Click here to load reader
Upload
at-sinegi-fanzin
View
235
Download
1
Embed Size (px)
DESCRIPTION
Â
Citation preview
yalancı dilemması
Rousseau’ya olan bu derin
bağlılığımı daha önce de dile
getirmiştim, bir rüya-fantezi
eylemine ikimizin de sıkı sıkıya
bağlı olduğuna değinirken. “Bir
insan bir insana ne derece
benzeyebilir?” diye düşünürken
Rousseau’nun böylesine, aslen,
benim ona böylesine, veya, bu
kadar birbirimize benzememize
çok şaştım. Sanki onun
reenkarne hâli gibiyim. 4 yüzyıl
sonrasına atılan, bir çöp yığının
ortasına, küçük bir Rousseau
gibi. Uzak diyarlardan değil,
birkaç bin kilometreden fazlası
değil, bir insan parçası gibi. Bir
insan ne kadar bilge, ne kadar
deli olursa olsun, onun en
temeli hep aynı kalıyor, bunu
değiştiremiyor-lar.
Değiştiremiyor, hiçbir şey. Garip
bir his bu azizim. Diğer
kitaplarında bir Lord gibi
konuşan, gerçekten bilgili birisi,
diğer bir kitabında, şehvet
duyduğu insan karşısında
öylesine aciz, öylesine
savunmasız, dili düğümlenmiş
kalıyor ki! Kendimi nasıl da
onda buluyorum. Yaşadığı
maceraların hepsinden daha da
önce geçmiş gibi
Le’Hermitage’da yüzlerce kez
bulunmuş gibi, oralarda,
ormanlık alanda, yeşillikler
içinde gezmiş de Anne’ye
sarılmış gibi. O tatlar, o
hüzünler. O fikirler hep bu
kafamdan, hep bu bedenden
geçmişçesine bir deneyim
yaşarmış gibi. Yüzyıllar öncesine
bir anlığına dönüp, hayatımı
durdurmaya ramak kalıyor, her
şeye.
Bir sona.
Hep yaşanmış bedenlere, hep
deneyimlenmiş hislere,
tekrarlanan birer parça gibi.
Hiçbir şeyi siz ‘ilk’
yapmıyorsunuz, sadece siz onu
ilk yaşıyorsunuz. Siz aşık
oluyorsunuz, kaldı ki bu demek
değil ki evrende ilk aşık olan siz
değilsiniz. Bu sebeple kafanızda
bir evren kurma gereğine
varıyorsunuz, ihtiyacına.
Varmadıkça çünkü her şeyin
pek yavan olduğunun
farkındasınız ki, siz bu evrene
ne kadar küçük geldiğinizi
görerek kendi evreninizi
yaratmaya girişiyorsunuz.
Çünkü siz busunuz. Bu ve şu. Şu
ve o. O ve piç. Siz insanların
hayatlarında, sehpada aylarca
silinmeyi bekleyen toz
tanelerinden daha değerli
değilsiniz. Bu derinlik içinde o
kadar kısasınız ki! Bu
kocamanlık içinde o kadar
karınca kılıklısınız ki! Sizden çok
şey beklenen o dev yüceliler
olmaya çok uzaksınız. Keşke.
Bir ölüm.
Bir uçurum ki atlamalık. Bir
atlama ki ölümlük. Birkaç
saniyenin vereceği o muhteşem
hissi damarlarım yanarken
hissetmek istercesine her gece
ölüm duaları ile uyurken sabaha
kalkılan o tanrının pis asası ile
edilen küfürlerin yaratması
beklenen fırtına ile dünyanın
yerinden oynamasını beklerken
ki iğrenç otobüs durakları ve
yağan yağmur! Kahrolsun evden
çıkılan sabahlara, şemsiyesiz.
Lanetlensin tüm kalbi güzel olan
insanların gönlüğünü kaptırdığı
orospu ruhlar! Basitlik içersinde
aramayın karmaşılık. Hayat bir
komplekslikler labirenti ta ki siz
onu çözene kadar, bulmaca.
Bir rüya.
Yarına her şey ölü uyanmak, bir
isteğim. Bir rüyam. Bir fantezim.
Bir yüzleşme olmalı ki,
rüyalarda görülenler. Yatağı
doldurması beklenen ama
gelmeyen tüm insanların birer
kafalarına yıldırım düşmesini
hak etmesi gibi, hayat. Kalpsiz
köpekler bekler dilenciyi
ardında kuru ekmekle
beklerken, kendini.
Bir beden.
Sahip değil, hak iddia etmek hiç
değil, sadece dokunma uğruna
bir beden istenmeli şu sınırlı ve
AZ hayatta. Ona delicesine
saldırmak. Bir ete duyulan istek
değil! Bir kalbe. Sevgiye duyulan
istek, bir ihtiyaç. Kalbin gıdası,
sevgi. Gönlüm istiyor sarılmak,
yastıktan başkasını. Kollarım
istiyor kucaklamak, bir beden.
Yalanı yaşarken gerçeğin
kayboluşu. Hayatın sizi bekleme
niyetininin olmayışı. Anne’nin
kucağına atlayışı. Ona sarılışı.
Sahip olmak değil. Sarılmalık.
Onu kucaklamak. Hayat bir
şeyleri beklemek için ise, pek
hızlı. Yaşanmalı her şey anlık.
Hatırlanmalı her şey ömürlük.
Çift kişilik yatakta yatan o
yalnızları kucaklarım.
Gözlerindeki yaşlar akıyor
yastığa ,bilirim. Yalnızları sevin,
daha çok sevin. Biliniz onların
gönüllerindeki boşluğu. Deliği.
-mertcan kuranoğlu
yaşanmayan anılar
Oluru yoktu, olmadı da zaten.
Ne diyordu bir öğretmen
atasözü,
“Söyle bizde gülelim. “
Pek çok şeyin bambaşka
olmasını isterdim.
Bende.
Bizim büyük çaresizliğimiz.
Doğrusu iyi idare etmiştik.
Zaman makinesini arayan
kimdi?
Ben buldum da.
Safina'nın gözleriymiş meğer.
Zamanı durduran.
Sıkı tutun, hız yapalım biraz.
Ruh mu? Hastasıyım.
Bırakın bu yolu yalnız
yürüyeyim.
Ve elbet paratoner görevi
görür,
Birleşince ellerimiz.
Ne diyorduk?
Zamansız geldi ayrılıklarım.
Duygu hırsızlarına müebbet
talebim var
Hakim bey!
Gökdelenler diyorum,
sahiplerine girsin.
Öğretmenin kim senin?
Yanlış öğretmiş sevmeyi.
Kediler,
Ne güzel kaykılıyorlar!
Kimsesiz bir Lunapark'ta,
Dönmedolaba binelim
istiyorum.
Çiçekleri koparan kim?
Susma hakkımı kullanıyorum.
Kime diyorum ben?
Civcivleri boyamasanıza.
-kemal altıner
merhaba tü m ö tekilere
Soğuk bi koltukta oturuyorum.
Yetmiyor kalın giysiler ısıtmaya.
Ruhum da ısınmıyor. Ötekiyim
ben. Yarım yok. Yarı insan yarı
hiç.Dudaklarım yarım diye
öpmüyorsun dimi beni? Sus.
Sus biliyorum. Kalbim yarım
diye sevmiyorsun beni.
Ardından kapı çarpma sesi
kalır.Gitmen gerekmezdi
gerçeği anladım diye. Ben de
gidiyorum.
Korkma.Gidiyorum,sadece
oraya ya da şuraya.Yanına
ilişirim sokak kadınlarının,
dertlerini dinlerim sıcak çay
karşılığında,sıcak bir
gülümseme sonrasında. Size bu
kadar der kalkar giderim
eve,yatağa yatarım yarımı
özlerim. Bulanıyor şehir ışıkları.
Bulanıyor midem. Bugün de
böyle biter. Kustum ve
uyandım. Ve aynı güne
merhaba. Merhaba içimde bir
yerlerdenkalan insana ve tüm
ötekilere.
-L’Ermitage Misafiri
bir dü şü nme tipi ölarak makine
Sahip olduğumuz düşüncelerin
yapısı çok karmaşık gelebilir,
ama bir bina gibi, bir mühendis
gibi tuğlaları tek tek kendimizin
koyduğunu unutmamalıyız.
Yargılarımız, daha ötesi, ön-
yargılarımız burada
belirleyicidir, ve daima öyle
olacaktır.
Ön-yargı kavramı toplumlarda
genel olarak hoş karşılanmaz,
ya da hoş karşılamaktan ziyade
ona sıkı sıkıya tutunurlar. Ya
hep ya hiç gibi bir durum söz
konusu. ‘Yargı’ üzerine bir
sistem kurma yoluna girmek
çok zor, ama yine de bu durumu
en temel şekilde kendi
cümlelerimle tanımlaya
çalışıcam.
Yargılarımız bir etki-tepki
sentezinden doğar. Toplum
içinde ‘acaba fazladan 1 lirası
olan var mı?’ diye
sorduğumuzda, bir kişi çıkıp
bize 1 lira veriyorsa, o kişi,
toplum içinde diğer kişilerden
daha üstün hâle gelir bizim
gözümüzde. O kişiyi daha farklı,
daha olumlu, daha bize yakın
görürüz. İleriki bir zamanda o
kişi ve başka bir kişi arasında
karşılaştırma yaparken, bu kişiyi
daha üstün görürüz. Bi’ nevi,
gözümüzde değeri artar. Çünkü,
o kişi bize yardımda
bulunmuştur. O kişi bizim
ihtiyacımızı karşılamış, ve bir
sempati kazanmıştır bizim
tarafımızdan.
Yargılar bu tip durumlarda ipe
sapa gelmez de olabilir. Olamaz
mı? Senelerdir tanıdığım birisi
benim kafamda çok olumsuz bir
profile sahip olabilir. O kişiden
ne hayır görmüşümdür ne de
onun düzgün bir davranışını. O
kişi benim için gayet gereksiz
birisidir. O kişinin varlığı bile
benim umurumda değildir. O
kişi benden bir şey isteyince,
ben, yardım etme potansiyeline
sahip olsam bile, etmemeyi
seçerim. Seçerim çünkü bu
bana daha mantıklı gelir. O
kişinin işine yaramaktansa boş
bir insan olmayı yeğlerim. O
kişiye yardımda bulunmak bana
hatta bir eziyet gibi de gelebilir.
O kişiye karşı yargım da
olumsuzdur. Ve bir kötü olay
bulunulan mekanda baş
göstermişse, bu olayın
sorumlusunu o kişi diye
düşünebilirim en başta, hiç bir
kanıta veya delile sahip
olmadan. O kişi benim gözümde
lanetlidir, çirkindir, değersizdir.
Ama yargılar her daim olumsuz
mudur? Değildir. Ben kafamda
bir kavram kurmaya
çalışıyorum. Bir türlü doğru
tanımalamayı oturtamadım.
Mantıksal-tanımlama,
mantıksal-önyargı, öncelsel-
önyargı , evresel-önyargı gibi
örnekler çoğalttım kafamda.
Tanımlamak istediğim şey şu ki;
yine üstteki paragrafta olduğu
gibi, kötü bir olayın
sorumlusunu o kişi diye
düşünmem, benim, o kişiye
karşı olan ön-yargımın
sonucudur. Yani, ben öyle
düşünmüşüm ki, o kişi kötü bir
olayın sorumlusu olabilir. Peki
ben bu sonuca kısa ve delilsiz
şekilde nasıl ulaştım? Yıllardır
tanıdığım bir insanın karakterini
kafamda kurgulayarak. Biz bunu
her daim yapıyoruz. Bilincinde
olmasak dahi. Hatta bilimsel bir
kanıtı da var, yabancı birisiyle
ilk tanışmamızın ilk yedi
saniyesi, o kişi hakkında genel
bilgi almamız için gereken
süredir. O kişinin aşağı yukarı ne
olup ne olmadığını ölçmek gibi.
Belki çok olumsuz durabilir,
ama biz buna engel olamayız.
Her insan hakkında bir profil
yaratmamızın önüne
geçemeyiz. Bir yazıda olsun
kitapta olsun. Birisinin ismi
geçince veya bir yer ismi, ülke,
şehir, kasaba ne dersiniz deyin,
bir İSİM geçince onun
çağrıştırdığı her şey aklımıza
gelir. Bu akla-gelme aşaması
şöyledir ki, bilgisayar beyninde
her program ön-bellekte değil,
arka-bellekte de çalışır. Yani, siz
farkında olmasanız bile
bilgisayar kullanırken arka-
planda da programlar aktif
hâldedir. İşte insan-beyni de
buna benzer. Siz bir insan ismi
duyunca suratınızda belki bir
ekşime belki de sevinç belirir.
Uzun süredir görmediğiniz çok
özlediğiniz bir insanın,
bulunduğunuz yere geliceğini
öğrendiğinizdeki sevinç ve
mutluluk. Diğer yanda ise, hiç
hazetmediğiniz bir insanın sizin
yanınıza geleceğini
duyduğunuzdaki somurtkanlık
ve omuz silkme. Bir döngü
hâlinde beliren şeyler. Birisi
hakkındaki yargımız
davranışlarımızın anahtarı.
Öncelleyecisi. Başlatıcısıdır.
Tanımlamak istediğim
kavramda buralarda devreye
giriyor. Benim, kötü olarak
tanıdığım bir insan, bir iyi-eylem
yapamaz diye aklımda yer
edinmiştir. O insanın iyi-bir-şey
yapacağına ihtimal dahi
vermem. O insan kötüdür. Kötü
bir beklenti içerisindeyimdir .Bir
katilin, hayır kurumuna bağış
yapmasını mı, yoksa bir ev
soymasına mı şaşırırım?
Buradaki tezatı çok açık
görüyorsunuz diye
düşünüyorum. Şaşırma eylemi
beklenmedikliğe işarettir. Ve
beklenmediklik ise yargıya
düşmanlıktır. Düşmanlık ise
kafamızda bir çelişki doğurur.
Doğurması ise ters düşeriz. Ters
düşme ile şaşırma gerçekleşir.
Bunları tabi ki de hiç bir bilime
bağlı olmadan açıklıyorum.
Kendi deneyimlerim ile.
Labarotuvarda bilim adamları
bu konuda ne diyor bilmiyorum
ama bunu elimden geldiğince
felsefe ışığında ele almak benim
ödevim.
-mertcan kuranoğlu
Benim adım Mehmet
Hala nefes alıyorum bir şeyler
söylemek istiyorum
söyleyemiyorum.Aklımdan
masanın öteki ucundaki
dosyalara bakmak
geçiyor,uzanamıyorum.Susmuy
orum ama konuşmuyorum
da,içimden kendime telkinlerde
bulunuyorum.Saate bakıyorum
sonra karşimdaki adama
susmuyor herkes onu
dinliyor.Bir ara makina
aksamlarından konu
açılıyor,tam söz alıcam''sana mı
kaldı lan siktir et diyorum''
kendi kendime.Toplantı bitiyor
bir kaç kişiyle tokalaşıp,güler
yüzlü insanlar arasından sıyrılıp
eve gidiyorum.
Aksaray dolmuşundan inip eve
doğru yürüdüğümde.Biraz bira
ve yiyecek bir şeyler almak için
ilk gördüğüm markete girdim az
bir alışveriş yaptım,bu sikik
dünyada neyi tam ve doyasıya
yaptım ki.Hep az,az,az.Ben
sürümden kazandım hayatımı
zaten,her gün az az ağladım
ama her gün,az sigara içtim,az
gezdim,az yedim,az içtim.Hiçbir
şeyi doyasıya
yaşayamadım.Biriktirmek
zorunda kaldım her şeyi,bu
arada ben Mehmet.Bakılıp da
görülmeyen,dokunulup da
hissedilmeyen.Dörtyol ağzında
dilenen çocuklara dikilen o
aşsalağıcı bakışın rahatsızlığını
taşıyorum üzerimde.Benim
adım Mehmet,beni doğururken
ölen sarı saçlı 26 yaşında güzel
bir annenin katiliyim.Babamla
olan günlerim geliyor aklıma
yaklaşık beş biradan sonra,hiç
belli etmemeye çalışırdı ama
sevdiği kadını öldüren biri
olarak bakardı bana orta okulda
kravtımı bağlarken.Beni
babanneme bıraktığında gitme
diye peşinden koşar ondan
arakladığım sigaraları içerdim
babannnem uyuduğunda,camel
softa o zaman başladım
zaten.Hala içerim ama bana o
günkü tadı asla veremedi bir
türlü.
Benim adım Mehmet,siyasi
tutuklu bir babanın ilk ve son
evladıyım,fazla mesaiden arta
kalan günlerimi yaşıyorum.Bana
vaat edilen ömrün
sonbaharında.Beyaz yakalı bir
adama dönüştüğüm her gün
için.Benim adım Mehmet,12
yaşından beri yok sayıldığım
yerdeyim.Tekdüze bir yaşamın
tam ortasındayım.Sizin yok
saydığınız her yerdeyim.
-mustafa yılmaz korkmaz
sanı
“Ne yapıyorsun Çetin?” dedim.
Onu öylece halının üzerine
uzanmış tavanı seyrederken
gördüğümde. Elinde sigarasıyla.
Cevap vermedi. Başında
dikildim. Sigaranın dumanından
rahatsız oluyordum. Kanepeye
oturdum, sorumu yineledim.
“Çetin, ne yapıyorsun? İyi
misin?”
“Gel, otur yanıma. Bir sigara yak
ve beraber üzülelim.”
Ne olmuştu? Kimden ne haber
gelmişti? Çetin o tavanda neler
görüyor, kafasında ne tür
ihtimaller cirit atıyordu
bilmiyordum. Ailesiyle ilişkisi
iyiydi. Öğrenciydik, evde
kalıyorduk, maddi sıkıntımız
yoktu. Çetin düzenli olarak bir
dergide yazıyordu. Genellikle
öykü yazardı ama bazı dergilere
şiir gönderdiği de olmuştu.
Öykülerinin yer aldığı dergiden
para bile kazanabiliyordu. Yoksa
dergi mi kapanmıştı? Öykülerini
yayınlayacak bir dergiyi her
zaman bulabilirdi.
“Seni dinliyorum Çetin” dedim
ve sağ dirseğinin yanında duran
sigara paketinden bir sigara alıp
yaktım. Çetin kayıtsızdı.
Anlaşılan her şeyi birkaç kere
tekrar etmem gerekecekti.
“Anlat Çetin, yanındayım.
Dinliyorum.”
Sigarasından derince bir nefes
aldı. “Biz çok normal adamlar
değiliz.” dedi. Bu söz Çetin’e ait
değildi ama kime ait olduğunu
da hatırlayamamıştım. Devam
etti Çetin. Umarım
konuşmasının tamamı
alıntılardan oluşmazdı.
“Üzülüyorum, üzülüyorum
çünkü yaşıyorum Tolga.
Hastalıklı bir köpek gibi
yaşıyorum. Dünyada kimse
kalmamış gibi yaşıyorum. Kaç
milyon insan var dünyada Tolga,
kaç milyar insan var? Hepsinin
yerine acı çekmek nedir tahmin
edebiliyor musun? Hepsinin
hüznünü en ücra hücremde
hissediyorum Tolga. Buna
katlanamıyorum.”
Bu sözler kimindi? Ne tür bir
yazarındı veya bu sözlere sahip
bir şair olabilir miydi? En
kötüsü, bu sözler Çetin’e ait ve
hissettiği şeyler olabilir miydi?
Beynim karnaval alanına
dönmüştü bir anda. Ne
düşüneceğimi hatta ne
hissedeceğimi bilemedim.
“Çetin...” dedim ve sesim sigara
dumanına karışarak kayboldu.
Belki Çetin’in kulaklarına
ulaşmadı bile. O hala tavanı
izliyordu.
“Üzülme” dedim. “İnan herkes
hak ettiği kadar üzülecek. Sen
sadece biraz fazla duygusal
davranıyorsun. Sen iyi bir
insansın Çetin. İyi insanların
dostudur hüzün.”
Söylediklerime ben bile
inanmıyordum aslında.
Doğruldu. Gözlerimi gözlerine
dikip onu bu hüzün denizinden
sıkıcı yaşam kıyısına çıkarmak
için ümitlendim. Başınıza bir
felaket geldiğinde, daha
önceden razı olmadığınız şeyleri
mumla arıyorsunuz. Öyle bir
şeydi tam olarak. Bir saniye
kadar süren bu bakışmadan
Çetin gözlerini kaçırarak
kurtuldu. Bir sigara daha yakıp
yine halıya sırtüstü uzandı. Ben
kanepede iyice öne eğilmiş,
nasılsa düşmeden
oturuyordum. Ayağım uyuşunca
halıya çöküp bağdaş kurdum.
Sigaramı sigaramla yaktım.
Hayat kitapta durduğu gibi
durmuyordu. Verecek teselli
cümlem yoktu. Moral
düzeltecek afili kelimelerim
yoktu. Sadece hüznüne
olabildiğince ortak olmaya
çalışıyordum. Kafamda
kendimle kılıç kalkan oynarken
Çetin’in suskunluğa kaçtığını
fark edemedim. Kendi kendine
konuşur gibi dudakları
kımıldıyor, gözleri sabit bir
yerde durmuyor, belirli
aralıklarla tavanda geometrik
şekiller çiziyordu. Yorgundum,
kelimelerim bitmişti. Sırtüstü
yanına uzandım. Biraz önceki
teselli sözlerimi söylememiş
olmayı diledim. Keşke, dedim.
Hiçbir şey söylemeden gelip
sadece yanına uzansaydım.
Tavanı seyretseydik ve sigara
içseydik. Kendi iç dünyamıza 86
metreden dalış yapsaydık.
Merak dedim, insanın
afyonudur.
Tavanı seyrederken Çetin’in
yaşamak üzerine söylediği
sözleri düşündüm ve onu
anladım. Onu hemen ve ne
güzel anladım! Evet
mümkündü. Bize ait olmayan
acıları çekmek mümkündü. Bize
ait olmayan duyguları yaşamak
mümkündü. Hatta bize ait
olmayan gözyaşlarını dökmek
bile mümkündü. Duygusal mı
davranıyordum? İnsan hüzne
yatkın bir yaratık, diye
düşündüm. Vücudumuz,
ruhumuz, zihnimiz veya bu
kafamızın içinde konuşan her
neyse hüznün kodlarını ezbere
biliyor. Bazen hiç
beklemediğimiz bir anda işleme
koyuyor.
Çetin’in acısını şimdi ben de
hissediyordum. Hüznün bulaşıcı
etkisine kapılmıştım.
Savruluyordum. Başım
dönmeye başladı.
Sallanıyordum. Gözlerimi açtım.
Çetin başımda dikiliyordu.
Sigara dumanından rahatsız
olmuştu.
-abdulkadir ince
At Sineğ i ve Haydar
Bir at sineğine mermi sıkıyorum
Önümden Haydar geçiyor
Bir selam çakıyorum
Olduğu yere yığılıyor.
Ağlıyor at bu duruma
Ben ata ağlıyorum
Önümden at sineği geçiyor
Zavallı Haydar’ı düzüyor.
At bir bana bakıyor
Bir Haydar’a
Ben at sineğine bakıyorum
At sineği Haydar’ı düzüyor.
Bir mermi daha sıkıyorum at
sineğine
Ölü bedeni sallanıyor Haydar’ın
At sineği omzuma konuyor
Haydar atı düzüyor.
At sineği bana bakıyor
Ben Haydar’a bakıyorum
Ölü Haydar atı düzüyor.
Bir mermi sıkıyorum ata
At sineği yere yığılıyor
Haydar bana bakıyor
Ben at sineğini düzüyorum.
İki mermi sıkılıyor havaya
Güneş gözümü yakıyor
Haydar telaşla televizyonu
kapatıyor
Ellerini yıkamasını söylüyorum.
Bir sigara yakıp televizyonu
açıyorum
İçeri bir at sineği giriyor
Ben at sineğine bakıyorum
Haydar ellerini yıkıyor.
-umut ensarioğlu
süçlü savünması
Hayatta sayılabilen ve
sayılamayan nesnelerin
arasında kalan çaresizliklerimiz
işte bunlar. Şunlar ve bunlar.
Ötekiler ve berikiler. Bizler ve
sizler. İnsan sayılabilir. Ekmek
de. Sayılırlar. Ama iki insanın bir
ekmeği üç kişi ile
paylaşmasındaki sıcaklık
sayılamaz. İnsanlık,
sayılamayacak denli büyüktür.
Derindir. İçtendir. Bir elin
parmaklarına sığmaz çünkü. Bir
hatırlatıcıdır. Bir ısıtıcıdır.
Kalbimizin derinliklerinde yanan
bir kor gibidir. Azıcık üflenmeye
gelmesin, anında sıcaklığını
duşa vurur. Vurmaya hazırdır
da. Unutulmuş mektupların
içindeki burukluk. Parfüm
sıkılmış kırmızı rujla öpülmüş
onca mektup. HİÇ BİRİ AMA HİÇ
BİRİ SAYILAMAYACAK DENLİ
BÜYÜKTÜR.
Sığmaz sizin cümlelerinize onu
hissetmediğinizden ötürü.
Hayat bunun için çok kısa. 6
milyon insanı saymak yerine 6
milyon insanın cevheri
çıkartılmalıydı içinden. Hayat
ters yönde yaşanan bir otoyolda
giden sarhoş insan misali
ırmaklarda fiziksel aşınmalar
ardı ardına akımı yavaşlayan
yana aşım yapan menderesler
ve ben öteki kıyısındayım bu
adanın, zevkime.
Zevke düşkünümdür, ona
bağlanırım, tutkular anlık
yaşanır. Belimde asılı duran
incecik bir ip kalınca bir halat
olur ve bir insanı kendime
sarmak isterim bir savaş esiri
alırcasına. Onu kaçırmamak
isterim bir çita gibi
hissedercesine. Ben isterim ki
vücutlar bir, kalpler bir, olsun.
Bir olsun ama sayılmayanından!
İki insanın yaşadığı arzu ‘bir’
olarak sayılamayacak kadar,
büyük. Kafamdaki fanteziler
kelimelere dökülemeyecek
kadar dolu. Duygulu. Tutkulu.
Ateşli. Alev alev yanan bir
cehennemde kaynayan sıcak su
misali. Sıcak havada derimden
akan terimsi fanteziler. Derimi
kemirir gibi bana gözlerini
dikmiş olan o, insan. Kendini
tutamayan bir hayvan olan ben,
ve ben’imki.
Sosyalleşmek zor iş, hele ki
uyumadan önceki an. An ki
kendinizin yargılama anı. Yargıç
kendiniz. Tutsak kendiniz.
Davacı da kendiniz. Siz her
şeysiniz. Siz ve her şey.
Sayılamazsınız. Siz ‘bir kişi’
denilemeyecek denli tekilsiniz.
Teksiniz. Bir şerefsizsiniz.
Pantolununuzun altı kabarmış
beyefendim. Lütfen duruşma
salonunu terkedin. Ve kişinin
kurduğu 5 saniyelik fantezi,
sekreterle.
Bir şeyi kaybetmediği hâlde
arama duruma zevk denmez
mi? Ben bir şehvet düşkünü
alçağım hakim bey. Lütfen beni
azat edin. Söz verebilirim ki bir
daha kimseyi kafamda hayal
etmeyeceğim. Onlarla kendimi
‘bir’ hissetmeyeceğim. Kendimi
kamçılayacağım. Ben, ki
göklerdeki alçağın teki, bir daha
insan olmamı engelleyen her
şeyi sileceğim. Silecek ve
sikecek.
Hayır, tabi ki de bu sözlerim
birer palavra. İşte sekreterin
güzel ve dolgun göğüsleri. Nefis
kalçası. Bedenimi emmesini
istediğim o dudakları. O güzel
parmakları. Vücudunda
gezdirmek istediğim benim
parmaklarım ile muhteşem bir
ikili olacaklar hakim bey.
Olabilirler. Olabililerdi.
Olabiliridik. Bir olabilirdik.
Dünyayı unutabilirdik.
Unutabilirdik. Ben kendimi bir
daha sevilmiş hissedebilirdim.
Ama bu yalanı kendime
söyledikçe kendime kızıyor,
kendime olan tüm güvenim
sarsılıp gidiyor. Yalan değil bu
söylediklerim hakim bey. Ben
bir şerefsizim. Beni eğer
esirlikten bırakırsanız, kendimi
kendimden kaçırmış olurum.
Kontrol bir daha geri gelmemek
üzere elimden kaçar. Bir kırbaç.
Kendime söylediğim şu yalanlar.
Ben insan sevemiyorum.
Sevdiğini hisseden birisiyim
sadece. Umarım beni anlarsınız.
Halbu ki çok çabalamıştım.
Kendimi bir bedene ait
hissetmeye o kadar çabaladım
ki. Başarılı olamadım hakim bey.
Hayatta sadece bir kalbe, iki
memeye, ve bir kalçaya ait
olmayı o kadar diledim ki. Diğer
kalplerin memelerin ve
kalçaların varlığı beni benden
aldı. Diğer kalpleri de istedim.
Diğerlerini de. Diğer kalçaları da
okşamak uğruna ait olmayı
dilediklerimi bıraktım.
Pişmanlıklar ardı ardına
sıralandı bu derede. Suyu
denize ulaşamayan gölün acı
tadı beni yakıyor. Kendimi
parçalarcasına bu duyguyu
bastaramayan bir sefilim hakim
bey. Kimse benim kalbime sahip
olmak istemedi ama hakim bey.
Kendimi hep bir gezgin gibi
hisseder oldum. Bir yerin yerlisi
olmak istedim. İstediğim tüm
şey buydu! Şimdi ise konar
göçer bir orta asya türk’ü
gibiyim. Bunu kendime
yakıştıramıyorum. Birbirimizi
istediğimiz kalçalar, kalpler
olalım istedim, bir insanla. Bu
beden istenilmek için pek
çirkindi en başından beri
bildiğim kadarıyla. Ve kimse
beni istemedikçe ben
diğerlerine daha da düşkün hâle
geldim. Tüm arzumla buna
tutuldum. Ve bir suçluyum
hakim bey. Suçumu itiraf
ediyorum.
-mertcan kuranoğlu
hayallerin ğerekliliğ i
Rüyalara anlam veremiyorum
bazen. Hiç olmamış şeylerin
olmaya (var olmaya)
çabalamaları gibi. Hayalini
kurduğum insanla rüyamda
birlikte olmak, misal. Rüyamda
birlikteyiz. Gerçekte ise bir o
kadar ayrıyız. Ayrılarız. Ayrı
dünyaların insanlarıyız. Öyle bir
duruma varıyor ki, rüyalarımı
gerçekler, gerçekleri ise birer
rüya olarak yaşamak istiyorum.
Rüyalar benim sekizer saatlik
kaçamaklarım. Oralarda sanki
gerçeklerin süslenmiş
versiyonlarını yaşıyormuşum
gibi geliyor. Tüm gerçekliğimi
bir uçurumdan atmak
istercesine bir rüya yaşamak.
Tüm gerçekliğimi bir yatak
odasında geçirmek. İstediğim
şeyler basit. Rüyalar. Rüyalar ve
fanteziler. Ve onları dolduran
insanlar ve düşünceler. Bir
yaratıcı gibi onları sıkı sıkı
avucumda tutmak istiyorum.
Tanrı böyle isterdi, olsaydı. Ah
tanrı. Acımasız ne nârin tanrı.
Bir kaç sefer rüyada olduğumu
fark etmiştim. Birisinde, aynı
insandan iki tane vardı. Ve sanki
kendime fısıldıyormuşum gibi
‘ama,olamaz,bir rüya mı
olmalı?’ diye düşünmüştüm. Ya
içgüdüsel ya da gerçek. Ya da
bu da bir rüyanın parçasıydı.
Rüyada kendime oyun
oynamıştım belki de. Kendi
beynim bana oyun oynamıştı,
olabilir. Ya da kendi beynimi
yenecek kadar zekidim. HAHA!
İşte.
Her şeye sahip olabildiğim
rüyayı neden bırakıp acımasız
ve fakir bir gerçekliğe döneyim
ki? Belki de tek isteğimin bir
insan olmasından
kaynaklanıyor. Ama bir şeyin
yaratıcısı olduğum vakit her şeyi
de bana göre yaratmış olmaz
mıydım? Olurdum, herhalde.
Kendi yarattığım evrenimde
sevdiğim insanı da bana
sevdirirdim. Beni severdi. Ama
bir rüya-tabanı içinde severdi.
Gerçekte ise nefret edercesine
benden uzak kalıyor. Rüyada
istemiyorum bu vakit bir yalanı
yaşamayı. Hayır. Buna
dayanamam. Bunun bilincinde
yaşayamam. İmkanı dahi yok!
Yok! İnsan kendisine yalan
söyleyemez de ondan. Kendi içi
ve vicdanı ile yüzyüze de
gelemez, ondan… her gece
koyduğumda başımı yastığa,
edemem düşünmeden
‘gerçek’i. Kafamdan atmak
isterim, kafamı koparmak
istercesine unutmak. Beynimi
formatlamak isterim adeta. Bir
robot olmak isterdim. Kötü
anları unutmak adına. Kendimi
unutmak adına. Kendimi
kendime unutturmak adına.
Kendinim iyi bir insan olduğuna
inandırırdım kendime. Mutlu
olurdum,belki de. Yaşamak için,
muhtemelce. Hayatımın kötü
kısımlarını keserdim. Daima
iyileri bırakırdım. Çünkü buna
mecbur olurdum. Unutmak bir
ilaç mı yoksa bir uyuşturucu
mu, ince bir çizgide bir cambaz
gibi gidip gelirdim. Tek dert
ettiğim şey aşağıya düşmemek
olurdu dengemi kaybedip ipten.
O an gülerdi tüm seyirciler
bana, bana ve yeteneksizliğime.
Çünkü bilirdi onlar, işin tüm
kabıliyet gerektiren kısmının
‘denge’de tutmak olduğunu.
Kendini ve hayallerinin ve
gerçekler arasındaki çizgiyi, ipin
üzerinde. İşte, ben o zaman bir
mağlup olurdum, seyirciler
karşısında. O an gülünüldüm
güçsüzlüğüme. Kendimi buna
bağımlı yapardım. İnsanlar
gülerdi, ben yine kötü anları
silerdim beynimden. Hiç
yaşanmamış bir hayatı
tekrarlardım ertesi gün,
kalkınca sabah, boktan
yatağımdan ve yastıktan. Kafam
bulanık olur kalkınca, ayrılırım
çünkü hayallerimden. Geride
bırakırım fantezilerimi. Kafamı
koymuş olduğum göğüslerinden
uyanırım, yatakta yalnız ve boş.
Anılar eksik ve parça parça.
Kırıklı bir fay hattıymışçasına
tektonik depremler meydana
gelir, yatağımda. Ege
bölgesindeki bir deprem
bölgesidir, aklım. Fantezilerim
çalkantılı, hissederim kendimi
alabora olmuş gemi.
Bir robot olsaydım, silerdim
kendimi. Varlığımı ve ben’i. Bu
beden bu ben’e
dayanamayacak derecede,
güçsüz. Ben olmazdım, kendim.
Eğer seçmeseydim, kendim
olmayı. Haykırmak isterim,
ağzım düğümlenmişken.
Susmak isterim, çığlık atarken.
Vicdan temiz. Gönül fahişe.
Kalbimde olmadı hiç, kalıcı.
Hepsi oldu, geçici. Kendimi kötü
hissetmem. Ama hayat değil
beni yıldıran. İnsanlar. İnsanlar
ve sevgisizlikleri. İstiyorum ki
başımı koyabileceğim bir insan.
Olmadı ki hiç. O sebeple
seviyorum, yastıkları. Soru
sormazlar. Başımı koyarım
onlara, ve anlarlar. Beni,
sararlar. Sararım, onları.
Anlamsız virgülleri, sevmem.
İroniyi, severim. Seviyorum
sarılmayı. Kalçalarına ve
göğüslerini ellemeyi. Saçlarını
ise koklamayı. Solumayı
seviyorum, boynunu.
Fısıldıyorum, kulağına.
Uyanıyorum uykumdan. Ve
sabah saat 6:49. Gidilecek,
okula. Dolu olmuş olan nefret
işgüzarları. Yatağım bir
hapishane değil, bir ütopya.
Seviyorum düşlemeyi. Tek
kurtuluşumdur o. Şimdi ise
yataktan çıkma vakti. Vakit geldi
gardiyan!
-mertcan kuranoğlu
Kısaca etik, ahlak ve siyasette insan
Ne evrenin merkezidir, ne başı
ne de sonudur o. Sadece bu
sonsuz uzayda bir kırıntı kadar
değersiz bir yaşayış sürendir o,
insan.
İnsanın sayısız defa bilim
adamları, filozoflar ve din
adamları tarafından ele alınışı
üzerine, hâlen genel-geçer bir
yorum yapamadığımız
ortadadır. Binlerce yıldır
dünyada olan bir hayvan
üzerine yorumlarımız bu kadar
kesin ve radikal iken, insanın
üzerine her kişinin kendi
yorumunun olması, hayatın bir
ironisi olsa gerek.
Elimizde felsefi-insanın çok
geriye dönük bir geçmişi yok,
felsefi-insan’dan kastım Antik
Yunan zamanıdır, felsefenin bi’
nevi doğuşu. İnsanı felsefe
içerisinde ele almak uçsuz
bucaksız bir konudur, diğer
felsefi konular gibi. İnsan,
üzerine en çok öğreti
geliştirilendir felsefede. İnsan
her şeyin ölçüsü mü, her şeyin
sorumlusu mu yoksa her şeyden
elini eteğini çeken bir var olan
mıdır?
İnsanın Antik Yunan’dan
günümüze kadarki –felsefe-
tarihine göz attığımızda, sayısız
defa felsefe tarihinde
kutuplaşmaların, ayrılıkların
olduğu görülür. Genelde
‘birleşmeler’ görülmez, akımları
göz önünde bulundurmazsak.
İnsanın, bir gelişme değil
‘düzleşme’den ibaret olduğunu
söyleyen J. P. Sartre’ı haklı
buluyorum bu noktada. İnsan
geliş(e)mez. Bir taştır. Kocaman
ağır bir taş. Yerinden
oynatmanızın mümkünatı dahi
yoktur. İnsanın kendini
değiştirmek yerine
‘düzleştirdiği’ açıktır. O eskiden
ne ise o’dur. Belki daha düz.
Belki daha da yontulmuştur.
Sokrat’ın tanrı-tanımazlık
sebebiyle öldürülmesi
düşünülünce, içinde yaşadığımız
21.yy’ın pek de geçmişten farklı
olmadığı âşikardır, insan
açısından.
İnsanın felsefi açıdan ele
alınabileceği bir çok uzantıdan
birinden başlayalım. En başta
etik ve ahlak konuları. Etik ve
ahlakın çok kesin çizgiler ile
çizilemeyeceği felsefi tarihince
görülmüştür. İnsanların
değerlerini yıkma yoluna giden
Nietzsche, insanın tam bir salt-
baştan-yaratımlı olmasını
diliyordu. İnsanın, özgürlükçü,
salık-verilmiş bir kuş olmasını
diliyordu. O, insanın, geçmişten
sorumlu tutulmamasını
istiyordu. İnsan, kendi istenci
olduğu sürece mi insandır,
yoksa nefes aldığı sürece mi,
işte bunu tartışmalıyız oturup.
İnsan, kendisini baştan aşağı,
geçmişin onun üstüne yüklediği
sorumluluk ve değerler ile
yaratıyorsa, burada bir sorun
arz eder, etmeli de. İnsan, her
ne zaman, kendi süzgeci ile
düşünemiyor ise, orada ne
ahlak ne de etik konuşulabilir,
kaldı ki, özgürlük ve istenç
kavramlarının adı dâhi geçemez
böyle bir ortamda. “Köleler,
yaptıkları işlerden sorumlu
tutulamaz.” der bir filozof. Az
önce, insanın, içinde bulunduğu
durum da buydu. Nietzsche’ye
benzer örnek olarak
Descartes’ın idolleri
reddetmesini verebiliriz. Kişi,
kendini kuramıyor, bir birey
hâline gelemiyor ise, bu bir
lekedir. Felsefe tarihinde etik ve
ahlak üzerine şunları da
eklemeliyiz: Evrensel bir Etik’e
varmaya çalışanlar
(Universalistler) ile evrensel bir
etiğin imkansız oluşunu iddia
edenler (Relativistler)
arasındaki ‘kavga’ Antik
Yunan’da başlamıştır. Sokrat-
Platon-Aristo ve Sofistler
arasında. Herkesin dahil
olabildiği, herkesi kapsayan bir
Etik belki de çok ütopik bir
düşünce olarak görülebilir. Ama
Etik’i, günümüzde Ahlak
kavramına çok yakın ve kimi
zaman da denk kullandığımız
için, bu konuları iyice
görebilmek için irdelememiz
gerekiyor. Etik, uygulanış
tarzında Ahlak’tan daha
evrensel aslında. Etik’in yoruma
daha açık, Ahlak’a nazaran daha
az-dogmatik olduğu görülüyor.
Ahlak’ın ise daha kapalı, daha
kuralcı, kuralcılıktan öte,
değiştirilemez olduğu ortadadır.
Belli başlı Etik ve Ahlak
öğretilerini eleştirel bir dille
inceleyecek olursak, insana salt
bir nesnel veya öznel bakış açısı
atfeden öğretilerin filozoflarının
çok büyük bir yanılgı içersinde
olduğunu söyleyeceğim. Kant,
Ödev Etiği’nde, insanı değersiz,
yüksüz, tam bir salt mantık-
makinesine dönüştürmüştür.
İnsanın her daim mantıklı
davranmasını, nesnel tutumlu
olmasını, değersiz, duygusuz,
arındırılmış olmasını öğretiliyor.
İnsan bu anlamda nasıl bir
yaşantı içersinde olabilir ki?
İnsanın duygularını, hislerini
elimizden aldığımız vakit, onun
bir bilgisayar beyninden ne farkı
kalabilir? İnsanı her daim
kitaplarda basmakalıp şekilde
tanımlarken ‘insan düşünen bir
varlıktır’ denmiyor mu?
Düşünme yetisine sahip ise,
onu, duygularından
ayırmamalıyız, mahrum
bırakmamalıyız. Bıraktığımız
vakit, insan makineleşme
sürecinde, distopik bir kalıba
girecektir.
İnsanın bir diğer yönü olan:
siyaset. Devlet yönetimi konusu
yüzyıllardır tartışıla gelen bir
diğer konu. Antik Yunan’da
demokrasinin temelleri atıldığı
görülür. Günümüzde ise, genel-
geçer kabul edilen ideal
biçimidir de demokrasi. Devlet
yönetim biçimlerinin isminden
çok ‘yeterli uygulanışları’
ilgilendirir felsefeyi. Bir çok
siyasi görüşün olduğunu
görüyoruz, insanın birbirine zıt
fikirlerinin oluşu, Etik ve Ahlak
konularının dışında Siyaset’te
de kendini belli ediyor. Yönetim
biçimlerini tek tek ele almak
yerine, felsefenin ve insanın bu
yönetimlerdeki yerine
bakıcağız.
21.yy’ın en popüler yönetim
biçimi hâline gelen ‘demokrasi’,
kimilerince bir ütopya, kimisine
göre bir kaçış, aldanıştır,
kimileri için ise ideal yönetim
biçimidir. Biz, insanı, bireyden
öte toplum olarak
düşündüğümüz vakit, ve insanın
bu sistemin bir parçası
olduğunu kabul ettiğimiz
zaman, insanı ne devletten
koparabiliriz, ne de onu dışta
bırakabiliriz. Demokrasiden
önce diyeceklerimiz var ki, ideal
sistem olarak
tanımlyabileceğimiz bir yönetim
biçimi, herkesi içine alması
gereken bir sistem olmalı ve bu
sistem kötü ellere emanet
edilmemelidir yoksa bu bir
sadece aldanış olur bir yalandan
ibaret olur. İnsanın belli başlı
devlet sistemleri arasındaki -
monarşi, oligarşi, demokrasi-
konumunu önce belirlemeliyiz.
İnsanın bir birey olarak öne
çıkmasını istiyoruz. İstemeliyiz
çünkü, diğer türlü olduğu vakit,
insanlar birlikteliği bir ‘toplum’u
değil ‘yığın’ı ön görür. Tarihteki
en yakın örnek 1939-1946
Almanya’sıdır. Biz, insanı, bir
birey, bir eşsiz-düşünür olarak
öne çıkarmak istediğimiz vakit,
onun varlığını yok sayamayız.
Buradaki felsefi düşünce şudur
ki, kendi söz hakkını tanımayan
bir sistemin içerisindeki
‘insan’ımız, aslında çiftlikteki
büyükbaş hayvandan farksız
kalacaktır. Hayvan sahibi ne
kadar hayvanın söz hakkını
tanıyor ise, devlet de insanın
söz hakkını o denli tanıyacaktır.
Toplum yığınlaşırsa, o sistemin
işlenişinden şüphe edilmelidir
bu bağlamda. 21.yy’ın en büyük
yanılgısı ise burada başlıyor.
Kendisini ‘demokratik’ olarak
tanımlayan her devletin aslında
bir ‘yanılgı’ ile yönetiliyor
oluşunun sebebi, insanların söz
hakkının olmamasına yol açıyor.
Demokrasinin en büyük
avantajının ‘seçim’ olması,
insanları tuzağa düşürüyor.
Demokrasinin diğer tüm ilkeleri
ört pas edilerek. Demokratik-
Krallık kuruluyor. İşte burada
insan’ımız yücelmeli, sesini
çıkarmalıdır. Bunun için
insan’ımızın ne denli eğitimli ve
ne denli düşünmeye yatkın
olduğu söz konusudur.
Felsefenin de yeri tam
buradadır. Düşün(e)meyen bir
insanın artık yaşama nedenini
pekala kaybetmiş, pekala
yığınlaşmış, pekala moronlaşmış
olduğu açıktır.
-mertcan kuranoğlu
ifade edişler
“bana özgürlüğümü vermeyiniz
bayım, onu ben almasını bilirim
hakkıyla.”
Siz bana bakmayın, ben
konuşurum, boş konuşurum,
boş atarım dolu çıkar. Siz benim
dertlerime serzenişlerde
bulunmayın. Laflarım çok boş
gelir. İpi ucu birbirini tutmaz.
Uçar gider sözlerim.
Benim sözlerimden en çok
payını alır din ve toplum,
bilirsiniz bayım. Benden
öğrenecek değilsiniz tabi ki de
dini. Siz yalayıp yutmuşsunuz
baksanıza kutsal’ınızı. Neyse,
size laf mı yetiştirmeye geldim?
Hey hat! Bağırıyorum, evet,
avazım çıktığı kadar. Bu
günlerde öldürülmemek adına
sokak ortasında bağırıyorlar
kadınlar. Bağırıyorlar ki insanlık
duysun bu çığlıkları kapalı
kapılar ardındaki erkek’ler. Siz
benim devrik cümlelerimde bir
anlam aramayınız. Siz bilirsiniz
tanrı’nın her bir cümlesini o
kutsal’ınızdan. Bir şeyden de
eksik olmayın. Lanet olasıca.
Siz ki tanrı’nın sözünü üstlenen
‘kesim’, siz ki ‘hoşgörünün’
sembolü. Siz ki… siz ki tanrının
orospuları!
Deli ediyorlar azizim böyleleri.
Bir bokmuşçasına yer
ediniyorlar kafamda. Ne de
usanmaz arlanmazlar. Ne de
yerin-dibine-giresiceler.
Şaşırıveriyorum doğrusu
böylelerine. Düşünsene, pek
güzel, asalak tanrı’sı bu adama
dünyayı yönetme adına öğütler
vermiş. HA HA! Evet, ben de
gülüyorum doğrusu bunlara.
Tanrı yönetmesini bilmiyor da
bunlara görev vermiş miş de
vermiş. Yok canım olur mu öyle
şey? Bir de tanrı’sı adına insan
katlediyor. Tanrı’sı böyle
istiyormuş. Tanrı’sı ne de aciz ki
kendisi adına insan bile
öldürme gücüne sahip değil,
köpekler tutmuş kendilerine
bunu yapması adına tembel piç
kurusu.
Benim laflarıma kulak vermeyin.
Konuşur konuşur giderim ben.
Böyleleri ki savunucusu
dünyanın, bilmiyolar ki
mahvedicileri dünyanın. Benim
insan sevmeme bile karşılar
bunlar azizim. Benim, bir insana
sevgimi, aşkımı göstermeme
bile izin vermeyen bu sürtük
tanrı’nın tutsak köpekleri.
Akılları yarım gramdan fazla
olmayan bu din-dar kahpelere
afili bir cevap vermek bize
düşmüştür. Biz vermeyeceğiz de
kimler verecek cevap?
Sapkın diyorlar bizlere. İnsan
sevdiğimiz için. Kendileri gibi
insanların başlarını kesip
meydanlarda sergilemeyiz,
sevişiriz, öpüşürüz, diye ‘sapkın’
derler bizlere. Kendilerinden
değiliz diye biz ‘öteki’leriz.
Vardıkları fanatizm altında
eziliyorlar bu aşağılıklar.
Başkasının özgürlüğünü
kısıtlamayı bir hak sayıyor bu
reziller. Seviyor olduğum
gözlerine batıyor. Tanrı’nın
hoşgörü sözlerini hiçe sayıyorlar
iddia ettikleri ondan gelmiş olan
bir takım anlamsız safsata ki
gelen bir dağ kovuğunda deli bir
şizofrenik hareketleri olan ki
ismi kimin olan ‘muhammed’,
kim evlenmiş olan, genç kızlarla,
iddia eden ‘hoşgörüyü,saygıyı’
kendi kurduğu terör ‘din’inde,
ele geçiren dünyayı, uçuruma
sürükleyen kitleleri, ki, varmış
olan fanatizmin doruklarına ve
‘hoşgörü’den ziyade olan bir
örgüt: ‘ayrımcılık’.
Hayır. Bunlara cevap vermeyi
bırakmayacağım. Seveceğim
gönlümce onların saydığı
‘sapkın’. İddia ettikleri kişiler ki
dedikleri ‘tanrının nefret
ettikleri, hastalıklı’. Ben tek
birisinin adamıyım: benim.
Benim’in duygularının. Ben
duygusalım azizim. Duygu’sal.
Duy’gusal. Duy’sal. Şuralarımda
hissediyorum bazen sevgiyi,
sevdiğime karşı hissettiğim.
Devrik cümleler deviriyor rayları
trenlerin. Varamıyor trenler
gidecekleri yerlere yapıyorlar
kaza. Dev’rilen trenler. Ve
raylar.
Çok basit bir dileğim olmuştu
halbu ki. Sevmek. Ama onlar
bunu bile elimden aldı.
Yerinden söktüler ‘kalb’imi.
Hissedemez oldum kendimi
daha fazla insan. Sızladı içim,
insansızlıkla. Kaybettim
duygu’larımı. Yitiri verdim,
ben’imi. Beni parçaladılar,
parça’lara.
Daha fazla yol yürüyemez
oldum. Kaldırımlar dar geldi.
Çok doluydular. Her tarafı insan
içinde insansızlıkla.
İnsansızlıklarla dolu insanlar ve
insanların kaybettiği insanlılık
onlara birer lekeydi. LEKEDİR bu
dostlarım. Kendime çektiğim şu
sınır ile insansızlık arasındaki
leke. Simsiyah bir leke. Kendimi
ele veriyorum. Sınırı geçiyorum.
Onlardan birisi oluyorum. Bir
dindar oluyorum. Tanrı’ları
adına insanları öldürüp
kadınlara tecavüz ediyorum.
Bacaklarını gövdelerinden ayırıp
bir cami havlusunda gösteriş
yapıyorum. Sakalları uzatıp
hac’a gidiyorum. Tavaf
yaparken ben ters dönüyorum
insanların yaptığına karşı. Onlar
hacı olurken ben aforoz
ediliyorum. Tanrı benim diğer
insanlarla aynı yöne dönmemi
istiyormuş meğer. Tanrı’nın
sıçtığı yerde gül bitermiş. Tanrı
hepimizin beynine sıçıyor
çünkü. Ve tanrı, ki, kim,
yasaklıyorsa hemcinsimi
sevmemi, bana sıçıyor.
Görüyorum onu bir yerlerden.
Ne kini, öfkesi vardı da beni,
alıykoydu, sevmekten,
insanları? Tanrı pekala kötü biri
olmalı. Ama sonra bıraktım ona
ve siktiriboktan sürtükçe
yalanlarına o pezevenkin.
Sonralarda anladım aslında
onun bir ‘gösteri’ olduğunu. Ne
de güzel inandırdılar, hey hat.
Bir sonlu-sonsuz bu. Hiç bir
zaman sona er(e)meyen fani bir
şey(ler). İçine doğduğumuz bu
dünyanın bir yanılgısı, algı
çakışmazlığı.
-mertcan kuranoğlu