61
4 MEKKE DAR GELİNCE Gün geldi, müşriklerin zulmü dayanılmaz boyutlara ulaştı. Merhametsiz kâfirler bütün Müslümanları bir mahallede toplayıp, onları imha etmeye karar verdiklerinde, güzel Mekke sadece fakir ve kimsesizlere değil, ona da dar geldi. İnsan, dinini Allah’ın istediği gibi yaşayamadıktan sonra Mekke’de yaşamanın ne değeri olabilirdi. B u sohbetimizde, Hz. Ebû Bekir’in hicret macera- sını Sahîh-i Buhârî hadislerine dayanarak özetle- meye çalışacağız. Hz. Ebû Bekir Mekke’de doğdu, Mekke’de büyüdü. İslâm güneşi parıldayınca ona gönül verdi ve onu ilk kucaklayanlardan biri oldu. Dünya ayazında donup git- memek için İslâm’a sarılan kimsesizlerin kimsesi oldu; Müslüman köleleri zalim efendilerinden satın alıp hürri- yetlerine kavuşturmak için servetini sular gibi akıttı. Gün geldi, müşriklerin zulmü dayanılmaz boyutlara ulaştı. Merhametsiz kâfirler bütün Müslümanları bir ma- hallede toplayıp, onları imha etmeye karar verdiklerinde, güzel Mekke sadece fakir ve kimsesizlere değil, ona da dar geldi. İnsan, dinini Allah’ın istediği gibi yaşayama- dıktan sonra Mekke’de yaşamanın ne değeri olabilirdi. İşte o günlerde Allah’ın Rasûlü, Müslümanlara nefes alabilecekleri bir hedef gösterdi. Habeşistan’a gidin, bu zulümden kurtulun, buyurdu. Gidecek durumda olanlar her şeyi göze alıp gittiler. Hz. Ebû Bekir’e dayanma gücü veren, Rasûlullah’ın arkadaşlığıydı. Kâinâtın Efendisi hiç olmazsa akşam sabah ona uğrar, kendisiyle sohbet ederdi. Bir gün o da tıkandı ve diğer kardeşleri gibi Habeşis- tan’a hicret etmeye karar verdi. Ve bir sabah yola düştü. Cidde limanına varacak, oradan gemiyle Habeşistan’a gidecekti. Beş gün sonra Birkü’l-Gımâd’a vardı. Orada Kare kabilesinin reisi İbnü’d-Dügunne ile karşılaştı. Bu zât henüz Müslüman değildi, ama Hz. Ebû Bekir’i iyi tanıyordu. Ona buralarda ne aradığını sordu. Hz. Ebû Bekir: “Zalimlerin zulmünden çok bunaldım. Mekke bana dar geldi. Rabbime rahatça ibadet edebileceğim bir yer arıyorum.” dedi. İbnü’d-Dügunne duyduklarına inanamadı: “Hayır, arkadaş!” dedi. “Senin gibi bir adam memle- ketini bırakıp gidemez ve hiç kimse de seni yurdundan çıkaramaz. Ben seni himâyeme alıyorum. Haydi, geri dö- nelim.” dedi ve Hz. Ebû Bekir’i ikna etti. Prof. Dr. Mehmet Yaşar KANDEMİR

Siyer-i Nebi 32. Sayı

Embed Size (px)

Citation preview

Page 1: Siyer-i Nebi 32. Sayı

4

MEKKE DAR GELİNCE

Gün geldi, müşriklerin zulmü dayanılmaz boyutlara ulaştı. Merhametsiz kâfi rler bütün Müslümanları bir mahallede toplayıp, onları imha etmeye karar verdiklerinde, güzel Mekke sadece fakir ve kimsesizlere değil, ona da dar geldi. İnsan, dinini Allah’ın istediği gibi yaşayamadıktan sonra Mekke’de yaşamanın ne değeri olabilirdi.

Bu sohbetimizde, Hz. Ebû Bekir’in hicret macera-sını Sahîh-i Buhârî hadislerine dayanarak özetle-meye çalışacağız.

Hz. Ebû Bekir Mekke’de doğdu, Mekke’de büyüdü. İslâm güneşi parıldayınca ona gönül verdi ve onu ilk kucaklayanlardan biri oldu. Dünya ayazında donup git-memek için İslâm’a sarılan kimsesizlerin kimsesi oldu; Müslüman köleleri zalim efendilerinden satın alıp hürri-yetlerine kavuşturmak için servetini sular gibi akıttı.

Gün geldi, müşriklerin zulmü dayanılmaz boyutlara ulaştı. Merhametsiz kâfirler bütün Müslümanları bir ma-hallede toplayıp, onları imha etmeye karar verdiklerinde, güzel Mekke sadece fakir ve kimsesizlere değil, ona da dar geldi. İnsan, dinini Allah’ın istediği gibi yaşayama-dıktan sonra Mekke’de yaşamanın ne değeri olabilirdi.

İşte o günlerde Allah’ın Rasûlü, Müslümanlara nefes alabilecekleri bir hedef gösterdi. Habeşistan’a gidin, bu zulümden kurtulun, buyurdu. Gidecek durumda olanlar her şeyi göze alıp gittiler.

Hz. Ebû Bekir’e dayanma gücü veren, Rasûlullah’ın arkadaşlığıydı. Kâinâtın Efendisi hiç olmazsa akşam sabah ona uğrar, kendisiyle sohbet ederdi.

Bir gün o da tıkandı ve diğer kardeşleri gibi Habeşis-tan’a hicret etmeye karar verdi. Ve bir sabah yola düştü. Cidde limanına varacak, oradan gemiyle Habeşistan’a gidecekti. Beş gün sonra Birkü’l-Gımâd’a vardı. Orada Kare kabilesinin reisi İbnü’d-Dügunne ile karşılaştı. Bu zât henüz Müslüman değildi, ama Hz. Ebû Bekir’i iyi tanıyordu. Ona buralarda ne aradığını sordu. Hz. Ebû Bekir:

“Zalimlerin zulmünden çok bunaldım. Mekke bana dar geldi. Rabbime rahatça ibadet edebileceğim bir yer arıyorum.” dedi.

İbnü’d-Dügunne duyduklarına inanamadı:

“Hayır, arkadaş!” dedi. “Senin gibi bir adam memle-ketini bırakıp gidemez ve hiç kimse de seni yurdundan çıkaramaz. Ben seni himâyeme alıyorum. Haydi, geri dö-nelim.” dedi ve Hz. Ebû Bekir’i ikna etti.

Prof. Dr. Mehmet Yaşar KANDEMİR

Page 2: Siyer-i Nebi 32. Sayı

5

Mekke’ye döndükleri zaman, İbnü’d-Dügunne ileri ge-len müşrikleri bir bir dolaştı. Ebû Bekir’in değerini onlara bir kere daha hatırlattı. “Onun gibi herkese yardım eden, akrabasını görüp gözeten, misafirleri ağırlayan bir adamı memleketinden nasıl çıkarırsınız? Onu himâyeme alıyo-rum, artık kendisini rahatsız etmeyin!” dedi.

Müşriklerin bir şartı vardı. Ebû Bekir ibadetini evin-de yapacak, dışarıda Kur’an okumayacaktı. Çünkü ka-dınlar ve çocuklar onun tesirinde kalabilirlerdi.

Allah’ın Himâyesine GiriyorumHz. Ebû Bekir evinin önüne bir mescit yaptı ve orada

ibadet etmeye başladı. Çok duygulu bir insandı. Kur’an okurken gözyaşlarını tutamazdı. Onun derin bir vecd için-de ibadet edip Kur’an okuyuşu, özellikle kadınların ve ço-cukların ilgisini çeker, Hz. Ebû Bekir’i hayretle seyreder, duygulanırlardı.

Kadınların ve çocukların hassas ve yufka yürekli olma-larını dikkate alan müşrikler, onların İslâm dinini benim-semelerinden korktular. Hemen İbnü’d-Dügunne’ye haber saldılar. Ebû Bekir kadınlarımıza, çocuklarımıza kötü örnek oluyor. Ya onun kimseye görünmeden ibadet etme-sini sağla veya onu himâyenden çıkar, dediler. İbnü’d-Dü-gunne hemen Mekke’ye geldi ve Hz. Ebû Bekir’i uyardı. O da “Öyleyse ben artık senin himâyenden çıkıp tamamen Allah’ın himâyesine giriyorum” dedi.

O günlerde Rasûl-i Ekrem Müslümanlara hicret için yeni bir hedef gösterdi. “Medine’ye gidin!” buyurdu. Bu-

nun üzerine o da Medine’ye gitmeye karar ver-di. Artık hem Rasûlullah’tan hem de güzelim Kâbe’den ayrılmayı göze alacak kadar bunal-mıştı. Fakat Peygamberler Sultanı onun tek ba-şına hicret etmesine izin vermedi. “Hele bekle! Bana da hicret için izin verileceğini umuyorum, beraber gideriz.” dedi.

Rasûl-i Ekrem’le birlikte hicret etmenin hayali bile güzeldi. Yol boyunca ona hizmet etme şerefine nâil olacaktı. O sevinçle hemen develerin yaylım ye-rine gitti. En değerlisinden iki deve seçti. Onları evde ağaç yapraklarıyla özel surette beslemeye başladı.

Aradan tam dört ay geçti. Bir öğle vakti, or-talık sıcaktan kavrulurken Allah’ın Rasûlü çıka-geldi. Mübarek başını bir örtüyle örtmüştü. Ebû Bekir onun bu saatte geldiğini hiç görmemişti. Çok meraklandı. Rasûl-i Ekrem hemen konuya girdi:

“Odadakileri dışarı çıkar; önemli bir mesele konuşacağız.” dedi.

Hz. Ebû Bekir boyun büktü:

“Yâ Rasûlallah! Sana can kurban, bunlar senin aile fertlerin değil mi?” dedi. Hicrete izin çıktığını öğrenince “Yanında ben de var mıyım?” diye he-yecanla sordu. Rasûl-i Ekrem:

“Evet, varsın. Haydi, hazırlan!” deyince dünya-lar onun oldu:

Kur’an okurken gözyaşlarını tutamazdı.

Onun derin bir vecd içinde ibadet edip

Kur’an okuyuşu, özellikle kadınların ve çocukların

ilgisini çeker, Hz. Ebû Bekir’i hayretle seyreder,

duygulanırlardı.

Page 3: Siyer-i Nebi 32. Sayı

6

“Canım sana kurban olsun, ey Allah’ın Rasûlü! İki deve hazırladım; beğendiğini al.” dedi.

Rasûl-i Ekrem:

“Parasını ödeyerek kabul edebilirim.” buyurdu ve Kasvâ adlı deveyi aldı.

Medine YolundaÖnce iyi bir kılavuz buldular. Kılavuz Müslüman

değildi ama güvenilir biriydi. “Üç gün sonra falan yere gel!” diyerek develeri ona teslim ettiler ve kimseye gö-rünmeden evin arka penceresinden çıkıp Sevr dağındaki bir mağaraya sığındılar. Orada üç gün kaldılar. Hz. Ebû Bekir’in oğlu Abdullah karanlık basınca geliyor, Mek-ke’den haber getiriyordu; genç kölesi Âmir İbni Füheyre de mağara civarında koyun otlatıyor, sağdığı sütün içine kızgın taş koyarak onu birazcık pişirip efendilerine ik-ram ediyordu.

Hz. Ebû Bekir dışarıda etrafı gözetlerken bir grup Mekkelinin kendilerine doğru geldiğini gördü. Büyük bir telâşa kapıldı. Kâfirler Rasûlullah’ı ya-kalayıp ona bir fenalık yapar-lar diye korkuyordu. Adam-lar gelip mağaranın önünde durunca yüreği ağzına geldi. Bir onların ayaklarına, bir Rasûlullah’ın yüzüne bakıyor, şimdi onu görecekler diye ter döküyordu. Rasûl-i Ekrem:

“Üzülme, Ebû Bekir! Allah bi-zimle beraberdir.” buyurdu. Ama onun heyecanı yatışmamıştı:

“Ayaklarının ucuna bir baksalar bizi görecekler.” dedi.

Peygamber aleyhisselâm onun kulağına fısıldadı:

“Bizim yardımcımız Allah’tır, endişelenme!” O sırada adamın biri mağaranın önünde abdest bozma-ya başladı. Rasûl-i Ekrem onu göstererek “Eğer bizi

fark etselerdi, bu adam gözümüzün önünde bu işi yapmazdı.” dedi.

Artık Hz. Ebû Bekir rahatlamıştı.Dördüncü gün kılavuz develeri getirdi. Koyun çobanı

Âmir İbni Füheyre’yi de yanlarına alarak sahil yolundan Medine’ye doğru yola çıktılar.

Hz. Ebû Bekir, yolda Rasûlullah’ın rahat etmesi için elinden geleni yapıyordu. Uygun yerlerde onun bir süre dinlenmesini istiyor, eliyle düzeltip temizlediği yere ya-nındaki kürkü seriyor, Rasûlullah’ın onun üzerinde bi-razcık yatıp dinlenmesini sağlıyor, ona kimseler zarar vermesin diye gözcülük yapıyordu. Kâinâtın Efendisi’nin susadığını gördükçe yolda rastladıkları çobanlardan süt alıp Rasûlullah’a taze süt ikram ediyordu.

Yol boyunca Hz. Ebû Bekir’i derin endişelere sevk eden bazı olayları geride bırakıp Medine’ye vardılar ve Kuba semtinde yaşayan Amr İbni Avf ailesine misafir ol-

dular. Günlerdir yollarını bekleyen Medine-liler, başlarına konan o devlet kuşunu

görmeye koştular.

Ticaret seferleri dolayısıyla ta-nıdıkları Hz. Ebû Bekir’i selâm-lıyorlar, ama misafirlerden han-gisinin Rasûlullah olduğunu bilmiyorlardı. İşte o sırada Hz. Ebû Bekir, Rasûl-i Ekrem’in

üzerine güneş geldiğini görün-ce, onun Kâinatın Efendisi’ni in-

citmesine meydan vermemek için hemen kalktı, ridasını çıkarıp güneşin

geldiği yeri kapadı. İşte o zaman Medine-liler kimin Rasûlullah olduğunu anladılar.

Hz. Ebû Bekir yol boyunca gözü gibi koruduğu Rasûl-i Ekrem’i, onun hasretiyle yanan Medinelilere sağ sâlim emanet edince derin bir nefes aldı. Geri kalan ha-yatı boyunca ondan bir daha ayrılmadı.

Allah kendisinden razı olsun, bizi de şefaatiyle şeref-lendirsin (Âmin).

dular. Günlerdir yollarını bekleyen Medine-liler, başlarına konan o devlet kuşunu

görmeye koştular.

Hz. Ebû Bekir dışarıda etrafı gözetlerken bir grup Mekkelinin kendilerine doğru geldiğini gördü. Büyük bir telâşa kapıldı. Kâfirler Rasûlullah’ı ya-kalayıp ona bir fenalık yapar-

şimdi onu görecekler diye ter

“Üzülme, Ebû Bekir! Allah bi- buyurdu. Ama onun

ce, onun Kâinatın Efendisi’ni in-citmesine meydan vermemek için

hemen kalktı, ridasını çıkarıp güneşin geldiği yeri kapadı. İşte o zaman Medine-

liler kimin Rasûlullah olduğunu anladılar.

Üzülme, Ebû Bekir!

Allah bizimle beraberdir.

Page 4: Siyer-i Nebi 32. Sayı

77

HİCRET GÜNLÜĞÜHicret tevhit şulesi, tabuları yıkmaktırZifiri karanlıktan aydınlığa çıkmaktır

Hicret iman güneşi, ümidin çerağıdırVahdetin gül çeşmesi, hakikat durağıdır

Hicret şirkin zehrini idrâklerden koğmaktırYesrib’in üzerine güneş gibi doğmaktır

Hicret zulmetten nura, kardeşliğe akmaktırVeda tepelerinden Medine’ye bakmaktır

Hicret cihad-ı ekber, köprüdür selâmeteGözü gibi bakmaktır mukaddes emanete

Hicret anka misali, küllerinden doğmaktırİmanın ziyasıyla karanlığı boğmaktır

Hicret vahdet ağacı, tutunulan daldır o…Yesrip’ ten Medine’ye giden kutlu yoldur o…

Hicret teslimiyettir, zincirleri kırmaktırKavruk Hicaz çölünde medeniyet kurmaktır.

Hicret vuslat neşesi, aşka açılan kapı…İman coğrafyasında mübarek, nurlu yapı…

Hicret tebliğde milât, takvim onunla başlarKavuşma sevinciyle gözlerden akar yaşlar

Hicret selâmet yurdu, davete icabettirGurbet sıladır şimdi, gayri sıla gurbettir

Hicret Hakk’ ta yok olmak, vahdette çoğalıştırHakikat nazarında bir verip bin alıştır

Hicret kutlu yolculuk, öz yurdundan firaktırOnunla uzak yakın, yakınlar pek ıraktır

Hicret kaçış değildir, dosta doğru gitmektirHasret ateşinde köz, yanıp yanıp tütmektir

Hicret bir şah damardır, kalp göğünde güneştirGönül sahralarını yakan kızgın ateştir

Hicret genişlemektir, ebedî inşirahtırİslâm’ın gür sesidir, göğü kuşatan âhtır

M. Nihat MALKOÇ

7

Page 5: Siyer-i Nebi 32. Sayı

8

GERÇEK MUHÂCİRProf. Dr. İsmail Lütfi ÇAKAN

Abdullah b. Amr radıyallahu anh, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu haber vermiştir:“Gerçek muhâcir, Allah’ın nehyettiklerini terk edendir.”1

Muhâcirİslâm tarihi ve sistemi bakımından büyük bir etki-

ye ve öneme sahip olan hicret olayının kahramanlarına ilâhî kelâm muhâcir unvanını vermiş ve onları Muham-med ümmetinin başında yer alan kesim olarak takdir ve takdim etmiştir.

İnançları uğrunda dünyevî değer olarak neleri varsa hepsinden vazgeçebilen bu çileli ve özverili mü’minler, İslâm adına katlanılması gereken her türlü sıkıntıyı ilk kez ve belki de en ağır şekilde göğüslemişlerdir. Bu se-beple de erişilmez mevkilerini hakkıyla elde etmişlerdir.

İnanmanın; her şeyini kaybetmek demek olduğunu göre göre, bile bile inanmak ve inancı uğrunda nelerle karşıla-şacağını bilmediği diyarlara Habeşistanlara kadar gitmeyi kabullenmek, emredilen yere göç etmek, Allah ve Rasûlü’ne

hicretten başka ne ile izah edilebilir! Bu sebeple de muhâcir büyük şahsiyet, hicret büyük mazhariyettir.

Hicretİmandan sonra ikinci farz olarak Müslümanların

gündeminde yer alan tarihi hicret, özellikle şirki ve müş-rikleri terk etmek anlamında o günün Müslümanlarının şuuruna vardıkları biricik İslâmî aksiyondu. Çünkü hic-ret, İslâm’a, en güzele gitmek, ona hizmet etmekti. Onun uğrunda her şeyden vazgeçmek, İslâm’ı mes’ele etmekti. İslâm’dan başka her şeyi İslâm için terk etmekti.

Kelime olarak da tarihî uygulama olarak da hicretin ilk manası, terk etmekti. Terkedilecek olanlar ve terk ni-yeti hicrette pek önemliydi. Öylesine ki, muhâcir olmak

Page 6: Siyer-i Nebi 32. Sayı

9

için Mekke’yi terk etmek ve hatta Medine’ye gelmek yet-miyordu. Ümmü Kays ile evlenmek niyetiyle böyle bir yolculuk yapmış Mekkeli, niyetine göre isimlendirile-cek, “Ümmü Kays’ın muhâciri” olarak değerlendiri-lecekti. Bu, hicret’te görüntü ve mekân değişikliğinin değil; neyin, niçin terkedildiğinin önemli olduğunu belgelemekteydi. Zaten “kişinin eline geçecek olan da niyet ettiği” idi.

Hicrî 8. yılda Mekke’nin fethi, tarihi anlamı içinde “muhâcir” olma şansını ortadan kaldırıyordu. Artık cihad ve cihad niyeti gereği olarak hicret söz konu-su olabilirdi. Yani hicret temel anlamıyla geçerliydi. Mekke’den Medine’ye yönelik tarihî uygulamasıyla hicret sona ermişti.

Çağların Cihadı HicretTarihî hicretin İslâm için ifade ettiği mana, kuru-

luş döneminin çok zor günleri ve sıkıntıları göz önüne getirildiği zaman anlaşılabilir. O gün hiç bir şey, hicret kadar, yani şirki ve müşrikleri terk edip Müslümanlara

iltihak etmek kadar önemli olamazdı. O gerilimli hava içinde hicretin temelinde yatan aslî mana, olayın sosyo-lojik önemi karşısında biraz geri planda kalmış olabilir-di. Zira hicret olayı, o güne kadar yaşanmamış bir inanç yolculuğu olarak günün Müslümanlarının olduğu ka-dar, müşriklerinin de gündemindeydi. Dehşetli ve garip olaylar yaşanıyordu. Gündem tek maddeliydi. Hicret›ten

ibaretti. Hicret etmek isteyenlerin başına olmadık şeyler geliyordu. eI-Muhâcir b. Kunfuz, hicret ederken yaka-lanmış, tutuklanmış hicretten vazgeçirilmek istenmişti. O bir fırsatını bulup kaçmış ve Medine’de Hz. Peygam-ber’e ulaşmıştı. Hz. Peygamber kendisini dinledikten sonra “Bu gerçek muhacirdir.” diye onu taltif etmişti. O günden sonra da İbn Kunfuz’un adı “el-Muhâcir” kalmış, asıl ismi unutulmuştu.

Böylesine iltifât ve “muhâcir” olabilme şansı elbette her Müslüman için söz konusu değildi. Ancak bu mazha-riyeti kaçırmış Müslümanların hicretten hiç mi nasibi ol-mayacaktı? İşte hadisimiz bu sorunun cevabını vermekte, hicretin sadece mekânda değil zamanda da olabileceğini, her zaman ve herkes için geçerli ve temelli bir manasının bulunduğunu belirlemektedir: “Gerçek muhâcir, Allah’ın nehyettiklerini terk edendir.”

Hz. Peygamber, kendisine yöneltilen “Hangi hic-ret daha üstündür?” sualine de aynı cevabı verecekti: “En üstün hicret, Allah’ın sana haram kıldıklarını terk etmendir.”2

Hadisimiz, hicretin öz ve temel manasını dikkatlere sunmakta, başta şirk olmak üzere, Allah Teâlâ’nın “kerih gördüğü”, “haram kıldığı” ya da “nehyettiği” şeyleri terk eden, yasaklardan uzak kalan, iyiye, güzele, en güzele yö-nelen herkesin gerçek bir hicreti yaşadığını vurgulamak-tadır. İşte bu Peygamberî tespit, hicreti çağların cihadı haline getirmektedir.

Hicret, İslâm’a, en

güzele gitmek, ona

hizmet etmekti.

Onun uğrunda her

şeyden vazgeçmek,

İslâm’ı mes’ele

etmekti. İslâm’dan

başka her şeyi İslâm

için terk etmekti.

Page 7: Siyer-i Nebi 32. Sayı

10

1 Buhârî, İman 4; Rikak 26; Ebû Dâvûd, Vitr 2, 11, 12, Cihad 2; Nesâî, İman 9, İbn Mâce, Fiten 2; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 11, 163, 192, 193, 205, 206, 209, 212, 215, 224, III.-154, VI, 21, 22.2 Ebû Dâvûd, Vitr 11; Nesâî, Zekât 49, Bey’at 12; Dârimî, Salat 135, Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 160, 491, 193, 195, 224, 391, III, 412, IV, 385.3 Nesâî, Bey’at 13.4 Tirmizî, Cennet 4; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 240.5 Müslim, Fiten 130; Tirmizî, Fiten 31; İbn Mâce 14; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 25, 27.

Ensâr’ın da Muhâcirleri

VardıUnutulmamalıdır ki, şirkin temsil ettiği yasaklardan

her uzaklaşma bir hicret, böyle bir olayı gerçekleştiren herkes de, nerede ve hangi şartlar altında olursa olsun bir muhâcirdir. Nitekim Nesâî’nin rivâyet ettiği bir hadiste İbn Mes’ud’un açıkça ifade ettiği gibi aslında, “Ensâr için-de de muhâcirler vardı; zira Medine dâr-i şirk iken Aka-be’ye gelerek Hz. Peygamber’e bey’at etmişlerdi.”3 Bir başka ifade ile Medine’de Yesrib’den Medine’ye hicret etmişti.

Hadisimiz iman gereklerinin yaşanabileceği mad-dî-manevi bir muhit arama demek olan hicrete, önce gönüllerde başlamak, sonra en yakın çevreden itibaren mevcudu ıslah etmek anlamını kazandırmaktadır. Bü-tün tebliğ ve irşâd faaliyetlerinin, Allah’ın nehyettikle-rini terk etme hicretini gerçekleştirme hedefine yönelik olduğu da ortaya çıkmaktadır. Zaten Sevgili Peygam-berimiz, “İster Allah yolunda hicret etsin, isterse doğ-dukları yerlerde vefat etsinler, İslâm esaslarına uygun yaşayanları Allah bağışlayacaktır.” buyurmaktadır.4 Bu, bağışlanma için İslâm’ın mes’ele edinilmesi gerektiğini göstermektedir. Muhâcir de hiç şüphesiz İslâm’ı mes’ele edindiği için her şeyinden ayrılmaktadır. Öte yandan yine Sevgili Peygamberimiz “Fitne ve bozgun içinde ibadet, bana hicret etmek demektir.” buyurmaktadır.5 Bu hadiste de görüldüğü gibi, Allah’a kul olmaya çalışmak hicret sevabı kazandırmaktadır. Zira hicretteki temel amaç İslâm’ın yaşamasıdır. Kulluğunu diri tutmaya ça-lışan da İslâm’ın yaşamasına çalışıyor demektir.

Haramları Terk EtmekBelki birçok Müslüman’a “haramları terk etmenin

gerçek hicret olması”, tarihi hicret olayı karşısında bi-raz zor anlaşılır bir değerlendirme gibi gelebilir. Ama haramları terk etmenin, memleketi, çoluk-çocuğu, her şeyi terk etmek kadar zor olduğuna da herkesin haya-tında şu veya bu bahanelerle ve fakat yoğun şekilde ya-şayan haramlar şâhittir. Günümüzde giderek artan ve ağırlığını hissettiren haramlar, onları terk edebilmenin gerçekten bir hicret, bunu yapabilen babayiğitlerin de hakiki “muhâcir” olduklarını göstermiyor mu? Özellik-le kurumlaşmış haramlardan uzak kalmak kaç Müslü-

man’a nasib olan bahtiyarlıktır?

Haramlardan uzak yaşayabilenlerin toplum tarafın-dan algılanış şekli de, muhâcirlerin, müşrikler tarafın-dan değerlendirilmesine ne kadar benzemektedir?

Bu sebeple hadisimizdeki tespit, hakikatin ta ken-disidir: “Gerçek muhâcir, Allah’ın nehyettiklerini terk edebilendir.”

Bu İlden Gitmek YokYugoslavyalı bir Müslüman, içinde bulunduğu du-

rumdan yakınıyor. Dostu ona “Çok bunalmışsan, İstan-bul’a gel, hicret et.” teklifinde bulunuyor. Yugoslavyalı müminin cevabı şu:

“Eğer ben hicret eder, İstanbul’a gelirsem, dünya haritasını çizenler, bizim oraları Müslümanların azın-lık olarak yaşadıkları yerler olarak göstermezler. İslâm dünyası küçülmüş olur. Ben yerimde kalacağım. Bir gün Müslümanlar oralara gelirlerse, bana ihtiyaçları olabilir...”

Bu cümlelerin ve buna benzer düşüncelerin sahip-lerine “bulunduğu yerde muhâcir” dememek mümkün mü?

Bu sebeple ve hadisimizin açıkça ortaya koyduğu gerçeğe dayanarak, “Bu ilden gitmek yok. Hicreti bu-lunduğumuz yerde ve şartlarda, her geçen gün biraz daha iyi olmaya çalışarak, önce haramlardan sonra şüp-helilerden uzak kalmaya gayret ederek yaşamak, var.” diyoruz.

Unutulmayalım ki, amel dünyamızdaki her düzelme, hicret yolunda atılmış bir adımdır.

Page 8: Siyer-i Nebi 32. Sayı

11

HASRETLİK

Kurumuş toprak gibi yüreğimde çatlaklarAb-ı hayat bekliyor, bir damla suya hasretKurak bir güz mevsimi etrafı mda yapraklarDüşüyor dallarından sanki bahara hasret Zaman denen değirmen öğütt ükçe her anı Mazi, hal ve isti kbal eder feryat fi ganı Kimler anlar halimden, kime edem beyanı Vuslatı n terennümü sadayı yare hasret Bir uzun seferdeyim hedef yarin gözleriKafi gelir mi bilmem lügatlerin sözleriHisleri alevleyip tutmaktı r tüm közleriYanmaya meyyal gönül ateş-i aşka hasret Seher vakti nde esen serin bir rüzgar gibi Gönlün gülizarında güllerin andelibiDenizler ötesinde aks-i kamer sebebiCemalinin zuhuru bir küçük nura hasret Düşüyor dallarından sanki bahara hasretVuslatı n terennümü sadayı yare hasretYanmaya meyyal gönül ateş-i aşka hasretCemalinin zuhuru bir küçük nura hasret

Gülnur ALTUNTAŞ

11

Page 9: Siyer-i Nebi 32. Sayı

12

HİCRET-IMutlu BİNİCİ

Medine Müminleri BekliyorOnlar, yüce dağlardan daha ağır bir yükün altına gir-

diler. Ne verdikleri sözden döndüler ne şikâyet ettiler. En ağır sıkıntılara en derin acılara maruz kaldılar. Zulüm dört bir yanı sardığında onlar Allah dediler, acılarını, kederlerini Rablerine arz ettiler. Âlemlerin Rabbi, maz-lum kullarının imdadına Medineli kahramanlarla yetişti. Akabe’de söz veren yiğitler Muhammed aleyhisselâm’ı ve Mekkeli mümin kardeşlerini Medine’ye davet ettiler.

Kureyş, Akabe Biati’ne mani olamamış, Medineli Müslümanları ellerinden kaçırmıştı. Bunun verdiği hırs-la müminlere daha çok işkence ediyor, baskılarını her gün bir kat daha artırıyorlardı. Zulüm dayanılmaz bir hal alınca Nebi aleyhisselâm, çilekeş sahabilerine Medine’ye gitmelerini ve orada bulunan kardeşlerine katılmalarını emretti:

“Sizin Hicret edeceğiniz şehrin, iki kara taşlık arasın-da hurmalık bir yer olduğu bana gösterildi. Orası Me-dine’dir.”1 “Yüce Allah, onları size kardeş, Medine’yi de emniyet ve huzur bulacağınız bir yuva kılmıştır.”2

Müminler hicret için hazırlanmaya ve küçük kafileler halinde Medine’ye hicret etmeye başladılar. Ebû Seleme Abdullah b. Abdulesed Akabe Biati’nden bir sene evvel hüzün dolu bir yolculuğun sonunda Medine’ye varmış-tı.3 Mus’ab b. Umeyr ile Abdullah b. Ümmü Mektûm ise Birinci Akabe Biati’nden sonra Medine’ye gitmişlerdi.4 Allah Rasûlü’nün emrinden sonra ilk hicret edenler ise Âmir b. Rebîa ve hanımı Leylâ binti Ebî Hasme oldu.5

Müslümanlar çok gizli hareket ediyor, Kureyş’in ta-kibinden, yakalanıp hapsedilmekten korkuyorlardı. Yal-

nızca Hz. Ömer hicret ettiğini tüm Mekkelilere açıkça ilan etti. O, silahlarını kuşanmış bir halde gelmiş, Kâbe’yi tavaf edip iki rekât namaz kıldıktan sonra müşriklerin karşısına çıkarak onlara meydan okumuştu:

“Ben Medine’ye gidiyorum. Anasını ağlatmak, karısı-nı dul, çocuklarını yetim bırakmak isteyen varsa şu vadi-nin arkasında karşıma çıksın.”6

İki ay gibi kısa bir süre içerisinde Müslümanların büyük çoğunluğu Medine’ye hicret etmişti. Peygamber Efendimiz ve Hz. Ebû Bekir ile aileleri, Hz. Ali ve annesi Fatıma binti Esed ise henüz Mekke’deydi. Hicret edecek gücü olmayan, müşrikler tarafından yakalanıp zincire vurulan ya da hastalığı sebebiyle hicret edemeyenler de Mekke’de kalmışlardı.

Efendimiz aleyhisselâm gemisini en son terk eden kaptan misali, müminlerin tamamı Medine’ye varıp can güvenlikleri sağlanıncaya kadar Mekke’den ayrılmamıştı. Müminler Medineli kardeşlerinin yanına gelip canlarını kurtardıklarında O ve ailesi Kureyş cellatlarının tehdidi altındaydı. O’nun, kardeşlerine karşı derin bir sevgi ve merhameti vardı.

Kureyş Panik İçindeYesribli Müslümanlar yerini yurdunu terk eden,

imanları uğruna sahip oldukları tüm dünyalıklarından vazgeçen Mekkeli kardeşlerine kucak açmış; evlerini, sofralarını onlarla paylaşmışlardı. Kuba kasabasında top-lanan muhacirlere daha düne kadar basit bir köle olan Sâlim imamlık yapıyor7, yeni bir dünyanın hayalleri ku-ruluyor, müminler hasret ve heyecanla en büyük muha-cirin Medine’ye gelmesini bekliyorlardı.

Sİyer-İ Nebİ Derslerİ 32

12

Page 10: Siyer-i Nebi 32. Sayı

13

Hz. Ebû Bekir de hicret etmek için Efendimiz aleyhisselâm’dan izin istemiş, Mübarek Nebi kendi-sine “Acele etme. Umulur ki Allah sana bir arkadaş bulur.” buyurmuştu.8 Hz. Ebû Bekir bu dostun Efen-dimiz aleyhisselâm olacağını umut etmiş hazırlıklara çoktan başlamıştı. Sekiz yüz dirheme satın aldığı iki deveyi, Semüre ağacının yapraklarıyla en yüce yolcu-luk için besliyordu.9

Kureyş liderleri panik içindeydi. Yıllar boyu işkence ettikleri insanlar şehri terk etmiş, Yesribli iman kardeş-lerinin yanlarına gitmişlerdi. Kureyş korkuyordu. Güç-lerini birleştiren Müslümanlar Medine’de iyice kuvvet-lenebilir ve bir gün Mekke’yi ele geçirebilirlerdi. Ayrıca Medine, Mekke-Suriye ticaret yolunun tam üzerindeydi. Müslümanlar Kureyş kervanlarına zarar verebilir, bu du-rum Kureyş’in ifl asına, Mekke ekonomisinin çökmesine neden olurdu. Yakın zamanda Muhammed aleyhisselâm da Medine’ye gidecek, Kureyş için asıl felaket işte o za-man başlayacaktı. Neyse ki Muhammed hâlâ Mekke’de ve oldukça korumasız bir haldeydi. Kureyş bu fırsatı de-ğerlendirmeli, uykularını kaçıran tehlikeden bir an evvel kurtulmalıydı. Ecel korkusu yaşayan Kureyş, derhal top-lanmaya karar verdi.

Onlar Tuzak Kurarlar, Allah da Tu-zaklarını Bozar

Daru’n-nedve’de sabahın erken saatlerinde başlayan toplantıya tüm kabilelerin liderleri katılmış, Efendimizin kabilesi Haşimoğullarından ise Ebû Leheb dışında kimse çağırılmamıştı. Daru’n-nedve tarihindeki en önemli top-lantı, sıkı güvenlik tedbirleri alındıktan sonra başladı.

İslam artık Mekke dışına yayılmış, durum Kureyş’in kontrolünden çıkmıştı. Yakın bir zamanda Müslümanlar Mekke’ye saldırabilirlerdi. Öyleyse hemen bir çare bu-lunmalıydı. İlk teklif Esedoğullarının lideri Ebû’l-Bahte-ri’den geldi. O, Peygamberimizin zincire vurulup hapse-dilmesini ve ölünceye kadar zindanda tutulmasını teklif etti. Fakat bu teklif yerinde bulunmadı. Zira Muhammed aleyhisselâm’ın kardeşleri, onun uğruna her şeyi göze alabilecek sahabileri vardı. Kureyş iman dolu yürekleri durduramaz, Allah’ın sadık ve sevgili kulunu zindanda çok fazla tutamazdı.

Sonra Ebû’l-Esved Rebîa b. Amr’ın sesi yükseldi. Ona göre Muhammed aleyhisselâm sürgün edilmeli, Kureyş rahat bir nefes almalıydı. Fakat bu fikir de kabul edilme-di. Zira Allah Rasûlü samimi davranışları, tatlı sözleriyle insanların kalbini kazanabilir, bir başka yerde çok daha fazla güçlenebilir ve Kureyşli zalimlerin iktidarını orta-dan kaldırabilird i. Hayır, sürgün teklifi hiç de makul gö-zükmüyordu.

Nihayet sözü ümmetin firavunu Ebû Cehil aldı. Ku-reyş’in bu badireden kurtulmasının tek yolu Muham-med’in öldürülmesiydi. Her kabileden güçlü kuvvetli bir yiğit seçilecek, ellerine keskin birer kılıç verilecek, bu cel-latlar hep birden Muhammed aleyhisselâm’ı öldürecek-lerdi. Cinayeti işleyenler tüm kabileleri temsil ettiğinden Haşimoğulları intikam için tüm Mekke’yle savaşmayı göze alamayacak, bunun yerine fidye ödenmesine razı olacaktı. Kureyş fidyeyi ödeyecek ancak yıllardır başları-nı ağrıtan, hâkimiyetlerini tehdit eden İslam Peygambe-ri’nden de kurtulmuş olacaktı.10

“Hani kâfirler seni tutuklayıp hapsetmek, öldürmek veya

yurdundan çıkarmak için sana tuzak kuruyorlardı. Onlar tuzak kurarlar, Allah da tuzaklarını bozar. Allah

tuzak kuranlara karşılık verenlerin en hayırlısıdır.”

(Enfâl 8/30)

13

Page 11: Siyer-i Nebi 32. Sayı

14

Toplantıya katılanlar Ebû Cehil’in teklifini büyük bir heyecan ve sevinçle karşıladı. Derhal cellatlar seçildi ve kılıçlar teslim edildi. Kur’an-ı Kerim bu korkunç planı bizlere şöyle anlatır:

“Hani kâfirler seni tutuklayıp hapsetmek, öldür-mek veya yurdundan çıkarmak için sana tuzak kuru-yorlardı. Onlar tuzak kurarlar, Allah da tuzaklarını bozar. Allah tuzak kuranlara karşılık verenlerin en hayırlısıdır.” (Enfâl 8/30)

Firavun ve yandaşları Allah’ın salih ve sadık kulunu yurdundan çıkarmak, onu etkisiz hale getirmek için her şeyi yapıyorlardı. Fakat Rabbimiz, asıl onların bu mü-barek şehirde fazla kalamayacaklarını haber veriyordu. (Bkz. İsrâ 17/76)

Âlemlerin Rabbi, Kureyş’in suikast planını Sevgili Peygamberimize haber vermiş, O’na Medine’ye hicret et-mesini emretmişti11:

“De ki: Yâ Rabbî! Gireceğim yere doğrulukla gir-memi, çıkacağım yerden de doğrulukla çıkmamı nasip eyle. Bana tarafından, hakkıyla yardım edici bir kuv-vet ver.” (İsrâ 17/80)

Hz. Ebû Bekir’in Evinde Hicret emrini alan Peygamberimiz, öğle saatlerinde

Hz. Ebû Bekir’in evine geldi. Allah Rasûlü her gün sabah ya da akşam vakitlerinde Hz. Ebû Bekir’i ziyaret ederdi. Efendimizin hiç gelmediği bir saatte yaptığı ziyaret, Hz. Ebû Bekir’i çok şaşırttı. Peygamberimiz Medine’ye hicret için Rabbinin kendisine hicret izni verdiğini söyledi. Hz. Ebû Bekir bu en zorlu yolculukta Allah Rasûlü’nün ya-nında olacağını öğrenince sevincinden ağlamaya başladı. Birlikte hicret etme ümidiyle satın alıp dört aydan beri beslediği develerden birini Efendimize hediye etmek is-tedi. Fakat Allah Rasûlü ancak ücretini ödemesi şartıyla bu teklifi kabul etti.12 Peygamberimiz satın aldığı bu de-veye Kasvâ ismini verdi.

Nebi aleyhisselâm hayatının hiçbir döneminde en yakın arkadaşlarına dahi yük olmak istemedi. Rabbinin rızası için yapacağı mübarek yolculuk için ne gerekiyor-sa kendi imkânlarıyla karşılamak istedi. Kıyamete kadar gelecek tüm İslam davetçileri, kimseye yük olmamak ve Allah’tan başka kimseden bir şey istememek hususunda O’nu örnek edindi.

Bir adım ötede ne ile karşılaşılacağı belli olmayan, ölümle burun buruna yapılacak zorlu hicret yolculuğu

için çok iyi bir kılavuza ihtiyaç vardı. Efendimizin Mek-ke’yi terk ettiğini öğrenen Kureyşliler, O’nun Medine’ye gittiğini anlayacak ve yakalamak için yollara düşecekler-di. Öyleyse Medine’ye varmak için insanların bilmediği, kullanmadığı daha güvenilir ve tenha yolları kullanmak gerekiyordu. İşte bu sebeple Efendimiz ve Hz. Ebû Bekir, henüz Müslüman olmayan fakat yolları gayet iyi bilen Abdullah b. Uraykıt’ı kılavuz olarak tuttular. Abdullah’a develeri teslim ederek üç gün sonra Sevr Dağı’nın eteğin-de buluşmak üzere kendisiyle anlaştılar.13

Allah Rasûlü’nün insanlık tarihinde dönüm noktası olacak bu yolculuğu sırasında müşrik bir kılavuz kirala-ması oldukça önemlidir. Müminler ehil insanlarla hare-ket etmeli, işlerini en güzel şekilde sonuçlandırmak için sahasında uzman olan, güvenilir kimselerle çalışmalıdır.

ZâtünnitâkaynHz. Ebû Bekir’in kızları Hz. Esmâ ve Hz. Âişe de bu

mübarek faaliyetin içinde yer almış, zorlu yolculuk için erzak hazırlamışlardır. Hz. Esmâ bir torbaya azık koyup bir kırbaya da su doldurdu; ancak kapların ağızlarını bağlamak için ip bulamayınca belindeki kuşağı çıkarıp ikiye böldü; bir parçasıyla azık torbasının, diğer parça-sıyla da su tulumunun ağzını bağladı. Bundan son dere-ce memnun olan Hz. Peygamber’in, “Allah bu kuşağının karşılığında cennette sana iki kuşak versin.” diye iltifat etmesi üzerine Hz. Esmâ’ya “Zâtünnitâkayn” (iki kuşak-lı) lakabı verildi.14

Yaman Bir ÇelişkiHazırlıkların tamamlanmasından sonra Peygamberi-

miz evine geldi ve Hz. Ali’yi yanına çağırdı. Kendisine bu gece Medine’ye hicret edeceğini ve Kureyş’in suikast planını haber verdikten sonra şöyle buyurdu:

“Bu gece benim yatağıma sen yat. Şu hırkamı da üstü-ne ört. Korkma, sana hiçbir şey yapamayacaklar.”

Efendimiz ayrıca Kureyşlilerin kendisine güvendikle-ri için emanet ettikleri değerli eşyaları Hz. Ali’ye teslim ederek bu eşyaları sahiplerine vermesini, sonra kendisi-nin de Medine’ye hicret etmesini emretti.15

Kureyş hem Muhammed aleyhisselâm’ı öldürmek is-tiyor, hem de koca şehirde ondan daha güvenilir, ema-netlerini teslim edebileceği emin bir kimse bulamıyor-du. Allah’ın Rasûlü’nü öldürmek için bir araya gelenler, aslında birbirlerine karşı ne bir samimiyet ne de güven

14

Page 12: Siyer-i Nebi 32. Sayı

15

duyabiliyorlardı. Ama ne gariptir ki koca şehir toplanmış herkese huzur ve güven veren kişiyi öldürmek istiyordu. Düşmanlarına güven veren, katil ve canilere emniyet aşı-layan sevgili Peygamberimiz ile ümmeti ile arasında ne büyük bir uçurum var.

Bu Putlar İçin mi Rabbinize İsyan Ediyorsunuz?

Rivayete göre o gün insanların evlerinde dinlendiği bir saatte Allah Rasûlü, Hz. Ali ile birlikte Kâbe’ye gitti. Efendimizin omuzlarına çıkan Hz. Ali Kâbe’nin üzerin-deki putları kırıp parçaladı.16 Belki de Efendimiz Kureyş’e son bir mesaj vermek, onları bir kez daha uyarmak istedi. “Ey kavmim bu taşlar için mi Allah’a iman etmiyor, Rasû-lü’nü öldürmek istiyorsunuz!” diyerek onlara tıpkı atası İbrahim gibi hakkı gösterdi.

Gözleri Var Ama GöremezlerGece olduğunda Nebi aleyhisselâm, Hz. Ali’yi yatağı-

na yatırdıktan sonra üzerine Hadramevt kumaşından ye-şil hırkasını örttü. Bu sırada Kureyş’in eli kanlı cellatları evin etrafında toplanmaya başlamışlardı. Allah Rasûlü Mekke’deki mübarek hanesinde son dakikalarını yaşıyor-du. Hz. Hatice ile bu evde yirmi beş yıl mutlu bir evlilik sürmüş, çocukları bu evde doğmuş, nübüvvetin pek çok hatırası burada yaşanmıştı. Efendimiz bir süre bekledikten sonra kapıyı açtı. Evin etrafı katiller ve bu katillerin işleye-ceği cinayeti izlemek için toplanmış Kureyş’in elebaşlarıyla doluydu. Muhammed aleyhisselâm yerden bir avuç kum alarak kendisini öldürmek isteyen katillerin üzerine attı. Hem yürüyor hem de Yâsin Suresi’nden ayetler okuyordu:

“Önlerine bir duvar, arkalarına bir duvar çekip onları öyle bir kuşattık ki artık göremezler.” (Yasin 36/8) Allah’ın salih kulu Kur’an okuyor, düşmanlarının ortasından korkusuzca geçiyor ve kimse kendisini göre-miyordu. Kalpleri kör olanların gözleri de kör olmuştu.

Muhammed aleyhisselâm evinden ayrıldıktan sonra hemen Hz. Ebû Bekir’in evine geldi. İki arkadaş evin arka kapısından çıkarak Mekke’nin dört kilometre kadar gü-neyinde bulunan Sevr Dağı’na doğru hareket ettiler.

Müslüman Gençlerin ÖnderiHz. Peygamber’i öldürmekle görevli cellatlar evin içi-

ni gözetlemişler ve Peygamberimizin yatağında yattığını görmüşlerdi. Arap geleneğinde bir kimseyi evinde öldürmek en büyük korkaklık ve utanç sebebi sayılırdı. O sebeple katil-ler eve girmeyi değil Efendimizin evden çıkmasını bekledi-ler. Ayrıca Peygamberimizi tek bir kişinin değil, tüm Kureyş sülalelerinin ortaklaşa öldürdüğünü herkese göstermek isti-yorlardı. Bu şekilde Haşimoğulları, Efendimizin intikamı-nı almak için tüm Mekke’yi karşısına alamayacak ve fidye ödenmesine razı olacaktı. Kusursuz planlarından son derece emin olan Kureyşliler nihayet yolun sonuna geldiklerini, işin burada biteceğini düşünüyorlardı. Sabah olup Nebi aleyhis-selâm’ın yatağında Hz. Ali’nin yattığını anladıklarında ise büyük bir panik yaşandı.

Kureyş’in gözü dönmüş liderleri Hz. Ali’yi dövüyor, Efendimizin yerini öğrenmek istiyor fakat ne olursa olsun Hz. Ali’yi konuşturamıyorlardı. Ali gözaltına alınmış17 fakat vazifesini hakkıyla yerine getirmişti. O, Allah’ın rızasına er-mek için canından vazgeçen, davanın lideri için nefsini feda eden, Nebi aleyhisselâm’ın kurtuluşu için kılıçlara, mızrak-lara kafa tutan cesur ve fedakâr bir yiğitti. O, bizzat Rasûl-i Ekrem’in yetiştirdiği Allah’ın aslanı, Müslüman gençlerin önderiydi. Rasûlün yatağında ölüme meydan okuduğunda henüz yirmi üç yaşındaydı.

Firavunun Karşısında Cesur Bir KadınKureyş telaş içinde Muhammed aleyhisselâm’ı arı-

yor, onu sağ ya da ölü getirip teslim edene yüz deve ödül vadediyordu. Tüm Mekke ayaklanmış evleri ve sokakları aramaya başlamışlardı. Ebû Cehil’in aklına gelen ilk yer Hz. Ebû Bekir’in evi oldu. Adamlarıyla birlikte hemen oraya gitti. Evin her tarafını aratıp bir şey bulamayınca Hz. Esmâ’ya babasının ve Peygambe-rimizin nerede olduklarını sordu. Hz. Esmâ yerlerini bilmediğini söyleyince Ebû Cehil tüm gücüyle Hz. Esmâ’ya bir tokat attı. Tokadın şiddetinden Hz. Es-ma’nın küpesi kopmuş, yere düşmüştü. Ebû Cehil bir kadına vuracak kadar alçalmış fakat bir netice alama-mıştı.18 Ama aramaktan vazgeçmeyecekti.

15

Page 13: Siyer-i Nebi 32. Sayı

16

Sevr MağarasındaMuhammed aleyhisselâm gece vakti Sevr Mağara-

sı’na gidiyordu. Bugün pek çok kimsenin tırmanama-dığı mağaraya çıkarken Efendimiz elli üç yaşındaydı. Karanlıkta batan taşlar dikenler Rasûlün ayaklarını kana boyadı. Hz. Ebû Bekir mağaraya varıncaya kadar Efendimizin bir önünde bir arkasında yürüdü. Önden bir tehlike geleceğini hissettiğinde öne, arkadan bir tehlikenin yaklaştığını düşündüğünde hemen arkaya geçiyor, Allah Rasûlü’nü korumanın mücadelesini veriyordu. Nihayet mağaraya geldiklerinde muhte-mel tehlikeleri önlemek amacıyla önce Hz. Ebû Bekir içeri girdi. Vahşi hayvanlar, yılanlar, zararlı pek çok şey olabilirdi. Hz. Ebû Bekir mağarayı temizledikten sonra Efendimizi içeri buyur etti.

Hz. Ömer, Ebû Bekir radıyallahu anh’ın hicret gecesi yaptığı fedakârlıkları anarken şöyle derdi:

“Ebû Bekir’in bir gecesi Ömer’in ailesinin tamamın-dan daha hayırlıdır. Ebû Bekir’in bir günü Ömer’in aile-sinin tamamından daha hayırlıdır.”19

Üzülme, Allah bizimle beraberdirSevr Mağarasında bunlar olurken Mekke’de tam bir

kargaşa yaşanıyordu. Evler, sokaklar, tüm köşe başları, vadiler ve dağlar didik aranıyor; çöldeki kabilelere ha-berler salınıyordu. Yüz develik ödülün iştahıyla harekete geçen bedeviler, çölü karış karış tarıyor, Medine’ye giden tüm yolları kontrol ediyorlardı.

Efendimizin Medine’ye gideceğini bilen Mekkeliler araştırmalarını bu bölgeye yönlendirmekle birlikte iç-lerinde iz sürmekte mahir olan Kürz b. Alkame’nin de olduğu bir grup, Sevr Dağı’nın eteğine kadar geldi. Kürz, izlerin bittiği yeri gördüğünde Kureyşlilere aradıkları

adamın dağın tepesindeki mağarada olduğu-nu söyledi. Müşrikler mağaraya yaklaştıkla-rında Hz. Ebû Bekir, Nebi’ye bir zarar geleceği endişesiyle ağlamaya başladı. Muhammed aleyhisselâm sevgili arkadaşına “Üzülme, Al-lah bizimle beraberdir.” buyurdu. Müşrikler mağaranın ağzına kadar gelmişlerdi. Hz. Ebû Bekir “Ey Allah’ın Rasûlü, aşağı baksalar bizi görecekler!” dediğinde Son Peygamber’in ce-vabı “Üçüncüleri Allah olan iki kişi hakkında neden endişe ediyorsun?” olmuştu.20

Bir Çift Güvercin ve Örümcek AğıAllah, Rasûlü’nü korumuş, zalimlerin tüm planlarını

boşa çıkarmıştı. Kureyşliler mağaranın ağzına geldikle-rinde bir örümceğin yaptığı yuvayı gördüler. Ümeyye b. Halef “Bu örümcek daha Muhammed doğmadan önce ağını örmüş.” dedi. Örümcek ağı ile mağaranın önün-deki çalılığın arasına bir çift güvercin yuva yapmıştı.21 Muhammed aleyhisselam bu mağarada değildi. Öyle ol-saydı örümceğin ağı bozulur, güvercin yuvası dağılırdı. Burada çok vakit kaybetmişlerdi. Kuzeye, Medine yoluna bakmaları gerekliydi. Rabbimiz, kitabında Rasûlü’nü ve ona samimiyetle inananları koruyacağını şöyle haber ve-riyordu:

“Şüphesiz ki Biz; peygamberlerimize ve iman etmiş olanlara hem dünya hayatında, hem de şahidlerin şe-hadet edecekleri günde mutlaka yardım ederiz.” (Mü-min 40/51)

Katillerle Allah Rasûlü arasında yalnızca bir örümcek ağı ve bir çift güvercin vardı. Bir adım ilerleseler ya da biraz eğilseler Efendimizi göreceklerdi. Bir örümcek ağı ve bir çift güvercin şeytan ve dostlarını mağlup etmişti. Rabbinin ordularını, kendisinden başkası bilemezdi. (Müddessir 74/31)

Kur’an-ı Kerim bu hadiseyi bizlere şöyle anlatır: “Eğer Peygamber’e yardım etmezseniz, Allah O’na bir zamanlar yardım ettiği gibi yine edecektir. Hani kâfirler O’nu yurdundan çıkardıklarında, iki kişi-den biri olarak mağarada iken yanındaki arkada-şına: Üzülme! Allah bizimle beraberdir, diyordu. Nitekim Allah, O’na gönlünü rahatlatan iç huzuru verdi, O’nu görmediğiniz ordularla destekledi ve kâfirlerin davasını alçalttı. Çünkü yüce olan dava yalnız Allah’ın davasıdır. Allah karşı konulmaz bir

16

Page 14: Siyer-i Nebi 32. Sayı

17

kuvvete sahiptir ve her şeyi yerli yerince yapan-dır.”(Tevbe 9/40)

Allah Rasûlü ve Hz Ebû Bekir Sevr Mağarası’nda üç gün kaldı. Bu süre içinde Ebû Bekir’in oğlu Abdullah, gün boyu Mekke’de yaşananları gece olduğunda ma-ğaraya gelip Rasûlullah’a haber veriyor, sabah olma-dan mağaradan ayrılıp Mekke’ye dönüyordu. Âmir b. Füheyre ise Hz. Ebû Bekir’in koyunlarını dağın çev-resinde güdüyor, bu şekilde hem Abdullah’ın ayak iz-leri ortadan kaldırılıyor, hem de Efendimiz ve Hz. Ebû Bekir’in süt ihtiyacı karşılanmış oluyordu.22 Rasûl’ün yanında yer almak, düşmanlar etrafını sardığında O’nu koruyabilecek tek kişi olmak, mağarada üç gün sohbe-tinde bulunmak ne büyük bahtiyarlıktı! Efendimizin Yâr-ı gâr’ı (mağara arkadaşı) Hz. Ebû Bekir, kimselerin hayal edemeyeceği nimetlere nail olmuştu.

Üç günün sonunda ortalık bir nebze de olsa yatış-mıştı. Dördüncü günün sabahında kılavuz Abdullah b. Uraykıt daha önce anlaşıldığı üzere develerle birlikte da-ğın eteğine geldi. Hira Dağı’nda başlayan kutlu yürüyüş, Sevr Mağarası’nda yeni bir döneme giriyor, Efendimiz ve Hz. Ebû Bekir pazartesi sabahı Medine’ye doğru yola çıkıyorlardı. Âmir b. Füheyre’nin de katıldığı kafileyi büyük sıkıntılar, ciddi tehlikeler bekliyordu.

1-Buhârî, Kefâle 4; Menâkıbu’l-Ensâr 45.2-İbn Hişâm, es-Sîre, 404.3-İbn Hişâm, es-Sîre, 404; Taberî, Tarih, II, 369; Ahmet Önkal, Hic-ret, DİA, XVII, 460.4-Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr 46.5-İbn Hişâm, es-Sîre, 405; Ahmet Önkal, Hicret, DİA, XVII, 460.6-İbn Esîr, Usdu’l-ğâbe,IV, 152-153.7-İbn Sa’d, et-Tabakât, III, 87; Belâzurî, Ensâbu’l-eşrâf, I, 264; Hâkim, el-Müstedrek, III, 251.8-İbn Hişâm, es-Sîre, 414; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 198.9-Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr 45; Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf, I, 259.10-İbn Hişâm, es-Sîre, 414-415; İbn Sa’d, et-Tabakât, I,227.11-Bazı kaynaklarımız Peygamberimize Kureyş’in suikast planını akrabalarından birisi olan Rukayka binti Sayfi ’nin haber verdiğini belirtmektedir. Bkz. İbn Sa’d, et-Tabakât, VIII,52.12-İbn Sa’d, et-Tabakât, I,228.13-Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr 45; İbn Hişâm, es-Sîre, 417; Belâ-zurî, Ensâbu’l-Eşrâf, I, 260.14-Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 198; İbn Sa’d, et-Tabakât, I,228.15-İbn Hişâm, es-Sîre, 416-418.16-Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 84; Hâkim, el-Müstedrek, III, 6.17-İbn Sa’d, et-Tabakât, I,228; Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf, I, 260.18-İbn Hişâm, es-Sîre, 419.19-Hâkim, el-Müstedrek, III, 7.20-Müslim, Fedâilu’s-sahâbe 1; Tirmizî, Tefsir 10; İbn Sa’d, et-Ta-bakât,III ,174.21-İbn Sa’d, et-Tabakât, I,228; Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf, I, 260; Beyhâkî, Delâil, II,482; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 348.22-Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr 45; İbn Hişâm, es-Sîre, 419.

17

Page 15: Siyer-i Nebi 32. Sayı

18

Hz. Peygamber (s.a.s) milâdî 622 tari-hinde en yakın arkadaşı Hz. Ebû Bekir ile birlikte Mekke’den Medîne’ye doğru yola çıktı. Hicret olarak isimlendirilen bu yol-culuk Medîne’de duyulduktan sonra şehirde bir çalkantı meydana geldi. Halkı büyük bir heyecan kaplamıştı. Gözler yollara dikildi ve bir bekleyiş başladı. Herkes Rasûl-i Ek-rem Efendimizi evinde görmek ve ona ken-di eliyle hizmet etmek düşüncesinde idi. Bu heyecanı yaşayanlar arasında, hicretten iki yıl kadar önce milâdî 620 tarihinde Müs-lüman olan ve Medîne’de İslâmiyet’in ya-yılmasında öncü konumunda bulunan Ebû Eyyûb el-Ensârî ile hanımı Ümmü Eyyûb de vardı.

Nihayet beklenen gün geldi. Kutlu mi-safir Hz. Peygamber Medîne’ye ulaştı. Me-dîneli Müslümanlar onu karşılamak için yollara düştü. Evlerinin en iyi yerlerini onu misafir etmek için hazırlamışlardı. Kimseyi kırmak istemeyen Efendimiz, devesi Kus-vâ’yı serbest bırakarak kapısına çöktüğü evin misafiri olacağını duyurdu. Bu esna-da duygulu anlar yaşandı. Bazı Medineliler devenin dikkatini çekip onu evlerine yön-lendirmek için gayret gösteriyordu. Ancak Kusvâ hiçbir yere takılmadan yürüdü. Ebû Eyyûb ile Ümmü Eyyûb çift inin kapısına geldi ve çöktü. Böylece Hz. Peygamber Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin evine indi.

Tatlı ve Heyecanlı Anlar

Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin evi iki katlı idi ve üst katını Efendimiz için hazırlamıştı. Ancak Rasûlullah (s.a.s) alt katı yukarı-ya tercih etti. Ebû Eyyûb da onun isteğine uydu. Akşam olunca herkes odasına çekildi. Üst kata çıkan Ebû Eyyûb ile hanımı rahat değillerdi. İçlerinde bir huzursuzluk vardı. Allah Rasûlü alt katta iken kendilerinin üst

EBÛ EYYÛBEL-ENSÂRÎ

katta kalmaları hoşlarına gitmiyordu. Bunu saygıda kusur olarak değerlendiriyorlardı. Ayrıca biraz eski olan evin üst katında yü-rüyünce alt kata ses gitmesi ve toz toprak dökülmesi ihtimali vardı. Çok üzüldüler. Evin bir köşesine çekilip sabaha kadar uyu-madan beklediler. Sabah olunca Ebû Eyyûb durumu Hz. Peygamber’e bildirdi. Efendi-miz de ona, ziyaretçi çokluğu sebebiyle alt katta kalmayı tercih ettiğini söyleyerek ken-disini rahatlattı.

Ancak birkaç gün sonra bir olay cereyan etti. Bir gece üst katta dolu bir testi devrilip suyu döküldü. Ebû Eyyûb ve hanımı dökü-len suyu evdeki kadife yorgana emdirerek alt kata inmesine engel olmaya çalıştılar. Buna rağmen Rasûlullah’ın üzerine dam-lamış olabileceği endişesiyle sabaha kadar uyuyamadılar. Sabah olunca Efendimize geldiler, huzursuz olduklarını bildirdiler ve testi olayını da anlatarak üst kata taşınması için kendisine rica ettiler. Böylece Hz. Pey-gamber evin üst katına taşındı.

Ebû Eyyûb Hz. Peygamber’le

Rasûl-i Ekrem Efendimiz Ebû Eyyûb’un evinde yaklaşık yedi ay kaldı. Mescid-i Ne-bevî’nin ve evinin yapımı bittikten sonra da kendi evine taşındı. Ancak kendisine yaptıkları hizmet sebebiyle Ebû Eyyûb’u ve eşini hiçbir zaman unutmadı. Bazı günler, ashaptan bir grup arkadaşını yanına alır ve onlarla birlikte Ebû Eyyûb’un evine misafir olurdu. Ebû Eyyûb da Efendimiz hayat-ta bulunduğu sürece yanından ayrılmadı. O’na izzet ikramda bulunmaya devam etti. Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarına bera-berinde katıldı. Hayber’in, Mekke’nin ve Tâif ’in fethinde de bulundu. Bu savaşlar esnasında zaman zaman Rasûlullah’ın ko-rumalığını yaptı.

HicretinMedîne Ayağının Mihmandârı

...Kusvâ hiçbir yere takılmadan

yürüdü. Ebû Eyyûb ile Ümmü Eyyûb çiftinin

kapısına geldi ve çöktü. Böylece Hz. Peygamber Ebû Eyyûb el-

Ensârî’nin evine indi.

Yrd. Doç. Mehmet EFENDİOĞLU

Page 16: Siyer-i Nebi 32. Sayı

19

Hz. Peygamber’den Sonra

Ebû Eyyûb el-Ensârî, Allah Rasûlü’nün vefatından sonra İslâm’ı yayma ve müdafaa işine önem verdi. Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer devrinde birçok sefere katıldı. Suriye, Filistin ve Mısır’ın fethinde bulundu. Hz. Osman döneminde Kıbrıs’ı fetheden orduda yer aldı. Hz. Ali, halifeliği döneminde Irak’a gittiği zaman onu Medîne’de yerine vekil olarak bıraktı. Bu vekâlet esnasında bir ara Mescid-i Nebevî’de imam olarak görev yaptı. O, Müslü-manlar arasında yaşanan iç çekişmelerde taraf olmadığı gibi, herkesi birlik ve beraberliğe çağırarak bölücülüğü ortadan kaldırmaya çalıştı.

Hazrec Kabîlesi’nden Ümmü Eyyûb ile gerçekleştirdiği evlilikten üçü erkek biri kız olmak üzere dört çocuğu ol-muştur. Erkek çocuklarının isimleri Eyyûb, Hâlid ve Ab-durrahmân, kızının ismi ise Amre’dir.

Medîne’den İstanbul’a

Ebû Eyyûb el-Ensârî ilerlemiş yaşına rağmen İslâm için çalışmaktan geri kalmazdı. Cihad maksadıyla yılda en az bir defa sefere katılır ve herkesi buna teşvik ederdi. Katıldığı en son sefer, hicrî 49 (669) tarihinde Müslüman-lar tarafından gerçekleştirilen İstanbul kuşatmasıdır. O, Medîne’den binlerce kilometre uzakta meydana gelen bu kuşatmaya katıldığı zaman yaşı sekseni geçmişti. Ordu ile beraber İstanbul önlerine geldi ve şehrin fethedilmesi için büyük gayret gösterdi. Ancak bir sonuç alınamadı. Bu ara-da kendisi ağır bir şekilde hastalanarak yatağa düştü. Bir vasiyetinin olup olmadığı sorulduğunda İslâm ordusunun surlara yaklaşabileceği en ileri noktaya defnedilmeyi arzu-ladığını söyledi. Kuşatma esnasında vefat etti ve vasiyeti aynen yerine getirildi. Cenazesi yıkandıktan sonra bugün kendi adıyla anılan Eyüp Sultan’daki türbesinin bulundu-ğu yere defnedildi.

Kabir Nasıl Korundu?

Ebû Eyyûb el-Ensârî’ye ait bu kabir Bizanslılar döne-minde yüzyıllarca varlığını korudu. Zaman zaman ziya-ret mahalli olarak kullanıldı. Yanında yağmur duaları ya-pıldı. Hatta bazı hastalıkların şifası için müracaat edilen bir mekân oldu. Asırlar sonra kabir ortadan kayboldu. Ancak bulunduğu muhit ziyaret mahalli olmaya devam etti. İstanbul’un fethinden kısa bir süre önce vefat eden tarihçi Bedrüddîn el-Aynî (ö.855/1450), fetihten hemen önceki tarihlerde bile Bizanslıların türbenin bulunduğu muhiti hâlâ ziyarete devam ettiklerini ve kıtlık zamanla-rında burada yağmur duası yaptıklarını belirtmektedir.

Yaklaşık 800 Sene Sonra

Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin vefatından yaklaşık 800 sene sonra, 1453 yılının bahar aylarında Fatih Sul-tan Mehmed İstanbul’a gelip şehri kuşattı. Sultan, kendisinden önce Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretle-ri’nin de İstanbul’u fethetmeye geldiğini, burada şehîd düştüğünü ve kabrinin burada olduğunu bi-liyordu. Ancak yeri belli değildi. Nihayet hocası Akşemseddin Hazretleri (ö.1459) tarafından kab-rin yeri keşf ve ilham yoluyla tayin ve tespit edildi. Fatih Sultan Mehmet de üzerine türbe yaptırdı ve ziyaret edilmesini sağladı.

Hz. Peygamber (s.a.s) bir hadîs-i şerifinde şöyle buyurmuşlardır:

“Ashâbımdan her biri, vefat ettiği belde halkı için kıyamet günü önder ve nur olarak dirilteceklerdir.” (Tir-mizî, “Menâkıb”, 58)

Cenâb-ı Hak cümlemizi kendisiyle birlikte haş-retsin.

“Ashâbımdan her biri, vefat ettiği belde halkı için kıyamet günü

önder ve nur olarak dirilteceklerdir.”

Page 17: Siyer-i Nebi 32. Sayı

20

Medeniyetin AnasıHİCRET, Hicretin Anası

... Ey İbrahim! Bizi kime bırakıp gidiyorsun?”

... “Sizi Allah’a bırakıyorum.”

Her medeniyet bir hicret ile doğar; hicret ol-madan Medine, Medine olmadan mede-niyet olmaz. Yeryüzünün şahit olduğu ilk

medeniyet, insanlığın ilk atası Hz. Âdem ile başlamıştı. Hz. Âdem, Havva annemizle cennetlerinden çıkarıldık-ları zaman, hicret onların da kaderi olmuştu ve Âdem ile Havva kendi cennetlerinden, bu dünyaya hicret et-mişlerdi. İnsanlığın ikinci atası olan Hz. Nuh bir hic-ret ile yeryüzünde yeni bir medeniyetin inşasına baş-lamıştı. Hz. Musa hicret ile İsrailoğullarını Firavun’un zulmünden kurtarmış, Hz. Yusuf bir hicret yolcuğu ile kuyulardan saraylara, zindanlardan iktidara ulaşmıştı. Her peygamberin hayatında hicretin yeri vardı. Sözün Sultanı olan Efendimiz (s.a.s) bunu; “Hicret etmeyen hiçbir elçi yoktur.” ifadesi ile açıklayacaktı.

Hicret söz konusu olunca hidayet önderleri olan peygamberler içerisinden, Hz. İbrahim (as) ile Efendi-miz (s.a.s) biraz daha fazla öne çıkarlar. Çünkü Hz. İbra-him hicretin babası, Hz. Hacer hicretin anası, Hz. İsmail ile Hz. Muhammed (s.a.s) ise hicretin meyveleridir.

Hz. İbrahim Nemrud’un zulmünden dolayı önce Har-ran’dan Mısır’a gelmiş, orada hicretin anası olan Hacer’i kazanmış ve Filistin’e hicret etmişti. Hacer tevazuu ve beklentisizliğiyle Hz. İbrahim gibi bir peygambere eş, İs-mail gibi bir çocuğa ana olmuştu. İsmail 100 yaşındaki İb-rahim’in evinde bir çiçek gibi açınca, hanımı Sare onu kıs-kanmış ve eşine; “Ey İbrahim! Bunları buralardan götür.” demişti. İbrahim genç Hacer’i ve kundaktaki İsmail’i alıp kuş uçmaz kervan geçmez, toprağında tek bir ot bitmez, suya hasret coğrafya olan Mekke’ye getirmiş; oraya bırak-tıktan sonra arkasına dahi bakmadan çekip gitmek iste-mişti. Hacer Ana, bir Mekke’nin volkanik kayalarına, bir kundaktaki yavru İsmail’ine bakmış ve “Ey İbrahim! Bizi kime bırakıp gidiyorsun?” demişti. Hz. İbrahim, o mer-hametin babası olan yüce insan, hiçbir şey söyleyemeden, kelimeler boğazında düğümlenerek, ancak; “Sizi Allah’a bırakıyorum.” deyivermişti. Hicretin gelini Hacer; “Eğer Allah’a ise yürü ey İbrahim, sen bak işine… Allah sana böyle yapmanı istediyse elbette bunda bir hikmet vardır.” demişti. Hacer Ana işin en başında işte böyle teslim ol-muştu. O, ne gelirse başa Allah için rıza göstermeye söz

Muhammed Emin YILDIRIM

HACER’dir

Medeniyetin AnasıHİCRET, Hicretin Anası

Page 18: Siyer-i Nebi 32. Sayı

21

... medeniyetler ancak yürümekle inşa edilebilirdi. Yatanlar medeniyeti tüketir,

yürüyenler ise medeniyetin mirasını üretirlerdi....

vermişti. Ama Hacer’in teslimiyeti bizim anladığımız teslimi-yet anlayışından oldukça farklı idi. Bu teslimiyet, içerisinde sa’y yani gayret ve tedbir olan bir teslimiyetti. Bu teslimiyet eldeki tüm imkânların son noktaya kadar kullanılmasını, ancak işin sonunun Allah’a havale edilmesini öğütleyen bir teslimiyetti. Bu teslimiyet, kul üzerine düşeni yapsın ki Allah da yetişsin; bittim desin ki Allah’ta yettim desin, teslimiyeti idi.

Hacer Ana, giden Hz. İbrahim’in arkasından gözyaşları dökmüş, ama yerinde dur(a)mamıştı. Teslim olduğu Allah’ın kendisini bu ıssız vadide yalnız bırakmayacağını bilmiş, teslim olduğu otoritenin kendisine rahmet edeceğinden şüphe duyma-mış, bunun için bir sa’y, bir gayret ortaya koymanın bilincine ermişti. Hacer Ana Safa ile Merve tepelerinin arasında koşuyor, kundaktaki İsmail’ine su bulmak için gayret gösteriyordu. Bu gayret Allah’ı hoşnut ediyor, bu gayrete melekler imreniyor ve alkış tutuyor, bu gayrete ödüller yağıyordu. Hicretin nazlı gelini Hacer’in gayreti zemzem oluyor, Kâbe oluyor, Hicaz oluyor ve koca bir medeniyet oluyordu. O gün Hacer’in gayreti Mekke’nin toprağına bir tohum ekmişti. O tohum yetişecek Adnan olacak, Mudar olacak, Kinane olacak, Fihr/ Kureyş olacak, Kilâb olacak, Haşim olacak ve anası Hacer’in kendilerine hediye ettiği kay-bolan zemzemi bulmaya girişen Abdulmuttalib olacaktı. Ama daha asıl olacak olan olmamıştı. Daha o, tam olarak meyvesini vermemişti. O meyve Abdulmuttalib’in en küçük oğlu Abdullah ile Amine’den olacaktı. Tohumlar meyveye duracak, cihan bek-lediği sultana kavuşacaktı.

Sultanlar sultanı Muhammed (s.a.s) Miladî 610 yılında, 40 yaşında iken risalet ile görevlendirilince, daha ilk gün Mekke’nin bilgini olan Varaka ibn Nevfel’den kader çizgisinde hicretin ola-cağını öğrenmişti. Daha sonra gelen ayetler ve geçmiş peygam-berlerden bahseden kıssalar nazil oldukça, Efendimiz (s.a.s) medeniyetlerin inşası için hicretlerin şart olduğunu görecekti. 13 yıl Mekke’de imkânlarının tamamını tüketircesine gayret gösterecek, bittim dediği yerde de imana yeni bir vatan araya-caktı. Kul biterse, Allah yeterdi ve imkânları biten Muhammed’e (s.a.s) Allah Yesrib’i iman yurdu edecekti. Artık yol gözükmüş, hedef belirlenmişti. Yolun rehberi olan Hz. Muhammed (s.a.s) yürümeliydi. O da arkasına bakmadan, Hacerî bir teslimiyet ile yürüyordu. Çünkü medeniyetler ancak yürümekle inşa edilebilirdi. Yatanlar medeniyeti tüketir, yürüyenler ise me-deniyetin mirasını üretirlerdi.

Page 19: Siyer-i Nebi 32. Sayı

22

Hicret; Teslimiyet ve TedbirTeslimiyet ve tedbir bağlamında Allah Rasûlü’nün (s.a.s) hicretine baktığımız zaman bu iki önemli hususun nasıl akıllara durgunluk verecek boyutta beraberce gittiklerine şahit oluruz. İsterseniz fazla ayrıntılara girmeden bu mukaddes göçe hep beraber bir göz atalım:

Teslimiyet: Allah Rasûlü (s.a.s) elinin altında ne kadar Müslüman varsa hepsini göndermiş, kendi ise en son gitmeye karar vermişti. Risalet davasının rehberi olan Efendimiz (s.a.s) bu davranışı ile nasıl bir teslimiyet içerisinde olduğunu âleme haykırmaktaydı.

Tedbir: Hicret izni çıktığında Allah Rasûlü (s.a.s) beklemiş ve yolunun yoldaşı Ebû Bekir’in evine her gün uğradığı zamanın aksine bir öğle vaktinde gitmişti. O günlerde aylardan temmuzdu ve Mekke en sıcak günlerini yaşıyordu. Tüm halkın yazın sıcağında öğle uykusuna daldığı bir zamanda Efendimiz (s.a.s) hicret için Hz. Ebû Bekir’in evine yürüyordu.

Teslimiyet: Efendimiz (s.a.s) yatağına o gün için 23 yaşında bir delikanlı olan Ali’yi yatırıyordu. Hz. Ali yıllardır yolunun rehberi olan Efendimiz’den (s.a.s) teslimiyet dersi almıştı, şimdi o dersin uy-gulaması yapılacaktı ve Ali “lebbeyk” deyip, yatağa kalkmak için değil ölmek için yatacaktı. Allah Rasû-lü (s.a.s) ise; “Yürü ya Muhammed! Yollar senindir” diyen ilahî otoritenin emri gereği kapıda eli kılıç tu-tan Mekke’nin gençlerinin kılıç seslerine aldırmadan büyük bir teslimiyet ile dışarı çıkıp gidecekti.

Tedbir: Allah Rasûlü’nün (s.a.s) gideceği yer Yesrib’ti, ama O (s.a.s) büyük bir tedbir ile Me-dine’nin tam aksi istikametinde, Yemen yolunun üzerinde bulunan Sevr dağına gidecekti. Sevr dağı 759 metre yükseklikte ve Mekke’ye 3 km. uzaklık-ta idi. Bu dağda bulunan küçük mağarada 3 gün kalacak, Mekke’nin aramaları biraz durulunca asıl gitmesi gereken yere doğru hareket edecekti.

Teslimiyet: Mağarada beklerlerken Mek-ke’nin en uzman iz sürücüleri bu kutlu kafilenin kaldıkları yeri bulacaklardı. Mağaranın ağzına kadar gelecek, eğilseler bu iki yolcunun ayaklarını göreceklerdi. Arkadaşı yoluna baş koyduğu Efen-dimiz (s.a.s) hakkında endişelenecek; ama Hacer anadan teslimiyeti emercesine içselleştiren kutlu Nebi; “Korkma! Tasalanma! Allah bizimle bera-berdir.” diyecekti.

Tedbir: Mağarada kaldıkları 3 gün boyunca, genç bir hanım olan Hz. Ebû Bekir’in kızı, Hz. Zü-beyr’in eşi, karnında taşıdığı bebeğe aldırmadan onlara azık götürecekti. Çünkü bu iş için dikkat çekmeyecek biri lazımdı; o da ancak Esma ola-bilirdi. Hz. Ebû Bekir’in çocuk yaştaki oğlu Ab-dullah, Mekke sokaklarında dolaşacak ve gecenin karanlığında mağaraya haberler getirecekti. Hz. Ebû Bekir’in hizmetlisi olan Amir b. Füheyre yürünen yollardan davarları geçirerek izleri kay-bettirecekti. Üçüncü günün sonunda, o günlerde daha Müslüman olmamış, ama işinin ehli olan yol rehberi Abdullah ibn Uraykıt, hazırlanan develeri dağın eteğine getirecek ve bu kutlu kafile yine bü-yük bir tedbir ile bilinen yolu değil, uzak olmasına rağmen sahil yolunu kullanarak Medine’ye doğru hareket edeceklerdi.

22

Page 20: Siyer-i Nebi 32. Sayı

23

Teslimiyet: Kafile, Kudeyd Vadisi’nden geçer-lerken başlarına konan 100 deveyi almak için bölgenin en güçlü savaşçısı Süraka ibn Malik büyük bir hırs ile onlara doğru yaklaşacaktı. Hz. Ebû Bekir, Süraka’nın gelişini görünce endişelenecek ve Efendimiz’in (s.a.s) selameti için korkulara kapılacaktı. Ancak teslimiyet abidesi olan Allah Rasûlü’nün dilinde aynı söz yine yankılanacaktı: “Korkma! Tasalanma! Allah bizimle beraberdir.”

Tedbir: Bu kutlu kafile Medine’ye doğru gider-lerken bazıları Hz. Ebû Bekir’i tanıyacak ve sadakat abidesine yanındaki insanın kimliğini soracaklardı. Hz. Ebû Bekir ömrü boyunca yalana değil hayatında, rüyalarında bile yer vermemiş birisi olarak bu durum-da ne diyeceğini şaşıracaktı ve o an tedbir silahına sa-rılmak zorunda kalacaktı. Hz. Ebû Bekir sadakat ve tedbir arasında düşünerek cevap bekleyen yüzlere di-yecekti ki: “O benim yol rehberimdir.” Bu sözü duyan-lar Efendimiz’i, o bölgenin yollarını iyi bilen bir rehber olduğunu zannedeceklerdi; ama Hz. Ebû Bekir’in kastı asıl kurtuluş yolu olan iman yolunun rehberi olacak-tı. Böyle yapmak ile hem tedbiri elden bırakmayacak, hem de yalana tenezzül etmeyecekti.

Bu bilgiler ışığında şimdi şu soruyu nefislerimize sora-lım: “Medineleri inşa etmek için teslimiyet ve tedbir ile yürüyebiliyor muyuz?”

Eğer vereceğimiz cevap; “evet” ise, varacağımız yer bellidir.

Efendimiz (s.a.s) yatağına o gün için 23 yaşında

bir delikanlı olan Ali’yi yatırıyordu. Hz. Ali yıllardır

yolunun rehberi olan Efendimiz’den (s.a.s)

teslimiyet dersi almıştı, şimdi o dersin uygulaması

yapılacaktı ve Ali “lebbeyk” deyip, yatağa kalkmak için değil ölmek için yatacaktı.

23

Page 21: Siyer-i Nebi 32. Sayı

24

MÜMİN HIYANET ABASINDAN SIYRILIP EMANET HİL’ATINA BÜRÜNENDİR

Emanet, hıyanetin aksine emniyettir, güvendir, korku ve endişeden emin olmaktır. Korumak

ve saklamak demektir. Emanet mümin olmanın şartı-dır. Çünkü mümin; elinden ve dilinden emin olunan kişidir. O; peygamberî bir sıfat taşıdığını bilerek izzetle yaşayandır.

Mekke’nin zulmetli vakitlerinden birisi idi… Hicrete engel olmak isteyen karanlık gönüllerin kumpasında, çe-peçevre sarılmıştı Rasûlü Kibriya’nın evi… Hanesinden çıkar çıkmaz O’nu (s.a.s) öldürmek arzusu içinde eriyip yok olmuştu tüm iyi niyetler… Oysa O (s.a.s) emindi. Rabbine güvenip dayanmıştı… Yardım ve zafer ancak Allah’tandı.

Ne yaman çelişkiydi ki; şahsına duydukları güven ve inancın ifadesi olarak Muhammedü’l-Emîn unvanını O’na (s.a.s) layık görenler, tebliğ ettiği davanın doğrulu-ğundan şüpheye düşüp O’nu (s.a.s) yok etmeye kalkan-ların ta kendileriydi.

Efendimiz ne insanların emanetine ne de Rabbinin onu memur ettiği ulvi vazifesine asla hıyanet etmedi… Hz. Ali’ye (r.a) tembihi de bu doğrultuda idi. “Ya Ali! Yarın bu emanetleri sahiplerine ver ve arkamdan bana yetiş.” O (s.a.s) can tehlikesi altında iken dahi kendisine

teslim edilen emanetleri düşünüyordu. Onun insanlar nazarında bu denli kabul görmesi bu sebeptendi. Sada-kat, emanet, vefa gibi pek çok vasıf insanlar nezdinde hayranlık uyandırıyor ve iman nurunun doğmasına ve-sile oluyordu.

Emanet kavramı oldukça geniş bir anlama sahiptir. İnsanın sorumluluk alanına giren her şey bu çerçevede değerlendirilir. Muhakkak ki; bu yelpazenin ilk sırasında Allah’a karşı olan sorumluluklarımız yer alır. “Biz ema-neti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zalim, çok cahil-dir.”(Ahzap 72)

Dinî sorumluluklarımızı içeren bu emanet, akıl ve nefsin bileşkesinde ağırlık kazandı. İnsan; nefsini alt edeceğine, iman edip Rabbini tanıyacağına, ibadet ve taatte bulunacağına söz verdi. Sözünü tutarak felaha ka-vuşanların yanında, çoktan emanetini unutup zayıflık gösterenlerimiz de oldu… “Ey iman edenler; Allah’a ve peygamberlerine ihanet etmeyin. Bile bile kendi emanet-lerinize hıyanet etmiş olursunuz.” (Enfal 27)

“İki özellik vardır ki bunlar müminde huy haline gel-mez. Bunlar hıyanet ve yalandır.” (Ahmed b. Hanbel, c.

İmanı ruha Kevser misali yudumlatmak boynumuzun borcudur.

Umut AĞBAYRAM

Page 22: Siyer-i Nebi 32. Sayı

25

V, s. 252.) Mümin, Allah’ın ona verdiği sorumlulukları-nı seve seve üstlenir ve isteksizlik göstermeden bunları yerine getirir. Kur’an’a ve sünnete uygun bir hayat ya-şar. Çünkü o, kâinat kitabını okurken aslında en değer-li hazinelerin kendisine verildiğini keşfeder ve bu lütuf karşısında şükrün gerekliliğini iliklerine dek hisseder. Akıl nimetinden duygularına kadar, organ ve azaların-dan his ve sezgilerine kadar sahip olduklarının ne denli yüce hikmetler içerdiğini anlar. Böylece Rabbine verdiği sözün tutulması gerektiği bilincine sahip olur. Ve dinî yükümlülüklerini yerine getirme sorumluluğunun, üze-rindeki en mühim emanet olduğunu idrak eder. Bilir ki; bu can bu tene emanettir. İmanı ruha Kevser misali yu-dumlatmak boynumuzun borcudur.

“Ölümden önce hayatın, hastalığından evvel sağlığı-nın, meşguliyetinden önce boş vakitlerinin, ihtiyarlığın-dan önce gençliğinin, yoksulluğundan önce zenginliği-nin kıymetini bil.” (Hâkim, Müstedrek, 4/306)

Rabbimizin bizlere kurabilmeyi lütfettiği ailelerimiz ve bahşettiği çocuklarımız da üstlendiğimiz emanetler-dendir. Yavrularımızın dinî ve ahlakî vetireleri tam bir şekilde kazanmalarını sağlamalıyız. Onlara hem bu dün-ya hayatında hem de ahiret yurdunda mutlu olabilmenin değişmez ilkelerini sunmalı, onların üzerimizdeki hak-larını ödemeliyiz. “Ey müminler! Kendinizi ve ailenizi yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennemden koruyunuz.” (Tahrim 6)

Çocuklarımızı, sağlıklı düşünebilen, doğru ile yanlı-şın ayrımını yapabilen, gelişmiş vicdanlara sahip bireyler olarak yarınlara kazandırabilirsek; gelecek nesillerin de sıhhatini temin etmiş oluruz. Bu onlara bırakacağımız en büyük mirastır. “Hiçbir baba çocuğa güzel terbiyeden daha üstün bir hediye vermiş olamaz.” (Tirmizi, Birr 33)

Üzerimizdeki bir başka sorumluluk ise devlete, mil-lete ve vatana aittir. Özellikle devlet işlerinin bir emanet olduğu ve öncelikle bunların ehline verilmesi gerektiği Kur’anî bir ilkedir. “Allah size emanetleri ehline vermeni-zi ve insanlar arasında hükmettiğiniz vakit adaletle hük-metmenizi emrediyor. Allah size ne kadar güzel öğüt ve-riyor. Şüphesiz Allah her şeyi bilen ve görendir.” (Nisa 58)

Özellikle devlet işleri aksamadan, doğrulukla, hak-sızlıklara meydan vermeden yapılmalıdır. Bu da o işi yapmaya en ehil olanın işin başına getirilmesi ile müm-kün olabilir. Bir adam Peygamberimize gelerek sorar: Ey Allah’ın Rasûlü, kıyamet ne zaman kopacak? Peygamberi-miz: “Emanet zayi olduğu zaman kıyameti bekle.” buyurur. Adam bunu anlayamamış olacak ki tekrar sorar: Emanetin zayi olması nasıl olur? Bunun üzerine Peygamberimiz: “İş-ler ehil olmayan kimselere verildiği zaman kıyameti bekle.” buyurur. (Buhari, Sahih, Rikak,35)

Bizler pek çok sorumlulukla donatılmış emanetçile-riz. Teneffüs ettiğimiz havadan, çevremize hizmet ver-diğimiz işimizden, evimizdeki bireylerden kısacası, çok geniş bir alandan mesulüz. Bu dairede her bir varlığın üzerimizdeki hakkını unutmadan görev ve sorumluluk-larımızı emanet bilinci içerisinde yerine getirmeliyiz. “Hepiniz çobansınız ve hepiniz çobanlığınızdan sorum-lusunuz. Devlet başkanı üstlendiği görevden sorumlu-dur. Kişi ailesinin koruyucusu ve eli altında olanlardan sorumludur. Kadın, eşinin evinin koruyucusu ve eli al-tında bulunanlardan sorumludur. Hizmetçi efendisinin malının koruyucusu ve eli altında bulunanlardan sorum-ludur. Dikkat ediniz. Hepiniz çobansınız ve hepiniz ço-banlığınızdan sorumlusunuz.” (Buhari, Cuma 11)

Elimiz altındakilerin emniyetinden sorumluyuz. Ve bu konuda mutlaka sorguya çekileceğiz. Bu sebeple ema-nete ihanet etmekten korkmalı ve bu hususta son derece hassas olmalıyız. “ Hiç kimse kıyamet günü (beş şeyden) ömrünü nerede ve ne suretle tükettiğinden, gençliğini nerede ve nasıl yıpratıp çürüttüğünden, malını nasıl ka-zanıp nerelere harcadığından, elde ettiği bilgileri ile ne yaptığından sorguya çekilmedikçe Allah’ın yüce katın-dan ayrılamayacaktır.” (Tirmizi, Kıyame I)

Ey nefsim! Hıyanet münafıklık kisvesidir. Sen mü-min olmayı dilersen emaneti gözetmelisin. Kulak ver: Rasûl-ü Zîşan emniyete çağırıyor. Bu davete tâbi ol ki; durağın Firdevs Cenneti olsun… Boş ver bu dünyanın derdini, tasasını; ötelerde kurulan eminler meclisinde senin de bir yerin olsun…

Bir adam Peygamberimize gelerek sorar: Ey Allah’ın Rasûlü, kıyamet ne zaman kopacak? Peygamberimiz: “Emanet zayi olduğu zaman kıyameti bekle.” buyurur. Adam bunu anlayamamış olacak ki tekrar sorar: Emanetin zayi olması nasıl olur?

Bunun üzerine Peygamberimiz: “İşler ehil olmayan kimselere verildiği zaman kıyameti bekle.” buyurur.

Page 23: Siyer-i Nebi 32. Sayı

26

Ayet-i Kerime

Hadis-i Şerif

“Doğrusu ben Rabbimin emrettiği yere hicret ediyorum.”

“Muhacir Allah’ın yasakladığı kötülük ve günahları terk eden kimse.”

TEDBİR TEVEKKÜL OLUNCA, TAKDİR LÜTUF OLUR

Özkan ÖZTÜRK

Yolu hicret olan, peygamber-lerle konaklar.

Hicret sözlükte “terk etmek, ayrıl-mak, ilgisini kesmek” anlamına gelen h-c-r (hicrân) kökünden gelen bir kelimedir. Bir şeyden uzaklaşmak, ay-rılmak, beri olmak demek. Gerek be-denen, gerek lisanen, gerekse kalben bir şeyden uzaklaşmak, bir yeri terk etmek ve kendine yeni bir yer bulmak. Göç etmek demek hicret. Kendini başka bir yere taşımak, Allah uğrunda başka bir yere göç etmek.1 Hürriyetini, asalet ve haysiyetini alıp, tükenmiş bir yurttan yeni imkânlara adım atmak, yelken açmak. İçin dışa zuhurunu mümkün kılmak ve imandan kay-naklanan fiiller alanını genişletmek. Hicret bir yenilenme, terk edişteki kurtulma hazzı, bağların çözülmesiy-le rahatlama demek. Kötü şeyleri terk etmek de hicret.2 Efendimizin diliyle “Muhacir Allah’ın yasakladığı kötülük ve günahları terk eden kimse.”3 Öyle bir terk etmek ki kalben ve zihnen, köktenci bir ayrılışla, örgütlü bir inatla

uzaklaşmak oralardan.

Peygamberlerin tavrı olmuş hicret. Tarih bu asil terk edişlerle dolu. Hz. Nuh bir tufan bırakarak ardında deniz yoluyla hicret etmiş memleketinden yelkenler açarak. Hz. Hud ve Hz. Sa-lih de bir helak bırakarak ayrılmışlar kavimlerinden. Hz. İbrâhim, ateşleri gül bahçesine dönüştürüp “Doğrusu ben Rabbimin emrettiği yere hicret ediyorum.” 4 demiş, Filistin, Mısır ve sonra da Ken‘ân diyarına göçmüş. Hz. Lût, arkasına bile bakmadan terk et-miş kavmini.5 Ardına bakmadan hic-ret etmenin usulünü öğretmiş davetçi kuşaklara. Yine Hz. Şuayb’a kavmi “Ey Şuayb! Kesinlikle seni ve seninle bera-ber iman edenleri memleketimizden çıkaracağız yahut dinimize dönecek-siniz.”6 demişler. Hicret nebevi bir yol olmuş hep. Hz. Musa da yürümüş bu yolda, bir gece yarısı kalabalıklarla.7

Ve Âlemlerin Efendisi (s.a.s) Mek-ke’de sözün ve fiilin en estetik, müca-delenin en şık unsurlarını serdi kav-minin hafsalasına. Fakat kitlenmişler

Page 24: Siyer-i Nebi 32. Sayı

27

“Ey İman edenler!Düşmana karşı her türlü savunma tedbirinizi alın.”

ülkesindeki insanlarının kalpleri kanat, kalıpları kucak açmadı bu mesaja. Böyle olunca artık za-man hicrete ayarlanmıştır ve hicret fiili bir şahla-nış ve ağırlıklarından kurtuluş demektir. İlk durak Habeşistan ve sonra Medine. Taif hakkını kaybetti. Oysa bir şehrin bahtiyarlığı kendisinde mekan-lananların şerefi ile ölçülmez miydi? Yazık oldu Taif ’e. Medineliler daha ilk gelişmede açtılar kapı-larını. Hem de yıldırımı çekmek; işkence, savaş ve musibetlerin her bir rengi ile karşılaşmak pahasına. Hicretin yurdu olmak ne büyük şeref oldu. Varlığın sevinci Rasûlullah’ı (s.a.s) bekleyen olmak ve onu bağrında taşımak, tüm müminleri ile birlikte. Onu saklamak. Hem dünya hayatında, hem irtihalinde O’nunla olmak. Rasûlullah (s.a.s) da nasıl bir vefa sultanıymış ki akıllar almıyor, gönüller hayran kalı-yor. Çünkü O da vazgeçmiyor Medine’sinden. Nasıl bir nişanmış bu, nasıl bir şan. “Ayrılmak zorunda kalmasam asla seni terk etmezdim.” dediği Mek-ke’sine kavuşsa da orada kalmıyor artık. Medine’si, kendi haremi vardır bekleyen. İslam’ın kurulduğu, “Ya eyyühel-lezine âmenu” (ey inananlar) hitabının bayraklaştığı şehir.

Her savaş öncelikle tedbir savaşıdır.

“Ey İman edenler! Düşmana karşı her türlü sa-vunma tedbirinizi alın.”8

Müminler türlü yöntemler belirleyip, gizli hic-ret ediyorlardı. Tedbir bu yolda en önemli usuldür. Nitekim İslam ateşini yeni bir merkezde yedekleme stratejisi başlı başına bir tedbirdi. Bunu gizli bir şe-kilde yürütmek ise tedbir içinde tedbirdi. Allah’ın yolları çoktur ve Allah dilediğini yollarına ulaştırır. Fakat yolun da bir fıkhı vardı. Tedbirli olmak ve

duayı icrada aramak gerekliydi. Bu sebeple gizli-lik şarttı. Diğer taraft an müşrikler de sanki tedbir hakikatine uygun davranıyorlardı. Türlü türlü ön-lemler alsalar da artık taşkınlaşan bu su, bendini yıkacaktı. O yüzden Dârünnedve’de gizli toplan-dılar ve tartışacakları konu son derece önemli ol-duğundan Ebû Leheb dışında Hâşimoğulları’ndan hiç kimseyi çağırmadılar. Güvenmedikleri kimse-leri de içeri sokmadılar. İşte bunlar hep tedbir idi. Oyunlarını iyi kuruyorlardı. Oysa bilmiyorlardı ki tedbir mektubu, tevekkül kuşu ile takdir sevgilisi-ne gönderilirdi. İlk strateji müşriklerden geldi, Ebû Cehil’in teklifiyle. Kararları Peygamber’i öldür-mek, usulleri bunu Kureyş kabilelerinin her biri-ni temsilen gelen silâhşörlerden oluşan bir grupla topluca gerçekleştirmekti. Böylece Hâşimoğulları kan davası güdemeyecekti.

Allah, Rasûlü’ne (s.a.s) bütün olan biteni bil-dirmişti. Takdir kazanacaktı ama müminlerin öğ-retmeni Efendimiz (s.a.s) tüm devirlere ve çağlara tedbir, tevekkül ve ilahi takviye kuramını öğrete-cekti bu vesileyle. İlahi yardım ve teyidi celbetme-nin, zaferi kesbetmenin kuralları nelerdi? Tedbir ve tevekkül dersine oturup, umduklarımıza nail, korktuklarımızdan emin olma nasıl gerçekleşiyor-du? Kul vazife şuuru ile duayı icrada arayınca Al-lah kullarını ummadıkları yerden, hesapsızca nasıl rızıklandırıyor, nasıl destekliyordu? Oluş ve liyakat şartları nelerdi başarının?

Şimdi bir liste çıkaralım. Hicretin tedbir listesi olsun bu. Bir hareket planı gibi bakalım buna. Gö-relim ki bir dava nasıl ince elenip sık dokunarak ve sebepler dairesi tek tek tetkik edilerek hâkim kılınırmış? Allah’ın Rasûlü’nde (s.a.s) bu konuda

Page 25: Siyer-i Nebi 32. Sayı

28

bizler için nasıl bir örneklik varmış? Amellerin maddi ölçeğine riayet etmeyi bize öğreten hicretin hareket pla-nını şu maddeler altında sıralayabiliriz:

• Hz Ebu Bekir (r.a) ile ayrıntılı bir plan hazır-lanmış, bütün ihtimaller göz önünde bulundurulmuştu.

• Hz. Esma (r.a) yol azıklarını hazırlamış, yükleri kuşağı ile de sıkı sıkıya bağlamıştı.

• Yol için güvenilir bir kılavuz olarak Abdullah b. Uraykıt seçilmişti. Nitekim bu kılavuz Müslüman olma-sa da onun belirgin vasfı işinin ehli, güvenilir ve mert olmasıydı.

• Yolculuk için iki deve hazırlanmıştı. Bu hayvanlar yolun meşakkatini kaldıracak güç ve kapasitedeydiler.

• Emanetleri teslim etmek için geride bırakılacak ve Rasûlul-lah’ın (s.a.s) şiltesine, kılıçların altına yatacak kişi olarak Hz Ali (ra) seçil-mişti.

• Gece yarısı yola çıkma ve ses-sizce Mekke’den ayrılma kararı alınmıştı.

• Yol güzergâhını Yemen’e doğru çevirme, Mekke’nin güneybatısındaki Sevr Dağı’na doğru yönel-me ve orada bir müddet mağarada konaklama planlan-mıştı. Sonra ise sahil yönünden ilerleyerek Kuba’ya ka-dar müthiş bir hicret yolu tercih edilmişti.

• Mekke’de olan biteni öğrenebilmek için ve bir iletişim unsuru olarak Hz Ebu Bekir’in (r.a) oğlu Abdullah ile geceleri görüşüp değerlendirme yapılı-yordu. Abdullah (r.a) gündüz Mekke’de olan biteni onlara aktarıyor ve müşriklerin tedbirlerine karşı tedbir alınıyordu.

• Amir bin Füheyre (r.a) onların bulunduğu ci-varda koyun otlatmak ve bu vesile ile onları tarassud etmek, izlemek, acil müdahalelerde bulunmak, yiyecek ihtiyaçlarını karşılamak ve gece yürüyüşlerinden sonra artlarından giderek kumlar üzerinde beliren ayak izle-rini sürüsü ile yok etme işlemini üstlenmişti.

Görüldüğü üzere tevekkül tedbirden sonra devreye giriyor, işi sıkı tutup, sebeplere yapıştıktan sonra Allah’a dua ve münacat faslı başlıyor. Fakat bir incelik daha var. Sebeplere yapışmak ve sebeplere güvenmek arasında ince bir ayrım vardır. Tedbir almak iş bitti ve bunu hal-

lettim demek asla değildir. Mümin tedbir almakta aciz-lik göstermez. Tedbire rağmen bir işe gücü yetmezse, “Allah bize yeter, O, ne güzel vekildir.”9 veya “Allah bana kâfidir, güvenenler de yalnız O’na güvensin-ler.”10 der! Müslüman sebeplere yapışır ama sebeplere değil sebeplerin de sebebi olan Cenab-ı Hakk’a iltica eder. Tesiri sebeplerden değil Allah’tan bilir. Mümin tedbir alır ama takdire iman eder. Çünkü takdir, ted-birle değişmez. Ama bilir ki tedbir bizi tevekküle ta-şır ve tevekkül de ilahi rıza ve yardımı celbedebilir. Sadece tedbire güvenmek, tevekkülü bozar. Tevekkül,

kalbin her işte yalnız Allah’a güvenmesi demektir. Kısacası müminin her işi marifetullahla iliş-

kilidir. el-Müdebbir, el-Kadir, el-Vekil isimlerinin hakikatlerini bilmek ve Rabbimiz ile bu isimler üzerinden rabıtalanmak büyük bir irfan ge-rektirir. Mümin bu bilişi ile her şeyin hakkını verir. Sebebin de hakkını verir, sebeplinin de, se-

beplerin sebebinin de.

Tevekkülle gelen lütufla ilerler.

Rasûl-i Ekrem’in bu tevekkülüne karşı Rabbi-mizin verdiği lütufları, takdir kılıcının tedbire nasıl kuvvet verdiğini, umduklarının da üstünde bir teyid ile desteklendiklerini siyer kaynakları bizlere açıkça göstermektedir. Tedbir tevekküle, tevekkül ikrama dönüşmüştür. Hicret yolculuğu bu ikramlarla dolu-dur. Bu ilahi teyid ve takviyeleri ise şu şekilde sıra-layabiliriz:

• Rasûlullah’ı (s.a.s) öldürmekle görevlendirilen Mekkeliler onu evinde bulamadılar, Efendimiz araların-dan yüzlerine kum atarak geçti gitti. Kum nasıl bir kör edici silaha dönüşmüştü? Akıllar suskun…

• Müşriklerin bütün çevreyi aramaları sonuç ver-meyince, Mekkeliler etrafa haberciler göndererek onların başına ödül koyduklarını ilân ettiler. Bu amaçla bir grup, kutlu yolcuların saklandıkları mağaranın yanına kadar gelmişlerdi. Fakat Allah onları belki de varlıkların en za-yıfı olan bir örümcek ve ağı, bir de güvercin ve yumurtası ile engellemişti. Ve duyduğu seslerden endişe eden Hz. Ebû Bekir (r.a), “Ey Allah’ın Rasûlü! Eğilip baksalar bizi görecekler.” dese de, “Üzülme, elbette Allah bizimledir.”11

Page 26: Siyer-i Nebi 32. Sayı

29

1 el-Bakara 2/218; Âl-i İmrân 3/195; en-Nisâ 4/89, 97; et-Tevbe 9/20. 2 el-Müddessir 74/5. 3 Buhârî, “Îmân”, 4; Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 4, “Vitir”, 11. 4 el-Ankebût 29/26. 5 Hûd 11/80-81; el-Hicr 15/65. 6 el-A‘râf 7/88 7 Yûnus 10/90; Tâhâ 20/77-78; eş-Şuarâ 26/52-67. 8 en-Nisa, 4/71. 9 Âl-i İmran, 3/173. 10 ez-Zümer, 39/38. 11 et-Tevbe 9/40. 12 el-İsrâ 17/80.

cevabını işitmişti âlemlerin sultanından. Aslında bu ifade belki de “Tedbirde aciz olduğumuzu bilerek tedbir aldık ve bu acizliğimizi bilince Allah’ı vekil bildik. O, ne güzel vekildir! Artık aciz değiliz, üzülmeye ne hacet!” demekti.

• İkinci karşılaşma Müdlic Kabilesi’ne mensup Sürâka b. Mâlik’in takibiydi. Süraka güçlü kuvvetli idi, silahlıydı. Oysaki Allah’ın öyle orduları vardı ki… Rabbimiz Süraka’yı atı ile durdurdu. Atının ayakla-rı kumlara batıyordu ve her hamlesi sanki kendisine yaptığı bir hamle idi. Ve hamle yapamayacağını anla-yacak ve çekip gidecekti.

• Üçüncü karşılaşma hicret yolcularının Es-lem Kabilesi’nin topraklarında, kabilenin reisi Büreyde b. Husayb ve bir müfreze tarafın-dan yakalanıp kuşatılması idi. Allah, Rasûlü’nün tatlı dili ile bu topluluğa yol göstermiş ve kısa bir konuşma sonrası tamamı İslam’ı seçmişlerdi. Hz. Büreyde (ra) mızrağına bağladı-ğı sarığı ile Hz. Peygamber’e sancak açarak kendi bölgelerinden çıkınca-ya kadar refakat etmişti.

• Yine Efendimiz yiyecek bir şeyler edinmek için Ümmü Ma‘bed Âtike bint Hâlid’in bulunduğu çadıra uğramıştı. Burada Rasûl-i Ekrem (s.a.s) sürüye katılamayacak kadar zayıf, sütten kesilmiş bir keçiyi besmeleyle sağınca keçi oradakilere yetip ar-tacak kadar süt vermişti. O kutlu şemail sahibine gelen lütufla, keçiye de bereket ilişmişti sanki.

Demek ki hicret yolculuğunda rol alan hayvanlar var. Allah’ın ordularından sayılacak hayvanlar bunlar. Yolculuğun yapıldığı develer. Özellikle Kusva. Yere çö-küşü ilahi emirle olan Kusva.

Koyunlar var bir de. Rasûl’ün mübarek ayak izlerine ayaklarını değdirme telaşı ile yürekleri atan. Kendi ayak izle-rini Rahmet elçisininki ile nişanlayan koyunlar, kuzucuklar.

Ve yine örümcek var. Ağı ile Rasûlullah’a (s.a.s) bend olup sanki kimseyi o tarafa bırakmam diye hay-kıran, efelenen.

Ve güvercin var yumurtaları ile hazırolda durmuş. Ai-lesini Rasûl’ün dizlerinin dibine taşımış, yumurtalarından çıkacak yavrularını Allah’ın habibine göstermek telaşesinde.

Ve Ümmü Mabed’in keçisi. Rasûl’ün (s.a.s) ellerinde bir bereket pınarına çevrilen keçi.

Ve bir de at var. Rasûl’e (s.a.s) hamle yapmayan. Ayaklarını kumlara rapteyleyip de, huzurda ayak kilitleyen bir derviş gibi.

Ve Büreyde b. Husayb (ra) canlanıyor gözü-müzde. Sanki arkasına örümcek, kuş, at,

koyun, keçi ve develerden oluşan bu askerleri katmış, sancağı elinde bü-yük bir orduyla Rasûl’ün önünde adım adım ilerliyor Medine’ye.

Tedbir tevekkül olunca, takdir lütuf olur.

12 Rebîülevvel (24 Eylül 622) Cuma günü son durak Medine.

Medine’de büyük bir bekleyiş.

Üç katlı bir evin damında bir Yahudi kızı.

Gördü ufukta Medine’ye doğru gelmekte olanı.

Gerçek gören, gördüğünün müjdesini verendir.

Ay doğmuştur üzerimize.

Müjde verilmiştir verilmesine de, hani senin hicretin, tedbirin, tevekkülün, takdirin ve kuvvetin?

“Ve şöyle de: Rabbim! Gireceğim yere doğrulukla gir-memi sağla; çıkacağım yerden de beni doğrulukla çıkar ve tarafından bana hakkıyla yardım edici bir kuvvet ver”12

Page 27: Siyer-i Nebi 32. Sayı

30

İslam Medeniyetine giden hic-ret yolculuğunun ilk önemli du-raklarından biriydi Kuba. Burada İslam’ın ilk mescidi bina edilmişti. Her külfetten sonra gelen nimet gibi mukaddes hicret yolculuğunda çekilen külfetten, Peygamberimizin doğup büyüdüğü yerden ayrılmak zorunda kalışından sonra gelen ni-met de temeli takva üzerine kuru-lan Kuba Mescidi olmuştu.

Yeryüzünde bina edilecek tüm yapıların ve özellikle de Allah’ın dininin şiarı olan tüm mabedlerin

hangi manevi temele dayanması, hangi niyet ve amaç için inşa edil-mesi gerektiğinin numune-i imtisa-li olmuştu Kuba Mescidi.

Amellerin niyetlere göre de-ğerlendirileceğini ve Mü’minin niyetinin amelinden daha hayır-lı olduğunu bildiren nebevî emir doğrultusunda ortaya konan bu de-ğer ölçüsü, maddî olan bir binanın dahi takva gibi manevî bir temele dayanması gerektiğini kavramamı-zı istemekte; bozuk ve kötü niyetler üzerine bina edilen tüm yapılara

“(O kandil) Öyle evlerde yanar ki Allah onların yüceltilmesine ve kendi adının içlerinde anılmasına izin vermiştir. Oralarda sabah akşam O’nu tesbih ederler.” (Nur, 36)

İslam Medeniyetine giden hicret yolculuğunun ilk önemli duraklarından biriydi

İSLAM’IN İLK MESCİDİ OLAN

TAKVA MESCİDİNİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

Ahmet TÜRKBEN

KUBA

mescidi

Page 28: Siyer-i Nebi 32. Sayı

31

karşı uyanık ve dikkatli davranmaya Mü’minleri sevk et-mekteydi.

Toprağın imanla yoğrulması, alınların secde kıva-mında toprakla buluşması ile mümkün olurdu. Bir bel-denin İslamlaşması ve manen imarı da mescit merkezli yapılardı. Bu sebeple yerleşim yeri olarak tespit edilen bir beldede ilkin bir cami inşa edilirdi, sonra da onun çev-resinde eğitim ve ilim yuvası olan medreseler. Toplumsal değişimin merkez üssüydü bu mekânlar. Namazı hayatın merkezine almanın ve her şeyi onun çevresinde şekillen-dirmenin dışa vurumuydu.

Allah’ın nurunun bir kandil misali toplumu aydınlat-tığı yapılardı mescitler, Beytullah olan Kâbe-i Muazza-ma’nın başka beldelerdeki izdüşümüydü.

Öyle buyurdu Rabbimiz: “(O kandil) Öyle evlerde yanar ki Allah onların yüceltilmesine ve kendi adının iç-lerinde anılmasına izin vermiştir. Oralarda sabah akşam O’nu tesbih ederler.” (Nur, 36)

Allah’ın nurunun akılları, gönülleri ve hayatı nurlan-dırabilmesi için gerekli şartlardan biri de takvaydı. Takva; sadece beden ülkesinin merkezi olan kalplerde değil, bir beldenin iman coğrafyası haline gelmesinin de alamet-i farikası olarak toprağa değer katan bir iman nişanesi idi.

Mescitler, takva üzerine yükselirse ve buralarda iba-det ve namazla; ilim ve hikmetle yoğrulursa gönüller, toprağın ve toplumun takva ekseninde dönüşümü müm-kün olurdu.

Takva mescidinin mimarlarının kalplerinde Allah sevgisi, ihlas, samimiyet ve takva olmalıydı ki orada yapılacak ibadetler toplumu manen ihya edebilsin. Kılınan namazlar, Mü’minler için miraç olsun, onları dünyevi olandan uhrevi olana, şeytani olandan rah-

mani olana, nefsani olandan ruhani olana yükseltebilsin.

“Nice erler ki, ne ticaret, ne de alışveriş kendilerini Allah’ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoymaz; onlar, kalplerin ve gözlerin kıvranacağı gün-den korkarlar.” (Nur,37)

Yeryüzü Mü’minlere mescit kılınmışken, Allah’a ve ahiret gününe iman eden gönül erleri, mescitler inşa eder, madden ve manen mescitleri şenlendirirlerdi. Sade-ce helal parayla yapılmış olması ya da sadece fiziki olarak temiz olması yeterli değildi; bizatihi bir mescidin dağınık ve birbirinden kopuk yaşayan insanları cemaat yapmaya ve toprağının da secde edilmeye lâyık hale gelmesi için temelinin takva üzerine kurulmuş olması gerekirdi.

İşte ilk mescidimiz olan Kuba Mescidi’nin temelinde de öncelikle Rasûlullah’ın ve ashabın imanı vardı. Hur-malığını vakfeden Gülsüm b. Hidm’in infakı, yapımında en üstün gayreti gösteren Ammar bin Yasir’in ihlası, Ab-dullah bin Revaha’nın şuur yüklü mısraları ve temizlen-meyi seven iman erlerinin tertemiz yürekleri vardı.

“İlk günden takvâ üzerine kurulan mescit içinde na-

maz kılman elbette daha doğrudur. Onda temizlenmeyi seven adamlar vardır. Allah da çok temizlenenleri sever.” (Tevbe, 108)

Takva mescidinde kurulan sohbet halkaları ve açılan Kur’an sofraları manevi bir gıda olur, beslerdi gönülleri ve kalpler ancak Allah’ın zikriyle doyuma ulaşırdı.

Takva mescitlerinde kılınan namazlar, birer ırmak gibi yıkardı toplumu, kirlerinden arındıran bir yağmur olurdu. Münkere, fuhşiyata ve tüm çirkinliklere çekilen set olurdu.

Takva mescidinin mimarlarının kalplerinde Allah sevgisi, ihlas, samimiyet ve takva olmalıydı ki orada ya-pılacak ibadetler toplumu manen ihya edebilsin. Kılınan namazlar, Mü’minler için miraç olsun, onları dünyevi olandan uhrevi olana, şeytani olandan rahmani olana, nefsani olandan ruhani olana yükseltebilsin.

Bir arınma iklimiydi takva mescitleri.

Bir yücelme vesilesiydi takva mescitleri.

Page 29: Siyer-i Nebi 32. Sayı

32

Sadece bedenlerin değil ruhların toplandığı bu yapı-larda tefrikaya, fitneye geçit verilmez; biz olmanın, aidi-yetin ve cemaat olmanın hakkı verilirdi.

“Ey İman edenler, Allah’tan korkun ve sadıklarla be-raber olun.” emri uyarınca bir sadakat iklimi aranırdı bu yapılarda, korunmak için de gerekli olan bu idi. “Rükû edenlerle beraber rükû edin.” emrince sadece Allah’ın huzurunda eğilen bedenler, kula kul olmama iradesini cemaat halinde burada ilan ederlerdi. Menzili cennet olan bir seferde, salih bir daire içerisine giren saf olup kenetlenen Mü’minler, salihler arasına katılma duasını, ameli olarak bu mekânlarda yaşarlardı. “Ey Mü’minler, kurtuluşa ermek için topluca tevbe edin.” emrinin de ad-resiydi takva mescitleri. Felaha ermenin vizesiydi toplu-ca edilen tevbeler. Evet, camilerde Mü’minlerin şahitler arasında adlarını yazdırma ve iyilerle beraber vefat ça-bası kalben, kavlen ve halen var oluşlarıyla kayıt altına alınırdı.

Mescid bir mektep, bir medrese olur ilmen ve fikren donatırdı Mü’minleri. İstişareler buralarda yapılır, kararlar bu huzur ikliminde alınır, huzurun adresi belli olurdu.

Takva mescidleri, hayatın fırtınalarında savrulmaya yüz tutan insanlar için sakin bir liman olurdu. Atanmış değil, adanmış insanlar gözlenirdi mihraplarda. Huşu ile kılınacak namazın ön şartlarından biriydi adanmış-lık. Adanmış imamların kıldırdığı namazlar yük değil kanat olur, toplumu yüceltirdi. Yormazdı cemaati, yo-rulmazdı Mü’minler; bir sonraki namazın özlemiyle kalpler mihrapta asılı dururdu.

Adanmışların kürsüsünden ve minberinden vahyin hayat veren çağrısı duyulurdu. Diriliş muştusu olurdu hut-beler ve vaazlar. Bazen direniş aşısı vurulurdu, gafl et uy-kusundan uyansın diye Mü’minler. Cesur imamların gür sesi; zalime yaman bir ihtar, mazluma bir teselli olurdu.

Tarih boyunca mescitlerden başlamak suretiyle yer-yüzünde Mü’minlerin inşa edeceği mektep, medrese gibi tüm yapıların kuruluş aşamasında ve dahi sadece bir ku-rum olarak değil bir eser olarak yazılan tüm kitaplarda iman, ihlas, samimiyet ve takva aranırdı.

Sakin bir limandı takva mescitleri.

Bir diriliş ve direniş üssüydü takva mescitleri.

Bir eğitim ocağı, ilim yuvasıydı takva mescitleri.

Var oluşun ve Biz olmanın adresiydi takva mescitleri.

Takva mescidleri, hayatın fırtınalarında savrulmaya yüz tutan insanlar için sakin bir liman olurdu. Atanmış değil, adanmış insanlar gözlenirdi mihraplarda. Huşu ile kılınacak namazın ön şartlarından biriydi adanmışlık. Adanmış imamların kıldırdığı namazlar yük değil kanat olur, toplumu yüceltirdi. Yormazdı cemaati, yorulmazdı Mü’minler; bir sonraki namazın

özlemiyle kalpler mihrapta asılı dururdu.

32

Page 30: Siyer-i Nebi 32. Sayı

33

Asr-ı Saadette İslam düşmanları, içlerine sızarak ve kendilerinden gözükerek Mü’minleri aldatmak istemiş-lerdi. Bunun için de merkez üssü olarak bir mescid inşa etmişlerdi. Bu mescidin adı Dırar Mescidi idi. Ayet-i ke-rime Rasûlullah (s.a.s)’ı ve tüm inananları İslam toplu-muna nifak sokmak isteyen bu tip girişimlere karşı dik-katli ve uyanık olmaya çağırmaktaydı.

“Bir de, müminlere zarar vermek, küfrü kuvvet-lendirmek, mü›minler arasına tefrika düşürmek için ve bundan evvel Allah Teâla’ya (cc) ve Rasûl-i Ekrem (s.a.s)’e savaş açan kimseyi beklemek maksadıyla bir mescit yaptılar. Ve ‘Biz bu mescidi ancak iyilik için bina ettik.’ diye yemin edeceklerdir. Allah Teâlâ (cc) şahadet eder ki, onlar yeminlerinde yalancıdırlar.” (Tevbe, 107)

Bu ayet-i kerimenin iniş sebebi olarak Ebu Amir denilen bir adamdan bahsedilmektedir. Kimdi bu Ebu Amir?

Bilgili ama bilgisini şer amaçlı kullanan bir adam; Hanif dininden ayrılan, Tevrat ve İncil’in bütün hüküm-lerini ezbere bilen, Halk içinde üstün bir mevkie ve şöh-rete sahip bir adam; ikiyüzlü davranan, ama niyetinin iyi olduğuna Allah adına yemin eden bir adam; Peygambe-rimiz Medine’ye hicret ettikten sonra itibarı zedelenen; hasedinden, kibrinden ve enaniyetinden dolayı Allah’a ve Rasûlü’ne savaş açan ve bu savaşta üs olarak Müs-lümanlara ait bir ibadet merkezi olan camiyi seçen bir adam… Üstelik bu adam, Rasûlullah’ın (s.a.s) methet-tiği ve meleklerin yıkadığı bir sahabi olan Hz. Hanzala (r.a)’nın da babasıydı.

Oğul cennetle müjdelenen bir güzel sahabi, baba ise kâfir ve lanetlenmiş biriydi. Hz. İbrahim ile babası putçu Azer gibi baba ile oğul arasında derin bir uçurum olabi-leceğinin örneğiydi.

Dırar Mescidi; evet bir camiydi; ama yapılış gayesi İslam’ı ortadan kaldırmak ve hak dini içten çökertmek-ti. Binanın fiziki yapısının ne olduğundan ziyade onun hangi amaç için inşa edilmesi gerektiğinin bir başka örneği olmuştu.

Bu mescidin inşa ediliş amaçları; Müminlere zarar vermek, küfrü kuv-vetlendirmek, Mü›minler arasına tef-rika sokmak ve bu amaçları gerçekleş-tirmek için emir aldıkları Ebu Amir’in liderliğine zemin hazırlamaktı.

Ebû Âmir’in bu fasit eyleminde taşe-ronluk yapan ise münafıklardı.

Binanın kurucuları ikiyüzlü davranmaktaydılar ve “Biz bu mescidi ancak iyilik için bina ettik.” diye yemin etmişlerdi. Tüm bozguncular her zaman aynı şeyi söyler; ıslah ediciler olduklarını iddia ederlerdi.

Yapanların gerçek niyetlerini en iyi bilen Rabbimiz Rasûlü’ne hitaben: “O mescid-i dırarda ebediyyen namaz kılma! “ emrini vermişti.

Kâfirlerin inşa ettiği, bu ve benzeri mescitlerde namaz kılınmayacağı umumi bir emir olarak kayda geçmişti.

Rasûlullah (s.a.s), bu ayetle mescidi yaptıranların ni-yetiyle ilgili bilgiye sahip olunca sahabilerine: “Halkı za-lim olan şu mescide gidin, onu yıkın ve enkazını da ateşe verin!” diye emir vermişti.

Bu zararlı girişimden hareketle tarih boyunca tüm Mü’minler İslam’ı içeriden çökertme ve nifak, fitne, fe-sat odaklı İslami görünümlü tüm girişimlere karşı tavır almışlardır. Bu tavır; Dırar Mescidi gibi bazen bir mabed görünümünde olmuş, orada namaz kılmamışlar; bazen âlim kisvesiyle ortaya çıkan bazı insanlar olmuş, onların batıl karışmış hak sözlerine itibar etmemişler; hatta çoğu zaman da oryantalistler ve münafıklar tarafından kaleme alınan birtakım kitaplar olmuş onlara karşı da temkinle yaklaşıp onları asla başucu kitabı yapmamışlar ve onların bal görünümlü baldıran zehirlerine karşı uyanık davran-mışlardır.

Asr-ı Saddetten günümüze kadar Dırar Mescidi ör-neğinden hareketle firaset ve basiret ehli olan iman erleri hak ve hakikatin izini sürdüler ve bildiler ki:

Küfrün ve nifakın gölgesinde kılınan namazlarda ha-yır yoktur.

Hak söze batıl karıştıran sözde âlimlerin yaptığı çağ-rılarda hayır yoktur.

Allah rızası dışında dünyevi, ticari, hizbî kaygılarla üretilen; fitne ve fesat içerikli eserlerin okunmasında ha-yır yoktur.

Özellikle de din kisvesi altında ortaya çıkan, hak dine karşı olarak üretilen batıl sentezlere

karşı tavır almak dün olduğu gibi bugün ve gelecekte tüm Mü’minlerin üzerine düşen bir vecibedir. Ne yaptığımızdan daha önemli olan, niçin yaptığımızdır. Ortaya koyduğumuz eylemlerin kime

ve neye hizmet ettiği, kimlerle ittifak yaptığımız ve varlığımızın kimi hoşnut

ettiği dikkate alınmalıdır.

ti. Binanın fiziki yapısının ne olduğundan ziyade onun hangi amaç için inşa edilmesi gerektiğinin bir

Bu mescidin inşa ediliş amaçları;

hak dine karşı olarak üretilen batıl sentezlere karşı tavır almak dün olduğu gibi bugün

ve gelecekte tüm Mü’minlerin üzerine düşen bir vecibedir. Ne yaptığımızdan daha önemli olan, niçin yaptığımızdır.

Mescide Karşı Mescid/ Dine Karşı Din

33

Page 31: Siyer-i Nebi 32. Sayı

34

İslâm güneşinin doğduğu ve Rasûlullah aleyhisselâm’ın oraya hicret ettiği yıllarda Yesrib, Mekke gibi, Hicaz bölge-sinin önemli yerleşim merkezlerinden biriydi.

Yesrib’in iklimi güzel olduğu gibi, toprağı da ziraat için çok verimliydi. Yer altı suları da fazla derin değildi üstelik.

Yesrib’in etnik yapısı oldukça genişti. Benî Kurayza, Benî Nâdir ve Benî Kaynuka kabilelerinden oluşan Yahu-diler vardı. Güney Arabistan kökenli Evs ve Hazrec Arap kabileleri vardı. Kudâa kabilelerinin ve hatta Amâlika’nın arda kalanlarından oluşan kabileler vardı.1 Ayrıca, bütün bunların yanında sayıları az da olsa, daha ziyade köle olan, başka etnik kökenli insanlar2 da bulunuyordu.

Yesrib halkı yerleşik bir hayat sürmekle beraber, yöne-timde, sosyal, kültürel ve ahlâkî alanlarda kabile gelenek-leri hâkimdi. Her kabilenin kendi başkanı vardı. Merkezi bir idare mevcut değildi. Bir yerleşkede birçok belde ha-vası vardı. Kabileler, birbirinden bağımsız bir halde ayrı mahallelerde yaşıyorlardı. Bu kabilelerin arasında zaman zaman çok ciddi sorunlar çıkıyor, büyük savaşlar oluyor ve çok kan dökülüyordu. Bunun yanında birbirleriyle, diğer-lerine karşı ittifak kuran kabileler de vardı.

Evs ve Hazrec kabilelerinin Yahudiler üzerinde ciddi bir hâkimiyet elde etmeleri dikkat çekmekle beraber, bu hâkimiyet fazla sürmedi. Yahudiler bu iki kabileyi birbiri-

ne düşürdüler. Çok eskiye dayanan bu düşmanlık, İslâm’ın doğduğu yıla kadar 120 yıl sürmüştü! Bu savaşlar, “Buas Harpleri” diye meşhur olmuştu.

Yesrib, o günlerde yaklaşık on bin nüfusa sahip olan çok dinli ve çok uluslu bir beldeydi. Ağırlıklı olarak Ya-hudiler yaşamaktaydı. Hıristiyanlar azınlıktı. Müşrikler de bir hayli baskındılar.

Uzun yıllardan beri süren Buas Harpleri bir şekilde bit-miş; Evs ve Hazrec kabileleri, tarihlerinde ilk defa ciddi bir birliktelik oluşturmaya başlamışlardı. Yine o günlerde Ab-dullah bin Übey bin Selûl üzerinde çoğunluk kararı ile onu başlarına kral olarak atamaya hazırlanmışlardı. Sadece ıs-marlamış oldukları krallık tacının bitmesini bekliyorlardı.

Daha önceki yazılarımızda anlatmış olsak da, bir geçiş süreci içinde olduğumuzdan, Yesrib’e İslâm’ın girişinden de kısaca bahsetmek istiyoruz.

Bilindiği gibi, Yesrib’e İslâm, Akabe Görüşmesi ile gir-meye başladı. Birinci Akabe Görüşmesi ile başlayan bu süreç, hicrete kadar devam etti. Yaklaşık iki yıl süren bu dönemde hem Evs kabilesi hem de Hazrec kabilelerinden Müslüman olanların sayısı bir hayli çoğalmıştı.

Rasûlullah aleyhisselâm tarafından Yesrib’e gönderilen Hz. Mus’ab bin Umeyr (ra), tabir yerindeyse çok büyük projelerle gitti ve çok büyük işler başardı. Bazı kabileler

Yesrib adlı bu şehre “Medinetü’n-Nebî” ya da “Rasûlullah’ın Şehri” dendi.

“Medine-i Münevvere

” dendi. Zamanla tek kelimeyle “Medine” diye anılmaya

başladı. Yesrib adı unutuldu, orası artık Medine oldu, Medine olarak kaldı…3Yesrib Dikenliğinden

Medine GülistanınaYesrib Dikenliğinden

başladı. Yesrib adı unutuldu, orası artık Medine oldu, Medine olarak kaldı…

Adem SARAÇ

Yesrib…

34

Page 32: Siyer-i Nebi 32. Sayı

35

İslam’ı kısmi kabul etseler de, bazı kabileler liderleri ile be-raber, hepsi İslâm’a girmişti.

Rasûlullah aleyhisselâm hicret ettiğinde, Yesrib böyle bir durumdaydı işte…

“Yesrib” adı “fesat” anlamına gelen bir kökten geldiği ve o güzel beldeye de yakışmadığı için Rasûlullah aleyhis-selâm bu ismi değiştirdi.

Yesrib adlı bu şehre “Medinetü’n-Nebî” ya da “Rasûlul-lah’ın Şehri” dendi. “Medine-i Münevvere” dendi. Zaman-la tek kelimeyle “Medine” diye anılmaya başladı. Yesrib adı unutuldu, orası artık Medine oldu, Medine olarak kaldı…3

Rasûlullah aleyhisselâm, bu kutlu şehri şereflendirince, hiç zaman kaybetmeden köklü icraatlara başladı.

Medine artık İslâm davetinin merkezi haline geliyordu.

Öncelikle bu yeni şehir-devletin genel sınırları belir-lendi.

Mescid-i Nebî inşaatı başladı…

Nüfus sayımı yapıldı.

Medine Vesikası adı verilen, bir arada yaşama yöntemi hazırlanıp uygulamaya kondu. 4

Mescid-i Nebî inşaatı bitince hemen yanına Rasûlullah aleyhisselâm’ın evi inşa edildi…5

Mekke’den Medine’ye Hicret edenlere Muhâcir, Me-dineli olup Mekke’den gelen Müslüman kardeşlerine yar-dımcı olan Müslümanlara Ensâr dendi…6

Birçok sosyal müessese ile beraber, “Ashâb-ı Suffa” gibi çok özel eğitim öğretim kurumları da yapılıp, hemen faa-liyete geçirildi.

Yeni nâzil olan âyetler ışığında çok ciddi çalışmalar ya-pıldı.

Karanlıklar aydınlanmaya, çirkinlikler güzelleşmeye başladı.

Fakat bu güzelliği istemeyen nasipsizler Medine’de de vardı. Bunlara karşı her türlü tedbiri alan Peygamberler Sultanı, güzelliği en güzel şekilde yayıyordu.

Yesrib, Nûr şehri Medine olmuştu artık…

Medine’de, dini, sosyal, siyasal, hukuki; ekseri ekono-mik, eğitim gibi alanlarda çok ciddi atılımlar gerçekleşi-yordu.

Ayrıca en küçüğünden en büyüğüne, en fakirinden en zenginine, hanımından erkeğine varıncaya kadar, bü-tün Müslümanlar hizmet yarışına girmişlerdi. Ardı arkası kesilmeyen bu hizmetler, her geçen gün artarak devam

ediyordu. Çok farklı alanlarda oluşan bu güzelliklere çok canlı bir örnek verelim…

Hz. Ümmü Süleym Rumeysa Hanım, sevgili oğlu Enes ile oturmuş sohbet ediyordu. Enes henüz küçük bir çocuk olmasına rağmen, kendisiyle sohbet edilecek kadar akıllı ve ciddiydi. Hiçbir zaman boş konuşmaz, sevgili annesini hiç üzmezdi. Ana oğul konuşurlarken, küçük Enes çok an-lamlı bir cümle daha kullanıverdi.

- Anne!

- Söyle yavrum.

- Senden bir şey isteyeceğim, ama…

- Aması da ne peki?

- Beni kınar mısın bilemiyorum.

- Sen yanlış bir şey istemesin ki seni kınayayım yav-rum!

- Beni Rasûlullah’ın yanına verebilir misin anneciğim? O’nun yanında olmak ve O’na hizmet etmek istiyorum ben!

- Enes’im benim, sevgili yavrum!

- Alındın mı yoksa anneciğim?

- Böyle güzel bir isteğe alınmak olur mu yavrum. Bu ne hoş söz oğul! Bu ne hoş teklif! Bir değil, bin Enes’im feda olsun O’na. Rabbim uzun ve sağlıklı ömürler versin sana. Dereceni yüksek etsin. Ben de çok düşündüm bunu. Yarın ilk işimiz bu olmalı. Şükürler olsun Allah’ım! Artık Habîbin’e verecek bir şeyim var, hem de en kıymetli şeyim! Kıymetliye kıymetli gerek öyle ya! En kıymetliye de en kıy-metli gerek!

- Çok teşekkür ederim anneciğim.

- Asıl ben sana teşekkür ederim yavrum. Çünkü ben de aynı şeyi düşünüyordum. Ama senin küçük olman endişe-lendiriyordu beni. Şükür ki bu endişeden de kurtuldum.

Böyle güzel bir kararın ardından, her ikisi de uyuya-madılar bir süre. Bu güzel karar, çok sevindirip mutlu et-mişti onları…

Sevgili Enes’ine hayırlı baba olan Ebû Talha ile de konuşan Ümmü Süleym Rumeysa Hanım, onun da çok memnun olduğunu gördü…

- Senin bu Enes’in var ya, harika bir çocuk!

- “Senin” değil artık ey Ebû Talha! “Bizim” diyeceksin artık!

- Bu kadar özel birine beni baba yapan Allah’ıma hamd olsun!

35

Page 33: Siyer-i Nebi 32. Sayı

36

- Benim için bir şeyin yok mu?

- Her şey seninle başladı zaten! Sen olmasaydın, hâlâ putlara tapıyor olacaktım!

- Hidayet sadece Allah’tandır ey Ebû Talha! Ben sadece vesile oldum. Ama duaların ve şükrün içinde olmak iste-dim!

- Allah’ıma hamd, Rasûlü’ne salât ve selamdan sonra, seni hep hayırla anıyorum ey Ümmü Süleym Rumeysa!

- Ben de seni hep hayırla anıyorum ey Ebû Talha! Sen benim sevgili Enes’ime öz babadan ileri oldun!

- Rasûlullah Efendimiz’in yanına beraber gideceğiz de-ğil mi, ey hayırlı hanım?

- Sensiz iş yapar mıyım ben? Elbette beraber gideceğiz ey hayırlı adam!

Sevgili anne ve babası arasında yola çıkan küçük Enes, büyük bir heyecan içindeydi. Gittikçe artan bir heyecan ile nihayet hep beraber Peygamber Efendimiz’in yanına var-dılar.

- Ey Allah’ın Rasûlü! Sana canlarımız kurban olsun. Ensâr’ın erkek ve hanımlarından Sana hediye getirmeyen kalmadı. Ben de hediye getirdim Sana. Eğer kabul edersen çok sevindirmiş olursun bizi. İşte hediyem! Ben hediye olarak en değerli varlığımı getirdim Sana. Enes’imi getir-dim ey Allah’ın Rasûlü! Sevgili Enes’imi Sana takdim edi-yorum. Senin hizmetinde bulunsun istedim. Eğer kabul edersen bizi çok sevindirmiş olursun!

- Evet, ey Allah’ın Rasûlü, Enes’i kabul edin!

- Sen bize her şeyimizden daha kıymetlisin. Düşündük ki, kıymetliye kıymetli gerek! En kıymetliye de en kıymetli gerek. Bizim en kıymetli varlığımız sevgili Enes’imizdir ey Allah’ın Rasûlü. Enes’imizi kabul edin lütfen!

Rasûlullah aleyhisselâm, annesinin yanında duran kü-çük Enes’e bakıp tebessüm etti. “Sen de istiyor musun” diye sorar gibiydi. Akıllı bir çocuk olan küçük Enes, büyük bir heyecan içinde ve büyük adamlar gibi konuştu…

- Senin yanında olmak ve Sana hizmet etmek istiyo-rum ey Allah’ın Rasûlü! Anne babam da çok istiyorlar. Ne olur, kırmayın bizi!

Rumeysa Hanım, sevgili Enes’inin ipek saçlarını okşa-yarak, yine söze girdi.

- Görüyor ve işitiyorsun ki, sadece ben değil, küçük Enes’im başta olmak üzere hepimiz çok istiyoruz bunu. Kü-çük Enes’im sizin hizmetinizde olsun ey Allah’ın Rasûlü!

Rasûlullah aleyhisselâm, Rumeysa ve Ebû Talhâ’nın bu hareketlerinden çok memnun oldu. Küçük Enes’e “Yanıma gel” işareti yaptı…

Büyük bir heyecanla Rasûlullah’ın yanına sokulan kü-çük Enes’in, heyecandan nefesi kesilecek gibi oldu… İlk defa bu kadar yakın oluyordu O’na…

- “Enescik! Her gün yanıma gelebilir misin?”

- Hem de koşa koşa!

Rasûlullah aleyhisselâm, küçük Enes’i bağrına basıp, yanına almayı kabul ettiğini söyleyince, bütün hepsi çok sevindiler. Küçük Enes o zamanlar 10 yaşındaydı…

Ümmü Süleym Rumeysa Hanım sevinçle atıldı…

- Allah senden razı olsun. Küçük Enes’im sadece emin değil, en emin elde şimdi. Ey Allah’ın Rasûlü! Sevgili Enes’im için bir de dua istesem, çok mu ileri gitmiş olu-rum acaba?

Peygamberler Sultanı hemen ellerini açıp, küçük Enes için büyük dualar etti.

- Allah seni başımızdan eksik etmesin yâ Rasûlallah! Malımız-mülkümüz, çoluk-çocuğumuz, canımız-kanımız Sana feda olsun…

Küçük Hz. Enes, sevincinden ne yapacağını bilemez bir haldeydi. Hayatının en mutlu olayı gerçekleşmişti çün-kü…

Rasûlullah aleyhisselâm’ı görmeyi ve O’na yakın olma-yı çok istiyordu. Fakat bu kadarını da beklemiyordu. O’nu görmeyi ve O’nunla olmayı isterken, O’nun hizmetine gir-mişti işte! Sürekli O’nunla olacaktı artık! Bundan büyük bir mutluluk olabilir miydi?

Peygamberler Sultanı ile beraberlik! O’nunla beraber olmak ve O’na cân-ı gönülden hizmet etmek…

Rasûlullah aleyhisselâm’ın yanında iken bile, sevgili annesinin öğütlerini hiç unutmuyordu. Annesinin yanına gidip geldikçe sürüyordu bu öğütler…

- Yavrucuğum, sevgili Enes’im! Şimdi beni iyi dinle!

- Dinliyorum anneciğim!

- Başına nasıl bir devlet kuşunun konduğunun farkın-dasın değil mi?

- Evet anne, fakındayım.

- Peki, şöyle sorsam; eşsiz bir devlet kuşunun yanında, nasıl bir sorumluluk aldığının da farkında mısın?

- Sadece farkında değil, bu işin bilincindeyim ben an-neciğim.

36

Page 34: Siyer-i Nebi 32. Sayı

37

Sen dua edince, Allah’ın izniyle her şeyi

başarırım ben. Yeter ki sen de bu Küçük Hizmetçi’ye dua et

anneciğim!

“ “

- Bu çok iyi işte! Umarım sürekli bu bilinçle hareket edersin oğlum.

- Gayret edeceğim anneciğim, başaracağım da inşallah.

- İnşallah oğlum, inşallah! Sevgili Enes’im, bilirsin ki seni çok severim.

- Biliyorum anneciğim, çünkü ben de seni çok seviyo-rum.

- En çok Allahu Teâlâ -celle celâlühü- Hazretlerini se-veceğiz oğlum, O’ndan sonra da Rasûlullah aleyhisselâm’ı!

- Allah ve Rasûlü’nü her şeyimizden daha çok sevece-ğiz, değil mi anneciğim?

- Evet sevgili Enes’im. Rasûlullah aleyhisselâm, bize her şeyimizden çok daha fazla sevgili olmalı.

- Malımızdan-mülkümüzden, annemizden-babamız-dan, bütün insanlardan ve hatta canımızdan da daha çok seveceğiz, değil mi?

- Bütün bunları ne zaman öğrendin sen oğlum?

- Ben artık Rasûlullah’ın yanındayım anneciğim. O’nun eğitimi altındayım. O’nun her sözünü büyük bir dikkatle öğrenmeye çalıştığım gibi, her hareketini de büyük bir in-celikle takip ediyorum.

- Hay sen çok yaşayasın e mi! Allah sana bütün güzel-liklerin en iyisini versin.

- Sen dua edince, Allah’ın izniyle her şeyi başarırım ben. Yeter ki sen de bu Küçük Hizmetçi’ye dua et anne-ciğim!

- Sürekli dua ediyorum yavrum. Ama sadece dua ile yetinmemelisin.

- Başka ne yapmalıyım peki?

- Büyük bir kısmını yapıyorsun zaten. Ama daha çok dikkat etmelisin. Öncelikle Rasûlullah aleyhisselâm’ı çok iyi tanıman lâzım yavrum!

- Nasıl yani?

- Ne zaman ne yapıyor? Neleri istiyor, neleri istemiyor? Neyi yapmandan hoşlanıyor, neyi yapmandan hoşlanmı-yor? O’nu o kadar çok tanımalısın ki, daha O söylemeden ne istediğini anlayacak bir duruma gelmelisin. O’na hiz-met, senin en çok zevk aldığın şey olmalı!

- Evet anneciğim. Gerçekten de öyle. O’nun istediği bir şeyi yaparken, öyle büyük bir zevk alıyorum ki anlatamam.

- İşte bu da çok iyi bir şey oğlum… Seven, sevdiğine severek itaat edeceği gibi, O’nun isteklerini de büyük bir istekle yerine getirir.

- Küçük Hizmetçi’yim ben anneciğim. Ama küçük ke-limesine takılma! Büyük işler başaracağım Allah’ın izniyle. Çok büyük birinin yanındayım çünkü.

- Allah utandırmasın oğlum! Allah utandırmasın sev-gili Enes’im! 7

Peygamber Efendimiz’i seven, O’nun yanında ve yo-lunda olur, öyle ya!

Sallallahu aleyhi ve sellem…

1-İbrahim Sarıçam, Hz. Muhammed (sav) ve Evrensel Mesajı, s. 128.2-ranlılar gibi.3-İbn Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, c. 2, s. 164-167.4-Süheylî, er-Ravdu’l-Unuf fî Şerhi’s-Sîretü’n-Nebeviyye li’bni Hişâm, c. 4, s. 101-102.5-Taberî, Târihu’l-Ümem ve’l-Mülûk, c. 2, s. 255-256.6-Ebû’l-Fidâ İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, c. 3, s. 123-124.7-Beyhâkî, Delâîlü’n-Nübüvve, c. 2, 524-525.

37

Page 35: Siyer-i Nebi 32. Sayı

38

Enes (r.a) rivayet ediyor: “Rasûlullah (s.a.s) Efendi-miz bana şöyle buyurdular:

“Yavrum! Ailenin yanına girdiğin zaman onlara selâm ver. Bu sana ve ailene bereket getirir.” 1

Selâm, İslâm’ın şiârıdır, nişanesidir. Müslümanların güzel duygularını özetleyen en güzel kelimelerden bi-ridir.

Bir yere girerken selâm verilir, bir yerden çıkarken selâm verilir, bir kişiyle, bir toplulukla karşılaşınca selâm verilir… O, sevginin ve kaynaşmanın artmasına vesiledir. Allah Rasûlü (s.a.s);

“Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim ki, iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevme-dikçe gerçek manada iman etmiş olmazsınız. Yaptığı-nızda aranızdaki sevgiyi artıracak bir şeyi size işaret edeyim mi? Selâmı aranızda yazyın.”2 buyuruyor.

Mü’minlerin selâmlaşması, âyetle de sâbit bir emr-i ilâhîdir. Zikr-i Hakîm’de şöyle buyurur:

“Size selâm verildiğinde, selâma size verilenden daha güzel bir şekilde mukabele edin veya aynı şekilde karşılık verin. Allah, her şeyi bütün incelikleri ile hesap edendir.” (Nisâ Sûresi 4/86)

Emr-i İlâhî’de birinci derecede istenen, şüphesiz selâma daha iyi bir şekilde karşılık verilmesidir. En

azından aynı derecede güzellikle selâm verilmelidir. Melekler de Âdem’in selâmına “rahmet” ekleyerek kar-şılık vermişlerdir. Onların mukabelesi selâmı güzel al-manın bir örneğidir.

Müttefekun aleyh olan bir hadiste Allah Rasûlü (s.a.s) Âdem (a.s) ve meleklerin selamlaşması ile ilgili olarak şöyle buyurur:

Allah, Âdem’i yarattığında ona; oturmakta olan bir grup meleğin yanına varmasını ve onlara selâm ver-mesini emretti. “Onların seni nasıl selâmladıklarını iyi dinle; bu senin ve zürriyetinin selâmıdır.” buyurdu. Âdem meleklere: “Es-selâmü Aleyküm!” diyerek selâm verdi. Melekler; “Es-selâmü Aleyke ve Rahmetullah!” diyerek ve onun selâmına “Rahmetullah”ı ekleyerek karşılık verdiler.3

O, hem Âdem’in, hem de zürriyetinin selâmıdır. Selâm, Âdem’den günümüze kadar vardır.

Ancak daha iyi bir karşılık olarak istenen, sadece kelime fazlalığıyla daha güzel cevap verme olmasa ge-rektir. Çünkü bazen selâm veren insan size ekleyecek kelime bırakmadan söyleneceklerin hepsini sıralayabi-lir. Siz de en azından onun söyledikleriyle onun selâmı-nı alır, aynı dua ve niyazlarla karşılık vermiş olursunuz. Yine de bilinmelidir ki, selâma daima fazlasıyla karşılık

Yuvalarınıza Girerken Selâm Veriniz

Şerafettin KALAY

“Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim ki, iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe gerçek manada iman etmiş olmazsınız. Yaptığınızda aranızdaki sevgiyi artıracak bir şeyi size işaret edeyim mi?

Selâmı aranızda yayın.”

Vermeye Alıştırınızve Çocuklarınızı da

Selâm

Page 36: Siyer-i Nebi 32. Sayı

39

verme imkânı vardır. Bu nasıl olur, diye sorulursa cevap açıktır. Daha içten, daha gönülden selâm alış ile. İçten-liğin, samimiyetin dile, ses tonuna aksedişiyle… Güler yüzle… Böyle yaparsanız selâmlaşmanın en büyük he-deflerinden biri olan sevgi artışına, kaynaşmaya vesile olursunuz. Bu gerçeği unutmayınız.

Bir dostunuzun evine vardığınızda veya herhangi bir eve girmek istediğinizde, ev halkına gelişinizi belli etmek, kendinizi tanıtmak, giriş için izin istemek ve görünce onlara selâm vermek de bir emr-i ilâhîdir:

“Ey iman edenler! Kendi evlerinizden başka evlere, orada oturanlara geldiğinizi ve kim olduğunuzu belli etmeden, ev halkına selâm vermeden girmeyin. Bu si-zin için daha hayırlıdır; herhalde bunu düşünür, değer-lendirir ve anlarsınız.” (Nûr Sûresi, 24/ 27)

Selâm hem dost kapısını, hem de gönül kapısını açan bir anahtardır.

Kendi evinize girerken de selâm veriniz. Hatta içer-de insan olmasa bile. Rabbimiz, Zikr-i Hakim’de şöyle buyurmaktadır:

“Evlere girdiğinizde, Allah katından mübarek ve güzel bir selâmlama ile birbirinize selâm verin.” (Nûr Sûresi, 24/ 61).

Âyet-i kerîmedeki ifade tam kelime karşılıkları ile meallendirilirse “birbirinize selâm verin” yerine “ken-

dilerinize selâm verin” denmesi gerekir. Murat, “bir-birinize selâm verin” olduğu için böyle meallendirme daha uygundur.

Ancak âyet-i kerîmenin “kendilerinize selâm verin” ifadesinde dikkat edilecek bir incelik vardır: Rabbimiz, sanki bu vurguyla selâm verdiğimiz ya-kınlarımızı, mü’min kardeşlerimizi kendimizden bir parça saymamızı ve onları bu şuurla selâmlamamızı emrediyor… Bu üzerinde düşünülmesi gereken bir inceliktir.

Ayrıca kardeşimize vereceğimiz selâmın daha güzel bir şekilde bize geri döneceği, böylece selâmlanmamıza vesile olacağı da göz ardı edilmemelidir.

Her güzel davranış, her hayır, onu işleyen sahibine bir şekilde geri döner. Kötülük de öyledir…

Siz kardeşleriniz için güzel şeyler düşününüz, güzel şeyler yapınız. Bunu kendiniz için de yapmış olacaksı-nız. Hep güzel şeyler düşünür, güzel şeyler yaparsanız, düşündükleriniz ve yaptıklarınız simanıza aksedecek, gönlünüzü ve ufkunuzu açacak, göz nurunuz olup yo-lunuzu aydınlatacak, ebedî dünyanızı güzelleştirecektir.

1-Sünen-i Tirmizî, İsti’zan (5/ 59, Hadis No: 2698).2-Sahih-i Müslim, İman (1/ 74), Sünen-i Ebu Davud, Edeb (5/ 378), Sünen-i Tirmizî, İsti’zân (5/ 52). 3-Sahih-i Buhârî, İsti’zân(18/ 283), Sahih-i Müslim, Cennet (4/ 2183-2184).

“ “Selâm hem dost kapısını, hem de gönül kapısını açan bir anahtardır.

Siz kardeşleriniz için güzel şeyler düşününüz, güzel şeyler yapınız. Bunu kendiniz için de yapmış olacaksınız. Hep güzel şeyler düşünür, güzel şeyler yaparsanız,

düşündükleriniz ve yaptıklarınız simanıza aksedecek, gönlünüzü ve ufkunuzu açacak, göz nurunuz olup yolunuzu aydınlatacak, ebedî dünyanızı güzelleştirecektir.

Page 37: Siyer-i Nebi 32. Sayı

40

Medine, hicretten önceki adıyla Yesrib, halkı İs-lam’la şerefl enmeden önce iktidar savaşlarıyla

zayıf düşmüştü. Arap Yarımadası’nın diğer şehirlerinden pek de farkı yoktu, yeryüzünün en kıymetli insanına ve en kutlu topluluğuna kucak açana kadar. Yerli kabilelerin üstünlük mücadeleleri, yıllarca devam eden kan davaları, sorgusuzca tapılan putlar ve çeşitli cahiliye âdetleri diğer-lerinde olduğu gibi bu şehre de hâkim olan unsurlardı.

Hicretten önce idarî anlamda bir birlik bulunmayan Medine’de her kabile kendi içinde kurallara ve yönetime sahipti. Ortak bir kanunları olmadığı için şehirde gü-venlikten bahsedilemezdi. Küçük kabileler, ekonomi ve nüfus bakımından kendilerinden daha büyük kabilelerin himayesine girerlerdi. Ayrıca şehirde kendilerini koruma amaçlı ‘utum’ denilen yüksek kaleler inşa etmişlerdi.

Şehre yerleşen üç ayrı topluluktan (Amâlika, Yahudiler, Evs ve Hazrec) hangisinin daha eski olduğu kesin olarak bilinmemektedir. Genellikle kabul edilen ri-vayet, buraya ilk olarak Amâlika kavminin geldiği, Bâbil Kralı’nın Kudüs’ü işgali ve Süleyman Mabedi’ni yıkma-sından sonra da Yahudilerin gelip yerleştiğidir.1 Roma İmparatorluğu’nun zorla Hıristiyanlaştırma faaliyetle-rinden kaçan Yahudilerle de bu göç hızlanmıştır.

Evs ve Hazrec kabileleri Hârise b. Sa’lebe’nin iki oğlu olup Yemenli Ezd kabilesine mensuptu. Anneleri Kay-le bint Amr b. Cefne idi.2 Bu sebeple kendilerine Kayle

oğulları deniliyordu. Onlar Medine’ye beşinci yüzyıl-da gelip yerleşmişlerdi. Böylece Arap ve Yahudilerle iki farklı kültür, din ve ırktan oluşan bir şehir meydana gel-miş oldu.

Evs ve Hazrec önceleri geniş arazi ve tarla sahibi Yahu-dilerin yanında çok az ücret ya da yiyecek karşılığında zor şartlarda çalışmaya başladılar. Daha sonra Yahudilerin baskılarına karşı güçlerini arttırmak için Yesrib dışında-ki Araplarla işbirliğine giriştiler. Yahudilerin kendilerine yönelik yapacakları bir müdahaleyi bekledikleri bu dönemde Hazrec kabilesinin reislerinden Mâlik b. Aclân el-Hazrecî, kendilerine akraba olan ve Yemen’den aynı zamanda göç ettikleri rivayet edilen Ezd kabilesinin bir diğer kolu olan Gassânîlerden yardım istedi.3 Bu tarihten sonra da Arap kabileleri daha güçlü duruma geldiler. An-cak topraklarını ve ekonomik üstünlüklerini kaybetmek-ten korkan Yahudiler Evs ve Hazrec’i birbirine düşürerek güçlerini kırmayı başardılar. Yesrib’de artık iki kardeş ka-bilenin üstünlük mücadelesi başladı. Araplar birbirlerine karşı yaptıkları savaşlarda Yahudi kabilelerin desteğini aldılar. Evs kabilesi Benî Nadîr ve Benî Kureyza ile Haz-rec ise Benî Kaynuka ile ittifak halindeydi.

Yaklaşık 120 yıl iki kabile arası savaşlar devam etmiş-tir. Bu savaşlar sebebiyle Evs ve Hazrec’in mahalleri kul-lanılamaz duruma gelmişti. Gerek bu mahallelerin tekrar imarı için gereken malzeme gerekse savaşlarda kullanı-

HİCRETTEN ÖNCE MEDİNE TOPLUMU Yesrib’in Suriye ticaret yolu üzerinde bulunması ve halkının hac için Mekke’ye gelip gitmesi sebebiyle hicretten önce Kureyşlilerle Yesribliler arasında dostane ilişkiler vardı. Rasûlullah’ın babası Abdullah’ın Şam dönüşü Yesrib’de konaklayıp burada vefat etmesi, Hz. Peygamber’in annesiyle birlikte burayı ziyaret edip bir müddet burada kalmaları ayrıca akrabalık bağlarının bulunması Kureyşlilerin ve Efendimizin buraya pek de

yabancı olmadıklarını göstermektedir.

Yesrib’in Suriye ticaret yolu üzerinde bulunması ve halkının hac için Mekke’ye gelip gitmesi sebebiyle

Ümmühan Hande ÖZÇIRAK

Page 38: Siyer-i Nebi 32. Sayı

41

lacak silahlar ve eşyalar büyük oranda şehirdeki Yahu-dilerden sağlanıyordu.4 Sonuçta kardeş savaşlarından siyasî ve ekonomik olarak çıkar sağlayanlar Yahudiler oluyordu.

Çarpışmalar Sümeyr Savaşı ile başlamış,5 son savaş ise Buas Harbi olmuştu. Hicretten beş yıl önce meyda-na gelen bu savaşın çıkma sebebi Evsli birinin Hazrec kabilesine sığınan bir kimseyi öldürmesiydi. Savaştan Evs kabilesi galip çıkmış, ancak her iki taraf da büyük oranda can kaybı yaşamıştı.

Abdullah b. Ubeyy b. Selûl kendi kavmi olan Haz-rec’in, Evs kabilesi ile aralarında vuku bulan Buas Harbi’ne katılmamıştı. Bu nedenle Buas hadisesinden sonra hem Hazrec’in hem de Evs’in etrafl arında toplanabilecekleri tek kişi olarak görünüyordu.6 Hatta bazı kaynaklar onun liderliğine kesin gözüyle bakıldığını ve kendisi için bir taç hazırlattığını yazar. İşte Evs ve Hazrec’in İslamiyet’le tanışmaları bu aşamada olmuştur. Yesrib’e artık barış gel-mesini ve birlik kurmayı isteyen Evs ve Hazrec, Akabe’de görüştükleri Hz. Peygamber’in (s.a.s) çağrısına büyük bir istekle sarılmış ve Müslüman olmuşlardır.

Yesrib halkının dinî hayatına göz attığımızda Yahu-dilikle beraber putperestliğin hâkim olduğunu görürüz. Medinelilerin asıl putları Medine’ye takriben iki günlük mesafede, Kızıldeniz Bölgesinde, el-Muşallal denen yer-de bulunan Menat idi. 7 Kâbe’yi de kutsal sayıp hac ve umre için gelirlerdi. Mekke ve Yesrib arasındaki Menat putunu ziyaret ettikten sonra haclarının tamam olduğuna inanırlardı. Ancak Yahudilerden aşina oldukları bazı inançlar da vardı. Özellikle Yahudilerin bir peygamber beklentisi içinde olmaları ve Arapları onunla üstünlük kuracaklarına dair tehdit etmeleri Evs ve Hazrec’in Hz. Peygamber’in mesajını kabulde acele etmelerini sağla-mıştır.

Yesrib’in Suriye ticaret yolu üzerinde bulunması ve halkının hac için Mekke’ye gelip gitmesi sebebiyle hicret-ten önce Kureyşlilerle Yesribliler arasında dostane ilişkiler vardı. Rasûlullah’ın babası Abdullah’ın Şam dönüşü Yes-rib’de konaklayıp burada vefat etmesi, Hz. Peygamber’in annesiyle birlikte burayı ziyaret edip bir müddet burada kalmaları ayrıca akrabalık bağlarının bulunması Kureyş-lilerin ve Efendimizin buraya pek de yabancı olmadıklarını göstermektedir.

Yesrib adı, fesat anlamına gelen bir kökten geldi-ği için Hz. Peygamber hicretten sonra buraya hoş ve güzel anlamına gelen “Tâbe” veya “Taybe” unvanları-nı vermiştir.8 İslam’ın kurumsallaşması ve yayılması için atılan en büyük adım olan hicretten sonra şehrin adının değişmesi, şehrin niteliğinin de değiştiğinin bir habercisiydi âdeta. Müslümanların ortak gayreti sonucu burası gerçek manada şehirleşmiş ve “Medi-netü’n-Nebî” adını almış, daha sonra şehir anlamına gelen “Medine” adıyla anılır olmuştur. Şehirdeki iç savaşın sona ermesi ve huzurun sağlanması Hz. Peygamber’in önderliğinde kurulan din kardeşli-ği sayesinde gerçekleştirmiştir. Ensar kardeşliğiyle Evs ve Hazrec’in birliği, ensar muhacir kardeşliğiyle de tüm Müslümanların birliği sağlanmıştır. Medine Müslümanlarla öyle bütünleşmiştir ki Hz. Ömer gibi sahabiler burada ölmeyi isteyecek kadar çok sevmiş-lerdir bu şehri. Mekke’nin fethinden sonra da Rasû-lullah (s.a.s) Medine’ye geri dönüp yaşamını burada devam ettirmiş ve bu şehri İslam Devleti’nin başşehri yapmıştır.

Mekke ile birlikte iki haremden biri olan Medine, hicret yurdu olması ve halkının herhangi bir zorla-ma olmaksızın İslamiyet’i benimsemesinden dolayı “Kur’an’la fethedilmiş” kabul edilir.9 Medine, İslâm’ın kabul edildiği toplumu nasıl büyük bir değişikliğe gö-türdüğüne en güzel örnektir. Yesrib’in Medine olması, cahiliyenin yerini İslam idealinin alması, ateş çuku-runa düşmek üzere olan bir topluluğun gül bahçesine dönüşmesi demektir.

“Allah’ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbi-rinize düşman idiniz, Allah kalplerinizi uzlaştırdı. O’nun nimetiyle kardeşler haline geldiniz. Siz ateşten bir çukurun kenarında bulunuyordunuz, Allah sizi ondan kurtardı. Al-lah size ayetlerini böyle açıklıyor ki, yola gelesiniz.”10

1-Nebi Bozkurt - Mustafa Sabri Küçükaşcı, DİA, “Medine” c.28 s. 306.2-Murat Sözener, İslam’ın Doğduğu Çağda Evs ve Hazrec Kabileleri Arasındaki İlişkiler, s. 8.3-Sözener, s 40.4-Sözener, s.54.5-İbrahim Sarıçam, Diyanet Aylık Dergi, 115. Sayı Temmuz 2000.6-Sözener, s.29. 7-Bütün yönleriyle Asr-ı Saadette İslam c.1, s.105.8-İbrahim Sarıçam, Diyanet Aylık Dergi, 115. Sayı Temmuz 2000.9-Nebi Bozkurt - Mustafa Sabri Küçükaşcı, “Medine” c.28, s.306.10-Âl-i İmran 3/ 103.

“Allah’ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman idiniz, Allah kalplerinizi uzlaştırdı. O’nun nimetiyle kardeşler haline geldiniz. Siz ateşten bir çukurun kenarında bulunuyordunuz, Allah

sizi ondan kurtardı. Allah size ayetlerini böyle açıklıyor ki, yola gelesiniz.”

Page 39: Siyer-i Nebi 32. Sayı

42

PEYGAMBER’İNDoç. Dr. Aynur URALER

“İyi biliniz ki

sizin en hayırlınız,

en güzel huylu olanınızdır.”

HZ

.

Sallallahu Aleyhi Vesellem

ÖRNEK AHLÂKI VE ŞAHSİYETİ*

Peygamberlerin ümmetlerine güzel bir örnek olmaları onların gönderiliş gaye-lerindendir. Şüphesiz ki Müslümanların

hem ferdî hayatlarında hem de sosyal hayatlarında kendisine uyacakları rehberleri, peşinden gidecek-leri yegâne örnekleri Hz. Muhammed (s.a.s)’dir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim, Rasûlullah’ın (s.a.s) hayat ve şahsiyetini Müslümanlar için örnek olarak göster-miştir. (bkz. Ahzâb Sûresi 33/21). Örnek gösterilen kişinin ahlâkı da örnektir. İslâm ahlâkının temsilcisi olan Peygamberimiz (s.a.s), güzel ahlâkın ne derece

önemli olduğunu “İyi biliniz ki sizin en hayırlınız, en güzel huylu olanınızdır.” sözleriyle ifade etmiştir. Bu sebeple Ashâb-ı Kirâm O’nun örnek hayatını titiz-likle izlemişler; kendi yaşayışları için örnek almışlar, hem de sonraki nesillere büyük bir gayret ve itina ile nakletmişlerdir. O’nun ahlâk ve şahsiyetinin kaynağı Kur’ân-ı Kerim’dir. Yani Efendimiz (s.a.s) Kur’ân’ın emrettiğini yaparak yasakladığı şeylerden kaçınarak hayatını şekillendirmiştir.

Hz. Muhammed’in (s.a.s) ahlâkını anlatan pek çok hadis bulunmaktadır. Bunlardan bazıları şöyledir:

• Kusursuz bir ifade kabiliyetine sahip olan Rasûlullah (s.a.s), hayatı boyunca sadece gerçeği söylemiş ve söylediklerini harfi harfine yaşamıştı.

• Gönlü zengindi. Affetmeyi sever, kimse-yi incitmez, düşmanlarının dahi iyiliğini isterdi. Kur’ân-ı Kerim’de O’nun bu meziyetinden övgüyle

Page 40: Siyer-i Nebi 32. Sayı

43

O (s.a.s), kötülüğe kötülükle karşılık vermez, aksine kusurları affederdi. Bir yerde bir kusur görse yüzünü çevirirdi. Bir şeye celâllenirse Kur’ân’a uymadığından dolayı celâllenirdi. Bir şeyi beğenirse Kur’ân’a uyduğu için beğenirdi. Allah’ın

emirleri çiğnendiğinde sessiz kalmaz muhakkak tepki gösterirdi.

bahsedilir ve şöyle buyrulur: “Eğer kaba, katı kalpli ol-saydın muhakkak ki insanlar çevrenden dağılır, gider-lerdi.”1 O, insanların kusurlarını yüzlerine vurmaz, ten-kitlerini isim vermeden yapardı.

• Geçici sıkıntılarını tasa etmezdi. Diğer Müs-lümanlara da kanaatkâr olmayı, hayata daima iyimser bakmayı tavsiye ederdi.

• Giyiminde temizliğe ve sadeliğe önem verir, lüksten kaçınır, bununla birlikte pejmürdelikten de hoş-lanmazdı.

• Temizliği “İmanın yarısı” sayardı. Bizzat ken-disi temiz olduğu gibi bu alışkanlığı etrafındakilere de kazandırmaya çalışırdı.

• Bir öğünlük yemeğini bile, olmayana verdiği için hem kendisinin hem de ailesinin aç sabahladığı çok geceler olmuş, fakat kendisi ve ailesi, iyilik yapmanın ve Allah’ın hoşnutluğunu kazanmanın verdiği mutlulukla açlığın sıkıntısını yenmişlerdir.

• Yeri gelince bir yiğit, yeri gelince son derece ha-lim selim bir kimse idi.

• Adaleti titizlikle korur; insanlara sırf mevki ve makamlarına göre muamele etmezdi. Aksine fakirlerin, kimsesizlerin, yetimlerin, hastaların, gariplerin, çocuk-ların daha çok ilgi ve mutluluğa muhtaç olduklarını bilir ve ilgisini onlardan esirgemezdi.

• Kibirlenmekten nefret eder, kibirle imanın bir kalpte birleşemeyeceğini söylerdi. Kimseye karşı bü-yüklük taslamaz, fakat düşmanların karşısında da ezilip küçülmezdi. Otoritesini sürdürmek için sunî ve zorlama tedbirlere başvurmazdı.

• Dalkavuklardan hoşlanmazdı.

• Kendisine bir ilâh gözüyle bakılmasına asla razı olmaz; kendisinin de bir insan olduğunu sadece Allah’ın korumasıyla hata ve günahtan kurtulabileceğini samimiyetle ifade ederdi.

• Halkın arasına katılır; insanlarla olan ilişkileri-ni herhangi bir insan gibi sürdürür; hastaları, dostları-nı, komşularını ziyaret eder; Müslümanların acı ve tatlı günlerini paylaşmaktan geri kalmazdı.

• İş ve hareketlerinde taşkınlık yapacak karakter-de değildi. Hayatı boyunca aşırılık ve taşkınlık yapma-mıştır.

• O (s.a.s), kötülüğe kötülükle karşılık vermez, aksine kusurları affederdi. Bir yerde bir kusur görse yü-zünü çevirirdi. Bir şeye celâllenirse Kur’ân’a uymadığın-dan dolayı celâllenirdi. Bir şeyi beğenirse Kur’ân’a uydu-ğu için beğenirdi. Allah’ın emirleri çiğnendiğinde sessiz kalmaz muhakkak tepki gösterirdi.

• Kimseyi dövmemiştir. Herkese karşı sabırlı davranıp “öf ” bile dememiştir.

• Rasûlullah (s.a.s), insanların en lütufkârıydı. Kendisinden bir şey soranı can kulağıyla dinler bütün vücuduyla ona yönelirdi. Karşısındakinin sözünü kes-mezdi. Soru soran ayrılıp gitmedikçe Rasûlullah (s.a.s) oradan ayrılmazdı.

• Bir kimse Peygamberimiz (s.a.s) ile tokalaşsa tokalaşan kişi elini çekmedikçe O, elini çekmezdi.

• Bir topluluğun yanına gittiğinde baş tarafa geç-mez, boş bulduğu yere otururdu. Özel bir sarayı, tahtı ol-mayan Peygamberimiz (s.a.s), nerede oturursa otursun diğer insanlarla aynı hizada otururdu.

• Zengin-fakir, genç-yaşlı ayırt etmez, yardım isteyen herkese yardım ederdi. Bazen bir çocuk gelir Rasûlullah’ın (s.a.s) elinden tutar, istediği yere götürür-dü. Bazen de bir hizmetçi gelir, herhangi bir konuda yar-dım ister, Peygamberimiz (s.a.s) ona da hayır demezdi.

• Herkese karşı güler yüzlüydü, güzel huyluydu. Çok merhametliydi, affediciydi, sert ve katı kalpli değildi. Bağırıp çağırmazdı.

Page 41: Siyer-i Nebi 32. Sayı

44

• Cimri değildi, kendisinden bir şey isteyen, ümit içerisinde olurdu. İhtiyacı olanların ihtiyacını yerine ge-tirmeye çalışırdı.

• Bir devlet başkanı, bir ordu komutanı, bir öğ-retmen, bir imam olmak gibi pek çok görevi üstlenen ve hayatın içinde olan Hz. Muhammed (s.a.s), aynı zaman-da hayâlı idi. Güzel bulmadığı bir şey, yüzünden anlaşı-lırdı. Bu görevleri yapması O’nun (s.a.s) yırtıcı, kibirli, saygısız ve ukalâ olmasını gerektirmemişti.

• Rasûlullah (s.a.s), oturup kalkarken Allah’ı zik-rederdi.

• Herkesin durumuna göre muamele edip, ilti-fat ederdi. Bu sebeple herkes, kendisinin Rasûlullah’ın (s.a.s) en yakını olduğu hissini taşırdı.

• Toplulukla yemek yemeyi severdi. Yemeğe bes-meleyle başlar, sağ elini kullanır, tıka basa yemez, doy-madan sofradan kalkar, yemekten önce ve sonra ellerini yıkardı. Sağlığa zararlı ve dinen haram olan veya ko-kusuyla çevresindekileri rahatsız edecek şeyleri yemez; bunların dışında hiçbir yemek için “sevmiyorum” de-mezdi. Sofra adabına daima uyar, bu konuda çevresin-dekileri de sabırla ve nezâketle eğitirdi.

• Hiçbir ikramı ve hediyeyi küçümsemezdi.2

* Bu yazı hocamızın izniyle Gönüllerin Gülü Hz. Muhammed adlı esrinden alınmıştır.1-Âl-i İmrân Sûresi 3/159.

Bir devlet başkanı, bir ordu

komutanı, bir öğretmen, bir

imam olmak gibi pek çok görevi

üstlenen ve hayatın içinde

olan Hz. Muhammed (s.a.s),

aynı zamanda hayâlı idi. Güzel

bulmadığı bir şey, yüzünden

anlaşılırdı. Bu görevleri yapması

O’nun (s.a.s) yırtıcı, kibirli,

saygısız ve ukalâ olmasını

gerektirmemişti.

Page 42: Siyer-i Nebi 32. Sayı

45

Hepimiz birer yolcu olarak gönderilmişiz dünyaya. Sırat köprüsü dünyanın kendisiymiş. Köprüyü geçebilenler ulaşacaklarmış cennete. Kıldan ince kılıçtan keskin bu köprüden geçer-ken ayağımız kayarsa cehenneme düşmemek elde değilmiş. Bu köprü o kadar büyük zor-luklarla donatılmış ki onu geçmek tek başına neredeyse imkânsızmış. Unuttuğunda hatır-latacak, düştüğünde kaldıracak, uyukladığın-da, gaflete düştüğünde uyandıracak, yoldan ayrılmaya izin vermeyecek yol arkadaşlarına ihtiyaç varmış ve bu yolda böyle arkadaşlar bulabilmek ancak öyle bir arkadaş olabilmekle mümkünmüş.

Yolculuğumuzun sonuna kadar sırat-ı müs-takim üzere olabilmek, yollar bölük bölük ayrıldığında, daima sağdan, Allah rızasının olduğu yoldan gidebilmek için; eşlerimiz, ço-cuklarımız, hakkı ve sabrı tavsiye eden Müslü-man erkekler ve Müslüman kadınlar birer yol arkadaşı tayin edilmiş bize.

Ancak ne yaparsak yapalım kurtulama-dığımız, imanımız ve ibadetlerimiz arttıkça bizi kandırmak için daha da büyüyen, bü-yüklüğü cisminde değil sorduğu sorularda gizli bir yol arkadaşımız varmış ki onunla mücadele etmeden, onun bir adım önünde yürümeden bu yolculuğu hakkıyla tamam-lamak imkânsızmış. Onun yolunun sonu ilk günden belli olduğu halde kendine arka-daşlar çağırır, gördüğü ilk günden itibaren düşman ilan ettiği insanları kandırmak için

güzeli çirkin, çirkini güzel gösterir, ona ina-nıp arkasından gidenleri cehennem çukurla-rından bir çukura yuvarlayıverirmiş.

“Ben ödevlerini tam yapmış, kalbi mutma-in, dini kemale ermiş Müslüman’ım.” demek dünyanın en büyük iddiasıymış, iman arttıkça imtihan da artarmış ve Allah insanı iddiasın-dan vururmuş.

“Ben bu yolculuğa koşarak başladım, di-ğerleri çok gerideler, menzile ulaşmama da az kaldı, oradaki tüm nimetler benim olacak.” zannına kapılmadan gaflete, kibre düşmeden, emin adımlarla, tövbe istiğfar ve tevazu ile bi-tirmeliymişiz yolculuğumuzu. Emaneti sahibi-ne hakkıyla teslim etmeden zafer sarhoşluğu-na kapılanlar, helak olup gitmiş bu yolda.

Bunca zorluğun yanında kolaylıklar da var-mış tabii ki; Allah bize şah damarımızdan daha yakınmış, seslendiğimizde yardımımıza koşar, dualarımıza cevap verir, sabır ve namazla yar-dım dileyenlerin yolculuğunu kolaylaştırır, bize bizden daha yakın bir yol arkadaşı olurmuş.

Bildik... Gördük... İman ettik...

Yolculuğumuzun; karanlıklardan aydınlı-ğa, haramlardan helallere, dünyadan cennete olabilmesi dileği her daim kalbimizde:

“Ey kalplerimizi evirip çeviren Allah’ım, kalplerimizi senin yoluna çevir ve o yolda so-nuna kadar sabit kıl!”

YOL... YOLCU...

YOL ARKADAŞLIĞI...

Betül ÜNSAL

Page 43: Siyer-i Nebi 32. Sayı

46

MUHACİRDEN MÜLTECİYE, KARDEŞLİKTEN SIĞINMACILIĞA

Tarihin akışına yön veren önemli olaylar var-dır. Bu olaylar sadece muhataplarını değil bir bütün olarak insanlığı etkilemektedir. Hicret

de tarihin gidişatına yön vermiş bu tür hadiselerden bi-ridir. Bu nedenle İslam Tarihi’nde Hz. Peygamber’in (a.s) risâlet ile gönderilmesinden sonraki en önemli hadisenin hicret olduğunu söylemek yanlış olmasa gerektir. Zira hicret ile beraber sadece Müslümanların değil insanlığın gidişatı değişmiş, yeni bir döneme girilmiştir. Bu yeni dönemin sadece Arap Yarımadası’na değil yeryüzünde mevcut olan tüm medeniyetlerin gidişatına önemli tesir-lerde bulunduğuna tarih tanıklık etmektedir.

Hicretin sahip olduğu bu genel etki Müslümanlar söz konusu olduğunda daha da somutlaşır. Bu nedenle Kur’ân ayetleri Mekkî-Medenî şeklinde bir ayırıma tâbi tutulur; Hz. Peygamber’in (a.s) başka din ve kültürlere mensup olan toplumlar ile olan münasebetlerinde iki döneme dair farklı tutumlar sergilediği kabul edilir; şer‘î ahkâmın karakterinin hicret ile beraber farklı bir şekil aldığı görülür. Müslümanların hicreti bu kadar önem-semelerinde birçok etkenden söz etmek mümkündür. Bunlardan biri, Mekke’den hicret eden ve Muhacir olarak isimlendirilen ilk Müslümanlar ile onları bağrına basan Medine mukimleri olan ve Ensar olarak isimlendirilen Müslümanlar arasındaki ilişkidir.

Muhacir ile Ensar arasındaki ilişkiyi tarihte benzeri olmayan bir yere yükselten en temel husus hiç şüphesiz Medine yerlilerinin, vatanlarını, yuvalarını, ailelerini, akrabalarını, sahip oldukları mal ve mülkü bırakarak kendilerine yönelen Mekkeli Müslümanlara karşı takın-dıkları tavırdır. Zira Ensar, Mekke’de zor şartlar altınday-ken ilahî emirle Medine’ye gelen Muhacirleri insanlığın kıyamete kadar gıpta ile anacağı ve benzerini bir daha göremeyeceği bir fedakârlıkla karşıladı. Burada Mekkeli-lerin yardan ve serden geçerek arkalarına hiç bakmadan ellerinin tersiyle bütün dünyalıkları bir kenara itmeleri kadar, Medinelilerin karşılıksız ve büyük bir fedakârlıkla ortaya koydukları kardeşliğin de altını çizmek gerekir.

Ensar’ın tavrında kardeşliğin baskın gelmesi, Mek-ke’den Medine’ye gidişi bir göç ve iltica olmaktan çıkar-mış, hicrete dönüştürmüştür. Bunda Ensar’ın, Mekke’den gelen kardeşlerine sığınmacı olarak bakmayıp onları Muhacir olarak görmelerinin büyük rolü olmuştur. Bu tutumun bir sonucu olacak ki hicret edenlerden biri olan Hz. Peygamber’i (a.s) kendilerine lider olarak görmüşler-dir. Ne Hz. Peygamber’i (a.s) ne de onunla beraber kutlu yolculuğa çıkan hemşerilerini incitecek bir tutum içeri-sine girmemiş; aksine onlara birçok kez iltifatta buluna-rak bağırlarına basmışlardır. Zira Medineliler Mekke’den gelenlerin bulundukları yerlerde kendileri gibi bir hayat sürdürdüklerinin farkındaydılar; Medineliler Mekke’den gelenlerin büyük ticari faaliyetler yaptıklarının farkın-daydılar; Medineliler Mekke’den gelenlerin asil insanlar olduklarının farkındaydılar; Medineliler Mekke’den ge-lenlerin büyük acılar sonucu kendilerine geldiklerinin farkındaydılar ve her şeyden önemlisi Medineliler Mek-ke’den gelenlerin ilahî takdir ile kendilerine yöneldikle-rinin farkındaydılar. İşte bu farkındalık, hicret edenlerin geride bıraktıkları acıları unutmalarını sağlamıştır.

Tarihte birçok defa evlerinden ve yurtlarından ay-rılmak zorunda kalan nice toplumlar olmuştur. Ancak hiçbir ayrılık veya göç, hicret olarak isimlendirilmemiş-tir. Bunda göç edenler kadar onları karşılayan, onları yanlarına alanların tavrının belirleyici olduğunu söyle-mek mümkündür. Her göçün arkasında büyük acılar ve

Ensar, Muhacir’i çadır kentlere, mülteci kamplarına yerleştirmedi; evlerine yerleştirdi, ocaklarını pay-laştı. Ensar, Muhacir’e insanî ol-mayan bir ücret vererek onları zor işlerde çalıştırmadı; kendi işlerine ortak etti. Ensar, Muhacir’e geri döneceklerini, geçici bir süre ken-dilerine sığınmacı olarak geldikleri-ni ima etmedi; onlara Medine’nin aslî unsurları gibi davrandı. Ensar, Muhacir’e yapılan haksızlıklara göz yummadı; hukuku onlara da teşmil ederek adaleti ayakta tut-maya çalıştı. Ensar, Muhacir’i ken-di öz nefislerine tercih etti.

Yrd. Doç. Dr.Necmettin KIZILKAYA1

46

Page 44: Siyer-i Nebi 32. Sayı

47

onulmaz yaralar bulunmaktadır. Bunları azaltan ve etkisini unutturan tek bir şey vardır: Kucak açanların tutumu. Göç edenlere sığınmacı, mülteci, kamplarda yaşamak zorunda kalan insanlar gibi muamele edil-mesi halinde acıların unutulamayacağı, belki de daha da artacağı aşikârdır. İslam Tarihi’ndeki hicreti iltica ve sığınmadan ayıran en temel husus, daha önce ifa-de edildiği üzere Ensar’ın tutumudur. Ensar, Muha-cir’i çadır kentlere, mülteci kamplarına yerleştirmedi; evlerine yerleştirdi, ocaklarını paylaştı. Ensar, Muha-cir’e insanî olmayan bir ücret vererek onları zor işlerde çalıştırmadı; kendi işlerine ortak etti. Ensar, Muhacir’e geri döneceklerini, geçici bir süre kendilerine sığınmacı olarak geldiklerini ima etmedi; onlara Medine’nin aslî unsurları gibi davrandı. Ensar, Muhacir’e yapılan hak-sızlıklara göz yummadı; hukuku onlara da teşmil ede-rek adaleti ayakta tutmaya çalıştı. Ensar, Muhacir’i kendi öz nefislerine tercih etti.

İşte bu tutum ve davranışlardır ki üzerinden onlarca asır geçmesine rağmen Müslümanların övündükleri bir kardeşlik destanı tesis edildi. Müs-lümanlar hicreti ve bunun sonunda ortaya çıkan Ensar-Muhacir kardeşliğini büyük bir övünç vesilesi olarak görseler de bugün onların aynı tutumu sergi-lediklerini söylemek oldukça güçtür. Hicret edenle-re karşı ortaya konan tutum ve davranışlar bir yana, kavramsal düzeyde dahi yuvalarını terk edip kendi-lerine yönelen insanları mülteci ve sığınmacı olarak isimlendirip ötekileştirmekteler ne yazık ki. Hâlbu-ki kavramlar zihin dünyasının dile yansıyan somut göstergeleridir. İnsanlar içlerinde ve belleklerinde olanı dillerine dökerler. Dolayısıyla kimi zaman ge-lişigüzel kullanılan bir kelime aslında belki de bir tutumun bilinçli olmayan bir yansımasıdır. Bu bağ-lamda her bir kavram bir tavır ve duruşu ifade eder. Muhacir yerine sığınmacı ve mülteci kavramlarının günümüzde kullanılması bunun somut bir gösterge-sidir. Zira mülteci ve sığınmacı kavramları; bize ait ol-mayan, ötekileştiren, yüreğe basmayıp minnet ile bazı haklar tanıyan bir içeriğe sahiptir.

Bu kavramların günümüzde hâkim hale gelme-sinde, hicret ruhunun Müslüman toplumlarda unu-tulmaya yüz tutmasının rolü büyüktür. Zira Müslü-manlar, artık muhacirleri mülteci ve sığınmacı olarak görmekte, Allah’ın arzının geniş olduğunu unutmak-ta ve dışlayıcı bir tutum benimsemektedirler. Oysaki hicret bazı zamanlarda kaçınılmaz hale geldiğinde, her Müslüman’ın başka hiçbir hesap yapmadan yüre-ğini ve kapısını kardeşlerine açması beklenir. Ancak

bu ruhtan uzaklaşıldığı için tarihte örneklik teşkil eden En-sar-Muhacir kardeşliğini bırakın, mültecilerin temel hakları-nı koruyacak düzenlemeler dahi yapılamamaktadır.

Müslümanlar bu konuda Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (The United Nations Higy Commissio-ner for Refugees/UNHCR) gibi kurumların programlarını takip etmenin ötesine geçememektedir ne yazık ki! Nazi Almanya’sından kaçarak Amerika’ya sığınan mültecileri korumak için kurulan Hükümetlerarası Mülteci Komis-yonu’nun (Intergovernmental Committee on Refugees/IGCR) bir devamı olarak faaliyetlerini sürdüren Uluslara-rası Mülteci Örgütü (International Refugee Organization/IRO) gibi kurumların yerini alan UNHCR’in, Ensar-Mu-hacir kardeşliği ruhunu tesis edemeyeceği de ortadadır. Bu kuruluşların tamamı, mülteci kamplarında zor yaşam şart-ları altında hayatlarını sürdüren insanlara yardım etmeyi ve onlara destek olmayı amaçlamaktadır. Hâlbuki proble-min kaynağı, yerini-yurdunu terk edenlerin muhacir ola-rak görülmeyip mülteci/sığınmacı olarak algılanmasıdır. Müslümanlar için hicret eden insanların dışlanarak kötü muamele görmesi gibi bir durum söz konusu olmayıp ak-sine muhacirler, geldikleri toplumun asli unsurları olarak görülmelidirler. Ancak günümüzde Müslümanlar ne yazık ki bu üst düzey ahlakî tutumu yansıtmak bir yana, bahsi ge-çen mülteci kuruluşlarının sahip olduğu bakış açısını dahi yakalayabilmiş değiller.

Medine’yi medeniyet beşiği ve selamet yurdu kılan, yeni sakinlerine kucak açan ve onlarla bir medeniyeti beraber inşa eden ruhtur. Müslümanlar günümüzde bu ruhtan uzak-laştıkları için artık muhacirden değil mülteciden, kardeş-likten değil sığınmacıdan söz edilmektedir. Ensar-Muhacir kardeşliği yeniden tesis edilmedikçe hicretin, göçün, iltica-nın neden olduğu sorunların çözüme kavuşması mümkün gözükmemektedir.

1-İstanbul Üniversitesi

...mülteci ve sığınmacı kavramları; bize ait olmayan, ötekileştiren, yüreğe basmayıp minnet ile bazı haklar tanıyan bir içeriğe sahiptir.

47

Page 45: Siyer-i Nebi 32. Sayı

48

Zat’ün-Nitakayn” lakablı Hz. Esmâ (r.anhâ), son derece edepli, takvâ sahibi, aynı

zamanda da mütevazı idi. Fakirliğin verdiği her türlü sıkıntıya katlanmış bu mübarek

hanımefendi, temiz ahlâkı ile tüm İslam kadınlarına çok güzel bir örnek olmuştur.

Hz. ESMÂ BİNTİ EBÎ BEKİR (r.anhâ)

“Allah senin bu kuşağın yerine sana cennette iki ku-şak verecektir.”

Hz. Muhammed (s.a.s)

Hz. Esmâ hicretten 27 sene önce Mekke’de dünyaya gelmiştir. Hz. Âişe (r.anhâ) Validemizin anne ayrı baba bir üvey kız kardeşi, Abdullah bin Ebû Bekir’in ise öz kız kardeşiydi.

İslâm’a ilk giren hanım sahabîlerdendir. İbn İshak’a göre 18. Müslüman’dır.

“Zat’ün-Nitakayn” lakablı Hz. Esmâ (r.anhâ), son derece edepli, takvâ sahibi, aynı zamanda da

mütevazı idi. Fakirliğin verdiği her türlü sıkıntıya katlanmış bu mübarek hanımefendi, temiz ahlâkı ile tüm İslam kadınlarına çok güzel bir örnek ol-muştur.

Hz. Esmâ’ya “Zat’ün-Nitakayn” denilmesinin sebebi-ne gelince; Hz. Esmâ, Hz. Peygamber (s.a.s) ve Hz. Ebû Bekir Medine’ye hicret edecekleri zaman, kendilerine hazırladığı yol azığını koyduğu torbanın ağzını bağla-mak için kemerini ikiye bölüp bir parçasıyla bu torbanın ağzını bağlamıştır. Onun için kendisine “İki Kemer Sa-hibi” yahut “İki Kuşaklı” manasında “Zat’ün-Nitakayn” denmiştir.

Nurgül DERE

Page 46: Siyer-i Nebi 32. Sayı

49

Efendimizin (s.a.s) halasının oğlu Zübeyr İbnu’l-Av-vam ile evlenmiş ve bu evlilikten; Abdullah, Urve, Mün-zer, Âsım, Muhacir, Haticetü’l-Kübra, Ümmü Muhsin ve Âişe adında çocukları dünyaya gelmiştir.

Hz. Esmâ (r.anhâ) mütevazı bir hayat yaşamıştır. Eşi Zübeyr bin Avvam (r.a) önceleri varlıklı olmadığından Hz. Esmâ’nın biraz daha iktisatlı davranması gerekiyor-du. Bunun için de hesabını çok iyi bilirdi. Bunu öğrenen Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s): “Her şeyi böyle ölçüye tartıya vurarak sarf etme; sen böyle yaparsan Hak Teâlâ da bunun masrafı bu kadardır, diye senin rızkını azaltır. O kadar verir.” buyurdular. Hz. Esmâ, Efendimi-zin (s.a.s) bu tavsiyesine uymuş ve bu âdetini bırakmıştır.

Hz. Esmâ’nın yanında Hz. Peygamber’in (s.a.s) bir hırkası vardı. Bu hırkayı Pey-gamberimiz Hz. Âişe’ye ver-mişti. Hz. Âişe de vefatında Hz. Esmâ’ya vermiştir. Hz. Esmâ hastalandığı zaman bu hırkayı suya daldırıp bunun suyunu içerdi. Bazen bu su-dan hastalara da içirirdi.

Sağlam itikatlı, güvenilir, takvâ yönünden üstün bir hanımefendi idi. Bu yönünü bilen birçok insan ona gelip kendisinden hayır dua ister-lerdi. Özellikle sıkıntılı ve hasta olanlar gelirlerdi. Sıt-maya yakalanmış kadınlar gelip dua etmesini isterlerdi. Hz. Esmâ da bunların göğüslerine biraz su serper, kendi-lerine dua eder ve buyururdu ki: “Hz. Peygamber (s.a.s) buyurdular ki: Sıtmanın harareti cehennem ateşinden bir numunedir. Bu sıkıntıyı serin su giderir.”

Ehl-i takvâ olan Hz. Esmâ’nın yaşadığı bir olay sonra-sında Mümtehine Sûresi 8. ayetin nâzil olduğu kayıtlarda geçmektedir:

“Allah sizi, din hakkında sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik etmekten, onlara adaletli davranmaktan menetmez. Çünkü Allah adaletli olanları sever.” (Mümtehine 60/8)

Hz. Ebû Bekir’in kızı ve Zübeyr’in (r.anhüma) karısı Esmâ Zatu’n-nitakayn’dan (r.anhâ) yapılan bir rivayette o, şöyle demiştir: “Rasûlullah (s.a.s) andlaşma yaptıktan sonra müşrik olarak Kureyş’in koruması altında bulu-nan annem beni arzu ederek görmeye gelmişti. Onunla

ilgilenip iltifat göstereyim mi, diye Rasûlullah’a sordum. Bunun üzerine Allah Teâlâ bu âyeti indirdi ve Rasûlullah da (s.a.s) bana ‘Evet ona sıla et yani alâkadar ol, iltifat ve ihsan eyle.’ buyurdu.”

Hz. Esmâ ile ilgili bir hâdiseyi de Hz. Âişe (r.anhâ) an-latıyor: “Esmâ bintu Ebî Bekir (r.anhâ), üzerinde ince bir elbise olduğu halde Rasûlullah’ın (s.a.s) huzuruna girmiş-ti. Aleyhissalatu vesselam, ondan yönünü ters istikamete çevirdi ve: “Ey Esmâ! Kadın hayız yaşına girdi mi ondan sadece şunun ve şunun dışında hiçbir yerinin görünmesi caiz değildir!” dedi ve yüzü ile ellerini işaret etti.”

Esma bintu Ebî Bekir anlatıyor: “Mekke’de Abdullah İbnu Zübeyr’e (s.a.s) hamile kalmıştım. Doğum yaklaş-

mıştı ki, Mekke’yi terk et-tim ve Medine’ye geldim, Kuba’ya indim. Abdul-lah’ı orada dünyaya ge-tirdim. Doğunca, bebeği alıp Rasûlullah’a (s.a.s) götürdüm, kucağına bı-raktım. Rasûlullah (s.a.s) bir hurma istedi, ağzında çiğneyerek ezdikten son-ra, çocuğun ağzına verdi. Abdullah’ın midesine ilk inen şey Rasûlullah’ın (s.a.s) mübarek ağzından idi. Sonra (yumuşattığı o) hurma ile çocuğun damağını ovdu, hakkın-

da bereketle dua etti ve Abdullah ismini verdi. Müslü-man aileden ilk doğan çocuk bu idi. (Medine’de bütün Müslümanlar) onun doğumuna çok sevindiler. Çünkü ‘Yahudiler size sihir yaptılar, asla doğum yapamayacaksı-nız.’ diye bir şayia çıkarılmıştı.” [Buhari, Menâkibu’l-En-sar 45, Akika 1; Müslim, Adab 26, (2146).]

Esmâ (r.anha) anlatıyor: “Bir gün, Peygamber Efen-dimizin Benî Nadir topraklarından Ebû Seleme ile Zü-beyr’e tahsis ettiği arazide bulunuyordum. Zübeyr, Allah Rasûlü ile birlikte çıkmıştı. Yahudi bir komşumuz vardı. Koyun kesmiş ve pişirmişti. Etin kokusunu almıştım ve canım eti çok çekmişti. O zaman kızım Hatice’ye hamile idim. Dayanamadım, ‘Belki bana da ikram eder.’ diyerek, ateş almak bahanesi ile Yahudi’nin karısına gittim. Doğ-rusu ateşe ihtiyacım yoktu. Etin kokusunu yakından alıp kendisini de görünce isteğim iyice kabardı. Aldığım ateşi söndürdüm. Gittim tekrar ateş istedim. Sonra üçüncü bir kez daha ateş istedim. Daha sonra oturdum; hem ağlıyor

Page 47: Siyer-i Nebi 32. Sayı

50

hem de Allah’a dua ediyordum. O arada, Yahudi kadının kocası gelmiş. Karısına, ‘Yanınıza kimse geldi mi?’ diye sor-muş. Kadın, ‘Bir Arap kadın geldi, ateş istedi.’ demiş. Adam, ‘O kadına bu etten göndermedikçe bir lokma almayacağım.’ karşılığını vermiş. Bunun üzerine, bana bir kepçe et gön-derdiler. O kadar memnun kalmıştım ki, yeryüzünde hiçbir şey beni o birkaç lokmalık etten daha fazla sevindiremezdi.”

Sadaka konusunda Hz. Esmâ’nın bir rivâyeti ise şöyledir: “Rasûlullah’a (s.a.s): ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Kocam Zübeyr’in eve getirdiğinden başka benim bir malım yok; acaba bundan az miktarda bir şey infak etsem bana bir günah olur mu?’ dedim. Rasûlullah (s.a.s) buyurdular ki: ‘Mümkün olduğunca seni sı-kıntıya sokmayacak kadar ver ki Allah Teâlâ da seni sıkıntıya sokmasın!”

Hz. Esmâ Rasûlullah’tan (s.a.s) 58 hadis rivayet etmiştir.

Esmâ (r.anhâ), gözleri kör oluncaya kadar uzun bir ömür sürmüştür. Yüz yaşına vardığı halde ne dişleri dökülmüş ne de onda bunama eserleri görülmüştü. Oğlu Abdullah İbnu’z-Zü-beyr şehit olduktan on gün sonra; 110 yaşında iken, tek bir dişi bile dökülmeden ve en ufak bir bunama emaresi göstermeden Rabbine yürümüştür. Sadece gözleri görmüyordu, vücudu sağ-lam ve sıhhati de yerindeydi. Mekke’de vefat etmiştir. Vefat et-tiğinde Hicretin 73. yılıydı.

KAYNAKLARElmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Feza Gazete-

cilik, İstanbul, 1992, VII.İbn Hazm, Cevâmiu’s-Sîre, trc. M. Salih Arı, Çıra Yayınları,

İstanbul, 2004. İbnu Deybe, Teysiru’l-Vüsûl ilâ Câmii’l-Usûl, trc. İbrahim

Canan, Akçağ Yayınevi, İstanbul, 1993, XIV.İbnu Hacer el-Askalânî, el-İsabe Seçkin Sahabeler, trc. Seyful-

lah Erdoğmuş, Sağlam Yayınevi, İstanbul, 2008. İmam Gazâlî, Mükâşefetü’l-Kulûb, trc. Ali Kaya, Semerkand,

İstanbul, 2008. Mevlanâ Niyaz, Kadın Sahabiler, trc. Ali Genceli, Toker Ya-

yınları, İstanbul, 1971. M. Yusuf Kandehlevî, Hayatu’s-Sahabe Muhtasar, hzl. Ömer

Lütfi Erdal, Işık Yayınları, İstanbul, 2006, I.Nurgül Dere, Hanım Sahabîler, Kayıhan Yayınları, İstanbul,

2012.

“Rasûlullah’a (s.a.s): ‘Ey Allah’ın Rasûlü!

Kocam Zübeyr’in eve getirdiğinden başka

benim bir malım yok; acaba bundan az miktarda bir şey infak etsem bana

bir günah olur mu?’ dedim. Rasûlullah

(s.a.s) buyurdular ki: ‘Mümkün olduğunca

seni sıkıntıya sokmayacak kadar ver ki Allah Teâlâ da seni sıkıntıya sokmasın!”

Page 48: Siyer-i Nebi 32. Sayı

51

İzzeddin Ebû Ömer İzzüddîn Abdülazîz b. Muhammed b. İbrâhîm el-Kinânî el-Hamevî (ö.767/1366)

Şâfi î fakihi, Kādılkudât.

İBN CEMÂAAli ERDOĞDU

1 Cengiz Kallek, DİA, c. 19, s. 393; İbn Cemaa ve eserleri hakkında ilmî çalışmalar yapılmıştır; bu eseri hakkında yapılan çalışma: Yüksel, Ahmet Turan, İzzuddin İbn Cemâa el-Kinâni’nin “Muhtasaru Sîreti’n-Nebî” adlı eserinin edisyon-kritiği - 1987. VI, 127 y. ; 28 cm. (Yüksek Lisans) - Selçuk Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi İslâm Tarihi ve Sanatları Anabilim Dalı İslâm Tarihi Bilim Dalı; Sağlık, Muhammet, İbn Cemâa’nın hayatı, eserleri ve hukukî görüşleri - 2002. V, 101 y. ; 28 cm. (Yüksek Lisans). Marmara Üniversitesi Temel İslâm Bilimleri Anabilim Dalı İslâm Hukuku Bilim Dalı.2 Müellifin hayatı ve eserleri hakkında geniş bilgi için bkz. Cengiz Kallek, DİA, c. 19, s. 393-394.

İlmî Kişiliği: İbn Cemâa, kâdılkudâtlık yapmış ve fıkıh sahasında çeşitli eserler telif etmişse de daha çok hadisçiliğiyle dikkati çekmektedir. İbn Hacer el-Askalânî onun ha-dis alanındaki uzmanlığının aksine fıkıhta pek mahir olmadığını söylemektedir.

Eserleri: İbn Cemaa müderrisliği ve kâdılkudâtlık görevleri ya-nında önemli eserler telif etmiş bir müellift ir. Telifati daha çok Fıkıh, Hadis ve Siyer alanlarında olmuştur. Burada özellikle Hadis ve Siyer’de yazdığı eserleri ele alınacaktır.

1. Tüsâ’iyyâtü İbn Cemâ’a. Ebû Ca‘fer Muhammed b. Abdüllatîf b. Küveyk er-Rabaî tarafından tahrîc edilen kırk hadise dair bir eserdir (Keşfü’z-zunûn, I, 403). Brockelmann’ın kaydettiği Kitâbü’l-Erba’în ile (GAL, II, 86) aynı eser olması muhtemeldir.

2. es-Sîretü’l-kübrâ (el-Muhtasarü’l-kebîr).

Hz. Peygamber’in hayatıyla ilgilidir. Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi’nde (nr. 2796) Muhtasaru sî-reti’n-nebî adıyla kayıtlı nüshasının Ahmet Turan Yüksel tarafından yüksek lisans tezi olarak edisyon kritiği yapılmıştır (Konya 1987). Eser Asyâ Kelîbar Ali ez-Züheyrî tarafından es-Sîretü’n-nebeviyye-tü’ş-şerîfe: el-Muhtasarü’l-kebîr (Bağdat 1990) ve Sâmî Mekkî el-Ânî tarafından el-Muhtasarü’l-kebîr fî sîreti Resûlillâh (Amman 1413/1983) adıyla ya-yımlanmıştır.

3. es-Sîretü’s-suġrâ (el-Muhtasarü’s-saġîr).

Önceki eserin muhtasarı olup Muhammed Kemâled-din İzzeddin tarafından neşredilmiştir (el-Muhtasa-rü’s-saġîr fî sîreti’l-beşîri’n-nezîr, Beyrut 1408/1988).2

Hayatı: 19 Muharrem 694 (9 Aralık 1294) tarihinde Dımaşk’ta doğdu. Aslen Hamalı olup Benî Kinâne kabilesine mensuptur. Babasının büyük dedesi Cemâa’ya nis-betle İbn Cemâa diye anıldı. Ömrünün sonuna doğ-ru Mekke’ye yerleşti. 10 Cemâziyelâhir 767 (22 Şubat 1366) tarihinde Mekke’de vefat eden İbn Cemâa, Cen-netü’l-Muallâ’da Fudayl b. İyâz ile Necmeddin el-İs-fahânî’nin kabirleri arasına defnedildi.1

Tahsili: Küçük yaşta Kur’an’ı ezberledi ve hadis öğrendi. Başta babası Bedreddin İbn Cemâa olmak üzere döneminin meşhur hocalarından hadis ve fıkıh dersleri tahsil etti. İlim tahsili için seyahatlerde bulundu. İskenderiye, Şam, Mekke ve Medine başta olmak üzere çeşitli ilim merkezlerini dolaştı.

İlmî ve Adlî Görevleri: Genç yaşta ders vermeye başlayan İbn Cemâa değişik medreselerde müderris olarak görevlerde bulundu. Kahi-re’deki Sâlihiyye Medresesi, Haşşâbiyye Zâviyesi, Kâmiliy-ye Medresesi Dârülhadisi ve Akmer Camii’nde ders verdi. Tolunoğlu Camii’nde fıkıh ve hadis müderrisliği yanında hatiplik yaptı. Diğer taraft an Tolunoğlu Camii ve Nâsıriy-ye Medresesi olmak üzere çeşitli vakıfl ara nezaret etmekle görevlendirildi. Mısır beytülmâl eminliği ve yine Mısır kâ-dılkudâtlığı görevlerine getirildi. Bir ara kâdılkudâtlıktan istifa etti, ancak bir gün sonra görevine iade edildi. Bir-kaç defa yine bu görevlerinden azledilmiş, ancak yeniden görevlerine iade edilmiştir. Son olarak kendi isteğiyle bu görevlerinden ayrıldı. Fakat öğretim faaliyetlerini devam ettirdi. Son olarak hac için gittiği Mekke’ye yerleşti ve bu-rada uzlete çekildi.

Yetiştirdiği Öğrencileri: Talebeleri arasında Zehebî, Zeynüddin el-Irâkî, Ebû’l-Mehâsin el-Hüseynî ve İbnü’s-Sübkî gibi meşhur şahsiyetler bulunmaktadır.

51

Page 49: Siyer-i Nebi 32. Sayı

52

ŞUAYB (a.s)

“Ey kavmim! Siz Allah’tan korkmalı değil misiniz? Şüphe yok ki ben size gönderilmiş emin bir peygamberim. O halde Allah’a karşı saygılı olun. O’nun vereceği cezadan sakının. Bana itaat edin. Ben yaptığım bu görev karşılığında sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretim ancak âlemlerin Rabbi Allah’a aittir.”

Osman SÜNGÜ

Allah’ın kullarına rahmet olarak gönderdiği pey-gamberler, kavimlerini küfür ve günah bataklı-

ğından imanın aydınlığına, Allah’a itaatin verdiği huzura çağırmışlar; toplumları fesada sürükleyen kötü davra-nışlarla mücadele etmişlerdir. Ölçüde ve tartıda hile ya-parak insanların mal emniyetini bozan, yol keserek can güvenliğini tehdit eden kalpazan bir topluma Allah Teâlâ Şuayb aleyhisselâm’ı peygamber olarak göndermiştir.

Şuayb aleyhisselâm’ın İbrahim (as)’in soyundan gel-diği; (Taberi, Tefsir, c.8 s.237) bir başka rivayete göre ise Lut (as)’un torunu olduğu ifade edilmiştir.

Şuayb (as)’ın Hz. Musa’nın kayınpederi olduğu gö-rüşü olmakla birlikte İbn Sa’d onun Hz. Salih’ten sonra, Musa’dan çok önce gönderildiğini belirtir. (Tabakât, I, 54-55) Şuayb (as)’ın Hz. Musa’nın kayınpederi olmadı-ğını İbn Abbas ve Hasanü’l-Basri de ifade etmektedir. (Taberi Tarihi, 1. 400)

Şuayb aleyhisselâm kuzey-batı Arabistan ve Akabe körfezinin doğu kıyılarında yaşamıştır. Medyen şehrin-den Eyke olarak bilinen Tebük’e helakten sonra geçmiş,

Eykelilerin helakinden sonra ise Mekke’ye hicret etmiş ve orada vefat etmiştir. (İbn Kuteybe-Maarif, s.19)

Hz. Şuayb’ın Gönderildiği Kavimler ve ÖzellikleriHz. Şuayb, Medyen ve Eyke kabilelerine peygamber

olarak gönderilmiştir. Bu kavimler şirke batmış, günah-ları çok rahat ve pervasızca işlemiş, ölçü ve tartıda ada-letsizlik yapmışlardır. Onlar halkın mallarını kötüleyip yok pahasına satın alarak insanlara zulmetmiş, yol kesip haraç almışlardır. Peygamberleriyle alay eden zalimler, halkın Şuayb’a gidip onunla görüşmesine fırsat verme-miş, Şuayb (as)’ı ve Mü’minleri ölümle tehdit ederek, dinlerinden caydırmaya çalışmışlardır. Allah’ın başları-na taş yağdırmasını isteyerek peygamberlerine meydan okumuş, kin ve nefret dolu bir hayat sürerek, imansız bir yaşantıyı hidayete tercih etmişlerdir.

Şuayb’ın Peygamber Olarak GönderilmesiÖnceleri Hz. İbrahim (as)’in tevhid yoluna bağlı olan

Medyenliler, zamanla temiz inançlarını yitirmiş, azgın-laşarak yoldan çıkmışlardır. Allah Teâlâ; şımardıkça şı-

Page 50: Siyer-i Nebi 32. Sayı

53

maran, sahtekârlık ve hilelerle toplumlarını sömüren ve tarihin gördüğü ilk kalpazanlar güruhu olan insanlara hak ve hakikati tebliğ için Şuayb (as)’ı göndermiştir. O, Medyen ve Eykelilere İbrahim(as)’e gelen sahifeleri oku-yup, onları en güzel sözlerle uyarmaya çalışmıştır. Hita-betinin güzelliği sebebiyle Hz. Şuayb’a “Peygamberlerin hatibi” unvanı verilmiştir. (Taberi, Tarih, c.1 s. 168)

Şuayb (as), toplum üzerinde baskı kurarak ölçü ve tartıyı istediği gibi yapmaya çalışan kavminin müstekbir-lerine şu davette bulunmuştur: “Ey kavmim! Allah’a kul-luk edin, sizin ondan başka ilahınız yoktur. İşte size, Rab-biniz tarafından apaçık bir mucize (bir delil) gelmiştir. Sizler ölçüyü ve tartıyı tam tutun. İnsanların mallarının değerini düşürmeyin, Islah edildikten sonra yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayın. Eğer iman ediyorsanız bu, si-zin için daha hayırlıdır.” (A’raf 7/85)

“Ey kavmim, gerçekten sizler (Allah’a itimat edip gü-veniyorsanız), Allah’ın helalinden bıraktığı kâr, sizin için daha hayırlıdır. Fakat (şunu da çok iyi bilin ki) ben sizle-rin üzerine bir bekçi de değilim.” (Hud 11/86)

Bundan binlerce sene önce Allah, Medyen ve Eykeli-lerden kendisine iman edip güvenmelerini istemiş, hak-sız yere insanların mallarını ele geçirmekten ve sahtekâr-lık yapmaktan nehyederek dünya ve ahirette huzurlu bir yaşam sürmenin yollarını göstermiştir. Bugün faiz lobi-leriyle bütün dünya insanlığını sömürmek isteyenlerin Medyen ve Eykelilerden ne farkı vardır!

Şirke düşüp, ölçü ve tartıyı bozan, keyiflerine göre ölçüp-tartan, toplumlarını fesada sokan Medyen ve Ey-kelilerin insafları yok olmuş; doğru düşünebilme, doğru görebilme anlayışları bozulmuştu. Onlar böylesine güzel ve mutluluk verici daveti, çeşitli mazeretlerle reddetmiş-lerdi. Hâlbuki Şuayb bir toplumda her şeyden önce gü-

ven olması gerektiğini vurgulamış, kavminin tek güven kaynağı olan Allah’a dönmelerini istemişti.

Şuayb’ın Davet Üslubu ve UyarılarıŞuayb (as), kavminin nasıl bir anlayışa sahip olduğu-

nu çok iyi biliyordu. Onları bu kötü ve felakete götürücü durumdan kurtarmak için davetinde gayet veciz bir üs-lup kullanıyordu. “Ey kavmim! Allah’a ibadet edin, ahi-ret gününe umut besleyin, (bunun için de) yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın.” (Ankebut 29/36; A’raf 7/85; Hud 11/85)

“Ey kavmim! Siz Allah’tan korkmalı değil misiniz? Şüphe yok ki ben size gönderilmiş emin bir peygambe-rim. O halde Allah’a karşı saygılı olun. O’nun vereceği cezadan sakının. Bana itaat edin. Ben yaptığım bu gö-rev karşılığında sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretim ancak âlemlerin Rabbi Allah’a aittir.” (Şuara 26/176-184)

“Bundan böyle ölçüyü, tam ölçün, eksiltenlerden ol-mayın. Dürüst terazi ile tartın, insanların mallarını de-ğersiz hale getirip ucuza kapatmayın. Ve netice olarak yeryüzünü fesada vermeyin. Gerek sizi ve gerekse siz-den evvelki ümmetleri yaratan Allah’tan korkun.” (Şuara 26/176-184)

“Ey kavmim (sözün kısası) Allah’a kul olun. Ona ibadet edin. Ahiret gününe umut bağlayın, yeryüzünde fesatçılar olarak bozgunculuk yapmayın, dedi.” (Ankebut 29/36)

Davete Tepkiler Kötülük için organize olan zorbalar, kurdukları dü-

zenle hep kazanıyor, hiç kaybetmiyorlardı. Bugünkü kapitalizm düzeninde de olduğu gibi zengin daha zen-

Page 51: Siyer-i Nebi 32. Sayı

54

Namaz Allah’a kul olmanın, zamanı O’nun huzurunda geçirmenin, yüce bir güce boyun eğmenin ve O’nun emirlerine göre bir hayatın adamı olmanın en açık görüntüsüdür. O, kulluğun zirve noktasıdır.

54

gin, fakir ise daha fakir oluyor; para üç-beş kişinin elinde dönüp dolaşıyordu. Medyen’i ellerinde tutan bu azgınlar, rant düzenlerinin bozulacağından, bü-tün imkanların ellerinden giderek sıradan bir insan konumuna düşmekten korkuyor ve Allah’ın insanlığa rahmet olarak gönderdiği Şuayb (as)’a şiddetle karşı çıkıyorlardı. “Ey Şuayb! Sen ancak sihir yapılmış, bü-yülenmiş kişilerdensin ve sen peygamber değil, bizim gibi bir insansın. Biz elbette seni yalancılardan biri zannediyoruz.” (Şuara 26/185-187)

Ey Şuayb Sana Namazın mı Emrediyor?

Medyenliler Şuayb’ın davetinin etkili olmasından endişeye kapıldılar. Onun sade bir vatandaş olarak varlığından rahatsız olmayanlar, Şuayb’ın uyaran ve hakka çağıran Müslümanca tavrından, hatta iba-detlerinden endişe duymaya başladılar. “Ey Şuayb! Atalarımızın taptığı şeylerden yahut mallarımızda neyi dilersek onu yapmamızdan vazgeçmemizi sana namazın mı emrediyor? Hâlbuki sen yumuşak huy-lu, aklı başında bir adamsın.” (Hud 11/87) dediler.

Onların sözü namaza getirmeleri de ilginç bir durumdur. Namaz Allah’a kul olmanın, zamanı O’nun huzurunda geçirmenin, yüce bir güce boyun eğmenin ve O’nun emirlerine göre bir hayatın ada-mı olmanın en açık görüntüsüdür. O, kulluğun zirve noktasıdır. Kavminin, zulüm düzenine karşı çıkışı ve olaylara müdahalesinin tek sebebini namaz olarak dile getirmesi enteresandır. Kavmi Şuayb hakkında: “Oysa sen (ey Şuayb!) yumuşak huylu ve akıllı bir insansın.” diyerek ondan böyle bir çıkışı bekleme-diklerini hayretle belirtiyorlar. Sözde şaşırmış gibi davranan bu ileri gelenler, namazın böylesine kor-kusuz bir insan yetiştireceğini, hatta bu insanın sis-temlerine müdahale edeceğini tahmin etmemişler-di. Hâlbuki gerçek namaz kılanlar için Allah şöyle buyurmaz mı? “Muhakkak ki namaz kötülüklerden ve fuhuştan alıkoyar.” (Ankebut (29/45)

Şuayb’ın namazından şunları öğreniyoruz: Namaz müminleri, pasifize eden ve uyuşturan bağlardan kur-tarıp hayata müdahale edecek aktif bir yapıya kavuş-turan ve kötülüklerden, çirkin işlerden insanları alı-koyan, toplumsal dayanışmaya insanları yönlendiren zirve bir ibadettir. Namaz insanı sosyalleştirir ve onu tarih yazmaya hazırlar. Sosyo-ekonomik düzenleri adalet ölçüsünde paylaşmaya, dayanışmaya ve yar-dımlaşmaya sevk eder. Allah’ı birleyen tevhit eylemini teorik düzlemden, pratik bir şekle büründürür. Dü-şünceyi eyleme dahası salih amele dönüştürür.

“Eğer senin cemaatin (rahtın) olmasaydı muhakkak ki seni taşlardık.” Şuayb (as) yumuşak huylu ve tatlı dilli bir peygamberdi. O insanlara gayet yumuşak konuşu-yor, güzel bir şekilde hitap ediyordu. “Sözlerimi iyi din-leyin ve bana uyun.” (A’raf 7/86) Bu davet etkili olmaya başlayınca Medyen ve Eyke’nin ileri gelen şımarıkları-nın etekleri tutuşmuş, ellerinde tuttukları imtiyaz ve gelir kaynaklarının kaybolmasından endişeye kapılmış ve Şuayb ile ona inananları taşlamakla tehdit etmişlerdi. Bir hakikat var ki toplumu haksız yere sömüren eşkıya-lar, her zaman bir güçten korkmuşlardır. Zira mülkün gerçek sahibi olmadıkları için toplumun fesadını iste-miş, istikrarını asla istememişlerdir.

Kalplerinde taşıdıkları bu korkunun aslında Allah korkusu yanında bir hiç olduğunu fark edemeyecek kadar beyinsiz oluşlarını Allah bizlere şöyle haber ve-riyor: “Şuayb (as) onlara: ‘Ey kavmim! Sizler Al-lah’tan korkmuyor da kavmimden mi çekiniyorsunuz. Ey milletim! Demek benim cemaatim (ailem-rahtım)sizin nazarınızda Allah’tan daha mı kıymetli ki siz O’nun buyruklarını arkanıza atıverdiniz. Ama şunu hiç unutmayın ki Rabbim, yaptığınız bütün şeyleri ilmi ile kuşatmaktadır.” (Hud 11/92)

Kâfirler, küçük bir topluluğu tehdit unsuru olarak görüp en ufak bir hareketlerinde onlara gözdağı verir-ken Allah’ın varlığını hesaba katmadıkları için iman-sızlık hastalığına düşerek azabı ve helaki hak ederler.

vete

Page 52: Siyer-i Nebi 32. Sayı

55

Allah Şuayb’ı ve inanan müminleri kurtardı.İnkârcıları günahları ve isyanları yüzünden helak etti.

55

Müşrik toplumlarda ileri gelenlerin temel fel-sefeleri şudur: Yasaları biz yaparız, insanlar bizim emirlerimize uymak zorundadır. Bu topraklarda otorite yalnızca biziz. Buna karşı çıkanlar kesinlikle kendi başlarına bırakılamazlar. Ya kesin teslimiyet ya da sürgün.

Şuayb (a.s) onların bu düşüncesine karşı çıkarak “Biz istemesek de mi?” sorusuna olumlu bir cevap alamayınca onlara şu hakikati hatırlatıyor: “Eğer, Allah bizi sizin dininizden kurtarmışken, tekrar o şirk ve zulüm dinine dönersek, Allah’a yalan yere ift irada bulunmuş oluruz. Rabbimiz olan Allah’ın dilemesi müstesna, sizin dininize dönmemiz asla mümkün değildir. Rabbimizin ilmi her şeyi kuşat-mıştır. Biz sadece Allah’a dayanırız. Ey Rabbimiz! Bizimle kavmimin arasında hak ile hükmü ver, sen hüküm verenlerin en hayırlısısın.” (A’raf 7/88–90) Şuayb (a.s), kafirlerin görmek istemediği yüce gü-cün Allah olduğunu hatırlatıp onların tehditlerine aldırmadıklarını ifade ederek dik bir duruş sergiler.

Medyen ve Eyke’nin Helaki

Şuayb (a.s)’ın bu samimi kulluk teklifine karşı Medyen ve Eykeliler zulüm ve şirk düzenlerinden vazgeçmediler. Şuayb’den Allah’ın rahmetini iste-mek yerine azabı getirmesini istediler: “Üzerimize gökten bir parça düşürüver, eğer doğru söyleyen-lerden isen !” (Şuara 26/177) Bunun üzerine Şuayb “Rabbim yaptıklarınızı daha iyi bilir.” dedi.(Şuara 26 /182)

Allah Teâlâ, azap isteyen bu şımarıklar için verdiği hükmü Kur’an-ı Kerim’de şöyle ifade eder: “Derken onları şiddetli bir deprem (recfe) yakala-yıverdi de evlerinde dizüstü çöke kaldılar. Böylece Şuayb’ı yalanlayanlar sanki orada hiç safa sürmemiş gibi oldular. Asıl hüsrana uğrayanlar, Şuayb’ı yalan-layanlar olmuştu. Şuayb onlardan öteye döndü ve ‘Ey kavmim! Allah’a ibadet edin de son güne ümit besleyin. Bozgunculukla yeryüzünü berbat etmeyin.

Allah biliyor ki, size Rabbimin mesajını ilettim size öğüt de verdim şimdi kâfir bir kavme nasıl acırım.” dedi. Onları bir ses (sayha) yakalayıverdi. Yurtla-rında çöküp kaldılar. Sanki orada şenlik kurmamış-lardı. Bak işte Semud gibi Medyen de defolup gitti.” (A’raf 7, Hud 92-93)

Eykeliler de Şuayb’ı yalanladılar. Hâlbuki Şuayb (a.s) onlardan da imanlı, güvenilir insanlar olmala-rını doğru terazi ile tartmalarını, halkın eşyalarını değerinin altına düşürerek almamalarını, yeryüzün-de anarşi ve fesat çıkarmamaları, yol kesmemele-rini Allah’tan korkmalarını ve ahiret gününe ümit beslemelerini istedi. İstediği bu şeyler bu günün in-sanlarına ne kadar garip gelir. Hepsi ne güzel şey-ler. Ama yalanladılar. Belalarının gökten bir parça ile verilmesini istediler. Çok geçmeden onlara çok sıcak günler musallat oldu. Sıcaklardan bunaldılar. Kırlara çıktılar. Allah bir bulut gönderdi. Onlar da bu bulutun gölgesine sığınarak serinlemek istediler. Ancak buluttan bir anda şimşekler ve ateşler çıkma-ya başladı ve hepsini helak etti. Gölge günü azabı Eykeliler üzerinde gerçekleşti. (Hicr 15/78-79: Sad 38/13-14; Kaf 50/14)

Onların helaki Lut, Semud ve Tubba kavimleri-nin helaki zikredilerek anlatılmıştır. Allah Şuayb’ı ve inanan müminleri kurtardı. İnkârcıları günahları ve isyanları yüzünden helak etti. Bütün bu hakikatler bizlere şunları söyler: Allah her kavme bir ecel ver-miştir. Onlara verilen bu mühlet bizi şaşırtmasın. Allah mühlet verir ama asla ihmal etmez.

Her dönemde toplumlara hak ve hakikati söyle-yen özgürlük öncüleri gelecek ve onları korkusuzca uyaracak. Bugün de durum böyledir. O inançsızlar, peygamberlere karşı çıktıkları gibi böylesi davetçi-lere karşı çıkarlarsa Allah onları helak ederken ina-nanları koruyup kurtaracaktır. Şuayb’ı ve inananları kurtardığı gibi…

Page 53: Siyer-i Nebi 32. Sayı

56

Miraç’ta Hz. Peygamber’e (a.s.) Bahşedilen Hediyeler

Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerîm’in el-Bakara Sûresi’nin son iki âyetini (285-286) Rasûlullah’a (a.s.) hediye etti. Yüce Allah, birliğine inanıp O’na ortak koşmayanların (şirke düşmeyenlerin) ve Hz. Muhammed’in (a.s.) peygamberliğine inanan bütün Müslümanların, günahkâr olsalar da Cehennem’de bir süre cezalarını çektikten sonra aff edilip kurtulacaklarını müjdeledi.2 Böylece Yüce Allah, Rasûlullah’ı (a.s.) taltif edip onu (a.s.) onurlandırdı.

Miraç vesilesiyle beşeriyete lütfedilen ilâhî bir hediye olan el-Bakara Sûresi’nin son iki âyeti meâlen şöyledir:

“Peygamber, Rabbi tarafından kendisine indirilene iman etti, müminler de iman ettiler. Her biri Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler. ‘Allah’ın peygamberlerinden hiçbiri arasında ayırım yapmayız. İşittik ve itaat ettik. Ey Rabbimiz, aff ına sığındık. Dönüş sanadır!’ dediler. Allah bir kimseye ancak gücünün yettiği ölçüde sorumluluk yükler. Herkesin kazandığı (hayır) kendisine, yapacağı (şer) de kendisinedir. Ey Rabbimiz! Eğer unutur ya da hataya düşersek bizi sorumlu tutma! Ey Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük yükleme! Ey Rabbimiz! Bize, üstesinden gelemeyeceğimiz işler de yükleme! Bizi aff et! Bizi bağışla! Bize merhamet et! Çünkü Sen bizim efendimizsin! Öyleyse kâfirler güruhuna karşı bize yardım et!”3

“Amenerresulü” diye anılan el-Bakara Sûresi’nin son iki âyeti, ilahi emirler karşısında mutlak itaate yönelen müminlerin inançlarındaki sadakatlerini ifade etmektedir. Ayrıca bir önceki âyette geçen “İçinizdekileri açıklasanız da gizleseniz da Allah sizi hesaba çekecektir.”4 haberiyle endişeye kapılan müminlere bu âyetlerle kolaylık bahşedildi, mükellefiyetler hafifl etildi. Böylece Yüce Allah’a tam itaat ve iltica, meyvelerini verirken yersiz

kuşkular da bertaraf edildi. Peygamber Efendimize (a.s.), miraç gecesinde, vasıtasız bir şekilde vahyolunan bu âyetler, onun (a.s.) tarafından övüldü, özellikle yatmadan önce her gece okunması: “Kim el-Bakara Sûresi’nin son iki âyetini gece okursa, bu iki âyet ona yeter”

hadîsiyle tavsiye edildi.

“Allah bir kimseye ancak gücünün yettiği ölçüde sorumluluk yükler”

Gerçekten bu çok harika bir durumdur! Bu ne hoş bir lütuf ve nimettir! Eğer bir görevin mutlak bir mükemmellik içerisinde yerine getirilmesi gerekseydi insanın hali nice olurdu? Ama eğer herkesin kendi güç ve yeteneğine göre elinden geleni yapması gerekirse, en az yetenekliler için bile bir kurtuluş ümidi var demektir.

İlk âyet insanlık adına, uluslararası ve dinler arası ilişkiler adına çok büyük bir lütuft ur. Söz konusu âyet, Hz. Muhammed’e (a.s.) ve Müslümanlara, tüm peygamberlere ve vahiy kaynaklı kutsal kitapların tahrif edilmemiş hallerine inanmayı emretmektedir. Böyle bir müsamaha diğer dinlerde yoktur. Bu anlayış, dinlerin ve ırklarının farklılığına rağmen yeryüzündeki tüm insanlar arasında barış ortamını tek başına oluşturmaya muktedirdir. Sadece İslâm’ı esas alan bir yönetim, bütün insanlar için barış ve adaleti sağlayabilir ve tarih boyunca da böyle olmuştur.6

Yüce Allah, miraçta günde beş vakit namazı farz kıldı. Aslında bu rakam 50 vakit idi, ama daha sonra, dönüş yolculuğu sırasında Hz. Musa’nın (a.s.) tavsiyesi üzerine, sayının azaltılmasını istemek için İlâhî Huzur’a tekrar vardı, sonunda bu rakam, her biri on vakit yerine geçmek üzere beşe indirildi.7

5

İSRÂ-MİRÂÇ MUCİZESİ-II

(Hicretten 8 ay önce, 27 Receb1)

Prof. Dr. Kasım ŞULULİSRÂ-MİRÂÇ Prof. Dr. Kasım ŞULUL

Page 54: Siyer-i Nebi 32. Sayı

57

Cebrail, Hz. Peygamber’e (a.s.) Cennet’i, nimetlerini ve bu nimetlere layık görülen insanların mutlu hallerini; aynı şekilde Cehennem’i ve korkunç hallerini ve buna layık görülen insanların durumlarını gösterdi.

Kur’ân’ın ifadesiyle,8 “Allah, Kulu’na (Muhammed’e) vahiy etmek istediği şeyi vahiy etti” ve daha önce Hz. Musa’ya (a.s.) on emri (evâmir-i aşere) verdiği gibi Rasûlullah’a (a.s.) on iki emri9 vahiy etti.

Bu emirleri şu şekilde karşılaştırmak mümkündür:

Kur’ân-ı Kerîm’deki On İki Emir:

1- Ancak O’na ibadet ediniz. 2- Ana-babaya iyilikle muamele et. 3- Akrabaya, fakire ve yolda kalanlara hakkını ver. 4- Ne cimri, ne de savurgan ol. 5- Geçim korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyiniz. 6- Zinaya yaklaşmayınız. 7- Haklı olduğunuz durumlar dışında kimseyi öldürmeyiniz. 8- (Sorumluluğunuz altındaki) yetimlerin mallarına ancak güzel niyetlerle yaklaşınız. 9- Verdiğiniz söz ve vaatleri yerine getiriniz. 10- (Tartarken) ölçüyü tam yapın. 11- Hakkında hiçbir bilgi sahibi olmadığın şeyin ardından koşma. 12- Yeryüzünde gurur ve kibirle yürüme!

Bu on iki emri zikrettikten sonra, Kur’ân şu ilavede bulunur: “(Ey Muhammed!) İşte bunlar, Rabbinin sana vahiy ettiği hikmetlerdir”.10

Tevrat’taki On Emir:

1- Benim huzurumda başka ilahlara tapmayacaksın. 2- Yontma put ya da resim yapmayacak, onların önünde secde etmeyeceksin. 3- Zat-ı Ezelî olan Rabbinin adına boş yere yemin etmeyeceksin. 4- Dinlenme gününü (sebt/cumartesi) hatırla. 5- Babana ve annene hürmet et. 6- Asla adam öldürme. 7- Zina etmeyeceksin. 8- Hırsızlık yapmayacaksın. 9- Yalan şahitlik yapmayacaksın. 10- Komşunun/akrabanın evine göz dikmeyeceksin, komşu

ve yakınının hanımına, erkek veya kadın hizmetçisine, öküzüne, eşeğine veya komşuna ait herhangi bir şeye göz dikmeyeceksin.

İsrâ Sûresi

İsrâ-miraç mucizesinin ilk safhasından da bahseden

el-İsrâ Sûresi her bakımdan önemlidir. İsrâ Sûresi, Yüce

Allah’ı tesbih ile söze başlar. Hz. Peygamber (a.s.), Allah’ı

tesbih etmenin “O’nun her türlü eksik ve kötü sıfattan uzaklığını” ifade ettiğini bildirir.11

Abdullah İbn Abbâs (r.a.) şöyle demiştir: “Tevrat’ın tümü, Benî İsrail (İsrâ) Sûresi’ndeki on beş âyette saklıdır”. Bu sûrede Yahudilerin isyan ve bozgunculukları, mescitlerinin tahribi, sonra Hz. Peygamber’i (a.s.) rahatsız edişleri, onu Medine’den çıkarmaya yeltenmeleri ve ona (a.s.) ruh hakkında soru sormaları zikredilmektedir. Sonra sûrede, Hz. Musa’ya (a.s.) verilen dokuz mucize ve onun Firavun ile yaptığı konuşma yer almakta, Firavun’un onları sürgün etmek istediği ve bunun üzerine helak edildiği haber verilmektedir. Ardından İsrail oğullarının yeryüzüne varis kılındığı bildirilmektedir. İşte bu âyetlerde İsrail oğullarının yaşadığı olaylara gönderme yapılmaktadır. Nitekim Firavun’un yurtlarından sürmeyi planladığı kimseler oldukları halde, şimdi de onlar Hz. Peygamber’i (a.s.) Medine’den sürüp çıkarmak istemektedirler. Ancak kendilerini sürgün etmek isteyen Firavun’un başına gelenlere benzer şekilde şimdi de Medine’den çıkarılacak olanlar asıl kendileridir ve yerlerine de Hz. Peygamber (a.s.) ve ashabı varis olacaktır. Nitekim aynen böyle olmuştur. Keza İsra Sûresi’nin başlarında Mescid-i Aksâ’nın tahribi hâdisesi dile getirilmiştir.

“Bunlardan ilkinin zamanı gelince, üzerinize güçlü kuvvetli kullarımızı gönderdik. Bunlar, evlerin arasında dolaşarak (sizi) aradılar. Bu, yerine getirilmiş

1- Ancak O’na ibadet ediniz.2- Ana-babaya iyilikle muamele et.3- Akrabaya, fakire ve yolda kalanlara hakkını ver.4- Ne cimri, ne de savurgan ol.5- Geçim korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyiniz.6- Zinaya yaklaşmayınız.7- Haklı olduğunuz durumlar dışında kimseyi öldürmeyiniz.8- (Sorumluluğunuz altındaki) yetimlerin mallarına ancak güzel niyetlerle yaklaşınız.9- Verdiğiniz söz ve vaatleri yerine getiriniz.10- (Tartarken) ölçüyü tam yapın.11- Hakkında hiçbir bilgi sahibi olmadığın şeyin ardından koşma.12- Yeryüzünde gurur ve kibirle yürüme!

Bu on iki emri zikrettikten sonra, Kur’ân şu ilavede bulunur: “(Ey Muhammed!) İşte bunlar, Rabbinin sana vahiy ettiği hikmetlerdir”.10Ku

r’ân

-ı Ke

rîm

’dek

i On

İki E

mir

:

Page 55: Siyer-i Nebi 32. Sayı

58

bir vaad idi”.12 Tefsirlerde bu güçlü kuvvetli kulların: 1- Asur ve Ninova kralı Senharib (Sencarib: İ.Ö. 704-68199), 2- Milâttan önce 605-562 yılları arasında hüküm süren, Yahuda Devleti’ni ortadan kaldırarak Kudüs’ü ve Süleyman Mâbedi’ni yakıp yıkan Bâbil kralı- Buhtunnasr (Nebukadnezzar II)13 veya 3- -Hz. Dâvûd tarafından öldürülen ünlü bir savaşçı, Tâlût’un (Saul) krallığı döneminde İsrâiloğulları’nın savaştıkları düşman kavimlerden birinin reisi- Calut’un14 orduları olduğu zikredilir. Bunların, Mescid-i Aksâ’yı ve Tevrat nüshalarını yaktıkları, İsrail oğullarının âlimlerini öldürdükleri ve 70.000 kadar esir aldıkları rivâyet edilmektedir.

Bütün bu musibetlere sebep olan İsrail oğullarının ilk fesatları: Zekeriya’yı (a.s.) öldürmeleridir. Kur’ân-ı Kerîm’de Zekeriya (a.s.) adı altı yerde geçer.15 O (a.s.), duası kabul edilen, hayırlı işlere koşan,16 namaz kılan,17 Hz. Meryem’i himaye eden,18 Allah’ın kulu olarak tanıtılan19 bir peygamberdir.

İkinci fesatları: -M.Ö. 7. yüzyılın sonları ve M.Ö. 6. yüzyılın başlarında  Kudüs’te,  Yehuda Krallığı  Babillilere  yenik düştüğü zamanki kral  Yoşiya  zamanında yaşamış peygamber- Ermiyâ’yı (Yeremya) hapsetmeleridir.

el-İsrâ Sûresi’nin ilk âyetinde Muhammed Mustafa’nın (a.s.) oraya gece götürülmesi zikredilmiştir. Böylece isrâ hâdisesiyle, Hz. Peygamber’in (a.s.) ve binitinin Mescid-i Aksâ’ya girmesiyle orası şereflendirildi ve Mescid-i Aksâ’nın daha önce yaşanan tahrip edilme olaylarına bu şekilde karşılık verilmiş oldu.20

İsrâ Mucizesine Mekkeli Müşriklerin Tepkileri

Ebû Cehil: “Ey Ka’b b. Lüey oğulları! Gelin! Toplanın!” diye seslenerek Kâbe’nin çevresinde bulunanları çağırdı ve Hz. Peygamber’den (a.s.) olup-bitenleri anlatmasını istedi. Amacı Hz. Peygamber’i (a.s.) güç duruma düşürmekti.

Rasûlullah (a.s.), İsrâ Gecesi’nde olanları anlattığında müşriklerin tepkileri farklı farklı oldu. Kimi hayret ve inkârla alkış çaldı, kimi ellerini başlarına koyarak şaşkınlıkla anlatılanları dinledi.

Mekkeli Müşriklerden –Cübeyr b. Mut’im’in babası- Mut’im b. Adiy,21 onu (a.s.) alaya alıp Beytülmakdis’i tarif etmesini istedi. Zira müşrikler orayı daha önce görmüşlerdi, oraya gidiş-dönüşün kırk gün22 sürdüğünü ve Hz. Peygamber’in (a.s.) orayı daha önce görmediğini biliyorlardı.

Sahîh Sünnet’te Hz. Peygamber’in  (a.s.)    Beytülmakdis’e  girdiğini ve orda namaz kıldığını gerektirecek sarih ifadeler mevcuttur.23

1- Mesela Zamehşerî’nin el-İsrâ Sûresi’nin ilk âyetinin tefsirinde naklettiği bir hadîste: “Peygamberler bana temessül ettirildi ve onlara namaz kıldırdım.” denilmektedir. Bu hadîs bize: “Meryem, onlarla kendi arasına bir perde çekmişti. Derken, biz ona ruhumuzu

(Cebrail’i) gönderdik de o, kendisine tastamam bir insan şeklinde göründü.” meâlindeki âyeti hatırlatır.

2- “(İsrâ haberinde) Kureyş beni yalanlayınca Hicr’de (Kâbe’nin Hatîm’i) ayakta durdum. Allah, Beytülmakdis’i gözümün önüne getirdi, ona bakarak belirgin özelliklerini Kureyş’e haber vermeye başladım.”

3- “Kendimi Hicr’de gördüm. Kureyş, bana İsrâ seyahatimi; Beytülmakdis’ten tespit edemediğim bazı şey ler sordu. Bu sebeple o kadar zor durumda kaldım ki, hiç bu kadar sıkılmamıştım. Derken Allah, onu bana gösterdi. Ne sordularsa ona bakıp haber verdim.”

“(İsrâ gecesi) bir de kendimi peygamberlerden oluşan bir cemaatin içinde gördüm. Baktım ki, Mu sa kalkmış namaz kılıyor. Düz saçlı, uzunca boylu bir zat, zannedersin Şenûe kabilesi erkeklerinden biri. Bir de baktım İsâ b. Meryem (a.s.) kalkmış namaz kılıyor. İnsanların ona en ziyade benzeyeni Urve b. Mesut es-Sekafi’dir. Baktım İbrahim (a.s.) da kalkmış namaz kılıyor. İnsanların ona en ziyade benzeyeni sahibinizdir (yani be nim). Derken namaz vakti geldi, ben onlara imam oldum. Namazı bitirince içlerinden biri: Ey Muhammed! Şu zat cehennemin bekçisi Malik’tir, ona selâm ver dedi. Ben ona doğru bakınca o bana selâm verdi”

25

26

Page 56: Siyer-i Nebi 32. Sayı

59

(

(

)

(

4-el-Bakara 2/284.

5-Buhârî, el-Megâzî, 64/12.

6-Buhârî, es-Salât 7/1; Bed’il-Halk 59/6; Menâkibi’l-Ensâr 63/41; Tevhid, 98/38; Müslim, Îmân, 259,262-263,279; Fezâil, 164; M. Hamidullah, İslâm Peygamberi, paragraf: 214 ve devamı; S. S. Yavuz, “Mi’rac”, DİA, XXX,132-133.

7- el-En’am 6/160.

8-en-Necm 53/10.

9-el-İsrâ 17/23-39.

10-el-İsrâ 17/39.

11-Şâmî, III,6.

12-el-İsrâ 17/5.

13-Ö. F. Harman, “Buhtunnasr”, DİA, VI,380-381.

14-el-Bakara 2/246-251; A. Küçük, “Calût”, DİA, VII,38.

15-Âl-i İmrân 3/37, 38; el-En‘âm 6/85; Meryem 19/2, 7; el-Enbiyâ 21/89.

16-el-Enbiyâ 21/90.

17-Âl-i İmrân 3/39.

18-Âl-i İmrân 3/37.

19-Meryem 19/2.

20-Şâmî, III,4-5; M. K. Yaşaroğlu, “el-İsrâ Sûresi”, DİA, XXIII,177.

21-İbn Hacer, Fethü’l-Bârî, VII,200; VIII,392 (eş-Şâmile).

22

Zamehşerî, İsrâ Sûresi’nin ilk âyetinin tefsiri.

23

eş-Şâmî, III,18. (

Ebû Bekr Abdullāh b. Muhammed İbn Ebî Şeybe İbrâhîm el-Absî el-Kûfî (159 -235/776-849), Kitâbü’l-Megâzî, thk. Abdülaziz b. İbrahim el-Ömerî, Riyad 1420/1999, s. 115,118,119-120.

24- Meryem 19/17. Müfessirlerin çoğunluğuna göre âyetteki ruhtan maksat, Cebrail’dir. Hz. Meryem korkmasın ve sözünü anlasın diye Yüce Allah, Cebrail’i, bir insan kılığında göndermiştir. Bkz. el-Bakara 2/87.

25-Buhârî, Tefsîr, 17/3; Menâkibü’l-Ensâr, 41; Müslim, İmân, 276,278; Tirmizî, Tefsîr, 17/3; Ahmed b. Hanbel, XXXI,456: hadîs no: 15422 (eş-Şâmile).

26-Müslim, İmân, 2/77; eş-Şâmî, III,154. “(Sonra Süleyman müşavirlerine) dedi ki: Ey ulular! Onlar teslimiyet gösterip bana gelmeden önce, hanginiz o melikenin tahtını bana getirebilir? Cinlerden bir ifrit: Sen makamından kalkmadan ben onu sana getiririm. Gerçekten bu işe gücüm yeter ve bana güvenebilirsiniz, dedi. Kitaptan (Allah tarafından verilmiş) bir ilmi olan kimse ise: Gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm, dedi. (Süleyman) onu (melikenin tahtını) yanı başına yerleşmiş olarak görünce: Bu, dedi, şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak üzere Rabbimin (gösterdiği) lütfündendir. Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur, nankörlük edene gelince, o bilsin ki, Rabbimin hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, çok kerem sahibidir” (en-Neml 17/38-40). Bu âyetler işaret eder ki: Yüce Allah, bir ifrit vasıtasıyla Belkis’in tahtını Yemen’deki Sebe’den Kudüs’e bir lahzada getirttiği gibi, Mekke’deki Hz. Muhammed’e (a.s.) Kudüs’teki Mescid-i Aksa’yı gösterebilir.

27-Buhârî, “Bed’il-Halk” 6; “Menâkibi’l-Ensâr” 41; eş-Şâmî, III,94; M. Hamidullah, İslâm Peygamberi, paragraf: 214.

28-

eş-Şirbînî (v. 977), es-Sirâcü’l-Münîr, İsrâ Sûresi’nin ilk âyetinin tefsiri; eş-Şâmî, III,94.

Kimi Mekkeliler, Peygamber Efendimiz’in (a.s.), Filistin istikametinden gelmekte olan ve günlerdir bekledikleri kervanlarının şimdi nerede bulunduğunu söylemesini istediler.27

Müşriklerden biri de Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) evine koşarak ona bu yeni durumu haber verdi. Ama o sadık insan, bir an bile tereddüt etmeyip: “O söylemişse doğrudur” diye cevap verdi. “Onu bu konuda doğrular mısın?” diye tekrar sorduklarında: “Daha ötesini de tasdik ederim. Muhammed (a.s.), gece veya gündüz, kendisine semadan haber geldiğini haber veriyor; ben kendisini yine tasdik ediyorum” dedi. O günden itibaren, Hz. Ebû Bekir (r.a.), Müslümanlar nezdinde herkesin gıpta ettiği es-Sıddîk lakabına nail olmuştur.28

1-İbnü’l-Cevzî, I,349; Zürkânî (1996 n.), II,71.

2-Hz. Âişe’den (r.anha) nakledilen bir hadîs meâlen şöyledir: “Yüce

Allah katında divânlar (meleklerin amelleri kaydedip koruduğu

defterler) üçtür: Allah’ın (1) önem vermeyeceği divân, (2) hiçbir

şeyini ihmal etmeyeceği divân, (3) affetmeyeceği divân. Allah’ın

affetmeyeceği divân, Allah’a şirk koşulmasıdır. Yüce Allah: “Biliniz

ki kim Allah’a ortak koşarsa muhakkak Allah ona cenneti haram

kılar” (el-Mâide 5/72) buyurmuştur. Yüce Allah’ın önem vermeyeceği

divân, kul ile Rabbi arasında olan amellerde kendine zulmetmesidir

(yani kul ile Yüce Allah arasında olan amellerde kulun eksikliklerinin

bulunmasıdır). Kulun, oruçtan bir gün tutmaması, bir vakit namazı

terk etmesi gibi. Yüce Allah dilerse bunları affeder ve muahezeden

muaf tutar. Yüce Allah’ın hiçbir şeyini ihmal etmeyeceği divân kulların

birbirlerine yaptıkları zulümlerdir. Bunlarda kısas kaçınılmazdır”

[Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, VI,240 (eş-Şâmile); Ebû Abdullah

Muhammed b. Abdillah el-Hâkim en-Nîsâbûrî, el-Müstedrek ale’s-

Sahîheyn, IV,619 (eş-Şâmile); el-Beyhakî (384-458/994-1066),

Şuabu’l-İmân, VII,52 (eş-Şâmile)].

3-el-Bakara 2/285-286.

Page 57: Siyer-i Nebi 32. Sayı

60

ÜMMET’İN FİRAVUNU

EBÛ CEHİL 1Hz. İbrahimin karşısına Nemrut, Hz. Musanın karşısına Firavun ve avanesi dikilmiştir. Peygamberimizin karşısında mücadele veren, küfrün elebaşı ise Ebû Cehil olmuştur. Efendimiz (s.a.s) onun hakkında şöyle buyurur: “Her ümmetin bir firavunu vardır, bu ümmetin firavunu ise Ebû Cehil’dir.”

Halid AKILLI

Hangi çağda yaşarsa yaşasın insanın istek ve ar-zuları, hırsları genel olarak aynıdır. Bir gerçeği

kabul ve retler, ortaya atılan itirazlar farklı gibi gözükse de aynı duygu ve mantık içerisinde gerçekleşir. İnsanla-rın dış kalıpları farklıdır ancak davranış kalıpları birbiri-ne çok yakındır.

İlahi davete düşman olanlar, gerçekleri gördüklerin-de, hemen tepki gösterip hasım kesilirler. Peygamber-lerin sunduğu davetin hayatlarını olumsuz olarak etki-leyeceğini, maddi ve manevi çıkarlarına set çekeceğini düşünürler. Bu yüzden, ilahi hakikatlerin ve onu tebliğ edenlerin karşısına dikilir, onlara iman edip destek ve-renleri yok etmek ve halkın Müslüman olmasını engelle-mek için her türlü yola başvururlar. Bu kişilerin örneği

her dönemde olmuştur ve kıyamete kadar da olacaktır. Hayrın öncüleri olduğu gibi şerrin öncüleri de yeryü-zünde mevcut bulunacaktır.

Hz. İbrahimin karşısına Nemrut, Hz. Musanın kar-şısına Firavun ve avanesi dikilmiştir. Peygamberimizin karşısında mücadele veren, küfrün elebaşı ise Ebû Cehil olmuştur. Efendimiz (s.a.s) onun hakkında şöyle buyu-rur: “Her ümmetin bir firavunu vardır, bu ümmetin fira-vunu ise Ebû Cehil’dir.”

Ebû CehilEbû Cehil’in gerçek ismi Amr b. Hişâm’dır. Künyesi

Ebû’l-Hakem’dir. Annesine nispetle İbnü’l-Hanzaliye de denilmiştir. Ebû Cehil’in Bedir Savaşında öldürüldüğün-

Page 58: Siyer-i Nebi 32. Sayı

61

de yetmiş yaşında olduğu riva-yet edilmektedir.1 Bu bilgiden hareketle Ebû Cehil’in miladî 554 tarihinde doğmuş olması muhtemeldir. O, Benî Mahzûm kabilesine mensuptur.

Muhakeme gücü yüksek ve in-sanlar arasındaki problemleri çözme ko-nusunda mahir bir insan olan Amr b. Hişâm’a Ebû’l-Hakem( hikmetin babası) denilmiştir. Bu lakap İslâmiyet’e düşmanlığı sebebiyle Hz. Peygamber tarafından Ebû Cehil ( cehaletin babası) şeklinde değiş-tirilmiştir.

Beni Mahzūm Mekke şehrinin yönetimi, Hz. Peygamber’in beşinci

kuşaktan dedesi Kusay b. Kilâb’ın Huzâa Kabilesinin hâ-kimiyetine son vermesiyle Kureyş kabilesinin eline geçti. Kusay, akrabalarını yakınlık derecelerine göre Kâbe’nin etrafından başlamak suretiyle Mekke’ye yerleştirmişti. O, Mekke’nin hâkimi olunca Mekke yönetiminde çeşit-li görevler ihdas ederek, Kubbe ve E’inne adlı vazifeleri Mahzûmoğulları’na verdi.

Kubbe, çadır manasına gelir. Kureyş bir savaşa gittiği vakit bir çadır kurulur, savaş silahları ve paraları burada toplanırdı. Görev bir nevi silah deposu muhafızlığıydı.

E’inne görevi ise savaşta Kureyş ordusundaki süvari birliğine kumandanlık edilmesidir.2 Bu durum Mahzû-moğullarına diğer kabileler arasında büyük bir saygınlık kazandırıyordu.

Mahzûm Kabilesi ismini Mahzûm b. Yakaza’dan alır. Kureyş kabilesinin on kolundan birini oluştu-rur. Mahzûm oğulları ticaretle meşgul oluyorlardı. İslamın hemen öncesinde ekonomik ve siyasi olarak çok güçlenmişlerdi ve isimleri bazen Kureyş’in yerine kullanılıyordu.3 Hz. Peygamber’in babaannesi Fatıma binti Amr Mahzûm kabilesindendi. Abdulmuttalib’in Rasulullah’ın babası ile ilgili adağı sonrasında Abdul-lah’a çıkan fal okuna en çok tepkiyi Abdullah’ın dayı tarafı Mahzûmoğulları göstermişti.

Hz Peygamber’in davetine ilk icâbet edenler arasında Mahzûmoğulları’na mensup sahabiler de vardı. Ebû Se-

leme ve hanımı Ümmü Seleme, Erkam b. Ebi’l-Erkam, Seleme b. Hişâm, Hişâm b. Ebi Huzeyfe ve Ayyâş b. Ebi Rebîa bunlardandır. Bununla birlikte Mahzûmoğul-ları’nın liderliğini yapan kişilerin İslâm’a karşı tavrı müspet olma-

dı. Özellikle toplumsal itibarlarını ve ekonomik konumlarını kaybetme endişesi

onların İslâm’a karşı direnmesine sebep oldu. Nite-kim Velîd b. Mugīre, Ebû Cehil ve kardeşi Âs b. Hişâm İslâm düşmanlığının birer sembolü haline geldi.

Babası ve AnnesiEbû Cehil’in babası Hişâm b. Muğire’dir. Hişâm, ge-

rek yakınlarına gerekse Mekke dışından gelen misafirle-re yaptığı iyilikler sebebiyle şehrin cömertleri arasında sayılmıştır. Kahramanlığı ve cömertliği o kadar meşhur olmuştu ki Kureyş kabilesine “Hişâm’ın kabilesi(Hayyu Hişâm)” denilmiştir.

Mekkeliler önemli olayları takvim başlangıcı olarak kabul ederlerdi. Örneğin; Fil Vakasından bir yıl sonra, Kâbe’nin inşasından altı ay sonra gibi. Hişâm b. Muğire’nin ölümünün de Mekkeliler tara-fından takvim başlangıcı olarak kullanılması onun Mekke içerisinde gerçekten önemli bir şahıs oldu-ğunu gösterir.4

Ebû Cehil’in annesi Esma binti Muharribe’dir. Ebû Cehil’in annesi hicretin 13. yılında Müslüman olmuş, Medine’ye gitmiş ve ticaretle uğraşmıştı. Hz. Ömer döneminde veya daha sonraki dönemde vefat etmiştir.5

Ebû Cehil’in KardeşleriEbû Cehil’in Hâris, Seleme, Âs ve Halid adlarında

aynı babadan olma dört kardeşi vardı. Âs ve Ebû Cehil Müslümanlarla yapılan Bedir Savaşında müşrik olarak öldüler. Hz. Ömer; dayısı Âs b. Hişâm’ı bizzat öldürmüş-tür. Halid ise esir olarak ele geçirilmişti. Hâris ve Seleme daha sonraki dönemlerde Müslüman olmuşlardır. Ebû Cehil’in Hanteme adında bir kız kardeşi vardır. Hante-me, Hz. Ömer’in annesidir. Bu vesileyle Ebû Cehil, Hz. Ömer’in öz dayısıdır.

Page 59: Siyer-i Nebi 32. Sayı

62

Hişâm b. Muğire öldükten sonra Ebû Cehil’in anne-si Esma, Ebû Rebîa b. Muğîre ile evlendi. Bu evlilikten de Ayyâş ve Abdullah adlarında iki oğlu, Ümmü Huceyr adında bir kızı olmuştur.6

ÇocuklarıEbû Cehil’in İkrime, Zürare, Temim, Alkame adlı

dört erkek çocuğu ve Sahra, Hunefa, Esma ve Cüveyriye adlarında dört kızı vardır.

Ebû Cehil’in Mekke İçerisindeki Ko-numu

Daru’n-Nedve, Mekke eşrafının istişare meclisi olarak bilinirdi. Burası her kabileden nüfuzlu kişilerin bulundu-ğu bir meclisti. Ebû Cehil de Dar’un-Nedve üyesiydi. Bu meclise girme yaşı kırk olmasına rağmen Ebû Cehil 25 veya 30 yaşında bu meclise katılmıştır. Küçük yaştan iti-baren babasının ve amcalarının da etkisiyle Mekke içeri-sinde hatırı sayılır bir mevkiye yükselmiştir.

Mekke’de her kabileden hakemler bulunurdu. Bu ha-kemler insanlar arasında çıkan anlaşmazlıkları çözüme kavuştururdu. Ebû Cehil de bu hakemlerden birisiydi.7

İslam’dan önce Ebû Cehil Ticaretle uğraşan Ebû Cehil Mekke’nin sayılı zengin-

leri arasındaydı ve bununla gurur duyardı. Samimi bir putperest değildi. O dönem müşriklerce meşhur olan fal oku çekme amelinin sonuçlarına çoğu zaman uymamış-tır. Esasında o putlara değil putların kendisine sağladığı güce tapıyordu.

Ebû Cehil şahsi kabiliyetleri ve sahip olduğu imkan-larla hem kendisini hem de kabilesini liderlik ve şeref ba-kımından Beni Haşim’e rakip görüyordu.

İslam’ın ilk yılları İslam daveti Mekke’deki şirk dininin sorgulanmasına

sebep olmuştur. Tevhit inancına dayanan İslam insanlar için yeni ve dinamik bir hayat anlayışı sunmuştur. Bu

taze ve dinamik hayat cehalet ve zulmete gömülmüş insanlara yeni bir hamle, yeni bir anlayış, ümit ve heyecan getirmiştir.8

İslam, müşriklerin önde gelenleri tarafından ilk başlarda temkinli bir şe-kilde izleniyordu. Ne var ki onların tanrılarını kötüleyen, yaşadıkları dini ayıplayan ve atala-rını akılsızlıkla suçlayan ayetler geldiğinde İslam bü-yük bir tehdit olarak görül-dü. Bu dinin önüne geçmek için Mekke’nin liderleri de-vamlı toplantılar yapmaya, Hz. Muhammed ve getirdiği mesa-ja karşı eylem planı hazırlamaya başladılar. Bu toplantılara eksiksiz katılan, görüşleri büyük oranda kabul gören, Hz. Peygamber’e en çok düşmanlık besleyen kişilerin başında Amr b. Hişâm (Ebû Cehil) geliyordu.

Hz. Peygamber’in Ebû Cehil’i İslâm’a Davet Etmesi

Hz. Peygamber(s.a.s) her Mekkelinin Müslüman ol-masını çok istiyordu. Bu sebeple çok kere Ebû Cehil’i İs-lam dinine davet etmiştir. Muğîre bin Şube ona yapılan tebliğle ilgili şöyle bir rivayette bulunur:

Rasûlullah’ı ilk tanıdığım günde, Ebû Cehil b. Hişâm ile beraber Mekke sokaklarında yürüyorduk. Hz. Pey-gamber bize rastladı ve Ebû Cehil’e

“Ey Ebû Hakem! Allah’a ve Allah’ın Rasûlü’ne gel! Seni Allah’a davet ediyorum” dedi.

Ebû Cehil “Ey Muhammed! Sen bizim ilahlarımızla uğraşmaktan vazgeçer misin? Biz şahidlik ederiz ki sen

Ebû

52

Page 60: Siyer-i Nebi 32. Sayı

63

tebliğini yaptın. Allah’a yemin ederim, eğer ben senin söylediklerinin hak olduğunu

bilseydim sana tâbi olurdum” dedi. Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem

yanımızdan ayrıldı. Ebû Cehil bana yönelerek şöyle dedi:

“Allah’a yemin ederim, ben onun söylediklerinin hak olduğunu biliyo-rum. Fakat ona tâbi ol-maktan beni meneden bir şey var: Kusayoğul-ları ‘Hicâbe (Kâbe’nin anahtarları) bizde-dir’ dediler. Biz onla-

ra ‘peki’ dedik. Sonra ‘Sikâye (hac mevsiminde

hacılara su vermek) bizim hakkımızdır’ dediler. Biz

‘peki’ dedik. Sonra “Nedve bi-zimdir” dediler. Biz ona da ‘peki’

dedik. Sonra ‘Livâ bizimdir’ dediler. Biz buna da ‘peki’ dedik. Sonra hacılara

yemek yedirdiler. Biz de yedirdik. Onlarla ya-rışmaya devam ettik. Şimdi ise: ‘Bizden bir peygam-

ber geldi’, diyorlar. Vallahi ben bunu kabul edemem...”9

İslam’a karşı düşmanlıkCahiliye döneminde yaşanan kabileler arası rekabet

İslam’a karşı muhalefetin temel nedenlerinden birisi ol-muştur. Mahzûmoğullarının Mekke’de hâkim zümreyi teşkil ediyor olması ve bu gücün verdiği destekle Ebû Cehil İslama karşı muhalefetin öncülüğünü yapmıştır. O, Mek-kelileri Müslümanlara karşı kışkırtıyor, kendisinde diğer insanlara müdahale edebilme hakkı görüyordu. Özellikle toplum içinde zayıf ve korumasız görünen insanlara her türlü baskıyı uyguluyor, zalimleri zulümlerine teşvik edi-yordu. Onun yaptıklarını şöyle maddeleştirebiliriz:

a) Psikolojik baskı ve alay: Bir kimsenin Müs-lüman olduğunu duyunca hemen onun yanına gider “Sen babandan daha mı iyisin ki onun dinini terk ettin” diyerek onu azarlar ve küçümserdi. Onun etkisi altında kalan birçok kimse İslam’ı kabul etmekten uzak dururdu.

Velîd b. Mugîre bir gün Hz. Ebû Bekir’in yanına gide-rek onunla Kur’an hakkında konuştu ve ayetleri dinledi. Dinlediklerinin etkisiyle: “Vallahi, o ne şiirdir, ne sihir-dir, ne de delilik saçmalarındandır! Onun söylediği, hiç kuşkusuz, Allah kelamındandır!” dedi.

Bu sözünü işiten Kureyşîlerden bazıları, bir araya gelerek: “Vallahi, Velîd dininden dönecek olursa, mu-hakkak, bütün Kureyşliler de dinlerinden dönerler!” de-diler. Ebû Cehil bunu işitince; “Vallahi, sizin için, onun hakkından gelirim!” diyerek amcası Velîd b. Mugîre’nin evine gitti. Ona :

“Ey amca! Kavminin, senin için sadaka mal toplamak istediklerini, topladıklarını gördün mü?”dedi. Velîd b. Mugîre:

“Ne için topluyorlar?” diye sordu. Ebû Cehil:

“Sana vermek için! Çünkü sen kendisinden bir şeyler elde etmek için Muhammed’in yanına gidiyormuşsun!” dedi. Velîd b. Mugîre:

“Kureyşliler benim kendilerinin en zengini olduğu-mu bilirler. Ben mal ve evlatça onlardan daha zengin de-ğil miyim?” dedi. Ebû Cehil:

“Öyle ise, sen Kur’an hakkında bir söz söyle de, kav-min işitsin ve senin ondan hoşlanmadığını, inkâr ettiğini anlasın!” dedi.

Velîd b. Mugîre: “Ne söyleyeyim bilmem ki! Vallahi, içinizde şiirlerin her çeşidini; recezini, kasidesini ve cin şiirlerini benden daha iyi bilen kimse yoktur. Vallahi, onun söylediği bunların hiçbirine benzemiyor! Vallahi, onun söylediği sözde öyle bir tatlılık, öyle bir parlaklık ve güzellik var ki, sanki tepesi bol yemişli, dibi sulak yem-yeşil bir ağaç o! Hiç kuşkusuz, o söz, her şeye üstün gelir. Fakat ona hiçbir şey üstün gelemez!” dedi. Ebû Cehil:

63

Page 61: Siyer-i Nebi 32. Sayı

64

“Onun hakkında bir şey söylemedikçe, kavmin sen-den hoşnut olmayacaktır” deyince, Velîd b. Mugîre: “Öyle ise, beni kendi halime bırak da bir düşüneyim!” dedi. Velîd küfrün elebaşı olarak öldü.10

b) Tehdit ve gözden düşürme: Zengin ve tica-retle uğraşan kimselerin İslam’a ilgi duymaya başladığını hissettiği anda onları iflas ettirmek, toplumda itibar sa-hibi ve değer görenleri ise, saygınlıklarını yok ettirmekle tehdit ederdi.

c) İşkence: İman edenlere engel olmak için her yolu deneyen Ebû Cehil, yoksul ve güçsüz olanları döver, işkence ederdi. İslamiyet’i kabul edip iman eden Ammâr bin Yâsir ile babası, annesi ve kardeşine çok ağır işken-celer uyguladı. Bu işkencelerden sonra, Ammâr’ın anne-si Sümeyye, babası Yâsir ve kardeşi Abdullah şehit oldu.

Aslen Rum olan Hz. Zinnîre (r.anha) Abduddâroğul-larının azatlı kölesiydi. O, Mekke devrinde müşriklerin ağır işkencelerine maruz kalmış fakat büyük bir sabır ve metanet göstererek imanından asla taviz vermemiştir. İs-lam’ın azılı düşmanı Ebû Cehil’e karşı direnmiş ve “Ebû Cehil’e meydan okuyan köle” olarak anılmıştır.

Ebû Cehil’in yaptığı işkenceler yüzünden Zinni-re’nin gözleri kör olmuştu. Ebû Cehil, “Gördün mü? Lât ve Uzzâ senin gözünü kör etti!” dedi. Zinnîre : “Hayır! Vallahi böyle değildir. Benim gözümü böyle eden onlar değillerdir. Lât ve Uzzâ, ne yarar ne de zarar vermeğe asla kadir olamazlar. Onlar hiçbir şeyi göremezler! Onlar, kendilerine tapanları da, tapmayanları da bilmezler. Be-

nim Rabbim gözümü geri vermeğe, beni gördürmeğe de kadirdir.” dedi. Diğer müşrikler de Ebû Cehil gibi söyle-diler ama Zinnîre onların da yalan söylediklerini Allah’a yemin ederek ilan etti. Bu tartışmaların olduğu günün gecesi geçip de sabah olunca Yüce Allah (c.c) Zinnîre Hatun’un gözlerini geri çevirdi. Lakin Kureyş müşrikleri “Bu da, Muhammed’in sihirlerindendir!” dediler.

d) Mekke dışına çıkışı engelleme: Müslüman-ları baskı altında tutabilmek ve bu dini yok edebilmek için onların elinin altında ve gözetimi altında olması ge-rektiğini düşünüyordu. Hicret edenleri engellemeye git-miş olanları türlü hilelerle geri getirtmeye çalıştı.

e) Kötü propaganda: Mekke’ye İslam’ı öğren-meye gelenlerin karşısına çıkarak onları İslam’dan uzak tutmaya çalışırdı. Ebû Cehil her fırsatta Hz. Peygamber’i izliyordu. Onun biriyle konuştuğunu gördüğü anda he-men konuşulan kişinin yanına gidiyor ve Hz. Peygam-ber’in anlattıklarını alaya alıyordu. Bu şekilde tebliğin yayılmasını engellemeye çalışıyordu. Mekke’ye giriş yol-larında adamlarıyla bekleyerek Mekke’ye gelen hacı ve tüccarların Hz. Peygamber’le görüşmesine engel olurdu.

1-Belazurî, Ensâbu’l-Eşrâf, I, 1302-Mustafa Fayda, Allah’ın Kılıcı Halid b. Velîd, 263-Mehmet Ali Kapar, Benî Mahzûm, DİA, XXVII, 4024-Rıdvan Gür, Ebû Cehil’in Hayatı ve İslam Karşıtı Faaliyetleri, Yüksek Lisans Tezi, 16, Isparta 20145-İbn-i Sa’d, Tabakâtü’l-Kübrâ, VIII, 3006-Rıdvan Gür, a.g.e, 177-Rıdvan Gür, a.g.e, 27 8-Mustafa Fayda, Allah’ın kılıcı Halid b. Velîd, 59-Beyhaki, Delâil, III/6410-M. Asım Köksal, İslam Tarihi, Köksal Yayıncılık: I, 296-298.