâmet:1)

Page 43: Siyer-i Nebi 10. Sayı

″İnsanların en hayırlısı ömrü uzun, ameli güzel olandır. İnsanların en kötüsü ise ömrü uzun fa-kat ameli kötü olandır.″6

Sevgili Peygamberimiz (sas), ne kadarlık bir yaşamın uzun ömür sayılacağını da haber ver-miş ve şöyle buyurmuştur: ″Allah, altmış yaşına gelip de ecelini geriye bıraktığı bir kimseden artık hiçbir mazeret kabul etmez.″7 Ne kadar yaşarlarsa yaşasınlar insanlar kıyamet günü daha uzun yaşamış olmayı temenni edecektir. Rasûlul-lah Aleyhisselâm bu gerçeği şöyle ifade etmiştir: ″Sizden ölen hiç kimse yoktur ki pişman olma-sın.″ (Sahabîler): ″Ya Rasûlallah! Pişmanlığının sebebi nedir?″ dediler. ″İyilik yapan bir kimse ise iyiliğini arttırmadığından, kötülük yapan bir kimse ise vazgeçmediğinden dolayı pişman olur.″ 8

Gençlik Nimeti

Gençlik, ömür sermayesinin en kıymetli dili-midir. Kur’an ve sünnetin gösterdiği doğrultuda kullanılan bir gençlik, manen ebedîleşir; sahibini cennette sonsuz nimetlere eriştirir. Ne var ki genç insanın işi kolay değildir. Çünkü nefs ve şeytan en çok gençlerle uğraşır. Gençlerin heyecan ve duy-gu yoğunluğu en üst düzeyde olduğundan nefs ve şeytanın ağına düşmeleri kolay olur. Kâinatın Övüncü Sevgili Peygamberimiz (sas) bir hadisle-

rinde, ″Gençlik delilikten bir şubedir.″9 buyur-muştur. Gençlik enerjisini nefsânî taşkınlıklarda harcayanlar olduğu gibi; iman, ilim ve cihad mey-danlarında fedakârca kullananlar da vardır. Yüce Allah’ın Kur’an’da kendilerinden övgüyle bahsetti-ği ″Ashab-ı Kehf″ de böyle gençlerden oluşmuştur. Rabbimiz (cc), onlardan şöyle bahseder: ″...Şüp-hesiz onlar Rablerine inanmış genç yiğitlerdi. Biz de onların hidayetlerini arttırmıştık.″10

Allah’ın Sevdiği Gençler

Habîbullah Efendimiz (sas) bir hadislerinde, ″Al-lah azze ve celle, gençlik rüzgârına kapılmayan genci beğenir.″ buyurmuştur.11 Bu hadiste ″genç-lik rüzgârı″ olarak tercüme ettiğimiz ″sabve″ tabiri, gençliğe ait nefsânî eğilimleri ifade eder. Böylece, olanca güçlüğüne rağmen gençliğini haramlardan kaçınarak itaat yolunda geçirenler ilâhî beğeni ve sevgiyle ödüllendirilirler.

Sevgili Efendimiz (sas), Allah’a ibadet atmosferi içinde büyüyen gençleri müjdelemiştir. Buna göre, böyle gençler hiçbir gölgenin bulunmadığı kıya-met günü Allah’ın (arşının) gölgesinde gölgelen-dirilecek yedi sınıftan birisini oluştururlar.12 Farzla-ra ilâve olarak nâfile ibadetlerle de kendilerini süs-leyen gençler, gençlik sermayesini en güzel biçim-de değerlendirmiş olurlar. Kıyamet günü en büyük kazanç da onların olacaktır. Rasûlullah aleyhis-

Page 44: Siyer-i Nebi 10. Sayı

selam bir defasında, ″Abdullah (b. Ömer) ne iyi bir genç! Keşke bir de gece namazı kılsa!″ buyurmuştu. (Hadisi nakleden) Sâlim (ra), Ab-dullah b. Ömer (r.anhümâ)’in bundan sonra geceleri pek az uyuduğunu haber vermiştir.13

Gençlerden hiç günah işlememelerini beklemek ve onları hataları yüzünden mahkûm etmek doğru değildir. En doğru davranış şekli, onlara güzellikle nasihat etmektir. Gençlere yapılacak nasihat onları ümitsizliğe sevk etmemeli; tövbeye, iffetli ve fazi-letli bir hayata özendirmelidir. Bu konuda nakledi-len şu hadis, başta eğitimciler olmak üzere herkese yol gösterir niteliktedir: ″Gençlere iyilikle mua-mele etmenizi tavsiye ediyorum. Çünkü onların kalpleri çok hassastır. Allah beni müsamahakâr tevhid diniyle gönderdi. Yaşlılar bana karşı çı-karken beni gençler destekledi.″14 Sevgili Pey-gamberimizin (sas) gençlere davranış tarzı hepimi-ze örnek olmalıdır. O (sas) bir defasında, saygısızca kendisinden zina etmek için izin isteyen bir gence hızlı bir empati eğitimi vermiş ve onu, kızmadan güzellikle vazgeçirmiştir.15 Peygamberler Sultanı (sas), ″Allah tövbe eden genci sever.″16 buyur-makla, nefsin günah tuzağına yakalanan gençleri, ümitsizlik çukuruna düşmekten korumuştur.

İslâm’da, olgun davranan ve sorumluluk bilin-ciyle hareket eden gençler övülmüş; hafiflik yapan ve eğlence düşkünü olan ihtiyarlar ise yerilmiştir. Bu hususta Peygamber Efendimiz (sas), “Gençle-rinizin hayırlısı ihtiyarlarınıza benzemeye çalı-şanlar; ihtiyarlarınızın kötüsü de gençlerinize benzemeye çalışanlardır.” buyurmuştur.17

Mal Emanetini Ne Yaptınız?

Mülkün hakiki sahibi sadece Allah’tır. Dünya ha-yatında sahip olduğumuz mal ve evlatlar ise aslın-da bize fitne; yani imtihan sebebi olarak verilmiş emanetlerdir ve biz bu emanetlerden hesaba çe-

kileceğiz. Hiç şüphesiz bize, malımızı nereden ka-zanıp nereye harcadığımız sorulacaktır. Acaba biz, bu sorguya hazırlıklı mıyız?

Peygamberimiz (sas) bir hadislerinde ileride ge-lecek bir topluluktan bahsetmiştir. Bu hadis sanki bizi anlatıyor gibidir: ″İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelir ki, kişi malı helâlden mi, haramdan mı aldığına aldırmaz.″18 Günümüzde, İslam’ın şiddetle yasakladığı faiz, bir dünya gerçeği ve ekonominin gereği olarak görülüp yasal hâle ge-tirilmiştir. İçki ve fuhuş işletmelerinden alınan ver-giler insanların helâl maaşlarına karıştırılıp onların bereketini yok etmiştir. Kumar, ″iddaa, spor toto, milli piyango... ″ gibi adlarla şirin gösterilmeye çalışılmaktadır. Rüşvet alabildiğine yaygınlaşmış; hırsızlık bile olağan karşılanır olmuştur. İnsanlar yiyip içtiklerinin helâlden mi, yoksa haramdan mı olduğuna aldırmaz olmuşlardır. Hâlbuki bir hadis-te; yediği, içtiği, giydiği haram olanların dualarının bile kabul olmayacağı haber verilmiştir.19 ″Bizi al-datan bizden değildir.″20 buyuran Peygamber’in (sas) sözü unutulmuş; aldatmak uyanıklık, dürüst-lük saflık sayılır olmuştur. Kıyamet günü malını nereden kazandığının hesabını vereceği şuuruyla yaşaması gereken Müslüman, kalabalıklara uyup şartlara teslim olmamalı; haram kazançtan şiddet-le sakınmalıdır.

Şuurlu Müslüman malını nereye harcadığına dikkat etmeli, onu haram ve faydasız eğlencelerle, gösteriş ve aşırı lüks tutkusuyla israf etmemelidir. Bilâkis mal emanetinin hakkını vermeli; onu zekât-la, sadakayla Allah yolunda infak ederek ebedîleş-tirmelidir. Böyle yapanlar, bire yedi yüz kazandı-racak en kârlı ticarete yatırım yaptıklarını bilerek sevinmelidirler.21

İlim Emaneti

Kıyamet gününde, ömür sorgusundan yüz akıyla çıkmak için dünyada

nasıl yaşamamız gerektiğiyle ilgili hem pratik, hem de kesin başarıya

götüren bir formül vardır. Bu da ömrümüzü, Allah’ın, ömrüne yemin ettiği

en yüce insanın ömrünü örnek alarak yaşamaktır.

Page 45: Siyer-i Nebi 10. Sayı

Dinimizde ilim teşvik edilmiş; ilmin ve âlimin şanı yüceltilmiştir. Yüce Rabbimiz(cc), ″Hiç bilen-lerle bilmeyenler bir olur mu?″ buyurmuştur.22 Her nimet bir külfeti; yani sorumluluğu gerektirir. İlim nimeti de Müslüman’a bir sorumluluk yükle-mektedir ve kıyamet günü ilim sahipleri hesaba çekilecektir. Yalnız bu noktada bazı Müslümanlar, ″Ben âlim değilim. O halde, bu konuda sorumlulu-ğum yoktur.″ dememelidir. Çünkü ilim bölünmez bir bütün değildir. Az veya çok herkes bildiğinden sorumlu tutulacaktır.

İlim konusunda üzerinde durulması gereken ilk

şey niyettir. İslam’da ilmin, övünmek, caka satmak, tartışmada rakiplerini mağlup etmek, mal ve mev-ki kazanmak gibi amaçlarla öğrenilmesi şiddetle tenkit edilmiştir: “Kendisiyle Aziz ve Celil olan Allah’ın rızası kazanılan bir ilmi, sırf dünya ile ilgili bir menfaat elde etmek için öğrenen bir kimse, cennetin kokusunu bile alamayacak-tır.”23 İlim sırf Allah rızası için öğrenilmeli; bildi-ğini uygulamak temel esas olmalıdır. Muaz b. Ce-bel (ra): ″İstediğiniz kadar biliniz. Allah Teâlâ Hazretleri (bildiğinizi) yapıncaya kadar, ilim karşılığında size asla ecir vermeyecektir.″ bu-yurmuştur.24 İlmin getirdiği önemli bir sorumluluk da onun gizlenmeyip insanlara açıklanmasıdır.

Kur’an’da, ilmini gizleyen âlimlere Allah’ın ve lanet edebilen bütün varlıkların lanet edeceği bildiril-miştir.25 Netice olarak bizler ilim konusunda niyet ve ihlâsımızdan, ilmimizle amel edip etmediğimiz-den ve onu başkalarına öğretip öğretmediğimiz-den hesaba çekileceğimizi bilmeli ve hesabımızı ona göre yapmalıyız.

Kıyamet gününde, ömür sorgusundan yüz akıy-la çıkmak için dünyada nasıl yaşamamız gerekti-ğiyle ilgili hem pratik, hem de kesin başarıya gö-türen bir formül vardır. Bu da ömrümüzü, Allah’ın, ömrüne yemin ettiği en yüce insanın ömrünü ör-nek alarak yaşamaktır.

Rabbimizden bizleri, kıyamet gününün beş te-mel sorgusundan yüz akıyla çıkan kullarından ey-lemesini diliyoruz. Kıyamet günü ″keşke″ diyenler-den olmamak için şu hadis-i şerif üzerine tefekkür etmek gerekir: ″Cehennem gibisini görmedim; ondan kaçanlar uyumaktadır. Cennet gibisini de görmedim; onu isteyenler de uyumakta-dır.″26

1-Bkz.: Muhammed:18.2- Bkz.:Zilzal:7-8 ; Enbiya:47.3-Furkan:27-28.4-Şuara:88-89.5-Hakim, el-Müstedrek, Rikâk:25 No:7868.6-Tirmizî, Zühd:21-22.7-Buhârî, Rikâk:5.8-Abdullah b. Mübârek, Kitâbü’z-Zühd ve’r-Rekâik, No:33.9-Kuzâî, Müsnedü’ş-Şihâb, Çev.:Ali Akar Konya 2005 (Arma-

ğan Kitaplar) s.:106 Hadis no:165.10-Kehf:13.11-Ahmed, IV/151.12-Buhâri, Ezan 36, Zekât 16, Rikâk 24, Hudûd 19; Müslim,

Zekât 91. Ayrıca bk. Tirmizî, Zühd 53; Nesâî, Kudât 2.13- Buhârî, Tâbir:35-36.14-Ahmed Muhammed Cemal, Ûsîküm bi’ş-Şebâbi Hayran,

Mekke 1989 s.:3 (Dr. Halil İbrahim Kutlay, Peygamberimizin Gençliğe Yaklaşımı İst. 2006 Rağbet Yay. s.:10).15-Bkz.: Ahmed, Müsned:5/256-257 No:30817.16-Aclunî, Keşfu’l-Hafâ: Hadis no:748; Alaüddin el-Müttekî,

Kenzü’l-Ummâl No:10185.17- Suyûtî, el-Câmiu’s-Sağir, No:4071.18-Buhârî, Buyû’:7,23.19-Müslim, Zekât: 64; Tirmizî, Tefsir (sûre:2):36.20-Müslüm, İman: 164; Tirmizî, Buyû:74.21-Bkz.:Bakara:261.22-Zümer:9.23-Ebû Dâvûd, İlim:12; İbn Mâce, Mukaddime:23.24-Abdullah b. Mübârek, Kitabü’z-Zühd ve’r-Rekâik No:62.25-Bakara:159.26-Abdullah b. Mübârek, Kitabü’z-Zühd ve’r-Rekâik No:27.

Page 46: Siyer-i Nebi 10. Sayı

Mekke ve Kostantiniyye...

Acaba Allah ve Rasûlü’nün, mutlaka alınacağını müjdelediği bu iki şehirden başka bir şehir var mı dünya üzerinde?

Kaynak sorununu çözebilirseniz eğer, çok çok Roma’yı ekleyebilirsiniz. Bir de Şam ile Müslü-manların hicret edeceği yer olarak gösterilen Medine’yi.

Kostantiniyye’nin fethi bir sonuç değildir. Tam tersine bize her ne için hedef gösterildi ise ona giden sürecin başlangıcıdır. Ve o süreç henüz ta-mamlanmış değildir. İşte Hz. Peygamber’in “Fetih Hadisi”ne -sadece arifl er keşfetsin diye- gizlediği asıl hedefi n ortaya çıkabilmesi için bu ve bundan sonraki neslin hizmeti, aşkı, feraseti, enerjisi, gay-ret ve zekâsı gerekmektedir. Öyle ya, sadece almak için mi aldık biz bu şehri! El-Hak, Peygamber müj-

desiyle övülmek öncelikli ve önemli bir arzudur. Ama alanlar kadar alınan yerin de bir değeri olma-lı değil mi? Eğer bu şehrin mü’minler tarafından fethedilmesi, Allah’ın davasının yeryüzüne hâkim kılınmasında önemli bir aşamayı teşkil etmeyecek olsaydı bu kadar önemli bir ağızdan bu kadar etki-li bir şekilde zikredilmesine de gerek kalmazdı. Biz İspanya’yı da aldık, Konya’yı da. Biz Fas’ı da aldık, Horasan’ı da, Kafkasları da… Ama bunlardan hiç birini alan, bizzat Peygamber tarafından övülmedi. Özetle alanlar veya almak kastı ile yola çıkıp da alamayanlar ne kadar önemli ise alınan yani hedef gösterilen yer de o kadar önemli. İşte o önemin ne olduğuna, bu şehrin hangi özelliğinden kaynak-landığına dair (üç kıtanın birleştiği yer, göç, geçiş, ticaret yolları üzerinde olması, stratejik konumu vs. gibi bilindik özellikleri hariç) bu fakirin fi krini

Hilal GÜLSEVEN

RASÛL’ÜN SÖZÜNÜ YERE DÜŞÜRMEYEN ERLER

Page 47: Siyer-i Nebi 10. Sayı

bir başka yazıya bırakalım da şimdilik gösterilen hedefin birinci aşamasından bahsedelim:

Yıl: 627 Hendek Savaşı

Siz bir gün Kayser’in şehrini alacaksınız, anla-mına gelen sözler Peygamber’in mübarek fem-i saadetlerinden döküldü.

Yıl: 655

Hz. Osman döneminde bu hedefi gerçekleş-tirebilmek için ilk kez bir İslam donanması Finike açıklarına kadar geldi. Ancak burada Bizans do-nanması ile karşılaşıp savaşınca Kostantiniyye’ye kadar gidilemedi.

Yıl:668-669

Emeviler döneminde 668 de Hz. Muaviye’nin emri ile İslam ordusu karadan yola çıkarıldı. Bu ordunun komutanı ashabdan Fedale b. Ubeyd el-Ensarî Hazretleri idi. Ondan başka 62 kadar daha sahabi vardı.1 Kimler yoktu ki bu ordunun için-de… Hz. Hüseyin mi, Abdullah bin Zübeyr mi, İbni Ömer mi, İbni Abbas mı, Ebû Eyyub mu veya Ebû Şeybe el-Hudrî mi…

Tam 63 kandilin hâlesi düştü bu topraklara...

Onun için bu şehirde mayıs ayında erguvanlar Hüseynî makamında açarlar.

Güneş Eyyûbî renkleri ile batar bu şehirde…

....

Nerede bir sahabînin ayak izlerini görürseniz bilin ki, o toprak bizimdir.

Nerede bir sahabînin ayak izi var da orası bizim değilse bilin ki o iz, o toprak bizim olsun diye bı-rakılmıştır oraya.

Mesela Kıbrıs’taki “Hala Sultan”. Efendimize de-desi tarafından büyük hala düşen bu hanımefendi, ilk deniz gazilerinden olup Hz. Osman zamanında Kıbrıs’ın fethinde şehit düşmüştür (650). Yürüye-meyecek kadar yaşlı olan bu mübarek hanımın kabri, Larnaka’nın Tuzla bölgesinde kalmaktadır ki burası, şu an Rum bölgesidir. Hala Sultan Kabri’nin bulunduğu Kıbrıs, zaman zaman el değiştirmiş, uzunca bir süre Venedik hâkimiyetinde kalmıştır. Bilmiyorum, yarın huzuru mahşerde Sarı Selim’e şefaat yetkisi, Hala Sultan’a verilir mi ama, kabrini Venedik tasallutundan kurtaran odur.

O günden sonra Tuzla civarından geçen Os-manlı gemileri tâ I.Dünya Savaşı sonuna kadar top atışı ile Hala Sultan’ı selamlamadan oradan geç-memişler.2 Buyrun size “Onlar diridirler.”(Bakara 2/154) ayetini hem tasdik etmiş hem hazmetmiş olmanın hâl dili ile izahı…

Peki, bu gün bırakın selamlamayı, ziyareti, ya-nından bile geçebiliyor muyuz? Hayır! Çünkü be-ğenmediğimiz Sarı Selim kadar bile olamadık. Bı-rakın toprağını koruma onurunu, Hak Teâlâ türbe-sini temizleme şerefini bile bahşetmedi bu vefasız nesle… Demek ki bu millet, bir IV. Selim çıkarana kadar bekleyeceğiz daha…

Gelelim hem izi, hem kandili, hem kabri, hem türbesi bizim olanlara…

İmam Şafii Hazretleri’ne göre, Rasûlullah vefat ettiğinde Medine içinde 30 bin, Medine civarında da 30 bin olmak üzere 60 bin sahabi vardı. Tarihi kayıtlara göre Veda Haccı’nda O’nu dinleyenle-rin sayısı 114-125 bin arasında idi. Peki, biz bun-lardan kaçının kaydını tarihe düştük? Sadece 10 bininin. 10 bin tanesinin ismi-künyesi ve hikâye-si kaydedildi tarih kitaplarına. İşte bu 10 binden 63’ü ancak tarihi kayıtlara göre bu şehre geldiler. Kim bilir kayıtlara geçmeyen ama o kuşatmada

Page 48: Siyer-i Nebi 10. Sayı

bu şehre gelen kaç kişi vardı? Kaldı ki o 63 kişi bile gelen orduyu tabiin ordusu haline getirme-ye yeter. İşte tam burası sözün bittiği yerdir. Hani biz Çanakkale’de yürürken toprağın altındaki “ke-fensiz ölüler” sebebi ile toprağa basamıyoruz ya, Ayvansaray’da nasıl basabiliyoruz? Yıllarca devam eden İstanbul kuşatmalarında kim bilir kaç sahabi, kaç tabiin ve yedi ayrı kuşatmada kaç Osmanlı as-keri tam da oradaki sur diplerinde şehit düştüler. Düne kadar her tarafı mezarlıktı. Ne zaman ki oto yolu tam oradan geçirdik, o mezarları da o zaman kaybettik. Toprağın üst katmanındaki Osmanlı’ya ait mezarlar tamamen kayboldu. Ama size bir sır vereyim: 668 ve 673’teki kuşatmalarda gelip de burada şehit düşen sahabe ve tabiin defnedildik-ten 700 yıl sonra Osmanlı’nın ilk şehitleri buralara defnedildi. Yani toprağın derinliklerinde o nurlar hala yerinde duruyorlar.

Bir gün kendinize bir iyilik yapın. Bir Cuma günü, yanınıza kimseyi almadan yola çıkın. Eminönü’nden Ayvansaray’a yürüyerek bile gide-bilirsiniz. Hele bir bahar sabahı ise ve serde gençlik de varsa… Tam köprünün ayaklarına geldiğinizde Ebû Şeybe el-Hudrî’nin Türbesi’ni veya Toklu Dede Haziresi’ni sorun. Türbeye girmeyin bile. Bahçesin-de bir durun. Tam orası “Sahabiler Haziresi” diye bilinen yerdir ki o civarda bini aşkın sahabi olduğu rivayet edildiğinden bu ismi almıştır.3 İşte tam o hazirede gözünüzü kapatın. Kalbinizden bir se-lam verin toprağın altındaki o dipdirilere. Sonra oradaki kokuyu içinize çekin. Oturun, bir hasbihâl edin onlarla. Korkmayın. Onlar ölü değil, diridirler; sizi duyabilirler. Sadece toprağın üstündekilerden değil toprağın altındakilerden de dostunuz olsun. Kim bilir o tarafa geçtiğinizde belki onlar karşılar sizi. Düşünsenize sahabeden veya tabiinden dost edindiğinizi... Böyle bir lükse dünyanın her ye-rinde ulaşamazsınız. İlla da ismi olan biri ile dost olayım diyorsanız bilesiniz ki Ebû Şeybe el-Hudrî Hazretleri oralarda çok yakında bir yerlerde yatı-yor. Türbedeki kabri ise (mezarının tam yeri tespit edilemediği için) “makam kabir”dir. Hem de Fatih Sultan Mehmet Han tarafından tespit ettirilmiş bir makam-kabir. Unutmadan öyle ömürde bir ziya-retle dostluk olmaz. Siz, her bunaldığınızda ge-

lin. Tıpkı Peygamber gibi siz de onlara deyin: “Pek yakında biz de sizin yanınıza geleceğiz.” Ölmeden önce ölün ki ölüm size dost olsun. Göreceksiniz o hazirede dünyanın bütün dert-leri size küçük ve anlamsız gelecek. Değil mi ki toprağın altı var… Ama bir keresinde, mutlaka ama mutlaka çoluğunuzu çocuğunuzu alın on-larla gelin. Belki sizden sonra onlar da dost olur. Siz sahabi ziyaretine geldiniz ama yine de Toklu Dede’ye vefasızlık etmeyin. Haziredeki kabirler-den biri onun. Ona da bir Fatiha hassaten gön-deriverin. O kim mi? Hem Fatih’in kuşatma sı-rasındaki askerlerinden, yani “Ni’me’l-Ceyş”ten hem de Fetih’ten sonra Ebû Şeybe el-Hudrî Hazretleri’nin türbedarlarından…

Sonra çıkın o Hüseynî erguvanların açtığı bahar akşamında türbeden. Eyyubî akşamların ezanını mavi Haliç kıyısında dinleyin. Tıpkı atalarınızın Eyüp top-rağına abdestsiz basmadıkları gibi sizde Ayvansaray toprağına abdestsiz gelmeyin. Sonra tutun küçük oğlunuzun elinden, yolun karşısına geçin, Hz. Ka’b’ın türbesinin yanında şirin mi şirin, minicik Hacı Hüsrev Mescidi’nde bir akşam namazı eda edin birlikte. Hem de cemaatle. Siz öldüğünüzde, yıllar sonra bile oğlu-nuz o namazı da, o ezanı da, sizi de hiç unutmaz.

Biliyorum “ Ya kızım varsa” diyorsunuz.

Ona özel, İstanbul’un bir başka efsunlu köşesini ömrümüz olursa bir başka yazıya inşallah…

1-M.Efendioğlu, Eyüp Sultan Sempozyumu, VII, s.135.2-Gönül Sultanlarımız, Hüseyin Algül, İstanbul 2007, s.42.3- İstanbullu Sahabeler, Necdet Yılmaz/Coşkun Yılmaz, İst.

2003,s.167.

Page 49: Siyer-i Nebi 10. Sayı

Ruhumu kıblesine çeviren müjdecim! Bütün hüzünler Sende meyveye hem de son-suzluk meyvesine dönüşüyor. “Ama bu onun yaşadıkları arasında yok ki...” diyebi-

leceğim hiçbir sıkıntı mevcut değil Senin hayatında. Her imtihan, her hüzün yer bulmuş Senin latîf ruhunda ve nasıl sükûnete varılacağının yol haritası olmuş hayatın. “Sen olmasaydın” nidasıyla başlayan pek çok cümle kurabiliyorum zihnimde.

Sen olmasaydın, dünyamda umut olmayacaktı.

Sen olmasaydın, yetimlik rahmete ulaşmanın vesilesi değil, zahmette boğulmanın se-bebi olacaktı.

Sen olmasaydın, ölüm bir visal anı değil, bir fi rak çığlığı olacaktı.

Sen olmasaydın, gözyaşı pişmanlığın nişanesi değil, acziyetin belirtisi olacaktı.

Sen olmasaydın, güneşin secde ettiğini öğrenemeyecektim.

Sen olmasaydın, bir bahar günü bembeyaz köpüğe kesmiş bir kiraz ağacıyla konuş-manın ne olduğunu bilemeyecektim.

Sen olmasaydın, martının çığlığı bütün bestesinin acıklı bir notası olmayacaktı.

Sen olmasaydın, kalbimin kıpırtılarının sebebi merhamet olmayacaktı.

Sen olmasaydın, musibetlerde bile yüzüme tatlı bir tebessüm yayılmayacaktı.

Suyun serinliği, rüzgârın latifl iği, çiçeğin hafi fl iği seninledir. Seninledir baldıran gece-lerden kaçıp yasemin renkli sabahlara ulaştığım. Görüntümü yakaladığım gökler, ışıksız ve kimsesiz kalırdı sen olmasaydın. Bir hüzün sağanağı olurdu bütün kederler.

Görünenin ardındakini görmeyi Senden öğrendim. Uğruna yaşanacak ve ölünecek değerler olduğunu Sen gösterdin. Öğrenmek için ölünmesi gereken hakikatler olduğunu da Sen söyledin. Kışlardan sonra bahara Senin nefesinle ulaştım. Yitirdiğimiz cennetin yolunu tekrar Sen gösterdin. Yitik cennet, bulunmuş cennete dönüştü dünyamızda.

Yaşadığın sıkıntılarla ilgili ışık hüzmeleri, yüzyıllar öncesinden sızıyor hayatıma. Fark edince ışık yoğunlaşıyor ve sarıyor tüm benliğimi. Gözlerimi kapatırsam eğer, kendi karan-lıklarımda boğulacağımı biliyorum. Oysa benim ruhumun dinginliğe ve hikmete ihtiyacı var.

İnsanlık ağacının en tatlı, en olgun ve en güzel meyvesi!

Ruhum ateşle imtihanından sonra olgunlaşacak ve ölümsüzlük çiçeklerini toplaya-caktır. Nârdan “NÛR”a yolculuğumda sağımda, solumda, önümde ve ardımda olan, beni berrak sözleriyle destekleyen, “DİRİ OLAN”ın diri kıldığı ey! Heybeme, hüzünlere karşı tebessüm, sabır ve tevekkül aktar.

Fatma KOYUNCU

ACILARI DAMITMAK

Page 50: Siyer-i Nebi 10. Sayı

Fecirle uyanış…

Tan ağardı, şafak attı.

Rabbim, fecre yemin etti. Onu şahit tuttu.

Ebedî karanlığı aydınlığa çıkaran fecr, nuruyla zu-lumâtı dağıtan fecr, karanlıklara hükmeden fecr…

Fecr-i kâzib değil, fecr-i sâdık, şahid ol!..

Kederi sevince, cehaleti kemâlata dönüştüren fecr; geleceğin yüzünü güldüren güneş, gönle sürûr bah-şeden kutlu sabah… Şahid ol!..

Ey üstün amel! On gecenin rahmeti: Nefi sten arı-nılan Hac günlerinin geceleri, Kur’an’ın inmeye baş-layıp da cahiliyenin bittiği “kadri” büyük on gece, bin geceden hayırlı bir gece, şahid ol!..

Çift olan ve tek olan… Tüm varlık ve yüce Allah şa-hid olun!..

***

Kumların Atlantis’i, Kuleler Şehri “Ubar”…

Âd kavmi… Büyük kavim, sanatkâr kavim… Hûd(as)’un kavmi…

Cenneti dünyada arayanların mekânı İrem…

“Yüce yüce sütunlar dikip baktınız. Bakıp büyük-lendiniz. Yüksek tepelere yüksek anıtlar kondurdu-

nuz. Sanki yere değil, göğe yapılmış sekizgen kule-ler... Yaptıklarınıza ve yapabileceklerinize güvendiniz, şımardınız. Zevk ve sefayla, yalnız bu dünya için ya-şarken zulümden geri durmadınız.”

“Âd kavmi! İşit beni! Ne sizler ebedisiniz ne de dik-tiğiniz şu heykeller.

Size mal mülk, evlât bahşeden de; bağ, bahçe, buz gibi sular akan pınarlar veren de O’dur.

Davetim şudur size: Beni izleyin, size bütün bu nimetleri veren Rabbinize karşı saygılı olun. Benim hesabımı da sizin hesabınızı da görecek olan O’dur.” dedi Hûd.

Âd kavminden ses yok. Kulakları gibi, ruhları da sa-ğır olmuş. Ne Hûd ne de gösterilecek en büyük mu-cize gözlerini açmaya yetti. İnat edip direndiler.

Uğultu yüklü büyük bir kasırga… Dehşetli bir kum fırtınası… Âd Kavmi’nin anlam veremediği felâket…

Korkulan an, korkmayanları yerin dibine gömecek bir fırtına…

Yedi gece, sekiz gün, aralıksız…

Büyük azap…

Ve büyük bir sessizlik…

HADRAMUT: Yeşil ölüm… Yeşilliğin ölümü…

Semra KÜÇÜK GÜLER

Page 51: Siyer-i Nebi 10. Sayı

Ve SEMUD…

Ve insanoğlu…

Aynı senaryo…

Âd Kavmi’nden arta kalanlar…

Kahramanlar farklı, nefisler aynı.

Kulelerini kumda kurdukları için yok olduğu-nu sanan Âd Kavmi’nin ders almayan kıt akıllıları bu sefer daha güçlü bir medeniyete soyundular. Damla damla biriktirdikleri suyla kayaları oydular. Yüzlerce mağaradan oluşan koca bir şehre gurur-lanarak baktılar.

Ecrini yalnız Rabbi’nden bekleyen Salih(as)…

Kavmini helâk olmaktan korumaya çalışan uyarıcı…

Ve büyüklenen halk…

Salih uyardı, onları: “Bahçeler, pınarlar, ekinler ve yumuşak tomurcuklu, göz alıcı hurmalıklar arasında dağlardan ustalıkla oyarak yaptığınız zevkli evlerde otuyorsunuz. Bu kadar nimeti veren Allah’tan sakının ve bana itaat edin.”

Gözünü hırs bürümüş Semud halkı, ölçüsüzlüğün haddini aştı. Kendi büyülenmişliklerini unutup Salih’i büyülenmekle suçladı.

Yeniden delil istedi, inan(ma)mak için Semud…

Dişi bir deveyle sınandı: “Su içme hakkı bir gün si-zin bir gün onundur. Ona(deveye) zarar vermeyin. Bu sizin imtihanınızdır.” dendi.

Deveyi kestiler azaptan korkmadan. Kendilerine sunulan rahmeti kuruttular. Rahmet denizi içinde ruhlarına bahşedilecek mükâfatı cezaya çevirdiler.

Gerçeği yalanla, dalaleti uyanıklıkla karıştıran Semud… Elçisini şımarıklıkla suçlayan Semud… Salih’in davetine uymayı atalarına ihanet olarak gören Semud… Kurtulacağını sanarak nefsine ta-pan ve onun önünde eğilen, Allah’ın gazabıyla iki büklüm olan Semud... Böbürlenip fesat çıkaran, düzeni bozup elçilerini yalanlamaktan korkma-yan Semûd…

Tâbi ‘ol’madılar, ‘ol’duruldular. Boyun eğme’diler eğdiril’diler. Onlar için verilen imtihanı görmedi-ler. Salih’e duydukları kuşku, nefislerini, ebediyen, yerle bir etti.

Âd Kavmi gibi, yok olmayacağını sandıkları salta-natın zindanında boğuldular.

Rızkı bol, rahmeti geniş Rabbim!..

Ve FİRAVUN…

Sulara gömülen Firavun…

Putperest Mısır halkı…

Erkek çocuklarını öldürterek İsrailoğullarının soyu-nu kurutmaya yeminli Firavun…

Ve bir İsrail oğlu Hz. Musa…

İsrailoğullarını kölelikten kurtarmak için gönderi-len Musa…

Cismi, küçük bir sepete sığan; ancak ilmi ve hikme-ti deryalara sığmayan Musa…

Firavun!.. II. Ramses, büyük Ramses, tanrılık iddia-sındaki Ramses!..

Korktuğun İsrailoğlu’nu senin sarayına getirten Rabbin, kurutmak istediğin soyu senin elinle çoğalttı. Seni ve nefsini, ortadan kaldıracak bebeği senin sa-yende, karının kucağında, anasının sütüyle, yine sana besletti.

Hz. Musa ve Hz. Harun… İki kardeş… Musa’nın desteği Harun… Firavun’a tebliğ edildi: “İnan!”

Kendini herkesten üstün gören Firavun, herkesi eşit sayan bir dine mi inanacaktı? Tebliğ edilene inan-mak onun çok uzağındaydı…

Musa’nın hiçbir mucizesi Firavun’u tuttuğu yoldan çeviremedi.

Her yerde felâket, her yerde kan vardı.

“Mısır da, şu akmakta olan nehir(Nil) de benim değil mi?” diyerek piramitlerle dünyaya kazık çakmaya niyetli “kazıkların sahibi” Firavun, Nil’in suyuna güvendi.

Page 52: Siyer-i Nebi 10. Sayı

Ehram(piramit)ların altında nice hesaplar yapıldı, nice oyunlar oynandı. Ancak hiçbir hesap Allah’ın he-sabının üstüne çıkamadı.

Allah, onlara türlü türlü felâketler gönderdi: Kuraklık ve yıllar yılı süren bir kıtlık; tufan, çekirge, buğday güvesi, kurbağa ve kan… Hepsi asilere musallat kılındı.

Musa’dan ve onun Rabbinden yardım dilediler. Felâketlerden kurtulmaları şartıyla inanmaya and içtiler. Akıllarınca Musa’yı da onun Rabbini de kan-dıracaklardı. Felâketler son buldu; ancak onlar yine büyüklük tasladılar.

Musa ve İsrailoğullarının izin almadan Mısır’dan ayrılacağını duyan Firavun’un öfkesi arttı. Ordusuy-la Musa’nın ardına düştü. Musa, onları güvendikleri yurtlarından uzaklaştıracak kadar ilerledi.

Uzun süren takip, güneşin ilk ışıklarıyla Firavun’u sevindirdi. Çünkü karşılarına Kızıl Deniz çıkmıştı. Musa ve yanındakiler arada kalmışlardı. Allah’tan ümidini kesmedi Musa.

Musa’ya: “Asanla denize vur.” dendi. Deniz ikiye bölündü ve iki yüksek dağ gibi oldu.

Musa, halkıyla önde, Firavun ve ordusu arkada… Musa ve halkı sahile vardı, Firavun ve askerleri de-

nizin dibinde kaldı.***

İşte Âd sütunları, Semud’un oyduğu kayalar ve Firavun’un kazıkları… Dünyadayken cenneti yaşamak isteyenler… Ölümden sonraki cehennemin yakıcılığını unutarak bu dünyayı başkalarına cehennem edenler…

Kibirleriyle, arzularıyla -en başta kendilerine za-rar veren- kuvvetleriyle haktan ve adâletten uzak, nefislerine ve şeytana yakın mekânlar edinmişlerdi. Yaratıcılarının hakkına tecavüzden geri durmamışlar, taşkınlıklarıyla ebedî olmayı arzulamışlardı.

Ne var ki unuttukları Allah’ın Hâlık olduğu, Âdil ol-duğu, daha da dehşetlisi, Celîl ve Kahhâr olduğuydu.

Allah azabın en büyüğüyle cevap verdi onlara. O’nun kamçısının azap darbeleri, onların kul olduk-larına, hem de zelîl birer kul olduklarına şüphe bırak-mayacak kadar ağırdı.

Ve Allah (cc)…Kulunun amelini ahiret için gören, gözeten…Gafil kullar… Ah o bizler; dünya zevklerini gözeten!..Ve O, imtihan etti.O, ikram etti.O, makam verdi.O, nimetlendirdi.O, bol rızık verdi.

O, refaha erdirdi, hoşumuza gitti. “Rabbim bana karşı ne kadar cömertmiş.” dedik.Elimizden aldı. “Rabbim beni aşağıladı, bana

hor baktı.” diyip nankörlük ettik.Bol nimetin zahmetinin de ağır olduğunu bil-

meden yedik, durduk. Zevk ve sefayla sorumlu-luklarımızı unuttuk.

Ah o, nankör bizler!..Fazileti değil, zilleti tercih ettik. Verirken de alırken de

imtihanda olduğumuzun farkına varamadık. Yüce Allah verdi; ancak yetime ikram etmedik,

ihtiyaç sahiplerini gözetmedik. Başkalarının mira-sını açgözlülükle yiyip mala mülke tamah ettik.

“Hayır! Yaptığınız doğru değil!” dendi, umursa-madık.

Ya o gün?“Yeryüzü sarsılıp paramparça olduğunda… Rab-

bimizin emri gelip melekler, bir ordu gibi sıra sıra dizildiğinde…” “Eyvah, eyvah!..” demenin hükmü-nün kalmayacağı o günde Rabbinin hükmü hâkim olacak. Rabbinin gelişiyle azabın en büyüğü hâ-kim kılınacak.

Âd’la, Semud’la, Firavun’la anlatılmak isteneni, o dehşetli günde anlasak da iş işten geçmiş ola-cak.

“Azgınlar için cehennem yaklaştırılmıştır.” İn-sanoğlu en büyük azabı kendi kendisine etmiştir artık.

Ey Rabbine teslim olmuş olan! Ey (bu dünyada) huzura ermiş olan! Sen Rabbinden razı ol;

Rabbin de senden razı olsun. Yüreğini açarak gel! Salihler, Salihalar olarak gel!Yüreğinin nuruyla müminlerin aynasını aydınlat. “Ben” olma, “bir” ol, “birlik” içinde ol. “Nefsim,

nefsim” diye vehme düşme. “Var”lığı da “bir”liği de kendinde değil Hüsn-i Mutlak’ta ara.

Mutmain olmuş bir nefs ile korku ve hüzünden ari olarak Rabbine dön.

“Kalpler ancak Allah’ı anmakla huzura erer.” Unutma.

O’nun samimi kulları arasına gir.Rabbini çokça ve sık sık an ki ebedî olan

Cennet’inde sana da yer hazırlasın.

***“Sûre-i Fecr” aczime şahit olsun!..

Page 53: Siyer-i Nebi 10. Sayı

Selam sana yârenim. Severim “yâren” hitabını, oldum olalı. Yâr’i ha-

tırlattığı, ondan geldiği için olsa gerek... “Dost, dert ortağı, ahbap” manası sıcacık parlar, dolar içime.

Seni tanımadan ve kim olduğunu bilmeden yazıyorum. Beni iyiliğe teşvik edecek, kötülükler-den sakındıracak bir dostun duasını alma ümi-diyle çıktığım yolculukta, sana yazmaya niyet-lendiğim bu nâmeler, Allah (cc) katında şefaatçi olma vazifesini de üstlenir inşallah.

Rabbim bu cümleleri, içli bir yakarış kabul eder niyazıyla…

Bu ilk mektupta sana, “kul olma halleri”nden soracağım. Bulduğumu zannettiğim cevapları da o soruların ucuna iliştireceğim.

Zihnime, yakın demde düşen damlalardan biri şu: Bunaldığın vakitlerde, kalbin sıkışırken, kabz halindeyken yani, boğulurken, nefesin da-raldığında anlayacağın, Allah’ın sevgisini his-setmek için ne yapıyorsun? Böyle anların oluyor mu daha doğrusu? Oluyorsa, günahlarımız mı kuruyor bu müthiş ızdırap saatlerini? Yoksa sâfi kemal için mi gerekli, acı nöbetleri?

Bir tanıdığım, yemeğin pişmesine benzetmişti olgunlaşmaya aday insanların halini. Hayat bizi, çiğ yanlarımızın da aynı lezzete ulaşıncaya dek pişmesi için evirip çeviriyormuş onun fi krince.

Bir yanımın acısıyla“Ah yandım!” diye feryat edenlerdenim ben galiba. Dayanıksızım. Ta-hammülsüzüm, aciz ve güçsüzüm. Öyle anlar-da; içim daralmışken, soluksuzken, her şeyden kaçmak, uzaklaşmak isterken yani, azarlanmış, odasına gönderilmiş bir çocuk gibiyken anlaya-cağın, o ruh hâli geçene kadar somurtuyorum kalbimle. Bazen yüzüme yansıyor da bu abus çehre, soranlara beyaz bir yalan söylüyor dilim, “hastayım” diye.

Sonra birden bire, hiçbir sevap işlemediğim-den emin, açılıyor zindanın kapısı. Gözüm ka-

maşıyor, azarlanmış çocuk ürkekliğiyle odam-dan çıkarken. Şaşkın şaşkın, niye cezalandırıl-dığım ve neden affedildiğimi soruyorum ebe-veynim yerindeki büyüklere. “İmtihan dünyası” diyorlar. Zindanımda bilmeden işlediğim bir sevaba dikkat çekiyorlar: Sabır ve tövbe. Neyin tövbesi? O karanlığa girmeme neden olan bil-mediğim günahımın tövbesi. Ya da aslında “bal gibi bilip bu kadar ağır sonucu olacağını tahmin etmediğim”in... Hz. Peygamber’in günde yetmiş defa, yüz defa tövbe etmesi geliyor aklıma, fe-rahlıyor zihnim. O, günahsız... Sonra, “iyi kul” olma niyazında bir yakınımdan duyduğum baş-ka bir ışık hüzmesi çeliyor bakışımı: “Nasıl nefes alış verişimiz normalse, beklenen, rutin olansa, işte öyle gelmeliymiş bu daralma ve ferahlama-lar ardı ardına”…

Ardından bir şimşek daha çakıyor. İyiden iyiye aydınlanıyor içim. Allah beni niye yarat-tı? Sonsuz ve kuşatıcı ilmiyle beni insan olarak yarattığına göre bana güveniyor. O, bana gü-veniyor. Ben de kendime güvenmeliyim öyleyse. Yaradan’ın güvenini boşa çıkarmamak için gü-venmeliyim. Ya düşman gördüklerim, sevmedi-ğim insanlar... Onları niçin yarattı? Bu defa idra-kime düşen damla daha büyük ve sarsıcı: Onlara da güveniyor… Öyleyse???

Kimseyi hakir görme. Günah batağında zan-nettiğin, hesap günü, mizanda seni sollayıp ge-çebilir. Sen de ardından bakakalırsın, “Acaba ne iyilik yaptı ki?” diye. Düşünmezsin seni geri bıra-kanın, “kötü bakış”ın olduğunu… Sabır ve tövbe… Etkisini gösterecek sen bilmesen, hissetmesen de.

Bu ilk sefer... Böylece bitireyim sağanak ha-lindeki soru ve anımsattığı kimi izafi cevapları. Allah’tan dileğim, bir dahaki mektuba düşecek damlalar, benim kalemim, senin gözlerin için tertemiz olsun. Selamla başladı bu mektup es-Selam’la bitsin… O’na emanet ol.

Ayşe UÇKAN

Yârenime Nâme - I“Orada boş bir söz ve günaha sokan bir laf işitmezler.

Söylenen yalnızca ‘selam, selam’dır.” (56/Vakıa Suresi 25-26)

Page 54: Siyer-i Nebi 10. Sayı

54

Nice bin yıl önceydi… İlk insana ilk isyan ile açıl-dı hak ile batılın arası. Âdem (as)’e secde ettirmedi İblis’in kibir ve ihtirası. Kâbil’in, kardeşi Hâbil’e ha-sediyle başlamıştı iyi ile kötünün savaşı. Hemen de yerleşti soyuna Kâbil’in bu yüz karası. Lâkin arşa yükselen âh olunca Hâbil’in uğradığı can yara-sı, boyunlarına geçti kötülerin, İdris (as)’in esaret prangası.

Risalet tâcı Nuh (as)’un başındaydı. Kavmi sap-mış, sapıtmış; azmış, azıtmıştı. El olmuşlardı zul-me, ayak olmuşlardı zâlime, göz olmuşlardı şirke, gönül olmuşlardı müşrike… Her güzelliği sundu Nuh (as) bu zâlim müşriklere, lâkin geri çevirdiler O’nu kötülüğün bin bir çehresiyle. Sonunda O da, “Helâkinden başka bir şey artırma zâlimlere!” diye

el açtı gökyüzüne, dua etti Yüceler Yücesi’ne. Ve buyruk geldi: “İnananlar için bir gemi yap.” dedi, Yüceler Yücesi. Mü’minler binince gemiye, boğul-du tufanda kalanlar geriye.

Nice yıllar sonraydı… Tutulunca insanlık yeniden şirk illetine, bu kez gönderildi Hûd (as) Âd mille-tine. Lâkin onlar da esirdi hem şeytan nefi slerinin şirretine hem de beyinsiz putlarının zilletine. İnan-madılar bir türlü ne Allah’ın nimetine ne de Hud (as)’un hikmet-i izzetine. Derken:

“Alay ede geldikleri şey, birden kendilerini çepe-çevre sarıverdi.

O ne müthiş bir azap kasırgasıydı, o ne gürültülü bir azap sayhasıydı…

Yedi gece sekiz günde köklerinden sökülmüş,

Prof. Dr. Şefaettin SEVERCAN*

PEYGAMBERLERİN TEVHİD MÜCADELESİNDEN SEÇMELER

Page 55: Siyer-i Nebi 10. Sayı

55

içleri bomboş hurma kütükleri gibi hepsini helâk ediverdi,

Yığın yığın çer-çöp edip yerlere seriverdi…

Âyetlerini yalanlayanların köklerini işte böyle kesiverdi.”

Erişince kutlu nöbet Salih (as)’e, geldi sınanma sırası Semud’a. Salih (as):

“Artık korkun Allah’tan ve itâat edin bana,

Hiçbir ücret istemiyorum sizden buna,

Benim mükâfatım aittir sadece âlemlerin Rabbı-na.” diye yıllarca yalvardı azgın Semud’a.

“Uzaklaştılar isyan ile Rablerinin emrinden.

Dediler: Ey Salih! Haydi, getir bizi tehdit ettiğin azabı, eğer gerçekten peygamber isen.”

Meydan okudular mutlak galip olana, girdiler dönüşü olmayan yola…

“Sabaha girdikleri sırada, onları korkudan titre-ten bir çığlık, dehşete düşüren bir bağırış yakala-yıverdi!

Sahiplendikleri şeyler onlardan hiçbir azabı def edemedi.

Çöktürdü dizlerinin üstüne o korkunç ses, yığdı üst üste cansız bedenleri. Ipıssız kalıverdi kayalara yonttukları evleri!”

Hz. İsa (as)’dan iki bin yıl önce, Nemrud’un zul-mü hakim iken Bâbil’e, dünyaya getirdi annesi İbrahim’i gizlice. Büyüdü İbrahim Rabbinin nime-tiyle.

“Üstünü gece bürüyüp örtünce,

Rabbim budur, dedi bir yıldızı görünce.

Ben sevmem böylesini, dedi, sabah olup yıldız sönünce.

İşte Rabbim budur, dedi önce Ay’a sonra güne-şe, onları doğarken görünce. Lakin hemen vazgeçti, gündüz ay’ı; gece güneşi örtünce.

Ben yüzümü, bütün bunları yaratan Allah’a çevir-dim; âlemlerin Rabbına teslim oldum; ben müşrik-lerden değilim, dedi hepsinin de zevalini görünce…”

Çünkü sönüp giden, batıp kaybolan, sonu gelen, sonlu olan; yaratan değil, yaratılmış olandı. Sönüp gideni seven, batıp kaybolanı Rab edinen, sonlu olana bağlanan; yaratana değil yaratılana tapan, sapıklığa dalan, sapkınlıkta kalandı… O ne söneni sevdi, ne batanı Rab edindi…

“Parça parça etti puthânede bulunan bütün put-ları,

Yalnız en büyüklerini bıraktı, ona yapsınlar diye başvuruları.”

Çok geçmeden anlaşıldı putları kimin kırdığı. Öfkesinden deliye döndürdü Nemrud’u, gördüğü. Yakmaya karar verdi İbrahim’i, yetmedi yedi yıl hap-se koyduğu… İnsanın insanı yakması, ne zalimce bir vahşetti! Bir de insanın: Allah’ın dostu, yüzü Allah’a dönük; merhamet kaynağı yüreği yanık; kurban et-mek isterken ciğerparesini, şefkatine Allah’ı tanık; İbrahim’i yakması! Aman Yâ Rabbî! Ne aşağılık bir nefret, ne zâlimce bir zulmetti…

Üç ay odun taşıdılar onu yakacakları yere. Çıkar-dılar İbrahim’i elleri kolları bağlı yüksek bir tepeye. Mancınıkla attılar onu cehennem gibi hücum eden alevlere… Birden sardı alevler onu, nereye varacak-tı bunun sonu, ateş yakacak mıydı Allah dostunu? Alev sarar, ateş yakardı, lâkin alevler onu sarmadı ateş onu yakmadı. Çünkü: “Ey Ateş! İbrahim’e karşı serin ve zararsız ol!” diye Allah’ın buyruğu vardı. Bir kez daha zalimlerin sonu hüsran oldu, bir kez daha bedenleri sararıp soldu…

Birden bütün benliğini saran, daha önce hiç duymadığı bir sesle irkildi, donup kalmıştı âdeta… O anda zaman durdu birden, mekân sükûna ka-vuştu hemen… Bütün karanlıklar sıyrıldı kara kefeninden… O küçük ma-ğara nurla doldu âniden ve bir başka âlemde varlığa kavuştu Muhammed yeniden… Bütün varlığı kuşatan latif bir ses geldi perdeler ötesinden…

Page 56: Siyer-i Nebi 10. Sayı

Uzun yıllar geçmişti. Putperestliğin kapkara ku-rumları çökmüştü yine yeryüzüne. Unutturmuştu Hz. İbrahim’i, Hz. İsmail’i Mekkelilere. Kaybettirmişti yol-larını şirk çöllerinde. Putları doldurmuşlardı bu kutlu soyun Kâbesine. Tevhid’in üzeri kalın bir şirk taba-kasıyla örtülmüş, Tevhid’in simgesi olan Kâbe-i Mu-azzama putlarının mekânı haline gelmişti putperest Mekkelilerin elinde.

Kâbe’yi yerle bir etmek üzere gelen Ebrehe ordu-larının kurt yeniği yapraklar gibi perişan oldukları “Fil Olayı”nın elli beşinci günüydü. Takvimler 571 yılının 20 Nisan’ı Pazartesi gününü gösterdiğinde bir nur doğmuştu Âmine’nin kucağına. O, geceleri nuru ola-caktı Mekke’nin gündüzleri güneşi… Kapkara şirk ka-ranlığını dağıtacak, unutulanları hatırlatacak, ruhları aydınlatacaktı O nurlu güneş.

Bütün kâinata baht olan bu kutlu Güneş otuz beş yaşına eriştiğinde Mekkeliler O’nu çok sevmiş, gönül-den benimsemiş ve O’na “Muhammedü’l-Emin” sıfa-tını vermişlerdi. Ama o, Mekkelilerin putperest gele-nekler üzerine kurdukları siyasi, sosyal ve ekonomik kurallarını, insanî değerlerini ve hayat anlayışlarını içine sindirememiş ve benimseyememişti. Putperest hayat anlayışını üzerine yıkılmış gibi hissediyordu. Mekke’nin kendisini sıkan bu ağır yükünden kurtul-mak, acı veren putperest kabullerden uzaklaşmak için fırsatlar arıyordu. Ramazan aylarında bu fırsatı daha fazla buluyor ve Hira Dağı’nın üzerindeki küçük kaya mağaraya giderek orada Rabbi ile baş başa kal-manın huzurunu yaşıyordu.

Ve Muhammed Hira’da Rabbını düşünmenin en-gin huzuru içindeydi. Gözleri, tam karşısında Hz. İb-rahim ile oğlu Hz. İsmail’in inşa ettikleri o ilk günkü sadeliği ve asaleti içinde duran, Kâbe-i Muazzama’yı süzüyordu. Kulakları Hz. İsmail’in “lebbeyk Allahüm-me lebbeyk…” çağrısını dinliyordu. Aklı, varlığından ve birliğinden hiç şüphe etmediği yüce yaratıcısı olan Allah’ı nasıl razı edeceğini, O’na kul olma bilincine nasıl ereceğini düşünüyordu. Gönlü Rabbine teslim olmuş, O’nun sevgisini, merhametini ve yardımını gözlemekteydi…

Birden bütün benliğini saran, daha önce hiç duy-madığı bir sesle irkildi, donup kalmıştı âdeta… O anda zaman durdu birden, mekân sükûna kavuştu hemen… Bütün karanlıklar sıyrıldı kara kefeninden… O küçük mağara nurla doldu âniden ve bir başka âlemde varlığa kavuştu Muhammed yeniden… Bütün varlığı kuşatan latif bir ses geldi perdeler ötesinden…

“Oku! Yaratan Rabbinin adıyla… O insanı alak’tan yarattı. Oku! Rabbin sonsuz kerem sahibidir, O kalem-

le yazmayı öğretendir, O insana bilmediğini öğretendir”. Ve bir yüce ilham ile ayrıldı ruh bedeninden: “Ey

Muhammed, sen Allah’ın Resûlüsün” diyen… Bir sükû-net muştusu oldu bu yüce beyan, Muhammed’in ba-şını göğe erdiren…

Artık peygamberdi, nebi idi. İnsanların en yüce-si, kâinatın efendisiydi. Artık sorumluydu milletine, memleketine, bütün milletlere, bütün memleketlere Allah’ın var ve bir olduğunu iletmekten. Sorumluy-du onlara sadece hakikati ve doğruyu öğretmekten. Sorumluydu Rabbi ile kâinat arasında aracılık etmek-ten... Başladı tebliğine evvela eşinden, evinden, yakın çevresinden. Asil eşi Hatice, can arkadaşı Ebû Bekir, cesur yeğeni Ali ona daha ilk günden inandılar ve destek oldular. Daha sonra bunlara Osman, Ham-za, Ömer, Mus’ab, Bilal, Ammar, Ebû Zer, Habbab ve daha nice can yiğitleri katıldılar. Her şeyi ve herkesi değiştiren baş gündem olarak ayrıldı tebliği, kapısını çaldığı her evden…

* Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, İslam Tarihi Ana-

bilim Dalı Öğretim Üyesi.

Page 57: Siyer-i Nebi 10. Sayı

Kırmızı gül rengini aldığında güneş, hey-betli dağların ardından doğuyordu. Se-her yeliyle çok uzaklardan gönderilen se-

lamlar, bir bir ulaşıyordu gideceği yere. Gönderilen bu selamlarda hasret, üzüntü, gözyaşı ve sevgiliye özlem vardı. Yaradan’ın, hikmetinde sakladığı sır-ları, bir bir ifşa ediyordu aydınlıklar. Gökyüzünde bulutlar yerini bırakırken güneşe, biri gitmemekte ve beklemekteydi; sabırla inatla... Tatlı bir musikiyi andıran rüzgâra kapılanlar oradan oraya savrulu-yordu. Kum taneleri, üzerinde yürüyeni incitme-mek için birbirlerinin üzerinden akıp gidiyordu.

Yüreğimin sessiz atışları arasında mırıldandı-ğım kelimeler, bir bir benliğime işliyor, beni gittikçe ona bağlıyordu. Deryanın başında susuz kalmaktı benimkisi. Güneşli havada donmak gibi… O’na ya-kın ama O’ndan uzak. Çaresiz bir seslenişti belki de… O’nun benim için yaptıklarını hatırlayınca hıç-kırıklarım düğümleniyor boğazımda. Bu zamana kadarki suskunluğumun bedelini, siyah mürekke-bin kâğıda döktüğü gözyaşı ile kalemin çıkardığı sese ödetiyordum. Yıllarca anlatamadıklarımı kâ-ğıda yazarken hırçın nefesim gittikçe sakinleşiyor ve benliğim huzur buluyordu. O’nu anlatmak için önce O’nu okumalıydım. Her şeyini ezberlemeliy-dim ve O’nu en iyi ben bilmeliydim. Sonra yavaş yavaş nakşetmeliydim gönlüme. Acele etmemeli, sabretmeliydim. Bir ressamın saatlerce uğraştığı resim gibi, özenle yazmalıydım O’nu… Bir hattat, “hu”yu yazabilmek için hissetmeli, sabretmeli ve yıllarını O’na vermeliydi. Ben de O’nu anlatırken yıllara meydan okumalıydım. Boynu bükük bir “vav” gibi eğilmeliydim Yaradan’ın huzurunda.

Kalemim titriyor… O’nu anlatmak gittikçe zorla-şıyor. Ama anlatmalıyım. O’na duyduğum özlemi bir nebze olsun azaltmalıyım. Gökyüzüne bakıp O’nu anlatmak için bir bahane ararken yerini terk etmeyen o bulut ilişiyor gözüme. Sanki o da be-nim gibi... Belli ki onun da bir isteği var. “Özlediği”,

tepesinde duran güneşten fazla yakıyor gönlünü. Ne zaman ağlamak gelse içinden, yüreğinden ko-pan damlalar rahmet olup düşerken yere, yeni bir umut oluyor yerdekine. Tıpkı O’nun gibi… Sonra yeryüzüne dönüyorum. Yüreğimdeki ateşi söndü-recek bir damla arıyorum. Bir kuşun sesinde bulu-yorum O’nun adını. Mecnun gibi takılıyorum ardı-na. Yavrularının hıçkırıklarını duyuyorum sonra. Ve yuvaya götürülen bir kaç lokma… Sonra sessizliğe bürünüyor kâinat. Beynimdeki düşünce yığınları arasında bulmaya çalışıyorum O’nun bizi ne kadar çok düşündüğünü. Biz daha bu fani hayata gelme-den bizim için nasıl gözyaşı döktüğünü, gecenin en karanlığında, secdede nasıl yalvardığını... O’nunla da O’nsuz da olamıyorum. Kelimelerin bile kifayet-siz kaldığı yerde O’nu anlatmaya çalışmak belimi büküyor.

Hava kararıyor. Son bir gayretle etrafı ay-dınlatmaya çalışan mumu da penceremden gelen rüzgâr söndürüyor. Ben yazmaya, O’nu anlatmaya gayret ettikçe mürekkep mani oluyor. Kalemimin cızırtıları yavaş yavaş kayboluyor. Tüm renkler si-likleşiyor. Yanan bir mum gibi O’nu anlatmaya ça-lıştıkça eriyor, tükeniyorum.

Sümeyye OLGAÇ

MÜREKKEP İLE KALEM ARASINDA

Page 58: Siyer-i Nebi 10. Sayı

Hani diyor ya şair: “Sana sırılsıklam bir bakış da ben olsaydım.” *

O kadar cesur değilim.

O’na bakmaya güç yetiremeyeceğim için O’nu gören gözleri görmek isterdim.

Önce Halime’nin Nur Çocuğu kucağına aldığında değişen bakışlarını

Sonra Âmine’nin Ebvâ’da ayrılışını…

Abdulmuttalib’in Mekke sokaklarında, kaybettiği torununu deliler gibi arayışını

Ebû Tâlib’in hanımı Fâtıma bint Esed’in lokmayı önce O’nun ağzına uzatışını

Hacer-i Esved’i hırkanın üzerine koyan elleri… Ve sonra tek kelimeyle Hatice’yi

Yavrularının damağına hurma verişini… Allah’tan gayrı ne varsa lanetleyişini

Hira’dan koşarak inişini… Namaz kılanları gözleyen Ali’yi

Sevgili Zeyd’i, sadık dost Ebû Bekir ve ‘ehad’den başka kelime bilmeyen Bilal’i

Sevr’i ve izleri silmek için koyunları alıp gelen Âmir b. Füheyre’yi

Sarığını sancak yapan Büreyde’yi, yolcuları nefesini tutup da gözleyenleri

Sena HALİLOĞLU

O’NU GÖREN GÖZLERİ

GÖRMEK İSTERDİM( Radıyallahu anhum )

Page 59: Siyer-i Nebi 10. Sayı

Deve diz çöktüğünde sevincinden şaşıran Ebû Eyyub el-Ensârî’yi

Enes’i elinden tutup getiren Ümmü Süleym’i

Âişe’yi, Rukiyye’yi, Ümmü Gülsüm’ü, Fâtıma’yı hele Zeyneb’i

Ashâb-ı Bedr’i ve Medine çocuklarına okuma yazma öğreten esirleri

Ardından “kunut” okunan şehit muallimleri

İçkiye tevbe edip kapları döken namaz düşkünlerini

Hudeybiye’de ayağında zinciriyle koşup gelen Ebû Cendel’i

Afrâ ve Sümeyrâ Hatun’u. Bir de düşmanla çarpışan Nesibe’yi

Yapayalnız gönlüne ferahlık verilen Safiyye’yi…

Hangi yıldızı saysam…

“Vallahi seni seviyorum.” dediği zaman Muaz b. Cebel’i

“Hayber’in fethine mi, onun gelişine mi sevinsek?” dediği Cafer’i

Hassan b. Sabit’in sözden kılıcını, Ka’b b. Malik’in elli gün yalvarışını,

“Belki selam verir.” diye yana yakıla mescid yolunu adımlayışını

Bakî mezarlığındakiler bile Senin selamına muhatap.

Biz, sonraki garipler, özlemekten yorulduk, düştük bîtap.

Bir tek an var, iyi ki görmemişiz, dediğim.

Dayanamazdım, kalırdı elimde yüreğim.

Âişe hıçkırınca,

Ömer kılıcı sıyırınca,

Ebû Bekir’in yaşlı gözleri

ve Allah’ın ayeti yetişti imdada.

Kim ki Muhammed’e tapıyorsa bilsin ki…

“Muhammed ancak bir peygamberdir.”**

Son cümle ölümü tadacak her nefse tatlı bir hatıra:

“Merhaba ey Refik-i Âlâ.”

*Nurullah Genç**3/Ali İmran 144.

Page 60: Siyer-i Nebi 10. Sayı

Hayatı: Doğum tarihi kesin olarak bilinme-mekle beraber H. 160/ 777 veya 168/ 785’de Basra’da doğduğu tahmin edilmektedir. Nesebi, Muhammed b. Sa’d b. Munî’ ez-Zührî el-Bas-rî el-Hâşimî; künyesi Ebû Abdullah şeklindedir. Hicrî 230 / 845 yılında Bağdat’ta vefat etmiştir. Babası veya dedesi Hz. Abbas’ın (ra) azatlı kölesi olduğu için Benî Haşim veya Kureyşî olarak nis-bet almıştır. Hocası Vâkidî gibi mevaliden oldu-ğu bilinmektedir.

Tahsili: İbn Sa’d, ilk yıllarını geçirdiği Basra’da çoğu tabiîn ve tebeu’t-tâbiînden olan Hüseyn b. Beşîr, Vekî’ b. Cerrah, Ebû Âsım en-Nebîl, Ârim b. Fazl, İsmail b. Uleyye, Affân b. Müslim ve Ebü’l-Velîd et-Tayâlisî gibi âlimlerden dinî ilimlerle birlikte Arap dili ve edebiyatı okudu ve onlardan hadis dersleri aldı. İbn Sa’d, ilim öğrenmek için Mekke ve Medine’ye yolculuk yaptı. Medine ve Mekke’deki ikameti sırasında Hz. Peygamber’in(sas) gazve ve seriyyelerinin geçtiği yerleri incelemiştir. İbn Sa’d, Medine’den sonra Rakka’ya ve Dımaşk’a gitmiş, ardından da Bağdat’a giderek ölünceye kadar orada kalmış-tır.2

İlmi Kişiliği: Kendisi Vâkidî’den sonra ilk “Tabakât”3 müellifi sayılır. Bağdat’ta aynı za-manda hocası olan Vâkidî’ye kâtiplik yapmış ve “Kâtibü’l-Vâkidî, Sâhibü’I-Vâkidî, Gulâmü’I-Vâkidî”4 adıyla şöhret olmuştur. Cerh ve ta’dîl âlimleri İbn Sa’d’ı şerefli, faziletli, doğru sözlü ve genellikle sika bir şahsiyet olarak kabul ederler. Kur’an’ın mahlûk olup olmadığı hakkında şid-detli tartışmaların yaşandığı devrede Me’mun, Bağdat valisine Bağdat ulemasının bu konuda-

ki görüşlerinin ne olduğunu sormasını emretti. Bağdat ulemasından biri olan İbn Sa’d, Halife Me’mun’un istediği gibi cevap verdi. İbn Sa’d bu görüşünden dolayı Mutezilî görülse de gü-venilir ve sözüne itibar edilir bir âlimdir. İmam Ahmed b. Hanbel içinde bulunulan durumun aksine ondan hadis almaya devam etmiştir. Ha-dis ilminde hâfız derecesinde, yani yüz bin ha-dîs-i şerîfi râvileriyle ezbere bilen bir âlim olan İbn-i Sa’d’a cerh ve ta’dîl âlimleri, Halku’l-Kur’ân konusundaki davranışından dolayı herhangi bir eleştiride bulunmamıştır.5

Hakkında Söylenenler: Hatîbu’l-Bağdadî, “Kendisi ilim, fazilet, anlayış, adalet ehlin-dendir. Kendi dönemine kadar sahabe ve tâ-biûna dair büyük bir Tabakât telif etti.” Yine “Muhammed, yanımda adalet ehlindendir. Hadîsi onun sıdkına delildir.” derken, İbn Ha-cer, “Sika, büyük hafızlardan.” Zehebî, “Al-lame, hâfız” İbn Hallikân ise “Sika”6 diyerek hakkında olumlu kanaat bildirmişlerdir.

Eserleri: 1-Kitâbü’t-Tabakâtü’l-Kebir: İbn Sa’d’ın en meşhur eseridir. Kaynaklarda ve Le-iden 1904-1940 baskılarında bu isimle, Arap ve İslam dünyasındaki yaygın olarak kullanı-lan İhsan Abbas neşri (Beyrut 1957-1968) et-Tabakâtü’l-Kübrâ ismiyle bilinir. Edvard Sachau tarafından 1904-1917 yılları arasında indeksi ile beraber 9 cilt olarak neşredilmiştir. İslam dünya-sında Hicâzî Muhammed Halil tarafından dört cild olarak 1939 yılında Kahire’de, İhsan Abbas tarafından dokuz cilt olarak 1957-1958 ve 1968 yıllarında Beyrut’ta neşredilmiştir.

Tabakât kitaplarının ilki ve günümüze kadar

ÜNLÜ TABAKÂT YAZARI

İBN SA’D (777-845)

(Ebû Abdillah Muhammed b. Sa’d el-Kâtib, el-Hâşimî, el-Basrî, el-Bağdâdî)

60

Page 61: Siyer-i Nebi 10. Sayı

ulaşan en eski kaynaktır. Siyer-Meğâzi ve Ta-bakât bölümlerinden oluşur. İbn İshak’ın es-Sîretü’n-Nebeviyye7 ve Vâkidî’nin Kitabu’l-Megâzi8’sinden sonra Hz. Peygamber’in ha-yatı ve şahsiyeti üzerine kaleme alınmış üçün-cü eserdir.9

Kitap iki ana kısımdan meydana gelir. Birinci kısım Hz. Peygamber’in siretinden; ikinci kı-sım ise sahabe, tabiin ve onlardan sonra ge-len ulemanın hayatlarından bahseder. I. Kitap “Kitabu Ahbâri’n-Nebî” başlığını taşır. Hz. Peygamber’in hayatını çeşitli yönleri ile ele alır. Bu kitabın II. Bölümü’nde ise, Peygamber-ler tarihi ve başta Hz. Peygamber’in nesebi olmak üzere, çocukluk ve gençlik hayatı anla-tılır. Bu kitabın III. Bölümünde ise Medine devri ele alınmıştır. Kitabın II. Cildinin I. bölümü ise Hz. Peygamber’in gazvelerine, II. Bölüm Hz. Peygamber’in, hastalığı, vefatı, defnedilmesi ve mirası konularına tahsis edilmiştir. Ayrıca Medi-neli meşhur fakihlerin sözlerinin yanında ashab, tabiîn, tebeu’t-tabiîn ile kendi vefat tarihine ka-dar yaşayan râvilerin hayatları yer alır. III. Cilt, ashabın hayatıyla başlayıp tabiîn ve diğerlerinin hayatı ile devam eder. Burada Hz. Ömer’in fey gelirlerini dağıtırken oluşturduğu divan defter-lerindeki sahabe tabakası incelenmiştir.10 Son ciltte ise kadın sahabiler yer almıştır.

Diğer eserleri ise şöyledir: 1. Kitâbu’t-Tabakât es-Sağîre’nin tek nüsha-

sı İstanbul Arkeoloji Müzesi Kütüphanesi’nde (nr. 435) bulunmaktadır.11

2. et-Târih3. Kitâbu Ahbâru’n-Nebi4. el-Kasîdetü’l-Hulvâniyye fi İftihari’l-

Kahtaniyyîn ala’l-Adnâniyyîn5. ez-Zührufu’l-Kasrî fi Tercümeti Ebî Said

el-Basrî Siyer Çalışmalarına Yaptığı Katkılar: İbn

Sa’d’ın Tabakât’ı sayesinde Hz. Peygamber’in (sas) hayatının tamamı günümüze ulaşmış-tır.12 Onun bu eseri Hz. Peygamber’in siresinin tamamlayıcısı durumundadır. Eseri klasik siret yazma metodunun doruk noktasını ifade eder. Kronolojiye önemli yer verir. Zamanımıza kadar gelen bu önemli kitap, “Tabakât” tarzında ya-zılan en eski biyografi kitabı olup, İbn İshak’ın kitabı ile beraber Peygamberimizin hayatına dair en önemli kaynağımızdır.13

Vâkidi ve ibn Sa’d ile Medine Tarih Ekolü, Irak Tarih Ekolü’yle birleşmiş ve görevini tamamla-mıştır. Bundan sonra iki ekolün birleşmesinden meydana gelen İslam Tarih Geleneği devam edecektir.14

İbn Sa’d, kendisinden önceki siyer metodolo-jisini geliştirme konusunda, yeni denemelere de girişmiştir.15 Bunun yanında Rical ilmine öncü-lük etmiştir. Tabakât’ı bu alanda bilinen en eski eserdir. Kendisinden sonra Rical konusunda eser yazanları hem içerik hem de metodoloji konu-sunda etkilemiştir. İbn Sa’d ve Tabakât’ı için şun-ları özet olarak söyleyebiliriz:

1. İbn Sa’d’ın Tabakât’ı ilk siyer ansiklopedisi olarak nitelendirilebilir.

2. İbn Sa’d; Vâkidî ve kendisinden önceki mal-zemeyi karşılıklı olarak kullandığı için nakilcidir.

3. Eldeki malzemeye yeni eklemelerde bulun-ması, kaynaklarının ulaşamadığı haberleri tespit etmesi bakımından da orijinal bir müelliftir.

4. İbn Sa’d, siyer yazıcılığının en son zirvesi olarak kabul edilirken kendisi ile beraber, kla-kla-sik nakil dönemi, karşılaştırmalı nakil dönemine geçmiştir.

5. İbn Sa’d, delâil haberleri konusunda çığır açmış; delâil, hasâis ve şemail edebiyatı16 ko-nusunda eseri ilk nüveyi oluşturmuştur.

İbn Sa’d için son olarak “Hz. Peygamber’in ahlakı, peygamberliğinin alametleri ve vasıfları konularını ele alan ilk meğazi yazarıdır.” denilebilir.

1- [email protected] Fayda, DİA, XX, 292.3-Tabaka veya Tabakât; hadiste, sahabeden başlamak üzere

daha sonraki devirlere kadar, hadis rivayeti ile meşgul olan-ların meydana getirdikleri gruplara denir. Hadisleri rivayet eden râvîler tabakasının ilk üçünü sahabe, tâbiun ve etbau’ t-tâbiîn oluşturur. Değişik meslek gruplarında, esas kabul edilen belli bir tertibe göre, hayat hikâyelerinin toplandığı kitaplara verilen isimdir. Tacuddin Sübki’nin Tabakâtu’ş-Şafiiyyetü’l-Kübrâ’sı ile Taşköprülü Zâde’nin Tabakâtü’l-Hanefiyye adlı eserleri gibi. Bkz. Dini Kavramlar Sözlüğü, Diyanet İşleri Baş-kanlığı yayınları 2009, 545; İlmî çalışma için bkz. Süleyman Genç, İbn Sa’d’in Hayatı ve Eserleri (yüksek lisans tezi, 1987), Dokuz Eylül Üniversitesi.4-Mustafa Fayda, DİA, XX, 292.5-Age, 294.6-Şaban Öz, İlk Siyer Kaynakları ve Müellifleri, 371.7-Bkz.Ali Erdoğdu, Siyer- Nebi Dergisi, sayı 8 Ocak-Şubat 2011, 54-56.8-Agd sayı. 9 Mart-Nisan 2011, s. 56-57.9-Mustafa Fayda, DİA, XX, 295.10- Age, 295.11-Ramazan Şeşen, Müslümanlarda Tarih- Coğrafya Yazıcılığı, 30.12-Sabri Hizmetli, İslam Tarihçiliği Üzerine, 126.13-Ramazan Şeşen, Müslümanlarda Tarih- Coğrafya Ya-

zıcılığı, 3114-Age, 31.15-Şaban Öz, , İlk Siyer Kaynakları ve Müellifleri, 384.16-Sabri Hizmetli, İslam Tarihçiliği Üzerine, 127.

61

Page 62: Siyer-i Nebi 10. Sayı

Çatık kaşlar, çirkin sözler sarf eden ağızlar... Çocukların eliyle atılan taşlar, ayaklardan sızan kanlar…

Taif yolculuğunu hepimiz biliriz. Hani Rasûlullah Efendimizin en zorlu gününü... O çağda ve sonrasında yaşayan müminlerin “Yanında olabilseydim, O’na destek olabilseydim!” dedikleri o günü. Tüm ümitler tükenmiş, dağlar meleği kanadını açıp gelmiş, dua ile beddua arasında tercih yapılmıştı.

Hz. Peygamber bir bağa sığınmış, bağa sığınan bu yabancıya bir tabak üzüm gelmişti. Üzümü getiren köle, “Rahman ve Rahim Allah” adını anarak yemeye başlayan bu nur yüzlü insanı hayranlıkla izlemeye başlamıştı. Ancak bir peygamber bu kadar ışık saçabilirdi. Memleketi Ninova’yı hatırladı. Yunus’u (as) hatırladı. Perişan görünümünde dahi bu kadar heybet nasıl olabilirdi? Şaşırdı... Birazdan daha da şaşıracaktı. Çünkü karşındaki insan Yunus’tan “kardeşim” diye bahsedecek onun Allah Rasûlü olduğunu ikrar etmekle birlikte kendinin de elçi olduğunu bildirecekti.

Addas bir köleydi. Sözü efendilerine geçmez ama yüreğine geçebilirdi. Hemen oracıkta iman ediverdi.

Addas, beddua eşiğine gelmiş beldede imana açılan bir pencereydi. Addas, ümitlerin tükendiği çorak topraklara düşen ilk yağmur tanesiydi. O, sonraki nesillere uzanan teselli, müjde ve direnç sesiydi. Gerçek efendisini ayırt edebilen basiret numunesiydi. Tek olmanın “Tek”e iman önünde engel olmayacağının en yüce bilgesiydi.

İşte bu yüzden Taif her anıldığında burkulan yürekler, Addas’ın gülümsemesiyle ferahlar. Zorlukla beraber bir kolaylık bulunduğunu hatırlar ve miraç basamaklarının önünde Rahman-ı Rahim adıyla yeni bir başlangıç yapar.

Abdullah GÜLER

ADDAS’IN İMANI

Page 63: Siyer-i Nebi 10. Sayı

“Kişi sevdiğiyle beraberdir.”Bir bedevi Rasûlullah’a (sas) kıyametin ne zaman kopa-

cağını sordu. Rasûlullah (sas) da “Kıyamet için ne hazırla-dın?” diye bir soruyla karşılık verdi. Adam, öyle fazla bir namazının, orucunun, sadakasının bulunmadığını fakat Allah’ı ve Rasûlü’nü sevdiğini söyleyince, Allah’ın elçisi ona:

“O halde sen, sevdiğinle berabersin.” buyurdu. 1

Enes b. Mâlik (ra) bu hadis hakkında: “ İslâm’a girerken duyduğumuz sevinçten sonra bizi en çok Hz. Peygamber’in (sas), ‘Sen sevdiğinle berabersin.’ sözü, mutlu etmişti.’’ Ben, Allah’ı, Rasûlü’nü, Ebû Bekir’i ve Ömer’i severim. Onların hayır işlerine benzer hayır ve ibadetlerim olmasa bile, on-lara olan sevgim sebebiyle ahirette onlarla beraber olmayı umarım.” demiştir.

Sevdiklerimizi yanımızda görememek, onlardan uzak kalmak ve bir daha hiç göremeyecek olmak; hayatımızı bırakın, rüya ve hayal âleminde bile gerçekleşse bizleri ra-hatsız eder. Bu durum, bizim için bir kederdir. Bir gariplik çöker, bizi bir keyifsizlik alıp gider. Ancak sevdiklerimizle, dostlarımızla mutlu olabiliriz. Onlarla olmak bize büyük bir haz verir. Bu dünyada bile hırsızlar, katiller, sapıklar, sarhoşlar, yankesiciler, soyguncularla beraber olmak iste-meyiz. Aynı apartmanda dahi oturmak sıkıntı verir, iyi ve temiz insanları ararız.

Sahabilerden olan bu zat, kıyametin ne zaman kopacağını bileceği düşüncesiyle Efendimize (sas) sorduğunda Hz. Pey-gamber “Kıyamet için ne hazırladın?” diye karşı soru yö-nelterek asıl merak edilmesi gereken konuya dikkati çekmek-tedir. Her mü’min iman eder ki, kıyamet bir gün kopacaktır. Vuku zamanındaki o belirsizlik merakı körükler ve kul ne za-man kopacağının bilgisine ulaşmak ister. Ancak önemli olan herkesin o gün için ne hazırladığının bilincinde olmasıdır. Bedevînin, zikre değer bir hazırlığının bulunmadığını, farzlar dışında fazlaca bir ibadetinin, hayır ve hasenatının olmadı-ğını, ancak Allah’a ve Rasûlü ’ne karşı derin bir muhabbet ve sevgi duyduğunu söylemesi, bir samimiyetin ifadesi ve gönlündeki bu sevgiye güvenin belirtisidir. “Sen, sevdiğinle berabersin.” cevabı ise gerçekten güvenilecek şeyin, gönül-den duyulan sevgi olduğunu gözler önüne sermektedir.

Kişinin hem dünyada hem de ahirette sevdikleriyle beraber olması, Allah’ın kullarına büyük bir lütfudur. Bir

İLÂHÎ! SEVDİR BİZESEVDİKLERİNİ...

Page 64: Siyer-i Nebi 10. Sayı

kimsenin feraseti tamamen yok olmamışsa o, kötü kimselerle arkadaşlık etmenin bu dünyada zarar-lı olduğunu bilir ve ahirette de onları aynı akıbe-tin beklediğini fark eder. Bu nedenle iyi kimseler, bu dünyada sürekli doğrularla arkadaşlık ve dostluk kur-mak isterler. Ahirette de o doğrularla birlikte olmak için dua ederler. Akıllı bir kul da bunu ister.

Bu hadisi şerifte, gücü yettiğince Allah Rasûlü’ne bağlanmaya ve onu sevmeye teşvik vardır. Allah Teâlâ’yı ve sevdiği kullarını sevenler, Rabbimizin izniy-le son nefeste iman üzere ölürler ve mahşer yerinde de sevdiklerinin yanında haşr olup, ahiret hayatında onlarla beraber olurlar. Bunun için de, kimi sevip kimi sevmeyeceğimize, dostlarımızın kimler olduğuna azami derecede dikkat etmemiz gerekir.

Bir sahabi Allah Rasûlü’ne gelmiş ve dünyayı ken-disine dar eden şu endişesini dile getirmiştir: “Ey Allah’ın Elçisi! Ben seni kendimden ve çocuklarımdan daha çok seviyorum. Evimde iken seni hatırlıyor, has-retine dayanamadığım için hemen gelip görüyor, yü-züne bakıyorum. Senin ve benim ölümümü düşün-düm de sen öldüğünde ve cennete girdiğinde pey-gamberlere mahsus yüce makamlarda bulunacaksın. Ben ise cennete girdiğimde seni göremeyeceğimden korkuyorum!” Hz. Peygamber (sas) bu sözlere cevap vermeden Cebrail (as) gelmiş, Allah’a ve Rasûlü’ne itaat edenlerin cennette kimlerle beraber olacaklarını bildiren Nisa Sûresi 69-70. ayetleri vahyetmiştir.

“Kim Allah’a ve Peygamber’e itaat ederse işte onlar, Allah’ın kendilerine nimetler verdiği peygamberler, sıddıklar (doğrular), şehitler ve salihler (iyi adamlar) ile beraberdir. Onlar ne iyi arkadaştırlar! Bu Allah’tan bir nimettir. Her şeyi hakkıyla bilen olarak Allah yeter.”

Aynı yerde veya mecliste bulunan insanlar, be-raberdirler ama manevi değerleri farklı farklıdır. Hz. Peygamber’i sevdiği için onunla beraber olacağı be-lirtilen kimse, Peygamber (sas) ile aynı seviyede ola-cak demek değildir. Ama onunla cennette bulunma ve onu görebilme imkânına sahip olacak demektir. Ahirette ve cennette sevdiklerimizle beraber olma-mız, onlarla aynı makamda bulunmamızı gerektir-mez. Farklı makamlarda bulunduğumuz halde sev-diklerimizle beraber olabilmemiz mümkündür. Aynı bahçede farklı görme ve işitme yeteneklerine sahip olan dostlar, yetenek farklılıklarından dolayı zevkle-rinin de farklı olmasına rağmen bir yerde ve beraber bulunmaları mümkündür. Bu, dünyada mümkün ve vakidir; cennette de mümkün ve vaki olacaktır. Dost dostuyla beraber bulunduğu halde her biri farklı ma-

kamlarda, farklı zevk ve safa içinde bulunabilecektir.2

Âlimlerimizin de belirttiği gibi bu hadisi, zaman ve mekâna sıkıştırarak anlamamak gerekir. Ahiret dos-tumuz, aynı zaman ve mekânı paylaştığımız kimseler olabileceği gibi farklı zaman ve mekânlarda yaşayan kimseler de olabilir.

Ülkemizde son yıllarda içtimaî ve kültürel değiş-meler yaşanmaktadır. Değişen dünyamızda toplu-mumuzun çoğunluğunu oluşturan gençlerimiz de değer yargılarındaki hızlı değişim sonucu kimi arka-daş seçeceği konusunda şaşırıp kalmıştır. Ahiret yol-culuğuna beraber çıkacağı dostlar yerine dünya ha-yatını gayesiz yaşayacağı kişileri dost edinmektedir. Hâlbuki hiçbir günaha arkadaş hatırına girilmemeli-dir. Arkadaş; kişinin kim olduğunun, nasıl bir yaşam sürdüğünün, nasıl bir ruh hâli içerisinde bulunduğu-nun en büyük ispatıdır. Ebû Hüreyre’den (ra) rivayet edildiğine göre Peygamber (sas) şöyle buyurdu: “İn-san, dostunun yaşayış tarzından etkilenir. O halde her biriniz dost edineceği kişiye dikkat etsin!”3

Allah ve Rasûlü’nün razı olduğu insanlarla dostluk yapıp, mutluluk içerisinde mi olacağız, yoksa yanlış yollara sapıp dünya ve ahiretimizi sıkıntıya mı uğra-tacağız? İman eden kimseler, ahirette kimlerle be-raber olmak istediklerine karar vermelidir. Bir kimse ibadetlerini yapmakla beraber Allah Teâlâ’nın sevme-diklerini severse, Nemrutları ve Ebû Cehîlleri severse, ahirette de onlarla beraber olur. Peygamber Efendi-mizi (sas) sevmeyeni sevemeyiz. Çünkü iki zıt sevgi bir arada olamaz.

Son devrin büyük âlim ve müfessirlerinden Elma-lılı M. Hamdi Yazır, yazdığı tefsirine çok hoş münâcât ve tazarru cümleleriyle başlıyor. Yazımıza bu duanın bir bölümüyle son verelim. Elmalılı merhum şöyle yalvarıyor ve biz de bütün samimiyetimizle bu duaya iştirak ediyoruz:

“İlâhî! Sen sevdirmezsen, ben sevemem. Sevdir bize hep sevdiklerini. Yerdir bize hep yerdiklerini. Yâr et bize erdirdiklerini. Sevdin Habibini, kâinata sev-dirdin. Sevdin de hıl‘at-i risâleti giydirdin. Makâm-ı İbrâhim’den Makâm-ı Mahmûd’a erdirdin. Server-i asfiyâ kıldın. Hâtem-i enbiya kıldın. Muhammed Mustafâ kıldın.

Salât ü selâm, tahiyyat ü ikrâm, her türlü ihtirâm ona, onun âline, ashâbına ve etbâına yâ Râb!”4

1- Buhari, Fezailü Ashabi’n-Nebi 6; Müslim, Birr 161,163.2-Bedîü’z-Zaman Said-i Nursî, Sözler, s. 460.3-Ebû Dâvûd, Edeb 16; Tirmizî, Zühd 45.4-Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c.I, s. 1.