Upload
others
View
4
Download
0
Embed Size (px)
Citation preview
İzmir’in yanıbaşında
Gediz’in bağrındaTurgutlu’nun başucunda
Çaldağı Benimdir !
Salih Özbaran
2
Çaldağı, Çampınar köylüsü çiftçi Memed’indir, çoban Ramazan’ındır; yiğit köylülerinindir.
Çaldağı Emekli Assubay Muammer Arabulan’ındır; Kasaba’lınındır, Gediz Ovası’nındır; doğa sevenindir;
Çaldağı doğanındır, Çaldağı benimdir!
Çaldağı tüm o güzel zenginlikleriyle
nefes vermiş tüm çevresine,
refah sağlamış kadirbilir insanlarına,
bakadurmuş uzaktan yeşil ovalarına,
kıymayınız ona bir “hiç” uğruna!
“Sohbetlerimizi dinleyenler, sanıyorum ki, unutmayacaklardır seni.
Sonra, belki bir gün gelir, biz de, seni, dallarında öten kuşları,
çiçeklerine konan kelebekleri kendimiz gibi beller; hepimiz için
şenelttiğimiz bu dünya yurdunda, onların da bizim gibi yaşamaya
hakkı olduğunu anlar, hiçbirinize kıyamaz oluruz”. Hikmet Birand, Alıç Ağacı ile Sobetler
3
İçindekiler
- Önsöz
- Çaldağı: Tarih derinliğinde bir kavşak
- Kesmeyin Çaldağı’mın nefesini!
- Ağaç kesilirse!
- Su çekilirse, asit yağarsa!
- Çaldağı benimdir, Gediz’indir, coğrafyanındır!
- Yakarıyor Çaldağı!
- Son pişmanlık fayda etmez!
4
Önsöz
Nereden bilebilirdim kasabamı kuzeyinden koruyan Çaldağı’nın oyulacağını; nereden
sezinleyebilirdim koynunda sakladığı tarihin talan edileceğini; nereden anlayabilirdim
altındaki nikel madeninin Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti tarafından bir İngiliz firmasına
satılacağını, dış sermayenin “kâr makinası” olarak işletilmesinden dolayı yeri-göğü
zehirleyeceği yönünde bilginlerin uyarılarını!
Çocukluğumdaki ve gençliğimdeki, yani 1940’lı ve 50’li yılların bana şimdilerde
anımsattığı Gediz yönündeki ovalarda yaptığım gezintilerimin temiz havasının
zehirlenebileceğini bilemezdim; Çaldağı dibindeki ürünleri Turgutlu’ya taşıyan deve
kervanlarının yüküne dikilen gözleri göremezdim. Manisa Lisesi’ne gitmek için bindiğim
talebe treni vagonlarından seyrettiğim güzelliklerin karşılaşabileceği doğa katliamını tasavvur
bile edemezdim. Düşünemezdim Turgutlu’yu yarıp geçen Leylek Çayı’na bıraktığımız
kağıtttan kayıkların, çoktan kurumuş olan suyunun kalan çamuruna saplanacağını. Tabiatın
çölleşmesine, insan için, canlı için, nebatat için yaratılan tehlikelere yol açan emperyalizmin
bu denli kasabama yanaşabileceğini, köylerime yaklaşacağını bilemezdim; bilmiyordum.
Bunu bana aşılayacak bilincin var olup olmadığından da haberdar değildim.
Tarihçi olarak ufkumu geniş tutmaya başladığımdan, başka bir deyişle doktora tezimin
hazırlığı için okyanuslara açıldığımdan, imparatorlukların silip geçtiği kara ve denizleri ve
onlara egemen olmaya yeltenen insanları tanımaya başladığımdan çok sonra kasabama
yönelik tehdidin yapılandığını fark edebilecektim. Turgutlu toprağının değerini bilen sorumlu
hemşehrilerimin, kimi doğa aşıklarının ve görevinin bilincine sadık kalan bazı yerel iletişim
araçlarının bilgilendirmeleri, uyarılarıydı ki beni var eden “kasaba”mın pek duyulmayan,
duyurulmayan varolma sorununu anlayabilecektim; Çaldağı’ndan Gediz nehrine, ovalarına,
havasına, yaşamlarını sürdüren canlı cansız herşeyine yapışacak tehlikenin acı çığlıklarını
hissedecektim. Nihayet, emperyal dünyaların ateşlediği çıkar savaşlarının piyasa ekonomisine
eklemlediği Çaldağı’ndaki nikel madeninin üstünde gezinen politikaları bilebilecektim.
Çaldağı sorununa bu denli kayıtsız yaşamış olmanın ezikliğini duyumsadım son birkaç
yıldır; kimi okumuş, mürekkep yalamış hemşehrilerimin vurdumduymazlığına tanık oldum;
şimdi de kentimi kuşatmış sermayenin gelecekte yaratabileceği doğa tahribatının ürküntüsünü
5
yaşamaktayım. Her ne kadar doğum yerim olan Turgutlu’nun Turan mahallesinde oturuyor
olmasam bile; her ne kadar Namık Kemal İlkokulu’ndan 1952 yılında, Turgutlu
Ortaokulu’ndan 1955’te diplomalarımı çoktan almış bulunsam bile; Lise yıllarımda beni
Manisa ile Turgutlu arasında götürüp getiren “talebe treni”ni özlesem de. Bugün
memleketimin sokaklarında, çarşısında dolaşırken yaşadığım duygular içimde eziklikleri de
beraberinde getiriyor. “Turgutlu/Çaldağı sahipsiz olamaz” diyerek içim sızlıyor; çıkarılması
düşünülen nikel madeninin getirisini yıkılabilecek tarih ve mekan bilincine, ekosisteme,
tertemiz ovasına, havasına, suyuna ve onun bitmeyecek yararına tercih edenleri şaşkınlıkla
izliyorum. Ve Çaldağı’nın tam kapasite ile çalışabilmesi için beklenen ağaç kesme izninin
Türkiye Cumhuriyeti yöneticilerinin tarafından hangi insaf ölçüleri içinde verilebileceği -tüm
Turgutluluların, çevre aşıklarının, yaşamlarının o coğrafyaya bağlamış olanların heyecanlı ve
üzüntülü bekleyişlerinin bir bakanın iki dudağından çıkacak- kararın korkusunu yaşıyorum;
ilgili firmanın çekilip gidebileceği yolunda öğrendiğim sevinçli haberlere rağmen. Ama, son
yıllarda Turgutlu’da, ve uzaklarda oluşan bilinç umudumu hep canlı tutu, tutmakta. Onlarla
gurur duydum, duymaktayım.
Tüm sorumluların ve etkilenecek olan tüm Egelilerin ve doğa severlerin TBMM’de
havaya kaldırılan parmaklardan sonra nasıl bir gelecek zamanla karşılaşacaklarını bilemem.
Ama, şu kitapçığın uyarılarla dolu sayfalarının yaşadığımız günlerden tarihe düşülen bir not
olarak kalacağını düşünüyorum. Dilerim, önümüzdeki kuşaklar -çoğu, gazete ve dergilerde
yayınlanan- bu satırların gereksiz vehme, kuruntuya, korkuya kapılarak yazılmış olduğu
yargısına varırlar; umarım gece kaçan uykularımın, bedenime ve duygularıma saplanan
sancılarımın sadece sanal dünyaya ait olduğunu düşünürler; umarım yetkililer de bir hiç
uğruna bayındırlığı yıkılan bir doğa parçasınından püskürecek tehlikenin kendilerine de ne
kadar yakın olduğunu anlarlar. Aksini düşünmek ürküyor beni.
Hiç şüphem yoktur ki, Türkiye’de yeraltında saklı madenlerin günışığına sağlıklı
yöntemlerle çıkarılmasından ve değerlendirilmesinden vazgeçilemez. Ancak Turgutlu’nun
Çaldağı, tüm bu iyi niyetleri aşmış görünüyor; bilginlerin uyarıları paniğe sevkediyor beni.
Salih Özbaran (Emekli tarih profesörü)
İzmir, Şubat 2011
6
Çaldağı: Tarih derinliğinde bir kavşak
3 Şubat 2010 tarihinde Turgutlu Ticaret Borsası salonunda Çaldığı’nın geleceğiyle
ilgili olarak yapılan bir toplantıya, konuya duyarlı kişilerden biri olan Veysel Kuşoğlu
tarafından davet edildiğimde sevinmiştim, bir o kadar da merak içindeydim. Toplantıdaki
uyarıları dinledikten sonra, kanımı donduran haberleri ve bilgileri aldıktan sonra, ama onların
şaşkınlığını üzerimden atamadan, sorunu bir tarihçi olarak, geçmişin derinliğine oturtmak
amacıyla şunları dile getirmiştim:
Değerli dinleyenler, sevgili Turgutlulu hemşehrilerim,
Burada toplanma nedenimiz olan sorunun içeriğini, ortaya çıkabilecek kimyasal ve
eko-sisteme yönelik tehlikeleri yansıtmak gibi bir yetkim olmadığından meselenin o
taraflarını dile getirerek değerli vaktinizi alacak değilim. Çaldağı’na yapılan müdahalenin ne
getirip götüreceği, onun zararının ne olduğu veya olacağı hakkında uzmanlar gerekeni
söylediler, (eminim ki fazlasıyla söyleyecekler önümüzdeki günlerde, aylarda, yıllarda) bu
güne/o günlere kadar ortaya çıkan gelişmeleri değerlendireceklerdir. Ben, sadece, buradaki
toplantının önemine dayanarak birşeyler söylemek istiyorum. Herşeyden önce, bir Turgutlulu
(Kasabalı) olarak -burada bulunan herkesin duygularını paylaştığımı da düşünerek- birkaç
cümleyle de olsa, çok kısa bir tarihsel derinliği dile getirmek fırsatı bulduğum için mutlu
olduğumu ifade etmeliyim. Ancak duygularımın ötesinden, -mesleğim olan tarihçiliğin bana
yüklediğini sandığım bir bilinç ile- izninizle, birkaç dakikanızı meşgul etmek istiyorum.
Tarih bilinci ve coğrafyaTarih, pekçoğunuzun, pekçoğumuzun orta öğretim kurumlarında karşılaştığı ve
maalesef ezberlemek zorunda bırakılan bir bilgi dalı değildir aslında. Geçmişe ilişkin güncel
değerlendirmeler ve ulaşılan sonuçlar çok önemlidir. Başka bir deyişle söylemem gerekirse,
yaşanmış olan ve geçmiş sayılan, yani geçmişin derinliğinden uzanıp gelen olay ve olgularla
7
kıyaslamak çok yararlı olabilir. Bu bağlamda ünlü bir tarihçinin adeta formüle ettiği tanım
bizlere yol göstermektedir: “Geçmiş ile günümüz arasında bir diyalog”tur tarih.
Bu diyaloğun, bu iletişimin nasıl kurulduğu, daha doğrusu nasıl kurulması gerektiği
üstüne özellikle tarihçiliğin daha bir bilimsel anlayışla ele alındığı 19. yüzyıldan bu yana
tarihçilerce, coğrafyacılarca, filozoflarca çok şey söylenmiştir. Sadece politik konularla,
sadece savaşlarla, sadece krallıkların ve sultanlıkların esas alındığı yaklaşımlarla dile getirilen
tarih, bilhassa geçen yüzyılda pekçok farklı konuları da içine almış, alanını genişletmiştir.
Tarih artık ne tek başına İngiliz kraliyetinin, Fransız Paris’inin, ABD kuzey-güney
savaşının ne de Osmanlı hanedanının sınırlarına hapsedilebiliyor. Sıradan insanı, İngilizcede
“grassroots history”, Fransızcada “histoire totale” diye tanımlanan ve halkların tümünü
kapsamaya çalışan bir işlevi yüklenme yoluna girmiştir bu bilgi dalı. Türkiye’de de bunların
yansımaları olmuş, kimi Türk tarihçilerince bu yolla ele alınmıştır. Şimdilerde, bazı politik
baskıların da etkisiyle tarihçilik, adı “postmodern” olarak dillendirilen bir akımın gelir-geçer
etkisiyle yalpalanmaya sürüklenmiştir aynı zamanda. “Bırakınuz yapsınlar” formülü
gereğince dünya tarihçiliğini kalabalıkların hizmetine kapatacak girişimleri ve halkları
birbirine kırdıran gizli planları körükleyen bir sömürge anlayışının oyuncağı olma tehlikesiyle
karşı karşıya kalmıştır. Tarih, batı dünyasında kolonyel zihniyetin yeni uygulayıcılarının
ekmeğine yağ sürerken, Türkiye’de adeta padişah övgüsüne varan, iktidarın “Osmanlı
özlemi”ni ifadelendirdiği ve Türkiye Cumhuriyeti’ne yönelik eleştirilerin hâkim olduğu bir
anlayışın yörüngesine girme tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştır aynı zamanda. Bilimsel
temsilcilerinin ötesinde, iktidar sözcüleriyle, medya ile ve başka yollarla -dışarıdan yapılan
enjeksiyonların da şişirdiği- bir dal oluvermiştir, olmaktadır tarih aynı zamanda; karışanı
boldur.
Bugün benim dile getirmek istediğim tarih, coğrafya ile bütünleşen, başka bir ifadeyle
üstüne oturduğu zeminin önemini vurgulayan andır ve alandır; ağırlık vermek istediğim konu
tarihsel coğrafyadır, “geo-history”dir. Günümüzde, işte böyle bir konunun, ne olduğunun
bilincine pek varamadığımız zaman ve zemin bütünlüğünün taşıyıp getirdiği sorunlarla karşı
karşıyayız. Tarihsel manzaraların oluşturduğu görüntü ve bunların geçirdikleri değişim çok
önemli şeyler ifade etmektedir. “Devletlerin ‘yüce tarihi’nden sıradan halk çoğunluğunun
tarihi olan toplumsal ve ekonomik tarihe doğru adım attığımızda” diyor Almanların
Türkiye’de araştırmalar yapmış olan ünlü tarihçisi ve coğrafyacısı Wolf Hütteroth; ve bu
halklar için belirli bir bölgenin doğal faktörlerinin önemine vurgu yapıyor: “Onlar söz gelişi,
zeytinin üretildiği ya da üretilemediği, sulamanın bolca yapıldığı ya da yapılamadığı bir
8
bölgede, yaşam alanlarının sıradağlarla çevrili veya geniş ovalarla sınırlı” bölgelerde
geçtiğini anımsatıyor. (S. Özbaran, Tarih ev Öğretimi, İstanbul, 1992, s.58-59).
Ünlü coğrafyacımız Sırrı Erinç’in yorumlarına da konu olmuş bu yaklaşım, onun
satırlarında daha da bir önem kazanmış; beşeri faaliyetlerin, görece istikrar gösteren fiziki
temeller üstündeki değişen sosyal olaylarla nasıl kaynaştığı ve birbirlerini nasıl
etkilendiği ön plana alınmış. Bir mekânın özelliklerinden bağımsız olarak değerlendirilen
sosyo-ekonomik görüntünün fazla bir değerinin bulunmayacağını ve karşılıklı
ilişkilerin, kökleri geçmişin derinliklerine uzanan gelişmelerin sonucu olan çeşitli
özelliklerin gözden kaçmasına yol açacağı belirtilmiş. (Özbaran, Tarih ve…, s. 62).
Çaldağı’nda arkeolojik kazıların yapılmamış olmasına rağmen çevresinde yapılan
yüzey araştırmalarından ve Profesör Hasan Malay ve Doçent Cumhur Tanrıver’in yakın
zamanda yaptıkları gözlemlerden anlaşılmaktadır ki Turgutlu tarihi M.Ö. 6. hatta 7. bine
kadar götürülebilmektedir. Lydia krallığından Doğu Roma İmparatorluğu’na uzanan zaman
şeridinden kalma kimi eserlerin yol yapımı sırasında tahrip edilirken ortaya çıkması, nikel
madenini işletmesine ait olduğu varsayılan tesis alanının zengin antik kalıntılar içerdiği ve bu
nedenle “bu alanda detaylı bir arkeolojik inceleme yapılmasının zorunlu olduğu”
anlaşılmaktadır. Bu itibarla, doğa tahribatı yanında antik uygarlıklara ne denli zarar
verilebileceği bellidir, Daha yakın dönemlerden sözetmek gerekirse, 19. yüzyıla ait güzel yazı
ile süslü olan kırılmış bir Osmanlı mezar taşının bizlere anımsattığı yakın Türk-İslam kültürü,
ayrıca, gözler önüne serilen kanıtlardan biridir.
Turgutlu: kuruluşu ve gelişimiÖncesinde böylesi bir uygarlık şeridi barındıran Turgutlu’nun Türk egemenliği altına
girişi 1300’lü yıllarda Saruhanoğulları ile olmuştur. Muhtemelen bu sıralarda oraya ulaşan bir
Türkmen topluluğun adından dolayı başlangıçta Turudlu olarak anılmıştır. Özellikle Profesör
Feridun Emecen’in Manisa tarihi üstüne taptığı araştırmalarına bir ek olarak
değerlendirebileceğim Turgutlu’ya ilişkin makalesinden anlıyoruz ki, buraya ait bir Osmanlı
tapu (sayım) defteri önemli bilgiler yansıtmaktadır: 1530’lu yıllarda bir köy olarak (120 hâne
yerleşik, 100 hâne de yörük olmak üzere) burada 1200 kişinin yaşadığı tahmin edilmektedir.
(O sıralarda Manisa 7000, İzmir ise 1100 nüfusluydu).
Bir yörük yerleşim alanı olarak kurulan Turgutlu, 16. ve 17. yüzyıllar boyunca
gelişmesini sürdürmüş, kasaba özelliği kazanmış, orta ve batı Anadolu’da gelişen küçük kır
9
yerleşmelerinin bir örneğini oluşturmuştur (F. Emecen, “Bir Osmanlı kasabasının kuruluşu ve
yükselişi”, Turgutlu Sosyo-Ekonomik Tarihi Sempozyumu, Turgutlu, 1997, s.55-59). Osmanlı
sürecinde sahip olduğu ve çevresindeki coğrafyasının sakladığı antik eserlerle tarihini
sürdürdü Turgutlu; bu arada –ünlü tarihçi Profesör Halil İnalcık’ın uluslararası nitelikteki bir
dergide yayınlanan bir makalesinden ayrıntıyla öğrenmekteyiz ki- Çaldağı eteklerindeki
köylere sermilmiş olan “Araplu” Türkmenlere ait deve kervanlarının taşıdığı ürünleriyle
beslendi (H. İnalcık, “Arab camel drivers in western Anatolia in the fifteenth century”, Revue
d’Histoire Maghrebine, No. 31-32, 1983, s.256-270).
1922 yılında emperyalist işgale karşı verilen mücadele sırasında çaresiz halkına
barınak olan Çaldağı’na taşıdı insanlarını; o korkunç yangını geçirdi. Ancak kendisini -daha
Osmanlı sürecinde başlayan ve yakın çevrelerinden, Balkanlar’dan, Girit’ten ve Doğu
Anadolu’dan gelen göç dalgalarıyla- yeniledi ve sosyo-ekonomik bir güç olarak günümüze
ulaştı. Kültür zenginliklerini de Cumhuriyet rejiminin inşa ettiği ulus birlikteliğinde götürme
çabasını elden bırakmadı.
Ekolojik emperyalizmTurgutlu’nun 14. yüzyıla götürebildiğimiz kuruluş döneminden sonraki yüzyılda,
Osmanlıların Balkanlarda ve Anadolu’da giriştikleri yayılma sürecinde, Batı Avrupa
ülkelerinden Atlas Okyanusu’na ve Hint Okyanusu’na açılım gerçekleşiyordu. Dünya
Benimdir! Avrupa Ekolojik Emperyalizmi, 900-1900 başlıklı kitabın yazarı Alfred W. Crosby,
Atlas Okyanusu’nun Avrupa anakarasına yakın olan Madeira’ya Avrupalıların gelişiyle ilgili
şöyle yazıyor:
Burası “büyük ağaçlarla kaplı olduğundan ayak basılacak yeri olmayan” bir adaydı.
Bundan dolayı ona, orman anlamına gelen Madeira ismini verdiler. Kereste değerli bir
ihtiyaç malı haline geldi; ama ormanlarlar da gereğinden fazla iyiydi; göçmenler
kendileri, ürünleri ve hayvanları için yer açmak istiyor, ticari ağaç kesimini yavaş
buluyordu. Bu nedenle yangınlar çıkardılar. Sonuçta ortaya çıkan yangın felaketi
neredeyse onların da adayı terk etmelerine yol açacaktı. En azından bir grup, “erkek,
kadın ve çocuk [yangının] şiddetinden kaçmak için, iki gün iki gece aç ve susuz
boğazlarına kadar suyun içinde kaldıkları denize sığınmak zorunda kaldı”. Yangın yedi
yıl sürdü. Belki de bu öyküyü, göçmenlerin bu kadar zaman ormanları yakmayı
sürdürdükleri anlamında yorumlayabiliriz. (Çev. Bilgi Altınok, Kitap Yayınevi, 2004, s.
75).
10
Ekolojik tarihin yıkım örneklerine başlangıç sayılabilecek bir öykü bu: Yerli bitkilerin
ortadan yok olması, yerli hayvanların yiyecek ve barınaklardan yoksun kalarak ölmeleri,
rüzgar ve yağmur erazyonu. Crosby bu felaketin yaşandığı 1400 yılını bize Nuh Tufanı’ndan
önceki süreç kadar uzakta kaldığını ifade ediyor, ironik olarak; ancak günümüzde benzerlerini
yaşamadığımızı kimse iddia edemez. Kolonyal ve emperyal girişimlerle elde edilen
toprakların ekolojik tarihçesi uzun bir süreç gibi görünüyor; ama tahribatın sonuçları artık
gündelik yaşamımızda; dünyada ve bizde. Türkiye’de, İzmir’in dibinde, Gediz’in ortasında,
Turgutlu’nun burnu dibinde, yani Çaldağı’nda kendini gösterme aşamasında; topla-tüfekle
değil; masa başında bir imza ile; ovaları, kuşları ve insanı hedef almış sanki.
17.yüzyılda Hollanda yayılmasına tanık olan şu satırlar ise bugünlerin aynası gibi:
Biz Amsterdamlılar açılırız…Çıkarımız bizi hangi denize, hangi kıyıya, nereye yöneltirse,Kazanç bizi geniş dünyanın hangi limanına sürüklerse.
Hollandalılarla birlikte İngiltere’den, Fransa’dan, daha nicelerinden ve çok daha sonra
Amerika Birleşik Devleleri’nden, güclü gemiler ve silahlarla, ardından diplomatik
manevralarla ve en son olarak da demokratik açılım ve ekonomik yardım planlarıyla gelip
17.-20. yüzyıllara, şimdi de yaşadığımız günlere el atanları yinelemiyorum burada. Güneş,n
batmadığı imparatorlukların serüveni değil konum. Şu kadarını haykırmak isterim ki, gelmiş
geçmiş yüzyıllar yaşadığımız sürece ve gelecek yüzyıllara ışık tutacaksa, tanıklık edecekse
eğer, karanlık ve insafsız deneyimleriyle de ışık tutacaktır, tanıklık edecektir; Turgutlu’nun
Çaldağı tanıklığı, dilerim, bu şahitliğin tahribat cephesinde yer almaz.
11
Kesmeyin Çaldağı’mın nefesini !2009 yılının bir sonbahar günü Çaldağı’nda dolaşma olanağı buldum. Ege
Üniversitesi’nden emekli iki meslektaşım Aydoğan Demir ve Zeki Arıkan, Turgutlu’da
çevrede olup bitenlere duyarlı dostum Veysel Kuşoğlu ve Çaldağı’nın eteklerini karış karış
bilen, oralarda ömür tüketmiş ve geçimlerini o yöreden sağlayan kimi doğaseverlerle birlikte.
Manisa üzerinden İstanbul’a gidiş gidişlerimde ya da ters yöndeki yolculuklarımda yol
güzergâhındaki Gediz köprüsü üzerinden defalarca geçmiştim; lâkin Turgutlu’da çocukluk
yaşlarımda Gediz Nehri’ni yalınayak aşıp geçen bir gezintide bulunmamıştım. Sularına
ebeveynimin haberi olmadan girdiğim Gediz kalmıştı ezberimde. Bu kez, 60 yıl kadar sonra,
demiryolu istasyon binasını aşıp Çaldağı’na kadar ulaştım. Hiç bir yolculuğum bu kadar
tedirginlikte geçmemişti. Yaşamam gereken heyecanı firenleyen bir tarafı vardı bu gezinin.
Meraktaydım çok; Çaldağı’nda madenciler, nöbet tutmuşlardı; “European Nickel” firması
maden çıkaracaktı; hatta deneme üretime başlamışlardı. Çinlilerin de bu işe ortak edilme
olasılığını gazetelerden okumuştum. Yörenin nefesini kesecekleri, ağaçları yok edecekleri,
bırakacakları atıklarla geleceği karartacakları yolundaki halkın ve bilginlerin tepkisi bana
müthiş rahatsızlıklar veriyordu. Lidyalılardan Doğu Romalılara uzanan uygarlıkların toprak
üstünde kalmış, “ben buradayım işte” dercesine, ancak onların zamanla talan edilmiş
tanıklıkları beni ayrıca yaralıyordu. Sözün kısası, bir İngiliz firmasına 2026 yılına kadar nikel
madeni çıkartması için kiralama süreci başlamıştı.
Nereden nereye!“ABD’nin Irak’a saldırı hazırladığı günlerde modern silahlar ve ücretli askerlerle
birlikte “ber vech-i iltizam” ile alınmış olan haraç geldi aklıma. İngilizcede “tax-farmer”
diye adlandırılan, Osmanlı vergi sisteminde “mültezim” olarak geçen bu sınıf üyeleri,
devlet ile halk/köylü arasına giriyor, belirlenen vergiyi topluyordu; yapılması, onarılması
gereken bir işi, üsleniyor ya da üretilmesi arzu edilen emtia’nın sorumluluğunu deruhte
ediyordu ve sonunda nemalanıyordu. Devlet ya da imparatorluk merkezine vaat ettiği
miktarı ödedikten sonra kalanı cebe indiriyordu. Öylece sınırlarda, ulaşılması uzak
yörelerde, devletin girift bir düzenleme zahmetine girmeden bütçesine para katmanın en
kestirme yoluydu bu system. (S. Özbaran, Osmanlı’yı Özlemek ya da Tarih Tasarlamak,
Ankara: İmge, 2007, s. 60).
12
Şimdi durum, Osmanlı’nın yüzyıllar öncesinde kalan görkeminin estiği anlardan çok
farklı. Batı’nın “tax-farmer”ları (bir bakıma müteahhitleri) bu kez çok-uluslu şirketler olarak
Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde gezinmekteler. Roller değişmiş, anılan uygulama tarzının
“görkemli” temsilcileri, askeri istilaya uğratmadıkları bir ülkede bir işletmeyi üslenmişler,
nikel madeninin getirisini İngiltere’ye taşımak için batı Anadolu’nun Turgutlu’sunda tüm
tertibatı almışlar; Türkiye Cumhuriyeti hükümetine sınırlı bir pay vererek hem bir gelir
kaynağının işletilmesini üslenmişler hem de hayırsever(!) bir görev yüklenmişler. Bu tür
uygulamalara karşı çıkan eski “solcu”lar ve İslami kesimin savunucuları seslerini kısmışlar,
refah bir yaşantı içinde olmanın bahtiyarlığıyla, ama vaktiyle üslendikleri rolleri inkâr ederek,
“postmodernizm”in karmaşa ve karanlığında yeni görevler üslenerek.
20 Kasım 2009 günü Turgutlu’da Atatürk Caddesi boyunca yürürken onu enine kesen
bir pankartın “Turgutlu çöl olmasın” uyarısını okudum; çiftçilerin tepkisini yansıtan bu üç
sözcüğü okurkan içim burkuldu, eski Belediye (Halkevi) binasının önünden tarihin tanıklığına
sığınan bir çağrışım gibi geldi bana. Nüfusunun 120.000 olduğu söylenen bu eski
“Kasaba”nın bilinçli insanlarına sesleniyordu muhakkak; duyarlılığı olanlara, vatan sevgisini
ve doğa bilincini içselleştirmiş kişilere; bir bakıma da iktidarın yörüngesindeki Belediye
Başkanlığı’na. Şu sıralarda kalabalıklarla doldurulmuş, motorlu araçların, özellikle de
motosikletlilerin cirit attığı kentimde dolaşırken, tesadüfen karşılaştığım tanıdıklarımla
selamlaşırken ve bana yarım yüzyıllık geçmişi çoktan aşan zamanları anımsatan dostları ve
tek tük kalmış binaları izlerken “Çaldağı” silinmiyordu ezberimden. Ülkeyi yöneten
sorumlulara şunları sormak geliyordu içimden:
Sayın Başbakan! Bir bütçe gediğini kapatmak için değer mi Turgutlu’nun nefesini
kesmek?
Sayın Başbakan Yardımcısı! Milletvekilliğinizle temsil ettiğiniz Manisa’nın
Turgutlu’sunu (tarihin Kasaba’sını) reva mı karanlığa sürüklenme riskiyle başbaşa bırakmak?
Sayın Çevre ve Orman Bakanı! Verdiğiniz ağaç kesim izni sızlatmıyor mu içinizi?
13
Sizlere karşı Türkiye Cumhuriyeti’nin varoluş nedenleriyle haykırmayı bir tarafa
bırakarak, 16. yüzyılın ünlü şeyhülislamı Ebussuud’un bir fetvasıyla seslenmek istiyorum;
belki daha etkili olabilir umudunu taşıyarak(!):
Su’al: Arz-ı mîrînin bey’i ve hibesi ve ağırlık verilmesi ve bedel-i sulh deyu
verilmesi şer’an câiz olur mu?
Cevap: Olmaz.
(Soru: Devlet malının satışı, hibe edilmesi, hediye olarak ve anlaşma gereği verilmesi
dinen caiz midir?
Yanıt: Değildir).
Turgutlu çöl olmasın!15. Yüzyıldan itibaren (müthiş silahlarıyla; ekonomik, dinsel ve soyal dürtülerle)
yayılan Avrupa’nın (bir zamanlar, iktidara gelmeden önce sizlerin de savunduğu düşüncelere
ters düşen Batı’nın) 21. yüzyıldaki iktidar cömertliğinizle anlaşarak daha sessiz bir yöntemle
geldiği andır yaşadığımız şu günler, yıllar. Çok iyi düşünmelisiniz; dünya ve onun içindeki
Türkiye tarihini çok iyi değerlendirmelisiniz. Meşruiyetiniz için, dolar ihtiyacınız için kiraya
vermeyiniz benim memleketimi; kestirtmeyiniz o güzelim çamları; kirlettirmeyiniz Gediz
ovasını; çaldırmayınız Ege’ye can veren Gediz Nehri’nin suyunu; üzmeyiniz geçimini o
yörenin binbir çeşit sebze ve meyvesini yetiştiren yerli halkını; bozmayınız eski uygarlıkların
yuvalarını. Ne tür kârınız olursa olsun, değmez o tehlikeleri göze almaya; bilim erbabının
gelecek için yaptığı uyarıları kenara itmeye. Ben, geçimimi sağlayan emekli maaşımın bir
kısmını yaşadığım sürece hazineye vermeye razıyım; eminim ki Turgutlu’nun sayısız
vatanseveri ve bilinçli insanı daha fazlasını yapmaya hazırdır. Yeter ki “Turgutlu çöl
olmasın”.
Bütün bu serzenişlerimi, endişelerimi, popülist bir yaklaşımın tezahürü olarak
algılamayınız Sayın Başbakan! Arasıra özleyip de uğradığım kasabamın başına gelebilecek,
herhalde benim göremeyeceğim bir felaketin binde birini dahi hayal etmek istemiyorum.
Bilimin uyarılarına kulak vermek zorundayız; tabiatın bizlere lüftettiği ve onu gelecek
kuşaklardan ödünç aldığımız güzelliğini yitirmeyelim; arkeologların zengin antik kalıntılarla
bezeli olduğunu saptadıkları alanı yok etmeyelim. Tarihçi ve sade bir vatandaş olarak arzım
budur. Gerisi, elinizdeki yetki terazisini nasıl kullanacağınıza, sıkleti nereye kaydıracağınıza,
hassasiyeti nasıl göstereceğinize bağlı.
14
Ağaç kesilirse !
3 Şubat 2010 tarihinde Turgutlu Ticaret Borsası salonunda TURÇEP (Turgutlu Çevre
Platformu) tarafından bir toplantı düzenlendiğini, daha doğrusu Turgutlu’da çevre sorunlarına
duyarlı kişilerin oluşturduğu birliktelik çerçevesinde yapılagelen faaliyetlere ilişkin
bilgilendirme, bilinçlendirme ve tartışmaların bir aşaması olarak tertip edilmiş olduğunu not
etmiştim. Konu, tabii ki, Çaldağı’ndan çıkarılmak istenen nikel madeni ve bu işlemin
getirebileceği çevre felaketiydi. Türkiye Cumhuriyeti’nin Adalet ve Kalkınma Partili
Hükümeti, İngiliz sermayeli European Nickel (Sardes Nikel Madencilik AŞ) için
Turgutlu’nun, Gediz havzasının sembol bir noktasını, Türkiye’nin Çaldağı’nı çoktan tahsis
etmişti; en yakın sahiplerine, yaşamları o çevreye bağımlı gerçek kişilerine sormadan,
doğasını koklamadan. Tabiatı delme faaliyeti vakit kaybetmeksizin başlatılmıştı. Sorun kimi
Cumhuriyet Halk Partisi’nden duyarlı milletvekillerince TBMM’de dile getirilmiş ve bazı
medya kuruluşları tarafından topluma yansıtılmaya çalışılmıştı. Anılan platformdaki sorumlu
hemşehrilerimin (120.000 nüfuslu Turgutlululardan/ Kasabalılardan bazılarının) özverili
çalışmalarıyla da yörenin -kaç yıl sonra bilinmez- karşılaşabileceği geridönülmez yıkım,
toplumun bilgisine ulaştırılmaya çalışılmıştı.
Ticaret Odası başkanı Yılmaz Orcan’ın açış ve TEMA Turgutlu temsilcisi Ayla
Yönet’in güzelim Çaldağı görüntüleri ve açılan kuyuların tehditkâr çirkinlikleri eşliğinde
yaptığı bilgilendirme konuşmaları yapıldı öncelikle. Ardından çevre bilincini içselleştirmiş ve
benim pek çoğunu -geçen zaman ve üniversitelerdeki görevlerimden ötürü uzakta bulunmuş
olmam nedeniyle- tanıyamadığım Turgutlulular topluluğu önünde, böyle bir soruna ne denli
duyarlı olduklarını zamanla daha iyi kavradığım Tahir Öngür ve Levent Tuğrul ile birlikte
panel niteliğinde başladı dertleşmemiz. Öngür ve Tuğrul böyle bir madencilik girişiminin
çevreye salacağı atmosferik ve kimyasal zararları ve bunların sonuçlarını, taşıdıkları
bilimadamlılığı sorumluluğu ve soğukkanlılığı ile dile getirdiler. Bu iki bilgini dinledikten
sonra benim (bu kitapçığın ilk bölümünde özet olarak yer alan) yaptığım kısa konuşma ise,
onların uyarılarına sadece tarihsel coğrafya çizmekten öte bir şey değildi. Ancak bu tarihsel
coğrafyanın nelere maruz kalabileceğini kendilerinden daha ayrıntılı olarak öğrendiğimde ise
15
nutkum tutuldu. “Yersiz korkular yaratılmamalı” türünden güya toplumu psikolojik rehavete
sevkedenleri anımsarken ruhumuza sindirilmek istenen “tevekkül”ün, yani siyasal iktidarca
öngörülen ve kadere razı olan düşünce yapısının, nerelere uzandığını ve nasıl işlediğini daha
belirgin olarak fark etmiştim. Tarihçilik mesleğimle üstünde oturduğum “mekan”ın
günümüzde -21.yüzyılın güya şu insan haklarına ve çevre bilincine durmadan vurgu yapılan
yıllarındaki diliminde(!)- ne denli korkunç bir “zaman”a süreklenmekte olduğumuzu yüreğim
burkularak hissetmiştim. Dinleyenlerin ve konuşmacıların önlerine konmuş olan kuru üzüm,
leblebi, badem vb Turgutlu ürünlerini tatacak iştaham kaçmıştı.
15 Nisan 2010 tarihinde (İzlanda’da patlayan yanardağ ve yayılan duman dünya
gündemini tutarken, Turgutlu Çevre Platformu’nun TEMA Vakfı ile ortaklaşarak düzenlediği
“Yeraltı Varlıklarımız ve Sürdürülebilir Yaşam” bilgilendirme toplantısında da kanayan
yaraya yeniden parmak basıldığına tanık oldum bir kez daha. Sağduyu haykırdı yine, doğaya
sahip çıkmanın erdemi gösterildi. “Benim memleketim” olan Turgutlu’nun ve çok daha
uzaklardakilerin karşılaşabilecekleri ve akıl almaz madenciliğin getirebileceği sonuçları
bilimin verileriyle ortaya koydu; derinden hissettiği kaygıyla, eminim ki büyük bir acıyla, dile
getirdi olumsuzlukları. Yüreğim parçalanarak dinledim İstanbul Teknik Üniversitesi’nden
Profesör İsmail Duman’ı, Ege Üniversitesi’nden Profesör Yusuf Kurucu’yu, Dokuz Eylül
Üniversitesi’nden Yaşar Uysal’ı ve bir kez daha Mühendis Tahir Öngür’ü. TEMA Vakfı
kurucusu ve Onur Başkanı Hayrettin Karaca’nın üstümüze doğru sürüklenebilecek felaket
karşısında göstediği tepki ve önlem için dile getirdiği haykırış ise tüylerimi diken diken etti
Büyük felaketler getire(bile)cek girişime karşı duyarlılık gösterenleri “emperyalist
söylemler” sahibi yaparak güya liberal/postmodern alaşımı ön plana çıkarmak isteyen bazı
yorumların kişisel tepkiler ya da “European Nickel” adına konuşan birilerinin savunmaları
veyahut başka tür beklentilerin dürtüsüyle olup olmadığı, yapılıp yapılmadığı hakkında bilgi
sahibi değilim. Kimileri çok rahat ve kendilerinden emin konuşabiliyorlar; ağaçların yenilerini
bir çırpıda dikiveriyorlar, doğaya hükmederek onu yenileyebileceklerini sanıyorlar;
Turgutlu’nun daha yeşil olacağı müjdesini verebiliyorlar! Ama ben rahat değilim, bilginler
rahat değil, Çaldağı ve çevresini oluşturan doğa ve ona hayat veren canlılar hiç rahat değil.
Bilginleri can kulağıyla dinledim, internette yapılan sayısız yorumları okudum. Tarihçiliğimin
elverdiği kadar, geçmişe uzanan tarih/coğrafya içinde gezinmeye çalıştım.
16
Önce, sorunun muhataplarına kulak vererek daha sağlam zemine oturtmaya çalışayım
meselemizi: Turgutlu Belediyesi CHP meclis üyesi Lütfi Bıkmaz’ın yaptığı basın
açıklamasına Sardes Nikel’den gelen bazı yanıtları hatırlatayım; sonra da bilim adamlarının
feryadına kulak vermenizi dileyeyim (Hürses Gazetesi, 22 Mayıs 2009):
İddia: Konunun uzmanları Turgutlu’nun çok büyük bir çevre felaketi ile karşı karşıya
olduğunu söylemekteler.
Cevap: Çaldağ Nikel Projesi’nin çevreye etkilerini inceleyen ve farklı disiplinlerdeki
uzmanlar tarafından hazırlanan ÇED raporu, Çevre ve Orman Bakanlığı’nın konularında
uzman birimlerince incelenerek olumlu olarak kabül görmüş, sonrasında mahkeme tarafından
atanan, konularında uzman, bağımsız ve tarafsız bilimadamları tarafından da onaylanmış ve
mahkeme heyetince projenin çevreye kabul edilemeyecek hiç bir etkisinin olmayacağı karara
bağlanmıştır. [….] Maalesef ki, projenin çevreye zarar vereceğini iddia eden kişiler konuda
uzmanlığı olmayan ve dayanağı olmayan birtakım ifadelerle bu iddialarını ortaya
atmaktadırlar. [Kimi sözcüklerin koyulaştırılması bana aittir – S:Ö.].
İddia: Yığın liçi yöntemi en ilkel arama yöntemidir.
Cevap: Yığın liçi yaklaşık 30 yıldır, altın, bakır ve diğer düşük içerikli minerallere uygulanan
ve nikelde de Çaldağ’da başarı ile test edilen en çevre dostu nikel üretme yöntemi olup,
Çaldağ’da yapılan AR-GE çalışmaları TÜBİTAK tarafından yaklaşık 1 milyon dolar katkı ile
desteklenmiştir. […].
İddia: Tarım arazileri üzerinde milyonlarca ton atık bırakılacak, 300 ile 500 bin civarında
ağaç kesilecek.
Cevap: Verilen orman izni kapsamında liç ve tesis alanında iddi edildiği gibi 300 bin yahut
500 bin değil, yaklaşık 140 bin kızılçam ağacı mevcuttur. Tesis alanında kesilecek ağaçlar
için, kanunların öngördüğü ağaç bedeli ve orman arazisi kullanım ücretleri Bakanlığa
ödenerek aynı miktarda ağacın başka bir yere yeniden dikilmesi sağlanmaktadır.[…].
İddia: Bölgedeki su kaynakları tüketilecek, tarım arazileri çoraklaşacak.
Ceyap: Projenin yıllık 3 milyon metreküp olan su ihtiyacının Gediz nehrinden temini DSİ
tarafından onaylanmasına rağmen, Şirketimiz su kaynaklarına olan talebin giderek
yoğunlaşacağını dikkate alarak alternatif çözüm için çalışmaktadır. […].
İddia: Sülfürik asit tesisi milyonlarca dönüm tarım arazisini kullanılamaz hale getirecek.
17
Cevap: Kurulacak olan sülfürik asit tesisi mevcut en modern yöntemle üretim yapmakta olup,
yasaların belirlediği emisyon değerlerinin çok altında, çevreye zarar vermeden faaliyet
gösterecektir. […].
“Özrü kabahatından büyük” ifadeler! Bir fetva formunda sanki “İddia” ve “Cevap”lar.
(Osmanlı fetva metinlerindeki “mesele”ler ve “el-cevap”lar gibi). Tabii ki sorun yargısız
infaz değil burada; ne de kâr-zarar hesabını, ödenecek vergiyi, istihdam edilecek (500 ya da
600 gibi gülünç) kişi sayısını ve çalışma yöntemine ilişkin “iddia ve cevaplar”ı buraya
taşımak. Sadece, değinilmesinde yarar gördüklerimi önümüzdeki sayfalarda yansıtmaya
çalışacağım.
Çaldağı hakkında edindiğim bilgilerimin daha sistematik ve bilimsel açıklamalarla
(olasılık anlamında düşünsek bile) pekiştiğini dile getirmek istiyorum şimdi de. Doçent
Levent Tuğrul’un çok daha geniş boyutlarda yaşanacağına, yani damarın herhangi bir
yerinden enjekte edilen zehirin tüm vücuda yayılacağına, başka bir deyişle “eko-sistem”i
bozacağına vurgu yaptığı sorunları belirtmeye çalışacağım.
Ağaç kesimiyle ve kaç çam ağacının kesileceği ile ilgili söylentilere ve bunlara verilen
yanıtlara ilişkin birşeyler yazmalıyım öncelikle. Bir projenin çevreye yapacağı etkileri
değerlendiren ve Çevre ve Orman Bakanlığı tarafından kimi şirketlere hazırlatılan ÇED
(Çevresel Etki Değerlendirilmesi) raporuna gore, maden işletmesinin işgal edeceği alan 1.831
hektardır (Bir hektarın 10.000 metrekare veya 10 dönüm olduğunu hatırlamakta yarar var).
TEMA Vakfı Bilim Kurulu adına metalurji Yüksek Mühendisi Prof. Dr. İsmail Duman
imzası taşıyan ve adı geçen işletmenin “ekosistem”e yapacağı olumsuz etkilerini ortaya koyan
raporda “Çaldağı’nın herhangi bir bölümünde gerçekleşecek çevreye zararlı bir faaliyet”in
tüm sistemi etkilemesinin kaçınılmaz olacağı bildirilmektedir:
“Yöredeki nikel, kobalt kompleks cevheri çıkarma ve zenginleştirme faaliyetleri
konusundaki değerlendirme ve kararda işletmenin kamuya sağladığı söz konusu yarar
bir ölçüttür. Ancak bu değer; Çaldağ yöresinin zarar görmesi kaçınılmaz olan hava, su,
toprak, deniz, bitki örtüsü ve yaban hayatı kaynaklarının (reel ve irreel) değerleri doğru
hesaplanmadan; ayrıca tarım, hayvancılık, yöresel yaşam ve kültür üzerindeki olumsuz
etkileri doğru belirlenmeden bir anlam taşımaz. Ormanlarla örtülü alanlarda maden
işletmeciliği esnasında kaybedilen ağaçlar değil, bir ekosistemdir. Ekosistemin değeri
odun miktarı ve ağaçlandırma bedeli ile ölçülemez. Onarımı da “doğa ve vejetasyon
dinamiği ile uyuşmayan basit bir ağaçlandırma işlemi” ile gerçekleştirilemez”.
18
“Çaldağı’nda kesilecek ağaç sayısı kadar başka yerlere fidan dikilecek” şeklindeki bir
savunmanın ne denli gülünç ve saptırıcı olduğu böylece ortaya konulmaktadır. Ne kadar bir
alanda, kaç yüzbin ağacın kesilebileceği üstüne yapılacak tartışmaların gereksizliği de ortaya
çıkıyor bu ifadelerde. Ek ağaçlandırma vaadlerinin de inandırıcılıktan uzak olduğu
belirtiliyor. Mahkeme konusu olan 300.000 ağacın yokedileceği varsayılmışsa da, rapordaki
ayrıntılı açıklamalar sonunda, doğrudan kesilecek veya sürülüp toprağa gömülecek ağaç
sayısının bu miktarın çok üzerine çıkacağı, “sadece halen izin oluru verilmiş tesis alanı
içinde bu sayının bir milyondan fazla olacağı kesindir” biçiminde vurgulanmış ifadeyle
ortaya konuyor. Doçent Tuğrul’un panelde israrla dile getirdiği bir husus da bu olmuştur.
Etkilenecek ağaç sayısı üstünde boş spekülasyonları bir tarafa bırakarak, sadece, bir
ara fazlaca yağan yağmurun Çampınar Köyü’nde Domuz Deresi’ne maden işletmesinin
yığdığı toprakların kaymasıyla nasıl bir felaket yaşatabileceğinin küçücük bir işareti
olabileceğini anımsatarak, bilginlerin Gediz nehrinden, yer altından ya da havuzlardan
(barajlardan) emilecek suya ve havaya salınacak asite ilişkin şu görüşlerini yansıtarak bu
yanbölümü tamamlayayım:
“Aslında tesisin yığın liçi işlemine yer açmak için kesmek niyetinde olduğu 100.000 ya da
200.000 ağaç ve dolaylı zarar görecek 1 milyon veya daha fazla ağaçlık ormanın telafi
edilemez bir kayıp olmadığı, bunun daha fazlası ormanın yine insan eliyle daha farklı bir
yerde yapılabileceği söylenebilir. Ancak burada ormanın 25 yıl kadar önce Orman
Bakanlığı tarafından “erozyon kontrolü” başlığı altında dikilmiş olmasının gerçek
nedenini hatırlamakta yarar var: Dik yamaçların özellikle normal yağmur mevsimi
dışında aldığı ani ve büyük yağışlarla oluşan sellenmelerin, düzlüklerde sık sık yarattığı
maddi hasara engel olmak için, yamaç dibi bu yeşil örtüyle kuşaklanmıştı. Şimdi, aynı
yamaç dibinde ormanın tıraşlandığı yere işletme tesisleri ve liç yığınları
konuşlandırılmak isteniyor”.
Arkadan hayati sorular soruluyor raporda; olumlu ÇED raporu verenlerin ve
mahkeme için bilirkişi görevi yapmış olanların sorularla dile getirilen riskler üzerinde
neden durmadıkları sorgulanıyor.
19
Su çekilirse, asit yağarsa !
Çaldağı’nın dibine dalacak olan maden işletmesinin çok miktarda su kullanması
gerektiği açıkça ortada. ÇED raporunda suyun Gediz nehrinden çekileceği, yaz aylarında ise
sondaj kuyularıyla yeraltı sularından sağlanacağı belirtilmiş. Gelin görün ki, ÇED raporunun
ekindeki DSİ hidroloji raporu, Gediz nehrinden dört ay boyunca su çekilemeyeceği uyarısı
bulunmakta. Ayrıca, ÇED raporunda, DSİ’nin sadece 2 lt/sn’lik üretim izni var. Uyarıları
unutmamak gerekli. Başlangıçta, 15 yıl boyunca ve sürekli olarak, 135 lt/sn, yaklaşık günde
12.000 ton su çekileceği belirtilmiş işletmecilerce. Suyun yetmeyeceği anlaşılmış olmalı ki
işletme sahipleri yeni projeler üretmeye yönelmiş. Burada ayrıntıya girmek ve okuru bazı
teknik açıklamalarla ve rakamlarla boğmak istemem; şu kadarını söyleyebilirim:
2006 yılında kabül edilmiş olan ÇED raporunda çevredeki çiftçi kuyularının
etkilenmeyeceği düşünülmüş. Depo olarak geçen 5 üniteden üç tanesinin baraj olduğu
sonradan ortaya çıkmış; dik meyilli yamaçlarda yapılması planlanan bu barajlar için hazırlık
yapılmamış. Yamaç duraylığı olan bu barajlar olumlu ÇED alındıktan sonra başlatılmış .
Yamaç eteğinde eski kum ocaklarına bir gölet kurulup kışın Gediz’den çekilecek suyun
burada biriktirilmesine ve yaz aylarında bu suyun kullanılmasına karar verilmiş. ÇED
raporunda böyle bir şey de yokmuş; gelebilecek tehlikeler ve onlara karşı alınabilecek
önlemler araştırılmamış; araştırılınca da eski kum-çakıl ocaklarının su tutmayacağı ve
maliyetin yüksek olacağı anlaşılmış ki bir ek çözüm olarak Turgutlu’nun atık sularının
arıtılarak kullanılması düşünülmüş (“islim arkadan gelsin” misali). Ancak TEMA raporunda,
ilçede kişi başına verilen su miktarının 100-130 lt/gün olduğu göz önünde tutularak, günde
11.000-15.000 metreküp, yılda 4.2-5.5 milyon metreküp suyun kullanıma arz edildiği
bildirilmektedir.
Burada, su açığını minimum düzeyde göstermek isteyen şirketin belirttiklerini ve
TEMA raporundaki rakamların onları onaylamadığını, hatta ÇED raporunda yer almayan bazı
noktaların üzerine gidilerek yapılan açıklamaları bir tarafa bırakıyor, Profesör Duman’ın asitli
çamurun ovaya akma riskine ilişkin sorularını yinelemek istiyorum:
20
“15 yıllık işletme ömrünün herhangi bir anında yeniden sel oluşursa, milyonlarca ton
sülfürik asite bulanmış, milyonlarca ton kırılmış cevher yığınını çamur halinde ovaya
akmaktan kim ve ne alıkoyabilecek? İşletmenin çevresine açılacak drenaj kanalları mı?
Sele kapılarak vadiye taşınacak asitli çamurun yaratacağı hasarı kimler ve nasıl
giderecek? Bu tür gözükaralıklar, mühendislik hataları ve aç gözlülükler “son 80 yılın en
büyük yağışıydı” gibi söylemlerle affettirilebilir mi?”
Asit sisi!Hemen vurgulamakta yarar var: Uzmanların belirttiklerine göre, “lateritik” yani killi
nikel cevherinden sülfürik asit ile açıkta yığın liçi (en azından pilot ölçekte) dünyada ilk kez
Gediz tarım havzasında uygulanıyor; ancak bu cevherin bulunduğu tek yer Çaldağı değil.
Nikel değilse bile bakır için uygulanmış bir yer olan Kıbrıs/Lefke-Gemikonağı yöresindeki
işletmenin 35 yıldır çalışmamasına rağmen bölgenin hâlâ nükleer savaş geçirmiş gibi bir
halde olduğu hatırlatılıyor!
3 Şubat (2010) toplantısınında Tahir Öngür’ün yaptığı konuşmanın ana konusu “açık
havada sülfürük asit sisi” ile ilgiliydi; ve “”seyreltilmiş sülfürik asitten su buharlaşır, asit
buharlaşmaz” tezine karşı bilimsel açıklamaları içeriyordu. Onun değindikleri ve TEMA
raporunda belirtildiği üzere, “asit sisi Çaldağ’daki işletme süresince açıkta kullanılmak
istenen 15 milyon ton sülfürik asidin bir bölümünün gideceği aerosol fazı olarak çevresel
etkisi çok geniş bir alanda hissettirecek en önemli yıkıcı faktördür”. Çünkü sülfürik asitin
her derişimde ve sıcaklıkta buharlaşabilir olduğu açıkça ortaya konmuş durumda; 100
derecede kaynayan suyun her sıcaklıkta buharlaşabileceği gibi. “Aksi halde, örneğin +1
derecede çamaşır kurumazdı! Ya da, volkanik faaliyet bölgeleri dışında karaların ve
okyanusların yüzeyinde sıcaklık hiç bir zaman 100 dereceye ulaşmadığı için buharlaşma
olmaz, bulut oluşmaz, yağmur yağmazdı”.
Burada teknik açıklamaları sıralamak istemiyorum, isteyenler hem maden işletmesinin
açıklalamalarına ve ÇED raporuna, hem de TEMA’nın hazırlattığı sayfalara ve onların
dışında yapılmış yorumlara internet aracılığıyla ulaşabilirler. Ben pratik ve acil bilgi
niteliğinde bazı şeyleri öne sermekle yetineceğim.
Bilginler, “asit sisinin sıcaklıktan da bağımsız olarak çok daha etkin ve tehlikeli
şekilde ortaya çıkmasına neden olan en önemli etken asit-katı reaksiyonundan (seyreltik
sülfürik asit ile katı cevherin temasından) gaz çıkmasıdır” diyorlar; sorunu yöredeki işlemle
21
bütünleştirerek “Çaldağı’nda olacak olan tam da budur” kararı veriyorlar. Soru ortada:
anılan işletmede “açık havaya salınan gazların havaya yayacağı asit sisi nasıl yakalanıp
da etkisiz hale getirilecek?” Asitin hem buharlaşma yoluyla hem de gazlarla taşınmak
suretiyle atmosfere dağılacağını ve emisyon kaynağından yüzlerce kilometre öteye sürüklenip
iklimsel koşullara bağlı olarak kırağı, çiğ, yağmur, kar, rüzgar ve benzer etkenlerle binlerce
hektar alanlardaki toprağa, suya, yaprağa, çiçeğe, canlıların tenine ve solunum organlarına
konacağını belirten otoriteler, altını çizdikleri şu satırlarla son uyarılarını yapıyorlar, “günah
bizden gitti” der gibi:
“İşte Turgutlu-Çaldağ’da kurulması planlanmış olan devasa açık hava kimya
fabrikasının sadece yakın çevresine değil, tüm Gediz Vadisi’ni, başta ormanlar olmak
üzere vadiyi sınırlayan dağlardaki tüm canlı yaşamını, Menemen Ovası’nı, Foça Ovası’nı
mahvetmeye aday en önemli çevresel etkisi budur”.
22
Çaldağı benimdir, Gediz’indir, coğrafyanındır
1950’li yıllarda Manisa Lisesi’ne sabah ulaşabilmek ve oradan akşam dönmek için
günde iki kez ve haftanın altı günü “talebe treni” ile yaptığım yolculuklarımda, dostum
Rıza’nın betimlediği (aşağıda yansıttığım) mekâna, sağlı sollu yanlarından geçip gittiğim
üzüm bağlarına, pamuk tarlalarına, atılan tohumu ve dikilen fidanı cömertçe yeşerten tarla ve
bahçelere, göğe yükselen binbir çeşit ağaca tanıklık ederken Çaldağı da görüş açım içindeydi
hep. “Çaldağı’na kar yağmış” haberlerini anımsar gibiyim bugün. Turgutlu istasyon binasının
ötelerine giden, oralara varmadan şehri yarıp geçen -ancak sonradan kuruyup gitmiş- Leylek
Çayı’nın Gediz’e ulaşmak için katettiği alanların etrafındaki görüntü çocukluk dönemimin
bende yer etmiş çok önemli anıları arasındadır. Mahallemizde oturan bir
öğretmenin/başöğretmenin -hafızamın bana bahşettiği anımsamayla- 1940’lı yılların ikinci
yarısında Irlamaz Köyü’ne at üstünde gidiş-gelişinin ne tür bir özveriyi gerektirdiğini şimdi
daha çok anlıyor ve minnetle anıyorum. Evimizin yanıbaşındaki yoldan geçen deve
kervanlarının Çaldağı etrafındaki Yörük köyleriyle ne tür bir ekonomik bağlantı kurduğunu
düşünerek tarihin derinliklerine daha doğru gidebiliyorum. 1922 yangınından yıllar sonra ve
Cumhuriyet’in 1940’lı yıllarındaki aşamasında çocukluğumun bu tür görüntülerini hatırlarken
yaşam mücadelesi yolundaki çabaları yerli yerine oturtabiliyor, Turgutlu’nun gelişme
evrelerinden birine tanık olduğumu sanıyorum. Ancak 2000’li yılların şu başlangıç evresinde
Çaşdağı’na musallat olan, andığım panelllerde ve bilginlerin ve doğaseverlerin uyarılarında
açıkça ortaya çıktığını sandığım olumsuz gelişmelerin bu güzel tabiat parçasına ve
uzağındakilere ne tür bir çevre felaketi yaşatabileceğini düşünürken geçmişten sürükleyip
getirdiğim güzel anılardaki çekiciliğe nasıl bir darbe vurabileceğini canım sıkılarak, çok
sıkılarak, gözümün önüne getiriyorum.
İzlanda’da patlayan yanardağ ve yayılan duman dünya gündemini tutarken; 15 Nisan
2010 tarihinde Turgutlu Çevre Platformu’nun TEMA Vakfı ile ortaklaşarak düzenlediği
“Yeraltı Varlıklarımız ve Sürdürülebilir Yaşam” bilgilendirme toplantısında sağduyu bir
kez daha haykırdı; doğaya sahip çıkmanın erdemini gösterdi; ”benim” memleketim olan
Turgutlu’nun ve çok daha uzaklarındaki canlıların karşılaşabilecekleri akılalmaz madenciliğin
getirebileceği sonuçları bilimin verileriyle ortaya koydu; çok büyük bir acıyla ve kaygıyla
23
uyardı. Çekirdeksiz üzümün “başkenti”nden hükümet sorumlularını ve Sardes Nikel Maden
İşletmeciliği’ni yeniden ve yeniden derin derin düşünmeye çağırdı.
Yüreğim parçalanarak dinledim İstanbul Teknik Üniversitesi’nden Profesör İsmail
Duman’ı, Ege Üniversitesi’nden Profesör Yusuf Kurucu’yu, Dokuzeylül Üniversitesi’nden
Profesör Yaşar Uysal’ı, daha önce de bilgilendirmelerinden yararlandığım Mühendis Tahir
Öngür’ü. Kimi şirketlere hazırlatılan ÇED (Çevresel Etki Değerlendirmesi) raporuna
dayanılarak girişilen nikel arama işlemlerinin yapabileceği tahribatı bu bilginlerin açık seçik
anlatımlarıyla bir kez daha gözümüm önüne getirmeye çalıştım. TEMA Vakfı Kurucusu ve
Onur Başkanı Hayrettin Karaca’nın yıllardır görgü tanığı olduğu doğa tahribatının önüne
geçilmesi yönündeki haykırışıyla ve insanlığı buna karşı çıkmaya çağıran seslenişiyle
tüylerim diken diken oldu. Turgutlu’mu düşündüm; yüzbinlerce ağaç kesiminin sebep olacağı
toprak kaymasının, susuzluğun ovalarda yaratacağı kuraklığın, uçuşacak asitin uzaklara kadar
taşıyacağı zehirin etkilerini karmakarışık olan belleğimde gezindirirken durumun dehşet saçan
vahamet-i hava’sını içim kalkarak hayal etmeye çalıştım. Yine de, Çaldağı’nda odaklanacak
çevre felaketinin durdurulacağı yönündeki inancımı sağlam tuttum ve içim acıyarak
toplantıdan çıkan sonuçların ilgililere ulaşmasını diledim, diledim, diledim.
24
Çaldağı benimdir, Turgutlu’nundur, Gediz’indir…
Çaldağı benimdir; Çampınar köyünden Memed’indir, Ramazan’ındır; Emekli Assubay
Muammer Arabulan’ındır, Turgutlu’nundur; Gediz’indir; çevresinindir, Türkiye’nindir; tüm
doğaseverlerindir. Doğdukları, kısa veya uzun yıllarını geçirdikleri yer olan bir coğrafya
parçasının başına gelebilecek felaketleri düşünüp üzülen, içi burkulan -en azından o yörenin
sorunlarına kayıtsız kalmak istemeyen- Turgutluluların, Çaldağı’nı çevreleyen yerleşim
merkezlerinde oturanlara ait duyguların, doğanın çok daha uzak alanlarında yapılacak
tahribatı düşünüp soruna ciddiyetle eğilenlerin tepkilerinden başka şeyler değil değindiklerim.
Sanıyorum, Cumhuriyet Türkiye’sinin vatanını seven, yaşadığı yerde onun bilincini taşıyan,
oluşturduğu ve taşıdığı kültürün değerini bilen bir vatandaşın böyle hisler taşıması doğaldır;
doğal sayılmalıdır. Turgutlu’da doğmuş, gençliğini orada geçirmiş olan ve sıklıkla da oraya
uğrayan dostum Profesör Rıza Filizok şöyle tasvir ediyor güzel bir vatan parçasını,
Kasaba’sını gözünden ırak tutmadan:
“Vatan derin ve kutsal anlamı olan bir kelime olmakla birlikte soyut bir kavramdır. Onu
bizim için vazgeçilmez kılansa o mekana bağlı somut yaşantılarımızdır. Gurbette vatan
hasreti çekenin ıstırabı, vatan ile ilgili soyut fikirlerden doğmaz. Onun hasreti, doğup
büyüdüğü şehiredir; çocukluğunu geçirdiği evin bahçesindeki hanımellerinedir; yazın
göçtüğü yaylalaradır; beyaz peynirine, karpuzuna, kavununadır. Kasaba’lıysa eğer
bağına, bahçesine, yol kıyısındaki bir kavağa sarılıvermiş asmalarına, üzümüne, incirine
ve dost çehrelerinedir. Velhasıl vatan sevgisi ile çocukluğun ve gençliğin geçtiği yerlerin
sevgisi çok zaman birbirine denktir” (R. Filizok, “Turgutlulu Bir Edebiyat Alimi: Prof. Dr.
Şükrü Elçin”, Turgutlu Sosyo-Ekonomik Tarihi Sempozyumu, s.102).
25
Yakarıyor Çaldağı !
Kıymayın Çaldağı’ma!Ne garip ve üzücü! Kimyasal silah üretebileceği ve “Batı”ya karşı bir kıyıma
gireşebileceği korku ve endişesiyle İran üzerinde dikkatlerini toplayan nükleer silahlara sahip
“insan hakları kahramanları” Çaldağı’nda oluşabilecek ve çevre felaketine yol açabilecek
gelişmelere ne kadar sessizler! Sadece sessiz değiller, çokuluslu şirketler olarak işin içindeler!
Yine ne garip ki, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan 13 Şubat 2010 tarihinde, Katar’ın Sheraton
otelinde yapılan ABD-İslam Dünyası Forumu’nda “Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla”
başlayıp sürdürdüğü konuşmasında “ey insanlık neredesin” demiş; özellikle Gazze’deki
ölüm ve yıkımları anımsatarak, terör dehşetini sergileyerek, İslam dininin faziletlerini dile
getirerek! Ne güzel bir uyarı! Ne var ki benim Çaldağı’mın üstünde ve altında yaratılabilecek
tehlikelere göz yumanlar İslam’ın faziletlerinden ve “Batı”nın arkasında yatan insanlık
tarihinden nasiplerini almamış görünüyorlar. Yüreği Çaldağı ile çarpanlar mevcut Türkiye
Cumhuriyeti Hükümeti’nden ve “Batılı” müttefiklerinden insaf ve umut ışıkları bekliyor!
Ege’nin -hatta dünyanın- en verimli toraklarında her yıl yeşerip kendilerine kıymak isteyenler
için bile olgunlaşan üzümün, pamuğun, domatesin, zeytinin, incirin, kirazın, eriğin ve daha
nicelerinin köklerinin kurumaması dileğiyle; 15 yıllık tarım üretimi 5.1 milyar dolar olarak
hesaplanan bölgenin, bir defa kazanılacak olan 163 milyon dolara feda edilmemesi
umuduyla.
Değerli dostum ve meslektaşım Profesör Zeki Arıkan’ın bir dertleşmemiz sırasında
anımsattığı Hikmet Birand’ın Alıç Ağacı ile Sohbetler kitabındaki son sözler şöyle:
“Sohbetlerimizi dinleyenler, sanıyorum ki, unutmayacaklardır seni. Sonra, belki bir gün
gelir, biz de, seni, dallarında öten kuşları, çiçeklerine konan kelebekleri kendimiz gibi
beller; hepimiz için şenelttiğimiz bu dünya yurdunda, onların da bizim gibi yaşamaya
hakkı olduğunu anlar, hiçbirinize kıyamaz oluruz”.
26
Böyle bir yakarış Türkiye coğrafyasının her tarafından seslenmekte günümüzde;
maden arama için deli gömleği giymişlerin ya da HES (hidroelektrik santrallar) için seferber
olmuş avcıların doğaya uzanan ellerinden kurtulmak için “imdat” diyor; şirket ya da
taşaronun, yerli ya da yabancının bırakacağı çöl manzarasını ve neden olabileceği ölümleri
durdurmak için. Çaldağı’ndki bir canlı da onlardan biri. Batı Anadolu’da dünyalar güzeli
Turgutlu ovasına bakan coğrafyayı karşılaşabileceği doğa felaketi nedeniyle içi sızlayarak
seyreden milyonlarca canlıdan biri. Yaralı o; köküne saplanan delici aletlerden aldığı
darbeleri acıyla hissediyor; çıkarılmak istenen nikel madeni için çevresini saran işletme, sakin
yaşantısına göz dikmiş durumda. Binlerce yıldır orada, kendini yenileyerek gelmiş bu günlere,
çevresindeki yaşamla uyum içinde yaşayıp durmuş; Lidya uygarlığına, Bizans kültürüne,
Osmanlı geleneklerine, Cumhuriyet sürecinde de onu sürükleyecek toprak kaymasına engel
olan ağaçlandırmaya tanık olmuş. Bugünlere ulaşmış; ama şimdi altından oyuluyor; Üstünde
yeşerdiği suyu çekilecek, boy gösterdiği hava zehirlenecek!
Pekçok kimse onu tanımaz. Ağrı’dan, Antalya’dan, Edirne’den uzaktadır. Ancak
TBMM’de onun adına verilen oylar kendisini yok edebilecek nitelikte; milletvekillerinin onu
tanımadan kaldırdıkları parmak ya da bastıkları düğme onun için yaşamsal olmuş. Nisan 2010
tarihinde lehine verilmiş bir mahkeme kararıyla kendini güvenceye aldığına hiç sevinememiş.
Aslında milletvekillerinin doğaya karşı göstereceği ilgi ve bu yolda atacakları adımlarla
hayatta kalabileceğine inanmış bir ara. Ama başında Demokles’in kılıcı durmuş hep:
TBMM’den 10 Haziran 2010’da geceyarısından sonra çıkarılan maden yasasının başına
getirebileceği ve ardından tüm gediz ovasına yayabileceği ölümcül darbeleri düşünmüş,
ürkmüş, korkmuş. Kimi zaman duyarlı milletvekillerin, yerel basının ve tabiat aşkıyla tutuşan
Çaldağı çevresindeki köylülerin, sorumlu ve vatansever Turgutlu halkının, TEMA’nın ve
Turgutlu Çevre Platformu’nun onu kurtarma yolunda gösterdiği çabaları minnet duygularıyla
yadetmiş. Kendisine uzaktan bakan ve timsah gözyaşları döken milletvekillerini ise
vicdanlarıyla başbaşa bırakmış.
Onun tepesinde gezinen felaketleri ayrıntılarıyla anlatmaya gerek yok; bunlar
doğaseverlerce dile getirildi; sorumlu gazetecilerce yazıldı, kimi milletvekillerince defalarca
seslendirildi. Birçok bilgin ve aydın kişi geldi onun yanına; hüzünle, ama umutlandırarak
27
baktılar çoğu zaman. Akademik ve duyarlı saptamalarla çevresinde nasıl bir doğa kıyımı ile
karşılabileceği ortaya kondu.
Geliri götürüsünden tarifsiz derecede fazla olan (15 yıllık üretim geliri olarak
hesaplanan 5.1 milyar dolara karşılık 163 milyon dolara kiraya verilen) verimli topraklarında
uzayıp giden bağların, bahçelerin ve tarlaların üstünde yeşeren üzümün, zeytinin, domatesin,
eriğin ve nice dünyalar tatlısı sebze ve meyvelerinin bir İngiliz şirketinin çıkarmak istediği
maden işletmesiyle harabeye çevrilebileceğini düşünerek, ona acıyacaksınız, eminim. “Reva
mıdır”,diyeceksiniz, onu yok etmek isteyen bir girişime karşı duyarsız kalmak? “Hak ve
hukuka sığar mı” diye haykıracaksınız onun etrafını saran doğa cennetine, her türlü bitki ve
hayvan zenginliğine darbe indirmek, kendisini okşayan insanların hayatlarını karartmak? Bu
nasıl iştir diye isyan edeceksiniz emperyalizmin kurutmaya geldiği bu güzelim coğrafyayı
düşünerek.
28
Son pişmanlık fayda etmez !
Çaldağı’ndaki ağaç kesimine ilişkin 2010’un Nisan ayında verilmiş bir mahkeme
kararından haberim oldu doğal olarak; böyle bir tehlikeyi durduran karar, hiç şüphesiz, çok
memnuniyet vericiydi. Ancak benim için rahat değildi. TBMM’de dolaştırılan ve 10 Haziran
2010 tarihinde geceyarısı çıkartılan maden yasasındaki hükümler rahatsızlığıma tarifsiz endişe
kattı, korku kattı; mahkeme kararıyla duyduğum sevincim kursağımda kaldı. Şu sıralar
mecliste gezintiye çıktığını duyduğum tasarılar fazlasıyla içimi bulandırıor.
Bir yazımda Türkiye Cumhuriyet’inin değerlerini bir kenarda tutmuş, 16.yüzyılın ünlü
şeyhülislamı Ebussuud’dan bir fetva örneği ile başbakanından, Manisalı başbakan
yardımcısından ve hükümetlerinden “medet” ummuştum. Şeyhülislam’ın devlet topraklarının
satışı, hibe edilmesi ve anlaşma gereği verilmesinin caiz olmadığına ilişkin “elcevab”ını
hatırlatmıştım. TBMM milletvekillerinden, çoğunun tanımadıklarından emin olduğum
Çaldağı adına seslenmiştim; insaf dilemiştim. Şu anda, bu yazımı bitirirken, Çaldağı’nda
yakın bir geçmişte sadece kırık bir parçası ortaya çıkarılnış ve 1889/90 yılına ait bir mezar
taşında kalan okunabilir (meslektaşım ve dostum Aydoğan Demir’in ustalığında ortaya çıkan)
kısımlarına yeniden bir gönderme yapmak istiyorum; “merhum”un nelerden yakındığını, ne
zorluklarla yaşadığını düşünerek, “Diri ve Sonsuz Tanrıdan izin isteyen [merhum], yazık,
bu dünyaya gelenler hep meşekkat hanesinde…” sözcüklerini anımsatarak. Merhum’un
kendi yaşamı boyunca karşılaşmadığı ama günümüzün tanık olduğu felaketlerin ve
acımasızlığın getirebileceği acıların ıstırabını şimdiden hissederek. Yeraltından çekilecek
suların, yayılacak asitin, kaybolacak çamların, can çekişecek ve yok olacak canlıların ve
tarihe tanıklık etmiş uygarlık sembollerine yapılacak tahribatın “günah”ını hatırlatarak:
Destûr
29
Hüve’l Hayyü’l-baki sene 1307Ey diriga bu fenaya hep gelenler…Bu hâne-i meşekkat….
19. yüzyıldan kalan ve yakaran canlıya pek uzak olmayan bir Müslüman mezarlığında
bulunan kırık bu taşta adı geçen “merhum”un çok “meşekkat” çekmiş olduğu yazılı; onun
yakarışını duyar gibi sanki. Ancak, şu son birkaç yıldaki girişimin Çaldağı’nın başına
getirebileceği bir felaket sadece “meşekkat” sözcüğü ile açıklanamayacaktır ileride. Onun gibi
sayısız canlının yok olma olasılığı vardır. Ona kıyanların (ya da onların çocuklarının),
uzaklardan okuyacakları dualar ise son pişmanlık bile olmayacaktır. Bırakalım onu rahat
yaşasın dağında, oksijen dağıtsın etrafına; bırakalım ufkundaki ovalar, bahçeler doyursun
canlıları, ekonominin motoru olsunlar; dualarımız onları üretenler için olsun!
Çaldağı benimdir; Memed’in ve Ramazan’ın köylülerinindir, çevresindeki köylerindir,
Turgutlu’nundur, Gediz dünyasınındır. Onu bizlerin elinden alanların, almalarına izin
verenlerin değidir! Bilim adamlarının uyarıları uluslararası bir şirket çıkarları uğruna feda
edilmemelidir; uygarlık yuvaları bozulmamalıdır; böylesi bir “cennet/mekan” tahrip
edilmemelidir; çok daha geniş bir coğrafyaya zehir saçabileceği, benim çocukluğumda
bağlarında üzüm keserek amelelik ettiğim güzelim alanların ve üstündeki canlıların
karşılaşabileceği felaket hiç mi hiç gözden ırak tutulmamalıdır. Aksi halde pişmanlık, çok geç
kalmış ve onarılamayacak bir duygu olarak dünya ekolojik tarihinde çakılı yerini almaya
mahküm kalabilir. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin “meşruiyet” için “Batı”ya yaptığı kıyak,
hazinesine getireceğini sandığı 3-5 kuruşluk “irad” için benim memleketimi ne denli karanlığa
itmiş olabileceğinin tarihsel bir belgesi olarak, “merhum” ve “merhume”lerin mezar
taşlarına, verdiğim örnekteki “meşekkat” yazılabilir. Meşekkatı, acıyı çektirenlerin onları
düşünerek etmek isteyecekleri dua için, korkarım ki, zamanları kalmayabilir.
Ne garip ve üzücü. Kimyasal silah üretebileceği ve “Batı”ya karşı bir kıyıma
gireşebileceği korku ve endişesiyle İran üzerinde dikkatlerini toplayan ancak nükleer silahlara
sahip olan “insan hakları kahramanları”, Çaldağı’nda oluşabilecek ve çevre felaketine yol
açabilecek gelişmelere ne kadar sessizler! Sadece sessiz değil, çokuluslu müteahhitler olarak
işin içindeler! Yine ne garip, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan 13 Şubat 2010 tarihinde,
Katar’ın Sheraton otelinde yapılan ABD-İslam Dünyası Forumu’nda “Rahman ve Rahim olan
Allah’ın adıyla” başlayıp sürdürdüğü konuşmasında “ey insanlık neredesin” demiş, özellikle
30
Gazze’deki ölüm ve yıkımları anımsatarak, terör dehşetini sergileyerek, İslam dininin
faziletlerini dile getirerek! Ne güzel bir uyarı. Ne var ki benim Çaldağı’mın üstünde ve altında
yaratılabilecek tehlikelere göz yumanlar, İslam’ın faziletlerinden nasibini almamış görünüyor.
Ben, bir tarihçi olarak, Turgutlulu (Kasabalı) olarak, bilim adamlarının ortaya
koyduklarını çok önemsedim ve sorunu böylece yansıtmaya çalıştım. Bilimselliğin ulaştırdığı
ayrıntıları ve sorgulamaları okurken ve dinlerken, Çaldağı’nın bir süre önce ciğerlerime
doldurma fırsatı bulduğum tertemiz havasının kaynağı olan güzelliklerini ve ekrana
yansıtılmış olan yeşilliklerini seyrederken, bu coğrafya parçasına yapılan müdahalenin nasıl
bir önü alınmaz yıkıma yol açabileceğinin üzüntüsünü hissettim. Geldiğimiz noktayı tarih
derinliğinde irdelemeye çalıştım. Milyonların, hatta milyarların, benim gibi düşündüklerini
biliyorum.
Yetkililer yeniden düşünmeliler şu “Çaldağı Efsanesi”ni. “Efsane” diyorum; çünkü
efsane, olağanüstü varlıkları ve olayları konu edinen hayali öyküdür. Dilerim, Çaldağı’nın
asırlardır süregelen gerçek yapısı ve bilinen öyküleri unutulmuş olmaz. Ve güzellikleri
silinmiş bir tarihi coğrafyanın acımasız müdahalelerle etrafa saçılmış ölü mazisinin sadece
hayal edilen bir efsanesi durumuna getirilmez yıllar, onyıllar, sonra! Değerli dostum,
meslektaşım Profesör Zeki Arıkan’nın bu vesile ile anımsattığı Hikmet Birand’ın Alıç Ağacı
ile Sohbetler’indeki son sözler umudumuzu taze tutar:
“Sohbetlerimizi dinleyenler, sanıyorum ki, unutmayacaklardır seni. Sonra, belki
bir gün gelir, biz de, seni, dallarında öten kuşları, çiçeklerine konan kelebekleri
kendimiz gibi beller; hepimiz için şenelttiğimiz bu dünya yurdunda, onların da
bizim gibi yaşamaya hakkı olduğunu anlar, hiçbirinize kıyamaz oluruz”.
Tarih gerçeklerin peşine takılmıştır her zaman, yörüngesinden saptırılmış girişimlere
rağmen. Anılan maden alanına en yakın köy olan Çampınar’ın yiğit kişilerinden çiftçi
Mehmet ve çoban Ramazan gibi tabiat tutkunları, onlara omuz veren köylüleri ve
Turgutlu’nun ihtiyar delikanlısı Emekli Astsubay Muammer Arabulan gibi sorumlu
doğaseverleri, hemşehrileri, onu candan destekleyen sivil yoplum kuruluşları, tüm doğa
aşıkları ve uygarlık tutkunları, “Çaldağı” sembolünün işte o gerçek ve güzel yüzünde kayıtlı
tarihinde yerlerini aldılar, şimdiden.
31
Son zamanlarda Turgutlu Çevre Platformu’ndan Metin Sert’in bilgilendirmeleriyle
(www.caldagi.com) daha fazla öğrendiğim European Nickel şirketinin 2000’li yılların başında
oluşturulmaya çalışılan Çaldağı serüvenünün 2010 yılı sonlarında gelen bir haber tüm
doğaseverleri sevindirdi. Londra Borsası’ndan yapılan bir açıklamada Sardes şirketinin bağlı
bulunduğu European Nickel’in yaşadığı bazı sıkıntılar dolayısıyla Çaldağı’nın pilot bölge
olmasından vazgeçip ağırlığı Filipinker’e kaydıracakları yolunda alınan haberler, şüphesiz,
beni de çok mutlu etti. Ama bu mutluluğum endişelerimi tam gidermiyordu; içim rahat
değildi; “artık Çaldağı işi bitti” diyenlere “acaba!” ile yanıt vermeye zorluyordu beni. Çünkü
askıya almışlardı projelerini. Gerçekten, kuşku yaratacak gelişmeler de ardarda geldi. 27
Aralık 2010 tarihli Yeni Turgutlu gazetesi, bir konferans için Turgutlu’ya gelmiş olan İstanbul
Teknik Üniversitesi’nden Profesör Orhan Kural, Turgutlu Öğretmenevi’nde “benim kadar
hayatını çevreye adamış bir insan tanımıyorum” diyebilen bir kişi olarak “Sardes’in gitmesi
Türkiye için büyük kayıptır” düşüncesini taşıdığını bildirmişti. Orhan Kural söz konusu
şirketin maden çıkarıldıktan sonra ormanı (aslında “ekosistemi”) eski durumuna getirme
yükümlülüğünü hatırlatmış (nasıl geri gelebilirse!); yöredeki tuğla fabrikalarnın varlığına
karşı olduğunu belirtmiş, ama madeni temize çıkarmak istemiştir. Ayrıca, Sardes’in sorumlu
müdürünün 31 Ocak 2011 tarihinde Turgutlu Ticaret Odası’nda (aslında daha önceleri
Çaldağı’nın oyulmasıyla ortaya çıkabilecek felaketin bilim adamlarınca dile getirildiği yerde!)
yaptığı bir konuşmada bu işten vazgeçilmediğine ilişkin “muştu”(!) vermiştir.
Ancak, Sardes Nikel’e karşı olan tepkiler gün geçtikçe artmış, duyarlı insanların
ideolojik ve siyasal düşüncelerindeki farklılıkların engellerine takılmadan tek yürek oldukları
gözlenmiştir. Çünkü sorun yaşam sorunudur, insanlık sorunudur.
Haziran 2009 tarihinde Radikal’de Koray Doğan Urbanlı imzasıyla “Çaldağı’nın
kaderi” başlığı altında çıkan ve bu yoldaki bilinçlenmeye dikkat çeken yazısı; Sedar Kızık’ın
23 kasım 2010 tarihinde Cumhuriyet’te yayımlanan “Çaldağı’nı Çaldırmayın…” savunusu;
Ozan Yayman’ın 16 Kasım 2010 tarihli Cumhuriyet Ege’de “Çaldağı’nda topyekûn
savunma” başlığı içinde verdiği haber; Melis Alphan’ın 17 Ekim 2010’da Hürriyet Pazar’da
“Tarım cennetini asitle yıkayacaklar” başlığıyla ilettiği ürkütücü yazısıı; Veli Toprak’ın 7
Kasım 2010 tarihli Sözcü’de “Gediz ölüyor, iktidar izliyor” derlemesi; 10 Kasım 2010 tarihli
Birgün’deki Şule Yıldırım’ın Maniasa milletvekili ve Başabakan yardımcısı “Arınç’ın sessiz
32
kaldığı zehir” yazısı; ve “Deniz’i kazanalım darken Gediz’i kaybetmeyelim!” 11 Kasım 2010
başlıklı ve Yeni Akit’teki yazısıyla felaketin boyutunu dile getiriyor ve “şahsen ben Başbakan
sayın Tayyip Erdoğan’ın bu işe “dur” diyeceğini umuyor ve bekliyorum” diyor. Ben de “son
pişmanlık fayda etmez” diyerek bitiriyorum bu yoldaki uyarıları.
Sadece küçük bir kısmını anımsattığım bu gazette yazılarına ek olarak (genellikle
gözardı edilen) bir uyarı da benden: Bu kitapçığın ilk bölümünü oluşturan tarihsel derinlikte
saklanmış olan uygarlık tahribatı!
Çaldağı, Çampınar köylüsü çiftçi Memed’indir, çoban Ramazan’ındır; yiğit köylülerinindir.
Çaldağı Emekli Assubay Muammer Arabulan’ındır; Kasaba’lınındır, Gediz Ovası’nındır; doğa sevenindir;
Çaldağı doğanındır, Çaldağı benimdir!
Çaldağı o tüm zenginlikleriyle
nefes vermiş geniş çevresine,
refah sağlamış kadirbilir insanlarına,
bakadurmuş uzaktan yeşil ovalarına,
kıymayınız ona bir “hiç” uğruna!
“Sohbetlerimizi dinleyenler, sanıyorum ki, unutmayacaklardır seni.
Sonra, belki bir gün gelir, biz de, seni, dallarında öten kuşları,
çiçeklerine konan kelebekleri kendimiz gibi beller; hepimiz için
şenelttiğimiz bu dünya yurdunda, onların da bizim gibi yaşamaya
hakkı olduğunu anlar, hiçbirinize kıyamaz oluruz”.
Hikmet Birand, Alıç Ağacı ile Sobetler
33