224
Demir Küçükaydın Ermeni Katliamı ve “Sorunu” Üzerine 1981 - 2015 Yayınları

Demir küçüktaydın ermeni katliamı ve sorunu üzerine yazılar 1981 2015 v7

Embed Size (px)

DESCRIPTION

Demir Küçükaydın'ın 45 yıl boyunca, 1981'den beri Ermeni Katliamı ve "Sorunu" üzerine yazdığı yazıların derlemesi.

Citation preview

1

Demir

Küçükaydın

Ermeni

Katliamı ve

“Sorunu”

Üzerine 1981 - 2015

Yayınları

2

EErrmmeennii KKaattlliiaammıı vvee ““SSoorruunnuu””

ÜÜzzeerriinnee

((11998811 –– 22001155))

DDeemmiirr KKüüççüükkaayyddıınn

YYeeddiinnccii SSüürrüümm

NNiissaann 22001166

DDiijjiittaall YYaayyıınnllaarr

İİnnddiirr –– OOkkuu –– OOkkuutt -- ÇÇooğğaalltt –– DDaağğııtt

Bu kitap Köxüz sitesinin dijital yayınıdır.

Kar amacı olmadan, okumak ve okutmak için, indirmek, dijital olarak

basmak ve dağıtmak serbesttir.

Alıntılarda kaynak gösterilmesi dilenir.

YYaayyıınnllaarrıı

1

Ermeni Katliamı ve “Sorunu” Üzerine Yazılar

İçindekiler

1980’lerin Başında Yazılmış Bir Yazı ve Tartışmalar .......................................................... 4

Ermeni Sorunu ........................................................................................................................ 5

Egemen Ulus Sosyalistlerinin Görevleri .............................................................................. 11

Ermeni Sorunu Üzerine Sunsay’a Cevap ............................................................................. 13

Ermeni Katliamı Karşısında Tavır ....................................................................................... 17

Bir Başka Polemik ................................................................................................................ 21

Aynı Kişiye İkinci Bir Eleştiri.............................................................................................. 24

Sosyalistler, Mihri Belli, Ermeni Katliamı Üzerine ............................................................. 26

Gazete Makaleleri................................................................................................................... 29

Türk Nedir? .......................................................................................................................... 30

Tarihin Laneti ....................................................................................................................... 32

Kötü Olabilme ve Yanlış Yapabilme Hakkı......................................................................... 35

Hatalar Sizden Hızlı Koşarlar ............................................................................................... 37

Ararat .................................................................................................................................... 39

Türklüğü ve Ulusu Yeniden Tanımlamanın Farkı ............................................................... 41

Orhan Pamuk, İHD ve Sosyalistler ...................................................................................... 44

Geliyorum Diyen Felaket ..................................................................................................... 47

Azınlık Konusunda Yazılar’a Önsöz .................................................................................... 49

Kemalizm ve İslam ............................................................................................................... 60

Köln’de Yapılan Açık Oturumdaki Konuşma ...................................................................... 62

2

“Ermeni Tehciri” ve Günümüzde Politika ........................................................................... 65

Talat Paşa Jakoben miydi? ................................................................................................... 68

bir anlık gecikme .............................................................................................................. 73

bir lahza i teahhur ............................................................................................................. 74

Murat Belge, “Biz”, “Toplum”, Ulus ve Marksizm ............................................................. 77

Türklerin Müslümanlaşması mı? Müslümanların Türkleşmesi mi? ..................................... 89

Türkler, Güvercinler ve İnsanlar .......................................................................................... 95

Hrant Dink ve Behiç Aşçı ve Kartopu Etkisi ....................................................................... 99

Panel İlanı ........................................................................................................................... 103

Ermeni Soykırımı, Milliyetçilik, Nedenleri ve Günümüze Etkileri Paneli İçin Taslak Notlar

............................................................................................................................................ 104

Hukuki ve Sosyolojik tartışma Üzerine ......................................................................... 104

Metodolojik İlkeler ......................................................................................................... 104

Konuya Yaklaşım ........................................................................................................... 105

Özür Dilemenin Sorunları ve Her şeye Rağmen Niçin Kampanyaya Destek? .................. 108

Tarih ve Demokrasi ............................................................................................................ 112

Son Dönem İnternette Yazılanlar ....................................................................................... 115

Sarkis Hatspanian’ın “Hocalı Katliamı” ile İlgili Yazısı, Gazi Katliamı, Ergenekon, Gün

Zileli ve Milliyetçilik Üzerine ............................................................................................ 115

Ek 1: 26-27 şubat 1992: «Hocalı Katliamı» Yalanının Anatomisi ! .............................. 140

Ek 2: “"Azerbaycan Darbesi" ve "Gazi Katliamı" (Gazi Katliamı'nın 17.yılı dolayısıyla) -

Kemal Erdem .................................................................................................................. 148

Sayın Hatspanian’a Milliyetçilik Üzerine .......................................................................... 157

Politik Bir Profil İçin Öneri: “24 Nisan’ı 1 Mayıs Yapalım” ............................................. 162

Aynı konuda geçen yıl yapılan öneri ve bu vesileyle yazılanlar: ................................... 168

SYK’nın Politik Profili İçin Bir Kampanya Önerisi Hakkında Eke Açıklamalar (1) ........ 172

Sevag'ın Annesinin Mektubu ve Türklerin Kötülük Yapma Hakkına Karşı Mücadele ..... 175

Gezi Parkı’na “Hrant Dink Parkı” Adını Verelim. Eskiden 1915’te Katledilen Ermenilerin

3

Anısına Yapılmış Anıtı Yeniden Dikelim .......................................................................... 178

Ek: Gezi Parkı ve Anıtın Tarihçesi Hakkında Kısa Bilgi ............................................... 178

Ermeni Malları, Gezi Aynasında Marksizm Sempozyumu ve Nazım Hikmet Kültür

Merkezi ............................................................................................................................... 180

“6 – 7 Eylül Olayları Vesilesiyle TKP'ye Bir Öneri ...................................................... 181

İstanbul Köpek Katliamı, Ermeni Katliamı ve Holacoust .................................................. 192

Ermeni Katliamı’nın 99. Yıldönümü Vesilesiyle “Soykırım” ve “Özür Dileme”

Kavramlarının Sorunları Üzerine ....................................................................................... 211

Soykırım Kavramının ve Özür Dilemenin Sorunları ......................................................... 218

4

1980’lerin Başında Yazılmış Bir Yazı ve Tartışmalar

Ermeni katliamı ve “sorunu” üzerine ilk yazıyı 1980’lerin başında Niğde cezaevi’nde iken

yazmıştım. Bu yazı gizlice cezaevinden dışarı çıkarılmış ve daha sonra Almanya’da Çıkan

Der Weg –Yol adlı dergide de yayınlanmıştı.

Daha sonra Avrupa’da Sürgünlük yaşamına başladığımızda bu dergileri görme olanağımız

oldu. Yazının bir kısmı yayınlanabilmiş ve dergi daha sonra yayınını durdurmuştu. İşte

aşağıdaki metin bu dergide yayınlanabilmiş ilk bölümü oluşturuyor. Devamı bizim de elimizde

yok.

Yine de yazı bu eksik haliyle bile yakın zamana kadar üzerine hemen hemen hiçbir yazının

bulunmadığı Ermeni Katliamı konusunda artık bu gün tarihsel bir belge özelliği taşıyor.

Bu dergide yayınlanan ilk bölümünü, İnternette özellikle Ermeni ve Süryani katliamı

konusunda yoğunlaşan Tarih ve Demokrasi sitesinde yayınlamıştık.

Bu yayın ve onunla ilgili tartışmalar aşağıda bu derlemenin ilk bölümünü oluşturuyor.

5

EErrmmeennii SSoorruunnuu

Son yıllarda Türk burjuvazisinin birçok diplomatının Ermeni örgütlerince öldürülmeleri, Türk

burjuvazisinin iğrenç bir susuşla yıllardır karanlığa boğup unutturmaya çalıştığı Ermeni

sorununu yeniden gündeme getirdi. Ermenilerin Türk diplomatlarını öldürmeleri ve diğer

eylemleri burjuva basınının hemen her günkü konularından oldu. Bu yazılar dikkatle

okunursa, burjuvazinin kendi diplomatlarının ölümüne timsah gözyaşları döktüğü görülür.

Çünkü bu malzeme sayesindedir ki, şovenizm körüklenmekte, Türk halkının korkunç bir

komplo karşısında bulunduğu propagandasıyla kendi komplosunu gizlemekte, dikkati "dış

düşmanlara" çekerek içteki sınıf mücadelesini bastırmaktadır.

Liberal burjuva basınındaki solcu köşe yazarları da özünde aynı koroya katılmaktadır. Tek

fark şudur: Finans-Kapital propagandacıları Ermeni eylemlerinin ardında Sovyetleri ve

"uluslararası Komünizmi" göstermekte ve Ermenilere karşı oluşturdukları düşmanlığı anti-

komünizm kanalına akıtmaya çalışmakta iken, reformistler çeşitli emperyalist ülkelere ağırlık

vermekte, kendilerinin daha tutarlı milliyetçiler olduklarını kanıtlamaya çalışmaktadırlar.

Reformistlerin dediği özetle şudur: Finans-Kapital egemenliği Türkiye'yi zayıflatmıştır,

zayıflığı fırsat bilen diğer ülkeler de Ermenileri kışkırtarak Türkiye'yi bölmeye

çalışmaktadırlar. Sonuç: Türkiye'yi güçlendirelim! Bu nasıl olacak? Sınıf çelişkilerini

yumuşatarak, "haysiyetli dış politika" izleyerek... Hasılı hepsinin amacı birdir. Türkiye'yi,

yani Türkiye'deki burjuva düzeni güçlendirmek..., ama "rivayetleri muhteliftir"

Bizim amacımız ise Türkiye'deki burjuva düzenini yıkmaktır. Biz probleme uluslar değil,

sınıflar açısından bakarız. Çünkü çağımızın hiç bir problemi sınıflar ve sınıf mücadelesi alanı

dışında anlaşılamaz. Bizzat burjuvazinin tavrını açıklayan da sınıf mücadelesi öğretisidir.

Türkiye'deki Marksist yazında Ermeni sorunu üzerine -ilerde ele alacağımız tek istisna

dışında- hemen hemen hiç bir yazı yoktur. Sorun bütünüyle burjuva basının tekelinde gibidir.

Peki bu sorun karşısında biz Devrimci Marksistlerin tutumu ne olmalıdır? Bu yazıda bu

soruna genel hatları ile açıklık getirmeye çalışacağız.

***

Bugün Türkiye toprakları üzerinde bir Ermeni ulusu yoktur. Ermeniler birkaç büyük şehirde

azınlıklar halinde yaşamaktadırlar ve en büyük bölümü de İstanbul'da toplanmıştır. Halbuki

çok değil, daha 60-70 yıl öncesine kadar Anadolu'da milyonlarca Ermeni yaşıyordu.

Osmanlılar bugün "Doğu İlleri" denen yere açıkça "Ermenistan-Kürdistan" diyorlardı. Bugün,

bu koskoca ulus hiç bir iz bırakmadan yitmiş gibidir.

Ne var ki, bu bir yanılsamadır. VAROLAN bugünkü toplumsal yapı YOKOLAN Ermeni

ulusu olmadan açıklanamaz. Bugünkü toplumsal yapının varlığını belirleyen yok olan Ermeni

6

ulusudur. Diğer bir deyişle, yok olmuş Ermeni ulusu, bugünkü Türkiye'nin toplum ve kültür

yapısında capcanlı yaşamaktadır. Birkaç örnek verelim.

Köroğlu destanı bilinir. Yiğitlik, zalime baş kaldırma denince akla Köroğlu gelir. Köroğlu

destanı biraz dikkatlice incelenirse, içinde "Bolu beyi" filan geçmesine rağmen, destanın

Kafkaslar ile Ağrı arasında, yani Osmanlı'nın Ermenistan dediği bölgede geçtiği görülür.

Destanda geçen toplum yapısı ve destanda geçen kültür, Türk-Müslüman toplum ve kültür

yapısından bambaşkadır. Köroğlu bir Ermeni destanıdır, Köroğlu da bir Ermeni yiğidi, halk

kahramanı. Demek yok sanılan Ermeni ulusunun kültürü, Köroğlu olmuş bizi belirlemiştir.

Bizim varlığımız Ermeni ulusunun yok oluşuyla diyalektik bir birlik içindedir. Hiç bir ulus iz

bırakmadan yok edilemez. Hele kültür ve medeniyet seviyesi yüksek bir ulus hiç. Ermeniler

ise kültür ve medeniyet düzeyi bakımından Anadolu'da en ileri ulustular.

Bu düzey farkının en basit kanıtlarından biri şu sözden bile çıkarılabilir: "Ermeni ustanın eli

değmeyen caminin kubbesi ve minaresi ayakta kalmaz (yıkılır)". Ermeniler Hıristiyan’dır,

Anadolu'nun geri kalanı Müslüman. Ama Anadolu'da kaç cami bulunabilir bir Ermeni ustanın

elinden çıkmamış. Pek az. Ermeniler Anadolu'nun zanaatkarları ve tüccarlarıydılar.

Bugün bile Kürdistan'da hemen bütün kasaba ve şehirlerdeki ağa, eşraf, bey konakları, evleri,

arazilerinin hep Ermenilerden kalma olduğu görülür. Kürdistan'ın güçlü derebeyliğinin

varlığını, Ermenilerin yokluğu belirlemiştir. Kürdistan derebeyleri, Ermeni yok oluşunun

sosyal yapıya damgasını vurmuş canlı tanığıdır.

Batı'da Rum, Doğuda Ermenilerden kalan gizli hazinelerin ve o hazineleri bulup zengin

olanların hikayeleri, umutsuzluk içinde mucize arayan Anadolu emekçisinin ilginç bir tipi

olan "hazineci"lerin dilinden düşmez.

Tarihin en korkunç katliamlarından birine uğrayarak fizik olarak yok edilmiş, ama yarattığı

maddi-manevi kültür öğeleriyle hala içimizde capcanlı varolan bir ulustur Ermeniler.

Ermeniler bilinmeden bugünkü Türkiye-Kürdistan gerçekliği tam olarak anlaşılamaz.

Anlaşılamayan şey ise değiştirilemez. Burjuvazi bunun çok iyi bilincindedir. Kürtlük gibi

Ermenilik de legal basında, halka karşı tam bir karanlığa gömülür, susuşla geçilir, ama gizli

MİT arşivlerinde bütün anlamıyla yerini alırlar. Burjuvazi "deliye taşı andırmamak" için susar

ama içinden tek düşündüğü söylemediğidir.

Ermeni sorununda Türkiye'deki Marksist literatürde tek dikkate değer inceleme -bildiğimiz

kadarıyla- Dr. Hikmet Kıvılcımlı'nın "İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark)" adlı 1930'ların başında

yazılmış kitabında bulunmaktadır. Onun için Ermeni sorununu ele alırken bu kitaptaki

Ermenilikle ilgili bölümü temel olarak ele alacağız. Bu bölümde doğru olanı koruyup yanlış

olanı eleştirerek Ermeni sorununu çözümlemeye çalışacağız.

Osmanlı İmparatorluğunun tarihine baktığımız zaman Ermenilerin özellikle zanaatkarlık ve

ticaret merkezlerinde bezirganlık alanında gelişkin, etkili olduğu görülür. Bu tarihsel arka

plan, Asya kıtasındaki Osmanlı toprakları üzerinde yaşayan uluslar içinde (Türkler, Kürtler,

Araplar) modern burjuva gelişiminin dolayısıyla milliyetçi fikirlerin Ermeniler arasında

öncelikle gelişimine yol açmıştır. Liman şehirlerinde gelişen Ermeni burjuvazisi Ermeni

7

milliyetçiliğinin esas temelini oluşturmuştur. Yine aynı şekilde Ermeni zanaatkarlar kapitalist

münasebetlerin gelişimiyle birlikte Osmanlı devleti proletaryasının ilk öncüleri arasında

önemli bir yer edinmişler ve Ermeni burjuvazisinin hemen ardından kendi partilerini

kurmuşlardır. Engels, Komünist Manifesto'ya yazdığı önsözlerin birinde, Manifesto'nun

Ermenice'ye çevrildiğini haber verir. Keza Osmanlı topraklarına ilk sosyalist fikirler, Balkan

uluslarının yanı sıra Ermeniler aracılığıyla girmiştir. Osmanlı Mebusan Meclisinde sosyalist

Ermeni milletvekilleri vardır.

Ne var ki, cılız ve geç gelmiş, daha doğarken karşısında proletaryayı bulmuş Ermeni

burjuvazisi, Ermeni ve diğer emekçilerden ziyade çarlık Rusya'sına dayanmayı yeğliyordu.

Çarlık Rusya'sı ve İngiliz Emperyalizmi arasında Asya pazarları için süregelen çatışmada kilit

noktanın Ermenistan olması, bu pazarlara egemen olma ile bir Ermeni devleti kurulup

kurulmaması sorunu iç içe geçiyordu. Elbet, bir ulusun bağımsızlığını kazanabilmek için

egemen devletin ve diğer emperyalistlerin çelişkilerinden yararlanması olağandır ve

gereklidir. Nitekim Balkanlardaki ulusların birçoğu bağımsızlıklarını kazanırken bu

çelişkilerden büyük ölçüde yararlanmışlardır. Ne var ki, Ermeniler için bu durum

Balkanlardakinin tam zıddı bir sonuç yarattı.

Balkanlar Avrupa'ya daha yakın olduğu, tefeci-bezirgan soysuzlaşmasına daha az uğradığı

için orada modern kapitalist münasebetler pre kapitalist (kapitalizm öncesi) münasebetlere

üstün gelebilecek kadar güçlenmişti. Buna karşılık Asya'da Ermeni burjuva gelişimi

derebeylik denizinde bir ada gibiydi.

Osmanlı devletindeki Müslüman-Hıristiyan çatışması, özünde derebeylik-burjuva çelişkisinin

bir ifadesiydi. Hıristiyanlık kapitalizmi-burjuvaziyi, Müslümanlık derebeyliği, burjuva

kurtuluşunu engelleyen antik Osmanlı devletini temsil ediyordu. Hıristiyanlık balkanlarda

Müslümanlığı yenebilirken, Anadolu'da Müslümanlık Ermeni-Hıristiyanlığı ezdi. Bu

derebeyliğin kapitalist gelişmeye üstün gelmesi anlamına geliyordu. Yani Anadolu'da modern

gelişimin engellenmesi.

Bu nedenle Türk-Kürt Müslümanlığın Ermeni Hıristiyanlığı katletmesi, bir ulus ve din

çatışması görünümü almakla birlikte, derebeylik-burjuva çatışmasının bir ifadesiydi. Tarihte

derebeyliğin burjuva gelişimi zorla, katliamla engellediği çok görülür. Sen Barthelmy

katliamı ve Ermeni katliamı özünde aynı çelişkiden kaynaklanmıştır. Sonuçları da pek farklı

olmamış, Fransa, burjuva devrimini İngiltere'den ancak yüz yıl sonra yapabilmiştir.

Osmanlı imparatorluğunun Batısı ve Doğusu arasındaki gelişim zıtlıkları Avrupa'da da

görülebilir. Protestanlığın Katolikliğe üstün gelebildiği -tıpkı Balkanlarda Hıristiyanlığın

Müslümanlığa üstün gelmesi gibi- Kuzey Avrupa'nın daha barbar uluslarında kapitalizm daha

erken ve hızlı gelişme olanağı bulabilmiş; buna karşılık, Katolikliğin Protestanlığı cadı

kazanlarında, Sen Barthelmy katliamlarında yok ettiği Güney Avrupa ülkelerinde doğru

dürüst bir kapitalist gelişmenin yolu tıkanmıştır. Bugün bile güney Avrupa Kuzey Avrupa'dan

daha geridir. Güney Avrupa Protestanların şahsında kendi modern gelişimini yakıyordu. Türk

ve Kürtler de Ermenileri keserken, Anadolu'nun bir dereceye kadar olsun modern gelişiminin

yollarını tıkıyorlardı.

8

Şimdi burada kısaca değindiğimiz noktaları bir de Kıvılcımlı'nın kitabından daha özlü

anlatımıyla okuyalım:

"Osmanlı İmparatorluğu, Çarlık Rusya'sı ile İngiliz emperyalizmi arasında Orta Asya

pazarları üstüne başlayan rekabete kilit ve anahtar noktası, bugünkü Şark Vilayetlerinde, bir

Ermenistan hükümeti veya muhtariyeti kurup kurmamak meselesi idi. Bu meseleye bir

zamanlar "Şark Meselesi" denildi. Osmanlı İmparatorluğu derebey ve saltanat şeklini

muhafaza ettiği müddetçe, Şark vilayetlerinde iki zümre vardı: 1- Kürtlük: Daha ziyade

derebey, klan ve aşiret sistemleri içinde, dağınık, siyaset dışı bir kalabalık şeklinde idi. 2-

Ermenilik: Genellikle burjuvalaşan ve İstanbul, Trabzon gibi önemli ticaret merkezlerindeki

kodaman sermaye ırktaşları ile sıkı sıkıya bağlı, İngiliz metalarını İran yaylasından İç

Asya'ya taşımakla görevli bir küçük burjuva çoğunluğu üzerine kurulmuş bezirganlık

manzumesi demekti. Emperyalist tezatların dış kışkırtmaları yüzünden biraz daha şiddetle

alevlenen Kürt-Ermeni zıddiyeti, bu iki zümre insanın arasındaki din, dil ve ilh. Farklardan

ziyade, adeta bu iki rejim farkından doğma derebey-burjuva zıddiyeti oldu. İki kutup, Osmanlı

Avrupa'sı'nda geniş çapta rol oynayan: Müslüman-Hıristiyan (derebey-burjuva) tezadı, daha

ziyade tarihi ve mevzii şartlar yüzünden Şark vilayetlerinde, Balkanlardakinin aksine,

ikincilerin mağlubiyetiyle halloldu.

"Meşrutiyet burjuvazisi "Şark Meselesi”nin tedhişi altında, ilk ve büyük tehlike olarak

gördüğü Ermeniliğe çullandı. Zaten Osmanlı saltanatı içinde kalmış milletler içinde, -

Balkanlar bir tarafa bırakılırsa- siyasi bilinç ve teşkilata kavuşmuş keskin metalipli (talepler

ileri süren- y.n.) yığın Ermenilerdir. Meşrutiyet Burjuvazisi, birçok sahalarda olduğu gibi,

Ermeni milliyetçiliğine karşı da derebeylikle el ele verdi. Elele verdiği derebeylik, öteden beri

iki ayrı rejim zıddiyeti ile Ermeniliğe karşı tutulan Kürt derebeyliğiydi! İttihat ve Terakki

devlet cihazı, illegal bir kararla başa geçti; Kürt derebeyleri milis teşkilatlar halinde

silahlandırıldı, Türklükle Kürtlük, Ermenileri dünyada nadir görülmüş sinsi bir vahşet içinde

katliama uğrattı. Fakat bu katliamdan Türk meşrutiyet burjuvazisi kadar ve belki ondan çok

daha fazlasıyla istifade edenler Kürt derebeyleri oldu. Ve Kürdistan'da derebeylik biraz daha

rakipsiz, çapul ettiği Ermeni mallarıyla biraz daha şişman oldu." (S.19-20)

1915'teki "tehcir"de katledilen Ermeniler birkaç milyonu bulmaktadır. Bunlardan canını

kurtarabilenler Suriye'ye yerleşmişlerdir. Katledilen Ermenilerin arazilerine, evlerine Kürt ve

Türkler, özellikle eşraf ağa takımı konmuştur. El konulan bu malları koruma kaygısı Antep,

Maraş, Adana'nın Fransızlardan kurtuluşu için silaha sarılmalarında az rol oynamamıştır.

Fransız işgalciler, Ermenilerden birlikler kurup buralara sevk edince mahalli direnişler

başlamıştır.

Katliamda özellikle Şafi Kürtler önemli rol oynamışlardır. Buna karşılık ilkel-komuna

geleneklerinin daha güçlü olduğu Alevi Kürtler birçok Ermeni'yi katliamdan kurtarmış,

saklamış, evlat veya eş edinmiştir. "Dersim Tarihi" yazarı en az kırk bin Ermeni'nin Dersim'e

sığındığını yazar. Bunların kalıntıları menekşe yada yeşil renkli gözleriyle özellikle

Kürdistan'da sık sık görülebilir.

9

"Bugün Ermeni denince ne anlıyoruz" diye soruyor Kıvılcımlı 1930'da ve cevap veriyor:

"Verilen resmi rakamlara inanmak lazım gelirse, Ermenistan'da 900 bin, Türkiye'de 75 bin,

Suriye'de 150 bin, Yunanistan'da 35 bin kadar Ermeni vardır. Bugün Şark vilayetlerinin

"mesameleri" içinde gizlenip kalmış bir hayli Ermeni ırkından insan var. Fakat bunlar,

dinleri ile birlikte dillerini de günden güne kayıp ediyor ve hakim Kürt psikolojisi ve tesiri

altında Kürtleşiyorlar. Şark vilayetlerinde şimdi 'mühtedi' (islamiyete kabul edilen- y.n.) sıfatı

ile tanınan eski Ermeniler adeta hayatlarını kurtaranların bir nevi gönüllü köleliğini unutmak

ve unutturmak için, Ermeniliklerini henüz unutmamış olmalarına rağmen eski hatıralarına

karşı bir ölüm sukutu ile mütehassıs olmak mecburiyetindedirler. Birkaç nesil sonra her şeyi

unutmaya mahkum olan bu 'mühtedi'ler, bugün Şark vilayetlerinin en yoksul (...) marabaları

halinde, bugün bile zaten aralarında daha ziyade bir din farkı bulunan ve ırk ve kültürce aynı

kökten geldikleri, yüzyıllarca aynı tabii ve sosyal çevrenin beraberi oldukları Kürtlerle

kaynaşmış ve Ermeni'den ziyade Kürtleşmiş bir haldedir. Onun için bu mühtedileri Şark

vilayetinin Kürt camiasından ayırmak oldukça suni ve güç olacaktır..." (s.21)

Buraya kadar öngörülenler bugün gerçekleşmiştir. Anadolu'da hemen hiç Ermeni kalmamış

gibidir. Ermeniler özellikle birkaç büyük şehirde yoğunlaşmış olmakla birlikte sayıları

hakkında hiç bir istatistik yok. Bu şehirlerde bile küçük azınlıklar halinde bulunmaktadırlar.

1930'lara göre muhtemelen nüfusa oranları da azalmış olabilir. Bugün Türkiye'de Kürtlerinki

gibi bir Ermeni ulusundan ve ulusal hareketinden söz edilemez. Ne var ki, Ermeni'ler tüm

diğer azınlıklar gibi ezildikleri, sürekli tedhiş altında tutuldukları için bu duruma son verecek

gerçek bir eşitliği kurmak, devrimin objektif demokratik görevleri arasındadır. Ermeni

azınlığı içindeki emekçiler bu nedenle proletaryanın müttefiklerinden birini oluşturur. Ermeni

burjuvaları ise, kilise ve Türk burjuvazisi ile ortaklık içinde karını arttırmaktan, düzenini

korumaktan başka bir şey düşünmemektedir.

Kıvılcımlı'nın 1930'larda ulaştığı sonuç ta aynı yöndedir. Orada "Türkiye'nin bugünkü

hudutları içinde sırf bir ermeni fikir hareketi, bir kitle hareketi olmaktan tamamı ile uzaktır.

Başka tabir ile, geniş halk tabakaları içinde derin hareketler uyandıracak bir Ermenilik

meselesi Türkiye içinde imkansızdır" sonucuna ulaşıyor.

Bugün Türkiye'de bir Ermeni Hareketi yoktur. Ama devrimci hareketi yakından tanıyanlar

bilirler ki, devrimci hareket içindeki Ermenilerin oranı nüfus içindeki oranları ile

kıyaslanmayacak ölçüde yüksektir. Genç ve yoksul Ermeniler, tam bir enternasyonalist

kavrayış içinde kendi kurtuluşlarının sosyal kurtuluştan geçtiğini anlamışlardır, ve Marksizm-

Leninizm bayrağı altında dövüşmektedirler. Birçok devrimci hareketin önderleri arasında

Ermeniler vardır ve birçok devrim şehidi vermişlerdir. Ermeni yoldaşlar şimdiye dek hemen

hiç bundist eğilim –yani proletaryayı milliyetlerine göre bölme eğilimi göstermemişlerdir. Bu

tavırları tüm dünyadaki Ermeni gençlere, proleterlere örnek olmaktadır.

(DEVAMI GELECEK SAYIDA)

(Yazının yayınlanan kısmı burada bitiyor.)

*

10

(Yazının İnternette daha sonraki yayınlanışında yazının devamına ilişkin yazılan not.)

Yazının devamına ilişkin not:

Ermeni Sorunu başlıklı bu yazı, Almanya'da Yol - Der Weg dergisinin 1982 yılındaki Mayıs-

Temmuz tarihli 22-24. Toplu sayısında yayınlanmış. Bu dergi bundan sonra çıkamadı,

dolayısıyla devamı da yayınlanamadı. Yazının devamı benim elimde de yok. Yazıyı cezaevinde

yazmış ve gizlice dışarı çıkarıp Yol'u çıkaranlara iletmiştim. Yazı, dışarı çıkarılabilmek için,

Selpak kağıt mendile yazılmıştı. Yazının devamı ne oldu bilmiyorum. Yazı benim adımla değil,

Temel Ateş imzasıyla yayınlanmıştı. (Bu dergide çıkan yazıların çoğu bana aitti ve çeşitli

isimler kullanıyordum). Fakat Temel Ateş, tesadüfen bir CHP milletvekilinin de adıymış, bu

milletvekilinin sorguya çekildiğini, kendisinin bir isim benzerliğinden başka bir ilgisi

olmadığını ben de tesadüfen bir gazetede okumuş ve hatta böylece yazıların yayınlanmış

olduğunu anlamıştım.

Yazının devamında ne vardı?. Yanılıyor olabilirim ama hatırladığım kadarıyla şöyleydi:

Önce Hikmet Kıvılcımlı'nın bir eleştirisine giriyordum. Yazının sonraki bölümünde yine

Kıvılcımlı'dan alıntılar yapıyordum. Bu alıntılarda, 1930'larda, Sovyet Ermenistan'ının

Diasporadaki Ermenilere mutlu bir gelecek vaat ettiği ve Dünyadaki Ermenilerin artık oraya

göç ettikleri, dolayısıyla Sosyalizmin Ermeni sorununu da dolaylı bir şekilde çözdüğünü

söylüyordu. Ben de bu noktada Kıvılcımlı'yı eleştiriyor, ne yazık ki bu öngörü

gerçekleşmemiştir, 1930'lardaki eğilim tersine dönmüştür, Sovyet Ermenistan'ı Ermeni

sorununu çözememiştir diyor, bunun, bu öngörü yanlışlığının Kıvılcımlı'nın Sovyetlerdeki

değişiklikleri, Stalinizmi anlamamasından kaynaklandığını belirtiyordum. Tam da meselenin

hallolmadığının bir kanıtı olarak diaspora'daki Ermeni gençlerinin ASALA gibi örgütler

kurduklarını yazıyordum.

Ermeni sorununun çözülmemişliği ile bağlantılı ve Ermeni yoksullarının ve gençlerinin

memnuniyetsizliğinin bir ifadesi olmakla birlikte, bu hareketlerin anlayış ve yöntemce yanlış

olmalarının yanı sıra, bazı istihbarat teşkilatlarının yönlendirmesine de uğramış olduklarının

düşünülmesi gerektiğini belirtiyordum. Bu bağlamda, Suriye ve Lübnan'ın Fransa ile eski

bağları, Avrupa'da Türkiye'nin Almanya'nın, Yunanistan'ın da Fransa'nın etkinlik alanı içinde

yer aldığını. Keza Yunanistan ve Fransa'nın da eskiden beri Ermenilerle güçlü ve geleneksel

ilişkileri olduğunu belirtiyor, bu bağlamda, ASALA'nın Türk Diplomatlarına karşı

eylemlerinin Türkiye'nin Kıbrıs'ı işgalinden sonra hız kazandığına dikkati çekiyor ve buradan

da ASALA'nın eylemlerinin, Türkiye'yi baskı altına almak isteyen Yunan ve Fransız çıkar ve

gizli servislerinin manüplasyonu altında bulunduğunu belirtiyordum. Sonra da, yoksul ve

ezilen Ermeni gençlerinin yolu sosyalist ve sınıfsal bir mücadelede aramaları gerektiğini

söylüyordum.

Emin değilim ama aşağı yukarı böyle bir seyir izliyordu yazı.

8. Ocak. 1998)

11

Bu yazıdaki bir yaklaşımımınn öz eleştirisini de daha sonra yazdığım bir yazıda yapmıştım.

Bu yazıyla doğrudan bağlantılı olduğu için o yazıyı da aşağıya aktarıyorum.

EEggeemmeenn UUlluuss SSoossyyaalliissttlleerriinniinn GGöörreevvlleerrii

Sayın Gökyüzü, Tarih ve Demokrasi platformunda sınıfsal baskı ve ulusal baskı konusunda

Bertal Kahraman ile bir polemik çerçevesinde bazı görüşler ifade etmiş bulunuyor.

Benzer konularda epeydir yazmak istediğimden bu tartışmayı vesile bularak konumumu

ortaya koyayım dedim.

*

Sayın Bertal Kahraman, sayın Gökyüzü'ne karşı söylenmesi gerekenleri söylemiş durumda,

onun dediklerine katılıyorum. Ama bunu, ezen ulustan bir insan olarak bir kez daha

belirtmem gerektiği kanısındayım.

Sayın Gökyüzü'nün tavrı, tam da, ezilen ulusun sorununu kavramayan ezen ulus sosyalisti

tavrıdır. Gökyüzü kanımca daha önceki yazılarımda dile gelmiş yargılarımın somut bir

örneğini sunuyor. Ve bu tavır elbette genel bir eğilimi ifade etmektedir. Yani bugün somut

olarak ÖDP'ye egemen olan anlayış.

Bu anlayış, Ezilen ulusların, cinslerin, ırkların şerefsizlerini, sömürücülerini vs.lerini bu

ezilme biçimlerinden dolayı savunmak görevini anlamamaktır, ezen ulus, cins, ırktan bir insan

ya da sosyalist olarak.

Bu görev: son elli yılın toplumsal mücadeleler tarihinin klasik anlayışlara getirdiği en önemli

değişikliklerden biridir.

Bu vesileyle, kendimle ilgili bir özeleştiriye bir kez daha dikkati çekmek isterim.

Bir sosyalist olarak kişisel evrimimde, ezilen ulus, sınıf, ırkların sorunları karşısında, bu

baskının özgül niteliğini kavramayan bir yanım vardı. Ancak Avrupa'ya geldikten, Avrupalı

sosyalistlerin geri ülke sosyalistleri karşısında, Avrupa merkezli, hatta rafine ırkçı denebilecek

tavırlarını gördükten sonra. (Çünkü, Avrupa'da bir Türk olarak, Türkiye'de bir Kürt gibiydim.)

Türkiye'de Kürtler karşısında bir Türk sosyalisti olarak nasıl benzer tavırlar içinde olduğumu

fark ettim. O zamandan beri bu konularda çok hassasım ve davranış ve yazılarımla eski

yaklaşımla kopuşmuş durumdayım.

Ancak, bu eski anlayışım, "Ermeni Sorunu Üzerine Eski Bir Yazı" başlığıyla yayınladığım

yazıda bir şekilde ifadesini buluyordu. Çünkü o yazıyı daha önce yazmıştım. Bu yazıyı,

bulabildiğim kısımlarıyla yeniden yayınladığımda, (aslında yıllar sonra ben de ilk defa

okumuş oluyordum) beni rahatsız eden cümleler bulunduğunu gördüm. Ama bir belge

olduğu için olduğu gibi yayınladım.

12

Ve Bekledim, kimse bu noktayı fark edip eleştirecek mi diye? Maalesef kimsenin dikkatini

çekmedi ve eğer dikkat eden olduysa da kimse bunu belirtmedi.

Beni rahatsız eden cümleler şunlardı:

"Ermeni azınlığı içindeki emekçiler bu nedenle proletaryanın müttefiklerinden birini

oluşturur. Ermeni burjuvaları ise, kilise ve Türk burjuvazisi ile ortaklık içinde karını

arttırmaktan, düzenini korumaktan başka bir şey düşünmemektedir."

(...)

"Genç ve yoksul Ermeniler, tam bir enternasyonalist kavrayış içinde kendi kurtuluşlarının

sosyal kurtuluştan geçtiğini anlamışlardır, ve Marksizm-Leninizm bayrağı altında

dövüşmektedirler. Birçok devrimci hareketin önderleri arasında Ermeniler vardır ve birçok

devrim şehidi vermişlerdir. Ermeni yoldaşlar şimdiye dek hemen hiç Bundist eğilim –yani

proletaryayı milliyetlerine göre bölme eğilimi göstermemişlerdir. Bu tavırları tüm dünyadaki

Ermeni gençlere, proleterlere örnek olmaktadır."

Açık ki, buraya aktardığım satırlarımda, Ermenilerin uğradığı özgül ulusal baskı karşısında

bir körlüğüm bulunmakta. Yani, Ermeni burjuvaların, Ermeni olmalarından dolayı uğradıkları

baskıyı görmeme, anlamama söz konusu. Benim böyle bir bağlamda onların sömürücü yanına

değil, Ermeni olarak ezilmelerine ve sosyalist ve işçilerin onların bu özgül ezilme biçimlerine

karşı çıkmalarına vurgu yapmam gerekirdi.

Ermeni Devrimci arkadaşlarla ilgili de aynı şey söz konusu. Onlara Egemen ulustan bir insan

olarak enternasyonalistlik payesi verir durumdayım. Benim vurgu yapmam gereken şey ise,

onların, sosyalist hareket içinde, uğradıkları özgül baskıyı açığa çıkartan, egemen ulus

sosyalistlerini bu yönde eğiten bir özerk yapılanmaları da olması gerektiği idi.

*

Bütün sosyal mücadeleler tarihi şunu gösteriyor: bir baskı biçimine uğramak ve ona karşı

direnmek otomatikman diğer baskılara da hassasiyeti ve karşı olmayı getirmiyor. Genel kural,

baskıya uğrayan ancak ayaklandıktan sonra, baskıyı yapan ve o baskı biçimine kör olan

sosyalistlerin, bir özeleştiri ve eğitim sürecine girdiğidir.

Örneğin kadın hareketinde böyle oldu. İlk başta kadın hareketi, sosyalist ve işçi hareketi

tarafından bölücülükle suçlandı. Ancak bu hareket bütün ağırlığıyla ortaya çıktıktan sonra

bugün kadınların özerk örgütlenmeleri ve uğradıkları spesifik baskılara karşı tedbirler sol ve

işçi hareketi içinde olağan hale gelebildi.

Egemen ulus, cins ya da ırk sosyalistlerini ve işçilerini, ezilen ulus, cins, ırk hareketleri eğitir.

Bu anlamda, keşke, Ermeni Yoldaşlar "daha az enternasyonalist" olsalardı da, biz Türk

sosyalistlerini, bu sorunlar karşısındaki körlüğümüzden dolayı daha sert eleştirselerdi, o

zaman daha iyi enternasyonalistler olarak eğitilmiş olurduk.

Demir Küçükaydın

15 Nisan 1998 Çarşamba

13

14:59

*

Bundan başka, başka bir tartışmacı “Ermeni Sorunu” adlı yazı bağlamında şöyle bir soru

sormuştu:

“Sayin Kucukaydin,

II. Dunya Savasi sirasinda Nazilerle isbirligine giden Ermenilere nasil bir paye veriyorsunuz?

Gonullu olarak Nazi Ordusuna kaydolan talan ve yagmalardan payini alip ayni zamanda

Yahudi katliamlari yapan ve tum bunlari Ermenistan hayaliyle yapan Ermeniler, bagimsiz

olmak kutsaldir bu yolda 1915'de Ruslarla isbirligine gitmeleri normaldir" sozunun altinda

degerlendirilebilirler mi?

Bagimsizlik icin Nazilerle bile birolan Ermeni hareketini sosyalist bir hareket olarak tanimlar

misiniz?

Saygilar”

Bu yazıya verdiğim cevapta da şunları yazıyordum:

EErrmmeennii SSoorruunnuu ÜÜzzeerriinnee SSuunnssaayy’’aa CCeevvaapp

Sayın Sunsay,

2. Dünya savaşında Nazilerle işbirliği yapan Ermeniler hakkında maalesef bir bilgim yok.

Bunu ilk defa sizden duyuyorum. Olabilir ve olduğunu kabul ediyorum. Görüşümü buna göre

yazayım.

Her ulusun içinden her türlü eğilim ve insan çıkar. Ermenilerin bir bölümü Nazilere

işbirlikçilik yapmış olabilir. Rusların da, Türklerin de, Tatarların da, Yunanlıların da,

Fransızların da, hasılı her ulusun içinden hiç de küçümsenmeyecek oranda işbirlikçiler

çıkmıştır. Çoğu kez bunlar çoğunluk da olmuşlardır. Biliyorsunuz, Hırvatların büyük bir

bölümü Nazi işbirlikçisiydi, ama Nazi işgaline karşı en büyük halk direnişini örgütleyen Tito

da bir Hırvat idi.

Dolayısıyla, bir ulusun içinden bir kesimin, ki bu kesim çoğunluk da olabilir, Nazi'lere

işbirlikçilik yapmış olması, o ulusu mahkum etmek için bir vesile yapılamaz ve

yapılmamalıdır. Çünkü her ulusun içinde bu tür politikalara karşı çıkanlar ve bunu canlarıyla

ödeyenler de olur.

*

14

Kaldı ki, Nazilere karşı savaş konusunda, bu vesileyle belirteyim ki, Fransa'daki Ermeniler

örneğin meşhur Fransız Resistans (Direniş) hareketinin başını çekmiş ve çok büyük oranda

yer almışlar, nüfus içindeki oranlarıyla kıyaslanamayacak ölçüde kayıp vermişlerdir.

(Küçük bir anı bu arada. 70'li yıllarda, ölüme gidenlerin son mektupları gibi bir başlığı olan

bir kitapta, ölüme mahkum olmuş Fransız direnişçilerinin son mektuplarını okuyordum.

Oradaki Ermeni isimlerinin çokluğu dikkatimi çekmişti. Yıllar sonra, dolaylı olarak,

Fransa'daki direniş hareketinde Ermenilerin rolünün büyük ölçüde unutturulup, örtüldüğünü,

bu nedenle bir skandal koptuğunu bile duydum. Yani yakalanan Fransızlar genellikle

Ermenilerin adını okumuşlar. Ermeni azınlığın bu çokluğu beni daha sonraki gözlemlerim

ışığında şaşırtmadı. Bütün dünyada, sosyalist hareketlerin önemli bir kaynağı ezilen

azınlıklardır. Türkiye'de Kürtler ve Aleviler nüfus içindeki oranlarıyla kıyaslanamayacak

ölçüde sol hareketlerin içinde yer almışlardır. İngiltere'ye gidin orada aynı durumda

İrlandalıları görürsünüz. Demek Fransa'da da Ermenilermiş.)

*

Ama şimdi gelelim, sizin esas olarak sorduğunuz soruya. Bir ulusal Kurtuluş ya da

bağımsızlık hareketi, bağımsızlık amacına ulaşmak için, ezen uluslar arasındaki çelişkilerden

yararlanmalı mıdır, yararlanmamalı mıdır?

Tabii, siz benim tavrımı tahmin ettiğinizden, zor durumda bırakmak için, Ermenilerin

Nazilerle işbirliği olayını örnek olarak getiriyorsunuz.

Birincisi, herhangi bir ulusal hareket karşısındaki tavır, elbette dünya ölçüsündeki sınıf

mücadeleleri bağlamında değerlendirilmelidir. Bu genel çerçevede, 2. Dünya savaşı sırasında,

Ermenilerin Nazilerle işbirliği yapmasına karşıyımdır. Ama bu, Ermenilerin, Sovyetler

Birliği'nde ezilen bir ulus olduğu gerçeğine gözleri kapamayı gerektirmez. Elbet bağımsızlık

için kendilerini ezenler arasındaki çelişkilerden yararlanmaları gerektiği, ama o ezenler

arasında, o somut koşullarda, dünya tarihi bağlamında eşit bir ilişki olmadığı, Nazilerin

insanlık için en tehlikeli egemen olduğu, bu nedenle yaptıklarının yanlış olduğu

belirtilmelidir. Kaldı ki, bunu belirten Ermeniler daima olmuştur. Benim yapmam gereken şey

onların bu tavrını desteklemek olabilir.

Türkiye'nin Kemalist'leri bu mantığı Kürt ulusal hareketine karşı kullanmak istiyorlar.

Diyorlar ki, Türkiye'nin güçlenmesini istemeyen emperyalist ülkeler var, böyle bir durumda

Kürtler savaşarak Türkiye'yi zayıf düşürüyor, o halde anti-emperyalizmi zayıflatıyorlar. Aşağı

yukarı böyle bir çizgi.

Ama bunun yukarıdaki bağlamla ilgisi yok. Türkiye'nin kendisi zaten emperyalist sistemin bir

parçası. Türk ordusu bütün Batı silahlarıyla donanmış durumda. Türk ordusu Amerika,

Almanya'dan silah alıyor, Kürtler alsa emperyalizmin oyunu oluyor. Bunların ciddiye

alınacak bir yanı yok. Bugünün dünyasında, 2. Dünya Savaşı sırasında olana benzer bir durum

yok. Bütün devletlerin hepsi aynı bokun soyu. Bu bakımdan, her ulusal baskıya karşı hareket,

nereden silah alırsa alsın haklıdır bugün. Çünkü ezenlerin karakterleri aynıdır. Bir sınıfsal fark

yoktur aralarında.

15

Türkiye Amerika ve Almanya'dan silah alıyorsa, PKK da Suriye'den, Yunanistan'dan,

Rusya'dan veya Amerika'dan silah almakla haklılığından hiç bir şey kaybetmez. Bu

çelişkilerden yararlanması tamamen hakkıdır. Aynı şeyi zamanında Türkler de yapmıştır.

Fransız, İtalyan ve İngilizlerin, bunların hepsiyle Sovyet Rusya'nın çelişkilerinden

yararlanmıştır. Sovyetler Birliği'ni ve onunla ilişkileri, İngiltere ve Fransa'ya karşı tehdit

unsuru olarak kullanmıştır. İlk Büyük Millet Meclisi'nde, milletvekilleri, "Bolşevik de oluruz,

şeytan da" derken, bunu yapıyorlardı. Etkili de oldu. İngiltere desteği kesti, Fransa el altından

destekledi. Buna karşılık da Ankara hükümeti, bir tür köylü sosyalizmini ifade eden Çerkes

Ethem'i tasfiye etti, Ali Fuat'ı Batı Cephesi Komutanlığı'ndan aldı, Suphi'leri temizletti.

Bunun karşılığında da, örneğin Yunan mevzilerinin en küçük ayrıntılarına kadar planlarını

gizli servisler onlara verdiler.

İlke olarak, dünya tarihsel bakımdan, İkinci Dünya Savaşı sırasında olduğu gibi, ezenler

arasında bir nitelik farkı varsa, tavır genel duruma bağlı olmalıdır. Yok eğer böyle bir durum

yoksa, ezilen ulus hareketi ezen ulusun diğerleriyle olan çelişkisinden yararlanmalıdır ve

yararlanabilir. Örneğin, birinci Dünya Savaşı sırasında, İrlanda milliyetçi hareketini Almanya,

rakibi İngiltere’yi zayıflatmak için destekliyor böylece İrlanda ulusal hareketi de bu çelişkiden

yararlanıyordu. Bunların ikisi de aynı kalitede emperyalist olduğundan, Lenin örneğin,

yukarıda özetlediğim tavra uygun olarak, bunu meşru görüyor ve destekliyordu.

Ancak, birinci hal konusunda burada bir açıklama daha yapmak gerekiyor. Dünya tarihsel

durumun 2. Dünya savaşı gibi olduğu koşullarda bile, pekala faşistlerle işbirliği yapmadan da

bağımsızlık savaşı verilebilir. Stalin'in bilinen politikası, dünyadaki komünist partilerini

Sovyet dış politikasının basit araçlarına indirgeyen politikası, bu olanağı ortadan kaldırmıştır.

Bunun en kötü sonuçları örneğin Hindistan'da görülmüştür. Hint halkının İngiliz

emperyalistlerine karşı direnişine, Hint Komünistleri sahip çıkmayıp öncülük etmemişler,

bunu müttefikleri zayıflatmamaya dayandırmışlar ve böylece köle ruhlu Gandi'ye meydanı

boş bırakmışlardır.

Bağımsız bir Hindistan, İngiltere sömürgesi bir Hindistan'dan çok daha fazla anti-faşizme güç

verirdi.

*

Gelelim 1915'e. Ermeniler Osmanlı egemenliğine baş kaldırdılar. Gelişmiş burjuvazileri

nedeniyle Türk'lerden çok daha önce uluslaşmaya başladılar. Osmanlı Devleti ya da Çarlık

Rusya’sı, al birini vur ötekine, aynı karakterde yarı antika yarı modern, ömrünü doldurmuş iki

gerici devletti. Yani ikinci dünya savaşı sırasındaki gibi bir durum yoktu. Birinci savaşta

savaşan taraflar aynı nitelikteydi. Hepsi emperyalistti. O halde, ezilen bir ulusun, yani

Ermenilerin, bağımsız bir devlet kurmak için, Osmanlı'nın düşmanı uluslarla işbirliği yapması

son derece normaldir. Haklılığına bir halel getirmez. Nasıl Kafkas uluslarının da Osmanlı

desteğini Çarlık Rusya’sına karşı kullanmaları ve aramaları onların haklılığına bir halel

getirmez idiyse.

16

Tabii bu noktada, Türk milliyetçisinin kafası şöyle çalışmaya başlar. "Eh arkadaş, madem o

benim düşmanımdan yararlanıyor ve onunla aynı safta yer alıyor, beni yok etmeye çalışıyor,

benim de onu yok etmeye çalışmam, cephemin gerisini emniyete almam en tabii hakkımdır.

Ne yapalım, gücü gücü yetene. Onlar bizi temizleyeceklerine, biz onları temizledik."

Ama bu akıl yürütmede yanlış olan şunlar:

a) Ermeniler, Osmanlı İmparatorluğu karşısında eşit bir konumda değildiler, ezilen bir

ulustular. Yani özünde haklı durumdaydılar. Ezen durumda değildiler.

b) Tarihsel bakımdan, yarı feodal bir düzene karşı, modern burjuva bir sistemi temsil

ediyorlardı. Yani o zamanın dünyasına göre ilerici bir niteliği vardı.

c) Normal devletler savaşında bile, sivil halka yönelik imha ve saldırılar, en azından formel

olarak reddedilir. Osmanlı Devleti, sivil halkı yok etti.

Ama bütün bunlardan öte, en korkuncu ve önemlisi, bunun tek olası çözüm gibi koyulmasıdır.

Pekala Ermeniler üzerindeki ulusal baskı kaldırılarak da bir çözüm bulunulabilirdi. Sanki bu

olanak hiç yokmuş gibi tartışılıyor mesele. Osmanlı Devleti, tehcir ve imha değil, ama

örneğin, Ermenilere özerklik, kendi dillerini geliştirme hakkı, Müslümanlarla eşitlik vererek

de bir çözüm sağlayabilirdi. Bu yapılmamıştır. Bunun yapılmamışlığı eleştirilecek yerde,

varolan tek olası yolmuş ve başka çare mümkün değilmiş gibi koyuluyor. Bunu

meşrulaştırmak için de, diğer ulusların yaptıkları örnek veriliyor. Örneğin İkinci Dünya

Savaşı sırasında Amerika'nın Japon asıllıları kampa koyması vs.. Bu tam Sinizmdir. İnsan

olanın söylemesi gereken, Amerika'nın yaptığı da, Osmanlı'nın yaptığı da, insan olarak

savunulamaz olmalıdır. Birinin yaptığında diğerinin meşruiyetini bulmak değil.

*

Aslında akıllı bir Türk milliyetçisi için bugün sorunu çözmek son derece kolaydır.

“Osmanlı imparatorluğu gerici feodal; ulusların önünde engel bir devletti. Biz Türkler de bu

devletin egemenliğinden kurtulan son ulusuz. Nice halklara nice acılar tattıran bu devletin

mezarını biz kazdık, bir bakıma o halkların vasiyetini yerine getirdik. Bu devletin yaptığı

katliamları lanetliyoruz.”

Bu kadar kolayca, yağdan kıl çekerce bu işi çözmek mümkündür Türk milliyetçileri açısından

aslında.

Ama bu niçin mümkün olmamakta, bu katliamı inkar veya savunma akıl dışı boyutlara

varmaktadır? Bunun sırrı da, o katliam ve daha sonraki mübadele ile elde edilen

zenginliklerde ve bu katliamın suç ortaklığındadır. Muazzam bir servet transferi vardır. Türk

milliyetçiliği bu laneti üzerinde taşımakta, tümüyle kendi çıkarı açısından bile akıl dışılığa

varmaktadır.

Bunu artık eski kuşakların kefaretini üzerinde taşımayan yeni Türk kuşakları aşabilir.

Komplekssizce gidip Ermeni ulusuna kardeşlik eli uzatabilirler. Koşullar bunun için olgundur

artık. Bir Özcan Soysal'ın yaptıkları bir rastlantı değildir. Çok alametler belirdi. Bunun olması

17

sadece bir zaman sorunu. Kürt ulusal hareketinin yükselişi ve başarısı bunu hızlandırır ve

gerçekleştirir.

Umarım cevaplarım sizin sorularını karşılıyordur ve sizi tatmin etmiştir.

Selamlar

16.04.1998

*

Yine aynı dönemde Engin Deniz adlı bir tartışmacının yazısına karşı şunları yazmışız:

EErrmmeennii KKaattlliiaammıı KKaarrşşııssıınnddaa TTaavvıırr

(Engin Deniz’in Eleştirisine Cevap)

Sayın Deniz Engin,

Ben sorunu olgular düzeyinde değil de, metodolojik yanıyla tartışmak istiyorum.

Ama önce olgu düzeyinde dediklerinize bir itirazım var. Sizler sanıyorsunuz ki, bütün dünya

işi bırakmış da Türklerle uğraşıyor, Örneğin şöyle diyorsunuz:

“Gerçekten anlayamıyorum, neden tüm dunya sozlesmis gibi Ermeni soykirimini (belki de bir

silah gibi) kullaniyor? Kusuruma bakmayin ama ben bunun ardinda bir artniyet ariyorum.”

Bu Türklerin bir fobisi ya da megalomanisi. Biraz Yalova Kaymakamı hikayesine benziyor.

Emin olun, Türkiye dışında, kim takar Yalova Kaymakamını. Her gün renkli basında görülen,

"Antalya sahillerinde tatilini geçiren Helga Türk erkeklerine bayıldı" türünden haberler ne

kadar gerçeği yansıtırsa, dünyanın Türklerle uğraştığı yönündeki gazete haberleri de o kadar

yansıtır. Aslında aynı tip dezinformasyonun iki farklı biçimidirler. Ve siz, biraz olsun aklı

başında şeyler yazmak istiyorsunuz güya, bu saçmalıkları bir delil gibi getiriyorsunuz.

(Ama bunlar sadece bir dezinformasyon da değildir. Bunlar bir ulusun şizofrenik ruh halinin,

aşağılık kompleksinden kaynaklanan övünmelerinin yansımalarıdırlar.)

*

Neyse, esas konu bakımından bunun önemi yok. Yazınızdan anladığım kadarıyla, siz resmen

"Ermeni Tehciri" denen olgunun sonuçlarını inkar etmiyorsunuz. Sizin itirazınız, böyle bir

olayın ilk defa ya da bu çapta ilk defa burada olmadığı.

18

Olgu düzeyinde tartışmaya girmeyi bile gereksiz görerek, sizin dediğinizin doğru olduğunu,

başka ulusların tarihinde de benzer katliamlar bulunduğunu kabul edelim. Ayrıca bunda

büyük bir doğruluk payı da var.

Ama sizin mantığınız nereye gidiyor? Siz aslında, savaş ya da başka bir nedenle, bunların

başka uluslarca da yapılmış olmasını meşru görmüş oluyorsunuz. Ve kapıdan kovduğunuzu,

bacadan içeri alıyorsunuz. Yazınızın başında, katliamlara karşı olduğunuzu söylüyorsunuz,

ama bütün yazınız boyunca, diğer katliamları emsal olarak gösteriyorsunuz.

Burada iki açıdan yanlışınız var. Birincisi bir Türk olarak, ikincisi bir İnsan olarak.

Önce Türk olarak yanlışınız şurada: madem ki siz bir demokrat ve katliamlara karşı bir

insansınız. Olaya şöyle yaklaşmanız gerekir:

“Başka Ulusların katliamları beni bu anlamda ilgilendirmez. Biz bir katliam yaptık, bunun

belki bir sürü hafifletici sebebi de bulunabilir (Savaş, Ermeni Çeteler vs.) Ama bu hafifletici

sebepleri bulmak ve söylemek de bize düşmez. Biz bir ulusu yok ettik. Kişi olarak bundan

sorumlu olup olmamanız da önemli değildir. Bu yok edişi açıkça ortaya koyup lanetlememiz

gerekir. Bunu yapmadığımız takdirde, geçmiş kuşakların hatalarıyla bütünleşmiş, bu

şizofrenik durumu devam ettirmiş oluruz. Hatalar bizden hızlı koşarlar. Yüzlerce yıl sonra

bile lanetlerini üstümüze taşırlar. Ruhsal bir arınma, ancak insanın ya da ulusun kendi

hatalarına karşı acımasız oluşuyla mümkündür. Uluslar da insanlar gibi, düşmanlarına ve

komşularına karşı toleranslı ve anlayışlı, kendine karşı acımasız, hoşgörüsüz ve gaddar

olmalıdır.”

Böyle bir yaklaşım, insani ilişkilerde nasıl, olgun, kendine karşı acımasız, kendisiyle alay

eden bir kişiliğin ifadesiyse, bir ulus için de sağlıklı bir ruh halini ve olgunluğu ifade eder.

Ne yazık ki, siz de, binlerce ve milyonlarca Türk gibi, zayıf kişilikli, ham insanların kendi

geçmişleri ve hataları karşısındaki tavırlarıyla davranıyorsunuz. Ve farkına varmadan, ulusal

bir şizofreni yaşayan, Türk ulusunun bu şizofrenik halini yansıtmakla kalmıyor, Türklerin bu

şizofreniden kurtulmasının yolunu tıkıyorsunuz.

Sayın Soysal'ın yaptığı işin önemi buradadır. O bir Türk olarak bunu yapıyor. Bir Türk olarak,

hiç bir özür getirmeden bir pisliği mahkum ediyor. Bunun ilk defa gerçekleşmiş olmasının

Türkler için nasıl sağlatıcı bir önemi olduğunu hiç anlamıyorsunuz. Aslında içinizde Türk

ulusunun sağlıklı bir ulus olması için, hem de Türk ulusunun adeta toptan bir şizofreni

yaşadığı bir dönemde, en büyük işi yapan insan o. Bu kadar basit bir gerçeği görmüyorsunuz.

Bundan yirmi otuz yıl önce bile Türkler nispeten daha sağlıklı insanlardı. Örneğin

kendileriyle alay edebilirlerdi. Örneğin "Türkün aklı ya kaçarken ya da sıçarken gelir" gibi

lafları her yerde duyabilirdiniz. Ya da bir Ermeni katliamı olduğu kimse için bir sır değildi.

Hatta, Ermeni ve Rum mallarına konanların çoğu sonradan görme zenginler olduğu için, fakir

insanlar, bu insanları aşağılamak için, o servetlerin kaynağındaki kanlı eylemleri her yerde

afişe ederlerdi. İnsanın ya da bir ulusun kendisiyle, kendi hatalarıyla alay edebilmesi, onları

afişe edebilmesi, onun ruhsal sağlığının ve olgunluğunun ifadesidir. Ama artık Türkler,

19

kendileriyle alay etmeyi bir kenara bırakın, sadece kendilerini övüyorlar. Eskiden insanlar

yukarıdaki türden haberlere gülerlerdi, ama artık inanıyorlar ve öyle düşünüyorlar. Bu tam bir

toplumsal şizofreni durumu.

Çok değil, bundan yirmi otuz yıl önce, insanlar arası ilişkilerde, kendini övenler, kendi en

ufak hatalarını ortaya koyup kendisiyle alay edemeyenler ciddiye alınmazdı. İnsanlar arası

ilişkilerde bu tür insanların pek bir değeri de olmazdı. Ama bu gün tam tersi bir anlayış

sadece insanlar arası ilişkilere değil, tüm Türklere egemen olmuş durumda.

Bir Türk olarak, lütfen, kendinize karşı gaddar, başkalarına karşı toleranslı olmayı deneyin. O

zaman da belki kimi Ermeniler veya Rumlar çıkıp "Yahu kendine karşı o kadar da haksızlık

etme, biz de az haltlar işlemedik" der. Ama bunun için, önce sizin başlamanız gerekir. İşte

sayın Soysal'ın yaptığı bu. Sorun burada, bunu anlayın. Ve en önemlisi, o bunu bir Türk

olarak yapıyor.

Aynı şeyi örneğin ben yapsam, anlamsız olur. Çünkü ben kendimi bir Türk olarak

görmüyorum. İnsanın bir milliyeti olması zorunluluğuna karşı çıkıyorum. Bu durumda benim,

sayın Soysal gibi davranmam ne Türkler ne de Ermeniler açısından değerli bir davranış

olmaz. Türk açısından ben zaten hainimdir, Ermeni açısından ise zaten Türk değilimdir. Tıpkı

bir ateist olarak, başka dinlere karşı Sünni Müslümanların yaptığı herzelerden dolayı özür

dilememe benzer. Müslüman beni zaten kafir gördüğünden, yaptığım ya da söylediğim ona

bir anlam ifade etmez, diğer dinden olan da beni Müslüman görmeyecektir.

Peki bu durumda yapacak bir şey yok mudur? Elbette vardır. Bütün bu katliamlarla, ulusun,

ulusçuluğun, sermayenin, sömürünün ilişkileri üzerinde durur, böylece bütün katliamlara karşı

kökten bir eleştiri yöneltirsiniz.

Çünkü, Soysalın ya da sağlıklı bir Türk olmaya çalışan bir Türk'ün Tavrı, ahlaki bir tavırdır

ama sorunun köküne inmez, ve sadece kendi kapısının önünü süpürür. Lanetler ama neden

konusunda susar. Çünkü aynı ulusçuluk ufkunun içindedir. Ama lanetler, ulusçuluk var

olduğu sürece, yeni ulus katliamlarını hiç bir şekilde engellemez.

Bu durumda, “yahu bu yaşananlar kader değildir, uluslar olmadan da bir dünya olabilir bir

ulusa girmek, çıkmak, bir ulus kurmak kişinin bir vicdan ve inanç sorunu olmalıdır” diyerek

de karşı çıkılabilir. Bu çok köktenci, tabii bugünkü dünyada ve hele Türkiye'de pek taraftar

bulamayacak, bir yaklaşımdır. Ama böyle bir yaklaşım da mümkündür. Ve işte, sizde böyle

bir yaklaşımı bir yana bırakalım, böyle bir yaklaşıma yönelik bir seziş bile yok. Gerçekliğin

karşısında kölece eğiliyor ve ona karşı diklenmeyi aklınızdan bile geçirmiyorsunuz.

Ulusları mutlak kategoriler olarak ele alıyorsunuz. Ve onları reddetmek gereğini

duymuyorsunuz. Ve istemeden de olsa, başka ulusal katliamlara suç ortağı oluyorsunuz.

Elbette iyi niyetlisinizdir. bundan kuşku yok. Ama cehenneme giden yollar da iyi niyet

taşlarıyla döşelidir.

Bu da sizin İnsan olarak metodolojik yanlışınız.

20

21

Ermeni Sorunu ile ilgili yazıyı Özcan Soysal’ın Tarih ve Demokrasi sitesinde yayınlamıştım.

Bu tartışmalar da orada oluyordu. Bu arada bir başka tartışmacıyla tartışırken,

Ermenilerden Türk olarak özür dileyen Özcan Soysal’ın bu davranışı vesilesiyle başka bir

tartışmacıyla Ermenilerden özür dilemenin anlamı üzerine bir yazı yazmıştım. Bu yazıyı da

aşağıya aktarıyorum:

BBiirr BBaaşşkkaa PPoolleemmiikk

Sayın Hakan,

Şöyle Yazıyorsunuz:

"ama onun bir Türk olduğunu düsünmüyorum ki zaten kendisi de, sizin aksinize, Türklüğü

kabul etmiyor, Web sayfasinin sonunda onunla ilgili bilgileri incelerseniz goreceksinizki

kendisi, baba ve anne tarafindan turk oldugunu belirtilmektedir. Yani bu su demektir, ben

istemedim ama olmus bir kere, bunuda kabul etmek zorunda degilim ve kabul etmiyorum"

Ne garip? Ben ise tam aksini düşünüyorum. Tam da Türk olarak Ermenilerden özür dilediğini

vurgulamak için öyle yazdığını düşünüyorum.

Birincisi, Ermenilerden Tarih önünde özür dileyen bir Türkün Türklerden nasıl "Ermeni

Tohumu" gibilerden hakaretler yiyeceği belli olduğundan, ve muhtemelen bu tür hakaretlere

de bol bol uğradığından, bu tür hakaretler edecek olanlara bir cevap olarak koyulduğunu

düşünüyorum.

(Parantez içi şunu belirteyim ki, "Ermeni Tohumu" olmanın "Türk Tohumu" olmaktan daha

iyi ya da kötü olduğunu düşünmüyorum. Dolayısıyla böyle denmenin bir hakaret olduğunu

yazarken kendi fikrimi değil, bu lafları hakaret ve saldırı amacıyla edenlerin anlayışını

yansıtmayı amaçlıyorum. Bu sayfayı okuyan Ermeniler varsa, lütfen yanlış anlamasınlar.)

Bizzat, Soysal'ın sayfasına yazı yazanlar içinde onun Ermeni olduğunu ya da Ermeni

desteğiyle bunu yaptığını düşünenler çok ve bunu açıkça da yazıyorlar. Bu nedenle,

Türklüğünü Türklere karşı vurgulamaktadır.

İkincisi, Sayın Soysal, yaptığı iş bakımından, Ermenilere karşı da Türklüğünü vurgulama

durumunda. Yani, bu işi, ben bir Türk olarak yapıyorum diyor.

Bu kadar zor mu bunu anlamak? Anasının babasının Türklüğünden bahsetmesi, herhangi bir

ezilen azınlıkla bağının olmadığını, ezen bir ulustan bir kişi olarak durumunu vurgulamak

içindir, yoksa Türklükle ilgisizliğini vurgulamak anlamında değil.

Kaldı ki, diğer bir çok konularda, Soysal ile yaptığımız tartışmaları incelerseniz, analiz

ederseniz, onun gerçekten iyi niyetli bir Türk Milliyetçisi olduğunu görürsünüz. O

batılılaşmış, modern, demokratik, toleranslı bir Türk ulusu ve Türkiye istiyor ve bunun için

çabalıyor. Soysal'ın Türk milliyetçiliği, alışılmış, şoven, faşizan ya da Kemalist

milliyetçiliklerden farklı, bu günün milliyetçiliğine uygun bir milliyetçilik. Tabiri caiz ise

Post-modern bir milliyetçilik. Bu milliyetçilik türüne henüz Türkiye'de pek rastlanmıyor,

22

sadece çok ince bir sol ve aydın katman içinde izleri görülüyor. Aslında, dünya ekonomisinin

ve teknik gelişimin ihtiyacı olan milliyetçilik bu tür bir milliyetçiliktir. Aslında Türk

burjuvazisinin ihtiyacı olan da böyle bir şeydir. Çok kültürlü, etnik ve kültürel çeşitliliği bir

kazanç olarak gören, eskiden her şeyi tek etni ve kültüre bağlamak için yapılmış hareketleri

lanetleyen bir milliyetçiliktir bu.

Bu tür milliyetçiliğin Türkiye'de pek görülmemesinin nedeni, Kürt Ulusal kurtuluş hareketi

karşısında Türklerin, kendi kıytırık imtiyazlarını korumak için, genel kurmayın ve çetelerin

altına utanmazca yatmalarıdır. En ilkel, faşizan milliyetçiliğin şakşakçısı olmalarıdır.

Toplumsal çürüme ve cinnettir bugünkü Türkiye'deki.

Bu tür milliyetçilik, aslında ulus ilkesini reddetmez, hatta onu yaşatmak için son teşebbüstür.

Örneğin, bunun en mükemmel biçimini Avrupa'da görüyoruz. Çok uluslu, kültürlü bir Avrupa

Ulusu yaratılıyor.

Bugün, dünya ticaretinin üretimden daha hızlı büyüdüğü, her türlü ulustan işgücünün,

milyonlarca insanın oradan oraya aktığı bir çağda, o akan işgücünü haklardan yoksun bir

durumda, ama üretime amade tutmanın bir aracıdır bu milliyetçilik. Türkiye'nin taş devrinden

kalma milliyetçilikleri bunu kavramaktan acizdir ve buralarda kendilerine karşı paranoyakça

komplolar görürler.

Diğer yandan, teknik gelişme böyle bir kültürel çokluğa olanak sağlamaktadır. Tipik bir örnek

vereyim: Daha beş altı yıl önce, bilgisayarda yazı yazan, kendini ANSİ ve ASCI kotlar denen,

aslında gelişmiş batılı ülkelerin kullandığı harflerden oluşan bir kaç yüz şekille sınırlamak

zorundaydı. (Bu sayfada hala tam bir Türkçe'yle yazamamızın nedeni de bu geçmişin kalıntısı

yük aslında.) Ama bugün, Unikot ile, yeryüzündeki bütün dillerle yazmak mümkündür. Bu tür

teknik gelişmelerdir, kültürel çeşitliliğe olanak sağlayan. Elbette bu teknik temelin

milliyetçiliği de, her şeyin bir farecik tıkırtısı uzaklığa düştüğü bir dünyanın (Internet ve orada

dolaşmayı kastediyorum) milliyetçiliği de ancak böyle bir milliyetçilik olabilir.

Kürtçe'yi yasaklasanız da işe yaramaz artık. MED-TV uzaydan yayınını sürdürür.

Bilgisayarınız varsa, Kürdistan’la ilgili bütün haberlere girebilirsiniz. Türk genelkurmayı

kumda çomak oynasın. Böyle bir dünyada ulus ilkesini ve milliyetçiliği sürdürmenin tek yolu,

Soysal'ın yaptığını yapmaktır.

Aslında, bu foruma yazanlar içinde, en akıllı ve modern Türk milliyetçisi ve Türk sayın

Soysal.

***

Soysal'a ilişkin bu kadar. Gelelim diğerlerine. Siz sanıyorsunuz ki, sadece Soysal böyle bir

şey yapıyor. Soysal'ın yaptığını, en azından yarım yüzyıldır yapmış, yığınlarca Rum ya da

Ermeni sosyalisti olmuştur. Girin onların iç tartışmalarına dil bilginiz varsa, orada da onların

kendi "hainlerini" görürsünüz. Muhtemelen örneğin Ermenistan'da, muhakkak oradaki çeşitli

azınlıkların haklarını savunan Ermeni, ya da Yunanistan'da Grek Soysal'lar, "Türk Tohumları"

23

vardır. Nasıl Türklerin çoğunluğu sizler gibi en kaba ve bayağı milliyetçiliğin pençesindeyse,

onların çoğunluğu da öyledir.

Ama daima, az da olsa, bu kayıkçı dövüşüne katılmayan, bir üçüncü yolun mümkün olduğunu

varoluşuyla kanıtlayanlar da olmuştur.

Sorun hangi kritere göre bir bölünmeden yana olacağınızdır. Kendi milliyetçinizle mi

bölüneceksiniz ya da başka milletlerle mi? Başkalarıyla değil de kendi milliyetçileriyle

bölününler de vardır. Sizin yeriniz neresidir? Birini seçmek kişiye hiç bir yük ve zorluk

getirmez, ama diğeri? Hangisini seçiyorsunuz?

31.01.1998

24

Aynı kişiye yönelik yine ermeni Sorunuyla ilişkili ikinci bir eleştiride de şunları yazmışız:

AAyynnıı KKiişşiiyyee İİkkiinnccii BBiirr EElleeşşttiirrii

Sayın Hakan,

Sayın Soysal'ın Künye ile ilgili açıklamalarından sonra yeni bir şey eklemek gerektiğini

düşünmüyorum. Kendisini ben de tanımam. Ama bu açıklamalardan sonra en azından

yaklaşımınızın metodolojisini, nasıl ön yargıyla bakmış olduğunuzu gözden geçirmeniz

gerekir gibime geliyor. Tabii, bu açıklamaların da gerçeği yansıtmadığını da düşünebilirsiniz.

Ben de sizin onu hainlikle suçladığınızı söylemedim. Böyle deneceğini söyledim. Ve denmiş

de zaten. Böyle olacağını bilmek için kahin olmaya da gerek yok. Türkiye'de yaşayan ya da

yaşamış herkes bunu bilir.

***

Fakat esas problem, sizin olaylara ve tarihe yaklaşımınızdaki çocukça bir kavrayıştı. Sanki

gerçekliğin insan ya da toplumsal grupların çıkarlarından bağımsızcasına ortaya koyulacağını

sanıyorsunuz. Diyorsunuz ki, "evet biz böyle bir şey yaptık ama onlar da şunu şunu yapmıştı,

bu da yanlıştı." Bu daha doğru bir yöntem.

Ama bir şeyi unutuyorsunuz. Eğer insan çıkarlarına aykırı olsaydı, matematik aksiyomlar bile

tartışma konusu olurdu. Milyonlarca Ermeni kesilip sürülünce bu insanların malları ne oldu?

Bu mallara kimler kondu? Bu mallara konanlar daha sonra Türkiye Cumhuriyeti'nin

kuruluşunda ve sonrasında nasıl bir toplumsal konumda bulundular? Bu soruları

sormuyorsunuz. İşin tam da can alıcı noktası burasıdır. Çünkü bu insanlar Türkiye'nin son

döneminin kaderini belirlemişlerdir ve devlete, özellikle de şu derin devlet denen şeye hala

egemendirler. Bu egemen tabakaların çıkarları ve varlığıdır söz konusu olan. Dolayısıyla sizin

önerdiğiniz türden yaklaşımlar, Türkiye'yi ya da Toplumu sanki hiç tanımayan birisinin

yaklaşımları gibi olmaktadır. Bu yaklaşım, ortadaki büyük katliamı relatifleştirmekten başka

bir şeye yaramaz. Türk burjuvazisi, ilk sermaye birikimini tabiri caiz ise Ermeni katliamıyla

yapmıştır bile denebilir.

Türk burjuvazisi ve devleti, çıkıp, şu ya da bu nedenle, biz bu Ermenileri yok ettik, diyor mu?

Bundan pişmanlık duyuyoruz diyor mu? Gazeteler ya da Parti başkanları Ermeniliği ya da

Ermeni olmayı hakaret olarak kullandığında bunlar içeri tıkılıyor mu? Ya da bu tür

davranışları protesto eden yüz binlerin katıldığı mitingler yapılıyor mu? Bütün bu ve benzeri

hiç bir örnek yok. Durum böyleyken, "onlar da şunu şunu yapmıştı, o zaman başka çaremiz

yoktu" demek, varolan sistemi korumak, ona destek çıkmak demektir. Temel metodolojik

sorunu gözden kaçırmak, tartışmayı olgular ve ayrıntılar alanına çekmektir. MİT

görevlilerinin, Türkiye'nin resmi görevlilerinin çizgisi de tam budur. Yani sizin savunduğunuz

çizgi. Mızrak çuvala sığacak gibi olmadığından, sorunu eşit güçler arasında bir çatışma gibi

gösterip, önemsizleştirmedir.

Siz Türk devlet adamlarının anılarını hiç okumadınız mı? Onlarda Devlet adamlığının raconu

olaraktan hep şöyle satırlar görülür. "Bunlar hakkında yazmayacağım. Bunlar benimle birlikte

25

mezara gidecektir." Niye yazılır böyle satırlar? Söz konusu olan nedir? Kürtlerin,

Ermenilerin, başka ezilenlerin uğradıkları katliamlardır bunlar. Hangi objektiflikten

bahsediyorsunuz.

Sonra Nasrettin Hoca'nın hikayesini de unutmayın. Hoca'nın eşeği çalınınca, herkes hocaya

"şunu yapsaydın böyle olmazdı" deyince. Hoca da dayanamayıp: "Yahu bu hırsızın hiç mi

suçu yok" demiş. Ortada Koca bir ulus, Milyonlarca Ermeni vardı, şimdi bunlar yok. Sanki

bunları yok edenlerin hiç bir suçu yok. El insaf!

Ermeni sorunundaki Tavır, özünde, Türkiye'nin geleceğine, dolayısıyla bugünkü toplumsal

ilişkilerine değin bir tavırdır. Türkiye'nin, gerçekten Batılı anlamda demokratik, gelişkin bir

ülke olmasını isteyenler; şu Devlet sınıflarını yani ordunun vesayetinden ve egemenliğinden

çıkmasını isteyenler, Soysal'ınki gibi bir tavrı geliştirmek ve savunmak zorundadır. Varolan

güçlerle ve kıytırık düzenlemelerle bugünkü sistemin devamından yana olanlar da, sizin ya da

çeşitli varyantları olun resmi görüşün savunucusudurlar. Zaten çoğu da maaşlıdır ve bu işten

geliri vardır. Ermeni sorunu üzerine tartışma, aslında Türkiye'nin bugünü ve geleceği üzerine

bir tartışmadır. Özünde programatik bir tartışmadır. Ağaçlardan ormanı görmeme durumunda

kalmayın lütfen. MİT'in, Devlet'in olayı çekmeye çalıştığı yer tam da budur. Objektiflik

görünümü altında, ayrıntılar içinde olayı boğuntuya getirmek. İşin ilginci, bu sayfalarda

görüldüğü gibi, epey etkili de oluyor.

Ama ben bu etkinin onun bilimselliğinden değil, ikna gücünden değil, Türklerin, özellikle

Kürt sorunu nedeniyle, yani çıkarları nedeniyle etkilendiklerini düşünüyorum. Bugün

milyonlarca Kürdün, köylerinin yakılıp sürülmesi karşısında ses çıkarmayanların, Ermenilerin

tehciri karşısında bir şey söylemeleri beklenemez.

***

Sosyalistlerin hataları saymakla bitmez. Bizzat ben de Ulusal sorun konusunda bütün sosyalist

teorinin yanlışlığına değin şeyler yazdım buralara yolladığım yazılarda. Ama bunlar

karşısında iki tavır vardır. Bu hataları, eşitlikçi ve dayanışmacı bir toplum ideali ve bu uğurda

mücadeleleri anlamsız, değersiz, aşağı göstermek için öne sürmek, bir de, yine o amaca

ulaşmak için bu hataların eleştirisi. Benimkisi ikincisi, sizinkisi birincisi.

02.02.1998

26

Yine aynı sayfadaki tartışmalarda Özcan Soysal’ın yaklaşımlarındaki kestirmecilik

bağlamında şunları yazmışız:

SSoossyyaalliissttlleerr,, MMiihhrrii BBeellllii,, EErrmmeennii KKaattlliiaammıı ÜÜzzeerriinnee

Bir süre önce, sayın Özcan Soysal, bazı alıntılarla "Devrimci Örgütler ve Ermeni Soykırımı"

adlı bir yazı yazdı, daha sonra da "Mihri Belli ve Ermeni Sorunu" başlıklı bu yazının devamı

sayılabilecek bir ikinci yazı yazdı. Bu yazılardan birincisi yankısız kalırken ikincisine

Gökyüzü "83 Yaşındaki Genç Mihri Belli" başlıklı bir cevap verdi. Daha sonra da "Ayna" adlı

kişi Gökyüzü'ne destek çıktı. (Gökyüzü bu destekten rahatsızlığını daha sonra başka bir

vesileyle belirtti.) Bu kısa hatırlatmadan sonra konuya ilişkin görüşlerimi dile getirmek

istiyorum.

Sayın Soysal'ın alıntılarına, yani olgulara diyeceğim bir şey yok. Bunların doğru olduğunu

kabul ediyorum. Zaten Türkiye'deki sol hareketi biraz tanıyan bunların doğru olacağını az çok

tahmin edebilir. Benim itirazım, sayın Soysal'ın çıkarsamalarına ve olguyu açıklarkenki

kestirmeciliğine olacak. Ancak bu kestirmeciliğe karşı çıkışların, sanki olayı meşrulaştırmak,

haklı göstermekmiş gibi algılanacağını biliyorum. Ama tam bu tür algılama da bizzat o

kestirmeciliğin bir yansıması kanımca.

Birinci yanlış şu. Sanılıyor ki, Sosyalistler zemzem suyuyla yıkanmış, Stalin'in deyimiyle

"özel kumaştan yapılmış" uzaydan gelmiş yaratıklardır. Bu anlayış, Ö. Soysal'da şöyle

yansıyor örneğin:

"70 yil demokratligi,ilericiligi devrimciligi,sosyalist veya komunist olma sifatini kendinde

görenler türk halkina ermeni düsmanligi kuvvetle ve yaygin olarak siringalanmasina ve

körüklenmesine karsin neler yaptilar?”

Yani ortada bir halk var en azından nötr ya da masum, bir yanda bunun dışında ona Ermeni

düşmanlığını şırıngalayan bir güç var, diğer yanda da yine onun dışında, ama aşağı yukarı

aynı konumda bu konuda farklı bir tavrı olması gerekirken ona karşı hiç bir şey yapmayan

solcular var.

Sosyalistler, gökten zembille inmezler. Bizzat o halkın içinden çıkarlar. Sosyalist bir programı

benimsemek, kendini sosyalist olarak nitelemek o içinden çıkılan halkın içine işlemiş ön ve

bön yargılardan kurtulmak anlamına gelmez. Sosyalist olmakla belki bunlardan kurtuluş için

bir yola girilmiş olur. Yani sosyalistler içinden çıktıkları ve içinde yaşadıkları halkın bütün ön

yargılarını, alışkanlıklarını vs. içlerinde taşıyarak ortaya çıkarlar. Diğer bir deyişle, hepimiz

"Turhallı bir hallı"yızdır.

Ancak, sosyalist ideallerle başlangıç noktasındaki yerleşik kabuller arasında bir çelişki vardır,

siyasi mücadele içinde bu çelişkinin aşılması, radikalleşmek beklenir. Ama bu radikalleşme

her zaman olmayabilir. Elbette sosyalist bir insan, en azından bütün ulusları eşit görür, içinde

herhangi bir ulusa karşı düşmanlık beslemez, ezilen ya da ezilmiş uluslara özel bir sempati

besler vs. Aşağı yukarı bütün sosyalistler böyledir ve en azından böyle olduklarını düşünürler

ve iddia ederler. Ama bu kabul ile, somut konulardaki tavır arasında çoğu kez büyük farklar

27

olur. Ama bu farkların nedeni, sayın Özcan Soysal'ın kestirmeden attığı Şovenizm değil, hatta

bizzat, milliyetçilikten tamamiyle kopmuşluk bile olabilir. Bu karmaşık mekanizmaları

görmek istemiyor Sayın Özcan Soysal ve tavırlar ile ideoloji arasında mekanik ve birebir

ilişki varmış gibi ele alıyor.

1) Sosyalistte bütün ön yargılar var.

2) Ezilenlik durumu var

3) Sovyetlerin tavrı var

4) Türk ezilen sınıflarına ters düşmeme, onlarla aktüel olan bir sorundan dolayı sorun

çıkarmama kaygısı var

5) Egemen sınıflardan korku var

6) Bizzat kendi konumu var.

Önce Mihri Belli'den başlayalım. Sayın Mihri Belli'nin Kemalizm’in çok güçlü etkisi altında

olduğu bir sır değildir. Hatta 1970'lerde Kırmızı Aydınlık'dan THKP-C ve Kıvılcımlı'nın

kopuşunun ardında onun bu milliyetçi ve Kemalist eğilimleri ile bir sınır çekme çabası vardı.

Mihri Belli örneğin, Jaures'ten alıntılarla, "Milliyetçiliğin derini insanı enternasyonalizme

götürür" derken, Kıvılcımlı "Faşizme de götürmez mi" diye onu eleştiriyordu.

Mihri Belli'nin bu günkü yazıları okununca da aynı eğilim açıkça görülür. Ama bu milliyetçi

ve Kemalist eğilim aynı zamanda Mihri Belli'nin, herkesin şovenizm dalgasına kapıldığı

bugünkü kritik ortamda Kürt ulusal kurtuluş hareketi karşısında onu yüzde yüz destekleyen

bir tavır içinde bulunmasını engellememektedir.

Aslında gerçek bir milliyetçinin hatta Kemalist’in Kürt ulusal kurtuluş hareketini

desteklemesinde bir çelişki yoktur, hatta gerçek Türk milliyetçisi (yani Türkiye’nin

gelişmesini ve zenginleşmesini, güçlenmesini isteyenler) ve gerçek Kemalist (Türkiye'nin

batılılaşmasını isteyenler) için tek çıkış yolu Kürt ulusal kurtuluş hareketini desteklemektir.

Şöyle bir örnek vereyim. Sosyalistlerde faşizmi sadece sermayenin (hatta onun en gerici ve en

şoven kesimlerinin) bir diktatörlüğü olarak tanıma eğilimi epey güçlüdür. Evet, faşizm aynı

zamanda budur da, ama hangi diktatörlük, hatta hangi bati demokrasisi böyle değildir ki.

Dolayısıyla, faşizmi böyle tanımlayarak hiç bir şey açıklamış olmazsınız. Ama sosyalistlerin

bu tür tanımlamalarının ardında şöyle bir varsayım yatmaktadır, ezilen sınıfların

hareketlerinden sadece demokratik ve ilerici eğilimler çıkar. Bu doğru değildir. Ezilen

sınıfların çıkarları, karakterleri, ideolojileri ve bunlar arasındaki ilişkiler sorunu böyle

mekanik değildir ve çok daha karmaşıktır. Ezilen sınıfların hareketleri pekala belli tarihsel

koşullarda, en gerici, en şoven, en kanlı diktatörlüklere temel oluşturabilir.

1970'lerin sonu ve 80'lerin başında sosyalistler arasında Faşizm üzerine bir tartışma

yürüyordu. Bu tartışmada, örneğin ben, faşizmin ayırt edici niteliğinin onun kitle hareketi

özelliği olduğunu, işçi sınıfının bazı kesimleri ve küçük burjuvazinin tepkisinin ifadesi

olduğunu söylediğimde, muhataplarımca, sanki onun cinayetlerini meşrulaştırıyormuşum gibi

28

algılanıyordum. Yukarıda sözünü ettiğim yanlış varsayım ve mekanik anlayış nedeniyle böyle

yorumlanıyordum. Ama ilginçtir ki, bu davranışın bizzat kendisi de, tam o ezilenlerin gerçek

çıkarları ile tepkilerinin biçimleri ve görünüşleri arasında birebir bir uyum olmadığının örneği

idi. Beni böyle itham edenler bir yanılsamadan hareket ediyorlardı tıpkı yine yanılsamalardan

hareket ederek bir zamanlar faşist partilerin peşine takılanlar gibi.

13.04.1998

(Böylece “Ermeni Sorunu” adlı yazının yayınlanabilen kısmını yıllar sonra İnternette tekrar

yayınlama vesilesiyle yapılmış tartışmaları aktarmış bulunuyoruz.)

29

Gazete Makaleleri

2000’lerin başından itibaren Kürt Ulusal hareketinin basınında Ermeni katliamı ve “sorunu”

ile doğrudan veya dolaylı olarak ilgili bir çok yazılar yazdık. Onlar da bu derlemenin ikinci

bölümünü oluşturuyor.

30

TTüürrkk NNeeddiirr??

Bundan yüz yıl önce, batılının Türkiye dediği topraklarda, ne kültür ne de soyca “Türklük”

denen şeyle zerrece ilgisi bulunmayan çok küçük bir şehirli aydın azınlık dışında, kimse

kendini Türk olarak tanımlamıyordu. İnsanlara sen nesin diye sorulduğunda, onlar

Müslüman’ım, Kızılbaşım, Çerkezim, Türkmenim, Yörüküm, Kürdüm, Arnavutum diyorlardı

ama Türküm demiyorlardı. Olağan kullanımda Türk sözcüğünün politik bir anlamı olmadığı

gibi, bir etniyi ya da dil konuşan insanları değil, Türkçe konuşan göçebe ya da köylü ve

yoksul Müslümanları kategorize etmeye yarayan kaba ve görgüsüz anlamına gelen; devlete

egemen Müslüman kastın kullandığı bir hakaret sıfatıydı. Osmanlı Padişahına “Türk” dense,

kendine hakaret edildi diye diyenin kafasını vurdururdu.

Ve bu gün ise Türkiye Cumhuriyeti denen devletin toprakları üzerinde milyonlarca insan

kendisini binlerce yıldır var olmuş bir Türk ulusunun torunları olarak tanımlıyor. Osmanlı’nın

bir Türk devleti olmadığı ise, artık o Türklerin kavrayış gücünün ötesinde.

Osmanlı devletini “Türkiye” ve ona egemen olan Müslüman kastı “Türkler” olarak

tanımlayanlar Batılılardı. Yani Türk ve Türkiye isimleri bile, bu gün Türkiye denen

topraklarda yaşayan insanların kendilerini ve ülkelerini tanımlamak için kullandıkları isimler

değil, onlara batılı devletlerin verdiği isimlerdi. Tıpkı “Kongo”, “Rodezya” gibi. Bu gün

kendine Türk diyenlerin hor gördüğü Afrikalılar, sömürgelikten kurtulduklarında, ilk

yaptıkları iş, Batılı beyaz adamın kendilerine verdiği adları reddetmek oldu ve kendilerini ve

ülkelerini kendi verdikleri adlarla adlandırmayı denediler; ülkelerine “Zaire”, “Zimbabwe”

dediler. Ama Türkler, ülkelerini ve kendilerini Batılının verdiği isimle anmakta bu güne kadar

hiç bir sorun görmediler.

Aşağı yukarı her ulus uydurulmuş bir tarih ve unutulması gereken bir geçmişe sahiptir. Çünkü

ulusların tarihi yoktur ve bunun yaratılması gerekir. Bütün uluslar için normal olan bu özellik

Türk ulusunda saçmalığın zirvelerine varır ve hasta, şizofrenik bir ruha yol açar. Kimi

insanlar vardır, daha doğarken hasta ve sakat olarak doğarlar, kimi uluslar da öyle.

Alman Emperyalizminin Hint yolu ve Rusya’yı güneyden çevirme planlarının ihtiyaçlarına

uygun bir uydurmadır Orta Asya Türklüğü. Egemenliğini sürdürecek son çare olarak bu

Türklüğe sahiplenen Osmanlıya egemen Müslüman devlet kastının ne soyca ne de kültürce

Anadolu’daki Türkmen ve Yörükler kadar olsun bu dünyayla bağlantısı yoktur. Osmanlı

Bizans’ı fetih ettiğinde onun tarafından fetih edilmiştir ve Bizans’ın devamıdır. Bu fatihler

sadece daha önce İslamlık zırhıyla kuşandıkları için, Bizans tarafından din ve dil olarak fetih

edilemediler. Onun haricinde, müzikten mimariye, mutfaktan vücut diline kadar her şey

Bizanslıdır bu devlete egemen kastta. Ve son olarak Türklük, liman şehirlerinde palazlanan ve

Rum ve Ermeni burjuvazisiyle rekabet içinde, dayanacağı bir ulus yaratmak ve ona dayanmak

Yahudi burjuvazisinin ihtiyaçlarına da cuk oturmuştur. Bu nedenle en ateşli Türk

milliyetçilerinin Yahudilerden çıkması bir rastlantı değildir. Bu burjuvazinin Kültürü de, tıpkı

müslüman devlete egemen Kast gibi tipik doğu Akdeniz - Bizans kültüründen başka bir şey

31

değildir. Alman Emperyalizmi, Bizanslı Müslüman devlet kastı ve Levant’ın Yahudi

burjuvazisinin çakışan ihtiyaçlarına uygun olarak yaratılmış bir ulustur Türkler.

İtalyan siyası birliği gerçekleştiğinde d’Azeglio’nun: “İtalya’yı yarattık, şimdi de İtalyanları

yaratmalıyız” dediği gibi, Osmanlıya egemen Müslüman devlet kastı, önce Türkiye’yi yarattı

ve sonra, Allah’ın insanı kendi suretinde yaratması gibi, Türk ulusu denen şeyi kendi

suretinde yarattı. Türk ulusunun suretinde yaratıldığı; ona karakterini veren nedir?

Bizans Kültürü demek ise, her şeyden önce, Rum ve Ermeni kültürü demektir. Bu gün bile

dünyanın her hangi bir yerinde bir Rum ve Ermeni ile karşılaşan şunu görür: din ve dil

haricinde (Hatta dil bile ortaktır, çoğu Türkçe bilir ve konuşur.) Türkleri Rum ve

Ermenilerden ayırmak olanaksızdır. Yani önce Türkiye’yi sonra da kendi suretinde Türk

ulusunu yaratan Müslüman devlet kastı tıpkı Rum ve Ermeni gibi bir Bizanslıdır. Ve

dolayısıyla bu kastın kendi örneğinde yarattığı Türk de.

Ama bu Ulus var oluşunu Rum ve Ermenileri yok etmeye borçlu olduğundan, gerçek

kimliğini unutmak ve hafıza kaybına uğramak zorundadır. Bu da ona hasta ve şizofrenik bir

karakter verir.

Türklük denen şey, yüzde doksanıyla hafıza kaybına uğramış yaşayan Rumluk ve

Ermenilikten başka bir şey değildir. Ya da hafıza kaybına uğramış yaşayan Bizanslılıktır.

Ama o, varlığını bu gerçeği inkar ve unutma üzerine temellendirmiştir. Diğer bir deyişle Türk,

aslını inkar eden bir haramzadedir. İnanmayan Türk ve Müslüman burjuvazinin servetlerinin

kaynağını araştırsın. Hepsinin kaynağında Rum ve Ermenilerin imhası, sürgünü ile edinilmiş

bir ilkel sermaye birikimi vardır.

Türklerin bir ulus olarak bu şizofrenik ruh hastası durumundan kurtulabilmeleri, kendi

geçmişlerini inkardan ve unutmadan kurtulmaları için ulus olarak bir tür toplumsal terapi

görmeleri gerekiyor. Ama günahları ile öylesine bütünleşmiş ve onların öylesine esiri olmuş

bulunuyorlar ki, kendi güçleriyle bu çürüme çemberinden çıkmaları olanaksız. Bu yönde

küçük kimi kültürel hareketler dışında hiç bir toplumsal ve siyasi hareket yok. O küçük

kültürel hareketler de varlığını her şeyden önce yükselen Kürt hareketine borçlu.

Kürt hareketi Demokratikleşme ve Orta Doğu projelerinde bir başarıya ulaşabilirse, bu

Türklerin hafıza kaybından kurtulup kendi gerçek kimlikleriyle barışmasının yolunu açabilir.

Dünyadaki ve bölgedeki iktisadi gelişmeler ve zorunluluklar bu değişimi zorluyor ama o

kendi egemenliğini sürdürebilmek için Türklüğü yaratan ve hala gücünü koruyan Osmanlı-

Bizans’ın devlet kastı bu değişikliğin en büyük engeli olmaya; kendi hastalığını tüm topluma

zorla bulaştırmaya devam ediyor. Türkler’in olağan bir sağlıklı gelişim için “baba katili”

olmaları gerekiyor. “Baba”yı öldürmeden bağımsız bir kişilik gelişemez.

26 Eylül 2000 Salı

[email protected]

32

TTaarriihhiinn LLaanneettii

Kıta Avrupa’sı ve İngiltere arasındaki gelişim zıtlıkları, Balkanlar ve Anadolu’daki gelişim

zıtlıklarına benzer.

Avrupa’da Kapitalizm ya da burjuvazi, önce Hıristiyanlık içinde, Püriten/Protestan mezhepler

biçiminde eğilim ve çıkarlarını yansıttı. Ne var ki, bu Burjuva muhalefetin kaderi, Kıta

Avrupa’sı ve İngiltere’de farklı yollar izledi. Püritenlik İngiltere’de iktidar olurken, aynı

Protestanlar Fransa’da, Sen Barthelmi katliamlarında bire kadar kılıçtan geçiriliyordu. (Doğan

burjuva dünyasının Osmanlı’ya sığınan Kılıç artıklarının, Hügontların, Osmanlı

modernleşmesindeki etkileri ayrıca incelenmeye değer bir konudur.)

Bu modern, burjuva ruhun katledilmesinin sonucu, Avrupa’da burjuva gelişiminin yüz yıl

gecikmesi oldu. İngiltere 1688’lerde burjuva devrimini yaparken, Fransa aynı devrimi

1789’da yapabiliyordu.

Ama devrimin şiddeti birikimin ölçüsünde sert oldu, Katoliklik adına Protestanları kesenler,

yüz yıl sonra Hıristiyanlığı tasfiye edip önce akıl dini önerecekler, sonra da en azından dini

politik alanın dışına iteceklerdi.

Balkanlar ve Anadolu’nun tarihsel kaderi bu tarihsel sürece paralellik gösterir. Fransız

ihtilalinden yüz yıl sonra, Osmanlı’nın Müslüman devlet kastlarının kapitalizm öncesi

dünyasına karşı, Balkanların Hıristiyan kapitalizmi, tıpkı İngiltere adalarında, Prütenliğin

zafer kazanması gibi, zafer kazandı ve Osmanlı egemenliğini ve Müslümanlığı balkanlardan

süpürdü. Müslüman kapitalizm öncesi ise, bunun rövanşını Ermeni katliamları ve Rumların

temizlenmesiyle, yani burjuva ve modern olan her şeyin tasfiyesiyle Anadolu’da aldı. Ermeni

ve Rumların Anadolu’dan tasfiyesi, Sen Barthelmi’nin Anadolu’daki paralelidir.

Bu nedenle Anadolu Balkanları yüz yıl geriden izler. Balkan ülkelerinin bu günkü durumu

kimseyi yanıltmamalıdır. Bu ülkeler İkinci Dünya savaşından sonra Sovyet işgal bölgesinde

kalmasalardı, en azından şimdiki Yunanistan’ın gelişmişlik ve zenginlik düzeyinde

bulunurlardı. Örneğin Bükreş’e yüzyılın başında, “Doğu’nun Paris’i” deniyordu, Panait Istrati

gibi yazarlar ve başka Bolşevik partisinde çalışan uluslararası Marksist teorisyenler

yetiştirebiliyordu o zamanlar Romanya.

Batı Avrupa’da burjuva muhalefeti dinsel biçimde var olmuştu, Avrupa’nın doğusunda ise

aynı muhalefet, modern çağın dini olan ulusçuluk biçiminde ortaya çıktı. Balkan uluslarının

kuruluşu, Protestanlığın zaferine denk düşüyordu; Anadolu’da Rum ve Ermeni ulusçuluğunun

tasfiyesi ise, Protestanların katledilmesine. Ama Kıta Avrupa’sında Protestanlığı katledenler

nasıl yüz yıl sonra tümüyle Hıristiyanlığı yok etme, bir akıl dini geçirme ve sonra da en

azından dini politik alının dışına atma zorunda kaldılarsa, Anadolu’da Ermeni ve Rum

ulusçuluğunu katledenler, ulusçuluğu, ulusu dil, kültür ve etni olarak tanımlayan klasik

biçimiyle yok etmek, bütünüyle hukuki bir ulusçuluk kurmak zorunda kalacaklardır. Patlama

birikimin ölçüsünde derin olacaktır. Kürt hareketinin el yordamıyla yaptığı, tarihin bu emrini

yerine getirmekten başka bir şey değildir.

33

Burjuvazinin tasfiyesi, Türkler ve Müslümanlar için aynı zamanda bir modernleşme,

uluslaşma, burjuvalaşma anlamına da gelmiştir. Yani Türk burjuva devrimleri, burjuvaziye

karşı, kapitalizm öncesi Osmanlı’nın devlet sınıfları tarafından güdülen, burjuvaziyi tasfiye

eden, kapitalizm öncesi sınıf ve ilişkileri güçlendiren burjuva devrimleridir. Tarihin laneti

budur.

Görmesini gören gözler bilir. Tasfiye edilen Rum ve Ermeni burjuvazisinin malları, Türk ve

Kürt ağaların ve tefeci bezirganların servet ve sermayeleri, ya da Osmanlı’nın ruhu devletin

daireleri olmuştur.

Böylece yıllarca, Modern Ermeni burjuvalarının mallarına konmuş feodal ağaların

kontrolünde, ortaçağ karanlığında, bezirgan partilerin oy deposu oldu Kürtler. Aynı durum

aşağı yukarı Anadolu’nun bütün bölgeleri için de geçerliydi. 12 Eylül bile hala, Büyük

şehirlerdeki sola yatkın işçi oylarını dengelemek için, Kürtlerin yoğun olduğu bölgelere daha

fazla temsilci veriyordu.

İşte bu denge alt üst olmuş bulunuyor. Kürtler adeta toplu olarak, var olan sistemin karşısına

geçmiş bulunuyor. HADEP’in oyaları silme götürmesinin anlamı budur. Egemen sistemin

Kürtler içinde, maaşlı koruculardan başka dayanağı kalmadı.

Normal bir parlamenter işleyiş için, Kürtler içinde bir toplumsal temel bulmak, korucuları,

ağaları, aşiretleri bir yana iterek, modern Kürt burjuvazisiyle tekrar bir ittifak sistemi kurması

gerekir Türk burjuvazisinin. Ama bunun yapılabilmesi, Kürt ve Türk burjuvazisinin eşit bir

partner olarak iş birliğine girmesi, bu günkü ordunun vesayeti, egemen ideoloji ve

politikalarla olamaz. Durum değişmedikçe, burjuvazinin egemenliği için gerekli bir normal

parlamenter sistem işleyemez. Bu durumda ordunun ağırlığı giderek dayanılmaz olmaya

devam edecektir.

Eski sistem, sanki Susurluk, bankalar, çeteler günah tekeleriyle ellerini yıkayıp yeniden

yürüyebilecekmiş gibi görünüyor. Kimi Partilerin biçimsel değişmeleriyle, makyajlarla, hatta

Kürtçe radyo ve televizyon ile varlığını sürdürebilirmiş gibi görünüyor. Yürüyemez.

Toplumdaki ve sınıf ilişkilerindeki derin değişiklik eski politik sistemle götürülemez.

İdeolojisi, partileri, ordusuyla bu günkü sistem, ne kadar makyaj yapılırsa yapılsın, Kürt

burjuvazisinin desteğini sağlayacak bir politik biçim bulmadıkça bunalımlardan çıkamaz. Bu

politik sistemin tasfiyesi için ise, büyük kitlelerin aktif eylemi gerekir. Tarihin lanetine ancak

büyük kitle hareketleri son verebilir.

Yüz yılın başında Osmanlı devlet sınıflarının işbirliği ile Hıristiyan kapitalizmini tasfiye

ederek tarihin lanetine uğrayan Müslüman Türk ve Kürtler şimdi bu lanetten kurtulmak için,

kendi 1789’larını yapmak durumundalar.

Ama çok elverişsiz koşullarda. Burjuvazi korkak, İşçiler tarihin en büyük yenilgileriyle dünya

çapında bir demoralizasyon, programsızlık, yönelimsizlik içindeler. Kürt hareketi yapayalnız.

Bu günkü hareketsizlik ve çürüme kimseyi yanıltmamalıdır. Unutmamalı en güzel çiçekler

bataklıklarda yetişir.

34

20 Kasım 2000 Pazartesi

35

KKööttüü OOllaabbiillmmee vvee YYaannllıışş YYaappaabbiillmmee HHaakkkkıı

Son yıllarda, "beton" kafalı Türk ve Sünni çoğunluğu, başka din, inanç, ulus ve dilden

insanlara karşı "toleranslı" olmaya çağıran yine çoğunluktan olan "mozaik" kafalıların temel

argümanları, onların ne kadar iyi oldukları; onların varlığının kendilerini de zenginleştireceği

gibi noktalarda toplanıyor.

Ne var ki, bu argümanın kendisi, ırkçılığı yeniden üretmektedir. Yani kendilerini

zenginleştirmese hiç de gerekmeyeceği zımnen kabul edilmektedir. Ya da "azınlıklar" iyi

insanlar olmasa, hiç de gerekmeyecektir onlara karşı "toleranslı" olmak.

"Azınlıklar", yani çoğunluğu oluşturan ulustan, dinden olmayanlar, her zaman "iyi

insanlar"dır. Türkiye'de Rumlar, Ermeniler, Yahudiler, Süryaniler, Aleviler, Kürtler hep "iyi

insanlar"dır. Çünkü onlar "iyi" olmak zorundadırlar. Çoğunluğun şiddetini çekmemek için her

davranışını kılı kırk yararak yapmak, her zaman haklı bir durumda bulunmak zorundadırlar.

Çünkü "iyi olmak" onların biricik savunma silahıdır. Bu kahredici çoğunluk bu insanları "iyi"

olmaya zorlamaktadır. Onların iyi olmama hakları yoktur.

Bir Türk'ün cinayet işleme, hırsızlık yapma, her hangi bir kötülük yapma hakkı vardır. Bir

Türk cinayet işlediğinde, o belli bir insanın eylemi olarak mahkum edilir. Hiç bir yayın organı

onun aynı zamanda bir Türk olduğunu belirtmez. Ama mazallah bir Ermeni bir suç işlese,

önünde bir de Ermeni sıfatı olmadan adının anılması mümkün değildir. Hatta adının bile

önemi yoktur, o bir Ermeni'dir.

Ezilen ulus ve inançtakilerin hakları, onlar sizi zenginleştireceği ya da iyi oldukları için değil;

sizi fakirleştirecekseler de savunulmalıdır. Onların kötü olabilme, adlarının önüne ulus ya da

inançları bir sıfat olarak koyulmadan kötülük yapabilme hakları savunulmalıdır.

Aslında, Kürt uyanışı karşısında, Türk mozaiklerinin bu kadar soğuk ve düşmanca

durmalarının ardında bu gizli ırkçılık yatmaktadır. Çünkü Kürtler, artık "iyi" Tom Amca

olmaktan çıkıyorlar, onlar artık "iyi" olmadıkları, kötü olmayı göze aldıkları ve kötü olma

hakkı uğruna mücadele ettikleri için, beton kafalıların düşmanlığını kazandıkları kadar

mozaik kafalıların sempatisinden de mahrum kalmaktadırlar. Halbuki onlar "iyi" olmaya

devam etseler, mozaiklerin betonlar karşısındaki argümanlarına kanıt oluşturmaya devam

etseler; mozaikler betonları ikna edebilirler bir gün!

*

"Azınlıkların" kötü olabilme hakkı gibi ezilenlerin, baskı ve sömürüye karşı direnenlerin hata

yapma hakkı da yok. Şu an cezaevlerinde yüzlerce mahkum ölümün sınırında geri dönüşü

olmayan bir noktada. Ve de çıt çıkmıyor, çünkü onlar hatalı!

36

Ölüm oruçları karşısında kimi solcuların tavrı mozaik kafalıların tavrından farklı değildi.

(Aslında bunlar büyük ölçüde çakışırlar.) Nasıl onlar kötülük yapma hakkını savunmaya hazır

değilseler; kimi solcular da ezilenlerin, kavgada haklı olanların mücadelesini, ancak "doğru"

yapıyorlarsa desteklemeye hazırlar.

Sanki ortadaki bir sportif mücadele ve önceden belirlenmiş kurallar var gibi olaya

yaklaşıyorlar. Yok devlet haksızmış ama öbürküler de şöyle yapmalıymış!.. En mahkumdan

yana görünen solcu ve gazeteci "arabulucu"lar bile, bir sportif karşılaşmanın hakemi gibi

yaklaşıyorlar olaya.

Ne çabuk unutuldu ki, bu mücadelelerde, biri daha baştan yeniktir, alttadır; öbürü daha baştan

zaferi kazanmıştır ve üsttedir. Biri ne kadar aptalca, ne kadar yanlış mücadele yürütürse

yürütsün, haklılığına zerrece halel gelmez; öbürü ne kadar akıllıca ve doğru mücadele

yürütürse o kadar tehlikeli ve o kadar yanlıştır. Ezen ve ezilenin kavgasında tarafsızlık

mümkün değildir. Koca bir adam küçük bir çocuğu döverken tarafsızlık çocuğun dövülmesine

yardım etmektir. Küçük çocuk gücü yetmediği için, adamın taşaklarına tekme attığında,

mozaik kafalı solcular, "belden aşağı vurma" diye itiraz ediyorlar. Ezilenlerin belden aşağı

vurma hakkını savunmayı akıllarına bile getirmiyorlar; onlarla aralarına mesafe koymak ve

hata yapmayan solcular olduklarını kanıtlamak için çırpınıyorlar.

Bu bayların tavrı, ezilenlerin kendi içinde, kendi çıkarları ve mücadeleleri açısından yaptıkları

tartışmalarla ve ayrılıklarla karıştırılmamalıdır. Öyle bir tartışmada yanlış yapabilme hakkı

zaten veridir; kendi aralarında bir ön kabul olarak fiilen vardır. Mozaik kafalı solcu hakemler,

ezenler karşısında ezilenlerin; devlet karşısında mahpusların; işveren karşısında işçilerin;

erkek karşısında kadınların; ezen ulus karşısında ezilen ulusların özünde her zaman haklı

olduğunu; ne kadar aptalca işler yaparlarsa yapsınlar bunun o özdeki haklılığı ortadan

kaldıramayacağını ve ezilenlerin de yanlış yapabilme hakları olması gerektiğini anlamak

istemiyorlar ya da unutmak istiyorlar. Ve bunu hala hatırlatmak isteyen dinazorlarla köprüleri

atıyorlar.

Bizim işimiz alttakilerin, ezilenlerin kötü olabilme ve yanlış yapabilme hakkını savunmaktır.

[email protected]

http://www.comlink.de/demir/

20 Ocak 2001 Cumartesi

37

HHaattaallaarr SSiizzddeenn HHıızzllıı KKooşşaarrllaarr

Fransa'nın kararı ile birlikte, Ermeni Katliamı üzerine tartışmalar gündeme oturdu. Aslında ne

Fransa'nın aldığı kararın, ne de bu günkü tepkilerin Ermeni Katliamı ile ilgisi yoktur. Ermeni

Katliamı konusu, başka bir politik çatışmanın aracıdır. Arkada libero oynayan Almanya'nın

öne sürdüğü Fransa, bu kararla, Avrupa Ordusu'na Amerika'nın desteğiyle çomak sokan

Türkiye'ye politik baskı amaçlıyordu. Özel Savaşçılar için de Fransa'nın kararı, hem şiddet

politikasına dönüşün gerçek nedenini gizlemeye yarayan, hem de onu haklı göstermeye

yarayan bir gerekçe olarak gökten inmiş bir nimetti. Böylece barış ve demokratikleşmeden

yana olanları, "milli menfaatlere" kaygısız Avrupa'nın gönüllü işbirlikçileri olarak suçlayıp

savunma mevzilerine sokabilirdi. Yani karar da, tepkiler de, doğrudan Ermeniler veya Ermeni

katliamıyla ilgili olamayan başka politik hedeflerin bir aracından başka bir şey değildirler.

Zaten bu da, tarihin, tarihten ziyade günümüzle, günümüzdeki sınıfların ve politik güçlerin

konum ve çıkarlarıyla ilgili olduğunu gösterir. Bu nedenle, Tarih tarihçilere bırakılamayacak

kadar politik bir konudur. Keza tarihi tarihçilere bırakmanın kendisi de tarihsel gerçeği bulma

değil, günün politik kaygılarıyla ilgili basit bir taktikten başka bir şey değildir ve ciddiye

alınacak bir yanı da yoktur.

Elbet bu tartışmalar, başka bir çatışmanın aracı, Kürtlere karşı saldırının sis örtüsüdür ama

bütün bunlara rağmen aynı zamanda, bizzat bu katliamın varlığının bu yükseltilen inkarıyla

bile, Türkiye'nin egemenleri için bir yenilgidir. Çünkü Türk kimliği, hafıza kaybına

dayanılarak oluşturulmaya çalışılmıştır. Cumhuriyet bütün gerçek geçmişi unutma ve

unutturmaya dayanıyordu. "Harf Devrimi" bile, kapitalist dünya ile ticareti kolaylaştırmak

kadar, bu geçmişi unutma ve unutturma çabasının da bir ifadesidir.

Hatalar insanlardan hızlı koşarlar. Onlardan kaçıp kurtulma olanağı yoktur. Tam

unutulduğunu, kurtulduğunuzu sandığınız anda, karşınıza aşılmaz bir duvar gibi dikilirler

Türk ulusu da, kendi hafızasını yitirme bahasına, doğuştan günahlarını unutmak ve

unutturmak, onlardan kaçıp kurtulmak istiyordu. Altmışlı ve yetmişli yıllarda neredeyse

hedefe varılmış gibi görünüyordu. Günahları işleyip onların lanetini üzerinde taşıyan kuşak

yavaş yavaş sırasını savıp giderken, önceki kuşağın günahlarından habersiz kuşaklar meydanı

dolduruyordu. O günahları hatırlatacak kimse de kalmamıştı ülkede. O günahların

kurbanlarının diyasporadaki kalıntıları da aynı şekilde sıralarını savıyorlardı. Sonraki nesiller

ise zaten doğdukları ülkelerin insanları olmuşlardı. Galiba bu sefer günahlardan kaçmak,

onlardan kurtulmak, o günahların hafızalardan yitip gitmesini sağlamak başarılmış gibi

görünüyordu.

Yeni kuşaklar için bu unutturulma öyle başarıya ulaşmış görünüyordu ki, çoğu sola ilgi

duyan, hatta Marksist yeni kuşaklar, Türkiye'deki sınıf ilişkileri ve toplumsal yapı ile bu

günahlar arasında bir ilişki bile kurma yeteneği gösteremiyordu. Örneğin sosyalistler arası

toplumsal yapı, sınıflar, tarih konularında yoğun tartışmaların yaşandığı ve bu tahlillerden

38

strateji ve programların çıkarıldığı altmışlı ve yetmişli yıllarda Ermeni Katliamı, sonraki

mübadeleler, Kafkas ve Balkanlardan insan göçleri ve bunların sistemin örgütlenmesi ve sınıf

ilişkilerinin şekillenmesi bakımından etkileri gibi konularda hemen hemen hiç bir şey

bulunmaz. Bu konular ve kavramlar, Türkiye'nin toplumsal yapısı ve sınıf ilişkileri

bağlamında değil; bu paradigmalar ortadan kaybolduktan sonra; hatta bu paradigmalara karşı

olarak doksanlı yıllarda solcuların tartışmalarına girmeye başlamıştı.

Örneğin, Ermeni katliamı, hangi tarihsel ve toplumsal ilişkilerin sonucu olarak gerçekleştiği

ve bu katliamın sonraki Türkiye'nin toplumsal ve sınıfsal ilişkileri üzerindeki etkileri gibi bir

bağlamda değil de; Ermenilerin katledilmesi ve sonradan yok olup gitmesinin çok renkliliği

azalttığı gibi (aslında gizli bir ırkçılığı da yansıtan) bağlamlarda konuya yaklaşıldı, zamanın

ruhuna uygun olarak. Yani konunun tarihsel ve toplumsal ilişkiler bağlamında tartışılabileceği

dönemde Ermeni Katliamı diye bir konu akla gelmiyordu dolayısıyla o analizler havada

kalıyordu; Ermeni Katliamının gündeme geldiği dönemde ise, konuyu toplumsal ve tarihsel

bağlamda; politik mücadele stratejisi bağlamında tartışacak paradigma ve kavramsal araçlar

bir kenara atılmış bulunuyordu.

Bu arka plan, sanki sınıfsal ve Marksist bakış açısıyla örneğin Ermeni sorununun tartışılması

arasında bir çelişki ve uzlaşmazlık varmış gibi bir yanılsama ortaya çıkmaktadır. Ama

Türkiye'deki sınıf ilişkileri, bizzat bu katliam ve sonraki Rum mübadeleleri olmadan

anlaşılamaz.

Türkiye ve Kürdistan'da egemen sınıflar bu katliam ve başka zorunlu göçlerden elde ettikleri

servetle oluşmuştur. Denebilir ki, ilk sermaye birikimi batıda nasıl korsanlık ve köle ticaretine

dayanırsa, Türkiye'de de Ermeni katliamına ve Rumların sürülme ve mübadelesine

dayanmıştır. Bütün egemen devlet kastının ve sınıfların servet ve sermayelerinin kaynağında

bu katliam ve mübadeleler bulunmaktadır.

Ermeni ve Rumlar nispeten kapitalist ilişkilerin geliştiği burjuvalardı. Tasfiye ve katil, aslında

aynı zamanda, modern toplumsal ilişkilerin de tasfiyesi olmuştur. Modern Kapitalist Rum ve

Ermenilerin malları ve sermayeleri; prekapitalist tefeci-bezirgan sermayeye dönüşmüş veya

toprak ağalığını ve ortaçağ artığı iktisadi, sınıfsal ilişkileri güçlendirmiştir. Böylece katliamla

birlikte gerilik ve gericilik birbirini üretir olmuştur. Türkiye ancak, 1960'lı yıllarda, katliam

öncesinin ekonomik düzeyini yakalayabilmiştir.

Bu nedenlerle egemenler, hem kendi egemenlik ve imtiyazlarının kaynağını gizlemek; hem de

bir ulus yaratabilmek için unutmaya ve hafıza kaybına dayanabilirlerdi. İşte tam başardıklarını

sandıkları anda, geçmiş günahları karşılarında aşılmaz bir duvar olarak dikilmiş bulunuyor.

Bütün yaptıkları olmamışa döndü, her şey unutmaya ve unutturmaya dayanmıştı, bu proje

çöktü; bu nedenle ağır bir darbedir Türkiye'nin egemenleri için.

Ermeni Katliamının, inkar için bile olsa tartışılmak zorunda kalınması, unutulmaması ve

tekrar hatırlanması bile projenin iflasıdır. Çünkü Türk Kimliği, unutmak ve hafıza kaybı ile

şekillendiriliyordu. Şimdi bu suskunluk yıkıldı.

10 Şubat 2001 Cumartesi

39

AArraarraatt

Geçen hafta Atom Egoyan’ın Ararat filmini görebildim. Bu film üzerine ve film vesilesiyle

bir kaç şey söylemek gerekiyor.

Atom Egoyan’ın filmi sadece film içinde bir film değil, iç içe geçen bir çok hikayeden

oluşuyor. Film, Ermeni katliamı üzerine bir film; Ermeni katliamı üzerine bir Ermeni olarak

film yapmanın sorunları üzerine bir film; İki binli yıllarda Kanada’da yaşayan bir Ermeni

olarak bu konuda film yapmanın sorunları üzerine bir film; modern batı metropollerinde

yaşayan insanların ilişkileri ve ilişkisizliği üzerine bir film; kuşaklar çatışması üzerine bir

film; ünlü ressam Arshile Gorky’nin hayatı üzerine bir film; Babasız büyüyen çocukların veya

babalarının anısı altında ezilen çocukların sorunları üzerine bir film; mit yaratmak üzerine bir

film; mitlerin gerçek hayatları üzerine de bir film; Dr. Ussher’in anıları üzerine bir belgesel;

ama belgesellerin ne kadar belgesel olduğu; onların ne kadar gerçeği yansıttığı veya

yansıtabileceği üzerine de bir film. Burada saymakla bitmeyecek ve her bir hikayenin, her bir

konunun diğerine ayna görevi gördüğü; bir yabancılaşma etkisi yaratmak için de kullanıldığı,

zaman ve mekan ve hikaye geçişlerinin büyük bir ustalıkla yapıldığı sanat değeri yüksek bir

film Ararat.

Ben de kısaca Ararat film üzerine, yani bir Ermeni tarafından Ermeni katliamı üzerine

yapılmış bir film üzerine bir Türk olarak yazı yazmanın sorunları üzerine bir yazı yazmak

istiyorum.

Bu film üzerine, her türlü politik kaygıdan azade olarak, sırf estetik kaygılarla, sırf felsefi

kaygılarla bir yazı yazmak isterdim. Filmin çok önemli gördüğüm bir zaafı üzerine bir yazı

yazmak isterdim.

Ama böyle bir yazı yazamam.

Çünkü Türkiye’de devlet ve toplumun büyük çoğunluğu, bir Ermeni, Süryani katliamı

olduğunu inkar ediyor.

Çünkü bu film Türkiye’de oynatılamıyor. (Osmanlı’da oyun çok. Baktılar doğrudan

yasaklasalar olmayacak, önce serbest bıraktılar, sonra iyi saatte olsunlar faşist çeteler piyasaya

sürülüp, “halkın tepkisi” nedeniyle sinemaların oynatmaması sağlandı. Halbuki demokratik

bir ülkede, devletin görevi o “halkın tepkisi”ne karşı, bir tek kişinin bile o filmi seyretme

hakkını savunmak olur.)

Ne zaman Türkiye’de Ermeni-Asuri katliamı inkar edilmez ve üzerine açıkça tartışılır; ne

zaman bu film Türkiye’de serbestçe oynar ve her hangi bir engellemeye girişenlere karşı

devlet güçleri insanların bu filmi seyretme özgürlüğünü garantiye alır, ancak o zaman

Egoyan’ın filmi üzerine her türlü politik kaygıdan azade olarak bir yazı yazılabilir.

Yani bir Türk olarak, bu film üzerine bir yazı yazma özgürlüğüm bulunmamaktadır. İnkar

edilen bir olay üzerine çevrilmiş yasaklanmış bir film üzerine yazı yazmak, elleri bağlı ve

savunmasız bir insana vurmaktan farklı olmaz.

40

*

Bu vesileyle Türkiye’nin sosyalistlerine bir çağrı.

Politikadan ve demokratik görevlerden kaçmak için, işçilere bilinç götürmeyi; emekçi halkın

sıkıntılarından bahsetmeyi; globalizme karşı dünyanın bilmem neresindeki gelişmelerin

ateşiyle ısınmayı falan bırakın artık. Nasıl olsa işçiler ve halk sizi dinlemiyor. Ama başka bir

şekilde işe yarayabilirsiniz. Örneğin politik sonuçları olan kültürel ve kalıcı etkiler bırakan

çalışmalara yönelebilirsiniz.

Örneğin, Atom Egoyan’ın filmi faşistlerin gösterisiyle oynatılmıyor mu? Bu filmin

gösterilmesi için, “Ararat'ı seyretme özgürlüğümü savunmayan devleti protesto ediyorum”

diye filmin oynatılması için kampanya başlatabilirsiniz.

Emin olun böyle bir şey yapmanın, yüz işçi grevi örgütlemek; bin işçiyi sendikalı yapmak; on

işçiyi sosyalist yapmak kadar sevabı vardır.

Bu filmin oynatılıp oynatılmaması üzerine, toplumda bir tartışma başlatmanız, filimin

oynatılması sağlanamasa bile, başlı başına bir zafer olur.

Ya da örneğin, dedelerinizin, babalarınızın Ermeni Süryani katliamında, nerelerde ne

yaptığını ifşa eden, alttan bir hareket başlatabilirsiniz. Herkes tek tek ailesini araştırır,

dedelerinin bu katliamlar sırasında ne yaptığını. Ailesinde bu katliamlardan gelen bir gayrı

menkul, bir servet, ahretlik türünden bir ev kölesi vs. olanlar bunları kamu oyu önünde

anlatıp, bu katliamı lanetleyebilir.

Ermeni, Süryani ve Rum katliamları, sürgünleri ve mübadeleleri devlet ve ilk sermaye

birikimini bu kanlı olaylarla sağlamış zengin sınıflar tarafından inkar dilmektedir ama, sıradan

halk bu katliamı ve somut olayları bilmektedir. Bu halkın anlattıkları derlenerek, devletin ve

egemen sınıfların ve gerici Türk milliyetçilerinin inkarlarına karşı, aşağıdan bir hareket

başlatılabilir.

Hasılı bir çok şey yapılabilir. Sosyalistler, böyle çabaların başını çekerlerse, tekrar altmışlı

yıllardaki gibi, demokratik mücadelenin önüne geçip, küçük güçlerine rağmen toplumun

gündemini belirlemeyi başarabilirler.

Yani sadece sevabı yok, politik bir işlev ve anlam da kazandırır sosyalistlere.

Değmez mi böyle girişimlere.

04 Mayıs 2004 Salı

[email protected]

http://www.comlink.de/demir/

41

TTüürrkkllüüğğüü vvee UUlluussuu YYeenniiddeenn TTaannıımmllaammaannıınn FFaarrkkıı

Kürt olduğu için vurulan 5 C öğrencisi Uğur’un Anısına

Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında

Bir teneffüs daha yaşasaydı

Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür

Devlet dersinde öldürülmüştür

Devletin ve tabiatın ortak ve yanlış sorusu şuydu:

-Maveraünnehir nereye dökülür?

En arka sırada bir parmağın tek ve doğru karşılığı:

-Solgun bir halk çocukları ayaklanmasının kalbine!dir.

(...)

Ece Ayhan, Meçhul Öğrenci Anıtı

Geçen haftaki “Türk Nedir?” başlıklı, aslında dört yıl önce yazılmış yazı, hem çok tepki, hem

de çok takdir aldı. Ama her iki taraf da yazıda ne dendiğini anlamamışlardı. Yazı Türkler

tarafından Türk ulusunun yeniden tanımlanması olarak anlaşıldı.

Anlaşılamamasının nedeni şudur: Bu gün dünyadaki insanların neredeyse tamamı, (ki buna en

hızlı komünist ve enternasyonalistler de dahildir) ulusçudurlar ve bunun dışında başka bir var

oluşu tasavvur bile edemezler.

Ama sadece bu kadar değil. Bir de bunun çifte kavrulmuşu var. Dile, dine, kültüre, etniye

dayanan gerici ulusçular da bu ulusçuların yüzde doksanını oluştururlar.

Ulusçular ulusun ne olduğunu anlayamazlar. Çifte kavrulmuşlar ise bırakalım ulusçuluğu,

demokratik bir ulusçuluğun bile ne olduğunu anlayamazlar.

Bizim yazılarımızın trajedisi de buradadır. Neredeyse bütün okuyucuları, ezen ya da ezilen

ulustan olsun, kendine ister sosyalist ister milliyetçi desin, ulusçu ya da gerici ulusçu olanlara

ulusun ve ulusçuluğun ne olduğunu anlatmaya çalışmaktadırlar.

Bu beyhude işe devam edip bir başka açıdan daha anlatmayı deneyelim.

Özellikle son zamanlarda güçlenmiş söyle bir akım var. Bu gün Türkiye’de Türk denenler

aslında, Bizans, Osmanlı’nın mirasçısıdırlar, kültürce onların devamcısıdırlar. Bizans da esas

olarak Rumluk ve Ermenilik olarak tanımlanabileceğinden, Orta Asya’daki uluslar değil ama

Rumlar ve Ermeniler Türklerin en yakın kardeşleridirler.

Diyelim ki bu akım güç kazandı, devletin resmi ideolojisi haline geldi. Tarih kitaplarında bu

yönde değişiklikler yapılıyor, Ermenistan ve Yunanistan’la vizeler kaldırılıyor. Türk

42

başbakanları gidip, 1915’de katledilmiş Ermenilerin anıtı önünde Willy Brandt gibi özür

dileyip, Türklüğü İslamiyet ve orta Asya Türklüğü ile tanımlayan anlayışların bu katliamlara

yol açtığını söyleyip mahkum ediyorlar vs..

Kendini böyle tanımlamış bir Türk ulusçuluğu, elbette, gerçek duruma daha yakın olduğu

için, en azından bu günkü hafıza kaybına dayanan kişilik parçalanmasına uğramış

karakterinden bir parça olsun kurtulmuş olur. Bu aynı zamanda, bu günkü dünya dengelerinin

ve Türk burjuvazisinin ve hatta egemen Devlet kastının ihtiyaçlarına daha uygun bir Türk

ulusçuluğu olur ama, gerici bir ulusçuluk olma karakterini yitirmez.

Çünkü burada yeniden tanımlanan Türkiye Toprakları üzerinde yaşayan ulus değil,

Türklüktür. Ulusun Türklüğe göre tanımlanması değişmemiş, sadece Türklüğün tanımı

değiştirilmiş olur.

Halbuki demokratik bir Cumhuriyette ya da ulusçulukta, ulusun tanımı değiştirilir, Türklüğün,

Kürtlüğün ya da her hangi bir şeyin, şöyle ya da böyle tanımlanmasının hiçbir politik anlamı

ya da sonucu olmaz. Bunlar insanların özel sorunu olur.

Diyelim ki Anayasasında, “Türkiye Ulusu (Bu Anadolu Ulusu veya başka bir şey de olabilir.

Türkiye burada coğrafi bir alanı tanımlar, devletin egemen olduğu alanı) Türkiye Cumhuriyeti

denen devletin yurttaşlarından oluşur. Devletin ve ulusun, dini, dili, soyu, kültürü, etnisi

yoktur. Her yurttaş eşittir. Herkesin istediği dilde ve ana dilinde eğitim hakkı vardır. Ortak bir

konuşma dilinin ne olacağına Yurttaşlar kendileri karar verirler.” tarzında bir madde olan bir

ulus ise, ulusu yeniden tanımlamış olur. Bu ulustan insanlar, ortak konuşma dili olarak pek ala

ülkede konuşulmayan bir dili de seçebilirler, örneğin İngilizce veya Arapça’yı. Bu o ulusu,

İngiliz ya da Arap ulusu yapmaz.

Ve bu ulusun, kendilerinin Türk olduğuna inanan yurttaşlarının bir kısma Türklüğün Orta

Asyalılık ve İslamiyet’le tanımlanacağını savunabilir ve inanabilirler; bir kısmı Rumluk,

Ermenilik veya Bizanslılıkla. Bir kısmı da Türklerin insanlığı kurtarma özel misyonuyla

uzaylılar tarafından Dünyayı tohumlamak üzerine gönderildiklerine inanabilirler. Demokratik

bir cumhuriyette bunların hiçbir politik anlamı olmaz. Tıpkı gerçek laik bir ülkede, şu veya bu

inançtan olmanın, insanların cennetten, uzaydan veya maymundan geldiğine inanmanın hiçbir

politik anlamı ve sonucu olmaması gibi.

O halde dikkat! Öcalan’ın Türkiye Ulusu ve örneğin Türkçe’nin ortak konuşma dili olması

önerisi, ulusu yeniden tanımlamaktadır ve devrimci demokratik bir karakteri vardır. Ama

örneğin son tartışmalarda Bizanslıyız diyerek Türklüğü yeniden tanımlayanlar, ulusun dile,

dine, etniye, kültüre, geleneğe göre tanımlanmasını, yani gerici bir ulusçuluğu tartışma

konusu yapmamaktadırlar. O dili, geleneği, etniyi vs. yeniden tanımlamaktadırlar. Dolayısıyla

aynı gerici ulusçuluk anlayışının günümüz ihtiyaçlarına uyarlanmış biçimini

savunmaktadırlar.

Biz ise tıpkı dinsiz olduğunuz gibi ulussuzuz da. (Tabii bu ulusçuların kabul edemeyeceği bir

şeydir.) Amacımız demokratik bir ulusçuluk değil, genel olarak, ne kadar demokratik olursa

43

olsun, ulusçuluğu ortadan kaldırmaktır. Yani politik olanı ulusal olana göre belirlemeyi;

ulusal devlet ve sınırları.

Dolayısıyla Türklerin Bizans’ın torunu mu, Orta Asyalı mı oldukları bizim sorunumuz

değildir. Bizi ilgilendiren, insanların niçin dün Orta Asya Türklüğünde kan bağları ararken,

bu gün niçin Bizans’ın torunu olduğunu keşfettikleri; bu değişikliklere yol açan iktisadi ve

sınıfsal değişimler; bunların politik sonuçları ve yer yüzünden sömürü ve baskıyı kaldırma

mücadelesini bunların nasıl etkileyebileceğidir.

01 Aralık 2004 Çarşamba

[email protected]

44

OOrrhhaann PPaammuukk,, İİHHDD vvee SSoossyyaalliissttlleerr

Bugün Türkiye’de demokratik bir parti yoktur. Neredeyse tek demokratik tepkiler verebilen

odak İHD ve Orhan Pamuk gibi birkaç aydındır.

Kimi demokratik talepleri olan, özellikle Kürt Özgürlük hareketine dayanan partiler vardır

ama bunların programları sistemli bir demokratik talepler manzumesi içermediği ve bunu

içerecek bir ideolojik ve teorik bir arka plan ve hazırlıktan da yoksun olduğu için, bunlar da

tam bir demokratik parti özelliği göstermezler. Hele bu demokratik özellikler somut

politikada, bu hareketin içinde etkili burjuvazinin dar ve kısa görüşlü kısır politikalarının

prizmasından geçip çarpıldığından demokratik bir nitelik iyice gözden kaybolur.

Böylece demokrasi mücadelesi sadece anti demokratik kanun ve uygulamalara tepki gösteren

bir dernek ve birkaç aydının sırtına kalınca, tepeden tırnağa örgütlü ve silahlı bürokrasi ve

örgütlü burjuvazi, onları her zaman kolayca tecrit edip ezebilmektedir.

Ama bunun baş suçlusu sosyalistlerdir. Açın sosyalistlerin organlarını bakın, Aydınlık, TKP

gibi Genel Kurmay desteklilerin bütün program ve mücadeleleri, sözde bir anti emperyalizm

ardına gizlenmiş anti demokratik gerici bir milliyetçiliğin savunusudur.

Açıktan bu durumda olmayanları ise neredeyse sadece sendikalist ve ekonomist bir

propagandayla uğraşırlar ve işçileri tüm toplumun önündeki demokratik özlemeler için

mücadeleden uzaklaştırmanın aracıdırlar. Yani aşağı yukarı bütün işçi hareketiyle ilgilenen

aydınlar, sendikacılar ve işçici küçük sol grupların yaptığı budur.

Biraz daha radikal görünmek isteyenleri de enternasyonalizmin ardına sığınarak demokratik

mücadele görevinden kaçarlar.

En keskin görünenleri ise, “demokrasi de neymiş, biz sürekli devrimden sosyalist devrimden

yanayız” derler.

Bütün bunların hepsinin ortak yanı devrimci demokratik bir programı ve bunun için

mücadeleyi gündemden çıkarmaları; işçi sınıfının demokratik bir programla toplumun önüne

çıkmasını engellemeleridir.

Demokrasiden sonuna kadar çıkarlı tek sınıf olan işçiler olmayınca da demokratik bir cephe

kurulamamakta, sınıfsal bir çekirdek bulunmadığı için bütün demokratik muhalefet bu

güçsüzlüğünü, Avrupa Birliği koşullarının zorlamaları ile bir derece olsun kapamaya

çalışmaktadır. Bu da onları, gerici milliyetçiliğe dayanan burjuvazi ve bürokrasi karşısında

daha zayıf bırakmakta ve daha da tecrit olmaktadırlar.

Bu mekanizmayı iki olayla görelim. Geçenlerde Orhan Pamuk, “bu memlekette bir milyon

Ermeni ile otuz bin Kürt öldürüldü bunu kimse söylemiyor bari ben söyleyeyim” dedi. Zaten

Avrupa Birliği’nden tarih alındığından beri o zamana kadar gevşettiği ipleri tekrar sıkmış

bulunan devletluların tüm özel savaş aparatı, bir merkezden emir almışçasına Orhan Pamuğa

karşı harekete geçti.

45

Bir diğer örnek, birkaç gün önce, ders kitaplarındaki ırkçı, başka din, dil ve kültürden

insanları aşağılayıcı ifadelere karşı İnsan Hakları Derneği kampanya yaptı.

Peki sosyalistler ne yaptı? Hiç.

Niçin? Sosyalistlerin kendileri gerici milliyetçilerdir de ondan. Sosyalizm bunu gizlemenin

bir aracıdır.

Devrimci demokrasi, her şeyden önce, ulusun her türlü dinsel, dilsel, kültürel., ırksal, soysal,

tarihsel belirlenimden azade kılınması demektir. Yani tüm dillerin, kültürlerin, dinlerin

eşitliğidir, Bu eşitlik ise devletin dini, dili, soyu, etnisi, tarihi olmaması demektir. Yurttaşlığın

insan haklarıyla tanımlanması demektir.

Bir Orhan Pamuk ya da İnsan Hakları Derneği, bu gerici milliyetçiliğe dayanan devletin

politikasının sonuçlarına tepki gösterebilir ama ona karşı ayrı bir sistematik program

koyamaz.

Bu siyasi partilerin işidir. Türk devletinin Türk devleti olmasını; yani ulusun bir dile, etniye

göre tanımlanmasını en büyük sorun olarak gören ve işçileri bunun için mücadeleye çağıran

ve bunu programının başına yazmış bir sosyalist parti var mı? Yok.

Böyle bir parti olduğunda, Orhan Pamuk zaten böyle bir şeyi söylemek için yapayalnız öne

çıkmak zorunda kalmaz. Çıktığında da bu parti örneğin tüm üyelerini ve toplumdaki tüm

demokratik güçleri, “Evet Orhan Pamuğa katılıyorum. Bu ülkede bir milyon Ermeni ve otuz

bir Kürt öldürüldü. Bunu ben de imzalıyorum ve Orhan Pamuğu tebrik ediyorum” diye

kampanyaya çağırırdı. Bu partinin yönetici ve militanları hedef olarak öne geçerdi. Bu

kanaldan, ulusu bir dil ve etniyle tanımlamaya karşı program somut olarak savunulabilirdi.

O zaman azınlıkta bile kalsanız, toplumu sizin dediğinizi tartışmak zorunda bırakır ve en

önemlisi sağlıklı bölünmeler yaratırdınız. Örneğin ulusu bir dile, dine, etniye, tarihe, kültüre

göre tanımlayanlarla, bu türden her türlü belirlemeden azade kılıp, insan haklarına göre

tanımlamak isteyenler; bu günkü gerici ve ilkel milliyetçilerle demokratik milliyetçiler

arasında bir bölünme olurdu bu. Çünkü bu bölünmenin olmadığı yerde, her biri gerici

ulusçuluğa dayananların bölünmesi olur. Onun sonuçlarının ne olduğunu merak eden

Balkanlar ve Kafkaslara baksın.

Böyle bir bölünme olduğunda, bölünmeler Aleviler ya da Sünniler; Kürtler ya da Türkler

arasında değil; devleti, yani politik olanı, yani ulusu bir dine, dile, soya, kültüre göre

tanımlayanlar ve böyle tanımlanmasında bir sorun görmeyen Alevi, Sünni, Türk ve Kürtler ile

bunu baş sorun olarak gören Alevi, Sünni, Kürt ve Türkler arasında olurdu.

Ama için de sosyalistlerin, işçilere işçilerin sorunlarından bahsetmeyi bırakması, İşçileri

Kürtlerin ve Alevilerin sorunları için mücadeleye çağırması gerekir. Birincisini Sendikacılar

yapar, Lenin’in Ne Yapmalı’da gösterdiği gibi bunun adı “ekonomizm”dir, ilkelliktir,

Sendikalizmdir. İkincisini sosyalistler yapar. Bir parti, işçileri değil, toplumdaki tüm gayrı

memnunları bağrında toplayıp, onların sözcüsü olduğunda adına layık bir sosyalist ve işçi

partisi olur. İşçi hareketinin işçi hareketi olmak için, işçi hareketi olmaktan çıkması gerekir.

46

Ne Yapmalı’nın bu temel dersini bile hatırlayan yok bu gün. Onun için, tüm demokratik

muhalefet bir Orhan Pamuk ile İHD’nin cılız omuzlarında.

15 Şubat 2005 Salı

47

GGeelliiyyoorruumm DDiiyyeenn FFeellaakkeett

Bugünkü Irak, giderek, parçalanmadan önceki Yugoslavya’ya benziyor. Orada da, tıpkı bir

zamanların Yugoslavya’sında olduğu gibi etniler ve dinler bölünmesine karşı çıkanların sesi

daha az duyulur oluyor ve etkileri azalıyor. Bir çok gazeteci gibi, Cemal Uçar’ın da aktardığı

izlenimler, bir etniler ve dinler boğazlaşmasına doğru hızla yol alındığını gösteriyor.

Etniye, dile, soya, dine, tarihe dayanan gerici milliyetçilik, doğduğu günden beri, her zaman

halkların katliamlarına yol açmıştır. En katliama yol açmadığı yerlerde bile, zorunlu kitle

sürgünlerine.

Bu milliyetçiliğin ilk büyük zafer yürüyüşü Balkanlarda oldu. Bunu Balkanlar’dan

Müslümanların sürülüşü ve daha sonra da bizzat kalanların birbirini boğazlaması izledi. Bunu,

Anadolu’daki Ermeni katliamları, Mübadeleler izledi; onu Yahudilerin toplu imhası. Pek az

bilineni ve bu gün Hitler’in günahları nedeniyle sözü edilmeyeni, İkinci Dünya Savaşı’ndan

sonra yine bu gerici milliyetçiliğin bütün Avrupa’da milyonlarca Almanın sürülmesine ve bu

sürgünlerde tıpkı Ermenilerinkinde olduğu gibi yüz binlerce, kimi tahminlere göre

milyonlarca insanın ölümüne yol açtığıdır. İsrail, tıpkı Türkiye’nin Ermeni, Süryani

katliamları ve Rum mübadeleleri üzerinde yükselişi gibi, Arapların sürülüşü ve katliamı

üzerinde var oldu. Ve şimdi Irak dolu dizgin bu noktaya doğru gidiyor.

Bu gidiş durdurulabilirdi. Barzani ve Talabani, eğer PKK gibi bir programa sahip olsalardı,

ulusu Kürtlük veya Araplık gibi, etnik, dilsel, tarihsel biçimde tanımlamayıp, Irak’ta, tıpkı

gerçek bir laik sistemde devletin nasıl dini olmaz ve bütün dinler eşit olursa, dili, etnisi, soyu,

tarihi olmayan bir demokratik Irak ve Orta Doğu’yu savunsalardı, bütün bölge ezilenlerinin

kalplerini ve desteğini kazanırlar; Irak’ı parçalamak isteyen ve bunun için de Irak’ı dil, etni ve

din dengelerine göre örgütleyerek bu türden bölünmelerin yolunu açan ABD ve diğer

emperyalistlere karşı direnişin mayalandığı bir merkez olabilirlerdi. Böylece Irak’ın, ve

muhtemelen sonra da bütün Orta doğu’nun bu kanlı boğazlaşmaya gidişini durdurabilirlerdi.

Ama bunu yapabilecek ne sınıfsal temelleri vardı ne de ideolojik şekillenmeleri. Kerkük’ün

Kürtlüğü noktasında yoğunlaşarak; daha önce Saddam’ın etniye dayanan milliyetçiliği ile

yaptığına, yani Kürt ve Türkmenleri Kerkük'ten sürmeye; aynı mantıkla cevap vermeye

kalktılar. Bir tarihsel haksızlığı yeni bir haksızlıkla düzeltmeye kalktılar.

“Kerküğün Kürt veya Arap olması önemli değildir. Bizler insanların Kürt, Arap, Türkmen,

Ermeni, Süryani; Sünni, Şii olmalarının hiçbir politik anlamlarının olmadığı bir demokratik

Irak istiyoruz. Bu demokratik Irak’ın, tarihi, dili, dini, etnisi olması gerekmiyor. Tıpkı

Amerika’da olduğu gibi, yurttaşlık ve onun insan ve yurttaş olarak hak ve görevleri ulusu

tanımlamalıdır” demediler.

Elbette, Kürtler, bu bizzat kendileri gerici ulusçuluğa göre şekillenmiş, dile, etniye, dine,

soya, tarihe dayanan devletlerde ezilmektedirler. Ama bu ezilmeden kurtulmanın yolu,

kurbanı olunan gerici milliyetçiliğin bir benzeri olamazdı. Elbette çok elverişli güç

48

dengelerinde bu da olur ve her zaman olduğu gibi, yine etnilerin, dillerin, dinlerin sürgün ve

imhasıyla olur.

Ama büyük politikacı, Tarihin önüne sunduğu istisnai anda, güçlü olduğu noktada, var olan

paradigmaları aşıp, yeni bir açılım getirendir. Barzani ve Talabani, bu fırsatı elde ettiler ve her

zaman olduğu gibi, sınıfsal konumları, ideolojik şekillenmeleri nedeniyle Padişah olsa

soğanın cücüğünü yiyecek bir çobandan daha fazla bir ufuk genişliği ve çözüm gücü

gösteremediler.

İşin kötüsü, kendisi bizzat Kürtlerin de büyük felaketlerine yol açacak bu politika, PKK gibi

şu an bu etniye, dile, oya dayanan milletçiliği aşabilecek ve bunu programlaştırmış biricik

hareketin de sarsılmasına yol açtı.

Çok yazık! PKK’nın politikasının ve projesinin, Orta Doğu’da ulusları dile, dine, soya, etniye

gör tanımlayanlarla bölünmüş bir Demokratik Cumhuriyetin biricik doğru proje ve politika

olduğu, kanlı katliamlar ve sürgünlerden geçerek anlaşılacak. Ve bu anlaşıldığında insanlar

dillere, dinlere, etnilere göre öylesine derin bölünmelere uğramış olabilir ki, tekrar bir birliğin

bütün yolları tıkanmış olabilir.

ABD buna oynuyor. Kendileri gerici milliyetçiliğe dayanan ve bun nedenle Kürtleri ezen

uluslar ve devletlere ile; onlara karşı yine onların dayandığı milliyetçilik anlayışıyla cevap

vermeye kalkan Barzani ve Talabaniler bu oyunun başarısının en büyük destekçileri oluyor.

*

Bosna’daki savaşın en hızlı günlerinden birinde çalıştığım taksiye Yugoslavya’dan geldiği

belli olan Boşnak olduğunu sandığım bir genç binmişti. Konuşurken Sırp mı, Hırvat mı,

Boşnak mı olduğunu sormuştum. “Saraybosnalıyım” demişti.

Şehrini sormadığımı, Sırp mı, Hırvat mı, Boşnak mı olduğun sorduğumu söyleyip soruyu

tekrarlayınca; o da tekrar “Saraybosnalı’yım” dedi. O zaman bunu bilinçli olarak söylediğini

fark ettim. Karşımdakinin soya, etniye, dile, dine dayanan milliyetçiliği reddeden biri

olduğunu tahmin edemezdim. Karşımda, hala o etniler ve dinler boğazlaşmasında beynini ve

yüreğini yitirmemiş bir insan vardı. Kendisini Boşnak, Sırp, Hırvat vs. olarak, bir etniye, bir

dine göre tanımlamayı reddediyordu.

Bu gün de Irak’ta (Sadece Irak’ta mı? Her yerde ama Özellikle Orta doğu’da) “Türk müsün,

Kürt müsün, Arap mısın, Fars mısın, Yahudi misin?” sorusuna, her türlü etnik, dilsel, dinsel,

tarihsel göndermeyi reddederek, Kerküklüyüm, Musulluyum; Bağdatlıyım, diyecek, Kürt,

Türk, Arap, Fars olmayı reddedecek, o Saraybosnalı genç gibi insanlar gerekiyor.

27 Temmuz 2004 Salı

[email protected]

http://www.comlink.de/demir/

49

AAzzıınnllııkk KKoonnuussuunnddaa YYaazzııllaarr’’aa ÖÖnnssöözz

Son günlerde azınlıklar konusu Türkiye’deki tartışma gündeminin önemli maddelerinden biri

oldu. Ama konu burjuvazi tarafından Avrupa Birliği’ne girme, Devlet bürokrasisi tarafından

da Lozan anlaşmalarındaki hukuki veya siyasi tanımları çerçevesinde ve Türkler veya

“çoğunluk” tarafından tartışılıyor.

Kürtler ise, ulusal baskıdan kurtulmak için, “kurucu” olarak kabul edilmek için mi , yoksa

şimdilik “azınlık” olmayı kabul edip sonra o haklara dayanarak daha elverişli koşullarda

mücadele etme olanakların tepmeyen bir mücadelenin mi daha doğru olduğu bağlamında,

aslında bir strateji ve taktik sorunu olarak tartışıyorlar.

Sosyalistler her zaman olduğu gibi bu gibi sorunları gündeme almayı ve tartışmayı neredeyse

bir sapkınlık olarak görüyorlar. Son derece bayağı olarak anlaşılmış mekanik veya ekonomik

maddeci Marksizm anlayışıyla, bu gibi sorunlarda bir şey söylemektense, hiçbir şey

söylemeyerek her hangi bir işçi direnişi veya iş koşullarındaki kötülükten veya genel olarak

yoksulluktan söz etmeyi sosyalizmin şanından sanıyorlar.

Bunu “ekonomizm” olarak gören daha “enternasyonalist” olanları ise politikadan kaçışlarını

ve politikasızlıklarını, dünyanın her hangi bir ülkesinde yapılmış bir toplantının veya eylemin

ateşinde ısınarak gizlemeye çalışıyorlar.

Böylece bu tartışmalarda, bırakalım sosyalist bir yaklaşımı bir yana, devrimci demokratik

denebilecek bir perspektifin bile izi tozu görülmüyor. Bayağılık ve gerici bakış açıları ve

kavramlar, yerleşilmiş ve doğrulukları zerrece eleştiri süzgecinden geçirilmemiş yaklaşımlar

bu tartışmalarda en ileri görünen görüşlere bile damgasını vuruyor.

Eleştirel ve devrimci Marksist geleneğe dayanan ve onu içinde taşıyarak aşmaya çalışan bir

yaklaşımın yokluğu bu bayağılığın temel nedenlerinden biridir. 1960’lar Türkiye’sini

hatırlayanlar bilirler. O zamanlar da sosyalistler, toplumun belki bu günkünden de küçük bir

bölümünü oluşturuyorlardı, ama ortaya koydukları yeni sorunlar ve bakış açılarıyla toplumun

üzerinde tartışılmaz bir entelektüel ve ideolojik üstünlük kuruyor, tartışmaları o günün

ölçüleriyle çok ileri noktalara çekiyorlardı.

Çok sembolik bir örnek alınabilir. Altmışlı ve yetmişli yıllarda, sosyalistler, en azından bir

kısmı, Türk halkından değil, Türkiye Halkı veya Halklarından söz ediyorlardı, bildirilerine bu

hitapla başlıyorlardı. O zamanın Türk devletinin Türklükle tanımlanmış niteliğini kimsenin

sorgulamadığı ve sorgulamayı aklından bile geçirmediği Türkiye’sinde bu çok ileri bir

yaklaşımı ifade ediyordu. Bu gün, Kürt hareketi; Demokrasi ve refah özlemlerinin ifadesi olan

Avrupa Birliğine katılma; goloballeşmenin zorladığı değişimler ve ABD’nin Irak’ı işgali gibi

gelişmelerin baskısı altında, toplum neredeyse, sosyalistlerin Altmışlarda, söyledikleri için

partilerinin kapatıldığı, işkence gördükleri, hapislerde çürüdüklerini, kabullendiği bir noktaya

gelmişken, yani Türkiyelilik tartışılırken ve Genel Kurmay Başkanı bile Türklüğü etnik veya

dilsel bir kapsamdan çıkarıp neredeyse Türkiye Devletinin yurttaşlarıyla sınırlı bir kavram

50

olarak tanımlamak zorunda kalırken, sosyalistler bu geç ve dolaylı gelmiş zaferlerini bile

savunma noktasında olmadıklarından, bu gün varılan nokta, liberallerin, globalizm

hayranlarının, ABD veya Avrupa’yı destekleyenlerin çabalarının bir sonucu gibi görülüyor ve

onların kontosuna bir artı olarak geçiyor.

İşin kötüsü, kendine sosyalistim diyenler altmışlarda savunduklarından da daha geri bir

noktaya kaymış bulunuyorlar. O zamanlar Türkiye Halkı veya Halkları, statükoya bir meyden

okuma, devrimci demokratik özlemlerin bir ifadesi iken, bu günkü sosyalistlerin sözde anti

emperyalizm, anti globalizm, Avrupa’ya karşı olma adına bu tartışmaların karşısında

durmaları, en gerici, devletin en derin ve anti demokratik kesimlerinin destekçiliğinden başka

bir anlam taşımıyor. Eskiden Türk devletine karşı Türkiye Halklarını savunuyorlardı, şimdi

Türkiye’cilere karşı Türk devletinin zımni veya açık savunucusu durumundalar.

Kimileri Türkiyeli sosyalistlerin bu evriminin günahını sosyalizm idealine veya Marksizme

yükleyerek bundan ideolojik bir kar da elde etmeye çalışıyorlar. Ama bunu yaparken,

Marksizmin o son derece temel önermesini unutmuş ve tersinden doğrulamış oluyorlar:

İnsanların varlıklarını bilinçlerinin değil; bilinçlerini varlıklarının belirlediği.

Türkiye’de sosyalistlerin ve toplumun bu ters yönlerdeki evriminin nedeninin Marksizmde

veya sosyalizm ideallerinde değil, somut sosyolojik ve ekonomik gelişmelerde aranması

gerektiği.

Bunun en büyük kanıtı aynı zamanda genel akıma karşı durmuş ve bunların sosyalizm veya

Marksizmle ilgisinin olmadığını söyleyen; sosyalistlere karşı sosyalizm mücadelesi veren;

sosyalistlere karşı sosyalizmi savunan sosyalistlerin varlığıdır. Nasıl Papalığın veya

Muaviye’nin cinayetlerinin nedeni İsa ya da Muhammet’in öğretileri değil idiyse ve Papalığa

ve Muaviye’ye karşı sapkınlar olduysa ve bizzat bu sapkınların varlığı bunun kanıysa öyle.

*

Ne var ki, toplumun bu gün otuz yıl önce sosyalistlerin söylediklerinin haklılığını kabul

etmesi, bu kabulün bu günün dünyasının veya Türkiye’sinin sorunlarına bir çözüm olduğu

anlamına gelmiyor.

Bu günün sosyalisti de tıpkı otuz kırk yıl öncesinin sosyalisti gibi yine topluma ters bir

noktada olmalıdır. Ancak o takdirde sosyalizm tekrar, fiziki gücü olmasa bile, teorik ve

entelektüel gücün kazanabilir. Kendisinin katillerini ve cellatlarını vasiyetini yerine getirmeye

zorlayabilir. Hiç unutmamak gerekiyor, eğer insanlık tarihinde bir ilerlemeden, bir ileriye

gidişten söz etmek mümkünse veya böyle sayılabilecek kimi değişmeler olmuşsa, bu her

zaman, yenilenlerin bir katkısıdır.

Bu günkü demokrasi denen şey aslında, işçi ve sosyalist hareketin bir seri yenilgi ile bitmiş

mücadelelerinde, galiplerin yendiklerinin vasiyetlerini gerçekleştirmek zorunda olmalarının

sonucudur.

Altmışların ve yetmişlerin, aslında kendini her ne kadar öyle tanımlasa da sosyalist değil

devrimci demokratik karakterli olan, sosyalist hareketi olmasaydı; seksenlerin ve doksanların

51

Kürt hareketi olmasaydı, bu gün kimse ne Türklüğü sorgular ne de azınlıkları tartışırdı. İki

hareket de çok ağır yenilgiler aldı. Ama galipler en güçlü oldukları noktada yendiklerinin

vasiyetini yerine getirmekten başka bir şey yapamaz durumdalar.

Ama onlar şimdi bizim vasiyetimizi yerine getirirlerken, bizim onların karşısına geçerek,

bunu hatırlatma ile yetinmemiz, sonumuz olur. Biz şimdi başka yenilgilerin peşinde

olmalıyız. Ancak o zaman ezilenlerin kurtuluş mücadelesine bir parçacık da olsa bir katkıda

bulunabiliriz.

Sosyalist olmak bilinçli olarak “yenilgi enayiliği”ni seçmek demektir.

En azından şimdiye kadar yaşanan tarih bunu kabul ederek yola çıkmak gerektiğini

göstermektedir.

O halde, göreve devam, önümüzdeki yenilgilerin konularını belirlemeye başlayalım.

*

Bu gün toplum otuz kırk yıl önce sosyalistlerin dediklerine geldi ama arada geçen zamanda

gerek toplumsal mücadeleler gerek bu mücadelelerden çıkan teorik sonuçlar çok uzun bir yol

kat ettiler ve çok başka noktalara vardılar. Dün sosyalistlerin dedikleri ve bu gün toplumun

vardığı yer, aslında bu günün dünyasının sorunları karşısında gerici ve tutucu bir konuma

karşılık düşer. Ama sadece dünyanın sorunları bakımından değil, teorik ve metodolojik olarak

da çok geri bir yaklaşıma karşılık düşer.

Azınlıklar konusu da böyledir. Azınlıklar konusunun Türkiye’de tartışıldığı biçim ve bu biçim

içinde, en sol ve en ilerici gibi görünen tavırlar ve kavramsal araçlar bile, bu günün

dünyasının koşullarında aslında gerici bir çözüm önerisinden başka bir şey değildirler.

Azınlıklar konusunda son yirmi yılda bir çok yazı yazdık. Bu yazılarda bu mücadelenin

deneylerinden yola çıkılarak, önümüzdeki yeni yenilgilerin yaşanacağı alanlar

tanımlanmaktadır. Elbette bu tanımlama, el yordamıyla, daha önce hiç el atılmamış alanlarda,

bakir ve keşfedilmemiş bir alanda yapıldığından, yeni olan çoğu kez eski biçimler içindedir.

Yeni yürümeyi öğrenen bir çocuk gibi paytaktır. Sık sık düşer. Ama yine de her seferinde

yeni bir alana girmeyi, yeni bir kıtayı keşfetmeyi başarır, çoğu kez, Kristof Kolomb gibi

bunun yeni bir kıta olduğunun farkına varmasa bile. Aşağıdaki yazılar aynı zamanda bu

evrimin izlediği yolu gösterir.

*

Seksenlerin ortasında o güne kadar Türk, Erkek, Beyaz olmuş ve böyle olduğunun bilincinde

olmayan, düşüncesinde böyle kategoriler bile bulunmayan bir sosyalist olarak Avrupa’da

sürgün yaşamına başladığımızda, bu gün artık örneğin kültür, azınlık, farklılık gibi,

sıradanlaşmış kavramlar, ne Avrupa’daki sosyalist harekette ne de içinden geldiğimiz Türkiye

sosyalist hareketinin geleneğinde ve terminolojisinde bulunmazdı. Devletin, paranın ne

olduğunu bilmeyen kabilelerin dilinde bunların karşılığı olan kavramların bulunmaması gibi.

52

Biz bu gün bile Türkiyeli sosyalistlerin hala kenarına bile varamadıkları klasik Marksist

geleneğe uygun olarak, emeğin kurtuluşunun ne yerel ne de ulusal bir sorun olamayacağı

önermesinin, mantıki ve geleneksel sonucuna uygun olarak, Avrupa’ya gelince, görevimizi

Avrupa’daki işçi hareketine azami katkıyı nasıl yapabileceğimiz olarak belirlemiştik. Bu

çerçevede, Almanya’daki işçilerin önemli bir bölümünü oluşturan Türkiye kökenli işçiler,

dillerini ve yapılarını en iyi bildiğimiz için esas ilgi ve çalışma alanımız olarak beliriyordu.

Ama daha bu görev tanımlamasında bile, bütün Türkiye sosyalistlerinden farklıydık. Onlar

için Türkiye’li veya Kürdistan’lı işçileri, Türkiye veya Kürdistan’daki mücadeleye tabi olarak

ve oradaki mücadeleye maddi manevi destek bağlamında ele alınırken; biz aynı kesimi

Avrupa işçi hareketinin bir parçası olarak ele alıyorduk. Bizim sorunumuz, bu Avrupa işçi

hareketinin nasıl birleştirileceği idi, onlar ise, fiilen Avrupa’lı işçileri uluslara göre bölerek

örgütlemiş oluyorlardı. Dolayısıyla bütün Türk ve Kürt soluna karşı bir konumda bulunuyor,

onların milliyetçiliğine karşı, klasik devrimci ve enternasyonalist bir konumu savunuyorduk.

Tabii bu klasik Marksist konuma uygun olarak da, tıpkı bir şehirden başka bir şehre giden bir

parti üyesinin gittiği şehrin organında çalışması gibi, Avrupa’da bulunduğumuz ülkelerdeki

seksiyonlarda çalışmaya başladık. Önce Dördüncü Enternasyonal’in Fransa seksiyonunda

(LCR’de Devrimci Komünist Liga), sonra Almanya’ya geçince Alman Seksiyonunda,

(GİM’de Enternasyonalist Marksist Grup) yer aldık.

Ancak Almanya’da daha ilk adımda, bu klasik yaklaşımın gerekli ama yeterli olmadığını

görmeye ve gözlemlemeye başladık ve birden bire, İşçi örgütlerinde ve partilerinde azınlıklar

konusuyla azınlıktan bir insan olarak (Almanya’da Türkiyeli işçiler, Türkiyeliler de Örgüt

içinde bir azınlıktı) karşı karşıya kaldık.

Bu karşı karşıya kalışın bulunduğu ortamı ve tartışmaların bağlamını aktarabilmek için, biraz

geriye gitmek gerekiyor.

1950’li yıllarda, klasik Birinci ve Üçüncü Enternasyonal’in geleneğini ve programını savunan

Dördüncü Enternasyonal henüz 1968 yükselişinin rüzgarlarıyla yelkenlerini doldurmamış,

küçük gruplardan oluşan bir örgüttü ve Avrupa’daki militanlarını özellikle Cezayir halkının

kurtuluş savaşını desteklemeye yöneltmişti. Gizli silah fabrikaları kurmak gibi işler

yapıyorlardı Avrupalı kalifiye işçi ve sosyalistler.

Ama böylece bir çok Avrupalı İşçi ve Sosyalist ilk kez üçüncü dünyalılarla, Avrupa İşçi sınıfı

merkezli bakış açısıyla, kendisi kurtarılacak olarak görülenlerle, nesne olanlarla, onların özne

oldukları mücadelede, onlara yardım etme durumunda bulunuyorlardı.

Babalar ve analar çocuklarından çocuklarının kendilerinden öğrendiğinden daha fazlasını

öğrenirler. Bu faaliyetlere katılanlar da kendi Avrupa Merkezciliklerinin farkına daha çok

vardılar. Bunlar Avrupalı örgütlerin içinde, Avrupalı örgütlerin Avrupa merkezci

düşünüşlerinin en önemli eleştirmenleri olarak varlıklarını sürdürdüler.

Onlar bir yanda bu örgütler içinde var olmaya devam ederken, Türkiye’de iki hareketin içinde

şöyle bir gelişme oldu yetmişlerin sonunda.

53

Vatan Partisi içinde biz Üçüncü Enternasyonalin lağvı, Sovyetlerin sınıf karakteri, Faşizme

karşı mücadelenin sorunlarından hareketle, Stalinizmle kopuşup klasik Marksist geleneği

sürdüren Troçkist geleneğe katılmıştık. Benzeri bir gelişim Rızgari saflarında da görülüyor ve

onlar da yavaş yavaş bu sorunları, Stalinizmi vs. gündeme getiriyorlardı. Ama bu teorik

olarak son derece korkak bir biçimde yapılıyor ve esas itici gücünü Stalinizmin Kürt sorunu

karşısındaki tutarsızlığının eleştirisinden aldığından, ulusçu bir hareket noktası bu arayışlara

sürekli damgasını vuruyor ve bu da onların mantık sonuçlarına ulaşmasını engelliyor, genel

olarak merkezci tabir edilen bir konumda bulunuyorlardı. Ama yine de, bu tabuların yıkılışı,

bizim yazılarımız ve evrimimizin de dolaylı etkisiyle bu harekete yakın duran bazı kişilerin

Rızgari hareketinden kopması ve Troçkizme yönelmesi sonucunu doğurmuştu.

İşte bu gelişmelerle bağlı olarak, bu hareketlerin Almanya’daki taraftarları arasında da bu

yönde bir evrim yaşanmıştı. Türkiye’deki bu evrimin sonucu olarak ve ondan etkilenmeyle,

çoğu bulunduğu fabrikada işyeri konseyi üyesi veya sendika aktivisti de olan, yıllardır bir

şekilde politik mücadele yürüten işçi ve aydınlardan bir grup, Troçkist olduk deyip Dördüncü

Enternasyonal’in kapısını çalmışlardı.

Avrupa sanayiinin kalbi Ruhr bölgesinde, Duisburg’ta, veya Stuttgart’da Mersedes

fabrikalarında grev yöneten Türkiyeli, sosyalist maden ve çelik işçisi, en az beş on yıllık

politik ve örgütsel tecrübesi olan işçiler bu küçük örgütün kapısını çalınca örgüt tam

anlamıyla bir şok yaşar. Örgütün bütünüyle ufku dışında kalmış bu kesim bulutsuz gökte

çakan bir şimşek gibi örgütün içine girmiştir.

Ernest Mandel Kürt işçilerin örgütlenmesi Kürdistan’da sosyalist bir seksiyonun

örgütlenmesine katkı olabilir diyerek, kendi cebinden aldığı IBM elektrikli daktiloyu bu gruba

hediye eder. Çı Bıkın isimli bir dergi çıkmaya başlar. Bu arada 12 Eylül darbesi olmuş,

göçmenler daha da hareketlenmiştir. Türkiye’den kaçanların da etkisiyle Avrupa’da

politikleşme ve aktifleşme yükselmeye devam etmektedir. Yol dergisi etrafında toplanan bu

kişiler, 12 Eylül’e karşı mitinglerin örgütlenmesinde önemli bir rol oynamışlardır. Hasılı

küçük Alman seksiyonu, gelen Türkiyeli Kürt ve Türk işçiler aracılığıyla başına devlet kuşu

konmuş gibidir.

Ne var ki, ilk cicim ayları bitince, 12 Eylül yenilgisi ve dünyadaki yeni muhafazakar

rüzgarların da etkisi altında (Teatcher, Reagan, Özal, Kohl) hem bir gerileme ve özele

çekilmeler hem de tam da azınlık olmaktan doğan sorunlar kendini göstermeye başlar. Kürt ve

Türk üyeler bir türlü örgütsel yaşama katılamamakta, hep kendilerini dışlanmış

hissetmektedirler. Bu nedir, nereden gelmektedir? Bu iki sorun birleşince, Türk ve Kürt

üyelerin çoğu bir süre sonra örgütü terk eder. Birkaç kişi kalır sadece.

Bunun üzerinde örgütte bu başarısızlığın nedenleri üzerine bir tartışma başlar. Ama tartışma

aslında yine tam anlamıyla örgüt içinde olmaktan ziyade, yabancılar ve yabancılarla

ilgilenenler arasında yürütülmektedir.

İşte bu tartışmalarda, Cezayir Kurtuluş savaşana dayanışmada çalışmış, oralarda yaşamış bir

Alman üye, örgüt içinde Türk ve Kürtlerin ayrı bir otonom örgütlenme içinde olmasını

54

savunmakta; Lenin’in Bundçularla tartışmasının yanlış bilindiğini, aslında Lenin’in fiilen

özeleştiri yaptığını, Yahudi işçilerin RSDİP içinde otonom yapılarının olduğunu

söylemektedir. Ve bunu söyleyen örgüt içinde yabancıları en iyi anlayan, onlara en yakın,

örgütün Avrupa merkezciliğine ve ırkçılığına karşı onları savunan; örgütün ırkçı olduğunu

söyleyen bu kişidir.

İşte ilk kez bu kişinin söyledikleri ve bu tartışma içinde, “azınlık sorunu” ile, sosyalist

örgütlerde azınlıkların sorunu bağlamında yukarıda kısaca değinilen koşullar ve atmosfer

içinde karşılaştık.

Tabii ilk tepkimiz, yabancı olarak bu Alman üyenin dediklerine yani örgüt içinde yabancıların

otonom örgütlenmesi olmasına karşı çıkmak oldu. Bu daha önce hiç duymadığımız bir şeydi.

“Kitapta yeri yok”tu. Böylece biz yabancılar otonomiyi reddederken, bir Alman, ama Cezayir

kurtuluş savaşı aracılığıyla bir önemli deney yaşamış bir Alman, bize rağmen bizlerin otonom

bir yapı oluşturmamızı öneriyor ve savunuyordu.

Ancak bu sırada Kadın hareketinin de bir yükselişi yaşanıyordu ve kadın hareketi sol örgütleri

ve işçi örgütlerini sarsmaya başlamıştı. Ayrıca Kadın, Barış ve Ekoloji hareketlerinin

partileşmesi olarak görülebilecek Yeşiller de seçimlerden büyük bir başarıyla çıkmış ve bütün

paradigmalar ve politik manzara değişmiş, sol örgütler bu gelişmelerin baskısı altına

girmişlerdi. Bunun etkisiyle de, örgütler içinde kadın üyeler fiilen otonom yapılar

oluşturmuşlar veya oluşturuyorlardı.

Aslında yabancıların durumu da tıpkı kadınlara benziyordu: Paralellikler en kör göze bile

batıyor. Avrupa’daki kadın hareketi her ne kadar beyaz bir karakter taşısa; yabancılar da

kadınlar karşısında seksist ve erkek egemen bir damardan geliyorduysa da; örgüt içindeki

ırkçılığa ve seksizme karşı ister istemez benzer sorunlardan gelen bir yakınlaşma da oluyordu.

Bunun üzerine, klasik literütürde yeri olmayan çevre, kadın, siyah (yabancılar, azınlıklar)

hareketleri ve konuları üzerine teorik bir yoğunlaşmaya girdik. Bu yoğunlaşmanın ilk

sonuçları örgüt içinde fiilen otonom olarak çıkardığımız Ne Yapmalı adlı, üç sayı çıkabilmiş

dergide görülebilir. (Bu dönemin kısa bir özeti, Hamburg Dersleri adlı yazıda bulunmaktadır.)

Bu arada, Hamburg’ta bir Türk dazlaklar tarafından öldürüldü ve Türk göçmenlerin hızlı bir

radikalleşme ve politikleşmesi başladı: Türk gençleri kendiliğinden öz savunma ihtiyacına

uygun olarak çeteler kurmaya başladılar. Türkiyelilerin içinde neler için nasıl mücadele

etmeliyiz, ne yapmalıyız gibi sorunlar tartışılmaya başlandı. Burada önemli olan şudur. Artık

Almanlar Türkiyelileri değil, Türkiyeliler kendilerinin ne yapacağını tartışıyorlardı. Yani

Azınlıklar sorunu değil; Azınlıklar Alman sorunun tartışıyorlardı. Bu günkü Türkiye’deki

tartışmaların diline çevirirsek; Türkler azınlık sorununu değil; Azınlıklar şu Türk sorununu

nasıl halledeceklerini tartışıyorlardı.

Bu gelişmelerin ve tartışmaların en başından itibaren içinde yer aldık. Artık, bir Alman

sosyalist örgütünde, sosyalist biri olarak azınlıklar sorununu değil; fiilen var olan bir azınlık

hareketi içinde, azınlıktan bir sosyalist olarak azınlık hareketinin veya azınlık hareketi

içindeki işçi ve sosyalistlerin ne yapması gerektiğini tartışıyorduk.

55

İşte ilişikteki ilk üç metin bu tartışmalar içinde bizim savunduklarımızın birer belgesidir.

*

Daha sonra, buradan çıkardığımız dersleri, Kürt hareketinin veya Türkiye’deki demokrasi

mücadelesinin stratejisi bağlamında tekrar çeşitli yazılarda ele aldık. Son üç metin de bunun

örneğidir.

Ama bütün bu yazlarda çok temel bir yanlışımız bulunmaktadır ve bu bizim ancak son

dönemde çözüp aşabildiğimiz bir sorundur. Zaten bu sorunun çözümü, Marksist Din, Ulus,

Üstyapılar, Demokratik cumhuriyet, Proletarya Diktatörlüğü gibi sorunları bir çırpıda yepyeni

bir ışık altında çözmektedir.

Temel yanlışımız, bu yazılarda ulusu, ulusçular gibi tanımlamamızdır. Yani bir dil, etni ya da

tarihle. Böylece sanki ortada iki farklı sorun varmış gibi görülmektedir. Bir yanda azınlık

sorunu, bir yanda da ulusal sorun. Ulusal sorununun çözümü için Ulusların Kaderini Tayin

Hakkı; Azınlık sorunu için, dil, kültür, ulus ve etnilerin eşitliği.

Peki, eğer politik olan dil, etni, soy, kavime vs. göre tanımlanmamışsa, azınlık mı olur?

Ayın şey demokratik cumhuriyet bağlamında da görülür. Bir yandan, Ulusların kaderini Tayın

hakkının aslında ulusal sorunla ilgili değil; nasıl bir devlet biçimiyle ilgili olduğunu söyleriz;

yani bir tek köyün bile ayrılma hakkı olması gerektiğinden; ayrılmak için bir ulus olmanın

şart olmadığından söz ederiz; diğer yanda ulusların kaderini tayin hakkından söz ederiz.

Ulusların kaderini tayin hakkının aslında dile, dine dayanan ulusal devletler kurmak hakkı

olduğunu göremeyiz.

Peki bu küçük adımı niçin bir türlü atamayız? Lenin, Troçki, Kıvılcımlı gibilerin üzerimizdeki

otoritesi öyle büyüktür ki, Onların hepsinin bu sloganı savunmuş olması, o sloganı eleştiri

ateşinden geçirmemizi engellemektedir. Bunun yanı sıra Türkiye’deki Kürt mücadelesine

verdiğimiz destek de bu ilkeye dayandığından, bu ilkenin nesnel ilerici yönü nedeniyle,

ideolojik olarak gerici olduğunu göremeyiz.

Bu nedenle, aslında 1990’ların en geç ortalarında atmamız gereken adımı ancak on sene sonra

atabiliriz. Bu nedenle aşağıdaki yazılar bu çelişkileriyle birlikte ve bu çelişkinin çözümünde

bir aşama, belli bir tıkanıklığın manevi bir otorite yüzünden aşılamamasının; zihnin

bilinmeyen yerlere adım atarken nasıl korkak ve ürkek hareket ettiğinin bir örneği olarak da

okunabilir.

Ulusal Sorun ve Azınlıklar sorunu (Türkiye’deki tartışmalarda Ulusal sorun ve Milliyetler

sorunu diye ayrılan şey) iki ayrı sorun değildir. Ya da daha doğrusu şöyle diyelim. Dile, dine,

etniye dayanan ulusçuluk açısından, bir ulusal sorun bir de azınlıklar ya da milliyetler sorunu

vardır. Milliyetler, azınlıklar yüzdeki sivilceler gibi katlanılması gereken sorunlardır. Ya da

sivilceleri sağlık işareti gören bir anlayışla sivilceler zamanın modasına göre, sivilceler bir

sağlık ve güzellik işareti olarak da alınabilir. Bu günün azınlıkları renklilik ve çeşitlilik olarak

tanımlayan anlayış, asılında bütün o ilerici görünüşünün ardında; gerici ulusçuluğun bütün

varsayımlarını paylaşır. Azınlığı yok etmez, sadece onun karşısındaki tavrını değiştirir. Sorun

56

olarak değil zenginlik olarak görmeye başlar. Yani azınlıklar zenginlik olmasa derhal tavrını

değiştirecektir.

Halbuki, ulusu, dil, din, etni, tarih vs, ile tanımlamayı reddeden; tüm dillerin, kültürlerin,

etnilerin eşitliğine dayanan; bunların politik olanın tanımından dışlandığı bir devrimci

demokratik ulusçulukta, çoğunluk olmadığı için (Dile dine etniye dayanan bir millet olmadığı

için), azınlıklar da (milliyetler de) olmaz.

Ama tam da bunların olmadığı yerde, kelimenin gerçek anlamıyla “azınlıklar sorunu”,

gerçekten aritmetik ya da sayısal anlamıyla azınlık olmaktan doğun sorunlar gündeme

gelebilir.

*

Bu günkü tartışmalara gelince. Buraya kadar söylenenler bir de bu bağlamda somutlayalım.

Türkiye’de Azınlıklar konusundaki son tartışmalar hep çoğunluk tarafından yapılmakta ve

yanlış varsayımlara dayanarak yapılmaktadır.

Birinci yanlış şudur:

Azınlık sorununu azınlıkları yok ederek değil, azınlıkların varlığına dayanarak çözmek

tartışılmaktadır.

Sorunun tartışılmasına en kritik yanlış: matematik olarak azınlık ile hukuki ve politik olarak

azınlık kavramının karıştırılmasıdır.

Azınlık sorunu öncelikle, politik ve hukuki bir sorun olarak ele alınabilir.

Politik ve hukuki bir çözüm için, bırakalım sosyalizmi bir yana, “Azınlık sorunu”nun,

devrimci demokratik bir çözümü, Azınlıkları yok ederek mümkün olur. Azınlıkları yok

etmenin biricik yolu ise, çoğunluğu yok etmektir. Ve bu da bir tek taleple ifade edilebilir:

Tüm dillerin, etnilerin, kültürlerin, “ulusların”, kavimlerin eşitliği; devletin dini, etnisi,

kültürü, kavmi, “ulusu” olmaması. Tıpkı gerçek bir laiklikte din karşısında nasıl bir konumda

olursa, diller, etniler, kültürler, kavimler ve “uluslar” karşısında da aynı konumda bulunması.

Zina tartışmalarındaki geri ve gerici konumlar azınlık tartışmalarına da damgasını vurmuştur.

Aslında sorun son derece kolay ve basit olarak çözülür. Nasıl hukuken evliliğin olmadığı

yerde, hukuken zina da olmazsa, politik ya da hukuki olarak tanımlanmış bir kritere göre

çoğunluğun olmadığı yerde, azınlık da olmaz.

Konu azınlıklar tartışmasında dinsel, ulusal, dilsel, kültürel azınlıklar olduğuna göre, bu

azınlıkları yok etmenin yolu: bu kriterlere dayanan çoğunluğu yok etmekten geçer.

Yani Ulusun ya da devletin tanımından Türklüğü kaldırdığınız zaman Ermeniliği, Süryaniliği,

Rumluğu, Zazalığı vs.yi de yok etmiş olursunuz.

Elbette politik ve hukuki anlamı olmayan bir kavram olarak Türkler, Ermeniler, Rumlar,

Süryaniler var olmaya devam ederler. Ama devlet ya da politik olan, her hangi bir dil, din,

etni, kültür ile tanımlanmadığı için; ortada politik ya da hukuki olarak bir çoğunluk bulunmaz.

57

İşte gerçek anlamıyla azınlık sorunu, tam da burada, politik olarak tanımlanmış çoğunlukların

olmadığı noktada ortaya çıkar.

Yani ulusun ya da devletin dini, dili, etnisi, tarihi, soyu olmadığı durumda da, politik ya da

hukuki anlamı olmamakla birlikte, aritmetiksel olarak azınlıklar var almaya devam ederler.

Aritmetik olarak azınlıkta olmanın kendisi bizzat o azınlıktakilerin, politika ve hukuk dışında

ekonomi ve kültür alanlarında baskı altında kalmasına yol açar. Çoğunluk olmanın kendisi

zaten bir güç olmayı ifade eder.

Gerçek bir demokraside, yani özel türden bir demokraside, devletin görevi: var olan politik ve

hukuki eşitliğe rağmen, politika dışında, sosyal hayatta, her an yeniden ortaya çıkacak

eşitsizlikleri dengelemek olmalıdır.

Bunun ne olduğunu hiç de politik olmadığı hemen görülecek, bu gün de politik anlamı

olmayan başka bir azınlık örneğiyle açıklamaya çalışalım.

Örneğin, özürlüler, tekerlekli sandalye aracılığıyla hareket edenler. Hukuken ve politik olarak

ayaklarıyla yürüyenlerle eşit olmalarına rağmen, bütün yollar, kaldırımlar, tuvaletler vs. hep

ayaklarıyla yürüyen çoğunluk gözetilerek yapılır. Tekerlekli sandalye ile hareket edenlerle

yürüyenler hukuken ve politik olarak eşit olmasına rağmen, tekerlekli sandalye ile hareket

edenler, sürekli bir baskı altında ve daha zor hayat koşullarında yaşarlar.

Burada toplum şu soruyla karşı karşıyadır: özürlülerin bu fiili eşitsizliğini dengeleyecek

tedbirler alacak mıdır, yoksa onları bir yük, bir hastalık gibi görüp kendi kaderleriyle baş başa

mı bırakacaktır?

Burada, toplum açısından çok büyük bir masrafa yol açsa da, fiili olarak ortaya çıkan

eşitsizliği gidermek için özürlülere uyan yollar, tuvaletler vs. yapılması ve onların nüfus

içindeki oranları ve katkılarından çok daha büyük bir meblağın bu fiili eşitsizliğin giderilmesi

için kullanılması ve kotalama gibi (örneğin özürlülere işlerde öncelik verilmesi veya kota

uygulanması) gibi tedbirler, bir ölçüde olsun bu eşitsizliği gidermeye yararlar. Gerçek

anlamda azınlıklar sorunu ve çözümü budur.

Aynı durum kolaylıkla, dilsel, dinsel vs. azınlıklara da aktarılabilir. Devletin dilinin, dininin

olmadığı; bunların hiçbir politik anlamının bulunmadığı bir toplumda da sadece sayıca azınlık

dininden veya dilinden olmak bile bir sürü eşitsizliklerin ve azınlıklar üzerinde fiili kültürel

baskıların oluşmasına yol açar.

Örneğin büyük bir çoğunluğu Sünni olan bir ülkede, Alevi veya Hıristiyan olmak, günlük

hayatta bir çok kültürel baskı ve dezavantajlı duruma yol açar. Tıpkı özürlüler örneğinde

olduğu gibi, devletin görevi, bu fiili dezavantajı dengeleyecek tedbirler almak olmalıdır.

Örneğin, Türkçe büyük çoğunluğun ana dili olduğundan, devletin resmi dili, her hangi bir

eşitsizliğe yol açmamak için örneğin İngilizce olsa bile (Bir çok Afrika ülkesinde, bu kaygıyla

olmasa da fiilen böyle bir durum vardır.) çoğunluğun günlük hayatta Türkçe konuşması, diğer

diller karşısında bu dil ana dili olanların avantajlı bir durumda olmasına ve diğer dillerin

zamanla yok oluşuna yol açar. Ana dili Türkçe olmayanların bin bir biçimde kültürel baskı

58

altında olmasına yol açar. Azınlıklar sorunu, bu fiili eşitsizlikleri dengeleyecek bir program

sorunudur.

Hemen görüleceği gibi, Türkiye’de tartışılan azınlık sorunu değil, ulusun nasıl tanımlanacağı

sorunudur.

Ne Türkiye’lilik üst kimliği, ne Kürt Türk kurucu üyeliği, bu konuda tutarlı bir çözüm

oluşturmaz. Aynı şekilde, bu gün Türkiye’de resmen azınlık olarak tanımlanmış azınlıkların

dinsel olarak tanımlanmış olması, devletin laik olmadığının da zımni bir itirafıdır. Bu günkü

azınlık tanımı, laik bir devletle de uyuşmaz.

O halde, azınlıklar sorunuyla karşı karşıya kalabilmek için, politik ve hukuki olarak, tüm

azınlıkların dolayısıyla çoğunluğun yok edilmesi gerekir. Ancak bundan sonra gerçek

anlamıyla azınlıklar sorunu tartışılabilir hali gelir.

(Gerçek anlamda azınlıklar sorununun tümüyle yok olması ise, demokrasinin ötesindeki

özgürlükler aleminde; “herkese emeğine göre” ilkesinin geçerli olmadığı; dolayısıyla her

hangi bir yaptırıma artık ihtiyaç duyulmayacak bir toplumda; “herkesten yeteneği kadar,

herkese ihtiyacı kadar” ilkesinin geçerli olduğu zenginliklerin gürül gürül aktığı bir toplumda

gerçekleşebilir.)

Bütün bunlar olsa, yani devletin nasıl dini olmaması gerekiyorsa, dili, etnisi, soyu, sopu,

kavmi “ulusu” olmasa bile, kimi aklı evvellerin çok sevdiği ifadeyle bu “ulus devletin sonu”

değil; etniye, dile, soya dayanan ulusçuluğun ve böyle tanımlanmış bir ulus devletin sonu

olur. Ulus ve ulusçuluk, dine, dile, etniye dayanmayan; insan haklarına dayanan bir ulusçuluk

ve ulusal devlet olarak var olmaya devam eder.

Yani bu şimdi artık kimsenin hayal bile edemediği çözüm de aslında, ulusçuluğun ve ulusal

devletin sonu değildir ve bu günün dünyasının sorunları karşısında gerçekte bir çözüm değil;

sorunun ta kendisidir.

Türkiye’deki tartışmalarda, sözde en radikal konumda olanlar arasında bile hiç konu

edilmeyen ve tartışılmayan da budur.

Ulus devletin sonu, politik olanın (yani devletin), nasıl tanımlanırsa tanımlansın, ulusal olana

göre tanımlanmasının reddi; yani fiilen ulusal devletlerin yıkılması; bu da fiilen dünya

çapında bir “Proletarya Diktatörlüğü” demektir. Diğer bir ifadeyle Proletarya Diktatörlüğü,

somutta politik olanı ulusal olarak tanımlama üzerinde bir diktatörlük, ulusal olanı politika

dışında tutmadır. Yani bu günkü ulusçuluğun klasik dinlere yaptığını ulusçuluğa yapmaktır.

*

Türkiye’deki tartışmaların ikinci özelliği, onların çoğunluk tarafından yapılan bir azınlıklar

tartışması olmasıdır. Yani çoğunluk azınlığın nasıl tanımlanacağını ve azınlıkların ne

olacağını tartışmaktadır. Azınlıklar tartışmanın öznesi değil nesnesidirler.

Halbuki, Avrupa’daki Türkler, seksenli yıllarda, bir azınlık olarak, hangi hedefler için

mücadele edecekleri yönünde tartışmışlardı. Biz de bu tartışmaların içinde yer almıştık.

59

İlişikteki metinler, azınlıkların bir özne olarak sorunu nasıl tartıştıkları ve tartışabilecekleri

konusunda önemli dersler içermektedir.

Birinci ders, azınlıkların içinde de, azınlıkların hangi hedefler için nasıl mücadele edileceğine

dair bir sınıf mücadelesi olduğudur.

İkincisi, azınlıklar içindeki sosyalistler, azınlıkların sadece kendi sorunlarıyla uğraşmasının en

önemli eleştirmeni olmak zorundadır.

Üçüncüsü de bu ikinciden çıkar. Azınlıklar, toplumun çoğunluğunu taleplerine kazanabilmek

için, tüm toplumun önüne kendi sorunlarıyla birlikte büyük çoğunluğun sorunlarını da çözen

bir programla çıkmak zorundadırlar.

Almanya’da seksenli yıllarda yapılmış tartışmalar bağlamında yazılanların, Azınlıklar

sorunun tartışılmasını epey aydınlatacağını düşünüyoruz.

03 Kasım 2004 Çarşamba

demir@gmx.,li

http://www.comlink.de/demir

60

KKeemmaalliizzmm vvee İİssllaamm

Kemalizm ve Politik İslam aynı madalyonun iki yüzüdür. Politik İslam’ın Kemalizm’e;

Kemalizm’in Politik İslam’a hava gibi, su gibi ihtiyacı vardır.

Türkiye batılılaştıkça, modernleştikçe ve de laikleştikçe Müslümanlaşmıştır. Türkiye bu kadar

laik ve batılı olmasaydı bu kadar Müslüman olmazdı. Osmanlı güya bir İslam imparatorluğu

idi, nüfusunun büyük bölümü Müslüman değildi; Türkiye Cumhuriyeti ise laik, batıcı ve de

batılıdır ama, Politik İslam’ın çok sevdiği ifadeyle, nüfusunun yüzde doksan dokuzunu

Müslüman yapmayı başarmıştır. (Alevileri Müslüman saymakta Politik İslam’ın Kemalizm’e

bir itirazı yoktur.)

Osmanlı’ya egemen olanlar, Müslüman devşirmelerdi, onlara Türk diyen batılılardı; onlar

kendilerini Türk olarak görmüyor ve Türk’ü kaba, cahil anlamında bir hakaret sıfatı olarak

kullanıyorlardı. Bu sınıfın sonradan uydurması olan “Türklerin devlet geleneği” denen şey

aslında, Bizans-Osmanlı’dan beri gelen ve kökleri Sümer’e dayanan bu sınıfın geleneği ve

ideolojisidir. Tarihte bir tek Türk devleti vardır: Türkiye Cumhuriyeti. Ve onu da Türkler

değil işte bu Türklerin devlet geleneğinden söz eden, Bizans-Osmanlı artığı sınıf kurmuştur.

Daha doğrusu zaten var olan devleti Türk devleti yapmıştır.

Bu Müslüman devşirmeler kastı ya da sınıfı; varlığını ve egemenliğini borçlu olduğu devleti

sürdürebilmek için her şeyi yapmaya ve her şey olmaya hazırdı. Birinci Büyük Millet

Meclisinde bunu açıkça da ifade ediyorlardı: “Şeytan da oluruz Bolşevik de” diye.

Milliyetçiliğin Osmanlı’ya geldiği dönemde, artık milliyetçilik eski demokratik ve

cumhuriyetçi niteliğini yitirdiğinden, Balkan ve Anadolu’da bir burjuvazi de Hıristiyanlar

arasında geliştiğinden, Burjuvazinin milliyetçiliği, bir etniye ve dine dayanan, çoğu kez de

etni ve din çakıştığı için ikisine birden dayanan bir milliyetçilikti. Burjuvazinin bu

milliyetçiliği, Bizans-Osmanlı devletçiliğini ve varlığı buna bağlı Müslüman Devlet

Sınıflarını tehdit ediyordu. Bu nedenle onlar, egemenliğini sürdürmek için Osmanlı

Ulusçuluğu para etmeyince bir süre Pan İslamizm ile oyalandıktan sonra, Türk ulusçuluğunda

karar kıldılar ve Müslüman ahaliden bir Türk ulusu yaratıldı.

Ne bu ulusu ve ulusçuluğu yaratan kastın; ne de kendisinden bu ulus yaratılan nüfusun soy

olarak Türklükle bir ilgisi bulunmuyordu. Balkan ve Kafkas göçmenlerinden; Anadolu’nun

büyük ölçüde Müslümanlaşmış ahalisinden, biraz da Türkmen ve Oğuz soyundan göçebe ve

köylülerden yaratıldı bu ulus. Öyle ki, soy ve dilce herkesten daha Türk olan Karamanlılar,

sırf Ortodoks oldukları için zorla Yunanistan’a sürüldüler; Adaların bir kelime Türkçe

bilmeyen muhtemelen Rum asıllı Müslümanları da onlara karşılık alındılar.

Müslüman Hıristiyan çelişkisi gibi görünen aslında, Kapitalizm öncesini temsil eden Osmanlı

Devlet sınıfları ile Hıristiyanlar arasında gelişmiş modern burjuvazinin çatışmasıydı.

Osmanlıcılık da, Pan İslamizm de, Türk milliyetçiliği de gerici Bizans-Osmanlı devletçiliğini

temsil ediyordu. Başta Ermeniler olmak üzere, Hıristiyan ahalinin katliam, sürgün ve

61

mübadeleleri, kapitalizmin tasfiyesi, prekapitalizmin güçlenmesidir. Bu tıpkı, “devlet benim”

deyişinin çıktığı Fransız devletçiliğinin, Sen Bartelmi katliamlarında Protestanlığı, yani

burjuva gelişimi katletmesi gibidir. Bu katliam Fransa’nın modern burjuva gelişime girişini

100 yıl geciktirmiş ve sonunda Fransız Devrimi bu gecikmenin acısını çıkarmıştır.

Hıristiyan burjuvazinin devlet sınıflarınca tasfiyesi, devletçiliğin yanı sıra prekapitalist toprak

ağa ve şeyhliğinin; tefeci bezirganlığın güçlenmesi sonucunu vermiştir. Bu tefeci

bezirganlığın ve ağalığın ideolojisi ise Müslümanlıktı. Güçlendirdiği tefeci bezirganlığı

kontrol altına alabilmek için, devlet sınıfları kendi İslam yorumunu devlet dini yaptı ve bu

resmi Müslümanlığa da laiklik adını verdi. Bu devletçilik Hıristiyan katliamlarıyla, laikliğin

temeli olan nüfusu ve toplumsal ilişkileri bizzat kendi yok etmişti.

Ne var ki, 1970’lere kadar, İslam genel olarak tefeci bezirganlığın ideolojisiyken, 1970’lerden

sonra yeni çıkan ve çoğu bu tefeci bezirganların çocukları olan, Anadolu Burjuvazisinin

bayrağı oldu. Politik İslam’ı bayrak yapan burjuvazi, sadece devletçiliğin keyfiliğinden

bıkmış işçileri değil, büyük şehirlerin Seküler burjuvazisinin bile desteğini aldı. Bu destekle

birlikte de eskiden Müslüman yazarların konusu olan Sabetaycı Komplo teorileri

Kemalistlerin başlıca ilgi konularından oldu.

Ama dikkat edilsin, Politik İslam’ı bayrak yapan burjuvazi, devlet sınıflarına karşı gerçekten

onları tecrit edecek, politik iktidarın seçilmiş temsilcilerin elinde bulunacağı tedbirler

almıyor; böyle girişimlerde bulunmuyor.

Devletin her türlü din eğitiminden elini çekmesi, İmam Hatiplerin kapanması; Diyanet

İşlerinin lağvı; İmam, Müezzin gibilerin maaşının vergilerden ödenmesine son verilmesi ve

bunların Müslümanların bağışlarıyla geçinmesi; devletin sadece inanç özgürlüğünü ve

eşitliğini garanti altına alması gibi gerçekten laik girişim ve talepleri ağızlarına bile

almıyorlar. Halbuki böyle talep ve girişimler bir anda, Türkiye’deki bütün Alevilerin,

dinsizlerin, şehir orta sınıflarının desteğini alır ve Kemalist bürokrasinin bütün demagojisini

açığa çıkarıp onu tecrit eder.

Böyle gerçek bir laiklik, ki demokratikleşmenin şartlı olan devletçiliğin tecridini de getirir,

Kemalizm’in laiklik denen resmi İslam’ını yok edeceğinden, Politik İslam’ın mazlumu

oynama şansı kalmaz. Bu da geniş ezilen yığınların hızla burjuvazisin etkisinden sıyrılışını

getirir. Bu nedenle AKP Kemalist devletçiliği tümüyle tasfiye edecek hiçbir adım atmıyor.

Çünkü, ancak bir Kemalist İslam olan Laiklik var olursa Burjuvazinin Politik İslam’ı var

olmaya devam edebilir ve bu ideolojik kayıkçı dövüşünü sürdürebilir.

28 Mayıs 2004 Cuma

62

KKööllnn’’ddee YYaappııllaann AAççııkk OOttuurruummddaakkii KKoonnuuşşmmaa

5 Mart 2005 günü „90. yıl Ermeni Soykırımı ve Toplumsal Sorumluluk“ adı altında Köln

Dom Forum’da Almanya Ermenileri Merkez Konseyi ve Almanya Ermeni Kilisesi içinde yer

alan “24 Nisan Grubu” tarafından organize edilen ve yazar Doğan Akhanlı’nın sunduğu

panele Demir Küçükaydın, Recep Maraşlı ve Ragıp Zarakolu katıldı.

(Demir Küçükaydın’ın Konuşmasının Çözümü)

Bu panel soykırım kurbanlarına saygısızlık paneli değildir ve çerçevesi bellidir. Başka bir

ifadeyle panelin konusu soykırım oldu mu, olmadı mı değildir. Panelin konusu soykırım ve

izdüşümleridir, yani anlaşılmaz olanı anlamaya çaba göstereceğimiz bir platformdur.

Arkadaşlar, yüzyılın başında olan bu ve benzeri felaketler üzerine bütün tartışmaları ve

konuşmaları incelediğimizde şöyle bir eksiklik görürüz: Bu olayın olup olmadığı, nasıl

tanımlanacağı üzerine zengin bir literatür vardır, ama bu olay neden olmuştur? Bunun

sosyalist açıklaması hemen hemen hiç yoktur.

Bu yokluk bir sürü gizli varsayımı bir arada bulundurur. Ben biraz tartışmayı başka bir

noktaya çekme denemesinde bulunacağım. Çünkü bu olayın eksik görünen yanı bu kanımca.

Arkadaşlarım, bu soykırım ilk değil, son da değil. Ama biz ulusçuluğun ortaya çıkışıyla

birlikte olan bu soykırımı ele alalım. Çünkü ondan önce de St. Barthélemy katliamında

Farnsa’da Kıta Avrupası’nda protestanlar katledildi, soykırım yapıldı. Ama biz modern

tarihle, ulusçulukla ortaya çıkanlara baktığımızda gerçekten de yüzyılın başındaki Ermeni

Soykırımı tek soykırım değil. Örneğin Almanya’daki Yahudilerin, İkinci Dünya Savaşında

faşizm, Nazi döneminde başına gelenleri biliyoruz. Daha birkaç yıl önce Afrika’da olanları

biliyoruz. Çok yakın zamanda Balkanlar’da eski Yugoslavya’da olanları biliyoruz. Ve çok

daha az bilinen birşeyi de ben hatırlatayım: Mesela savaş sonrasında bugünkü Almanya’nın

hudutlarının dışında bulunan Almanların oralardan sürülmeleri sırasında ölenlerin -bir iki

milyon kadar Alman ölmüş bildiğim kadarıyla- bugün kimse adını anmıyor. Yani en az

Ermeniler kadar da Alman öldürülmüş durumda, açlıktan ve sefaletten. . . Hem de en

mükemmel olanakların olduğu koşullarda. . .

Bu bize şunu göstermektedir; ne Almanlar, ne müttefikler ne hiç kimse bu konuyu anmıyor.

Ermeni sorununun, Ermeni soykırımının da anılmaması bu nedenle. Tarih tarihle ilgili

değildir arkadaşlar. Tarih doğrudan doğruya bugünle var ve bugünün var olan toplumsal

63

güçleriyle ilgilidir. Argümanlarla kimsenin dünyada ikna edildiği görülmemiştir. Şu an dünya

dengeleri eğer uygun olsa, muhtemelen gündemin baş sırasına savaş sonrasındaki Almanların

sürülmesi esnasındaki ölümler de gelebilir. Bugün Almanya’nın İsrail’den özür dilemesi,

boyun eğmesi, günah çıkarması aslında Almanya’nın bunları tanımalarıyla ilgili değil,

bütünüyle Almanya’nın politik çıkarlarıyla, Orta Doğu’da İsrail’in prosedürünün dünya

dengeleriyle ilgilidir. Bu bize şunu gösterir. Tersinden gitmek gerekir diyoruz. Şimdiye kadar

hep şöyle gidiliyor: Biz argümanlar getirelim, onlar tanısın. . . Bizler o güçlere karşı ciddi

mücadele edebildigimizde onun yan ürünleri olarak zaten bu olayın nedenleri ve kendisi

insanların bilincine çıkacaktır. Türkiye ya da dünya, emin olun Ermenistan’da iyi petrol

olsaydı, muhtemelen bu iş çoktan dünyanın gündemine girmişti. Ya da Ermenistan büyükçe

bir ülke olsaydı ve Türkiye oradaki pazara girebilseydi, Türk burjuvazisi “Ermenistan’la

ticaret yaparız. Ne olacak gideriz, diz çökeriz, boyun eğeriz” derlerdi. Bu nedenle olaya şu

açıdan yaklaşalım diyorum ben; Ermeni katliamını mahkum etmek, suçlamak, özür dilemek

ne bu olayı anlamamızı sağlar, ne de onun benzerlerinin bu dünyada yinelenmesini. . . Şu ana

kadar bütün diskusyon, diskurs bunun özür dilenmesi, kabul edilmesi, edilmemesi bağlamında

yürüyor. Bunda bir yanlışlık var. Soykırımın olduğunu tartışmak bile istemiyorum. Çünkü

argümanlarla öyle bir olay olup olmadığını Türkiye Devleti’ne kabul ettiremezsiniz. Ancak,

Türkiye’de güçlü bir demokatik muhalefet oluşur, o zaman devlet hepsini kabul eder.

Argümanların bu zamana kadar insanları bir şeylere ikna ettiği görülmemiştir. Nesnel,

çıkarlara dayanan güçlü bir sosyal hareket bir şeyleri başarabilir. Almanya’nın ya da

Türkiye’nin veya herhangi birisinin katliamı kabul etmesini mi istiyorsunuz, o bağlamda inkar

eden güce karşı başka bir sosyal gücü harekete geçirmeniz gerekir, onu örgütlemeniz gerekir,

ona bu programı dayatmanız gerekir. Eksik olan bu.

Doğan:

Burada merak ettiğim bir nokta var. Geçmişteki soykırım ve katliamlara ilgisiz kalmak

sadece devlet politikasında yatmakta değil. Temel olarak bakıldığında solda da aynı

sorun var ve Çin’den Arnavutluk’a kadar yeryüzünün bütün ihtilal yapmış ülkerlerde,

tarihi çok iyi bilenler, teşkilatlar, organizasyonlar, hem Türkiye tarihi konusunda

analizden yoksunlar -ya da yazılar pek yok- hem de soykırım konusunda politik bir

tutum da yok. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Demir Küçükaydın

Politik tutum olmaması her zaman bir politik tutumdur. Politik tutum yok diye bir şey olmaz.

Var. Sorun şöyle: Bu soruna gelindiğinde Sol kendisiyle hesaplaşmak zorundadır. Bu

katliamın temelinde ulusçuluk denen olay vardır, ama ulusçuluğun gerici bir biçimi vardır.

Ulusçuluk denen 1848’den sonra dünyaya yayılan dile, dine, etniye göre tanımlanmış gerici

ulusçuluk dediğimiz biçim bu siyasi, bu modern toplumun varoluş biçimi olmasaydı, Ermeni

katliamı olmazdı. Tutsilerin, Hutuların katliamı olmazdı, Yugoslavya’daki olmazdı ve yakın

zamanda Orta Doğu’da göreceklerimiz de olmayacaktır. Sol bütün dünyada gerici,

milliyetçidir. Buna özlem olarak karşı durmasına rağmen, sosyalizm maalesef doğarken

64

aydınlanmanın kalıntıları nedeniyle milliyetçiliğin ne olduğunu anlamamış, işin kötüsü Ekim

Devrimi’nden sonra en gerici milliyetçi hale gelmiştir. Düşünün arkadaşlar, dünyanın her

tarafında dine, dile, etniye dayanan uluslar, sosyalistler tarafından kurulmuştur. Özbekistan,

Bulgaristan, Kırgızistan vs. bunları kuranlar burjuvalar değil sosyalistler. . . Bir ulusu

Burgarlıkla, Özbeklikle bilemem neyle tanımlamaya başladığınız andan itibaren, ondan

olmayanlar, sizin gözünüzle katlanılması gereken, tolerans edilmesi gereken sivilceler olarak

görülmeye başlanacaktır. Soruna böyle yaklaşmanız lazım. Eğer bugün özeleştiri yapması

gereken varsa, biz sosyalistleriz derim. Biz daha doğarken ulusçuluk karşısında yeterince bir

bağışıklık oluşturabilseydik, insanlık bugün olduğu yerde olmazdı. İnsanlarda modern

toplumun bu var oluş biçimine karşı çok güçlü bir direniş, bir bilinç, bir karşı hareket olurdu.

Biz bunu yaratamadık. Bu nedenle eğer bir suçlu aranıyorsa, biziz bunun suçlusu.

65

““EErrmmeennii TTeehhcciirrii”” vvee GGüünnüümmüüzzddee PPoolliittiikkaa

Tarih tarihçilere bırakılamayacak kadar politik bir iştir. Tarih üzerine en soyut ve bu gün ile

ilgisizmiş gibi görünen tartışmalar bile aslında bu günkü toplumsal güçlerin çıkar, hedef ve

politikaları bağlamında yapılırlar. Tarihi değil ama günümüzün çatışan politik güçlerini,

onların hedef ve çıkarlarını anlamak istiyorsanız tarih üzerine yapılan tartışmalara bakınız.

Bundan doksan yıl önce gerçekleşen Ermeni Tehciri-Katliamı-Soykırımı söz konusu

olduğunda da tartışılan Ermeni katliamı değildir aslında. Bu gün var olan güçlerin çıkarları

çatışmaktadır. Bir yanda varlığını ve egemenliğini, bizzat bu katliamla doğmuş olan Türklüğe

dayandıran Sümer, Bizans, Osmanlı devletçiliğinin yaşayan son halkası, Türkiye politikasının

gerçek egemeni “Sünuf-u Devlet” ve onun gücü sarsılırsa kendisinin de ekonomiye

egemenliğinin sarsılacağını gören Müslüman ve Türk burjuvazi; diğer yanda, bu Türklüğe

göre tanımlanmış devleti daha esnek hale getirip çağın gereklerine ayarlamaya çalışan

liberaller. Bu çatışmada devrimci demokrasinin ve sosyalizmin izi bile yoktur. Kendine

sosyalist diyen milliyetçi ve liberaller ise bu iki gücün çatışmasında tarafların yedekleri

durumundadırlar.

Bu bizzat yapılan tartışmaların mantığında da görülür. Örneğin Ermeni Katliamı üzerine

bütün tartışmalar şu düzeyde yürütülmektedir: olan katliam mı, soykırım mı, öz savunma mı,

kaza mı? Devlet sınıfları ve onların gücü ve egemenliğini savunanlar bunun bir öz savunma

veya kaza; liberaller de katliam veya jenosit olduğunu savunmaktadırlar. Ya da tartışma

soykırım kavramının ne olduğu ve sınırları gibi hukuki tanımlara alanına yayılmaktadır.

Yapılan tartışma aslında şöyle bir benzetmeyle daha iyi anlaşılabilir. Ortada bir ceset ve

cinayet vardır. Bir taraf bunun taammüden işlenmiş bir cinayet olduğunu söylemektedir;

diğeri ise ölümde bir kasıt olmadığını (“göç ettirilirlerken savaş koşulları nedeniyle öldüler”)

veya bir nefsi müdafaa (“Ruslarla iş birliği yaptılar” ve/veya “onlar da bize saldırıyorlardı”)

olduğunu söylemektedir.

Peki, bu tartışma özünde nedir? Bu tartışma hukuki bir tartışmadır, sosyolojik bir tartışma

değildir. Hukuki tartışmalar ise var olanı olumlayan dünyanın en gerici tartışmalarıdır.

İyi bir avukat, hayatın karmaşıklığının yarattığı nice ayrıntıyı kullanarak, en planlanarak

işlenmiş cinayeti bile bir meşru savunma gibi gösterebilir. Kaldı ki son duruşmada,

jüridekilerin kültürel kotlarının, ideolojilerinin veya çıkarlarının taraflardan hangisinin

iddiasını doğru kabul edeceğini belirlediği de bir sır değildir.

İşte Türk devletinin tam da sorunu çekmek istediği ve çektiği alan budur. Bu tartışmaya

girerek, liberaller daha baştan savaşı devlet sınıflarının istediği alanda kabullenmekte ve

onlarla zımni bir suç ortaklığına girmektedirler. Şu çok açıktır ki, Türk devletinin ve devlete

egemen zümrenin uluslararası politika alanında başka güçlerle çelişkileri de bulunmaktadır. O

66

güçler de baskı için, onun hareket alanını daraltmak veya tecrit etmek için parlamentoya gelen

karar tasarılarıyla Ermeni katliamını uluslar arası bir hukuk sorunu olarak ortaya

koymaktadırlar. Böylece devlet sınıfları kendi egemenliğine yönelmiş bir muhalefeti kolayca

kendisine baskı uygulayan diğer devletlerin işbirlikçisi gibi gösterebilmekte ve etkisizleştirip

tecrit etmekte, marjinalleştirmekdir.

Ama daha da kötüsü şudur: liberaller dengeler değişip başarı kazansalar bile bu katliamın

nedenini açıklamış ve o nedeni ortadan kaldırmış olmaz.

Çünkü hiçbir hukuki tartışma cinayetlerin nedeni nedir sorusunu sormaz. Hukuk nedenlerle

ilgilendiğinde bile, tek bir olayın hukuki nedenleriyle ilgilenir, sosyolojik nedenleriyle

ilgilenmez. Ama ortadaki olay, sosyolojik bakımdan açıklanmayı bekleyen son derece önemli

ve ciddi bir olaydır. Sorunu hukuki düzeyde tartışmanın kendisi, onun önemini ve ciddiyetini

gizleyen bir utanmazlıktır.

Bir olayın nedenleri açıklanmadan ve o nedenler ortadan kaldırılmadan sorun çözülmüş

olmaz. Bu konudaki bütün tartışmalara bakın, olayın sosyolojik olarak açıklanması üzerine bir

tartışma bir literatür neredeyse bulamazsınız. Bütün tartışma suç var mıdır ve suçlu kimdir

varsa cezası ne olmalıdır bağlamında yürütülmektedir. Ama bu tartışmanın kendisi gericidir

ve nedenler üzerine bir tartışmayı gündemden çıkarmaktadır. Nedenler üzerine bir tartışmayı

gündeme koymaya kalktığınız an, o ana kadar birbirine karşı mücadele eden taraflar, o

tarafların dayandığı varsayımları sorguladığınız için birlikte karşınızda yer alacaklardır.

Devrimci Demokrasi ve işçi sınıfı (Sosyalizm) olayı şöyle koymalıdır. Biz 1915’te Osmanlı

Devleti toprakları üzerinede yaşayan Ermenilerin toplu halde yok edildiği gerçeğini tartışmayı

reddediyoruz. Buna hukuken jenosit mi, katliam mı, tehcir mi, göç ettirme mi deneceğinin bir

önemi bulunmamaktadır. Bunlar sosyolojik değil hukuksal kavramlardır. Olayı açıklamazlar,

bizzat kendileri açıklanması gereken fenomenlerdir.

Bizi ilgilendiren esas sorun şudur: niçin bir dine ya da etniye ait insanlar yok edilmektedir.

Çünkü bu sadece burada yaşanmadı. Tersinden kısmen Balkanlar’da yaşandı. 1920’lerdeki

Türk Yunan Mübadelesi aynı olgunun “kansız” biçimidir. Yahudilerin Nazilerce yok

edilmesi; Yugoslavya veya Afrika’da olanlar; İkinci Dünya Savaşı sonrasında Almanlara

yapılan tehcir ve milyonları bulan ölüler. Bütün bunlar ortada nedenlerinin açıklanmasını

bekleyen çok ciddi bir fenomen olduğunu ve bu nedenler ortadan kalkmadığı sürece

yenilerinin olacağını göstermektedir.

Bu nedenlere girince şunu görürüz: ulusun bir dine, dile, etniye göre tanımlanması; yani

1800’lerde Amerikan ve Fransız devrimlerinin demokratik ve insan haklarıyla tanımlanmış

ulusçuluğunun yerini gerici ulusçuluk aldığı andan itibaren bu tür katliamlar ortaya çıkar.

Fransız devrimi Yahudileri gettodan çıkardığı ve eşit haklı yurttaşlar yaptığı gibi; Alsas

Loren’in Almanlarını da eşit haklı yurttaşlar yapıyor, feodal bağımlılıklardan kurtarıyor özgür

kılıyordu. Bu nedenle Yahudiler de, Alsas-Loren’in Almanları da devrimi savunan orduların

safında savaşıyorlardı. Bu sonra hiçbir burjuvazide görülmedi. Ama daha kötüsü, işçi hareketi

de zamanla bu programı; bu dile, dine, etniye dayanmayan; yurttaşlık ve insan haklarının

67

özdeş olduğu bu ulusçuluğu unuttu ve gerici ulusçuluğun birer savunucusu ve bu ilkeye göre

kurulmuş ulusların kurucusuna dönüştü.

Bir ulusu, bir din, dil, etni, tarih ile tanımlamaya başladığınız andan itibaren, bütün o tanımın

dışındakiler en iyisinden katlanılması gereken birer arıza olurlar eğer güç dengeleri el verip de

yok edilemiyorlarsa. Ya da şimdi olduğu gibi, kültürel zenginlik veya esnekliğe yol açtığı için

korunması veya tolerans gösterilmesi gereken bir süs gibi görülürler, ilk zorlukta satılacak.

İşte hukuki tartışma bu esas nedeni gündemden düşürmektedir. Çünkü her iki taraf da aynı

gerici ulusçuluğa dayanmakta ve onun dışında başka bir var oluşu reddetmektedir.

Biz ise bu reddin kendisini reddediyoruz.

Şöyle formüyle edersek daha iyi anlaşılabilir.

Sorun Türk devletinin özür dilemesi değildir. Türk devletninin Türk devleti olmaktan

çıkarılmasıdır. Sorunu böyle koyduğunuzda, Türk devletini ve onunla çıkar çatışması içindeki

diğer devletlerin dayandığı ilkeyi sorgular; ezilen sınıf, ulus, din, dil, etni ve cinsleri yanınıza

alırsınız. Yani sorun aynı zamanda bir strateji ve program sorunudur.

Ve eğer bu korkunç cinayet için bir suçlu aranıyorsa, bunun gerçek suçlusu, bu ulusçuluk

belasını bir türlü açıklayamayan; ona karşı daha baştan doğru dürüst bir program

geliştiremeyen; sonunda bizzat kendileri gerici ulusçulara ve ulus kurucularına dönüşen biz

sosyalistleriz. Sosyalizm ve işçi hareketinin daha doğarken, genel olarak uluslara ve

ulusçuluğa; özel olarak da dile, dine, etniye, soya dayanan gerici ulusçuluğa ve uluslara karşı

bir bir programı olsaydı, bu katliamların hiç biri yaşanmaz; bu gün insanlık çok başka bir

yerde bulunabilirdi.

Bu satırlar geç de olsa bunun için bir başlangıçtır.

[email protected]

http://www.comlink.de/demir/

08 Mart 2005 Salı

68

TTaallaatt PPaaşşaa JJaakkoobbeenn mmiiyyddii??

Jakobenizm Nedir? Osmanlı’da Kim Jakobendi? Bugün Kimdir?

Ortaya çıktığı günden beri sol görünümlü bir gericiliği ve milliyetçiliği savunan Doğu

Perinçek ve partisi, her zaman olduğu gibi şimdi de tarihi ve kavramları alt üst ederek bu

günkü gerici ve ırkçı politikalara sol bir cila sürmeye çalışıyor. Bunlar için olaylar ve

kavramlar, o an izlenen gerici politikalara bir sol görünüm kazandırmak için içerikleri

boşaltılacak ve istenildiği gibi oynanacak basit araçlardır.

Türkçü Bonapartist Talat Paşa’yı Jakoben yaptıkları kolaylıkla, Hazreti Muhammet’i de

cuntacı yaparlar. Örneğin şöyle yazıyor “Bilim ve Ütopya” dergisinde “Silahlı Peygamber

Hazreti Muhammet’in Medeniyet Devrimi” adlı çok bilimsel yazısında bay Doğu Perinçek:

“Hz. Muhammed de, bütün devlet ve medeniyet kurucuları gibi, elbette silahlı bir güce

kumanda etmiştir. Silahlı güç tekeline sahip olmak, devletin ayırt edici özelliğidir. Silahlı güç

varsa, devlet vardır. Ve her medeniyet, ancak devletle, silahlı güçle kurulur. İnsanlık kabile

toplumundan devlet ve medeniyet kuruculuğuna silahın tekelde toplanmasıyla geçmiştir. İşte

İslam Peygamberi'nin büyük başarısı da buradadır.

Mezopotamya uygarlığı, Mısır, Çin, İran, Türk, Yunan, Roma uygarlıkları, Cromwell'in

İngiliz demokrasisi, Washington ve Lincoln'ün Amerikan demokrasisi, Robespierre'in Fransız

demokrasisi, Bismarck'ın Alman birliği, Garibaldi'nin İtalyan birliği, hep silahla

kurulmadılar mı?”

Burada yapılan oyunun niteliği çok açıktır. Aynı şekilde, silah ve savaş aracına başvurdukları

için, sosyolojik olarak tamamen farklı karakterdeki, farklı sınıfların ve tarihsel dönemlerin

ifadesi olan kişi ve hareketler, sadece silaha başvurmalarından hareketle aynı sepete

atılmaktadır.

Bay Perinçek, İslam peygamberinin büyüklüğünü onun başarısında, başarısını da silah

kullanmasında bulmaktadır. Muhammed’in büyüklüğü Perinçek’in başarısını bağladığı silah

kullanmasında değildir, aslında Muhammet başarılı da olamamıştır kurmak istediği düzen göz

önüne getirilirse, daha ölümüyle birlikte, cesedi soğumadan, Mekke eşrafı su başlarını kesmiş

ve adım adım birkaç on yıl içinde, İslam’ı tipik bir uygarlık ve devlet dini yapmıştır. Tümü

silahlı ve eşit Müslümanların Camide toplanarak ortak kararlar aldıkları ilk günlerin yerini,

Müslümanların silahsız olduğu, silahın sadece devlet ve onun asker ve zaptiyelerinde

bulunduğu; Camilerin devletin başındakilerin kararlarının halka duyurulma ve bu karar ve

uygulamaları meşrulaştırmanın aracı olduğu, namaz saflarında sembolize olan hukuksal

eşitliğin yerine aşılmaz sınıf farklarının geçtiği İslam namlı bir gericilik, soygun ve zulüm

düzeni almıştır.

Muhammet’in büyüklüğü başarısında değil, tam da o başarısız kaldığı noktadadır.

69

Eğer Muhammet ile bu gün arasında bir paralellik kurmak gerekirse, bu günün Muhammet’i,

tüm ulusal devletlere, özellikle bunlar içinde bir ulusu dil, din, etni, soy, tarih vs. ile

tanımlayan devletlere karşı, “vatanım yeryüzü milletim İnsanlık” parolasıyla bu devletleri

yıkmak için mücadele eden olabilir. O günün putları ve aşiretleri, ve soy kardeşliği ne ise ve

nasıl Muhammet o soyları, aşiretleri ve onların putlarını parçaladı ise, bu günün Muhammet’i

de bu günün dünyasının aşiretleri olun ulusları, bu günün dünyasının putları olan ulusal

bayrakları; bu günün soydaşlığı olan ulusçuluğa ve ulus kardeşliğine kutsal cihat açan, bütün

ulusal devletleri “dar ül harp” olarak görendir.

Eğer Muhammet’in silah kullanması ile günümüz arasında bir bağ kurmak gerekirse, bu gün

bütün ulusal devletleri, dolayısıyla öncelikle de vatandaşı olduğu ulusal devleti yıkmak için

silah kullanmak Muhammet’in yaptığına benzer. Muhammet silahı kendi içinden çıktığı

kabileye (Kureyş’e) ve şehre (Mekke’ye) karşı kullanıyordu. Mekkeliliğin ve Kureyşliliğin

yerine Müslümlüğü, yani insan kardeşliğini geçiriyordu. Allah, tüm insanlığın ifadesini

bulduğu genel kavramdı. Ruhunu Allah’a teslim etmek, yani Müslüman olmak, tüm insan

kardeşliğine inanca teslim olmak anlamına geliyordu. Muhammet’in Kabeye girip putları

yakmasının bu günkü karşılığı, bir Türkiyeli veya Türk için, Ankara’yı ele geçirip, Türk

bayrağını yıkmaktır. Ve oradan da bütün ulusal devletlere, tıpkı Muhammet gibi savaş açmak,

bütün ulusal devletleri “dar ül harp” olarak görmektir.

Perinçek devrimci Muhammet’i, kendisi gibi basit bir gerici milliyetçi gibi görmektedir. Doğu

Perinçek’in Muhammet dönemindeki karşılığı, hala o Kureyş ve aşiretler dönemini savunan

Ebu Cehil’lerdir.

Bay Perinçek’in devrimcilik olarak vaftiz ettiği şey sadece silah ve şiddettir. Devrimi şiddet

olarak görmek, en karşı devrimci devrim kavrayışıdır.

Perinçek’in tahrifatları tarihi alt üst edişleri, son “Talat Paşa Harekatı”da Talat Paşa denen

darbeci Bonapartı, Jakoben olarak satmasında da görülür. Bunun için Jakobenlik kavramının

içini boşaltır ve onu bir şiddet kullanımı, bir yukarıdancılıkla özdeşleştirir. Yani son yılların

gerici atmosferinde devrimci ideallerinden vaz geçen aydınların Jakobenliğe yüklediği anlama

aynen sahip çıkar.

Ama önce şu Jakobenin ne olduğuna bir bakalım. Çünkü yeni kuşaklarca Jakoben’in gerçek

ve otantik anlamı unutulmuş bulunuyor.

Yeni kuşaklar Jakoben diye, üstten darbecilik yapanı anlamaktadır. Jakobene bu anlamını

verenler, 12 Eylül darbesinden sonra gericilik ve yılgınlık ortamında demokrasiyi terk edip

liberallere dönüşen aydınlar oldu. Ondan sonra bu yeni yanlış anlamıyla yayıldı ve öyle

bilindi.

Belli bir çağın ruhu ve sınıfsal çıkarlar sadece olayları tahrif etmez, kimilerini unutup

kimilerini öne çıkarmaz, kavramların da anlamların da anlamlarını değiştirir. Ve bu anlam

değişmeleri hiç de masum değildir, Jakoben kavramında olduğu gibi.

70

Örneğin bu gün bir hakaret sıfatı olan Herif, Hırfetten gelir ve bir zamanlar zanaat ehlini

tanımlamakta kullanılırdı. Osmanlı Devletinin çürümesilyle birlikte emeğiyle yaşamanın,

zanaatın toplumdaki değerinin azalmasına paralel olarak bu günkü olumsuz ve aşağılayıcı

anlamını almıştır.

Jakoben kavramı da böyle bir anlam değişmesine uğramıştır Türkiye’de, hatta dünyada.

Devrici demokrasiyi, burjuva devrimleri ideallerinin ezilen ve yoksullar tarafından sonuna

kadar savunulmasını ifade eden bir kavram olan Jakoben, 68 sonrasındaki gericiliğin

yükseldiği atmosferde, Wajda’nın Dandon gibi filimleriyle birlikte, bu gerçek tarihsel

anlamından boşaltılıp, sadece şiddetle özdeşleştirildi.

Jakobenizm, Marks’ın deyimiyle Burjuva devriminin ideallerini Plepçe, avamca

gerçekleştirmeye denir.

Yani Jakobenizm, bırakın üstte olmak, darbecilik veya yukarıdan devrimciliği bir yana bunun

tam zıddıdır. Paris’in donsuzları, yani baldırı çıplakları, yani yoksulları, Jakoben

derneklerinde örgütlenmişlerdi. Burjuvazinin devrimi savunmakta kararsız olduğunu

görüyorlardı. Devrim dört bir yandan kuşatılmıştı. O devrimi savunmak için devrimi yok

etmeye kalkanların şiddetine karşı şiddet uygulamak zorunda kalmasıdır bu yoksulların

Jakobenizm.

Jakobenizmin şiddeti yüceltmek gibi bir yanı da yoktur. Robespiyer, idam cezasının

kaldırılmasını ilk isteyendir.

Jakobenizm, bu yoksulların iktidarıdır. Bunun unutulmuş bir adı da Birinci Paris Komünü’ür.

İkinci Paris Komünü’nü yapanlar da, yine kuşatma şartları altında, Jakobenlerdir, yani

Paris’in yoksullarıdır. Ama artık, birinci Paris Komünü’nün o yarı esnaf işçileri az çok

modern proletarya oldukları için, ikincisinde, Jakobenizm fiilen bir İşçi İktidarı olur, Marks’ın

“Güneşi fethe çıktılar” diye selamladığı.

Jakobenizmin gerçek mirasçısı Rus devriminde Bolşeviklerdir. Bolşevikler de yukarıdan

darbeci değildiler,dünya tarihinde eşi görülmemiş işçi ve köylülerin ayaklanmasının öne

çıkardığı devrimcilerdi. Tıpkı Robespiyer gibi, karşı devrimin kuşatma ve saldırısına karşı

Kızıl Orduyu kuran Troçki de İdam cezasının kaldırılmasını önerenlerdendi devrimin ilk

günlerinde.

Ne Robespiyer’de, ne Troçki’de şiddetin ve insan öldürülmesinin yüceltilmesinin zerresi

yoktur. Bu Doğu Perincek gibi nasyonal sosyalistlerin bir özelliğidir. Onlar sadece devrimi

savunmak için buna baş vurmuşlar ve onu hiçbir zaman yüceltmemişlerdir.

Yani Jakobenizm, burujuva devriminin ve aydınlanmasının, tüm insanların eşitliği; fikir ve

örgütlenme özgürlüğü gibi ideallerini savunan yoksulların hareketidir. Bu anlamda, örneğin,

PKK bir Jakoben hareket karakteri taşır. 12 Eylül öncesinin devrimci radikal sol hareketleri

Jakoben sayılabilirdi.

Türkiye tarihine bakarsak, Jakoben kavramına darbeci yukardancı anlamını veren liberal

aydınların iddialarının aksine, Atatürk bir Jakoben değil, bir Bonapart’tır. Eğer jakobene

71

benzeyen bir şeyler aranırsa, son duruşmada silahlı halk olana, Çerkes Ethem, Yeşil Ordu ve

çetelerin güçlü ve egemen olduğu dönem, bir parça Fransa’nın Jakoben iktidarı dönemine

benzer. Thermidor’un karşılığı, Çerkez Ethem’in tasfiyesi, Suphi’lerin öldürülmesi ve Ali

Fuat Cebesoy’un batı Cephesi komutanlığından alınıp onan yerine İsmet İnönü’nün

getirilmesidir. Bonapart’ın İmparator ilan edilmesinin karşılığı da Cumhuriyet’in ilanıdır.

Jakobenizm, ezilenlerin toplumsal bileşiminin değişmesiyle birlikte, kendisi de evrim

geçirmiş ve Rus devriminde Bolşevizme dönüşmüştür. Paris’in yarı esnaf “san kilot”ları

Putilov fabrikalarının işçileri olunca, Jakobenizm de Bolşevizm olmuştur. Robespiyer ve

Marat’nın, Rus devrimindeki karşılığı, Lenin ve Troçki’dir. O zamanlar hızlı geçinen

Napolyon’un karşılığı da Stalin’dir.

Ama yoksullar sadece işçilerden ibaret değildir, işsizler, küçük üreticiler de bunlara

dahildirler. Hatta işçiler kendilerini iyi kötü sendikalarla koruyabildiklerinden bu tabaklar

daha korumasız olduklarından, kriz dönemlerinde bunlar hızla radikalleşme eğilimi

gösterirler. Eğer bu radikalleşme devrimci bir yükseliş döneminde, devrimci umutların

yaşadığı bir çağda gerçekleşirse, bir işçi sınıfı devrimciliğiyle, yani kendi evrilmiş biçimiyle

ittifaka girebilir. Sandinist, Küba, Çin, Vietnam devrimleri bu anlamda Jakoben devrimlerdir.

Ama gericiliğin ve devrimci umutların yitirildiği bir dönemde, bu radikalleşme pek ala

faşizmde olduğu gibi, işçi sınıfına karşı bir küçük burjuva haçlı seferine de dönüşebilir.

Jakobenizm ile Faşizm’in bu bağlamda belli bir ilişkisi de vardır. Ama bu da yine, işçi

sınıfının yeterince Jakoben olmamasının, yani devrimci olmamasının, oportunist günahlarının

bir cezası olarak ortaya çıkar.

*

Bonapartizm Jakobenizmin zıddıdır. Tepeden darbe yapar o devrimin kazanımlarına oturur ve

onları budar. O budadığı biçimiyle de genellikle başka ülkeleri istila eder.

Bonapartizm’e adını veren Napolyon Bonapart böyledir. Örneğin İslamiyet’in Bonapart’ı

Muvaiye’dir. İslamiyet’in Robespiyer’i Ali’dir. Ekim Devrimi’nin Robespiyer’i Lenin

Troçki’dir, Bonapartı Stalin’dir. Ama devrim ile bu karşı devrimler arasında, Fransa’da

Jirondenler; İslam’da Dört halife Devri, Rusya’da Zinovyev, Kamanav, Buharin’li dönem

vardır. Napolyon, Muaviye ya da Stalin, ancak bunlardan sonra imparator olacak güce

ulaşırlar.

Bonapartların esas karakteri, onların Jakobenizmi, yani devrimin ideal ve amaçların terk

etmesinde ve bu geleneği sürdürenleri tasfiyesinde toplanır. Bonapartizm bir karşı devrimdir.

Bonapartizm, devrimi, bir egemen sınıfın ele geçirmesidir. Bu hiç şaşmazca aynı biçimde

olur. Egemen sınıf bunu devrimin bayrağıyla yapar. Napolyon İmparator olduğunda, Fransız

devriminin, Eşitlik, Özgürlük, Kardeşliği sembolize eden üç renkli bayrağını İmparatorluk

Kuşağı olarak kuşanmıştı. Muaviye, Ali’ye karşı Sıffın savaşında, Askerlerinin mızraklarının

ucuna Kuran yaprakları taktırarak yok olmaktan kurtulmuştu. Stalin, Lenin’i bir tanrı gibi

dokunulmaz tabu yaparak karşı devrimini yapmıştı.

72

Bu tarihsel ortaklıklar ışığında baktığımızda Osmanlı tarihinde kimdir Jakoben?

Osmanlı tarihinde Jakoben neredeyse yok denecek kadar azdır. Çünkü, Osmanlı’da burjuvazi

çoktan devrimci barutunu yitirdiğinden, burjuva devrimlerinin tüm insanların eşitliği ideali

terk edilmiş, ulus bir etni, dil veya din ile tanımlanmaya başlanmıştı. Diğer yandan.,

Rusya’nın aksine, bir modern ve büyük sanayi olmadığı için, bu gerici burjuvazi karşısında,

bu Jakoben gelenekleri savunacak bir işçi sınıfı da yoktu. Dolayısıyla Jakobenizm çok sınırlı

ve cılız bir eğilim olarak vardır Osmanlı’da.

Jakobenizm’e en yakın eğilim, Ermeni ve Rumlar ve Balkan halkları arasındaki işçi ve

sosyalist partiler olabilir. Osmanlı imparatorluğunda hem modern işçileri içerdikleri hem de

ezildikleri için, Rum ve Ermeni ahali arasında bir Jakobenliğin izleri görülebilir. Ama bu bile

sınırlıdır. Çünkü, sadece burjuvazi devrimciliğini yitirmemiş, işçi hareketi de bu gerici

milliyetçilikten etkilenmiştir. Ulus artık, insan haklarıyla değil, Ermenilik, Türklük, Rumluk,

Bulgarlık vs. ile tanımlanmaktadır.

Fransız devrimi olduğunda Fransa’nın yüzde onu Fransızca konuşuyordu. Fransız olmanın

devrimde bu günkü gibi bir etnik aidiyetle ilişkisi yoktu;. Fransız imparatorluğunun yayılmış

oluğu topraklarda yaşayan yurttaşlar anlamına geliyordu.

Osmanlı’da böyle bir hareket olmadı. Osmanlıcılık, egemen Müslüman devlet kastının

kendini savunma ideolojisiydi, bu anlamda aydınlanmayla bir ilgisi yoktu. En Devrimci ve

Sosyalist Hınçak partisi bile, hiçbir zaman, tüm Osmanlıda bir Fransız devrimi gibi devrim

yaparak, Osmanlı topraklarında dilsiz, dinsiz., etnisiz, tarihsiz bir cumhuriyet kurmayı

düşünmezdi, bir Ermeni partisi olmaktan öteye gidemedi.

Bu anlamda, içinde Türk ve başka din ve milliyetlerden komutanlar yöneticiler bulunan ve

etnik milliyetçiliğe daima mesafeli duran PKK, Türkiye’de Jakobenizm’e en yakın eğilimi

temsil eder. Osmanlı’da en devrimci ve sosyalist örgütler bile buna uzaktı. Hıncak içinde,

Kürtler, Türkler, Rumlar ve diğerleri yer almıyordu. Bu nedenle, Hınçak bile tam bir jakoben

sayılmazdı.

Osmanlı’da bilinen meşhur aydınlar arasında, Jakoben adını almaya layık olarak Tevfik

Fikret’ten söz edilebilir. O “Vatanm yeryüzü milletim İnsanlık” diyerek, her hangi bir etni,

dil, din, soy aidiyetini, ulusun buna göre tanımlanmasını reddetmiştir. Yani burjuva devrimi

ideallerinin, aydınlanmanın tutarlı bir savunucusudur.

Sadece bu idealleri sonuna kadar ve tutarlı savunmaz, bunlara ulaşmak ve bunları savunmak

için, tıpkı jakobenler gibi her şeye de hazırdır. Örneğin bir “lahza i teahhur” şiirinde, Sultan

İkinci Abdülhamit’e suikast yapan Ermeni devrimcinin bombasının biraz geç patalaması ve

bu nedenle müstebit sultanın ölmemesi nedeniyle hüznünü anlatır. Fikret, eğer yaşasaydı,

1908 devrimini (Babıali Baskını denen) darbeyle gömen, Ermenileri katleden Talat Paşa’nın

öldürülmesini, muhtemelen alkışlardı.

Bu gün bile böyle devrimciler yokken. Türkiye’nin sosyalistlerini çoğu Genel Kurmayın

peşine takılmışken, kendini Türklükle tanımlayan bir devletin yurttaşları olmak onları

73

rahatsız etmez ve sözde ABD’ye karşı olmak adına bu devleti savunmaya geçmiş

bulunurlarken, Tevfik Fikret, cumhuriyet döneminin bir sürü komünistinden bile,

Jakobenizme çok daha yakındır. Çünkü Cumhuriyet’in Komünistleri de Türk “Komünist”i

olmuşlardır, Osmanlı’nın komünistlerinin Ermeni “Komünist”i olmaları gibi.

1908 kıytırık devriminin Bonapart darbesi, İttihat Terakki’nin babıali baskını, yani darbesidir.

1908 devriminde bir Jakoben iktidarı yoktur.

İşte Talat Paşa, bu darbenin örgütleyicisi, devrimin kardeşlik ve özgürlük idealleri yerine

devleti yaşatma ve korumayı geçiren adamdır.

Zaten tam da bir Bonapart olduğu için, bir karşı devrimci olduğu için, o cılız devrimi yok

ettiği için Hitler’e ilham veren Ermeni katliamının örgütleyicisi olmuştur.

Biz sosyalistler ve devrimci demokrasi, Talat’ın değil, veya Ulusu din yani İslam ile

tanımlayarak Osmanlıyı yaşatmaya çalışan Teşkilatı Mahsusacı Mehmet Akif’in değil;

“Vatanım Yeryüzü Milletim İnsanlık” diyerek, her hangi bir din, etni, dil ya da toprak

parçasıyla ulusu tanımlamayı reddeden, tarafını daima ezilenlerden, yoksulardan yana koyan,

kadın haklarını savunan, çok yönlü aydın (Ressam, eğitimci, mimar vs.) burjuva

devrimlerinin idealinin, aydınlanmanın o gerçekleşmemiş projesinin savunucusu belki de tek

Jakoben, Tevfik Fikret’in mirasının savunucularıyız.

*

Bu vesileyle Tevfik Fikret’in Sultan’ı öldürmek isteyen Ermeni devrimcisinin başarısız kalan

teşebbüsüne duyduğu üzüntüyü anlatan şiiriyle bu Jakobeni analım:

Önce bu günkü Türkçe’yle sonra o zamanın diliyle:

bir anlık gecikme

bir patlama...bir duman...ve bütün bir şenlik alayı,

sahnelediği oyunu seyreden kalabalık; haşin, azgın

tırnaklarıyla bir kahredici elin, didik didik,

yükseldi havaya bacak, kelle, kan, kemik...

ey yüce patlama, ey öc alıcı duman,

kimsin? nesin? bu saldırıya iten ne, sebep ne? kim?

arkanda bin meraklı bakış ve sen yoksun,

görünmeyen bir eli andırıyorsun, kurtarıcı.

sesinde o öfkenin o korkunç yıldırımı var ki

her yerde hak ve kurtuluş duygusunu tetikler.

vuruşunla kahredici ayağı titrer zorbalığın,

en gururlu, görkemli tâcı sarsar yaklaşışın.

74

silkip yüzyılların boyunlarındaki ilmiklerini, en çetin

bir uykudan uyandırır milleti dehşetin.

ey şanlı avcı, tuzağını boşuna kurmadın!

attın...ama yazık ki, yazıklar ki vuramadın!

dursaydı bir dakikacık (bu hep) geçen zaman,

ya da o durmasaydı o tâlihsiz* taç,

kanlarla bir cinâyete pek benzeyen bu iş

bir iyilik olurdu, benzeri yüzyıllarca geçmemiş.

ancak, rastlantı... âh o güçlülerin dostu,

güçsüzlerin, zavallıların değişmez düşmanı,

birden yetişti etkisiz kılmaya, bu yakıcı planı,

söndürdü bir nefeste bu parlak umudu;

yazdı, alay etmek için bilinçsiz yazgı,

zulüm tarihine bir övünme önsözünü.

kurtuldu; hakkıdır, alacak şimdi öcünü;

ancak; unutmasın şunu (ki) alçaklığın tarihi:

bir milleti çiğnemekle bu gün eğlenen (alçak)

bir anlık gecikmeye borçlu bu keyfini

Orijinal dilinde:

bir lahza i teahhur

bir darbe... bir duman... ve bütün bir gürûh-ı sûr,

bir ma'şer-i vaz'ı temâşâ, haşin, akuur

tırnaklariyle bir yed-i kahrın, didik didik,

yüseldi gavr-ı cevve bacak, kelle, kan, kemik...

ey darbe-i mübeccele, ey dûd-i müntakim,

kimsin? nesin? bu salvete sâik, sebeb ne? kim?

arkanda bin nigâh-ı tecessüs, ve sen nihân,

bir dest-i gaybı andırıyorsun, rehâ-feşân.

mâlik sensin o servet-i ra'dîn-i gayza ki

her yerde hiss-i hakk u halâsın muharriki.

sadmenle pâ-yı kaahiri titrer tegallübün,

75

en gırca tâc-ı haşmeti sarsar takarrübün.

silkib ukuud-u rikba-i a'sârı, en çetin

bir uykudan uyandırır akvâmı dehşetin.

ey şânlı avcı, dâmını bîhûde kurmadın!

atdın... fakat yazık ki, yazıklar ki vuramadın!

dursaydı bir dakîkacağız devr-i bî-sükûn,

yâhud o durmasaydı, o iklîl-i ser-nigûn,

kanlarla bir cinâyete pek benzeyen bu iş

bir hayr olurdu, misli asırlarca geçmemiş.

lâkin tesâdüf...âh o kavîler münâdimi,

âcizlerin, zavallıların hasm-ı dâimi,

birden yetişdi mahve bu tedbîr-i hârikı,

söndürdü bir nefesde bu ümmîd-i bârikı;

nakş etdi bir tehekküm içün baht-ı bî-şuûr

târih-i zulme bir yeni dîbâce-i gurûr.

kurtuldu; hakkıdır, alacak şimdi intikaam;

lâkin unutmasın şunu tarih-i siflekâm:

bir kavmi çiğnemekle bu gün eğlenen...(denî)

bir lâhza-i teahhura medyun bu keyfini!

-5 temmuz 1322-

-18 temmuz 1906-

tevfik fikret

Bu gün böyle şiir yazacak demokrat var mı bu Osmanlı artığı kayfi, ırkçı, inkarcı, baskıcı

devlete karşı mücadele eden Kürt gerillalar için?

Demokratı bırakalım sosyalist var mı?

Yok.

Nereden nereye gelindiği böyle daha iyi görülüyor.

Osmanlı’nın Jakobeni, Tevfik Fikret’i bile yok bugün.

Yirmi birinci yüzyılın devrimcisi ve Jakobeni bir yana.

16 Mart 2006 Perşembe

76

Demir Küçükaydın

[email protected]

http://www.koxuz.org

77

MMuurraatt BBeellggee,, ““BBiizz””,, ““TToopplluumm””,, UUlluuss vvee MMaarrkkssiizzmm

Murat Belge iyi yetişmiş bir entelektüeldir. Eh insan Kemalizmi doktrinleştirme iddialı ve

onu şu solun başına bela eden önemli kaynaklardan biri olan “Kadro”nun kadrosundan ve

Menderes’in “Çeşnici Başı” yemek uzmanı Burhan Belge’nin oğlu; yine “Kadro’nun

Kadrosu”ndan Yakup Kadri’nin yeğeni ise, yani Türkiye’nin Asyalı, köylü ve bürokrat

ortamında az çok modern burjuva birikimi olan bir dünyada gözlerini dünyaya açmış ve

büyümüşse; Avrupa’larda iyi bir eğitim görmüşse; ve de hele gençliğini 60’lı yıllarda, o

yirminci yüzyılın son entelektüel ve teorik “kuğu çığılığı”nda geçirmişse, iyi yetişmiş bir

entelektüel olmamak için büyük bir yetenek gerekir.

Murat Belge, şehir orta sınıflarının eğilimlerini yansıtan bir aydındır. Hatta bundan öte,

onların, sosyalizme sempati duyanlarının, sosyalizan eğilimlilerinin teorisyenidir.

Türkiye’de bu sol eğilimin somut ifadesi, Dev-Yol, ÖDP çizgisidir. Murat Belge ve Birikim

dergisi de bu eğilimin “gizli teorisyeni”dir.

“Gizli Teorisyen” dememizin nedeni şu: Diğer sol örgüt veya hareketlerin teorisyenleri ile o

hareket veya örgüt arasında organik ve çoğu kez örgütsel bir ilişki vardır. Teorisyen genellikle

o örgütün veya hareketin lider kadrosunda yer alan bir isimdir veya doğrudan lideridir. Murat

Belge ve Birikim ile (Ömer Laçiner de kısmen onun gibidir) Dev-Yol arasında böyle bir ilişki

yoktur.

Dev-Yol’un önder kadrosunun esas özelliği, tipik “aparatçiki”, yani tipik örgütsel aparat

adamı, olmalarıdır. Zaten bu nedenledir ki, Türkiye’in en demokratik örgütü geçinen Dev-

Yol’on önder kadrosu, hiçbir zaman şu beğenmediği Stalinist örgütler kadar bile olsun,

önderliğinin seçildiği veya hesap verdiği bir örgütsel yapı ve kongre bile yaşamamıştır. O

Önder kadronun daha teoriye meraklıları aslında popularizasyoncudurlar.

Biraz devekuşu gibi bir durum vardır. Ortada adı konmuş bir örgüt yoktur ama fiilen de bir

örgüt vardır. Kongre yapmak, program ve ilkeler belirlemek, yöneticileri seçmek veya onların

hesap vermesi gibi işler söz konusu olduğunda ortada örgüt yoktur. Ama henüz şekillenmemiş

bir hareketin kendiliğindenliği ve kendiliğinden işleyen bir demokrasisi arandığında, ortada

son derece güçlü, her şeyi belirleyen bir kadro-aparat vardır.

Tabii bu durumun, Kuran’ı yorumlama hakkını ele geçirmiş İran’ın mollaları gibi, fiili olarak

aparatın başındakilere, hiçbir örgütte bulunmayacak, muazzam bir güç bahşedeceği açıktır.

Fiilen tüm kontrol ellerindedir ama aynı zamanda hiçbir sorumlulukları yoktur; hiçbir organ

tarafından seçilmemişlerdir, onlara “Biat” edilmiştir; geri alınamazlar ve hesap vermezler.

Biraz da bu nedenledir ki, bir zamanlar ÖDP ile ilgili yazdığımız bir yazıda, “Oğuzhan bu gün

ne derse, yarın Dev-Yol, dolayısıyla da ÖDP onu der” diye yazmıştık.

Elbette özellikle 70’lerdeki Dev-Yol bu modele daha yakındı. Sonra bölünmeler oldu vs..

Elbet Dev-Yol içinde bu duruma itiraz edenler de oldu. Dev Yol bir kitlesel hareket olduğu

78

için onda diğer sınıfların eğilimleri de bir şekilde ifadesini bulmuştu. Ama bu çizgi esas

olarak bu gün ÖDP içinde de devam ediyor.

Dev-Yol (ÖDP) ve Murat Belge (Birikim) ilişkisi de diyalektik olarak o fiili Dev-Yol örgüt ve

liderlik işleyiş modeline tencere ve kapağı gibi uyar. Teorisyenin de “Hareket” ya da

“örgütle” hiçbir organik ya da örgütsel bağı yoktur, dolayısıyla bir sorumluluğu. Belge’nin

dedikleri, Belge’nin dedikleri olarak kalır; Birikim’deki görüşler Birikim’deki görüşler olarak

kalır. Ama fiiliyatta onlar çok kısa bir süre sonra Dev-Yol veya ÖDP’lilerin görüşleri olurlar.

Böylece tıpkı önder kadro gibi teorisyen de her türlü tartışma dışında kalır ve bir teorik

tartışma ve gelişme olmaz.

Dikkat edilirse Dev-Yol’un hiçbir zaman teorik bir yayın organı olmamıştır. En kıytırık sol

örgüt bile, bir tane teorik, bir tane politik bir tane de (ekonomik) kitle yayın organı çıkarmaya

çalışmıştır. Dev-Yol’da böyle bir teorik organ da olmamıştır. Bunun nedeni, Birikim’in

aslında Dev-Yol’un teorik organı olmasıdır. Dev-Yol’un bütün kadrolarının ufkunu o belirler

ve teorik gıdalarını ondan alırlar. Ya da tersi, Birikim ve Murat Belge, onlara ihtiyaçları olan

yaklaşım, kavram veya formülasyonları sağlar. Burada bilinçli bir çabadan söz etmiyoruz.

İşler kendiliğinden öyle yürür.

Bu nedenle, istese de istemese de, Murat Belge (ve de Birikim) Dev-Yol’un (ÖDP’nin)

teorisyenidir ve bir anlamda da şehir orta sınıflarının eğilimlerini dile getirir.

Bu durumda; kötü kopyalarla, popülarizasyonlarla uğraşmaktansa, kaynağıyla ilgilenmek çok

daha doğru olur. Belge’ye bu eleştiri aslında bir Dev-Yol (ÖDP) eleştirisi olarak da;

Türkiye’deki Sol hareketi kakırdatan, Dev-Yol (ÖDP) ve Şehir Orta sınıflarına egemen, gerici

Türk milliyetçiliğinin eleştirisi olarak da okunabilir

*

Bir süredir, Türkiye sosyalistlerinin iliklerine, kanlarına işlemiş gerici milliyetçiliklerini

somut olarak göstermek babından özellikle “Biz” ve “Türk Toplumu” veya “Türkiye

Toplumu” gibi kullanım ve kavramlara ilişkin bir yazı yazmayı düşünüyorduk. Ama olayların

akışı içinde “aman şu konuyu da boş bırakmayalım” gibi kaygılarla, gelişmelerin peşinde

koşmaktan, buna hiçbir zaman vakit bulamıyorduk.

Derken, bugün, yine “aslolan hayattır” diye bir e-gruptan Murat Belge’nin bu günkü

Radikal’de yayınlanan “Yaşamaya Doğru” yazısının tavsiyesi gelince, artık sırasıdır hiç

olmazsa konuyu çıtlatalım diyerek işte bu satırları yazmaya başladık.

*

Murat Belge’nin yazısına geçmeden önce şu “Biz” ve “Türkiye Toplumu” kavramlarını ve

kullanımlarını, bunların neyi nasıl gizlediği konusunu biraz açalım.

Bir sosyalist’in “Biz”i, ezilenler, eğer bu sosyalist kendine Marksist falan da diyorsa, Dünya

İşçi Sınıfı olur veya olmalıdır. Bir ulus, hatta bir ülkenin işçileri bile olamaz ve olmamalıdır.

Yani o dünyaya dünya işçi sınıfının çıkarları açısından bakmalıdır; onun bir unsuru olarak

düşünmeli ve davranmalıdır. Biz’in bunun dışındaki her kullanımı en gericisinden

79

milliyetçiliktir. Çünkü İşçi Sınıfından başka bir özne açısından düşünmek ve davranmak

demektir bu. Bunun da Marksistlikle bir ilişkisi olmaz. Marks’ın da daha Komünist

Manifesto’da çok açık olarak belirttiği gibi, Komünistler, İşçi sınıfı’nın tarihsel ve genel

çıkarını savunurlar veya öyle olanlara Komünist denir.

Bu nedenle, her hangi birisinin bir yazısı veya bir konuşmasını incelerken, gerçekte ne

dediğini anlamak isterken, öncelikle onun, gizli öznesini; hangi özne açısından konuştuğunu

ve muhataplarının kimler olduğunu analiz edip ortaya çıkarmak, sınıf mücadelesinin

labirentlerinde kaybolup gitmek istemeyen için ilk yapılması gereken iştir.

Başka bir özne açısından ve ezilenleri ve işçileri içsel olarak muhatap almayan en doğru gibi

görünen sözler bile, yanlıştır.

“Biz”in dünya işçi sınıfı dışında bir özne olması veya ezilenler ve işçiler dışında bir muhatap,

fiiliyatta en gerici milliyetçilikle sonuçlanır dedik. Niçin?

Çünkü, “Biz”i, her hangi bir ülkenin işçi sınıfı anlamında kullanmak; veya fiilen öyle bir özne

açsından düşünüp davranmak, bu günkü dünya, kendini, dile, dine, kültüre, yere vs. göre

tanımlamış ulusal devletlerden oluştuğundan, o devlet içindeki işçileri kastettiğinden, gerici

bir ulusçuluğa göre tanımlanmış bir işçi bölüğü anlamında kullanılmış olacağından

milliyetçidir.

Ayrıca işçi sınıfı yerine (ki işçi sınıfı ancak dünya ölçüsünde, “Dünya tarihsel” bir sınıftır),

onun bir zümresini kastettiğinden, yani zümre çıkarını sınıf çıkarının önüne aldığından,

oportunisttir. Oportunizmin Marksist teorideki tanımı, “zümre çıkarını sınıf çıkarına üstün

tutmak”tır.

Bu sadece “Biz”i belli bir ulusun işçileri anlamında kullanmada bile böyledir.

Ama şu ara Kürt sorunuyla yüzleşmekten kaçmak için çok hızlı “sınıfçı” kesilen Türk

Solunun aslında sınıfla falan pek ilgisi olmadığından, onlar “Biz”i bu anlamda bile hiç

kullanmazlar. “Biz” dediklerinde, kendi örgütlerini kastetmiyorlarsa, daima Türk ulusunu

kastederler. Yani aslında bir Marksist, bir sosyalist olarak değil, bir Türk olarak, bir Türk’ün

gözüyle dünyaya bakarlar. Onlar sözde en “Marksist”, en “demokrat” en “devrimci”sözleri

bile ederken, bu “Biz” onların gerçek gözlerini, gerçek öznelerini, gerçek ideolojilerini ele

verir.

“Gözler yalan söylemez” diye bir söz vardır. “Biz”ler de yalan söylemez.

*

Örneğin, şu an elimin altında yok, ama örneğin Taner Akçam’ın Türk ulusçuluğu ya da

Ermeni katliamı konusunda yazılarını okurken bu “Biz”in gerçek karşılığı çok açık görülür. O

bütün sorunu bir Türk olarak tartışır.

(Burada pedagojik olarak, Türk olmayan birinin, “biz”i Türklük, Türk vatandaşlığı,

Türkiyelilik olmayan birinin, “Türk” gibi konuşması söz konusu değildir.

80

Örneğin, biz bir tarihte “Öcalan’ın Yaşamını Savunmak için Türk Girişimi” kurmuştuk.

Burada özellikle Türk vurgusu yapmamızın nedeni, kendimizi Türk olarak görmememize

rağmen; elimizde olmadan Türk olduğumuz, ezen ulustan olduğumuz için, bu durumu

vurgulayan, buradan hareketle tavır koyan politik bir duruşu net olarak koyabilmekti amaç.

Çünkü Türklerin hepsi onun kanını içmek istiyor veya daha demokrat ve solcuları “aman bu

dertten de kurtulduk”, “istemem yan cebime koy” diyerekten için için seviniyorlardı. Buna

karşı provakatif olarak Türk’lük yapmak başkadır. Bir Türk özne açısından dünyaya bakmak

başkadır. Bu kısa parantezden sonra devam edelim.)

Taner Akçam veya onlarca başka yazarınki böyle bir “Türk”lüğü ortadan kaldırmak için,

onunla daha iyi mücadele edebilmek için “Türklük” yapmak değildir. Onlar kendiliğinden,

kendilerini Türk olarak kabul ederek, Türklüğü nasıl daha iyi, daha demokratik yapacaklarını

tartışırlar.

Yani aralarından rastgele Taner Akçam’ı örnek olarak aldığımız onlarca, yüzlerce, sosyalist

bilinen veya kendini öyle tanımlayan yazarın “Biz”i dünya işçi sınıfı değil, “Türklük”dür.

İster Evrensel’i açın, ister en radikal yayınların makalelerini, inceleyin, onların gizli

“biz”lerini, analiz edin, hepsinin altından aslında Türkiye, Türk ulusu çıkar. Sorunları o özne

açısından tartıştıklarını ve muhataplarının o ulusun içindeki belli kesimler olduğunu

görürsünüz. Çok nadirdir aksi durumlar.

*

Bu durum en açık biçimde, Ermeni katliamı ve Jenositi tartışmalarında görülür.

Türkler sorunu, ister sağcı, ister solcu olsun, özür dileyip dilememe bağlamında tartışırlar.

Özür dilemek gerekir diyenler de Türk olarak tartışmaktadırlar. Onların “biz”leri, Ermeni

soykırımının en radikal mahkum edilişlerinde bile, hap Türklük olarak kalır. Çünkü “Özür”

ancak Türklerin, kendini Türk olarak kabul edenlerin yapacağı bir eylem veya düşüncedir.

Türklük ile sorunu Özür Dileme bağlamında tartışmak arasında kopmaz bir bağ vardır.

Sosyalist, Marksist bir insan; sorunu Dünya İşçi Sınıfı’nın öznesi olarak tartışan bir insan ise,

sorunu Özür dileyip dilememe değil, nedenlerini anlama ve mahkum edip etmeme

bağlamında tartışır.

Bir sosyalist, Evet, bir Ermeni Katliamı olmuştur, bir soykırım olmuştur, bunu Türk devleti

yapmıştır (veya Türkler Kürtler veya Osmanlılar vs.) milliyetçilik ve milliyeti bir din, dil ile

tanımlayan bir milliyetçilik bunun gerçek müsebbibidir, o halde ulusun dil, din, etni,

(Türklük, Kürtlük, Ermenilik) ile tanımlanmasını ortadan kaldıralım; genel olarak ulusları yok

edelim der.

Türk olarak tartışan ise, kendine ne kadar “kızıl komünist” derse desin, “Özür dileyelim,

Türklüğü bu suçlardan arındıralım, Türklüğü başka türlü tanımlayalım” der. Onun sorunu

ulusla değil, hatta ulusun bir dil, din, etni, kültür, soy ile tanımlanmasıyla değil; bu ulusun

(Türk ulusunun) ve Türklüğün nasıl tanımlanacağı noktasındadır.

81

Bu nedenle, Ermenilerden Türk olarak özür dilemek, aslında bütün demokratik görünümüne

rağmen, devrimci demokratik bile değildir. Dil, Din, Etni, Tarih, Soy vs. ile tanımlanmış

biçimler; örneğin, Türklük, Kürtlük, Ermenilik gibi biçimler dışında, başka bir ulus var

oluşunu kabul etmediği; kendini bunlarla tanımlamayı reddeden bir ulusçuluğu bile

savunmadığı, hatta onu reddettiği için, ancak Türklüğe dayanan bir ulusçuluğu savunanların

yapabileceği bir iştir.

Örneğin ulusun her hangi bir dil, din etni, tarih, soy ile tanımlanmasını reddeden bir

demokratik ulusçu, (dikkat edin sosyalist bile değil, devrimci demokratik bir ulusçu), yani bir

burjuva devrimcisi bile Ermeni katliamının suçlusunun ulusçuluk değil, demokratik ulusçuluk

değil; ulusun bu gerici kriterlere göre tanımlanması olduğunu söyleyebilir.

Diğer bir ifadeyle Türk olarak Özür dilemekten söz edenler, devrimci demokratik bir ulusçu

bile değildirler, onlar ulusun Türklük, Kürtlük, Ermenilik ile tanımlanmasını sorun

etmemektedir; Onların sorunu Türklüğün nasıl tanımlanacağıdır.

Yani örneğin Türklüğü Orta Asya’dan gelmekle, kanla, ırkla da tanımlayabilirsiniz ya da

Anadolu’daki bütün medeniyetlerin mirasçısı olmakla da. Böyle Anadolu’daki tarih ve

kültürle tanımlanmış bir Türklük, Türk Ulusu, daha doğrusu Türk ulusçuluğu da mümkündür.

Ermenilerden Türkler olarak Özür dilemeyi savunanlar, aslında ulusun Türklükle

tanımlanmasına karşı değildirler; Türklüğün neyle tanımlanacağını tartışmaktadırlar.

Bu fark tıpkı klasik sömürgecilik ile modern yeni sömürgecilik arasındaki fark gibidir. Klasik

sömürgecilik, biyolojik bir ırkçılığa dayanıyordu; yeni sömürgecilik ise kültürel bir ırkçılığa

dayanır.

Benzer şekilde, Klasik Türk Milliyetçiliği, kana, ırka, Orta Asya’ya dayanan bir

milliyetçiliktir. Tıpkı klasik sömürgeciliğin ve ırkçılığın tıkanması gibi bu milliyetçilik

sınırlarına ulaşmış bulunuyor. Bu durumda, tıpkı emperyalist ülkelerin, klasik

sömürgecilikten yeni sömürgeciliğe, dolayısıyla biyolojik ırkçılıktan kültürel ırkçılığa

geçmeleri gibi, aslında Türk ulusçuluğu da, kana dayanan bir ulusçuluktan kültürel bir

ulusçuluğa geçmeye çalışıyor. Ermeni soykırımı konusundaki tartışmalarda, özür dilemeyi

veya bu soykırımın tanınmasını veya mahkum edilmesini isteyen Türkler, burada bu geçişi

savunanlardır.

Bu günkü politik konjonktürde, tıpkı biyolojik ırkçılık karşısında kültürel ırkçılığın;

sömürgecilik karşısında yen sömürgeciliğin ilericilik olarak görülmesi gibi; kültürel

milliyetçilik daha demokratik ve ilerici görünmektedir. Ancak, özünde, ulusun bir dil, din,

etni, soy, tarih ile tanımlanmasını reddetmediği için, aynı ölçüde gerici bir ulusçuluktur. Bu

günkü dünyada, territoryal bir ulusçuluk bile, dünyanın yoksullarını bin bantustana tıkmak,

bir apartheit rejimini savunmak, yani ırkçılık sonucu verirken, kültürel bir ulusçuluk aslında

çok daha büyük bir gericilik anlamına gelir.

O zaman şu olgunun nedeni de daha açık olarak ortaya çıkar: Türkiye’deki demokratik

hareketin zayıflığı.

82

Kendine demokratik diyenler veya bu gün öyle görünenler, savundukları ulusçuluk

anlayışlarıyla aslında demokratik kategorisine bile girmezler. Bu günün Türkiye’sindeki

tartışma, devrimci ve demokratik bir ulusçulukla gerici bir ulusçuluk arasında olmaktan

ziyade; gerici ulusçuluğun hangi biçimlerinin çağa daha uygun olduğuna ilişkin bir

tartışmadır. Ulusun Türklükle tanımlanmasına değil; Türklüğün neyle tanımlanacağına

ilişkin bir tartışmadır. Ve zaten bu bağlamda ancak bir özür dileme ve dilememe tartışması

yapılabilir. Özür dileyelim diyenler de dilemeyelim diyenler de aynı gerici ulusçuluk

anlayışını paylaşmaktadırlar. Tam da aynı anlayışı paylaştıkları için, tartışma özür dileyip

dilememe bağlamında yürümekte ve gerici ulusçuluğa karşı, yani ulusun Türklükle

tanımlanmasına karşı bir tartışmaya dönüşememektedir.

Bu tartışma olmadığı, yani ulusun bir dil, etni, soy, tarih ile tartışmasını reddeden bir

demokratik ulusçuluk bile bulunmadığı içindir ki de, “özür dileyelim” diyenler bunca zayıftır.

Çünkü reformlar aslında devrimci mücadelenin yan ürünleri olur. Gerçek bir devrimci

demokratik bir ulusçu hareket olsaydı; ulusun Türklükle, yani bir dil, din, etni, soy, tarih ile

tanımlanmasına karşı bir güçlü hareket olsaydı, o zaman pabucu pahalı gören kana, ırka, Orta

Asya’ya dayanan Türk milliyetçilerinin hepsi, Türklüğü kültürle tanımlama reformatörleri

olurlardı. Aslında MHP’de son zamanlarda görülen bu yönde zayıf bir eğilimdir.

Görüldüğü gibi, o basit gibi görünen, Türkçe’de çoğu kez, “biz” zamirini bile kullanmadan,

cümlenin içeriğine yedirilmiş olarak kullanılan ve bu nedenle de tespiti bazan epey zor olan o

“Biz”, nasıl bir milliyetçilik ve millet sorunuyla ve programla ilgilidir ve hiç de öyle masum

değildir.

*

İşte, açın Türk solcularının veya sosyalistlerinin yazılarını, hepinin “Biz”i Türklük, “Türk

devletinin yurttaşları”; “Türkiye’de yaşayan insanlar” veya “Türkiye’nin ezilenleri” gibi

anlamlarda kullandığını görürsünüz. Bu, sosyalistlerin sosyalist olmadıklarının, basit

milliyetçiler olduklarını, hatta Türklüğü devrimci halk gelenekleriyle tanımlamak isteyen

gerici milliyetçiler olduklarını görürsünüz. Türklüğü devrimci halk gelenekleriyle tanımlamak

gerici bir ulusçuluğu savunmak olmaktan çıkmaz. Yıllarca bütün dünya komünist partilerinin

yaptığı tam da buydu. Ve tam bu nedenledir ki, hepsi sıfır numara gerici milliyetçiler

biçiminde ortaya çıktılar.

Peki, bu işin Murat belge ile ilişkisi ne?

İşte Murat Belge’nin “Biz”i hep Türk halkı, Türkler, Türk devletinin yurttaşları, yani Türk

ulusudur. Bütün ÖDP ve Dev-Yol geleneği de böyledir. Meraklısı ciddi bir tarama yaparak,

bunu yüzlerce binlerce kere kanıtlayabilir. Zaten Belge’nin şehir orta sınıflarının eğilimlerini

yansıtmasının nedeni budur. Onlar bu kullanımdan dolayı bilinçsizce bir yakınlık hissederler,

tıpkı kendi duygu ve düşüncelerini yansıtan bir müziği dinleyen bir insanın duyduğu duygu ve

düşünce yakınlığını duyarlar.

*

83

Bu gerici milliyetçiliğin, özne olarak Dünya İşçi Sınıfının değil de, Bir ulusun, Türk ulusunun

bakış açısında sorunları ele almanın ve sorunları o özne açısından tartışmanın, gizli “Biz”den

daha rafine, özel bir biçimi daha vardır.

Bunda “Biz” iyice gizlenmiş, nesnel, taraf ve olayların dışında bir bilim adamı kisvesine

bürünmüştür. Keşfi çok daha zordur.

Sanki milliyetle ve milliyetçilikle, Türklükle vs. hiç ilişkinizi yok gibi görünürsünüz, ama

aslında bütünüyle Türk ulusunun sorunların tartışıyorsunuzdur.

Bu da “Türk Toplumu” ya da “Türkiye Toplumu” kavramlarıyla sağlanır. Hatta bazen de

sadece “Toplum” kavramı kullanılır. Ama bu kavramların gerçek içeriğini incelediğinizde

karşınıza yine o Türk Ulusu çıkar.

Dev-Yol’cu (ÖDP’li) söylemin veya terminolojinin ayrılmaz bir bileşenidir “Türkiye

Toplumu” veya “Türk Toplumu” kavramları.

*

Aslında, metodolojik ve bilimsel olarak en küçük bir eleştiriye dayanamayan saçma bir

kavram çiftidir. Bunu kısaca gösterelim.

“Toplum” diye bir şey yoktur dünyada. Toplum sosyolojik bir kavram, sosyolojik bir

soyutlamadır. “Türkiye Toplumu” olmaz. “Türkiye Halkı”, “Türk Ulusu”, “Türkiye Ulusu”,

“Türk Devletinin Yurttaşları” vs. olabilir. Bütün bunlar hukuk, politik ve ideolojik

kavramlardır.

Toplum ise sosyolojik bir kavramdır. Bir imparatorluk, bir devlet, bir ülke, bir ulus veya

ulusun bir bölümü ile özdeşleştirilemez veya o anlamlarda kullanılamaz. Bu yanlıştır. Toplum

kavramının bunlarla çiftleştirilmesi otomatikman onu da bir ideolojik kavram haline getirir.

Bu nedenle Yanlışlığı bilindiği takdirde, yanlışlığı biline biline, “galatı meşhur lügati

sahihten yeğdir” babından kullanılabilir. Ama o zaman da mantık bu yanlışa göre kurulamaz.

Örneğin “Osmanlı Toplumu” diye bir şey yoktur. Osmanlı Devleti veya İmparatorluğu, ülkesi

vs. vardır. Ama “Osmanlı Toplumu” yoktur. Bu, politik bir kavram ile (Osmanlı) sosyolojik

bir kavramı (Toplum) çiftleştirmektir.

“Türk” ya da “Türkiye” toplumu da öyledir. Türk ya da Türkiye, politik ve ideolojik

kavramlardır, sosyolojik kavramlar değildirler. Örneğin “Türkiye” dendiğinde eğer bir toprak

parçası veya orada yaşayan insanlar kast ediliyorsa, bu toprak parçasının belirlenmesi

bütünüyle politiktir. Dolayısıyla orada yaşayan insanların tanımlanışı da politiktir. Türk ile

örneğin belli bir devletin yurttaşları kast ediliyorsa, bu bütünüyle politik bir kavramdır. Bu

durumda yapılan iş, politik bir kavram ile, sosyolojik bir kavram ile çiftleştirilmektir. Bu ise

en temel mantık hatasıdır. “İki kere iki mum eder” gibi bir hatadır. İki kere iki bir milyon eder

derseniz mantıkta bir hata yoktur, hesap hatası vardır. Ama iki kere iki mum eder derseniz,

mantık hatası yapmış olursunuz. Örneğin yeşil iyilik gibi saçma bir kavram çifti yaratmış

olursunuz. Böyle bir çift pek ala edebi bir imgenin aracı olarak kullanılabilir. Ama biz

imgeleri değil, bilimsel kavramları tartışıyoruz.

84

Bir zamanlar “Revizyonist Ülkeler” gibi bir kavram çifti vardı örneğin. Revizyonizm bir

düşüncede bir doktrinde olabilir. Bir sosyo ekonomik formasyon, bir rejim, bir üretim biçimi

değildir. Ama bu kullanımda tam da bu anlamlarda kullanılır. Ülke’nin revizyonisti olmaz,

düşünce veya bir doktrinin revizyonisti olur. Mantıken bir yanlış vardır ortada.

Örneğin bir “feodal toplum”dan, bir “kapitalist toplum”dan söz edilebilir ama “İngiliz

Toplumu”ndan, “Fransız Toplumu”ndan söz edilemez. Feodal ya da kapitalist sosyolojik

kavramlardır, ama İngiltere ya da Fransa politik ve ideolojik kavramlar.

İşte, “Türkiye Toplumu”, “Türk Toplumu” ya da bunlar karşılığı kullanılan “Toplum”

kavramları, her şeyden önce böyle bir mantık ve metodoloji hatasıyla maluldürler.

*

Solcular içlerine işlemiş olan milliyetçiliğin kavramlarını kullanmamak, gerçek

milliyetçiliklerini gizlemek için, böyle saçma kavram çiftleri yaratırlar. “Türk ulusu” dese,

“Türk devletinin yurttaşları” dese, o zaman Türk Ulusunun, Türk devletinin yurttaşlarının

sorunlarını tartıştığı, onlara çözüm aradığı; dolayısıyla Türk Ulusu ve Devletini olumladıkları

ve zımnen savundukları ortaya çıkacaktır.

Bunu gizlemek için, “Türk toplumu” der, “Türkiye toplumu” derler. Sanki sosyolojik bir

sorunu tartışıyormuş gibi bir izlenim yaratırlar. “Toplum” boru mu bu? Toplumcu lafı bile

ondan geliyor. Böylece sosyalist ve de tarihsel maddeci, Marksist bir ton da verilmiş, bir ima

da yapılmış olur. Bir taşta iki kuş.

“Türkiye Toplumu”ndan söz eden metinleri alın, hepsinde aslında Türk ulusunun, hatta Türk

devletinin sorunlarının tartışıldığını görürsünüz. Aslında o özne açısındandır bütün yaklaşım,

ama “Toplum” lafının ardında nesnellik ve bilimsellik örtüsünün altına gizlenmiştir.

*

İşte burada artık esas konumuz olan, Murat Belge’ye gelelim.

Biz yazıları hep bu arka plan ile okuduğumuzdan, Murat Belge’nin bu çok ilerici gibi

görünen, bu yazının başında sözünü ettiğimiz yazısında, aslında, son derce gerici bir özne

açısından sorunu tartıştığı hemen dikkatimizi çekti.

Murat Belge, bu yazısında “Toplum” kavramını kullanıyor. Ama “toplum”u sadece bir

bütün olarak ulus anlamında değil, o ulusa egemen veya onu yaratan, egemen

bürokratik oligarşi anlamında kullanıyor ve aslında, tam da o öznenin bakış açısından

bütün sorunu tartışıyor. O Özneye “böyle gitmez” diyor.

Şimdi önce okuyucu Murat Belge’nin yazısı okusun. Aşağıya yazıyı olduğu gibi aktarıyoruz:

“Yaşamaya doğru

Murat Belge

02/05/2006

85

Türkiye'de modernizasyon hamlelerinde başı çeken kadrolar kadar, modernizasyonun içinde

geliştiği genel koşulların da mahiyeti, doğal olarak, bu sürecin biçimlenmesini belirlemiştir.

Modernizasyonun kendisi, aslında Tanzimat'la bile değil, II. Mahmud'la ve Vaka-i Hayriye ile

başlamış olsa da, bu uzun sürecin 1876 sonrası, yani 93 Harbi'ni izleyen bölümünün özel bir

önemi olduğunu düşünüyorum.

Rus ordusunun Yeşilköy'e kadar yürümesi, mütareke koşulları, verilen kayıplar

('territorialism' zihniyetinden çıkamayan bu devlette her şeyden önemlisi buydu), daha sonra

Berlin'de geri alınan birkaç şeyin karşılaşılan bütün sorunlara bir 'ölüm kalım kavgası'

çerçevesinde bakmak, bir alışkanlık haline geldi.

Ama 20'nci yüzyıla giriş biçimi, bu karamsarlığın üzerine yeni yeni bulutlar getirip yığdı.

1876'da I. Meşrutiyet'in ilanı ile 93 Harbi'nin başlaması üst üste gelmişti. 1908'de II.

Meşrutiyet'in ilanının sevinci ile Avusturya'nın Bosna-Hersek'i resmen ilhak etmesinin

burukluğu da benzer bir biçimde çakıştı. Ama bunu 1911 Trablus, 1912 Balkan Harbi ve

nihayet büyük Dünya Harbi izledi. Bunların hepsi yenilgi ve toprak kaybıyla sonuçlandı.

'Makûs talih' işte 93'ten başlayan bu diziydi. Savaş, iyiden iyiye bir kader haline gelmişti. Yok

olmak kaderse bu savaşla gelecek, ama ufukta bir kurtuluş varsa bu da savaşla kazanılacaktı.

Bu maddi koşullar, toplumun manevi dünyasını hemen ve doğrudan doğruya etkiledi. Örneğin

Harp Mecmuası... Harbiye Nezareti'nin yayımladığı bu derginin ilk sayısı 1915'te çıkmış ve

yayın 1918'e, savaşın sonuna kadar devam etmiştir.

İyi kâğıda basılan, bol fotoğraflı dergi, doğal olarak, bir propaganda dergisiydi (yeni

harflerle özet baskısı yakında yapıldı: Kaynak Yayınları, 2004). Dünya tarihinde, 'topyekûn

harp' kavramının günün yeni gerçeği olarak yerini aldığı bir evrede, bütün bir toplumun

savaşa hazırlanması amacıyla yayımlanıyordu. Her sayısında, 'Yaşayan Ölüler' ve 'Mübaret

Şehitlerimiz' başlıklarıyla, savaşta can verenlerin fotoğrafları yayımlanır. Bu, ister istemez,

toplumda herkese 'Sıra sana gelebilir' mesajını vermek gibi bir şeydir.

Savaş sonuna doğru, Cenap Şahabettin'in Rıza Tevfik'e mektubundan öğrendiğimiz gibi, en

tanınmış yazarlar, dolgun ücret karşılığında, 'milli, vatanî, hamasî' edebiyat yapmaya

çağrılır. Ama bu edebiyat zaten yapılmaktadır. Mehmet Akif 'Çanakkale Şehitleri'ni yazarken

'dolgun ücret' düşünmemiştir. Çevre koşulları, eli kalem tutan insanlara zaten üzerinde

yoğunlaşacak başka konu bırakmamaktadır.

Bu olaylarda yadırganacak bir şey yok. Savaşlarda kaybettiği insanlara borcunu, onları en

içten sevgi ve saygıyla anarak ödemekten kaçınacak bir toplum herhalde düşünülemez.

Burası böyle olmakla birlikte, bu 'ölme ve öldürme' edebiyatını toplumun kültürünün ve

değerlerinin temel direği haline getirmek, bir yandan bu şekilde derinleştirirken bir yandan

da bunu hatırlatacak simgeleri her yana yerleştirerek yaygınlaştırmak, sağlıklı ve anlaşılır bir

duyguyu bir patoloji haline getirmek demektir. Değindiğim zor koşullar, son analizde, somut

bir konjonktürün getirdiği şeylerdi. O konjonkürü ebedileştirmek de sağlıklı bir şey değil.

Toplumlar zor durumlarla karşılaştıkları zaman bununla başa çıkabilmek için gerekli direnci

de harekete geçirebilirler. Bunun için, hayatlarının her anını 'vatan için ölme ve öldürme'

86

edebiyatıyla geçirmeye ihtiyaçları yoktur. Toplumların asıl ihtiyacı, ölümüm değil hayatın

kutsanmasına ve yüceltilmesinedir.”

*

Murat belge’nin yazısında Toplum sözü geçen şu sözleri önce alt alta aktaralım:

“Bu maddi koşullar, toplumun manevi dünyasını hemen ve doğrudan doğruya etkiledi.”

“Bu, ister istemez, toplumda herkese 'Sıra sana gelebilir' mesajını vermek gibi bir şeydir.”

“Burası böyle olmakla birlikte, bu 'ölme ve öldürme' edebiyatını toplumun kültürünün ve

değerlerinin temel direği haline getirmek, bir yandan bu şekilde derinleştirirken bir yandan

da bunu hatırlatacak simgeleri her yana yerleştirerek yaygınlaştırmak, sağlıklı ve anlaşılır bir

duyguyu bir patoloji haline getirmek demektir”

“Toplumlar zor durumlarla karşılaştıkları zaman bununla başa çıkabilmek için gerekli

direnci de harekete geçirebilirler. Bunun için, hayatlarının her anını 'vatan için ölme ve

öldürme' edebiyatıyla geçirmeye ihtiyaçları yoktur.”

“Toplumların asıl ihtiyacı, ölümüm değil hayatın kutsanmasına ve yüceltilmesinedir.”

*

Biraz dikkatli bir analiz, Murat Belge’nin Toplum sözünü aslında “Uluslar” veya “Türk

Ulusu” karşılığında kullandığını ortaya çıkarır.

Ama sadece bu kadar değildir. Murat belge, “toplum”u aynı zamanda, Osmanlı’ya egemen

olan ve Türk ulusunu yaratan Bürokratik kast karşılığı da kullanmaktadır.

Örneğin, bir sürü yenilgiyi sıraladıktan sonra, “Bu maddi koşullar, toplumun manevi

dünyasını hemen ve doğrudan doğruya etkiledi.” diyor.

Söz konusu “Toplum” Osmanlı İmparatorluğu’dur. Peki “Toplum” denen Osmanlı

İmparatorluğu içinde hiç de böyle olmayan “Toplum”lar yok muydu?

Bir kere Balkan Ulusları, Rumlar, Ermeniler, hiç de o “Toplum” denen Osmanlı bürokrasisi

gibi düşünmüyorlardı. Osmanlı Bürokrasisi için yenilgi ve kayıp olan onlar için kazançtı.

Eğer Toplum gerçekten nötr bir kavram olarak, Osmanlı’da yaşayan bütün insanları kast

ediyorsa, o zaman Belge’nin ifadesi doğru değildir ve gerçeği yansıtmamaktadır.

O İnsanların bir bölümünün duygu ve düşüncelerini, olayları algılayışını, “toplumun” diyerek

tüm imparatorluk ahalisinin algılayışı olarak tanımlamaktadır.

Ayrıca bu algılayış, sadece Hıristiyan değil, Osmanlı’nın Müslüman ahalisinin de algılayışı

değildi. Anadolu’daki köylünün böyle bir derdi olmadığını, zaten yeğeni Olduğu Yakup Kadri

Yaban’da anlatmaz mı? O algılayış küçük bir bürokratik kastın algılayışıdır.

Aslında Toplum derken, Murat Belge’nin ilk cümlede, kastettiği, Osmanlı Bürokratik

oligarşisidir. Onların ruh haldir. Ama bunu toplumun ruh hali gibi koymaktadır. Çünkü kendi

87

ruh halidir aynı zamanda, o özne açsından düşünmekte ve hissetmektedir. Zaten kendisi de bir

şekilde onlara dâhildir.

Bu nedenle, bilinçsizce, tam da Freudyen biçimde, güdük fiiller veya dil sürçmelerinde

olduğu gibi, onların kendi ruh hallerini tüm Müslüman ahalinin ruh hali yapma ve onlardan

bir ulus yaratma çabalarını da hep toplumun yasaları gibi koymaktadır.

*

İkinci Cümlede, “Toplum” aslında, kendisinden ulus yaratılacak olan Müslüman ahali

anlamında kullanılmaktadır.

“Bu, ister istemez, toplumda herkese 'Sıra sana gelebilir' mesajını vermek gibi bir şeydir.”

Osmanlı’nın en azından Trakya, Anadolu’daki Hıristiyan yurttaşları için “Sıra sana gelebilir”

her halde anlamsızdı. Egemen bürokrasinin onlara böyle bir mesaj vermek gibi bir derdi de

yoktu. Çünkü onlar aslında, Osmanlı egemenliğinden kurtuluş için sıranın kendilerine

gelmesini bekliyorlar veya bunun için çalışıyorlardı. Belge, tam bir Türk milliyetçisi gibi

düşünmekte ve algılamaktadır Osmanlı’yı, yani sadece Müslüman ahali olarak. Biz’ine

dolayısıyla “Toplum”una dahil değildir Murat Belge’nin, Osmanlı’nın Hıristiyan ahalisi.

Ancak böyle bir arka planla insan böyle bir cümle kurabilir. Burada, “Toplum”un aslında

gerici ulusçuluk anlamında bir “Biz”in yerine kullanılması çok açık olarak görülmektedir.

*

Elbette bu makaleyi Murat Belge, öyle iş olsun diye yazmıyor. Tarih aslında bu günkü politik

veya programatik duruşlara bir gerekçe sağlamaya yöneliktir. Tarihin tarihle ilgisinin

olmadığı açıktır.

Murat Belge’nin “toplum”u Müslüman ahali ve egemen Bürokratik kast anlamında kullandığı

görüldü. Bu anlamlarla okuduğumuzda, dediği şudur Bürokratik kasta, veya kendisinden artık

bugün Türk ulusu yaratılmış ahaliye, yani Türk ulusuna:

“Ölümü kutsayan” bir Türk ulusçuluğu iyi değildir, “hayatı kutsayan” bir Türk ulusçuluğu

daha iyidir.

“Toplum”ların karşılığı olan gerçek anlamları koyduğumuzda, Murat Belge’nin yaptığının,

aslında nasıl bir Türk milliyetçiliğine ihtiyaç bulunduğu; nasıl bir milliyetçiliğin veya Türk

tanımının, “Türk” veya “Türkiye “Toplumu”nun çıkarlarına daha uygun olacağını tartıştığı

görülür.

Tıpkı klasik sömürgeciliğin ve ırkçılığın ölümü ve şiddeti kustaması, yeni sömürgeciliğin,

kültürel ırkçılığın bunu reddetmesi gibi; Murat Belge de klasik Türk ulusçuluğunun,

bürokrasinin Türklüğü, ırka, dile, soya dayanarak tanımlayan ulusçuluğunun ayrılmaz kardeşi

olan “ölümü kutsayan” bir ulusçuluğun yerine; Türklüğü kültürel olarak tanımlayan bir

ulusçuluk gibi, “Hayatı kutsayan” bir ulusçuluk öneriyor.

*

Bunu kime öneriyor? Bu kimin sorunu olabilir?

88

Türk ulusçulusun sorunudur. Ve Türk ulusçuluğunun yaratıcısı bürokratik kasta öneriyor.

Hem de dışından bile değil içinden.

İşte en entelektüel ve demokrat bilinen Murat Belge’nin o güzel sözlerinin ardındaki acı

gerçek.

Meyvenin etli kısımlarını soyduğumuzda elimizde kalan, sert ve zehirli çekirdek: Türklüğün

nasıl tanımlanacağı tartışmasıdır.

Önerilen: ölümü değil, yaşamı yücelten bir Türklük, dolayısıyla Türk ulusçuluğu.

Muhatap da Özne de Osmanlı yadigârı egemen bürokratik Oligarşi.

Kadro’nun yaptığı da, Bu Bürokratik Oligarşi’ye bir doktrin oluşturmak değil miydi?

Anlaşılan herşey aslına dönüyor.

Topraktan geldik gene toprak oluyoruz.

02 Mayıs 2006 Salı

[email protected]

http://www.koxuz.biz

89

TTüürrkklleerriinn MMüüssllüümmaannllaaşşmmaassıı mmıı?? MMüüssllüümmaannllaarrıınn TTüürrkklleeşşmmeessii mmii??

Daha önce “Biz” i Türkler, Türklük, Türk Ulusu vs. olarak ele almanın sosyalizmle ve

sosyalistlikle uzlaşmayacağını, bunun en gericisinden milliyetçilik olduğunu ele almıştık.

(Bakınız: “Murat Belge, “Biz”, “Toplum”, Ulus ve Marksizm”

http://www.koxuz.biz/index.php?option=com_content&task=view&id=717&Itemid=360 )

Şimdi bir başka somut örnekte, bunun masıl gerici, tarihi allak bullak eden bir tarih anlayışına

yol açtığını veya onunla bir arada bulunabileceğini görelim.

Aslında bu konuyu, daha önce, Tersinden Kemalizm adlı kitapta, Kıvılcımlı’yı eleştirdiğimiz

bölümde, onun “Dinin Türk Toplumuna Etkileri” başlıklı yazısını eleştirirken kısaca ve

dolaylı biçimde ele almıştık. Burada bu eleştiriyi biraz daha detaylandıralım, ete kemiğe

büründürelim.

Örnek olarak ele alacağımız kitap, Erdoğan Aydın’ın “Türklerin Müslümanlaştırılmasının

Resmi Olmayan Tarihi – Nasıl Müslüman Olduk?” (Başak Yayınları, 1994)

Dikkat edelim. Erdoğan Aydın’ın kitabının adı, “Türkler Nasıl Müslüman Oldu?” gibi bir

isim değil. “Nasıl Müslüman Olduk?”. Yani biz zamiriyle soruluyor soru. Soruyu soran özne,

yani “biz”: Türkler’dir. Diğer bir ifadeyle, Erdoğan aydın bir Türk olarak konuyu

tartışmaktadır.

Halbuki daha önce görmüştük ki, bir sosyalistin, bir Marksist’in “Biz”i ancak ve ancak,

dünya işçi sınıfı olabilir. O tüm olayları bu öznenin bakış açısından ele alır ve almalıdır.

Hele hele bu “Biz”in, son derece gerici; kendini bir dil, tarih, soy ile tanımlamış bir ulus, yani

Türklük olması, hiçbir şekilde kabul edilemez.

Peki Erdoğan Aydın bir Marksist mi? Ya da öyle olduğunu mu iddia ediyor?

Böyle bir iddiası yoksa, elbette sorun yoktur. Türkler Türklerin nasıl Müslüman olduğu

üzerine yazabilirler. Çünkü daha sonra görüleceği gibi, Türklerin nasıl Müslüman olduğu,

ancak Türklerin sorabileceği bir sorudur. Marksist açıdan böyle bir soru olanaksızdır veya

saçmalıktır. Bir Marksist böyle bir soru soramaz çünkü bu sorunun kendisi ideolojik ve yanlış

bir sorudur ve yanlış sorulara doğru cevaplar verilemez.

Ama bir Marksist’in, Marksist olduğu iddiasındaki birinin, biz zamiriyle, Türklüğü özne

olarak kabul ederek böyle bir soru sorması katmerli bir yanlıştır. Bu nedenle önce bakalım

Erdoğan Aydın Marksist mi? Ya da böyle bir iddiası var mı?

Evet, Erdoğan aydın kendisinin Marksist olduğu iddiasındadır. Örneğin aynen şöyle yazıyor:

“Tarihsel Materyalist bir dünya görüşünün savunucusu olarak...” (sayfa: 18)

90

Marksizm, Tarihsel Materyalizmin kısaltılmış bir ifadesinden başka bir şey olmadığına göre,

Eroğan Aydın bir Marksist olduğu iddiasındadır. (Burada Tarihsel Materyalizmin bir “Dünya

görüşü” değil, bir Bilim, bir yöntem olduğu konusunu ise, konuyu dağıtmamak için bir kenara

bırakıyoruz.)

O halde, bir yandan kendisinin Marksist olduğunu iddia eden, hatta kitabını Marksist açıdan

yazdığı iddiasında olan ama diğer yandan, kendisini Türk olarak tanımlayan, olaylara

Türkler açısından bakan; Türk ulusçusu olarak yazan bir yazar karşısındayız.Bu ikisinin bir

arada bulunamayacağı, ortadakinin Marksizm postuna bürünmüş bir milliyetçilik, hem de

ilkel ve gerici bir milliyetçilik olduğu açıktır.

Ama haydi yine bir kredi daha açalım. Denebilir ki bu yargı çok acımasız. Onun biz olarak

Türklüğü kastetmesi, Türk olarak yazması, Türk milliyetçisi olduğu anlamına gelmez. İnsan

pek ala Türk olabilir de Türk milliyetçisi olmayabilir.

Bu doğru değildir. Çünkü bu günkü Türk ulusunun, Orta Asya’dan gelmiş Türkler olduğunu

soya, ırka, tarihe dayanan bir milliyetçiliğin taraftarları savunabilir. Erdoğan Aydın’ın

kitabının adı ve içeriği, nasıl Müslüman olduk sorusuna, Orta Asya’da cevap arıyor. Burada

var olan gizli varsayım, bu günkü Türk Ulusunun, Orta Asya’dan gelen Türklerin ahvadı

olduğu varsayımıdır. Bütün Emin Oktay Tarih kitapları, bütün Türk Dil ve Tarih Kurumu,

bütün üniversiteler, bu hikayeyi anlatır ve inşa ederler.

Bu günkü Türklerin, Orta Asya’dan gelen Türklerin ahvadı olduğu iddiası, ırka, soya dayanan

bir milliyetçiliğin iddiasıdır. Ve bizim “Tarihsel Maddeciliği dünya görüşü” olarak

benimsemiş, Türk-Marksisti Erdoğan Aydın (Türk-Marksist, Kapitalist-Sosyalizm gibi bir

saçmalıktır ve kendi içinde çelişir. İkisi bir arada olmaz.) ırkçı Türk ulusçuluğunun bu

yalanını olduğu gibi kabul edip, fiilen bu yalanın yayılmasına hizmet ederek, onu yayarak

ırkçı Türkçü ve Marksist nasıl olunabileceğinin bir örneğini bizlere sunuyor.

Bunun nasıl bir Irkçı Türkçülük olduğunu gösterebilmek için, başka tür bir Türk

ulusçuluğunun, örneğin “kültürel ve Anadolucu” bir Türk ulusçuluğun da bu soruyu

sorabileceğini ve buna bambaşka bir cevap verebileceğini gösterelim.

Pek ala şöyle bir Türk Ulusçuluğu da mümkündür. Ki böyle bir Türk ulusçuluğu Türk

burjuvazisinin bu günkü ihtiyaçlarına ve tarihsel olaylara daha denk düşer.

“Bizans topraklarını feth eden Oğuzlar geldiğinde, Anadolu’da şehirler ve köyler boş değildi.

Orada binlerce yıldır yaşamış insanların torunları yaşıyordu. Keza bu fatihler de bu insanları

katledip sürmediler. Onların üzerine egemen oldular. Ve bu egemen fatihler, fethettikleri

yerlerin ahalisine göre çok küçük bir azınlıktılar.

Bütün dünyada bu böyledir. Fatihler Feth ettikleri ülkelerin nüfusunun çok küçük bir

yüzdesini oluştururlar. Ve kısa bir süre sonda, ya feth ettikleri ülkenin daha gelişmiş kültürü

tarafından feth edilirler, yani onun dili ili dillenir ve diniyle dinlenirler veya o yerli ahaliden

daha gelişmiş bir uygarlık ve kurumlar sistemine sahipseler, yerli ahali fatihlerin dili ve

91

dinini benimser. Bu da kısa zaman içinde, fatihlerin genetik olarak çoğunluktaki yerli ahaliyle

karışmaları, bir süre sonra onların fiziksel özelliklerine de sahip olmaları sonucunu doğurur.

Anadolu’da da tarih boyunca defalarca böyle olmuştur. Son arkeolojik kazıların ve

antropolojik araştırmaların da kanıtladığı gibi, örneğin Hitit kalıntılarının bulunduğu yerde

bu gün yaşayanlar Orta Asya’dan gelenler veya daha önceki tarihlere gelmiş akıncıların ve

fatihlerin torunları değil, bizzat o Hititlilerin torunlarıdır. Bu bütün dünyada da böyledir.

Bu şöyle bir benzetmeye daha iyi anlaşılabilir. Eskiden üzerine yazı yazılabilecek papirüs,

kağıt, deri gibi malzemeler az bulunuyordu ve pahalıydı. Bu nedenle, aynı papirüs üzerindeki

yazılar silinerek, veya zamanla silindiği için, defalarca farklı uygarlıkların farklı yazılarıyla

bile kullanılabiliyordu. (Hiçbir silinme tam olmadığından, bu gün çok özel tekniklele, bir

papirüsün üzerindeki farklı yazılar okunabilmektedir.) Böylece, bir papirüs hep aynı olmasına

rağmen üzerindeki yazılar, dil vs. zamanla değişiyordu. İşte bu günkü Anadolu da böyledir.

İnsanlar biyolojik olarak hep aynı insanlardır. Onların dilleri ve dinleri sürekli değişmiştir,

tıpkı bir papirüsün üzerine başka yazılar yazılması gibi.

Bu yaklaşımdan hareketle, bu günkü Türk ulusu da, böyle bu tarihin ürünüdür, bütün bu

halkların ve uygarlıkların kültürünün mirasçısıyız bir Türkler. Bu Kültürün içinde Orta

Asya’dan gelen Fatih Oğuz’ların oranı, onların küçük bir fatih azınlık olarak genetik

oranından daha fazla değildir”

Yani böyle bir Türk milliyetçiliği de mümkündür ve bu gün ilk örnekleri Halikarnas

Balıkçısı’nda görülen böyle bir Türk milliyetçiliğini savunanlar da vardır.

Böyle bir milliyetçilik de Türk milliyetçiliğidir, ama 1920-30’ların ideolojik atmosferine göre

şekillenmiş kana, ırka dayanan bir Türklükle değil, daha günün ihtiyaçlarına uygun,

globalleşmenin ve post modernitenin çokluğu ve çeşitliliği zenginlik gören yaklaşımlarına

uygun daha “çağdaş”, daha kültüre göre tanımlanmış bir milliyetçilik olur.

Ve böyle bir milliyetçilik, olgulara daha denk düşen bir milliyetçiliktir de.

Şimdi böyle bir milliyetçilik açısından, “Nasıl Müslüman Olduk?” sorusu, bu günkü Türk

ulusunu, Orta Asya’dan gelenlerin ahvadı olarak gören ırkçı ve kana dayanan Türk

milliyetçiliğinden farklı bir anlama ve içeriğe sahip olurdu. O zaman bu soru, Anadolu’da

binlerce yıldır yaşayanların, fatihler küçük bir egemen azınlık olmalarına rağmen nasıl

Müslüman olduğunu; ya da Balkan, Kafkas göçleri ve katliamlarla Anadolu’nun nasıl

Müslüman bir çoğunluğa ulaştığını araştırırdı.

Yani kültüre dayanan bir Türk milliyetçisi için “nasıl Müslüman olduk?” sorusunun cevabı,

Anadolu’nun, İslamiyet zırhıyla kuşanmış göçebe fatihlerce fethi ile daha sonraki dönemlerde

ahalinin nasıl Müslüman olduğu (örneğin, Haraçtan kurtulmak için, daha az vergi vermek

için) ve nihayet yerli Hıristiyanların katledip sürülmesi ve Balkan ve Kafkaslardan gelenler

vs. gibi noktalarda yoğunlaşırdı.

Yani Erdoğan Aydın’ınkinden çok farklı bir yer ve zamanda arardı böyle bir milliyetçilik

“Nasıl Müslüman olduk?” sorusunun cevabını. Erdoğan Aydın’ın kitabı, yani ırka, soya

92

dayanan bir Türk milliyetçisinin cevabı, yer olarak Orta Asya ve zaman olarak 7-13.

yüzyıllar arasında yoğunlaşırken, kültüre dayanan bir Türk milliyetçisinin cevabı, yer olarak

Anadolu (Balkan ve Kafkaslar)ve zaman olarak da diğerinin bittiği yerde, 12-13 yüzyıllar

sonrasında başlardı.

Erdoğan Aydın bu sorunun cevabını Orta Asya’da ve 13 yüzyıl öncesinde aradığından, Irkçı,

kana dayanan Türk milliyetçiliğinin bütün yalanlarına ve varsayımlarına dayanmakla, onları

kabul etmekle kalmıyor, aynı zamanda onları yayıyor ve pekiştiriyor.

Sanırız bu örnek, Türkiye’de ilerici, demokrat ve hatta “tarihsel maddeci dünya görüşünü

benimsemiş” solcu, aydın ve de Komünistlerin nasıl saf kan gerici milliyetçiler olduklarını;

onların ilerici ve demokratlığının ancak böyle gerici ve ırkçı bir milliyetçilik içinde “ilerici”

ve “Demokrat”lık olduğunu yeterince açık olarak gösterir.

*

Ancak İster Kültür’e ve Anadolu’ya dayansın, ister, ırka, soya ve Orta Asya’ya dayansın her

iki milliyetçilik de, ulusların tarihi olmadığı gerçeğini inkar ederler ve uluslara bir tarih

yaratma çabasıdırlar. İkisi de gerici milliyetçiliklerdir bu nedenle.

Şu çok basit gerçek bir türlü kavranılmaz, ulusların tarihi yoktur. Türk ulusu, Türk Ulusunun

kuruluşuyla birlikte ortaya çıkmıştır. Ondan önce bir tarihi yoktur ve olamaz, ister

Anadolu’ya ve kültüre, ister Orta Asya’ya ve Türklüğe dair bir tarih iddiası, bütünüyle

ulusçuların bir inşasıdır.

Bir an için Orta Asya’dan gelenlerin, Anadolu’nun yerli ahalisini yok edip onun yerini

aldıklarını, bu günkü Türk ulusunu oluşturanların, onların genetik, kültürel devamcıları

olduklarını var sayalım.

Bir çok kez Tarihteki kavimler kendilerinin kendilerini tanımladıkları isimlerle değil ama

genellikle uygarların onlara verdikleri isimlerle adlandırılırlar. Biz bunu bir yana da bırakalım

ve Türklerin kendilerini Türk olarak tanımladıklarını var sayalım.

Bu koşulda bile o gelenlerin Türklüğü ile, Türk ulusunun Türklüğü arasında hiçbir ilişki

yoktur.

Ulus olarak Türklük, tamamen politik bir kavramdır. Türklüğün, o ulus ırkçı bir Türk

kavramına bile dayansa, genetik ve soya dayanan bir Türklükle ilişkisi yoktur.

Bir zamanlar kendilerine Türk diyen insanlar için ise, Türklüğün politik hiçbir anlamı

bulunmuyordu. Bu sadece uzaklardaki ortak bir kökene veya yine bu kökenle bağlantılı ortak

bir dile tekabül ediyordu. O insanlar, şu veya bu toteme bağlıydılar. Onların tüm

davranışlarını, toplumsal üstyapılarını bu belirliyordu.

Yani Türkler Müslümanlaşmadı, şu veya bu totemden, şu veya bu boylar Müslüman oldular,

şu veya bu boyun, soyun örgütlenme ve hukukunun yerini İslam hukuku ve örgütlenmesi aldı.

Türklerin Müslümanlaştığı, Türk milliyetçiliğinin yarattığı bir kavramdır, Irka göre

tanımlanmış bir Türk ulusuna Tarih yaratma çabasının sonucu ortaya çıkan bir uydurmadır.

93

Burada karışıklığı yaratan, bir zamanlar şu veya bu soydan veya boydan insanların, uzak bir

ortaklığa bir gönderme ile, hiçbir dinsel veya politik anlamı olmadan Türk olarak kendilerini

tanımlamaları ile, bu günün sadece politik olanın tanımlanmasının aracı Türk kavramının,

aynı sözcükle karşılanmasıdır. Yani Tarih’teki Türkler Türk değildiler ve olamazlardı; onlar

ancak Kınık boyundan, Kayı boyundan veya Müslüman, Hıristiyan olabilirlerdi. Boy ya da

Din, bunlar tüm toplumsal yaşamı, ilişkileri ve örgütlenmeyi belirliyordu.

Ama ulus olarak Türk ulusundan olanlar ise, şu veya bu boydan, şu veya bu dinden olamazlar.

Politik anlamı olmadan, elbette şu veya bu boydan, şu veya bu dinden olduklarını

söyleyebilirler ama bunun hiçbir politik anlamı yoktur ve olmamalıdır. Özel olarak, inanç

olarak, kültürel olarak (ki hepsi aynı anlamdadır, yani politik olmayan anlamında) öyle

olabilirler. Ama bir toteme ya da uygarlık dininin bir inanç olduğu da tam ulusçuluğun

dayandığı bir kabuldür. Yani insanlar, Türk ise, Türk ulusundan ise, Müslüman, Hıristiyan ya

da Kayı boyundan, atmaca soyundan olamaz. Müslüman, Hıristiyan, Atmaca soyundan, Kayı

boyundan ise Türk olamaz, Türk ulusundan olamaz. Çünkü dinler aslında bir inanç değildir,

tümüyle üstyapıyı örgütlerler. Nasıl Müslüman olmak için, putu parçalamak, yani kabilenin

totemini parçalamak, kan kardeşliği yerine din kardeşliğini geçirmek gerekirse; Türk olmak

için de Müslüman olmaktan çıkmak; Allah’ın kanunları yerine Türk ulusunun kanunlarını;

Allah’ın sınırları yerine ulusun sınırlarını, Din kardeşliği yerine ulus kardeşliğini geçirmek

gerekir. Aynı şekilde Komün’ün soyun, totemin, Şaman’ın kanunları ve aşiret kardeşliği

yerine Türk ulusunun kanunları ve kardeşliği geçer.

Tekrar edelim. O Orta Asya’dakiler için Türklük hiçbir şey ifade etmiyordu. Onlar önceleri şu

veya bu boydan, soydandılar. Onlar şu veya totemin soyundan olarak vardılar. Daha sonra da

Müslüman veya başka bir dindendiler. O zaman da onlar için Türklük hiçbir şey ifade

etmiyordu. Nasıl Müslümanlık ile Onların boyları arasında bir ilişki yok idiyse, onların

boyları ve sonraki dinleri ile Türklük arasında da bir ilişki yoktu.

Uluslar, dolayısıyla da Türklük, ne tarih, ne de soy, kan, kültür vs. ile ilgili değildir. Bir ulus

olmak için, bunların hiç biri gerekmez. Bu gerici ulusçuluğun bir uydurması, inşasıdır.

Dünyanın ilk ulusu olan Amerikan ulusunun bir tarihi yoktu ve Amerikan ulusu için bir Tarih

gerekmemişti. Aksine ulus tarihsiz olarak ortaya çıkmıştı. Dil ve soy ise hiç söz konusu bile

değildir. Aynı dil ve soydan insanlara karşı bir savaş içinde bu ulus kurulmuştu.

O halde, bir soy veya tarihin olduğu, ulusun onun sonucu ortaya çıktığı, bir ulusçu yalanıdır.

Hem de gerici ulusçuluğun bir yalanıdır. Çünkü, tıpkı ABD’de olduğu gibi, ulusların tarihi

olmadığı anlayışıyla da bir ulusçu olunabilir. İlk aydınlanmanın demokratik ulusçuluğu

aşağı yukarı böyle bir şeydi. Ulusların bir tarihi olduğu, gerici ulusçuluğun bir

kabulüdür.

İster Kültüre ve Anadolu’ya dayansın, ister ırka, soya dayanıp köklerini Orta Asya’da arayan

ulusçuluk olsun, ulusların bir tarihi olduğuna inanan ve bunu savunan ulusçuluklar

gerici ulusçuluklardır.

94

Demokratik bir ulusçuluk, ulusların bir tarihi olduğu ilkesini reddeder ve tarihsiz, Tarihe karşı

olarak ulusu kurmaya çalışır.

Çünkü, demokratik bir ulusçuluk, insan haklarına dayanır, ve insanı bir soy, tarih, dil, bölge

ile tanımlamayı reddeder. Demokratik ulusçuluk, “Vatanım Yeryüzü, Milletim İnsanlık” diyen

ulusçuluktur. Çünkü, ulusçuluk özünde, politik diye ayrı bir alanın varlığının kabulü ve daha

önceki çağlarda hukuki ve politik olanı belirleyenin, yani dinlerin özel’e atılmasıdır. Bütün

insanlar dini, dili vs. eşittir önermesinin özü, ulusçuluk öncesi toplum yaşamını, hukukunu,

devletin örgütlenmesini vs. belirleyen dinlerin buradan uzaklaştırılması, özele atılmasıdır.

Bunun için de ulusçuluğun, yani demokratik bir ulusçuluğun tarihe ihtiyacı yoktur.

Soınuç olarak, Erdoğan Aydın’ın “Nasıl Müslüman Olduk?” sorusu, ulusların tarihi

olduğunu savunan gerici ulusçuluğun bir sorusudur.

Ulusların tarihi olmadığından yola çıkan ise, bu tarihsiz şeyin, nasıl yaratıldığını anlatır?

Devrimci ve demokratik ulusçuluğun sorusu ise şudur?

“Anadolu’nun Müslüman ahalisinden nasıl Türk ulusu yaratıldı?”

İşte o “nasıl Müslüman Olduk?” sorusu , Müslüman Anadolu ahalisinden, Orta Asya

Türklüğüne, kana, ırka dayalı bir ulusu yaratanların bir sorusu olarak ortaya çıkar ve bu

yaratılışın nasıl olduğunu gösterir bizlere.

Yani, bizzat bu sorunun kendisiyle.

Erdoğan aydın, kitabıyla, kana, soya, ırka dayanan bir ulusun inşasına hizmet etmektedir.

*

İşte, Aleviler içinde ilerici bilinen, demokrat bilinen ve hatta “Tarihsel maddeciliği bir dünya

görüşü” olarak benimseyen Erdoğan Aydın’ın nasıl boğazına kadar bir gerici milliyetçilik

içinde olduğu.

Tabii burada Erdoğan Arkadaşımıza haksızlık etmiş olmamak için şunu belirtelim. Bu

yaklaşım ve görüşler sadece Erdoğan’ın değil, Türk sosyalistlerinin ve hatta dünya

sosyalistlerinin yüzde doksan dokuzunun görüşleridir. Biz sadece Erdoğan Aydın’ı bir örnek

olarak seçtik.

Onu seçmemizin nedeni ise meşrebimiz. Bizim meşrebimiz de, yakınlarımıza ve

arkadaşlarımıza karşı gaddar, bize uzak olanlara ve düşmanlarımıza karşı anlayışlı ve

toleranslı olmak olarak özetlenebilir.

Demir Küçükaydın

25 Mayıs 2006 Perşembe

95

TTüürrkklleerr,, GGüüvveerrcciinnlleerr vvee İİnnssaannllaarr

Hrant Dink’in “Ruh halimin Güvercin Tedirginliği” başlıklı yazısının son satırlarında

umudunu ve güvenini şu sözlerle dile getiriyor:

“Evet kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede

insanlar güvercinlere dokunmaz.

Güvercinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler.

Evet biraz ürkekçe ama bir o kadar da özgürce.”

Ama bu satırların, son yazının son satırları olması, aynı zamanda bu umudun ve güvenin

hiçbir dayanağı olmadığını da kanıtlamış bulunuyor.

Niçin böyle?

Çünkü bu ülke Türkiye’dir ve Burada İnsanlar değil Türkler yaşıyor.

Dink’in anlamadığı veya iyi niyetle görmek istemediği Türklerin İnsan olmadığıydı.

Dink’in zikrettiği, bir zamanlar, aralarında güvercinlerin yaşamasına müsaade eden ve “bu

ülkede” yaşayan insanları, Türk değil Müslüman’dılar.

Yani Türkiye Cumhuriyeti’nin yasalarına değil, Allah’ın yasalarına göre düşünüp davranmaya

çalışırlardı. En zararlı bilinen böceği bile, o da Allah yaratığıdır diye öldürmekten

çekinirlerdi.

Ama Türkler’de Allah korkusu yoktur, onlarda Türk Devleti korkusu vardır. Devlet

güvercinlerin kafasını koparın dediğinden, güvercinlerin kafasını koparırlar.

Devlet Türklük düşmanlarını yaşatmayacağız dediğinde, güvercinlerin kafasını koparın

demektedir örneğin. Hatta şimdi Hrant Dink’in öldürülmesini bile Türklüğe veya Türk

devletine sıkılmış bir kurşun olarak tanımladıklarında, diğer güvercinlerin kafasını da koparın

demekte, Dink’in ölüsü üzerinden yeni cinayetlerin sinyalini vermektedirler.

Dink’in anlamadığı, eskiden insanların Türk olmadığıydı. Onlar Allah’tan korkan

Müslümanlardı. Türkiye Cumhuriyeti ve İttihat Terakki, bu insanları Türk haline dönüştürdü.

Bu gün kendine Müslüman diyenleri Türklük öncesinin Müslümanlarıyla karıştırmamalı. Bu

günün Müslümanları Müslüman değildirler: Allah için değil, Türklük için, devlet ve Türk

milleti için yaşarlar. Allah’ın kanunlarına değil, Türk devletinin kanunlarına uyarlar. Onlar

Türklerin ezilenlerini yanıltmak için kendilerine Müslüman diyen Türklerdir.

Müslümanlar Allah için yaşarlar, Allah için ölürler, Allah’tan korkarlar, her işlerini Allah için

yaparlardı.

96

Türkler Türk Devleti ve Türklük için yaşarlar, Türklük ve Türk devleti için ölürler, Sadece

Türk devletinden korkarlar ve her işlerini Türklük için yaparlar.

Elbette Türkler de, Türk olmadan önce bu topraklarda yaşayan Müslümanlar gibi biyolojik

olarak insandırlar. Ama Hitler de biyolojik olarak insandır. En acımasız katiller de.

Biyolojik olarak insan olmak başkadır, sosyal olarak insan olmak başkadır.

Sosyal olarak İnsan olan Türk ya da Müslüman olamaz.

Nasıl bir Türk Müslüman olamazsa ve bir Müslüman da Türk olamazsa öyle.

Türk, Türk devletinin kanunlarına uyan ve onu kabul edendir.

Müslüman Allah’ın kanunlarına uyan ve onu kabul edendir.

Müslüman isen Türk, Türk isen Müslüman olamazsın. Ya Allahın ya da Türkiye Cumhuriyeti

denen devletin kanunlarına uyacaksın.

Benim dinim İslam; Milletim Türk diyenler, tam da Türklerin Ulus ve Din tanımlarına uygun

davrandıklarından, kendilerine Müslüman diyen Türklerdir ama Müslüman değildirler. Bunlar

İnsan’ların birer dinleri ve milletleri olduğunu söylerler. Bu en büyük yalandır.

Bu en büyük yalandır. Çünkü millet de bir dindir: Ama din Milliyetçilerin ve Milletlerin din

dediği yani sadece kişisel bir şey değildir. Din insanların tüm yaşamını örgütler. Millet denen

din de, insanların tüm yaşamlarını örgütler.

Bu nedenle din ve millet, farklı kategorilerden değil, aynı kategoriden oluşumlardır.

Dolayısıyla bir insanın bir dini veya bir milleti olabileceği, din ve milletin farklı

kategorilerden oluşumlar olduğu milletlerin ve milliyetçilerin bir yalanıdır.

Nasıl bir İnsan hem putlara hem Allah’a tapamaz, toplumsal hayat hem bir puta hem Allah’a

göre düzenlenemezse, insan hem Türk hem Müslüman olamaz.

Aynı şekilde, İnsan (burada biyolojik bir varlık olarak insandan söz ediyoruz) hem İnsan

(Sosyolojik olarak insan) ve hem de Türk, Müslüman veya Puta tapar olamaz.

İnsan (Burada sosyolojik olarak) insanların (Burada biyolojik olarak) dili, dini, etnisi, soyu,

sopu, ırkı, ne olursa olsun eşit olduğuna inanan ve bu inanca göre yaşamak için mücadele

edendir. Yani, insanların eşit olduğunu kabul etmeyenler sosyolojik olarak insan değildirler

ve olamazlar.

Bu inanca göre yaşamak ise, bir ulustan olmakla, bir dinden olmakla bağdaşmaz. Bütün

insanlar eşitse, niye birileri şu veya bu soy, tarih, dil vs. (yani örneğin Türk, Kürt, Ermeni

Fransız) denerek bu eşitliğin dışında tutulmaktadır? Bu kendisiyle çelişir.

İnsan olmak her şeydan önce, ulusal olanın, tıpkı din gibi, politik olmaktan çıkarılması kişisel

bir sorun olarak ele alınması ile mümkün olabilir.

İnsanlar devletin her hangi bir ulusla tanımlanmasını reddeden bir toplumda var olabilir ve bu

günkü ulus devletler içinde bunun için mücadele edenlerdir.

97

Yani insan olmak için her şeyden önce, politik olanın ulusal olanla tanımlanmasına,

uluslara karşı mücadele etmek gerekir.

Uluslar, içinde mücadele edilen tarafsız ortamlar değil, kendilerine karşı mücadele edilmesi

gereken her şeyden önce siyasi birimler ve üstyapılardır.

İnsanlar, Türklüğün şimdi tıpkı dinin olması gerektiği gibi, tamamıyla kişisel bir sorun, özel

bir sorun olması için mücadele edenlerdir.

Diğer bir ifadeyle politik bir kimlik olarak Türklüğü reddeden ve Türk devletini yıkıp, ulusa

göre değil, dili, dini, etnisi, soyu cinsi ne olursa olsun tüm insanların eşit olarak yaşayacağı

bir toplum için mücadele edenler insanlardır.

Bu gün sadece Türkiye’nin değil, tüm dünyanın, sosyalistlere değil, İnsan’lara ihtiyacı var.

Sosyalizm için değil, öncelikle insanlık için mücadele etmek, yani her biri uluslara göre

tanımlanmış devletleri (ki bunların her biri de ulusları farklı ölçütlerle tanımlamaktadır)

yıkma mücadelesine girmek gerekiyor.

Sosyalist olabilmek için de her şeyden önce insan olmak; Türk, Kürt, Ermeni, Fransız,

Amerikalı, Avrupalı olmaktan çıkmak ve bunlara karşı mücadele etmek gerekiyor.

Sosyalistlerin hedefi, Ulusların kaderini tayin hakkı değildir. Sosyalistlerin hedefi, ulusal

olanın da politik olmaktan çıkarılması ve özele ilişkin olması olabilir. Böylece asgari

olarak biçimsel eşitlik sağlandıktan sonra sosyalistler gerçek bir eşitliği isteyebilirler.

Sosyalistlerin Hedefi: ulusların kaderini tayin hakkı değil; isteyen üç kişinin bir araya gelip,

istediği ulusu kurma, girme, çıkma ve ulussuz olma hakkı olmalıdır. Bu günün ulusal

devletlerle kaplı dünyasında insanların ulussuz olma hakkı, dolayısıyla insan olma hakkı

yoktur.

Sosyalistler ise, her şeyden önce insan olma hakkı, yani ulussuz olma hakkı için

mücadele etmelidirler.

Ulussuz olma hakkının ilk koşulu da politik olanı ulusal olana göre tanımlayan ulusal

devletlerin yıkılmasıdır.

Hrant Dink aslında böyle net ifade edememiş olsa da böyle bir dünya için mücadele ediyordu.

O her şeyden önce bir Humanist ve Demokrattı.

İnsanlığını insanca bir düzende yaşayamayan bir insandı.

Bunun için Türkler tarafından öldürüldü.

Çünkü her ulus gibi Türklük de insanlığın düşmanıdır.

İnsanın olduğu yerde Türk, Türk’ün olduğu yerde de insanlar var olamaz.

20 Ocak 2007 Cumartesi

[email protected]

http://www.koxuz.biz

98

99

HHrraanntt DDiinnkk vvee BBeehhiiçç AAşşççıı vvee KKaarrttooppuu EEttkkiissii

Hrant Dink’i öldüren, Genel Kurmayın emri ve komutası altıdaki “Ergenekon” veya “Özel

Harp Dairesi” veya “Kontr Gerila” veya “Seferberlik Tetkik Kurulu” veya en bilinen adıyla

“Derin Devlet” bu eylemi planlar ve yaparken belli ki bir Ermeni öldürüp on binlerce Ermeni

yaratacağını; bir demokrat öldürüp on binlerce demokrat yaratacağını hiç hesaplamamıştı.

Düşünüyordu ki on beş yıldır tüm toplumu teslim almıştır. Bir zamanların devletten gelen her

şeye son derece sağlıklı bir kuşku ve düşmanlıkla yanaşan; millet, din neymiş önemli olan

insanlıktır diyen insanları, Devletçi ve Türkçü birer canavara çevirmiştir. Örgüt üyelerini

infaz eden polisleri alkışlayan, “Şehit Cenazeleri”ne katılan, Kürtlere karşı egemen ulustan

olmanın keyfini çıkaran ve Kürtlerin çektikleri acılara kör ve sağır olan insanlar damgasını

vurur cinayet sonrası ortama. Ve böylece bu cinayet ve Kürtleri sindirmek için bir etnik savaş

ve katliam tehdidi olarak işlev görür, kirişleri gerer.

Ne var ki evdeki hesap çarşıyı tutmadı. Gerici ve saldırgan milliyetçi değil, demokratik bir

tepki damgasını vurdu politik ortama.

Demokrasi güçleri önce 12 Eylül’ün darbesini yemişlerdi. Sonra Teacher Reagan döneminin,

Turgut Özal’ın yeni Muhafazakarlığının darbesini yediler. Tam biraz toparlanır gibi

olmuşlardı ki Duvar yıkıldı. Ve bu ideolojik iklimde özel savaş ekibi tüm ülkeyi teslim aldı.

Tek direniş noktası Kürt Özgürlük Hareketiydi ve o de tecrit olmuştu. Genel kurmay ve Özel

Harp Dairesi bir parti gibi neredeyse tüm toplumu örgütlemiş ve kontrol altına almış

bulunuyordu.

Ama hiçbir süreç ebediyen sürmez. Bir noktadan hiç ön görülmeyen eğilimleri yaratır ve

besler.

Daha önce bu değişimin ilk izleri kimi şehit ailelerinin başbakanı geri adım atmaya zorlayan

“vatan sağ olsun demiyorum” tepkilerinde ortaya çıkmıştı.

“Türkiye barışını Arıyor” konferansı, yine de hiç küçümsenmeyecek yankılar ve tartışmalara

yol açmış en azından gazetelerde birkaç haber ve yoruma konu olabilmişti.

Hrant Dink’in öldürülmesi ise, neredeyse unutulmuş ama derinden derine de belli bir birikim

yapmış insani ve demokratik tepkilerin adeta patlarcasına ortaya çıkışına yol açtı.

Bu hiç hesapta olmayan tepki, cinayeti işleyen gizli merkezler kadar Hükümet’i de şaşırttı.

Hükümetin açıklamaları bizzat kendi destekçileri tarafından bile eleştirildi. Kimse

Genelkurmayın adını ağzına almıyor ve bundan çekiniyor ama toplumun bilincinin

derinliklerinde bu cinayetin Genelkurmayın emir ve komutası altındaki “Derin Devlet”

tarafından işlendiğine dair en küçük bir kuşku bile bulunmuyor.

100

Türkler arasında Demokratik hareket o kadar zayıflamıştı ki demokratik refleksler sadece

İnsan Hakları Derneği’nin cılız omuzlarına kalmıştı. O da PKK’nı yan kuruluşu olarak

tanınıyor ve tam bir tecrit içinde bulunuyordu.

Hrant Dink’in ölümüne tepkiler, bu boğucu ve zehirli atmosferi bir parça olsun dağıtır gibi

oldu. Dengeler bir anda değişikliğe uğradı. Gericiliği besleyen kendini yaratan mekanizma

şimdi demokrasi mücadelesinde kendini besleyen bir mekanizma ve kartopu etkisi yaratabilir.

"Reformlar devrimci mücadelenin yan ürünüdür" diye bir söz vardır. Bunun somut bir

örneğini F tipi cezaevleri ile ilgili düzenlemede şimdi görmüş bulunuyoruz. Eğer Hrant

Dink’in öldürülmesine böyle güçlü bir demokratik tepki olmasa, hükümetin bu ölüm

karşısındaki tavrına kendini destekleyen İslamcı aydın ve liberal çevrelerden bile böyle tepki

gelmese, Hükümet F Tipi cezaevleri ile ilgili yeni düzenlemeyi yapmaz ve Behiç Aşçı’da

bunun üzerine ölüm orucuna ara vermezdi. (Belki çok geç, belki de geri dönülebilecek

noktayı çoktan aştılar.)

Bir bakıma Hrant Dink’in ölümü ve buna gösterilen demokratik tepki bir yan ürün olarak

Behiç Aşçı ve diğer ölüm orucundakilerin de hayatını kurtardı ve kanayan bir yara olan ölüm

oruçlarındaki kanamaya son verdi.

Elbette bunda, Behiç Aşçı’nın bir avukat ve özgür bir insan olarak ölüm orucuna başlaması,

keskin bir dildense toparlayıcı, insanların ve toplumun vicdanlarına seslenen bir üslup

tutturması; talepler çıtasını en asgari noktaya indirmesi, insani özellikleri ve içtenliği, tıpkı

Hrant Dink’in özelikleri gibi, hiç küçümsenmeyecek bir etkiye sahip olmuştur.

Bunlar Hrant Dink’in ölümüne tepkilerle birleşince ve hükümet liberal çevreler ve İslamcı

aydınlarla ciddi bir kopukluk içine girince, durumunu tekrar güçlendirmek için, ölüm

oruçlarının bitmesi için gerekli adımı atmak zorunda kalmıştır.

Bu uzun, çok uzun yıllardır, demokratik hareketin ilk kazanımıdır. Ve muhakkak ki

demokratik güçlerin toparlanma ve kendine güvenlerini besleyici bir etki yapacaktır.

Bu demokratik tepki muhtemelen, devletin, iktidar partisinin ve CHP’nin içindeki farklı

strateji savunanları da güçlendirecek ve bir karşı baskı unsuru oluşturacaktır. Bu demokratik

tepkinin ilk yankıları yakında CHP içinde Baykal’ın çizgisine karşı daha sert ve güçlü

eleştiriler çıkmasına yol açabilir. Aynı şekilde devletin içinde de, inkar ve imha politikalarıyla

bu işlerin gitmeyeceği yoksa her şeyin yitirileceğini söyleyenlerin manevra alanları ve

etkilerinde bir genişleme olacaktır. Bu da ırkçı, inkarcı ve saldırgan Türk milliyetçiliğinin ve

bu zemin üzerinde istediği gibi at koşturan derin devletin hareket alanını daraltıcı etki

yapacaktır. Bu da demokrasi güçlerinin alanını genişleterek, onlara moral vererek kendini

besleyen bir sürece yol açabilir.

Elbette bu gibi gidişler düz bir çizgi izlemezler. İnişler ve çıkışlarla giderler. Ama dibe vuruş

noktasının aşıldığını gösteren belirtiler var.

Ne var ki, fazla umutlu da olmamak gerekiyor.

101

Birincisi, demokratik güçler hala çok cılız ve zayıf ve ince bir katman oluşturmaktadır.

Sadece Hrant Dink’in ölümüyle ilgili çeşitli haberlerin altındaki yorumları okumak bile yeter.

Her zaman birkaç demokratik yorumun karşısında, onlarca ırkçı, saldırgan, faşist yorum

bulunmaktadır.

Bu güçlü demokratik tepki olayın İstanbul’da özellikle de sol ve liberal bir kitlenin bulunduğu

bir bölgede gerçekleşmesi ve oradaki insanların Türkiye ortalamasına göre çok farklı ve

istisnai olmalarıyla gerçekte toplum içinde olduğundan daha güçlü görünmektedir.

Bu cinayet İstanbul’un başka bir semtinde veya başka bir şehirde olsaydı, bu kendiliğinden

demokratik tepki damgasını vuramazdı ve gazetelerdeki ırkçı ve faşist yorumları yazanların

esas ortamı belirlemeye devam ederlerdi.

İkincisi. Bir demokratik tepkiden söz ediyoruz ama, Hrant Dink’in ölümüne tepki

gösterenlerin üzülme ve tepki nedenlerine bakıldığında, bırakalım humanist ya da demokrat

gerekçeleri bir yana, çoğu kez milliyetçi ve hatta ırkçı gerekçelerin tersine dönmüş bir

biçimde dile getirildiği görülmektedir. Aslında siyasi ve ideolojik olarak hiç de demokratik ve

hatta liberal bile olmayan geniş bir kitle bulunmaktadır Dink’in ölümüne tepki gösterenler

içinde.

Diğer yandan yine geniş bir kitle de demokratik değil, liberal bir özellik göstermektedir.

Aslında gerçekten demokratik bir özellik gösterenler, tepki gösterenlerin çok küçük bir

bölümüdür. Ama bunlar başta girişim yeteneği göstererek en azından “Hepimiz Ermeniyiz”

gibi sloganların yerleşmesine ve demokratik özlemlerin gerçekte var olduklarından çok daha

güçlü görünmesine yol açmışlardır. Ama örneğin Devleti ve Genelkurmayı suçlayan veya

Özel Savaş Dairesinin kapatılmasını isteyen sloganlar demokrat olmayan bu geniş kitle

tarafından benimsenmemekte onlar tarafından tepki gösterilmektedir.

Gerçi bu da normaldir. Her devrimci ve demokratik kabarış böyle başlar. 1905 devrimi

başladığında İşçiler Çar babalarına ikonlarla yalvarmaya gidiyorlardı. Ama bir gün içinde

birçok şey değişivermişti.

Gerçi burada henüz bir devrimci ve demokratik kabarıştan söz etmek için bir neden yok ama

geniş insan kitleleri bizzat kendisi eylem içinde öğrenir ve değişir. Bu nedenle olabildiğince

geniş bir katılımı korumak ve tecrit olmamak için azami esneklik göstermek demokratik

güçlerin bu cılız başlangıcı koruması ve sürdürmesi için en önemli koşuldur. Bizzat Hrant

Dink ve Behiç Aşçı gibi örnekler bunun nasıl bir şey olduğunun somut örneklerini, ortaya

koydukları hayatlarının pratiğinde göstermiş bulunuyorlar.

*

“Derin Devlet”in hiç hesapta olmayan bu sonuçlara rağmen hedefinden var geçtiği

sanılmamalıdır. Hrant Dink bir Ermeni idi ve özellikle bir Ermeni olduğu için öldürüldü ama

esas hedef Kürtlerdi. Çünkü katliamlar sonucu Türkiye’de Ermeniler artık politik bir güç

değildirler. Hrant Dink’in öldürülmesi aslında toplumu bir Türk Kürt savaşına çekme, germe,

102

aydınları sindirme, saldırgan bir Türk milliyetçiliğini geliştirme operasyonun bir parçası

olarak görülmelidir.

İktidarlarının Orta Doğu’daki dengelerin değişmesiyle böyle eskisi gibi yürümeyeceğini

görenler, son bir çabayla her türlü çılgınlığı yapmaya hazırlanıyorlar. Tıpkı daha önce

Kıbrıs’ta yaptıkları gibi, özel savaş dairesi aracılığıyla örgütlenip, ABD’nin zor durumda

kalıp bir şey demeyeceğini umdukları bir momentte, ilk fırsatta Kerkük’ü de işgal etmeyi

planlıyorlar. Bu işgale paralel olarak da cephe gerisini sağlama almak için, Türkiye’de

Kürtleri sindirmek üzere bir Kürt katliamı düşündüklerine kesin gözle bakılabilir. Çünkü

askerler planlarını her zaman cephe gerisini emniyete almak ve temizlemek üzerinden

kurarlar. Nasıl ABD savaşı daha da yayarak içine düştüğü bataktan çıkmak istiyorsa, kediye

göre budu Türk devletinin de fırsat bulduğunda aynı şeyi yapacağına hiç kuşku yoktur.

ABD’nin işinin zorlaşması ve savaşı yayabilmek için İran’a karşı Türk ordusunun gücüyle

destek karşılığında güney Kürtlerini ve Kerkük petrollerini Türk devletine peşkeş

çekebileceğinin hesabını yapmaktadır Türk Genel Kurmayı.

Güney Kürdistan’ı özel timlerle doldurmak ve Hrant Dink Cinayeti, ilan edilmiş ateşkesi

zerrece dikkate almadan operasyonlara devam ve baharda PKK’nın ateşkese son vermesi için

her türlü provakasyon, bütün bunlar bu konsept içinde değerlendirilmelidir.

Bütün bunlar göz önüne alınınca, Hrant’ın öldürülmesine gösterilen demokratik tepkinin

gelişiminin önündeki zorluklar daha iyi görülmektedir.

23 Ocak 2007 Salı

Demir Küçükaydın

[email protected]

http://www.koxuz.biz

103

PPaanneell İİllaannıı

Ermeni Soykırımı,

Milliyetçilik,

Nedenleri ve Günümüze Etkileri

Panel

Abut Can (Eğitmen, Siyasetçi - Hamburg)

Recep Maraşlı (Yazar, Yayıncı - Berlin)

Feleknas Uca (Avrupa Parlamenteri - Brüksel)

Dr. Rafi Kantian (Yazar, yayıncı - Hannover)

Corry Guttstadt (Araştırmacı Yazar - Hamburg)

Demir Küçükaydın (Yazar - Hamburg)

Tarih: 21.04.2007, Cumartesi

Saat: 14.00 – 19.00 arası

Yer:

Department für Wirtschaft und Politik (DWP) der Universität Hamburg,

Von-Melle-Park 9, Hamburg

Eine Veranstaltung der „Fachschaftsrat Department für Wirtschaft und Politik (DWP) der

Universität Hamburg“ mit Unterstützung der Initiative “Hrant Dink Demokrasi Girişimi Hamburg”

104

EErrmmeennii SSooyykkıırrıımmıı,, MMiilllliiyyeettççiilliikk,, NNeeddeennlleerrii vvee GGüünnüümmüüzzee EEttkkiilleerrii PPaanneellii

İİççiinn TTaassllaakk NNoottllaarr

Hukuki ve Sosyolojik tartışma Üzerine

1) Bir yanılş anlamaya meydan vermemek için şunu belirteyim ki, uluslar arası

organlarca yapılmış hukuki tanıma göre 1915’de olanlar bir soykırımdır.

2) Hukuki bakımdan tanım ve kanunların makabline şamil olmayacağı, soykırım

kavramının İkinci Dünya Savaşından sonra ortaya çıkıp tanımlandığı bu nedenle

soykırım denip denemeyeceği gibi tartışmalar hukukçuların işidir.

3) Bizi burada hukuki kavramlar ve tanımlar ilgilendirmiyor. Ve şunu biliyoruz ki,

hukukçular var olan ilkeleri ve normları sorgulamazlar olguların tanımlara uygun olup

olmadığına bakarlar.

4) Ama varsayalım ki, dünyanın bütün en ileri gelen hukukçuları bu olayın soykırım

olmadığına karar verdi. Bu yaşananların daha az korkunç olduğu anlamına gelmez. Bu

o sürgün, katliam ve toplu öldürmenin nedenlerini araştırmamak gerektiği anlamına

gelmez.

5) Çünkü soykırım dense veya denmese bu olanın korkunçluğunu abartma veya küçültme

gibi anlaşılıyor. Bu kavramın kullanılıp kullanılmamasının bu olgunun anlaşılmasıyla

ilgisi yoktur.

6) Çünkü soykırım hukuki bir kavramdır: hukuki kavramlarla sosyolojik olgular

anlaşılamazlar.

Metodolojik İlkeler

1) İnsan maddeyi araçlarla, olguları kavramlarla işler. Hiç kimse balık avlamaya yarayan

olta ile kuş avlamaya ya da geyik avlamaya kalkmaz. Ya da tersine kuş avlamaya

yarayan bir sapanla veya saçma atan av tüfeğiyle balık avlamaya kalkmaz.

2) Ama olgular söz konusu olduğunda, bunların özünü anlamak söz konusu olduğunda,

işin kötüsü tam da böyle davranılmaktadır. Örneğin hukukun kavramları sosyolojinin

kavramları yerine geçirilir veya olguların özünü açıklamaya değil gizlemeye yönelik

kavramlar sanki bilimsel kavramlar gibi kullanılır.

3) Soykırım, hukuki bir kavramdır, sosyolojik bir kavram değildir. Dolayısıyla bu

olguyu, yani Ermenilerin toplu halde göçürülmesi ve öldürülmesinin sosyolojik

nedenlerini açıklamak için bu kavramı kullanmak, balık avlamaya yarayan oltayla kuş

avlamaya benzer.

105

4) Adam öldürmek cinayettir dediğinizde, bu sosyolojik bir önerme olmaz. Bu hukuki bir

önerme olur.

5) Sosyoloji hangi koşullarda niçin adam öldürmeye cinayet dendiğini ve niye insanların

birbirini öldürdüğünü, bunu nedenlerini inceler.

6) Bir dinden, etniden, inançtan, cinsten, ulustan vs. insanların toplu halde öldürülmüsi,

sürülmesi vs. soykırımdır dediğinizde, adam öldürmek cinayettir diyenden farklı bir

şey söylemiş olmazsınız. Hukuki bir tanım yapmış olursunuz.

7) Sosyolojinin konusu ise, neyin hangi koşullarda soykırım olarak tanımlandığını, niye o

soykırım olarak tanımlanan toplu öldürmelerin gerçekleştiğini araştırmaktır.

Konuya Yaklaşım

1) Bir insanı öldürmek her zaman cinayet olara tanımlanmıyor. Bir savaşta örneğin, insan

öldürmek cinayet olarak değil, onur duyulacak bir şey olarak görülüyor, ne kadar çok

insan öldürdü iseniz o kadar şerefli de olabilirsiniz.

2) Ama dikkat edin, burada can alıcı kavram insan kavramıdır.

3) Öldürenler için acaba öldürülenler insan mıydı? Biyolojik bir kavram olarak insan

kavramı ile çeşitli toplumların insan kavramları özdeş değildir.

4) Örneağin ilk kabilelerde, insan kavramı o kabileden olanları kapsar. Onları biyolojik

olarak başka insanları öldürdüklerinde ve hatta onları yediklerinde insanları yemezler.

Başka canlıları öldürmüş ve yemiş olurlar. Ama onlar örneğin, bir ayı ya da kurdun

soyundan geldiğin rüşünen bir kabile ise, siz bir ayı ya da geyik öldürdüğünüzde insan

oldürmüş olursunuz.

5) Bu bakımdan, yamyamlık ya da kanibalizm kavramı, başka toplumları modern

toplumun insan kavramıyla tanımlamaktır. Tarihte kanibalizm ya da yamyamlık

yoktur.

6) Bir cinayetin nedenlerinden söz ettiğinizde onun ancak hukuki düzeydeki nedenleri

söz konusu olur.

7) Sosyoloji bir öldürme olayının nedenlerini araştırmaya cinayet sözcüğü ile

başlayamaz.

8) Sosyoloji, o öldürmeye niçin cinayet dendiği, nerede cinayet dendiği, o öldürme

olayının ardındaki nedenler ile uğraşır. Çünkü biliyoruz ki, her öldürmeye cinayet

denmemektedir toplumda. Bir taraf için cinayet olarak tanımlanan diğeri için

ulaşılmaz bir kahramanlık olarak da görülür savaşlarda olduğu gibi. Sosyoloji niçin

aynı olguya bir tarafın böyle, diğer tarafın öyle dediğini araştırır.

106

9) Soykırımın nedenlerinden söz ettiğinizde, bir cinayetin nedenlerinden söz etmiş

olursunuz. Dolayısıyla daha baştan olguya belli değer yargılarıyla bakıyorsunuz

demektir.

10) Sosyolojinin konusu, işte tam da bunu açıklamaktadır; yani niye böyle nedenler

araştırılırken

11) Bunu araştırmaya başladığınızda, şunu görürsünüz: her hangi bir olguyu şöyle veya

böyle tanımlamanın ardında farklı toplumsal grupların çıkarları yatmaktadır. Her

toplumsal grubun ya da sınıfın ortak kabul edeceği, evrensel kavramlar yoktur.

***

Ermeni jenosit veya katliamı hakkında bunu bir istisna gibi görme eğilimi var. Ne

yazık ki bir istisna değil ve bir çok kereler başka yerlerde de yaşanmıştır ve

yaşanmaktadır ve de böyle giderse yaşanacaktır. Balkan savaşlarının sonundaki

arındırmalar, 1925’teki mübadele, Yahudiler, Çingeneler, Ezidiler ve diğerlerine

yapılanlar, Yugoslavya ve Afrika’da olanlar, yakında muhtemelen Orta doğu’da

yaşancaklar.

Deniliyor ki, işte bu özür dilenirse bir daha olmaz. Ya da hafızadan silinmezse bir

daha olmaz. Bunlar çocukça görüşlerdir ve sadece iki örnek bunların geçerli

olamayacağını gösterir.

o Yahudiler oluşturdu bir bakıma bu günkü İsrael devletini. Ama İsrael'i bir ırk

ve kan temelinde tanımladıkları için, Araplara karşı soykırımı ve ayrımcılığı

bizzat kendileri yapıyorlar.

o Bir başka örnek. Modern holocoustu yapan Almanya’dır. Yurttaşlığı hala

büyük ölçüde kana dayanmaktadır. Bunu da esnettiler ama ilkesel olarak

reddetmediler. Sadece ikisadi ihtiyaçlar nedeniyle genişlettiler.

Demek ki, sorun bunu mahkum etmek değildir. Mahkum etmek veya özür dilemek

üzerinden yapılan bir tartışma hiçbir şekilde yeni jenositlerin olmasını engeleyemez.

Sorun bunun nedenlerini ortaya çıkarmak ve o nedenleri yok etmektir. Nedenler

derken tek bir olayın nedenleri değil.

o Konuyu tek bir olay olarak ele aldığınız sürece, nedenler hakkında

yanılınabilir. Örneğin İttihat ve Terakki veya belli bir yönetici kliğin, veya

kimi koşulların olağanüstü bir çakışmasının özel bir soncu gibi görülebilir bir

tür olaylar.

107

Halbuki bu tür olayların tamamına genel olarak baktığımızda böyle olmadığını

görürüz. Onun nedenleri derindeki nedenleri ortaya çıkarılmalıdır. Bu daha başka bir

toplumsal sistem demektir.

Dolayısıyla nedenler üzerine yapılan tartışma aslında bu güne ve geleceğe ilişkin bir

tartışmadır. Eğer ufkunuz ulusçuluğun dışında bir var oluş kabul etmiyorsa, hatta bir

dile, dine, etniye, soya dayanan bir ulus biçiminden başka bir var oluş düşünmüyor ve

tasavvur etmiyorsanız, sizin jenositlerle nasıl mücadele edileceğine ilişkin anlayışınız

bir özür dileme veya suçluyu cezalandırma gibi biçimlerde olacaktır.

Ama örneğin, nisbeten demokratik bir ulusçuluktan yana iseniz, yani ulusu, her hangi

bir dil, din, etni ile tanımlamayı reddeden ve belli bir toprak parçasında yaşayan

insanlar ile tanımlayan bir ulusçuluktan yana iseniz, nedenler hakkındaki görüşleriniz

çok daha farklı, cinayetleri bu gerici ulusçuluğun sonucu olarak görme eğiliminde

olacaksınız demektir.

Ama eğer sorunu sadece demokratik ulusçuluk değil, genel olarak ulusçuluk, ister

demokratik, ister gerici ulusçuluk olsun, bunun kendisinde görüyorsanız, yani modern

toplumun kendisinde ve her türlü en demokratik biçimiyle bile ulusçuluğun özel bir

sorun olmasını savunuyorsanız, o zaman bunun temellerini, bizzat modern toplumun

kendisinde bulursunuz.

o Örneğin holocoustu böyle açıklayanlar var. Diyor ki, o insanlar işlerini

yapıyorlardı.

Am bu nedir aslında? Bu ayrımın kökeninde ne vardır? Nasıl olmaktadır da sıradan

insanlar hiçbir sorumluluk duymadan makinanın basit bir dişlisi olarak bu işleri

yapmaktadırlar?

Bunun kökeninde hayatın farklı alanlarının birbirinden ayrıldığın görürsünüz. İş

vardır, özel, vardır, politik vardır, dinsel vardır, seküler vardır. Burnların her birinin

ayrı ayrı kuralları olduğu düşünülmeaktedir.

Moden toplumun özü tam da budur. Bu ayrımın kendisi bunu meşru

kılmaktadır.

Eskiden insanların kendisine göre bütün davranışlarını tanımladıkları "nesnel akıl" da

denebilecek tanrılar vardı. İnsanlar Allah için yaşıyorlar, onun için yemek yiyorlar,

onun için ölüyorlardı. Aslında Allah bir toplum ve o toplumsal düzenin kendisiydi.

Şimdi sevişirken kendisi için, çalışırken ailesi için, ölürken ulusu için vs. yapıyorlar

bu işleri.

Bu korkunç bir biçimde insanların davranışlarına yön verecek bir kerteriz noktasını

yitirmesine yol açmaktadır. İnsanlar görevlerini yapmaktadırlar.

108

ÖÖzzüürr DDiilleemmeenniinn SSoorruunnllaarrıı vvee HHeerr şşeeyyee RRaağğmmeenn NNiiççiinn KKaammppaannyyaayyaa DDeesstteekk??

"Özür Dileme" bir özne açısından bir hatayı kabullenme, bir otokritik yapmadır. Başka bir

özne açısından başka bir özne için özür dilemek veya otokritik yapmak anlamsız olur.

Papalığın veya Muaviye'nin cinayetleri yüzünden bir ateistin özür dilemesi saçma olur. Bu

cinayetlerden dolayı bir özeleştiriyi bir Papa veya bir Halife veya herhangi bir Katolik veya

Sünni Müslüman yaparsa anlamlı olabilir.

Bu Özür Dileme kampanyası da, kendini Türklükle özdeşleştirmeyenleri, Papalığın veya

Muaviye'nin cinayetleri yüzünden özür dileyen bir Ateist durumuna düşürmektedir.

*

Gerçek bir demokrat, bir ulusun bir dille, bir dinle, bir soyla, bir tarihle, vs. tanımlanmasını

reddeden insandır. Yani hem ulusun Türklükle (veya her hangi bir dille, dinle, tarihle vs.)

tanımlanmasını kabul edip hem de demokrat olunamaz. Bu ırkçı demokratlık veya kapitalist

sosyalizm gibi bir saçmalıktır. İnsan hem bir Türk hem de Demokrat olamaz.

Neden?

Ulusçuluk, "politik olan ile ulusal olanın çakışmasını" kabul etmek ve savunmaktır.

Ulusçuluğu belirleyen, ulusal olarak belirlenenin politik olanla çakışmasını savunmaktır.

Ulusal olan pek ala, bir dil, din, tarih, kültür vs. ile tanımlamaya karşı da tanımlanabilir.

Bu demokratik bir ulusçuluk olur. Böyle bir ulusçuluk savunulmadan demokrat

olunamaz.

Nasıl hem laikliği savunup hem de Diyaneti savunmak olamazsa, hem ulusun Türklükle

tanımlanmasını kabullenmek hem de Demokratlık olamaz

*

Diyelim ki bir mucize gerçekleşti ve Türkiye'de bir demokratik devrim oldu. Anayasa'dan

ulusun tanımına ilişkin bir dil, tarih, ırk vs. göndermesi yapan bütün kavramlar, tıpkı gerçek

laik bir ülkedeki dinler gibi, çıkarıldı. Tamamen nötral, örneğin "Ön Asya Demokratik

Cumhuriyeti" gibi bir isim alındı. Ulusu tanımlayan dil olmayacağından herkese ana dilinde

eğitim, temel bir yurttaşlık hakkı olarak belirlendi. Tarih kitaplarından bir dile, dine, soya

dayanan ulusçuluğun tarihleri de çıkarıldı. Genel bir insanlık tarihi ve uluslar tarihi okutulur

oldu.

Elbet bu ülkede kendini Türk, Kürt vs. olarak tanımlayanlar olur ama bunun gerçekten laik bir

ülkede farklı dinlerden oluştan bir farkı bulunmaz. Yani bunların politik bir anlamı olmaz;

bu o insanların özel sorunu olur. Kendini Türk olarak kabul edenler, elbette, Türklerin tarihine

ilişkin dernekler kurabilirler yayınlar yapabilirler. Örneğin kimileri Türklerin insanlığı

kurtarmak üzere Uzaydan geldiği, onların aslında hafızasını yitirmiş Ermeni ve Rumlar

olduğu şeklindeki görüşlerini yaymak üzere kendi Türk Tarih ve Dil kurumlarını kurabilirler.

Tabii bunları sadece Türkler değil, Kürtler vs. de yapabilir. Ve isteyen üç kişi bir araya gelip

109

yeni uluslar da kurabilirler. Tabii tıpkı ateistler gibi, kendini herhangi bir "ulus"tan görmeyen

"ulussuzlar" da bütün bunların saçma olduğu üzerine, tıpkı gerçekten laik bir ülkedeki

ateistler gibi kendi yayınlarını ve derneklerini kurabilirler. Devletin görevi bu inanç ve

düşünce farklarını ifade özgürlüğünü garanti etmek olur.

*

Böyle bir demokratın, bu özür dileme metnine imza atması kendini inkar anlamına gelir.

Çünkü demokrat olmanın koşulu katliamlara yol açan gerici ulusçuluğu ret ve ona karşı

mücadeledir. Reddettiği ve kendisine karşı mücadele ettiği bir anlayış adına ya da o anlayışı

savunuyormuş gibi özür dilemek, başka bir anlama gelmez.

Bu metin demokratları çok kötü bir açmazla karşı karşıya bırakmaktadır. Bu metni yazanlar

demokratların da bu "Büyük Felaketi" mahkum etmek isteyebileceklerini hiç

hesaplamamışlardır veya böyle bir ulusçuluk ve demokrasi anlayışı olabileceğinden

bihaberdirler. İnsanları belli bir özneye hapseden "Özür Dileme" yerine herkesin kendi

öznesini özgürce belirleyeceği "Mahkum Etme" gibi bir fiili koysaydılar Demokratları böyle

bir açmaza düşmekten kurtarmış olurlardı.

Bir Demokrat özür dilese, Papalığı mahkum eden ve ona karşı mücadele veren bir Protestanın

Papalığın işlediği cinayetlerden dolayı özür dilemesi gibi bir pozisyona düşer.

Özür dilemese, şu gericinin gericisi devlete karşı bir muhalefet hareketinin dışında kalmış

olacaktır.

Ne yapsın?

*

Peki neden bu metne imza atıyorum?

Öncelikle kavramların gerçek anlamları ile onlara yüklenen farklı anlamlar arasındaki

ayrım nedeniyle.

Özür metnini imzalayan ve özür dileyen bir çok insan için, bu özür dileme, vicdanları sızlatan

bir olayı mahkum etme, kurbanların acısını paylaşma, Türk Devletini bu olayı inkardan

vaz geçmeye zorlamak için bir baskı uygulama, ırkçı ve kana dayanan Türk

Milliyetçiliğine karşı duruşu ifade etme gibi anlamlara sahiptir.

Bu anlamda "Özür dileme"ye pek takılmamak gerekir.

Ezilenlerin mücadelelerinde bir çok kereler görüldüğü gibi, yanlış bir teorik içerik, tarihsel

ve sosyal olarak doğru ve haklı bir duruşun aracı olabilir.

Örneğin "Emekten yana" sloganı teorik olarak burjuvaziden yana anlamına gelir ve çok

yanlıştır; ama insanlar bununla "İşçiden yana" demek isterler veya öyle söylediklerini

sanırlar.

Her şeyden önce bu nedenle imzalıyorum.

*

110

Diğer gerekçem pedagojiktir.

Toplumsal mücadelelerde insanlar ve farklı gruplar aynı hızla aynı tecrübeleri yaşamazlar.

Arkadan gelenlerin ya da "okula" yeni başlayanların eğitimi gibi ciddi bir sorun vardır.

Yukarıdan, "bu yanlıştır, doğrusu şudur" demek, çoğu kez tepki yaratır. Bunun yerine, bir çok

durumda, o yanlışın yanlış olduğunu bile bile, bir yandan yanlış olduğunu söylerken diğer

yandan o biçim olarak yanlış ama içerikte doğru ve haklı davranışı birlikte yapmak ve o

insanların kendi deneyleriyle bu yanlışı görmelerinin daha hızlı ve daha az kayıpla

gerçekleşmesine çalışmak çok daha verimli sonuçlar doğurabilir.

Bu nedenle, Irkçı ve gerici milliyetçi Türk Devletinin politikalarına karşı haklı olanın,

ezilenlerin yanında olduğu için, ne kadar yanlış gerekçelendirilirse gerekçelendirsin,

imzalıyorum.

*

Bir diğer neden, Türk veya bir ulustan olmamanın zorluğuyla ve istemeden paylaşılan

imtiyazlarla ilgilidir.

Fikirler ağızdan çıktığı andan itibaren farklı çıkarların ve toplumsal konumların savunmasının

aracına dönüşürler ve içerikleri hiç akla gelmeyecek anlam kaymalarına uğrar.

B. Anderson'un "Hayali Cemaatler" kavramı, en demokratik görevlerden bile kaçmanın,

özellikle "Kürt sorunu"ndan kaçmanın bir aracı olmuştur.

Buna göre "Uluslar hayali cemaatlerdir, ben Türk değilim kendimi öyle hissetmiyorum"

dediğiniz andan itibaren, o "hayali" cemaatin dışına çıkıp, ulusçuluk dışı bir pozisyona

geçebilir ve örneğin Kürtlerin mücadelelerini "Ulusçudur, ben ulusları reddediyorum ve her

türlü ulusçuluğu mahkum ediyorum" diyerek tarafsız kalma hakkını elde edebilirsiniz.

Ama "Hayali Cemaatler"in yazarının da dediği gibi bu ulus denen "hayali cemaatler" "Politik

cemaatler"dir. Yani devlete ilişkin cemaatlerdir. Yani kanla, şiddetle, demirle, çelikle, tankla

tüfekle, hapisle, karakolla var olan cemaatledir.

Yani "ben Türk değilim" diyerek Türklükten kurtulmak öyle kolay değildir. Bu Türklüğün

politik bir anlamı olmadı Demokratik Bir Cumhuriyette mümkün olur. Ulusu Türklükle

tanımlamış bir ülkede Türklükten ayrılmak çok zordur.

Türk olmamak için, bu devletin hüviyetini yırtıp atmanız; bu devlete vergi vermemeniz; onun

okullarına gitmemeniz; pasaportunu, polisini, ordusunu, mahkemelerini, yasalarını

tanımamanız vs. gerekir en azından.

Bütün bunları yaptığınızda Türk olmadığınızı söyleyebilirsiniz.

Ama bunları yaptığınızda, en iyi ihtimalle bir hapishane hücresinde, tımarhanede veya

mezarda olursunuz. Bu "hayali cemaat" size şiddet araçlarıyla nasıl politik olduğunu gösterir.

Yani Türk olmamak, hatta bugün dünyada her hangi bir ulustan olmamak olanaksız

derecesinde zordur.

111

"Ben Türk değilim, her hangi bir ulustan değilim" diyenlerin yaptığı, kelimei şahadet getirip,

namaz kılıp, oruç tutup, zekat verip hacca gidip ondan sonra da ben Müslüman değilim

demeye benzer.

Dolayısıyla ben elimde olmadan Türk'üm. Ve Türk olduğum için Türk olmanın imtiyazlarını

yaşarım. Türklüğün sefasını sürüyorsam, cefasını da çekmem gerekir.

Türklüğün imtiyazları olur mu? Evet.

Diyelim ki ırk ayrımcılığının olduğu bir ülkede ırk kavramına ve ayrımcılığına karşı bir

beyazsınız. Bu bir beyaz olarak beyazların yaşadığı imtiyazları yaşamanızı ortadan kaldırmaz.

Yani yolda giderken bir siyahın duyduğu korkuyu ve güvensizliği dumazsınız vs..

Bir baskı uygulanırsa bu sizin derinizin renginden dolayı değil fikirlerinizden dolayı olacaktır.

Özetle ırkçılığa karşı mücadele eden bir beyaz olmanız sizi beyazlığın imtiyazlarından azade

kılmaz.

Türk olmak da böyledir. Ne kadar ulussuz olursanız olun, kendini Türklükle tanımlamış bir

devlette Türk olmanın imtiyazlarını yaşarsınız. Eğer bir parça demokratsanız, "bu imtiyazları

yaşıyorsam bunun kefaretini de ödemem gerekir" demeniz ve en azından böyle bir bildiriye

bir şekilde destek vermeniz gerekir.

*

Ve elbette, bütün yanlışına rağmen, bu "Büyük Felaket"i tekrar tartışma konusu yapabileceği,

bunun en yanlış ve saçma biçimde tartışılmasının, gündem oluşturmasının bile Türk devleti

için bir yenilgi anlamına geleceği için, unutmaya ve unutturmaya karşı bu nesnel işlevi

nedeniyle, tamamen taktik gerekçelerle de imzalamayı destekliyorum.

*

[email protected]

112

TTaarriihh vvee DDeemmookkrraassii

Tarih'in geçmişle değil bugünle ilgili olduğu; Tarih üzerine tartışmaların aslında geçmiş

üzerine değil bu güne ve geleceğe ilişkin programlarla ve tasavvurlarla, dolayısıyla da bu

program ve tasavvurları şekillendiren, onların ardındaki sınıfsal konum ve çıkarlarla iligili

olduğu bir "Lapalis hakikati"dir.

Ama sadece bu kadarı eksik bir doğrudur. Bunun daha da doğrusu, bugünün ve geleceğin

aslında geçmişte şekillendirildiğidir. Geçmişi başka türlü ele alıp anlatmayan hiçbir hareket

bugünün mücadelelerini ve geleceği başka türlü şekillendirememiştir ve şekillendiremez.

Bu geçmişte böyleydi, bugün de böyledir ve gelecekte de böyle olacaktır.

Her mitolojik hikaye bir tarihtir. Ve bugün bilinen bütün mitolojiler, aslında artık bilinmeyen

veya unutulmuş tarihlerin yerine başka bir tarih yazımlarından başka bir şey değildir. Örneğin

Kadınların ezilmesi için önce tarih yeniden yazılmıştır; ana tanrıçalar birer meduza

yapılmıştır. Tanrıların kavgaları ve ilişkileri toplulukların ve toplumsal sınıfların kavgaları ve

ilişkilerinden başka bir şey değildir.

Akdeniz ve Ortadoğu havzasında, dünyanın en elverişli ulaşım koşulu olan denizin (Akdeniz)

sağladığı müthiş ticaret olanağının mümkün ve gerekli kıldığı tek tanrılı dinlerin kitapları,

aslında, aydınlanma tarihçiliğince mitoloji diye tanımlanacak, tarihlere karşı başka bir tarih

yazımından, dolayısıyla başka toplumsal ilişkilerin örgütlenmesinden başka bir şey değildi.

Klasik Akdeniz uygarlığının tek tanrılı dinleri, önceki tarihleri ("mitolojileri") yok edip,

örneğin "klasik Greko Romen mitolojisinin", yani tarihinin yerine "Peygamberler Tarihi"ni;

Kaos, Kozmos, Kronos vs. yerine Allah, Adem ve Havva'yı; Tanrılar yerine Peygamberleri

anlatırken sadece başka bir tarih yazmıyor; bu tarih aracılığıyla başka bir topluluk tanımlıyor,

başka bir toplumsal düzen kuruyor, yani geleceği geçmiş aracılığıyla şekillendiriyordu.

Aydınlanma da, yani şu modern toplumun din olmadığını söyleyen dini de, kutsal kitapların

tarihine karşı kendi tarihini yazdı. Bu tarihi yazarken kutsal kitapların anlattığı tarihi "İnanç"

sorunu olarak akıl dışına sürdü ve karanlık bir ortaçağ kavramıyla bu tarihi cehenneme

yolladı.

Sosyalist hareket de bu yasanın dışında değildi, daha doğarken, aslında farklı bir tarih

anlayışını taslaklaştırarak (Tarihsel maddecilik) geleceği şekillendirmeyi deniyordu. O

gelceğe ilişkin bir program olarak aslında başka bir tarih anlatarak yola çıktı.

Aydınlanma humanizmi karşısında ulus gericiliği de aynı şekilde tarihi birer uluslar tarihi

olarak yazarak ulusları kurdu ve geleceği şekillendirebildi. Örneğin bir Türk tarihi yazılmadan

bir Türk Devleti ve Türk Ulusu olamazdı.

O halde, Türkiye'de demokratik hareket eğer gelişmek ve bir başarı kazanmak, bu günü ve

geleceği şekillendirmek istiyorsa, önce demokratik bir tarih yazmak zorundadır. Tarih

demokratik olmadan bugün ve gelecek demokratik olamaz.

113

Demokratik hareketin zayıflığı aynı zamanda demokratik bir tarih olmamasında yankısını

bulmaktadır ya da tersinden demokratik bir tarihçiliğin yokluğu demokratik hareketin

zayıflığının en önemli nedenlerinden biridir.

*

Demokratik bir tarihi yazabilmeye en yatkın güçlerin işçi hareketi ve sosyalist hareket olması

gerekir.

Ama bu hareketler Demokratik bir tarih yazmamışlar ve yazamamışlardır. Bırakalım

demokratik tarihi kendi kendi sosyalist tarihlerini bile Türk ulusçuluğunun tarih kavramı

içinde tanımlamışlar; Türk tarihi ile bir mücadeleye girmemişlerdir.

Örneğin Türkiye sosyalist hareketi ve işçi hareketi hep Müslümanlarla ve Türklerle

başlatılmıştır. İstisnasız Türkiye'deki bütün sosyalist akımlar, Türkiye'de sosyalist hareketi

TKP ve onun Bakü kongresiyle başlatırlar. Osmanlıdaki sosyalist akımlar ve hareketler birer

tarih öncesi olarak bile pek ele alınmaz. Bunlar birkaç akademisyenin ilgi alanı dışında yer

bulamazlar. Türkçeyle ve Türklükle tanımlanmış bir ulusla kendini başlatan bir sosyalist

hareket, en gerici ulusçuluğu yeniden üretmekten başka bir şey yapamazdı. Bırakalım

sosyalisti bir yana, demokratik bir tarihçilik ise, bu tarihi ulusu Türklük, vs. ile tanımlayan

tarihçiliklere karşı hareketlerle tanımlar ve başlatırdı. yani örneğin, Türkiye Komünist

Partisi'nin Bakü kongresi değil, Komünist Manifesto'nun ilk Ermeniceye çevrilişi bu modern

sosyalist hareketin başlangıç noktası olurdu. Böyle bir başlangıç noktasının kendisi bile var

olan Türk devletine ve ulusçuluğuna karşı bir mücadele anlamı taşır; sosyalistler gerici

ulusçuluğun yeniden üreticileri olmazlardı.

En tutarlı demokrat olan ya da olması gereken sosyalist ve işçi hareketi, demokratik tarihi de

örneğin Mithat Paşa veya İkinci Meşrutiyet ile değil; Selanikli işçilerle, Balkanlardaki

devrimci demokrat ve sosyalist akımlarla ve köylü çetelerle, Ermeni sosyalist hareketiyle,

Velestinli Rigasla, Tigran Zaven'le, Tevfik Fikret ile başlatırdı.

Böyle bir tarihe dayanan bir sosyalist ve Demokratik hareket, mitinglerde, anma

toplantılarında, bu cılız ama nitelik bakımdan son derece önemli demokratik öncülerin

isimlerini ve resimlerini taşır, onların unutulmasına karşı anmalar yapardı. Bu takdirde anma

toplantıları birer Pazar vaazı, birer ruhsuz seremoni olmaktan çıkar her biri demokrasi

mücadelesinin bir savaşı olurdu.

Böyle bir tarih, Balkan uluslarının kuruluşunu, Ermeni katliamlarını, Mübadeleleri, Türkiye

Cumhuriyetinin kuruluşunu birer "ilerici" demokratik dönüşüm veya devrim değil,

aydınlanmanın demokratik ideallerinin terki ve gerici ve karşı devrimci hareketler olarak

anlatırdı.

Böyle bir tarih içinde, Mustafa Suphi'lerin kurduğu Türkiye Komünist Partisi, Ulusu

Türklükle tanımlayan bu gericiliğin ve karşı devrimciliğin sosyalist harekete sızması ve ele

geçirmesi olarak görülürdü.

114

Böyle bir tarih, İkinci Meşrutiyet için yapılan askeri ayaklanmayı, Osmanlı devlet sınıflarının

demokratik harekete karşı bir manevrası; bütün Balkanları sarmış devrimi bastırmak için onun

başına geçme ve daha sonraki İttihat Terakki'nin darbesini bunun sonuca ulaşması ve karşı

devrim olarak anlatırdı.

Sosyalist ve Demokratik hareketin böyle bir geleneğe dayandığı yerde, Kürtler üzerindeki

baskıya karşı demokratik ve devrimci direniş, devrimci ikonografisini, Ergenekon benzeri

Kava efsaneleriyle değil, bu topraklardaki Demokratik mücadelenin ilk başlatıcılarıyla, yani

Velensinli Rigaslarla, Tigran Zaven'lerle kurardı. (Kürt hareketinin zaten Kemal Pir'ler

aracılığıyla bu eksikliği bir parça olsun gidermeye çalışmaktadır ve bu çabalar o demokratik

karakterin bir yansımasıdır.)

Bir insan hem Demokrat hem de Türk, Kürt vs. olamaz. Demokrat her şeyden önce, bir

ulusun bir dille, bir tarihle, bir soyla, bir etniyle tanımlanmasını reddeden; bunların bütünüyle

özele ilişkin olmasını savunan olabilir.

Türkiye'nin demokratları, Türkiye'nin laikleri gibidirler. Laikler nasıl Diyanet işleri, İmam

hatipler, din dersleri vs. gibi gerici ve anti laik bir kurumların varlığı ile laiklik arasında bir

sorun görmeyen ve hatta bunu laiklik olarak tanımlayan anti laiklerse; Türkiye'nin

demokratları da ulusun ve devletin, Türklük ile tanımlanmasında, resmi dilinin Türkçe

olmasında, Türk tarihi okutulmasında sorun görmeyen kendini Demokarat sanan anti

demokratik Türklerdir.

Türklüğü (ya da Kürtlüğü veya başka bir soyu, tarihi, dili vs.) kişinin bütünüyle özel sorunu

yapmayı hedeflemeyen, ulusu bir dil, bir tarih, bir din, bir etni vs. ile tanımlamayı

reddetmeyen bir demokratik hareket olamaz.

Demokratik bir devlet Türk Devletinin, Demokratik bir ulusçuluk gerici ulusçuluğun yerini;

demokratik bir ulus Türk ve Kürt uluslarının yerini ancak, Tarihi Türklerin, Kürtlerin,

Ermenilerin değil; Demokratlarla, Türklerin, Kürtlerin, Ermenilerin mücadelesinin tarihi

olarak yazdığında, alabilir.

Bunun haricindeki bütün değişimler, demokrasi değil, bu günkü gericiliğin kendini zamana

uydurmasından ve ömrünü uzatmasından başka bir anlama gelmez.

17 Mart 2009 Salı

Demir Küçükaydın

[email protected]

http://www.demirden-kapilar.org

http://www.koxuz.org

115

Son Dönem İnternette Yazılanlar

SSaarrkkiiss HHaattssppaanniiaann’’ıınn ““HHooccaallıı KKaattlliiaammıı”” iillee İİllggiillii YYaazzııssıı,, GGaazzii KKaattlliiaammıı,,

EErrggeenneekkoonn,, GGüünn ZZiilleellii vvee MMiilllliiyyeettççiilliikk ÜÜzzeerriinnee

23 Nisan çocuk bayramının, kendisinin unutturulması için koyulduğu ve çocukların

masumiyetinin de kendisine kurban edildiği 24 Nisan Ermeni Katliamının yıl dönümü yine

geliyor.

Sol veya Sosyalist örgütler, artık kendilerinin bile “görücüye çıkmak” diye tanımladıkları, 1

Mayıs gösterileri için toplantılar, kimin nerede nasıl yürüyeceğine, nasıl güçlü ve etkili

görüneceklerine ilişkin ince hesaplar ve pazarlıklar yaptıkları toplantıları sürdürüyorlar. Ama

24 Nisan bunların içinde hiçbir yer tutmuyor. Belki bir iki küçük sol örgütün ve birkaç bireyin

bir uğraşı olarak kalıyor.

Aslında Türkiyeli sosyalistlerin ve İşçilerin, 1 Mayıs’ın da tıpkı 23 Nisan gibi, 24 Nisan’ı

unutturmanın, gizlemenin, gündemden düşürmenin ve bizzat 1 Mayıs’ın kendisini

anlamsızlaştırmanın bir aracı haline dönüştüğünü görüp, 1 Mayıs’ı 24 Nisan’da yapmaları ve

1 Mayıs’ı gerçek 1 Mayıs’ın özünde bulunan mesaja tekrar kavuşturmaları beklenirdi. Ama

onlar böyle “milliyetçi” dalaşmalarla uğraşmayacak kadar derin “Enternasyonalist”tirler.

Marksizm’e göre gerçeklik somuttur. Bu her şeyin her an kendi zıddına döneceği, bugün

doğru olanın bir anda en büyük yanlış olacağı veya olabileceği anlamına gelir.

Artık 1 Mayıs’ı 1 Mayıs’ta kutlamak, kendi zıddına dönmüş, Türkiye’deki demokrasi, hak ve

eşitlik mücadelesine hizmet etmekten çıkmış bulunuyor. 1 Mayıs artık açıkça 24 Nisan’ı

örtmenin, gündemden düşürmenin, bilinçlerden uzak tutmanın bir aracına dönüşmüşken; 24

Nisan egemenler ve anti demokratik güçler için 1 Mayıs’tan bin kere daha patlayıcı bir

özelliğe sahipken; 1 Mayıs’ı 1 Mayıs’ta kutlamakta ısrar etmek, bu politikanın basit bir aracı

olmaktan başka bir sonuç vermez.

1 Mayıs’ı 24 Nisan’da yapmalı. En azından demokratlar, sosyalistler, “24 Nisan Ermeni

Katliamı en azından vicdanlarda mahkum edilmedikçe, bu topraklarda bir matem ve utanç

günü olarak anılmadıkça, 1 mayıs’ı 1 Mayıs’ta kutlamak bizlere haram olsun” diyerek 1

Mayıs’a gerçek politik anlamını, işlevini; enternasyonalist, demokratik ve eşitlikçi anlamını

tekrar kazandırabilirler.

Bu vesileyle tüm Türkiye’nin sosyalistlerini bu konuyu tartışmaya, gündeme almaya ve böyle

davranmaya davet ediyorum.

Şu an belki çok geç. Ama hala yapılabilecek bir şeyler olabilir.

116

Örneğin bu 1 Mayıs’ta 1 Mayıs’ın bütün sloganları, 24 Nisan katliamı üzerine yapılabilir.

Örneğin, “Bugün 1 Mayıs değil 24 Nisan!” diye bir slogan bu 1 Mayıs’a damgasını vurabilir.

Ve gelecek yıllardan itibaren 1 Mayıs gösterileri 24 Nisan’larda yapılabilir.

*

Ermeni katliamı, kimin ne ölçüde demokrat olduğunu anlamak ve ölçmek için en sağlam ve

şaşmaz mihenk taşıdır. Bu nedenle, Türkiye’deki demokrasi mücadelesi, ancak bu katliamın

damarı üzerinden yürüyebilir.

Tarih tarihle ilgili değildir. İnsanlar Tarih aracılığıyla bugünün mücadelelerini yürütürler ve

geleceğin toplumunu kurarlar. Ermeni katliamını gündeme taşımadan, onun nedenlerini

açıklamadan ve bunları mahkum etmeden, böyle bir tarih okullarda okunur bir tarih olmadan

Türkiye’de demokrasiden söz etmek, bir kandırmacaya katılmaktan veya alet olmaktan başka

bir anlama gelmez.

O demokratik ülkede ve tarihte, örneğin Türkiye’de Sosyalist ve Komünist hareketin tarihi

1920’de TKP’nin Bakü Kongresi’nde başlamayacaktır, Taşnak, Hıncak, Selanik İşçiler Birliği

vs. nin kuruluşu ile başlayacaktır. Mustafa Suphi’lerin yerini Balkanlı sosyalistler, Varteks

Efendi’ler, Tigran Zevan’lar alacaktır. Modernleşme ile gelen Demokratikleşme mücadelesi

Şinası, Namık Kemal, Ziya Paşa vs. ile değil; Velensinli Rigas ile başlayacaktır örneğin. İlk

roman, ilk tiyatro, ilk sinema, Müslümanlık ve Türklük üzerinden değil; Osmanlı’da en

azından Tanzimat’tan beri, tüm yurttaşlar kanun önünde eşit olduğuna göre, İlk Rum veya

Ermeni veya Balkanlı yazarların eserleri ile başlayacaktır.

Böyle bir Tarih olmadan, bir demokrasi hareketi ve demokratik bir ülke düşünülemez ve de

Kürt ve Türklerin birbirini boğazlamasının önüne geçilemez. Türkler ancak birer Türk

olmaktan çıkıp birer Demokrat haline dönüştüklerinde Türkiye denen yerlerde Demokrasi

olabilir.

Bunun ilk koşulu da, Türklerin kendi Türklüklerine karşı mücadelesidir. Hz. Muhammet’in

dediği gibi, kendi nefsine karşı savaş, savaşların en kutsalıdır ve en zorudur. Türklerin kendi

Türklüklerine karşı savaş ta böyle kutsal ve zor bir savaştır. Ve bu savaş, her şeydin önce

Tarih ve Kavramlarda verilir. Türkler Türklüğe karşı bir savaş içinde demokrat olabilirler.

Ve bu savaş sadece Tarih’te olmaz. Kavramlarda da yürütülmek zorundadır. Evet

kavramlarda.

O tarih ile birlikte dilin ve kavramların da değişmesi gerekir.

Ermeni Katliamı, Ermeni Katliamı değil, İttihat Terakki’nin Babıali Darbesi ile (hatta Askeri

Bürokratik oligarşinin 1908 ile) başlayan Demokrasinin yok edilmesi savaşının en zirve

noktasıdır, demokrasinin son kalıntılarının ve toplumsal dayanağının katledilmesidir. Yani

sadece bir katliam değil, bir karşı devrimin; halk hareket ve örgütlenmelerinin ezilişinin

zirvesidir. O zaman Tarih: 1908, Babıali Darbesi, Ermeni Katliamı şeklindeki bir karşı

devrimler zinciri olarak görülür. Buna bağlı olarak, bir karşı devrim olarak tanımlanmaya

başlar örneğin.

117

“Ermeni Diyasporası” “Ermeni Diyasporası” değil; Anadolu’nun Diyasporası’dır, bizlerin,

bugünkü Türkiye’nin diyasporasıdır örneğin. Her sözün, her kavramın yeniden tanımlanması

gerekecektir.

Sosyalistler tekrar eski itibarlarına ve toplumun gündemini belirleme güçlerine ancak böyle

radikal bir demokrasinin teorik ve kavramsal öncüleri olarak; politik öncüleri olarak yeniden

kavuşabilirler. Ama bütün bunları yapabilmeleri için de önce Türklüklerine karşı mücadeleye

girip, demokrat olmaya başlamaları gerekiyor. Sanılanın aksine, Türkiye’nin anarsiştleri de,

komünistleri de, kendi öznel yargıları ve özlemleri öyle olsa bile, nesnel olarak demokrat bile

değillerdir. Hepsi Türk milliyetçisidir.

Onlar öylesine gerici bir milliyetçilik anlayışına sahiplerdir ki, örneğin Ermeni katliamının

tanınmasını veya Kürtlerin ayrı devlet kurmalarının veya bireysel haklarının tanınmasının

veya bir Türk tarafından savunulmasının milliyetçilik olmadığını düşünürler.

Onların anlamadıkları şu basit gerçektir, uzun vadeli Türk ulusunun genel çıkarlarını düşünen

bir Türk milliyetçisi de pek ala Kürtlerin haklarını savunabilir ve bunun için mücadeleye

girebilir. Bunun milliyetçilikle çelişen hiçbir yanı yoktur. Bir ulusun çoklarlarının daha

akıllıca savunusundan başka bir şey değildir bu. Bu henüz demokrat olmak bile değildir.

Demokrat olmak için önce ulusun veya ulusların bir dille, bir dinle, bir soyla tanımlanmasına

karşı mücadele etmek gerekir. Yani Demokrat olmak için Kürtlerin haklarını veya Kürtlerin

ayrı bir devlet kurmasını savunmak yetmez; Türklüğün politik bir anlamı olmaktan çıkmasını;

yani ulusun Türklükle tanımlanmasına karşı bir mücadele içinde olmak ve bunu reddetmek

gerekir.

Böylesi yok. Bu nedenle Türkiye’de demokrasi ve demokrat da yok. Bu nedenle sosyalistler

de Anarşistler de aslında birer milliyetçidirler.

Bunu somut bir örnekle görelim. Ama önce olgular ve belgeler.

*

Sarkis Hatspanian’ı Türkiye Sosyalistlerinden pek fazla tanıyan olduğunu sanmıyorum.

Çünkü nerede söz ettiysem, hep hiç bilinmediğini gördüm. İşin doğrusu ben de tanımazdım.

Kim olduğu hakkında Ragıp Zarakolu’nun “Uzak Yakın Ükeden Gelen Mektup” başlıklı

yazısından bir fikir edinilebilir:

“Bu coğrafya’da Ermeni olmanın yükü ağırdır. Ama hem Ermeni hem solcu iseniz bu yük

daha da ağırlaşır. Ocak ayında Ermenistan’ın Vardaşen Mahpushanesi’nden “Acı Bir

Kayıp” bir mektup ulaştı elime. Bir “Çınar”, bir “Eski Tüfek”, “Deli” namıyla maruf Kevork

Yoldaş, sonsuzluğa doğru yelken açan bir tekneyle ayrılmıştı aramızdan.

Hapisliğin en kötü anlarından biri, hep yeniden buluşmayı, kucaklaşmayı hayal ettiğiniz bir

sevdiğinizi yitirdiğinizi öğrendiğiniz andır. Sanki ağır bir tokat yemiş gibi olursunuz,

olduğunuz yerde sallanırken. Hayal ettiğiniz o kavuşma anının asla gerçekleşmeyeceği dank

eder kafanıza. Bir yandan da bir suçluluk duygusu kaplar içini. Keşkeler kovalar birbirini.

İşte o an gerçek mahpusluğun başladığı andır.

118

12 Eylül sonrasından ve onu izleyen Kürt savaşında az insan yaşamadı bu duyguyu

zindanda…

Oğul, yoldaşı saydığı babasının sonsuza intikal edişini şu satırlarla duyuruyordu bizlere:

“Kevork Yoldaş, TKP tevkifatlarından nasibini almış bir hem Ermeni ve hem komünisttir. Hiç

bir koşulda Ermeniliğini de ve komünistliğini de saklamamış, her iki kimliğiyle iftihar etmiş

ve bu niteliklerinden ötürü “T.C” işkencehanelerinden ve cezaevlerinden geçmiş, 1974 “affı”

ile “özgürlüğüne” kavuşmuş bir yoldaşımızdır. Anısı ışığımız olsun!

Sireliner, 1915’te durdurulmak istenen saatimizi tik-tak...tik-tak yeniden çalıştırma görevini

yerine getirmiş neslin temsilcisi, “T.C” mahpusanelerinde Ermeni kimliğini başı dimdik bir

direniş örneğiyle omuzlamayı kader bilmiş, “Düşmana inat bir gün fazla yaşamak” amacıyla

baskı, zulüm ve hakarete maruz kalmayı tek bir defa bile sineye çekmeden hep insanlık

onuruna sadık kalma şerefine nail olarak yaşadığı 81 eziyet dolu senelerine, bir de “Der-

Zor’a ertelenmiş sürgün” 3 göçü sığdırmak zorunda kalmış olan, Kilikya Ermenilerince

“Deli Kevork”, diğer halktan olanlarca “Gavuroğlu” olarak tanımlanmış sevgili babam

Kevork Dzeruni HATSPANİAN, 28 Ocak 2010 günü Köln’de vefat etmiştir. Doğup büyüdüğü

anavatanından uzak ve bize yabancı yerlerde toprağa verilme acısıyla dünyevi yaşama veda

eden babamın ruhu eminim şimdi Adıyaman’dan İskenderun’a uzanan sıradağlarda özgürce

kanatlanıp uçmaktadır. Dürüst, namuslu, onur dolu, hep insanca yaşama arzu ve özlemiyle

çarpmış koskoca bir yürek taşımış babamın anısını yaşatacak, gerçekleştiremediği tüm

rüyalarının da “deli” mırasçısı olmaya çalışacağım ! Sarkis HATSPANIAN “Vardaşen”

Mahpusanesi, Ermenistan – 29 Ocak 2010.””

Yani Sarkis Hatspanian, Komünist bir babanın oğluydu.

Zarakolu, aynı yazıda Sarkis Hatspanian hakkında yazılan ve kendisinin imzaladığı bir

mektubu da aktarıyordu orada da Sarkis Hatspanian hakkında şu bilgiler bulunuyordu:

“(…) Sarkis Hatspanian Türkiye devrimci hareketi içinde yetişmiş, 1980 cuntasından sonra

kovuşturmaya uğramış, tutuklanıp 12 Eylül tezgahında işkence görmüştür. Bunun ardından,

kaçak yollardan ulaştığı ve mülteci olarak yaşadığı Fransa’da kendini geliştirmiş, sanat

dünyasında isim yapmıştı. Ne ki, Ermeni halkının bu yiğit evladı, ülkesinin ve halkının

çağrısıyla Fransa’daki koşullarına sırtını dönüp, Ermenistan’ın kuruluşuna katılmak üzere

halkının yanına koşmuştur. Bu konuda hiçbir özveriden kaçınmadığı da malumunuzdur.”

Bu kısa bilgi, bundan sonra anlatılacakların daha iyi kavranabilmesi bakımından gereklidir.

4 Ağustos 2010 tarihinde şöyle bir e-mail geldi:

“Sayın Demir Küçükaydın, 2008'den beri Ermenistan'da politik tutuklu olarak bulunan,

Garbis Altunoğlu ile aynı okulda okumuş, Kilikya doğumlu Sarkis Hatspanian "Ermeni-Türk

ilişkileri ve İsmail Beşikçi" konulu bir yazı hazırlamaktayken, sayın Sait Çetinoğlu'ndan sizin

"Tersinden Kemalizm" adli çalışmanız hakkında duymuş olduğundan, eğer mümkünse

çalışmanızla tanışmak ister. E-mail adresiniz bize sayın Çetinoğlu tarafından ulaştırılmıştır.”

119

Bunun üzerine kendisine istediği yazıları ilettim. Bu vesileyle Sarkis Hatspanian’ın

çalışmaları varsa okumak istediğimi bildirdim. Bunun üzerine bana bazı yazıları iletildi. Bu

yazıları Köxüz sitesinde yayınlamak istediğimi ilettim. Bu iletime gelen cevap şöyleydi:

“(…) Sarkis yazısının sitenizde yayınlanmasını ister mi, istemez mi onu ancak kendisinden

öğrenip, cevabını size iletirim. Hiç tanımadığım sitenizle merak edip tanıştım, orada

"Demokratik bir Türkiye için" yazıyordu. Sarkis'i oldukça yakinen tanıdığımdan söylüyorum,

onun tırnak içerisine alınmadan Türkiye ifadesini kullanan kişilere karşı özel bir "sevgisi"

olmadığını biliyorum, hatta Türk ve Kürt soluna mensup insanların da hep "sol gösterip sağ

vuranlardan" olduğunu, bir yerine yüz defa şahsen ondan duymuş biriyim. Neyse, isteğinizi

gerektiği gibi ona ileteceğime emin olabilirsiniz.”

Ben de bu aracılık yapan kişiye şu açıklamayı yolladım:

“Cevabınız için teşekkür ederim. Ama bir dikkatsizlik, önyargı veya yanlış anlama sonucu

olduğunu düşündüğüm bir noktayı düzeltmek isterim.

Diyorsunuz ki: "Hiç tanımadığım sitenizle merak edip tanıştım, orada "Demokratik bir

Türkiye için" yazıyordu."

Köxüz sitesinin logosunda "Türkiye" ifadesi bulunmamaktadır. Türkiye diye okuduğunuz

yerde "Cumhuriyet" sözcüğü bulunmaktadır.

Biz burada “Cumhuriyet” sözcüğünü bilinçli olarak kullandık ve “Türkiye” sözcüğünü de

bilinçli olarak kullanmadık. Çünkü biz demokrasinin ancak ulusu hiçbir dile, dine, soya,

tarihe, etniye, ırka hatta bölgeye göre tanımlamamış, aksine bunlarla tanımlamaya karşı

tanımlamış, bunların hiçbir politik anlamının bulunmadığı bir cumhuriyette olacağına

inanıyoruz ve bu nedenle her hangi birini eşitsiz kılacak veya öyle bir anlama gelecek bir

ifadeyi oraya koymadık.

Aslında bu proje yeni değildir ve Tigran Zevan veya Velensinli Rigas veya Tevfik Fikret gibi

aydınlanmacı veya sosyalistlerin de idealiydi. Bir anlamda bu yenilmiş geleneği yeniden

canlandırıp bu günün dünyasında yeniden savunmaya çalışıyoruz.

Benim yazılarımı okursanız bu konunun çok açık olarak savunulduğunu görürsünüz. Elbette

sitenin yazarlarının hepsinin açık olarak böyle bir duruşu yoktur. Ama böyle bir duruşa

kapalı değillerdir.

Ben özellikle uluslar ve ulusçuluk teorileriyle de çok ilgileniyorum ve yazıyorum. Yazılarımı

okursanız bilinenlerden çok farklı bir duruşla karşılaşacağınızı düşünüyorum.

Selam ve Saygılarımla”

Bunun üzerine aracılık yapan bu kişiden şu maili aldım:

“Sayın Demir Küçükaydın, Tekrar merhabalar,

Koxuz web sitesi hakkındaki aydınlatıcı bilgilendirmeniz için çok teşekkürler. Ancak, soyu

kırılmış, köksüzleştirilmiş bir ulusun evlatlarını, Türkiye ya da adı olmayan bir ütopik

demokratik cumhuriyet farklılığına inandırmanız hiç de kolay değil. Yazılarınızın, Sarkis'e

120

ulaştırılmış olduğunu az önce onu ziyaretinden dönen eşinden öğrendim, size çok teşekkür

edip, postayla size yazı yollayabileceği bir adresinizin ona bildirilmesini rica etmiş. Bu

arada, ben de onun bulunduğu cezaevinin posta adresini öğrendim. (…)”

Ezilen bir ulustan, ırktan, dinden, cinsten insanların bu kuşkuculuğu anladığım ve hatta belli

bir dereceye kadar sağlıklı da bulduğumdan bu tartışmaya devam etmedim. Ancak “soyu

kırılmış” “köksüzleşterilmiş” uluslardan söz etmesinin benim açıkladığım ulus teorisi

açısından, ulusların soya, köke dayandığı bir ulus anlayışını yansıtıyordu ki, bu da en gerici

ulusçuluk anlayışlarından biriydi.

Bu vesileyle, şu farka dikkat çekmek isterim. Ulusçuluk konusunda pek ala demokratik özlem

ve programınız olabilir ama aynı zamanda kavramlarınızla hiç de o demokratik ulusçuluğa

uymayan gerici bir ulusçuluk anlayışına dayanabilirsiniz. Yani örneğin, Türkiye’de diyelim,

ulusun her hangi bir dil, din, etni, soy vs. ile tanımlanmasına karşı olabilirsiniz. Ama bunu

“Ulus devletin aşılması” veya sonu veya ulusçuluğun aşılması olarak tanımladığınız an, en

gerici ulusçuluk anlayışını, ifade etmiş ve ona dayanmış olursunuz. Çünkü, ancak, ulusların

dile, dine, tarihe vs. dayanan birimler olduğu anlayışına sahipseniz bunlara dayanmayan bir

ulusçuluğun ulusçuluğun aşılması olduğunu söyleyebilirsiniz.

Yani insan aynı zamanda programatik olarak demokratik bir ulusçuluğu savunurken veya

bunun için mücadele ederken, aynı zamanda gerici bir ulusçuluğa dayanabilir, bunu

savunabilir ve yeniden üretebilir.

Aşağı yukarı bütün Türk solu, hatta dünya solu, hatta esas olarak Marksizm bu çelişkiyle

maluldür.

Bunun nedeni de ulusların ne olduğuna dair tutarlı ve Marksist bir teorinin olmamasıdır.

Ulusçuluğun, ulusal olanla politik olanın çakışması anlamına geldiği türünden bir tanıma

ulaştığınızda, yani ulusçuluğun ne olduğunu anladığınızda; yukarıdaki ulusçuluk anlayışının,

ulusal olanın nasıl tanımlanacağı açısından bir fark olduğunu anladığınızda ancak ulusçu

olmaktan çıkmaya başlarsınız.

Bu nedenle, kişinin kendine sosyalist, enternasyonalist, Marksist ve de Leninist, (ve hatta)

Maoist veya Anarşist veya Müslüman demesi hiçbir şekilde o kişiyi ulusçuluktan azade

kılmaz.

Bu kısa nottan sonra, benim niye aynı zamanda, Köxüz sitesinde aslında benim dayandığım

ölçülere göre milliyetçi ve hatta gerici milliyetçi yazarlara yer verdiğim, hatta neredeyse

bütün yazarların böyle olduğu daha iyi anlaşılabilir.

Yazarların hepsi, bu satırlarının yazarının ulus ve ulusçuluk teorisini bilmediğinden,

okumadığından veya kabul etmediğinden dolayı fiilen en gerici ulus ve ulusçuluk tanımlarına

dayanırlar ve onu yeniden üretirler. Ama aynı zamanda bu yazarlar, kendilerinin ulusçu

olmadığını; ulusçuluğa karşı olduklarını düşünürler ve önlerine demokratik bir ulusçuluğa

dayanan bir somut program koyulsa bunu kabul edip savunmaya eğilimlidirler. Ama bu kabul

121

edip savunmaya eğilimli oldukları şeyin, artık ulusçuluk olmadığını düşündükleri için de aynı

zamanda birer gerici ulusçudurlar.

İşte bu anlayışla, bu demokratik bir özlem içindeki gerici ulusçuların mücadele içinde;

birbirlerini dengeleyerek ve nötralize ederek, fiilen demokratik bir ulusçuluğun oluşumuna

katkıda bulunmalarını; yani her biri gerici ulusçuluğa dayanan demokratik özlemlerin gerici

ulusçuluklarının birbirini nötralize edip, demokratik özlemin ortada biricik artı olarak kalması

için Köxüz sitesinde bütün bunlar yer alır. Bu bir anlamda, yokluk içinden bir demokratik ve

politik bir hareket ve eğilim ortaya çıkarma çabasıdır. Elde var olanla bir şeyler yapmaya

çalışmaktır.

İşte bu çerçevede Sarkis Hatspanian’ın da yazılarını yayınlamak talebimizi iletmiştik. Bizim

açımızdan, Köxüz’ün diğer yazarları gibi muhtemelen o da kendisinin milliyetçi olmadığını

düşünen, ama bizce yine bütün diğer yazarlar gibi aslında gerici milliyetçiliğe dayanan

biriydi. Ama hem Ermeni hem de Hapiste olması nedeniyle, egemen ulusun sosyalist ve

milliyetçi olanlarına göre bin kat daha fazla destek gösterilmesi gerekiyordu. Bu nedenle

kendisinin yazılarını Köxüz sitesinde yayınlamak için izin istiyorduk.

Bu yazışmalardan sonra Köxüz sitesinde sayın Hatspanian’ın hem de çok önemli ve çok güzel

yazılarını yayınladık. Bunlar içinde Doğan Akhanlı’ya bir moral hediyesi olarak yazılmış, bir

Başiktaşlı olarak Beşiktaşlılara bir türlü yayınlatamadığım, nefis “Beşiktaşlı Mehdi’nin

Öyküsü” (http://www.akintiya-karsi.org/koxuz/node/6862); Ermeni sosyalistleri veya

solcuları arasındaki strateji tartışmalarını yansıtan “Hrant’ı Anmak” (http://www.akintiya-

karsi.org/koxuz/node/7466); Türkiyeli sosyalistlerin, 12 Eyül’ün idam ettikleri arasında

saymadığı, bunu eleştiren ve Levon Ekmekciyan’ı anlatan çok önemli “ “Unutulan” Adam”

(http://www.akintiya-karsi.org/koxuz/node/7481) başlıklı yazı; Orhan Bakır’ı ve Türk

sosyalist hareketi içindeki Ermeni devrimcilerin dünyasını anlattığı “Hayali Gönlümde

Yadigar Kalan” (http://www.armenieninfo.net/sarkis-hatspanian/1231-sarkis-hatspanian-

armenak-bakirciyan-ermeni-devrimci.html) başlıklı yazılara özellikle dikkati çekmek isterim.

Bu kısa arka plandan sonra şimdi “Hocalı Katliamı” ve Gün Zileli’nin milliyetçiliği konusuna

gelebiliriz.

Ama önce “Hocalı Katliamı”

*

27 Şubat 2012 tarihinde Sarkis Hatspanian, “yayınlanması” ricasıyla “26-27 Şubat 1992:

Hocalı Katliamı” Yalanının Anatomisi” başlıklı yazıyı yolladı.

Bu yazıyı, önüne küçük bir not koyarak aynen Köxüz sitesinde yayınladık (Yazı şu adreste:

http://koxuz.net/anasayfa/2012/02/28/26-27-subat-1992-hocali-katliami-yalaninin-anatomisi-

sarkis-hatspanian/). Notu ve yazıyı (Yazı çok uzun olduğundan bu yazının sonunda Ek 1

olarak bulunuyor) aynen aktarıyorum. Çünkü “Hocalı Katliamı” konusunun da Türkiye’deki

kamuoyu tarafından bilinmesi çok önemli ve bu konuda Hatspaniyan bir çok ezber bozucu

122

bilgi vermektedir. Not ise, hem kısa hem de bundan sonraki bölümlerin konusu olduğu için

burada.

Yazının önüne koyduğumuz not şöyleydi:

“Köxüz’ün notu:

Sayın Sarkis Hatspanian’dan aşağıdaki yazıyı yayınlanması ricasıyla aldık. Yayınlıyoruz.

Hatspanian bir Ermeni milliyetçisi olmasına rağmen halklara karşı düşmanlık

yapmamaktadır. Türklerden veya başkalarından gelecek yazıları da, aynı şekilde haklara

karşı bir düşmanlık yapmadığı; bir nefret söylemi geliştirmediği; bu yazıda olduğu gibi

olgular ve çıkarsamalarla iknaya yönelik olduğu takdirde tartışmanın bir parçası olarak

yayınlarız.

Böylece umarız Hocalı’da ne olduğu konusu da en azından olgular düzeyinde tartışılır.

Sayın Hatspanian’ın anlattıklarından çıkacak sonuç Hocalı’da aslında Türk faşistlerinin

kaçmak isteyenleri katlettiği, Hocalı’nın kaybının da faşistlerin planını bozduğudur. Bu çok

önemli bir bilgi ve sonuçtur. Ergenekon, Azerbaycan ve Kıbrıs’ta gerçekte neler olduğu

anlaşılmadan anlaşılamaz.

Biz her türlü görüşün açıkça ifade edilmesinden ve birbirlerini delillerle, mantıki

çıkarsamalarla eleştirmesinden ve çürütmesinden yanayız.

Köxüz sitesi”

Böylece aynı zamanda Hükümet ve liberallerin sözümona Ergenekon derken sadece, sivil

hükümete karşı darbe yapanları ve gerçek Ergenekon’a hiçbir şekilde dokunmadığını da teşhir

etmiş de oluyorduk. Çünkü Ergenekon’un gerçek kökleri yerinde durmaktadır ve bunların

üzerine gitmek ne kelime, Hükümet bizzat bu köklerin politikasını savunmaktadır. Bizzat

“Hocalı” mitingi ve bizzat Hükümet’in en önemli bakanlarından biri olan İçişleri Bakanı’nın

bu mitinge katılması, Hükümet ile Ergenekon arasındaki bu ittifakın ve iş birliğinin bir

ifadesidir.

(Sarkis Hatspanian’ın yazısını konuyu dağıtmaması için bu yazının arkasına ek belge olarak

bulunuyor. Okuyucunun burada arkaya atlayıp bu yazıyı okumasını öneririz.)

Hatspanian’ın yazısı ve Mitingten kısa bir süre sonra Sendika Org sitesinde Kemal Erdem

imzalı ““Azerbaycan Darbesi” ve “Gazi Katliamı” arasındaki bağlantı üzerine (Bir “Devlet

Sırrı”nın ya da “Devlet Terörü”nün anatomisi)”

(http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=43587) yazı yayınlandı. Bu yazıya da dikkatimizi

çeken, Sayın Hatspanian oldu.

Bu yazılar Ergenekon’un Azerbeycan ve Türkiye’deki faaliyetlerini çok net bir biçimde

açıklamaktadırlar. Aslında aynı zamanda bu günkü hükümetin, darbecilere karşı tutuklamalar

yapar ve kendi iktidarını emniyete alırken, aynı zamanda en gerici faşist ve ırkçı

milliyetçilerle, yani gerçek Ergenekon’la nasıl fiili bir ittifak içine girdiğini ve Hocalı

123

Mitingi’nin aslında tam da bir kırılma noktası ve bu ittifakı onaylayan ve mühürleyen

bir miting olduğunun en açık belgelerini sunuyorlar1.

Yani Ergenekon’a karşı mücadele her şeyden önce Kıbrıs ve Azerbaycan ve de Kerkük

ve Musul, ya da Kuzey Iraktaki yuvalar ve oradaki Türk devletinin varlığı ve

politikaları üzerinden yapılabilir. Buralara dokunmak ise bu hükümetin yapabileceği veya

yapmak istediği bir iş değildir. Sol ve demokrat kamuoyunun, esas eleştirisini buralara

yöneltmesi gerekir. Sol ve demokrat muhalefet, kamuoyunun dikkatini buraya çekerek,

buradan hem ulusalcıların tuzağına, hem de liberallerin ve hükümetin tuzağına düşmeyen

gerçek demokratik bir muhalefet geliştirebilir.

Bu nedenle bu yazının sonuna koyulan yazılar bir başlangıç olabilir.

*

Bu kısa nottan sonra şimdi yazının önüne koyulmuş bu kısa nota yönelik eleştirilere ve

sosyalistlerin milliyetçiliği konusuna gelelim.

Bu kısa nota ilk eleştiri bizzat Sarkis Hatspanian’ın kendisinden geldi.

Yazıyı Facebook’ta da paylaşmıştık, orada kendisi şu eleştiriyi yaptı:

“Sayın Demir Küçükaydın, yazımı Köxüz sitesinde yayınladığınız için size çok teşekkür

ediyorum, bu davranışınız ile bana bir kez daha gerçek bir aydın ve demokrat olduğunuzu

göstermiş oldunuz. Ancak, bana hayatımda (sadece iki hafta önce 50 yaşıma girdim) ilk defa

birisi, yani siz (bir Ermeni milliyetçisi) demiş olduğuna da çok şaşırdığımı bilmenizi isterdim.

Sizi sadece şahane analitik yazılarınızdan tanıyor ve beğeniyorum, beğenip-beğenmediğinizi

bilmesem dahi... siz de beni yazılarımdan tanıyorsunuz diye biliyorum. Eğer benim sizin de

yayınlayıp-yaygınlaştırdığınız yazılarımda milliyetçilik yaptığım yerleri gösterebilirseniz size

müteşekkir olurum da, mahpusluğumda gösterdiğiniz ve bende hayranlık uyandıran insani

davranışınıza duyduğum çok ama çok büyük bir saygıyla, YURTSEVER olmayı MİLLİYETÇİ

olmaktan ayırt edebilsek daha iyi olur düşüncesinde olduğumu belirtiyor, duyarlı vicdanınıza,

dürüst bilincinize güvendiğimi de peşinen ilan ediyorum. İyi olunuz !”

Biz de sayın Hatspanian’ın itirazına karşı Milliyetçiliğin ne olduğuna ilişkin şu açıklamayı

yaptık.

“Sayın Hatspanian,

Size ilk kez birinin “Ermeni Milliyetçisi” demesine şaşırdığınızı ve “Yurtsever olmayı

Milliyetçi olmaktan” ayırmak gerekitğini yazıyorsunuz.

Aslında böyle bir itirazı beklemiyor değildim. Çünkü son yıllarda bu konu (Milletler ve

Milliyetçilik) üzerine neredeyse küçük bir kütüphane oluşturacak kadar yazmama rağmen,

maalesef bu yazılarım okunmadığı ve kimi okuyanlarca da anlaşılmadığı için (çünkü

milliyetçiler milliyetçiliğin ne olduğunu anlayamazlar) bu tür “milliyetçilik” eleştirilerim

1 20 Nisan 2012 tarihli Radikal’de Orhan Kemal Cengiz “Ergenekon İncirlik” baylıklı yazısında, son dört aydır

Kiliselere ve Hıristiyanlara yapılan saldırıların arttığından söz ediyor. Bu hiç de bir rastlantı değildir.

124

çoğu kişi için şaşırtıcı oluyor. Ancak şunu bilmenizi isterim ki bu öyle geçer ayak söylenmiş

bir eleştiri değildir.

Milliyetçiler milliyetçiliği, aşağı yukarı, başka milletlerin varlığını ve haklarını inkar etmek,

onları baskı altına almak şeklinde anlarlar. Böyle olmayanları da onlar genellikle

“Yurtsever” hatta “Enternasyonalist” olarak tanımlarlar.

Yani ben tam da sizin de katıldığınız milliyetçilik tanımının milliyetçilerin milliyetçilik tanımı

olduğunu söylüyorum.

Peki, benim milliyetçilik tanımım ne?

Buna geçmeden önce bir iki küçük açıklama yapayım.

Ben Marks, Engels, Lenin, Troçki, Kıvılcımlı gibi büyük enternasyonalistleri; hatta

enternasyonalizmin kendisini bile milliyetçilik olarak görüyor ve tanımlıyorum. (Bu durumda

size de Milliyetçi dememi her halde yadırgamamanız gerekir.)

(Marks’ı milliyetçi olarak tanımladığım yazı: (http://www.akintiya-

karsi.org/anasayfa/icerik/marks-nicin-ve-nasil-bir-milliyetciydi-milletler-ve-miliyetcilik-

uezerine-01 )

Engels’i Milliyetçi olarak tanımladığım yazı: (http://www.akintiya-

karsi.org/anasayfa/icerik/engels-tarihsiz-halklar-inin-ve-elestirilerinin-elestirisi-milletler-ve-

miliyetcilik-uezerine)

Lenin, Kıvılcımlı, Troçki’nin milliyetçiliği üzerine “Marksizmin Marksist Eleştirisi”nde geniş

bölümler var. Gariptir ki, bu güne kadar ne bir “Marksist”, ne bir “Leninist”, ne bir

“Troçkist”, ne bir “Doktorcu” çıkıp bu eleştirilerime cevap verebilmiş değildir. Tam bir

suskunluk var.)

Bunların milliyetçilik anlayışına göre, sınıfsal çıkarı değil; ulusun çıkarını öne alan

milliyetçidir; sınıfsal çıkarı öne alan da sosyalist veya enternasyonalist.

Ben ise sorunu tam da böyle koymanın milliyetçilik olduğunu söylüyorum.

Neden ve nasıl?

Somut örneklerle açıklamayı deneyeyim. Örneğin Marks, “başka ulusları ezen bir ulus özgür

olamaz” dediğinde, enternasyonalist bir tanım yapmıştır deniyor. Ben ise sapına kadar

milliyetçi ve hem de gerici milliyetçi bir tanım yapmıştır diyorum.

Neden ve nasıl?

Örneğin şimdi bir Türk çıksa, “bizler 1915’te Ermenileri, Süryanileri kestik; Rumları kestik

ve sürdük; Kürtlerin haklarını inkar ettik ve ezdik” dese ve örneğin, Ermeni, Saüryani ve

Rumlardan özür dilemek; Kürtlerin haklarını vermek gerektiğini, hatta isterlerse

ayrılabileceklerini söylese, Türk Milliyetçisi olmaktan çıkar mı?

Hayır çıkmaz.

Aksine Türk milletinin çıkarlarını daha akıllıca ve uzun vadeli olarak savunmuş olur.

125

Çünkü bu aslında Türk milletinin çıkarlarını daha uzun vadeli ve akıllıca savunmaktır. Öte

yandan, bu diğer ulusların varlığını ve haklarını inkar etmediğinden, Marks’ın tanımına göre,

sosyalistlik ve enternasyonalistliktir de. Yani bir ulusun çıkarlarını uzun vadeli ve akıllıca

savunmak ile Enternasyonalizm arasında bir fark yoktur.

Bunun milliyetçilik olmadığını söyleyenler sadece bunların kendileri değil, aynı zamanda

Marksistler hatta bunu satılmışlık olarak, ihanet olarak gören Türk faşistleridir.

Demek ki Faşistler, Marksistler ve Milliyetçiler aynı milliyetçilik tanımında

anlaşmaktadırlar. Sadece buna yükledikleri değer farklıdır. Marksistler ve milliyetçiler, bir

milletin çıkarlarını uzun vadeli olarak, daha akıllıca savunmanın milliyetçilik olmadığını

söylerken (Milliyetçiler bunun yurtseverlik; Marksistler Enternasyonalizm olduğunu

söylerler) ona olumlu bir değer yüklerler, faşistler olumsuz bir değer. Yüklenen değerler

farklıdır, ama milliyetçiliğin ne olduğu konusunda anlayışlarda esas olarak fark yoktur. Yani

aslında milliyetçiliğin ne olduğu konusunda, Faşistler, Milliyetçiler ve Marksistler arasında

bir fark da yoktur.

Yani aslında, başka ulusların varlığını kabul etmek; onları baskı altına almayı reddetmek;

milliyetçilikle çelişmez, aksine tamı tamına milliyetçilik budur. “Başka ulusları ezen bir ulus

özgür olamaz” önermesi veya “Ulusların kendi kaderini tayin hakkı” tamı tamına bu ilkenin

savunusu ve ifadesidir.

Bana göre bu ilke ve ifade bütünüyle gerici milliyetçilikle bile tam bir uyum halindedir.

(Tabii “gerici milliyetçilik” derken ne kastettiğim de ayrıca aşağıda var.)

Şimdi gelelim benim milliyetçilik tanımıma. Ben milliyetçiliği, “Ulusal olanla politik olanın

çakışması” yani “her milletin bir devleti olmalı” ilkesini savunmak olarak anlıyor ve

tanımlıyorum. (Bu tanım da aslında benim değil. Bu tanımı yapan Ernst Gellner ve Benedict

Anderson, E. Hobsbawm gibilerince de paylaşılıyor. Ben sadece bu önermeyi mantık

sonuçlarına, programatik sonuçlara götürmüş ve daha sonra bu önermenin analiziyle de

Marksist bir din ve üstyapılar teorisi şekillendirmiş bulunuyorum.)

Tabii burada “ulusal olan ne?” sorusu gündeme geliyor. “Ulusal olan”ı gerici ulusçular

farklı biçimlerde tanımlarlar. Örneğin kimi dine göre (Pakistan), kimi dile göre, kimi

bunların bir kombinasyonuna göre (Örneğin Ermeni ve Türk Milliyetçilikleri büyük ölçüde

böyle), kimi soya göre, kimi ırka göre, kimi kültüre göre tanımlarlar. Ama bütün bunların

hepsinin ortak özelliği ulusların bir tarihi olduğunu söylemek ve bir tarihe göre

tanımlamaktır. (Bana göre Ulusların tarihi yoktur. Dünyanın en eski ulusu Amerika’dır ve

tarihsizdir.)

İşte ulusal olanı, böyle bir din, bir dil, bir tarih, bir soy, bir ırk, bir kültür üzerinden

tanımlamalara ben “gerici milliyetçilik” diyorum. Elbette bu gericilikler içinde de bir

gericilik hiyerarşisi vardır. Bir ulusu bir ırka göre tanımlamak ile (Örneğin Türklerin Orta

Asya’dan geldiği) bir kültür’e göre tanımlamak arasındaki fark. (Örneğin Türklerin esas

olarak aslında önce Müslüman sonra oradan Türk olmuş, hafızasını kaybetmiş Rum ve

Ermeniler olduğunu söyleyen ve Türk Tarihinin bir parçası olarak Bizans ve Ermeni

126

tarihlerini okutan bir Türk milliyetçiliği de mümkündür –ki böylesi olgulara da daha denk

düştüğü için daha az şizofrenik olur - ve böyle bir kültürel olarak tanımlanmış bir Türk

milliyetçiliği de gerici bir milliyetçiliktir, sadece bir ırka göre tanımlamaya nispetle daha

esnek olduğu söylenebilir.)

Peki “demokratik bir milliyetçilik” nedir?

Demokratik bir milliyetçilik, ulusal olanla politik olanın çakışmasını reddetmez, bu nedenle

milliyetçidir, ama ulusal olanı demokratik olarak tanımlar. Yani gerici milliyetçilerin ulusal

olanı tanımlarkenki kriterlerinin hepsini kişilerin özel sorunu olarak görür. Yani, Türk., Kürt,

Müslüman, beyaz, siyah, şu veya bu kültürden olmak, kişilerin özel bir sonunu olur. Ulusu

bunlarla tanımlamaya karşı tanımlar. Yani örneğin, bu ulus, hiç bir tarihsel, dinsel, kavimsel

göndermede bulunmaz. Yani ulusun bir dili, dini, tarihi, kültürü olmaz. Pratik olarak

örneklemek gerekirse, herkesin ana dilinde eğitim hakkı olur. Tarih derslerinde, Ermeni,

Türk, Kürt tarihleri değil, ulusların tarihlerinin olmadığına dair bir tarih okutulur. Herkes

kendi ana dilinde, aynı okulda ama bu ulusların tarihi olmadığına dair tarihi okur.

Ama elbette okuldan çıkınca, nasıl gerçekten laik bir ülkede, okulda DNA’ları, Darvin

yasalarını okuyan, isterse din dersine gidip, özel hayatında İnsanı Tanrı’nın yarattığını

öğrenebilirse, elbette, örneğin Türkler Türklerin Orta Asyadan geldiğine veay insanlığı

tohumlamak üzere başka dünyalardan gönderildiklerine veya Türklerin hafızasını yitirmiş

Rum ve Ermeniler olduğuna dair tarihler okuyabilirler; bunları araştıracak birlikler

kurabilirler, yayınlar yapabilirler, aralarında tartışabilirler. Bu bütün “uluslar” için de

böyledir. Ama bunların hepsi kişilerin özel sorunu olur.

Böyle bir düzeni savunmak da milliyetçiliktir, ama bu demokratik bir milliyetçiliktir. Ya da

ben böyle tanımlıyorum. Gerici milliyetçilerin milliyetçilik tanımına göre ise, bu

milliyetçiliğin ötesi gibi bir şeydir.

Peki, milliyetçilik olmayan nedir?

Nasıl tanımlanırsa tanımlansın, ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesine karşı olmak

milliyetçi olmamak demektir. Yani uluslara karşı (dikkat edin, ulusçulara demiyorum,

uluslara diyorum), ulusal devlet ve sınırlara karşı savaşı en acil görev olarak önüne

koyanlar ulusçu olmaktan çıkabilirler. Nasıl tanımlanırsa tanımlansın, ulusal olanın özel,

yani politik dışı olmasını savunmak, ulusçu olmamak, olabilir.

Göreceğiniz gibi alışılmış paradigmalar ve tartışmaların hepsini boş düşüren, bambaşka bir

bakış bu. Kavramak ise, aynı zamanda hem çok basit hem de çok zor.

Bu konuda çok yazdım. Bu yazılarımın çoğu eski Köxüz sitesinde var (Kitaplarım ücretsiz

indirilebilir: http://www.akintiya-karsi.org/koxuz/). Özellikle Marksizmin Marksist Eleştirisi

içindeki, Sosyalizmin Milliyetçilikle İmtihanı başlıklı yazımı öneririm dediklerimin daha iyi

anlaşılması için. (http://www.akintiya-karsi.org/koxuz/icerik/marksizmin-marksist-elestirisi-

genisletilmis-ikinci-baski) Ayrıca Ermeni katliamı konusunda yazılarımın da bir derlemesi

var: (http://www.akintiya-karsi.org/koxuz/icerik/ermeni-katliami-ve-sorunu-uezerine-yazilar)

127

Hasılı fazla dert etmeyin, fazla gönül koymayın, Marks’a bile milliyetçi diyen; Marks’ın

sözünü, “ulusal olanı, bir din, bir dil, bir tarih vs. ile tanımlayan ulusları ezen bir ulus ancak

özgür (demokratik)bir ulus olabilir” şeklinde formüle eden birisi size “ulusçu” dedi.

Selam ve saygılarımla

Demir Küçükaydın 29 Şubat 2012 Çarşamba”

Sayın Hatspanian ile tartışmamız burada bitti.

*

Ama bu tartışmada sayın Hatspanian’a “Milliyetçi” derken, bu yazının başında da dediğim

gibi, Köxüz’ün diğer yazarlarının milliyetçi olmadığını söylemiş olmuyordum. Aksine, tüm

yazılarım hem mantık sonuçlarıyla bunu içerir (Marks’a bile “gerici milliyetçi” dediğim göz

önüne getirilsin) hem de bunu zaman zaman yazılarımda açıkça yazmıştım.

Ama ben milliyetçi derken başka şey anlıyordum, milliyetçiler milliyetçi derken başka şey

anlıyorlardı.

Şimdi, burada sadece Sarkis Hatspnian’ın milliyetçiliğinden söz etmemiz elbette adaletsiz bir

davranış olur. Hatta diğer Gün Zileli gibi yazarların çoğu, Türk olduklarından (Onlar

kendilerinin Türk olmadığını söyleyeceklerdir ama bunun mümkün olamayacağı da

okumadıkları kitaplarımızda ve yazılarımızda uzun uzadıya açıklanmaktadır.) ve bizzat bu

satırların yazarı da Türk olduğundan, yani egemen ulustan olduğundan, çite kavrulmuş gerici

bir milliyetçilik olur.

Onun için, Gün Zileli örneği ile, bu Türk milliyetçiliğinin nasıl bir Enternasyonalizm (Bu

Anarşizm, Marksizm, Troçkizm, hatta İslam, Alevilik vs. de olabilir) biçiminde hem de bir

egemen ulus milliyetçiliği biçiminde ortaya çıktığını görelim.

*

Yukarıda aktarılan Hatspanian’ın yazısının Köxüz imzasıyla yayınlanan sunuşuna bir eleştiri

de Gün Zileli’den geldi.

Gün Zileli, bir mail ile, şöyle bir eleştiri yapmıştı:

“ya demir be, şu "ergenekon" söylemini bırakın artık. Ergenekon diye bir şeyin AKP ve

liberaller tarafından uydurulduğu artık ayan beyan ortaya çıkmadı mı?”

Ben kendisine kısaca şu cevabı verdim:

“Gün,

Kontrgerilla’nın adı, bunlar Ergenekon davası açmadan önce de Ergenekon’du. Onlar

ordudaki cuntalara Ergenekon diyorlar diye Ergenekon yok olmadı. Özel Savaş Dairesi

Ergenekon’dur.

Sarkis’in yazısını da o sitede de yayınlamanı dilerim. Bu konuyu tartışmaya sokturmalı

kanımca.

128

Selamlar

Demir”

Bu vesileyle “o site” ve öncesi hakkında kısa bir açıklama yapmak gerekiyor. Önce öncesi.

Bu satırların yazarı neredeyse 2005 yılından beri kurulmuş Köxüz sitesini yönetir. Gün Zileli

de, yine bu yazının başında açıklanan nedenlerle bu sitenin bir yazarıdır. Yıllardır yazdığı

bütün yazılar Köxüz sitesinde yayınlanmıştır.

Köxüz sitesi birisine yazarlık teklif ettiğinde, o kişi yazmayı kabul etmişse, o kişinin

yazılarına karşı hiçbir denetim uygulamaz. Zaten normal olanı da budur. Birisine yazarlık

teklif etmek onun görüşleri hakkında bir fikir edinildiği anlamına gelir, yani birisine yazarlık

teklif edilmemekle bir denetim zaten uygulanmış olur.

Bu sıradan, her olağan uygar ilişkide olması gereken bir davranıştır. Buna öyle devrimcilik,

demokratlık, çoğulculuk gibi sıfatlar vermek bile anlamsızdır.

Ama bu anlayış ve davranış, Türkiye’de hemen hemen hiç yoktur ve aksi davranışlar bile

normal karşılanmaktadır. Bu hem genel kültüre, hem de solcuların, sosyalistlerin politik

kültürüne de sinmiştir.

İşin ilginci, bunları yapanlar da en çok özgürlükçülükten, demokratlıktan, çoğulculuktan vs.

söz edenlerdir.

Bunu tecrübelerle biliyorum. Birçok kez başıma gelmiştir. Benden yazı veya söyleşi

istenmiştir. Yazdıklarım veya söyleşi, benden yazı isteyenlerin bir eleştirisi olduğu veya

onların görüşleriyle uyuşmadığı için yayınlamamışlardır.

Hâlbuki yapılması gereken, o yazıyı yayınlamak, ama bir yanlış yaptık, biz bu kişinin başka

görüşler söyleyeceğini sanıyorduk diye bir açıklama veya o yazının eleştirisini de yayınlamak

olabilir. Yani dergi sayfalarında yayınlanır ve fikir fikirle eleştirilir, idari bir kararla

yayınlamayarak “eleştiril”mez. Bir daha da o kişiden yazı veya söyleşi istenmez. Ama

istenmişse, oyunun ortasında kural değiştirilmez.

Tekrar edeyim, bu gibi davranışların devrimcilik, çoğulculuk, demokratlık gibi böyle kutsal

kavramlarla da tanımlanması gerekmez. Bu normal uygar bir insani ilişkidir. Örneğin,

otomatik kapanan kapılar varsa, arkanızdakine çarpmaması için kapıyı açık tutmanız ve

arkanızdakinin kapıyı tuttuktan veya geçtikten sonra kapıyı bırakmanız ve arkanızdakinin de

size teşekkür etmesi gibi, günlük, sıradan, otomatikleşmiş bir davranış ve anlayıştır veya

olağan uygar şehir hayatında böyle olması gerekir. Ama kimse kapıyı tutmadığı gibi kapıyı

tutar gibi yapanlar da tam geçerken kapıyı salıp yüzünüze çarpmasına yol açıyorlar ve bunu

normal bir davranış olarak karşılamanızı, “Burasının Türkiye” olduğunu söylüyorlar.

Bu en son Dipnot dergisinde başıma gelmiş ve bu konuyu belgeleriyle ve uzun bir yazıyla

paylaşmıştım. Ancak bu yazıya gelen kimi yankılar Dipnot’un yayın kurulunun (benim

görüşlerimi bilmelerine ve ısrarla benden yazı istemelerine rağmen) yazıyı yayınlamamasını

son derece normal karşılıyorlardı. Bunlardan biri bana “sen Avrupa’da mı yaşadın, onlar

129

böyle şeyler beklerler, burası Türkiye” diye bir eleştiri ile safiyane bir şekilde Dipnot yayın

kurulunun davranışını onayladığını belirtince bunun bilincine varmıştım. (Bu aynen

toplantılarda ve onların tartışma bölümlerinde de sık sık yaşadığım bir problem.)

Bu kısa açıklamaları yapmamın nedeni anlayışımın veya olması gereken anlayışın ne

olduğunun iyice kavranması, çünkü anlatacağım hikayenin bundan sonrasının anlaşılması için

bu gerekli.

İkinci nokta da şu, Gün Zileli bu arada kendi kişisel sitesinden ayrı Toplumsal Devrim diye

bir site kurmuş (Adresi: http://www.toplumsaldevrim.com/). Benden bu sitede yazmamı

istedi. Ben de özel olarak yazı yazamayacağımı, yazılarımı Köxüz’de ve kişisel sayfamda

yayınladığımı, isterse oradan alıp yayınlayabileceğini söyledim. (Zaten, Köxüz sitesinde de

sitedeki yazıların kaynak gösterilerek alınıp yayınlanabileceği yazar.)

Bu vesileyle, Gün Zileli’nin politik tutumuna ilişkin görüşlerimi de belirteyim. Bunları özel

olarak Günün görüşleri bağlamında sanırım hiç ifade etmedim, ama her zaman her yerde ifade

ettiğim görüşlerdir ve onları mantık sonuçlarına veya Gün’ün görüş ve tavırlarına

uygulayanlar otomatik olarak bu sonuçları zaten çıkarabilirler. (Son zamanlarda Özgür

Üniversite’deki bir iki seminerde birkaç kez sözlü kendisine karşı da kısmen ifade ettim

sanırım.)

Gün bugün kendisini anarşist olarak tanımlamaktadır. (Ancak kişisel kanım Anarşist bir

kabuk içinde hala “Beyaz Aydınlıkçı” olduğudur. Şaka yollu dediğim gibi: “bir kere Beyaz

Aydınlıkçı her zaman Beyaz Aydınlıkçı”)

Gün’ün görüşleri ve açıklamalarına dayanarak, son derece zengin ve çok farklılıklar içeren

geniş anarşist görüşleri mahkum etmek gibi bir yola girmek istemem. Bir görüşü onun en

kaliteli temsilcileri üzerinden eleştirmek ve eğer o yoksa bu işi de üstlenip eleştirmek gerekir

kanımca.

Gün’ün yazı ve konuşmalarına bakınca aslında son derece basit bir açıklama şemasına ve her

derde deva ebegümecine sahip olduğu görülür. Eskiden sosyalistler, her sorunu, “temel neden

ekonomiktir”, “temel neden sınıfsaldır” diyerek, her kapıyı açan bir maymuncuk veya her

derde deva bir ebegümeci ile açıklarlardı. Gün’de de bu artık anarşizme uygun bir forma

bürünmüş bulunuyor.

Aynı temel metodolojik yanlış yerli yerinde duruyor, sadece o yanlıştaki “rakamlar” değişmiş

bulunuyor. Ekonomi veya sınıfların yerini bu sefer otorite veya hiyerarşi

ebegümeci/maymuncuğu almış bulunuyor.

Ancak bu o kadar masum bir pozisyon değildir. Bu, Türkiye’deki somut toplumsal

mücadeleler içinde, can alıcı sorunlardan uzak durma, dolayısıyla fiilen tarafsızlık veya

uzaklıkla zımnen egemenlerin yanında yer alma; ama aynı zamanda, politik terminolojiyle

Radikalliği de elden bırakmamanın bir yoludur. Son yıllarda, özellikle orta sınıf gençler

arasında, TKP’den Anarşistlere kadar çok keskin ve de devrimci namlı akımların epey

popüler olmasının ardında bu vardır.

130

Anarşizm (Aynı işlevi, Komünizm, Leninizm, Troçkizm de görüyor yerine göre), ona

demokratik bir politikadan ve mücadeleden uzak durup fiilen o mücadele eden güçler

karşısında tarafsızlığı ile egemen ve güçlü olanın politikasına fiili bir destek verme olanağı

sunmaktadır.

Gün’ün politik pozisyonu da aşağı yukarı böyledir. Örneğin Kürt sorunu mu? “Zaten PKK’da

hiyerarşik ve anti demokratiktir”, “benim milliyetim yok, ben milletlere ve milliyetçiliğe

karşıyım” diyerek; bu günlük politikanın “bataklıklarına” ve “pisliklerine” bulaşmayarak,

İstanbul gibi “bin kocadan arta kalan”, politik bekaretini sürdürmektedir yıllardır.

Benzer işlevi Marksistlerde “Sınıf” veya “anti emperyalizm” vs. görmektedir.

Anarşistlerin değil ama Marksistlerin şahsında bu pozisyonun fiilen ulusalcılıkla

sonuçlandığını defalarca yazıp eleştirmişimdir. Hatta Marksist ve sosyalistlere “Marksistliği.,

sosyalistliği bırakın, biraz demokrat olun o zaman daha iyi ve çok Marksist olursunuz” derim

veya “Türkiye’de sosyalist çokluğu ile demokrat yokluğu arasında bir bağ olduğundan” söz

ederim.

Ancak son yıllarda, şöyle bir değişim oldu, AKP’nin iktidara gelmesi ve Kürt Özgürlük

hareketinin bir güç olarak kurumlarıyla ortaya çıkmasıyla birlikte, eskiden Kürt özgürlük

hareketine uzak duran şehir orta sınıfları ona yakınlaşma eğilimleri göstermeye başladı. Kürt

özgürlük hareketi de yalıtılmışlığı içinde ittifaklara ihtiyaç duyduğundan ve şimdilerde çok

kötü bir durumda bulunduğundan bu yakınlaşma çabalarına duyarsız kalmadı ve kalmıyor.

Böylece belli bir değişim ortaya çıktı.

Bu toplumsal değişim, yer ve yön değiştirme, bizzat Gün’ün yazılarında da yansımasını

bulmaya başladı. Daha günlük politikaya yönelik yazılar yazmaya, bin kocadan arta kalan

bekaretini yitirmeye başladı. Ancak günlük politika alanına girdikçe, onun ardındaki ulusalcı

bir duruşla sonuçlanan öz daha açık ve seçik olarak da ortaya çıkıyordu.

İşte şimdi daha iyi seziliyor ki, bu Toplumsal Devrim sitesi, bir bakıma bu eğilimin bir adım

daha ileri gidişiymiş bir bakıma. Bunu sitenin havasına bakınca fark ettim.0

İşin doğrusu bazı okuyucular beni, bu ulusalcıların ve eski Aydınlıkçıların arasında ne

arıyorsun diye eleştirdilerse de, benim yazılarımın içeriği o sitenin mesajıyla ve benim için

en karşı saflara bile görüşlerimi iletmek ve oralardaki insanların kafasına bir iki soru takmak

her zaman çok önemli olduğundan sorun etmedim.

Oyunu kuralları içinde oynadıkları takdirde, onlar kendi ulusalcı mesajlarını yaymak için

belki adımdan ve okuyucularımdan yararlanacaklar ama ben de aynı şekilde sitenin mesajına

karşı mesajlarımı ve görüşlerimi daha geniş kesimlere iletme imkanı bulacaktım.

Yani, benim için izolasyondan kurtulmak, yazılarımı olabildiğince geniş bir okuyucu kitlesine

ulaştırmak temel sorunlardan biri olduğundan, sitede adımın anılması, bunun bir kefaretiydi.

131

Yazılarımın içeriklerinin sevabı ulusalcı bir tonu olan bir sitede de yayınlanmanın günahını

fazlasıyla götürürdü2.

Eh site bildirisinde “Özgürlük ve Devrim” için başlığı altında “Toplumsal devrimin iki önemli

bileşeni, devrimde ve özgürlükte ısrar eden Anarşistler ve Marksistlerdir. Özgürlüksüz bir

devrim, aynı zamanda devrimin ölümü demektir. Toplumsal devrimsiz bir özgürlük ise bir

aldatmacadan öteye gidemez. Anarşistlerle Marksistlerin devrim ve özgürlük için bir araya

gelerek toplumsal devrimci bir odak oluşturmaları zorunluluktur ve aynı zamanda bu ilginç

bir deney olacaktır.” Türünden bol bol özgürlük sözleri edip vaatlerinde bulunduğuna göre,

en azından yazılarımı sansür etmeyeceklerini umabilirdim. Gerçi bu yazının başında da

belirttiğim gibi kim en çok özgürlük ve demokrasi sözü ediyorsa ondan daha çok

kuşkulanmak gibi bir alışkanlığım vardır ama, burjuva hukukunda bile kesin delil ve tarafsız

bir mahkemenin kararı olmadıkça herkes masum sayılacağından, kuşkuyu kafamın arkasında

taşısam bile bu benim davranışlarımı etkilemezdi ve etkilememeliydi.

Gerçi daha ilk adımda, bu yazıdan sonra birkaç yazı daha yazmama rağmen3 bu yazılarım

siteye alınmamıştı ama, olabilir gözden kaçmıştır, teknik bir aksaklık olmuştur gibilerden,

fazla da sorun etmedim.

İşte bu arka plana dayanarak, Gün’e “Sarkis’in yazısını o sitede” yayınlamasını öneriyordum.

Yani Bir bakıma, Gün’e ve siteye gerçekten demokrat ve ulusalcı olmayan bir mesaj için bir

imkan sunuyor bir fırsat vermek istiyordum.

Gün Zileli’nin cevabı şu oldu:

“Demir, yazıyı okudum. Senin de belirttiğin gibi milliyetçi bir perspektifle yazılmış. Hem de

çok, fazlasıyla. Yani ermeniler tamamen masum, azeriler de faşist. Bu yazım tarzı bana, 1915

ermeni katliamını yapan türk tarafının savunmalarını hatırlattı. Bu tür milliyetçi

boğzlaşmalarda taraf tutmayı doğru bulmuyorum. Milliyetçi olsa bile bana objektif olduğu

konusunda biraz güven verseydi yine basılmasını savunurdum yazının ama bu haliyle olmaz.

Basılmasını doğru bulmuyorum kısacası. sevgiler.”

Doğrusu cevap beni şaşırtmadı. Ben de kendisine şu cevabı yazdım.

“Selam Gün,

Ben eskiden beri Ergenekon derim ve aslında bir çok kişi de yıllardır Ergenekon der. Bu

öyle uydurma bir isim değil bildiğim kadarıyla. Ben bunu yetmişli yıllardan beri duyar ve

2 Bu sitede bir tek yazımı alıp yayınladılar. O da tam Anarşist ve Troçkist ittifakına uygun bir başlıkla:

“Sosyalizmin Muaviye’si Stalin’dir”. Bu başlığı Müslümanların atması anlamlıydı onların paradigması içinde bir

formülasyon olurdu. Ama Marksist ve Anarşistlerin sitesinin, en azından Muaviye İslam’ın Stalin’idir demesi

çok daha doğru olurdu. Çünkü ben bir çok yazımda, Muaviye, Stalin, Bonapart’ın aynı tarihsel tipin farklı

devrimlerdeki karşılıkları olduğu yönünde bir tahlil yaparım.

3 Yazılar şunlardı: “Theo Angelopoulos’un Ölümü ve “Dedemin İnsanları” Filmi Vesilesiyle Dedemin Anılarının

ve Adının Peşindeki Arayışlar”; “Marksizm’in Krizinin Temeli: Yapı - Özne İlişkisi Sorunu ve Sorunun Çözümü”

. Şu adreste görülebilir: http://demirden-kapilar.blogspot.com/

132

bilirim ve zaman zaman da kullanırım. Onun şimdi içeriğinin boşalmış olması gerçeği

değiştirmez. Her neyse, kelimelere fazla takmamalı. Devrimciler bundan AKP’nin içeri

tıktıklarıya sınırlı bir kesimi anlamıyorlar. Ben de esas olarak onlara yönelik yazıyorum.

Sarkis’in yazısına gelince.

Sarkis’in yazısı bence Azerilere karşı nefret aşılayan bir yazı değil, Azeri ve Türk faşistlerini

eleştiren bir yazı.

Bunu yayınlamamanı garip bulduğumu belirtmeliyim. “Türk”ler olarak bize böyle bir yazıyı

yayınlamak düşer kanımca. Aynen Garbis’in yazısı gibi. Ona da katılmıyorsun ama

yayınlıyorsun mesela.

Eleştirini de ayrıca koyarsın. Ya da yazının önüne koyabilirsin.

İdari bir tedbirle yayınlamamak benim için pek anlaşılabilir değil. Hele ki, olaya bambaşka

bir bakış açısı da getiren bir yazı olarak.

Yazar benim için de milliyetçi ama Türk milliyetçilerinin bütün yazıları ortalığı doldurmuş ve

onlar Ermenileri toptan suçlarken, bir Ermeni’nin Türk ve Azeri düşmanlığı yapmayan ve

olayı başka türlü anlatan bir yazısı en azından bu eşitsizliği bir parça dengeleyebilmek için

yayınlanmalı kanımca. Neyse önemli değil. Ama ben böyle Sosyalist gerekçelerle biz

Türklerin (bana Türk olmadığını Milliyetinin olmadığını söyleme. Bu devletin vatandaşı isen,

bu devlete vergi veriyorsan, kararlarını tanıyor ve uyguluyorsan, kanunlara uygun yaşıyorsan

Türksündür. Daha ayrıntılısı Marksizmin Marksist Eleştirisi’nin Sosyalizmin Milliyetçilikle

İmtihanı adlı bölümünde) böyle bir yazıyı yayınlamamasını şahsen daha tehlikeli bir

milliyetçilik olarak gördüğümü söylemeliyim.

Bu durumda başka bir yol önereyim yazının yayınlanması için.

Sen benden yazı istemiş ve bir yazımı sanırım aktarmıştın. Bu yazıyı Köxüz’ün notuyla birlikte

benim adıma yayınla istersen.

Eğer yayınlamazsan ben de bunu benden gelen yazıları da elekten geçireceğin olarak

algılayacağım.

Kendine iyi bak

Selamlar

Demir”

Gün’den Arkadaşlarına danışacağına dair bir cevap geldi önce:

“Arkadaşlara danışıp sana yeniden döneceğim Demir. Garbis'in yazısına yaptığımız gibi biz

de kendi özel notumuzu koyup yayımlayabilirim. Bu arada, ben türk vatandaşı değilim, vergi

de vermiyorum:)”

Daha sonra hemen ardından arkadaşlarıyla yazışmasını da aktardı:

133

“Arkadaşlar, demir aşağıdaki yazıyı yayımlamamızda ısrar ediyor. ben önce reddettim,

yazarın ermeni milliyetçisi olduğu gerekçesiyle. siz ne dersiniz. yazışmayı dikkatle okuyun

da.”

Gelen cevaplar da şöyleydi:

Birinci Cevap:

“yayınlamayalım derim.

bu yazı yayınlandığında, karşılığında bir türk ırkçısının da aynı milliyetçilikle yazılmış

yazısını da yayınlamak zorunda kalırız. demir küçükaydın, bu yazıdan cevap hakkı doğacağını

ya da türklerin milliyetçilik konusunda ne gibi argümanlarla cevap verebileceğini unutmuş

sanırım.

bunun sonucunda site, her türlü farklı milletin birbirine "ırkçı-faşist" dediği bir sürü yazıyla

dolar. ve tabii bu yazılarda katliam savunuculuğu da yer alır.

milliyetçilerin birbirine hakaret ettiği bir dizi yazı yayınlamak durumunda bırakılmak,

yayınlamadığında da milliyetçilikle suçlanmak da işin diğer boyutu.

ben kendimi türklük üzerinden tanımlamıyorum, kendini türk olarak tanımlayıp (sanki bunun

seçme şansı varmış gibi) bir de bundan "utanç duymayı" ve bunu dayatmayı da

anlamıyorum.”

İkinci Cevap:

“Bence Köxsüz'ün notu ve bizim de ekleyeceğimiz bir notla yayımlayalım.”

Üçüncü cevap hakkında ise önce şu maildeki bilgiler vardı:

“bu arkadaş yazıyı henüz okumamış ama yazdığını sana da yolluyorum.

Sarkis Hatspanian'ın yazısını henüz okumadım, birazdan bakacağım. Ama senin ve Demir

Küçükaydın'ın yazışmalarındaki tartışmaya dair benim tutumum şu:

Türk milliyetçisi görüşlerin ortalığı kaplaması ve buna denge oluşturacak bir Ermeni

milliyetçisi görüşün yer bulmasına aracı olmak gibi bir durumumuz olmamalı. Biz kavga eden

milliyetçiliklerin tahterevallisi değiliz kanımca.

Eğer Hatspanian'ın görüşleri ile Türk milliyetçilerininkiler arasında bir kıyas yapmak isteyen

olursa, oturup bu milliyetçilikleri analiz eden bir yazı hazırlayabilir. Ama biz

milliyetçiliklerin birbirine yanıt vermesine aracı olmayalım. Ayrıca da bunun sonu gelmez.

Ergenekon tartışmasına gelince, NATO'nun Türkiye'deki kontrgerilla yapılanması için

kullanılan isimlerden birinin de bu olduğu bilinen bir şey. Bugün yargılaması yapılan

Ergenekon'un ne olduğunu, nasıl tarif edildiğini, özel yetkili savcılığın iddianamesinden

anlamak lazım.

Kontrgerilla, devletin kendisidir. Derin devlet falan diye ayrım yapmak da anlamsız. Hatta

Ergenekon kapsamında yargılanan bir generalin (Orgeneral Kemal Yavuz) dün davada

söylediği ve bugünkü gazetelerde yer alan sözleri de tam böyle. Aynı şeyi, Ayhan Çarkın da

134

söylemişti. Kendisiyle cezaevinde görüşen milletvekili (Hüseyin Aygün), "infazları yapan

Susurluk mu, Ergenekon mu vs." gibi bir şey sormuştu Çarkın'a. Onun da yanıtı şuydu:

"Hayır devlet. Milli Güvenlik Kurulu talimatıyla Emniyet Genel Müdürlüğü."

Yani özel bir örgüt aramanın lüzumu yok. O özel örgüt, devlet.

Bunu söylemek için bu katiller sürüsünden alıntı yapmaya elbette lüzum yok ama parçası

oldukları yapıyı, gayet net tarif ediyorlar.

Gelelim bugün yargılanan Ergenekon'un özel yetkili savcılık iddianamelerinde nasıl tarif

edildiğine: "Devletin içine sızmış çeteler."

Devlet iyi ve temiz ama işte o namussuz çeteler yok mu? İşte artık o çeteler de tasfiye edildi ve

"Türkiye'nin bağırsakları temizlendi!"

Tabii Hrant Dink'in katlinin yanıtına yetmiyor, bu özel yetkili kurgu.

Ayrıca da Ergenekon diye içeride tutulan isimlerin epeyce bir kısmının da devlet ile bir suç

ortaklığı olmadığı kanaatindeyim. Her şeyin birbirine karıştırılıp, suyun bulandırıldığı ve

bugünün iktidarının ihtiyacına cevap verecek şekilde dizayn edildiği bu Ergenekon

meselesinde aynı dili kullanmama taraftarıyım. Benim kanaatimce devlete bir kod isim

vermeye lüzum yok. Tapu kadastro idaresi ile emniyet müdürlüğünü birbirinden ayırt edecek

bir kavramsallaştırmaya ihtiyaç duyuyorsak, "kontrgerilla" neyimize yetmiyor. Ben bu

kanıdayım.

Sevgiler”

Burada ifade edilen görüşlerden de anlaşılacağı gibi, bu kişinin de cevabı yayınlamama

yönünde olmuş ki Gün’de son kararı bildiren mail geldi:

“Demir, arkadaşların da fikrini sordum. Çoğunluk benim gibi düşünüyor, milliyetçi

dalaşmalarda taraf olunamayacağı kanaatindeyiz. Garbis'in yazısını yayımlamakla bu aynı

şey değil. Garbis senin yazına karşı bir yazı yazdı ve sonuç olarak bu fikri bir tartışmadır.

Sarkis'in yazısı ise fikri bir tartışmanın ötesinde tamamen milliyetçi güdülerle yazılmış bir

yazıdır. Bunu yayımlarsak buna cevaben gelen bir ermeni düşmanı faşistin yazısını da

yayımlamak zorunda kalırız ki bunu hiç ama hiç istemeyiz. Ama sen aynı konuda bir yazı

yazıp yollarsan seve seve basarız, diyelim ki katılmasak bile. (kaldı ki neden katılmayalım).

Sevgiler.

Gün”

Ben de Gün’e şu cevabı verdim:

“Selam Gün,

Ben bunu benim yazım gibi yayınlamanı önermiştim. Yani benim yazımı sansür etmiş oldun.

Bundan sonra o sitede yazmam söz konusu olamaz. Lütfen bundan sonra yazılarımı orada

yayınlama. Sen yine köxüz'de yazmaya devam edebilirsin. Köxüz birisini yazar seçti mi, onun

yazılarına karışmıyor.

135

Benim bakış açımdan sen ve o arkadaşlar da milliyetçi. Hem de gerici milliyetçi. Çünkü

milliyetçilik tanımlarınız tam da gerici milliyetçilerin milliyetçilik tanımlarıyla aynı.

Ne sen ne de danıştığın arkadaşlar yıllardır yazdıklarımı okumamışsınız belli ki.

Aşağıda Sarkis için yazdıklarımın sizler için de geçerli olduğunu düşünüyorum.

Kendine iyi bak

Demir”

Burada Sarkis’in kendisine milliyetçi denmesine şaşırması vesilesiyle yazdığım ve yazının

başında aktardığım yazıyı da ekledim.

Gün bana bunun üzerine şu cevabı verdi:

“Demir,

Tutumunu doğru bilmiyorum. Sen bize yazıyı benim yazım diye yollamadın. Köxuz'ün notuyla

birlikte Sarkis'in yazısı diye yolladın. Ulusal konuda milliyetçi bir savunu olmasının ötesinde

bu yazı, Hocalı katliamında rol oynamış milislerde görevli alan birisinin yazısıdır ve bu

bakımdan savunusunun hiçbir değeri ve ikna edici yanı yoktur. Kısacası, Sarkis'in yazısını

basmakla, Topal Osman'ın yazısını basmak arasında özünde bir fark yoktur. Yazmama

kararına saygı duyuyorum ama yanlış da buluyorum. Sütunlarımız sana her zaman açıktır.

sevgilerimle.

Gün”

Ben buna önerimi tekrar alıntılayarak cevap verdim:

“Gün,

Aşağıda alıntı olarak önerim bulunuyor. Yani benim adıma, benim yazım olarak, ama

bütünüyle alıntıdan ibaret bir yazı olarak yayınlanmasını öneriyordum.

Sanırım bu kısmı da okumamışsın.

Kendine iyi bak”

Bunun üzerine Gün’den şu cevap geldi:

“Demir, sadece şu koşulla yayımlayabiliriz. sen (koxuz'ün notunu falan bırak bir yana) bu

konuda bir yazı yazarsın. Sarkis'ten de alıntılar yaparsın, o zaman olur. Katılmadığımız

noktalar varsa belirterek yayımlarız. aynen Garbis'in yazısına yaptığımız gibi. madem o

kadar gönüllüsün, üşenme de bir yazı yaz bu konuda. sevgiler. Gün”

Ben de şu cevabı verdim:

“Gün,

Ben yayınlanmaması için yazmamıştım onu. Biliyorum artık yayınlamayacağınızı. Sadece

hatırlatmak içindi. Ama şimdi yazdığın benim yazımın içeriğini belirleme gibi bir anlama

geliyor ki, artık bu kadarına pes.

136

Demir”

Buna Gün’ün cevabı şuydu:

“yok canım, senin yazının içeriğini nasıl belirleyebilirim ki. sadece bu konuda bir yazı

yazmanı önerdim. hiç olumlu bir sonuca varmak gibi bir niyetin yok, ben öyle anlıyorum.

Politik manevra yapıyorsun gibime geliyor. yapma bunu, bırak bu eski alışkanlıkları. yazını

bekliyoruz”

Ben de Bunun üzerine şu cevabı verip aşağıdaki öneriyi yaptım:

“Ben yazım olarak, köxüz'ün sunuşuyla birlikte Hatspanian'ın yazısını yolladım yani. Yani

yazımın içeriğini böyle belirledim. Bu çok açık. Sen bana hayır öyle değil otur ayrı yaz dersen

yazımın içeriğini belirlemiş olursun Gün. Bunu sen benden daha iyi bilirsin.

İkincisi, politik manevra gibi bir sorunum yok. Aksine ben en azından başkalarından da

köxüz'deki serbestliği beklemiştim: köxüz'de biri yazar olarak seçilince, onun ne yazacağına

hiç bir şekilde karışılmazdı ve karışılmaz. Ben o siteyi de böyle sanmıştım. Yanılmışım.

Neyse, bu ayrı ama bu vesileyle ben bunca malzeme birikmişken, bu olayda milliyetçilik ve

yapılanın nasıl bir milliyetçilik olduğuna ilişkin bir yazı yazmak ve milliyetçilik üzerine bir

tartışma başlatmayı düşünüyorum. Ama senin ve danıştığın arkadaşların cevapları özel bir

yazışma olduğu için, ve onları da malzeme olarak kullanmak istediğim için, bunları yazımda

kaynak olarak kullanma izni istiyorum.

Yani benim isteklerim, sizin itirazlarınız vs. hepsini kamuoyu da bilecek tabii yazının akışı

içinde. Hatta önce bütün bu yazışmaları belge olarak koyup sonra da bunların analizini

yapmak istiyorum.

Hasılı sizin itirazlarınız ve yazıya ilişkin yorumlarınız, benim yazdıklarım, Sarkis'in yazısı,

Facebook'teki Haspatiyanla tartışmalar vs. hepsi üzerinden bir yazı yazmayı düşünüyorum.

Bunu elbette fiktiv kişilerle de yapabilirim. bu kişi ve yazılanlar tamamen hayal mahsuludür

diye de bir not da ekleyebilirim. Benim için kişilerin önemi yok, fikirler önemli. Ama sizlerin

fikirlerinizin arkasında olduğunuzu düşünerek ve eğer gerçeğe uymayan bir şey varsa itiraz

hakkınız da olması ve gereğinde daha rahat itiraz edebilmeniz için bu öneriyi yapıyorum.

Yani eğer izin verirseniz, daha açık olur. Böylece sizlere olan eleştirilerimi kamuoyu ile

paylaşmış olurum. Ve sizin görüşlerinizi temel alarak sosyalistlerdeki milliyetçiliği

eleştiririm. Tabii sizler de isterseniz ayrı yazılar yazarsınız. Böylece verimli bir tartışma da

başlatılabilir.

Tabii sağlığım ve zamanım elverirse.

Cevabını bekliyorum.

Demir”

Bunun üzerine Gün’den izin veren şu cevap geldi:

“tabii ki seviniriz. istediğin gibi değerlendirebilirsin yazılanları da. yazını basarız. selamlar.”

137

*

Okuyucuya bu yazışmaları aktardıktan sonra, bu yazışmalarda dile gelen görüşlerdeki

milliyetçiliği, önermeleri tek tek analiz etmeyi düşünüyordum başlangıçta. Ama bu konuda o

kadar çok yazdım ve öylesine geniş bir literatür vardır ki, içimden gelmiyordu. Kaldı ki

milliyetçilere milliyetçiliğin ne olduğunu göstermenin ne kadar zor olduğunu iyi

bilenlerdenim. Türklerin en ırkçı sözlere bile bizde ırkçılık yoktur diyerek başlamaları; ibzzat

yukarıdaki örneklerde olduğu gibi, sosyalistlerin en milliyetçi tavırları milliyetçiliğe karşı

sözler ve gerekçelerle yapmaları o kadar çok ki, insan çaresizlik içinde kalıyor.

Bu nedenle, somut bir örnek üzerinden gideyim bu belki çok daha açıklayıcı olur.

Benim Hamburg’ta Ermeni bir arkadaşım vardı. O da bana bir eleştiri yolladı. Ama bu sefer

bir milliyetçi olmakla suçlanan bendim. Hem de Türk milliyetçilerinin hiç de sorun görmediği

noktadan beni milliyetçi olmakla eleştiriyordu.

Aşağıda onun bu eleştirisini ve benim ona cevabımı aktarıyorum. Bu örnek, kanımca bizlere

işlemiş gerici milliyetçiliği kavramayı çok daha iyi sağlayabilir belki.

Arkadaşımın bana eleştirisi şuydu:

“Demir merhaba,

(…) Sarkis’in yazısıyla ilgili notu okudum. Neden onun milliyetçi olduğunu ille oraya

yazmaya bir ihtiyaç duyduğunu anlamadım. Köxüz'de yayımlanan diğer yazarlarla ilgili de mi

milliyetçi mi değil mi diye araştırıyorsun? Veya Sarkis’in dışında hiç bir "milliyetçi" yazar

bulunmuyor mu Köxüz sitesinde? Yani bir milliyetçi Ermeni’ye özel mir muamele mi var?

Aslında bir not yazman iyi ve yazdıkların da çok doğru. Sadece o "milliyetçidir ama neyse iyi

biri..." hiç yazmasaydın daha iyi olurdu. Tamam, Sarkis'de ulusal duygu var. Kabul edelim.

Ama kimde yok ki? Sen de biraz Etyen gibi bir "milliyetçi" - "milliyetçi değil" ayrımı

yapıyorsun. Hoşuna gitmez bu benzetme ama bana böyle geliyor. Etyen de beğenmediği

herkesi "milliyetçi"likle suçluyor. Belki de korkuyor ki Türkler onu "milliyetçi" Ermeni olarak

görürler.

Hocalı üzerine de şunu görmek lazım: Türkiye'de herkes hemfikir. Agos'tan, Eyten'den,

Liberallerden, Solcusu, Sağcısı herkes diyor ki Hocalı da Ermeniler Azerileri katletti! Hiç biri

kalkıp da senin notunda yazdığın gibi cesaret edip de der mi "yahu hele bir araştıralım

bakalim 20 yıl önce orada neler olmuş, ne gibi kanıt var vs.." Hiç biri bir şey bilmediği halde

"Hocalı Katliamı" (diye) bağrıyor. Ermeni de, çünkü nasıl desin ki orada "katliam olmadı".

Mümkün değil! Hrant'ın durumundan daha da kötüsüne düşer.

Liberal-Solcu kesim de "Hocalı da Katliam olmadı" der mi? Veya bir sorgu işareti en azından

koyar mı? Hayır! Nasıl da Ermeni soykırım dersiniz de Hocalı da katliam oldu mu olmadı mı

sorarsınız! Yani durum Türkiye’de böyle.

138

Dışarda da aynı. Almanya'da hangi Türk (demokrat-solcu) 20 yıl önce neler olduğunu

biliyor? Bilmeyenin de "Katliam oldu" demesi garip değil mi? Nasıl Ermeni soykırımı üzerine

hiç bilgileri olmadığı halde "soykırım oldu" diyorlar ya Hocalı’da da aynısı. Nedeni de açık.

Sen duydun veya okudum mu Revanduz (Kürdistan'da bir şehir) da 1916 de Ermeniler 5000

Kürt’ü katletmiş? O zaman şehri Rus birlikleri ele geçirmiş ve onunla birlikte Ermeniler de

gelmiş ve 5000 Kürdü vahşice katletmiş! Bunu Naci Kutlay yazıyor. Sen inanıyor musun?

Yani Halapçe boyutunda bir katliam işlemişler Ermeniler Revanduz’da. 500 değil 5000 kadın,

çoluk çocuk Ermeniler vadiye atmış! İnanıyor musun?”

Bu eleştiriye yazdığım cevap da şuydu.

“Merhaba …,

(…) Eleştirine gelince, soyut olarak haklısın derim. Ama somut olarak öyle değil.

Köxüz'ün yazarlarının da milliyetçi olduğunu, Türklerin sosyalistlerinin de milliyetçi

olduğunu, keza Marks’ların falan da milliyetçi olduğunu yazdığım için sık sık, eğer öyle bir

not düşmeden yayınlarsam benim Sarkis'in yazısını sosyalist bir yazı olarak yayınladığımı

düşüneceklerinden (çünkü bu eleştiriyle çok sık karşılaşıyorum) öyle bir not koydum.

Köxüz’deki diğer yazıları da milliyetçi olmalarına rağmen yayınladığımı da belirttiğim için

(bunu bir çok kereler yazdım) pek fazla düşünmeden koydum. Ayrıca Sarkis'in milliyetçiliği

(Ki o buna yurtseverlik diyor ve ben bunları ayırmıyorum. Bunu da kitabımda yazmıştım) kötü

görmediğini bildiğim için bir sorun görmedim.

Ama yine de, Sarkis'in Ermeni olması dolayısıyla daha da hassas davranıp böyle bir not

koymamam gerekirdi sanırım. Yani bir pozitif ayrımcılık yapmam gerekirdi. Bu anlamda,

pozitif bir ayrımcılık yapmadığım ve bunun yanlış olduğu anlamında, eleştirini kabul

ediyorum.

Öte yandan ben milliyetçi derken, yazıyı okuduysan göreceğin gibi, çok farklı şey

kastediyorum: Ulusal olanla politik olanın çakışmasını savunmaktır milliyetçilik benim

dilimde. Bunu da bu anlamda son yıllarda kullanmaya alıştığımdan biraz da bunun verdiği

rahatlıkla yazmış da olabilir ve böyle hassasiyet göstermemiş olabilirim.

Aslında ben Hocalı hakkında hiç bir şey bilmiyordum. Türklerin ne dediğini de bilmiyordum.

Hatta son günlere kadar adını bile duymamıştım. İlk kez konuyu Sarkis'in yazısından

öğrendim. Konu hakkında hiç bir şey bilmememe rağmen, kimsenin o yazıyı

yayınlamayacağını tahmin ettiğimden, Sarkis'in anlattıklarını temel alarak bir tartışma

başlatmayı denedim.

Ben daha önce de eski Köxüz sitesinde, Sarkis'in hapisteyken yazdığı yazıları yayınladım.

Daha sonra -elimde delil yok ama şahsi kanaatim budur - site sanırım, bu yazılar nedeniyle,

özellikle de muhtemelen Ekmekciyanla ilgili yazı nedeniyle Türkiye'de yasaklandı ve

girilemiyor. Bu nedenle de sitenin adresini org'tan net'e aktardık. Yine Sarkis'in yazısı

nedeniyle bu sitenin de yine yasaklanacağını düşünüyorum. Bu ara sanırım saldırılar da

oluyor.

139

Sarkis'in yazısının içeriği hakkında bir şey söyleyecek bir kesin bilgim de olmadığından

(Şahsi kanaatim Sarkis'in anlattıklarının büyük ölçüde ve esas olarak doğru olduğudur, ama

bu benim kanaatim, gerçekten konuyu bilmiyorum.) ama öte yandan bu yazının yayınlanması

gerektiğini düşündüğümden o notu koydum. Yoksa ben de biliyorum kimsenin fikrinin

değişmeyeceğini. Ve emin ol sağlık ve bürokrasi sorunlarından hala vakit bulup da konuyu

inceleyebilmiş değilim.

Öte yandan o notu koyarak, konuyu tartışmaya açmanın daha kolay olacağını da düşündüm.

Yani birileri yalan yanlış cevap bile verseydi, konunun tartışılmasının kendisi başlı başına bir

ilerleme olurdu. Yani bir bakıma ileri sıçrayabilmek için bir gerileme, hız alma, cepheyi

genişletme taktiğinin bir parçası olarak da algılamanı ve bu kaygımın asıl belirleyici

olduğunu, bu kaygımın bir bakıma pozitif ayrımcılık yapmamı gölgelediğini görmeni dilerim.

Bu yönde girişimim de oldu. Ama başaramadım. Ama bu başarısızlığı konu ederek yine de

konuyu tekrar gündeme alma çabasına devam etmeyi düşünüyorum zamanım ve imkanım

olursa.

Özetle şöyle. Gün Zileli, bir site açmıştı ve benden yazı istemişti. Ben de yazı yazamayacağımı

ama yazılarımı alıp yayınlayabileceğimi söylemiştim. Bir yazımı da yayınlamıştı. Gün kendine

anarşist diyen bir Türk milliyetçisi bence. Gün'e Sarkis'in yazısını yayınlamasını önerdim:

Milliyetçi diye kabul etmedi. O Zaman benim yazım olarak yayınla dedim yine kabul etmedi

ve ben de onlara artık sitelerinde yazmayacağımı söyledim. Ama bütün bunları, yani Sarkis'in

eleştirisi ve cevabım ile Gün ile yazışmaları ele alan bir yazı yazıp Türkiye'nin sol ortamını

bu tartışmanın içine çekmeyi ve bu vesileyle Sarkis'in yazısını da tekrar gündeme getirmeyi

düşünüyorum. Hem de bu vesileyle Türk solcularının milliyetçiliğiyle mücadeleyi.

(…)

Sen de, benim egemen ve hastalıklı ulustan bir insan olarak, onun içinde insanları bir

tartışmaya çekebilmek için yaptıklarımı naiflik olarak görme lütfen. Aksi takdirde herkes

kendi içinde ve dünyasında kalır.

Kendine iyi bak.

(…)

Selam ve sevgiler

Demir”

İşte aşağıdaki eklerde ve yukarıdaki satırlarda yapmaya çalıştığım budur.

21 Nisan 2012 Cumartesi

Demir Küçükaydın

http://demirden-kapilar.blogspot.com/

http://www.akintiya-karsi.org/koxuz

http://koxuz.net/anasayfa/

140

*

Ek 1: 26-27 şubat 1992: «Hocalı Katliamı» Yalanının Anatomisi !

Sarkis Hatspanian

”Ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi !” Can Yücel

1918’den beri Azerilerle Ermeniler arasında varolan anlaşmazlığı silahlı mukavemete

vardıran ilk adım, 12 şubat.1988’de Dağlık Karabağ Özerk Bölgesi Sovyet Parlamentosu’nun,

Sovyet Sosyalist Ermenistan Cumhuriyeti Parlamentosu’na yaptığı «BİRLEŞME» isteğinin

birkaç gün sonra dönemin politik merkezi Sovyet Prezidyumu’na Moskova’da yapılan resmi

başvuruyla atıldı denilebilir.

1923’ten beri Sovyet Sosyalist Azerbaycan Cumhuriyeti’ne bağlı, fakat o yıllarda toplumunun

% 95’i, 1989 nüfus sayımındaysa % 75’ine yakını etnik Ermeni olan Dağlık Karabağ Özerk

Bölgesi politik yönetimi, bu başvuruyla «ulusların kendi kaderini özgürce kendileri tayin etme

hakkından» yararlanarak, artık Azerbaycan’a bağlı olarak yaşamak istemediğini resmen

belirtmiş oluyordu. SSCB’nin çöküşünü hızlandıran en güçlü hak ve halk hareketinin

yaratılmasıyla tarihe imzasını atan Karabağ Ermeniliği, bu sancılı ulusal soruna Sovyet

anayasasına harfi harfine uyan hukuki-politik bir çözüm aramaktayken, 20.şubat.1988 günü

başkent Stepanakert’te yapılan ve neredeyse halkının tüm katmanlarının görülmemiş

katılımıyla gerçekleştirilen yığınsal mitinge cevap olarak Azerbaycan’ın ırkçı-faşistleri

27.şubat.1988 günü Hazar denizi kıyısındaki endüstriyel Sumgait şehrinde yaşayan

Ermenileri hedef alan kanlı saldırılarda bulunarak, Sovyet yönetiminin suçlu sessizliğinden

yararlanarak üç gün süren bir pogromla cevap vermeyi yeğlemişlerdi. Hak arama amaçlı pasiv

bir mitingine cevaben vuku bulan Sumgait katliamında onlarca Ermeni insanı vahşice

öldürüldü, 600’e yakın insan ağır yaralandı, yüzlerce kadın tecavüze uğradı.

Sumgait katliamının akabinde, Sovyet Azerbaycanı’nın değişik şehirlerinde yaşayan

Ermenilere karşı aynı türde kanlı saldırılarda bulunulması sonrası (bunlardan en önemlileri

başkent Bakü ve ikinci büyük şehir Kirovabat’da yapılanlardır), 1989 ve 1990 yıllarında

yaklaşık yarım milyon Ermeni, mal ve can güvenliği bulunmadığından Ermenistan’a göç

etmek zorunda bırakılmıştı. Ancak Dağlık Karabağ Özerk Bölgesi’nde yaşayan Ermeniler

binyıllardır üzerinde yaşadıkları atatopraklarından uzaklaşmayı kabul etmediklerinden, Bakü

tarafından düzenlenen ve giderek daha da vahşi boyutlara vardırılan baltalı-bıçaklı barbarca

saldırılarına karşı halkın mal ve can güvenliğini, yani insanca yaşam hakkını savunma

amacıyla artık bir direniş hareketinin örgütlenmesi ihtiyacını karşılama çabasına girişmişti.

1990 ilkbaharında temelli olarak yerleştiğim Sovyet Ermenistanı’nda komşu Sovyet

Azerbaycanı’nda yaşam güvenliği bulunmadığından zorla yerinden-yurdundan edilmiş

yüzbinlerce Ermeni göçmenin acısıyla yüz yüze gelip, sülalemin Der-Zor artığı yaşlılarının

1915 ile ilgili anlattıklarını kendi gözlerimle görme bahtsızlığını da yaşamıştım. 1988

aralığında yaşanan deprem felaketinin ardından, şimdi de hemen hergün Dağlık Karabağ’ın şu

141

veya bu Ermeni köyünde, 24 saat sürekli baskı ve korku altında yaşamaktansa, insanca özgür

bir yaşamı yeğlemek dışında başka da hiç bir suçu olmayan 150 binden fazla masum insana

karşı yapılan taşlı, baltalı, kılıçlı saldırılarda kaydedilen kayıplara maruz kalmayı sineye

çekerek, ortaçağ barbarlığını aratmayan facianın neredeyse günlük bir yaşam tarzına

dönüşmesine DUR demek için hem Ermenistan, hem de Karabağ’daki Ermeniliğin «1915:Bir

daha asla» ortak hafızasının yeniden canlanması ve ulusal bir uyanışın şafağını hatırlatan o

günlerde, biri birinin ardından, kendiliğinden organize edilen, gönüllü paramiliter direniş

grupları oluşmaya başlamıştı. Komutanlığını Radyo-Fizik dalında pek namlı bir bilim adamı

olan ve dedeleri Kars göçmeni değerli insan Leonide Azgaldian’ın üstlendiği, «Kurtuluş

Ordusu» adlı, yaklaşık yüz kişiden oluşan bir grubun gönüllü askerlerinden biri de ben oldum.

1988 kışından başlamak üzere, 1992 kışına kadar geçen tam dört yıllık dönemde neredeyse

tek taraflı Azeri saldırılarına maruz kalan Karabağ Ermenileri, sivil toplumun yaşam hakkını

savunma amacıyla kurulan bu gönüllü grupların varlığı ve desteğiyle yalnız olmadığını görüp,

kardeşçe dayanışmadan moral destek ve güç alarak kendi savunmasını da örgütlemeye

başlamıştı. Benim de içinde bulunduğum grup Karabağ’ın en kuzeyinde adını tarihte önemli

bir figür olan ve «Kafkasların Lenin’i» olarak tanınan Stepan Şahumyan’dan alan (Dağlık

Karabağ’ın başkenti 60 bin nüfuslu Stepanakert de bu yiğit komünistin adını taşımaktadır)

ŞAHUMYAN bölgesinde bulunmaktaydı. Orada sadece altı ay gibi kısa bir zamanda Azat,

Kamo, Getaşen, Mardunaşen adlı köy ve kentleri Ermeni köylerini kuşatma altına alıp,

Ermeni olmak dışında başkaca bir suçu olmayan binlerce insanın silahlı saldırılara nasıl

yiğitçe direnmekte olduğunu gördüğüm halde, bölgedeki Sovyet askeri birliklerinin

yandaşlığından yararlanarak, tankı-topu olan karşı güçlere karşı ne kadar çaresiz ve umutsuz

bir kavga verdiğinin de şahidi oldum. Adını verdiğim bu köyler gibi daha onlarca Ermeni

köyü çok kısa bir zaman zarfında binyıllık sahiplerinden boşaltılarak, yaklaşık 40 bin insanın

Şahumyan bölgesinden zoraki göçe maruz bırakılma, -kelimelerle anlatılması çok zor- acısını

da onların çok uzaklardan gelen bir soydaşı, aslında kader ortağı olarak günbegün yaşadım.

Dağlık Karabağ denilen bölgenin bir ada misali, dört tarafı dıştan zaten Azerilerle çevrili

olması yetmiyormuş gibi, içerisi de başta başkenti Stepanakert olmak üzere tüm diğer

şehirleri ve önemli kavşak durumunda, stratejik değerdeki hemen tüm yollar mutlaka Azeri

nüfusa sahip yerleşim bölgelerinden oluşuyordu. Hocalı denilen yer de Karabağ’ın küçük ama

tek havaalanına yapışık küçücük bir köyken 1988-1992 arasındaki kısacık bir zaman zarfında,

(buna Azerilerle hiç bir ilgisi olmayan ve orta Asya cumhuriyetlerinden “cennetlik iyi yaşam

şartları” sözleriyle kandırılarak temelli göç davetine tabi tutulup kandırılan Meskhetler de

dahil olmak üzere) Kuzey Kıbrıs misali, dışarıdan binlerce insanın getirilip yerleştirildiği bir

kasabaya dönüştürülen ve Bakü tarafından ileride Karabağ’ın yeni başkenti yapılması

arzulanan yerdi. Hocalı, aynı zamanda sadece Ermenilerin yaşadığı başkent Stepanakert’i Şuşi

ile beraber iki taraftan abluka altına alarak yerle bir etmeyi öngören haince bir planın aylardan

beri gerçekleştirilmesinin merkezi iniydi de !…

Ben 1991-1992 arası iki kez Hocalı’dan arabayla geçmiş biri olarak etraf-tarafta başka da

hiçbir yerde görmemiş olduğum çaplarda gerçekleştirilen inanılmaz bir inşaat çalışmasının da

142

şahidi olmuştum, çevre köylerdeki Ermeniler “orada gece-gündüz hiç durmadan çalışıp yeni

binalar yapıldığını” anlatırken kendileri için hazırlandığı besbelli bu mezar kazıcılarının

giderek çoğalmasından haklı olarak dehşete kapılıyorlardı. Niyet, sözüm meclisten dışarı,

«aptala bile malum olan» cinstendi, HOCALI çok yoğun bir Ermeni nüfusun yaşadığı

Stepanakert’in celladı olmaya hazırlanıyordu ve bu durum zaten 1991 sonbaharından 1992

kışına dek başkent Stepanakert’in her gün Şuşi ve Hocalı’dan bombardıman altına alınarak

tüm halkın korku içerisinde bodrum katlarına sığınarak yaşamaya zorlandığı yıllara mukabil

ettiğinden reddedilmez bir gerçek olarak gün gibi ortada duruyordu.

Karabağ Ermenilerinin başlattığı özgürlük hareketinin başarıya ulaşması için Hocalı ve

Şuşi’de yığılan askeri cephane ve savaş gücü mutlaka bertaraf edilmeliydi ve ben bu amaca

sadece üç aylık bir hazırlık sonrası dört ay gibi kısa bir zaman içerisinde ulaşılmasının

iahitlerinden oldum. 1992 yılının, 26 şubatını 27’sine bağlayan gece Hocalı, 8 mayısı 9’una

bağlayan sabahı da Şuşi, Ermeni gönüllü birliklerince kurtarıldı. Bu anlatımımı, o zaman

zarfında Dağlık Karabağ Özerk Bölgesinde yaşanan durumun Polaroid bir fotoğrafı olarak

resmetmenizi öneririm.

Ancak, durumun çok daha iyi anlaşılması için o zaman Azerbaycan’da birkaç yıldan beri

gövde gösterisinde bulunan, ırkçı-faşist Halk Cephesi örgütünün kafatasçı başı Ebülfez Aliev

(Elçibey) adlı bir Adolf Hitler benzerinin “T.C.” destekli bir darbe girişiminin hazırlıklarını

bitirmekte olduğunu da görmek zorundayız. 1988 kışından beri Azerbaycan’ın yığınsal

Ermeni nüfusa sahip değişik şehir ve köylerinde her tür saldırı ve katliamı gerçekleştirerek,

lafta bile olsa “70 yıl boyunca sosyalist geçinen” bir yönetim zamanında sadece “dostlar

alışverişte görsün” diye büfe vitrininde bulundurulan kullanılmaz eşya misali varolan içeriği

boşaltılmış «YAŞASIN HALKLARIN KARDEŞLİĞİ» türü ajitasyon ve propagandasından

bile payını alamamış, karanlık ortaçağ cahillerinin seviyesinde kalakalmış, ırkçı-faşist

ideolojinin arkasına takılmaya hazır bir toplum içerisinde, “yağmur sonrası bitiveren mantar

gibi” etraf-tarafta bitmeyi başaranların aslında kimler olduğunun iyice anlaşılması gerekiyor.

Ankara tarafından beslenen bu insanlık düşmanı faşist ideoloji yandaşlarının, Bakü’deki

komünist etiketli politik yönetimi devirmeleri için gerekli her türlü sinsi planın bir değil

muhtemel birkaç varyasyonlarından biri çerçevesinde gerçekleştirilmesi amacıyla varedilmek

istenen yalanların en kuyruklusu «Hocalı katliamı» denen olayda üstlendiği başrolün bilinip-

bellenmesi ve iyice anlaşılması çok ama çok önemlidir. Siyasal erki elde etmeye hazırlanan

bu ırkçı-faşist örgütlenmenin toplum gözünde meşruluk ve güven kazanması için anlı-şanlı

Goebels faşistinin «Yalan söyle, bir daha söyle, daha da inanılmazını söyle ve yay,

yayabildiğin kadar yay, yalanının izi mutlaka kalır» diye bildiğimiz ve dünyayı ne tür bir

felakete sürüklediği hepimizce malüm denenmiş bu yönteminin “OLMAZSA OLMAZI”

olmaya aday bir vukuatın olması, gerçekleşmesi gerekiyordu. Bu olay için hemen her şartın

oluşturulduğu en uygun yerin, yani çekilmesi gereken film için planlanan sahneler için en

ideal mekanın Hocalı olması aslında hiç de tesadüfi falan değil, iyice düşünülerek seçilmişti.

Hocalı’nın geçmişinde onyıllığına bile olsa üzerinde yaşayan yerli bir halkı olmadığı gibi,

şimdiki “sakinlerinin” sadece son birbuçuk-iki sene zarfında Orta Asya cumhuriyetlerinden

143

getirilip oraya yerleştirilen Meskhet toplumundan oluşuyor olması, gerçekleştirilmesine

hazırlanılan plan için aslında “bulunmaz Hint kumaşıydı” !

1991 ağustos sonu, kaşarlı faşist Ebulfez ALİEV (Elçibey)’in doğum yeri olan Nakhiçevan’ın

Ordubat kentinden getirilme, kendisine en sadık ALİEVLER aşiretinin, “T.C.” ordusu

subaylarınca üç aylık özel komando eğitimlerinden geçirilerek “alıştırılma Bozkurtlarından”

500’ün üzerinde fanatik iki grubunun, Hocalı ve Şuşi’ye yerleştirilmesiyle başlatılan

“İKTİDARA DOĞRU İLK ADIM” operasyonu, kasım ayından şubat sonuna kadar

Karabağ’ın başkentini tam dört ay boyunca bombardıman ateşine tutmasıyla, yaklaşık 60 bin

Ermeni insanını sürekli abluka altında yaşamaya mecbur etmişti. Başkent halkının herhangi

bir yere kıpırdayabilme olanağı yoktu, elektrik, su, en temel gıda maddeleri, tuz, şeker ve en

önemlisi ilaç sıkıntısının had safhaya ulaşmış olduğu halde, total abluka altında yaşam savaşı

veren bu insanlara yavaş soykırım tatbik edilirken, «SU BAŞINI DEVLER TUTMUŞ»

olduğundan, kuzey ve güneye giden tüm yollar Hocalı ve Şuşi’den geçmek anlamına

geldiğinden kullanılamaz hale getirilmişti. Baharda yapılması planlanan büyük taarruz

planlarını Ulusal Cephe’nin Bozkurtları adına bizzat yönetmek için Azerbaycan’ın üçüncü

büyük şehri olan Karabağ’a yapışık Hocalı’dan sadece on kilometre uzaklıkta bulunan Ağdam

şehrine üs kuran Ebulfez Aliev Elçibey, “T.C.”-nin hafif eliyle, oraya olağanüstü çaplarda

askeri teçhizat ve cephane yığılmasını da örgütleyebilmişti. Eğer herşey planlandığı gibi

gerçekleştirilecek olsa «bir taşla iki kuş vurulacak», Karabağ Ermenileri kan ve ateş içerisinde

yok edilirken, Bakü’de iktidar «tereyağından kıl çekercesine» bir kolaylıkla, ırkçı-faşistlerin

eline geçecekti. Elçibey, iktidara giden yolun Hocalı-Ağdam’dan geçtiğiyle ilgili rüyasını

gerçekleştirmek için tüm hazırlıklarını tamamlamış olduğundan, 20 şubattan itibaren

Stepanakert’e yapılan Alazan tipi uzun menzilli roket saldırıları, 24 saatlik yoğunlukla hiç

durmaksızın sürdürülmekteydi. Eğer panturancı Elçibey’in kafatasçı planları, yani korkunç

rüyası gerçekleşebilseydi, ardından her fırsatta bas-bas bağırılan «Bir millet, iki devlet»

yerine “T.C.” ile tek vücut, yani «Bir millet, bir devlet» olduklarını beyan etmesi gelecekti !

Sovyetler Birliği’ne saldıran Alman faşistlerinin 1941 eylülünde başlatılarak 1944’ün ocak

ayı sonuna kadar abluka altında tuttuğu Leningrad şehri halkının yiğit direnişini daha okul

sıralarından bilen Stepanakert şehri ve civarındaki 20’den fazla köyde yaşayan Ermenilerin, 4

aydan fazla bir zaman akılalmaz zorluklara göğüs gererek dayanmaya çalıştıkları gayr-ı insani

bu faşist karakterli ablukayı kırıp, planlanan vahşetten kurtulabilmeleri için yapılacak tek şey,

maruz kaldıkları saldırı ateşlerinin ocaklarını söndürmek, her ne pahasına olursa olsun

tehlikeyi bertaraf etmekti.

Hocalı’da, çoğunluğu Orta Asya’dan getirilme Meskhet göçmenler olmak üzere yaklaşık

olarak 2 bin civarında sivil insan ve 600’ün üstünde muhalif Ebulfez Elçibey’in emrindeki

Azeri faşistleri bulunmaktaydı. Ermenilerin hazırlandığı kurtuluş operasyonuna katılacak tüm

gönüllü birliklerindeki insan sayısı 500’ü bile bulmazken, ellerindeki otomatik tüfeklerle,

gerekenin de çok altında kurşun ve cephane yetersizliği sıkıntısından duydukları başka da

tasaları yoktu. 24 şubat gecesi bir kolu Stepanakert, diğer kolu Baluca yakınlarından

Hocalı’ya giden iki yol üzerindeki kontrolü ellerine geçiren Ermeni gönüllü grupları, aynı

144

zamanda kuzeyden Askeran’dan Ağdam’a giden yolun Azeriler tarafından kullanılmasını da

engellemeyi başarmışlardı. Ermenilerin bu kadar az insanla bir karşı atağa geçip, Hocalı’yı

neredeyse ablukaya alan bir kuşatmayı becermelerinden paniğe kapılan halk, aylardan beri

kendilerinin Stepanakert ve civarı Ermeniliğine uyguladığı kuşatmanın bir benzerine

uğramaktan korktukları için köyden uzaklaşmak ve bir an evvel Ağdam’a ulaşmak için

alelacele kamyon ve otobüslere doluşmaya başlamıştı bile !…

Sivil halkın korkup paniğe kapılarak Hocalı’yı terketmek istemesinden rahatsız olan

Elçibey’in Halk Cephesi’ne ait askeri mangaları, köyden dışarı çıkan dört yol ağzına

barikatlarla kurmuş, Ermenilere karşı “kutsal cihada” katılmaktan korkanları alenen

kendilerinin infaz edip öldürecekleri tehdidinde bulunup, korkutmaya çalışmışlardı. 25 şubat

günü, Ermeni güçleri radyo telsizlerle sürekli olarak Hocalı’da kent sorumlusu yöneticiler ve

silahlı grup şefleriyle görüşüyor ve “Sivil halkın sorunsuz olarak şehri terkederek Ağdam’a

gitmeleri gerektiği ve bunun için insani bir koridorun açık olduğunu” bildirdikleri halde,

karşılığında hakaret ve küfürler duyuyorlardı. Bir taraftan Ermeni güçlerinin ardı arkası

kesilmeyen üstelemesiyle, tüm gün boyunca süren görüşmelerde masum insanların kirli savaş

nedeniyle mağdur olmasını engelleme yönlü hümanist çabalardaki ısrarı, diğer taraftan aynı

zamanda Azerbaycan Parlamentosunda milletvekili de olan Hocalı belediye başkanı Elman

Mamedov’un sağduyulu davranma kararlılığı sayesinde, beklenen sonuca ulaşılmıştı.

Himayesi altında bulunan sivil halkın can güvenliğiyle ilgili kaygıları sonucu, Bakü’deki

merkezi yönetimle ilişkiye girmesinin akabinde, Stepanakert’in önerdiği insani koridordan

yararlanılarak sivil halkın kenti terketmeye hazırlanmasında mutabık kalınmıştı. Bakü’deki

yönetimin Ermenilerin insani teklifini büyük bir sağduyu ile olumlu ve hümanist bir adım

olarak değerlendirerek, Hocalı sakinlerinin kenti terketmesine karar kılınmasına kudurduğu

için, sinsi planlarının suya düştüğünü hisseden merkezi yönetim düşmanı muhalif Halk

Cephesi’nin ırkçı-faşist militanlarınca silahlandırılan gözü dönmüş fanatikler, gruplar halinde

Hocalı sakinlerini encide eden, kışkırtma ve provokasyonlara başvuruyorlardı. Bu esnada

Ağdam’da bulunan askeri komutanlıkta görevli bazı üst subayların emirlerine de karşı gelip,

itaatsizlik gösteren bu kesimle, halktan insanlar arasında ciddi sorunlar yaşanmış ve halka

gözdağı verme kararlısı bu fanatikler zavallı köylülerden kendilerine karşı koymaya cesaret

eden birkaç insanı, herkesin gözü önünde kurşunlayarak delik-deşik edip, güç gösterisinde

bulunmuşlardı.

Tüm bu olumsuzluklara rağmen, 26 şubat günü onlarca kamyon, otobüs, minibüs ve

otomobillerle çoğunluğu yaşlı, kadın ve çocuklardan oluşan birkaç yüz insanın bulunduğu

konvoy, Hocalı’dan kuzeyde Ermenilerin Askeran kentinden geçen otoyolunu rahatça

kullanarak, yani Ermenilerce bırakılan insani koridordan yararlanarak, Azerilerin ikamet ettiği

Ağdam’a ulaşmıştı. Bir gece öncesindeyse, ellerinde beyaz bayraklar taşıyan küçük gruplar

halinde yaklaşık kırk kadar Meskhet ve Azeri, Baluca keni tarafındaki tepelerde siperlenmiş

Ermeni savunma güçlerine gönüllü olarak teslim olmayı tercih etmiş, Şuşi veya Ağdam’a

nakledilmek istediklerini bildirmişlerdi (Stepanakert’e ulaştığım 28.şubat.1992 günü, bu

«gönüllü esirlerden» altısıyla şahsen tanışma ve görüşme imkanına sahip olmuş ve 3 mart

145

günü onların da içinde bulunduğu 34 kişilik bir grup insanın Ağdam’a yollanmasının şahidi

de olmuştum).

26 şubat sabahı şafak vakti, Hocalı’daki fanatik silahlı grupların Ağdam’a doğru kuşatmayı

yarma amacıyla beklenmedik bir saldırıya geçmesine karşılık veren Ermeni özsavunma

güçleri ağır kayıplar verdikleri halde, yardıma gelen diğer gönüllü birimlerin de yardımıyla

kentin kuzey mahallelerinden birini ele geçirebilmişlerdi. Beklenmedik bu haber her iki tarafı

da şaşkınlık içerisinde bıraksa bile, Azerilerden sayıca çok az olan Ermeni gönüllüler için bu

başarı büyük bir moral kaynağı olmuştu. Stepanakert’teki askeri özsavunma komitesi, Bakü

ve Ağdam’daki devlet yöneticileriyle yeniden ilişkiye girerek, «sivil halkın insani koridordan

yararlanarak kenti acilen terketmesi koşulunun hemen yerine getirilmemesi halinde, askeri

operasyon gerçekleştirileceğini ve masum halktan olası can kaybı için Azerbaycan tarafının

sorumlu olacağını» bildirmiş, hatta Hocalı’nın boşaltılması için «köye yapışık havaalanından

yararlanılması, halkın helikopter ve uçaklarla taşınması» önerisinde bile bulunmuştu. Tam

dört yıldan beri Azerbaycan ve Karabağ Ermenilerine karşı tek taraflı barbarca saldırılarda

bulunmuş Azerbaycan iktidarına yapılan bu uyarıdan sadece dakikalar sonra, Stepanakert

şehri güneyden Şuşi, kuzeyden Hocalı olmak üzere aralıksız dört saat süren uzun menzilli

roketli saldırı ve top atışına tutulmuştu. Stepanakert’te askeri operasyonları koordine eden

merkezi ÖZSAVUNMA KOMİTESİ, üç saat boyunca radyo yayını ve telsizlerle Hocalı’ya

taarruzun başlayacağı haberinin olası tüm adreslere bildirilmesinin hemen ardından da

saldırıya geçme emrini alan hal-i hazır bekleyen Ermeni gönüllü birlikleri Hocalı’nın

kurtuluşu için üç yönden eyleme geçmişlerdi. Kentin en doğusundaki dördüncü yön

istikametinde bekleyen birliklerin orada sadece sivil halk için bırakılan insani koridorun

denetim altında tutulmasını sağlamak görevi olduğundan, bu operasyona katılması özel bir

emirle engellenmişti.

26 şubat akşam saatlerine doğru, köyden çıkarak asfalt yol yerine, köyün hemen yanından

geçen çayın öte yanındaki eski toprak yoldan Ağdam’a doğru yollanan binden fazla sivil

insanın Hocalı’dan ayrılmakta olduğu haberinin alındığı andan başlamak üzere sadece 9 saat

sonra, yani 27 şubat sabahının ilk saatlerinde, köyün en doğusundaki mahallesi dışında hemen

tümü Ermeni güçlerinin eline geçmişti. Günün aydınlanmasıyla Azeri tarafının bire beş fazla

kayıp verdiği ve insan kaybının 60 civarında olduğu ancak öğle saatlerinde öğrenilebilmişti.

Ermeni tarafından değişik ağırlıkta elliye yakın yaralı varken, Azeri tarafındaki yaralı

sayısının bilinmemesi, onların son barınağı olan Hocalı’nın doğu mahallesine sığınmış

olmalarıyla açıklanabilirdi. Başarılı geçen askeri operasyonun ardından Stepanakert’ten

edinilen yeni bir emirle Hocalı doğu mahallesinin sadece ses bombalarıyla taciz edilmesi

sayesinde kalanları kaçmaya teşvik etmeye paralel olarak, köye getirilen bir kamyona

yerleştirilen hoparlörle, evlerin bodrumlarına sığınmış, korku içerisinde ölümü beklemekte

olan masum insanlara, Azerice ve Rusça «bir gün evvel köyü terkedenlerin güvenlik

içerisinde Ağdam’a ulaştıkları» söyleniyor ve «bu bilgiyi doğrulamak için Ağdam’dakilerle

telefon bağlantısı kurmaları ve gereksiz yere insan kaybına sebep olmamak için köyü acilen

terketmeleri» telkin ediliyordu. Ne iyi ki bu propaganda arzulanan meyvesini vermiş ve artık

Halk Cephesi’ne ait silahlı cengaverlerin tehditlerine kulak vermeyip, onlara isyan eden

146

köylüler, ellerine geçirdikleri telsizlerle doğrudan Ermenilerle bağlanıp, «önümüzdeki 12 saat

için ateşkes yapılması halinde köyde kalanların toplu halde Ağdam’a gideceklerini»

belirtilmişti. Bu görüşmelerden sadece bir saat kadar sonra da, Hocalı’nın doğu mahallesine

sığınmış olan bu insanlar kendilerinden bir gün evvel, çayın öte tarafındaki eski toprak yolu

tercih ederek Orta Asya’dan jkandırılarak getirildikleri bu uğursuz yeri, bir daha geri

dönmemek üzere terketmişlerdi.

Bu askeri operasyon sonrası HOCALI köyünden çıkan akılalmaz çaplardaki askeri techizat ve

cephane sayesinde, Karabağ Direniş Birliklerinin kurulabilmiş olduğunu neredeyse bir itiraf

olarak ifade ederken, Merkezi ÖZSAVUNMA KOMİTESİ’nin o günden sadece 2,5 ay sonra,

ele geçirilmesi imkansız sayılan kale şehir Şuşi’yi, 8.mayıs.1992’de akılları durduran bir

operasyonla kurtarmasını belirtmek de övgüye değer olmasının yanında çok yerindedir. Bu

bağlamda, günümüze dek varolan Dağlık Karabağ Savunma Kuvvetlerinin «asıl kurucusu o

dönemde Bakü’deki politik iktidara karşı muhalif olan Halk Cephesi adlı o ırkçı-faşist

harekettir» demeye kalksak çok yanılmış olmayız sanıyorum… Hocalı askeri operasyonunun

hikayesi işte bundan ibaret olup, Ermeniler açısından düzenli bir savunma ordusu

kurulmasının da en önemli temelini teşkil etme özelliğine sahip olmasından dolayı bir o kadar

da öğreticidir !

Burada, kısa bir parantez açarak 27 şubat sonrası, Hocalı dışında vuku bulan vahşetten de kısa

olarak bahsetmek gerekir düşüncesindeyim, çünkü, 20 yıldan beri Azerbaycan tarafından tüm

dünyaya söylenen modern tarihin herhalde en kuyruklu yalanlarından birinin uydurulmasına

sebep teşkil eden bu sahtekarlığın temeli, işte o zaman ve Ağdam yakınlarında Azeri askeri

güçlerinin kontrolü altında bulunan tepelere kazılı çukurlarda atılmış olduğunu, elini

vicdanına koymayı becerebilen her insanın öğrenmesi ve bilmesi bir insanlık görevidir

düşüncesinin de inatçı bir savunucusuyum. Bence, tırnak içerisine alarak bahsedilmesi

gereken «Hocalı Katliamı» ile ilgili günümüze kadar tüm dünyaya sözümona reddedilmez

ispat olarak gösterilen her çeşit fotoğraf ve video filmlerinde görülen en primitif türden bir

zaman ve mekan uyuşmazlığı dışında, bahsedilen katliamın mağduru olarak gösterilen

kurbanların bazen Hocalı’dan binlerce kilometre ötedeki Bosna, bazen biraz daha yakında

bulunan Van, bazen Kosovo, bazen de dünyanın başka bir ülkesinde vuku bulan çatışmalar,

doğal afet veya başka bir insani felaketten kopyalanan “Copy-Paste”, yani «KOPYALA-

YAPIŞTIR» metoduyla sunulmaya yeltenilen bir yutturmacadan başka birşey olmamasının

traji-komikliği bile, o haltı yiyenler tarafından örnek alınan tek değerin, 1933-1945 faşist

Almanya’sında Hitler’in yamağı, Halkın Eğitimi ve Propaganda’dan sorumlu Bakanı, totaliter

rejimler arası kıyaslamada dahi, dünyanın gelmiş-geçmiş en büyük halk yığınlarının nasıl

manipülasyona uğratılması konusunda BİR NUMARALI uzmanı, ne duyulmuş-ne de

görülmüş olan her türden demagojilerin «eline su dökülmez» ustası olarak bilinen, Dr. Paul

Joseph GOEBBELS olduğu kolayca anlaşılmaktadır. Tarihin çöplüğünü intihar ederek çoktan

boylamış olan insanlık düşmanı bu faşistin, «Yalan söyle, tekrarla ve yay… izi kalır mutlaka

!» yöntemini örnek alarak, en iyi şekilde uygulayan ülke olmakta Azerbaycan’la kim

yarışabilir bilebilmek oldukça zor olsa dahi, o devletle suç ortaklığında bulunmuş “T.C.”-nin

«Hocalı katliamı» yalanının beslenip-büyütülmesindeki rolü, 1992 haziranında Bakü’de Halk

147

Cephesi tarafından yapılan darbe sonrası, iktidarı elde etmesi örneğinde olduğu gibi

yadsınmaz bir gerçektir.

Ve Dağlık Karabağ’ın Hocalı köyünde işlerine çok geldiği halde, Ermeniler tarafından

yapılmasını planlayıp çok arzuladıkları pek kanlı bir katliamın gerçekleşmesini sağlayıp da

beceremediklerini anladıktan sonra bile, insanlıkdışı sinsi amaçlarından vazgeçmeyen Halk

Cephesi faşistlerinin sağ-salim Ağdam’a varan masum insanları, yedekte sakladıkları daha da

iğrenç bir Plan B gereği, kirli oyunlarına alet ve kurban ederek, ellerini soydaş kanına

bulamaktan bile çekinmedikleri de bir o kadar gerçektir.

Yukarıda belirtilen iğrençliği açıklayanların Ermeni tarafını temsil edenler kişilerden değil de,

o dönem Azerbaycan hükümetinin en sorumlu yerlerinde bulunan politik şahsiyetlerden

oluşuyor olması da reddedilmez bir gerçektir. Bu konuda kuşkusu olan herkesin, benim de

naçizane katkım olan sadece iki kaynakla tanışmasını / HOCALI: A show of unseen forgery

and falsifications ) www.xocali.net ve HOCALI DOKÜMANTASYONU

http://www.youtube.com/watch?v=7ef3f5Ngkck / ve asrın sahtekarlığının ne kadar ilkel bir

düzmece olduğunu kendi gözleriyle görmelerini öneriyorum. Bu kaynaklarda, Azerbaycan’ın

ilk Devlet Başkanı Ayaz Mutalibov, Parlamento Başkanı Yakup Mamedov, Hocalı Belediye

Başkanı ve Milletvekili Elman Mamedov, Hocalı Olaylarını Araştırma Komisyonu Başkanı

Ramiz Fataliyev, İnsan Hakları Savunucusu Arif Yunusov, “Memorial” adlı İnsan Hakları

Merkezi Örgütü’nün 28.mart.1992 Bildirgesi, politik tutuklu ve muhalif gazeteci Eynullah

Fatullayev, 26-27.şubat günleri sıradan bir sakini olarak Hocalı’da yaşayan Salman Abbasov

ve daha onlarca kişinin şahitliklerini görüp, öğrendikten sonra şapkanızı önünüze koyup da,

başkasının değil, kendi vicdanınızın sesini dinleyeceğinize inanıyorum.

Yazıma, değerli şair Can Yücel’den bir sözle başlamıştım, onu yine o değerli insanın «ve

herşeyi öğrendiğin kadar bilirsin, bunu da öğren» sözüyle noktalamak isterim. “Her gece iki

gündüz arasındadır” doğrusundan hareketle, bu dünyayı hep ve sadece HERŞEYİ

ÖĞRENMEK İSTEYEN insanoğlu insanların elleri üzerinde tuttuğuna olan samimi

inancımdan zerre kadar geri adım atmadan, hiç ödün vermeden, 21.inci yüzyıl

Goebbels’leriyle aynı safta bulunmadığıma şükrettiğime de inanmanızı diliyorum.

Saygılarımla,

Sarkis HATSPANIAN (1991-1994) Karabağ Kurtuluş Mücadelesi Muharibi

26-27.şubat.2012 – DOĞU ERMENİSTAN

P.S.: Yazım, mahpusane yıllarımda kaleme almaya başladığım hatıralarımın «Dağlık

Karabağ Gerçeği» yazı serisinin üçüncüsüdür.

Yazar: SarkisHatspanian

Tarih: 28. Şubat 2012

*

148

Ek 2: “"Azerbaycan Darbesi" ve "Gazi Katliamı" (Gazi Katliamı'nın 17.yılı dolayısıyla)

- Kemal Erdem

12 Mart 2012 -

Bu makale bundan iki yıl önce yine bu sitede daha uzun bir haliyle yayınlandı. Şimdiki hali

daha kısa olup bazı yerlerini okunması kolay olsun diye dışarıda bıraktım. Amacım Gazi

Katliamı'nın arka planına ışık tutmak ve bu devlet terörünün sorumlularını teşhir ederek, bu

noktada toplumsal bilinçlenmeye bir nebze de olsun katkı yapmaktır.

Bu makaleyi ikinci defa yayınlamak istememe neden olan bir olayı da burada okuyucu ile

paylaşmak istiyorum. Geçenlerde CNN TURK'te Mehmet Ali Birand'ın hazırlamış olduğu ve

28 Şubat darbesini konu alan “Son Darbe” belgeselini izlerken, özellikle dikkatimi çeken

durum, olayları 1993'ten 2003'e kadar olan zaman dilimi içerisinde ele alan belgeselin,

Azerbaycan Darbesi'ni dışarıda bırakmış olmasıydı ve Gazi Katliamı'nı anlatan bölümde de

olayın arka planına hiç değinmemesiydi.

M.A.Birand gibi deneyimli bir gazetecinin bu durumu özellikle, bilerek es geçtiğini ve

değinmediğini düşünüyorum. Ama onlardan önce devrimci ve demokratik kamuoyunun

kendisi bu durumu es geçmektedir ve dolaylı olarak aslında bu devlet terörünün gizlenmesine

sessizlikleri ile katkı sunmaktadırlar. Halbuki Türkiye devrimci ve demokratik kamuoyunun

tarihinde Gazi Katliamı ve sonrasında ortaya konulan kitlesel direniş, 12 Eylül'den sonra,

Kürdistan'ı saymazsak, faşizme karşı ortaya konulan en kitlesel ve radikal tepkiyi

oluşturmaktaydı.

I-Giriş

1995 yılının Mart ayında (tam olarak 12-15 Mart 1995) gerçekleşen Gazi katliamı,

Türkiye’nin Başbakanlık, Cumhurbaşkanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı tarafından,

Azerbaycan’da işbirlikçiler aracılığı ile yürütülen ve gerçekleştirilmek istenen darbenin

başarısızlığa uğramasının sonucunda devreye sokulan ve “TC devletinin itibarını kurtarma

planı”nın önemli bir parçasını teşkil etmiştir. Gazi katliamı aracılığı ile devlet hem kendi

kamuoyundan hem de dünya kamuoyundan kendi rolünü gizlemeyi başarmıştır ve bu haliyle

yürütülen psikolojik hareket başarıyla sonuçlanmıştır.

Gazi katliamı benim bildiğim kadarıyla bugüne kadar TC devletinin yapmış olduğu gelmiş

geçmiş en büyük “Psikolojik Operasyon”dur. Çünkü bu operasyon, Türkiye ve dünyanın

gündeminde Azerbaycan darbesini ve bu darbe içerisinde TC devletinin rolünü ustaca

gizlemiş ve bütün dikkatlerin Gazi katliamına çevrilmesine neden olmuştur.

Türkiye’nin Azerbaycan’da Haydar Aliyev yönetimine karşı gerçekleştirmiş olduğu darbe

girişimi çok kanlı olmuştur. Dört yüzden fazla insan bu darbe girişimi sırasında ölmüştür.

Geçerken belirtelim ki, bu darbe girişimini Rus istihbarat servisi KGB (şimdi FSB) ve CİA

dikkatlice yakından izlemişler ve olayları dolaylı olarak etkilemeye çalışmışlardır.

149

SSCB'nin çöküşünden sonra Rusya, 1994 yılına gelene kadar Kafkaslar’da nüfuzunu

Ermenistan’dan Gürcistan’a ve Azerbaycan’a kadar tekrar arttırmış ve bunu da Güney

Kafkasya’daki ülkeleri birbirine karşı kullanarak yapmıştır.

Türkiye 1992 yılında E.Elçibey'i deviren H. Aliyev darbesine 1994'te bir darbe ile karşılık

vermek istedi. Ancak bunun olabilmesi için Türkiye’de Türk milliyetçiliğine politik olarak

ihtiyaç vardı. Azerbaycan’da güçlü olan politik hareket MHP’ydi ve ancak o ve benzeri

politik eğilimler ile Türkiye Azerbaycan’da politik olarak tekrar etkinleşebilirdi.

II-DYP içerisinde MHP kadrolaşması

1991 seçimleriyle birlikte bir çok MHP kadrosunun DYP içerisine yoğun bir şekilde aktığı

görüldü. Bunlardan en önemlilerinden birisi Mayıs 1990 tarihinde Alparslan Türkeş

tarafından MHP ile ilişkisi kesilen Ayvaz Gökdemir’di. Muhtemelen A. Türkeş, A.

Gökdemir’i, ordu ile olan “derin ve karanlık bağlantıları”ndan dolayı MHP’den uzaklaştırdı.

12 Eylül’den sonra MHP’nin eskisi gibi ordunun özel harp planları doğrultusunda

kullanılmasını istemiyordu (bugün de Devlet Bahçeli buna dikkat ediyor) ve bu tür

bağlantıları olanları MHP’den uzaklaştırıyordu.

Ayvaz Gökdemir, Tansu Çiller döneminde ve Azerbaycan darbesi sırasında hükümette Türki

Cumhuriyetleri’nden sorumlu devlet bakanı olarak görev yapıyordu ve Azerbaycan ve

Özbekistan’daki darbe girişimlerinin organizasyonuna katılmıştı ve bu iki devlet tarafından

resmi olarak istenmeyen adam olarak ilan edilmişti. Yine bu dönemde Meral Akşener,

Mehmet Ağar, İbrahim Şahin, Abdullah Çatlı, Haluk Kırcı, Alaatin Çakıcı, Tevfik Ağansoy

vs. gibi birçok milliyetçi ve eski ülkücü ya DYP içerisinde ya da bazı gizli işlerde yer

almışlardır. Yine bu dönemde DYP içerisinde Korkut Eken gibi Özel Harp kadroları cirit

atmıştır.

Hiç kuşkusuz DYP’nin bu şekilde “sarılıp sarmalanması”nı isteyen Genelkurmay’dır. Bu

dönemde Genelkurmay’ın başında Doğan Güreş vardır ve aslında üstü örtülü darbenin baş

aktörü o ve etrafındaki dönemin kuvvet komutanlarıdır. Onun Genelkurmay Başkanlığı

döneminde Özel Harp Dairesi (ÖHD) Özel Kuvvetler Komutanlığı (ÖKK)’na

dönüştürülmüştür.

1992-1995 arası ÖHD (ÖKK)’nin pislikleri o kadar çoğaldı ki, Doğan Güreş emekli olduktan

sonra DYP’den Kilis milletvekili seçilerek dokunulmazlık zırhına bürünmek zorunda kaldı.

Çünkü T. Özal’ın, Eşref Bitlis’in, Uğur Mumcu’nun, 33 askerin katliamı, Sivas katliamı, bir

çok Kürt iş adamının ölümü ve binlerce faili meçhul cinayet belirli bir doktrine göre

oluyordu. Bu doktrin 1992 yılında kabul edilmiş ve devreye sokulmuştu. 1992 yılında Milli

Güvenlik Siyaset Belgesi (MGSB) yenilenmiş ve bu yenilenme sırasında Kürt ulusuna karşı

topyekün savaş kararı alınmıştır. Bunun ardından da operasyonlar, suikastlar, tasfiyeler

dalgası yaşanmıştır.

Bu doktrin devreye sokulduğunda SHP’nin başında Erdal İnönü vardı ve bu doktrinin kendi

“mizacına uygun düşmediği” gerekçesiyle istifa etti ve bu planlar T. Çiller-Murat Karayalçın

hükümeti tarafından gerçekleştirildi.

150

III- Türkiye’nin Azerbaycan darbe planı ve bunun politik ve örgütsel araçları

Azerbaycan darbesini Çiller-Karayalçın hükümetinin eline tutuşturan Genelkurmay’dı. Bu

dönemde bu tür politikaların planlandığı yer hükümet değil Genelkurmay’dı.

Türkiye’nin Azerbaycan’da darbe girişimi, Rusya’nın Çeçenistan’da şiddetli bir savaş

içerisinde bulunduğu bir döneme denk geliyordu. Bundan dolayı Türkiye Rusya’nın daha az

bir refleks göstereceğini tahmin ediyordu. Bu darbeyi KGB (şimdi FSB) ve CİA yakından

izliyordu ve Rusya-ABD-İngiltere bu darbenin başarısını istemiyordu ve Türkiye onlara

rağmen orada bir darbe gerçekleştirmeye çalışıyordu.

Devletin zirvesi darbeyi itinayla ama acemice hazırlamıştı. Bu darbede her kurumun bir rolü

vardı. Hükümet kendisine bağlı kurumlar ile Azerbaycan’da yaygın ilişkilere sahipti ve bu

yaygın ilişkiler sayesinde işbirlikçiler aracılığı ile politik güçlerin toparlanması işini

yürütüyordu ve darbenin operasyonel yanını o yürütüyordu.

Darbe planında Cumhurbaşkanı ve Genelkurmay’a (aslında bu sonuncusu darbe planını

yapmış ve hükümeti ve Cumhurbaşkanı’nı öne sürmüştür) da büyük işler düşüyordu. Darbe

planı bütün olasılıkları öngörmüştü. Başarısızlık anında ne yapılması yani bir “B planı”nın ne

olması gerektiği konusunda gerçekten profesyonelce ve iyi bir hesap-kitap işinin yürütüldüğü

daha sonra yaşananlarla ortaya çıktı. Darbenin gerçekleştirilmesinde acemi oldukları ortaya

çıktı ama “B Planı”nda oldukça usta oldukları görüldü.

Darbenin yürütülmesinin operasyonelliğini hükümet yaparken, başarısızlığı anında

Cumhurbaşkanı’na da bir rol biçilmişti. Buna göre darbenin başarısız olduğu politik kararı

alındığı andan itibaren, Cumhurbaşkanı devreye girerek Haydar Aliyev’i uyaracak ve böylece

devletin başı olarak “Türkiye’nin devlet olarak bu işin içinde olmadığı” belirtilerek,

“ilişkilerin zarar görmemesi” sağlanacaktı.

Peki Türkiye ve dünya kamuoyundan Türkiye’nin bu darbedeki rolü nasıl gizlenecekti?

İşte bu andan itibaren de Genelkurmay ve ÖKK (eski adıyla ÖHD) devreye girecek (ki darbe

sırasında arka planda bütün lojistik desteği onlar veriyordu) ve büyük bir psikolojik hareket

ile ülke ve dünya kamuoyunun gözleri önünde bir “kaptı kaçtı” yapacaktı.

Plan buydu. Peki nasıl işledi?

Azerbaycan darbesi, Azerbaycan Halk Cephesi ve onun lideri Ebufelz Elçibey (darbe

sırasında Nahçıvan’daydı) etrafında örüldü. Türkiye bu darbenin örgütlenmesinde kendi

devlet kadroları aracılığı ile gizlice yer alıyordu ve darbeyi arka planda yönetiyordu.

Azerbaycan’daki darbenin örgütlenmesini bizzat TC hükümetinin ve onun kadrolarının

yaptığı Kutlu Savaş’ın “Susurluk Raporu”nda açıkça belirtilmiştir.

Türkiye H. Aliyev’e karşı, E. Elçibey’in etrafında bütün Azeri muhalifleri birleştirmeye

çalışmıştır. Eski Cumhurbaşkanı Ayaz Muttalibov;Elçibey’in devrilmesinde H. Aliyev ile

birlikte hareket eden ve sonra araları açılan Süret Hüseynov;İçişleri Bakan Yardımcısı ve

151

Omon birlikleri komutanı Ruşen Cevadov, Elçibey’in etrafında ve Aliyev’e karşı

birleştirilmeye çalışılmıştır.

Türkiye bir çok devlet kadrosu ve ajanıyla bu darbeye katılmış ve yönetmiştir: Azerbaycan

Büyükelçisi Altan Karamanoğlu, MİT müsteşarı Ertuğrul Güven, Elçilik Din Müşaviri

Abdülkadir Sezgin. Sonraları ÖKK komutanı olacak olan ve şimdi Balyoz Operasyonu ile

gözaltına alınan ve tutuklanan ve darbe sırasında Askeri Ataşe olarak görev yapan Engin

Alan. O zamanlar ÖKK'nin başında 2004 yılında emekli olan Fevzi Türkeri

bulunuyordu.Azerbaycan Milli Meclis Danışmanı olan ve MİT ajanı olan Ferman Demirkol.

MİT Dış istihbarat Daire Başkanı Yalçın Ertan. Başbakan Müsteşarı Ali Naci Tuncer (Bu ikili

özel bir uçak ile gidip Ferman Demirkol’u getirdiler). Türki Cumhuriyetlerden Sorumlu

Devlet Bakanı Ayvaz Gökdemir. Yine Acar Okan ve Kamil Yüceoral adlı kişiler. Mehmet

Eymür’ün Atin. org sitesinde belirttiği üzere 12 Aralık 1994 tarihinde özel bir ekiple Korkut

Eken bu ülkeye gitmiştir. Yine Abdullah Çatlı’nın da darbe sırasında orada olduğu daha sonra

ortaya çıkan bilgiler arasındadır. Bunlar bugüne kadar bilinenler. Elbette bir de bilenmeyenler

var.

Türkiye Özel Hareket Polisi aracılığı ile Azerbaycan’daki özel polis kuvvetleri olan Omon

birliklerini eğitiyordu ve bu birliklerin başında Ruşen Cevadov vardı. Darbe sırasında Omon

birlikleri darbenin silahlı gücü olarak düşünülmüştü ve darbe sırasında Azerbaycan devlet

güçleri ile çatışan bunlar oldu ve komutanı R. Cevadov öldürüldü. İşin ilginç tarafı Omon

birliklerini eğiten Türk Öze Hareket Polisi’nin başında, ÖKK’nın polis içindeki uzantısı ve

ÖKK’nın çok parlak bir elemanı olan ve Ergenekon soruşturmasında yakalanan İbrahim

Şahin bulunuyordu. Yani o da bu darbede hiç kuşkusuz rol almıştı.

Türkiye Azerbaycan’daki darbenin finansmanını ise kurduğu Azerbaycan Hizmet Vakfı

aracılığı ile yürütüyordu. Yine burada finansman ile ilgili olarak bir başka noktaya dikkat

çekmek gerekir. Daha sonraları yine “Derin Devlet” tarafından öldürülen Ömer Lütfü Topal

ve onun gibi işadamlarının da bu darbelerin finansmanında rol aldığını belirtmek gerekir.

Böylece Hükümet, MİT (başında Sönmez Köksal vardı) ile birlikte Emniyet ve Engin Alan

aracılığı ile de Genelkurmay Azerbaycan darbesini üç-dört koldan yürütüyorlardı.

Türkiye, Hükümet, Genelkurmay ve Cumhurbaşkanlığı tarafından yürüttüğü darbe girişiminin

başarısızlığı karşısında, devleti aklamak için, “darbeyi bazı devlet kadrolarının devletten

habersiz yaptığı” imajı vererek kurtulmaya çalıştı ve sürekli bu yönde propaganda yürüttü.

Hala daha da bu propaganda yürürlüktedir ve olaylara katılanlar (örneğin Ferman Demirol

gibi) papağan gibi şunu tekrarlarlar: “Hükümet ve Cumhurbaşkanı’nın haberleri sonradan

oldu. Darbe olayı Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e 10 Mart 1995 tarihinde haber verildi

ve o da Haydar Aliyev’e haber vererek, onu darbeden haberdar etti”

Tamamen yalan.

Ferman Demirkol, devletin darbeye katılan ajanlara yaklaşımını çok doğru olarak şöyle

belirtmiştir: ”Eğer Aliyev’e karşı yapılan hareket başarılı olsaydı, bana sahip çıkılacaktı,

152

bizim gençlerdendi denilecekti. Hareket başarısız olursa, bana hiç sahip çıkılmayacak, beni

hiç tanımayacaklar ve sonuçta darbeci deyip uzak duracaklardı. Nitekim sonuncusu oldu.”

Ferman Demirkol’un burada belirttiği şey aslında MİT’in onlarla yaptığı bir anlaşmadır. Bu

işe girişilen ajanlar ile MİT bu tür bir anlaşmalar yapmıştır ve bu şahıslar da kanımca bu

durumu baştan kabul etmişlerdir. Aynı prensibi “Susurluk Kazası”ndan sonra bir özel

televizyon kanalına bağlanan ve Abdullah Çatlı’nın yakın arkadaşı olan Haluk Kırcı, 1996-

1997 yılında belirtmiştir ve bunu belirtirken de “Görevimiz Tehlike” adlı filmi örnek

göstermiş ve durumlarının biraz buna benzediğini ima etmiştir.

Kutlu Savaş, “Susurluk Raporu”nda, devlet sırrı olduğu gerekçesiyle yayınlanmayan ama

daha sonraları basına sızdırılan Azerbaycan darbesi ile ilgili olan bölümde bu darbede

Türkiye’nin rolünü şöyle belirtmiştir:

“Öte taraftan Azerbaycan’a uzanmak için de fırsat doğmuş, bu ülkedeki kargaşaya rağmen

petrol kaynakları pek çok kişiyi, siyasiler başta olmak üzere tahrik etmiştir.

MİT’in Azerbaycan’daki darbe girişimi başlıklı notu uzun olduğu için EK-8’de sunulmuştur.

Bu notun tetkikinden görüleceği üzere ve özetle darbe Azerbaycan’ın karışıklığından

kaynaklanmış, Ayvaz Gökdemir’in zımni desteği sağlanarak Acar Okan, Kamil Yüceoral’ın

Türkiye’den katkısıyla Azerbaycan eski Cumhurbaşkanı Ayaz Muttalibov, eski Başbakan

Suret Huseyinov ve OMON birlikleri kumandanı Ruşen Cevadov ve Elçibey'in iştirakiyle

yapılacak ihtilal, Azerbaycan'daki Türk görevlilerinden MİT Baku Temsilcisi Ertuğrul

Güven'in TİKA görevlisi Ferman Demirkol'un ve Din Hizmetleri Muşaviri Abdulkadir

Sezgin'in ihmali, kusuru veya tertibi ile oluşmuştur.

MİT ise 10 Mart 1995'te gelişmeleri haber almış, Sayın Cumhurbaşkanı vasıtasıyla Haydar

Aliyev'i ikaz etmiştir.

Ferman Demirkol'un kime bağlı olduğu sualimize cevaben Sayın Müsteşar, adı geçenin MiT

elemanı olduğunu teyit etmiştir.

Sayın Başbakan'a tarafımızdan açıklama yapılmış ve kısaca; hazırlanan darbede Türk tarafının

da yer aldığını, Cevadov ve taraftarlarının Türkiye'den destek gördüğünü, MiT'in yanı sıra

Emniyet'in de devrede olduğunu, Özel Harekat mensuplarının Azerbaycan'ın muhtelif

bölgelerinde gruplara eğitim verdiğini, patlayıcı ve silah taşıdıklarını, Ferman Demirkol'un

muhtelif toplantılarda Rus Büyükelçisi ile tartıştığı, Bakü'den yola çıkıp Elçibey'le görüşmeye

gittiğini, yoldaki güvenlik tedbirlerinin sıklığını rapor ettiğini, ancak kendisinin

engellenmemesini dikkate alacak basireti gösteremediğini, Elçibey'le yeni yönetimde görev

alacak kişileri tartışıp bir liste oluşturduğunu, kendisinin de Cumhurbaşkanı Yardımcısı

olacağını, kendilerine göre her şeyi belirlediklerini, fakat darbe tarihi yaklaştığında vaziyetin

vahametini fark ettiklerini ve Cumhurbaşkanımızı devreye sokup, sözde Aliyev'i ikaz edip

işin içinden sıyrılmaya çalıştıklarını, gerçekte ise Aliyev'in her şeyin farkında olduğunu,

Cevadov'un çok yakınındakilerin KGB'nin eski mensupları ve Aliyev'in adamı olduğu,

153

olayların Aliyev'in izni ve bilgisi ile kendi lehine olacak şekilde yönlendirilmiş bulunduğunu,

MiT ve Türkiye açısından acı bir komedi biçiminde cereyan ettiğini açıklamamız üzerine

Sayın Sönmez Köksal, sadece komedi ifadesine itirazda bulunmuştu.

Olaylar sonrasında Ferman Demirkol'un ortada kaldığını, Türk Büyükelçisi'nin

`Cumhurbaşkanı Yardımcısı olacaktı. Bu tip işlere girmesini kim söyledi? Ne hali varsa

görsün' diyerek Büyükelçiliğe almadığını, Din Hizmetleri Muşaviri Abdulkadir Sezgin'in

kendisini evinde sakladığını, Aliyev yönetiminin Demirkol'u sorgulayıp serbest bırakmak için

ısrarla istediğini, ancak Ankara'dan gelen talimatla buna izin verilmediğini, sonunda

Başbakanlık Müsteşari Ali Naci Tuncer'in MiT'ten bir daire başkanı ile ve özel bir uçakla

Bakü'ye gönderildiğini, bu iki yetkilinin Aliyev'e altı saat adeta yalvararak kendisini ikna

ettiklerini ve Ferman Demirkol'u Türkiye'ye getirdiklerini, sözde işadamı Kenan Gürel'in ise

feda edilip mahkum olduğunu da Sayın Başbakan'a aynı toplantıda anlatmak fırsatı olmuştur.

Açıkça ortaya çıkmıştır ki; Türkiye dost bir ülkede ihtilal yapmaya teşebbüs etmiştir. MiT,

resmi temsilcisi Ertuğrul Güven'in büyükelçimizle birlikte Aliyev'e, Cevadov'a iltifat etmesi,

kuşkularının giderilmesi gerektiği yönünde telkinde bulununca kendisine sert bir tepki

göstermiştir. `Karargaha bilgi vermeden ve onayını almadan' cümlesi tepkinin gerekçesini

açıklamaktadır.

Oysa Bakü'deki politikayı Dişişleri ve Büyükelçi yürütmektedir. MiT'in bu doğrultunun dışına

çıktığı bellidir. » (abç)(Kutlu Savaş, Susurluk Raporu)

Kutlu Savaş’ın raporunda Cumhurbaşkanı’nın rolü ile ilgili olan bölüm oldukça ilginç ve

muğlaktır:

"Başbakanlık Müsteşarı'nın Bakü'ye yollanması, olayın siyasi iradenin desteğiyle ve gizlice

yürütüldüğünü de göstermektedir. Konunun Cumhurbaşkanımıza aktarıldığı hususu

tarafımızdan özellikle araştırılmamış ve sorulmamıştır. Ancak işin sonunda

Cumhurbaşkanımızın devreye sokularak olayların kamufleedilmesi incelemeye değer

görülmektedir. Konu tüm yönleriyle ve hatta kamuoyundan gizlenmeden soruşturmaya tabi

tutulmalıdır. Azerbaycan konuyu zaten olanca açıklığı ile tartışmaktadır. " (Kutlu Savaş, age)

(abç)

Kutlu Savaş aslında olayların içerisinde Hükümet’in ve Cumhurbaşkanı’nın olduğunu bildiği

halde onları aklayacak bir rapor hazırlamıştır. Çünkü olayın devlet sırrı olması ve kendisine

bunun telkin edilmesi nedeniyle onları aklayıcı bir rapor hazırlamıştır. Ama raporun satırları

arasında çok ince bir şekilde devletin « devlet olarak » bu işin içerisinde yer aldığı açıkça

belirtilmektedir.

Darbe sırasında Omon birlikleri komutanı Cevadov öldürülmüş ve bununla birlikte de 400’ün

üzerinde insan ölmüştür. Darbenin başarısızlığa uğradığı 1995’in Mart ayının başlarında

görülmüş ve 10 Mart 1995 tarihinde “B Planı”na geçilmiştir. O “B Planı” Cumhurbaşkanı ve

Başbakan’ın bizzat devreye girerek H. Aliyev’i arayıp sözde “darbe ihbarı”nda bulunmaları

ve TC’nin bu işin içinde olmadığını göstermeleriydi. 10 Mart 1995 tarihinde hem

154

Cumhurbaşkanı hem de Başbakan telefon ile arayarak Aliyev’e darbeyi sözde ihbar ettiler.

Yukarıda Kutlu Savaş’ın raporunda da belirttiği gibi H. Aliyev’in herşeyden haberi vardı.

Peki Genelkurmay (o zaman başında İsmail Hakkı Karadayı vardı) ne yapıyordu bu sırada?

O da ÖKK aracılığı ile psikolojik harekat hazırlamakla meşguldü. Devletin “B Planı” devreye

konulduktan iki gün sonra yani 12 Mart 1995 tarihinde, İstanbul Gazi Mahallesi’nde devrimci

ve Aleviler’in yoğun olduğu yerlerde bulunan üç kahvehane tarandı ve halk tahrik edildi.

IV- Gazi Katliamı ve Özel Kuvvetler Komutanlığı’nın rolü

Genelkurmay’ın gerek devlet içerisinde gerekse de toplum içerisinde gizli ve örümcek ağı

şeklinde yayılması ÖKK aracılığı ile olmaktadır. ÖKK Yaşar Büyükanıt’ın Genelkurmay

Başkanlığı döneminde tümenden kolorduya dönüştürüldü. Bu dönüşüm dahi onun son yıllarda

faaliyetlerinin yoğunluğu hakkında fikir vermektedir.

ÖKK aracılığı ile Genelkurmay, bürokrasi içerisine, polis teşkilatı içerisine, yargı içerisine,

siyasi partiler içerisine, MİT içerisine, Sivil Toplum kuruluşları içerisine, Hükümet içerisine

vs. yayılmakta ve böylece arka planda devleti ve toplumu yakından takip etmekte ve gerektiği

zamanda da belirli eylemlerde bulunmaktadır.

Ergenekon soruşturması sırasında, aslında Azerbaycan darbesi ile Gazi katliamı arasındaki

bağlantıyı somut olarak sağlayacak bazı bilgiler ortaya çıkmıştır. Bunlardan en önemlisi, 22

kişi ile birlikte yakalanan ve sorgulanan ve halen cezaevinde bulunan Osman Gürbüz adlı

kişidir. Sorgu sırasında bu şahısın Gazi olaylarını organize eden kilit kişi olduğu ortaya

çıkmıştır.

Soruşturma sırasında ortaya çıkan bilgilere göre Osman Gürbüz, sözde ordudan atılan Binbaşı

Bülent Öztürk (bu kişi aslında ordudan atılmamıştır, “atılma” görünümü altında gizlice

“yetaltına indirilmiş”tir) “seçilmiş” ve ne hikmetse ordudan atılmasına rağmen Osman

Gürbüz’e “Özel Harp ve Psikolojik Savaş” eğitimi verdirmiş ve 12 Mart 1995 tarihinde de

Gazi mahallesine katliam yapmak için gönderilmiştir.

Bu noktada sorulması gereken şudur: Bu Osman Gürbüz ve adamları Gazi Mahallesi’nde hiç

tanımadıkları adamlar ile alıp-veremediği neydi? Bu adamlar delimi dirler ki hiç tanımadıkları

adamları rastgele öldürsünler? Onları oraya birileri gönderdi ama hangi politik amaç

doğrultusunda bunu yaptılar? Kimsenin aklına bu soruyu sormak gelmemiştir.

Onları Gazi Mahalesine katliam yapmaları için kim ve niçin gönderdi?

Onları Gazi’ye ÖKK aracılığı ile devlet gönderdi. Devlet orada devrimci hareketin güçlü

olduğunu çok iyi biliyordu ve ani refleks vereceğini de çok iyi biliyordu. Gazi’deki

kahvehaneleri tarayan Osman Gürbüz ve adamları, oradaki halkı devrimci hareket aracılığı ile

harekete geçirdi ve daha sonra polis ile karşı karşıya gelmesini sağladı. Polis içerisindeki

“özel elemenlar” aracılığı ile kitleye ateş açılarak fazla ölü vermesi sağlandı. Ölüler arttıkça

kitle daha tahrik oldu ve gösteriler başka yerlere sıçradı (örneğin Mustafa Kemal Mahallesine

ve buradaki gösteriler sırasında da beş kişi öldürüldü) ve böylece bütün ülkenin ve dünyanın

155

gündemi bu olaylara çevrildi ve ülke ve dünya kamuoyu, TC devletinin Azerbaycan

darbesindeki rolünü görmedi. Bu darbede Türkiye’nin rolü sadece istihbarat servislerinin

raporlarında mevcut oldu.

Ama bu psikolojik hareketin devlet ve özellikle Genelkurmay açısından başka “kazanımları”

yine oldu:

Devrimci hareketin gücünü ölçtü ve bir kitlesel tahrik anında ne yapacağını ve ne kadar

kitleyi harekete geçireceğini gördü. Yine aynı şekilde devrimci hareketin gizli kadrolarının

deşifre olmasını sağladı ve daha sonra gerek faili meçhul cinayetlerle (Örneğin Hasan Ocak)

ya da operasyonlar ile tasfiye olması sağlandı.

Gazi katliamı ve daha sonrasında yaşanan olaylar, 1997’de kabul edilen EMASYA (Emniyet

Asayiş Yardımlaşma) Protokolünün hazırlanmasına pratik katkı sağladı. Bilindiği gibi

Gazi’de polisin yetersiz kalması sonucu askeri birlikler devreye girdi ve kontrolü sağladı. Bu

deneyim ışığında kanımca Emasya Protokolü hazırlanmıştır.

V-Gazi Katliamı ve “Resmi Devlet Terörü”

Gazi katliamı, Azerbaycan darbesinin planlanmasına sıkı sıkıya bağlı olduğu için ve bu

darbenin planlanması aşamasında düşünüldüğü için ve bundan dolayı devletin zirvesinin

resmi onayı ile gerçekleştirildiği için resmi bir devlet terörüdür.

Devletin zirvesi, kendi halkının bir kısmını, sözde “devletin ve milletin yüksek çıkarları”

doğrultusunda feda etmiş ya da bozuk para gibi harcamıştır. Onları bir vatandaştan ziyade,

farklı amaçlar doğrultusunda kullanılacak bir malzeme gibi görmüştür.

Gazi katliamı, TC devletinin Azerbaycan darbesindeki pisliklerini örten başarılı bir psikolojik

operasyon olmuştur. Çünkü hala daha da kimse bu bağlantıyı kurmamaktadır ve bunları

yapanlar bırakın yargılanmayı “saygın” kişiler olarak görülmektedir. Bu psikolojik

operasyonun başarılı oluşu, onun itina ile hazırlanmış ve düşünülmüş olmasına bağlıdır. Şayet

devlet Gazi’de başarılı bir istihbarat çalışması yapmamış olsaydı ve oradaki sosyal ve politik

durumu iyi analiz etmemiş olsaydı böyle bir başarı elde edemezdi.

Gazi’deki gibi resmi bir devlet terörü yani kendi halkına karşı organizeli bir terör eylemini

gerçekleştirme anlayışı ancak faşist rejimlerde (Hitler, Mussolini, Franko, Salazar vs.) görülen

bir anlayış ve pratiktir. Devlet kendi resmi hukukunu (bugün AKP hükümeti ile elden gitti

yaygarası yapılan o hukuku) bizzat kendisi ayaklar altına almış ve paspas yapmıştır.

Aslında Azerbaycan darbesi ile Gazi katliamı arasındaki bağlantıyı devlet içerisinde birçok

kimse bilmektedir. Örneğin Kutlu Savaş ve bugün Ergenekon savcıları yine hükümet vs. bir

çok kesim bunu bilmektedir ama bilerek susmaktadırlar.

Devrimci ve demokrat kamuoyu, başta İsmail Hakkı Karadayı, Tansu Çiller ve Süleyman

Demirel olmak üzere, bu katliama katılan devlet kadrolarının yargılanması ve mahkum olması

için kamuoyu oluşturmalı ve bu temelde kitlesel eylemleri teşvik etmelidir. Özellikle

Ergenekon davası ile bütün pisliklerin halkın gözü önüne döküldüğü bu dönemde bu fırsattan

156

yararlanmalı ve Gazi ve 1 Mayıs Mahallesi’nde katledilen 23 devrimci ve demokrata karşı bu

sorumluluklarını yerine getirmelidirler.”

157

SSaayyıınn HHaattssppaanniiaann’’aa MMiilllliiyyeettççiilliikk ÜÜzzeerriinnee

Sarkis Hatspanian, geçenlerde Hocalı üzerine kendi şahitliğine dayanan çok ilginç ve önemli

bir yazı yolladı. Bu yazıyı Köxüz sitesinde yayınladık. Facebook’ta da paylaştık.

Hastpanian’ın yazısını yayınlarken şöyle bir not düşmüştük:

„Sayın Sarkis Hatspanian’dan aşağıdaki yazıyı yayınlanması ricasıyla aldık. Yayınlıyoruz.

Hatspanian bir Ermeni milliyetçisi olmasına rağmen halklara karşı düşmanlık

yapmamaktadır. Türklerden, Azerilerden veya başkalarından gelecek yazıları da, aynı şekilde

haklara karşı bir düşmanlık yapmadığı; bir nefret söylemi geliştirmediği; bu yazıda olduğu

gibi olgular ve çıkarsamalarla iknaya yönelik olduğu takdirde tartışmanın bir parçası olarak

yayınlarız.

Böylece umarız Hocalı’da ne olduğu konusu da en azından olgular düzeyinde tartışılır.

Sayın Hatspanian’ın anlattıklarından çıkacak sonuç Hocalı’da aslında Türk faşistlerinin

kaçmak isteyenleri katlettiği, Hocalı’nın Kaybının da faşistlerin Azarbeycan’da darbe palını

da bozduğudur. Bu çok önemli bir bilgi ve sonuçtur.

Ergenekon, Azarbeycan ve Kıbrıs’ta da gerçekte neler olduğu anlaşılmadan, anlaşılamaz.

Biz her türlü görüşün açıkça ifade edilmesinden ve birbirlerini delillerle, mantıki

çıkarsamalarla eleştirmesinden ve çürütmesinden yanayız.

Köxüz sitesi“

Daha sonra Sayın Hatspanian, Facebooktaki paylaşımın altına bir not düşerek bize bir

eleştiride bulundu. Eleştirisinde şöyle diyordu:

“Sayın Demir Küçükaydın, yazımı Köxüz sitesinde yayınladığınız için size çok teşekkür

ediyorum, bu davranışınız ile bana bir kez daha gerçek bir aydın ve demokrat olduğunuzu

göstermiş oldunuz. Ancak, bana hayatımda (sadece iki hafta önce 50 yaşıma girdim) ilk defa

birisi, yani siz (bir Ermeni milliyetçisi) demiş olduğuna da çok şaşırdığımı bilmenizi isterdim.

Sizi sadece şahane analitik yazılarınızdan tanıyor ve beğeniyorum, beğenip-beğenmediğinizi

bilmesem dahi... siz de beni yazılarımdan tanıyorsunuz diye biliyorum. Eğer benim sizin de

yayınlayıp-yaygınlaştırdığınız yazılarımda milliyetçilik yaptığım yerleri gösterebilirseniz size

müteşekkir olurum da, mahpusluğumda gösterdiğiniz ve bende hayranlık uyandıran insani

davranışınıza duyduğum çok ama çok büyük bir saygıyla, YURTSEVER olmayı MİLLİYETÇİ

olmaktan ayırdedebilsek daha iyi olur düşüncesinde olduğumu belirtiyor, duyarlı vicdanınıza,

dürüst bilincinize güvendiğimi de peşinen ilan ediyorum. İyi olunuz !”

Aşağıda, sayın Hatspanian’a neden öyle dediğimi kısaca açıklıyorum. Milletlerin ve

milliyetçiliğin ne olduğunun anlaşılmasına bir giriş olarak okunmasını öneririm.

Sayın Hatspanian,

158

Size ilk kez birinin “Ermeni Milliyetçisi” demesine şaşırdığınızı ve “Yurtsever olmayı

Milliyetçi olmaktan” ayırmak gerektiğini yazıyorsunuz.

Aslında böyle bir itirazı beklemiyor değildim. Çünkü son yıllarda bu konu (Milletler ve

Milliyetçilik) üzerine neredeyse küçük bir kütüphane oluşturacak kadar yazmama rağmen,

maalesef bu yazılarım okunmadığı ve kimi okuyanlarca da anlaşılmadığı için (çünkü

milliyetçiler milliyetçiliğin ne olduğunu anlayamazlar) bu tür “milliyetçilik” eleştirilerim

çoğu kişi için şaşırtıcı oluyor. Ancak şunu bilmenizi isterim ki bu öyle geçer ayak söylenmiş

bir eleştiri değildir.

Milliyetçiler milliyetçiliği, aşağı yukarı, başka milletlerin varlığını ve haklarını inkar etmek,

onları baskı altına almak şeklinde anlarlar. Böyle olmayanları da onlar genellikle “Yurtsever”

hatta “Enternasyonalist” olarak tanımlarlar.

Yani ben tam da sizin de katıldığınız milliyetçilik tanımının milliyetçilerin milliyetçilik

tanımı olduğunu söylüyorum.

Peki benim milliyetçilik tanımım ne?

Buna geçmeden önce bir iki küçük açıklama yapayım.

Ben Marks, Engels, Lenin, Troçki, Kıvılcımlı gibi büyük enternasyonalistleri; hatta

enternasyonalizmin kendisini bile milliyetçilik olarak görüyor ve tanımlıyorum. (Bu durumda

size de Milliyetçi dememi her halde yadırgamamanız gerekir.)

(Marks’ı milliyetçi olarak tanımladığım yazı: http://www.akintiya-

karsi.org/anasayfa/icerik/marks-nicin-ve-nasil-bir-milliyetciydi-milletler-ve-miliyetcilik-

uezerine-01

Engels’i Milliyetçi olarak tanımladığım yazı: http://www.akintiya-

karsi.org/anasayfa/icerik/engels-tarihsiz-halklar-inin-ve-elestirilerinin-elestirisi-milletler-ve-

miliyetcilik-uezerine

Lenin, Kıvılcımlı, Troçki’nin milliyetçiliği üzerine “Marksizmin Marksist Eleştirisi”nde geniş

bölümler var. Gariptir ki, bu güne kadar ne bir “Marksist”, ne bir “Leninist”, ne bir

“Troçkist”, ne bir “Doktorcu” çıkıp bu eleştirilerime cevap verebilmiş değildir. Tam bir

suskunluk var.)

Bunların milliyetçilik anlayışına göre, sınıfsal çıkarı değil; ulusun çıkarını öne alan

milliyetçidir; sınıfsal çıkarı öne alan da sosyalist veya enternasyonalist.

Ben ise sorunu tam da böyle koymanın milliyetçilik olduğunu söylüyorum.

Neden ve nasıl?

Somut örneklerle açıklamayı deneyeyim. Örneğin Marks, “başka ulusları ezen bir ulus özgür

olamaz” dediğinde, enternasyonalist bir tanım yapmıştır deniyor. Ben ise sapına kadar

milliyetçi ve hem de gerici milliyetçi bir tanım yapmıştır diyorum.

Neden ve nasıl?

159

Örneğin şimdi bir Türk çıksa, “bizler 1915’te Ermenileri, Süryanileri kestik; Rumları kestik

ve sürdük; Kürtlerin haklarını inkar ettik ve ezdik dese ve örneğin, Ermeni, Saüryani ve

Rumlardan özür dilemek; Kürtlerin haklarını vermek gerektiğini, hatta isterlerse

ayrılabileceklerini söylese, Türk Milliyetçisi olmaktan çıkar mı?

Hayır çıkmaz.

Aksine Türk milletinin çıkarlarını daha akıllıca ve uzun vadeli olarak savunmuş olur. Çünkü

bu aslında Türk milletinin çıkarlarını daha uzun vadeli ve akıllıca savunmaktır. Öte yandan,

bu diğer ulusların varlığını ve haklarını inkar etmediğinden, Marks’ın tanımına göre,

sosyalistlik ve enternasyonalistliktir de. Yani bur ulusun çıkarlarını uzun vadeli ve akıllıca

savunmak ile Enternasyonalizm arasında bir fark yoktur.

Bunun milliyetçilik olmadığını söyleyenler sadece bunların kendileri değil, aynı zamanda

Marksistler hatta bunu satılmışlık olarak, ihanet olarak gören Türk faşistleridir. Demek ki

Faşistler, Marksistler ve Milliyetçiler aynı milliyetçilik tanımında anlaşmaktadırlar. Sadece

buna yükledikleri değer farklıdır. Marksistler ve milliyetçiler, bir milletin çıkarlarını uzun

vadeli olarak, daha akıllıca savunmanın milliyetçilik olmadığını söylerken (Milliyetçiler

bunun yurtseverlik; Marksistler Enternasyonalizm olduğunu söylerler) ona olumlu bir değer

yüklerler, faşistler olumsuz bir değer. Yüklenen değerler farklıdır, ama milliyetçiliğin ne

olduğu konusunda anlayışlarda esas olarak fark yoktur. Yani aslında milliyetçiliğin ne olduğu

konusunda, Faşistler, Milliyetçiler ve Marksistler arasında bir fark da yoktur.

Yani aslında, başka ulusların varlığını kabul etmek, onları baskı altına almayı reddetmek,

milliyetçilikle çelişmez, aksine tamı tamına milliyetçilik budur. “Başka ulusları ezen bir ulus

özgür olamaz” önermesi veya “Ulusların kendi kaderini tayin hakkı” tamı tamına bu ilkenin

savunusu ve ifadesidir.

Bana göre bu ilke ve ifade bütünüyle gerici milliyetçilikle bile tam bir uyum halindedir.

(Tabii “gerici milliyetçilik” derken ne kastettiğim de ayrıca aşağıda var.)

Şimdi gelelim benim milliyetçilik tanımıma. Ben milliyetçiliği, “Ulusal olanla politik olanın

çakışması” yani “her milletin bir devleti olmalı” ilkesini savunmak olarak anlıyor ve

tanımlıyorum. (Bu tanım da aslında benim değil. Bu tanımı yapan Ernst Gellner ve Benedict

Anderson, E. Hobsbawm gibilerince de paylaşılıyor. Ben sadece bu önermeyi mantık

sonuçlarına, programatik sonuçlara götürmüş ve daha sonra bu önermenin analiziyle de

marksist bir din ve üstyapılar teorisi şekillendirmiş bulunuyorum.)

Tabii burada “ulusal olan ne?” sorusu gündeme geliyor. “Ulusal olan”ı gerici ulusçular farklı

biçimlerde tanımlarlar. Örneğin kimi dine göre (Pakistan), kimi dile göre, kimi bunların bir

kombinasyonuna göre (Örneğin Ermeni ve Türk Milliyetçilikleri büyük ölçüde böyle), kimi

soya göre, kimi ırka göre, kimi kültüre göre tanımlarlar. Ama bütün bunların hepsinin ortak

özelliği ulusların bir tarihi olduğunu söylemek ve bir tarihe göre tanımlamaktır. (Bana göre

Ulusların tarihi yoktur. Dünyanın en eski ulusu Amerika’dır ve tarihsizdir.)

160

İşte ulusal olanı, böyle bir din, bir dil, bir tarih, bir soy, bir ırk, bir kültür üzerinden

tanımlamalara ben “gerici milliyetçilik” diyorum. Elbette bu gericilikler içinde de bir gericilik

hiyerarşisi vardır. Bir ulusu bir ırka göre tanımlamak ile (Örneğin Türklerin Orta asya’dan

geldiği) bir kültür’e göre tanımlamak arasındaki fark. (Örneğin Türklerin esas olarak aslında

önce Müslüman sonra oradan Türk olmuş, hafızasını kaybetmiş Rum ve Ermeniler olduğunu

söyleyen ve Türk Tarihinin bir parçası olarak Bizans ve Ermeni tarihlerini okutan bir Türk

milliyetçiliği de mümkündür –ki böylesi olgulara da daha denk düştüğü için daha az

şizofrenik olur - ve böyle bir kültürel olarak tanımlanmış bir Türk milliyetçiliği de gerici bir

milliyetçiliktir, sadece bir ırka göre tanımlamaya nispetle daha esnek olduğu söylenebilir.)

Peki demokratik bir milliyetçilik nedir? Demokratik bir milliyetçilik, ulusal olanla politik

olanın çakışmasını reddetmez, bu nedenle milliyetçidir, ama ulusal olanı demokratik olarak

tanımlar. Yani gerici milliyetçilerin ulusal olanı tanımlarkenki kriterlerinin hepsini kişilerin

özel sorunu olarak görür. Yani, Türk., Kürt, Müslüman, beyaz, siyah, şu veya bu kültürden

olmak, kişilerin özel bir sonunu olur. Ulusu bunlarla tanımlamaya karşı tanımlar. Yani

örneğin, bu ulus, hiç bir tarihsel, dinsel, kavimsel göndermede bulunmaz. Yani ulusun bir dili,

dini, tarihi, kültürü olmaz. Pratik olarak örneklemek gerekirse, herkesin ana dilinde eğitim

hakkı olur. Tarih derslerinde, Ermeni, Türk, Kürt tarihleri değil, ulusların tarihlerinin

olmadığına dair bir tarih okutulur. Herkes kendi ana dilinde, aynı okulda ama bu ulusların

tarihi olmadığına dair tarihi okur. Ama elbette okuldan çıkınca, nasıl gerçekten laik bir

ülkede, okulda DNA’ları, Darvin yasalarını okuyan, isterse din dersine gidip, özel hayatında

İnsanı Tanrı’nın yarattığını öğrenebilirse, elbette, örneğin Türkler Türklerin Orta Asyadan

geldiğine veay insanlığı tohumlamak üzere başka dünyalardan görnderildiklerine veya

Türklerin hafızasını yitirmiş Rum ve Ermeniler olduğuna dair tarihler okuyabilirler; bunları

araştıracak birlikler kurabilirler, yayınlar yapabilirler, aralarında tartışabilirler. Bu bütün

“uluslar” için de böyledir. Ama bunalrın hepsi kişilerin özel sorunu olur.

Böyle bir düzeni savunmak da milliyetçiliktir, ama bu demokratik bir milliyetçiliktir. Ya da

ben böyle tanımlıyorum. Gerici milliyetçilerin milliyetçilik tanımına göre ise, bu

milliyetçiliğin ötesi gibi bir şeydir.

Peki milliyetçilik olmayan nedir?

Nasıl tanımlanırsa tanımlansın, ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesine karşı

olmak milliyetçi olmamak demektir. Yani uluslara karşı (dikkat edin, ulusçulara

demiyorum, uluslara diyorum), ulusal devlet ve sınırlara karşı savaşı en acil görev olarak

önüne koyanlar ulusçu olmaktan çıkabilirler. Nasıl tanımlanırsa tanımlansın, ulusal olanın

özel, yani politik dışı olmasını savunmak ulusçu olmamak olabilir.

Göreceğiniz gibi alışılmış pardigmalar ve tartışmaların hepsini boş düşüren, bambaşka bir

bakış bu. Kavramak ise, aynı zamanda hem çok basit hem de çok zor.

Bu konuda çok yazdım. Bu yazılarımın çoğu eski Köxüz sitesinde var (Kitaplarım ücretsiz

indirilebilir: http://www.akintiya-karsi.org/koxuz/). Özellikle Marksizmin Marksist Eleştirisi

içindeki, Sosyalizmin Milliyetçilikle İmtihanı başlıklı yazımı öneririm dediklerimin daha iyi

161

anlaşılması için. (http://www.akintiya-karsi.org/koxuz/icerik/marksizmin-marksist-elestirisi-

genisletilmis-ikinci-baski ) Ayrıca Ermeni katliamı konusunda yazılarımın da bir derlemesi

var: http://www.akintiya-karsi.org/koxuz/icerik/ermeni-katliami-ve-sorunu-uezerine-yazilar)

Hasılı fazla dert etmeyin, fazlma gönül koymayın, Marks’a bile milliyetçi diyen; Marks’ın

sözünü, “ulusal olanı, bir din, bir dil, bir tarih vs. ile tanımlayan ulusları ezen bir ulus ancak

özgür (demokratik)bir ulus olabilir” şeklinde formüle eden birisi size ulusçu dedi.

Selam ve saygılarımla - 29 Şubat 2012 Çarşamba

162

PPoolliittiikk BBiirr PPrrooffiill İİççiinn ÖÖnneerrii:: ““2244 NNiissaann’’ıı 11 MMaayyııss YYaappaallıımm””

Değerli Arkadaşlar,

Geçen Çarşamba (21.11.2012) Kadıköy’de yaptığımız toplantıda bazı arkadaşlar, bizlerin

diğer sol örgüt ve akımlardan ayrılığımızı ve politik profilimizi gösterecek bir şeyler

yapmamız gerektiğini; örneğin kampanyalar yapmamız gerektiğini belirttiler. Ancak konu

üzerinde özel bir gündem olmadığından elbette görüşülmedi ve bu eksiklik ve istek

belirtilmekle birlikte somut bir öneri de gelmedi.

Bunun üzerine benim bu konuda bir önerim var, düşünelim ve tartışalım, Olgunlaştıralım

dedim ve kısaca önerimi “24 Nisan’ı 1 Mayıs Yapalım” parolasıyla ifade edip, bunun hem bu

amaca hizmet edeceğini hem de Türkiye’deki demokrasi mücadelesine büyük katkısı

olacağını ifade ettim.

Bunun üzerine Erdal Kara arkadaş, bu konuyu daha ayrıntılı yazmamın iyi olacağını söyledi.

Ben de şimdi aşağıda bu önerimi, şimdi kısaca özetleyip, tartışılmak ve olgunlaştırılmak

üzere, bütün SYK kamuoyuna iletiyorum. Tartışılması dileğiyle. Gelen itirazlar ve

tartışmalara göre görüşümü daha ayrıntılı açıklarım ve hep birlikte olgunlaştırabiliriz.

Niçin “24 Nisan’ı 1 Mayıs Yapalım” ya da “1 Mayıs’ı 24 Nisan’da yapalım” kampanyası?

Şu nedenle, bizler bu parolayı ortaya atıp solun ve Türkiye’nin gündemine soktuğumuz ve

tartıştırabildiğimiz noktada herkes bize karış çıksa ve küfretse bile biz kazanmışız; gündemi

biz belirlemişiz demektir. Ve bu gündem, Türkiye’deki mücadelenin boğayı boynuzlarından

yakalaması; güçlerin en irisini düşmanın en can alıcı yerine yığması anlamına gelir ve

stratejik olarak da çok doğru bir strateji anlamına gelir.

Bugünkü gücümüzle, (sadece fiziki güçten, örgütsel güçten söz etmiyorum; enetelektüel ve

teorik güçten de söz ediyorum) Türkiye’de büyük etki sağlama; solun gettosunun dışına

çıkma şansımız yoktur. Hatta o gettoda bile ciddiye alınma şansımız azalmaktadır. Onların

günlük gazeteleri var; bu yayınlar atılım üstüne atılım yapıyorlar (Birgün yeni atılımda; Sol

günlük çıkmaya başladı; Evrensel ve Hayat TV bir şekilde oturmuş gidiyor). Ayrıca Şehir

küçük burjuvazisi giderek Kürtlere yaklaşıyor ve muhalefetini sertleştiriyor. Zaten bu

hareketlerin de Kürtlere yaklaşması ve atılımları bunun bir ifadesi olarak da okunabilir. Bütün

bunlar da onlara yeni ve taze güçle getiriyor. Yani ne entelektüel ve teorik gücümüz var; ne

politik, ne de örgütsel? Ertuğrul Kürkçü de olmasa aslında sıradan bir sol örgütüz arada bir

yerlerde.

Ama bugünkü gücümüzle, bu sorunu Türkiye’nin sosyalistlerinin ve sol kamuoyunun

gündemine ve tartışmasına sokabiliriz. Onları bu öneri karşısında tavır almaya zorlayabiliriz.

Bunu yaptığımız an zafer kazanmışız demektir. Zafer sizin önerinizin kabul edilmesi değildir;

sizin önerinizin veya sizin tartışılmanızdır. Herkes size karşı çıksa hatta küfretse bile size

163

karşı çıkıyor ve küfrediyorsa ve siz esas olarak doğru bir pozisyondaysanız, siz kazandınız

demektir. Gerisi zadece basit bir zaman sorunudur.

Bu mümkündür. Bunu yaptığımız an. Hem sosyalistler olarak Türkiye’deki Demokrasi

mücadelesinin önüne geçmiş; bu mücadeleyi liberallerin tekelinden kurtarmış oluruz; hem de

ulusalcı sosyalistlerle ve sosyalizmle ciddi bir mücadeleye başlamış oluruz. Onları köşeye

sıkıştırırız.

Ulusalcı sosyalistler (EP’den TKP’ye, Halk Evleri’ne ve ÖDP’ye kadar) bu öneri karşısında

sustukları veya karşı çıktıkları takdirde anti demokratik, ulusalcı nitelikleri; kendileri

hakkındaki iddialarıyla gerçek tutumları arasındaki çelişki ortaya çıkar. Buda onların çoğunda

patlamalara yol açar.

Ama bu aynı zamanda, liberallerin elindeki silahı alır. Çünkü liberaller gerçekten demokratik

özlemliler üzerindeki hegemonyalarını sosyalistlerin demokratik mücadeleye karşı

ilgisizliklerinde hatta karşı duruşları sayesinde sürdürmektedirler. Bu ikisi arasında aslında

zımni bir çıkar ve kader ortaklığı vardır. Bizlerin sosyalistler olarak demokratik bir

mücadelenin önüne geçmemiz, liberallerin silahlarını elinden alır; onları açmazda bırakır.

Liberaller ve Ulusalcılar, eğer pratik olarak önerimizi destekler ve yanımıza gelirlerse; yani 1

Mayıs’ta alanları dolduranlar 24 Nisan’da alanlara akarlarsa; Türkiye’de gerçekten zihinlerde

devrim gibi bir şey olur. Demokratik mücadele müthiş bir yol kat etmiş olur. Ulusalcılar ve

Liberaller aslında ellerinde olmadan demokratik mücadelenin aracı işlevi yüklenmiş olurlar

nesnel olarak.

Ama gelmezlerse ve karşı çıkarlarsa, bu sefer kendi gerici ve anti demokratik yüzleri ortaya

çıkar ve şimdiye kadar sürdürdükleri oyunları bozulur.

Böylece hem sosyalist hem de demokratik mücadelenin öncüsü bir profil elde dilmiş olur.

Ancak bu aslında bir yan üründür. Esas olarak tahmin edilemeyecek kadar büyük başka

kazanç ve ilerlemeler olur.

Bir kere, böyle bir öneri, ister istemez Ermeni katliamını gündeme getirecektir. Bu konunun

sadece gündeme gelmesi bile müthiş bir devrimci ve demokratik bir potansiyele sahiptir.

Çünkü bu konu tüm kavramları ve tarihi yeni baştan tanımlamayı gerektirir. Bu ise entelektüel

hayatın gündemini belirlemek demektir. Yani ideolojik egemenlik demektir. Herkes bize

küfretse, önerimize karşı çıksa bile, bizim dediğimizi tartıştığı için, ideolojik egemenliğiniz

altına girmiş olur. Böylece sol ve demokratik güçler tekrar etki entelektüel ve yaratıcı gücünü

kazanmaya; entelektüel ve teorik hayat üzerindeki ölü toprağını atmaya başlar.

Böyle bir kampanya, bir demokratik hareketin şekillenmesine ve radikal bir demokratik

hareketin programının gerçekten ne olması gerektiği tartışmasına yol açar. Bu dinamizm bir

süre sonra Kürt hareketi üzerinde etkisini gösterip, orada da Türkiye’de bir demokratik

hareketin yokluğu nedeniyle tek ayakla yürümek zorunda kalmış; gerici milliyetçilerin elinde

bir rehin durumunda bulunan demokratik kanadın tekrar güçlenmesine ve canlanmasına yol

açar. Bu da karşı olarak buradaki demokratik harekete güç verir.

164

Ama asıl önemlisi, böyle bir öneri ve tartışma karşısında; CHP ve AKP; Burjuvazi ve Askeri

Bürokratik Oligarşi; Ulusu İslam’la tanımlayan Gerici Milliyetçilik ile:; Ulusu Türklükle

Tanımlayan gerici milliyetçilik tek bir cephe olacaklardır bu öneri karşısında; bütün gerici

yüzleri ortaya çıkacaktır. Bu durumda biz biricik demokratik muhalefet odağı olarak kalırız.

Yani bu öneri, sadece sosyalistlere karşı bizim profilimizi pekiştirmez; Bütün diğer büyük

partiler karşısında da bir alternatif kutup olarak öne çıkmayı sağlar.

Bu fiilen Türklerin Türklükle mücadeleye başlayıp birer demokrata dönüşmesi anlamına

gelecektir.

Türkler demokrat olmadan; yani ulusun Türklükle tanımlanmasına karşı mücadeleye; kendi

imtiyazlarına karşı mücadeleye girmeden; yani Türklüğün hiçbir politik anlamı olmayan özel

bir sorun olmasını savunmadan birer demokrat olamazlar ve demokrata dönüşemezler. Böyle

bir kampanya aynı zamanda bu dönüşümün; Türklerin kendi nefislerine karşı mücadelesini

başlatıp Türklerin demokratlara dönüşmesinin yolunu açar.

Türkler demokrat olmadan ise ne Türkiye demokrat olabilir ne de Kürtlerin demokrat olması

için yol açılabilir. Türkler demokrata dönüşmeden ise bir Kürt Türk boğazlaşması kaçınılmaz

olmaktadır giderek ya da bu boğazlaşmayı askeri bürokratik oligarşi kurtarıcı gibi gelerek

engeller ve ömrünü bir elli yıl daha uzatır.

Ama sadece bu kadar da değil. Böyle bir kampanya aynı zamanda bir strateji ve program

tartışması; tarih tartışması başlatır. Türkiye’nin entelektüel hayatı tekrar canlanır.

Ama esas önemlisi, bizleri eğitir; bizleri dönüştürür. Bizim bütün programatik, stratejik,

örgütsel sorunlarımızı aşmamızın yolunu açar.

*

Bu vesileyle aşağıya aklıma gelen birkaç başka argümanı koyayım. Zamanım olmadığımdan

şimdilik bir başlangıç olarak. Tartışma zemini olsun diye.

1 Mayıs’an anlamını yitirmesine karşı da bir argümandır.

1 Mayıs artık, gerçek politik anlamını yitiriş; solun “görücüye çıktığı” bir gün olmuş; bir

karnaval veya festivale; Türkiye’deki sistemin anti demokratik özünü gizleyen; o sistemi

korumanın ve sürdürmenin bir aracına dönüşmüş bunmaktadır.

Nasıl İstiklal Caddesi bir vitrinse, orada her gün yürüyüş yapanlar bu vitrindeki “demokrasi

mankenleri” olmaktan öteye gidemiyorlarsa öyle. 1 Mayıs, “İstiklal Caddesi Demokrasisi”

oyununun tüm sosyalistlerin oyuncu olarak katıldığı bir tek günde yoğunlaşmış biçimidir. Bu

oyuna katılmamak ve onu bozmak boynumuzun borcudur.

Bu oyunu bozmanı, teşhir etmenin bir tek yolu var. Türk devletini ve Türklüğü var oluşundaki

katliamla yüz yüze getirmek. Suskunluğu kırmak. Ermeniler ve Rumlar ve diğer Hıristiyan

halklar katledildiği için Türkler ve Türklük var.

165

Öte yandan ulusun Türklükle tanımlanmış olmasına karşı savaşmadan bir demokratik hareket

oluşamaz ve bir Kürt-Türk savaşı ve katliamlar engellenemez; hatta Orta Doğu’nun giderek

tümüyle Lübnanlaşması engellenemez.

*

1 Mayıs’a gerçek mücadeleci anlamını vermek; Demokrasi ve sosyalizm mücadelesinin bir

aracı yapmak.

1 Mayıs’ı 24 Nisan’da yapmaktan daha fazla, 1 Mayıs’ın ruhuna ve anlamına uygun ne

olabilir?

Enternasyonalist dayanışma ise eğer 1 Mayıs’ı anlamı, bundan daha enternasyonalist ne

olabilir?

*

Bir tarih tartışması başlatmak ve demokratik bir tarih yazmak.

Her hareket, her din, yani bir gelecek ya da toplum tasavvuru, her program önce bir geçmiş,

yani Tarih kurar. Yani öncelikle yeni bir tarih yazar ve o tarih üzerinden bir program ve

toplum tasavvuru ve gelecek kurar. Gelecek geçmişte kurulur. Geçmişi kurmadan geleceği

kurmak mümkün değildir.

Kaos, Kronos, Zeus üzerinden bir tarih ile diyelim ki Hıristiyanlık egemen olamazdı. Önce

kendi tarihini yazmıştır: Adem, Havva, Habil, Kabil, Nuh, İbrahim, Musa, İsa diye. Bu tarihin

zihinlerdeki adım adım egemenliği Hıristiyanlığın egemenliğini getirmiştir. Bütün din

kitapları aslında bir tarih kitabıdır ve tam da bu nedenle yeni bir düzen ve gelecek

kurabilmişlerdir. Kuran da öyledir.

Aydınlanma egemen olabilmek için, Peygamberler ve Kutsal kitaplar tarihi yerine, Antik

Roma ve Greklerin aydınlığı; Ortaçağın karanlığı türünden başka bir Tarih yazmış; bu tarihin

zihinlerdeki egemenliği ile modern toplum düzenini ve egemenliğini oturtabilmiştir.

Ulusçuluk egemen olmadan önce ulusların tarihini yazar; ulusları yaratır ve öyle egemen olur.

Türklerden önce Türk Tarihi kurulmuş, bunun üzerinde Türk Ulusu ve Devleti oluşmuştur.

Aynı şey şimdi Kürtlerde görülmektedir. Medlerden, Karduklardan, Selahhatin Eyyübilerden

gelen bir Kürt tarihi yazılmakta ve Kürt devleti ve ulusu oluşturulmaktadır.

Abdullah Öcalan’ın neredeyse yazdığı bütün kitaplarının Tarih kitabı olması bir rastlantı

değildir. Abdullah Öcalan’ın yazdığı Kürt tarihinin diğer Kürt tarihlerinden veya Türk

ulusunun tarihinden farkı; Kürt tarihinin içini demokratik unsurlarla doldurmasındadır.

Savaşlarla, devletler kurmakla vs. övünen Türk ve diğer Kürt tarihçiliğinin aksine; Öcalan’ın

tarihi Kadınların komündeki konumuna; neolitiğe; peygamberlerin eşitlikçi ve reform

anlamına gelen düzenlerine, rönesansa, aydınlanmaya, sosyalizme sahip çıkarak bir tarih

yazar ve demokratik özünü böyle ifade etmeye çalışır. Bütün sahiplenip öne çıkarmak istediği

bu demokratik özüne rağmen; bir Kürt tarihi olarak kalır ve Kürt Hareketinin bütün çelişkisini

dışa vurur bu tarihçilik. Demokratik bir özü gerici bir biçim altında verme çabası.

166

Ne var ki, Türkiye’deki demokratik ve Sosyalist hareketin de bir demokratik tarihi yoktur.

Türkiye’deki demokratik muhalefetin de yaptığı özünde aynı türden bir tarihçilik olmaktan

öteye gidememiştir. Türk tarihini, Baba İshak, İlyas, Bedredettin gibilerle halkçı ve eşitlikçi

bir özle doldurma çabasıdır ama bu tarihçilik de bir Türk tarihçiliği olmaktan çıkmaz. Hatta

bu tarihçilik çok cılız ve çapsız olduğu için bütün cılızlığını ve çapsızlığını Türkiye’deki

Demokratik ve sosyalist harekete de vurur. Kıvılcımlı’nın Tarih Tezi bile, bir tarih yazımının

aracı olduğunda o metodolojik değerini yitirip, Türklüğe ilkel komünizm aşısı yapmaktan

öteye gitmez. Hatta Öcalan’ın yazdığı tarihin esin kaynağı bile budur.

Yani Türkiye’de demokratik bir Tarih yoktur, yazılmamıştır ve bu nedenle de demokratik bir

hareket yoktur veya yok kertesindedir. Sosyalistlerin tarihçiliği ise; Türk tarihine eşitlikçi

veya sosyalist bir renk vermekten ve Türk tarihçiliği olmaktan öteye gitmez.

Sosyalist ve Marksist hareket de, bir program ve gelecek tasavvuru olarak çıkarken, önce bir

tarih olarak ortaya çıkmıştır. Tarihsel Maddeciliğin; yani başka bir tarih anlatısının

Marksizmin diğer adı olması bir rastlantı değildir. Marksizm de bir Tarih olarak doğmuştur.

Alman İdeolojisi, bir tarih anlatımıdır. Daha doğrusu bunun yöntemidir. Komünist Manifesto,

söze, “Şimdiye kadar bütün toplumların Tarihi” diye başlar, bir tarih anlatır. Ve bir tarih

anlattığı için; bir tarih anlatabildiği ölçüde geleceği kurmaya başlar.

Marksizmin itibarını ve entelektüel gücünü yitirişi bu tarihin artık yetersiz olmasıyla da

ilgilidir. Sık sık, bir ütopyamızı olmadığından söz edilir oldu, programsızlığın ifadesi olarak;

ama bu söz “Ütopya”nın tarihte yazıldığını bilemeyecek kadar tarih bilincinden yoksun

olduğundan, aslında “Bir tarihimiz yok” demesi gerekirdi. Sosyalist hareket ancak, Marks ve

Engels’lerin yazdığını da kapsayan ama onu aşan bir tarih yazmaya başladığında; yani başka

bir tarih anlattığında ancak tekrar eski gücünü ve geleceği kurma kapasitesini kazanabilir.

Marksizim geleceği kurma yeteneğini geçmişte yitirmiş; geçmişi kuramadığı için geleceği de

kuramaz hale gelmiştir. Bu nedenle tarihe ve metodolojisine ilişkin sorunlar aslında geleceğin

nasıl kurulacağına ilişkin sorunlardır.

Türkiye’de Demokratik bir tarih yok; Dünyada sosyalist bir tarih yok. Bu nedenle Türkiye’de

demokratik bir hareket bile yok; Dünyada sosyalist bir hareket yok. Ve tam da bu nedenle

demokratik bir program ve sosyalist bir program ve hareket yok.

*

Marksizm Aydınlanma’nın tarihine karşı başka bir tarih yazmamıştır. Aydınlanma’nın

anlattığı tarihi kabullenip onun içine sınıf mücadelesini katmakla yetinmiştir. Yani Öcalan’ın

ya da Türk sosyalistlerinin Kürt ve Türk tarihi içinde yaptıklarını veya yapmaya çalıştıklarını;

Aydınlanma’nın yazdığı tarih içinde yapmaya çalışmıştır. Aydınlanmanın yücelttiği Antik

Yunan ve Roma’ya Kölecilik; karanlık Ortaçağa Feodalizm; Aydınlanma’ya da Kapitalizm

demiş ve İşçi Sınıfın koymuştur ama bu tarih anlatısının kendisini sorgulamamıştır. Zeusun

yerini Allah ve Ademin alması türünden; veya peygamberler tarihinin (Ahdi Atik veya Kuran)

yerini Klasik uygarlıklar Ortaçağ karanlığı ve tekrar Aydınlanma tarihinin alması türünden bir

167

kökten değişiklik değildir bu. Anlatılan tarih ve paradigmaları sorgulanmaz; sadece içeriğe

başka anlamlar yüklenir.

Bunun yetersizliğini sezen Kıvılcımlı’nınki gibi çabalar da bu tarih anlatısını aşamadığı gibi;

işin kötüsü; Türklüğü ve Türk tarihini sorgulamadığı; demokratik bir tarihçilik olmadığı için;

Türk Tarihine eşitlikçi ve halkçı bir aşı vurmaya kalkmaktan ötesine gidememiştir. Ve bu

nedenle bir rastlantı değildir, bu tür tarihlerden faşizme yakın kimi hareketlerin çıkması.

Örneğin Türklerin Müslüman olmasından; Orta Asya’dan gelen Türk boylarının fetihlerinden

söz ederek başlar Kıvılcımlı. Aslında anlattığı bir Emin Oktay tarihidir. Bütün sosyalistler de

aynı tarih kavrayışındadır. Ama Türkler Müslüman olmamıştır; zaten olamaz da, böyle bir şey

mümkün değildir, çünkü masa ahlak olamaz. Böylesine bir kategorik yanlıştır. İnsanlar bir

dinden diğerine geçebilir ama bir dili konuşmayla veya belli bir yaşam tarzını sürdürmekle

ilgili bir kategoriden başka bir kategoriye; dine geçemez. 1071’de Türkler Anadolu’yu feth

etmemiştir, çünkü o zaman Türkler yoktur. Binlerce yıldır süregelen Akdeniz ve İran

Uygarlık anlarındaki imparatorlukların gel gitleri vardır. Selçukluların barbar aşısıyla ve

İslam’la gençleşmiş Pers uygarlığının tekrar Roma’yı Ege kıyılarına kadar geriletmesi vardır.

Daha sonra aynı taze aşıyı alan Roma’nın; Pers uygarlığını Şimdiki İran Türkiye sınırına

kadar sürmesi gerçekleşecektir. Osmanlı Bir Türk devleti değildir; Üçüncü Roma’dır;

Meşrutiyet bir devrim değil bir karşı devrimin başlangıcıdır. Bütün bunlar uzatılabilir. Ama

bizlerin tarih anlayışı, Türk ulusçularının yazdığı tarihin ötesine gitmemiştir.

Neden böyledir, Marksizmin bir ulus teorisi olmadığından ulusal tarihleri aşamamış; bir de

Din teorisi olmadığından; Aydınlanma’nın tarihçiliğini aşamamıştır. Yani bugün ne

demokratik bir tarih vardır Türkiye çapında mücadeleyi ve programı yerleştirecek; ne de

sosyalist bir tarih vardır dünyada sosyalizme yeniden güç verecek ve bir program oluşturmayı

sağlayacak.

İşte “24 Nisan’ı 1 Mayıs yapalım” kampanyası; bir demokratik tarih yazımının; bunu

toplumun gündemine getirmenin; ve bunu yaparken bizlerin de bir demokratik tarihin ne

olduğunu öğrenip onu yazmaya başlamamızın; yani Demokratik bir hareketi ve programı

oluşturmaya başlamamızın arcı olabilir. Ulusçuluğun tarihini reddeden ve sorgulayan

Demokratik bir tarihi yazmaya başladığımızda da ister istemez Aydınlanma’nın tarihini

reddeden ve sorgulayan bir sosyalist tarih yazmaya başlamak zorunda olduğumuzu göreceğiz

ve onu da yazmaya başlayacağız.

Şimdi bütünüyle Politik profil oluşturma sorununa ilişkin bir öneriye böyle Tarih ve Zeuslarla

başlamak garip gelebilir ama işte tam da anlaşılmayan ve teori ve politika ilişkisinin koptuğu

yer burasıdır.

Bugün Türkiye’deki bütün sosyalist hareketler demokratik bir karakterden yoksundur. Çünkü

demokratik bir tarih kavrayışları yoktur. Bu nedenle demokratik değillerdir.

Ulusu bir dil, din, etni, soy, sop ile tanımlamış bir demokrasi olamaz. Bir ulusu, bir dille,

dinle, soyla, tarihle tanımadığınız andan itibaren; o topraklar içinde o tanıma uymayanları

fiilen baskı altına almış olursunuz.

168

O halde demokratik bir program her şeyden önce; insanların dili, dini, etnisi, soyu, sopu,

tarihi vs. ne olursa olsun en azından biçimsel olarak eşit olmasını savunmayı gerektirir.

Türkiye ve Orta Doğu’da demokratik bir hareketin olmazsa olması budur. Demokratik bir

hareket ve eşitlik olmadan da sosyalist bir hareketin olması; işçilerin birliğinin sağlanması

olanaksızdır. Bir takım insanların dilinden, bir kısmının dininden; bir kısmının cinsinden vs.

ezildiği bir ülkede işçiler birleşemez.

Ama bunu savunabilmek için de önce demokratik bir tarih yazmak gerekir. Yani Türklerin

tarihi olmadığına dair bir tarih gerekir. Türklerin tarihinin Türk devletinin Yirminci yüzyılın

başında kurulmasıyla başladığına dair bir tarih gerektirir.

İşte 1 Mayıs’ı 24 Nisan’da yapalım, başka bir tarih yazımını başlatacaktır. Ulusçuluğun

tarihine karşı demokratik bir tarih; Ermenierin; Kürtlerin; Türklerin tarihi olmayan; başka

kategorilerle yazılan bir tarih.

Ama bu “Başka kategoriler” aynı zamanda sosyolojik temel kategoriler olacaktır. Bu

kategorilerin ne olduğu üzerin bir tartışma Marksizmin anlaşılmasını ve geliştirilmesini

getirecektir.

böylece teorik eğitimbakımından damüthiş önemi vardır.

Keza sosyalist hareketin tarihi de Mustafa Suphilerla başlayan; Bakü Kongresi ile Başlayan

bir tarih olmaktan çıkıp; yani TÜRK sosyalistlerinin tarihi olmaktan çıkıp; Demokratik bir

tarih; Selanik İşçileri; Blagoev, Vareks Efendi, Tevfik Fikret vs. ile başlayan bir

demokratların tarihi olmaya başlayacaktır. Sosyalistler Türk olmaktan çıkıp demokrat oldukça

daha sosyalist olmaya başlayacaklardır.

Bunlar bir tartışmaya başlangıç için yeter. Ayrıca bu konuda bir iki yıl önce bir yazı

yazmıştım. Onu da aşağıya ekliyorum.

25 Kasım 2012 Pazar

Demir Küçükaydın

Aynı konuda geçen yıl yapılan öneri ve bu vesileyle yazılanlar:

“23 Nisan çocuk bayramının, kendisinin unutturulması için koyulduğu ve çocukların

masumiyetinin de kendisine kurban edildiği 24 Nisan Ermeni Katliamının yıl dönümü yine

geliyor.

Sol veya Sosyalist örgütler, artık kendilerinin bile “görücüye çıkmak” diye tanımladıkları, 1

Mayıs gösterileri için toplantılar, kimin nerede nasıl yürüyeceğine, nasıl güçlü ve etkili

görüneceklerine ilişkin ince hesaplar ve pazarlıklar yaptıkları toplantıları sürdürüyorlar. Ama

24 Nisan bunların içinde hiçbir yer tutmuyor. Belki bir iki küçük sol örgütün ve birkaç bireyin

bir uğraşı olarak kalıyor.

Aslında Türkiyeli sosyalistlerin ve İşçilerin, 1 Mayıs’ın da tıpkı 23 Nisan gibi, 24 Nisan’ı

unutturmanın, gizlemenin, gündemden düşürmenin ve bizzat 1 Mayıs’ın kendisini

anlamsızlaştırmanın bir aracı haline dönüştüğünü görüp, 1 Mayıs’ı 24 Nisan’da yapmaları ve

169

1 Mayıs’ı gerçek 1 Mayıs’ın özünde bulunan mesaja tekrar kavuşturmaları beklenirdi. Ama

onlar böyle “milliyetçi” dalaşmalarla uğraşmayacak kadar derin “Enternasyonalist”tirler.

Marksizm’e göre gerçeklik somuttur. Bu her şeyin her an kendi zıddına döneceği, bugün

doğru olanın bir anda en büyük yanlış olacağı veya olabileceği anlamına gelir.

Artık 1 Mayıs’ı 1 Mayıs’ta kutlamak, kendi zıddına dönmüş, Türkiye’deki demokrasi, hak ve

eşitlik mücadelesine hizmet etmekten çıkmış bulunuyor. 1 Mayıs artık açıkça 24 Nisan’ı

örtmenin, gündemden düşürmenin, bilinçlerden uzak tutmanın bir aracına dönüşmüşken; 24

Nisan egemenler ve anti demokratik güçler için 1 Mayıs’tan bin kere daha patlayıcı bir

özelliğe sahipken; 1 Mayıs’ı 1 Mayıs’ta kutlamakta ısrar etmek, bu politikanın basit bir aracı

olmaktan başka bir sonuç vermez.

1 Mayıs’ı 24 Nisan’da yapmalı. En azından demokratlar, sosyalistler, “24 Nisan Ermeni

Katliamı en azından vicdanlarda mahkum edilmedikçe, bu topraklarda bir matem ve utanç

günü olarak anılmadıkça, 1 mayıs’ı 1 Mayıs’ta kutlamak bizlere haram olsun” diyerek 1

Mayıs’a gerçek politik anlamını, işlevini; enternasyonalist, demokratik ve eşitlikçi anlamını

tekrar kazandırabilirler.

Bu vesileyle tüm Türkiye’nin sosyalistlerini bu konuyu tartışmaya, gündeme almaya ve böyle

davranmaya davet ediyorum.

Şu an belki çok geç. Ama hala yapılabilecek bir şeyler olabilir.

Örneğin bu 1 Mayıs’ta 1 Mayıs’ın bütün sloganları, 24 Nisan katliamı üzerine yapılabilir.

Örneğin, “Bugün 1 Mayıs değil 24 Nisan!” diye bir slogan bu 1 Mayıs’a damgasını vurabilir.

Ve gelecek yıllardan itibaren 1 Mayıs gösterileri 24 Nisan’larda yapılabilir.

*

Ermeni katliamı, kimin ne ölçüde demokrat olduğunu anlamak ve ölçmek için en sağlam ve

şaşmaz mihenk taşıdır. Bu nedenle, Türkiye’deki demokrasi mücadelesi, ancak bu katliamın

damarı üzerinden yürüyebilir.

Tarih tarihle ilgili değildir. İnsanlar Tarih aracılığıyla bugünün mücadelelerini yürütürler ve

geleceğin toplumunu kurarlar. Ermeni katliamını gündeme taşımadan, onun nedenlerini

açıklamadan ve bunları mahkum etmeden, böyle bir tarih okullarda okunur bir tarih olmadan

Türkiye’de demokrasiden söz etmek, bir kandırmacaya katılmaktan veya alet olmaktan başka

bir anlama gelmez.

O demokratik ülkede ve tarihte, örneğin Türkiye’de Sosyalist ve Komünist hareketin tarihi

1920’de TKP’nin Bakü Kongresi’nde başlamayacaktır, Taşnak, Hıncak, Selanik İşçiler Birliği

vs. nin kuruluşu ile başlayacaktır. Mustafa Suphi’lerin yerini Balkanlı sosyalistler, Varteks

Efendi’ler, Tigran Zevan’lar alacaktır. Modernleşme ile gelen Demokratikleşme mücadelesi

Şinası, Namık Kemal, Ziya Paşa vs. ile değil; Velensinli Rigas ile başlayacaktır örneğin. İlk

roman, ilk tiyatro, ilk sinema, Müslümanlık ve Türklük üzerinden değil; Osmanlı’da en

azından Tanzimat’tan beri, tüm yurttaşlar kanun önünde eşit olduğuna göre, İlk Rum veya

Ermeni veya Balkanlı yazarların eserleri ile başlayacaktır.

170

Böyle bir Tarih olmadan, bir demokrasi hareketi ve demokratik bir ülke düşünülemez ve de

Kürt ve Türklerin birbirini boğazlamasının önüne geçilemez. Türkler ancak birer Türk

olmaktan çıkıp birer Demokrat haline dönüştüklerinde Türkiye denen yerlerde Demokrasi

olabilir.

Bunun ilk koşulu da, Türklerin kendi Türklüklerine karşı mücadelesidir. Hz. Muhammet’in

dediği gibi, kendi nefsine karşı savaş, savaşların en kutsalıdır ve en zorudur. Türklerin kendi

Türklüklerine karşı savaş ta böyle kutsal ve zor bir savaştır. Ve bu savaş, her şeydin önce

Tarih ve Kavramlarda verilir. Türkler Türklüğe karşı bir savaş içinde demokrat olabilirler.

Ve bu savaş sadece Tarih’te olmaz. Kavramlarda da yürütülmek zorundadır. Evet

kavramlarda.

O tarih ile birlikte dilin ve kavramların da değişmesi gerekir.

Ermeni Katliamı, Ermeni Katliamı değil, İttihat Terakki’nin Babıali Darbesi ile (hatta Askeri

Bürokratik oligarşinin 1908 ile) başlayan Demokrasinin yok edilmesi savaşının en zirve

noktasıdır, demokrasinin son kalıntılarının ve toplumsal dayanağının katledilmesidir. Yani

sadece bir katliam değil, bir karşı devrimin; halk hareket ve örgütlenmelerinin ezilişinin

zirvesidir. O zaman Tarih: 1908, Babıali Darbesi, Ermeni Katliamı şeklindeki bir karşı

devrimler zinciri olarak görülür. Buna bağlı olarak, bir karşı devrim olarak tanımlanmaya

başlar örneğin.

“Ermeni Diyasporası” “Ermeni Diyasporası” değil; Anadolu’nun Diyasporası’dır, bizlerin,

bugünkü Türkiye’nin diyasporasıdır örneğin. Her sözün, her kavramın yeniden tanımlanması

gerekecektir.

Sosyalistler tekrar eski itibarlarına ve toplumun gündemini belirleme güçlerine ancak böyle

radikal bir demokrasinin teorik ve kavramsal öncüleri olarak; politik öncüleri olarak yeniden

kavuşabilirler. Ama bütün bunları yapabilmeleri için de önce Türklüklerine karşı mücadeleye

girip, demokrat olmaya başlamaları gerekiyor. Sanılanın aksine, Türkiye’nin anarsiştleri de,

komünistleri de, kendi öznel yargıları ve özlemleri öyle olsa bile, nesnel olarak demokrat bile

değillerdir. Hepsi Türk milliyetçisidir.

Onlar öylesine gerici bir milliyetçilik anlayışına sahiplerdir ki, örneğin Ermeni katliamının

tanınmasını veya Kürtlerin ayrı devlet kurmalarının veya bireysel haklarının tanınmasının

veya bir Türk tarafından savunulmasının milliyetçilik olmadığını düşünürler.

Onların anlamadıkları şu basit gerçektir, uzun vadeli Türk ulusunun genel çıkarlarını düşünen

bir Türk milliyetçisi de pek ala Kürtlerin haklarını savunabilir ve bunun için mücadeleye

girebilir. Bunun milliyetçilikle çelişen hiçbir yanı yoktur. Bir ulusun çoklarlarının daha

akıllıca savunusundan başka bir şey değildir bu. Bu henüz demokrat olmak bile değildir.

Demokrat olmak için önce ulusun veya ulusların bir dille, bir dinle, bir soyla tanımlanmasına

karşı mücadele etmek gerekir. Yani Demokrat olmak için Kürtlerin haklarını veya Kürtlerin

ayrı bir devlet kurmasını savunmak yetmez; Türklüğün politik bir anlamı olmaktan çıkmasını;

171

yani ulusun Türklükle tanımlanmasına karşı bir mücadele içinde olmak ve bunu reddetmek

gerekir.

Böylesi yok. Bu nedenle Türkiye’de demokrasi ve demokrat da yok. Bu nedenle sosyalistler

de Anarşistler de aslında birer milliyetçidirler.”

172

SSYYKK’’nnıınn PPoolliittiikk PPrrooffiillii İİççiinn BBiirr KKaammppaannyyaa ÖÖnneerriissii HHaakkkkıınnddaa EEkkee

AAççııkkllaammaallaarr ((11))

“24 Nisan’ı Bir Mayıs Yapalım” şeklinde bir kampanya ve tartışma başlatma önerisi

yapmıştım. Buna şimdiye kadar hiç kimseden bir itiraz gelmediğine göre; sükut ikrardan gelir

diyerek kabul görüyor diyelim.

Ancak bu öneriye ilişkin bazı konuşmalardan önerimin yeterince anlaşılmadığını daha

doğrusu benim iyice açıklayamadığımı fark ettim. Bunda yaygın ve üzereni düşülmemiş

kabullerin de bir etkisi var tabii. Söylediklerim ve önerilerim var olan ve yaygın paradigmeler

içinde değerlendirildiğinden anlaşılmayabiliyor.

Bu nedenle bazı açıklamalar yapmam gerekiyor.

Mesela bir toplantıda işçiler içinde çalışan bir arkadaş; biz orada soykırımdan falan söz

edemeyiz demiş.

Bu yaklaşımın doğruluğu yanlışlığı ayrı bir sorun olmakla birlikte, ben böyle bir öneride

bulunmadım.

Benim önerimi özü, sosyalistleri. Demokratları, entelektüelleri, 1 Mayıs’1 24 Nisan’da yapma

üzerine bir tartışmaya çekmektir. Bunun yapılıp yapılmaması bile değildir. Hatta yeterince

güç yoksa yapılmayabilir. Bu devletin bu konuda nasıl ezici bir tavır takındığı bilinmeyen bir

şey değildir. Savaş elbette düşmanın istediği koşullarda değil; kendi istediğimiz koşullarda

yapmalıyız.

Benim önerimin özü, böyle bir tartışma aracılığıyla konuyu gündeme getirmektir. Tartışmaya

sokmaktır.

Bu hayati bir halkadır.

Bir taşta birçok kuş vurmayı sağlar.

Birincisi,

daha önce belirtmediğim bir yan. Bütün sol ve aydınlar aynı konuyu tartışır olacaktır. Bu

Türkiye’de 60’lardan beri olmayan bir durumdur. Son yıllarda, günlük aktüel politika

konusunda ortak tartışmalar yapılıyor ama binler diyelim ki şimdi milletvekillerinin

dokunulmazlığı; geçen haftalarda açlık grevleri vs. idi. Ama solun kendisi ortak bir strateji ve

program tartışması yapmıyor.

1960’larda ise, sol hem ortak tartışma konularına sahipti hem bu ülke gündemini belirliyordu.

Tam da bu nedenle siyasi ve teorik seviye hızla gelişim kaydediyor; herkes sosyalistlere

saldırsa bile genel bir hegemonya oluşturuyordu sol.

Şimdi ise bizlere saldırılmıyor bile. Bizler polisin saldırısıyla uğraşıyoruz. Esas aydınların,

gazetelerin vs. saldırmasını sağlamak gerekiyor.

173

Böyle bir tartışma gündeme sokulabilirse, bu ortak tartışma örgütlere göre bölünme çizgilerini

kesen başka bölünmelere yol açar. İşet o zaman tekrar sol farkına varmadan ortak sorunlar

karşısında bölünerek; örgüt çizgilerine denk düşmeyen çizgilerle bölünerek birleşmiş olur.

Bundan sonra fiili bir birleşmenin koşulları yaratılmış olur. Gerçek birleşme ve kaynaşmalar

böyle olur, yoksa örgütlerin bir araya gelmeleriyle değil. Onlarla belki bir başlama vuruşu

yapılabilir.

İkincisi,

Sosyalist hareketin tarihini ve bunun ulusçulukla ilişkisini sorgulama olanağı yaratır. Bu da

sosyalistlerin teorik olarak gerçekten Türk milliyitçiliğinin izlerinden kurtulmasını sağlar.

Şunu unutmayalım ki, 24 Nisan’da İstanbul’da alınan aydınların önemli bir bölümü sosyalist

idi. Bunlar Ermeniler değil; sosyalistlerin kurbanları olarak da görülmelidir. Mustafa

Suphilerin ölümü her yıl anılıyor. Onlar Türk’tü hatta bir kısmı Türk milliyetçisiydi.

Komünist hareketin tarihini Suphilerle, Bakü ile başlatan sosyalist tarihçilik, Türklüğü ve

Türk milliyetçiliğini yeniden üretir. Katledilen Ermenileri, sadece ermeni olarak değil aynı

zamanda sosyalist olarak anmaya başladığımızda; tarihimizi oradan başlatmaya

başladığımızda yavaş yavaş Türk olmaktan çıkıp birer demokrat olmaya başlayabiliriz. O

zaman milletin ve milliyetçiliğin ne olduğunu anlamaya ve anlatmaya başlayabiliriz.

Böylece 1 mayıs, bu topraklardaki gerçek anti ulusçu özelliğine kavuşmaya başlar.

Üçüncüsü,

Benim önerimde hedef, Ermeni soykırımının tanınması; Ermeni katliamına soykırım denmesi

gibi liberallerin öne çıkardığı ve aslında aynı zamanda son derece gerici; liberallerin ve gerici

milliyetçiliğin amacına hizmet eden tartışmalar değildir. Aksine önerimin bir hedefi

tartışmaları bu çıkmazdan kurtarmak ve bu tartışmaların da gerici; düzeni yeniden oluşturucu

özelliğini teşhir etmek ve bunun için fırsat yaratmaktır.

Yani Türklerin özür dilemesi gerici bir taleptir, çünkü Türklüğü yeniden üretir. Ulusların

dışında başka bir varoluş ve paradigma olabileceğini kabullenmez.

Soykırım tanınsın veya densin gerici bir taleptir. Çünkü sosyolojik bir sorunu hukuki bir

tanım çerçevesinde tartışmaya hapseder. Soykırım Hukuki bir kavramdır. Hukuki kavramlar

ise var olan düzenin savunusunun ve yeniden üretilmesinin araçlarıdır.

Bu gibi itirazlar uzatılabilir. Ama bizzat bu itirazlar, konuyu, var olan gerici ulusçuluğu

sorgulamayan liberal ufku da sorgulayıp; bizzat ulusların ve gerici ulusçuluğun eleştirisini;

onunla bir hesaplaşmayı ve onların oluşturduğu ideolojik hegemonyayı kırmayı amaçlar.

Şunu unutmayalım. Ermeni katliamı ile bu toplum hesaplaşmadan; bunu bir karşı devrim;

bütün çıkmazı; geriliğin ve gericiliğin en temel nedeni olarak görmeden, demokrasi yolunda

bir adım bile atılamaz; bırakalım sosyalizmi bir parçacık demokratik bile olunamaz. Bu da

katliamların önüne geçilemez demektir.

174

İnsanların canını kurtarmak; katliamları engelleyebilmek için bile bu konuyu ne yapıp yapıp

toplumun gündemine getirmeliyiz. Önerim bu yolda sadece küçük bir başlangıçtır.

Bunun nasıl planlanacağı; nasıl adımlar atılabileceği; bunun her aşamasının özgül örgüt ve

mücadele biçimleri vs. gibi konuları ilerde ele alırız ama önce bir ses verelim lütfen.

Karşı ve başka öneriler var mı? Neler? Belki daha akıllıca öneriler vardır bu amaçlara hizmet

eden?

Demir Küçükaydın

30.11.2012

175

SSeevvaagg''ıınn AAnnnneessiinniinn MMeekkttuubbuu vvee TTüürrkklleerriinn KKööttüüllüükk YYaappmmaa HHaakkkkıınnaa KKaarrşşıı

MMüüccaaddeellee

Bu ülkede sadece Sevag cinayetini işleyen bir Türk değildir, bütün cinayetleri işleyenler;

bütün hırsızlıkları yapanlar, bütün dolandırıcılar Türktür. Çünkü bu ülkede kötülük yapmak

sadece Türklerin hakkıdır.

Ezilen azınlıkların kötülük yapma hakları yoktur. Bir Türk bir cinayet işlerse, adının önüne

Türk konmaz. Ama bir Ermeni, bir Rum özellikle bu ülkede dokunulmaz parya muamalesi

gören Hırıstiyanlar veya o halklardan olan biri bir suç işlerse adının önüne Ermeni, Rum gibi

tanımlar konmadan adı anılmaz. Adının önüne Türk sıfatı konulmadan cinayet işleme,

hırsızlık yapma hakkı olanlar sadece Türk ve Müslüman olanlardır.

Bu nedenle ezilen azınlıklardan olan insanlar hep iyi insanlardır. Çünkü onlar iyi olmak

zorundadırlar. Çünkü onların kötülük yapma hakları yoktur. İyilik onların biricik silahıdır. Bu

ülkede kötülük yapma hakkı sadece Türklerin ve Müslümanların hakkıdır.

Türkler ve Müsümanlar bırakalım İnsan olmayı bir yana, bir parçacık demokrat olmak

istiyorlarsa, kendilerinin bu imtiyazına karşı mücadeleye girmeli, Türk ve Müslüman

olmayanların kötülük yapma hakkı için savaş vermelidirler. Bunun bir tek yolu var. Her hangi

bir cinayet, hırsızlık, dolandırıcılık vs. ne olursa olsun, hangi motiflye işlenmiş olursa olsun,

bir Türk ve Müslüman birisi tarafından işlendiğinde ve yapıldığında her zaman adının önüne

Türk ve Müslüman sıfatı koyularak anılmalıdırlar. Bütün Türk basınını, Türk gazetecilerini

böyle davranmaya davet ediyorum. Türkler kendi kendilerini köle eden imtiyazlarıyla ancak

böyle mücadele edebilirler. Hazreti Muhammet savaşların en kutsalı kendi nefsine karşı savaş

diyordu. Türkler kendi nefislerine karşı savaşa böyle başlayabilirler. Ölen Ermeni olduğu için

öldürülmüş olmasa bile, ölen bir Ermeni olduğu sürece bütün katiller Türktür ve Türk olarak

kalacaktır.

Türklerin bu utançtan kurtulması için, Türk olarak Kötülük yapma imtiyazlarına karşı

mücadeleye girmeleri gerekmektedir.

Bir Türk olarak Türkleri kötülük yapma haklarına karşı, kendi imtiyazlarına karşı mücadeleye

çağırıyorum.

*

Bugün buraya bir Türk tarafından öldürülen Sevag'ın anısına saygı olarak; unutmamak ve

unutturmamamak için Sevag'ın Annesinin Mektubu'nu aktarmaktan başka yapabilecek birşey

aklıma gelmiyor.

"Sayın Hâkim ve Savcılar,

İki yıldır, öldürülen oğlumun peşi sıra size güvenerek, gerçekleri göreceğiniz ümidiyle

burada hazır bulunduk. Gidiş gelişlerimizde yolu ve coğrafyanın doğusunu sorun

etmedik. Çünkü insan canının parçasının ölüm haberini aldığı ilk anda kilitleniyor. Bu

176

yollar her defasında altımızdan akıp gitti ama bizim için zaman, oğlumuzun ölüm

haberini aldığımızda donmuştu zaten.

Cinayetin kimin tarafından işlendiğini biliyor olmakla birlikte, “Neden?” sorusunun

cevabını bulacağımızı umut ettik. Maalesef bizi tatmine edecek bir yanıt verilmedi.

Şayet verilseydi, bu toplumda bir Ermeni olarak değil toplumun geniş kesimine ait bir

birey olarak hissedecektik. Aslında bize deniyor ki; sizin oğlunuz 24 Nisan’da, hem

Paskalya Bayramı olan hem de Soykırım anma gününde öldürüldü ama haşa,

Ermeni olduğu için öldürülmedi. Keşke bu ülkede buna inanabileceğimiz bir zemin

olsa. Keşke bu ülkede sırf Ermeni olduğu için birilerini öldürüp ‘kahraman’ olacağını

zanneden zihniyet son bulsa. Bizim çocuklarımız da askere kimliğinden dolayı

ezilme, aşağılanma, ötekileştirme, fişlenme tedirginliği olmadan gidebilse.

Bu sürede canımın parçası oğlumun yaşam hakkını elinden alan şahısla aynı havayı

soluduk. Kâh o tetiği çeken elleri gözümüze takıldı, kâh salon dışında gayet mutlu

gülen yüzü bizi oldukça rahatsız etmesine rağmen soğuk kanlılığımızı elden

bırakmamaya çalışarak duruşmaları takip ettik. Eğer baba, amca veya dayı iseniz

biraz empati yapmanız, bizi anlamanıza yardımcı olacaktı sanırım.

Bir insan suçsuzsa, kazara bir insanın canına kıydıysa neden şahitleri etki altına alır

ki? Etki altında olmadan verilen ilk ifadeler neden göz ardı edilir? Bu cinayeti ‘kaza’

olarak nitelendirip, “görevimiz bitti” diyebilir misiniz? Bunları anlamakta zorlanıyoruz.

Neticede anladığım asıl suçlu oğlum; o tüfeğin önünde neden durmuş ki? Durursan,

o gün de tesadüf ise, bu cinayetin adına da ister ‘kaza’, ister ‘ecel’, ister ‘kader’ der

geçeriz.

Bizi, ‘vatanımızı’, uluslararası platformlarda zorda bırakacak kararlara imza

atabilecek organizasyonlara başvurmak zorunda bırakanlar utansın diyerek

soruyorum:

Bu ülkede; emeğiyle, sanatıyla, sevgisiyle yaşayan, burada doğup büyüyen bizler mi

daha çok vatanseveriz, yoksa bu ülkeyi başka ülkelere rezil eden mi?

Kamuoyu bunu her 24 Nisan’da, bir buçuk milyon artı ikinci kişiyi Kıvanç Ağaoğlu’nun

öldürdüğünü bizzat kendisine ve onun gibi düşünenlere hatırlatacaktır.

Sayenizde Sevag birdi, bin oldu.

Beş gün sonra doğum günü olan oğluma hediyesini götürürken, sizin ‘hediye’nizden

de bahsetmekten çekinmeyeecğime emin olabilirsiniz.

Bu karardan sonra sizlerle ilgili tek dileğim; çocuklarınıza sarılırken Sevag’ın,

annenize sarılırken benim gözlerim aklınızdan çıkmasın.

Sevag, tel örgülerden hâlâ şaşkın; “Abi neden?” diyerek bize bakmaya devam

edecek."

*

177

Demir Küçükaydın

28 Mart 2013 Perşembe

178

GGeezzii PPaarrkkıı’’nnaa ““HHrraanntt DDiinnkk PPaarrkkıı”” AAddıınnıı VVeerreelliimm.. EEsskkiiddeenn 11991155’’ttee

KKaattlleeddiilleenn EErrmmeenniilleerriinn AAnnııssıınnaa YYaappııllmmıışş AAnnııttıı YYeenniiddeenn DDiikkeelliimm

Gezi Parkı direnişine katılan arkadaşlara bir öneride bulunmak istiyorum. Üzerine düşünelim,

tartışalım, bir fikir oluşturalım ve geniş bir destek bulursa uygulayalım diye.

Türkiye’deki özgürlük mücadelesi ileri giderken aynı zamanda daha da gerilere gidip

bugünkü keyfiliğin, anti-demokratikliğin köklerine de yönelmek zorundadır. Bu geriye

bakışta herkes ve Gezi Parkı’nın özgürlükçü hareketi, ister istemez Ermeni Katliamı ve

Anadolu’nun Hıristiyan haklarının yok edilmesi ve sürülmesi gerçeğiyle karşı karşıya

gelecektir.

Gezi Parkı direnişi hepimizi hızla eğitmektedir. Onlarca yılda kat edebileceğimiz yolları bir

iki günde kat ediyoruz. Bunu göz önüne alarak, bir öneri yapmak istiyorum.

Gezi Parkı’nda eskiden 1915’te katledilen Ermeniler için bir anıt vardı. Bu anıt yıllar önce

kaşla göz arasında yok edildi.

Keza bugünkü Gezi Parkı’nın olduğu yerlerde özellikle Harbiye yönünde bir Ermeni

Mezarlığı vardı. (Mezarlığın ve anıtın kısa hikâyesi aşağıda ek olarak var.)

Bunu göz önüne alarak, Gezi Parkı’nı Hrant Dink Parkı olarak adlandıralım ve oraya aynı

anıtı yapamayacağımıza göre bütün sanatçı ve heykeltıraş arkadaşlarımızın yapacakları

anıtları orada sergileyip, en çok beğenileni oraya koyarak, özgürlükçü mücadelemizin tarihsel

köklerini de derine daldıralım diye düşünüyorum.

Köklerimiz ne kadar derinlere giderse, dallarımız o kadar yükseklere çıkar; meyvelerimiz o

kadar büyük ve lezzetli olur.

Tartışılması dileğiyle.

* * *

Ek: Gezi Parkı ve Anıtın Tarihçesi Hakkında Kısa Bilgi

Taksim Meydanından Harbiye askeri müzesine kadar uzanan, İstanbul Radyosu Binası ve

çevresini de içine alan arazi 1560-1865 yılları arası, mezarlık olarak mülkiyetini elinde

bulunduran Ermeni Cemaati tarafından kullanılmış. 1865 yılında veba salgını nedeniyle

mezarlık kapatılmış. Vanlı Margos Natanyan’ın 1929 yılında yazdığı mektuba göre

mezarlığın Ermenilerin mülkiyetine geçme öyküsü şöyle: Almanlar Osmanlı Padişahı Kanuni

Sultan Süleyman’ı zehirlemek için komplo kurarlar, Kanuni’nin baş aşçısı Manuk

Karaseferyan’dır, Kanuni Sultan Süleyman, Manuk Karaseferyan’ın bilgisi dışında hiç birşey

yememektedir. Almanlar Manuk Karaseferyan’dan komplo için yardım isterler. Manuk

yardımı derhal reddeder ve komployu meydana çıkararak önler, Sultan Manuk Karaseferyan’ı

ödüllendirmek ister ve Manuk Karaseferyan, ondan İstanbul Ermenileri için bir mezarlık ister,

Sultan da İstanbul’un o zamanlar şehir dışı sayılan Elmadağ-Pangaltı semtindeki çok geniş

araziyi Ermenilere verir.

179

1872 yılında mezarlık kışlaya verilmek üzere cemaatten alınmak istenir, ancak Sultan

Abdülaziz fermanı ile buna mani olur, 1926 yılında Beyoğlu Belediyesi, Tapu Genel

Müdürlüğüne başvurarak mezarlığın kendi adına kayd edilmesini talep eder. Ermeni kilisesi

mezarlığın tapusunu ibraz ederek itiraz eder ve mezarlığın sahipsiz ve metruk olmadığını

belgelemesine rağmen, Beyoğlu Belediyesi mezarlığa el koyar, itirazlar sonuç vermez,

mahkeme mezarlığın sahipsiz ve metruk olduğuna ve 1931 yılında mezarlığın Beyoğlu

Belediyesine geçmesine karar verir. Ermeni Patrikhanesi Yargıtay’a gider ve karşı dava açar,

ancak 3 Aralık 1933 yılında Sultanahmet Adliyesi yanar ve mezarlığa ait belgeler kül olur.

Kül olan belgelerin birer kopyası Tapu’da ve Belediye’de olmasına rağmen davaların gidişi

değişmez. Mezarlığın girişindeki “Ermeni Mezarlığı” yazısı ve “Haç” kaldırılır.

1935 yılında Vakıflar Genel Müdürlüğü mülkiyetin kendisine ait olduğunu iddia eder ve

araziye ortak çıkar. 1939 Mezarlık tümüyle istimlâk edilir arazi parsellenip satılır, mezarlığın

taşları Gezi Parkının basamak inşaatında ve İstanbul-Eminönü meydanında kullanılır

(Armaveni Miroğlu, “Ermeni Mezarlıkları”, Toplumsal Bilimler Habercisi, Ermenistan

Bilimsel Ulusal Akademisi, 2008).

Bugün bu mezarlığın yerinde, Koç Holding’in Divan Oteli bulunmaktadır:

İddiaya göre, bu mezarlık alanı içinde, 1915’de İttihatçılar tarafından katledilen ve mezar yeri

dahi bilinmeyen Ermeni aydınlarının ve şehitlerinin anısına toplu tevkifatın ve tehcirin

(Ermeni Soykırımı’nın ‘Akunq’ web sayfası yöneticileri) dördüncü yılında 1919 tarihinde 11

Nisan Anıtı adlı bir anıt dikilmiş ve anıt 1922’ye kadar burada kalmış, sonra efsanevi bir

şekilde yok olmuş, gizemli bir biçimde kaybolmuş.

180

EErrmmeennii MMaallllaarrıı,, GGeezzii AAyynnaassıınnddaa MMaarrkkssiizzmm SSeemmppoozzyyuummuu vvee NNaazzıımm HHiikkmmeett

KKüüllttüürr MMeerrkkeezzii

Teori ve Politika dergisinin tertiplediği, Gezi Aynasında Marksizm Sempozyumu’nun Nazım

Hikmet Kültür Merkezi’nde yapılması planlanmıştı. Bu satırların yazarı Demir Küçükaydın

da bu Sempozyumun bir konuşmacısıydı. (Ancak sağlık sorunları nedeniyle başka bir yerde

tedavi olduğundan, internet aracılığıyla ses ve görüntü ile katılabilecekti.)

Dün Sempozyum’u Tertipleyen arkadaşlardan bir elektronik posta (E-Mail) geldi. Bu

mektupta aşağıdaki açıklama ve iki eki vardı. Eklerin biri yeni, yer ve katılımcı değişikliğini

içeren Sempozyum afişi, diğeri Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nin yer vermekten niye vaz

geçtiklerini içeren mektubuydu. Önce e-maili aktaralım:

“Merhaba,

Öncelikle davetimizi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederiz.

Sempozyum katılımcıları ve yeri konusunda ortaya çıkan değişiklikleri sizlerle paylaşmak

istedik.

1) Metin Çulhaoğlu mail aracılığıyla, Sosyalistler Meclisi toplantısını gerekçe göstererek

sempozyuma katılamayacağını,

2) Nazım Hikmet Kültür Merkezi ise ekte bulacağınız 25 Ekim 2013 tarihli kararlarıyla

sempozyuma ev sahipliği yapamayacağını bildirdiler. Nazım Hikmet Kültür Merkezi'nin

kararında işaret edilen sempozyum katılımcısının Demir Küçükaydın olduğu yine kendileri

tarafından ifade edildi.

Sonuç olarak, ikinci oturumda konuşmak üzere Ertuğrul Kürkçü sempozyumda yer alacak ve

sempozyum Sıraselviler Caddesi No: 5, Taksim adresindeki Taksim Hill

otelde gerçekleştirilecektir. Afişin son hali ektedir.

Saygılar,

Teori ve Politika dergisi”

Yeni afişi ayrıca ekte sunuyoruz.

Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nin ekteki mektubu ise şöyle:

“Değerli Teori ve Politika Dergisi Yöneticileri,

Derginiz tarafından Kültür Merkezi’mizin Ruhi Su Salonu’nda rüzenlenmek istenen ve daha

önce kabul etmiş olduğumuz “Gezi Aynasında Marksizm” başlıklı sempozyum için yer

veremeyeceğimizi bildirmek zorundayız.

Nazım Hikmek Kültür Merkezi’nin kapatılması yönünde çağrıları bulunan bir ismin etkinlik

konuşmacıları arasında yer alacağını öğrenmiş bulunmaktayız. Bu çağrılar orta yerde

dururken, söz konusu kişiyi konuşmacı sıfatıyla ağırlamak, binlerce kişinin emeği , katkısı ve

alınteriyle kurulmuş ve usta şair, komünist Nazım Hikmet’in adıyla yaşatmaya çalıştığımız

181

Kültür Merkezi’mizin emektarlarına ve dostlarına saygısızlık olacaktır. Bu nedenle

sempozyuma etkinlik programımızda yer veremeyeceğimizi üzülerek bildiririz.

Çalışmalarınızda kolaylıklar dileriz.

Nazım Hikmet Kültür Merkezi Yönetim Kurulu Adına

Selen Kartay

(İmza)”

Burada kastedilen kişinin Demur Küçükaydın olduğunu ayrıca sözlü olarak doğrulamış

olmalılar ki, tertip kurulundan gelen mektupta bu ayrıca belirtiliyor.

Bu durumda Sempozyum tertip ve katılımcılarına konuyu açıklığa kavuşturma borcum var.

Hem bu borcu ödeyelim, hem de bir devrimci olarak yapılanı eleştirme ve anlamını açıklama

görevimi de yapayım.

Ama önce olgular ve belgeler.

Evet, ben 2009 yılının 7 Eylülünde “6-7 Eylül Olayları Vesilesiyle TKP’ye Bir öneri” diye o

zaman aktif olan Köxüz sitesinde yayınlanan bir yazı yazdım ve Nazım Hikmet Kültür

Merkezi ile ilgili bir öneride bulundum.

Yazıyı olduğu gibi aşağı aktarıyorum:

“6 – 7 Eylül Olayları Vesilesiyle TKP'ye Bir Öneri

TKP'nin her türlü demokratikleşme çizgisine karşı, nesnel olarak Askeri Bürokratik

Oligarşinin yanında yer alan çizgisi bu satırların yazarınca açıktır.

Ancak kişileri ve örgütleri hala onların kendileri hakkındaki nitelemeleriyle ele alan ve

aslında böyle bir çizgiyle fazla sorunu da olmayanların çoğu TKP'yi sosyalist ya da

muhalif bir çerçevede değerlendirmeye devam ediyorlar.

Bunun böyle olup olmadığını anlamak ve böyle düşünenlere gerçeği göstermek ve de

TKP'ye ve benzerlerine böyle olmadıklarını kanıtlama ve bizim yanıldığımızı gösterme

fırsatı vermek için aşağıdaki öneriyi yapıyoruz:

İddiamız odur ki, Kadıköy'ün en güzel ve stratejik yerinde TKP'nin kullandığı Nazım

Hikmet Kültür Merkezi, bir şekilde kitabına uydurularak, bu politik çizgiyi

ödüllendirmek için bu devlet tarafından TKP'nin kullanımına verilmiştir.

Eğer TKP böyle olmadığını kanıtlamak istiyorsa, Kadıköy'deki Nazım Hikmet Kültür

Merkezini örneğin bir ""Hıristiyan Azınlıkların" Tasfiyesi Müzesi ve Kültür Merkezi"

yapmak üzere sahiplerine vermelidir.

Bunun yapılmasının hukuki biçimi önemli değildir. Böyle yapılabilmesi için icabında

mülkiyet hakkı kendilerinde bile kalabilir ama örneğin bu mağdurların seçecekleri bir

kurul kullanımını vs. düzenleyebilir vs.. Bu niyetin samimi olarak açıklanması ve

182

gereğinin yapılması önemlidir. Demokratik kamuoyu bunun en uygun biçiminin ne

olacağına tartışarak karar verebilir.

Hatta "Hristiyan Azınlaklar"dan gaspedilerek alınmış bir yere adı verilerek bu gaspa alet

edilen ve edı lekelenen Nazım Hikmet adı da kaldırılmalıdır ve buraya örneğin,

Osmanlılarda ulusu Türklükle veya başka bir soy, dil, din (Rumluk, Ermenilik,

Müslümanlık, Türklük, Ortodoksluk vs.) tanımlamayı reddeden ilk demokratların adı

verilmelidir.

Örneğin Velensinli Rigas adı verilebilir.

Rigas, bir Rum olmasına rağmen bir Rum milliyetçisi değildi, bir Rum ulusu kurmak gibi

bir derdi yoktu. (Bugün her ne kadar bu Rum Ulusçuluğu tarafından içi boşaltılarak, Rum

ulusçuluğunun kurucusuymuş gibi gösterilerek sahip çıkılıyorsa da o bu ulusçuların

gaspından kurtarılmalı demokratların bayrağındaki yerini almalıdır.)

Örneğin Tigran Zaven Kültür Merkezi ve Müzesi adı verilebilir.

Zaven bir Ermeni Milliyetçisi değildi, Ermeni ulusu kurmak gibi bir derdi yoktu, bir

sosyalist ve demokrattı.

Hatta bir Tevfik Fikret adı verilebilir.

Fikret bir Türk Milliyetçisi değildi. O "Vatanım Yeryüzü Milletim İnsanlık" diyen bir

aydınlanmacıydı. Abdülhamit'e suikast düzenleyen Ermeni devrimcinin patlamayan

bombasına üzülen şiirler yazan bir aydınlanmacıydı. Türk milliyetçileri onu da gasp

etmiş bulunuyorlar. O da Rigas gibi gerici milliyetçilerin gaspından kurtarılıp demokrasi

mücadelesinin bayrağındaki gerçek yerini almalıdır.

Bunlar Osmanlı topraklarında bir Demokratik Cumhuriyet'i ve Fransız devrimi gibi bir

devrimi savunuyorlardı.

Bu nedenle, resmi ve sol Türk tarihlerde anlatılanların aksine 1908 bir burjuva devrimi

değil, bu programa ve özlemlere karşı bir Thermidor'du, bir karşı devrimdi. Ama tıpkı

Thermidor gibi, devrimin bayrağıyla yapılmış bir karşı devrimdi.

Babı Ali Hükümet Darbesi ise, Napolyon'un İmparatorluğunu ilan ederek Devrimin tüm

kalıntılarını tasfiyesinden başka bir anlama gelmiyordu.

Bu gün Türkiye'nin önünde hala 1789 bulunmaktadır. Dolayısıyla bu demokratik

gelenekleri yaşatmanın hayati önemi vardır.

Daha sonra gelen sosyalistler, bu karşı devrimin tanımladığı ulusu, yani ulusun

Türklükle tanımlanmış olmasını ve bu Türklükle tanımlanmış ulusu kendisine karşı

mücadele edilecek bir şey değil, içinde mücadele edilecek tarafsız bir ortam gibi

gördüklerinden, nesnel olarak bu aydınlanmacılardan daha geri ve gerici bir ulusçuluğu

savunur durumdadırlar.

183

Bu bakımdan Mustafa Suphi ile Komünist hareketi başlatmak veya 1908'i ve

Cumhuriyet'in ilanını bir burjuva devrimi gibi görmek; Bonapartist karşı devrimleri

devrim diye yutturmaktır. Türk sosyalist hareketinin yaptığı da tamı tamına bu

olmuştur.

Bu nedenle, böyle bir isim değiştirmesi aynı zamanda, sosyalist hareketin bundan sonra,

gerici ulusçulukla arasına bir mesafe koyması, bunu eleştirmesi demokratik gelenekleri

de benimsemesi anlamına gelecektir.

*

Türkiye'de katledilmiş, sürülmüş, korkutularak kaçırılmış "Hıristiyan Azınlıklar"ın

malları (Ki Türk Devletinin azınlık tanımının dinsel olması Türk devletinin laik

olmadığının bir kanıtıdır. Türklük hiçbir şekilde, kimi Türklerin sıkışınca iddia edildiği

gibi ırksal, kültürel, dinsel göndermesi olmayan bir kavram değildir.) devletin çizgisini

destekleyenlere bir şekilde kitabına uydurularak peşkeş çekilmekte ve böylece onlar el

altından desteklenmektedirler.

Bizim iddiamız odur ki, eğer TKP askeri bürokratik oligarşinin konumu ve çıkarlarına zıt

bir politika izliyor olsaydı, böyle bir yere sahip olamazdı.

Kadıköy'ün en stratejik yerinde böylesine güzel bir yerin adı "komünist" olan bir

örgütün kontrolüne verilmesine bu devletin sessiz kalması düşünülemez.

Eğer bu komünist örgüt “ismiyle müsemma” olsaydı, yani aynı zamanda gerçekten

demokrat olsaydı, böyle bir yeri hayalinde bile göremezdi.

Öyle anlaşılıyor ki Türkiye'de sadece Müslüman burjuvazi ilk sermaye birikimini

katledilen ve sürülen Müslüman olmayan (Ermeni, Rum, Karamanlı, Süryani, İbrani,

Keldani, Nasturi, Ezidi vs.) ahalinin malları ve servetlerinin gasp edilmesiyle

yapmamıştır; Sosyalistler de şimdilerde bu mallardan nemalanmaya başlamışlardır

Devlet'le açıktan veya zımnen uzlaştıkları ölçüde.

Bu ulusal (nasyonal) sosyalistler, sosyalistliğin alfabesinin ilk harflerini unutmuş

bulunuyorlar.

Sosyalistliğin alfabesinin ilk harfi, her şeyden önce sosyalistliğin devlet, millet ve

sermaye düşmanlığı olmasıdır.

Sosyalistliğin alfabesinin ikinci harfi, Sosyalistlerin önce "kendi" devletine, "kendi"

sermayesine ve "kendi" milletine düşman olması gerektiğidir.

Nasıl hazreti Muhammet savaşların en kutsalı ve zoru kendi nefsine karşı savaş dediyse,

yani o zamanın problematiği içinde bu "kendi" ailesine, aşiretine, soyuna karşı bir savaş

anlamına geliyorduysa; ancak böyle bir savaş içinde Müslim olunabiliyorduysa; bir

sosyalist için de benzer şekilde savaşların en kutsalı, “nefsine”, yani "kendi" devletine,

milletine ve sermayesine karşı savaştır.

184

Marks'lar Engels'ler, Lenin'ler sosyalizmi hep böyle anladılar, böyle tanımladılar ve

böyle uyguladılar.

Eğer TKP de sosyalizmi böyle anlıyor, tanımlıyor ve uyguluyorsa bu savaşa önce bu

Kültür Merkezini, gerici Türk ulusçuluğunun bu ganimetini, demokratik gelenekleri

yaşatmak için ve o gerici ulusçuluğun cinayetlerini ve gasplarını teşhir ve mahkum

etmek için kullanır.

Haydi TKP, kanıtla Demokrat olduğunu.

Kızart yüzünü bu öneriyi yapanın.

Demir Küçükaydın

07 Eylül 2009 Pazartesi

http://www.koxuz.org”

Yazı bu.

Şimdi gelelim TKP’nin veya Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nin yaptıklarına ve

yapmadıklarına.

Önce benim yazımdaki iddianın (yani kültürn merkezinin Ermeni ve Rumlardan gaspedilmiş

mallardan olduğu ve bir şekilde devletin tolerans ve desteğiyle, kendine sosyalist ve hatta

komünist diyen bir örgütün kullanıma sunulduğu) olgusal düzeyde yanlış olduğu

varsayımından hareket edelim. Yani bu olanaklar TKP’ye kitabına uydurulup aktrılmamıştır,

onlar hakikaten önceden kimin olduğunu bilmeden, birtakım güzel rastlantılarla bu güzel yeri

kullanmaktadırlar.

Bu durumda bir sosyalist, hele komünist (yani en hasından sosyalist) olduğu iddiasında olan

nasıl davranır veya davranması gerekir? Ama bunları bir yana bırakalım, demokrat bir insan;

hatta onu bir yana bırakalım, uygar bir insanın nasıl davranması gerekir?

Önce, ne kadar haksız ve temelsiz olursa olsun, bu iddialarda bunanan kişinin görüşlerini idari

tedbirlerle, örneğin içinde yer aldığı bir toplantıya yer vermeme kararı alarak, engellemeye

kalkmaz. Aksine, o kişiye, “buyrun gelin, size bir gün ve yer verelim bu iddialarınızı

açıklayın, biz de kendi görüşlerimizi anlatalım. İnsanlar her ikisini de dinlesinler kendileri

karar versenler” der.

Veya böyle bir şey yapma olanağı yoksa bile en azından benzerini yazılı olarak yapmaya

çalışır.

Çünkü bir sosyalistin görevi her şeyden önce en karşı bilinen cepheden bile insanları fikri

mücadeleyle; argümanlarla kazanmak olmalıdır. Sosyalistler fikirlerin kanunlarla, idari

kısıtlamalarla, fiziki şiddetle, maddi olanaklarla vs. fikir dışı her hangi bir şekilde ifadesini ve

yayılmasını engellemeye karşı mücadele ederler ve etmelidirler. Fikre karşı fikirle mücadele

ve bunun koşullarının sağlınması sosyalistliğin ilk şartıdır.

185

Sosyalistler, bunun en barışçıl, en sancısız çözümler için olmazsa olmaz koşul olduğunu

savunurlar. Bu nedenle kendi içlerinde de, ilişkilerinde de bu ilkeyi gözetirler ve

gözetmelidirler.

Na yazık ki, bu devrimci gelenekler yirminci yüzyılın ilk çeyreğinden sonra, neredeyse

tümüyle unutulmuş bulunuyor.

*

İkincisi, bir sosyalist karşı görüşü eleştirirken halkımızın “söyleyen arif değilse dinleyen arif

olsun” dediği gibi, onu olgusal veya çıkarsama yanlışlarından ve ifade bozukluklarından

arındırarak özünü ele alarak eleştirmelidir. Sosyalistler, yanlış ifadelere, olgusal yanılgılara

bir zayıflık olarak mal bulmuşçasına sarılmamalıdır. Fiziki savaşla fikir savaşının iki farklı

yönüdür bu. Fiziki savaşta düşmanın en van alıcı en yaralanabilir yerine güçlerin en irisini

yığmak gerekir; ama sosyalistler fikir savaşında, insanların geri yanlarına hetap etmekten

kaçınmaları gerektiği için karşı tarafın en güçlü yanlarına, on fikrin en güçlü savunuculrına

yönelirler veya yönelmeleri gerekir.

Diyelim ki, benim önerimde bir sürü olgusal yanlışlar var. Ama önerimin özü nedir? Nazım

Hikmet Kültün Merkezi’nin “Kapatılması” mıdır? Hayır. Demokratik bir program ve

geleneğe bağlanılmasıdır. Bu katliamların unutulmasına karşı bir araç olmasıdır. Çünkü yazı

6-7 Eylül olayları vesilesiyle yazılmaktadır ve içeriğinde bu bağlantı çok açıktır. Önerim,

“haydi onası sizde ve kültür merkezi olarak da kalsın, ama onun Ermenilerin gaspedilmiş bir

malı olduğu; Ermenilerin yok edilmesi ve bunun karşı devrimci özüyle ilişkisini vurgulayan

başka bir çözüm de olabilir” biçiminde de olabilirdi. Ve bu belki yazının ruhuna daha da

uygun düşerdi. Yazıdaki öneri somut biçimiyle söylenmek ve yapılmak istenenin ruhunun

vurgulanmasını engelliyor bile diyebiliriz.

Şimdi bir Komünist bu çekirdeği çıkarıp, öyle değerlendirmelidir bu yazıyı. Yani şöyle

diyebilir ve demelidir bir komünist veya devrimci veya demokrat:

“Demir Küçükaydın, Nazım Hikmet Kültün Merkezi’nin bizim kullanımımıza kitabına

uydurularak geçtiğini söylemektedir. Bizim olayımızda böyle bir durum olmamakla birlikte,

bu küçük olgusal yanlışa takmıyoruz ve böyle bir yanılgıyı normal karşılıyoruz. Çünkü bu

ülkede Rum ve Ermenilerin mallarının yağması bir gerçektir ve Türkiye’nin gerçekliği bu

bilinip anlaşılmadan anlaşılamaz. Bizler bizim somutumuzda böyle olmamasının ardına

sığınarak bu karşı devrimci ve gerici gerçekliği teşhir görev ve sorumluluğumuzdan

kaçmıyoruz ve kaçmayız. Hatta bu arkadaşa bize bu görevimizi hatırlattığı için teşekkür

ederiz. Evet, Nazım Hikmet Kültür Merkezi eskiden Ermenilere ait yerdi, Ermeniler katledilip

malları vakıflarca ve diğer biçimlerde yağma edilmeseydi, müslüman ahaliye peşkeş

çekilmeseydi, belki bugün burada ta Osmanlı’da ilk soslyalist hareketi başlatanlardan olan

Ermeni veya kimbilir başka bir devrimcinin adı olabilirdi.

Nazım Hikmet adı, bu yerin bu olası tarihine hiçbir gördermede bulunmamaktadır. Bu

durumu değiştirmek için, burasını, bu katliam ve gaspların unutulmasına karşı durmak;

vicdanlarda mahkum edilmesine katkıda bulunmak için, öneride bulunulan üç ismin

186

(Velensinli Rigas, Tigran Zaven, Tevfik Fikret) kültür merkezi (Veya başka somut bir biçim

de olabilir, örneğin Anadolu’nun Katledilmiş ve Sürülmüş Hıristiyanları Kültür Merkezi gibi)

yapıyoruz.”

Ezilenlerin demokratik ve siyasi eğitimine değer veren bir hareket, bir teorisyen, bir komünist

böyle davranır.

Peki, Nazım Hikmet Kültür Merkezi veya TKP ne yapıyor?

Kapatılmasını istemişim diyerek benim de içlerinde yer aldığım bir toplantıyı, sadece

konuşmacılar arasında yer aldığm için orada yaptırmayacağını söylüyor.

*

Böyle, yukarıda önerildiği gibi davransa ne olur TKP veya Nazım Hikmet Kültür Merkezi?

Orası hala ellerinde kalabilir miydi acaba?

Bunu hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz?

Çünkü böyle davranmıyor.

Oranın aslında Ermenilere ait bir yer olduğu gerçeğinin adını bile anmayarak, onun nasıl olup

da şimdi Nazım Hikmet Kültür Merkezi olduğu gerçeği üzerine tam bir suskunluk

oluşturarak, sorun sanki onunun kapanmasıymış da bu binlerce kişinin emeği ve katkısını hiçe

saymakmış gibi konuyla ilgisiz şeyler söylüyor ve özünü tahrif ediyor.

*

Peki, olgusal düzeyde, bizim devletin bir şekilde böyle bir olanağa yol açtığı düşüncemiz

yanlış mı?

(Bu vesileyle internete girip bir araştırma yaptığımızda İşçi Partisi’nin merkezine ilişkin

olarak böyle bir durum olduğunu da gördük.)

Biz o yazıyı yazdığımızda genelden özele doğru bir çıkarsama yapmış ve özel olarak Nazım

Hikmet Kültür Merkezi olarak kullanılan binanın durumunu incelememiştik.

Şimdi bu açıklamayı yaparken konuyu biraz internetten inceledik. Şimdi, esas olarak hiç de

yanlış bir yargıda bulunmadığımız kanısına ulaştık. Neden ve nasıl?

Aşağıda alıntılarla bunu göstereceğiz. Ancak satırların arasını iyi okumak gerekiyor. Faşizmin

sıradanlığı gibi. Olayın anlatılışının sıradanlığının ardında yatmaktadır bütün trajedi.

İnternetten alıntılar yapalım. Binanın tarihi ile ilgili şunlar okunuyor:

“Nazım Hikmet Kültür Merkezi, Kadıköy randevularının nişan yeri olan boa heykelinden

Bahariye’ye doğru kıvrıldığınızda sol kolun üzerindeki ilk sokağın -Ali Süavi Sokağı’nın-

üzerinde. Yenilerde bu sokağa Sanatçılar Sokağı da deniyor. Sokağın başında yüksek duvarlı

Surp Levon Ermeni Kilisesi var. Parmaksızoğlu isimli bir Ermeni’nin Bahariye Caddesinden

Hasırcıbaşı Sokağına kadar uzanan büyük bir bağ olan bu arsa 1890 da ölümünden sonra

varisleri tarafından parsellenmiş bir parçası da kilise yapımı için kurulan “Ermeni Katolik

187

Cemaati Vakfı”na verilmiş, cemaat 1911 de kiliseyi yaptırarak ibadete Surp Levon ismiyle

açmış. Sokakta kültür merkezine doğru yürümeye devam ederken sağlı sollu cafeler, sanat

atölyeleri, medikal malzeme satan dükkânlar ve bir de dişçi var. Her ne kadar yüksek

duvarlarından dolayı Kültür Merkezinin içerisi başta fazla görülemese de kilisenin

mimarisiyle paralel olduğunu seziyor insan. Üç katlı taş bina kilise gibi yüksek avlu duvarıyla

çepe çevre sarılmış. Binanın yola bakan yüzünde kuru sarmaşık dallarının hala izi var,

alınlıklı muntazam pencerelerin simetrik olarak her kata yayılmış olmasından mı bilinmez bir

zamanlar okul olduğu hissini uyandırıyor. Sonrasında da eski bir yatılı Ermeni İlk mektebi

olduğunu öğrenmek doğrusu şaşırtmıyor insanı.”

(http://cekmece-fanzin.blogspot.de/2010/06/bir-nisan-aksamnn-ardndan.html)

Burada “yüksek duvarlar” gibi masum görünen bir söze kısaca dikkati çekelim. Neredeyse

bütün Hıristiyan kurumları ve kiliseleri vs. hep görünmeyecek, dikkati çekmeyecek, şu “kahir

ekseriyeti” (kahredici) oluşturan Müslümanların aklına “deliye taşı andırmamak” babından

arka cephelere, duvarların ardına, apartmanların arasına gizlenmişlerdir. Sürekli yaşanan

terörün canlı şahididir bütün o duvarlar, o gözlerden kaçmalar, dikkati çekmemeler.

“Sarmaşık dalları”nın izini gören gözler nedense duvarların izlerine karşı kördürler.

Hikayenin devamı başka bir kaynakta şöyle:

“1902 yılında, Kadıköy'de Surp Levon Ermeni Katolik Kilisesi'nin yakınında, Nihal Sokak'ta

kurulan okulun tarihine dair bilgi sınırlıdır. 1961-64 yılları arasında 104 öğrencisi olduğu

bilinen okul 1982'de kapatılmış, öğrencilerin bir kısmı Aramyan Uncuyan'a, bir kısmı ise

diğer devlet okullarına geçmiştir. Halen vakfın tapulu mülkü olan okul binası, kültür merkezi

olarak kullanılmak üzere kiraya verilmiştir. Binada halen Nazım Hikmet Kültür Merkezi

faaliyet göstermektedir.”

http://www.istanbulermenivakiflari.org/tr/istanbul-ermeni-vakiflari/vakif-listesi/beyoglu-

anarad-higutyun-ermeni-katolik-rahibeler-manastir-ve-mektebi-vakfi/72

İşte bütün bu masum satırlarda gizlidir bütün hikaye. Koca okul niçin öğrencisiz kalıyor?

Niçin kapatılıyor? Niçin 20 yıl boyunca bomboş kalıyor? Niçin Kültür Merkezi olmak üzere

kiraya veriliyor?

Adında “komünist” sıfatı olan bir partinin bütün bunların üzerine gitmesi gerekmez mi?

Bunlar toplumun gündeminde değilse bile gündemine getirmek için uğraşması gerekmez mi?

Bunların hiç biri yok.

*

İlk bakışta sanki herşey çok hakka hukuka uygun.

Vakıf kendine ait boş duran bir okulu, Kültür Merkezi olarak kullanılmak üzere kiraya

vermiş. Böylece gelir elde edip diğer mallarını ve faaliyetlerini finanse etmek istemiş olabilir.

188

Ama biliyoruz ki, bu vakıflar mallarını kiraya da veremiyorlardı. Avrupa İnsan Hakları

mahkemesinin bazı kararları sonunda kiraya verilebilir oldular. Ama bu durumda bile İşçi

Partisi’nin bunu tanımayıp resmen işgal ettiğine dair bilgiler İnternette yeterince var.

Peki, TKP ne yapmış? Kiralamış!.. En azından İşçi Partisi gibi resmen işgal etmemiş. Aferin

diyelim.

Ne kadar ödüyor? Ne karşılığı acaba?

Devrimci bir örgütün bütün gelir ve giderlerini herkesin bilgisine sunması gerekir aslında ama

bu gelenekler çoktan unutuldu. Böyle bir kaynak yok.

Fakat internette şöyle bir bilgiye ulaşıyoruz:

Nasıl kiralanmış?

“Ermeni okulu Nazım Hikmet Kültür Merkezi oldu

Bahariye Caddesi girişindeki ‘Sanat Sokağı’ olarak tanınan Ali Suavi Sokak’ta bulunan 3

katlı eski Ermeni İlköğretim Okulu’nun restore edilmesiyle oluşturulan Nazım Hikmet Kültür

Merkezi, törenle açıldı.

Kadıköy

18 Ekim 2004 — Kültür Merkezi yöneticisi Ali Mert, 102 yıllık bina olan Ermeni İlköğretim

Okulu’nun 20 yıldır kullanılmadığını belirterek, Ermeni Okulları Vakfı’ndan, binanın

restorasyonu karşılığında, kullanım hakkının alındığını söyledi.”

(http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/291840.asp)

Yani bir “restorasyon” yapılmış ve muhtemelen ömrü billah kullanımı alınmış. Çünkü şu

kadar yıllık bir kullanım diye bir sınırlama falan da yok. Olsaydı her halde belirtilirdi.

Anlaşılan bu Katoluk Ermeniler’in hiç kafası çalışmıyor. Çok harka bir yerde çok güzel gelir

getirecek bir binayı neredeyse karşılıksız TKP’ye vermişler. Sözümona mülkiyetleri

kendilerinde ama fiilen kullanımı TKP’de.

Peki, ben ne tahmin ediyordum yazımda:

“İddiamız odur ki, Kadıköy'ün en güzel ve stratejik yerinde TKP'nin kullandığı Nazım Hikmet

Kültür Merkezi bir şekilde kitabına uydurularak bu politik çizgiyi ödüllendirmek için bu devlet

tarafından TKP'nin kullanımına verilmiştir.”

Bu satırları yazarken genelden hareketle bir çıkarsama yapmıştım. Ama şimdi olayı

inceleyince bu çıkarmanın da pek yanlış olmadığı görülüyor.

Türkiye gibi bir devlette “iyi saatte olsunlar”ın bir şekilde onayı, desteği, yönlendirmesi

olmadan, Ermeni Cemaati, Adı Komünist olan bir örgüte, neredeyse yok pahasına böyle bir

binayı vermez, veremez. Verdiği takdirde Kızıl Komünistleri Ermeniler destekliyor gibi bir

linç kampanyasına maruz kalmaktan korkar.

189

Tersinden de, gerçek bir komünist de, hem Ermenileri zor durumda bırakmamak, hem de bu

gibi saldırıları başından kesmek için çok dikkatli davranır. Örneğin neredeyse böylesine bir

yeri bedavaya kapatmaz. En azından normal ticari ilişki düzeyinde, hatta normal olarak

Komünistlerin kiralık yer bulması zor olacağından, olağan fiyatinin üstünde para ödemesi

gerekir ve böyle yapar.

Devrimcilik hayatımda gerek Dev-Genç’te gerek daha sonra birçok kez, Ermeni ve Hırıstiyan

yoldaşlarımızın, yetenek ve bilgileri bizlerden çok ilerde olmalarına rağmen, benim

“Hıristiyan veya Ermeni olmamı anti komünist histeri için kullanabilirler” diyerek, önde

görünmekten ve resmen öyle görevler almaktan feragatleri hiç olmayan şeyler değildi.

Böyle bir ülkede, Ermeni Cemaati bir vakfını TKP gibi bir örgüte veya onun paralelindeki bir

kuruma böylesine neredeyse bedavaya verecek.

Benim bildiğim normal olarak, bunca tecrübe yaşamış, nice badirelerden geçmiş, zaten

küçücük kalmış ermeni ceamaatleri böyle bir şey yapmaktan korkar. Yapmadan önce,

birtakim ilişkileri kullanarak ulu devletimizin iyi saatte olsunlarına sorarlar. Oralardan bir

sinyalalmadan böyle bir şey yapamazlar.

Kaldı ki bunun tersi de doğrudur. Bu memlekette komünistlek yapmış biri, böyle bir imkanın

Ermenilerden böylesine kolayca kendisine verilmesi karşyısında kendinden kuşku duyar veya

duymalıdır. “Yahu biz nerede yanlış yaptık da böyle bir piyango çıktı” falan diye düşünmesi

gerekir.

Özetle şimdi bir şekilde kitabına uydurulup ulusalcı bir çizgide olduğu için TKP’nin emrine

amade kılındığına daha bir ikna olduk.

Peki o restorasyon nasıl bir işmiş?

Ola ki çok masraflı ve uzun bir iştir.

Onu da Ekşi Sözlük’ten okuyalım:

“nazim kulturevi nin "nazim in estetik duzeyine yarasir" profesyonel etkinlikler yapmak uzere

kendini yenilemesiyle olusan kurumun ismi. isil ozgenturk soyle yaziyor merkezin acilisi

hakkinda:

"okulu, ermeni ustalar 1902'de yapmışlar, en güzel karoları döşeyip en yüksek duvarları

örmüşler. en aydınlık pencereleri açmışlar ve en üste de dünyanın en sıcak, en albenili, en

baştan çıkarıcı tiyatro salonunu kondurmuşlar.

bir güzel okul olmuş. yıllar yılı çocuk sesleriyle daha da şenlenmiş. en güzel tiyatrolar

oynanmış, en acılı aşk sohbetleri yapılmış, diplomalar alınmış ve yaşam pek çok insan için

burada başlamış. sonra yıl 1987'ye gelmiş, çocuk sayısı azaldığından okul kapanmış ve

yıllarca öyle mahzun, öyle boynu bükük beklemiş. vakıf malı olduğu için kimseler içeri girip

bu güzelim binayı yeniden yaşar kılamamış. yıl 2004'e gelmiş, türkiye cumhuriyeti, avrupa

birliği'ne uyum yasaları çerçevesinde azınlık mallarıyla ilgili yasayı değiştirince, iyi bir şey

olmuş ve bina, bir kültür merkezi yapma hayali kuranlar tarafından kiralanıp ali usta ve

190

ekibinin ellerine teslim edilmiş. onarılması ve kapısına nâzım hikmet kültür merkezi yazısı

konması için.

ben kadıköy altıyol'daki bu ermeni ilkokulunu onarım başladığında gidip görmüştüm ve iki ay

sonra açılışa gittiğimde gözlerime inanamadım; ali usta ve ekibi, gece-gündüz çalışarak

okulu yeniden onarmışlar. ve kapısına nâzım hikmet kültür merkezi levhasını asmışlar. belki

ki, bu iki aydaki mucize, parayla pulla elde edilmemiş; bu mucize, nâzım' ın mısralarını

ezbere bilen, onu komünist olduğu için bir kat daha fazla seven ali usta ve ekibinin inanılmaz

özverisi sayesinde olmuş. türkü söyler gibi bir çırpıda, en içten emeklerini koyarak binayı

bitirmişler. (…) (19 ekim 2004, cumhuriyet)”

Yani topu topu iki aylık bir işmiş.

Yazının tarihi 2004. Yani şimdi dokuz yıl olmuş.

Özgentürk ne kadar da nesnel ve masum yazıyor. Ne kadar merhametli!

“Çocuk sayısı azaldığından okul kapanmış”

Bu tarafsız ve masum görünen satırlar ben olsaydım şöyle yazardım:

“Ermeniler katledildiği, sürekli terör altında yaşadığı için çocuk kalmamıştı.”

Özgentürk saf ve masum yazıyor:

“Vakıf malı olduğu için kimseler içeri girip bu güzelim binayı yeniden yaşar kılmamış”

Ben olsaydım şöyle yazardım örneğin:

“Ermenilerin ve Hıristiyanların sistemli olarak imhasına ve yok edilmesine, mallarının

yağmasına, bu sefer kanunlar ve mülkler üzerinden devam edildiği ve bu bağlamda vakıflar

mallarını akar olarak da kullanamadığı için, bina boş kalmak zorundaydı.”

Özgentürk söyle yazıyor:

“bina, bir kültür merkezi yapma hayali kuranlar tarafından kiralanıp”

Ben olsaydım şöyle yazardım:

“Bina yok bahasına kapatılıp…”

Evet bunlar yok.

Nazım Hikmet var. Nazım Hikmet okuyucusu usta falan var. Ama bunlar yok.

Onların emeği “içten”miş.

Valla biz Marks’tan iş gücünün maddi veya manevi özelliklerinin, “içten” ya da dıştan

olmasının onun ürettiği değer üzerinde hiçbir etkisi olmadığını öğrenmiştik.

Yani topu topu “içten” veya “dıştan” iki aylık işgücü karşılığında Kadıköy’ün en güzel

yerinde, harika bir bina. Orada Komünizm, Nazım, Nazımı ezbere bilen ustalar falan var da,

yok edilenler yok.

29 Ekim 2013 Salı

191

Demir Küçükaydın

192

İİssttaannbbuull KKööppeekk KKaattlliiaammıı,, EErrmmeennii KKaattlliiaammıı vvee HHoollaaccoouusstt

"Yeryüzünde yürüyen hiçbir hayvan ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur

ki, (onlar da) sizin gibi birer ümmet olmasınlar" (el-En'âm, 6/38)

Yüzyılın başında, İstanbul’un Sokak köpeklerinin Hayırsız Ada’ya sürüldüklerini; orada açlık

ve susuzluk içinde inleyerek; birbirlerini yiyerek öldüklerini, yanlış hatırlamıyorsam, ilk kez,

çocukluğumda her hafta evimize giren Hayat mecmuasında okumuştum.

Çırılçıplak bir kayadan ibaret hayırsız adadan, susuzluk ve açlık içinde, çaresizce İstanbul’un

siületine bakan yüzlerce köpeğin imgesi4, çocukluk yıllarımda kâbusum olmuş; aklıma

geldikçe, kabuk bağlayamayan bir yara gibi, kanamıştı. Köpeklerin durumunu ve sonunu

düşündükçe boğuluyor gibi olurdum.

Köpeklerle ilgili hep acılı ve korkunç imgeler kalmış aklımda. En acılı ve gariplerinden biri

de çocukluğumun geçtiği Ege kasabası Soma’nın köpekleri ve büyük köpek katliamıydı.

Çocukluğumun ellili yıllarında, Bakırçayı vadisinde, dağlarında linyit çıkarılan, artık bir

madenci kasabasına dönüşmüş Soma’ya, Fransızlar bir elektrik santrali yapmaya gelmişlerdi.

Santralın inşaatında çalışan Fransız mühendis, teknisyen ve işçiler ve onların aileleri,

ekonomik güçleri ve yarattıkları taleple, birden bire bu kasabanın hayatında alt üst edici

değişikliklere yol açmışlardı. Fırınlarda Fransız usulü baston ekmekler yapılıyor; o

zamanların meşhur İtalyan yıldızı Acı Pirinç’in Silvana Mangano’sunun adından ilhamla

4 "Yalçın kayanın üstünde köpekler karınca gibi kaynıyor. Bir kısmı kıyıya yayılmış, güneşin yakıcı

sıcağından kurtulmak için ve biraz serinlemek için kendilerini suya atmışlar. diğer bir kısmı tepelere

tırmanmış adeta tiyatrolardaki panıramaları andıran acıklı bir tablo vücuda getirmiş. yaklaştıkça durum

ve görünüşler daha belirleniyor. dürbüne ihtiyaç duymaksızın gözlerimizle her şeyi, bu zavallı

hayvanın çaresiz çırpınışlarını elemle görüyor ve izliyorduk.

Köpeklerin en büyük kısmı sahili takip eden kayalık üzerinde toplanmıştı. pek çokları güneş

hararetinden kavrulmuş, serinlemek için var güçleriyle suda yüzüyorlar, son takatlarına kadar suda

kalmak istiyorlar. ötede beride görülen cesetlerin etrafında dolaşarak, çabalayarak bir parça et

koparmaya çalışıyorlar... karadaki diğer kısmı ufak bir gölge bulabilmek için taş kovuklarına sığınmak

üzere delik, deşik arıyorlar... diğer bir kısmı ise adeta delirmiş gibi oraya buraya koşuyorlar, sürekli

kendi etraflarında dönüyorlar... seslerini şimdi tam olarak duyuyorduk. İşittiğimiz bu feryatlar köpek

havlaması değil adeta insan feryadı idi

Kaptan geminin düdüğünü çaldırdı. Zavallı hayvanlar bir yardım sesi duymuş gibi heyecanlandılar. Bu

sese hayvanların nasıl yalvarırcasına cevap verdiklerini size anlatamam. Bilmem göz önüne

getirebiliyor musunuz? feryat ve inilti saçan bir yalçın kaya. bir yanardağ ki ateş yerine feryat, duman

yerine cesetler saçıyor. bu kızgın zemin üzerinde su, yiyecek için ağızları açık köpekler...etrafında

martıların uçuştuğu cesetler kısım kısım denizde lekeler oluşturuyor. vapur hareket etti. zavallı

köpekler yine bizleri son bir ümit ile takibe çalışarak çırpınıyorlar. hiçbirşeyden habersiz geminin

dalgaları onları büsbütün batırıyor, boğuyor, öldürüyordu. ne karada ne denizde ölümden başka onlara

el uzatan yoktu. uzaktan bir romorkör'ün adaya doğru geldiğini gördük. arkasında iki mavna köpek

dolu kafeslerle aynı adaya gidiyor. hayırsız ada'nın aç sakinlerine istanbul'dan taze köpek

getiriyorlardı. biz uzaklaştık. marmara'nın yüzü üzerinde siyah bir nokta halinde kalan bu müthiş

manzaralı adadan bakışlarımızı ayıramıyorduk.”

193

Silvana adını taşıyan tuhafiyeciler açılıyor; oralarda en son moda eşarplar, parfümler

satılıyordu.

Artık biz çocukların kaplumbağa, saksağan falan besleyen Fransız arkadaşları vardı ve

oynarken onlar Türkçe bizler Fransızca öğreniyorduk.

Bütün bunlarla birlikte, Fransız aileler kasabanın sokak köpeklerinin içinden hoşlarına

gidenleri alıp, boyunlarına pahalı ve güzel bir tasma geçirip kendi köpekleri yapmışlardı. Şık

Fransız bayanlar, yine şık bir tasma takılmış Soma’nın sokak köpekleriyle dolaşırlardı. Şanslı

köpeklerin bu “sınıf atlaması” Somalıların o tatlı Ege şivesiyle “uyuz köpeklerin” artık

“gıymatlı” olduğu yollu espriler yapmalarına yol açardı.

Bir Fransız aile tarafından sahiplenilme şansına sahip olan köpekler de böylece birkaç yıl

boyunca bir tür cennet hayatı yaşadılar.

Sonra elektrik santralının yapımı bitti ve Fransız işçi ve teknisyenler aileleriyle birlikte

geldikleri gibi birdenbire gittiler. Ama o gurbetlik yıllarında kendilerine arkadaşlık etmiş

köpekleri Soma’nın sokaklarında bıraktılar.

Arada elbet kasabanın sokaklarındaki olağan köpek nüfusu da, bileşik kaplardaki su gibi,

eksilenlerini tamamlayarak var olmaya devam etmişti. Ama şimdi birden bire, Fransızların

baktıkları köpekler de sokağa düşünce, sınırlı yiyecek kaynakları köpekler arasında ciddi

rekabete yol açmaya başlamıştı. Bu da çeteler olarak örgütlenmiş köpekler arasında sert

kavgalara ve zaman zaman da insanlara saldırılarına yol açıyordu.

Kasabanın köpekleri geleneksel olarak, şehrin kenarında Kırkağaç yolu üzerinde, garaj ve

mezarlıklara yakın, salhaneden gelen işe yaramaz iç organların falan atıldığı bir çöplükte

toplanırlardı ve sabırsızlıkla beklerlerdi salhanenin çöp arabasını.

Belediye birgün bu köpeklerin hepsini zehirledi. Onlarca köpek ağzından köpükler saçarak

inleyerek acılar içinde öldü. Halk sarımsaklı yoğurtla falan birkaç köpeği kurtardı. Sonra o

kurtulanlardan birkaç yıl içinde yine kasabanın sokaklarını şenlendiren, çeteler halinde

mahallelerde dolaşan yeni kuşak sokak köpekleri oluştu.

Sokaklardaki köpeklere, büyüdüğüm kasabadan alışık olduğum için, belki bu nedenle hiç

yadırgamamıştım İstanbul’da sokaklarda köpek olduğunu. Hatta dikkatimi bile çekmemiş;

üzerine hiç düşünmemiştim. Nasıl evler, yollar, elektrik direkleri, kanalizasyon ızgaraları bir

şehrin olağan bileşenleriyse ve onlar üzerine hiç kafa yormazsak; köpekler de öyleydi

kafamda. Başka türlüsünü görmemiştim, tasavvur edemezdim.

Belki de bu yüzden, sonraki uzun hapislik ve sürgün yıllarında İstanbul sokaklarında köpekler

yaşadığını bile unuttum.

*

Avrupa’da sürgünlük yaşamımda ilk dikkatimi çeken, sokak köpeklerinin yokluğu ama

sahipli köpeklerin çokluğu idi. Sahipsiz köpek yoktu. Bir de evde yaşıyorlardı sokakta değil.

194

Galiba ilk kez derine işlemiş ve yaygın ırkçılığın da farkına yine bir köpek aracılığıyla

varmıştım. Almanya’ya yeni gelmiştim. Bir belediye otobüsüne köpeğiyle yaşlı bir adam

biniyordu; ama köpek bir biniyor, bir iniyor, sonra tekrar biniyor ve oynuyordu. Sahibi onu

tatlı dille içeri almaya çalışıyordu. Bu nedenle otobüs gecikiyordu. Almanya’da otobüsler,

çoğu kez, yetişmek için koşan birini almak için bile bir saniye beklemezler. Otobüsteki

neredeyse tamamı yaşlı olan Almanlar gülerek ve hiç bir sabırsızlık alameti göstermeden

köpeğin oyunlarını izliyorlardı. Hatta köpek bahanesiyle birbirleriyle konuşmaya bile

başlamışlardı. Köpek bir şekilde binip sahibiyle bir yere geçtikten sonra tam otobüs

kalkacakken, biri kucağında, birini elinden tuttuğu iki küçük çocuğuyla genç bir Türkiyeli

kadıncağız binmek istedi otobüse. Tabii çocuklarla binmek, eller doluyken parayı çıkarmak

vs. biraz zaman alıyordu. Çocuğun biri de ağlamaya başlamıştı tam o sıra. Birden şoförden

yolculara kadar herkes sabırsızlık ve şikâyet sesleri çıkarmaya başlamıştı. Az önce köpeğe

gösterilen anlayış bu çocuklu yabancı kadından esirgenmiş ve onun yerini bir aşağılama

almıştı. Köpeğe dostça ve anlayışla bakan gözlerin yerinde şimdi düşmanlık ve aşağılama

vardı. İlk kez orada o ana kadar anlamadığım ve bir anlam veremediğim bir sürü davranışın

bu yaygın ve derine işlemiş sıradan ırkçılık olduğunu fark etmiştim. Bereket otobüsteki bir

Alman genç de bu duruma tepki göstermiş az önce köpeğe gösterdiğiniz anlayışı bu çocuklu

karına göstermiyorsunuz diyerek, hepsinin ırkçı, faşist olduğunu ve ağzına geleni söyleyerek

ineceği bir sonraki durağa kadar hepsini fırçalamış ve kimse de ağzını açıp bir tek kelime bile

edememiş, sadece önlerine bakmışlardı. Bu olaydan sonra ırkçılık hassasiyetim gelişmeye

başlamıştı.

Almanya’da özellikle yaşlı ve yalnız insanların köpek düşkünlüğü dikkatimi çekmişti.

Türkiye’den gelen diğer sürgünlerin aksine bunu bir “yozlaşma” olarak görmüyordum. Bunun

yalnızlıkla ilgili olduğu, yalnızlığın ise özellikle ilişkilerinin metalaşması ve yabancılaşmayla

ilgili olduğunu düşünüyordum. Ayrıca artık çalışma yaşını geçmiş, yani işgücü satın alınarak

sömürülemez duruma gelmişlerin, kapitalizm için bir yük olmasıyla ve duvarları görülmez bir

yaşlılar gettosuna kapatılmalarıyla da ilgiliydi.

Bu gibi nedenlerle evde köpek beslemenin ve köpeklerle dostluğun bir “yozlaşma” değil,

kapitalizme bireysel düzeyde bilinçsiz bir direniş ve isyan olduğu, daha çok kafa yorduğum

konulardı bu yıllarda. Ernst Bloch’un “Umut İlkesi”nde gösterdiği gibi, en sıradan ve

anlamsız görünen düşünce ve davranışların ardında, baskıya, eşitsizliklere, yabancılaşmaya

karşı derin bir tepki ve direnç vardı. Bu anlamda hayatın her yerinden “sosyalizm

fışkırıyor”du. Ama gören gözler için.

*

Köpeklerle biraz rastlantısal ve sanal bambaşka bir ilişkim de olmuştu sonraki yıllarda.

İnternetin hükümet, üniversiteler vs. ile sınırlı olduğu; tarayıcılara temel oluşturacak teknik

gelişmelerin henüz CERN’de keşfedilmediği zamanlarda, bilgisayar meraklılarının

haberleşmede kullandığı ağlar, BBS’ler veya Mailbox’lar vardı. Bunlardan bağlandığım

ikisinin de adı, birer köpek adıydı.

195

Almanya’daki solcuların ağının adı (Sol ve komünikasyon sözcüklerinden türetilmiş)

Comlink’ti ama ilk kökenindeki programın adından dolayı Zerberus Net de denirdi. Zerberus

eski Grek mitolojisinde yer altındaki ölüler ülkesinin kapısını bekleyen üç başlı köpeğin

adıydı.

Diğer ağın adı da FidoNet idi. Bu ağı ilk kuranlardan birinin köpeğinin adı imiş. Türkiye’deki

kimi meraklılar da onunla uyumlu HitNet diye bir ağ kurmuşlardı. Oraya İnsan Hakları

Derneği’nin bir bildirisini ve “Kürt Ulusal hareketi ve PKK” adlı yazımı yollayınca, Hürriyet

gazetesi, “PKK internete de el attı” diye cadı avı başlatmış; yarattığı terörle henüz yeni

şekillenen genç bilgisayar meraklılarını korkutup, özel savaş dairesinin zafer arabasına

bağlamış ve muhalefetin biraz taze hava alabileceği, küçük bir bilgi akışı deliğini bile

kapatmıştı.

*

Çeyrek yüzyıl sonra İstanbul’a gelince sokaklardaki köpekleri gördüm. Onları ve varlıklarını

unuttuğum için utandım, bir suçluluk duygusu kapladı içini.

Şair “bir kedim bile yok” demiş.

Odysseus yıllar sonra döndüğünde onu tanıyacak, sevincinden işeyerek ölecek artık yaşlanmış

sadık köpeği Argos vardı. Ama çeyrek yüzyıl sonra İstanbul’a döndüğümde, hatırlayacak “bir

köpek bile yok”tu. Köpekler ortalama 15 yıl yaşarlar. En az iki köpek kuşağının ömrü kadar

uzaklarda kalmıştık.

Kıtmir adlı köpekleriyle yıllarca uyuyan Eshabı Kehf (“Mağara Yaranı”, “Yedi Uyurlar”) gibi

bambaşka bir çağda uyanmıştık; girişinde Zerberus’un beklediği ölüler ülkesinden geri

dönmüş gibiydik. Bilip kullandığımız değerler tedavülden kalkmıştı.

Neyzen Tevfik’in adını sevgili köpeğine verdiği, onlarca yıl önce tedavülden kalkmış parayla

birşeyler almaya giden Mernuş’tan farklı değildik.

Artık pek az tanıdığımız kalmış, kalanların çoğuyla da politik ve teorik olarak çok ayrı

dünyalarda olduğumuz bu şehirde köpekler, uzun yıllar varlığını unuttuğumuz, biricik eski

tanıdıktılar.

Düşünmek için yürürüm, yürürken düşünürüm. O nedenle pek etrafıma bakmam. Ama bir

köpek görünce eski bir tanıdığa rastlamış gibi oluyordum. Onları inceliyordum. Normal

olarak köpeklerin vücutları kalçalarına doğru incelir, omuz bölgesi geniştir. İstanbul’un

köpeklerinin ise vücutları biraz silindir gibiydi. Acaba bu yüzlerce yıldır şehirde yaşama

sonucu oluşmuş, doğal seleksiyonla ortaya çıkan genetik özellik miydi; yoksa kötü beslenme

ve sınırlı hareket olanağının yarattığı bir deformasyon mu? Acaba binlerce yıldır şehirlerde

insanlarla iç içe yaşayan köpeklerin genlerinde ve kültüründe ne gibi değişmeler olmuştu?

Kim bilir belki bu köpekler çok geniş bir seçme olanağı nedeniyle hastalıklara karşı belki

daha dayanıklıydılar5. Bunları incelemek gerekirdi.

5 Abdülhamit’in doktoru, Osmanlı’da Modern tıbbın kurucularından, İstanbul’un sokak köpekleri

hakkında bir araştırma kitabı da yazan Spiridon Mavroyeni Paşa da zamanında benzer konulara kafa

196

Köpekler de sınıf sınıftı. Moda’daki köpeklerin çoğu cins köpeklerin izlerini taşıyorlardı

genlerinde. Vücutları diğerlerininki kadar silindir değildi. Tabii biraz daha iyi de

besleniyorlardı galiba.

Ama en çok şaşırtan bu köpeklerin mahzun bakışlarıydı. Acaba ben mi bu mahzunluğu onlara

yakıştırıyordum yoksa onlar mı mahzundu? Daha sonra Mark Twain’in de uzun yıllar önce

İstanbul’u ziyaretinde, “Hayatımda hiç bu kadar mahzun bakışlı ve kalbi kırık sokak köpekleri

görmedim.” diye yazdığını okuyacaktım.

*

Acaba bir film yapılamaz mıydı “Bir İstanbul Köpeği” diye? Örneğin bir İstanbul köpeğinin

bir gününü; hatta bir köpeğin gözünden şehri ve insanları, Türkiye’nin toplumsal yapısını ve

tarihini anlatan bir film yapılamaz mıydı? Bir köpeğin gözünden bir toplumu anlatan bir film

yapılmış mıdır?

Korkunç bir hızla ve gürültüyle geçen, yolları doldurmuş vasıtalar; hayvanlar bir yana,

insanları bile vasıtalara kurban etmiş bir şehircilik ve yapılaşma; insanların karşıya geçmesini

olanaksızlaştıran yollar; sulara sızacak delik bırakmamış betonlar; sıçramadan çıkılamayan

kaldırımlar… Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, bu keyfiliğin ve karın şekillendirdiği beton

cangılında, bırakalım köpekleri, insanlara bile insanca davranmayı unutmuş; köylülüğün

binlerce yılda biriktirdiği kültürü unutmuş ama şehir hayatının binlerce yılda geliştirdiği

kültürü de alamamış, selam bile vermeyi bilmeyen, mutsuz ve asık suratlı insanlar.

Ve nihayet diğer köpekler ve hayvanların rekabetine karşı insanlar, vasıtalar, apartmanlar ve

betonlar cangılında var olabilmek, her gün, hiçbir canlı türünün karşılaşmadığı türden bir

yaşam savaşını sürdürmek zorundaki bir İstanbul sokak köpeğinin bir günü.

Bu köpeğin yaşam savaşından hareketle ve bu köpeğin gözünden, İstanbul’un ve insanların

kaderi; aynı zamanda buna karşı bireysel ve zaman zaman umutsuz direnişi anlatılamaz

mıydı?

Paul Auster’in bir hikâyesinden alınan, New York’ta, Brooklyn’da geçen Smoke ve devamı

olan Blue in the face, filmlerindeki gibi; dünya metropolünün göbeğinde, bir küçük dükkân ve

çevresinde, hala bir parça insani ilişkiler sürdürmeye çalışanların metalaşmaya ve

yabancılaşmaya kendiliğinden ve umutsuz direnişinin anlatılması gibi; hala bir kenara bir

kabın içine su koyarak; bir köşede havanlara yemek artıkları veya yiyecek vererek; bu

merkezi, baskıcı devletin keyfiliğini geçmişin bir kamburunu olarak sırtında taşıyan: aynı

zamanda metalaşmış ve yabancılaşmış ilişkilerden oluşan bugünün ve geleceğin, kapitalist

uygarlığın her şeyi metalaştırmasını da çift hörgüçlü bir deve gibi ikinci bir kambur olarak

onun üzerinde taşıyan ve bunlara umutsuz ve soylu bir direniş sürdüren, “onların da canı var;

onları da Allah yarattı” diyen sıradan İstanbullular; son Mohikanlar, bir köpeğin gözünden

anlatılamaz mıydı?

yormuş, İstanbul’da pek kuduz vakası görülmemesini, köpeklerin “serbest çiftleşme”sine bağlıyor.

Bunun bir tür “doğal aşı” yerine geçtiğini söylüyor.

197

Ama bizler bütün zaman ve enerjimizi bu kahrolası politikaya vermeye yazgılıydık. Kültür ve

sanata ayıracak zaman yoktu; elimizden de başkası gelmezdi zaten.

*

İstanbul Film Festivali’nde oynayan filmlerin listesini gözden geçirirken “İstanbul Sokak

Köpekleri” adını görünce heyecanlandım. Aklın yolu bir değil miydi? Demek ki birileri bunu

düşünmüş ve yapmıştı. Bu filmi muhakkak görmeliydi.

Beyoğlu’nda bir sinemadaydı. Film İstanbul’da yaşayan bir Fransız’ın, Catherine Pinguet,

yazdığı bir kitaba dayanıyordu. Yazar da gelmişti. Sinemadakilerin çoğu, son yıllarda feminist

ve ekoloji hareketleriyle birlikte ortaya çıkmış, entelektüel ve modern hayvan ve köpek

dostlarıydı.

Eski dönemlerde, aydınlar pozitivist ve ilerlemeci olur sokaklardaki Köpekleri gericiliğin bir

simgesi olarak görürken; sıradan, “gerici”, Müslüman halk köpekleri “onlar da Allah

yaratığıdır” diye korur ve beslerken; şimdi roller tersine bir değişim geçiriyordu. Halkın

köpeklere ilgisi azalırken; aydınlar “dünya yalnız bizim değil” diyerek onlar için mücadeleye

başlıyorlardı. Müslüman Halk tabiri caizse “pozitivist”leşir, modernleşirken; mahalleli

olmaktan çıkıp apartmanların somurtuk ve asansörde bile selam vermez modern insanlarına

dönüşürken; aydınlar post modernleşiyorlardı. Post Modernleşen aydınlar da modernite öncesi

halka özlemlerini dile getiriyorlardı. Film’de halktan pek kimse yoktu ama film artık giderek

azalan o eski halka bir güzellemeydi aynı zamanda.

Film “mevzulu” değil; “belgesel”di; bir köpeğin gözünden değil; bir İnsanın, hatta bir

Fransız’ın gözündendi. Köpekler kadar ve köpeklerden ziyade İstanbul’daki insanların

köpeklerle ilişkisini anlatıyordu.

Tabii film içinde konunun tarihçesi ile ilgili kısımlarında, o İstanbul’un sokak köpeklerinin

yüzyılın başında topluca Hayırsız Ada’ya sürülmeleri ve toplu katliamı da söz konusu

ediliyordu. Bunun İttihat Terakki’nin iktidara gelişi ve modernleşmeci ve pozitivist ideoloji

ile ilişkisine de konu ediliyor ve olay öyle açıklanıyordu.

*

Daha önce bunu hiç düşünmemiş, böyle bir bağlantı olabileceği hiç aklıma takılmamıştı.

Hatta köpek katliamı ile İttihat Terakki ve politika arasında bir ilişki olacağını bile

düşünmemiştim. Bunu, çocukluğumdan beri gördüğüm ve alıştığım, belediyelerin rutin köpek

zehirleme işlerinden biri; ama daha büyük kapsamlısı olarak algılamıştım hep.

Politika ile köpeklerin katli ve İttihat Terakki ilişkisini öğrenince birden aklıma Ermeni

katliamı geldi. Acaba bu köpek katliamı ile Ermeni Katliamı arasında bir ilişki var mıydı?

Köpeklerin “itlaf”ı ile Ermenilerin “tehcir”i arasındaki korkunç paralellikler görmezden

gelinemeyecek kadar belirgindi.

O, hem bir çiçeğe, hem de boyna takılan prangaya da “lale” adını verebilen binlerce yıllık

Şark Nemrutluğu ve Firavunluğu; yüz binlerce Ermeni’nin fiili ölüm fermanına, İslamiyet’in

198

doğuşu sayılan Hicret kökünden bir kelimeyle “Tehcir” adını veren Talat; aynı sinizmle

(kelbilik, köpeksilik), köpeklerin vahşice, açlık ve susuzluk içinde birbirilerini yiyerek

öldürülmeleri karanını, “sokaklarda çok köpek var onları toplayıp bir adaya götüreceğiz ve

orda kendi özgür cumhuriyetlerini kurmalarını sağlayacağız” diye tanımlar.

Nasıl Ermenilerin tehcir ve katlinde, cezaevlerinden çıkarılan lümpenler kullanıldılarsa; aynı

şekilde köpeklerin toplanıp adaya yollanmasında da İstanbul’un lümpenleri kullanılır6.

Her şey en küçük ayrıntısına kadar nasıl paralellikler gösteriyordu?

Halkın davranışları bile. Ancak çok küçük bir azınlık gizlice bazı köpekleri korur ve gizlerken

çoğunluk büyük bir kayıtsızlık içindeydiler. Ermeniler söz konusu olduğunda ise,

kayıtsızlıktan öte sürülenlerin mallarına konma beklentisi, köpeklere gösterilen merhametten

bile bile yoksun bırakıyordu Ermenileri.

Şimdi nasıl İstanbul’un Sokak köpekleri son demlerini yaşıyorlarsa, İstanbul’daki Rumlar,

Ermeniler ve Museviler de son demlerini yaşıyorlardı.

Ve belki İstanbul’un Sokak köpekleri tükendiği gün, son Ermeni, son Rum ve son Musevi de

gitmiş olacaktı.

*

Ancak sokak köpeklerinin kaderi ile Ermenilerin (veya “azınlıkların”) kaderi arasındaki

paralellikler sadece dünde kalmış değildi. Biraz düşününce paralelliklerin bugün de sürdüğü

görülüyordu.

Ve tam da bu paralelliklerin sürmesi nedeniyle olumlu gibi görünen kimi gelişmelerden bile

kuşkulanmak gerektiği ortaya çıkıyordu.

Şimdi aydınlar nasıl Köpeklere, çevreye ilgi gösteriyorsa; “azınlıklara”, “çok kültürlülüğe” de

aynı şekilde ilgiliydiler.

Dün köpekleri ve Ermenileri süren modernist ve milliyetçi kapı kulları, şimdi köpek ve

Ermeni dostu olarak post modernist ve “ulus devlete” ve “tekçiliğe” karşı olarak aynı konum

ve çıkarlarını koruyor olamazlar mıydı? Aynı öz kendi zıttı biçiminde görünüyor olmasındı?

Bir değişim var mıydı, yoksa değişen çağ ve koşullarda aynı öz değişik biçimlerde mi ortaya

çıkıyordu?

Artan sokak köpeği ve “azınlık” sevgisi, şu kapıkulu aydınların toplumsal konum ve

çıkarlarında gerçekten bir tektonik yer değiştirmenin; bir değişmenin ve buna bağlı olarak

programatik ve politik bir demokratikleşmenin mi; yoksa tıpkı Osmanlı’da modernleşmeci ve

pozitivist olmak gibi, toplumsal konumunu korumak isteyen kapıkullarının yeni koşullara

uygun yeni bir stratejisi mi?

6 Kürtlere karşı özel savaş döneminde yapılanlar da aynıdır. O “devletin sürekliliği”nin sürdüğünün en açık

kanıtıdır. Mafia çetelerine yaptırılır bütün pis işler.

199

Dün Ermenileri ve Köpekleri katletmek bu konumu ve çıkarı korumanın bir aracıyken; bugün

onlara sahip çıkmak aynı konum ve çıkarı korumanın bir aracı olamaz mıydı?

Bundan kuşkulanmak için yeterince neden ve uzun bir tarih vardı.

Garp (Batı) demek, nasıl aynı zamanda modern kapitalizm veya Sermaye demekse, Şark

demek aynı zamanda Devlet demektir. Batı’da Kapital nasıl geliştikçe, soyutlaşmış bireysel

kapitalistlerden bağımsızlaşmış, dolgun maaşlı “manager”lerin bir işi haline gelmişse; Devlet

da Şark’ta devletleştikçe soyutlaşmış kişilerden azade bir varlığa dönüşmüştür.

Klasik yaklaşımda ve mantıksal olarak, Devlet egemen sınıfın bir baskı aracı olduğuna göre

devletin ortaya çıkması için önce sınıfların ortaya çıkması gerektiği düşünülür. Tıpkı, insanın

yerleşik hayata geçebilmesi için, önce hayvan ve bitkileri ehlileştirmesi gerektiği

düşünüldüğü gibi. Ya da tıpkı önce sanayi üretime oradan kapitalizme geçiş düşünüldüğü

gibi. Ama bu sıçrayışlar tam da tersi mekanizmalarla gerçekleşir. Önce kapitalizme geçilir

sonra sanayi devrimi olur. Önce yerleşilir sonra bitki ve hayvanlar ehlileştirilir. Önce devlet

ortaya çıkar sonra sınıflar; hatta egemen sınıf soyutlaşmış devletin ta kendisidir.

Göbeklitepe kazıları gösterdi ki insanlar, çok özel koşullarda önce yerleşikliğe geçtiler, onun

temelinde neolitik devrimi yapabildiler. Benzer sonuca, yerleşikliğe geçebilmenin zorluklarını

ele alan Jarred Diamond’da ulaşmıştı.

Benzer şekilde, Kıvılcımlı da çok daha önce, sınıfların devleti değil, devletin sınıfları

yarattığını; daha modern tekniğin kapitalizmi değil; kapitalizmin daha modern tekniği

yarattığını göstermişti.

Şark’ta ilk devletle egemen aynı zamanda tanrı olur. Henüz egemenlik son derece somut ve

kişiseldir. Rahip ve Kral, Tanrı ve Kral henüz birbirinden ayrılmamıştır. Ama devlet

devletleştikçe, toplumun üzerinde bir ur gibi büyüdükçe, topluluk adına üretimi düzenleme

işlevi giderek, artı ürüne zorla el koymanın ve bunu meşrulaştırmanın bir aracına dönüştükçe,

devletin kişilerden bağımsızlaşıp soyutlaşması başlar.

Sanılanın aksine kölecilik diye bir üretim biçimi yoktur. Köleler var oldukları sınırlı yer ve

zamanlarda, bir sınıf değil, bir üretim aracıdırlar. Ve köleler bir üretim aracı olarak

kullanılmadıkları yerde, esas olarak bir egemen sınıftırlar. Soyut devlet, somutta başında bir

sultanın bulunduğu, kölelerden (kapıkullarından) oluşan bir egemen sınıftır.

Şark’ta köleler (kapıkulları) Osmanlı’nın Yeniçerilerinden veya Enderun’unda

yetişenlerinden, Kölemenlere kadar egemen sınıfı oluştururlar. Devletin henüz yeterince

devletleşemediği veya komünlerin akınları sonucu parçalanıp fetih edildiği zamanlarda

kölelerin (kapı kullarının) etkisi ve gücü azalır veya kaybolur. Mutlak kral veya sultanın

yerini eşitler arasında birinci beyler, gaziler, şövalyeler alır. Ama bunlar da medeniyet

merkezlerini ele geçirip saraylara yerleştikten sonra, en kısa zamanda, kölelere (kapıkullarına)

dayanarak; bir süre sonra bütün diğer eşitlerini temizleyerek; gerçek bir şark despotuna

dönüşürler. Fetih edenler fetih edilmişlerdir.

200

Şark’ın devleti ve devletçiliği bunu sürekli yaratır ve gerçek “ölümden sonraki dirilişi”

(Basübadelmevt, Reenkarnasyon) her zaman Şark devleti ve devletçiliği yaşar.

Şark devleti ve devletçiliği sanıldığından çok daha esnektir ve zamana uyma yeteneği

gösterir.

Halkın elinden artı ürünü zorla almak ve egemenliği elinde tutmak için her türlü esnekliği

gösterir. Sümer rahipleri, bin yıl sonra Mecusi rahipleri, birkaç bin yıl sonra da Ayetullahlar

oligarşisi olarak en modern kapitalizm çağında bile egemenliklerini sürdürürler.

Roma komününü gömen, antik Bonapartlar olan Sezar’lar, egemenliklerini korumak için,

Hıristiyanları aslanlara attıkları gibi gereğinde Hıristiyan olmayı da bilirler. Yeter ki devlet

yaşasın. Aynı Hıristiyan Romalılar (Bizans), İslam ve Oğuz aşılarıyla bir yeniden doğuş

yaşayan Pers uygarlığı karşısında, Osmanlı ile Müslüman olur. Osmanlı Bizans’ı fetih

ettiğinde aslında Osmanlı’yı feth eden Bizans’tır; Şark’ın devleti kendini yenilemiş ömrünü

yine uzatmıştır.

Aynı egemen “Sünuf-u Devlet” Tanzimat veya meşrutiyet ilan etmekte, en modern usullerle

eğitim yapan okullar açmakta hiçbir tereddüt etmez. Padişahlıkla egemenliğini

sürdüremeyeceğini görünce Cumhuriyet ilan eder. Dünya dengelerine bakar, Çok Partililiğe

ve parlamentarizme geçer; Şimdi de Türklüğü terk edip, Türk-Kürtlüğe veya “Çok

Kültürlülüğe” geçiş yaparak, hatta gereğinde Ermenilerden özür dileyerek, değişerek aynı

kalmanın hazırlıklarını yapıyor. Yeter ki elinde ipler bulunsun, halk örgütsüz ve dağınık

kalsın, o “sünufu devlet” “şeytan da olur Bolşevik de”, Birinci Büyük Millet Meclisinde veya

“Üçüncü Meşrutiyet”te dedikleri gibi.

“Aydınlanmacı Monark”lar aslında modernleşen şark Firavunları veya Nemrutlarından başka

nedir ki? Onları yıkanlar da onların yapmak istediklerini daha radikal yöntemlerle yapmak; o

devleti ve devletçiliği yaşatmak için yıkarlar. Batı’da şark monarklarını yıkışın bayrağı olan,

hürriyet, adalet, müsavat Şark’ta devlet sınıflarının yükseltip devleti ve devletçiliği

yenilemesinin bayrağı olur.

Bugün, “çok kültürlülüğün” veya “ötekileştirmemenin” bin yıllık Şark devletçiliğinin günün

koşullarına uygun yeni bayrağı olmadığını kim söyleyebilir?

Bunun için, köpek katliamını sadece “tekçilik”, “modernizm” ve “pozitivizmle” açıklamalar

post moderniteye uyarlanmış bir “aynı kalmak için değişmek”çabasından başka bir şey

olmayabilir.

Bu, kişilerin öznel niyetlerinin ötesinde öyledir. 1968’liler kapitalizmi yıkmak istiyorlardı

ama onun kendini yenilemesinin araçlarıydılar. Marks’ın dediği gibi hiçbir dönem kendisi

hakkındaki yargılarla yargılanamazdı.

*

“Çok kültürlülük”ten söz ediyorlar. Çok kültürlülükten söz etmenin aslında kültürü politika

dışıyla tanımlayan bir kültünün egemenliği olduğu gerçeğini gizlemiş oluyorlar. “Benim

kültürümde devlet yok, vergi yok, polis yok” dendiği an bunların kültür olmadığını, politikaya

201

dâhil olduğunu söyleyerek size kendi kültür kavramlarının diktatörlüğünü zorla

dayatacaklardır.

“Ötekileştirmemek”ten söz ediyorlar. Ötekileştirmemenin mümkün olmadığını; sorunun neyin

ötekileştirildiğinde bulunduğunu gizliyorlar. Aslında ötekileştirmemenin mümkün olmadığını;

ötekileştirmemekten söz ederken; ötekiyi bir dille, dinle, tarihle tanımlamanın

ötekileştirilmesi gerektiğini; ötekileştirmeyi din, dil, tarih ile yapanları ötekileştirmek isteyen

demokratları ötekileştirdiklerini gizliyorlar. Şimdiden paternalist bir gericiliğin tohumlarını

atıyorlar.

Parlak sözlerin cilası kazınınca bir şeylerin değişmediği görülüyor.

Egemenlerin binlerce yıllık stratejisi değil midir ezilenlerin bayraklarını alıp içini boşaltarak

kendi bayrakları yapmaları? Şimdi olan farklı mıdır? Binlerce yıllık tecrübeli Şark devleti ve

devletçiliği, değişen dünya koşullarına uydurmuyor mu konumlanışını?

Köpekler ve “azınlıklar”ın bu kader ortaklığının derin nedenleri bugünkü görünümleri vs.

üzerine düşünmeye devam etmeliydi.

Bir zamanların köpek katliamı, Ermeni katliamının provası değilse bile, her iki olayda da Şark

devletinin ve devletçiliğinin tüm nitelikleri aynı biçimlerde ortaya çıkıyordu.

Ermeni ve Rum katliamları ve sürgünleri anlaşılmadan Türkiye’nin toplumsal yapısı; sınıf

ilişkileri, korkunç geriliği ve gericiliği; hâsılı hiçbir şeyi anlaşılamazdı.

Görmezden gelinemeyecek paralellikler ve özdeşlikler ışığında şu da söylenemez miydi

acaba: İstanbul köpeklerinin kaderi anlaşılmadan Türkiye’nin toplumsal yapısı anlaşılamaz!..

*

Kurt’tan gelen Köpek, İnsan türünün ilk ehli hayvandır. Hatta köpeğin 10.000 yıl önce bitki

ve hayvanların ehlileştirilmesine ve dolayısıyla yerleşik hayata geçişten muhtemelen 3000

veya 5000 yıl daha önce ehlileşmeye başladığını göz önüne alan bilim insanları7, insanların

henüz yerleşik bir yaşama geçmediği; avcılık ve toplayıcılıkla yaşadığı dönemlerde, köpeğin

insanla simbiyoz (ortak) bir yaşama girerek kendisini ehlileştirdiğini söylemektedirler.

İnsan (Homo) türü en az iki milyon yıldır; Homo Sapiens en azından 200.000 yıldır var.

Köpeğin kendini ehlileştirmesi için, hayvansal gıda tüketiminde belli bir yükseliş; bunun için

de avcılık tekniklerinde büyük bir sıçrama gerekirdi ki köpeklerin ilgi duyabileceği sürekli bir

artık ortaya çıksın. Av aletlerindeki bu hızlı değişim 70.000 yıl önce başladığına göre yayılıp

7 Bazı araştırmalar göre Köpeğin ehlileşmesi 130 bin yıl önceye kadar gidiyor. Ancak, 50.000 yıl önce

Avustralya’ya giden Homo Sapiens’ler yanlarında köpek götürmediklerine, (Keseli hayvanlar kıtası

Avustralya’da beyaz adamın gelişinden önceki tek memeli Dingo’lar çok sonra, son birkaç bin yıl

içinde güneydoğu Asya kökenlilerle Avustralya’ya geliyorlar) ama 10 veya 12 bin yıl önce Amerika’ya

gidenler köpek götürdüklerine göre, köpeğin ehlileşmesinin veya insanla simbiyoz bir yaşama

girmesinin, neolitik devrimden epey önce önce ama Avustarlaya gidişten (50.000 yıl) sonraki bir

dönemde gerçekleşmiş olmasını doğrular görünmektedir. Son araştırmalara göre 15-30 bin yılları

öncesinde olmalı.

202

derinleşmesi, köpeklerin simbiyoz yaşama girmelerine yol açacak kadar bir artığın az çok

düzenli elde edilmesi, 20-30 bin yıl önce gerçekleşmiş olmalı. Yani Avustralya’ya gidişten

(50.000) sonra, Amerika’ya gidişten önce (12.000) gerçekleşmiş olmalı.

Bir bakıma, köpeğin, bazı hayvanların ehlileştirilebilirliğini insanlara öğrettiği; insanlık

tarihindeki en büyük devrimin, Neolitik Devrimin yol açıcısı olduğu söylenebilir.

İnsanlar henüz bitki ve hayvanları ehlileştiremediği, avcı, balıkçı ve toplayıcı olarak sürekli

kıtlık içinde yaşadıkları dönemde kendilerini doğanın basit bir parçası olarak görüyorlardı.

Doğa ve toplum henüz ayrılmamıştı. Dolayısıyla toplumun, yani parçanın bütüne tabi

olmasının kazandırdığı gücün bilinçte bir yansıması olan ruh veya ruhların, tüm doğada da

olduğunu düşünüyorlardı. Doğa ve toplum ayrılmadığından her şey kutsaldı, yani

toplumsaldı. Hayvanlar da insanlardan ayrı değillerdi. Diğer kabilelerdeki insanlar da

hayvanlardan farksızdılar. Dolayısıyla onlar başka kabileden bir insanı öldürdüklerinde veya

yediklerinde insan yemiyorlar, başka canlıları yiyorlardı; ama birileri örneğin onların totemini

yediğinde veya öldürdüğünde, insan yemiş, onların atasını veya kardeşini yemiş veya

öldürmüş oluyordu.

İnsan ve hayvanın, doğa ve toplumun bilinçlerde ayrılmaya başlaması muhtemelen Neolitik

Devrim’den sonra, insanların hayvanları ehlileştirmesiyle birlikte başlamış olmalıdır. Ama

insanlar hayvanları ve bitkileri ehlileştirip sürekli kıtlıktan kurtuldukları ölçüde, kendilerini

kıtlıktan kurtaran bu canlıları birer tanrı yapmaya başlamışlardır. Bir bakıma Hayvanlar

ehlileşip insanın egemenliği altına girdikçe, insanlar tanrılaştırdıkları o hayvanların

egemenliği altına girmeye başlamışlardır denebilir. Bereketin ve zenginliğin kaynağı olan bu

canlılar kutsandı ve hatta tanrılaştırıldı. Hayvanlar tanrılar olup insanları bile yönetmeye

başladılar tıpkı Güneş, Ay ve Yıldızlar gibi.

Daha sonra bu kutsallık ve tabular tek tanrılı dinlerin içinde bile varlığını sürdürmeye devam

etti. Örneğin İslam, hayvanların da ümmetleri olduğunu söyleyerek, bir bakıma onları

insanlarla eşitledi ve haklarını da tanıdı.

Modern kapitalizm doğuncaya kadar binlerce yıl boyunca, insanlığın büyük bölümü kapalı

köy ekonomilerinde, neolitik köy komünlerinde yaşamaya devam etti. Derine işlemeyen

ticaret merkezleri, artı ürünün gönüllü veya zorla toplandığı yerler, bu neolitik köy komünleri

denizinde küçük okyanus adaları gibi kaldı binlerce yıl boyunca. İnsanların ezici çoğunluğu

için gerçek evrim, artık okul kitaplarına geçmiş, ilke-köleci-feodal-kapitalist gibi bir

sıralamayı değil, aynı neolitik köy komününün farklı üretici güçler seviyesine ve ona uygun

yeni ilişkilere geçişi anlamını taşıyordu. Yani obsidyen taşından başlayarak, bakıra, tunca,

demire dayanan araçlarla yapılan üretime dayalı neolitik köy komünlerinin yeni biçimlerine

geçiş anlamına geliyordu.

Amerikan yerlileri Beyaz adamdan atları ve tüfekleri ele geçirip kullanmaya başladıklarında

nasıl Kapitalizme geçmiyorlar; tüfek ve at kullanan, ama bunlarla Bizon avlayan, göçebe

ve/veya köy komünleri olarak kalmaya devam ediyorlardıysa öyleydi gerçek tarih ve evrim

insanlığın ezici çoğunluğu için.

203

Bunlara başka yerlerde ehlileştirilmiş hayvanların ve bitkilerin, geliştirilmiş tekniklerin

yayılışı ve bu şekildeki üretici güçlerin gelişmesi de ekleniyordu. Örneğin Amerika’da

ehlileştirilmiş Patates ve Mısır gibi, Asya’da ehlileştirilmiş Manda veya çöl ve bozkırlarda

ehlileştirilmiş Deve pek ala Anadolu’nun köylerinde de bir üretim aracı olabiliyordu.

Elbet uygarlığın veya başka yerlerdeki neolitik devrimlerin manevi araçları da maddi araçları

gibi alınıyordu, ama bütün bu değişmeler, bir üretim biçiminden diğer üretim biçimine, yani

köleciliğe veya medeniyete geçiş anlamına gelmiyor; bizzat köy komününün çerçevesinde;

onun giderek daha karmaşık bir organizmaya dönüşmesi ama yine de köy komünü olarak

kalması biçiminde gerçekleşiyordu.

Gerçek evrim çizgisi, bugün insanlığın büyük ve ezici çoğunluğu için, Komün’den ve

Kapitalizm’e geçişten ibarettir.

Bu nedenle neolitik köy komünü, binlerce yıl ötesinde kalmış bir düzen değil, tüm antik tarih

boyunca bile egemen olmuş ve şu son yüzyılda Kapitalizmin dünyayı ele geçirişine kadar

yaşamış en egemen üretim biçimiydi.

Hatta bu neolitik köy komünü şehirlerin ve kasabaların dünyasına bile damgasını vururdu.

Daha yarım yüzyıl öncesine kadar kasaba ve şehirlerde bile, “mahalle” denen, bir veya birkaç

sokağın sakinlerinden oluşan bir toplumsal birim vardı.

Bu “mahalle”, şehir hayatına adapte olmuş, belli bir mekânla sınırlı bir neolitik köy

komününden başka bir şey değildi.

Mahalleler, genellikle yetişkin erkeklerin dışarıda tutulduğu, birbirleriyle dayanışan, birçok

şeyi ortaklaşa yapan kadınların ve ergenliğe ermemiş çocukların adeta bir komün hayatı

yaşadığı bu birkaç yakın sokağı kaplayan bu topluluklardı. Benim bile çocukluğum böyle bir

mahallede geçmişti. 1950’lerin Türkiyesi’nde bile çok yaygındı bu yaşam.

Bu topluluk aynı zamanda kedileri ve köpekleri diğer bazı evcil hayvanları da kapsardı. O

hayvanların bu komün yaşamı, bu mahalle hayatı içinde bir işlevleri ve yeri vardı. Köpekler

bir bakıma o mahallenin insanlarıyla birlikte yaşayan, yemek artıklarını temizleyen, bekçilik

eden, mahalleye bir yabancı geldiğinde havlayarak haber veren, hatta çocuklara göz kulak

olan onlarla oynayan mahalle halkına dâhil canlılardı.

Bunun son kalıntılarını bugün bile kimi taşra kasabalarında veya İstanbul’un biraz kenarda

kalmış noktalarında görmek mümkündür.

*

Önce filme ilham veren, Catherine Pinguet’in “İstanbul'un Köpekleri”8 kitabını aldım. Konu

daha ayrıntılı ele alınıyordu. Filme ilhamı bu kitap vermişti.9

8 Catherine Pinguet, “İstanbul’un Köpekleri”, Çeviren: Saadet Özen, YKY

9 Ümit Sinan Topçuoğlu da Catherine Pinguet’ten önce “İstanbul ve Sokak Köpekleri” isimli bir kitap

yazıyor, ancak kitap basımda sırasını beklerken, yazar hastanede kaptığı iltihap nedeniyle vefat

ediyor. Bu nedenle kitabı Pinguet’in kitabından bir sene sonra çıkabilmiş. Ümit Sinan’ın da

Modernleşme ve köpek katliamları arasındaki ilgiye dikkati çektiği görülüyor. Ümit Sinan gerçekten çok

204

Sonra, filmin rejisörü, Serge Avedikian’ın adı da dikkatimi çekti. Adı rastlantısal olarak mı

bir Ermeni adıydı acaba? Acaba Ermeni katliamı ile Köpek katliamı ilişkisi olabileceğini

düşünmüş müydü, bunun farkında mıydı?

İnternette biraz arama yapınca ortada bir rastlantı olmadığı ortaya çıkıyordu.

Serge Avadikian daha önce köpeklerin bu sürülüşünü ele alan bir animasyon filmi yapmıştı10

.

Onun Ermeni kökleriyle, Köpeklerin bu katline duyduğu ilgi arasında hiç de rastlantısal

olmayan bir bağ olmalıydı. Filmi böyle bir niyetle yapmamış olsa da iki katliam arasındaki

paralellik çok açıktı ve seyredende hemen bağlantıyı kurduruyordu11

.

Elbette insanın katliama uğrayanların çocukları ve torunlarından olmayınca, bu paralellikleri

görecek duyarlıkları geliştirmesi olanaksız değilse bile çok zordur.

*

Ama her yerde yine o kolaycı açıklamalar karşımıza çıkıyordu: Pozitivizm ve

modernleşmecilik.

Örneğin şöyle diyor bir söyleşide Avadikian:

ilginç ve önemli bir insan. Bir tür adsız kahraman. “Davası olan” bir insan. Küçük de olsa direniş

ocakları ve ateşleri yakmaya çalıştığı görülüyor. Yaptıkları ve yaşamıyla insana verilen değer ile

hayvana verilen değer arasındaki ilişkiyi somut olarak kanıtlıyor. Köpekleri korumaya çalıştığı gibi, fast

food’a da; vasıtalara göre yapılanmış yollara ve şehre de karşı girişimler örgütlenme ocakları ve bir

bilinç oluşturmaya çalışıyor. Ancak Ü. S. Topçuoğlu da Türk milliyetçiliğin bakış açısı da derinden

hissetdiliyor. Köpeklerin Fatih’in ordularıyla İstanbul’a gelmesi; İstanbul’un işgal yıllarında İngiliz

askerlerine direnmesi gibi, Türk tarihi yazma ve yaratma girişimleri vardır. Türk tarihi ile köpekleri

ilişkilendirerek Türklerde köpeklere bir sempati uyandırmaya çalışıyor gibi. 10

Serge Avedikian’ın ödül alan bu animasyon filmi şu adreslerde izlenebilir:

http://shortsbay.com/film/chienne-dhistoire veya

http://www.dailymotion.com/video/xh9w5m_cdh_shortfilms?start=833#from=embed 11

Serge Avedikian’ın kendisi de bu ilişkiyi açıklıyor. Örneğin bir söyleşisinde: “Cannes’da ödül

kazanan “Chienne d’Histoire” filmi için İstanbul’a geldiğimde gazetelere, televizyonlara röportaj

vermiştim. Bu filmim bir Türk televizyon kanalında da yayınlandı. Açıkçası bu beni çok şaşırtmıştı,

çünkü köpeklerin adaya sürülmesiyle 1915 olayları arasındaki benzerliği görmemeye imkân

yok. O zamanlar, Jön Türkler’in fikriydi köpekleri adaya sürerek İstanbul’un sokaklarını Avrupa

sokakları gibi köpeksiz hale getirmek. Böylece daha temiz, daha bakımlı, daha “batılı” olunacaktı. Ama

köpekler sürülünce ölümleri de kaçınılmazdı elbette...” diyor.

(http://seblakutsal.com/Home/GeneralArchive/6 )

Yine aynı toplantıdaki şu konuşma:

“Dinleyici: Adım Sarkis. Ben insanlık tarihiyle ilgili bir bağlantıya gitmek istiyorum. Mesela 1915 ya

da Nazilerin zamanındaki olayları birbirleriyle bağlantılı olarak görüyorum. İnsanlar devamlı

birbirlerini öldürmek istiyorlar, ben böyle algılıyorum, bilmiyorum belki de yanlış algılıyorum. Bu

filmi izlerken direk aklıma 1915 geldi…

Serge Avedikian: Böyle düşündüyseniz bilmiyorum ama ben özellikle bunu vurgulamak için

yapmadım. Çünkü tarih ordaydı, yaşanmış bir olaydı. Bunu kafamdan icat etmedim ama film ve

animasyon sanat size bunu düşündürüyorsa buna muktedir olduğu içindir, güçlü olduğu içindir.”

205

“Benim için filmdeki en önemli şey Jön Türk yönetiminin pozitivist bir zihniyetle kitlesel bir

imhayı nasıl gerçekleştirebileceği hakkında Avrupa’ya bir çağrıda bulunmak.”

Benzeri sözler Pinguet’te de okunuyor, örneğin:

“Bununla birlikte Jön Türklerin başlattığı pozitivist politikanın izinden giden Kemalist

devrim”(s.104)

Gerçek toplumsal ilişkilerin ve güçlerin yerini, fikirler, anlayışlar alıyor ve onlarla açıklanıyor

toplumsal olaylar. Burada çok temel bir yanlış var. Varlığı belirleyen düşünce gibi ele

alınıyor. Hâlbuki düşünceyi belirleyen varlıktır. Modern ilişkiler ortaya çıkıp yayıldığı için,

modernleşmeci ve pozitivist fikirler bunların aracı olmuşlardır.

Denklem kurulmuş durumda: Pozitivizm=Modernleşme=İttihat Terakki=Kemalizm. Burada

bütün olumsuzluklarla Pozitivizm arasında bir eşitlik de kolayca kurularak örneğin, tekçi

düşünce, ötekileştirmek de pozitivizmin bir özelliği olarak tanımlanarak günlük politik

mücadelenin sürdürülmesinin her kapıyı açan, her derde deva ebegümeci gibi bir ideolojik

maymuncuk oluşturuluyor. Aslında tam da bu açıklamaların kendileri de pozitivist.

Pozitivizme has yüzeysellik, mekaniklik bu pozitivizm açıklamalarının da ortak karakteri. Ve

bizzat bu açıklamaların kendisi de yepyeni post modern diyebileceğimiz ilişkilerin dünyasının

ihtiyaçlarına uygun yeni bir düzenlemenin araçları.

Bu açıklamanın ne kadar sorunlu olduğunu ve nasıl çelişkileri içinde barındırdığını iki zıt

örnekle görülebilir.

Örneğin AKP iktidarı sigarayı kapalı yerlerde yasakladı, aslında köpeklerin katli doğrudan

modernizmin veya pozitivizmin bir tezahürüyse, Sigaranın yasaklanması ve sigara içmeye

karşı önlemleri de öyle değerlendirmek gerekir. İkisi de aynı nedenle ortaya çıktığına göre

birini destekleyip diğerine karşı çıkmak bir tutarsızlık olmaz mı?

Modern demek Kapitalizm demektir. Kapitalizmde artı değerin kaynağı iş gücüdür, İş

gücünün yeniden üretiminde sosyal masrafların azalması aynı zamanda artı değer oranının

yükselmesini sağlar. Yani insanların sigara içerek daha erken ve sık artı değer üretiminin

(“çalışma hayatı”) dışına düşmelerini engellemek için sigara içmeyi yasaklamak ile veya kitle

sporlarını teşvik etmek ile İttihatçıların sağlıklı ve temiz şehir sokakları için köpekleri itlaf

etmesi veya Abdülhamit’in Pasteur Enstitüsü açması arasında hiçbir fark yoktur ve hepsi son

duruşmada kapitalist ilişkilerin yerleşmesi için farklı koşul ve zamanlardaki ama aynı özdeki

tedbirler olarak görülebilirler. Hepsi hastalıkları azaltarak işgücünün yeniden üretiminin

sosyal masraflarını kısmanın araçlarıdırlar. Burada İttihatçıların köpek itlafını modernizm

veya pozitivizm diye mahkûm etmek öte yandan AKP’nin sigara yasağını veya

Abdülhamit’in Pasteur Enstitüsü kurmasını övmek, sorunun özündeki özdeşliği gizler.

Ve bütün bu değişimler, mutlak devletin egemen olduğu bir ülkede yapıldıklarında,

devletçiliğin değişerek aynı kalmasının; egemenliğini sürdürmesinin birer aracı olurlar.

Elbette kapitalizmin ve modern şehir yaşamının ortaya çıkmasıyla birlikte, her şey gibi

mahalleler ve o mahallelerin organik bir bileşeni olan köpekler de bir “fazlalık”, bir “engel”,

206

bir “yük” haline gelirler; sorun burada bu “engel”in, bu “yük”ün, bu “fazlalığın” nasıl bertaraf

edildiğindedir.

Mutlak Şark devletçiliğinde başkadır; az çok halkın örgütlü olduğu bir toplumda başka olur.

Saf ve gelişmiş modern kapitalizmde başka. Şark devletinin az çok peygamberlerce

sınırlanmış, Allah’ın (halk muhalefetinin) sınırlamalarına uğramış mutlakıyetinde başkadır;

İttihat terakki’de olduğu gibi, tüm bu sınırlamalardan da kurtulmuş, (“Allah öldü”) biçiminde

başkadır.

Bu “Pozitivizm” veya “ilerlemecilik” ile sınıfları, dolayısıyla esas egemen sınıf olan

Devlet’ti, Şarkın “feodal bey”ini es geçen bir açıklama, ilk elde çelişkilere düşer.

Eğer köpek katliamı ve Ermeni katliamı pozitivizm veya ilerlemeciliğin sonucu ise şu çelişki

nasıl izah edilecektir: örneğin Ermenilerin katli antik devletin modern ilişkileri ve sınıfları

yok edişidir. Öte yandan, katledilenler de katledenlerden daha az “pozitivist” veya

modernleşmeci değillerdi.

Pozitivizm sadece basit bir araçtı o devletçilik için. Tüm araçlar ve silahlar gibi, kimin

tarafından ve ne için kullanıldığına bağlıydı onun işlevi ve anlamı.

Ama soruna ilişkilerin modernleşmesi ve buna bağlı olarak devletin kendini modern

zamanlara (ve şimdi post modern zamanlara) uyarlaması olarak bakılınca her şey kolayca

açıklanabilir olur.

Modern ilişkilerin şehre, İstanbul’a girişiyle birlikte mahalleler gibi Köpekler de

işlevsizleşmiş, bir fazlalık olmaya başlamıştır. Öte yandan, artık Devlet’i yönetenler de

Kuran’ın veya Tarikat ve cemaatlerin sınırlamaları altındaki Padişahlar değil, binlerce yıl

öncesinin, peygamberler öncesinin Nemrut ve Firavunları gibi, her türlü sınırlamadan

boşanmış bir devlet gücünün sahipleridirler. Dolayısıyla böylesine kanlı bir eylemleri

rahatlıkla gerçekleştirebilmektedirler. Aynı rahatlıkla Köpekler ve Ermeniler

katledilebilmektedir. Paralellikleri yaratan budur. Ama eğer köpek itlafını açıklamakta

kullanılan, modernizm veya pozitivizm geçerli ise, fikirler davranışları belirliyorduysa, en

modern ilişkileri yaşayan ve yaşatan Ermenilerin, değil yok edilmesi yaşatılmaları ve teşvik

edilmeleri gerekirdi.

Devlet’in Şark’ta esas egemen sınıf olduğunu görmeyen ve bu sınıfın kendi varlığını korumak

için modernleşebileceği hatta post modernleşebileceği gerçeğini görmeyen her çaba, aslında

bu sınıfın egemenliğini sürdürmesinin bir aracı olmakla sonuçlanır.

*

Bu arada Toplumsal Tarih Mecmuası’nda İrvin Cemil Schick’in “Büyük Köpek İtlafı” üzerine

bir yazısı olduğunu görmüştüm. Ancak dergi’yi bulamamıştım.

Sonra bulup da okuyunca İrvin Cemil Schick’in de Pozitivizm veya Çağdaşlaşma ile

açıklamaların yüzeyselliğinden söz ettiğini gördüm. Benzer bir yaklaşım gördüğüm için

sevindim. Örneğin şöyle diyordu:

207

“Son birkaç yıl içinde Türkiye’de bu konu üzerine birkaç kitap ve makale yayınlandı.

İstanbul’un sokak köpeklerinin günümüzde bu kadar ilgi çekmesi acaba nedendir? Sanırım

bunun en azından bir sebebi, son yirmi otuz yıl içinde (yani portmodernizm akımı serpileli

beri) günlük yaşamımızı artan bir şekilde etkisi altına alan çağdaşlaşmacılık karşıtlığıdır.

İstanbul’un Sokak köpekleri bir çeşit nostaljiye ve romantizme ilham kaynağı olmaktadır. (…)

“İstanbul köpeklerine bugünlerde yaygın olan bu romantik yaklaşımın bir sonucu, köpeklerin

yok oluşunun genellikle çağdaşlaşmacılıkla ilişkilendirilmesidir. İstanbul’un Sokak

köpeklerinin helak edilmesinin suçunu doğrudan geç Osmanlı Batıcılığı ile

çağdaşlaşmacılığına atmak artık neredeyse gelenek haline gelmiştir. İlk bakışta veriler bu

görüşü destekler niteliktedir gerçi, ancak bu da hakikatten ziyade hayal ürünüdür. Burada

izah etmeye çalışacağım gibi, gerek 1910’da vuku bulan büyük köpek itlafının, gerekse ondan

önce gerçekleşmiş olan (ve günümüzde araştırmacıların her nedense önemsemediği) benzer

kıyımların ardında çağdaşlaşmacılık değil, bizatihi çağdaşlık yatmaktadır.”(s.23)

Kanımızca bu satırlar sorunu nihayet ayakları üzerine koymaktadır. Fikirler değil, gerçek

ilişkilerde aranmalıdır açıklama.

Yazar, modern toplumsal ilişkilerin yayılmasına bağlı olarak köpeklerin bir tür “kir” haline

gelmeleri ile açıklıyordu köpek katliamını.

Yazar yine bizim peygamberlerin ve Allah’ın sınırlamalarından kurtulmuşluk olarak

tanımladığımız durumu şöyle açıklıyordu:

“1910’u daha önceki girişimlerden farklı kılan, o anda iktidarda olan hükümetin niteliğiydi. .

Genelde padişahların, her istekleri kanun olan mutlak despotlar oldukları düşünülür, ama

aslında hareketleri büyük ölçüde siyasal gereklilikler, dini denetim ve de kamuoyu tarafından

sınırlandırılmıştı. 1826 yılında yeniçeri ocaklarını topa tutan, hayatta kalanları da ağaçlarda

sallandıran Sultan II. Mahmut bile köpeklerin sürgün edilmesine dair buyruğunu halkın

muhalefeti karşısında feshetmeye zorlanmıştı. İttihat ve terakki hükümetine gelince, durum

çok farklıydı. (…) Ama meşruiyetlerinin kaynağı ilahi değil, dünyevi idi. Padişahlar gibi bir

ahlaki sözleşmeye tabi değillerdi. Askeri güç ile iktidara geldiklerinden, kendilerinden başka

kimseye hesap vermeleri gerekmiyordu. (…) Ve ne vatandaşlarının duygularını dikkate

aldıklarından, ne de merhamete kapıldıklarından, dehşet verici bir şekilde başarıya

ulaştılar.” (s.31)

Ancak bu açıklamalar bütün olumluluğuna rağmen asıl açıklanması gerekeni açıklanmış veya

açıklama olarak kabul etmesi tam da bizim sorunumuzu oluşturuyordu.

Niçin ve nasıl modern toplumda bu sınırlama ortadan kalkmaktadır? Niçin ve nasıl,

Osmanlı’da vatandaşlar eğilimlerini yansıtamamaktadır? Niçin ve nasıl örneğin bir batı

ülkelerinde olduğu ölçüde olsun, halkın örgütü yoktu. Niçin ve nasıl askeri güç ile iktidara

gelebiliyorlardı?

208

Neolitik köy komününün veya Şark devletinin, antik uygarlığın devletinin kendi içindeki

evrimi gibi bir metodolojik yaklaşım olmadan, yapılacak bütün açıklamalar, açıklanması

gereken şeyin kendisini açıklama gibi koyarlar.

Şark devletinin geçmişte kalmış modern devletle yer değiştirmiş bir şey olarak değil de

modern araçlarla donanmış antik bir devlet olduğu; şark toplumunun geçmişin kamburuna bir

de modern toplumun kamburunu yüklediği yaklaşımı olmadan; bunun batıdaki devletten farkı

görülmeden, tüm açıklamalar yarım ve çelişkili olur.

Köpek katliamını Şark devletinin modern araçlarla donanması modern topluma ayak

uydurması olmadan modernleşmecilik olarak açıklamak Ermeni katliamını açıklayacak

kavram bulamaz. Ermeniler de köpekler gibi modernleşme için katledildi sonucuna ulaşır.

Ama Ermenilerin sürgün ve katli tam tersine modern olan her şeyin kazınmasıydı toplumdan.

*

“Bir insanı öldürmek ahlaki bir sorundur, ama milyonlarca insanı gaz

odalarında öldürmek iş ahlakıyla ilgili bir sorundur”

İttihat ve Terakki, yani tüm sınırlamalarından kurtulmuş Şark devleti ve devletçiliği,

köpekleri ve Ermenileri tam şark usulü, tüm zincirlerinden boşanmış bir vahşilikle katletti.

Ama ne kadar vahşi olursa olsun bu tipik şark vahşiliği idi. Ahlaki zincirleri yoktu ama “iş

ahlakı” da yoktu. Modern ve sanayileşmiş, Nazilerin Yahudileri katlinde zirvesine varan

vahşetin zıddıydı.

Şark devletini görmemek, geçmişi idealizasyonla ve genellikle gerici bir ulusçulukla ve ulus

tarihi yaratma çabasıyla sonuçlanır. Modernleşmeyi bir ilerleme olarak görmek, insanı

modern biçimlerde yapılmış katliamları onaylama sonucuna bile götürebilir.

Hem Şark devletini ve devletçiliğini görmemek; hem de modernleşmeyi bir ilerleme olarak

görmek ise en gerici ve kanlı sonuçlara yol hazırlığı olur. Şark despotluğunun şiddetiyle

silahlanmış bir modern hesaplılık veya modern örgütlenmeyle birleşmiş bir şark mutlaklığı.

Köpek ve Ermeni katliamları henüz şark devletinin keyfiliği ve zincirinden boşanmışlığıdır

ama modern kapitalizmin örgütlenme becerisi yoktur onda. Ona henüz bağışıklıklıdır. Ama

Kemalizm’in de Politik İslam’ın da ortak noktası budur. İkisi de Şark devletini de Kapitalizmi

(modernliği) de olumlar ve sahiplenir. Gelecekte uğrayacağımız katliamlar sadece şark

devletinin sinsi ve kaba şiddetini değil; modern kapitalizmin planlı ve örgütlülüğünü de

kapsayacak çok daha kıyıcı ve delici olacaklardır.

Köpek katliamı sadece Ermeni Katliamı’nın, şark despotluğunun vahşetinin, modern ilişkileri

yok edişinin habercisi değildir; aynı zamanda Yahudilerin gaz odalarında yok edilmesinin,

modern kapitalizmin vahşetinin de tohum halinde bir habercisidir.

Bu yan tam da ortadaki bir Şark devleti olduğu için gelişemeden, bir tohum olarak kalmıştır.

Köpekler için bir Alman bilim adamının hazırladığı proje, aslında Yahudilerin modern

sanayiin örgütlenmesinin yöntemleriyle yok edilmesinin bir taslağı gibidir.

209

Katliamdan önce, bir “Aydınlanmacı Monark” olan Abdülhamit’in kurduğu Pasteur

Enstitüsü’nün başındaki Alman Doktor Remlinger, köpeklerin nasıl itlaf edileceğine dair bir

proje sunar Osmanlı Devleti’ne. Bu proje tıpkı tıpkısına Yahudilerin modern endüstriyel

yöntemlerle mekanik, “verimli” ve “rasyonel” imhasının bir taslağı gibidir ve her şey parayla

ölçülmektedir:

“Derisi, kılları, kemikleri, yağı, kasları, genel olarak albüminli maddeleri hatta

bağırsaklarıyla bir sokak köpeğinin maddi değeri 3 ila 4 franktır. Şehirde 60.000 ila 80.000

köpek bulunmaktadır; bu da 200-300.000 franklık bir değere tekabül eder. Köpekleri itlaf

işinin bir ihaleyle bir vekile havale edilmesi, onun da şehrin dışındaki çeşitli noktalara deri,

et ve yağın ekonomik olarak işleneceği yerler kurması kabil değil midir? Bu yerlerde hava

geçirmez bir oda olur, oda bir gaz borusuna ve hayvanın kullanılabilir ürünlerini işlemek için

donatılmış bir parçalama atölyesine bağlanır. Hayvanlar geceleri gizlice yakalanıp

Avrupa’dakilere benzeyen kafesli arabalarla hemen nakledilebilir. On merkez kurulsa, her

biri günde yüz köpeği işleyebilir. İki ay içinde itlaf biter, bu operasyon şehre de hayır

işlerinde kullanılacak bir kar bırakır.” (s.15)

Filmin rejisörü olan Avadikian Remningen’in yöntemi için şunları söylüyor:

“1900’den beri İstanbul’a yerleşmiş olan Remningen adında Alman bilim adamı, (…)

köpekleri de çok seviyordu. Bu konu hakkında fikir geliştirip İttihatçılara sunmuştu.

Remningen’in çalışmaları köpekleri yeni metotlarla, mesela gazla hayvanların canını çok

acıtmadan yok etmenin, onların derisinden yününden faydalanmanın, hatta para kazanmanın

usullerini arıyordu.

Ancak İttihatçılar bu usulleri kabul etmiyordu çünkü bu mekanizmaları kurmak için çok

zaman ve para harcamak gerekiyordu. Bu yüzden Remningen’i reddetmiş oldular. Önerilen

yöntemleri bir kenara bırakıp kendi bildikleri gibi halletmeye karar verdiler ve filmde

gördüğünüz yöntemi kullandılar ki bu yöntem daha önce II. Mahmut tarafından da

denenmişti.”

Nazilerin Yahudilerin katlinin ilhamını Ermenilerin katlinden aldığı söylenir. Bunun nasıl

yapılacağının projesi ise aslında Köpeklerin katli için bir Alman Doktor tarafından hayret

verici bir benzerlik içinde taslaklaştırılıyordu.

Köpek katli sadece gerçekleşmiş biçimiyle Ermeni Katliamının bir provası değil;

gerçekleşmemiş bir proje olarak aynı zamanda Holacoust’un Şark devletinin ilgisini çekecek

düzeye gelmemiş bir provası olarak görülebilir.

*

Tekrar önceki soruyu soralım.

Dün devleti yaşatmak için köpekleri ve Ermenileri katledenler aynı devleti yaşatmak ve

zamana uydurmak için köpekleri ve “çok renkliliği” savunuyor olmasınlar?

210

Dünün modernleşmeciliği gibi bugünün post modernleşmeciliği aynı gücün varlığını ve

egemenliğini sürdürmesinin aracı olmasın?

Her parlayan şey altın değildir ve de öz ve görünüm aynı olsaydı bütün bilim gereksiz bir şey

olurdu.

Açın bakın bugünkü Türkiye’de muhaliflerin programlarına, HDP’den en keskin sol görünen

gruplara kadar, hiçbiri en baş ve acil görev olarak ulusu bir tarihe, dile, dine etniye göre

tanımlamaya karşı tanımlamayı; bu devlet mekanizmasını baştan aşağı yıkıp merkezi olmayan

bir devlet kurmayı koymuyorlar. Ama hepsi çok kültürlülükten, çevrecilikten vs. yana.

Bu, istenen ve uğruna mücadele edilen değişmelerin bu devleti ve devletçiliği yaşatmak için

olduğu anlamına gelir.

Devleti yaşatmak isteyenler onun özür dilemesini, diğer kültürleri tanımasını vs. isterler.

Onu yıkmak diye bir derdi olanların ise yıkmak istedikleri devlet için ve onun adına özür

dilemek diye bir sorunları olmaz.

Dikkat edin hepsi de örneğin Ermenilerden devletin özür dilemesini hayal ediyorlar.

Ama bunun ardında gizli bir varsayım vardır. Özrü suçu işleyen diler. Birinin bir suçu için

başkasının özür dilemesi veya ceza çekmesi anlamsızdır.

Gizli bir varsayım olarak bu devletin varlığını ve bekasını bunun için özür dilemesini

savunmuş olmuyorlar mı?

Bir devrimci demokrat ise, katliamı ve onu yaratan nedenleri mahkûm eder.

Katliamın nedeni şark devletçiliği ve ulusun bir dille, dinle tanımlanmasına dayanan gerici

milliyetçiliktir.

Nedeni yok etmeden suç (katliamlar) ortadan kaldırılamaz.

17 Ocak 2014 Cuma

Demir Küçükaydın

211

EErrmmeennii KKaattlliiaammıı’’nnıınn 9999.. YYııllddöönnüümmüü VVeessiilleessiiyyllee ““SSooyykkıırrıımm”” vvee ““ÖÖzzüürr

DDiilleemmee”” KKaavvrraammllaarrıınnıınn SSoorruunnllaarrıı ÜÜzzeerriinnee

Ermeni Katliamı üzerine sanırım Türkiye’deki sol içinde ilk yazanlardan ve en radikal tavır

koyanlardan biriyimdir.

Ermeni Katliamı üzerine ilk yazıyı, 1980’lerin başında ASALA’nın Türk Diplomatlarını

vurmaya başlaması; böylece konunun gündeme gelmesi ve unutulmaktan çıkması vesilesiyle

hapiste yazmış, bunu gizlice dışarıya çıkarmıştım. Almanya’da çıkan Yol (Der Weg)

dergisinde yayınlanmıştıi.

Daha sonra bugünkü internet tarayıcılarının temelini oluşturan tekniğin Tim Berners-Lee

tarafından henüz CERN’de geliştirildiği dönemlerde; internetin çok dar bir çevre dışında

bilinmediği ve kullanılamadığı dönemlerde, usenet tartışma gruplarında gündemleştirmeye

çalıştım. Eğer bir yerlerde arşivleri varsa oralarda bulunabilirler.

Sonra internet yaygınlaştı “forum”lar tartışmaların yapıldığı yerler oldu. Oralarda da

gündemleştiren ve tartışanlardan biriydim.

Daha sonra yıllarca konu üzerine yazdım ve konunun gündeme gelmesine çalıştım.

Şimdilerde artık epey yol kat edilmiş görünüyor.

Ama biz görünüşle değil, özle ilgiliyizdir. Öz ve görünüş çoğu kez birbirine zıttır.

Biraz derinden bakınca, giderek konunun sosyolojik kavramlarla tartışılmaktan çıkıp hukuki

kavramlarla tartışılmaya hapsedildiği; böylece var olan güçlerin (Özellikle Türk ve Ermeni

Devletleri, Milletleri ve Milliyetçilerinin) kendilerini reforme ederek sürdürmelerinin

araçlarına dönüştüğü görülüyor.

Ermeni katliamının hukuki kavramlarla tartışmaya hapsedilmesi ve bunun yaygınlaşması;

onun nedenleri üzerine sosyolojik kavramlarla tartışmanın gündemden düşürülmesinin bir

aracına dolayısıyla gerici bir programın savunulmasına ve tartışmasız egemenliğini

kurmasına dönüşmüş bulunuyor.

Bu nedenle, herkesin sustuğu; konuyu gündeme getirmenin en “demokrat” ve “sosyalist”lerce

bile “şimdi bu konuyu gündeme getirmenin sırası mı” diye eleştirilip susulduğu ve görmezden

gelindiği zamanlarda, yıllarca nasıl “akıntıya karşı” durup konuyu gündemleştirmeye

çalıştıysak ve bu nedenle her zaman tecrit olup, görmezden gelindiysek; şimdi de aynı şekilde

konunun hukuki kavramlarla tartışılmasının biricik norm olduğu bu dönemde; bunun

yanlışlığını ve gerici karakterini tartışmaya açıp yine “akıntıya karşı” duralım, yine tecrit

olalım ve görmezden gelinelim.

Yalnız bu arada şu küçük gözlemi de belirtmeden geçmeyelim. Dün Ermeni Katliamı’nı

gündeme getirme çabalarına karşı, “şimdi sırası mı” deyip susanlar; bugün bu katliamın

tartışılmasını hukuki kavramlara hapsedenlerle aynıdır ve aynı metodolojik ve programatik

yanlışları sürdürürler.

212

Bu da özünde, aynı sınıfsal çıkarın değişen koşullarda başka biçimlerde savunulmasından

başka bir şey olmamasının bir görünümüdür.

Bu kerameti kendinden menkul baylar ve bayanlar her zaman haklıdırlar. Onlar bir konuyu

gündemlerine aldıklarında artık gündeme alınması doğrudur. Tarihi kendileriyle başlatırlar ve

öyle yazarlar.

Zor zamanlarda ne Ermenilerin ne de Kürtlerin adını ananlar, şimdilerde “soykırım”ı veya

“özür dileme”yi dillerinden düşürmüyorlar ve Kürt hareketinin çevresinden ayrılmıyorlar.

“Reformlar devrimci mücadelenin yan ürünleridirler” diye bir söz vardır. Reformlar işte böyle

devrimci mücadelenin yan ürünü olurlar. Her devrin adamları devrimcilerin mücadelelerin

rantını yerken, devrimciler yeni mücadelelerin yoluna çoktan girmiş olurlar.

*

Bir yanlış anlamaya meydan vermemek için şunu belirtelim ki, uluslar arası organlarca

yapılmış hukuki tanıma göre 1915’de olanlar bir soykırımdır.

Ancak soykırım hukuki bir kavramdır: hukuki kavramlarla sosyolojik olgular anlaşılamazlar.

Varsayalım ki, dünyanın bütün en ileri gelen hukukçuları bu olayın soykırım olmadığına karar

verdi. Bu yaşananların daha az korkunç olduğu anlamına gelmez. Bu o sürgün, katliam ve

toplu öldürmenin nedenlerini araştırmamak gerektiği anlamına gelmez.

Bunu belirtmek gerekiyor çünkü son zamanlarda soykırım denmesi veya denmemesi bu

olanın korkunçluğunu abartma veya küçültme olurmuş gibi anlaşılıyor. Bu kavramın

kullanılıp kullanılmamasının bu olgunun anlaşılmasıyla veya korkunçluğuyla ilgisi yoktur.

Ama sadece bu kadar da değil, esas önemli olan şudur: Bir sorunu hukuki kavramlarla

tartışmanın programatik sonuçları farklıdır; sosyolojik kavramlarla tartışmanın programatik

sonuçları farklıdır.

Ama bunun sonuçları burada da kalmaz. Bir sorunu hukuki kavramlarla tartışmanın kendisi

aynı zamanda sosyolojik kavramlarla tartışmaya karşı bir ideolojik mücadeledir.

Yani konunun hangi kavramlarla ele alınacağının kendisi bir sınıf mücadelesi konusudur.

Farklı sınıfların çıkarları ve konumları, dolayısıyla programları arasındaki mücadele; aynı

zamanda sorunların hangi kavramlarla tartışılacağına ilişkin bir mücadele olarak sürer.

Ermeni Katliamı konusunun tartışılması da böyledir.

Biz de bu mücadeleyi sürdürelim.

*

Ama önce sosyolojik kavramlar ve hukuki kavramlar konusunda kısa bir açıklama.

“İnsan öldürmek cinayettir” önermesi, sosyolojik bir önerme değildir; hukuki bir önermedir.

Olayın nedenlerini açıklamaz, norm koyar; cinayet analitik bir kavram değil; normatif bir

kavramdır; hukuki veya ahlaki, değer yüklü bir kavramdır.

213

Toplumsal gerçeğin özüne ise ancak analitik kavramlarla inilebilir ve olguların nedenleri

açıklanabilir.

Marksizm ise nedenlerin ne olduğunu anlamak ve açıklamakla uğraşır. Yani hukuki değil,

sosyolojik kavramlarla çalışır. Nedenler ortadan kaldırılmadan sonuçlar ortadan kalkmaz.

Özür dilemenin veya soykırım demenin soykırımları ortadan kaldıracağı çocuksu bile

sayılamayacak bir bilinçli çarpıtmadır.

Sosyoloji insanların niye birbirini öldürdüğü ile veya belli bir öldürme olayının ardındaki

toplumsal nedenlerle; insanların aynı insan öldürme olgusunu hangi koşullarda ve neden

cinayet; hangi koşullarda ve neden kahramanlık olarak tanımladığı ile ilgilenir.

İnsan maddeyi aletlerle, olguları kavramlarla işler. Hiç kimse balık avlamaya yarayan olta ile

kuş ya da geyik avlamaya kalkmaz. Ya da tersine kuş avlamaya yarayan bir sapanla balık

avlamaya kalkmaz.

Ama olgular söz konusu olduğunda, bunların özünü anlamak söz konusu olduğunda, işin

kötüsü tam da böyle davranılmaktadır. Örneğin hukukun kavramları sosyolojinin kavramları

yerine geçirilir; sanki bilimsel kavramlarmış gibi kullanılır.

*

Ermeni katliamı üzerine konuşmalar artık şu noktaya gelmiş bulunuyor: herkes pür dikkat

kesilmiş bekliyor. ”soykırım” diyecek mi, demeyecek mi?

Ben bu kavramı kullanmamaya özel dikkat ediyorum artık. Çünkü konunun bu kavramı

kullanmaya, soykırım olarak tanımlamaya hapsedilmesi aslında gerici bir programı dayatan

ideolojik olarak son derece gerici bir saldırıdan başka bir şey değildir.

Bu kavramı kullanmak bu ideolojik saldırının bir aracı olmaktan başka bir sonuç

vermemektedir.

Neden ve niçin?

Çünkü bir sorunu hukuki bir tartışmaya indirgediğinizde var olan sistemi olumlamış ve

yeniden üretimine hizmet etmiş olursunuz. Zaten tartışmanın buraya sıkıştırılması tam da bu

amaca hizmet etmektedir. Bu amaç, dille, dinle, tarihle tanımlanmış ulusal devletleri ve

ulusları biricik toplumsal varoluş biçimi olarak dayatmadır.

Akıllı ve uzun vadeli düşünen; Türk milletinin ve devletinin uzun vadeli çıkarlarını savunan;

onun daha çağdaş; daha esnek olmasını isteyenler bu devletin bu soykırımı tanımasını;

Türklerle Ermenilerin böylece barışmasını; Türk devletinin bir başbakanının örneğin Erivan’a

gidip Willy Brantd gibi 1915’in kurbanları önünde diz kıvırmasını hayal ederler.

Bu aslında padişah olsa soğanın cücüğünü yiyecek çobanınki gibi, başka bir varoluşu hayal

bile edemememin veya başka hayaller için mücadeleye girmekten kaçmanın veya başka

hayaller için mücadeleye girenlere karşı mücadelenin ifadesidir.

214

Ama sadece Türk devletinin uzun vadeli çıkarlarını savunanlar ve uzun vadeli düşünen akıllı

Türk milliyetçileri bu hayali görmezler; Ermeni milliyetçileri de tamı tamına aynı hayali

görürler. Onlar aynı hayalin peşindeki düşman kardeşler gibidirler.

Aslında her ikisi de, bu tavırlarıyla, demokratik bir ulusçuluk karşısında gerici bir

milliyetçiliği savunurlar ve ona karşı mücadelede bir ideolojik egemenlik kurmak için ittifak

ederler.

“Soykırım” ve “özür” kavramları Türk ve Ermeni Milletlerinin ve Devletlerinin demokrasiye

ve demokratlara karşı ideolojik mücadelesinin en kritik kavramlarıdır. Çünkü var olanı

korumanın, onun meşruiyetini yeniden üretmenin ve varlığını tartışma dışına düşürmenin

araçlarıdırlar. Çünkü Türklük ve Ermenilikle tanımlanmış devletleri ve milletleri varsayarlar

ve yeniden üretirler.

Bunu anlamak için, başka bir durumu hayal edelim.

Diyelim ki Türkiye’de radikal bir demokratik devrim oldu. Bu devrim sonucu ulusun Türklük,

Kürtlük, Ermenilik, İslam vs. ile tanımlanmasına son verildi. Devlet ulusu böyle, bir dille,

dinle, soyla, tarihle tanımlamaya karşı tanımlıyor.

Yani somut olarak, örneğin ülkedeki hiçbir dili avantajlı duruma getirmemek için ortak

konuşma ve haberleşme dili İngilizce seçilmiş. Ama herkesin aynı zamanda ana dilinde

eğitim ve her türlü devlet işini ana dilinde görme hakkı ve devletin herkese ana dilinde hizmet

verme görevi var. Okullarda ulusların tarihi olmadığı ama kendisi zaten bir karşı devrim

anlamına gelen ulusçuluğun, çite kavrulmuş karşı devrimci ve gerici biçimlerinde, ulusları bir

tarih aracılığıyla yarattığı, bunun için saçma şeyler bile uydurulduğu okutuluyor. Bu

bağlamda örnek olarak bir zamanlar tarih kitaplarında, Türk ulusunun aslında genetik ve

kültürel olarak yüzde doksan beşiyle, zaman içinde Müslümanlaşmış Ermeni, Rum ve

Anadolu’nun diğer eski halklarından (Likyalılar, Manavlar vs.) oluşturulduğu; fatihlerin

yüzde beşi bile bulmadığı; ama bir zamanlar okutulan tarihin olgularla bile en küçük düzeyde

bir ilişki içinde bulunmayan Orta Asya’dan gelen Türklere dayanan bir tarih okutulduğu

anlatılıyor Bu dile dine etniye göre tanımlanmış ulusların ve ulusçuluğun insanlara nasıl

korkunç felaketler yaşattığı ve gerici niteliğini göstermek için Ermeni Katliamı gibi olaylar

inceleniyor.

Bu Demokratik Cumhuriyet’te Türk, Ermeni, Rum, Kürt veya “ulussuz” vs. olmak; tıpkı

gerçekten laik bir ülkedeki herhangi bir dinden veya dinsiz olmak gibi özel bir sorun olur.

Devlet, Din, dil, soy, “kültür” körüdür. Tıpkı spor kulüpleri karşısında kör olması ve

tarafsızlığı ve yurttaşların haklarını savunmakla görevli olması gibi.

Bu Demokratik Cumhuriyet, tarihsel bir haksızlığın sonuçlarını biraz olarak olsun

giderebilmek için, diyelim ki, birkaç nesil önce Anadolu’da yaşamış insanların hepsine

buraya gelip yerleşme, hayat kurma, eğer imkân varsa ve başkalarını mağdur etmeyecekse

atalarının mallarını kullanma hakkı ve yeniden bir hayat kurmak için destekler veriyor vs..

215

Emin olun böyle bir devlete karşı mücadelede; ulusu ve devleti Türklükle tanımlayan Türk

milliyetçileri ile ulusu ve devleti Ermenilikle tanımlayan Ermeni milliyetçileri (ve Kürtlükle

tanımlayan Kürt milliyetçileri) ittifaka girerler. Zaten şu anda tam da böyle bir ittifak

içindedirler. Bunu da tamı tamına konuyu soykırım ve özür düzeyinde tartışmaya tıkarak

yapmaktadırlar.

Böyle bir durumda, buna karşılık Ermeni (veya Kürt) demokratları da böyle bir demokratik

cumhuriyetle ittifak halinde olurlardı. Ve böyle bir demokratik cumhuriyet, kendini Türklük

veya herhangi bir şeyle tanımlamadığı, bunların politik olarak, yeşil gözlü olmak veya 42

numara ayakkabı giymekten farkı olmadığı için, demokrat Ermeniler Ermenistan’da devrim

yaptıklarında Demokratik Ermenistan Cumhuriyeti ve bu Cumhuriyetin birleşmemeleri için

hiçbir neden kalmazdı. Aynı şey Kürtler, Araplar, Farslar, Gürcüler, Yunanlılar vs. için de

geçerlidir. (Bu hikâye tersinden de anlatılabilir. Ermenistan’da bir demokratik Cumhuriyet

kurulduğu varsayımından hareketle. Ancak Ermenistan çok küçük ve fakir bir durumda

bulunduğundan, muhtemelen Türk devletinin yardım ettiği Ermeni milliyetçilerince ezilirdi.)

Böyle bir hayali ve amacı; yani böyle bir programı olma ile 1915 katliamının nasıl

tartışılacağı arasında özsel bir ilişki vardır.

Amacınız Türklükle, Kürtlükle veya Ermenilikle tanımlanmamış; böyle tanımlamaya karşı

tanımlanmış bir demokratik cumhuriyet ise; katliamın nedenleri olarak bizzat ulusların böyle

tanımlanmasını katliamların baş nedenlerden biri olarak görürsünüz. Bu tür tanımlamalar

olduğu sürece yeni katliamlar kaçınılmazdır, bütün tarih de bunu gösterir dersiniz.

Ama amacınız, Türklükle tanımlanmış bu devleti yaşatmak, bunun için de modernize etmek;

esnetmek; böylece Türklükle tanımlanmış bir devletin daha uzun yaşamasını sağlamak ise;

Türklerin ruhsal olarak daha sağlıklı insanlar olmasını sağlamak ise, konuyu bunu Osmanlı

yaptı veya İttihat Terakki yaptı veya biz yaptık işte özür diliyoruz gibi bir çerçevede tutmak

sizin yapacağınız biricik şeydir.

Burada bütün her şey o biz kavramında gizlidir. Siz de kendinizi o biz’den addedip o biz’i

değiştirmeye çalışıyorsunuz demektir. Kendinizi başka türlü değerlendirdiğinizi düşünseniz

bile.

Ama bir demokratın görevi ne Türk devletini yaşatmak ne de Türklerin ruh sağlığıdır.

Demokrat Türkleri Türklüğe karşı mücadeleye; Türk olmaktan çıkıp bir demokrat olmaya

çağırır. Çünkü bir Türk demokrat olamaz. Bir Türk ancak devletin ya da ulusun Türklükle

tanımlanmasına karşı çıkıp onunla mücadele ettiğinde demokrat olabilir.

Bir Demokrat, Türk devletinin soykırımı tanıması gibi bir amaca sahip olamaz. O zaten

devletin Türklükle veya benzeri bir şeyle tanımlanmasını bütün bu acıların temelindeki neden

olarak görür. Dolayısıyla kendisini yok etmeyi amaçladığı şeyin düzelmesi için mücadele

etmesi saçmadır.

Özür konusu da böyledir.

216

Türkler devletlerinin özür dilemesini isterler veya kendileri Ermenilerden Türk olarak özür

dilerler ve dileyebilirler.

Bir demokrat ve devrimci ise, bir sosyalist ise, eğer özür dilemesi gerekiyorsa, şöyle bir özür

diler. Daha doğrusu otokritik yapar.

Ulusçuluğun ama özellikle bir dil, din, vs. ile tanımlanmış ulusçuluğun böylesine egemen

olmasının ve gerek dün gerekse bugün insanların büyük acılar çekmesinin en büyük suçlusu

biz sosyalistleriz. Gerçek birer radikal demokrat da olması gereken biz sosyalistler, kendimiz

ulusçuluğun ve Ulusçuluğun en gerici biçiminin en büyük yayıcıları olduk.

Çünkü ulusun ne olduğunu anlayamadık; çünkü Aydınlanma’nın çocuğu olduğumuzdan onun

din kavramının dışına çıkamadık. Dinin ne olduğunu anlayamadığımız için ulusun ne

olduğunu anlayamadık; onun modern toplumun dininin karşı devrime uğramış bir biçimi

olduğunu anlayamadık. Eski dünya karşısında bu modern dünyanın savunucuları ve yayıcıları

olarak aslında onun karşı devrime uğramış gerici biçiminin yayıcıları oldu. Uluslar ve

ulusçuluk, özellikle de onun en çok acılara yol açmış en gerici biçimi, izlerin omuzlarında

zafer yürüyüşünü gerçekleştirdi.

Uluslara ve ulusçuluğa karşı savaş açacak yerde ekonomik eşitliği öne çıkararak fiilen bu

eşitsizliğin savunucularına ve yeniden üreticilerine dönüştük.

Evet, biz Marksistler tüm insanlıktan ve Ermenilerden de, bizim yüzümüzden çektikleri

nedeniyle özür diliyoruz.

Bu katliamların suçlusu, ulusçulukla ama onun da özel biçimi olan dile, dine göre

tanımlanmış gerici ulusçulukla mücadele edememiş olan biz Marksistler ve sosyalistleriz.

İşte bir demokratın özrü budur ve böyle olmalıdır.

(Biz yıllardır yazılarımız ve kitaplarımızla bu “özrü” diliyoruz bir bakıma. Örneğin

“Marksizm’in Marksist Eleştirisi” kitabımız bu özrün kendisidir. Ama Türk Devletinin özür

dilemesini isteyen sözde sosyalistler, bu özür karşısında, onu yok saymakta birbirleriyle

yarışıyorlar ve aslında yokmuş gibi davranıp susmaları ile kendi milliyetçiliklerini ele

veriyorlar.)

Emin olun bu özür sadece Türk devletini değil; Ermeni Devletini de hiç memnun

etmeyecektir. Onlar bu özürde kendi varoluşlarına karşı en büyük tehdidi görürler.

Ama sadece onlar değil; bugün ortalığı kaplamış her şeyi “soykırım diyor musun demiyor

musun”; “Türk devleti özür dilesin diyor musun demiyor musun”a hapseden ve çoğu kendini

sosyalist ve demokrat sanan liberaller de.

Yukarıdaki gibi düşünen bir Marksist eleştiri oklarını kendine yöneltir.

Ve işte kendine yönelttiği bu eleştiri oklarıyla Ermeni Katliamı karşısında gerçek bir

“yüzleşme”; yani İslam’ın deyimiyle “nefsine karşı mücadele”, yani savaşların en kutsalını

başlatmış olur.

Sosyalistlik her şeyden önce devlet ve millet ve sermaye düşmanlığıdır.

217

Ama önce de “kendi” devletine, “kendi” milletine ve “kendi” sermayesine (burjuvazisine)

düşmanlıktır.

Ama oradaki “kendi” kendinizin olmayan; kendisine karşı savaş için özellikle size düşen

anlamındadır.

Bu nedenle “kendi” devletinizin ve milletinizin özür dilemesi için mücadele etmeniz, sizin o

devleti ve milleti gerçekten kendi devletiniz ve milletiniz olarak içselleştirdiğiniz anlamına

gelir.

Bu, bir ateistin papanın işlediği cinayetler nedeniyle özür dilemesi veya papayı özür dilemeye

davet etmesi gibidir.

O ateist kendine ne derse desin artık nesnel olarak bir Hıristiyan’dır.

24 Nisan 2014 Perşembe

Demir Küçükaydın

[email protected]

218

SSooyykkıırrıımm KKaavvrraammıınnıınn vvee ÖÖzzüürr DDiilleemmeenniinn SSoorruunnllaarrıı

Soykırım hukuki bir kavramdır.

1915’deki Ermeni Katliamı, hukuki olarak elbet bir soykırımdır.

Hukuki kavram ve uygulamaların “makabline şamil” olup olmayacağı (yani geriye dönük

işleyip işlemeyeceği de) hukuki bir tartışmadır.

Ama çok temel bir toplumsal sorunu, bir hukuki tartışmanın kavram sistemi içinde tartışmak

ve oraya hapsetmek; aynı zamanda son derece gerici, karşı devrimci bir ideolojinin, bir

gündemin, bir problem koyuşunun egemenliğini sürdürmesine hizmet etmek anlamına da

gelir.

Sorun buradadır

Hukuki tartışmalar nedenler üzerine tartışmalar değildir ve nedenler üzerine tartışmaları

gündemden düşürürler.

Tam da bu özellikleri nedeniyle var olan sistemin; dolayısıyla sorunun kendisinin bir

parçasıdırlar.

Bir sorunu hukuksal kavramlara hapsetmek, var olan sistemi tartışma gündeminden

düşürmek; o sistemi savunmak ve sürdürmeye hizmet etmek demektir.

Aynı şekilde, Ermeni Katliamının bir soykırım olup olmadığını tartışmak; sorunu bir hukuki

sorun olarak tartışmak; bu olayın nedenleri üzerine bir araştırma ve tartışmayı gündemden

dışlamak; dolayısıyla var olan karşı devrimci sistemin sürdürülmesine hizmet etmek demektir.

Bir Marksist, bir Devrimci, sadece sorunları hukuki kavramlarla tartışmayı reddetmez; aynı

zamanda böyle tartışmaların kendisine karşı da mücadele eder ve etmelidir.

Ermeni katliamının ve diğer katliamların genel nedeni uluslar ve ulusçuluktur; ama daha da

önemli özel nedeni; ulusların ve ulusçuluğun; ulusları bir dile, dine, tarihe, soya göre

tanımlayan biçimidir.

Bir Marksist'in en acil görevi ise, hem genel olarak uluslara ve ulusçuluğa karşı, yani ulusal

olanla politik olanın çakışması ilkesine karşı, savaşmaktır; hem de özel olarak ulusal olanı bir

dille, dinle, soyla, tarihle, ırkla, kültürle tanımlayan çifte kavrulmuş karşı devrimci uluslar ve

ulusçuluklarla savaşmaktır.

Uluslara karşı savaşmak ise ancak ulusçulara karşı savaşmakla mümkün olur.

Çünkü uluslar olduğu için ulusçular değil; ulusçular olduğu için uluslar vardır

Ulusçular, ulusçuluğa karşı olduklarını söylerler ve kendilerini ulusçu olarak tanımlamamak

için de ulusçuluğu başka ulusların varlığını tanımamak, onları boyunduruk altına almak veya

bir ulusun çıkarını öne almak olarak tanımlarlar.

Bütün bunlar ulusçuların ulus ve ulusçuluk tanımlarıdır.

219

Nasıl Allah’a inananların Allah’ı tanımlarından hareketle Allah’ın ne olduğu anlaşılamazsa;

ulusçuların ulus ve ulusçuluk tanımlarından hareketle de ulusların ve ulusçuluğun ne oluğu

anlaşılamaz.

Ulusçuluk, tıpkı Hıristiyanlık içinde, Hıristiyanlığın Roma’nın resmi devlet dini olması; İznik

konsülünün bütün ezilenlerin İncillerini yakması ve onları sapkın ilan etmesi; İslam içinde

Muaviye’nin egemenliği ele geçirip bir karşı devrim yapması gibi; Aydınlanma’nın hümanist

ve devrimci eşitlikçiliği karşısında bir karşı devrimdir.

Ulusçuluk, insanların dili, dini, soyu, sopu, kültürü, ırkı, siyasi görüşü, zevkleri ne olursa

olsun eşittir; diğer bir ifadeyle “vatanım yeryüzü milletim insanlıktır” diyen aydınlanmanın

kozmopolitizmi ve hümanizmini; bunun siyasi ifadesi olan bir dünya cumhuriyeti idealini ve

programını yok eden; politik olanı önce var olan politik birimlerin sınırlarına göre

(territoryal); sonra da o ulusları bir dille, dinle, soyla, ırkla, kültürle tanımlayan iki karşı

devrimin genel adıdır.

Katliamları yaratan bu karşı devrimlerdir, yani ulusçuların ve ulusların kendisidir.

Ulusların ve ulusçuların bugünkü özür dileme veya dilememe; soykırımı tanıma veya

tanımama çatışmaları karşı devrimciler arasındaki bir mücadeledir; son duruşmada o karşı

devrimi yaşatma ve bugünkü dünyanın koşullarına uydurma mücadeleleridir.

Bu karşı devrimin kurduğu uluslar sistemini yıkmak, tekrar aydınlanma ideallerine dönmek ve

onları ulusların ve ulusçuluğun egemen olduğu bugünün dünyasında uluslara ve ulusçulara

karşı yeniden yükseltmek ve tanımlamak ancak yeni soykırımların ve katliamların önüne

geçebilir.

Bugün egemen olan, soykırımı tanıma, lanetlemelerin; bunlarla yüzleşmelerin bu tür

katliamları önleyeceği iddiaları ve yargıları koskoca bir yalandır ve yeni katliamların bir

hazırlığı olmaktan başka bir anlama gelmemektedir.

İşte Avrupa devletleri gözümüzün önünde. Hepsi birbiri ardınca bir zamanlar yaptıkları

soykırımları tanıyarak, özürler dileyerek, tazminatlar ödeyerek; var olan ulusal devletler

sisteminin yaşamasını sağlamakla kalmıyorlar ama aynı zamanda bu eylemler ulusal

devletleri ve ulusal sistemin varlığını sürdürerek, dünyanın siyahlarını, yeryüzü ölçüsünde bir

apartheit sistemi içinde bir rezervuara hapsediyorlar. Bu hapishane veya “Bantustan”dan

kaçmak isteyenlerin yüzlercesi her gün Akdeniz’in sularına gömülüyor örneğin.

Katliamları tanıma ve özür dilemelerin bunların tekrarını önleyeceği iddiaları, sadece egemen

olan karşı devrimci ulusların ve ulusçuluğun, kendini bu günün dünyasının koşullarına

uyarlama çabasından başka bir şey değildir.

Bugünün dünyasında, en demokratik biçimiyle bile ulusları ve ulusçuluğu savunmak, somut

olarak ırkçılıktan başka bir sonuç veremez.

Bu günün dünyasında savunulacak bir tek acil hedef vardır: ulusal olanın politik olanla

çakışması ilkesini reddetmek; yani ulusları ve ulusal devletleri; yani ulusçuluğu reddetmek

220

Ermeni katliamının tanınması ve buna soykırım denmesi; bunun için özür dilenmesi ve diğer

hukuki sonuçların kabul edilmesi, Türk ulusçuluğu ile çelişmez; aksine akıllı bir Türk

milliyetçisi pek ala bunu savunabilir ve zaten bunu savunanlar akıllı ve uzun vadeli düşünen

Türk milliyetçileridir.

Türk devletinin ve ulusunun bekasını amaçlamakta; bunun için de onu çağın gereklerine

uygun bir hale getirmeye çalışmaktadırlar. Bütün bu tartışmaların anlamı budur. Türk

milliyetçileri arasında bir strateji tartışmasından başka bir şey değildir bugün ortalığa egemen

olan “katliam oldu mu olmadı mı”; “soykırım demeli mi dememeli mi” gibi tartışmalar.

Bütün bu tavrılar, ulusları dillere, dinlere, kültürlere ve tarihlere göre belirleyen çifte

kavrulmuş bir karşı devrimcilikle malul milliyetçiliğin, kendini yenileme çabalarından başak

bir şey değildir.

Bu tartışmada, ulusların dille, dinle, tarihle, kültürle, tanımlanmasının reddi ve bunun aslında

bir demokratik ulusçuluktan başka bir şey olmayacağı bile tartışılmaz kalır.

*

Özür dileme konusu da aynı karşı devrimci özle maluldür.

Özür dileme, Türk ulusunun ve Türk devletinin varlığını veri kabul eder; başka bir varoluş

biçimi olamayacağını ve olmaması gerektiğini gizli bir varsayım olarak kabul eder. Hatta

Türk devletinin ve varlığının sürmesini ister. Çünkü ancak kendi varlık nedenini burada

bulabilir.

Hâlbuki bırakalım genel olarak ulusçuluğu bir yana; ulusu bir dille dinle, tarihle, soyla,

kültürle tanımlamayı reddeden; böyle tanımlamalara karşı tanımlayan bir demokratik

ulusçuluk ve ulus, kendisi bizzat Türk ulusçuluğuyla savaş içinde var olabileceğinden ve Türk

ulusu olmayacağından, Ermeni katliamı konusunda özür dileme gibi bir sorunu olmaz. Özür

dilemeye kalkması bir ateistin papalığın cinayetleri için özür dilemesinden farklı olmaz.

Onun sorunu bu katliamların insanlığın vicdanında mahkûm edilmesi; nedenlerinin ortaya

çıkarılması olur.

Bu demokratik ulus kendini Türklük veya Ermenilikle veya Rumlukla veya Kürtlükle

tanımlamayacağı; Türklük, Ermenilik, Kürtlük, Rumluk vs. kişisel bir inanç sorunu olacağı;

hiçbir dil imtiyazlı olmayacağı; herkesin ana dilinde eğitim hakkı olacağı ve herkesin ana

dilinde tüm dillerden, kültürlerden, dinlerden derlenmiş bir kurulca yazılmış aynı tarih

kitaplarını okuyacağı için, onun varlığı bile bugünkü Ermeni Ulusu, Türk Ulusu, Kürt Ulusu

gibi kategorilerin reddi olur.

Onun yapabileceği tek şey, bunun nedenleri olan gerici ulusçulukları mahkûm etmek olabilir.

Böyle bir ulus olanağını ve gerçek bir çözümü; nedenlerin ortadan kaldırılmasını gündem

dışına attığı için, Türk ulusunun varlığını öngördüğü için, özür dileme talebi karşı devrimci

ulusçuluğun bir egemenlik aracıdır.

*

221

O halde, bir Marksist, ancak taktik olarak, bugün var olan devlet zayıflattığı için; unutulmuş

demokratik geleneklerin hatırlatılmasına hizmet ettiği için; bu günkü Türklük üzerine oluşmuş

bu devletin temellerini aşındırdığı için bu tartışmada; Ermeni katliamının hukuki tanımlar

çerçevesinde tartışılmasının gerici ve karşı devrimci niteliğine dikkati çekerek, onun

insanlığın vicdanında mahkûm edilmesinin ve gerçek nedenlerine karşı savaşın yani ulusların

ve ulusçuluğun; politik birimlerin ulusal birimlere dayanması ilkesine karşı savaşın önemine

ve gerekliliğine vurguyu yapıp; gündemi bir hukuki tartışmanın karşı devrimci sınırlarının

dışına çekmeye çalışır.

Bizzat bu yazıda yapıldığı gibi.

*

Eğer özür dilemek ille de gerekiyorsa, biz Marksistlerin, en tutarlı demokrasi savunucusu

olması gereken sosyalistlerin özür dilemesi gerekiyor.

Evet, biz Marksistler ve Sosyalistler tüm insanlıktan tarih önünde özür diliyoruz.

Bütün bu katliamların sorumlusu biziz.

Biz Marksistler ulusun ve ulusçuluğun ne olduğunu anlayamadık.

Onun Aydınlanmaya karşı, bir karşı devrim olduğun göremedik.

Onun mirasçısı olduğumuz aydınlanmanın inkârı olduğunu ve bizi bu mirastan bile mahrum

ettiğin göremedik.

Bu nedenle savaşımızda ne ulusun ve ulusçuluğun doğru bir tanımlamasını yapabildik; ne de

onu insanlığın önünde mücadele edilmesi gereken en baş düşman olarak tanımlayabildik.

İşin kötüsü sonunda bizzat bizler ulusçulara dönüştük. Yeryüzündeki, hem de en gerici tarihe,

dile, kültüre dayanan ulusların kurucuları ve bu ulusçulukların taşıyıcıları olduk.

Eğer biz Marksistler, sosyalistler bu doğuştan günahla malul olmasaydık tarihin gidişi

bambaşka bir yol izleyebilir; insanlık bu acıları çekmeyebilirdi.

O zaman sosyalistler ve komünistler; ulusları ve ulusçuluğu yeniden üreten ulusal Partilerde

(yani modern tarikatlarda) örgütlenmezler, uluslar ve ulusçuluk karşı devrimine karşı savaşan

Aydınlanma’nın bir Rönesanssını; öze dönüşünü ifade eden bir Din kurarlardı Partiler

(Tarikatlar) var olan dini sorgulamazlar. Klasik sosyalist partilerin hiç birisi uluslara karşı

savaş açmadı ve onları içinde hareket ettikleri tarafsız ortamlar gibi gördüler.

Bunu yapamadığımız için insanlıktan özür dileriz.

Elbet bu Özür’ün sadece simgesel ve retorik bir anlamı vardır.

Bizlerin bu eksiği görmeyişimizin tarihsel ve toplumsal nedenleri vardır.

Esas olan teorik ve programatik olarak değişikliğin yapılıp yapılmadığıdır; bu suçtan

kurtulunup kurtulunmadığıdır.

Bugün rahatlıkla şunu söyleyebiliriz: Ulusları ve ulusçuluğu açıkladığımız gibi; neden

açıklayamadığımızı da hem sosyal nedenleriyle; hem de metodolojik nedenleriyle açıkladık.

222

Bu açıklamanın sonuçlarını somut bir programa kavuşturduk.

Yani Marksizm’in Marksist bir eleştirisini yaptık.

Bizzat bu yazı bunun bir kanıtı değil mi?

Bu teorik açıklamayı ve programı yok sayan, susuşa boğun, gündemden düşüren her girişim

gelecekteki katliamların hazırlığından başka bir şey değildir.

Çünkü onlar ulusların ve ulusçuluğun ne olduğunun Marksist tanımlanması gündemden

düşürmektedirler.

Tartışmayı ulusçuların ulus ve ulusçuluk tanımlarına hapsetmektedirler.

Demir Küçükaydın

21 Nisan 2015 Salı

i Yazılarım “Ermeni Katliamı ve “Sorunu” Üzerine Yazılar” başlığıyla yaptığım, konu üzerine yazılarımdan

oluşan derlemede bulunmaktadır. Derleme şuradan indirilebilir:

https://drive.google.com/folderview?id=0BxCB_Gtx8VYASUJNekpocWZuRW8&usp=sharing