View
247
Download
10
Category
Preview:
DESCRIPTION
Gencay Dergisi - Sayı: 13 - Şubat 2013 http://www.gencaydergisi.com
Citation preview
www.millidusunce.org
Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı
Kızılay/ANKARA
Telefon: 0 (312) 231 31 94
Belgeç: 0 (312) 231 31 22
GENCAY
GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi
Yıl 2 Sayı 13 - Şubat 2013
Ücretsiz e-dergi
www.gencaydergisi.com
bilgi@gencaydergisi.com
ÇIRPINIRDI KARADENİZ / Banu DOĞAN
TÜRK KADINI KİMLİĞİNE TARİHSEL BİR BAKIŞ / Emre SEVİNÇ
YENİ DÜNYA DÜZENİ (1) / Burçin ÖNER
"SONA DOĞRU KÜRT AÇILIMI" ÜZERİNE NOTLAR -I- / Fatma Özge ÖZDEMİR
DON KİŞOTLARIN DİL SAVAŞI / Veysel Gökberk MANGA
TÜRK’E FAŞİZM / Kürşat Kemal ÇETİNKAYA
“ÜLKÜCÜLER, KIBRIS SİZE MİNNETTARDIR” / Banu DOĞAN
TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ MOBİL DÜNYANIN NERESİNDE? / Berat ASA
HATIRAT / RÂZÎ DEĞİL, RAZI OLMAK / Abdullah KILAVUZ
TEPEGÖZ HİKÂYESİ ÜZERİNE / Yunus Emre UYAR
KİTAP-ÇOCUK İLİŞKİSİ ÜZERİNE / Dilek AKILLIOĞLU
ŞEYTAN AYETLERİ MESELESİ / Vural Egemen SARIGÖZ
RUH ADAM’IN KÖŞESİ / Yalçın Selim PUSAT
GENCAY
1
ÇIRPINIRDI KARADENİZ Banu DOĞAN
Yıl 1992. Çok değil, sadece 21 yıl önce
bugün, yine dünya Türk’e karşı, yine
dünya Türk’e zulmediyordu. Tarihin her
anında olduğu gibi o gün de
Azerbaycan’da, Hocalı’da Türklük çok acı
çekti, sivil halk büyük zulüm gördü. İşte
bugün o zulmün yıldönümü…
Bu kez ruslarla birleşmiş ermeni askerleri
Hocalı’da tarihin en vahşi katliamlarından
birini yaptılar. Ne kadın dediler, ne çocuk,
ne yaşlı… Binlerce soydaşımızı katlettiler.
Ermenilerle işbirliği içinde olan Rus
tankları Hocalı Havaalanını ve birçok yeri
bombalayarak kullanılmaz hale getirdiler.
Şehrin dünyayla bağlantısını kesitler.
Sonra ermeniler acımasızca
soydaşlarımıza saldırdılar.
O gün yapılan sadece vahşi bir katliam
değil, bir soykırımdı. O gün için Türk
düşmanları her şeyi planlanmış, organize
olmuş ve savunmasız sivil halka karşı
tarihin en vahşi katliamı
gerçekleştirilmişti.
Sadece o gün 613 Azerbaycan Türk’ü
öldürülmüş, 56 hamile kadın, karnı
yarılmış durumda bulunmuştu.
O tarihten sonra kayıp olarak kayıtlara
geçen Azerbaycan Türklerinin sayısı
binleri geçmiştir. Bu da, bu katliamda
binlerce insanın katledildiğini
göstermektedir.
1992 Hocalı katliamını başta New York
Times olmak üzere birçok batılı kaynak da
belgelemişti. Acı katliamın görüntüleri, üst
üste yığılmış kadın, çocuk cesetlerinin
resimleri her yerde yayınlanmıştı. Bu
vahşeti yapan ermeniler yıllardır hiç
utanmadan, sıkılmadan 1915’te olanları
çarpıtarak Türkiye aleyhine gündem
oluşturmaya çalışıyorlar. Türklere karşı
sürekli önyargılı olan ve Ermenileri daima
şımartan batı dünyası, Hocalı katliamının
belgelerini bugün yok sayıyor. Görgü
tanığı olan ve bunu beyan eden batılı
gazeteciler ise ortada yok.
Dünya ne derse desin, ne yalanlar
uydurursa uydursun. Biz 1992’de
Hocalı’da ermenilerin yaptıklarını biliyor
ve dün gibi hatırlıyoruz. Acaba uluslararası
insan hakları örgütleri de bu katliamı
hatırlıyor mu? Hatırlıyorsa ne yapıyor?
Ermenileri yaptıklarından dolayı kınıyor
mu? Yoksa yapılanlar Türklere karşı
olunca ses çıkarılması gerekmiyor mu?
Sadece bu mu? Azerbaycan topraklarının
beşte biri yani yüzde 20’si ermeni işgali
altında… Bir milyon Azerbaycan Türk’ü
kaçkın… Yani topraklarından atılmış, göç
etmek zorunda bırakılmış. Doğduğu ve
büyüdüğü toprakların özlemi ile yaşıyor.
Yaşadığı yerler, köyler ve evleri burnunda
tütüyor. Ve her gece zor şartlarda sabahı
beklerken doğduğu topraklara ne zaman
döneceğini düşünüyor. Uğradığı haksızlığa
medeni(!) dünyanın nasıl seyirci kaldığını
anlamaya çalışıyor. Barış zirvesi (ya da
zırvası) ne anlama geliyor, yorumlamaya
GENCAY
2
çalışıyor. Ama Türk olduğunu düşününce
bunların hiç birinin bir anlamı olmadığını
görüyor.
Tarihine bakıyor. Cihan hâkimiyetini nasıl
sağladığını düşünüyor. Barış zirvelerinden
mi yoksa gücünü kahramanlığından mı
aldığını anlıyor.
Azerin’in Çırpınırdı Karadeniz’i söylerken
sesiyle değil yüreğiyle söylediği
“Kafkaslardan aşacağız, Türklüğe şan
katacağız, Azerbaycan bayrağını
Karabağ’dan asacağız” sözlerini hatırlıyor.
Sadece hatırlamakla kalmıyor, Karabağ’da
ve Ermenilerin işgal ettiği 7 rayonda
hakkının hukukunun bütün dünyanın gözü
önünde, Rusya’nın desteğiyle, zorla nasıl
elinden alındığını düşünerek bu mısraların
hüznünü ve acısını yaşıyor. Geçmiş o
kahramanlık günlerine dönmek istiyor,
dönemiyor. Türkiye’den destek ve yardım
bekliyor, göremiyor. Ne yapacağını
bilmiyor, o muhteşem Türkiye hayali de
durmadan eriyip gidiyor. Türkiye’de bir
şeylerin değiştiğini düşünüyor.
Gerçekte değişen bir şey yok. Değişen
sadece yönetenler. Türklük sevdasının
değişmesi mümkün mü? Azerbaycan’ın
kardeş olduğunu unutmak mümkün mü?
Bir millet iki devlet gerçeğinden
vazgeçmek mümkün mü?
1915’e soykırım diyenler,1992’yi
görmezden gelenler, “hepimiz ermeniyiz”
dövizlerini alıp yollara düşenler,
ermenilerle protokoller imzalayanlar, her
şeye rağmen sınır kapılarımızı açmaya
kalkanlar, bütün bu olanları unutmuş
olabilirler. Ama bir gerçek var ki bu
milletin ezici çoğunluğu bunları
unutmuyor. Hocalı’yı, Azerbaycan’ı
unutmuyor. Yöneticileri vazgeçse de bu
millet kardeşliğinden, bir millet olmaktan
vazgeçmiyor.
Dilini ayırın, alfabesini otuza bölün,
eğitimini parçalayın. Olmayacak! Gücünüz
yetmeyecek! Bizim kalplerimiz bir attıkça
Türklük parçalanmayacak… (Ne yazık ki)
ayrı sınırlara sahibiz ama Allah’ın izniyle
biz koca bir aile olarak hep var olacağız.
Tanrı Türk’ü korusun.
GENCAY
3
TÜRK KADINI KİMLİĞİNE TARİHSEL
BİR BAKIŞ Emre SEVİNÇ
8 Mart 1857 tarihinde ABD’nin New York
kentinde 40.000 dokuma işçisi daha iyi
çalışma koşulları istemiyle bir tekstil
fabrikasında greve başladı. Ancak polisin
işçilere saldırması ve işçilerin fabrikaya
kilitlenmesi, arkasından da çıkan yangında
işçilerin fabrika önünde kurulan
barikatlardan kaçamaması sonucunda
çoğu kadın 129 işçi can verdi.
8 Mart’ın Dünya Kadınlar Günü kabul
edilmesi bu olaydan sonra olmuş, ülkemiz
de bu günü benimsemiştir. Ben de bu günü
fırsat bilerek sizlere Türk toplumunda
kadına verilen değer ve Türk kadınının
tarihimizde yaptığı kahramanlıklar
hakkında bilgiler vermeye çalışacağım.
Türk toplumu zaman, mekan, kültür ve din
farklılıklarının etkisiyle değişik dozda da
olsa kadınını hep önemsemiş, kadınına da
en az erkeği kadar haklar, özgürlükler ve
görevler vermiştir. Türk kadını da özellikle
sosyal ve iktisadi alanda toplumu sırtlamış
gerektiğinde de siyasi ve askeri
faaliyetlerde bulunmuştur.
Bugünkü Türk töresinin genel anlamda
oluştuğu İslamiyet öncesi dönemde
inançların, göçebe yaşam tarzının ve Türk
milletinin karakteristik yapısının
katkısıyla Türk kadını toplumsal yaşamda
etkin bir şekilde yer almıştır. Günlük
hayatta tüm işlerde erkeğine yardım
etmiş, evini, obasını çekip çevirmiştir.
Türk kadını siyasi hayatta da yer almış,
hatun ünvanı ile geniş yetkilerle
donatılmış, elçiler kabul etmiş, hatta
komşu devletlerle anlaşma bile yapmıştır...
Büyük Hun İmparatorluğu adına Çin ile ilk
barış anlaşmasını Mete’nin hatunu
yapmıştır.(1) Ziya Gökalp’ın değimiyle
genellikle amazon olan Türk kadınlarının
kahramanlıkta da erkeklerinden eksik
kalır yanları yokmuş.(2)
Destanlarımız da kadını kutsal bir varlık
olarak tanımlar. Eski Türk kadını,
destanlarda ok atan, ata binen, savaşan,
daima erkeğinin yanında bulunan, hakan
kocası ile beraber fermanlara imza atan,
namusuna düşkün olan ve olunan, eş,
arkadaş ve yardımcı olmuştur.(3)
Türklerin inanç sistemlerinde de kadının
önemi göze çarpmaktadır ki geçmişten
günümüze her coğrafyada Türklüğün
sembolü olarak görülen bozkurt annelikle
bağdaşlaştırılmıştır. Türkler, kendilerinin
bir bozkurttan türediklerini ve bu
GENCAY
4
bozkurdun Türk milletinin geleceği
tehlikeye girdiğinde ortaya çıkarak onları
kurtardığına inanmışlardır. Türk kadının
tarihin her devrinde yapmış olduğu
kahramanlıklar bu inanışın boşa
olmadığını bize kanıtlamıştır.
Türk toplumunda kadının değeri dil
özelliklerimize de yansımıştır. Bugün çoğu
dilde ‘o’ zamiri kadın ve erkek için
söylenişi farklı olmasına rağmen -örneğin
İngilizcede kadın için ‘she’, erkek için ‘he’-
Türkçede böyle bir ayrım yapılmamıştır.
Bu toplumun kadını ve erkeği eşit
gördüğüne örnektir. Yine atasözlerinden
devam edecek olursak; ‘Bir eve bir baca,
bir kadına bir koca’ tek eşliliği, ‘Evi ev
eden avrat, yurdu şen eden devlet’ atasözü
de kadının ailedeki önemini
vurgulamaktadır.
İslamiyet kabul edildikten sonraki Türk
kadınının toplumdaki öneminden
bahsedecek olursak; bu dönemin
başlarında Türk kadını, önemini
korumuşsa da zamanla yerleşik yaşama
geçme, yerleşilen coğrafyadaki Bizans,
Arap ve Farsların etkisiyle toplumdan
soyutlanmıştır. Ancak bu soyutlanma daha
az nüfusun yaşadığı şehir hayatında
sözkonusudur. Köydeki kadının durumu
ise biraz daha farklıdır. Köydeki kadın yine
eskisi gibi erkeği ile tarlada çalışmış, evini
yönetmiş, çocuklarına bakıp halı, kumaş
dokumuştur. (4)
Özellikle Anadolu coğrafyasında Türk
kadını aynen İslam öncesi devirde olduğu
gibi oldukça özgür, değerli ve en önemlisi
atılımcıdır. Anadolu Selçuklu Devleti
döneminde ortaya çıkan ve Osmanlı
Devleti döneminde varlığını sürdüren
Bacıyan-u Rum Teşkilatı bu atılımcı kadın
tipine en uygun örnektir. El sanatları,
örgücülük, dokumacılık vb. ile ekonomiye
katkıda bulunan bu teşkilatın kadınları
yetim ve kimsesiz genç kızları himayesine
almış, onların eğitiminden, ev bark sahibi
olmalarından sorumlu olmuş, kimsesiz
ihtiyar kadınların bakımı, genç kızların
evlendirilmesi gibi sosyal hizmetlerde
bulunmuştur.(5) Yine kılıç kuşanmaları
gerektiğinde çekinmeden bu görevi yerine
getirmişlerdir. Moğollar Kösedağ Savaşı
sonrasında Kayseriyi kuşattığında
Bacıyan-ı Rum kadınları da kale
savunmasında erkeklerinin yanında
savaşmışlardır. Ancak bir ihanet sonucu
kale düşmüş, halkın bir bölümü kılıçtan
GENCAY
5
geçirilmiş, Bacıyan-ı Rum Teşkilatının
kurucusu Fatma Bacı’da esir edilerek
İran’a götürülmüştür. (6)
Selçuklular zamanında kadınların yaptığı
kahramanlıklardan bir örnek daha vermek
istiyorum... Altuncan Hatun... Tuğrul Bey’in
üvey kardeşi İbrahim Yınal’ın, Tuğrul
bey’in halifelik merkezi Bağdat’ta
bulunmasını fırsat bilerek Hemedan’da
isyana kalkışması üzerine, Tuğrul Bey
ailesini ve devlet erkanını Bağdat’ta
bırakarak isyanı bastırmak için
isyancıların üzerine gitmiştir… Yapılan
savaşta Tuğrul Bey başarılı olamamıştır.
Bağdat’a gelen haberlerde Tuğrul Bey’in
esir düştüğü yönünde olması Abbasi
halifesi ile Selçuklu sarayını telaşa
düşürmüştür. Halife ve Selçuklu vezirleri
Tuğrul Bey’in yerine Altun Can Hatun’un
oğlunu tahta çıkartmaya çalışmışlardır. Bu
duruma şiddetle itiraz eden Altun Can
Hatun, kendi öz oğlunu Sultanlığa
heveslendiği için zindana attırmış ve
Türkmenlerden oluşturduğu bir orduyla
kılıç kuşanıp orduya komuta ederek kocası
Tuğrul Bey’in yardımına koşmuştur.
İsyancıları dağıtmış, Tuğrul Bey’i
muhasaradan kurtarmıştır. Böylelikle
Büyük Selçuklu Devleti’nin parçalanması
ve yıkılması önlenmiştir.(7)
Kahraman Türk kadını yazılır da Nene
Hatundan bahsedilmez mi? 93 Harbi
olarak da anılan 1877-1878 Osmanlı-Rus
Savaşı sırasında, Rusları Ermenilerin
yardımıyla - Ermeniler Aziziye Tabyasını
basarak askerleri kılıçtan geçirmişlerdir.-
Aziziye Tabyasını ele geçirmişlerdir. Bu
kıyımdan kaçan bir askerin Erzurumlulara
haber vermesi üzerine sabah ezanından
hemen sonra "Moskof askeri Aziziye
Tabyası'nı ele geçirdi" şeklinde
minârelerden Erzurum halkına haber
verildi. Bu haberin ardından Erzurum
halkından silahı olan silahını, olmayanlar
ise balta, tırpan, kazma, kürek, sopa ve
taşları ellerine alarak Tabya'ya doğru
koşmaya başladılar. Koşanlar arasında,
erkeği cephede çarpışan Nene Hatun da
vardı. Ağabeyi Hasan bir gün önce
cepheden yaralı olarak gelmiş ve
kollarında can vermişti . Nene Hatun üç
aylık bebeğini emzirdikten sonra, "Seni
bana Allah verdi. Ben de Ona emânet
ediyorum." diyerek vedâlaştıktan sonra bir
kaç saat önce ölen ağabeyinin tüfeğini
alarak sokağa fırlamıştı. Erzurumlular,
ölüme gittiklerini bildikleri halde, Aziziye
Tabyası'na doğru koşuyordu. Tabyaya
yerleşmiş olan Rus askerleri, gelenlere
yaylım ateşi açtı. Ön sıradakiler o anda
şehit oldular. Arkadakiler, geri çekilmek
yerine daha bir kararlı ve hızlı olarak ileri
atıldılar. Demir kapılar kırılıp içeri girildi.
Göğüs göğüse bir savaş başladı.
Mükemmel silâhlarla donanmış Rus
ordusu, baltalı-tırpanlı, taşlı-sopalı halk
karşısında yarım saat tutunabildi. 2300'e
GENCAY
6
yakın Rus askeri öldürülüp, Tabya geri
alınmıştır. Türk tarafında ise 1000 kadar
şehit verilmiştir. Nene Hatun toprağını
kurtarmak için canından hatta canından
da öte yavrularından vazgeçmiş, birlikte
savaştığı Erzurumluları da
cesaretlendirmiş ve zaferde büyük rol
oynamıştır.
Türk kadınını çağdaş anlamda toplumda
yerini bulma serüveni de Tanzimatla
başlamış, İkinci Meşrutiyet ile sıçrama
yapmış, Cumhuriyet ile de son halini almış
ve bu güne ulaşmıştır. Ülkemizde
Tanzimatla başlayan çağdaşlaşma
hareketinde kadına da yer verilmiş,
dönemim aydınları da bu ilerlemeyi
yazılarıyla desteklemiştir. Bu dönem
aydınlarının en önemli isteği kadının da
erkek gibi eğitim alması, eğitim hakkından
yararlanmasıdır. Türkiye’de kadın
hareketinin su yüzüne çıkışı, aynen
kozasından çıkan ipekböceği gibi 1908
İkinci Meşrutiyet ile mümkün olabilmiştir.
(8) İkinci Meşrutiyet kadınlara geniş
eğitim hakkı sağlamış, kadınlar da böylece
toplumsal hayatta daha aktif bir şekilde
yer almışlardır. Toplumsallaşan kadınlar
basın hayatına atılmış, dernekler kurmuş,
konferanslar vermeye başlamışlardır.
Türk kadını Birinci Balkan Savaşı ile
başlayan ve ülkemizde büyük yıkıma
neden olan savaşlar silsilesinde de
yurtseverliğini göstermiş cephede ve
cephe gerisinde önemli roller üstlenmiştir.
Belki de Türk kadınının milletine yaptığı
en büyük katkı bu savaşların sonu ve
zaferi olan Kurtuluş Savaşında olmuştur.
Vatanının tehlikede olduğunu gören
analarımız yurdun dört bir yanında tek
yürek olmuş,örgütler kurmuş, mitingler
yapmış, erkeklerini savaşa teşvik etmiş,
gerektiğinde de düşmana karşı kendisi
siper olmuştur.
Birinci Dünya Savaşı kaybedildikten sonra
imzalanan Mondros Anlaşması ile düşmanı
çevresinde görmeye başlayan Türk kadını
bölgelerinde mücadelesine başlamış,
özgürlük için düşmana canı pahasına karşı
koymuştur. Yine İzmir’in işgalini izleyen
günlerde İstanbul’da bu işgalleri protesto
mitingleri düzenlenmiş, başta Halide Edip
olmak üzere kadınlar da üzerlerinde
dolaşan İngiliz teyyarelerine aldırmadan
konuşmalar yapmıştır. 18 Mayıs 1919
günü üniversitedeki toplantıda konuşan
bir Kız Darülfünun’u temsilcisi genç şu
sözleri söyleyerek Milli Mücadelede ‘biz de
varız’ demiştir:
"Biz de sizin kadar, belki sizlerden daha
fazla üzüntülüyüz. Arkadaşlar, milletin
diğer yarısını da bizler, yani kadınlar teşkil
eder. Bugün Darülfünunun varlığını ilan
ederken bizler de sizin kadar belki daha
fazla üzgünüz. Aynı hislerle dolu olarak
söylüyoruz ki ne olursa olsun daima
beraberiz. Teşkilatınıza en kuvvetli bir
imanla iştirak ediyor, Şu gerçeği
duyurmak istiyoruz:
Kim demiş bir kadın küçük şeydir
Bir kadın belki en büyük şeydir." (8)
Bir yandan bu mitingler yapılırken bir
yandan da Atatürk Samsun’ a geçmiş ve
mücadele ateşini yakmıştır. Bölge bölge
savaşan kuvvetleri birleştirerek
mücadelenin tek bir merkezden
yönetilmesini sağlamıştır. Savaşta Türk
kadınına da cephane, erzak taşıma
gerektiğinde de savaşma görevi verilmiş,
GENCAY
7
Türk anaları da bu görevleri eksiksiz
yerine getirmiştir.
Vefakâr Türk anasına bir örnek daha...
Maraş’ın Pazarcık ilçesinde milli teşkilatı
kurmak için çalışmalarda bulunan Mehmet
Cebe, anılarında büyük bir köyde bir aşiret
reisini milli cepheye kazandırmak için çok
çalıştıklarını ancak ikna edemediklerini,
aşiret reisinin annesinin ise odaya girerek
şöyle konuştuğunu naklediyor:
"Evlatlarım! Bütün konuşmalarınızı
yandaki odadan dinledim. Evet haklısınız.
Biz yarın Türk memuru, Türk jandarması
yerine Ermeni veya Fransız memuru ve
jandarması görecek olduktan sonra,
varlığımızın hiçbir kıymeti kalmaz. Siz
bana bakın! Benim de şu aşiretin üzerinde
hatunluk hükmüm sürer. Madem ki millet
bu işgali istemiyor, biz de düşmana karşı
gelmek isteyen bu milletle beraberiz. Harp
ise harp, kan ise kan, mal ise mal ne
lazımsa kurtuluncaya kadar bütün aşiretle
fedaya hazırız.’’
Annesinin bu sözleri üzerine ağa
tereddütten vazgeçerek mücadeleye
katılır. Kahraman analar cephede de hiç
boş durmaz... Bakınız Ali Fuat Cebesoy
kağnılarla mermi taşıyan kadınları nasıl
anlatıyor:
"Cephane kollarını ahalinin vasıtaları
teşkil etmişti. Bunlar esas itibariyle
kağnılardır. Kağnıların ekserisi köy
kadınları ve on-on beş yaşlarında çocuklar
tarafından idare olunuyordu. Bütün
meşakkat ve acılara rağmen yüzlerinde bir
ekşiltme ve fütur görülmemişti. Hiç
unutmam yine böyle bir yürüyüş
esnasında idi, dondurucu bir soğuk vardı.
Kağnısının başında duran ihtiyar bir
nineye yaklaşmış ve sormuştum:
-Nine üşümüyor musun?
Şu cevabı vermişti:
-Hayır oğul, üşümüyorum. Düşman,
topraklarımıza bastığı günden beri içim
yanıyor.
Bu kahraman Türk anasının elini öperken,
göz pınarlarımdan yaşlar tanelenmişti.’’
(8)
...
Durdu birden bire Kocabaş, ova bayır
durdu
Nazar mı değdi göklerden, ne?
Dah etti, yok! Dahha! dedi, gitmez.
GENCAY
8
Ta gerilerden başka kağnılar yetişti, geçti,
gacır gucur.
Nasıl durur Mustafa Kemal’in Kağnısı,
Kahroldu Elifcik düşünceden düşünceden.
Aman Kocabaş, ayağını öpeyim Kocabaş,
Vur beni, öldür beni, koma yollarda beni
Geçer, götürür ana, çocuk mermisini
askerciğin
Koma yollarda beni, kulun köpeğin olayım.
Bak hele üzerinden ses seda uzaklaşır,
Düşerim gerilere iyceden iyceden.
Kocabaş yığıldı çamura
Büyüdü gözleri büyüdü, yürek kadar,
Örtüldü gözleri, örtüldü hep.
Kalır mı Mustafa Kemal’in Kağnısı bacım.
Kocabaş’ın yerine koştu kendini Elifcik,
Yürüdü düşman üstüne, yüceden yüceden.
Fazıl Hüsnü DAĞLARCA
Savaşın kazanılmasında bu denli payı olan
Türk kadını savaştan sonra meclis
tarafından geniş haklarla donatılmış ve
toplumda en az erkek kadar yer alma
şansını tekrar elde etmiştir. Savaşın
ardından seçme ve seçile, eşit yurttaşlık
gibi haklar elde eden Türk kadını o günden
bu güne geçen yıllar içerisinde yine çok
çalışmış ve bugün toplumda en az erkekler
kadar rol oynar hale gelmiştir.
Kahraman kadınlarımıza günümüzden de
örnek vermek istiyorum... Sovyetlere karşı
Elçibey ile mücadele veren Hanım Halilova
20 Ocak 1990 gününde Rus tankları
Bakü’ye girdiğinde beş bin hanımla
protesto yürüyüşü yapmış, ölüm saçan Rus
tanklarına karşı en önde canı pahasına
vatanını savunmuş, Azerbaycan
bağımsızlığında büyük rol oynamıştır.
GENCAY
9
Hanım Halilova o gün (20 Yanvar 1990)
olanları bir röportajında şöyle anlatıyor:
"Nihayetinde yürüyüşü gerçekleştirdik.
Önde üç bayan yürüyorduk. Bile bile
ölüme karşı yürüyorduk. Ruslara
yaklaştığımızda bir Rus askeri göğsüme
silahını dayadı. Ölümle yüz yüze geldim. O
an herkesin kalbinden muhakkak bir
düşünce geçiyordu. Ölürsem çocuklarımı,
ailemi, nişanlımı bir daha göremeyeceğim
gibi düşüncelerdi eminim. Ben de üç çocuk
annesiydim ve çocuklarımı
düşünebilirdim. Yalnız benim kalbimden
binlerce insanımızın düşüncesi olan bir ses
çıktı...Eyvah ölürsem Türkiye’yi görmeden
öleceğim.’’ (9)
Bugün de başta sivil kahraman Rabiye
Kadir olmak üzere değişik coğrafyalarda
birçok Türk kadını özgürlük için mücadele
vermektedir. Ümidimiz bu kadınların da
tezelden amacına ulaşması ve tüm
Türklerin azad olmasıdır. Sözlerimi
bitirirken tüm kadınların gününü
kutluyorum...
Kaynaklar
1) GÜNDÜZ, Ahmet; >Tarihi Süreç
İçerisinde Türk Toplumunda ve
Devletlerinde Kadının Yeri ve Önemi<
JASSS, C-5, S-5, s-129-148
2) GÖKALP, Ziya; Türkçülüğün Esasları,
İstanbul, 1968
3) Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu
Başkanlığı, Örf ve Adetlerimiz (Türk
Töresi), Ankara, 1997
4) TEKİN, Saadet; >Osmanlı’da Kadın ve
Kadın Hapishaneleri< , AÜ DTCF Tarih
Bölümü Tarih Araştırmaları Dergisi, C-29,
S-47, s-083-102
5) GÜNDÜZ, Ahmet; >Tarihi Süreç
İçerisinde Türk Toplumunda ve
Devletlerinde Kadının Yeri ve Önemi<
JASSS, C-5, S-5, s-129-148
6)
http://www.yenidenergenekon.com/634-
fatma-baci-dunyanin-ilk-kadin-
orgutlenmesini-gerceklestirdi-baciyan-i-
rum/
7)
http://www.yenidenergenekon.com/52-
devlet-kurtaran-kadin-altun-can-hatun/
8) SARIHAN, Zeki; Kurtuluş Savaşı
Kadınları, Ankara, 2007
9) http://turklerhaber.com/kahraman-
turk-kadini-hanim-halilova-anlatti-n-
3203.aspx
GENCAY
10
YENİ DÜNYA DÜZENİ (1) Burçin ÖNER
Bir süredir yeni bir farkındalık
yaşamaktayım. Ülkemizde ve dünyada
kavramlar, olgular ve de insanlar sürekli
bir değişim içindeler. Fakat bu değişim,
Biyoloji Bilimindeki “Doğal Seleksiyon”
kavramının içinde barındırdığı gibi bir
anlam taşımıyor. Sanki asırlar öncesinden
hazırlanmış bir senaryonun tüm
hazırlıkları bitmiş, artık son provalar
alınıyor gibi… Çok yakında perdeler
açılacak ve oyun tüm açıklığıyla
sergilenecek gibi… İzleyicisi ol(a)mayacak
olan bir oyun tabi…
Yozlaşan bir gençlik, kültür erozyonu,
vurdumduymazlık, liberal yaşantılar…
Dahası, inanç istismarcılığı,
ekonomilerdeki kapital tavırlar ve hatta
çerçeveyi biraz daha genişletelim; yakın
çevremizdeki demokrasiyi getirme-
götürme(!) çabaları…
Düşünüyorum ve bir süredir inanıyorum
ki tüm bunlar, yalnızca ülkelerin
genişleme politikalarının bir sonucu
olamaz. Arka planda çok daha başka
sebepler olmalı. İnternet üzerinden
izlediğim elli bölümlük bir dizi, okuduğum
kitaplar ve inancımızın kutsal yazını
Kur’an-ı Kerim’deki ifadeler üzerine karar
verdim ki yazılı ve görsel medyadaki
subliminal mesajların, adına “Yeni Dünya
Düzeni” denilen küresel bir hareketin,
bütün bu kanın, gözyaşının sebebi
“DECCAL”!
Bilindiği gibi Kur’an-ı Kerim’de Deccal’den
bahseden açık bir ayet bulunmamaktadır.
Ancak, bunu işaret eden pek çok ayet ve
hadis bulunmaktadır. Örneğin Bakara
Sûresi’nin 204. Ayetinde Hakk’ın (c.c.)
belirttiği gibi: ”Öyle insanlar vardır ki
dünya hayatı hakkında söyledikleri senin
hoşuna gider. Hatta böyleleri, samimi
olduğuna Allah’ı bile şahit tutar. Hâlbuki
onlar, hasımların en yamanıdır.” Yahut
Peygamberimiz (s.a.v.)’in hadislerinde
geçtiği gibi: “En’am suresinin (Rabbinin
bazı alametleri geldiği gün, iman etmemiş
veya imanında hayır kazanmamış olana,
imanı fayda vermez.) mealindeki 158.
âyetini açıklayan peygamber efendimiz
buyurdu ki: Şu üç şey ortaya çıkınca, iman
etmemiş veya imanından hayır görmemiş
olana, imanı fayda vermez: Güneşin
batıdan doğması, Deccal ve Dabbetülarz.
[Müslim,Tirmizî,Beyheki]”
Peki, nedir bu Deccal?
Deccalin ahir zamanda insanlar arasına
fitne salmak için gelecek, doğu tarafında
yaşayacak, tek gözlü, çocuğu olmayan,
GENCAY
11
kendisinin ilah olduğunu söyleyen, bir
kimseyi öldürüp diriltecek bir varlık
olduğu ileri sürülür. İsa (a.s.)‘ın gelip onu
öldüreceği ve yeryüzünde kavganın, kanın
olmayacağı bir kırk yıl sürüleceği bilgileri
de hadisler arasında mevcuttur.
Biz yazımızda esasen Deccal’in varlığıyla,
gelip gelmemesiyle, ne ya da kim
olduğuyla ilgilenmeyeceğiz. Daha çok onun
gelişine hazırlık yapan kişi ya da
kurumlardan ve ülkemiz üzerindeki
etkilerinden bahsedeceğiz.
Günümüzde teknolojideki sınırsız
gelişimin bir sonucu olan kitle iletişim
araçlarının da etkisiyle süslü etiketlerle
üzeri kaplanan içi çürümüş zihniyetlerin
ürünü olan “Yeni Dünya Düzeni” projesi,
bahsi geçen Deccal’in gelişi için yapılan
hazırlıkların en önemli belirtilerindendir.
Oluşumun bahsi geçen diğer bir ismi de
“İlluminati”dir.
İlluminati’yi biraz inceleyelim. İlluminati
1776 yılında Adam Weishaupt tarafından
Almanya’da kurulan gizli bir örgüttür.
1784 Yılında örgüt ifşa olmuş ve dağılmak
zorunda kalmıştır. Ancak, örgütün lideri ta
o zamanlar “Ben her şeyi düşündüm ve
hazırladım. Örgüt bugün çökecek olsa bile
bir yıla kalmaz eskisinden de parlak
biçimde yeniden kurabilirim.” Diye
övünmüştür. Esasen örgütün varlığı M.Ö.
6. Y.y.’a kadar dayanmaktadır. İlluminati
üyeleri kendi aralarında evlenmiş ve
böylece asil soylarını koruyup kuşaktan
kuşağa gizemli bilgilerini aktarmışlardır.
Bundan dolayı da kendilerine “Aile”
demektedirler.
Bugün Avrupa’nın güçlü bankacı ailelerine
kadar dayanmış olan İlluminati dünyadaki
hükümetler üzerinde etki kurmakta,
ekonomilerini hatta kültürlerini
etkilemektedir. Akla gelebilecek her türlü
ahlak dışı işlerde yer almaktadır. Amaçları,
dünya toplumlarının ahlaki yapısını
çökertmek ve cinsel sapkınlıktan,
açgözlülükten savaşa kadar tüm kötü tavır
ve eylemleri destekleyerek toplumların
var oluşlarını tehlikeye düşürmektir.
Borsaları yönlendirirler, dünyadaki yasa
dışı silah ticaretinden uyuşturucuya,
fuhuşa kadar bütün ağları ellerinde
tutmaktadırlar. CIA, MOSSAD, MI6 gibi
dünyanın önde gelen istihbarat
örgütleriyle ve Çin mafyası, Japon
Yakuzası, PKK gibi terör örgütleriyle de
bağlantıları vardır.
Orantısız parasal ve siyasi bir güce sahip
oldukları için planları: küresel bir savaş
(III. Dünya Savaşı –kıyamet alametleri
arasında da bahsedilir-) başlatıp,
günümüzün uygarlıklarını tüketirken
kendisi adeta bir Anka Kuşu gibi
küllerinden yeniden doğarak kendi Yeni
Dünya Düzeni’ni doğurmaktır.
GENCAY
12
İlluminati’yi asırlar öncesinden başlayarak
gözlemek mümkündür. Eski Mısır
Uygarlığı’ndan, I. Dünya Savaşı’na, yakın
tarihimizdeki 11 Eylül Saldırılarına ve
hatta yanı başımızdaki Irak, Suriye
karışıklıklarına kadar her yerde karşımıza
çıkabilmektedirler.
İlluminati dediğimiz oluşum, medeniyetin
başlangıcından beri gelmesi beklenen
varlık (ben bunun bir ülke hükümdarı
olacağını düşünüyorum) için hazırlık
içindedir. Babil, Eski Mısır, Maya ve
günümüz… Neredeyse bütün uygarlıklar,
tüm toplumlar onun geleceğini ön
görmüşler ve her peygamber onun gelişi
için ümmetini uyarmıştır.
Biraz da amaçlarına ulaşmaları için
kullandıkları yöntemleri inceleyelim.
Dünyayı yönetmenin en etkili yolu
yalnızca iki kelimeden geçmektedir: Akıl
Kontrolü…
Medya, toplum bilimciler, yöneticiler,
hükümetler her zaman bizleri
birbirimizden ayıran farklılıklardan
bahsederler. Bütün toplumlardaki yönetici
sınıflar böyle çalışmaktadırlar.
Bahsettikleri şeyler hep basit ve bilindik
şeylerdir; ırk, din, etnik ve milli geçmiş,
sosyal statü, gelir, eğitim, cinsiyet gibi…
Bunları medyayı, haber şirketlerini, ulusal
kurumları ellerinde tutarak yapıyorlar.
Bizleri birbirimizle kapıştırırken arkadan
milyon dolarları belli lobilerine
yönlendiriyorlar. Eleştirel düşünen
vatandaşlar istemiyorlar; herkesin asık
suratlarına raflardan bir demir almalarını,
dudaklarını iki yana çekerek asmalarını
böylece mutlu ama sahte tabloları
resmetmek istiyorlar. İyi makineleşebilen,
bilgisayarları çok iyi kullanabilecek,
belgeleri çok iyi yazabilecek kadar zeki
ama zor işleri az maaşa yapabilecek kadar
da aptal insanların olması onların temel
amaçları…
Biliyorlar ki kontrolün en iyisi özgür
olduğunu düşündüğün ama temelden
yönlendirilip dikte ettirildiğindir. Bunu da
yukarıda bahsi geçen organlar aracılığı ile
çok güzel yapıyorlar, değil mi?.. Bunun
adına illüzyon ya da Halkla ilişkiler
diyerek sevimli ve gizemli yani, ilgi çekici
hale getirebiliriz. Tam da bu noktada basit
bir örnek verelim; Halkla ilişkilerin babası
GENCAY
13
olarak kabul edilen J.D. Rockefeller… Bir
sigara şirketi piyasaya yeni sunduğu
sigaralar konusunda bir sıkıntı
yaşamaktadır. Bunun için Rockefeller’a
başvurmuştur. Sorun sigaraları erkek
tüketicilere rahatlıkla satabilirken kadın
tüketicilerin ilgilerini çekememiş
olmalarıdır. Rockefeller, olaya hemen el
atar. Bir kampanya başlatır. Kadın
tüketicilere, kadın derneklerinde “Sizler
kadın-erkek eşitliğinden bahsediyorsunuz
ama esasen eşit değilsiniz. Onlarla eşit
değilsiniz; çünkü, bir organınız eksik. Bu
eksikliği ancak sigara ile giderebilirsiniz.”
Şeklinde bir konuşma yapar ve tüm
kadınlar ellerinde sigaralarla sokaklara
dökülüp eylemler düzenlerler. İşte akıl
kontrolü namı diğer Halkla İlişkiler bu
kadar etkili bir yöntemdir.
Başından beri sözünü ettiğimiz örgüt de
bunun farkındadır ve akıl kontrolünü
daima elinde tutmak istemektedir. Çünkü
onlara göre planlarına karşı herhangi bir
ordudan ya da yasadan daha büyük tehlike
özgürce düşünen bir akıldır. Bunu
engellemek için en etkili yolun zor
kullanmak olmadığını artık özgürce
düşünemeyen bizler bile biliyoruz. Onların
silahları, evlerimizde bulunan ve
çocuklarımızı ve dahi bizleri filmler,
müzikler, klipler, çizgi filmler gibi
yapımlarla eğlendirip yavaşça, biz farkında
olmadan onların yaşam tarzını bizlere
aşılamaktır.
Evet… Nereye kadar gideceğini
bilemediğimiz yeni bir yazı dizisine
başlamanın verdiği heyecanla ilk bölümü
George H.W. Bush’un şu sözleriyle
noktalamak istiyorum:
“Amerikan halkı ne yapmış olduğumuzu
öğrenecek olursa, bizi sokak lambalarında
sallandırır.”
GENCAY
14
GENCAY
15
"SONA DOĞRU KÜRT AÇILIMI"
ÜZERİNE NOTLAR -I- Fatma Özge ÖZDEMİR
Sarkaç Yayınlarından çıkan ‘’Sona Doğru
’Kürt Açılımı’ Demokratikleşme mi?
Yıkım Projesi mi?’’ adlı kitapta, son
zamanların en özel gündemi olan Kürt
Açılımı’na ‘ontolojik ırkçılığın sorumluları’
perspektifinden bakan ve bu konuda
çözüm önerileri sunan güzel bir eser… Ön
sözünü Hüseyin Raşit Yılmaz
Beyefendi’nin yazdığı kitapta, ‘’…Bu
eserde ‘’biz’’e dair meselelerin tespitine
ve tedavisine odaklanmış ‘’bizden’’ bir
kalemin fikirlerini
bulacaksınız.’’ kelamıyla, kitabın önemi
vurgulanmıştır.
Kitaba başlarken ‘’Zihinlerde bölünmüş
bir dünya sosyolojik açıdan da
bölünmeye başlamış
demektir.’’ Sözüyle, içinde bulunduğumuz
durumun içler acısı hali anlatılmaktadır.
Her gün kitle iletişim araçlarında insanlara
dayatılan ‘’Kürt Çocuğu’’, ‘’Kürt Coğrafyası’’,
‘’Kürt Aydını’’ ve daha başında ‘’Kürt…’’
sıfatıyla başlayan bir sürü
cümleden sonra, aynı ülkede yaşayan bir
sürü yurttaşımız ontolojik ırkçılık
çatışmasına sürüklenmiştir. Bilerek
hesaplanan(!) bu ontolojik ırkçılık
çatışmasının varacağı nokta ‘’kandır,
şiddettir, bölünmedir ve sonunda yok
olmadır.’’ İçinde bulunduğumuz bu
durumla yüzleşmek adına kaleme alınan
bu eserde, ‘’Kürt Açılımı’’nın ilan edildiği
zaman diliminden bu yana ki süreç
işlenmiş ve çözüm önerileri getirilmiştir.
Ontolojik ırkçılığın tanımlamasıyla
konulara girilen eserde, yazarımız
ontolojik ırkçılığı bölümlere ayırarak;
Anayasal Vatandaşlık, Çok Kültürcülük,
Aydınlar, Kürt Açılımı, Türk Milliyetçiliği
ve ontolojik ırkçılığın farklı görüntüleri
kapsamında konuları ele almıştır. Irk
ayrımcılığının günümüzde normal
tanımlamanın dışına taştığı vurgulanırken,
ırkçılık kavramının günümüzde normal
ırkçılıktan bağımsız tanımlanması, yeni
ırkçılık tanımının ortaya çıkmasına
sebebiyet vermiştir. Yeni ırkçılık kavramı,
’’Ortak yaşam alanı ve anlamalar
evreninde, belirli simgesel unsurların
dayanak yapılarak, farklılığın bu
zeminde kurgusal olarak örgütlenmesi,
farklılıkların tanınması, korunması,
geliştirilmesi adına ayrıştırılmaya tabi
tutulması, çoğunluğun toplumsal
yapılarından ayrı, kapalı, etkileşimin
kesildiği, etnik olarak temellendirilen
bir mozaikleştirilme sürecinin aynı
mekânda yürütülmesidir.’’
GENCAY
16
Irk ayrımı önce insanların zihinlerinde
başlar ve daha sonradan yaşadığımız
çevreyle birlikte tüm dış dünyaya yayılır.
Birlik olan bir milleti, ‘’alt kimlik’’, ‘’ üst
kimlik’’ buhranına sokarak fitne yaymak
gibi yapılan eylemler bizleri farklı
topluluklar haline getirme çabasından
başka bir şey değildir. Unutulmamalıdır ki;
‘’aynı tarihin’’, ‘’aynı dinin’’, ‘’aynı
coğrafyanın’’ insanlarını birbirinden
ayırmaya çalışmak, ’’ontolojik ırkçılığın’’ en
somut örneklerinden biridir. Kimlik
çatışması yaratılarak, planlanan
ayrışmanın aslında hiçbir topluluğa
üstünlük sağlamaya çalışmak gibi bir fikir
beyanatı yoktur. Hangi topluluk sayı
olarak fazlaysa, o topluluğun adı kimlik
olarak halka verilmiştir. Bu isim verilme
ise; ne baskı, ne de üstünlük emaresidir.
Karşı tarafın haklarını gasp etmeden,
kültürüne ve ananelerine saygı
gösterilerek yapılmış bir olaydır. Bu
yüzden Türk Kimliği hiçbir zaman ırk
eksenli bir kimlik olamamıştır.
Ontolojik ırkçılık bağlamında anayasal
vatandaşlık konusunda ise, anayasamızda
‘’Kürt Sorunu’’ hakkında herhangi bir
kimlik beyanatı ortaya konulduğu taktirde,
ülkenin geri dönülmez bir hata sonucunda
ayrışmasına ve bu ayrışma sonucunda ise,’’
hep daha fazlasını isteyen insanlık’’ göz
önünde bulundurularak, ülkenin
parçalanmanın eşiğine getirecek olan bir
kaos ortaya çıkacaktır. Ülkeyi tek
tipleştirmekten bahsedenler, milli devlet
ve milli kültürün krize girmiş olduğunu
vurgulayanlar, anayasa garantisi altına
sığınmaya çalışarak ve kamusal alanda
tanınarak ‘’Türk Kimliği’’ ni ve ‘’Türk
Karakteri’’ ni hafızalardan silmeye
çalışmaktadırlar. Oysaki çok kültürlülük ve
anayasal vatandaşlık öğeleri birbirlerini
her ortamda tamamlamaktadır. Yazarında
vurguladığı gibi; ‘’ çok kültürlülük; din,
dil, etnik köken ve ulusal kültür
açısından birbirinden farklı
toplulukların bir arada yaşadıkları en
demokratik yurttaşlık bilincidir.’’
Çok kültürlülük, birlikte yönetme
iradesidir. Sadece etnik ve kültürel
farklılıklar alt kimlik oluşturmuş, bu alt
kimlikleri ‘’Türk üst kimliği’’ nde
birleştirmiştir. Bu durumda, devlet özgür
yurttaşın elindedir. Anayasal vatandaşlık
uluslar ve devletler üstü bir yapılanmanın
ürünüdür. Devletin küçültülmesi ya da
büyütülmesi kapsamında bir milletin yok
olması, milli kimliğini, dilini, kültürünü
unutması söz konusu dahi değildir.
Anayasal vatandaşlık tartışmaları, hukuki
bir düzlemden ziyade, sosyo-kültürel ve
politik bir düzlemde etkin olmuştur.
Bir topluluğa anayasal vatandaşlık
hakkının tanınması halinde, ülkede
bulunan diğer etnik gruplar da bu hakkı
talep edebilir konumda olacaklardır. Bu
olay Türkiye için etnik kimlik
çatışmalarının doğmasına ve sonuç
itibariyle bağımsızlık ya da özerklik isteme
mücadelelerinin hız kazanarak devam
etmesine sebep olacaktır. Verilen bu
GENCAY
17
anayasal vatandaşlıkta kitapta da
vurgulandığı gibi; ‘’Aleviliğe tanınırsa
Nakşibendilere, Nurculara; kadınlara
tanınırsa eşcinsellere, travestilere;
İslamcılara tanınması durumunda
ülkücülere, liberallere, Marksistlere,
vs.; Kürtlere tanınırsa Lazlara,
Arnavutlara,Ermenilere, Rumlara,
Araplara, Karakeçililere, Avşarlara,
Zazalara ve hatta aşiretlere vb farklılık
kümelerine bu hak ve özgürlükleri
tanımamak için herhangi bir sebep
olabilir mi? En önemlisi de
farklılıklardan bir kısmını meşru görüp
bir kısmını görmemek nasıl izah
edilecek ve bu durum demokratik bir
tavır olarak nasıl tevil edilecek?’’.
Çok kültürcülük meselesine Batı’nın çok
sıcak bir bakışının olmadığı genel
itibariyle biliniyor. Batı ülkelerinde çok
kültürcülük büyük problem oluşturmakla
birlikte, toplumsal bir sorun özelliği de
taşımaktadır. Türkiye’de ise; ‘’Kürt
Sorunu’’ olarak tanımlanan çok
kültürlülük, toplumsal bir sorun olmaktan
ziyade siyasi bir niteliğe sahiptir. Batı
algısı dahi çok kültürcülük adı altında
dilinden, dininden, kültüründen taviz
vermezken, Türkiye’nin zihniyetinin
Ermeni, Yunan, Rum ve Kürt düşmanıymış
gibi vurgulanıp, katliamlar(!) yapmış
havası verilerek anayasal vatandaşlık
bazında etnik kimlik çatışmalarına imkân
verilerek, toplumun psikolojik
zorlanmasına yol açılmıştır. Çok
kültürcülük denemelerinden bütün AB
vazgeçip, çok kültürcülüğün demokrasinin
selameti için çok uygun olmadığının farkına
varılmış olması, fakat ülkemize hala etnik
kimlik dayatmasının bir sorunmuş gibi
lanse edilmesi akıllarda soru işaretleri
uyandırıyor(?). Unutulmaması gereken
mevzu ise, ‘’Milli kimlik kültürel bir
kimliktir.’’ Ve milli kimlik bir ülkede
bulunan bütün kimlikleri kapsayıp ortak
paydada buluşturmalıdır.
Kültürün değil, devletin sınırları vardır ve
yurttaş bu devletin yasalarıyla hukuka
bağlıdır. Ülkemizdeki çok kültürcülük
problemi yanında en büyük
problemlerden biri de aydın sorunudur.
Aydın sorununun arka planında ise, Türk
kimliği karşıtlığı yatmaktadır. Toplumda
hiçbir birey kimliksiz doğmaz. Her bir
birey bir grup içinde doğar ve yaşamını o
grup içinde gerçekleştirerek
toplumsallaşır. Bireylerin toplumsallıktan
ayrılarak kendilerini geliştirdikleri en
önemli platform ise STÖ’dir. STÖ’lerin en
önemli özelliği ise, temelinin özgür
bilinçlere dayanmasıdır. Bireysel –
toplumsal olmak üzere iki farklı düzeyde
gerçekleştirilen kültür değişimi insanlar
arasında etkileşim ortaya çıkarmaktadır.
Bilinçli bireylerle yapılan toplumsal ve
kültürel değişim demokrasinin de
zeminini oluşturan temel şartlardandır.
‘’Kürt sorunu’’ meselesinde KİA’nın (Kamu
İletişim Araçları) desteğini alan
aydınlarımız(!) ‘’Türk Sorunu’’ kavramının
ortaya çıkmasına sebep olmuş, ortaya
çıkan anlam karmaşalarının sebebini ise
Türk Milliyetçileri’ne atfetmişlerdir.
Aydınlarımızın yapmış oldukları sosyolojik
ve kültürel araştırmalar kapsamında
akıllarda şekillenen soruların sadece bir
kesime dayatılmış olması, akılları daha da
karıştırmıştır. Türk Milliyetçileri, olmayan
bu etnik çatışmanın ve ayrışmanın piyonu
olarak görülmüş ve üzerilerinden yapılan
primin farkına varmalarına sebep
olmuştur. Planlanan bu oyunlar sayesinde
GENCAY
18
iki grup arasında gerginliğin oluşacağı ve
‘’Türk’’ kavramının Kürtler için, ‘’Kürt’’
kavramının Türkler için hazmedilemez bir
durum oluşturması beklenmiştir. Ve
nitekim de planlanan olmuştur! Türk
Milliyetçileri’ni bu psikolojik baskılarla
yıldırmaya çalışan aydınlar, devletin
izlemiş olduğu bu ‘’Kürt
Sorunu’’ politikasını eleştirip, çözüm
önerileri üretmek yerine, kayıtsız şartsız
kabul ettikleri ‘’TÜRK
SORUNU’’ politikasını gütmeye devam
etmektedirler.
Marjinal kesimin elinde olan KİA’yla
sürekli Türk Milliyetçileri ve MHP’ye
saldıran aydın kesimimiz, cemaat destekli
politikalarını üretmeye devam ederek,
başörtüsü meselesini de konuya dahil
ederek tabir-i caizse bel altı vurmaya
başlamıştır. Topluma dayatılan başörtüsü-
cemaat-Türk Milliyetçiliği-Kürt
sorunu çıkmazı, toplumda anlam
karmaşası oluşturmuş ve insanların içine
girerse çıkılamayacak bir hal almasından
dolayı sürekli gündem başka konularla
meşgul edilmiştir. ‘’Bizden’’olanların bize
karşı yazdıkları yazılar sürekli alkışlanmış
ve bu çözümsüz(!) çözüm önerileri Türk
Milliyetçileri’ne bakış açısını daha da
daraltmıştır. ‘’Kürt Sorunu’’ nun Türk
Milliyetçileri için bir ekmek kapısı olarak
görülmesi ve MHP’nin oy potansiyelinin
yapmış olduğu Kürt sorunu karşıtlığı
politikasına bağlanması durumun
vahametini açıkça anlatmaktadır. Suçluyu
‘’mağdur’’ gösterip, Türklüğü ‘’suçlu’’
göstermek ve Kürtlere atfedilen
ezilmişlik(!), diğer kesimlerden tepki
toplamıştır. Vergi vermeyen, elektrik-su
faturası ödemeyen, tabir-i caizse ‘’elin
ekmeğiyle yaşayan’’ bir halk oldukları
gösterilmemiştir. İktidarı destekleyenin
yüceltildiği, desteklemeyenin yaşamaya
hakkı olmadığı ülkemizde demokrasinin
aldığı konum, toplumu endişelendirse de
‘darbeci’,’anti demokrat’ yaftası yememek
için kimse sesini
çıkarmamaktadır. ‘’Ezilmiş halkların
kardeşliği’’ sloganıyla ‘’Türk’’ kimliğini
taşıdığımız için ezilen ‘’biz’’e demokrat
aydınlarımızın yakıştırdığı bir slogan var
mıdır acaba?
Türk Milliyetçileri ve MHP’nin üzerine bu
denli çok gidilmesi, ‘’Kürt
sorunu’’ meselesinde üzerilerinden belirli
politikaların uygulanması, yapılan yanlışın
bir göstergesidir. Vermiş oldukları yanlış
kararı konduracak bir kesim bulamayan
iktidar, kendilerine buldukları günah
keçisiyle hem durumu toparlamış, hem de
toplumsal ayrışmayı sağlayarak
emellerine ulaşmıştır. Toplumsal
ayrışmanın temellerinin atıldığı Türk
Milliyetçileri ve MHP’ye uygulanan bu
suçluluk psikolojisi oyunu gayet
başarılı olmuş bir aydın sorunudur.
GENCAY
19
DON KİŞOTLARIN DİL SAVAŞI Veysel Gökberk MANGA
Biz hareketli bir milletiz. Bu bir milletin
yapısıyla alâkalıdır. Aynı zamanda
zekâsıyla, kabiliyetiyle ve bunların sonucu
olarak görgüsüyle alâkalıdır. Türk Milleti
hareketli olarak yaratılmadı. Atı
evcilleştirecek kadar büyük düşündüğü
gün hareketli olmayı hak etti. Daha sonra
bu hareketliliği dünyaya yayılırken
kullandı. Dünyaya da keyfinden yayılmadı.
Yayılmanın iktisadî, toplumsal sebepleri
vardır; aynı yayılma, içinde Tanrı’ya
hizmet etme ve bu yolla dünyayı Tanrı’nın
istediği şekilde bir düzene sokma
ülküsünü barındırıyordu. Türk ata bindi,
kanatlandı. Birçok memleketler açtı; o
memleketlerin insanlarından aldı, onlara
çok şeyler verdi. Bir gelenek doğdu, bir
kere ata binen bir daha inemedi. Çayırda,
at üstünde değil de çadırda, döşekte ölmek
ayıp sayıldı.
Osmanlı Devleti Türk usûlü üzere kuruldu.
Bugün yanlış olarak Osmanlı’nın kuruluşu
Arap, Fars ve Bizans Devletlerinin
yapılarında aranır. Bu devlet
Türkmenlerin enerjisini yararlı
olabilecekleri alanlara sevk etti. Bu
yöntemi Selçuklulardan Hunlara kadar
bütün Türkler kullanmıştı. Türklerin
hareketliliği, bir ucu Çin civarlarında olan
Türk Dünyası’nın diğer ucunu aldı, Macar
Ovası’na götürdü.
Osmanlı’nın yıkılması ve acımasız ulus
devletler asrının eskinin yerini alması
üzerine Türkler, boşluğa düştüler. Sadece
Osmanlı içinde veya onun çevresinde
yaşayan Türkler değil, Türk Dünyası’nın
tamamı belirli sınırlara hapsoldu. Atlarının
üstünde bir o yana bir bu yana gitmeye
alışkın adamlar önlerinde çelik tellerle
çevrili hudutlar buldular. Ancak
içlerindeki his, hareketliliğin doğurduğu
özgürlük hissi kaybolmadı, aksine birikti,
patlamaya hazır hâle geldi.
Bugün biz bütün meselelerde aşırı, ölçüsüz
tepkiler veririz. Türklerin devlet adamları
birbirleriyle münasebetlerinde dahi sakin
olamazlar, bıraksanız birbirlerini
parçalayacak gibidirler. Sokaktaki
olayların çoğu kavgayla sonuçlanır. Bunlar,
Türklerin hareketli bir millet olmalarının
sonuçlarındandır. Hapsedilmiş hareketlilik
saldırganlığı getirir. Saldırganlık Türk
Milleti’nin hiçbir meseleye düzgün
yaklaşamamasına ve olaylarda akıl hâkim
olamayacağı için, beklenmeyen sonuçlar
ortaya çıkmasına neden olur. Hattâ belki
GENCAY
20
de bu sebepten olayları doğru okuma
kabiliyetimizi bile yitiriveririz.
***
Don Kişot’u hepimiz biliriz. Okumayanımız
da bir yerlerden duymuştur zaten.
Kendine hayâlî düşmanlar yaratan ve
onlarla savaşan, büyük bir kahramandır. O
kadar inanmıştır ki savaştıklarının, yel
değirmenlerinin aslında düşman
olmayabilecekleri ihtimali onun için
yoktur. İyi niyetlidir, iyi savaşçıdır. Don
Kişotluğa özenen adamlar vardır; çünkü o,
hayâlî düşmanına karşı mükemmel
savaşır. Don Kişotlar iyi niyetli oldukları
için kötü adamlar da değillerdir. Ama
zararlıdırlar. Yürüttükleri savaş o kadar
masum bir savaştır ki, enerjisini
yöneltecek düşman arayan bazıları da, bu
büyük ve güzel savaşa iştirak etmek
isterler. Böylece iyi niyetli Don Kişotlar
yüzünden bazı adamlar işe yarayabilecek,
belki de büyük işler yapabilecekken
güçlerini hayâlî düşmana karşı, beyhude
harcarlar.
Savaş zamanı geldiğinde iyi komutan-kötü
komutan farkı ortaya çıkar. Kötü komutan
iki türlüdür. Birisi hepten cesaretsizdir. Bu
cesaretsizliği onun hiçbir doğru hamleyi
zamanında yapamamasına neden olur.
Diğeri fazla cesurdur, çok büyük işler
yapar, ünü artar, bu haklı bir ündür. Ama
büyük ihtimalle bir taarruz savaşında ve
yine büyük ihtimalle kurmaylarının
itirazlarıyla karşılaşıp önceliğini
kullanarak giriştiği bir taarruz savaşında
can verir. Gerçi adı kahramanlar hanesine
yazılır, fakat daha büyük işler
yapabilecekken ölmüştür. İyi komutan ise
gerektiğinde saldıran, gerektiğinde
savunan, küçük hesaplarla hareket
etmeyendir. Onun yaptığı savaşlar ders
olarak okutulmaya lâyıktır.
***
Türk Milleti çeşitli coğrafyalara hapsoldu,
demiştik. Bu hapisliğin sonucu olarak,
Türklerin ölçüsüz saldırganlığından ve
hesapsızlığından bahsetmiştik. Biz kısa bir
süre önce bir olay yaşadık:
Milliyetçiliğinden zerre kadar tereddüt
etmediğimiz bir hanımefendi-çünkü
karşılaştığımız ortam genellikle
milliyetçilerin birlikte oldukları bir yerdi-
çeşitli çıkar gruplarının sık sık
tekrarladığı, dilinden düşürmediği
“milletin bir gecede cahilleştirildiği, Latin
Abece’sinin bizim anlayışımıza uymadığı”
ezberini tekrarladı. Orada bu konu üzerine
kısaca konuşuldu, asıl konu başka
olduğundan kısa kesildi. Sonunda ise ne
konuyu yeteri kadar tartışabilmiş, ne de
fikirlerimizi beyan edebilmiş olduk. Bu
hususta biraz konuşmak gerektiği
kanaatindeyim.
“Türk Milleti’nin bir gecede
cahilleştirildiği” fikri çok sığ, temelsiz bir
fikirdir. Bir gecede cahilleşen bir milletten
bahsedebilmek için, mevzubahis geceden
önce çok okumuş bir toplumun var olmuş
olması gerektir. Yani Osmanlı’nın Türkleri
Arap Harfleriyle okumayı çok iyi
biliyorlardır meselâ, cumhuriyetin ilk
yıllarında da dehşet verici bir Arap Harfli
neşriyat vardır ve ATATÜRK, herhâlde
delirmiş olmalıdır ki bu kadar iyi işleyen
bir sistemi bir gecede berbat etmiştir.
Durum böyle olsa idi gerçekten de Mustafa
Kemal ve Harf İnkılâbı konusunda ondan
önce yarım asrı aşan bir süredir
konuşanlar suçlu olurlardı. Ama o
zamanlar memlekette eğitimsizliğin
yaygın olduğu, insanların %90’ının okuma
GENCAY
21
yazma bilmediği söylenegelmiştir. Okuma
yazmayı bilmeyen adam için ha Arap
olmuş, ha Latin; fark etmez. Aslında fark
eder; Arapçada bizdeki sesli harflerin
bazıları olmadığı ve onların dördü bir vav
ile karşılandığı için, sesli harflere sahip bir
abecenin kullanılacak olması ileride okur
yazar olmanın hayâlini kuran bir insan
açısından avantajdır.
Aslında bugün gençlere göre, Arap ve Latin
Abeceleri arasında o kadar da fark yoktur.
Biz bunları aştık. Arap Abecesi de çok
kolay öğrenilir hâle gelmiştir. Belge
inceleyecek gençlerinse çok ciddi bir
mesai harcamaları gerekir. Bu meseleler
mühim meselelerdir ve zaman alır.
Cumhuriyet yönetiminin hatası, daha
cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren ciddi
bir Osmanlı Türkçesi eğitimi vermemiş
olmasıdır. En büyük suçu budur. Yoksa
abece öğrenmek sadece birkaç saatlik bir
iş olduğu için aydın olmanın gerek ve yeter
şartı değildir ve abece değiştirmekle
millete kötülük edilmiş oluyorsa eğer,
Arap Abecesi’nin değiştirilmesi için
düşünenler, planlayanlar, tatbik edenler
kadar, Türk Abecesi’nden Arap Abecesi’ne
geçenler de suçludur. Bu kadar saçma ve
basit suç tanımı olmaz. Böyle suça meselâ,
hukukun namuslu, vicdanlı işlediği
yerlerde “Madem abeceyi değiştirdin,
haydi şimdi de öğret!” cezası verirler ki
cumhuriyet bu cezayı gittiği yolsuz
köylerde ziyadesiyle çekmiştir.
***
Dil konusunda daha önce
bahsettiklerimizden çok daha büyük
sorunlarımız var; bunları konuşmuyoruz.
Mesele bir abece meselesi değildir.
Hareketli milletin dili diğer dillerle
etkileşime girer, bu kaçınılmazdır. Bunun
hem iyi, hem de kötü sonuçları vardır. Batı
Türklerinin dili Doğu’ya kıyasla kulağa
daha hoş gelir, naziktir. Çünkü Batı
Türkleri başka milletlerle daha çok temas
etmiştir. Bir Azerbaycanlı dostumun,
kulakları çınlasın, “Sizin küfürler küfre
benzemiyor, bizde küfürler ağzı doldurur,
karşıdaki duyduğu ânda onun küfür
olduğunu anlar. Siz küfür ederken azıcık
gülümseseniz iltifat ediyorsunuz
sanacağım.” dediğini hatırlıyorum. Bu,
Doğu-Batı Türklerinin dil farkını anlatmak
için ufak bir misal sayılabilir. Ancak bunun
kötü yanı, devletler etkileşir veya
savaşırken diller de aynı şeyi
yapacağından Batı Türklerinin dilinin daha
çok bozulmuş olmasıdır. Bizim,
yanılmıyorsam, Farsçadan aldığımız
“molla” kelimesi Kırgız-Kazak Türkçesinde
“moldo” olarak yaşar. Onlar da bu, kendi
hayatlarına uymayan bir şeyi ifade eden
kelimeyi Farslardan almış, ancak bizden
GENCAY
22
farklı olarak Türkleştirmişlerdir. Kısaca,
Batı Türkleri daha kapalı olan Doğu
Türklerine göre daha büyük bir medeniyet
kurmuş, onu kurarken maalesef dil
savaşında Arapça ve Farsça karşısında
büyük kayıplar vermiştir.
***
Türk Dili’nin diğer dillerle yaptığı savaş
devam ediyor. Bizim bu savaşta, iyi
komutanlara ihtiyacımız var. Savaşı
kazanabilmek için önce şartları, düşmana
karşı durumu, yapılanları iyi görmek,
yapılacakları iyi tespit etmek gerekiyor.
Düşmanın kim olduğunu her komutan aynı
şekilde bilir; ancak savaşın nasıl
kazanılacağını hepsi isabetle kestiremez.
Savaşta yanlış yere açılan bir cephe,
günden güne büyüyen, yayılan ve hastalığı
ağırlaştıran bir çıban gibidir. Aynı yanlış
yerde savaşta ısrar edilir, hastalığın teşhisi
doğru düzgün yapılamazsa ölüm
kaçınılmazdır; çünkü yanlış teşhis yanlış
tedaviyi getirir.
Dillerin savaşı devam eden bir savaş
olduğuna göre, cepheyi doğru yere açmak
lâzım gelir. Cumhuriyetle birlikte, eski
yapıların üzerine kurulmuş olsa da,
yönetim anlayışı farklılaşmış, yeni
yöneticiler eskilerden farklı olarak Türk
Dili’ne daha çok önem vermişlerdir.
Cumhuriyetin kuruluşundan bugüne
kadarki süre içerisinde Doğu Dillerinden
Türkçeye geçen kelime, zannederim
yoktur. Varsa sınırlıdır ve yok denilecek
kadar azdır. Bugün Doğu Dillerinden bize
bir taarruz olmadığına göre bu cephe
kapanmıştır. Bir ateşkes, hattâ belki geçici
bir barış temin edilmiştir. İtiraf edelim ki
Doğu’yla yapılan bu savaş kaybedilmiştir.
Yel değirmenleriyle savaşmak zaman ve
enerji kaybıdır. Tabiî bu hâl, bizim durumu
tamamen kabul ettiğimiz, Doğu’yla
savaşmayacağımız mânâsına gelmez.
Bugün savaş Batı iledir. Don Kişotluğun
lüzumu yok! Doğu’da boşa bekletilen
kuvvetleri oraya sevk etmek ihtiyacı
vardır. Siz şimdilik Doğululara çaktırmayın
ama Batı ile savaş kazanılır kazanılmaz
Doğu’ya tekrar dönülecektir.
***
Batı ile topyekûn bir savaş hâlindeyiz.
Ayakkabılarıyla, pantolonlarıyla
savaşıyoruz. Bilgisayarlarına ve silahlarına
ise gücümüz yetmiyor ne yazık ki. Bu
arada, en önemli savaşı da dilimiz veriyor.
Çünkü çarıksız dolaşılır, belden aşağı basit
bir şalvar indirilir, başlar eski usûl örtülür,
ilk saldırı def edilir. İlerleyen zamanlarda
silah fabrikası da kurulur, onlarınkinden
daha iyi elektronik âletler de yapılır. Fakat
dilde kaybedilirse savaş, Allah korusun,
Türk Milleti’nin bir kısmı dahi hâkim dili,
dünya dilini ikinci dil kabul ederse, o
zaman sıkıntı var. Gerçi ben iki bakımdan
rahatım; bizim millet sömürge olacak
millet değil. Bir de, ikinci bir dil kabul
edebilmek için onu öğrenebilmek
gerekiyor ki biz bu meselede millet olarak
isteksiz, biraz da kabiliyetsiziz.
Batı Dilleri bize örgütlü bir şekilde
saldırıyor. Yeni buluşlar, yeni düşünceler
yeni kavramların ortaya çıkmasını
sağlıyor. Biz bu teknik gelişmelerin ancak
sonucunu satın alabiliyoruz. Sonuçları
satın alırken adlarını olsun değiştirmek
aklımıza gelmiyor. Bu yolla, daha sonra
televizyonlar yoluyla-ki televizyon adı da
aynı şekilde gelmiştir-, pantolonlar,
ayakkabılar yoluyla, hızlı yemekler yoluyla
dilimize onlarca Batılı kelime giriyor. Bu
dilimize giriş yolları da ne hâle
düştüğümüzün göstergesidir. Bizim eski
GENCAY
23
adamlar Batı’ya giderler, orada eğitim
alırlar, onlardan etkilenir ve onları taklide
başlarlarmış. Bu arada ilerlemenin
yolunun da Batılılaşmadan geçtiğini
düşündüklerinden onların yazdıklarını
okurlar, buldukları terimleri
Türkçeleştirmeden, olduğu gibi
kullanırlarmış. Şimdi bu yeni isimleri
dilden, edebiyattan, teknik gelişmeden
değil de yiyecekten alıyor olmamız,
Batı’dan aldıklarımızın değiştiğini de
gösterir. Yani Batı’dan artık fikir değil
“kilo” alıyoruz. (Kendimi diğer
şişmanlardan ayrı tutacağım. Ben
kilolarımı, kuru fasulye-pilav gibi bizden
olan yemeklere borçluyum.)
Kısa süre önce bir hocamız Yahya Kemal’in
Türkçesi için “Ak Türkçe” demişti. Belki de
bu ifade, Yahya Kemal’e aittir. Ak
Türkçeden kasıt, milletin kullandığı
Türkçedir. Bazen millet, hele bu çağlarda,
çeşitli hassasiyetlerini geriye ittiği için
yanlış yapabilir, bu gibi hâllerde “Ak
Türkçe”yi tespit etmek dilcinin, yazarın
işidir.
Hatalarım vardır; fakat burada size söz
veriyorum: Bundan sonra halkın
anlamayacağı kelimeleri yazılarıma
sokmamaya özen göstereceğim. Milletin
kullandığı, ancak dile zarar veren, dilimize
yeni yeni, sinsice giren kelimeleri de
kullanmayacağım. Bu konudaki her türlü
eleştiriyi memnuniyetle karşılayacağım.
Ben o kelimeyi pek kullanmıyorum ama
meselâ, bugün dilimize “entegre”
kelimesinin yerine hangi kelimeyi
“entegre” edeceğiz? Veya “ikâme”yi
çıkaracağız da yerine neyi “ikâme”
edeceğiz? Buralarda gerçekten çaresizim,
aciz kalıyorum. Buraları halletmek belki de
dilcilerin işi. Ama en azından şunu
kestirebiliyorum: Bu işi galiba, dilcilerden
çok millet yapacak, millet halledecek.
Fransa’da aydınlar dilbilgisi kuralları
uydurdular, bunlar mantıklı idi. Halk bu
kuralları pek sevmedi ve başka şekilde
aynı şeyi söylemenin yolunu buldu. Belki
bizde böyle bir şey olacak; bilemiyorum.
Ama dilciler de böyle bir çabanın içinde
girmekten, umarım çekinmeyecekler. En
azından ben etrafımdaki dilcileri bu tip
şeyler için teşvik edeceğim.
Beni mazur görün. Ben bugün, savunma da
diyeceğim müdafaa da… Saldırıyı da,
hücumu da kullanacağım. Ama “atak,
defans” demeyeceğim. “Doktor”
arkadaşlarıma inatla “onucu” veya daha iyi
bir şeyler bulursam; işte bu çeşit şeyler
diyeceğim. Biz Allah’ın izniyle, eğitimin de
vasıtasıyla bu savaşı kazanınca
torunlarımız dönecekler, daha önce
kaybettiğimiz savaşın intikamını alacaklar;
kesinlikle unutmayacaklar! Ama baştan
beri söylüyorum; benim düşmanım bugün
bana saldırandır. İyi komutan-kötü
komutan farkı burada ortaya çıkacak. Ben
kuvvetlerimi, şu an içinde olmadığım,
bitmiş ve yakın zamanda başlaması
mümkün olmayan bir savaş için
bölmeyeceğim. Tüm gücümle Batı Dilleri
ile savaşacağım. Bu sırada tabiî dilimizden
def edeceğimiz Batılı kelimeler yerine
Türkçelerini koymakla uğraşacağım,
uğraşacağız. Bu savaşta düsturumuz da şu
olacak: “Milletin anlamadığı, konuşmadığı
dil, dil değildir.”
Bu bir ilân-ı harptir; ya kazanacak, ya bu
yolda uğraşırken can vereceğiz!
GENCAY
24
TÜRK’E FAŞİZM Kürşat Kemal ÇETİNKAYA
İdeolojisinin hakkını veren istisnai
zümreyi tenzih etmek suretiyle…
****
Bu yazı kin ve nefret yazısı değildir, aksine
kin ve nefret tohumları ekmeye
çalışanların anlatıldığı bir yazıdır. Bu yazı
faşizan ve ırkçı bir yazı da değildir, aksine
çeşitli maskeler altında faşistlik yapanların
anlatıldığı bir yazıdır. Amaç, bilinenleri
tekrar etmek değil, özellikle son dönemde
topluma şirin gösterilmeye çalışılan kişi ve
oluşumların aslında hiç de öyle
olmadıkları gerçeğini hatırlatmaktır.
İçeriğe geçmeden önce bu açıklamaları
yapma gereği hissettim. Zira
Türk, Türk Bayrağı dendiğinde,
geleneklerden, göreneklerden
bahsedildiğinde gericilik, ırkçılık yaftaları
yapıştırılırken, etnik ayrımcılık güden,
şiddete ve tehdide dayalı söylemler ve
buna bağlı olarak gerçekleştirilen illegal
eylemler ise özgürlükçülük, eşitlikçilik
olarak adlandırılıyor ülkemde.
Yaşadığımız bu ve diğer kavram
karmaşalarının zaman idraki bakımından
Cumhuriyetin kuruluşundan günümüze
kadar geldiği, mekan idraki bakımından
ise toplumda ve siyasette karşılık bulduğu
söylenebilir. Bu paralelde kimi kavram
karmaşaları dönemsel olarak gerek
iktidardakiler gerekse halk tarafından
ancak en önemlisi sözde aydınlar
tarafından yoğun destek bulmuştur. Dini
vecibelerini yerine getirenlerin şeriatçı,
bütün Kürtlerin ve Kürtçe kelimelerin
bölücü, milli ve dini kimliğinden uzaklaşıp
Batının sözde ahlakını kendine şiar
edinenlerin modern olarak algılanması
bunlara örnek olarak gösterilebilir.
Günümüzde muğlak bir şekilde karşılık
bulan bu kavram karmaşaları söz konusu
dönemlerde oldukça yoğun hissedilmiş ve
hissettirilmiştir.
Bugünün modası ise
sözde Kürt Hareketi olan özde ise
Türk’e faşizm olarak tezahür eden bir
hadisedir.
Bu sözde Kürt Hareketi, Kürt kökenli
vatandaşların haklarını savunmaktan
ziyade, faşist, özeleştiriye kapalı, şiddet
müptelası, terör yanlısı, cahillikten ve
emperyalizmden beslenen bir harekettir.
Bu niteliklere haiz bir hareketin hiçbir
uzantısıyla hiçbir konuda görüşme,
müzakere ve hatta dirsek teması dahi
yapılamaz. Ne zaman ki sözde Kürt
Hareketinin temsilcileri ve bu hareketin
kendi haklarını savunduğunu düşünen
Kürtler, Türk halkını ikna eder, varsa
GENCAY
25
samimiyetlerini kanıtlarlarsa işte o zaman
salt silahlı mücadelenin yanında diğer
seçenekler de gündeme gelebilir.
Aksi halde otuz binden fazla asker ve
sivilin canına mal olan bir terör örgütünün
lideri ve bu örgütle organik bağı bulunan
siyasi uzantıları ile neyin görüşmesi
yapılabilir?
’’Eğitim istiyoruz.’’ deyip, bölgeye
gönderilen öğretmenleri kaçıran ve sadece
geçtiğimiz yılın Ekim ayında tam 23 okulu
yakan bir hareket ile hangi konuda
anlaşma sağlanabilir?
Manevi kaynağı toplumda korku yaratmak,
kan akıtmak, öldürmek, Türk halkının
sağduyusunu zorlamak; maddi kaynağı ise
silah kaçakçılığı, insan ticareti, uyuşturucu
sevkiyatı, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin
önüne taş koymak isteyen ülkeler
zincirinden para ve silah yardımı olan
küresel bir maşa ile neyin pazarlığı
yapılabilir?
Açlık grevi yapan teröristler için ‘‘Oradan
ölüm haberi gelecek diye çok korkuyorum.’’,
‘‘ Oradakilere bir şey olursa bunun hesabı
nasıl verilecek?’’ diyen ancak terör
bölgelerinde vatan savunması yapan, gazi
ya da şehit olan gençler için aynı
hassasiyeti duymayan, onları aklının ve
dilinin ucuna getirmeyen ayrımcı sözde
sanatçılar ve terör sempatizanları ile ne
paylaşılabilir?
Özgürlük, hak, hukuk, eşitlik naraları atan
Marksistler, Leninistler, Sosyalistler ya da
her ne iseler belirttiğim hususlarla ilgili üç
maymunu oynarlarken, diğer yandan,
işlerine gelen en ufak olayı katliam diye
nitelendirebilecek üçkâğıtçılığı utanmadan
sergileyebilmektedirler. ‘‘Faşizme karşı
omuz omuza’’ sloganları atıp faşist, eli
kanlı bir terör örgütüne sempati duyan; ‘‘
Ezilenlerin yanındayız’’ deyip Doğu
Türkistan’ı görmezden gelen kendine
sosyalist Türk’e faşist bir zihniyetle
neyin tartışma yapılabilir?
Bu çelişkiler aklı başında olan ve özgür
iradesi ile hareket eden insanların
yaşayacağı çelişkiler değildir. Ruh
hastalıklarımızı yansıtmak da fikir
üretmek, hak talep etmek değildir. Yoksa
tabi ki ülkemde kimse kendini ikinci sınıf
vatandaş hissetmesin. Ana dilini
konuşabilsin, ana dilini devletin kurumları
tarafından öğrenebilsin, hiçbir ayrımcılığa
maruz kalmasın. Temel hak ve özgürlükler
ve eşit vatandaşlık hususunda anayasal
eksiklikler varsa giderilsin.
Ancak Lenin’in de dediği gibi ‘‘ Bir
örgütün karakterini belirleyen en
önemli kriter yapmış olduğu eylemlerin
muhtevasıdır.’’ Dolayısıyla hak talep
edenler söz konusu çelişkilerden sıyrılıp,
samimiyetlerini ve iyi niyetlerini
kanıtlamak zorundadırlar. Bu söylem ve
eylemlerle müşterek bir noktaya
varılamaz. Türk’e faşizm devam ettiği
sürece kim kiminle ne görüşürse görüşsün
toplumsal mutabakat sağlanamaz.
GENCAY
26
GENCAY
27
“ÜLKÜCÜLER, KIBRIS SİZE
MİNNETTARDIR” Banu DOĞAN
Bu söz, geçen yıl aramızdan ayrılan büyük
Türk lideri, bozkurt, Türk Mukavemet
Teşkilatı’nın Toros’u Rauf Denktaş’a aittir.
Denktaş Türk tarihinde yeri
doldurulamayacak büyük liderlerden
biridir. Bizlere giderken bir nasihat de
bırakmıştır:
“Siz ülkücü gençlere, bir baba nasihati
yapmak istiyorum. Adınızı ülkücüler
deyince kavgaya, kavgacıya, vurup
kırmaya çıkartanlar ve çıkartmak
isteyenler vardır. Sakın bu oyuna
gelmeyiniz. Sizler namusun bekçisi,
bayrağın bekçisi, vatanın bekçisi
insanlarsınız”
Bugün Kıbrıs için tehlikeli bir süreç
yaşıyor olsak da, birileri Avrupa Birliği
adaylığı denen saçmalık yüzünden Kıbrıs’ı
feda etmeye yemin etmiş gibi adımlar
atıyor olsa da, kandırılmış Kıbrıs halkı
Annan safsatasına evet demiş olsa da
Kıbrıs bize vatan toprağıdır ve vatanın her
karış toprağı gibi o da bizlere emanettir.
Evet, biz kavgacı değiliz, ama o toprakların
bir karışına halel gelecek olsa vururuz da
kırarız da. Çünkü Kıbrıs vatan, Kıbrıs
namus, Kıbrıs bayrak bize…
1963-1974 yılları arasında Kıbrıs’ta
yaşayan Türkler Rumların anayasayı tek
taraflı değiştirmeye kalkmasının ardından
neredeyse soykırıma varan zulümler
gördü ve yüzlerce Türk, kadın-çocuk
demeden Rumlar tarafından katledildi.
1974 yılının 20 Temmuzunda Türk Silahlı
Kuvvetleri Yavru Vatan Kıbrıs’a barış
harekâtı düzenledi ve orada yaşayan
soydaşlarımızı Rum zulmünden kurtardı.
1974 yılında adayı Yunanistan’a bağlama
amaçlı ve Yunanistan destekli bir darbenin
ardından Türk Silahlı Kuvvetleri adaya
müdahale etti ve 1975 yılında Kıbrıs
federe devleti, arkasından 1983 yılında
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti kuruldu.
GENCAY
28
Yıllardır süren ekonomik ve toplumsal
sıkıntılar bu tarihte sona erdi ve bugün
orada varlığını devam ettiren Türk Silahlı
Kuvvetleri adadaki barışın ve Kıbrıs
Türklerinin güvenliğinin teminatı oldu.
Olmaya da devam edecek.
Bugün, Ermenistan’ın yalanlarına kanan ve
kendi çıkarları açısından sözde ermeni
soykırımını kabul eden batı dünyası,
Kıbrıs’ta Türklere yaşatılmış olan
zulümleri görmezden gelmekte ve göz
göre göre Yunan enosisine katkı
sağlayarak Türk Silahlı Kuvvetleri’ni adada
işgalci olarak görmekte ve göstermektedir.
Rum kesimi Avrupa Birliği’ne tam üye
olmadan hemen önce de batılıların Türk
kesimine saldırıları devam etmiştir.
Yunanistan’ın çıkarlarının gözetildiği, tüm
su kaynaklarının ve Türkiye için stratejik
öneme sahip Karpaz burnunun Rumlara
bırakılmak istendiği, ayrıca yaklaşık 80 bin
Türk’ün göç etmesini öngören Annan planı
2004 yılında devreye sokulmak
istenmiştir.
Adada yaşayan Türklerin Rauf Denktaş’ın
bütün çabalarına rağmen kandırılmaları
sonucunda “yes be annem” pankartlarıyla
Annan planına evet demeleri, birilerinin
de “çözümsüzlük çözüm değildir” diyerek
Kıbrıs’tan vazgeçme noktasına gelmiş
olması Türkiye ve Kıbrıs için tehlikeli bir
süreci başlatmıştır.
Annan planının açıklanmasından ve
görüşülmeye başlanmasından önce Yunan
basınında yer alması, Rum kesiminin
önceliklerinin ve çıkarlarının Birleşmiş
Milletler tarafından Türkiye’ye
dayatılacağının bir kanıtıdır. O sırada
hasta olan ve hayati tehlikesi bulunan Rauf
Denktaş’a planı hemen okuyup cevap
vermesi için yapılan baskı da Kıbrıs’ı
yutmak isteyen batı dünyasının
oyunlarının bir sonucudur.
Milli davamız Kıbrıs AB ile Türkiye
arasında bir önkoşul haline getirilmiştir.
14-15 Aralık 2006 zirvesinde askıya alınan
fasılların askıdan indirilmesi Kıbrıs şartına
bağlanmıştır. Avrupa Birliği her raporunda
Kıbrıs’a atıf yapmakta adeta Rumların
sözcüsü gibi davranmaktadır. AB sürecinin
ilerlemesi için Türkiye’ye Rumların
isteklerini yerine getirme baskısı
yapılmaktadır.
En önemli milli davamız olan Kıbrıs’ta
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin varlığı kim ne
derse desin sonsuza kadar devam
etmelidir ve edecektir. Kıbrıs Yunan
enosisine yem olmayacak ve Yunanistan
sonsuza kadar istediğini elde
edemeyecektir. Büyük lider Rauf Denktaş
da Kıbrıs mücadelesine tüm ömrünü
adamış ve adını şanlı Türk tarihine çoktan
yazmıştır.
Kıbrıs; üzerinde yaşayan soydaşlarımız
açısından, stratejik önemi açısından,
Anadolu Türklüğünün güvenliği yönünden,
Doğu Akdeniz ticaret yollarının kesiştiği
bir ada olarak, ülkemiz için hayati öneme
sahiptir. Kıbrıs, tarihin hiçbir döneminde
Yunan adası olmamıştır ve olmayacaktır.
Vatan toprağı Kıbrıs bize emanettir.
Büyük lider Rauf Denktaş’ı vefatının
birinci yılında rahmet, minnet ve büyük
özlemle anıyorum. Ruhu şad olsun.
GENCAY
29
TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ MOBİL
DÜNYANIN NERESİNDE? Berat ASA
Bugünlerde mobil teknolojiyle her an iç
içeyim. Elimde telefonla geziniyor,
gezindiğim yerlerde son dakika haberleri
ajanslar vasıtası ile elde ediyorum.
Çalışmalarımda yöneltilen sorularda
tıkandığım noktalarda elimdeki akıllı
telefonum imdadıma yetişiyor, laf
kalabalığı yapmayıp ilgili mevzuata anında
ulaşıyorum.
Eskiden gazetelere ve köşe yazılarına fazla
vakit ayıramaz, ancak sevdiğim yazarların
yazılarını okumakla yetinirdim.
Geliştirdiğim teknolojim sayesinde bu
sorunda artık kalmadı. Mesai saatleri
içinde okuyabildiğim kadar gazete ve köşe
yazısı okuduğumdan dolayı mesai dışında
kitaplara ve kendime daha fazla zaman
ayırmaya, projelerimde yol almaya
başladım.
Bir zaman her şey sevimli idi ama gün
geçtikçe gönlümde kırıklıklar başladı
yüreğimde. Google play denilen uygulama
merkezine girdikçe Risale-i Nur’ları, Sızıntı
dergilerini, Yağmur dergilerini gördükçe
ağlamaya başladı yüreğim. Gözüm
TÖRE’yi, Bozkurt’u, Devlet’i aradı, ellerim
peşinden gitti. Ama hep aynı mesaj geldi
karşıma “aradığınız kriterde sonuç
alınamamıştır.”
Bir anda soğudum yeni sevdamdan.
Klasikleşti gözümde bir anda, sadece alo
desin yeter dedim kendi kendime telefon
dediğin…
Duramadım, hadi onlar eskiydi, belki
yenilerden bir umut ışığı yanmıştır diye,
bildiğim bütün güncel milliyetçi yayınları
aradım. Yoktular işte, yoktular…
Aklıma bir anda internet aleminde mantar
gibi biten haber siteleri geldi. Bir taraflara
taraf olup, davanın bütün gizlerini ortaya
döken siteler. Sıfatların kol gezdiği,
ayrılıkçı tohum üretmekte profesyonel
olan siteler. Onlarda yoktular…
Ne de olsa o siteleri kurmak için emek
harcamaya gerek yoktu. Hazır veri
tabanlarına verileri yayınla geç. Hepsi bu
kadar. Özel yazılım nerede, profesyonellik
nerede…
Kahretsin ki bu alanda da yokuz…
Bu alanı da kaptırmışız. Elbet bir zaman
gelir hatırlarız, yeni teknolojiler üretilip
bunlar unutulmaya başladığı anda…
GENCAY
30
GENCAY
31
HATIRAT / RÂZÎ DEĞİL, RAZI OLMAK Abdullah KILAVUZ
Sekiz ocak iki bin on üç. Saat sıfır sekiz elli
beş. Eğitim ve Araştırma Hastanesi,
dokuzuncu kat, romatoloji kliniği;
Uykusunu alamadıkları her halinden belli
olan bir avuç beyaz önlüklü genç;
gençliğinden arda kalan saçlarını sağa
yatırmış, güler yüzlü (lâkin sakalı uzun,
gömleği ütüsüz, kravatı uyumsuz, saçı
dağınık, ayakkabısı boyasız kim varsa en
ağır hakaretlerle kovacak kadar sinirli) bir
adamın etrafında toplanmışlar.
“1801 de Haberdan kutanöz semptomları
tarifledi.. 1827 de Schönlein, 1845 de
Henoch diğer tutulumları tarifledi ve 1915
de Frank’la birlikte son halini aldı” diyerek
mesleki hayatlarında sık karşılaşacakları
bir hastalığı anlatıyor takım elbiseli ve
orta yaşlı olan adam. Ellerindeki küçük
kağıtlara not alıyor beyaz önlüklü gençler.
Derken konular konuları takip ediyor;
hastalıklar hastalıkları; “Kawasaki, ,
Takayasu, Davies, Van der Woude, Falk,
Jannette, Hutchison, Horton…” Dakikalar
dakikaları takip ediyor, isimler isimleri..
Boynundaki siyah kravatı gevşetmek
istiyor gençlerden biri… Duyduğu her yeni
isimde, soğuk terler akmaya başlıyor
şakaklarından, nevri dönüyor, midesi
bulanıyor. Sayfalar çevriliyor, isimler
söyleniyor, beyaz kağıtlara yeni isimler
yazılıyor.. Bir kendi elindeki boş kağıda
bakıyor, bir hocanın dudaklarından
dökülen isimlerin farazi silûetine, bir de
arkadaşlarının yazdıklarına. Bazı
hastalıkların son halini alması yüz sene
sürmüş.. bazılarının iki yüz.. Ama bir tane
Türk veya bir tane Müslüman ismi yoktu
nedense…
“Nerede kaldı Şanizade Mehmed
Ataullah’lar?” diye düşündü kendi
kendine.. İbnü’n Nefis, Bursalı Ali Münşi,
El-Razi, Farabi, Akşemsettin.. Son beş yüz
senedir Hulusi Behçet’ten başka, insanlık
alemine bir dikili taş bırakan hekimimiz
olmamasını kabullenemedi bir türlü.
Asya’da ve Avrupa’da ve Afrika’da ve âhir
kelâm, bil cümle acunda altı yüz elli sene
tek kaynak olarak okutulan “El-Kanun Fi’t
Tıb”ın yazarının bilmem kaçıncı nesil
torunları olarak, yunanlı bir meçhulün
ismine and içerek mezun olacaklarını
tahayyûl etti sessizce. Önce kendi haline,
sonrasında bütün arkadaşlarının
umursamaz hâline derin bir iç çekti
önlüğünün beyazından utanarak
kravatının siyahına sığınan genç…
Şu anda ellerindeki kağıtlara, okumaya
dahi zorlandıkları isimleri yazmalarına
sebep olanlara kızmayı bir kenara bıraktı;
gelecekte ki torunlarına ne miras
bırakacağını düşündü derin derin.
“Utanmak da bir başlangıçtır belki”
diyerek eğdi başını önüne...
GENCAY
32
TEPEGÖZ HİKÂYESİ ÜZERİNE Yunus Emre UYAR
Fuat KÖPRÜLÜ “Bütün Türk Edebiyatı’nı
terazinin bir gözüne, Dede Korkut’u öbür
gözüne koysanız, yine Dede Korkut ağır
basar.” (1) derken bir Türkiyatçı olarak
eserin çocuk edebiyatı değerini de göz
önünde bulundurmuş muydu, kesin olarak
bilinemez. Aslında hocanın halk edebiyatı
sahasındaki çalışmaları hatırlandığında
onun dönemine kadar büyük ölçüde sözlü
gelenekte yaşayan çocuk edebiyatını da iyi
biliyor olduğu ve bu iddialı sözü söylerken
eserin çocuk edebiyatı kıymetini de
hesaba kattığı tahmin edilebilir. Sonraları
üzerinde daha çok durulan çocuk
edebiyatı için ortaya sağlıklı ölçütler
kondukça Türk kültür hazinesinin kıymetli
şaheserleri de bu ölçütlerle değerlendirilip
bu kıymetleri acilen edinmesi gereken
çocuklara nasıl intikal ettirileceği konusu
tartışılmaya başlanmıştır. Bu yazıda da
Dede Korkut Kitabı’ndan meşhur Tepegöz
hikâyesinin çocuk edebiyatındaki yeri
tartışmaya açılacaktır.
Hikâye muhtasaran şöyle özetlenebilir:
Oğuz ilinde çobanın birinden kötülük
gören peri, ili cezalandırmak üzere tuhaf
bir mahlûku o yurda musallat eder. Halkın
Tepegöz namını verdiği bu yaratık Oğuzlar
için büyük bir mesele halini alır. Dede
Korkut onunla ettiği müzakere neticesinde
Tepegöz’e bir çeşit vergi vererek
mutabakata varır. Oğuz düşmana bir nevi
teslim olmuştur; lakin Basat adlı yiğit bu
teslimiyete tahammül edemeyip Tepegöz
ile mücadele eder. Tanrı’nın da yardımıyla
onu yener ve boyun eğmişlikten yurdunu
kurtarır. (2)
Hikâyenin olay örgüsü için büyük ölçüde
çocuk edebiyatı mahsulü olmanın
hususiyetlerini haizdir denebilir.
Muhakkak iç kırılma, iç hikâye gibi
unsurlardan yoksun oluşu bir eksiklikse
de inandırıcılığa darbe vuran aşırı
rastlantılardan, aşırı abartı ve meraktan
uzak olması –bir de meydana getirildiği
devir düşünüldüğünde- eseri belli başlı
menfi unsurlardan arı tutmuştur. Hadise
örgüsünün tümünü zapt eden ölçülü bir
merak unsuru ve hikâyenin sonuna
yakıştırılmış bulunan mutlu son eserin
sahip olduğu başlıca müspet olay örgüsü
özelliklerindendir.
Olay örgüsünün planı doğrudan öyküleyici
metin şemasına oturtulabilir. Giriş,
gelişme ve sonuç bölümlerinin tabi
ayrımlara sahip olması, pek karmaşık
olmayan mantıksal ve kronolojik sıralama,
gelişmenin çatışma ve entrikayı içine
GENCAY
33
alması ön plandaki olumlu
özelliklerdendir.
Hikâyenin konusu yurduna musallat olan
düşmana teslim olmayı hazmedemeyerek
müzakerenin bayağılığından kurtulup
azimli bir mücadelenin yükünü sırtlanan
Basat’ın eriştiği zaferdir. Verilen ana fikir
tümcesi: “Zulme karşı teslimiyet çözüm
getirmez, lazım gelen zulme
başkaldırmaktır.” Bu ana fikir ile “Zulme
karşı sessiz kalan dilsiz şeytandır” şerefli
hadisine bir gönderme yapıldığı da
söylenebilir. Bu ana düşünce “Tanrı
yardımı her işte elzemdir.”, “Kötülük eden
cezasını muhakkak çeker.” gibi yardımcı
düşüncelerle desteklenmiştir.
Ana fikir ve yardımcı düşünceler gereksiz
bir esrara büründürülmeksizin olay
akışıyla uyumlu olarak açıkça
verilebilmiştir. Hitap ettiği kitlenin asıl
amaç olan ana düşünceyi alabilmesi için
gerekli olan bu hususun mevcudiyeti
hikâyenin ileti gönderme hususundaki
başarısına işaret eder.
Konunun ana düşünceyle olan uyumu,
çocuğun gerçekliğiyle olan sıkı bağlantısı,
hedef kitleyle olan uyuşması gibi yönleri
bir çocuk edebiyatı mahsulü için oldukça
olumludur. Yine konu serüven,
kahramanlık gibi öğeleriyle on-on iki yaş
arası erkekler için gayet uygun
görünmekle birlikte verilen genel ileti için
cinsiyet ayrımı da yapılamayacağı açıktır.
Eser iletisini okura doğrudan dayatma
telaşından uzak ve sezgi yoluyla mesaj
iletme yöntemini kullanmış görünümüyle
de gayet başarılı bir çocuk edebiyatı ürünü
numunesi teşkil eder.
Hikâyedeki kahramanlar için genellikle
fazla sayıda olmamaları, ancak olay
örgüsünün gerektirdiği durumlarda
kullanılmaları eserin başarısını gösterir.
Yine ana kahraman Basat’ın olumlu insani
özelliklerle donatılmış, mücadele eden,
işini yarım bırakmayan, fedakâr, azimli,
iradeli kişilik özellikleri onu çocuğun
ihtiyaç duyduğu, kendisini
özdeşleştireceği rol modeli için ideal bir
tip haline getirilmiştir. Şahsiyetini
meydana getiren başat amillerden biri
Basat olan çocuğun ileride zulme karşı
edilgen kalmayacağı ümit edilebilir.
Burada üzerinde çok durulan
kahramanların fazla idealize edilmesine
yönelik eleştiri (3) akla gelse de bir Türk
çocuğu için böyle bir karakterin fazla
idealize edilmiş görülemeyeceği, yalnızca
realitenin birkaç adım önünde çizildiği
söylenebilir. Zaten aydın kişi her şeyden
evvel toplumdaki mevcut realiteden
rahatsızlık duyan biri olarak her zaman
için realle ideal arasında bir model
sunmalıdır.
Tepegöz karakterinin fantastik yapısı
gerçekçiliğe darbe vurmuş değildir, gerçek
dışına çıkılıp hayal ürünü nesnelerin
kullanılması genel hatların gerçekliğini
bozmamıştır. Zaten fantastik yapıtların
masallardan önemli bir farkı da gerçekliği
de –düşle çatışma aracı olarak da olsa-
barındırmasıdır. Bir de Tepegöz realitede
var olan bir öğenin yalnızca sembolüdür.
Hikâye, çocuk edebiyatı değerinin en
önemli belirleyicisi olan dil ve anlatım
açısından da tahlil edilmeye
çabalandığında şu noktalar dikkat çeker:
Bir kere cümle uzunlukları hedef kitlenin
yaşı için idealdir. Fazla karmaşık cümle
GENCAY
34
yapıları kurulmamıştır. Kısa, net, sağlam
cümle yapıları Türkçenin sözdizimi
özelliklerini de benimsetecek, okuru Türk
cümle yapısına öykündürebilecek
niteliktedir. Bu başarıldığında geleceğin
esnafı “Fırın Çiftlik” yerine “Çiftlik Fırını”
gibi Türk tamlama yapısına uygun bir
isimlendirmeye gidebilecektir.
Eserde öykü kişisi egemen anlatıcıdır,
oysaki çocuk edebiyatı ürünleri için
Alemdar Yalçın birinci kişinin ağzından
yapılan anlatımın samimiyet ve
inandırıcılık arttırdığını belirtir. (4) Eser
genellikle görülen geçmiş zamanla
anlatılmıştır; ancak zamanın yer yer
değişmesi anlatımın olumsuz bir
özelliğidir.
Hikâye Türkçenin söz varlığını okura
kazandırabilecek atasözlerini kullanmış,
estetik gelişime yardımcı olacak nitelikte
benzetmelere başvurduğu gibi, manzum
parçaları da sıklıkla kullanmıştır Yine yer
yer eski Anadolu Türkçesine ait ama
ağızlarda hala yaşayan sözcükler
kullanılarak söz varlığının “halka doğru”
genişletilmesi için yardım sağlanmıştır.
Okuma metinlerinin yazım ve noktalama
kurallarını benimsetmesindeki faydası
düşünüldüğünde imlada kusursuz bir
metin beklentisi tabidir. İşbu hikâyede
göze çarpan bu duruma mugayir nokta
yoktur.
Bu hikâye her şeyden evvel çocuğun
toplumsal gelişimi için önemli bir
kaynaktır. Mensubu bulunduğu kültürün
duyuşunu, düşünüşünü kendi benliğine
nakşetmesi için gerekli yaşantıların
aktarılması en ön plandaki olumlu
husustur. Türklerin yaşayışı, doğayla
münasebetleri, inanç dünyaları, tepkileri,
insanlar arası ilişkileri bu nakşın
ilmiklerinin başında gelir. Asırlar evvelki
yaşam tarzının yirmi birinci asrın
çocuğunun zihnine intikali bir soru işareti
olarak görünse de çağlarla değişmeyen
birtakım temel hususiyetlerin varlığı
toplumsal gelişim için gerekliliğini diri
tutar. Mesela, at sırtında yolculuk
asrımızda kalmamış olsa da aile
büyüklerine hürmet hem mevcut bir
gerçeklik hem de korunması ve
sürdürülmesi gereken bir değerdir. Yine
eserin ana fikri olan “Zulme sessiz
kalmamak” çağların değiştiremeyeceği bir
içtimai kıymet hükmü olarak görülebilir.
Kişilik gelişimi bağlamında
düşünüldüğünde, çocuğun rol modeli
konumundaki Basat’ın yukarıda sözü
edilen insani özellikleri ve çocuğun şahsi
gelişim kalıbına ve kültürel kodlarına olan
uygunluğu ön plana çıkan olumlu
verilerdir.
Dil gelişimi içinse dil ve anlatımda sözü
edilen noktaların on-on iki yaş kitlesinin
dil gelişimiyle olan uyumu dikkate
değerdir. Sözcük sayısı Firdevs Güneş’in
tasnifine göre çocuğun zihinsel
etkileşimini arttıracak, daha fazla sözcük
edindirecek yeterliğe sahiptir. (5)
Çocuğun zihni gelişimi için pek faydalı
birer egzersiz olan hızlı akan hadiseleri
gözlemleme ve mantıki akışı kaçırmadan
takip etme, halkın ve ana kahramanın
tutumları arasındaki farkı görme,
karakterleri karşılaştırıp sınıflandırma,
eleştirme gibi etkinlikler için de bu eser
yerinde bir materyaldir.
GENCAY
35
Görülen o ki Tepegöz hikâyesi birtakım
üslup hususları haricinde bir çocuk
edebiyatı ürünü olarak kullanılabilir
niteliktedir. Türk kültürünün kodlarını
hedefteki organizmaya giydirmek biyolojik
temelleri hars ile anlamlandırabilmenin
birinci koşuludur. Eğitim bir kültürleme
etkinliği olduğuna ve çocuk edebiyatı da
bu etkinliğin hayati öneme sahip
araçlarından olduğuna göre Türk
kültürünün aktarımı için Türk’ü Türk
yapan değerlerin büyük bölümüne malik
olan bu hikâyenin baş kaynaklardan biri
olarak kullanılması gerekir.
Kaynaklar
1) Muharrem Ergin, Dede korkut Kitabı,
Boğaziçi Yayınları, İstanbul, 2010
2) Orhan Şaik Gökyay, Dede korkut
Hikayeleri, Kabalcı Yayınları, İstanbul,
2010
3) Mustafa Ruhi Şirin, Çocuk Edebiyatı
Ders Notları (yayınlanmamış)
4) Alemdar Yalçın, Gıyasettin Aytaş, Çocuk
Edebiyatı, Akçağ Yayınları, Ankara, 2005
5) Firdevs Güneş, Türkçe Öğretimi Ve
Zihinsel yapılandırma, Nobel yayınları,
İstanbul, 2007
GENCAY
36
KİTAP-ÇOCUK İLİŞKİSİ ÜZERİNE Dilek AKILLIOĞLU
Çünkü onların kendi düşünceleri vardır.
Bedenlerini barındırabilirsiniz ama
ruhlarını değil.
Çünkü onlar, sizin düşlerinizde bile
gidemeyeceğiniz
Geleceğin evinde otururlar.
Onlar gibi olmaya çalışabilirsiniz ama
onları kendinize benzetemezsiniz.
Çünkü yaşam durmaz; geriye değil, ileriye
akar.
Sizler birer yay, çocuklarınız da geleceğe
fırlattığınız canlı oklardır…
(Khalil Gibran)
Çocuk: İnsanın 0-13 yaş arasındaki
dönemine verilen addır. Kitap insanların
çocukluk, gençlik, olgunluk ve yaşlılık
dönemindeki zihinsel ve ruhsal gelişimin
etkileyen en önemli faktörlerden birisidir.
Çocuk kitap ilişkisi çocuğa insan, hayvan,
toplum, doğa arasında bağ kurma, anlama
olanağı sağlayan köprüdür.(1) Çocuğu
yaşama ortak etmektedir. Düşüncelerini
oluşturup, kişiliğin tuğlaları arasındaki
harç niteliği taşımaktadır.
Çocuk kitaplarla tanıştırılırken, öncelikle
kitabı tanımayan bir çocuk için kitabın dış
ve içyapı özellikleri önemlidir. Kitabın
resimleri, sayfa düzeni, harfleri çocuğun
kitap ile kuracağı arkadaşlığın süreklilik
kazanmasını sağlayacaktır. Çünkü onun saf
ve temiz dünyasına yeni bir pencere
eklenmiş olacaktır. Piaget’e göre çocuğun
gelişimi şema şeklinde düzenlenmiş
davranış kalıplarını içerir. Çocuklar farklı
şemalara sahiptir. Çocuklar büyüdükçe
şemaları değişecektir. Bir çocuğun kitap
ile arkadaş olmasını sağlamak, onun dünya
ile iletişimi -birey olma şemasındaki
önemli değişkendir. Sayfadaki kelimeler,
olay örgüleri, onun beyninde
tamamlanacaktır. Bir sanat yapıtını
kurgulayacak olan da kitapların yukarıda
söylediğimiz dış ve iç yapı özelliklerinin
düzenidir.
Kitaplardaki bu dış ve iç yapı özelliklerine
değinmeye başladığımızda, öncelikle
çocuğun yaratıcılığını sağlayan
faktörlerden biri kitaplardaki resimlerdir.
Çocuk Edebiyatında, kitaplardaki resimler
çocuğun görsel ve işitsel algılama yetisinin
eğitimi, imgesel düşünme becerisinin
gelişimi için bir alt yapı oluşturacaktır.
Kitaplardaki resimler fotoğraf kareleri
gibidir. Onun okul öncesi yani okuma
eylemi henüz gerçekleşmemiş çocuk için
GENCAY
37
kalıcı hatırlar olacaktır. Bu hatıralarda
onun kuracağı yaşamda birikim niteliği
taşımaktadır. Diğer bir faktörde
sözcüklerin dili, harfler ile de çocuk
kitaplara canlandırma vererek eğitimin
tanımı olan istendik davranış
oluşturmanın ilk işlevi yerine getirilmiş
olacaktır. Okulöncesi dönemde; okuma
eyleminde edilgen olan çocuk ilköğretimle
birlikte okuma eyleminde etkin olmak
isteyecektir. Sözcükleri, harfleri okumaya
başlamak onu mutlu edecektir. Bu sebeple
de okul öncesi dönemde kendisine
okunulan kitaplara, resimlerini incelediği
kitaplara yönelecektir.
“Öğrenme becerisi çocuğun öğrenmeye
yöneldiği zaman başlar. Çocuğun öğrenme
ile ilgili çabaları okula başlamadan
gerçekleşir. Çocukların okuldaki öğrenme
becerileri, okul öncesi dönemde edindiği
öğrenme becerilerinden etkilenmektedir.”
Bu bağlamda çocuğun kitap ile arkadaşlığı
okul öncesi dönemde kazandırıldığında;
çocuk duyuşsal ve bilişsel öğrenmeleri
sağlayacak uyaranı kazanarak,
toplumsallaşma adına yaşamı boyu
kullanabileceği davranışları edinme şansı
yakalayacaktır. Kitap iç ve dış yapı
özellikleri ile çocuğun dünyasına girerse
çocuklarda geliştirilmesi istenen
davranışların kalıcılığı sağlanmış olacaktır.
Tabi ki kalıcılık kazandırılırken de
yukarıda bahsi geçen çocuk-kitap
arkadaşlığında kitapların içyapı
özeliklerinde taşıması ilkeler vardır;
“Kitap çocuğa iç denetim kazandırmalı,
toplumdaki rolünü görmesini sağlamalı,
sorgulama, deneme, araştırma, isteği
uyandırmalı, vicdani gelişimiyle birlikte
ahlaki değerleri biçimlendirmelidir.
Kültürün birey ve toplumsallaşmadaki
önemini sezdirmelidir.
Yapılan yanlışların nedenleri üzerinde
düşünmeye yöneltmelidir. Algısal
kavramsal gelişimini destekleyip, benlik
kavramının oluşmasını sağlamalıdır.”(2)
Baktığımızda kitapların içyapıları hayat
yolculuğuna çıkmış yolcu için tam bir
harita özelliği taşır. Yol boyunca onun
rehberi olacaktır. Kitap arkadaşlığı çocuk
için yolculuk boyunca tutku ile
bağlanacağı araç olacaktır. Kitapların
içyapılarında bulunması gereken nitelikler
arasında kültürün birey ve
toplumsallaşmadaki önemi de yer
almaktadır. Kitabın bir yaşam penceresi,
hayattaki ilk ve değerli arkadaş, hayat
yolundaki harita olduğunu düşünürsek
içinde yaşadığı toplumdaki değer
temellerini de taşıması doğaldır.
Çocuk edebiyatı için çocuk kitapları
yazmaya başlayanlar arasında en
önemlileri Ziya Gökalp, Ömer Seyfettin,
Ahmet Rasim, Tevfik Fikret, Peyami Sefa,
Kemalettin Tuğcu gibi yazarlardır. Çocuk
ve kitap ilişkisinin ehemmiyetinde rol alan
Ziya Gökalp’ın dünyasında çocuklar,
kitaplar ve çocukların kitaplar ile
toplumsallaşması büyük bir yer
kaplamaktadır. Kızı, Hürriyet Hanım bir
hatırasında şunları yazar: “Diyarbakır’da
çıkardığı Küçük Mecmua’da ilmî ve fikrî
GENCAY
38
yazılarıyla beraber çocuk masalları da
yazıyordu. O zaman bir gün dedim ki: -
Baba, bu masalları benim için mi
yazıyorsun? -Hayır, yalnız senin için
yazmıyorum. Biliyorum yalnız benim için
değil, benimle kardeşlerim için
yazıyorsunuz. -Hayır, Hayır, bilemedin! Bu
masalları yalnız senin ve kardeşlerin için
yazmıyorum; Türk çocukları için
yazıyorum. Ben yalnız senin ve
kardeşlerinin babası değilim. Bu
dünyadaki bütün Türk çocuklarının
babasıyım. Sizleri ne kadar düşünür ve
seversem onları da o kadar düşünür ve
severim.”(3) Gökalp’in bu yaklaşımdan
yola çıkarak kitap ile bağlarını
kuruduğumuz çocuğun geleceğin
şekillenmesinde kurucu rol alacağını
unutmamak gerekmektedir.
Türkiye’de Çocuk Felsefesi üzerine
deneme çalışmaları bulunan Mustafa Ruhi
Şirin, çocuk fıtratından bahsederken keşif,
düşünme yetilerini öykülerle, şiirlerle
desteklemiştir.(4) Kitaplardaki öyküler
hedefi bulma sanatı üzerinedir. Şirin’e
göre ok, yay, hedef tahtası vs.. Bu hedef
sanatı içerisindeki felsefi göstergelerdir.
Hepsi birer düşünme, hayat aracıdır. Şark
felsefesiyle de bütünlük gösteren bu hedef,
ok, yay örneği ile diyebiliriz ki; kitaplarla
hayattaki gayeleri için, ulaşılmak istenen
bilge yayını çekebilecektir.
Eleştirilebilecek bir durumda kitapların
tamamı ile gerçek yaşam olmadığı olabilir.
Tabi ki kitaplar her yönüyle gerçek yaşam
olamaz, fakat yaşamı sonsuz şekilde
zenginleştirir. Çocukların ruh dünyaları
fıtratlarının gereği dünyaya geldiğinde
yalın haldedir Fakat topluma çocuklar ile
ulaşılacaktır. Bu da ruh dünyalarına
konukların hediye ettikleri ok, yay,
hedefler ile şekil alacaktır.
KAYNAKLAR
(1) Yard. Doç. Dr. Zeliha GÜNEŞ- Doç. Dr.
Selahattin DİLİDÜZGÜN
(2) Açev-Erken Çocukluk Eğitiminin
Önemi Üzerine Düşünceler –Bekman 1999,
İstanbul)
(3) (Ziya Gökalp, 1970, s. 21-22,
Beysanoğlu, 1964, s. 326.)
(4) Türkoloji Dergisi 1 (2006), Sayı: 2-
Günümüz Çocuk Edebiyatından Seçilmiş
Çocuk felsefesi Örnekleri
GENCAY
39
ŞEYTAN AYETLERİ MESELESİ Vural Egemen SARIGÖZ
Şeytan Ayetleri (İngilizce ismi; The Satanic
Verses) Hint asıllı İngiliz bir yazar olan
Salman RÜŞDİ’nin tüm dünyada ses
getiren romanıdır. İlk kez 26 Eylül 1988
yılında İngiltere’de yayınlanan roman bir
çok İslam Ülkesinde yasaklanmış olması
ile edebi bir eser olmaktan uzaklaşıp,
dünyanın siyasi merkezine yerleşen bir
skandal olmuştur. Bu kitabın
yasaklanmasının dışında İran’da Ayetullah
Humeyni tarafından kitabın yazarı
hakkında ölüm fetvası verilmiş ve başına
ödül konmuştur.
Şeytan Ayetleri kitabını ve kısaca
konusuna dair bir tanımlama yapmak
gerekirse , ‘’Hz. Muhammed’in çok tanrılı
bir inancın lehine bir ayeti haber verdiği
ve daha sonra aslında bu ayetin Şeytan
tarafından kendisine söylendiğini iddia
etmesidir’’
Günümüzde de bu kitabı tasdik eden
kişiler ve kuruluşlar vardır. Bu
destekçilerin en büyük dayanağı ise yine
Kur’an-ı Kerim’de yer alan bir ayet-i
kerimedir. Kur'an'da, Hac Suresi'nde,
Şeytan’ın, Allah’ın gönderdiği her
peygambere türlü şekillerde musallat
olduğu, onları yanılttığı ve nihayetinde
Allah’ın bu peygamberleri yanılgıdan ve
Şeytan’ın yalanlarından koruduğu ve
böylece tebliğ görevinin kusursuz bir
şekilde yapılmasını sağladığı bildirilir.
Ayet şöyledir;
"Senden önce hiçbir Resul ve Nebi
göndermedik ki, bir şey temenni ettiği
zaman, şeytan onun bu temennisine dair
vesvese vermiş olmasın ama Allah
şeytanın vesvesesini giderir. Sonra Allah
âyetlerini sağlamlaştırır. Allah hakkıyla
bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. ." (1)
Kitabın iddiasına göre Hz.Muhammed
(s.a.v)’in Müşriklerle(kitapta müşrikler
paganlar olarak geçer) karşılaşınca Şeytan
Peygamber Efendimizi kandırır ve
müşrikler tarafından kutsal olarak bilinen
Lat, Uzza ve Menat isimli putları öven
sözler söylemesini sağlar. Şeytan’ın ayet
olarak fısıldadığı iddia edilen sözler ise
şöyledir; "Lat'ı, Uzza'yı ve... üçüncü olan
Menat'ı gördünüz mü? İşte bunlar, yüce
turnalardır... Şefaatleri de elbette ki
umulur.’’
Kitapta dipnot olarak bu söylemlerin
başka bir sebebi daha belirtilir, Hz.
Muhammed (s.a.v) müşriklerle arasını
düzeltmek ve onlarla uzlaşmak için bir
taktik denemiştir ancak daha sonra
Müslümanlardan gelen yoğun tepki
üzerine bu ayeti düzeltici ayetler
söylemiştir.
Kitabın yazarı tüm dünyada
Müslümanların tepkisini çekmiş olmakla
birlikte birçok Hristiyan ve değişik dine
mensup devletler tarafından da
desteklenmiştir. İran yasalarına göre idam
fetvası ancak yayınlayan makam
tarafından geri alınabilir. Humeyni’de
ölmüş olduğundan dolayı İran Yasalarına
GENCAY
40
göre Kitabın Yazarı halen ölüm tehdidi
altındadır. Humeyni yalnızca kitabın
yazarı değil, kitabın basımında emeği
geçen herkesin aynı statüde olduğunu ve
fetvanın dolayısıyla ödülün bu kişiler
içinde geçerli olduğunu söylemiştir.
Kitabın yazarı Salman RÜŞDİ hiçbir fiziksel
darba maruz kalmamış ancak kitabın
çeşitli dillere çevirisini yapan yazarlar
tepkilerden doğan şiddete maruz
kalmışlardır. Kitabın Japon çevirmeni
Hitoshi Igarashi 11 Temmuz 1991
tarihinde bıçaklanarak öldürülmüştür.
İtalyan çevirmeni Ettore Capriolo aynı ay
içinde bıçaklanmış ve ağır yaralanmıştır.
Norveççe çevirmen William Nygaard
Oslo'da 1993 yılı Ekim ayında üç el ateşe
maruz kalmış, saldırıdan yara almadan
kurtulmuştur.
Kitabın Türkçe’ye tercümesini ise Aziz
NESİN yapmıştır, bir iddiaya göre Aziz
NESİN’i Türkiye’de hedef tahtasına koyan
en büyük olay bu kitabı tercüme etmesidir.
Sivas Olayları olarak bilinen olayda da bu
tepkinin ürünü olarak Madımak Oteli’nin
yakıldığı iddialar arasındadır.
Kitabın yazarına geçtiğimiz yıllarda İngiliz
Kraliçesi tarafından Şövalyelik unvanı
verildi. Bu Ödülde yine Müslüman ülkeler
tarafından tepki gördü.
Kitabın, yazarın, olayların kısaca içeriği
böyledir. Kitabın içeriği ise biraz daha
irdelenmelidir. İrdelenmesinin gerekliliği
ise günümüzde gençleri tarafından bilinçli
ya da bilinçsiz olarak Şeytan Ayetleri
üzerine eğilimler görülmektedir. Öyle ki
bazı dindar gençlik kesimleri tarafından
dahi tasdik edilir duruma gelmiştir.
İlk önce bu konuyu detaylıca inceleyelim.
Özellikle satanist(şeytana tapan) kişiler
tarafından üzerinde ısrarla durulan bir
konudur. Hatta satanizm mensubu kişiler
Müslümanların kafasını hadis ve ayetlerle
bulandırmaya çalışırlar. Benimde başıma
geldi beni ikna etmenin eşiğine vardığını
sandıkları anlarda oldu. Ancak bir mümin
için gösterilen hadis ve ayetleri doğru
tefsir edip, doğru bir şekilde idrak etmek
gerekir.
Dayandıkları rivayet ve hadis-i şerif
şöyledir;
‘’Resulullah, kavminin yüz çevirdiğini
görünce bu ona çok ağır geldi. Allah’tan
kavmi ile kendisini birbirlerine
yaklaştıracak bir şey inmesini temenni
etti. Cenab-ı Allah Necm suresini indirdi.
Resulullah’da okudu. Bu esnada şeytan
gönlünden geçirip de kavmine getirmek
istediği şeyi onun lisanına atıverdi:
“Bunlar yüce kuğu kuşları (tanrıçalar)dır
ve elbette onların şefaatleri umulur”
Kureyşliler bunu işitince sevindiler ve onu
dinlemek üzere yaklaştılar… O, sureyi
bitirince secde etti. Onun secde ettiğini
gören mü’minler de onun getirdiğini
tasdik ederek secde ettiler. Mescidteki
müşrikler de secde ettiler… Secde haberi,
Habeşistan’a hicret etmiş Müslümanlar’a
kadar ulaştı. Bir kısmı orada kalıp, bir
kısmı Mekke’ye hareket etti. Sonra, Cenab-
ı Allah, Peygamber’e, “Benim indirmediğim
şey söyledin!” dedi. Resûlullah üzüldü,
Allah’tan korktu. Bunun üzerine Allah bu
âyeti (Hac, 52) indirerek onu teselli etti,
Şeytanın ilka ettiğini neshetti” (2)
GENCAY
41
Taberi’nin naklettiği bir hadis’in dışında
İmam-ı Buhari’nin naklettiği bir hadis-i
şerif’i delil göstererek bu konuyu
pekiştirmeye çalışırlar.
Muıteber hadis kitaplarından Sahih-i
Buhari’de İmam-ı Buhari Hazretlerinin
Abdullah bin Mesud (r.a.)’dan nakledilen
hadis-i Şerif’in başlık kısmında ‘’NECM
SURESİNDEKİ SECDEYE DAİR ABDULLAH
İBN-İ MESUD RİVAYETİ’’ yazar ve hadis-i
şerif şöyledir;
‘’Nebiyy-i Ekrem salla`llâhu aleyhi ve
sellem Mekke`de (iken) (Necm) sûresini
okuyup bu (sûre-i şerîfe) nin sonunda
secdeye vardı. Berâber olanlar da (mü`min
ve müşrik) hep secdeye vardılar, yalnız bir
ihtiyar (herif varmadı ki, o da) bir avuç
çakıl veya toprak alıp alnına götürdü ve:
"Bu kadarı bana yeter" dedi. İşte o kimseyi
sonra (Bedir`de) kâfir olarak katlolunmuş
gördüm.’’ (3)
Kaynak olarak gösterilen bu ayetler ve
hadisler birçok müminin kafasını
karıştırmıştır. Zaten amaçta budur. Eski
devr-i zamanlarda olduğu gibi şimdiki
zamanda da islamiyeti yıpratmak,
Kur’an’ın itibarını zedelemek için büyük
bir gayret sarf edilmektedir.
İlk bakışta gösterilen hadis ve ayetlere göz
gezdirdiğinizde iddiaya cevap
veremeyecek gibi görülüyor ya da iddianın
neredeyse doğruluğu ispatlanmış oluyor.
Lakin aklı başında bir mümin sadece biraz
düşünerek bu iddiaların birer safsatadan
farksız olduğunu anlayacaktır.
İlk olarak bize delil olarak dayatılan ayet-i
kerimeye bir bakalım.
“Senden önce hiç bir resul veya nebî
göndermedik ki, halkının hidâyetini
umarak gayret gösterdiğinde, şeytan onun
temennisi hakkında bir vesvese vererek,
ümidini kırmak istemesin. Ama Allah,
şeytanın attığı o vesveseyi giderir, sonra
da âyetlerini sapasağlam, muhkem kılar.
Zira Allah alîmdir, hakîmdir (herşeyi
hakkıyla bilir, tam hüküm ve hikmet
sahibidir)” (4)
Yukarıdaki ayeti size delil olarak
sunanların tefsiri ile idrak etmeye
çalışırsanız Şeytan’ın ve Şeytan’a hizmet
edenlerin kurguladığı planın ağına
düşersiniz.
Bu ayette en dikkat edilmesi gereken
kavram ‘’TEMENNİ’’ kavramıdır. Temenni
Güzel Türkçe’mizde karşılık olarak
‘’dilemek, dilek’’ manasına gelir. O halde
bu ayet şu şekilde tefsir edilir ‘’Her
peygamber, kavminin ilahi hidayete tabi
olup kötülüklerden kurtulmalarını arzu
eder. Şeytan, insanların kalplerine şüphe
atarak halkı resullere karşı koymaya
çağırır. Yahut resul, kavminin hidayetini
temenni edip hırsla çalışırken, şeytan onu
ümitsizliğe düşürmek için vesvese
verebilir, onu maksadından caydırmaya
çalışır. Kur’ân-ı Kerim, şeytanlara
uyanların yaptıkları işleri bazen şeytanlara
izafe eder. Zira sebebiyet münasebeti
vardır.’’
Şeytan insanın kulağına bir şeyler
fısıldamaz, şeytan insana vesvese verir.
Peygamberler aynı zamanda birer insan
oldukları için şeytan onlarında şevkini
kırmak için ‘’ sana inanmayacaklar, boşa
uğraşma ‘’ gibi vesveseler vermiş olması
mümkün bir durumdur. Allah
GENCAY
42
peygamberlerine ‘’İsmet’’ vasfı
yüklemiştir. İsmet vasfı; günahlardan
korunmuşluk vasfıdır ki bu peygamberlere
özel vasıf şeytanın vesveselerinin
karşısına çıkar ve onu günah işlemekten
alı koyar.
O halde Taberi’nin eserinde yer alan
Hadis’te Peygamber’i puta secde etmiş
gösterdiği için kabul etmek mümkün
değildir.
Peygamber Efendimiz Aleyhisselatü
Vesselam kendisine peygamberlik
verilmeden önce dahi putlara tapmamıştır.
Bu peygamberlerin genel bir özelliğidir.
Günaha bulaşmazlar.
Kur’an-ı Kerim’in ve Hadis-i Şerif’lerin
putperestliğe ve şirke ağır ifadeler
kullanmasının yanında nasıl olurda
Peygamberimizin Putları öven bir ifade
kullanmış olabileceği düşünülebilir?
Hadi diyelim ki, haşa Peygamberimiz böyle
bir şey söylemiş olsa dahi Resulullah’a
kuru bir inat için inanmayan müşrikler bu
cümleyi söyler söylemez ona inanmaları
mümkün olabilir mi?
Ayrıca bu ayet-i kerimenin farklı mealleri
de mevcuttur. Yalnızca bir meala saplanıp
kalmak bir din alimini överken diğer din
alimini yermek olur. Hiçbir din alimi bu
ayetin mealini açıklarken, tefsirini
yaparken Allah’ın Peygamberlere verdiği
ismet vasfını gözardı etmemiştir, etmez.
Örneğin; “O dişiler (tanrıçalar), onların
şefaatleri umulacak ha! Yuh olsun sizin
aklınıza!” (5) şeklinde bir tefsir de
mevcuttur.
Cenab-ı Allah, putperest olan bir insanlığa
bu sapıklıktan vazgeçmeleri için bir
Peygamber gönderecek ve bu peygamber
hayatı boyunca kendisine peygamberlik
verilmeden önce dahi putlara tapmayacak,
onları övmeyecek ama şeytanın kulağına
fısıldadığı bir sözü ayet olarak insanlara
aktaracak ve üstelik secdeye kapanacak
hatta ve hatta o putların şefaatlerini
umacak öyle mi?
Şeytan mümin bir kulu dahi
kandıramıyorken, Allah’ın resulünü nasıl
kandıracak?
Bu olayın ve bu olay hakkındaki hadis’in
doğruluğunu kabul eden iki din alimi
vardır. İbn Hacer ile İbrahim el-Güranî bu
rivayetin gerçek olduğunu düşünürken, El-
Beyhakî, Beydavî. Neysabûrî, Ebu’s-Suûd,
Ebü Mansur el-Maturidî, İbn Kesir, Nevevî,
Bedreddîn Aynî, el-Hatîb Şirbinî, Alusî, Ebu
Bekr ibnu’l-Arabî, Ebû Hayyan, bu kıssanın
sabit olmadığını beyan edenlerden
bazılarıdır. (Bu zatların fikirleri hk. bkz.
Tefsîru İbn Kesir, Râzî, Hatib Şirbinî,
Ebu’s-Suûd, Âlusî tefsirlerinin Hac, 52
âyetine dair yaptıkları açıklamalar).
Ahmet Hamdi Aksekili bu hususun
uydurma olduğunu yaklaşık olarak 11
kadar farklı rivayet edilmesini delil
göstererek ispatlar. Resulullah bu sözleri
söylediğinde kah Resulullah’ın namazda
olduğu, kah Kureyş’in nâdilerinde
(klüplerinde) bulunduğu sırada veya
namaz kılarken uyuklamış, uyurken
ağzından kaçırıvermiş tarzlarında on bir
çeşit anlatım ile naklettiklerini, birinin bir
türlü öbürünün başka türlü söylemesinin
de meselenin uydurma olduğunu
göstereceğini ifade eder.
GENCAY
43
Mevzunun başka bir boyutu ise zaman ve
yıl hesabıdır.
Muasır Tunuslu müfessir M. Tahir ibn Aşur
bu Garanik kıssasını maharetle
reddettikten sonra hülasa ederken der ki:
“Bu kıssayı, müşriklerin Necm suresini
dinledikten sonra secde ettiklerini bildiren
sahih haberle birleştirmek, bazı
müelliflerin karıştırmalarından ibarettir.
Keza bu kıssayı Hac suresi ile birleştirmek
de öyledir. Mekke’de ilk nazil olan
surelerden bulunan Necm suresi ile, bir
kısmı Medine döneminin başlangıcında,
bir kısmı Mekke döneminin sonlarında
inen Hac suresi arasında pek uzun bir
zaman vardır. Keza Habeşistan’a hicret
edenlerin dönmesi ile birleştirmek de
fanteziden ibarettir.’’
Devamında ise şöyle demek sureti ile
konunun farklı yönlere nasıl
çekilebileceğini göstermektedir.
Necm Suresinin inmesi ile Habeşistan’dan
dönme arasında nice seneler vardır.
Hadisenin aslı şu olabilir: Mekke’de İbnu’z
Ziba’ra gibi cahil alaycılar vardı. Onlar,
Necm suresinde Lat, Uzza, Menat’ın
anılmasını halk içine fitne sokmak için
fırsat bildiler. Bu sureyi seçmelerinin
sebebi ise, Allah Resulü onu Kabe’de
okuduğunda müşrikler de orada idiler ve
Allah, nebisi için mucize olarak
Kureyşlileri secde ettirdi. Sonra onlar, bu
secdelerine mazeret olarak böyle bir
hâdiseyi uydurdular.(6)
İbnu’l-Kelbî (ö. 204) Kitab’ul-Asnâm
(Putlar) adlı kitabında, cerh ve tadil
kaidelerini de tatbik etmeksizin, putlarla
ilgili her türlü haberi toplayıp naklettiği
halde bunu zikretmez; buna mukabil,
Cahiliyye Araplarının Kabe’yi tavaf
ederken: “Lat hakkı için, Uzza hakkı için,
üçüncüleri Menat hakkı için! Onlar yüksek
kuğular (dişi tanrıçalardır), onların
şefaatlerine ümit bağlanabilir” dediklerini
anlatır (7)
İzlediğimiz filmlerden ya da siyer
kitaplarında bize tasvir edilen hali bir
düşünelim. O dönemlerde bir kaç ayeti
seslice, aşikar bir şekilde okumak bile
müşriklerin müminlere çeşitli işkenceler
yapmasına yol açıyordu. Bu sebepten
Peygamberimiz islamı açıktan tebliğ
etmeyi serbest bırakmış olduğu bazı
dönemlerde yüksek sesle ayet okuyup
müşrikleri tahrik edici hareketleri
yasaklamıştı ki bu sebepten hiçbir
Müslümanın eziyet görmesini
istemiyordu.
O halde Peygamber Efendimiz’in bütün
Kureyşliler önünde koca bir sureyi baştan
aşağı okuması, Kureyşlilerin de ne
söyleyeceğini bilmeden dini bir dikkat ile
kendisini dinlemeleri manasız olmaz mı?
Bu konuda yalan yanlış sözlere itibar
edenlerin yani bazı ayetlerin sonradan
eklendiğini iddia edenlerin iddia babası
Alman Blachere’in Putları reddeden
23.ayetin sonradan inmiş olduğunu
savunur ve bunun delili olarak da bir
Alman Edebiyat Methodu olan arythmique
yönetimine aykırı olmasıdır. Bu yönteme
göre Blachere 23. Ayetin diğer ayetlere
göre daha uzun olduğu için şiir düzenini
bozduğunu iddia eder.
Kur’an-ı Kerim bir şiir değildir ki, o teoriye
göre en iyi bildiğimiz sure olan Fatiha
GENCAY
44
Suresinin 7. Ayeti diğer ayetlerden
uzundur diye 7. ayetin sonradan eklendiği
fikrimi çıkmalıdır?
Son olarak konuyu genel anlamda mantık
ve ayetin hükmü çerçevesinde
değerlendirmek gerekirse şöyle dememiz
lazımdır;
İslam düşmanlarının Dinimizi ve Yüce
Yaradanımızın kelamı olan Kur’an-ı
Kerim’i tahrif etmek için / yıpratmak için
uydurdukları bir olaydır. Garanik olayı
olarak da geçer. İslam da müminin en
büyük düşmanı şüphedir, bunu bilen islam
düşmanları Müslümanların içine şek ve
şüphe düşürmek maksadıyla bu asılsız ve
iftira vari olayı dillendirmektedirler.
Olayın gerçek şekli şöyle olmuştur.
Mekke'de müslümanların eziyet ve
işkencelere uğradıkları, bu sebeple bir
kısım müslümanın Habeşistan'a göç ettiği
bir dönemde Hz. Peygamber, Kâbe yanında
Necm suresini okuyor. "Gördünüz mü o
Lât ve Uzza yı ve üçüncü(leri olan) öteki
(put) Menât'ı?" şeklindeki 19 ve 20.
ayetlerini okuduktan hemen sonra
Müşriklerden bir kişi Peygamber
Efendimizin sesini bastıracak yükseklikte
bağırarak "Bunlar yüce kuğu kuşları (veya
turnalar)dır ve şefâatleri umulur"
cümlelerini ayetin devamı gibi söylemiştir.
Peygamber Efendimiz Surenin sonuna
gelince secde ayeti olduğu için Hz.
Peygamber ve orada bulunan
müslümanlar secdeye kapanmışlar.
Müşrikler de bir müşrikin okuduğu bu
cümleler sebebiyle son derece sevinerek
sanki Hz. Muhammed(s.a.v) ; "Artık
Muhammed ilâhlarımızın şefâatini kabul
ettiğine göre aramızda önemli bir ayrılık
kalmadı" deyip hepsi secdeye
kapanmışlar. Son derece yaşlı bir veya
birkaç müşrik, yere eğilip secde etmek zor
geldiği için yerden bir avuç toprak alarak
alınlarına değdirmiş ve böylece ilâhlarına
tâzimde bulunmuşlar. Bu olay dolayısıyla
müşrikler kısa bir süre müslümanları
kendi hâline bırakmışlar. Bu haber
Habeşistan'daki müslümanlara "tüm
Mekkelilerin İslam'a girdiği" şeklinde
ulaşmış ve Habeş muhâcirleri orayı
terkedip Mekke'ye yönelmişler. Ancak bu
olayın ardından Cebrâil (a.s.) gelerek
müşriklerin planları hakkında Hz.
Peygamber'i ikaz etmiş, bu arada nâzil
olan Hacc sûresinin "...Senden önce
gönderdiğimiz hiçbir resul ve nebî yoktur
ki birşeyi arzuladığı zaman şeytan onun
arzusuna (vesvese) atmamış olsun. Allah,
kendi ayetlerini sağlamlaştırır...''
meâlindeki 52. ayeti ile önceki cümle
şeytanın müşrikleri kullanarak uyguladığı
planı neshetmiştir.
Temelde bu anlatım tarzını ve Garanik
olayının vuku bulduğunu kabullenen bazı
yazarlar bu rivâyeti; "Garanik sözünün
geçtiği cümleyi söyleyen, Hz. Peygamber
değildir; bizzat şeytan, sesiyle ortaya
atılmıştır", "Bu cümleyi, Hz. Peygamber
Kur'an okurken gürültü yapıp, bağırıp
çağırarak ona baskın çıkma şeklinde
müşriklerin devamlı izledikleri bir
politikanın gereği olarak ve son okunan
ayette putlarının adı zikredilince onların
şiddetli bir şekilde kötülenmesinden
endişe ederek kendi akidelerine uygun bir
şekilde müşriklerden birisi söylemiştir. Bu
sözün sâhibi, Hz. Peygamber olmadığı gibi,
şeytan da değildir, ama şeytanlaşmış
insanlardan birisidir, "Bu cümle, müşrikler
GENCAY
45
tarafından daha önce bilinen, tavafları ve
yeminleri sırasında kullanılan bir cümle
idi. Müşrikler "Lat, Uzzâ ve öteki
üçüncüleri Menât; bunlar yüce kuğu
kuşlarıdır ve şefâatleri umulur' derlerdi.
Hz. Peygamber'in okuduğu Necm
suresinin 19 ve 20. ayetlerinde bu putların
adı geçince müşriklerden biri önceden
kullandıkları bu yemin cümlesini araya
sokuşturu vermiş, ilk plânda bunu kimin
okuduğu bilinememişti..." gibi çeşitli
yorumlamalara tabi tutmaktadırlar.
Ancak gerek geçmiş dönemlerin, gerekse
asrımızın tahkik ehli alimleri, bu rivayeti
çeşitli yönleriyle inceden inceye tetkik
etmişler ve birçok noktadan tamamen
asılsız, uydurma bir rivayet olduğunu
ortaya koymuşlardır. Kur'an-ı Kerim'in,
Cenab-ı Hakk'ın muhafaza ve garantisi
altında olduğu, ayetlerin beşeri ve şeytani
tasallutlardan mahfuz bulunduğu bilinen
bir gerçektir. Bu bakımdan Hz. Peygamber
Kur'an okurken şeytanın tasallutuyla
Kur'an ayetlerine bir şeytan sözünü
karıştırması ya da şeytanın veya bir
müşriğin herhangi bir sözünün geçici bir
süre için bile olsa farkedilmeyip
Kur'an'dan zannedilmesi, katiyetle ihtimal
dahilinde değildir. Ayrıca Hz. Peygamber,
müslümanların uğradığı eziyet ve
işkenceler dolayısıyla ne kadar üzüntülü
ve bu eziyetlerin kaldırılması hususunda
ne derece düşünceli olursa olsun, dilinden,
yıllar boyu uğrunda mücadele verdiği
tevhid akidesine tamamiyle zıt böyle bir
cümlenin dökülmesi veya başkası
tarafından söylenen bir cümleyi fark edip
müdahale etmemesi söz konusu olamaz.
Garanik rivayetini kitabında ilk nakleden
müellif, h. III. asır başlarında 204/819
tarihinde vefat eden İbnü'l Kelbî'dir. Daha
sonra Vâkıdî, İbn Sa'd, Taberî, Zemahşerî
gibi bazı tarihçiler ve müfessirler İbnü'l-
Kelbî'den alarak bazı küçük değişiklik veya
ilâvelerle aktarmışlardır. İbnü'l-Kelbî'nin;
naklettiği rivayetlerde hiçbir hassasiyet
göstermeyen ve nakillerine güvenilmeyen
bir kişi olduğu bilinen bir gerçektir. Üstelik
Garânîk kelimesinin geçtiği cümle,
muhtelif kaynaklarda birbirinden çok
farklı şekillerde nakledilmiştir ki bu da
rivayetin uydurma olduğuna işaret
etmektedir.
Şu halde Garânîk rivayeti, tamamıyla
asılsız olup İslâm'ın daha ilk asırlarında
İslâm düşmanı zındıklar tarafından
uydurulmuş, günümüze gelinceye kadar
çeşitli asırlarda İslâm'a muhalif belli
çevrelerce bir koz olarak kullanılmış,
günümüzde de İslâm düşmanı garazkâr
müsteşrikler tarafından zaman zaman
tekrar ortaya atılarak bu vesile ile İslâm'a
karşı saldırılarda bulunulmuştur.
Şu halde Habeşistan'daki müslümanların
Mekke'ye geri dönmelerinin sebebi, sözde
Garanik olayı değil; bu yıllarda Hz. Hamza
ve Hz. Ömer gibi güçlü ve itibarlı şahısların
İslâm'a girmeleri dolayısıyla Mekke
müşriklerinin bir süre çekinerek eziyet ve
işkencelerine ara vermeleri, dolayısiyle
Mekke'de geçici bir sükunet havasının
oluşması; Habeşistan'da Necaşi ,
Ashame'ye karşı bir ayaklanmanın baş
göstermesi ile karışıklıkların zuhûr
etmesidir.’’ (8)
Necm suresinin Kâbe yanında Hz.
Peygamber tarafından okunduğu; surenin
sonunda secde ayeti bulunduğu için Hz.
Peygamber'in ve orada bulunan ashabının
GENCAY
46
secdeye kapandıkları, buna mukabil
müşriklerin de tamamıyla secde
ettiklerine dair İmam el-Buhari'nin el-
Cami'u's-Sahîh'inde sahih bir rivayet
vardır (bk. Buhari, Tefsiru Surati ve'n-
Necm 4). Ancak bu rivayette Garanik
meselesiyle ilgili hiçbir husus yoktur;
olması da zaten hem nakil yönünden, hem
de akıl yönünden mümkün değildir. İslâm
düşmanları adetleri vechile yalan ve
uydurmalarını işte bu rivayet üzerine bina
etmiş, aslı ve esası olmayan iftiralarla bu
sahih rivayeti tamamıyla çarpıtmışlardır.
Hz. Peygamber ve ashabı, Necm suresinde
geçen secde ayeti dolayısıyla secdeye
varırken müşrikler de bu surenin 19 ve 20.
ayetlerinde adlan anılarak kötülenen
putları ve akidelerine sahip çıktıklarını
belirtmek ve putlarını tazim etmiş olmak
için putları adına secde etmiş olmalıdırlar.
Velhasılı kelam… Bu mevzudan ortaya
çıkan sonuç itibari ile sonsöz olarak
şunları söylemek gerekir.
Müslüman koşulsuz şartsız Allah’a ve
peygamberine iman etmiş kişidir. Bu ve
buna benzer konuların/mevzuların
peşinden koşan maceraperest tarihçiler ve
gayr-i müslim mihrakların yetiştirip bu
konuların üzerine gitmesini sağladıkları
kişilerdir.
KAYNAKLAR
(1) (Hac 52. ayet)
(2) (Taberî, 27/187-188)
(3) (Sahih-i Buhari Hadis No 555)
(4) (Hacc, 22/52).
(5) (Razî, Mefatihu’l-Ğayb, Hac,52 tefsiri,
6/249)
(6) (İbn Âşur, Tefsîru’t-Tahrîr, 17/305)
(7) (Kitabu’l- Asnam trc. B. Bilgin, metin,
s.13; trc. s.32).
(8)
http://www.sorularlaislamiyet.com/articl
e/736/garanik-olayi.html
GENCAY
47
RUH ADAM’IN KÖŞESİ Yalçın Selim PUSAT
Türk Milliyetçiliği Ve Irkçılık
(…)
Ege Bölgesi’nin İç Batı Anadolu
Bölümü’nde yer alan Kütahya, bilinen
tarihi içinde Hitit, Frig, Roma, Bizans,
Selçuklu, Germiyanoğulları ve Osmanlı
Dönemi uygarlıklarıyla Türkiye
Cumhuriyeti’ne ulaşmıştır. Kütahya il
sınırları içinde kalan topraklarda yerleşen
ve adı bilinen en eski medeniyet
Hitit’lerdir. Buna rağmen çevredeki
Arkeolojik buluntular ilin yerleşim tarihini
çok daha eskilere, ilk çağlara değin
götürmektedir. Kütahya için kesin bir
kuruluş tarihi verilememekle birlikte; Hitit
metinlerinde geçen Assuva tarihiyle ilgili
4. Tuthaliya (M.Ö.1256-1220) yıllarına
dayanarak M.Ö.2.binin ortalarında
kurulduğu söylenebilir. Kütahya bugün de
işletilen zengin maden yatakları
dolayısıyla tarihin her devresinde ilgi
görmüş, bu sayede geniş ticaret yollarına
sahip olmuş, hızla gelişmiştir. Malazgirt
Zaferi’nin ardından 11.yüzyılın sonunda
Türk uygarlıklarıyla tanışan Kütahya,
Germiyanoğlu Beyliği’ne başkentlik
yapmış olup Osmanlı Devleti bu topraklar
üzerinde kurulmuştur. Ayrıca Kütahya
“Türk ve dünya askerlik tarihi” nin en
büyük zaferinin kazanıldığı yer olarak
zengin bir kültürel mirasa sahiptir.
KÜTAHYA’NIN İDARİ TARİHÇESİ:
Kütahya’nın idari tarihçesi, Türklerin eline
geçtiği 1074 yılından bu yana önemli ve
değişik gelişmeler göstermiştir.
Selçuklular Devrinde (1074-1247)
Konya’ya bağlı bir uç sancağı iken
Germiyan Devleti’nin kurulmasıyla (1302-
1429) bu devletin baş şehri olarak
(Kütahya, Tavşanlı, Gediz, Simav, Eğrigöz,
Altıntaş, Uşak, Banaz, Eşme, Işıklı, Honaz,
Silindi, Kula, Denizli, Birgi, Kelez, Bozkırı,
Geyiklü, Balıkesir, Edremit, Manisa, Afyon)
gibi şehir ve kasabaları içinde büyük bir
merkez olmuştur. Daha sonra Germiyan
Devleti’nin son beyi 2. Yakup’un vasiyeti
üzerine ölümüyle (1429) bütün bu
topraklar Osmanlılar eline geçmiş ve
Kütahya önceleri Ankara eyalet merkezine
bağlı paşa sancağı olarak
yönetilmekteyken 1451 de Anadolu Eyalet
merkezi olmuştur.
KÜTAHYA’NIN İLK KURULUŞ YERİ:
İlimizin ilk yerleşim yeri Kütahya Kalesi ve
çevresidir. Germiyanoğulları Döneminde
de kullanılan şehir merkezinde yapılan
kazılarda Roma Dönemi nekropol
(mezarlık) alanları bulunmuştur. Ancak
şehir merkezinde Frigler Dönemine ait
önemli bir buluntuya rastlamamıştır.
Kütahya’nın antik dönemdeki yerleşim
alanı henüz kesin olarak
belirlenememiştir. Ne zaman kurulduğu,
nerede kurulduğu, ne zaman ve kim
tarafından fethedildiği kesin olarak ifade
edilemeyen Kütahya, bir sırlar kentidir.
…
GENCAY
48
Yazıda Türk Milliyetçiliği ve Irkçılıkla ilgili
satırlar aradı değil mi gözleriniz?
Haberleri, gazeteleri takip ediyorsanız
eğer görmüşsünüzdür, bu ara moda olan
akım Türk Milliyetçiliğini aşağılamak, Türk
diyen herkesi hor ve hakir görmek. Ve bu
konuda gerekli gereksiz herkes konuştuğu
ve yazdığı için - İslamcı şerefsizler, Pkklı
Kürtler, her devrin adamı olan yalakalar,
bu ülkeyle, gönderdeki Ay yıldızlı bayrakla
sorunu olanlar, haya ve haysiyetten
yoksunlar, kanı bozuklar, leş kargaları, ölü
seviciler vb - benim de ayrıca konuşmama
gerek yok diye düşündüm. Sadece
dikkatleri yazıya toplamak istedim ben.
Amacım size şu soruyu sormaktı aslında.
“Oğlunuzun ya da kızınızın bir çingeneyle
evlenmesini ister misiniz?”
İyi düşünüp cevap verin derim ben.
Cevabınız hayır ise eğer siz de milliyetçilik
yapıyorsunuz demektir ve bu yüzden de
biz milliyetçileri eleştiremezsiniz.
Cevabınız evet ise şayet, Allah akıl fikir ,
bol bol kara kara torunlar ve bir de
panayır alanının en işlek yerinden bir
yer nasip etsin size.
Saygıyla.
Ambulans Sirenleri Ve Garip Bir Adam
(…)
Hatırlarsınız sanırım, 23 Nisan
merasimlerinin sonunda yürüyüş olurdu.
Üçerli ya da dörderli sıralar halinde nizami
bir şekilde yürürdük tören alanından
okula doğru. Sizde olur muydu bilmem,
bizim yürüyüşe ambulanslar, itfaiye ve
polis araçları da eşlik ederdi. Açarlardı
sirenlerini, biz önde onlar arkada
yürürdük.
Siren sesleri müthiş bir korku verirdi
bana. Aklıma şu gelirdi hemen: “Ya
kardeşime bir şey olduysa? Ya kardeşim
şuan o ambulansın içindeyse? Ya bana
ihtiyacı varsa ve benim bundan haberim
yoksa?” Nereden ya da neden aklıma
gelirdi böyle şeyler hiç bilmiyorum. Çok
şükür, hiç kötü bir şey olmadı o tören
günlerinde, ne bana ne kardeşime.
“Çocuktun o zamanlar. Korkman doğal”
diyebilirsiniz ama benim ambulans
sirenlerinden korkum artarak devam etti.
Şu yaşımda bile, ne zaman bir ambulansın
sirenini duysam içimi bir korku kaplar
yine, gayri ihtiyari ambulansı arar
gözlerim. Ambulansı görsem sanki içindeki
hasta iyi olacakmış gibi, “Allah’ım sen o
hastaya yardım et” diye dua ettiğimi
bilecekmiş gibi gelir.
Empati yapma yeteneğim gereğinden fazla
geliştiği için sevdiğim birini koyarım
hemen o ambulansın içindeki hastanın
yerine. İçim acır, ne yapacağımı bilemez
hale gelirim. Ambulansın önündeki araçlar
eğer yol vermiyorlarsa başlarım
küfretmeye. Elimde olmadan, istem dışı,
GENCAY
49
ağız dolusu denir ya hani, ana avrat düz
gitmek denir ya, aynen o şekil ettiğim
küfürler. Çünkü bilirim, o ambulans bir
can taşımaktadır ve o can acilen hastaneye
yetiştirilmek zorundadır.
Nedenini tam bilmiyorum. Belki de bana
çaresizliği hatırlattığı içindir ambulans
sirenlerinin beni bu kadar ürpertmesi.
Belki de çaresizliği hiç sevmediğim içindir
ambulans sirenlerinden bu kadar
korkuşum. Ve belki bir gün benimde
çaresiz kalacağımı aklıma getirdiği içindir
ambulans sirenlerinden nefret edişim.
Bilmiyorum.
İkamet ettiğimiz ilçedeki hastanenin
kantinini işletmeye başladığımızdan beri
de hayata bakış açım değişti. Hiç bu kadar
ölüm görmemiştim ben daha önce. Ölüm
karşısında ellerinden bir şey gelmeyen
insanları daha önce hiç bu kadar yakından
tanımamıştım. Daha önce hiç bu kadar
çaresiz görmemiştim insanları. Ve daha
önce hiç bu kadar kelimeler kifayetsiz
kalmamıştı.
Hafızam iyi ve bu yüzden de
unutmuyorum ben, unutamıyorum,
komşumuz olan bir ablanın “baba” diye
feryat ederken hastane bahçesinin
girişinde bayılışını. Unutmuyorum ben,
unutamıyorum, otuz yaşlarındaki bir
gencin ölümünü ve yakınlarının “Gitti
İsmail’im, gitti iki gözüm” diye ağlayışını.
Unutmuyorum ben, unutamıyorum,
sabahın körü denilen vakitte ağlayarak
hastaneye gelenleri. Unutmuyorum ben,
unutamıyorum; ambulansa canlarından
can olan bir sevdiğiyle birlikte umutlarını
da koyanları. Unutmuyorum işte,
unutamıyorum. Ve artık önemsemiyorum
çoğu şeyi. İnsanların o hallerini gördükten
sonra saçma geliyor çünkü.
Dedim ya, belki de bana çaresizliği
hatırlattığı içindir ambulans sirenlerinden
korkuşum. Ve belki bir gün benimde
çaresiz kalacağımı aklıma getirdiği içindir
ambulans sirenlerinden bu kadar nefret
edişim.
Şimdi diyebilirsiniz; ambulans sireni için
bu kadar yazı yazılır mı be adam?
Bende böyle garip biriyim işte.
Saygıyla.
GENCAY
50
Aşk ve Umut
(…)
Umut; “Ummaktan doğan güven duygusu”
olarak açıklanan bir kelimedir liselerin
edebiyat kitaplarında. O kadar yıl lise
okumamıza rağmen ne gariptir ki o can
sıkıcı kitaplardan öğrenilmez umut denen
şey. Umut öyle bir şeydir ki, deliyi adam,
adamı deli eder.
Umut, kimi zaman bir hastanın iyileşme
ihtimalinde belli eder kendini, kimi zaman
ise memleketinize gidecek olan son
otobüste yer bulma telaşında. Ne derseniz
deyin, umut olmadan hayat olmaz. Eğer
hala kesmemişsek yaşamaktan ümidimizi,
bu hala bir şeyleri umduğumuz içindir.
Daha iyi bir gelecek, daha iyi bir yaşam,
daha iyi bir bilmem ne..
Ve bazen de umut; hoşlandığınız kişinin
gözlerinde kendinizi görme ihtimalidir. O
yârin dudaklarından isminizi duyma
heyecanıdır. O yar her konuştuğunda “
Evet şimdi söyleyecek” diye bakarken
dudaklarına, kalbinizin hızlı hızlı atmasına
engel olamamaktır. Her yan yana
gelişinizde, elini tutma olasılığınız bilmem
kaç binde bir olmasına rağmen içinizin
titremesidir. “Neyin var?” diyenlere
“Üşüdüm de ondan” diyebilmektir.
Konuşurken saçmalamak uğruna onun
kahkaha atmasını sağlayabilmektir.
Yaptığı her hareketi hayranlıkla izlerken,
onun sizi yakalama ihtimaline karşı
tedirgin olsanız bile yine de ona
bakmaktan kendinizi alamamaktır. Sırf o
konuşsun, konuşsun ki onun sesini daha
fazla duyayım diye saçma sapan sorular
sorup konuşmasını sağlamaktır.
Ve umut, birbirinizden habersiz aynı yerde
fotoğraf çekilme ihtimalidir. “Acaba
burada onun da fotoğrafı var mıdır?” diye
düşünürken içinizdeki kopan fırtınalara
gem vurup objektife poz verebilmektir.
Onun gülümsemesini kimseye
yakıştıramamak ve “ Çevremdeki insanlar
arasında en güzel gülen O. O böyle
gülerken ben ona nasıl aşık olmam?” diye
sormak, aslında bunun da koca bir yalan
olduğunu bilmektir.
Ve umut, şairin dizelerinde dediği gibi,
O’na “şiirler sözler büyütmek ama
söyleyememektir.”
Ve aslında aşk en büyük umut, umut en
büyük aşktır.
Umudunuzu kaybetmemeniz dileğiyle.
GENCAY
51
GENÇLİK SEMİNERLERİNDEN
GENCAY
52
BİLGİ ŞÖLENLERİNDEN
GENCAY
MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ’NİN SON KİTABINI
MERKEZİMİZDEN TEMİN EDEBİLİRSİNİZ.
Recommended