Upload
others
View
10
Download
0
Embed Size (px)
Citation preview
DOĞAN ERGUN’UN SOSYOLOJİ GÖRÜŞLERİ VE EĞİTİM ANLAYIŞI
İlhan KARAHAN
Cumhuriyet Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Lisansüstü Eğitim-Öğretim ve Sınav Yönetmenliğinin Ortaöğretim Sosyal Alanlar Eğitimi Anabilim Dalı Felsefe Grubu Eğitimi Bilim Dalında Öngördüğü
YÜKSEK LİSANS TEZİ Olarak Hazırlanmıştır.
Tez Danışmanı Prof. Dr. H. Bayram KAÇMAZOĞLU
SİVAS Haziran-2006
I
ÖZET
Bu çalışmanın, temel amacı, Doğan Ergun’un sosyoloji ve özellikle eğitim
anlayışını ortaya çıkarmaktır. Tezimizde Doğan Ergun’un, ülkemizi yakından
ilgilendiren sorunlara yaklaşımını, bu sorunların giderilmesi ya da sorunlara nasıl
bakılması gerektiği konusunda yaptığı katkıları incelemektir. Bilindiği gibi sorunlara
nasıl bakılması gerektiği konusu yöntemsel bir sorundur. Bilim adamının
çalışmalarını anlamlı kılan ise kullandığı yöntemdir. Bu noktada Doğan Ergun’un
Türkiye’nin sorunlarını ele alırken önerdiği yöntem ve teknikler önem taşımaktadır.
Çalışmada Doğan Ergun’un, toplumsal olay ve olguların anlaşılması
doğrultusunda yaptığı ve bunlara ilişkin getirdiği çözüm önerileri ele alınmaktadır.
Doğan Ergun’un tartışmaya açtığı konular dün olduğu kadar bugünde çözüm
beklemektedir. Bu nedenle Doğan Ergun’un bu konuları ele alış tarzı ve çözüm
önerileri onu önemli kılmaktadır. Bu bağlamda çalışma Doğan Ergun’un sosyoloji
görüşlerini ve eğitim anlayışını çözümlemektedir.
Doğan Ergun’un sosyal bilimler alanında tartışmaya açtığı temel konular,
sosyoloji ve eğitim alanında yol gösterici niteliktedir. Ayrıca araştırdığı konulara
tarihsel, bütünsel ve eleştirel bakması Doğan Ergun’u alanında önemli bir yere
oturtmuştur.
II
ABSTRACT
The main aim of this study is to expose Doğan Ergun’s understanding of
sociology and especially education. In our thesis,our aim is to examine the approach
of Doğan Ergun to the problems closely related to the our country and the
contributions of his soluing the problems or evaluatig the problems. As it is known,
how to view these problems is a tecnical problem. The thing that makes a scientist’s
works meaningful is the method that he uses. At this point, methods and techniques
that Doğan Ergun suggests while taking Turkey’s problems into consideration have
an importance.
In this study, the things that he made about social events and fact’s being
understood and the suggestions of solutions related to these are taken into
consideration. The subjects that Doğan Ergun open to discussion expect solutions
today as much as they were in the past.Therefore, Doğan Ergun’s style of dealing
with these subjects and suggestions of solutions make him important.In this context,
this study analyses Doğan Ergun’s sociological views and understanding of
education.
The main subjects that Doğan Ergun opens to discussion in the field of social
sciences guide in the field of sociology and education. In addition, Doğan Ergun’s
historically, to tally and critically looking into subjects that he searches places Doğan
Ergun in an important position in his field.
III
İÇİNDEKİLER
ÖZET ..........……………………………………………………………………….....I
ABSTRACT………………………………………………………………………….II
İÇİNDEKİLER ……………………………………………………………………..III
ÖNSÖZ ……………………………………………………………………………...V
GİRİŞ ……………………………………………………………………………......1
I. BÖLÜM A- DOĞAN ERGUN’UN SOSYOLOJİ ANLAYIŞI
1- DOĞAN ERGUN’DA SOSYOLOJİ ANLAYIŞI ………………………………...8
1.1- SOSYOLOJİ NEDİR? ……………………………………………………9
1.2- BATI SOSYOLOJİSİNE BAKIŞ ………………………………………….10
1.3- TOPLUMSAL DEĞİŞME …………………………………………………13
1.4- SOSYOLOJİDE NESNELLİK SORUNU …………………………………14
2- DOĞAN ERGUN’DA TARİH ANLAYIŞI ……………………………………..17
2.1- TARİH NEDİR? …………………………………………………………...17
2.2- SOSYOLOJİ VE TARİH ………………………………………………… 18
3- DOĞAN ERGUN’DA YÖNTEM ANLAYIŞI ………………………………….23
3.1- YÖNTEM NEDİR? ………………………………………………………..23
3.2- SOSYOLOJİDE YÖNTEM SORUNSALI ………………………………..25
3.3- DİYALEKTİK YÖNTEM ………………………………………………...29
4- DOĞAN ERGUN’DA KÜLTÜR ………………………………………………..33
4.1- KÜLTÜR NEDİR? ………………………………………………………..33
4.2- TÜRK KÜLTÜRÜNÜN ÖZELLİKLERİ ………………………………...37
4.3- TÜRK TOPLUMUNDA KİŞİLİK ………………………………………..41
IV
II. BÖLÜM
B- DOĞAN ERGUN’UN EĞİTİM ANLAYIŞI
1-FELSEFE VE EĞİTİM …………………………………………………………..47
2- POLİTİK SİSTEM VE EĞİTİM ………………………………………………...50
3- EKONOMİK SİSTEM VE EĞİTİM …………………………………………….50
4-TOPLUMSAL SİSTEM VE EĞİTİM …………………………………………... 51
5- EĞİTİM AKIMLARI ……………………………………………………………52
5.1-İDEALİZMVEEĞİTİM ……………………………………………………..52
5.2- REALİZM VE EĞİTİM ……………………………………………………53
5.3- PRAGMATİZM VE EĞİTİM ……………………………………………...54
5.4- VAROLUŞÇULUK VE EĞİTİM ………………………………………….55
5.5- MARKSİZM VE EĞİTİM …………………………………………………57
5.6- İDEOLOJİ VE EĞİTİM ……………………………………………………59
6- TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNİN DAYANDIĞI FELSEFE ………………………61
7- DOĞAN ERGUN VE EĞİTİM ………………………………………………….68
7.1- KAPİTALİZM VE EĞİTİM ……………………………………………….68
7.2- BİREY, TOPLUM VE EĞİTİM …………………………………………...71
7.3- TÜRKİYE’DE EĞİTİM SORUNLARINA YAKLAŞIMLAR VE
PROGRAMLAR ……………………………………………………………………74
7.4- TÜRKİYE’DE 1968 İLKOKUL PROGRAMI …………………………….77
7.5- ÇOK YÖNLÜ ÖĞRETİM ………………………………………………….81
C- DEĞERLENDİRME SONUÇ ………………………………………………...86
EK:
DOĞAN ERGUN’UN YAŞAM ÖYKÜSÜ …………………………………..........92
KAYNAKÇA ………………………………………………………………….........93
V
ÖNSÖZ
Birçok bilim dalının çıkış kaynağı Batı toplumlarıdır. Bilindiği gibi Batı
toplumları Fransız Devrimi ve Sanayi Devrimi ile birlikte sancılı bir değişim
yaşamıştır. Bu değişim, birçok yeni bilim dalının doğmasına neden olmuştur. Aynı
zamanda bu değişim Batı toplumlarını ekonomik ve siyasal olarak belirleyici bir
konuma getirmiştir. Bu belirleyiciliğin verdiği avantajla; Batılı toplumlar, dünya
toplumlarını sömürgeleştirmeye başlamışlardır. Türkiye de, Osmanlının gerileme
döneminden itibaren bu politikalardan etkilenmiştir. Batı politikalarına maruz kalan
çevre ülkeler kurtuluşu, Batı’nın model ve kuramlarını ithal ederek çözmeye
çalışmışlardır. Bu çözüm arayışı, kurtuluştan çok Batı’ya bağımlılığı daha da
arttırmış sorunlar kronikleşmiştir. Batı’ya ait değer ve kavramlar ise Batı dışı
ülkelere eğitim yolu ile verilmeye çalışılmıştır.
Türkiye’nin, Batıcılaşma hareketinin çoğu zaman çözüm yerine çözümsüzlük
ya da yeni sorunlar oluşturduğunu gören sosyologlar, kendi toplumsal
gerçekliğimizden hareket etmenin gerekliliğini vurgulamışlardır. Bu sosyologlardan
biri de Doğan Ergun olmuştur.
Doğan Ergun, Türkiye’de yaşanan sorunların kaynağını tarihsel bir temele
dayandırır. Tarihten aktarılan bu sorunlara karşı Ergun, eleştirel ve bütüncül bir
anlayışla yaklaşır. Ergun, Türkiye’nin sorunlarının ancak, kendi somut gerçekliğine
uygun modellerle çözümlenebileceğini belirtir. Ergun’un bu yaklaşımı onu, sorumlu,
yurtsever ve özgün kılmaktadır.
Bu çalışma, mesleki hayatıma ayrı bir heyecan kattı ve kendimi geliştirmemi
sağladı. Çalışmamada karşılaştığım zorlukları aşamamda katkılarını esirgemeyen,
öneri ve eleştirileri ile çalışmama yön veren danışmanım Prof. Dr. H. Bayram
KAÇMAZOĞLU’na ve Arş. Gör. Recep ERCAN’a teşekkür ederim.
1
GİRİŞ
Türkiye’nin iki yüzyıla varan uzun yenileşme tarihi belli özellikler
göstermektedir. Türkiye’de yenileşme sorunu belli koşulara ve gelişmelere bağlı
olarak ortaya çıkmıştır. Osmanlı İmparatorluğu belli bir tarihten sonra uluslararası
ilişkilerde geleneksel rolünü sürdürmekte bir takım sorunlarla karşılaşınca, bu
sorunları aşmak için yönünü Batı’ya çevirmek ve yenileşmek zorunda kalmıştır.
Devlet eliyle yürütülen ve Tanzimat’tan sonra uluslararası bir boyut kazanan
yenileşme, çağdaşlaşma, Batılılaşma, bizim tercih ettiğimiz adlandırma ile
Batıcılaşma süreci sancılı ve sıkıntılı geçmiştir.1
Günümüzde yaşanılan birçok sıkıntının kaynağında tarihten aktarılan ve
bugüne taşınan sorunlar yatmaktadır. Bu durumda Türk sosyolojisinin görevi kendi
tarihimize ve sosyal gerçekliğimize yönelmek olmalıdır. Türk toplumunun çözüm
bekleyen sorunları sosyologlarımıza da bazı sorumluluklar yüklemektedir. Bunların
başında kendi toplumsal çıkarlarımızı gözetmek gelmektedir.
Atatürk dönemi hariç Tanzimat’tan beri ülkemizde uygulanmaya çalışılan
politikalar genellikle Batı’nın beklentileri ve çıkarları doğrultusunda gerçekleşmiştir.
Bunu sürdürebilmek için Batı, belli bir siyaset ve takım anlayışından hareket etmiştir.
Her takım kendi siyasetini meşrulaştırabilmek için sosyal bilimleri ve entelektüel
çevreleri kullanmıştır. Evrensellik adı altında ülkemize aktarılan sosyal bilimler,
toplumsal yapımızı ve sorunlarımızı çözümleme konusunda yetersiz kalmıştır. Oysa,
ülkemizin gelişebilmesi ve kalkınabilmesi için toplumsal gerçekliğimizi ve
ihtiyaçlarımızı dışlamayacak politikalara ihtiyaç duyulmaktadır. Çünkü, Batı’nın
ihtiyaçları doğrultusunda üretilen ve onların sosyal gerçekliğini temel alan
kavramlar, kuramlar ve politikalar ülkemizde çoğu zaman bir laboratuar malzemesi
olmaktan öteye gidememektedir. Bugün yaşadığımız birçok temel sorun bize 19.
yüzyıldan aktarılmış olmasına karşın hâlâ çözüm bekliyorsa temel iddiamız
geçerliliğini sürdürüyor demektir.
1 İsmail Coşkun, Modern Devletin Doğuşu, Der Yayınları, İstanbul, 1997, S,10.
2
Batı’ya ait kavramlar, değerler ve kuramlara şüpheyle bakan ve kendi
toplumsal gerçekliğimizi kavramaya yatkın bir sosyoloji hepimizin ortak tasası
olmak zorundadır. Bu tasayı taşıyan sosyologlardan biri de Doğan Ergun’dur.
Ergun, ülkemizde yaşanan eğitim, kültür ve kimlik sorunlarına tarihsel, toplumsal ve
diyalektik bir bakış açısı ile bakmasını bilen ender sosyologlarımızdan biridir.
Dolayısıyla, Doğan Ergun’ un görüşleri, çalışmamıza konu edilmesi hem bizim hem
de Türk sosyolojisi bakımından anlamlı bulunmuştur.
Çalışmamız, ülkemizdeki toplumsal sorunları ve politikaları, bu politikaların
arka planını ve felsefesini eleştirel bir bakış açısı ile ortaya koyan, sorunlara tarihsel
ve toplumsal açıdan bakan Doğan Ergun’un, eğitim, sosyoloji, yöntem, kültür ve
kimlik konularını incelemektedir. Doğan Ergun, incelediği konular karşısında
eleştirel, bütüncül ve tarihsici bir yaklaşım göstermiş; bu konuların arka planındaki
anlayışı ya da felsefeyi gün yüzüne çıkarmaya çalışmıştır. Ayrıca, Doğan Ergun, tüm
çalışmalarında Batı’nın gerçekliğini yansıtan kavram ve kuramların kendi
gerçekliğimize uydurmanın sakıncalarını anlatmıştır.
Doğan Ergun’un nicelik olarak Türk Sosyolojisine katkısı belki sınırlıdır;
ancak, bilimsel düzey ve nitelik bakımından yeri çok önemlidir. Ergun, Türk
sosyolojisinin tarihe olan ilgisinin giderek azaldığı bir dönemde bu sorunlara ilk
değinen isimlerden birisidir. Ayrıca, Ergun, sosyolojiyi soyut, normatif ya da araçsal
görmek isteyenlere karşı sosyolojinin hakkını verecek kadar onu somuta
indirgeyebilmiştir. Ergun’a göre “bir şeyin bilincine varmak o şeyin önemini bilmek
ya da belirtmektir; fakat, o şeyin önemini herkes için yarara dönüştürmek demek
değildir. Bilime duyulan ihtiyaçla bilim başlamış olamaz. Bilimi başlatan da ilerleten
de yöntemdir ve yöntemin yarattığı araştırma teknikleridir.”2 Görüldüğü gibi Ergun,
yöntem sorunlarının yeterince tartışılmadığı ve bu alanda yok denecek kadar
kaynağın az olduğu bir dönemde, sosyolojide yöntem sorunlarına eğilmiştir. Bilimi,
içinde hazırlandığı ve geliştiği toplumsal çevrenin dışında görmeyen Ergun,
toplumsal gerçeklik ile bilim arasında yakın bir ilişkinin olduğunu belirtir.
2 Doğan Ergun, Sosyoloji ve Tarih, Der Yayınları, İstanbul, 1982, s. 6.
3
Sosyolojiyi, karşılığı olmayan soyut düşüncelerden daha doğrusu gevezelikten ayırt
etme isteği, Ergun’u somut sosyolojiye götürmüştür. Ona göre, bilgi süreci birdir; bu
süreç içinde en bilimsel, en kesin ve anlamaya, açıklamaya en elverişli yöntemden
yararlanmak gerekir.3
Doğan Ergun, “100 Soruda Sosyoloji El Kitabı”, “Sosyoloji ve Tarih”,
“Yöntemi Bulmak”, “Sosyoloji ve Eğitim”, “Türk Bireyi Kuramına Giriş”,
“Kimlikler Kıskacında Ulusal Kişilik” gibi kitaplarıyla Türk sosyolojisinin temel
problemlerine eğilmiş ve önemli çözümlemeler yapmıştır.
Doğan Ergun, Sosyoloji ve Eğitim adlı kitabında bireyle toplum arasındaki
ilişkiyi bir karşıtlık, bir kopukluk olmaktan çıkarıp iki yanlı bir gelişmenin ortak
dinamosu durumuna getirmeye çalışmaktadır. Ergun’un ulaştığı çözüm, “çokyönlü
eğitim” kavramıdır. İlk basamaklardan başlayarak, çocuktaki yetenekleri
çokyönlülük içinde, çok yönde sınamaya ve her yetenek demetine uygun düşecek
yönü olabildiğince erken bir aşamada bulmaya yönelik bir eğitim ortamı
sunmaktadır. Sistemler arasında bocalamış ve bu yüzden öğreticileriyle
öğrenenlerinin başlarını döndürmüş olan bir toplumda böylesine sağlıklı bir arayışın
uyandıracağı ilgi derecesi, aynı zamanda, o toplumda kendi geleceğine sahip çıkış
bilincinin bulunup bulunmadığını gösteren bir ölçü olacaktır.
Bir ülkenin eğitim anlayışı ya da yaklaşımı o ülkenin gelişimi ve kalkınması
ile yakından ilişkilidir. Eğer bu eğitim anlayışı, toplumsal, tarihsel ve çok yönlü bir
anlayışa sahipse ve kendi toplumsal gerçeğine ters düşmüyorsa, ülkenin gelişimi ya
da kalkınması konusunda sıkıntı yoktur. Ama bunun tersi bir anlayışa sahipse
ülkenin gelişimi ve kalkınmasında sıkıntılar çıkmaktadır.
Ülkemizdeki eğitim anlayışının Batı çıkar gruplarının etkisi ve güdümü
altında olduğu ve onların istek ve beklentilerine uygun bir şekilde uygulandığı
bilinmektedir. Bu duruma çanak tutan işbirlikçi grupların yardımları ile
3 A.g.e., s. 6.
4
uygulanmaktadır. Aynı konuda Doğan Ergun şunları söylemektedir: Çıkar
çevrelerinin bilgisizliklerini, biz Türkler kadar, belki biz Türklerden de daha iyi
bilen, dış güçler, Türkiye’de okul programlarını yapmaya varıncaya kadar bu çıkar
çevrelerine yardımcı olmuşlardır. 4
Türk toplumu toplumsal çıkarlarını bireyin üstünde tutan ve toplumsal
sorunlarını toplum düzeyinde ele alan ve bu sorunlar karşısında kümülatif çözümler
düşünen bir geleneğe sahiptir. Günümüzde uygulanan Türk eğitim sistemi ise, kendi
toplumsal gerçekliğine uymayan pragmatist, deneyci ve girişimciliğe dayanan felsefi
bir anlayışa sahiptir. Bireyi esas alan bu sistem, Türk toplumunun tarihsel birikimini
ve geleneğini dışlamakta; toplumsal ilişkileri basit psikolojik davranışlar düzeyine
indirgemektedir.
Günümüzde Amerikan eğitim sistemine endekslenen Türk eğitim sistemi,
çocuğun gelişimini okul, aile ve mahalle gibi dar grup mantığı ile açıklamaya
çalışmaktadır. Bir çocuğu ya da insanı yalnız ilişkiler sistemi ya da karşılıklı
bağımlılık sistemi içinde görmek, çocuğu ya da insanı şekillendiren, toplumun
ekonomik, siyasal, kültürel ve demografik koşullarını görmemek anlamına
gelmektedir. Çocuğun bireysel ve toplumsal gelişmesini açıklayabilmek için aile,
mahalle ve okul gibi dar grup ve gruplar arası ilişkilerin sınırlarını aşmak gerekir.5
Aksi durumda çocuğun duyuşsal alanını ihmal etmiş oluruz.
Türk eğitim sistemi deneyci, girişimciliği özendiren, pragmatist, toplumsal ve
tarihsel kalıtı yadsıyan anlayışın terk edilmesi için toplumsal gerçeğine uygun bir
eğitim anlayışı geliştirmesi gerekiyor. Bu ise bedensel ve düşünsel alanları bir araya
getiren, çocuğun duygusal, düşünsel ve duyusal gelişimini hızlandıran ‘çokyönlü’
öğretimle mümkündür. Çokyönlü öğretim, insanı yönlendiren (yani çok olan
yönlerden) birine, hem de insana (bir insana) en çok uygun düşen yöne
yönlendireceği için çok yönlüdür. Adı üstünde öğretimdir bu. Çokyönlülük içinde
öğrenirken (çok yön içinde öğrenirken) bu yönlerden birine doğru, insanın (çocuğun)
4 Doğan Ergun; Sosyoloji ve Eğitim, İlke Yayınevi, Ankara, 1995, s. 30. 5 A. g. e. s.51.
5
kendisine en çok uygun düşen yöne doğru, en çok uygun düşen mesleğe ya da
hizmete doğru insan yönlendirilir. Bu yönlendirmede, insanın topluma çok daha
yararlı kılınması düşünülür ve planlanır.
Doğan Ergun’a göre insan, yönlendirilirken ve yönlendirildikten sonra
kişiliğini zenginleştirecek bütün hak ve özgürlüklere sahip olmalıdır. Çokyönlü
öğretim, eğitimde fırsat eşitliğinin hem somut bir belirtisi hem de simgesidir.
Çokyönlü öğretim, toplumsal kökenleri farklı olan çocukların, eğitimde fırsat
eşitliğini daha fazla paylaşmaları demektir.6
Günümüz sosyoloji anlayışı toplumları açıklamaktan çok tasvir etmekte,
özellikle sayısal ve istatistiki verileri kullanarak olay ve olguları anlaşılmaz hale
getirmektedir. Toplumları açıklarken tarihsel ve toplumsal evrimin belirleyiciliklerini
görmezden gelmekte, toplumsal olay ve olguları şuan ile sınırlandırmakta ve bu yönü
ile araştırmaktadır. Toplumu parçalara ayırarak birbirinden bağımsız öğeler gibi
incelemekte aralarındaki diyalektik ilişki ya da bütünlük unutulmaktadır. Toplumsal
gerçeği salt bireysel ilişkilere indirgeyerek incelemekte ve sosyolojiyi davranış bilimi
olarak görmeye çalışmaktadır. Sosyolojik yöntemi doğa bilimlerindeki deneysel
yöntemin benzeri olarak kabul etmektedir. Bu durumun yanlışlığını dile getiren
Doğan Ergun şunları söylemektedir: Bizce sosyoloji her şeyden önce toplumun
bilimidir ve toplum olanaklarının bilimidir. Doğa bilimlerindeki nedensellik yasaları,
toplumu ve toplumsalı açıklamak için yeterli değillerdir. Bu yaşanan ilişkiler bütünü
olarak algıladığımız toplum, bize göre, karşılıklı etkileşim-karşılıklı ilişki
gerçeklerinde belirleyiciliğin ipuçlarını vermektedir. Bize göre, açıklama yönteminin
oluşumu, diyalektik düşünceyle başlamalıdır.7
Günümüz sosyolojisinin yöntem anlayışı deneysel, işlevsel, davranışçı,
karşılaştırmalı, yapısalcılık ve müdahalecik ya da aktif katılımcılık gibi yöntemleri
kullanmaktadır. Bu yöntemler sorunları sadece tasvir etmekte, aynı zamanda
toplumların tarihsel belirleyiciliklerini ortaya koymamaktadır. Bilinmelidir ki
6 Doğan ERGUN; Türk Bireyi Kuramına Giriş, İmge Kitabevi, Ankara, 2004, s.211. 7 A. g. e. s. 143.
6
toplumsal olay ve olguları bütünsel bir şekilde ele alan yöntem diyalektik yöntemdir.
Bu konuda Doğan Ergun şunları söylemektedir: Kanımızca, tümdengelimci
diyalektik yöntem, en bilimsel yöntemdir. Çünkü, felsefi bir düşünme silsilesine
sahip olan tümdengelim, bir konunun kendi bütünlüğü içinde açıklanabileceğini
somut olarak göstermektedir. 8
Doğan Ergun’un ele aldığı bir başka konu kültür konusudur. Ergun’a göre
kültürün bir çok tanımı yapılmıştır; ancak, tarihsel ve toplumsal evrimin içinde
araştırılması fazla yapılmamıştır. Özellikle Amerikan Kültür Antropolojisinin, kültür
kavramını tanımlarken bireysel yaşantılardan hareket etmiş ve yöntembilimsel bir
hata yapılmıştır. Ergun’a göre kültür, tarihsel, sosyolojik ve toplumsal evrimin
yasaları içinde incelenmeli ve tanımlanmalıdır.
Doğan Ergun, Türk bireyini açıklarken özetle şunları söylemektedir: Türkler
kamucu anlayışa sahiptir. Batı insanı gibi bireyci ve bireysel değildir. Batı’nın
toplumsal ve tarihsel gelişim yasalarının farklılığı kendine uygun bireyi
yetiştirmiştir. Doğu toplumları ise toplumsal ve tarihsel yapısı gereği kamucu,
devletçi, özelleştirme karşıtı ve geleneklerine bağlıdır.
Doğan Ergun, hayatı boyunca takım adamı olmadığı gibi her hangi bir takım
adına da hareket etmiş değildir. Sessiz bir bilim adamı olarak ülke çıkarlarını
savunmanın dışında hiçbir kaygısı olmayan Doğan Ergun’un Türk sosyolojisi içinde
yeri yeterince anlaşılmış değildir. Ergun, bilimsel düşünceyi çıkış noktası yaparak
eylem ile düşünceyi birleştirmeyi başarmış bir sosyologdur. “Çokyönlü eğitim
modeli” bu konudaki özgün çalışmalarından sadece biridir. Ayrıca, Doğan Ergun,
dışarıda üretilen kuramları içerde uygulamayı bilim sananlara ya da toplumumuzu
dışarıda üretilen kuramlara dayanarak açıklamaya çalışan çevrelere savaş açmış ilk
sosyologlarımızdan biridir. Bu çerçevede Ergun, toplumsal sorunlar karşısında ithal
çözüm önerilerine olumsuz bakan bir sosyologumuzdur. Nitekim, “Türk Bireyi
8 Doğan ERGUN; Yöntemi Bulmak, Gerçek Yayınevi, İstanbul, 1993, s. 34.
7
Kuramına Giriş” adlı eserinde bunu kanıtlamıştır. Bu bağlamda Doğan Ergun, Türk
sosyolojisi açısından önemli bir sosyologdur.
Bu çalışmanın amacı, Doğan Ergun’un görüşlerini doğru bir biçimde anlamak
ve sosyoloji çevresinde tartışma yaratacak bazı konuları yeniden gündeme taşımaktır.
Teorik olan bu çalışmada, Doğan Ergun’nun bütün kitaplarına ulaşılmış ve
kullanılmıştır. Çalışmada ilk el kaynaklara yer verilmiştir. Ayrıca merak edilen bazı
konularda bizzat kendisine sorulan sorularla teyit ettirilmiştir.
Bu çalışma, teorik bir çalışma olup üç bölümden oluşmaktadır:
I. Bölümde, Doğan Ergun’un eğitim anlayışı konu edinmiştir. Bu çerçevede,
felsefe ve eğitim, politik sistem ve eğitim, ekonomik sistem ve eğitim, toplumsal
sistem ve eğitim ve eğitim akımları hakkında bilgi verilmiştir. Ayrıca, Türk eğitim
sistemin dayandığı felsefe ve ilkeler konu edinilerek, bu konular hakkında Doğan
Ergun’un düşünceleri ve çözüm önerileri öne çıkarılmıştır.
II. Bölümde, Doğan Ergun’un, sosyoloji, tarih, yöntem, kültür, kimlik, birey
ve kişilik gibi konulardaki görüşlerine yer verilmiştir. Bu konuları sosyolojik,
tarihsel ve toplumsal gelişim yasalarına göre çözümleyen Doğan Ergun’un, ilgili
başlıklara ilişkin eleştirilerine yer verilmektedir.
III. Bölüm ise, değerlendirme ve sonuç kısmından oluşmuştur.
8
BİRİNCİ BÖLÜM
A- DOĞAN ERGUN’DA SOSYOLOJİ ANLAYIŞI
Bilindiği gibi her toplumun kendine özgü yapısı, tarihi, kurumları ve kuralları
vardır. Bu kurum ve kurallar tarihsel ve toplumsaldır. Dolayısıyla her toplumun
kendine özgü bir gerçekliği vardır. Bu gerçeklik salt Batı’nın sosyolojik teorileri ya
da kuramları ile açıklanamaz. Batı sosyolojisi, Türkiye gibi Doğu toplumlarına karşı
önyargılı, söz konusu toplumların, toplumsal yapılarını anlamada yetersiz olup,
toplumsal sorunları çözememektedir. Bunun da ötesinde konulara yaklaşımı sınırlı,
Batı-Merkezci olan “Batı sosyolojisinin önerdiği çözümler çözüm değildir”9 Batı
merkezli sosyoloji anlayışının toplumsal sorunları çözemeyeceği konusunda
günümüz sosyologları arasında kabul görmektedir. Günümüz sosyoloji anlayışı Türk
toplum yapısını, özgünlüğünü, tarihselliğini ve gerçekliğini ön planda tutan bir
sosyoloji oluşturmaya çalışmaktadır. Günümüz sosyolojisinin, özellikle toplumsal
sorunlarımızın çözümlenmesi ya da en azından ortaya çıkartılması açısından büyük
çaba harcamaktadır. Toplumumuzun Batı’dan farklı, bu nedenle Batılı açıklamaların
bizler için geçersiz olduğu ve bu nedenle kendimizi kendi özelliklerimize uygun yeni
açıklamalar geliştirmek zorunda bulunduğumuz görüşü sosyolojimizde giderek
yandaş kazanmaktadır.10
Günümüzdeki sosyoloji anlayışı tarihsel olgulara önem vermesi ve
çözümlemelerini tarih anlayışından koparmadan yapması sosyolojimizin özgün bir
yapı haline gelmesinin önünü açmaktadır. Toplumların tarihsel olması, aslında
toplumların özel şekilleri olduğunu göstermektedir. Toplumsal yapıların bağlı olduğu
tarihsel koşullar değişik toplumlarda değişik kurumlar değişik erkek, kadın, çocuk
tipleri oluşturmuştur. Bu yüzden genel yasalara, genel tiplere öteki bilimlerde de
olduğu gibi soyutlamayla özel tarihlerde, özel şekillerde kendini göstermektedir.11
Sosyoloji anlayışının; tarihsel, deneye dayanmayan, Batı karşıtı, konularına bütünsel
9 Sezgin Kızılçelik, Sosyoloji Yazıları I, Saray Kitabevi, İzmir, 1998, s.66. 10 A. g. e. s. 74. 11 Ergun, Sosyoloji ve Tarih, s.22.
9
ve diyalektik bakan bir noktaya gelmesi için çaba harcayan Doğan Ergun’un
sosyoloji anlayışını öz olarak şöyle verebiliriz.
1.1- SOSYOLOJİ NEDİR?
Doğan Ergun, sosyolojiyi şu şekil tanımlamaktadır; sosyoloji, toplumu ve
yapısını, toplumsal süreçleri, toplumsal evrimin yasalarını ve güçlerini, fikir ve
dünya görüşlerinin çatışmasını, toplumda insan iradesini vb. inceler.12 Görüldüğü
gibi sosyoloji toplumu tüm süreçleri ile birlikte incelemektedir. Toplum, insanların
doğayla ilişkilerinin ve kendi aralarındaki ilişkilerin bütünüdür.13 Toplumu sadece
insan unsuru olarak görmeyen Doğan Ergun, toplumun; insan, doğa ve birey
üçlüsünden oluştuğunu söylemektedir. Doğa, toplum, birey üçlüsünden en
somutundan en soyutuna kadar sayısız ilişkiler vardır. Besinden duyguya kadar
bütün sayısız ürünler bu ilişkiler bütününü oluşturur.14 Doğan Ergun’a göre
sosyoloji ilişkilerle ilgilenir ve ilişkileri inceler. Bilinmektedir ki, toplum ilişkiler
bütünüdür ya da geniş bir deyişle toplum insanlarca, insanlar tarafından yaşanan
koşular bütünüdür. Bu bakımdan, sosyoloji her şeyden önce ilişkilerle ilgilenir,
ilişkileri inceler. Bu ilişkiler insanı topluma bağlayan, toplumuyla birleştiren
ilişkilerdir, yani insanın toplumsal ilişkileridir. Ve bu toplumsal ilişkileri, çoğu
zaman insanlar düşünmeden, yani üzerinde fikir yürütmeden yaşarlar. Gelenek ve
görenekler, yasalar ve kurallar yaşanan toplumsal ilişkilerde kendilerini
gösterirler.15
Bilindiği gibi toplumlar genel evrim çizgisi içerisinde kendine özgü yapılar
meydana getirirler. Bu durum sosyolojinin oluş nedeni olarak görülmektedir.
İnsan-doğa ilişkileri ve insanların kendi aralarındaki ilişkilerinin genel yasalarını,
tarihsel evrim içinde değişik olarak uygulayan toplumlar kendine özgü toplumsal
yapılar meydana getiriler bu ise tarihsel olan sosyolojinin oluş nedenidir.16
12 A. g. e. s, 15. 13 A. g. e. 16. 14 A. g. e. s,15. 15 Ergun, Türk Birey Kuramına Giriş, İmge Kitabevi, Ankara, 2004, s, 53. 16 Ergun, Sosyoloji ve Tarih, s, 21.
10
Sosyolojinin ilgileneceği sorun şu olmalıdır. Toplumsal yabancılaşmanın
hangi grup ya da hangi sınıfın olanaklarını sınırlandırmakta ya da engellemektedir.
Doğa üzerinde dağılmış toplumların tarihsel evrim içindeki özel ve somut biçimleri
bu yasanın uygulanışındaki çeşitliliği gösterir. Bu çeşitlilik nasıl ve ne derece bir
yabancılaşma yaratmıştır ve bu yabancılaşma hangi insanların, hangi grupların,
hangi sınıfların özünü, olanaklarını ve gelişmesini engellemiştir; sosyolojinin
açıklayacağı en önemli sorun işte bu sorundur.17
Doğan Ergun’un sosyolojiyi tanımlaması, sosyolojinin ilgileneceği sorunları
ve sosyolojinin oluş nedenini ortaya koyması açısından onun Türkiye’de
sosyolojinin gelişmesine büyük katıları olduğunu göstermektedir. Doğan Ergun’un
sosyolojisi, toplumu bir bütün olarak gördüğü ve toplumsal olay ve olguların
sadece nedensel ilişkilerle açıklanamayacağını göstermektedir. Bizce sosyoloji her
şeyden önce toplum bilimidir ve toplum olanaklarının bilimidir. Ve nedensellik
yasaları, toplumu ve toplumsalı açıklamak için yeterli değildir. Bir yaşanan ilişkiler
bütünü olarak algıladığımız toplum, bize göre, karşılıklı etkileşim-karşılıklı ilişki
gerçeklerinde belirleyiciliğin ipuçlarını verir. Bize göre, açıklama yönteminin
oluşumu, diyalektik düşünceyle başlamalıdır.18
1.2- BATI SOSYOLOJİSİNE BAKIŞ
Batı düşüncesinin bir ürünü olan sosyoloji 19. yüzyılda ortaya çıkmıştır.
Bilindiği gibi sosyolojiyi başlatan Sanayi Devrimi ve Fransız Devrim’dir. Bu
devrimler sonunda toplumsal ilişkiler farklılaşmış, toplumsal sorunlar ortaya
çıkmıştır. Sosyoloji, toplumsal alanda meydana gelen sorunları çözümlemeyi amaç
edinerek kendi varlık nedenini oluşturmuştur.
Toplumların farklı coğrafyada bulunmaları ve toplumların kendine özgü
tarihleri ve belirleyicilikleri olmalarında dolayı her toplumun kendi gerçekliği ve
özgünlüğü olmuştur. Her toplumun kendine özgü bir sosyoloji anlayışı olmalıdır.
17 A. g. e. s,23. 18 Ergun, Türk Birey Kuramına Giriş, s, 143.
11
Çünkü her toplumun sosyo-ekonomik yapısı, kültürel ve tarihi yapısı farklıdır.
Dolayısıyla Batı’nın sosyo-ekonomik yapısının ürünü bir sosyoloji anlayışı ile
toplumumuzu açıklamamız olanaksızdır. Bir toplumu kendi özel ve somut tarihinden
kopararak başka bir toplumun ya da başka toplumların belirleyicilik kalıplarına
sığdırmaya çalışma ancak bilim adamını söz konusu toplumu tanımama niyetine ve
araştırma yapmama tembelliğine götürür. Kaldı ki, bir iki toplumun ya da bir kıtanın
özel ve sanat tarihiyle tarihsel evrimin evrensel ya da genel yasaları bulunabilir mi?
Burjuvazinin en ileri gruplarının yardımıyla feodaliteyi yenerek, yıkarak Fransız
monarşisinin aldığı biçim dünya toplumlarının ya da öteki Batı toplumlarının tarihsel
evrimleri içinde muhakkak alacakları bir biçim değildir. Kapitalist bir toplumun
tarihsel kategorileri ebedi kategoriler değildir; yani her toplumun tarihsel evrimi bu
kategorilerden ya da bu aşamalardan geçecektir anlamına gelmez. Bir somut başka
bir somutla ya da bir özel başka bir özelle açıklanamaz; fakat ancak genel yasa birliği
içinde çeşitliliği ile açıklanabilir.19 Görüldüğü gibi her toplumun kendine ait bir
tarihi ve yapısı vardır. Evrensel kabul edilen (Batı sosyolojisi) yasalarla açıklanamaz.
Doğan Ergun; Batı toplumları için şemalaştırılan, tarihsel evrimin sadece Batı
toplumları için geçerli olduğunu söylemektedir. Marx’ın tarihsel şemalaştırma
teorisine karşı çıkan Doğan Ergun; toplumların mekanik olarak ilerlemeyeceğini
söylemiştir. “Görülüyor ki, Marx’ın tarihsel şeması Batı Avrupa’daki tarihsel
kategorileri gösteren bir şemadır. Bu şemayı ya da bu tarihsel kategorileri dünyadaki
bütün toplumlar için ebedi şema, ebedi kategoriler sanmak ve bu yüzden onları,
bütün toplumların tarihsel evrimini açıklamak için uygulamak, işin ya da
araştırmanın başında yöntembilimsel en büyük yanlışlığa düşmek demek olacaktır.
Çünkü, bütün toplumlardaki gelişmeyi, on dokuzuncu yüzyılda Batı Avrupa’daki
gelişmeyi açıklamış olan tarihsel maddeciliği mekanik olarak uygulamakla
açıklamaya çalışmak, her toplumun özel ve somut tarihini araştırma alanına almamak
ve dolayısıyla inkar etmek demek olacaktır.”20
19 Ergun, Sosyoloji ve Tarih, s, 27. 20 Doğan Ergun, 100 Soruda Sosyoloji El Kitabı, Gerçek Yayınevi, İstanbul, 1993, s, 51.
12
Doğan Ergun; özellikle Amerikan sosyolojisinin toplumları bireysel ilişkileri
indirgeyerek açıklamaya çalışmasını ve sosyolojiyi mekanik psikolojiye
indirgemesine karşı çıkmaktadır. Amerikan sosyolojisinin eksik yönlerini şu şekil
belirtmektedir.21
• Genel olarak ya da genel eğilim olarak Amerikan sosyolojisi tarihsel
değildir. Tarihsel boyutu incelemez. Bu sosyoloji şimdiki toplumun
çözümlemesidir ve özellikle şimdiki Amerikan toplumunun
çözümlemesidir.
• Genel eğilim olarak Amerikan sosyolojisi çoğu zaman tümlüklerden
tüm toplumsal yapılardan hareket etmez; tümlüklerden ayrı olarak
tümlüklerle olan ilişkiler dikkate alınmayarak (çözümleme alanına
alınmayacak) kısımsal gerçekleri inceler; başka bir deyişle tümlükleri
ya da tüm gerçekleri pek çok öğe içinde eritir, kaybeder.
• Yine genel eğilim olarak Amerikan sosyolojisi kuramsal anlayışlarda
sınıf kavramına sınıf çatışmalarına mümkün olduğu kadar az yer verir
ya da hiç yer vermez.
• Toplumsal tabakalaşma konusunda çok incelemiş olan Amerikan
sosyolojisi bu konuyu sınıf sorunlarını ve sınıf çatışmalarını gözden
uzak tutarak işler, inceler.
Doğan Ergun; özellikle Batı sosyologlarının, sosyolojiyi insan davranışlarını
inceleyen bir bilim dalı olarak görmesi yani bir nevi sosyolojiyi psikolojiye
indirgeme anlayışına karşı çıkmıştır. İlişki kavramını, kişi ve grubun/toplumun
karşılıklı etki-tepkisine indirgeyen, toplumsal yaşantının kişilerarası ya da gruplar
arası ilişkiler yoluyla düzenlendiğini öneren bu sosyologlar, aslında sosyolojiyi,
yalnız insan davranışını inceleyen bir bilim sanan sahte ve yetersiz psikologlardır.22
Doğan Ergun’un; Batı sosyolojisine bakışını kısaca özetlemeye çalışırsak
şunları söyleyebiliriz. Genelde Batı, özelde Amerikan sosyolojisinin deneysel, tarih 21 A. g. e. s, 89. 22 Doğan Ergun, Kimlikler Kıskacında Ulusal Kişilik, İmge Yayınevi, Ankara, 2000, s, 69.
13
dışı, ilişkileri psikolojiye indirgeyen, çözümlemeleri parça parça çözmeye çalışan,
katı nedensel bağlar kurmaya çalışan ve doğa bilimlerine ait verileri sosyal bilimlere
aktarmaya çalışan bir sosyolojidir.
Şunu söylemek gerekirse; Batı sosyolojisi, Batı’nın hegomanyasına hizmet
eden bir bilim olmuştur. Özellikle Batı’nın değerlerini yaymaya çalışan sosyoloji
evrenselci bir bakış açısıyla bu durumu meşrulaştırmaya çalışmaktadır. Şurası
açıktır: sosyal bilimler, yeni çağın “bilmek yapabilmektir” sloganı altında
pozitivist/evrenselci bir epistemoloji içinde ve belli politik-ideolojik istek ve amaçlar
doğrultusunda yönlendirmiş bilgi faaliyetleri olarak kurumlaşmışlardır.23
1.3- TOPLUMSAL DEĞİŞME
Bilindiği gibi toplumlar sürekli değişirler bu değişmenin etkilerini Doğan
Ergun; iç etkenler ve dış etkenler olmak üzere ikiye ayırmıştır. 1- İç etkenler belirli
bir toplum içinde tehlikeli olabilen ve çatışmalar dönüşebilen baskılar ve
gerilimlerdir. 2- Dış etkenler, belirli bir toplumu değiştirebilen, bu belirli toplumun
ilişki halinde olduğu başka toplumların etkinlikleridir. Ve toplumların evrimi iki
nedenle diyalektik ilişkidir. 1- toplumu meydana getiren öğeler arasında bir iç
diyalektik vardır. 2- Toplumun öteki toplumlarla ilişkilerinde bir dış diyalektik
vardır.24
Toplumların değişime neden olan faktör ekonomik ve teknik alanlarda
meydana gelen gelişmelerdir. Toplumsal değişme; ekonomik ve teknik olarak alt
yapıda başlar ve üst yapıyı etkiler ve daha sonra diyalektik olarak üst yapıda alt
yapıyı etkiler. Toplumsal değişmeler insanlar arası, gruplar arası, sınıflar arası,
toplumlar arası dengenin değişikliklerini yansıtmaktadır. Ve ekonomi, teknik gibi alt
yapı olarak verilerdeki değişmeler diyalektiğin kaçınılmaz süreci içinde ahlak, dil,
hukuk vb. gibi üst yapı olgularını etkileyecek ve bu olgularda, yine diyalektik olarak
23 Doğan Özlem, “Evrensellik Mitosu Ve Sosyal Bilimler”, Sosyal Bilimleri Yeniden Düşünmek, Metis Yayınları, İstanbul, 2001, s, 58. 24 Ergun, Sosyoloji ve Tarih, s, 32.
14
ekonomik ve teknik değişmelerin düzenlenmesinde etkilerini gösterecektir.25
Görüldüğü gibi alt yapı-üst yapı diyalektiği ister istemez toplumların değişimine
neden olmaktadır. Buna bağlı olarak insanların rolleri, düşünce ve algıları da
değişecektir.
Doğan Ergun’a göre; toplumsal değişme araştırmalarını yapmak için şunların
yapılması gerektiğini söylemektedir. Toplumsal değişme araştırmalarını yapmak için
her tarihsel gerçeği, özgül bir gerçeğin sentez ya da sonucu olarak ele almak gerekir;
yani somut tarih içinde somut toplumların somut diyalektiği ele alınmalıdır; yoksa
toplumsal değişmeyi bütün insanlık için üstün ve geçerli olarak düşünülen, tasarlanan
bir ekonomik ve toplumsal modelle gözlenebilir çeşitli kültürel gecikmeler
arasındaki mesafede aramak soyutlukla çeşitlemeler yapmak demektir. Bir gerçekle
olmayacak bir şeyi karşılaştırmak demektir.26 Görüldüğü gibi toplumsal değişme
araştırmaları tarihsel gerçeği ön planda tutarak yapılmalıdır. Genel ya da evrenselci
bir bakış açısıyla toplumsal değişmeyi araştırmak sorunlu bir yaklaşım olmaktadır.
1.4- SOSYOLOJİDE NESNELLİK SORUNU
Bilim insanının nesnelliği incelediği alana göre farklılık göstermektedir.
Uğraştığı alan doğa bilimleri ise sosyal bilimlere nazaran daha objektif
olabilmektedir. Çünkü doğa insanın dışında bir araştırma anıdır. Bilindiği gibi bilim
adamı toplumundan, sınıfından, kültüründen ve tarihinden soyutlanamaz. Dolayısıyla
sosyal bilimlerin konusu ise toplum olduğu için bilim adamı ya da kadını objektif
olma konusunda sorun yaşayabilmektedir. Doğan Ergun; nesnellik konusunda
şunları söylemektedir; Bilindiği gibi sosyolog toplumun bir parçasıdır, dolayısıyla
konusu olan toplumu ve onun bütün ilişkilerini kendi önünde, kendi dışında ve
gerçek içindedir. Sosyolog; konusu ya da konuları önünde aldığı tutum
matematikçinin, fizikçinin, kimyacının tutumundan farklıdır. Örneğin toplumu,
toplumsal yapıyı, insan, insan iradesini, değişik toplumsal güçlerin toplumsal
çıkarlarını; fikirleri, ideolojileri, kamuoyunu, kurumları inceleyecektir. Bir insan
25 A. g. e. s, 34. 26 Ergun, 100 Soruda Sosyoloji El Kitabı, s, 100.
15
olarak sosyologun kendisinin yukarıda sayılanların içinde bulunması, kısacası insan
olması yine özne ile nesne arasındaki kısımsal özdeşliği gösterir. Bu bakımdan
nesnellik sorunu insan bilimlerinde başka doğa bilimlerinde başka bir tutum
gerektirmektedir.27
Doğan Ergun; sosyal bilimlerde nesnellik sorununun bilimsel yöntem ideolojisi
ile çözülebileceğini söylemektedir. Aslında ideoloji bir bilinçlenmedir. Bilimsel
ideolojiye ya da bilimsel bilinçlenmeye ulaşmak için nesnellikten hiçbir zaman
ayrılmamak gerekir. Ve nesnellik bilim adamına ya da araştırmaya en kesin, en
bilimsel yöntemin ideolojisi verecektir. Bilimsel yöntemin ideolojisi, yöntemin
ideolojisidir.28
Doğan Ergun’a göre ideolojinin bilimsel olabilmesi için sosyologun öznellikten
uzaklaşması ve kısımsal özdeşliği azaltması ile mümkün olabileceğini söylemektedir.
İdeolojinin bilimsel olabilmesi için iki ilkenin olduğunu söylemektedir. 1- Bilimsel
inceleme hiçbir değer yargısı kurmamalıdır. 2- Araştırmacı kendini nesnel gerçekten
uzaklaştırabilecek iyi ya da kötü her türlü kişisel dilek ve duygudan kurtulmalıdır.29
Ve bu ilkelere uygun olarak şu kurallar geliştirilebilir.30
• Araştırma yöntemi mümkün olduğu kadar nesnelliği yansıtacak
biçimde oluşturulmalıdır.
• Nicel ve nesnel bir denetleme mümkün olduğu kadar
uygulanabilmelidir.
• Evrensel olarak kabul edilen bir terminoloji ve işlemsel tanımlar
gereklidir.
• Bilim adamları bilimi ilerletecek yönde çalışmalarını
yoğunlaştırmalıdır.
27 A. g. e. s,116. 28 Ergun, Sosyoloji ve Tarih, s, 40. 29 Ergun, 100 Soruda Sosyoloji El Kitabı, s, 117. 30 A. g. e. s, 118.
16
• Şimdiki bilgiyi aşma düşüncesini bilim adamı her zaman kafasında
taşımalıdır.
Kısaca nesnellik konusunda şunları söyleyebiliriz. Bilimsel ideoloji
sosyologa kuram ve yöntem bakımından öncülük eder. Sosyologun araştırmalarının
nesnel bir şekilde yürümesine izin verir. Her bilimsel ideolojiye nesnel bir gerçek
tekabül eder ya da başka bir deyişle, gerçek ideoloji, nesnel araştırmaların sonucu
olmalıdır.31
31 Ergun, Türk Birey Kuramına Giriş, s, 125.
17
2- DOĞAN ERGUN’DA TARİH ANLAYIŞI
Bilindiği gibi sosyoloji toplumsal yapıyı anlamaya ve açıklamaya çalışan bir
bilim dalıdır. Bundan dolayı sosyoloji toplumsal yapı ya da süreçleri açıklarken
tarihten yararlanmalıdır. Bilinmelidir ki toplumsal olay ve olgular toplumsal
olduğu kadar da tarihseldir. Tarihte kendi alanı ile ilgili araştırma ve
incelemelerinde sosyolojiden yararlanmalıdır. Ne de olsa ikisinin alanı birbirlerine
çok yakındır. Tarih ile sosyoloji, her zaman için düşüncel komşulardır, aynı dili
konuşurlar. Tarih ile sosyoloji arasında sağırlar diyalogunu kaldırmak önemlidir.
Sosyologların tarihsel yönelmeleri ve tarihi kendilerine ilgi odağı seçmeleri ve
tarihçilerin de sosyolojiye ve teoriye ilgi duymaları sosyal bilimciler açısından
önemli bir gelişmedir. Tarihçiler ile sosyologların birbirine yaklaşmaları ikisinin de
yararına olacaktır.32
2.1- TARİH NEDİR?
Tarih, insanların bilinçli müdahalesiyle gerçekleşmiş değişmelerin birikmeli
bir toplamıdır.33 Bir başka tanıma göre; doğa, toplum ve insanla ilgili geçmişte
meydana gelen olayları inceleyen bilim34 olarak tanımlanmakta ve toplumsal
yapıyı anlamamızda ve açıklamamızda yol gösterici bir bilim olarak görülmektedir.
Şunu söylemek gerekirse tarih sadece geçmişi incelemez aynı zamanda
geleceğe ışık tutarak öngörülerimizi kuvvetlendirir. Dolayısıyla tarih geleceği de
incelemiş olur. Bu konuda Doğan Ergun şunları söylemektedir. Tarih
anlayışlarımız da, şu boyutları içermektedir, kapsamaktadır: Tarihin varlıkbilimsel
(ontolojik) temeli, insanın başka insanlarla ilişkisidir. İnsanların, toplumla
ilişkilerine göre değişen, tarihte bir yeri, bir rolü, bir dünya görüşleri olmuştur.
Yaşantıya sürükleyen, zaman hareketi olduğuna göre, tarih bir süre diyalektiğidir;
çünkü süreye göre ve süre sayesinde tarih, ilişkileri ve olguları inceler; şu halde
32 Sezgin Kızılçelik, Sefaletin Sosyolojisi; Anı Yayıncılık, Ankara, 2002, s, 68. 33 Kadir Cangızbay, Sosyolojiler Değil Sosyoloji, Öteki Yayınevi, Ankara, 1996, s, 37. 34 Sezgin Kızılçelik ve Yaşar Erjem, Açıklamalı Sosyoloji Sözlüğü, s, 539
18
tarih, geçmişi inceler. Tarih şimdiki zamanı da inceler; çünkü yukarda da
söylendiği gibi, şimdiki zaman geçmiş zamanların gerekli bir sonucudur ve onlarla
ilişki halindedir. Bu sonucun, bu ilişkilerin gücünü ve anlamını, bir başka deyişle,
niceliğini ve niteliğini anlayabilmemiz, açıklayabilmemiz, toplum olarak kendimizi
tanımamız demek olacaktır. Her devir, bir sonraki devrin nedenlerini içinde taşır.
Geçmiş zamanların birikimiyle şimdiki yaşantımız arasında kurulacak, ilişki
davranışlarımızdaki şartlanmayı belirler. Şimdiki, toplum olarak olumlu yanlarımız
nelerdir, olumsuz yanlarımız nelerdir; bunların oluşumu nasıl başlamış ve hangi
aşamalardan geçmiştir; kısaca bu olumluluk-bu olumsuzluk nasıl bir şartlanma
olarak sonuçlanmıştır; bu şartlanma insan olanaklarını hangi derecede ve hangi
ölçüde gerçekleştirmiş ya da yabancılaştırmıştır. İşte bu açıdan tarih, geleceği de
inceler.35
Görüldüğü gibi tarih sadece geçmişi inceleyen bir disiplin değildir. Tarih;
geçmiş, bugün ve geleceği bütünlük içerisinde değerlendiren bir disiplindir. Tarih
bir toplumsal bilinç biçimi olarak; geçmiş, güncel ve geleceğe; başlangıç ile
sonucu; yaşanmış olanla yaşanacak olanı diyalektik bir bütün içinde ele alan; temel
olgular kadar başlangıç noktalarındaki detayları da dikkate alan, yorumlayan,
değerlendiren; insanla doğa ilişkisi temelinde ekolojik öğeyi esas alan; insan
emeğinin geçmişten beri yarattığı bütün maddi ve manevi değerler üzerinde ilerici
insanlık ile egemenler arasındaki, basitten karmaşığa gelişen çok yönlü, çelişki,
çatışma ve mücadeledir. Tarih ve gelenek ne ise günümüz ve gelecek odur.36
2.2- SOSYOLOJİ VE TARİH
Tarih ile sosyoloji arasında bir yakınlık vardır. Çünkü iki bilimin nesnesi
aşağı yukarı aynıdır. Bu konuda Sezgin Kızılçelik şunları söylemektedir; tarih ve
sosyoloji sui generis olarak düşünmek ve bu konuda tutucu davranmak doğru
değildir. Tarih ile sosyoloji birbirleriden çok farklı disiplinler değildirler. Söz
35 Ergun, Kimlikler Kıskacında Ulusal Kişilik, s, 76. 36 Ferhat Pir, Tarihe Demokratik Ve Ekolojik Yaklaşım, Berdan Yayınları, İstanbul, 2003, s, 23.
19
konusu iki disiplin sosyal bilimler içinde birbirlerine en fazla yaklaşabilecek en
yakın düşünsel konulardır. İkisi de aynı konu ve sorunlar üstünde durur.37
Görüldüğü gibi birbirlerine yakın olan bu disiplinler toplumsal gerçeği ve
tarihsel gerçeği çok yönlü ve karşılık ilişki içerisinde inceler. Dolayısıyla bu iki
disiplinin araştırma ve incelemelerinde birbirlerini desteklemeli ve beslemelidirler.
İnsanların doğayla olan ilişkilerinde ya da kendi aralarındaki ilişkilerinde
genel yasaları tarihsel evrim içinde farklı uygulayan toplumların kurumları, fikirleri
ve insan tipleri farklı olmaktadır. Doğan Ergun bu konuda şunları söylemektedir;
Toplumsal yapıların bağlı olduğu tarihsel koşulları değişik toplumlarda değişik
kurumlar, değişik erkek, kadın, çocuk tipleri oluşturmuştur. Bu yüzden genel
yasalara, genel tiplere, öteki bilimlerde de olduğu gibi soyutlamayla giden
sosyolojinin bütün somutluğu özel tarihlerde, özel şekillerde kendini
gösterecektir.38
Sosyoloji ile tarihin ilişkili olması gerektiğini ve bunun zorunlu olduğunu
söyleyen Doğan Ergun şunları söylemektedir; Tarih ile sosyoloji arasındaki ilişki
zorunludur, insanlar-doğa ilişkilerinin ve insanların kendi aralarındaki ilişkilerin
genel yasalarını tarihsel evrim içinde değişik olarak uygulayan yani değişik olarak
yaşayan toplumların kendine özgü niteliklerin başta gelmesi, dolayısıyla kendine
özgü toplumsal yapıların oluşması, özellikle toplumsal yapıları inceleyen
sosyolojinin tarihle, daha doğrusu özel tarihle ilişkisini kendiliğinden gerektirir.39
Doğan Ergun’a göre; tarihsel veriler olmadan bir toplum anlaşılamaz,
bilinmelidir ki bir toplum tarihiyle vardır. Belirli bir toplumda ya da bütün
toplumlarda tarihsel evrim içinde, doğadan düşünceye kadar çeşitlilik kaynakları ve
dereceleri arasında, bunların hepsini belirleyen genel yasaların bulunması,
bilinmesi, uygulanması söz konusudur artık. Ve bundan hareket ederek çeşitlilikleri
37 Kızılçelik, Sefaletin Sosyolojisi, s, 67. 38 Ergun, Sosyoloji ve Tarih, s, 22. 39 Ergun, 100 Soruda Sosyoloji El Kitabı, s, 123.
20
aşamaları içinde özelleştirmek söz konusudur. Çünkü genel yasa saptandıktan
sonra, bütün amaç, özeliklerin, somut şekillerin açıklanması olmalıdır. Tarihsel
veriler, tarihsel gerçekler olmadan hiçbir toplum anlaşılmaz, açıklanmaz. Bir
toplumun görüntüsü kendi tarihi ile bezenmiştir; “tarihsel özgüllük ilkesi” işte
budur. Bir tarih kuramı ile sosyolojinin baş konusu toplumsal yapı kuramı asla
birbirinden ayrılamazlar. Genel kuram ne gibi bir düzenlilik olanağı ortaya
koyuyor; çeşitlilik ne gibi bir düzenlilik kaynağı oluyor; ya da çeşitlilik düzenlilik
olanağını nasıl kolaylaştırıyor; işte bunları açıklayacak olan somut sosyolojidir.40
Görüldüğü gibi tarihsel veriler ya da tarihsel gerçekler bir toplumun tarihsel
özgünlüğünü ortaya koymaktadır. Tarihsel veriler ile sosyal yapının hiçbir zaman
birbirinden ayrılmaması gerekmektedir.
Değişme sürecini anlamak için, “tarihsel özgüllük ilkesi”nden hareket etmek
gerekir. Her toplum tarihinin ayrı bir özelliği varsa, özel tarihsel evrim yasaları
olacak demektir. Bir toplumun yaşantısı ya da bir toplumun yapısı genel yasalarda
temellendirildikten sonra, sosyoloji, tarihsel evrim aşamalarını, somut özellikleri
içinde incelemelidir. Kısacası, birey, toplum, tarih sorunları bir arada, bir bütün
halinde incelenir: tarih, sosyolojinin can damarıdır ve insan psikolojisinde ancak
tarihle uyum halinde bir sosyolojiye dayanmalıdır.41 Görüldüğü gibi bir toplumun
tarihi kendine özgü bir toplum meydana getirdiğini ve tarih ile sosyal yapının
karşılıklı etkileşim içinde olduğu görülmektedir. Bilindiği gibi tarih toplumun
dışında bir yerde üretilmediğine göre, daima ve mutlaka bir toplumsal gerçeklik
olarak üretilen ve yaşanan tarihsel gerçekliğin ne tür bir toplumsal gerçeklik
olduğunu ortaya koymak gerekir.42
Bilindiği gibi tarihin pragmatik bir yararı yoktur. Uygulamalı bir değeri de
yoktur. Tarihin yararı günümüzü anlamayı ve açıklayabilmemiz ile ilgilidir. Doğan
Ergun bu konuda şunları söylemektedir; Tarihin gerçek yararı, bugünü anlamamız
ve açıklayabilmemiz için, bağlı bulunduğumuz koşullar evrim içinde hangi
40 Ergun, Sosyoloji ve Tarih, s, 24. 41 A. g. e. s, 24. 42 Cangızbay, Sosyolojiler Değil Sosyoloji, s, 43.
21
ilişkilerin sonucudur, bunu öğretmektir. Buna dayanarak, somut sosyoloji, koşullar
insanı ne derece yabancılaştırmış ve insanı yabancılaştıran ilişkilerin özelliği nedir,
evrim nedir, bunları açıklamaya çalışacaktır. Tarih hareket ve değişmedir, hareket
ve değişmenin toplumdan topluma değişen özelliği somut sosyolojiyi ilgilendirir.43
Sosyoloji ile tarih arasındaki ilişkiyi kısaca özetlemeye çalışan Doğan Ergun
şunları söylemektedir; bir toplumu kendi özel ve somut tarihinden kopararak başka
bir toplumun ya da başka toplumların belirleyicilik kalıplarına sığdırmaya
çalışmak, ancak bilim adamını söz konusu toplumu tanımama niyetine ve araştırma
yapmama tembelliğine götürür. Kaldı ki, bir-iki toplumun ya da bir kıtanın özel ve
somut tarihiyle, tarihsel evrimin evrensel ya da genel yasaları kurulabilir mi?
Burjuvazinin en ileri gruplarının yardımıyla, feodaliteyi yenerek, yıkarak Fransız
monarşisinin aldığı biçim, dünya toplumlarının ya da öteki Batı toplumlarının
tarihsel evrimleri içinde muhakkak alacakları bir biçim değildir. Kapitalist bir
toplumun tarihsel kategorileri ebedi kategoriler değildir; yani her toplumun tarihsel
evrimi bu kategorilerden ya da bu aşamalardan geçecektir anlamına gelmez, bir
somut başka bir somutla ya da bir özel bir özelle açıklanamaz; fakat ancak genel
yasa birliği içinde çeşitliliği ile açıklanır.44
Söylediklerimizi toparlamaya çalışırsak şunları söyleyebiliriz. Bilindiği gibi
toplumsal olay ve olguların aynı zamanda tarihsel olduğu ve tarihsel olguların ise
aynı zamanda toplumsal olduğudur. Sosyoloji, tarihten yararlanarak toplumsal
yapıyı ya da toplumsal sorunları çözebilir. Bu anlayışı dışlayan bir tutum gerekli
verimi ya da başarıyı yakalayamaz. Toplumların aynı zamanda tarihsel olması bu
toplumların farklılıklarını işaret etmektedir. Bilindiği gibi tarihsel belirleyicilikler
toplumları farklı kılmaktadır. Sosyoloji biliminin bunun farkında olması ve
yaklaşımın bunun üzerinde şekillendirmesi gerekmektedir. Tarihsel verilerden ve
belgelerinden yararlanmayan bir sosyoloji toplumu resmetmiş olur ve bu ise o anı
yakalamanın dışında bir şey sağlamaz bu ise Amerikan sosyolojisinin anlayışına
denk düşen bir yaklaşım olur. Genel olarak diyebiliriz ki; sosyoloji evrende var
43 Ergun, Sosyoloji ve Tarih, s, 25. 44 A. g. e. s, 27.
22
olan olgular arasında kendisine konu olarak “toplumsal olguları” seçer.
Sosyolojinin konusu olan “her toplumsal olgu tarihsel bir olgudur ve her tarihsel
olgu da toplumsal olgudur.” Bu sosyolojisiz tarihi tarihsiz sosyoloji olmayacağı,
her birimin bir diğeri için bir ön-koşul olduğu anlamına gelir. Bu durumun doğal
bir sonucu olarak tarihsel gerçeklikler, veriler, bilgiler ve belgeler olmaksızın
sosyolojiler var olan toplumun yapısını anlayamaz ve değiştiremez.45
45 Kızılçelik, Sosyoloji Yazıları I, s, 83.
23
3- DOĞAN ERGUN’DA YÖNTEM ANLAYIŞI
3.1- YÖNTEM NEDİR?
Yöntem denince insanın aklına ilk gelen şey, araştırmanın amacına ulaşması
için izlenen yol gelmektedir. N.Çelebi; yöntemi şu şekil tanımlamaktadır.
Günümüzde yöntem genel olarak belirlenmiş bir hedefe doğru gerek yürüme faaliyeti
gerek uzanan yolun kendisi anlamında kullanılmaktadır.46 Doğan Ergun ise yöntemi
şu şekilde tanımlamaktadır; yöntem “nasıl”a cevap verir; bir amaca göre bir
araştırma planıdır. Yöntem bir idraktır, düşüncel bir girişimdir, düşünce de bir
tutumdur; ya da bir bilimin amacına ulaşmasını sağlayan zihinsel tutumların ve
düşüncel girişimlerin bütünlüğüne yöntem denir. Ve yöntemin görevi araştırma
konusunu anlaşılır, kavranır kılmaktır. En kesin en bilimsel yöntem nesnel gerçekliği
en çok yansıtan yöntemdir.47
Bir araştırmada yöntem kadar önemli olan bir unsur var ki biz buna kuram
diyoruz. Bilindiği gibi kuramlar geneli açıklayıcı önermeler sistemidir. Doğan Ergun
bununla ilgili şunları söylemektedir; Bilim adamının görevi kuramla araştırma
arasındaki ilişkiyi kurmasıdır. Kuramla genel yasa aynı anlama gelmektedir. Bir nevi
eş anlamlı olarak kullanılabilir. Kuramı tanımlamak gerekirse; bilim önce genelin
bilimi olduğuna göre ve genel belirleyiciliğe öncelik verdiğine göre; genelliği
açıklayıcı ve genel belirleyiciliği buldurucu yüzyılların ve şimdiki zamanın
gözlemler (dengeli) düşünceleri, bilimsel verileri bir öneriler sistemi kurar ki buna
kuram diyoruz.48 Bu tanımlardan da anlaşılıyor ki kuram genel yasanın eş anlamı
olarak kullanılmaktadır gerçek olan da budur. Çünkü kuram ve genel yasa olarak iki
aynı deyim aynı kavramı göstermektedir. Fakat, kuramı, genel bir yasa olduğu gibi
bir genel yasalar bütünü de olur. Kuramlar tarihsel evrimin ve toplumsal evrimin
gerekli sonucu olarak bilimlerdeki evrime göre değişirler bu değişiklik onların geçici
olduklarını gösterir. Fakat bu gerçeklik onların açıklamaya yardımcı olmalarını
46 Nilgün Çelebi, Sosyoloji ve Metodoloji Yazıları, Anı Yayınevi, Ankara, 2001, s, 131. 47 Ergun, Sosyoloji ve Tarih, s, 56. 48 A. g. e. s, 54.
24
geçici kesinlik taşımlarını engellemez. Her yeni kuram yeni bir kesinlik getirir ve bu
bilimlerin ilerlemesi kesinliğin değiştiğini gösterir.49
Bazı bilim adamları yöntem ile araştırma tekniklerini birbirine
karıştırmaktadır. Bu konuda Doğan Ergun şunları söylemektedir; yöntem ve
araştırma teknikleri birbirinin yerine kullanılmaktadır. Hemen söyleyelim ki, bu
kavram kargaşasının nedeni sosyolojik kuram ile sosyolojik araştırma arasındaki
kopukluk, ilişkisizlik ya da dengesizliktir. Başka bir deyişle, neye göre ve nasıl
araştırılacaktır bunu bilmemektir. Bilindiği gibi yöntem teknikten önce gelir,
teknikler amaca ulaşmak için gerekli araçlardır. Bir araştırmada olguları kurmak ya
da yerleştirmek onları çözümlemek ve varsayımları doğrulamak için işlemlere teknik
deriz.50 Bu durum aslında kavram kargaşasına neden olmaktadır. Bu ise araştırmanın
sağlığı için doğru bir yaklaşım değildir. Yöntem ve araştırma teknikleri birbirine
karıştıranlar ya da onları farksız biçimde söz konusu edenler, sosyolojik kuram ile
sosyolojik araştırma arasında bir ilişki kurmayan bir denge sağlayamayan,
dolayısıyla kuram ve araştırma arasında kopukluk yaratan araştırmalardır. Ve
yöntemle araştırma tekniği farksız bir biçimde söz konusu edenler araştırmaya
yöntemsiz başlayan ya da araştırmada yöntem uygulamayan araştırmacılardır. Başka
bir deyişle neye göre, ne, nasıl araştıracaktır bunu bilmeyenlerdir.51
Bir araştırmacı araştırdığı alanla ilgili sadece bir yöntem belirler ve bu
yöntem araştırmanın sonuna kadar devam eder. Oysa bir araştırmada kullanılacak
teknikler birçoktur ve araştırma süresince bir çok teknik kullanılabilir. Doğan Ergun;
sosyolojik araştırmada genel olarak üç teknik kullanılabileceğini belirtmiştir.
1- gözlem teknikleri, 2- mülakat teknikleri, 3- istatistik teknikleri. Her şeyden önce
belirtmek gerekir ki sosyolojide üç teknik genel tipi olarak özetlenen araştırma
teknikleri bir bütündür, bir bütün olarak ele alınır; yani sosyolojik araştırma boyunca,
bu teknikler ya birlikte uygulanırlar ya da art arda gelerek uygulanırlar.52
49 Ergun, 100 Soruda Sosyoloji El Kitabı, s,103. 50 Ergun, Sosyoloji ve Tarih, s, 58. 51 Ergun, 100 Soruda Sosyoloji El Kitabı, s, 111. 52 A. g. e. s, 111.
25
Doğan Ergun; yöntem konusunda çokçuluğun sakıncaları olduğu
söylenmiştir. Ona göre araştırmalar monist bir yaklaşımla incelenmelidir. Plüralist
bir yaklaşım gerçeği parçalara bölerek incelemekte bu ise, gerçekliğin anlaşılması
güçleştirmektedir. Dolayısıyla yöntem tek olmalıdır. Her yöntem bir tutumdur. Fakat,
gerçeğe yol tektir bu gerçeğe incelemek için birden fazla yöntem uygulamak, birden
fazla tutum almak demektir. Ve bu tutumlar arasında farklar vardır; tutum farkları
giderek arttırmak yerine, bu tutumlardan en kesinini, en bilimselini almak, nesnel
gerçek için tek ve tekçi (monist) bir yöntem ideolojisini kurmak demek olacaktır ki,
bu da bilimsel yöntem ideolojisidir.53
Şunu özetle söylemek gerekirse; bir sorun için en uygun yöntem seçildikten
sonra bu yöntemin uygulama ayağını araştırma teknikleri oluşturur. Araştırma
tekniklerini yaratan yöntemdir ve yöntem araştırma tekniklerinden önce gelmelidir.
Günümüzdeki sosyoloji bilimi diğer bilim dallarını kullandığı araştırma tekniklerini
kendine göre geliştirerek kullanmaktadır. Doğan Ergun bu konuda şunları
söylemektedir; yeni bir bilim dalı olan sosyoloji, kendine özgü araştırma teknikleri
oluşturmaktan daha çok, öteki insan bilimlerinin araştırma tekniklerini kendi
amacına göre geliştirerek kullanmaktadır. Örneğin, sosyoloji, coğrafyadan, harita ve
fotoğraf gözlemlerini, tarihten karşılaştırmacılığı, içerik çözümlemesini (muhteva
analizi) psikolojiden, mülakat ve anketleri, etnografyadan, sesli belgeleri, eşya
koleksiyonlarını; ekonomiden, evrim eğrilerini ve ayrıca matematiğin, istatistiğin
rakamlı verilerini alır kullanır.54
3.2- SOSYOLOJİDE YÖNTEM SORUNSALI
Genelde toplumsal bilimlerin özelde sosyolojinin yöntem olarak doğa
bilimlerinin yöntemini kullanması epistemolojik bir hatadır. Özellikle deneysel
yöntemin sosyolojide kullanılması toplumsal gerçeği anlama ya da çözümlemede
yetersiz kalmaktadır. Doğan Ergun; bu konuda şunları söylemektedir; her şey niteliğe
53 A. g. e. s, 107. 54 A. g. e. s, 110.
26
göre gelişmekte ve değişmektedir. Toplumda daha hızlı değişmektedir. Ve her
toplumsal olgu tarihsel bir olgudur ya da toplumsal bilimler tarihsel bilimlerdir.
Tarih tekerrür değildir; yani bir toplumda koşullar daha hızlı değiştiği için aynı
şeyleri (aynı toplumsal olgular-aynı toplumsal ilişkiler) tekrarlama olanağı yoktur.
Toplumda aynıyla hiçbir şeyin tekrarı yapılmaz. Yapılmayınca da sosyoloji de deney
bir bilgi kaynağı olamaz, bu yüzden de sosyoloji deneysel bir bilim olamaz.55
Görüldüğü gibi toplumların tarihsel olmasından dolayı toplumsal olay ve olgular
tekrar edilmez. Dolayısıyla deneysel yöntem toplumsal ilişkileri açıklama ve
anlamada yetersiz kalmaktadır. Deneysel yöntem; toplumsal gerçeğin tarihsel yanını,
bütünsellik yanını unutmaktadır. Bir kere, anlaşılmıştır ki, sosyoloji, yalnız pozitif
bir bilim değildir. Çünkü, sosyoloji, yalnız gözlenebilen ve deneyi yapabilen
toplumsal olay ve olguların yalnız maddesel yanlarını incelemekle, açıklamakla
yetinmez. Çünkü toplumsal gerçek, yalnız gözlemlerle açıklanmaz. Toplumsal
gerçek aynı zamanda da toplumsal bir gerçektir. Her toplumsal olgu tarihsel bir
olgudur.56
Toplumu, laboratuar ortamında anlamaya çalışan, gerçekliği yapay bir
atmosferde incelemeye çalışan deneysel yöntem sosyolojik bir yöntem değildir.
Doğan Ergun bu konuyu şöyle değerlendirmektedir; sosyolojik olguların ya da
sosyolojinin konularının niteliği ve gerçek boyutları deneysellikle bağdaşmaz.
Deneyin ihtiyaçları için kurulan suni grup (laboratuar grubu) sosyolojik bir anlam
asla taşımaz. Bu grup gerçek çerçevesinden gerçek toplumundan ayrılması demektir.
Sosyolojinin konusu bireylerarası ilişkilerle sınırlanırsa sosyoloji toplumun temel
sorunlarını incelenemez çözümleyemez. Deney için yararlanılan laboratuar alanı ve
öğeleri toplumsal gerçeğin tümünü hiçbir zaman bir araya getirmez. Zaten deneyin
suni olduğunu göstermeye bu durum yetmemektedir.57 Bu konuda J. Habermas
şunları söylemektedir; Analitik-emprik işlem biçimleri yalnızca, kendi tanımladıkları
bir deneyim biçiminde tahammül ederler. Sadece fiziksel davranışın, yalıtılmış bir
alanda, yeniden üretilebilir koşullarda, istenildiği gibi değiştirilebilir özneler
55 A. g. e. s, 104. 56 Ergun, Yöntemi Bulmak (Türkiye’de Toplumsal Bilimlerin Bunalımı), s, 28. 57 Ergun, 100 Soruda Sosyoloji El Kitabı, s, 113.
27
tarafından düzenlenen denetimli bir biçimde gözlemlenişi özneler arasında geçerli
algılama yargılarına izin veriyor görünmektedir.58 Görüldüğü gibi deneysel yöntem
toplumsal olay ve olguları çözümlemekte yetersiz kalmaktadır. Toplumsal olay ve
olguların tarihsel olması deneysel yöntemin uygulanmasını zorlaştırmaktadır.
Toplumun birçok öğeden meydana gelmesi ve aralarında karşılıklı bağımlılık
ilişkisinin olması ve böyle bir durumda toplumsal olayların, toplumsal gerçeklikten
soyutlanarak deneysel olarak incelenmesi eksik ve hatalı bir yaklaşım olur.
Bazı bilim adamlarının toplumsal gerçekliği işlev kavramıyla açıklamasının
yetersiz olduğunu söyleyen Doğan Ergun bu konuyu şu şekil değerlendirmektedir;
kimi sosyolojiler ve kimi sosyologlar toplumsal olay ve olguların nedenlerini
anlamak ve açıklamakta karşılaştıkları yöntembilimsel yetersizlik ve ideolojik
eğilimlerinden dolayı, toplumsal olay ve olguların çözümlenmesini, açıklanmasını
işlev kavramıyla yapmaya yöneldiler. Fakat bu tavır toplumsal şey ve olguların niçin
var olduklarını açıklayan, ama, toplumsal şey ve olguların niçin değiştiklerini
açıklamayan, adı üstünde, işlevselci bir tavırdı; işlevselcilikti. Ve işlevselcilere göre,
bütün sosyolojik olgular ya da toplumsal yaşantının bütün öğeleri, bütün boyutları
işlevsel çözümleme ile anlaşılabilirdi. Aslında toplumsal değişme süreçlerinin bütün
anlarını ve bütün boyutlarını açıklamayacak bir yöntemin, sosyolojiyi
geliştiremeyeceği/zenginleştiremeyeceği kesindir. Bir toplumdaki yabancılaşmaları
açıklamayacak olan, ve bir toplumda insan iradesini aydınlığa çıkaramayacak olan
yani, bir toplumdaki insan olanaklarının saptayamayacak olan bir yöntem yani
belirleyici olamayan bir yöntem kanımızca bilimsel yöntem adını taşımamalıdır,
taşıyamaz.59 Görüldüğü gibi toplumsal değişmeyi açıklamakta zorluk çeken
işlevselci yöntem aynı zamanda toplumsal olanak ve belirleyicilikleri açıklamada
güçlük çekmektedir.
Vücudu ve düşünceyi birbirinden ayıran, toplumsal hareketi ve bütünlüğü
dışlayan davranışçı yöntem, toplumsal gerçeği açıklamakta yetersiz kalmaktadır. Bu
konuda Doğan Ergun şunları söylemektedir; Descartes’ten beri, vücudu ve düşünceyi
58 Jürgen Habermas, Sosyal Bilimlerin Mantığı Üzerine, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 1998, s, 23. 59 Ergun, Yöntemi Bulmak (Türkiye’de Toplumsal Bilimlerin Bunalımı), s, 43.
28
birbirinden ayırmanın kapsayıcı olması gereken yöntembilim çalışmalarını daralttığı,
kısırlaştırdığı, hatta tıkadığı ve dolayısıyla bilim için bir kötülük olduğu bilinmeyen
bir şey değildi!... Çünkü, vücudu ve düşünceyi birbirinden ayırmak, toplumsal
gerçekteki hareketi ve bütünlüğü göz ardı ederek, toplumsal gerçeğin önünü
oluşturan pek çok öğeyi yok saymak demekti. Yani bu tavır, yöntem bulmayı
kolaylaştırdığı gibi, tersine yöntemin oluş nedeni/varlık nedeni olan nasıla cevap
aramayı işin başında sonsuz bırakan bir olumsuzluktur… ve üstüne üstlük, bilime
yapılan bu kötülük yetmiyormuş gibi, yirminci yüzyılın başında, düşünceyi dikkate
almayarak ya da düşünceyi dışlayarak davranışa öncülük veren/görünen davranışçılık
kötülüğe kötülük katmıştı.60
Toplumları açıklamaktan çok tasvir etme anlayışını ön planda tutan
karşılaştırma yöntemi; kavramsal bilgiye yeteri kadar önem vermemektedir. Doğan
Ergun, bu konuda şunları söylemektedir; karşılaştırma yöntemi “dolaylı bir deneyim
biçimi/dolaylı bir araştırma biçimi”dir. Ve bu işleviyle karşılaştırma yöntemi,
açıklamaktan çok tasvir etmektedir. Ve karşılaştırma yönteminin yararlı olabilmesi
ve bilimsel değer taşıyabilmesi için kavramsal bilgiye ihtiyaç vardır. Yani,
karşılaştırmayı temel alan ya da karşılaştırılan gerçeklerle/toplumlarla ilgili
kavramsal bilgiye ihtiyaç vardır. Bu kavramsal bilgilerin de mümkün olduğu kadar
çok olarak toplumsal gerçekleri ya da araştırılan konuları yansıtmaya yönelik
olmaları gerekir.61
Yapısalcılığın, tarihsel evrimi reddediğini ve toplumsal gerçeği kuramsal
alana sıkıştırdığını biliyoruz. Bu konuda Doğan Ergun, şunları söylemektedir; bize
göre; çözümlenemezlik ya da açıklanamazlık olan bu yöntembilimsel tıkanıklığın
başka iki nedeni; yapısalcılığın tarihsel evrimi reddetmeyi ve yine yapısalcılığın, her
devirde insanların düşünce ve yaşama tarzlarını kuramsal bir yapının etkisi
altındaymış gibi algılamak istemesidir.62
60 A. g. e. s, 51. 61 A. g. e. s, 53. 62 A. g. e. s, 53.
29
3.3- DİYALEKTİK NEDİR?
Doğan Ergun, tarafından kritik edilen yöntemlerin (işlevselci, deneyci,
yapısalcı, karşılaştırmacı) toplumsal gerçeği açıklamada yetersiz oldukları ya da
başarısız olduklarını söylemiştir. Toplumsal gerçeği en iyi açıklayan yöntemin
bütünlükçü yöntem daha doğrusu diyalektik yöntem olduğunu söyleyen D. Ergun,
şunları söylemektedir; bilinmelidir ki toplumsal süreç ya da toplumsal gerçek
tümdengelimci yaklaşımla yani diyalektik yöntemin bütünlükçü bakış açısıyla
açıklanabilir. Bilimin amacı açıklamadır ya da yorumlamadır; betimleme ya da tasvir
etme değildir. Betimleme anlayışı toplumsal gerçeği deney ortamında inceleyen
anlayışın ürünüdür. Toplumsal gerçek bütünlükçü yani diyalektik yöntemle
açıklanabilir. Çünkü bilim, betimleyici-tasvirci değil, açıklayıcıdır. Bu açıklayıcılık
aynı zamanda bir sonuç çıkarmacılık olduğu için bir bütünlükten, bir kavramsal
çerçeve bütünlüğünden kaynaklanacaktır, hareket edecektir. Bu hareket, bu tavır,
yöntembilimin bütünlük ilkesidir.63 Görüldüğü gibi toplumsal gerçeği ya da
toplumsal veçheleri karşılıklı etkileşim ve bütünlükçü bir yaklaşımla ele alan
tümdengelimci yaklaşımdır. Bir kere daha vurgulamak gerekir ki toplumsal gerçeği
en iyi şekilde tümdengelimci yöntem açıklayabilir. Kanımızca, tümdengelimci
diyalektik yöntem, en bilimsel yöntemdir. Çünkü, felsefi anlamda yöntem olan
tümdengelim, bir konunun kendi bütünlüğü içinde açıklayacağını bir temel gerçek
olarak göstermektedir. Çünkü tümdengelim, bütünlük kavramından ya da genel
kavramlardan hareket ederek sonuç çıkarmayı öngören bir akıl yürütme olarak
bilimsel açıklamanın bir çıkarım olduğunu göstermektedir. Ve zaten diyalektik
yöntem, ilkelerinden biri olan bütünlük ilkesiyle, bir çıkarım yöntemi olarak
tümdengelimden kaynaklandığını göstermektedir.64
Görüldüğü gibi toplumsal gerçeği en iyi açıklayacak yöntemin diyalektik
yöntem olduğu bilinmektedir. Sosyoloji toplumsal gerçeği açıklarken diyalektik
yöntemi kullanmalıdır. Sosyolojinin kullanacağı yöntem diyalektik yöntem olmalıdır.
Nesnel gerçeğin en çok en iyi şekilde yansıtmayı amaçlayan her bilim, en kesin ve en
63 A. g. e. s, 28. 64 A. g. e. s, 34.
30
bilimsel yöntemi uygulamak zorundadır. Nesnel gerçeğin en iyi yansıtması en iyi
şekilde açıklanması demektir. Bugün diyalektik yöntemin öteki yöntemlere göre
daha açıklayıcı olması ya da açıklayıcılığının daha eksiksiz ve daha yeterli olması
onun, öteki yöntemlere göre daha kesin ve daha bilimsel olduğunu göstermektedir.
Bu yüzden sosyolojide diyalektik yöntem uygulanmalıdır.65
Doğan Ergun, diyalektik yöntemin kurallarını şu şekil belirtmiştir.
• Araştırma konusu olan şey ya da olgu tek başına ayrı olarak
incelenecek. (Üzerine başka şeylerin katılmadığı ya da başka
şeylerle birleşmediği bir biçimde incelenecek). Yani soyutlanarak
incelenecek. Çünkü düşünce, gelişme ve değişmeyi birdenbire
algılayamaz, yani bütünü birden bire algılayamaz.
• Şey ya da olgu çevresindeki başka şeylerle, başka olgularla olan
ilişkileri içinde yani ilişkiler bütünü içinde incelenecek.
• Şey ya da olgunun gelişmesi, değişmesi incelenecek.
• Şeyin ve olgunun yapısında bulunan çelişmeler incelenecek,
(şeydeki, olgudaki çelişen iç yönsemeler bulunacak).
• Şey ya da olgu bir çelişmeler bütünü olarak incelenecek.
• Şey ya da olguda gerçekleşen en küçük çelişmeler de incelenecek.
• İncelenmek için parçalara bölünen şey ya da olgu yeniden
bütünlenecek ve içinde başka şeyler, başka olgular bulunan
bütünle ilişkileri aranacak.
• Şey ya da olgu sürekli bir biçimde yeni ilişkiler ve yeni nitelikler
ortaya çıkaran bir süreç içinde gözlenecek.
• Şeyler, olgular ve süreçler hakkında insanın edindiği bilgilerin dış
görünüşten derin ve genel ilişkilere giderek, sonsuz olarak
ilerlediği gerçeği bilinecek.
65 Ergun, 100 Soruda Sosyoloji El Kitabı, s, 105.
31
• Bir şeyin ya da bir olgunun bir aşamasının belli özelliklerinin
ancak daha yüksek bir aşamada tekrarlandığı bilinecek.66
Diyalektik yöntem uygulanırken buna ait araştırma teknikleri kullanmak
gerekir. Araştırmanın evrelerinde farklı teknikler gerekebilir. Çünkü araştırma
gelişebilir ya da değişebilir. Dolayısıyla araştırmanın sürecine göre araştırma
tekniklerini değiştirmekte yarar vardır. Her şeyde var olan diyalektik hareketin,
araştırmasını yapacağı konuda da var olduğunu bilen araştırmacı sosyolog, ancak bir
ön araştırma sonunda kurabileceği varsayım kapsamında diyalektik yöntemi
uygularken, araştırma tekniklerini konuya uygun olarak geliştireceği gibi
uygulamanın her evresini de ayrı teknikler gerektireceğini bilecektir. – Varsayımlar
araştırma boyunca gelişebilirler ya da araştırmanın gelişmesiyle değişebilirler ve
değişen varsayımlarda araştırmanın yönü değiştirebilirler.- Araştırma konusunun
bütün boyutlarıyla ilgili mümkün olduğu kadar en fazla bilgi toplanacaktır. Bu çok
değişik veriler içinde ortak niteliklerin soyutlanması kavramları meydana
getirecektir. Yani her kavram bir ortak niteliği gösterir. Başka bir deyişle, her kavram
bir grup gerçeği, daha doğrusu bir grup şeyi, bir grup olayı, bir grup olguyu gösterir.
Bu grupları ya da onların ortak niteliklerini gösteren kavramlar, aslında düzey,
aşama, bütünlü, yönseme, görev, yapı vb. kavramları olacaktır. Araştırma konusu
gerçeği düşüncede, yeniden kurulacak olan açıklama yöntem, kavramlar arasındaki,
ilişkilerle gerçeğin hareketinin biçimini ve belirleyiciliklerini ya da başat
belirleyicisini ortaya koyacaktır. Belirleyicilik aranacaktır; çünkü, her gerçekte
olduğu gibi, araştırma konusu gerçeğin öğeleri arasında belirleyiciler vardır. Zaten,
belirleyicilik yok demek, ilişkiler yok demeye, hayat yok demeye gelir. Benzer
kavramlar benzer gerçekleri kapsarlar. Fakat araştırması yapılmış başka gerçekleri
gösteren kavramların kalıplarına, araştırması yapılmamış gerçekleri sığdırmaya
kalkışma boş lakırdı etmekten daha ileri gidememek demektir.67
66 A. g. e. s, 107. 67 Ergun, Sosyoloji ve Tarih, s, 165.
32
Kısaca söylemek gerekirse; sosyolojinin kullanacağı yöntem diyalektik
yöntem olmalıdır. Toplumsal olay ve olgulara kapsamlı ve bütünlükçü bir şekilde
bakan diyalektik yöntem, toplumsal gerçeği en iyi çözecek ve açıklayacak
yöntemdir. Yapısalcı, işlevselci ve karşılaştırmacı gibi yöntemlerin toplumun sadece
görünen ya da kısımsal bir yönünü ele alarak incelemektedir. Dolayısıyla
sosyolojinin kullanacağı yöntem bunlar olmamalıdır. Toplumsal gerçeklik ancak
diyalektik yöntem aracılığıyla ortaya çıkartılabilir.
33
4- DOĞAN ERGUN’DA KÜLTÜR
4.1- KÜLTÜR NEDİR?
Bilindiği gibi kültür konusu, toplumsal bilimlerin değişik dalları tarafından
incelenmiş ve buna ait birçok tanım yapılmıştır. İki yüz elliye yakın kültür tanımı
konusunda Doğan Ergun şunları söylemektedir; bu tanımlar kültür olgusunun
omurgasını ya da atardamarını yakalayamadığını göstermektedir.68 Aslında kültür
kavramı, bilimsel olmayan yöntemlerin değerlendirmesine bırakılmasından
kaynaklanmaktadır. Kültür araştırmaları bilimsel yöntem aydınlığın içine tam olarak
çekilmemiş, bilimsel yöntem merceğinin altına tam olarak alınamamışlardır.69
Kültür konusuna böyle bir giriş yaptıktan sonra bu kavramı tanımlamakta
yarar vardır. Kültür ya da uygarlık, geniş etnografik anlamıyla insanın bir toplum
üyesi olarak, edindiği, bilgi, inanç, sanat, ahlak, yasa, adetler ve diğer yeti ve
alışkanlıkları içeren karmaşık bir bütündür.70 Doğan Ergun ise kültür kavramını
şöyle açıklamaktadır: Kültür, medeniyet koşullarına göre öğrenişmiş, toplumsal
yaşayış tarzıdır. Ve tanımımızı açmak istersek, medeniyet, maddi gelişmedir ve bir
bakıma maddi gelişme bilincidir. Kültür, öğrenmedir ve kültür öğrenmeyle elde
edilir. Sırası gelmişken hemen belirtelim ki, bizim konumuz, önceleri, kendilerine
ilkel toplum; sonraları, makinesiz toplum, tarihsiz toplum, doğal toplum, hatta
yazısız toplum denilen toplumlar değildir. Bizim konumuz, gelişen değişen
toplumlardır; bizim konumuz gelişen, değişen toplumlardaki kültürdür; yani, sınıflı
toplumlardaki kültürdür. Bize göre, ilkel denilen bu toplumların kültürü medeniyetsiz
kültürdür. Yani, bu tür kültürler, maddi gelişmesi olmayan ya da maddi gelişme
bilinci olmayan kültürlerdir. Üretim ilişkilerinin temelinde retim araçlarının mülkiyet
şekillerinden birini bulmak, bize göre belirli bir toplumda bir sınıf şekli bulmak
demektir. Belirli bir toplumda, üretim araçlarının mülkiyetine sahip bir sınıf, kendi
çıkarlarını korumak, kendi egemenliğini sürdürmek için, üretim ilişkilerini kendine 68 Ergun, Türk Birey Kuramına Giriş, s, 39. 69 Ergun, Kimlikler Kıskacında Ulusal Kişilik, s, 23. 70 Sibel Özbudun, Kültür, ( Kavram Sözlüğü Söylem ve Gerçek, Editör: Fikret Başkaya), Özgür Üniversite Yayınları, Ankara, 2005, s, 320.
34
göre belirlemek, biçimlendirmek ister. Bu isteği gerçekleştirmek için, kendi
ideolojisinden kaynaklanan bir yaşayış tarzı oluşturur ve bu yaşayış tarzını toplumun
tümüne yaymaya çalışmak ister, yani topluma bir yaşayış tarzı öğretmek ister ki, işte
bu kültürdür. Biz de bu yüzden, kültürü, öğrenilmiş yaşayış tarzı olarak düşünüyoruz.
Ve bu yaşayış tarzını, belirli bir toplumdaki toplumsal inançların, toplumsal
düşünüşlerin, toplumsal duyguların, toplumsal davranışların bütünü olarak
görüyoruz. Yani, öğrenilmiş bir manevi gerçek, öğrenilmiş bir ruhsal iklim. Fakat bu
manevi gerçek, bu ruhsal iklim maddi gelişme içindedir, maddi gelişmeyle iç içedir;
yani medeniyet içindedir, medeniyetle iç içedir. Bu bakımdan, kültürü, maddi kültür
ve manevi kültür diye ayırmanın, tamamen yanlış bir düşünce işlemi, tamamen yanlış
bir yöntembilimsel bir işlem olduğunu vurgulamak, söylemek isteriz. Kültür, manevi
bir araçtır; ve manevi bir araç olarak, bir toplumda insanlar arasındaki ilişkileri
sağlamaya yarar. Yani, inanç düşünce, duygu ve davranış ilişkilerini sağlamaya
yarar.71
Doğan Ergun’a göre; kültürün ele alınması şu şekil olmalıdır. Tarihsel ve
toplumsal bir olgu olarak kültürün tarihsel ve toplumsal evriminin yasaları içinde ele
alınması, incelenmesi, sonuçlandırılması gerekirdi. Başka bir deyişle kültürün, genel
kuram/genel kuramlar çerçevesinde araştırılması/incelenmesi gerekirdi.72
Görüldüğü gibi hemen her şey de olduğu gibi tüm kavramlara tarihsel ve
toplumsal bakan Doğan Ergun, bunu yaparken de üretim ilişkilerini de göz ardı
etmemektedir. Sınıflı toplumlarda kültür araştırmaları psikolojik sosyoloji
çerçevesinde değil, tarihsel sosyoloji çerçevesinde yapılmalıdır. Tarihsel olmayan bir
sosyoloji, zaten işlevselci olmaya ve kalmaya mahkumdur. Ve kültür, tarihsel
sosyoloji çerçevesinde ele alınırken, sırası geldikçe ya da yer yer kültürün kendisinin
belirleyici olduğu ve olabileceği göz ardı edilmemelidir, fakat yöntembilimsel
zorunluluk olarak üretim biçimlerinin ve üretim ilişkilerinin belirleyiciliklerine genel
olarak büyük çapta öncelik verilmelidir.73
71 Ergun, Kimlikler Kıskacında Ulusal Kişilik, s, 25. 72 A. g. e. s, 30. 73 A. g. e. s, 92.
35
Kültür kavramı ile en fazla uğraşan bilim dalı antropolojidir. Özellikle
Amerikan kültür antropolojisindeki araştırmalar, kültürler ve kişilikler arasındaki
ilişkiler üzerinde yoğunlaştığı bilinmektedir. Bilindiği gibi Amerikan kültür
antropolojisi çözümlemelerini bireysel ilişkileri merkeze koyarak anlamaya
çalışmaktadır. Bu konuda Doğan Ergun şunları söylemektedir; grupların ve
toplumların kendiliklerinden bir gerçeği yoktur; gruplar ve toplumlar ancak
bireylerarası ilişki tarzıdırlar; yalnız bireyler düşünürler ve yaparlar; birey, temel
gerçektir ve toplum türev gerçektir… Bireyi temel gerçek ve toplumu türev gerçek
olarak algılamalarından dolayı, bireyi inceleyen bireysel psikoloji dışındaki sosyal
bilimlerin hiçbirine yöntembilimsel öncelik vermeyen Amerikan sosyal bilimcileri,
toplumu/toplumsalı/toplumsal belirleyicileri dışlamak gibi bir cazibeden-
çekilicilikten kendilerini kurtaramıyorlar. Böylece, bilimsel yöntem, onlar için bir
sorun olmuyor, böyle bir sorunla uğraşmıyorlar, kuram ve kuramın önemini
reddeden deneysel yöntem, onların benimsedikleri tek yöntem olarak hüküm
sürüyor.74 Doğan Ergun; Amerikan kültür antropolojisinin başarısızlığa uğradığını
söylemektedir. Bu başarısızlığın nedeni de, yalnız ve yalnız bireycileştiren görüşten
yola çıkması ve sosyolojik açıdan/toplumun temel gerçek olduğu olgusundan yoksun
kalmasıdır.75
Kültür konusunda Varoluşçuluk akımının yaptığı değerlendirmeleri ya da
çözümlemeleri şu şekil özetleyebiliriz. Bilindiği gibi varoluşçuluğun en ünlü
temsilcisi Jean Paul Santre’dir. Varoluşçuluğun kültür tanımı ise şöyledir. Kültür ne
bir kavram gibi ne de yol gösterici bir ilke gibi düşünülebilir, fakat kültür bütün bir
sorunun/problemin yaşandığı tarz gibi düşünülmelidir.76 Doğan Ergun; kültürün
böyle tanımlanması konusunda şunları söylemektedir. Kültürün böyle varoluşçu bir
tanımı aynı zamanda, yalnız ve ancak görünen olgularla yetinen amprik/görgül bir
tanımdır. Ve yine olguların var olduklarını açıklamak isteyen ve fakat o olguların
niçin değiştiklerini, değişebileceklerini açıklamayan işlevselci bir tanımdır. Ve bu
74 A. g. e. s, 31. 75 A. g. e. s, 33. 76 A. g. e. s, 37.
36
varoluşçu kültür tanımı, yalnız acınası tanımlandığını göstermekle kalmıyor; aynı
zamanda, ampirizmin ve işlevselciliğin bütün eksiklerini ve bütün yetersizliklerini
açıkça taşıyor, içeriyor.77 Görüldüğü gibi varoluşçuluğun kültür konusunda yaptığı
çözümlemeler işlevselci bir yaklaşım sergilemektedir.
Kültür araştırmalarında kültürün tarihsel bir gerçek olarak ele alınması
gerektiğini söyleyen, Doğan Ergun; bu konuda şunları söylemektedir; şimdiki zaman
görünüşlerinden önce tarihsel bir gerçek olarak kültür/kültürler vardır. Kültür, bireye
değil, topluma öncelik verilerek; önceden hazırlanmış ya da hazırlanmakta olan
bütünlük kavramı/kavramları içinde ele alındığında, karşımıza önce, her biri bir
tarihsel olgu ve sosyoloji gerçeği/sosyoloji kavramı olarak şu kavramlar çıkar;
toplumsal bilinç/ortak bilinç, temel kişilik/toplumsal kişilik, toplumsal duygu,
toplumsal düşünce, toplumsal inanç ve benzeri kavramlar. Ve bu kavramlar, tüm
toplumsal yapı gerçeklerini kısımsal/özgül yapı gerçekleri gösterirler.78
Şunu söylemek gerekirse kültür araştırmalarında kültür olgusunun tarihsel ve
toplumsal gerçek olduğu unutulmamalıdır. Bu anlayışla konuya yaklaşıldığı zaman
karşımıza çıkacak olan kavramların (bilinç, kişilik, duygu) toplumsal yapıyı
anlamamıza yardımcı olacaktır.
Doğan Ergun; kültürün özelliklerine şöyle belirtmektedir.79
• Kültür madde dışı canlılıktır.
• Kültür öğrenmeyle elde edilen bir olgudur.
• Kültür, ideolojik olarak güdülenmiş bir etkinlikler kaynağıdır.
Özet olarak diyebiliriz ki kültür, öğrenilmiş ve güdülenmiş madde dışı bir
varlıktır; dolayısıyla kültür, bir manevi gerçek-bir ruhsal gerçektir. Demek ki,
77 A. g. e. s, 37. 78 A. g. e. s, 41. 79 A. g. e. s, 41.
37
kavram olarak kültürün en ilk ve en büyük kavramlık niteliği, kültürün madde dışı
bir varlık olmasıdır.
4.2- TÜRK KÜLTÜRÜNÜN ÖZELLİKLERİ
Bilindiği gibi toplumları farklı kılan onun tarihsel, toplumsal ve demografik
yapısıdır. Toplumları farklılaştıran temel faktör ise insan-doğa çelişkisidir. İnsanlar
farklı coğrafyalarda ya da farklı tarihsel dönemde doğaya karşı birleşerek yapı ve
örgütler meydana getirmeleridir. İnsanların güçlerinin birleşmesi diyoruz. İşte
gruplar ya da toplumlar olarak sonuçlanan bu birleşme diyoruz. İşte gruplar ya da
toplumlar olarak sonuçlanan bu birleşme değişik coğrafya alanlarında ve değişik
tarih dilimlerinde değişik örgütler ve yapılar oluştururlar. Bizim ülkemiz başka bir
coğrafya alanındadır ve tarihimiz başkadır. Yani bizim insanlarımızın güçlerinin
birleşmesinden başka bir toplumsal yapı oluşmuştur. Bu toplumsal yapı, eğreti
dengeler-geçici dengeler olarak değişerek, yani kendine göre ve kendine özgü
değişerek gelişeceği yerde başka toplumların gelişme süreci içinde sokulmak
istenmiştir, istenmektedir.80
Türk kültürünün değerlendirilmesini yapmadan önce Batı kültürünü kısaca
ortaya koymakta yarar vardır. Bilindiği gibi Batı kültürü, bireye öncelik veren bir
anlayışa sahiptir. Her şeyden önce batılı toplumlarda bir temel olgu vardır. Bu temel
olgu şudur; Batılı toplumlar, toplumların, bireylerini kutuplaştıran bir karşıtlığın
egemenliği altındadırlar. Ve bu karşıtlık aynı zamanda kişiler dediğimiz özel bireyler
ile toplum arasındaki karşıtlıktır. Bu karşıtlık anlaşmazlık biçimindedir, çatışma
biçimindedir. Bu çatışma toplumla kişiden(her ikisinden) birinin önceliğinden şüphe
etmeye kadar varır.81 Batı’daki bu karşıtlık ilişkisi, bireylerde rekabet ilişkisini,
sömürü ilişkisini meşrulaştıran bir yapı sunmaktadır. Batılı bireyler kendi toplumları
içinde erimeyi ya da kaynaşmayı reddeder. Aynı zamanda Batı toplumlarındaki
kurumlar, değerler karşıtlığını körükler. Genel olarak, Batı toplumlarında ahlak
anlayışı yüze çıkmak gibi, suyun yüzeyine çıkmak gibi, bireylerin toplumdan
80 A. g. e. s, 55. 81 A. g. e. s, 58.
38
ayrılmalarını, ayrı düşmelerini onaylar. Ve bu onaylamayı bireyin kendi sorumluluğu
bireyin bağımsızlığı kavramlarına yükler.82 Görüldüğü gibi Batılı toplumlar
karşıtlığı, rekabeti, girişimciliği ve bireyselliği yüceltmektedir.
Türk kültürüne gelince şunu söyleyebiliriz. Türk kültürü kamuya öncelik
veren bireyselliğe değil de toplumu merkeze koyan bir kültürdür. Bir toplumda iki
gerçek vardır, bunların bir tanesi ekonomik gerçek diğeri ise kültürel gerçektir.
Bizdeki bu gerçeklikler bireyi kamucu bir anlayışa sokmuştur. Kişisel girişimciliğe
değil kamu girişimciliğine; bireye değil topluma öncelik veren bir yapıya sahiptir.
Türk kültürünün bu niteliklerini gözden geçirmeye çalışmak istiyoruz. Yine, Türk
kültürü bireycileştiren bir kültür değildir, kamulaştıran bir kültür demek istiyoruz.83
Doğan Ergun; Türk kültürünü şu şekil tanımlamaktadır: Türk kültürü, Türk
kavmin tarih sahnesine çıkışından başlayarak günümüze denk süregelen ve Türklerin
yerleştikleri yaşadıkları, bugün de yaşamakta oldukları yerlerde yarattıkları, bugün
de etkinliğini sürdüren kültürdür.84
Türk kültürü ya da Türk toplumu bireyci bir anlayışa sahip olmadığı ancak
toplumu bireycileştirme çalışmalarının 200 yıldan beri sürdüğü bilinmektedir. Fakat
bu bireycileştirme çabalarına rağmen Türk toplumu halen bireycileşememiştir.
Bunun nedeni olarak da Türk toplum yapısının belirleyiciliklerinin farklı olmasıdır.
Bu konuda Doğan Ergun şöyle yazar: Türkiye’de bireycileştirme sadece ekonomik
anlamada algılanmıştır. Bu ise tefeci, rantçı ve sömürücü bir grup oluşturmuştur.
Oysa bireycileşme diğer alanları da ilgilendiren bir olgudur. Ayrıca ekonomi alanı
dışında, Türkiye’nin başka alanlarında bireylik geliştirme sorunu vardır. Bu başka
alanlar bilim, sanat alanlarıdır; teknoloji alanıdır; bir toplumda hizmet olarak diğer
meslek ve çalışama alanlarıdır. Bu başka alanları sayarken doğal olarak ekonominin
bu alanlardaki belirleyici etkisi unutmuyoruz. Biz, hem Türkiye’de bireylik
geliştirme sorunu var diyoruz hem de ekonomide bireylik eleştirmek özel
82 A. g. e. s, 60. 83 A. g. e. s, 80. 84 A. g. e. s, 82.
39
girişimcilikle sınırlanamaz diyoruz, böyle bir toplum yasası yoktur diyoruz. Bunları
derken bu düşüncelerimizde hiçbir çelişki yoktur.85
Görüldüğü gibi Türk kültürünün bireyci olmadığı görülmektedir. Toplumsal
ve tarihsel yapımızın farklılığı, bizim Batı gibi olmamamızın nedeni olarak
görülebilir. Her toplumun kendine özgü belirleyicilikleri vardır, bu ise toplumları
farklı kılmıştır. Örneğin bizde, Batı’daki gibi sınıflaşma ya da özel mülkiyeti
destekleyen öznel ve nesnel koşular yoktur ya da çok azdır. Bu konuda Doğan Ergun
şunları söylemektedir; Batı toplumsal yapısına ait kavramlarla bizim toplumumuzu
açıklama girişiminin doğru olmayacağı bilinmektedir. Feodalizm, kapitalizm,
sosyalizm, gibi kavramların Batı toplumların evrimini açıklan kavramlardır. Oysa
bizim toplumsal evrimimizde bu kavramların yeri yoktur. Bilinmelidir ki
toplumumuz farklı süreçlerden ya da farklı belirleyicilerin etkilemesiyle oluşmuştur.
Örneğin Batı’da özel mülkiyeti destekleyen öznel ve nesnel gerçeklikler var iken,
bizim toplumumuzda böyle bir gerçeklik yoktur. Osmanlı da toprak mülkiyeti
devlete aittir, böyle olunca devlet tüm erki ve gücü kendinde toplamış, toplumu ve
bireyi kendine göre şekillendirmiştir. Türk toplumuna ait sınıflaşma ise bu sürecin
öğelerini elinde tutan devlet aracılığıyla oluşturulmuştur. Dolayısıyla bizim
toplumumuzda sınıf ve buna ait öğeler Batılı toplumlardan farklıdır. Batı ve
toplumumuzun sınıflaşma süreci de farklıdır. Sınıflı bir toplum olarak Türk
toplumunu da açıklamaya çalışırken sınıflaşma sürecinin öğeleri olarak birey,
bireysel bilinç, sınıf, sınıf bilinci öğelerinin, Türk toplumunun gerçeklerini
yansıtacak, gösterecek tarzda kavramlaştırmaları gerekir. Batı’da başta ekonomi
alanında ve sonra diğer etkinlik alanlarında bireylikle-bireylik geliştirmekle başlayan
bir sınıflaşma söz konusudur. Türkiye’de ise yalnız yöneticilik alanında gelişmiş
bireylerin oluşturduğu bir sınıflaşma söz konusudur. Batı’da devlet, toplumun
“gidişatına göre” biçimlendiği için önce ve daha çok üretime dayalı toplumsal yapı
öncelikli bir sınıflaşma söz konusudur. Türkiye de ise tersine önce ve daha çok
denetime dayalı toplumsal işlev öncelikli bir sınıflaşma söz konusudur.86
85 A. g. e. s, 124. 86 A. g. e. s, 171.
40
Öz olarak şunu söyleyebiliriz. Batı’ya ait kavram ya da modellerle toplumsal
gerçeğimiz açıklanamaz. Bilinmelidir ki Türk toplumsal yapısının belirleyicilikleri
Batı’dan farklıdır. Dolayısıyla Türk kültürü diğer kültürlerden farklı olmuştur.
Türk kültürünü özelliklerini Doğan Ergun şöyle bir sıralama ile
özetlemektedir.87
• Türk halkının çoğunluğu devletin küçülmesine karşıdır.
• Türk halkının çoğunluğu özelleştirmeye karşıdır.
• Türk halkının çoğunluğu devletçik geleneğinin sürmesini istiyor.
• Türk halkının çoğunluğu pek çok hizmetin devlet tarafından
gerçekleştirilmesini bekliyor.
• Türk halkının çoğunluğu bireyci değildir.
• Türk halkının çoğunluğu kendini bencil bulmuyor bencil görmüyor.
• Türk halkının çoğunluğu aile bağlarına sadıktır.
• Türk halkının çoğunluğu geleneklerine bağlıdır.
• Türk halkının çoğunluğu yurtsever, yardımsever, konukseverdir.
• Türk halkının çoğunluğu maddeci değildir.
• Türk halkının çoğunluğu ihtiraslı değildir.
• Türk insanlarının kişiliği çoğunlukla genişlemiş benlik taşımaktadır.
• Türk insanları çoğunlukla kadercidir, kanaatkardır, girişken değildir.
• Türk insanları çoğunlukla sınırlı-sınırlanmış, yani özel benlik
taşımazlar.
Türk toplumunun kamucu oluşunun olumlu ve olumsuz yanlarının olduğunu
söyleyen Doğan Ergun şunları söylemektedir. Bir Türk toplumu ki insanların
çoğunluğunun bireysel bilinçleri kamu bilinciyle yüklüdür, bu kamu bilincidir ki hem
olanak olarak bireysel bilinçlerin zenginliği olmuş hem de aynı zamanda olanaksızlık
olarak bireyliğin gelişmesini engellemiştir. Öyleyse her şeyden önce bu kamu
bilincini anlamak ve tartmak gerekir. Bir Türk toplumu yapısı ve bunun gerekli
87 A. g. e. s, 199.
41
sonucu bir kamu bilinci ki, bireylerin çoğuna bir icat ruhu bir keşif ruhu
aşılamamıştır; yine aynı toplum yapısı, ve aynı kamu bilici ki, bireylerinin çoğunun
kendi başına ve sade kendi mantığı içinde yol almasını kolaylaştırmamıştır. Bu sonuç
olumsuzluktur. Fakat aynı zamanda bu sonuç bir olumluluktur. Ve sıralayarak
söyleyebiliriz ki Türk kamu bilinci, Türk bireylerin çoğunluğuyla Türk toplumu
arasında bir karşıtlık yaratmamıştır; toplumla birey arasında çatışma yaratmaya
elverişli olmamıştır; bireyleri kutuplaştıran olanaklar taşımamaktadır; toplumla
bireyleri birbirine kaynaştırma olanakları sunmaktadır. Ve bütün bunlardan dolayı
Türk kültürü Türkiye’deki insanları, Batı’da olduğu gibi ve Batılı anlamada özel
bireyler olarak yönlendirmemektedir, özel bireyler olarak yetiştirmemektedir.
Kısacası Türk kültürü bireyci değildir. İnsanları bireyci kılmamaktadır.88
Görüldüğü gibi Türk kültürü, Batı kültüründen farklıdır. Türk kültürü devletçi,
kamucu ve özelleştirme karşıtı bir anlayışa sahiptir. Bu durumun olumlu yanları
olduğu gibi olumsuz yanları da vardır.
4.3- TÜRK TOPLUMUNDA KİŞİLİK
Doğan Ergun; kimlik, bireysel kişili ve toplumsal kişilik gibi kavramları
toplumsal ve tarihsel gerçekliğe dayandırarak tanımlamaya çalışmıştır. Bu kavramlar
ontolojik bir yaklaşımla ele almış ve toplumsal yapıyla ilişkilendirilmiştir.
Doğan Ergun, kimliği şu şekil tanımlamaktadır; kimlik bir kişinin özelliğidir.
Ve insanın bütün özellikleri kimlik olabilir. Başka bir deyişle, insanın sahip olduğu
bütün kişi/kişilik özellikleri, kimlik olarak da belirtebilir.89
Doğan Ergun; kişiliği ise şu şekil tanımlamaktadır; kişilik psikolojik bir
yerleşmedir, yani kişinin psikolojik bir temelidir. Bireysel kişilik, bireysel
örgütlenmedir; bu bireysel örgütlenme, dinamik/hareket halinde bir örgütlenmedir;
bireyin kendi içindeki bir örgütlenmedir.90
88 A. g. e. s, 205. 89 A. g. e. s, 79. 90 A. g. e. s, 85.
42
Toplumsal kişiliği, ilişkiler bütünü olarak gören Doğan Ergun bu kavramı şu
şekil tanımlamaktadır; toplum, yaşanan kurallar bütünüdür. Bir toplumda, iktisat
ilişkilerinde ahlak ilişkilerine, hukuk ilişkilerinden eğitim ilişkilerine, aile
ilişkilerinde siyasal ilişkilere kadar pek çok ilişki yaşanır. Yaşanan kurallar bütünü
deniliyor; başka bir deyişle, toplumsal kurumlar bütündür. Ve sürekli olarak belirli
bir toplumda yaşamak, o toplumun bütün bireylerine özgü ortak bir dinamik
örgütlenme gerektirmektedir; bu ortak dinamik örgütlenme, ortak bir kişilikten başka
bir şey değildir. Bu ortak kişilik, başka bir deyişle belirli bir toplumun, toplumsal
kişiliğidir; temel kişiliğidir; esas kişiliğidir; esas kişiliğidir; kültürel kişiliğidir. Biz
daha çok, toplumsal kişilik, dinamik bir sentezdir. Ve bu dinamik sentez, yani
bireysel kişiliklerin bu ortak sentezi, bir toplumsal yapıyı başka bir toplumsal
yapıdan ayıran en önemli özelliklerden biridir. Bu toplumsal kişilik, içinde oluştuğu,
biçimlendiği toplumla birlikte değişecektir. Fakat toplumsal değişmelerin getireceği
yeni boyutlara, yeni biçimlere yeni niteliklere, yeni ilişkilere kadar, bu toplumsal
kişilik, yani bu ortak psikolojik yerleşmişlik, bir insan ömrünü aşar ve kimi
yanlarıyla kuşaklar boyunca devam eder, edebilir.91
Türkiye’yi anlamanın yolu Türk insanı ve kişiliğini anlamaktan geçtiğini ayrıca
bu kavramlara tarihsel bakılması gerektiğini söyleyen Doğan Ergun şunları
söylemektedir; her toplumsal olgu gibi, Türk kişiliği olgusu da tarihsel bir olgu
olduğu için, bu tarihsel/kültürel/ortak kişiliğin oluşumunu bugünlerden dünlere giden
yaklaşımlarla ele alınmalıdır.92
Toplumsal kişilik, kişilik ve kimlik gibi kavramları ele alırken diyalektik bir
bakış açısı ile bakılması gerektiğini söyleyen Doğan Ergun şunları söylemektedir;
Bütünlük derken, birleşmiş bir bütünlüğü kaydediyoruz; yani örneğin, belirli bir
toplumda toplumsal olguların birbirine organik olarak bağlandıklarını, birbirlerini
karşılıklı olarak etkilediklerini söylemek istiyoruz. Hareket derken, belirli bir
toplumda toplumsal olguların bir durgunluk, hareketsizlik, değişmezlik içinde
91 A. g. e. s, 86 92 A. g. e. s, 165.
43
olmadığını; tersine, bu olguların sürekli bir hareket ve değişme halinde olduğunu
söylemek istiyoruz.93
Toplumsal olay ve olguların ya da herhangi bir toplumsal gerçeğin sadece bir
kimliğe dayalı olarak açıklanması ya da çözümlenmeye çalışılması bilimsel bir
yaklaşım olmaz. Bu konuda Doğan Ergun şunları söylemektedir; Bir toplumda,
toplumsal gerçeği yalnız bir kimliğe indirgemek ya da tanımlamak diyalektik
gerçeğe ters düşmektedir. Belirli bir toplumda, hayat gerçeğini ya da tarihsel ve
toplumsal gerçeği yalnız bir kimliğe indirgemeye kalkışmak, daha doğrusu yalnız bir
kimliğin belirleyiciliğine indirgemeye kalkışmak, örneğin, yalnız bir etnik kimliğin
ya da yalnız bir dinsel kimliğin belirleyiciliğine indirgemek, hayatın ya da toplumun
diyalektik gelişiminin önünü tıkamak anlamına gelir. Karşılıklı etkileşim süreci
olarak diyalektik, bir çok/pek çok kimlik arasındaki ilişkileri yansıtır. Bu bir çok/pek
çok kimlikten yalnız birine göre/yalnız biri doğrultusunda bir toplumu düzenlemeye
yönelik siyasetin ya da ideolojinin, tarihte anlaşmazlıklar, çatışmalar, kavgalar
yarattığı bilinir, bilinmektedir. Üstelik ve ayrıca, böyle siyasetin ya da ideolojinin, bir
toplumdaki iyilik-kötülük gibi, sömüren-sömürülen gibi, çalışan-tembel gibi, olumlu-
olumsuz gibi gerçeklerden kaynaklanan çelişkileri gözden kaçırmaya yaradığı/hizmet
ettiği de bilinir, bilinmektedir.94
Bilindiği gibi toplumsal gerçeği açıklayabilmek ya da anlayabilmek için o
toplumun kişilik yapısını bilmekten geçer. Türk kişilik yapısının özelliklerini Doğan
Ergun şu şekil sıralamaktadır;95
• Türk halkının çoğunluğu, ensellikten yoksun bir eğitimle, yani baskıcı
bir eğitimle yetişir
• Türk halkının çoğunluğu, nemelazımcıdır.
• Türk halkının çoğunluğu, özerk bireylik geliştiremez bir hale
indirgenmiştir.
• Türk halkının çoğunluğu, eğlenmesini bilmekle birlikte hüzünlüdür.
93 A. g. e. s, 172. 94 A. g. e. s, 174. 95 A. g. e. s, 177-178.
44
• Türk halkının çoğunluğu, tehditten etkilenir.
• Türk halkının çoğunluğu, konukseverdir.
• Türk halkının çoğunluğu, devletçilik geleneğin sürmesinden ve devlet
otoritesin üstün tutulmasından yanadır.
• Türk halkının çoğunluğu, topluma-devlete bağımlı bireylerden oluşur.
• Türk halkının çoğunluğu, değer sistemini hiyerarşi/aşama sırasında
gösteren insanlar arası ilişkilerde yaşamaya koşullandırır.
• Türk insanının çoğunluğu, maddeyi tanımak ve açıklamak bakımından,
yani doğa önünde, nesnel bilgiden çok anlama önem veren bir eğilim-
bir yatkınlık içindir.
• Türk halkının çoğunluğu, korkulu bireyler çoğunluğudur; başta “devlet
korkusu” olmak üzere, çoğunluk, genel olarak girişimlerde korkuludur.
• Türk halkının çoğunluğu, ulusal ve dinsel kimliklerine önem veren
çoğunluktur.
• Türk halkının çoğunluğu, iyimserlikten uzak, belirli koşullarda
hoşgörülü, belirli koşullarda uzlaşmacı, genelde bireyci olmayan, zayıfı
koruyan, orta karar kaderci, birbirine benzemeyi çok seven, ayrı
durmaktan fazlasıyla korkan, erkek egemen kültürle koşullanmış, çoğu
zaman tepkisiz, siyasal anlamda çoğu zaman katılımsız, fakat ayakta ve
hayatta kalabilmek için hep tutunan ya da tutunmadan
vazgeçmeyen/kolay kolay vazgeçmeyen bireyler çoğunluğudur.
• Türk halkının çoğunluğu için, aile bağlarına sadakat ve geleneklere
bağlılık, Türk kişilik yapısının önemli öğelerini oluşturur.
Görüldüğü gibi Türk halkının kişilik yapısı, Batılı insanların kişilik yapısına
benzemediği görülmektedir. Bu konuda Doğan Ergun şunları söylemektedir; Türk
insanının Batı insanından farlı olduğu bilinmektedir. Türk insanlarının bilinç
olanakları ya da manevi yatkınlıkları, Batılı nitelikte özel bireyler
yetiştirmeye/gerçekleştirmeye elverişli değildir. Batılı özel birey, topluma karşı
kendi üzerinde toplanmış, kendi üzerinde kutuplanmış bir bireydir. Oysa, Türk
insanlarının çoğunluğunun, tarih içinde dünlerden bugünlere kadar içinde
45
biçimlendirdikleri bilinç, bireysel bilinçten çok kamu bilinci olmuştur. Bilinçleri
daha çok kamu bilinci ağırlıklı Türk insanlarının bireyliklerinin gelişmesi, Batılı
anlamda ve nitelikteki özel birey bilincine dönüşerek değil, özerklik yönünde
bireylik geliştirmekle ya da özerk birey bilinci olanaklarıyla sağlanır.96
Kişilik konusunda öz olarak şunları söyleyebiliriz. Türk halkının kişilik
yapısını ortaya koyabilmek için kavrama bütünsel, tarihsel ve toplumsal bakmamız
gerekmektedir. Ve ayrıca kişilik yapımızı belirleyen ana değişkenleri ortaya
koymamız gerekmektedir. Türkiye’yi anlamanın yolu Türk insanı ve kişiliğini
anlamaktan geçmektedir. Kişilik, kimlik, bilinç, toplumsal kişilik vb. kavramları
incelerken diyalektik bakış açısı ile ele almamız gerekmektedir. Eğer bu kavramlar
bütünlük içerisinde ele alınmaz ise yeteri kadar başarılı bir çalışma ortaya konmaz.
Son olarak çalışmamızda sık sık vurgulanan bir nokta ise Türk halkının kişilik yapısı
ve kültür yapısının Batı toplumlarından farklı olmasıdır. Çünkü bu toplum ya da
toplumların kişisel ve toplumsal belirleyicilikleri farklıdır.
II. Bölümü özetlemeye çalışırsak şunları söyleyebiliriz. Toplumu bir bütün
olarak gören, toplumsal olay ve olguları salt nedensel ilişkilerle açıklanamayacağını
belirten Doğan Ergun; toplumların kendine özgü yapısı ve tarihi olduğunu
söylemektedir.
Toplumların, Batı’ya ait kuram ve modellerle açıklanamayacağını ve her
toplumun evrimleşme süreci içinde kendine ait belirleyiciliklerinin olduğunu v
vurgulayan Doğan Ergun, Türk toplum yapısının Batı’nın toplum yapısından farklı
olduğunu söylemektedir.
Sosyoloji ile tarih arasında yakın bir ilişki olduğunu vurgulayan Doğan Ergun;
iki disiplinin toplumsal yapıyı karşılıklı ve çok yönlü bir şekilde ele aldığını
belirtmektedir. Her toplumsal olgunun tarihsel ve her tarihsel olgunun toplumsal
olduğu ilkesiyle hareket eden Ergun, bu iki disiplinin araştırma ve incelemelerinde
birbirlerini desteklemeli ve beslemelidir.
96 A. g. e. s, 181.
46
Yöntem konusunda diyalektik yöntemi benimseyen Doğan Ergun; toplumsal
gerçeği en iyi açıklayan ve yorumlayan yöntemin diyalektik yöntem olduğunu
söylemektedir.
Kültürü, “medeniyet koşullarına göre öğrenilmiş, toplumsal yaşayış tarzı”
olarak tanımlayan Doğan Ergun, kültürün tarihsel ve toplumsal evrim yasaları içinde
ele alınması ve incelenmesi gerektiğini söylemektedir.
Doğan Ergun, Türk halkının kişilik yapısını çözümlerken referansı yine kendi
toplumsal yapısı olmuştur. Türk halkının kişilik yapısının Batı toplumlarının kişilik
yapısından farklı olduğunu belirtmiştir.
47
İKİNCİ BÖLÜM
1-FELSEFE VE EĞİTİM
Bilindiği gibi felsefe ile eğitim arasında zorunlu ve anlamlı bir ilişki vardır.
Günümüzde uygulanan eğitim politikaları zorunlu olarak bir felsefeye, ideolojiye ve
kurama dayanmaktadır. Dolayısıyla eğitim ya da eğitim politikalarının anlaşılması
için felsefesinin bilinmesini zorunlu kılınmaktadır. Eğitim ile iç içe olan felsefeyi
tanılamak gerekirse şunları söyleyebiliriz.
Felsefe; gerçeğin tümüyle, temellendirmeye dayanarak bağ kurma süreci ve
bunun sonunda elde edilen dirik ürünler olarak betimlenebilir.97 En genel anlamda
felsefe, insanın evren ve evrenin insanlarla ilişkisi üzerine sistematik, derinlemesine
ve spekülatif düşünmesi sonucunda oluşmuş bir bilgi alanıdır.98 Bir diğer tanım ise;
doğanın, toplumun ve bilginin en genel yasalarının bilimi.99 Felsefe daha açık bir
ifade ile varlığı bütünü ile anlamaya çalışan bir bilgi elde etme uğraşıdır.100
Tanımlardan anlaşılacağı gibi felsefe doğayı, toplumu ve evreni bütünü ile açıklama
ya da ilkelerin ortaya koyma çabası olarak görülmektedir. Bu kadar kapsayıcı bir
disiplin olan felsefenin alanları ise ontoloji, epistemoloji, aksiyoloji ve mantık olmak
üzere dört bölümden oluşmuştur. Felsefenin alanlarına ilişkin kavramların
tanımlanması ise şöyledir. Ontoloji; var olanı (to on) bütünsel bir anlayışla inceleyen
onun neliğine yasal düzenliklerini konu alan ve çözümlemeye çalışan bir felsefi
disiplindir.101 Epistemoloji; bilme özne (suje) ile nesne (obje) arasında bir bağ kurma
olarak tanımlanabilir.102 Aksiyoloji; insanın yapıp etmelerini inceler, bu tür
davranışların dayadığı ilkeleri ve değerleri araştırır.103 Mantık; “Akıl nedir? Aklın
kuralları var mı? Varsa nelerdir? Doğru düşünme nedir? Doğru düşünmenin kuralları
97 Veysel Sönmez, Eğitim Felsefesi, Anı Yayıncılık, Ankara, 1998, s.8. 98 Gerald L. Gutek, Eğitime Felsefi Ve İdeolojik Yaklaşımlar, Ütopya Yayınevi, Ankara, 2001, s.2. 99 N.S. Aşukin, Politika sözlüğü, Sosyal Yayınlar, İstanbul, 1979, s.82. 100 Sezgin Kızılçelik, Yaşar Erjem, Açıklamalı Sosyoloji Sözlüğü, Saray Kitabevi, İzmir, 1996. s. 204. 101 Sönmez, Eğitim Felsefesi, s.9. 102 A. g. e. s. 11. 103 A. g. e. s. 20.
48
nelerdir? Bunlar doğuştan mı, yoksa sonradan mıdır?” Soruları ve bunlara verilen
yanıtları içerir.104
Felsefe ve alanları ile ilgili tanımlamalar yapıldıktan sonra eğitim olgusunu
tanımlamakta yarar vardır. Bilindiği gibi bu olgular felsefe ve eğitim bu sürecin iki
ana değişkeni ya da öğesidir. Gutek’e göre; eğitim çok genel anlamda, insanı kültürel
hayata hazırlayan tüm sosyal süreçleri içerir.105 Sönmez’e göre; eğitim, çevre
ayarlanması yoluyla kişinin davranışlarını istendik yönde değiştirme ve
değerlendirme süreci olarak tanımlanabilir.106 Kemerlioğlu ve çalışma arkadaşlarına
göre; eğitim, yeni kuşaklara toplumdaki mevcut değerlerin, bilgilerin düşüncelerin
ve hünerlerin aktarılması veya öğretilmesini sağlayan bir süreçtir.107
Şunu söylemek gerekirse eğitim modellerini ya da eğitim politikalarını ve
bunlara ait müfredat programları, yöntemleri vb. öğeler ile felsefe arasında yakın ve
zorunlu biri ilişki söz konusudur. Felsefenin eğitime olan katkılarını Veysel Sönmez
13 başlık altında toplamıştır.108
• Eğitim sistemleri kurulurken öncelik hedeflere verilmelidir. Hedeflerin neliği
konusunda bir karara varabilmek için felsefeye baş vurmak zorunludur.
• Felsefeden elde edilen ölçütler takımı eğitim siteminin iç tutarlılığı açısından
değerlendirilmesinde kullanılabilir. Hedef, hedef davranışlar, içerik, eğitim ve
sınama durumlarının, temele alınan felsefenin ölçütlerine uyup uymadığı
değerlendirilmelidir. Bu tür değerlendirme, eğitim sisteminin öğeleri arasında
iç tutarlılığın gerçekleştirilmesini sağlayabilir. Böyle bir sonuç, eğitim
sisteminin tutarlı işlemlerinin, çelişkilerinin en aza indirilmesini, etkili ve
verimli çalışmasını gerçekleştirebilir.
• Eğitim nesnesi (objesi) insandır. İnsan aynı zamanda felsefesinin de
konusudur.
104 A. g. e. s, 30. 105 Gutek, Eğitime Felsefi Ve İdeolojik Yaklaşımlar, s. 5. 106 Sönmez, Eğitim Felsefesi, s.39. 107 Eyüp Kemerlioğlu ve Diğerleri; Eğitim Sosyoloji, Saray Kitabevi, İzmir, 1996, s.3. 108 Sönmez, Eğitim Felsefesi, 54-59.
49
• Hedeflere, yeni hedeflere katmada felsefe, etkili ve verimli bir biçimde işe
koşulabilir.
• Felsefe personelin yetiştirilmesinde, atanmasında, değerlendirilmesinde
ölçütler takımı olarak işe koşulabilir.
• Her ekonomik, politik ve toplumsal sistem bir felsefeye dayanır.
• Sayıtlıların dayandığı felsefelerin birbirleriyle çelişip çelişmediğini
incelemek sistemler arasında tutarlılık sağlamak gerekir. Bu süreçte felsefe
etkili bir araç olarak kullanılabilir.
• Her insanın toplumsal, ekonomik, politik ve eğitim sistemine getirdiği kendi
felsefesi vardır.
• Eğitim durumlarının düzenlenmesi ve işe koşulmasında da felsefeden
yararlanılmalıdır.
• Sınama durumlarının düzenlenmesi ve denetlenmesinde de felsefe, ölçütler
takımı olarak kullanılabilir.
• Temele alınan felsefe(ler)ye göre, eğitim sisteminin isteyip istemediğini
sınama durumlarının düzenlenip düzenlenmediğini denetlemede felsefeye
başvurulmalıdır.
• Felsefe, gerçeğin bütünüyle temellendirmeye dayalı bir bağ kurma sürecidir.
• Felsefenin eğitime katkıları olduğu gibi eğitiminde felsefeye katkıları
vardır. Eğitim yoluyla insanlara bilimsel, felsefi v.b. alanlarda istendik, tutarlı
davranışlar kazandırır. Bunlar hem insanların kendi felsefelerini, hem de
toplumsal felsefeleri geliştirme de katkıda bulunabilir.
Görüldüğü gibi felsefenin eğitime olan katkıları oldukça fazladır. Eğitim
sadece felsefe ile ilişkili değildir. Eğitim bir ülkenin politik sistemi, ekonomisi, kültürel
yaşantısıyla da ilişkilidir. Bilinmelidir ki bir araştırma konusu tek boyutuyla açıklanamaz,
çözümlenemez ve değerlendirilmemelidir, konu diyalektik bir bakış açısıyla yani bütünsel
bir şekilde ele alınmalıdır. Bu bağlamda eğitimle diğer sistemler arasındaki ilişkileri ortaya
koymakta yarar vardır.
50
2- POLİTİK SİSTEM VE EĞİTİM
Bir toplumun devlet yapısı ve dayandığı felsefe, anayasası, yasama, yürütme
ve yargı ile ilgili kurum ve kuruluşları, bunların işleyişi; politik sistemi oluşturur. Her
devlet; doğal olarak kendi politik anlayışını, yeni yetişen kuşaklara aktarmak ve
benimsetmek ister. Bunu genellikle okullar ve yetişekler yoluyla yapar. Bu açıdan eğitim,
resmi ideolojinin genç kuşaklara aktarılma süreci olarak tanımlanabilir. Bir devletin
anayasası, onun uzak hedeflerini, politik felsefesini yansıtır.109 Görüldüğü gibi her resmi
ideoloji sürekliliği ve devamlılığı için eğitim kurumlarını kullanmaktadır.
Millet biliminin gelişmesi ve devlet sisteminin buna göre düzenlenmesi
gündeme geldiği andan itibaren, bu devlet yapısını koruyacak ve geliştirecek bireylerin
yetiştirilmesi de söz konusu olmuştur. Hatta her toplumda devlet yönetimini düzenleyen
politik kurumlar, toplumdaki bireylerin devletin yönetim biçimini oluşturan ideolojiyi
benimseyerek mevcut düzeni koruyacak şekilde yetiştirilmesini kendilerinde bir hak ve
görev olarak görürler.110
Öz olarak şunu söyleyebiliriz. Politik sistem ile eğitim arasındaki ilişki
tarihsel ve evrenseldir. Bu bağlamda her iki disiplin birbirlerini etkilemekte ve
belirlemektedir. Bilinmelidir ki, politik kurumlar eğitim kurumlarının amaçlarını belirleyip
gelişmelerini sağlarken, eğitim kurumları da bireylerde oluşturdukları kalıcı tutum ve
davranışlarla bu bireylerin politik yapının amaçlarına uygun birer vatandaş olmalarına
katkıda bulunacaklardır.111
3- EKONOMİK SİSTEM VE EĞİTİM
Ekonomik sistem, hem üretim, emek, sermaye, araç-gereç ve donanım, bilim
ve teknoloji, hem de tüketim açısından eğitimle sıkı bir ilişki içindedir. Bu açıdan
ekonomik sistem de büyük oranda insanlarla ilgilidir; çünkü insanın istek ve
109 A. g. e. s.61. 110 Kadir Aslan, Eğitim Bilimine Giriş, Ege Üniversitesi Basımevi, İzmir, 1998, s, 78. 111 A. g. e. s, 79.
51
gereksinimlerini karşılamak üzere kurulup işe koşulmuştur. Bu ekonomik sistem, onun
dayanağı olan felsefe, devletin tüm kurum ve kuruluşlarını etkileyip belirleyen önemli
değişkenlerden biridir. Aynı mantıkla devletin diğer öğeleri de ekonomik sistemi etkiler ve
değiştirir. Eğitim, ekonomik sistemin de bir alt sistemdir. Hangi ekonomik model
yürürlükte ise onun dayandığı ilkelere göre bir eğitim sistemi kurulup işe koşulmalıdır.112
Ekonomik sistemle eğitim arasında sıkı bir ilişki vardır. Ülkelerde uygulanan ekonomik
modele göre eğitim sistemi de şekillenmektedir. Örneğin kapitalist bir düzende yetişecek
bireyler girişimci, rekabet v.b. öğelere göre yetişecektir.
Bir ülkenin kalkınması ya da gelişmesi için ona uygun insan tipi yetiştirilmesi
ile mümkündür. Toplumların gelişme ve kalkınma arzuları, bu kalkınmayı sağlayacak
nitelikte elemanlarca karşılanmaktadır. Bu niteliklere sahip bireyleri yetiştirmek ise eğitim
alanında kurumsallaşmak ile mümkün olmaktadır. Başka bir anlatımla ekonomik yapının
gelişmesi, bu yapıyı gerçekleştirme yeteneğine sahip insan gücünün yetiştirilmesini, bu da
eğitim kurumlarının amaçlarının değişmesi ve niteliklerinin gelişmesine neden
olmaktadır.113
4- TOPLUMSAL SİSTEM VE EĞİTİM
Bir toplumsal sistem, çeşitli kurum ve kuruluşlarla bunlar arasındaki
ilişkilerden oluşur. Bu kurumlar; aile, cemaat, cemiyet, kabile, klan, okul, ulus, devlet v.b.
olabilir. Ayrıca toplumda göç, kentleşme, intihar, suç, evlilik, boşanma, işsizlik, savaş gibi
olgularda vardır. Gelenek ve görenekler, inanç sistemleri, moda, nüfusun yerleşimi,
cinsiyetin yaşa, mesleklere göre dağılımı, toplumun gereksinim duyduğu insan gücü, okul,
hastane, fabrika, işyeri v.b. toplumsal sistemin öğeleridir. Bu açıdan toplumsal sistem,
ekonomik, politik ve eğitim sisteminin bir üst sistemidir. Bu nedenlerden dolayı, her
sistem, hangi toplum, ulus için kuruluyorsa, o tolumun gerçeğinden hareket etmek
zorundadır; çünkü o gerçeğe dayanmayan ve ondan hareket etmek zorundadır; çünkü o
gerçeğe dayanmayan ve ondan hareket etmeyen sistem, kısa zamanda bozulup yıkılmak
zorunda kalabilir. Kurulacak bir sistem, toplumsal gerçeğe hem uymalı, hem de onu
112 Sönmez, Eğitim Felsefesi, s.64. 113 Aslan, Eğitim Bilimine Giriş, s, 76.
52
temele alıp daha tutarlığa doğru değiştirip geliştirmeye yönelmelidir. Eğer toplumsal
sisteme yalnız uymakla kalırsa, onu değiştirip geliştirmez. Böylece amacını
gerçekleştiremez. O, gerilemesine yıkılmasına neden olabilir.114 Her toplumsal gerçeğin
kendine ait özgünlüğü ve özelliği vardır. Uygulanacak eğitim modeli ya da politikaları
toplumsal gerçekle uyuşmalı onu geliştirmeli ve değiştirmelidir. Toplumsal örüntüleri,
kültürü ve kurumları ile çelişen eğitim modelleri bireyleri yabancılaştırmaktadır.
5- EĞİTİM AKIMLARI
Bilindiği gibi eğitim akımları belli bir felsefeye dayanmaktadır. Bu konu
başlığı altında eğitim akımları ve dayandığı felsefeleri alt başlıklar altında öz olarak
verilmeye çalışılmıştır.
5.1- İDEALİZM VE EĞİTİM
Gerçekliğin temelde tinsel veya düşünsel olduğu ileri süren idealizm,
insanlığın en eski ve en etkili düşünce sistemlerindedir. İdealistlere göre; gerçek fikirler,
düşüncedir, ruhtur. Madde onun bir yan ürünüdür. Evrenin kanunları insanın entekllektüel
ve moral tabiatı ile uyum halindedir ve oluşum süreci bir bütünlük gösterir.115 Bilindiği
gibi idealizm tarihsel öneminin yanı sıra mevcut eğitim uygulamalarına kaynaklık
yapmıştır. En ünlü temsilcileri Platon ve Hegel’dir. İdealizm ve eğitim ilişkisini öz olarak
şöyle verebiliriz.
Evrenin ve insan varlığının tinsel yapısını açıklayan idealizm iyi, doğru ve
güzelin temelde değişmeyen evrenin sürekli hep aynı kalan, birbirleriyle ilişkili unsurlar
olduğunu ileri sürer. İdealist eğitimciler dinsel, felsefi, tarihsel, ebedi ve sanatsal
eserlerden çıkartılan doğruları temel alan konu ağırlıklı bir müfredat programı tercih
ederler. Eğitime ilişkin şu düşünceler idealist felsefeden kaynaklanmaktadır.116
114 Sönmez, Eğitim Felsefesi, s. 67. 115 Nurettin Fidan ve Münire Erdem, Eğitime Giriş, Alkım Yayınları, İstanbul, 1998, s, 95. 116 Gutek, Eğitime Felsefi Ve İdeolojik Yaklaşımlar, s.34.
53
1- Eğitim insandaki potansiyel temellendirme ve geliştirme sürecidir.
2- Öğrenme, öğrencinin zihnindeki doğruları hatırlaması için uyarılması
sürecidir.
3- Öğretmen bireyselliğin en iyi ve en yüksek ifade biçimi olan değerlerin
taşıyıcısı olarak ahlaki ve kültürel bir model olmalıdır.
İdealist eğitim anlayışını öz olarak şu şekil özetleyebiliriz. Yaşamanın ve
öğrenmenin amacını yaşamanın değerlerini anlamak olarak gören idealistlere göre eğitim,
insanın entelektüel, duygusal ve yargısal çevresinde göründüğü biçimde fiziki ve zihinsel
yönden gelişmiş, serbest ve bilinçli insanoğlunun üstün biçimde Allaha uyarlanmasında
doğa üstü nitelikte bir süreçtir.117
5.2- REALİZM VE EĞİTİM
Realistler, nesnelerin bizim onları algılamamız söz konusu değilken de var
olduklarını söylemektedirler. Gerçekliğin nesnel bir düzeni olduğunu ve insanların bu
gerçekliğin bilgisine ulaşabileceğini ileri sürmektedir. Realistlere göre; evren gerçekten
vardır ve somuttur. Evrende var olan her şey insan zihninden bağımsız olarak vardır.
Realistlere göre, biz bunlarla doğrudan doğruya temas ederiz.118 Realizmin en ünlü
temsilcisi Aristo’dur.
Realizmin temel ilkeleri şunlardır.119
• Biz kişiliği nesneler gibi bir çok şeyin gerçek olarak var oldukları bir dünya
da yaşamaktayız.
• Gerçek nesneler, onların varlıklarına ve yararlarına ilişkin istek ya da
tercihlerimiz bağlı olmaksızın vardır.
• Bu nesnelerin bilgisine aklımızı kullanarak ulaşmak mümkündür.
117 Aslan, Eğitim Bilimine Giriş, s, 113. 118 Nurettin Fidan ve Münire Erdem, Eğitime Giriş, s, 95. 119 Gutek, Eğitime Felsefi Ve İdeolojik Yaklaşımlar, s.36.
54
• Bu nesnelere ilişkin bilgiler, bunların bağlı olduğu kanunlar ve bunların
birbirleriyle ilişkileri insan davranışlarına yol gösteren en güvenilir
olgulardır.
Realizm ve eğitim arasındaki ilişkiyi öz olarak şu şekil verilebilir.
Aristoteles’te kaynaklarını bulan bu felsefe, eğitimin temel hedefinin bilgiyi kullanmak,
bilgiyi keşfetmek ve onu (başka alanlara) transfer etmek olduğunu ileri sürer. Böyle bir
bilgi, insanın aklını kullanma potansiyelini anlamada temel bir unsur olduğu gibi kişisel,
sosyal, ekonomik, siyasal, moral ve estetik gibi yaşamdaki tüm unsurlarla yüz yüze
gelmeyi de sağlayan yol gösterici bir olgudur.120
Bu felsefe, eğitimi bilgi kullanma sanatı ve bilim üretme işi olarak görür.
Realist, eğitimin amacının dört yönlü olduğunu belirtir.121
• Objeler hakkındaki gerçeği gerçek anlamda ayırt etmek
• Bu gerçeği bilindiği şekliyle entegre etmek ve genişletmek
• Kuramsal esasa dayalı ve bu yönden geçerliliği olan ve genel olarak
yaşamla ilgili ve özel olarak mesleki işlevi olan pratik bilgi kazanmak ve
• Bunu insan topluluklarının bütününe genç ve yetişkinlere inandırıcı ve
tutarlı biçimde aktarmaktadır.
5.3- PRAGMATİZM VE EĞİTİM
Pragmatizm, 20. yüzyılda Amerika’da çıkmış felsefi bir akımdır.
Pragmatistler her doğrunun insan yaşantısından kaynaklanan deneysel/pratiksel bir olgu
olduğunu ileri sürerler. Bu felsefe değişimin sürekliliği, değerlerin göreliliği, insanın
biyoloji ve sosyal yapısıyla bir bütün oluşu, demokrasinin bir yaşam biçimi olarak önemi
ve insan davranışlarında kritik düşüncenin değerine önem verir.122 Pragmatizmin en büyük
temsilcisi John Dewey’dir. Ona göre düşünceler pratiksel sonuçlarına dayanılarak
120 A. g. e. s. 56. 121 Aslan, Eğitim Bilimine Giriş, s, 112. 122 Nurettin Fidan ve Münire Erdem, Eğitime Giriş, s, 96.
55
yargılanır; doğru kesinliği olan bir iddiadır, deneysel bir yargı problem çözümlerine
götüren hipotezlerin uygulanmasına dayanır, bilimsel bir yöntem izleyen mantık deneysel
olup, değerler; etik ve estetik problemler bağlamında yaşanılır. Sonuçlar; tek tek
durumların (biricik) niteliklerini taşırlar.123
Pragmatizm ile eğitim arasındaki ilişkiyi şu şekil değerlendirebiliriz.
Pragmatizm, özellikle John Dewey’in deneyci bakış açısını düşünme ve eğitim sistemlerini
değiştiren bir felsefe olmuştur. Bu düşünce, soyut ve değişmez kuramlar yerine deneyci
araştırmayı temel almıştır. Sosyal zeka ve deneyci yöntemi içeren bilimsel yöntemi
savunan Dewey’in felsefe ve eğitime ilişkin eserlerinde okulun toplumun geneline
dinamizm kazandıran önemli kuramlardan biri olarak sosyal bir rol üstlendiği
vurgulanmıştır. Dewey’in eğitim felsefesinin merkezinde eğitim ve öğretime ilişkin
düşüncemize yeniden biçim kazandıracak olan problem çözme, uygulama ve tecrübe gibi
kavramlar vardır.124
Pragmatizm ve eğitim konusunda öz olarak şunları söyleyebiliriz.
Pragmatizm eğitimi insanın kendi yaşantıları yolu ile yapılan değişiklikler olarak
değerlendirir. Dolayısıyla eğitim değişmeye açık bir süreç olmalıdır. Bu sürecin sonu gene
kendisi ile sınırlıdır. Zira eğitim süreci sürekli bir yeniden düzenleme, yeniden yapma ve
dönüşümdür. Bir öğrencinin gerçek anlamda eğitilmiş olması, sosyal bir ortamda yapmak
istediğinin sorumlulukları ve sonuçlarını tam olarak dikkate alması ve seçmeyi
öğrenmesine bağlıdır.125
5.4- VAROLUŞÇULUK VE EĞİTİM
Varoluşçuluk bütünsel bir düşünce sistemi olmaktan çok felsefi bir bakış
açısı veya bir felsefi eğilimdir. İnsanın hayatı boyuna ne yapacağına kendisinin karar
vermesi ve hür olduğu görüşleri ağırlık taşır. Bundan dolayı insan kendi davranışlarından
kendi sorumludur. İnsan davranışlarının bir ürünüdür ve kendi kendilerini oluşturma
123 Gutek, Eğitime Felsefe Ve İdeolojik Yaklaşımlar,s. 91. 124 A. g. e. s.121. 125 Aslan, Eğitim Bilimine Giriş, s, 111.
56
durumundadır.126 Varoluşçuluğu simgeleyen temel düşünce şunlardır; toplumun ya da
insan toplulukları karşısında bireyin biriciliği ve özgürlüğü ön planda gelir; tüm insanlar
var olma ve kendilerini tanılama sorumluluğuna taşırlar.127
Varoluşçu düşünce, insan psikolojisi, eğitim psikolojisi, öğrenme kuramı ve
rehberlik konularında gelişmelere yol açmıştır. En ünlü temsilcileri Sören Kierkegaard ve
Jean-Paul Sartre’dir. Varoluşçuluk ile eğitim arasındaki ilişkiyi öz olarak şöyle
belirtilmiştir.
Geleneksel felsefeler tarafından ileri sürülen sistematik dünya görüşlerinin
tersine varoluşçular bireyleri sınıflandırma sistematiğe dayandıran evrene ilişkin görüşlerin
sınırlamalarından kurtarıp, özgürleştirmek ister, insanın öznelliğine, bireysel özgürlüğe ve
sorumluluğa önem veren bu felsefe, bireyleri bu dünyada yaşarken kendilerini tanımlayan
kendi isteklerinden sorumlu varlıklar olarak tanımlar. Bireyler kendi değerlerini ortaya
çıkarabileceklerinin ve dışarıdan bir ölçüt almaksızın kendi özlerini yaratabileceklerini
farkına varmalıdırlar.
Varoluşçu bir eğitimde kişilere insan özgürlüğünün her şeyden üstün olduğu
öğretilmelidir. Bireyin öznelliğine önem veren varoluşçu bir eğitimci, öğrencilerdeki
sorumluluk duygusunu ve kendi yetileri konusunda bilinçlenme davranışını geliştirmeye
çalışır. Önemli bireysel tercihlerinde bulunan öğrenciler de zamanla kendi tanımlarını
yapabilirler. Bir eğitimdeki bu türden hedeflere ne bir ilerleme düşüncesi vardır ne de
bunlar bir öğretmen veya bir akıl sistemi tarafından ortaya konulur. Her birey kendi
eğitiminden sorumludur. Özetlenecek olursa varoluşçu eğitimin nitelikleri şunlardır.128
• Özgürlüğü sınırlayan kurumların, güçlerin ve eğilimlerin farkına
vardırtır.
• Seçme özgürlüğünün ne kadar anlamlı, değerli olduğunu anlatır.
126 Nurettin Fidan ve Münire Erdem, Eğitime Giriş, s, 96. 127 Gutek, Eğitime Felsefi Ve İdeolojik Yaklaşımlar, s.125 128 A. g. e. s.150.
57
• Her birey kendini belirleme sorumluluğunu ve eylemlerine kendi
varlığına önem vermeyi öğretir.
• Anlamlı ve önemsiz tercihler arasındaki farkı gösterir.
Varoluşçu eğitime ilişkin özetle şunları söyleyebiliriz. Varoluşçulara göre
eğitim doğal bir süreç olmalıdır. Bu süreç doğal ve serbest olduğu oranda sonsuz
bir boyut kazanır. Varoluşçu felsefede öğretmen kopya kişiler yetiştirmeyi
amaçlamaz. Bunun için üç aşamalı bir çaba göstermesi gerekir: 1) İçeriği işleme, 2)
Zihnin bağımsız fonksiyon gösterme başarısını sağlama, 3) Öğrencide gerçek
hakkında bir inanç yaratmak. Böylece öğrencilerin boşlukta ve amaçsız olarak
dolanmasına engel olunur. Çünkü amaç öğrencinin iyi gerçek ve güzel hakkında
kendi inancına erişmesini sağlamaktır. Öğrencin önemi, program ve öğretmenden
daha önce gelir. Çünkü eğitilecek olan öğrencidir. Zira varoluşçu için gerçek
sonsuzdur. Bu nedenle programda beşeri bilimlere birinci derecede yer
verilmelidir. Varoluşçuluğa göre toplumu geliştirmenin yolu bireyi geliştirmeden
geçer.129
5.5- MARKSİZM VE EĞİTİM
Bilindiği gibi Karl Marx, bir toplum, ekonomi ve siyaset kuramcısıdır. Onun
düşünceleri bazı ülkelerin resmi ideolojisi de olmuştur. Dolayısıyla bu akımın
kendine ait bir eğitim anlayışı da vardır. Gerçek bir eğitimin bilimsel sosyalizm
ilkelerine dayandırılması ve bu eğitimde proletaryanın zihninde oluşan yanlış
düşüncelerin temizlenmesi gerektiğine inanmıştır. Bu yanlış bilinçlenme alt sınıfın
egemen bir üst sınıf ideolojisini kabullenmesi sonucu ortaya çıkmıştır. İdealizm ve
Thomizm gibi spekülatif felsefeler proletaryayı din konusunda yanlış
bilinçlendirmişlerdir. Realizm, özellikle onun bilimsel yanı Marksist Diyalektik
Materyalizmle birleştirildiğinde gerçekliğe ilişkin doğru bir bilinçlenme
sağlayabilecektir. Liberalizm ve Konservatizm gibi ideolojiler de egemen sınıfların
alt sınıfların alt sınıfları kontrolleri altında tutabilmelerini sağlayan silahlar haline 129 Aslan, Eğitim Bilimine Giriş, s, 114.
58
getirilmişlerdir. Marx, Ütopik Sosyalizmin bazı tezlerin yararlı bir çözümleme
sağlamakla birlikte sosyal değişim stratejilerinin akılcı olmadığına inanmış,
böylelikle de tarihsel süreçte yanlış bilinçlenmelere neden olan ideoloji ve felsefeleri
saptamaya çalışmıştır.
Yanlış felsefeleri eleştiren bilimsel sosyalizm veya komünizm kavramlarıyla
ifade edilen Marx’ın ideolojisi, işçi sınıfında devrimci bir bilinçlenme oluşturmak
için kullanılmıştır. Bu ideolojiye göre de proletaryanın ileri kolu olan devrimci
elitler, işçi sınıfının beklentileri doğrultusunda eğitilmelidir.
Marksizm, okulu ideolojik bir aygıt olarak görmektedir. Okul devlet
aygıtlarında biridir. Ancak okul sınıfsal bölünmeleri yaratmaz; yalnızca bu
bölünmeye ve böylece onun genişletilmiş yenide üretimine katkıda bulunur.
Aygıtlara kumanda eden de, sınıf savaşımıdır. Sınıf savaşı ve üretim süreci, okulun
işlevini belirler. “devletin ideolojik aygıtlarının (dolayısıyla okulun) görevlilerin
yeniden üretiminde, onların biçimlendirilmesinde ve dağıtımlarında kesin ve özel
yeri varsa da, bu işler yeniden üretimin asıl belirleyici yönüyle (yerlerin, mevkilerin
yeniden üretimi) sınırlandırılmıştır.130
Marx’a göre eğitim, devrimci kuramı uygulamaya geçirmelidir. Tüm tarihsel
olay ve hareketlerin analizinden kaynaklanan bu kuram devrim stratejisinin ve
sınıfsız bir toplumun oluşumunu sağlamıştır. Bu devrimsel liderlik proletaryayı
zafere ulaştıracaktır.
Marksist eğitim kuramı, ekonomik üretim yapısının yarattığı doğal ve maddi
bir insan anlayışına dayanmıştır. Bu kurama göre eğitimle bireylere özellikle işçilere,
materyalist bir bilinçlenme kazandırılmalıdır.
Marx’ın önerdiği öğretim veya resmi eğitim zihinsel, psikolojik ve bedensel
gelişim kadar genci üretim süreçleri konusunda bilinçlendirmek bir teknolojik veya
130 Kemal İnal, Eğitim ve İktidar; Ütopya Yayınevi, Ankara, 2004, s, 72.
59
politeknik (birçok sanat veya fen dallarının öğretimi) içerikli eğitime de önem
vermiştir.
Endüstriyel ya da politeknik eğitim, kapitalist sistemin mesleki
uzmanlaştırmasından çok daha fazla unsuru içermektedir. Bu eğitime işçilerin
yaptıkları işe ve ürettikleri ürüne yabancılaşmalarını en aza indirecek bir işlev
yüklenmiş, politeknik eğitim, teori ve kuram ağırlıklı verilen eğitimde bireylerin
endüstriye ve farklı iş ortamlarına göre hazırlanmaları ve ekonomik üretimin bir
sosyal değişim aracı olduğu konusunda aydınlatılmaları hedeflenmiştir.131
5.6- İDEOLOJİ VE EĞİTİM
Aydınlanma döneminden itibaren ideolojiler sosyal, siyasal ekonomik ve
eğitimsel düşüncelerin oluşumunda etkili olmuşlardır.
1776 Amerikan Devrimi, 1789 Fransız Devrim, 1917 Bolşevik Devrimi ve
1949 Çin Komünist Devrimi gibi büyük devrimler geniş anlamda ideolojiyi ortaya
çıkaran olgular olmuşlardır, ideolojilerde hem resmi hem de resmi olmayan eğitim
üzerinde çok büyük bir etki yaratmışlardır. Sözgelimi birer ideoloji olan
Konservatizm, sosyalizm veya Faşizm bir vatandaşlık modeli; ideolojik açıdan belirli
bir insan modeli çizerler. Bir ideoloji fırçasıyla bu portreyi boyarken tarihsel,
sosyolojik ve ekonomik olguları kullanır. İdeal insan tipini yaratırken ideoloji,
ağırlıklı olarak eğitime dayanır. Resmi olmayan eğitim kurumları, özellikle basın,
radyo, televizyon ve video gibi medya araçları remi eğitim kurumu olan okullar
kadar, müfredatın, resmi programların, okul çevresinin prototipi yaratırken kullanılan
unsurlardır.132
İdeoloji, eğitim sistemlerinin belirlenmesinde önemli bir role sahiptir. Eğitim
sistemleri, ideolojilerin etkisiyle sürekli değişen ve şiddetli ideolojik çatışmalara
maruz kalan daha geniş bir toplumsal bağlamın bir parçası haline gelir. Bu nedenle
131 Gutek, Eğitime Felsefi Ve İdeolojik Yaklaşımlar, s. 263. 132 A. g. e. s. 163.
60
eğitim kurumu, ideolojik çatışmaların gerçekleştiği/göründüğü bir arenadır. Farklı
politik, ekonomik ve kültürel dünya görüşleri olan gruplar, toplumsal açıdan
meşruiyetin neyi ifade ettiğini ve toplumun amaçlarının neler olması gerektiğini
tanımlamaya çalışırlar. Bu etkinlik, eğitim kurumu içinde de gerçekleşir.133
Bilindiği gibi ideolojiler sadece eğitim ya da eğitim politikalarını belirlemez.
Bilim, teknoloji ve ekonomi gibi alanları da belirler ve yönlendirir. Hayatın her
alanını etkileyen ideoloji kavramını tanımlamak gerekirse; ideoloji genellikle bir
grubun inanç sistemi olup geleceğin politikalarını belirlemede geçmişe dayanır.
Grubun inançları temelde, kültürel nitelikleri aşan bir metafizik sistemden ziyade
tarihsel, sosyal, siyasal ve ekonomik olgulara dayanır. Geçmişin ideolojik yorumu,
bu geçmişin bireyin ve gurubun şimdiki durumunu nasıl oluşturup, biçimlendirdiğini
de içerir; bu sosyal değişim kuramından kaynaklanan bu yorumda geleceğin sosyal
gelişimine ilişkin öngörüler vardır. İdeolojiler, hedefledikleri doğrultusunda toplumu
yönlendirecek programlar ortaya koyarlar.134
İdeoloji, özellikle egemen gurubun ideolojisi veya resmi ideoloji direk olarak
eğitimi ve öğretimi şu boyutlarda etkiler.135
• Eğitim politikaları, hedefleri, amaçları ve sonuçlarını belirler.
• Okul çevresindeki davranış ve değerleri belirleyip, kuvvetlendirir.
• Okulun resmi müfredatını oluşturan bilgi ve yetenekleri üzerinde
etkili olur.
İdeoloji ve eğitim konusunu özetlemek gerekirse; Bir gurubun inanç sistemi
olan ideoloji; sosyal bir bilinçliliğin, davranışların ve değerlerin oluşumundan da çok
etkili bir güçtür. Tüm toplumu devinim kazandırırken ideoloji, özellikle eğitim ve
öğretim üzerinde de etkilidir. Resmi olmayan kuramların sosyal çerçevelerini ve
hedeflerini belirleme işlevi olan ideolojik unsurlar okullarda resmi müfredatı olduğu
133 İnal, Eğitim ve İktidar, s, 49. 134 Gutek, Eğitime Felsefi ve İdeolojik Yaklaşımlar, s. 164. 135 A. g. e. s, 181.
61
gibi okul çevresini ve “gizli müfredatı” da etkilemektedir. Felsefeler ile ideolojiler
arasında benzerlikler bulunmakla birlikte ideolojiler çere, şartlar ve eylemi merkeze
aldıkları için felsefelerden farklıdırlar.136
6-TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNİN DAYANDIĞI FELSEFELER
Türk eğitim sisteminin anlaşılması için geçmişine bakmakta yarar vardır. Her
eğitim anlayışının temelinde bir felsefe vardır. İslamiyet’ten önce Türk toplumuna
baktığımız zaman eğitim felsefesi yaşam biçimlerinden almaktadır. Bilindiği gibi
yaşam felsefesini etkileyen faktörler ekonomi, sosyal, politik ve doğal çevredir. Bu
durum islamiyetten önceki Türk toplumunun eğitim felsefesini oluşturmaktadır. Bu
konuda Veysel Sönmez şunları söylemektedir. Eğitim ortamı, gerçek yaşmadır. Bu
tür ortamlar, yapay olarak da hazırlanırdı. Söz gelişi, küçük çocuklar önceleri at
yerine koyunlara bindirilir, ava götürülür, onlara kuş ve fareleri okla vurma
alıştırmaları yaptırılırdı. Yaparak ve yaşayarak, taklit ederek, örnek olarak öğrenme
ile kademeli yaklaşım kullanılırdı. Her çocuğa kahramanlık, güzel, iyi v.b. bir işten
sonra bir ad verilirdi.137
İslamiyetten sonra Türk toplumu yeni bir kültür ve değerle tanışmıştır. Bu
yeni değerin ismi islamiyettir. Bu dönemde uygulanacak olan eğitim sistemi
kaynaklık edecek felsefe ise İslam felsefesidir.
Selçuklular ve Osmanlılar da eğitim ise daha çok İslami değerlerin ön planda
tutulduğu bir anlayışa sahiptir. Bu dönemde eğitim kurumları içerisinde en önemli
kurum medreselerdir. Burada eğitim ve bilim dili Arapçadır. Açıklamaların Türkçe
yapıldığı oluyordu. Bu medreselerde, öğretim yöntemi, anlamın söz konusu olmadığı
için genelde “ezber”e dayanıyordu. Sınıf yöntemi yoktu. Öğretim sistemi belli
değildi. Belli bir kitabın bitirilmesi esastı. Bu da, öğretmenine ve öğrencisinin
yeteneklerine göre değişiyordu. Bu durum, Tanzimatın başlarına kadar böylece
sürdü. Yine 13. yüzyılda Anadolu’da “Ahilik” gibi bir teşkilat vardı. Bu teşkilatta
136 A. g. e. s.185. 137 Sönmez,Eğitim Felsefesi, s. 144.
62
dinsel eğitime devam edilmiş olmakla birlikte, eğitsel değeri olan mesleğe ve işe
yönelik bir eğitim egemendi. İslamlık eğitimi ve temizlik, cömertlik, başkalarına
iyilik yapma, kanaatkar olma gibi erdemler, öğretim süresi içinde yapılan törenlerde
çocuğa kazandırılmaya çalışılıyordu.138
Selçuklular zamanındaki eğitim anlayışı Osmanlılarda da kısmen sürmüştür.
Osmanlılarda ki eğitim anlayışı ise şöyledir. Osmanlı eğitim sisteminde 16. yüzyılın
ikinci yarısına dek, bilim, araştırma, inceleme, gözlem, anlayarak öğrenme, tartışma,
kuram ve uygulamayı birlikte götürme medreselerde işe koşulmuştur. Müdderis ve
öğretmenler bilge, adil, otoriter, iyi ve güzel huylu, İslami değerlerle donanık,
görevine düşkün v.b. özellikleri taşıyan kişiler olarak görülmektedir. Oysa 16.
yüzyılın ikinci yarısından itibaren medreseler bozulmuş, özellikle de 17. 18. 19.
yüzyıllarda “Skolastik Düşünce” eğitim sistemine egemen olmuştur. Cahil, alanını
dahi bilmeyen, bilim ve teknikten habersiz kişiler müdderis ve öğretmen olmuş,
kitapların yazdıkları, İslami bilginlerinden söyledikleri yüzde yüz doğru kabul
edilmiştir. Bu yüzyıllarda medreselerden yetişenler genellikle her türlü bilimsel ve
teknik gelişmeyi kafirlik, bunları benimseyip savunan ve uygulamaları da din
düşmanı kabul etmişlerdir. Tüm bunların ve ekonomik, politik, toplumsal nedenlerin
bir sonucu olarak Kuran ezberleyen, bağnaz, bilim ve teknikten habersiz, her türlü
gelişme ve yenileşmeye karşı, çekingen, yaratıcı olmayan, körü körüne otoriteye
bağlı, tutarlı değerlerden yoksun, aşağılık duygusu içinde bocalayan, her şeyi
Allah’tan bekleyen v.b. özelliklerde donanık kişiler yetişmiştir. Diğer yandan,
özellikle de Tanzimat Fermanından sonra Batı eğitim ( Fransız, İngiliz, Alman)
sistemi benimsemeye başlamış, fakat bu anlayışla eğitim yapan okullardan az sayıda
insan yetişmiştir. Devletin kurtarılması ve tekrar eski gücüne ulaşması için, Mehmet
Akif gibi düşünenler; Batı’dan bilim ve teknolojiyi almayı, fakat İslami değerlere
dönmeyi Tevfik Fikret gibi olanlar, tümüyle Batılılaşmayı; Ziya Gökalp gibiler ise
Batılılaşmak, İslamlaşmak ve Türkleşmeyi ileri sürmüşlerdir.139
138 Cavit Binbaşıoğlu, Türkiye’de Eğitim Bilimleri Tarihi, M.B.Yayınları, İstanbul, 1995. s.7. 139 Sönmez,Eğitim Felsefesi, s. 159.
63
Şunu söylemek gerekirse; özellikle Osmanlının, gerileme ve dağılma
döneminde ülkeyi kurtarma ya da eski gücüne ve etkinliğine kavuşturma gibi
kaygıyla hareket edilmiştir. Bu durum Batıcılaşma ya da Batılılaşma düzeneği ile
sürdürülmüş özellikle yenileşme askeri alanda yapılmaya çalışılmıştır. Daha sonraları
bu yenileşme hareketi tüm alanları kapsar hale gelmiştir. Yeni siyaset çerçevesinde
Batıcılaşmaya karar verilerek bu siyasetin gerektiği adımlar bir bir atılır. Yeni ordu
yanında, çeşitli alanlarda yeni okullar açılır. Eğitim için gerekli ders kitapları
Fransızca’dan Türkçe’ye çevrilir. Yeni savaş teknikleri bilimsel yöntemlerle
okutulmaya başlanır.140
Bilindiği gibi özellikle Tanzimat Fermanı ile birlikte büyük bir yenileşme
hareketi başlamıştır. Tanzimat’la birlikte toplumsal hayatın pek çok alanında az ya
da çok bir değişim süreci başlamış ve sadece 19. yüzyıl öncesindeki yönetim biçimi,
hukuk yapısı, eğitim anlayışı değil; bilim, dil, edebiyat, mimari, giyim gibi çok yönlü
bir dönüşüm ortaya çıkmıştır. Batı kültürünün merkezi olan okulların sayısı hızlı
arttırılmış, eğitim kurumları yaygınlaştırılmıştır. Şiirde bile eski tertip çözülürken
yenisi hazırlanmış, edebiyata ait değerler kısa sürede değişmiş, her alanda eskiye ait
unsurlar yıkılmıştır.141
Osmanlının son dönemlerinde uygulanan politikalar ülkeyi kurtarmak için
yapılmaktadır. Bu politikalar oluşturulurken ya da uygulanırken Batılı Devletlerin
istek ve beklentilerini dikkate almak zorundadır. Bu durum ülkenin çözülüşünü
engelleyeceği düşüncesi ile yapılmaktadır. Oysa ki bu durum ülkeyi bağımlı, yarı-
sömürge durumuna getirmiş ya da koyla kontrol edilebilir duruma sokmuştur.
Osmanlı değişim sürecinin, niteliğini tayin eden unsur “reform” arzusu ve eylemi
değil, Batı’nın kolektif kontrolüdür. Bu kontrolde, Osmanlı Devleti’yle ilgili ilke,
onun “zayıf tutularak bütünlüğünün korunması” şeklinde konmuştur.142
140 - H. Bayram Kaçmazoğlu, Türk Sosyoloji Tarihine Giriş: Ön Koşullar, Birey Yayınları, İstanbul, 2001, s.88. 141 A. g. e. s.96. 142 Taner Timur, Osmanlı Çalışmaları “İlkel Feodalizmden Yarı Sömürge Ekonomisine”,İmge Kitabevi, Ankara, 1996, s.96.
64
Bizi ilgilendiren asıl konu olan eğitim ise diğer politikalardan bağımsız
değildir. Ülkenin kurtarılacağı umuduyla Batılı toplumsal yapıların ürünü ve sonucu
olan birtakım kuraların, değerlerin ya da öğelerin aydınlar aracılığıyla tartışılmaya ya
da tanıtılmaya başlamıştır. Anglo-Sakson eğitim anlayışını ülkemizde uygulanmasını
isteyen ve savunan Prens Sabahattin bu konuda şunları söylemektedir. Bireyci
girişimci toplumsal yapıya geçmek için mevcut yaklaşımların değiştirilmesi gereken
alanlarından biri de eğitimdir. Bireyleri girişimci toplum yapısının istemlerini
karşılayacak özellikle sahip yurttaşlar haline getirmenin yolu, onları ademi
merkeziyetçi ve uygulamalı eğitim anlayışına göre yetiştirmektir.143
Görüldüğü gibi Osmanlı Devleti, çözülmeyi engellemek için Batı’nın istek ve
beklentilerine uygun davranmayı, politikalarını buna uygun olarak şekillendirmeye
çalışmıştır. Bu durum yakınlık kurulan Batı’lı devletlerin toplumsal yapısının ürünü
olan eğitim, ekonomi, siyaset v.b alanların ülkemize sokulması ve uygulanması için
çalışılmıştır. Bu politikalar ilişkiye girilen ülkeye göre değişmektedir. Örnek verecek
olursak İngiltere ile olan ilişkilerin artması Anglo-Sakson eğitim anlayışı ya da
bireyci ekonomik anlayışı savunma girişimi artmaktadır. Fransa ya da Almanya
içinde bu söz konusudur. Bu durum çözülmeyi engellememiş ülkenin bağımlı ve
sömürge durumuna düşmesine neden olmuştur.
Eğitim anlayışımızın toplumsal ilişkilerimizden bağımsız olmadığını
söylemiştik. Dolayısıyla bu toplumsal veçheler birbirlerini etkilemekte ve
belirlemektedir yani süreç diyalektik ve bütünsel bir seyir izlemektedir. Türk eğitim
tarihi ya da eğitim anlayışı sosyoloji, ekonomi, siyaset ve tarih gibi alanlardan
bağımsız olarak incelenemez. Eğitim anlayışımızın neliği, felsefesini, ideolojik
yaklaşımını ortaya koyabilmek için ya da sağlıklı bir şekilde yorumlayabilmek için
tarihsel bakmamız gerektiğini daha önceden belirtmiştik.
143 H. Bayram Kaçmazoğlu, Türk Sosyoloji Tarihi II: II. Meşrutiyetten Cumhuriyete, Anı Yayıncılık, Ankara, 2003, s.236.
65
Bilindiği gibi Osmanlı eski gücüne ya da konumuna ulaşmak için
Batıcılaşma144 yönünde yaptığı seçim Osmanlıyı uluslar arası ilişkilerde etkinliğini
arttırmamış, bağımlı, taklide dayalı bir ilişkiler ağı getirmiştir. Bu durum sadece
askeri ya da siyasi açıdan olmamış tüm toplumsal alanları kapsar halde olmuştur. Bu
konuda H. B. Kaçmazoğlu şunları belirtmektedir: III. Selim döneminde başlayan
Batıcılaşma girişimleri ilerleyen yıllarda Osmanlı’yı tamamen etkisi altına almıştır.
Nizam-ı Ceditle başlayan Batıcılaşma, Tanzimat döneminde kurulan Batı tipi eğitim
kurumları ile daha geniş alanlara yayılma sürecine girmiştir. Böylece dış siyasetle
sınırlı olarak, Osmanlı’nın tercihi ve kontrolü altında ortaya çıkan Batıcılaşma,
Tanzimatla birlikte Osmanlı yönetiminde bulunan ve Batılı ülkelerden talimat alan
ekipler tarafından bağımsız bir siyaset olmaktan çıkarılacak; ülke içi sorunların
çözümünde de devreye sokulacak, ülkenin tüm kurum ve kuruluşları Batıcılaşma
yönünde değişime tabi tutulacaktır. Bu süreç, ilerleyen yıllarda, Batılı giyinmek,
yaşamak, eğlenmek noktasına ulaşacaktır; Batılı fikirlerin savunuculuğunu yapan
yeni takımlar, gruplar, “seçkinler” ortaya çıkacaktır. Bürokrat ailelerin çocukları
Doğu ve Batı kültürleri arasında bocalarken, kültürel açıdan bir yabancılaşma ve
kimlik sorunu belirecek, halkla bürokratik kesimler arasında gün geçtikçe artan
uçurumlar büyük huzursuzluklar doğacaktır. Batıcılaşma siyaseti ile saray çevresinde
yer alanlarla bunun dışında kalanlar arasında iki karşıt yaşam tarzı
biçimlenecektir.145 İ. Hakkı Tonguç Avrupa kurumlarının taklidine yönelik şunları
söylemektedir. Birçok yenilgilerden ve imparatorluk parçalanmaya başladıktan,
yeniçeri ordusu inhilal ettikten sonra, İkinci Mahmut devrinde, Osmanlı
İmparatorluğu’nun artık batı uygarlığı karşısında tutunamayacağı iyice ve açıkça
anlaşılmıştı. Onun için türlü zorluklar birer birer yenilerek Avrupa müesseseleri taklit
edilmeye başlanmıştır. Devrimci fikirlere dayanan, kişi hakları ülküsünü güden bazı
Avrupalı milletler de kendi uygarlıklarını ve kurumlarını memleketimize sokmak için
144 Batıcılaşma, Prof. Baykan Sezer’in üretip kullandığı bir kavram. Genelde Batılılaşma olarak kullanılan kavrama Prof. Sezer neden Batıcılaşma dediğini bir söyleşisinde şöyle açıklamaktadır: Osmanlı hiç bir biçimde kendisini gelişmelerin dışında sayıp bu gelişmelerin kaynağında Batı’yı; Batı toplum tipini gördüğü için Batı’ya benzemeye çalışmamıştır. Osmanlı 19. yüzyılda Doğu’yu Batı önünde savunacak bir siyaset üretmediği için kolaya kaçıp, yer ve cephe değiştirerek sorunları aşmak, imparatorluğu koruyabilmek adına, toplumlararası ilişkilerde etkin rol oynayan güçlere yanaşmayı istemiştir. Bu nedenle yaşanan olay bir Batılılaşma değil Batıcılaşma girişimidir. Bkz. H.Bayram Kaçmazoğlu; Türk Sosyoloji Tarihine Giriş: Ön Koşullar, Birey Yayınları, İstanbul, 2001, s, 9. 145 Kaçmazoğlu, Türk Sosyoloji Tarihine Giriş: Ön Koşullar, s.185.
66
çalışmışlardır. Ortaçağ hayat nizamına ve Batı Asya İslam kültürünün dünya
görüşüne göre kurulmuş, gelenek ve göreneklerin ağlarıyla sert bir kabuk bağlamış
olan çeşitli Osmanlı müesseselerinin yanı başında Avrupalı toplumlardan taklit
edilmek suretiyle açılan (harp ve tıp okulu gibi) yeni kurumlar yer almaya
başlamışlardır.146
Türkiye’de Batıcılaşma tarihinin üç aşamadan geçtiği söylenebilir. Siyaset
değişikliği ile başlatılan Batıcılaşma çabalarının ilk aşaması, cephe değişikliğini,
askeri alandaki bazı düzenlemeleri kapsar. Tanzimat’la başlayan ikinci aşamada,
eğitim, yönetim, hukuk gibi pek çok alanda kurumsal değişikliklere gidilir. Bu
yeniliklerin halk ve bürokratlar arasında bir ikilem yaratır. Cumhuriyetle başlayan
üçüncü aşamada ise ikilem ortadan kaldırılarak tamamen batı etkisi kabul edilir.147
Ayrıca Kaçmazoğlu bu süreç içerisinde iki ayrı ideoloji, iki ayrı dünya görüşünün
çıktığını söylemektedir. I. Meşrutiyet döneminde belirgin şekilde ortaya çıkan ve
kökleri Tanzimat’a kadar geri giden Batı yanlısı ve karşıtı dünya görüşleri, yeni ve
eski siyaset yanlıları, II. Meşrutiyet döneminde açıkça karşı karşıya gelerek
çatışacaklardır. Bu dönemde Batı tipi eğitim alanlarla medreseden yetişenler iki ayrı
kutup, iki ayrı ideoloji, ki ayrı dünya görüşüne sahip olarak yaşayacaklardır. Birinci
grup Levanten “mürebbiye”ler elinde yetişerek, alafranga bir hayat tarzı yaşayan
sayılı bir zümre olduğu halde, ikinci grup medreseliler dışında bütün halk kitlesini
kapsar. Bu iki hayat tarzı ve dünya görüşü, yani bürokrat-aydınla halk birbirine
yabancı, hatta birbirinden habersiz iki kesim olarak varlıklarını sürdüreceklerdir.148
Batıcılaşma ile sorunları çözmeye çalışan Osmanlı siyasal iktidarı bu
anlayışını resmi ideoloji haline getirmiştir. Mevcut sorunları çözmek için Batı seçimi
siyasal bir tercih olarak yapılmıştır. Batıcılaşma artık resmi devlet ideolojisidir.
Batılılaşmanın, Batılı toplumların özellikleri başta eğitim kurumları olmak üzere
146 İ. Hakkı Tonguç, Eğitim Yolu İle Canlandırılacak Köy, Köy Enstitüleri ve Çağdaş Eğitim Vakfı Yayınları, Ankara, 1998, s. 101. 147 Kaçmazoğlu, Türk Sosyoloji Tarihine Giriş: Ön Koşullar, s. 185. 148 A. g. e. s.185.
67
çeşitli araçlarla ve tüm olanaklar kullanılarak daha geniş kitlelere aktarılmalıdır. Bu
görev öncelikle sosyolojiye ve sosyologlara verilecektir.149
Cumhuriyetle birlikte Batı’dan alınan eğitim anlayışı ile yeni bir toplum ve
insan modeli oluşturulmaya çalışılmıştır. Bu yine Batı’dan alınan eğitim modelleri ile
gerçekleştirilmeye çalışıldı. Bu konuda İ. Hakkı Tonguç şunları söylemektedir.
Avrupa’dan ve Amerika’dan bütün dünyaya yayılan bu pedagojik fikir akımlarının
etkilerinden bizim kurtulmamız veya onlara yabancı kalmamıza imkân yoktu. Bu
akımlar bize de etki yapmaları pek tabi idi.150 Eğitim ve öğretim yeni kurulan
cumhuriyetin amaç ve hedeflerine uygun şekilde olması gerekmektedir. Bunun için
Amerika’dan gözlem ve deneye ağırlık veren pragmatist J. Dewey getirilmiş ve bir
rapor hazırlatılmıştır. Bu rapor Türkiye’nin gerçekliğine değil de daha çok
Avrupa’da ve Amerika’da geçerli olan eğitim modeline dayanmaktadır. Memnun
olmaya değer ki, Türkiye eğitim teşkilatında takip edilecek erkeyi tayinde zorluk
yoktur. Bu erke, Türkiye’nin uygarlık sahibi milletler arasında mükemmel bir organ
olarak canlı, serbest, müstakil ve laik bir cumhuriyet halinde gelişmesidir. Bu amacı
elde etmek üzere okulların millet bireylerine önce doğru siyasi alışkanlıklar ve
fikirler vermesi, ikinci olarak onlarda türlü şekilde ekonomik ve ticari yetileri teşvik
etmesi, üçüncü olarak erkek ve kadının milli egemenliği korumaya, ekonomi
bakımından kendi kendisini idareye ve sanat yönünden ilerlemeye sevk etmesi yani
onları müteşebbisliğe ve yaratıcılığa kendi kendilerine muhakeme etmeye, bilimsel
bir surette düşünmeye ve umumun faydası için sosyal tarzda işbirliğine alıştırarak,
fikir ve ahlak yönlerinden karakterin çizgilerini ve yönsemelerini kendilerinde
geliştirmesi lazımdır.151 Yeni kurulan cumhuriyetin eğitim felsefesini
oluşturanlardan birisi ise Ziya Gökalp’tir. Yeni eğitim politikaları ile milli kültürü
benimsemiş bireyleri yetiştirmek ve bu bireylerden yeni bireylerden oluşturmak
gerekmektedir. Bu eğitim politikaları ile eskinin ümmetçi nesilleri artık
Türkleştirmek, İslamlaştırmak, Muasırlaştırmak ilkesine göre üç yönlü
yetiştirilecektir. Eğitim aracılığı ile yeni yetişen gençlere Türklükle Müslümanlığın
ve Batıcılığın uzlaştığı anlatılacaktır. Gençlere aileden gelen Türklük ve İslamlığa
149 A. g. e. s.192. 150 Tonguç, Eğitim Yolu İle Canlandırılacak Köy, s. 294. 151 A. g. e. s. 307.
68
dayalı görüşü ile Batı’nın pozitivist dünya görüşünün çatışmadığı, kültürel yargılarla
teknolojik içerikli bilgileri sentezlemeleri gerektiği anlatılacaktır. Gençler, böylece
bir yandan milletlerarası uygarlığa, diğer yandan milli kültüre intibak
edeceklerdir.152 Eğitimin amacı, kişiyi doğa ve sosyal çevreye uydurmak, toplumun
yaşattığı kültür değerlerini (münteşir terbiye) insana kazandırmaktır. Bu anlamda
eğitim, psikolojik bir olay değil sosyal bir olaydır, amacı ulusal kültürü aşılamaktır.
Onun için Batı’nın yalnız evrensel tekniğini almalı, ulusal değerlerimiz titizlikle
korunmalıdır.153
Öz olarak cumhuriyet dönemini özetlemeye çalışırsak şunları söyleyebiliriz.
Bilindiği gibi bu dönemde Batılılaşma resmi ideoloji halini getirilmiş, Batı’nın
toplumsal yapısına ait modeller tereddütsüz bir şekilde uygulanmaya çalışılmıştır.
Batı’nın bu değerlerini eğitim yoluyla geniş kitlelere yaymaya çalışan cumhuriyet
hükümetleri aslında geçmişe ait politikalardan (III. Selim’den başlayarak
cumhuriyetin ilanına kadar süren Batı yanlısı politikalar) vazgeçmediği
göstermektedir. Dolayısıyla bu durum toplumsal yabancılaşmayı hızlandırmış, özgün
toplum oluşturmanın önünde engel olarak kalmıştır.
7- DOĞAN ERGUN VE EĞİTİM
7.1- KAPİTALİZM VE EĞİTİM
Bilindiği gibi üretim ilişkileri baskın bir karakter taşır. Bu öğe toplumsal
kurumları da ( siyasal, toplumsal ve kültürel ) şekillendirir. Maddi hayatın üretim
tipi, toplumsal, siyasal ve manevi süreçlerin genel karakterlerini saptar.154 Öz olarak
söylemek gerekirse hakim olan ekonomik anlayış kendine uygun bir eğitim sistemi
oluşturur ve buna uygun bireyler yetiştirmeyi amaçlar. Günümüzdeki kapitalist
anlayış da bu kurala uygun davranmaktadır.
152 Kaçmazoğlu, Türk Sosyoloji Tarihi II: II. Meşrutiyetten Cumhuriyet, s. 115. 153 Server Tanili, Nasıl Bir Eğitim İstiyoruz?, Cem Yayınevi, İstanbul, 1996, s. 34. 154 Emre Kongar,Toplumsal Değişme Kuramları ve Türkiye Gerçeği, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1995, s.129.
69
Cumhuriyetle birlikte yeni bir toplum oluşturulmaya çalışılmıştır. Bunun
referansları Batı’nın toplumsal anlayış ya da modelleri olmuştur. Bu anlayış
Batılılaşma politikalarıyla verilmeye çalışılmıştır. Bu politikaları en iyi şekilde
verecek ya da kitleselleştirecek kurum ise eğitimdir. Eğitim anlayışımıza ya da
felsefemize; Batı’da hakim olan, kapitalizmin ruhuna uygun bireyci, deneyci ve
pragmatist bir zihniyet verilmeye çalışılmıştır. Bilindiği gibi cumhuriyet döneminde
Batılılaşma resmi ideoloji haline getirilmiş ve uygulamalar buna dönük olmuştur.
Türkiye II. Dünya Savaşı’ndan sonra rengini ve biçimini Batı’dan yana iyice koymuş
Batı’dan aldığı model ya da politikaları sorgulamaksızın uygulamıştır.
1945 Sonrası Batı’ya göre şekillenen Türkiye Eğitim modelleri ya da
politikalarını da kapitalist mantık ve işleyişe teslim etmiştir. Bu politikaların
uygulayıcıları yerli burjuvazi olmamıştır. Bu dönemde henüz yerli burjuvazi silik,
kendini tamamlayamamıştır; dolayısıyla bu politikaları uygulayan devlet olmuştur.
Doğan Ergun bu konuda şunları söylemektedir. Eğitimin bu şekilde kullanılmasına
özellikle 1945 sonrasında gelişen Türk burjuvazisi öncülük etmiştir. Üstelik Türk
burjuvazisi Batı’daki gibi gelişimi olmadığı gibi bağımlı silik olduğunu bundan
dolayı yapacakları devlet eliyle yani devlet kapitalizmi ile yaptıklarıdır. 1945’ten
başlayarak günümüze kadar gelen sürede, Türkiye’deki üretim tarzı devlet
kapitalizmidir. Yani devlet aracılığı ile kapitalizmdir.155
Yerli burjuvazi kendi gelişimini tamamlayamadığı gibi kendine ait alanlarda
dahi eksik ve yetersizdir. Yerli burjuvazi amaçlarına ulaşmak için eğitim ve öğretimi
kullanmışlardır. Doğan Ergun şunları söylemektedir. Türk burjuvazisi Batı’daki gibi
gelişim seyri göstermediğinden, araç olarak kullandıkları eğitim ve öğretim
konusunda da fazla bilgi sahibi değildir. Kendi sanayi, ticaret ve tarım alanlarında
bilgi ve deneyim yetersizliği ile karşı karşıya olan bu kesimler, kendi çıkarları
doğrultusunda belirlemek istedikleri siyaset ve yönetim için ARAÇ olarak
155 Ergun, Eğitim ve Sosyoloji, s.28.
70
kullanacakları eğitim, öğretim konusunda da hemen hemen hiçbir bilgiye sahip
değillerdir.156
Türkiye’deki burjuvazi bağımlı ve silik olunca kendine ait bilimi de
oluşturamamıştır. Doğan Ergun bu konuyu şu şekil değerlendirmektedir. Türkiye’de
burjuvazi bilimi de oluşmamıştır. Yani dünyayı, toplumları, Türk toplumunu,
bireyleri burjuva bakış açısından inceleyen, açıklayan ve yorumlayan bir burjuva
bilimi yaratılmamıştır. Türk burjuvazisinin burjuva bakış açısı yeni yeni doğmak
üzeredir.157
Okul programlarımızın ülkemizin gerçekliğine göre oluşturulmadığı emperyal
çıkar odaklarının yardımlarıyla oluşturulduğu görülmektedir. Doğan Ergun bu
durumu şu şekil değerlendirmektedir. Okul programlarımızın –özellikle ilköğretim
ve orta öğretim programlarımızı- içerik olarak saptayacak uygulama olarak
biçimlendirecek, açık seçik öneriler, ülkemizin içinden çıkmamaktadır. Ülkemizin
içindeki bu durumu izleyen ve bilen dış güçlerin temsilcileri, ya kendileri gelmelerini
önererek ya kendi yetkililerimizce çağrılarak yardımlarını(!) gerçekleştirme fırsatı
bulmuşlardır.158
Ülkemizdeki öğretim programları, devleti elinde tutan azınlığın istek ve
beklentilerine uygun olarak hazırlanmıştır. Doğan Ergun bu konuda şunları
söylemektedir: Toplumdaki öğretim sistemi, temelde ve genelde, toplumun bütünün
çıkarlarına göre değil, ekonomiye egemen olan ve devlet yönetimini elinde tutan
azınlığın çıkarlarına göre düzenlenmektedir.159
Öz olarak şunlar söylenebilir. Türkiye’deki eğitim, kapitalizmin genel
mantığı içerisinde yerli komprador burjuvazi aracılığı ile devlet tarafından
biçimlendirilmektedir. Her sistem, her ideoloji kendini yeniden üretmek için kendine
uygun eğitim anlayışı oluşturur. Kapitalizm, kendi çıkarlarını korumak kendi 156 A. g. e. s. 29. 157 A. g. e. s, 31. 158 A. g. e. s. 34. 159 A. g. e. s. 34.
71
egemenliğini sürdürmek ve kendi bunalımlarını saklamak için ideoloji oluşturur. Bu
ideolojileri de okul programlarına yansıtır.160
7.2- BİREY, TOPLUM VE EĞİTİM
Dünyada ve ülkemizde eğitime ait birçok tanım yapılmıştır. Bu
tanımlamalarda birbirlerine benzeyenleri bir kümede, karşıt olanları ise diğer kümede
toplamışlardır. Doğan Ergun bu iki karşıt görüşü sosyolojik ve psikolojik görüş
olarak nitelemektedir. Ve bunlara ilişkin tanımlamaları şu şekilde yapmaktadır.
Sosyolojik görüşe göre; eğitim, yetişkinlerce gençler ve çocuklar üzerine
uygulaması gereken bir eylemdir. Bu eylemler, geçmişin ve ataların kalıtını onlara
aktarmayı içerir; yine bu eylem, gençlere ve çocuklara, yaşamasını sürdürecekleri
topluma daha iyi uyabilmeleri için fikirler ve gelenekleri vermeyi içerir.161
Bireyin belirlenmesinde, topluma ve toplumsal olgulara öncelik veren
sosyolojik görüşün eğitime yansımasını Doğan Ergun şu şekil değerlendirmektedir.
Gerçeği tanımak, öğretmek öğretmene aittir. Öğretmen, metinlere, kitaplara, el
kitaplarına dayanarak ve yararlanarak gerçeği öğretir. Metinler, kitaplar geleneksel
ilkelere bağlı kalacaktır. Bu öğretim, dondurulmuş düşüncelerle yüklü olacaktır; yani
dogmalardan kaynaklanan bir öğretim olacaktır.162
Görüldüğü gibi sosyolojik eğitim, öğretmen merkezli, bilgi akışı tek yönlü
olarak ifade edilmekte ve yorumlanmaktadır. Bu anlayış öğrencileri ezbere, tekrara
yönlendirmektedir. Böyle bir durumda öğrenci yaratıcılığını kullanamamaktadır.
160 A. g. e. s. 35. 161 A. g. e. s.37. 162 A. g. e. s. 38.
72
Psikolojik görüşe göre, eğitim her bireydeki yetenekleri en yüksek derecede
geliştirmelidir ve bu geliştirme, bireyin gelecekteki başarılarını sağlamalıdır.163
Geleneksel eğitime tepki olarak ortaya çıkan psikolojik eğitim ülkemizdeki eğitim
anlayışını etkilemiştir. Bu yeni eğitim temel ilkelerini Montessori, geleneksel eğitimi
eleştirerek ortaya koymuştur. Geleneksel eğitimde, öğretmen, öğrenciye fikirler
aracılığıyla bilgi vermektedir; oysa bu fikirler, öğrenci için çok biçimli-çok yönlü
gerçeğin basitleştirilmesinden başka bir şey değildir; ve bu yönden de fikirler
çocuktan uzak kalır.164
Doğan Ergun, psikolojik görüşü şu şekil değerlendirmektedir. Montessori’nin
eğitmek, öğretmek istedikleri çocuklar sıkı, çok katı duyusal disipline zorlanmakta,
hatta bu disiplin içine hapsedilmektedirler. Çocukların en bireysel yeteneklerine
başvurarak, onların toplumsal yetenekleri hiç dikkate alınmamaktadır. Başka deyişle,
çocuğun kişiliği eğitici ortamın dışında kalmaktadır. Oysa kişilik bireyin toplumla
ilişkilerini sağlayan ruhsal bedensel ya da maddi-manevi sistemlerin dinamik bir
örgüttür. Çocukların öğrencilerin bilgi edinmesi yalnız onlara ve yaratıcılığına
bırakmak herhalde tek yanlı olduğu kadar anlamsız bir yaklaşım olmaktadır. Bir kere
böyle bir yaklaşım böyle bir uygulama, çocuğa kendiliğinden yetenekleriyle
toplumsal kalıt arasında çukur oluşturur.165
Bireyselliği önemseyen yeni eğitim anlayışı küme çalışmasına da çok önem
vermiştir. Küme çalışmalarında amaç, bir sınıfta aynı zamanda bütün öğrencilere ve
her bir öğrenciye ders veren öğretmenin bilgisine, öğretimine karşı çıkmak olarak
gösterilmektedir. Yani, geleneksel okulun aynılığını, tek düzeliğini ortadan
kaldırmak amaçlanmaktadır. Bu eleştiri, sınıflarda kümelerin oluşması için gerekçe
olarak gösterilmektedir.166 Doğan Ergun küme çalışmasını şu şekil
değerlendirmektedir. İçedönük-kendi üstüne kapanmış birer küçük topluluk içinde,
her çocuğun, her öğrencinin kişisel gelişmesinin sağlanacağını ileriye sürmüşlerdir.
Başka bir deyişle, çocuklar, öğrenciler özgür toplumsal anlama uymanın gerektirdiği 163 A. g. e. s. 37. 164 A. g. e. s. 41. 165 A. g. e. s. 42–43. 166 A. g. e. s. 47.
73
“güçlüklerle dolu, dikenli sorunların” uzağında kalacaktır. Küme çalışması da, bir
konunun her ayrı yönünün, her ayrı boyutunun ayrı ayrı öğrencilere verilmesinden
başka bir şey değildir.167
Bireysel ilişkilere önem veren, tarihi ve tarihin belirleyiciliğini reddeden,
toplumu psikolojik ilişkiler boyutuyla değerlendiren yeni eğitim anlayışını
( psikolojik eğitim) Doğsn Ergun eleştirmiştir. Geleneksel eğitim, her şeyden önce
ve yalnız topluma öncelik veren katı tutumuyla bir ayrı kutup oluşturmuş; yeni
eğitimde her şeyden önce ve yalnız bireye öncelik veren katı tutumuyla ayrı bir kutup
oluşturmuştur. Yaparak öğrenme (etkin yöntem-aktif metod) adı altında yararlı bir
yaklaşım ve girişim biçimi getirmesine karşın, yeni eğitim, bilgi olarak –deney
olarak bir büyük birikim olan toplumsal kalıtı reddetmektedir. Bu reddetmeyle de,
tarihi ve tarihin belirleyiciliklerini reddetmektedir. Yeni eğitimin küme çalışması ya
da okulu küçük bir toplum olarak görmesi, bir toplumun varlığını ve yapısını
“bireylerarası basit psikolojik ilişkiler”e indirgemesi demektir. Başka bir deyişle,
yeni eğitime göre, toplumu “bireylerarası basit psikolojik ilişkiler” oluşturur,
meydana getirir. Yani yeni eğitim, toplumun maddesel ve tarihsel altyapısını,
üstyapısal niteliklerini gözden uzak tutar; bireylerin varlığını belirleyen tarihsel
gerçeği dikkate almaz.168
Bilindiği gibi birey tek yönlü değildir, çok yönlü bir yapıya sahiptir.
Dolayısıyla bireyi açıklarken psikolojik değerlerle ya da bir takım açıklamaya
çalışmak bilimsel bir yaklaşım olmaz. Bilinmelidir ki birey, bireyselliği kadar aynı
zamanda bütün olanaklarıyla toplumsaldır. Çünkü birey bir sınıfın, bir grubun ya da
bir katmanın üyesidir. Belirli bir toplumun sınıflardan, katmanlardan oluştuğu, yeni
değişik kısımlardan oluştuğu, artık, bugün herkesçe bilinen bir gerçektir. Bu sınıflar,
bu katmanlar, bu gruplar arasındaki karşıtlıkların, çelişkilerin varlığın siyasal
düşüncelerden bağımsız olarak görülmemesi deyince herkesçe kabul edilmektedir.
167 A. g. e. s. 47. 168 A. g. e. s. 49.
74
Gerçek bu iken bireysel ve toplumsal gelişmesini tüm toplumdan soyutlayarak
incelemek her halde olanaksızdır.169
Çocuğun bireysel ve toplumsal gelişmesini açıklayabilmek için aile, mahalle,
okul gibi dar grupları aşmakla mümkün olur. Bilinmelidir ki birey toplum içerisinde
yaşamaktadır. Toplum içerisinde yaşayan birey toplumun siyasal, ekonomik, kültürel
ve demografik özelliklerinden etkilenir. Dolayısıyla salt psikolojik ilişkilerle ya da
dar grup mantığı ile bireyin, özelde çocuğun toplumsal gelişimini açıklayamayız.
7.3- TÜRKİYE’DE EĞİTİM SORUNLARINA YAKLAŞIMLAR VE
PROGRAMLAR
Türk eğitim sistemini etkileyen eğitim görüşleri konusunda Doğan Ergun
şunları söylemektedir. Tanzimatla başlayarak ikinci Meşrutiyet yıllarına kadar süren
eğitim görüşleri ve uygulanmasına çalışılan öğretim programları, Fansız eğitim
sistemlerinin damgasını taşır. Birinci Dünya Savaşında, Türkiye ile Almanya
arasındaki bilinen ilişkiler sonucu, Alman eğitim sistemi ülkemizde etki alanı
bulmaya başlamıştır. Giderek artan bir uygulama ile bu etki İkinci Dünya Savaşına
kadar devam ede gelmiştir. İkinci Dünya Savaşından beri de savunulan eğitim görüşü
ve uygulanan öğretim programları Amerikan eğitim sisteminin damgasını
taşımaktadır.170
Görüldüğü gibi Türk eğitim sistemi ilişkide bulunulan ülkenin politik ve çıkar
ilişkilerinden etkilenmekte ve ona göre şekillenmektedir. Sadece eğitim sistemi değil,
ülkenin siyasal, ekonomik hatta sosyoloji anlayışı bile Batılı ülkelerin tesiri ve
güdümü altına girmektedir. Örneğin Türk sosyoloji anlayışını dönemlere ayıran
Emre Kongar, bu dönemlerin ülkenin, diğer ülkelerle girdiği siyasal ilişkilerine göre
değiştiğini söylemektedir. Tarihsel süreç içinde Türk toplumbiliminin gelişmesi
büyük ölçüde siyasal dalgalanmalara bağlı olmuştur.171
169 A, g, e, s. 54. 170 A, g, e, s. 61. 171 Emre Kongar, Türk Toplum Bilimcileri 1, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1996, s.13.
75
Doğan Ergun, eğitim sistemimizi görüş ve önerileri ile etkileyen İsmail Hakkı
Baltacıoğlu ve İsmail Hakkı Tonguç olduğunu söylemektedir.
İ. H. Baltacıoğlu’nun eğitim ile ilgili görüşleri şu şekildir.172
• Beden eğitiminde kullanılacak alet, makine ve eşya, bedenin
organlarına uygun olmalıdır.
• Eğitim, müsbet ve maddi olmalıdır. Doğal ve felsefi bilimler üzerine
kurulmuş bir fikri eğitime ihtiyaç vardır.
• Eğitim yaratıcı bir nitelikte olmalıdır. Bütün dersler, eğilimler, Türk
çocuklarında yaratma, icat, ihtira, araştırma, keşif ve uygulama
yeteneklerini geliştirici nitelikte olmalıdır.
• Eğitim, ulusal olmalıdır. Ulusal eğitim, mutlaka Türklerin
geçmişlerinden esinlenerek yapılmalıdır.
• Bütün eğitim kurumlarında tarım eğitimi ve öğretimi yapılmalıdır.
• Türkiye eğitimi, hem bir sanat eğitimi, hem de bir güzellik (bediilik)
eğitim olmalıdır. Türkler, resimsiz, heykelsiz, yazısız bir eğitimi aşağı
görecektir. Bütün güzelliklerin ve şiirlerin yer aldığı bir eğitim sistemi
oluşturulmalıdır.
• Eğitim bireysel olmalıdır. Yani, bireyi aşağı gören, birey haklarını
inkar eden, bireyin özgürlük ve kuvveti yerine, toplumun emir ve
yasaklarını, baskısını ve otoritesini yaşatan eski eğitim yöntemini
öldürmeli, bunun yerine bireyselliği ve kişiselliği geliştirici yeni bir
iman ve eğitim kabul edilmelidir.
• Milli eğitim, dünyevi olmalıdır.
Doğan Ergun, İ. Hakkı Baltacıoğlu’nun eğitim ile ilgili görüşlerini şu şekilde
değerlendirmektedir. İ. H. Baltacıoğlu, uzlaştırıcı bir akımın öncüsü olmuştur. Yani
psikolojik eğitimle sosyolojik eğitimi uzlaştırmayı amaçlamıştır. “Yüzmek,
yüzmenin ne olduğunu anlatarak öğretilmez; yüzmek yüzerek öğrenilir.” diyerek,
172 Binbaşıoğlu, Türkiye’de Eğitim Bilimleri Tarihi, s.99.
76
“oyunda, işte sıra başında, günlük işlerinde çocuk, kendisine öğretileni yapmıyor,
elinde ve kafasıyla işlediği sırada kendiliğinden öğreniyor.”173 İ. H. Baltacıoğlu’nu
eğitim anlayışı konusunda H. Bayram Kaçmazoğlu ise şunları söylemektedir:
Baltacıoğlu, eğitim konusunda sosyoloji ile psikolojiyi uzlaştırarak sosyal insan
yetiştirme denemesi içerisindedir. Bu sosyal insan bir yanı ile toplumsal konulara
duyarlı ve topluma dönük, diğer yanı ile milliyetçi, laik, Atatürkçü ve Batıcıdır. Batı
tekniğini kavrayan ve rasyonaliteyi sonuna kadar benimseyen, bunun yanında
mistizme yönelmeyen ve teori ile pratiği toplumsal yaşamda birleştiren bir eğitim
anlayışı. Başka bir ifade ile, Baltacıoğlu’nun düşlediği eğitim sisteminin temel
amacı, Cumhuriyet ilkeleri doğrultusunda bireyler yetiştirmektir.174
1927 yılından başlayarak 1960 yılına kadar Türk Eğitim Sistemini etkileyen
İ. Hakkı Tonguç, J.J Rousseau, Pestalozzi ve J. Dewey’n görüşlerini eğitim
anlayışımıza sokmaya çalışmıştır. Bilindiği gibi J.J Rousseau ve Pestalozzi, çocuğun
doğal bir varlık olduğunu, doğanın bir parçası olduğunu söylemektedir. Eğitim,
çocuğun gelişimine bırakılmasını ve böylece kendini geliştirebileceğini ileri
sürmektedirler. Örneğin, J.J Rousseau’nun Emile “bir çocuk büyüyor” adlı kitabında
kır havasının önemi, Emile’nin köyde yetiştirilmesi, vücudumuzu gıdalarla
kuvvetlendirelim gibi son derece doğal bir anlayışı eğitime aktarmaya çalışmıştır.
Emile, tamamen doğal yöntemlerle yetiştirilen bir çocuk; beslenmesinden, yaşadığı
yere, oyuncaklarından aldığı eğitime ve hastalandığı zaman uygulanan tedavi
yöntemlerine kadar her şeyin doğayla uyum içinde olduğu böyle bir yaşam tarzı175
İ. H. Tonguç’u etkileyen J. Dewey ise okulu bir toplum olarak
düşünmektedir. Dewey’e göre, okul kendi kendini yöneten gerçek bir toplum olmalı
beceriklik bilgiden önce gelmeli; en yararlı olan en gerçek sayılmalı; okul, küçük bir
toplum olmalıdır.176 Okullar, öğrencilerini mesleki ve teknik yönden eğitmeye
çalışmakla birlikte ekonomi ve sanayi hayatiyle ilgili bilgileri toplayıp yayımlamak
173 Ergun, Sosyoloji ve Eğitim; s. 62. 174 H. Bayram Kaçmazoğlu, Türk Sosyoloji Tarihi Üzerine Araştırmalar, Birey Yayıncılık, İstanbul, 1999, s. 238. 175 J. J. Rousseau, Emile “bir çocuk büyüyor” Selis Kitapları, İstanbul, 2003, s. 10. 176 Ergun, Sosyoloji ve Eğitim; s. 65.
77
için de bir merkez olmalıdırlar. Mesela Ticaret ve Tarım Bakanlıkları bazı bilgileri
ve direktifleri halka yaymak istedikleri zaman, okullardaki öğrencileri bu bilgileri
kendi ailelerine ve okulun bulunduğu çevredeki toplumun bütün bireylerine
duyurmak işine katılmalı, aynı şekilde yukarıda adları geçen bakanlıklar tarafından
istenilecek istatistiklerle diğer bilgileri toplamak için de onlardan faydalanmaya
çalışmalıdır.
Okulun amacı iki yönlüdür. Bir taraftan milli fayda sağlayıcı bilgilerin
toplanması ve yayımlanması ödevini görecek bir merkez ve vasıta olmak, bu suretle
okulları toplumun ve milletin hayatıyla bağlamak diğer yandan da öğrencileri
memlekete faydalı olacak fikir alışkanlıklarıyla kuvvetlendirmek ve okuldan
alacakları bilgileri nazari ve lüzumsuz olmaktan kurtarmak.177
İ. Hakkı Tonguç’u etkileyen düşünürlerin deneyci, doğacı ve pragmatist
olması ve bu düşünürlerin düşüncelerini Türk eğitim sitemine aktaran İ. H. Tonguç’u
Doğan Ergun şöyle eleştirmiştir: Çocuğu, yalnız doğal bir varlık olarak gören
Tonguç, çocuğun, tarihsel, toplumsal bir varlık olduğunu görememiştir. Yani
çocukla, insanla tarihsel, toplumsal belirleyicilikleri anlamaktan uzak kalmıştır.
Başka yeni eğitimciler gibi Tonguç da, toplumun varlığını ve yapısını “bireylerarası
basit psikolojik ilişkiler”e indirgemiş, yani bireylerin varlığını belirleyen tarihsel
gerçeği hiç dikkate almamıştır. Tonguç’un eğitim, öğretim ilkeleri bireyci ilkelerdir,
bireyci psikolojik ilkelerdir.178
Görüldüğü gibi eğitim sistemimiz; Batı’ya ait değerler tarafından,
şekillenmeye çalışılmıştır. Bu anlayış tarihsel ve toplumsal olmaktan çok bireyci bir
mantığa sahiptir.
7.4-TÜRKİYE’DE 1968 İLKOKUL PROGRAMI
177 Tonguç, Eğitim Yolu İle Canlandırılacak Köy, s. 309. 178 Ergun, Eğitim ve Sosyoloji, s. 66.
78
Doğan Ergun; ilkokul programının özel girişimcilik vurgusunu yaptığını
söylemiştir. Milli Eğitim ülkümüz, Türk ulusunun bütün bireylerin kaderde, kıvançta
ve tasada ortak, bölünmez bir bütün halinde ulusal bilinç etrafında toplamak; ulusal,
ahlaksal, insansal üstün değerlerini geliştirmek; ulusumuzu özgür düşüncenin,
toplumsal anlayış ile demokratik düzenin egemen olduğu, kişisel girişimciliğe ve
toplum sorumluluğuna değer veren bir anlayış içinde bilgi, teknik, güzel sanatlar ve
ekonomi bakımından çağdaş uygarlığın yapıcı, yaratıcı, seçkin bir ortağı haline
getirmektir.179
Daha önceki eğitim programlarının öğretmen merkezli, ezberci mantığa sahip
olduğu ve bu durumun günümüz koşullarına uymadığı için 1968 eğitim programının
yapıldığı söylenmiştir. 1948 ilkokul programında birinci öğe öğretmendir; gerçeği
tanıtmak, öğretmek öğretmene aittir; çoğu zaman öğretmen öğrenciye bilgi
aktarmaktır; öğrenci de bu bilgileri edilgen (pasif) olarak ezberlemektedir; öğrenci
kendi kendine bilgi edinememektedir; öğrenci ikinci öğedir.
Aynı kişi ve çevreler, öğretimde, öğrencinin birinci öğe olması gerektiğini
savunmuştur; yani çoğu zaman ve önce öğrencinin bireysel girişimlerine, bireysel
çaba ve yaratıcılıklarına öncelik verilmesini, yani öğrencilerin yeteneklerine öncelik
verilmesini istemişlerdir.180
1968 ilkokul programının okulu küçük bir toplum modeli olarak sunması,
toplumsal gerçeği sadece psikolojik ilişkilere indirgemesi ya da küçük grup
anlayışına yönelmesi Doğan Ergun tarafından şöyle eleştirilmiştir. Bu ilke, bu
yaklaşım yanlış ve olanaksızdır. Çünkü, okulu küçük bir toplum olarak görmek, bir
toplumun varlığını ve yapısını, “bireylerarası basit psikolojik ilişkier”e indirgemek
demektir. Toplumu böyle görmek, toplumun maddesel ve tarihsel altyapısını,
üstyapısal niteliklerini gözden uzakta tutmak demektir; bireylerin varlığını belirleyen
tarihsel gerçeği ve tarihsel gerçeğin derinliğini dikkate almamak demektir.181
179 A. g. e. s. 73. 180 A. g. e. s. 74. 181 A. g. e. s. 75.
79
Öğrenme sonucu olarak, öğrencilerin davranışları gün geçtikçe değişecektir.
Başka bir deyişle, davranış değişikliği sağlanabildiği zaman öğrenme gerçekleşiyor
demektir. Bu bakımdan çocuğun belleğine bir takım faydasız bilgiler yığmak yerine
ilgisine ve ihtiyacına cevap veren bilgilerle davranış değişikliğini sağlamak
gerekir.182 Görüldüğü gibi bu ilkenin davranışçı, tek yönlü, aşırı bireyci olduğunu
söyleyen Doğan Ergun, şunları söylemektedir. Bu ilke davranışçı bir ilkedir. Yani
genel olarak toplumsal bilimleri özel olarak bireysel psikoloji davranış bilimi olarak
gören bir yaklaşımın eğitim ve öğretimdeki yansımasıdır. Bu bir Amerikan
yaklaşımıdır. Toplumun, toplumsal gerçeğin yalnız bireylerin davranışlarına göre,
yalnız bireylerin davranışlarını inceleyerek açıklanabileceğini sanan bir Amerikan
yaklaşımıdır.183
Doğan Ergun, 1968 ilkokul programında yöntem ve teknik kavramlarının
karıştırıldığını bundan dolayı öğretmenlerin kavram kargaşası yaşadığını
söylemektedir. Ünitelerin ( konuların) işlenişinde ihtiyaca göre anlatma (takrir), soru-
cevap, gözlem, inceleme, araştırma, laboratuar, iş, gösterme, proje, deney, problem
çözme v.b. yöntemler ve teknikler kullanılabilir. Gerekirse bir derste bunlardan
birden fazlasına da yer verilebilir. “Görülüyor ki, neyin yöntem neyin teknik olduğu
hiç belli değildir. Zaten, öğretmenler de bu kavram kargaşasının içinden bir türlü
sıyrılıp çıkamamışlardır. Üstelik, bu konuda, kimse de şimdiye kadar öğretmenlere
yardımcı olmamıştır.184
1968 ilkokul programında çalışma tekniği olan küme çalışmalarının faydaları
şu şekil sıralanmıştır.185
• Çocuk, ilgi ve ihtiyacına uygun bir konuyu öğrenmek için kendi isteği
ile bir kümede görev aldığından daha çok istekle çalışır.
182 A. g. e. s. 79. 183 A. g. e. s. 80. 184 A. g. e. s. 88. 185 A. g. e. s. 89.
80
• Bir kümenin üyesi bulunmaktan ve kümeye yararlı olmaktan ötürü
kendine güveni artar, kıvanç ve mutluluk duyar.
• Sorumluluk yükleme, iş başarma, düşünme, kıyaslama, konuşma,
tartışma, inceleme, araştırma, dinleme, eleştirme… yetenekleri daha
fazla gelişir.
• Hayat boyunca başvuracağı öğrenme yollarını kazanır.
• İncelenen konu ile ifade, beceri etkinlikleri arasında tabii bağlar
kurulur.
• Küme içinde daha olumlu ve toplumsal davranışlar kazanır,
başkalarıyla birlikte çalışmaya çalışır.
• Bu çalışmalarda en pasif çocuklara bile yapacakları iş bulunur.
• Küme çalışmaları, ilgilerin ezberlenmesi yerine sevilip sindirilmesini
sağlayacak öğrencide olumlu davranış değişikliklerine imkan hazırlar.
Küme çalışmalarının bireyci bir anlayışa sahip olduğunu söyleyen Doğan
Ergun şunları söylemektedir. Küme çalışmalarının bireyci anlayışı özendirdiği
görülmektedir. Küme çalışması, tamamıyla bireyci bir çalışmadır; hatta aşırı bireyci
bir çalışmadır…. Çocukların, öğrencilerin yapmak ve öğrenmek için kişisel
yetenekleri, kişisel becerileri, kişisel eğilimleri ve kişisel olanakları göz önünde
tutulmadan ve dikkate alınmadan büyüklerin, yetişkinlerin konularını saptayarak,
sınırlayarak hazırladığı tepeden inme bir ilkokul programıyla karşı karşıyayız.
Üstelik bu program küme çalışması olarak adlandırılan bir çalışma tekniği bir
çalışma tekniği, bir öğrenme tekniği aracılığıyla uygulanmak istenmektedir. Yani
konuları, çocuk, öğrenci özelliklerine ters düşen bir yol ile-bir öğrenme yolu ile
uygulamak eğitim sistemimizin gündemindedir.186
Öz olarak 1968 ilkokul programı ile ilgili şunlar söylenebilir. Bu program
ekonomiyi elinde tutan sınıfın istek ve beklentilerine göre şekillenmiş, bireyi
yücelten, girişimciliği özendiren, tarihselliği ve toplumsallığı dışlayan, davranışçı,
tek yönlü bir programdır. Devlet kapitalizmi, toplumdaki öğretim sistemi, temelde ve
186 A. g. e. s. 89-91.
81
genelde, toplumun bütününün yan toplumdaki bütün bireylerin çıkarlarına göre değil,
ekonomiye egemen olan ve devlet yönetimini elinde tutan azınlığın çıkarlarına göre
düzenler.187 Bu programın öğrenciyi amaç olarak göstermesine karşı çıkan Doğan
Ergun, asıl amacın toplum olduğunu söylemiştir. Aslında amaç toplumdur ve daha
iyi bir toplumdur. Amaç, öğrenciyi, yurttaşı daha iyiye, daha ileriye, daha mutluluğa
gösterecek olan bir toplumdur. Bütün öğrencilerin, bütün yurttaşların daha iyiye,
daha ileriye, daha mutluluğa götürülmesi ancak toplumun amaç olarak
düşünülmesiyle gerçekleşebilir. Bu amaç içinde eğitim; dolayısıyla öğrenci araçtır.
Amaç; bir toplumun tümünün mutluluğudur; bu tümünün mutluluğu için;
eğitim, dolayısıyla öğrenci araçtır.188
7.5- ÇOK YÖNLÜ ÖĞRETİM
Türkiye’deki eğitim anlayışının değişmesi gerektiğini söyleyen Doğan Ergun, bu
anlayışın bilimsel, diyalektik tutum ve aynı zamanda genel kalkınma planlamalarına
uygun olması gerektiğini söylemektedir. Bu bağlamda öğretim anlayışının çok yönlü
yani zihinsel ve bedensel çalışmayı kaynaştırmasını gerektiğini söyleyen Ergun,
bununla ilgili şunları belirtmektedir. Somut ve uygulamalı deneyler çocukta-insanda,
kavramların oluşumuna kolaylaştırdığı ve geliştirdiği gibi işle-eylemle düşünceyi
birleştiren ilişkileri daha açık bir biçimde gösterecektir. İşte bu öğretimin adı “çok
yönlü” öğretimdir. 189
“Çokyönlü” öğretimin iki temel amacı şunlardır.190
• Öğrencilerin yeteneklerinin geliştirmesi sağlayacak bir ortam ve
öğretim tekniği hazırlamak.
• Öğrenciyi, kendisine uygun düşen ve öğrenciyi topluma en çok yararlı
kılacak mesleğe yönetmek. 187 A. g. e. s. 96. 188 A. g. e. s. 118. 189 A. g. e. s. 123. 190 A. g. e. s. 125.
82
Doğan Ergun, aslında “çokyönlü” eğitimin çocuğu yönlendirme işi olduğunu
söylemektedir. “Çokyönlü” olduğu için öğretimin, her şeyden önce genel öğretimdir
demiştik. Genel öğretimde başlıca olan, birinci derece önemli olan öğrenmektir; en
iyi öğrenmeye doğru yönelmektir. Bu en iyi öğrenme, öğrencinin kendisine en çok
uygun düşeni, öğrenmesidir. “Çokyönlü” öğretim, her şeyden önce bir yönlendirme
öğretimdir; çok yönlü öğretim, bir kelimeyle, yönlendirmedir.191
Doğan Ergun, “çokyönlü” öğretimin aslında araç olduğu yani yönlendirme
aracı işlevine sahip olduğunu söylemektedir. Adı üstünde “çokyönlü” öğretim. Fakat,
bu yönlülük, en geniş anlamıyla, bedensel yön ve zihinsel yöndür demiştik. En geniş
anlamıyla bu iki yönün sentezi olarak “çokyönlü” öğretim bütünü oluşuyor. İşte bu
bütün, aslında, bir öğretim tekniği olarak düşünülecektir; yani bir araç olarak
düşünülecektir. Öyleyse, bu “çokyönlü” öğretim bir yönlendirme aracıdır. Öyle bir
yönlendirme aracı ki, öğrencileri, onların yeteneklerini geliştirerek yönlenmelerine
yardım edecek. Öğrencilerin yeteneklerinin gelişmesi için de “çokyönlü”lüğe
elverişli ortam bütün olanaklarıyla sağlanacak. Bu ortam ilkokul ortamıdır; ortaokul
ortamıdır vb.192
Doğan Ergun, çokyönlü öğretimin yönlendirme işi olduğunu bu yönlendirme
işinin ise planlama ihtiyaçlarına uygun olması gerektiğini söylemektedir.
İlkokullardan itibaren başlayacak olan ve ortaöğretimde devam edecek olan çokyönlü
öğretim, öğrencileri, gelişmekte olan yetenekleri doğrultusunda ve kendilerine en
uygun düşecek mesleğe doğru yönlendirecektir. Bu yönlendirme, planlama
ihtiyaçları da göz önünde tutularak, ya ekonomik anlamda üretim alanlarına ya da
öteki hizmet alanlarına doğru gerçekleşecektir.193
İş derslerinin, çokyönlü öğretimin kaçınılmaz önkoşulu olduğu söyleyen
Doğan Ergun, bu derslerin çocukların yaratıcılığını geliştirdiğini söylemektedir.
191 A. g. e. s, 129. 192 A. g. e. s. 129. 193 A. g. e. s. 132.
83
Öğrenciler, “el işi çalışmalarıyla yapıcılık, yaratıcılık yönlerini geliştirirler.” “İş
yapma ve bir eser meydana getirme yönünden gelişirken rastladıkları zorlukları irade
ve güçleri ile yenmeyi, nefse güveni öğrenir, kişiliklerini, bağımsızlıklarını
kazanırlar.” “Küçük yaştan başlayarak metotlu ve planlı çalışma, sorumluluk
yüklenme ve başkaları ile iş birliği yapma, yardımlaşma ve dayanışma alışkanlıkları
kazanırlar.” “Kendi kendilerini tanıyarak gizli güç ve yeteneklerini keşfetmeye
çalışırlar.” “İlkokullarda iş, bütün öteki derslerin belkemiğini teşkil edecektir.”194
Doğan Ergun, eğitimin ve öğretimin en önemli aktörlerinden olan öğretmenin
niteliğine ilişkin şunları söylemektedir. Öğretmen yetiştirme işine, hala okullardaki
öğretmen açığını kapatmak işi olarak, yani nicelik açısından bakılmaktadır. Bu bir
bakıma doğaldır. Çünkü, eğitim ve öğretimin niteliği sorun olmazsa, öğretmenin
niteliği de sorun olmaz.195
İlkokul öğretmenlerinin yetiştirilmesin de konusunda Doğan Ergun, şunları
söylemektedir.196
• “Çokyönlü” ilkokul programının gerektirdiği uygulama becerileri
ve kuramsal bilgiler.
• Bu uygulama becerileri, bu kuramsal bilgiler, okuma, yazma ve
saymanın gerektirdiği; hayat ya da tabiat bilgisinin gerektirdiği
uygulama becerileri ve kuramsal bilgilerdir.
• Ayrıca, “çokyönlü” öğretimin ilkokul öğretmeni, Türkiye’nin
genel kalkınmasını muhakkak bilecek ve muhakkak izleyecektir.
İlköğretimle ilgili olarak ise Doğan Ergun, şunları söylemektedir.197
194 A. g. e. s, 139. 195 A. g. e. s, 145. 196 A. g. e. 149. 197 A. g. e. s. 150.
84
• İlkokullarımızda ikili, üçlü öğretim uygulamasını durdurarak,
bütün ilkokullarımızda tek öğretim-normal öğretim
uygulamasına başlamak için bütün olanakları yaratmalıdır.
• İlkokulun birinci sınıfından itibaren “çokyönlü” öğretim
uygulamasına başlanmalıdır.
• “Çokyönlü” öğretime göre öğretmen yetiştirme girişimlerine
başlanmalıdır.
• İlköğretim gündüzlü ve yatılı bölge okullarının sayısı
arttırılmalıdır.
• Milli Eğitim Bakanlığı Eğitim Araçları ve Donatım Dairesini
eğitim araçları sanayi gibi algılayarak yeniden kurmalıdır.
• Milli Eğitim Bakanlığıyla işbirliği içinde Milli Eğitim Yüksek
Kurulu ya da Milli Eğitim Programları Yüksek Kurulu
Kurulmalıdır.
Kısaca söylemek gerekirse; Türkiye’nin kalkınması, gelişmesi için
eğitim ve öğretimin niteliğinin artmasına bağlıdır. Eğitimin ve öğretimin niteliği
ise “çokyönlü” öğretimi merkeze koymakla mümkündür.
I. Bölümü kısaca şu şekil özetleyebiliriz. Bilindiği gibi uygulanan
eğitim politikaları ve bunlara ait müfredat programı felsefe ile yakın ve zorunlu
bir ilişkiye sahiptir. Eğitim programları ya da politikaları felsefeyle olduğu kadar
diğer toplumsal değişkenlerde ilgilidirler. Örneğin bir ülkenin eğitim politikası o
ülkenin kültürel, ekonomik, sosyal v.b yapısıyla da ilişkilidir.
Doğan Ergun, ülkemizde uygulanan eğitim programlarının, Batı usulü
programlar olduğunu ve bu programların girişimciliği, deneyselciliği ve
pragmatizmi özendirdiğini belirtmektedir. Bu tür programların Türkiye’nin
tarihsel ve toplumsal yapısına uymadığını söylemektedir.
85
Doğan Ergun; her ülkenin kendine ait kültürü, tarihi ve sosyal
yapısının olduğunu ve uygulanacak eğitim modeli ya da programlarının bu
gerçekliğe uygun olması gerektiğini belirtmektedir. Doğan Ergun’a göre bu
model “çokyönlü” öğretim programı olmalıdır. Ancak böyle bir model ile Türk
eğitim sisteminin ilerleyeceğini söylemektedir.
“Çokyönlü” öğretimi yönlendirme ya da yönseme olarak tanımlayan
Doğan Ergun, bu öğretim modelini aslında bir araç olarak görmektedir.
Öğrencilerin yeteneklerine göre yönlendirecek olan “çokyönlü” öğretim, çocuğun
bedensel ve zihinsel yeteneğini sentezsize eden modeldir.
Doğan Ergun; Türk eğitim sistemini bütünlükçü, tarihsel ve aynı
zamanda toplumsal bir olgu olarak değerlendirmeye çalışmıştır. Eğitimdeki
çıkmazları uygulama modeline ve onun arkasındaki felsefi yapıya gönderme
yaparak çözümlemeye çalışmıştır. Ve sorunun giderilmesi için “çokyönlü”
öğretim tekniğinin uygulanması gerektiğini vurgulamıştır.
86
DEĞERLENDİRME VE SONUÇ
Bir ülkeyi geri bırakmanın ya da gelişmesini önlemenin yolu kendi gerçekliğine
yabancı düşürmektir. Bu durumun sonucunda sömürü ilişkisi, toplumsal tahribatın
derecesi artmaktadır. Bilindiği gibi kapitalist düzen kendini yeniden üretmek için
kültürleri ve toplumsal kimlikleri erozyona uğratmaktadır. Kapitalist yayılma sonucu
ekonomileri, kültürleri, kimlikleri, erozyona uğratılan toplumlar, ekseri tahribatı
öncesini hatırlamaz duruma geliyorlar. Sömürgeciliğin ve emperyalizmin şoku veya
kaza sonrasında, bir bellek kaybı ortaya çıkıyor. Kaza öncesini hatırlamıyorlar ama,
çok gerisini hatırlamak için yoğun bir çaba ve zorlama içine giriyorlar. Kendilerini
Batılıların “kendi suretinde yarattığı” biçimiyle görüyorlar. Ekseri bellek kaybı
sonucu hatırlamadıkları geçmişlerini de Batılılardan öğreniyorlar. Ve şok öncesi
dönemde yaşadıklarında hiçbir olumlu unsur olmadığına inandırılıyorlar. Batılılar bir
kere bu toplumların geçmişinde uygarlık denilene ait kayda değer hiçbir şey
olmadığını kanıtlayınca, kendi uygarlıklarının yegane uygarlık olduğunu ilan
etmeleri ve buna ötekilerini inandırmaları kolaylaşıyor. Artık uygar olmayan, uygar
olana benzemelidir. Benzemek önce kendisi olmamaktır. Kendisi olmamak için
yoğun bir çaba içine giriyor. Artık kurtuluşu, geçmişini suçlamakta, yok saymakta,
velhasıl geçmişinden kaçmakta arıyor. Kendisine ait ne varsa kötü, benzemeye
çalıştığı Batı’nın her şeyi iyidir. Batı üstünlüğüne inandırılmış toplumun insanı,
kendi kimliğinden hep rahatsızlık duyar ve kendi kimliğinden ne kadar uzaklaşırsa,
mutluluğu, refahı, uygarlığı o ölçüde kolay ve çabuk yakalayacağına inanır. Kimlik
erozyonuna uğramış toplumun mekteplisi kendi geçmişini suçlama konusunda
sömürgecilerin ve emperyalizmin mekteplisini (misyoner, oryantalist, bilim adamı
v.b) bile yaya bırakır. Batılı eğitim ve terbiye almış yeni yetme mekteplinin
sözlüğünde inkârdan başka bir şey bulunmaz. Onun için çağdaşlık ölçüsü inkârdır.
87
Zira evrensel sandığı Batı düşüncesi ve bilim beynini öylesine boşaltmıştır ki,
inkârcılıkla diyalektik aşkınlık arasındaki önemli ayırımı çoktan unutmuştur. Kendi
kültürel geçmişini eleştirerek aşmak yerine, inkâr etme yolunu seçer. Zaten
sömürgecinin istedi de budur. Kendi geçmişini inkâr eden artık kendisi olmaktan da
çıkar, sömürgeleştirilemez hale gelir.198
Kendine yabancı bir toplum, kendi sürecini çözümleyebilmek için başka
toplumların teori ve kavramlarını kullanır ya da kendine uydurmaya çalışır. Böyle bir
süreç sonunda toplumların geleceği sorunlu olur.
Toplumsal yabancılaşmayı sorun olarak gören, ülkemizde uygulanan
politikaların belli bir azınlığa hizmet ettiğini ve bu politikaların arka planında ise
Batı’nın istek ve beklentilerinin olduğunu söyleyen Doğan Ergun; uygulanan eğitim
modellerine, Türk sosyolojisine, toplumların tarih dışı gösterilmesine ayrıca toplum
araştırmalarının bireysel psikolojiye indirgemelerine karşı çıkmıştır. Eğitim, tarih,
sosyoloji, yöntem, kültür ve kişilik gibi konuları tarihe ve toplumsal gerçekliğe
dayandırarak açıklamaya çalışması, düşünürün özgünlüğünü ortaya koymaktadır.
Doğan Ergun; Türk eğitim sisteminin pragmatist, deneyci ve girişimciliği
özendiren bir anlayışa sahip olduğunu belirtmiştir. Bu duruma öncülük eden çıkar
gruplarının olduğunu bu grupların kendi ideolojileri doğrultusunda eğitimi
şekillendirdiklerini vurgulamıştır. Ayrıca böyle bir eğitim anlayışının ülke
gerçekliğine uymadığını belirtmiştir.
Doğan Ergun’un; eğitim çıkar gruplarının istek ve beklentilerine göre
şekillenmiştir saptaması günümüzde bütün çıplaklığıyla görülmektedir. Son süreçte
kamusal bir hak olan eğitimi özelleştirme çabaları gösteriyor ki, çıkar grupları bu
alanı getirim ve kar aracı olarak görmektedirler. Eğitim sistemi rasyonel işleyiş
kurallarını uygulayan, piyasaya açık yani özel öğretim girişimleriyle birlikte, çalışan,
198 Fikret Başkaya, Avrupa Merkezcilik, Özgür Üniversite Formu Yayınları, Ankara, 1998, s, 3.
88
alım satım işlemlerini piyasa kurallarına göre yapan ve neredeyse bir şirket gibi
yönetilen bir sistem olarak yeniden kurulmaya çalışmaktadır.199
Eğitim politikalarının, genel kalkınma planlarını desteklemesi ve toplumsal
gerçekliğimize ters düşmemesi gerektiğini vurgulayan Doğan Ergun; eğitim
anlayışının sınıfsal çelişkileri hafifletmesi ya da kaldırması gerektiğini
söylemektedir. Şunu söylemek gerekirse, sınıfsal çelişkiler üst yapısal bir kurum olan
eğitim modelleri ile ortadan kaldırılamaz. Bilindiği gibi sınıf ya da sınıfsal çelişkiler
maddi gerçekliğe dayanarak oluşur ya da olgunlaşır. Hiçbir eğitim anlayışı insanlara
hırsız olmayı öğütlemez. Ama insanlar her hangi bir okuldan mezun olduktan sonra
da hırsızlık yaparlar. Bu da şunu gösteriyor ki, sınıfsal çelişkiler maddi alanda
meydana gelecek farklılaşma ile değişebilir ya da ortadan kalkabilir. Bu saptama şu
anlama gelmemelidir; eğitimin toplumsal yapı içinde etkileyici ya da belirleyici yönü
yoktur. Tabii ki üst yapı ve alt yapı birbirlerini etkilemekte ve belirlemektedir. Karşı
çıkılan nokta maddi gerçekliğin sonucu olan çelişki üst yapısal kurumlar ile ortadan
kaldırılmaya çalışılmasıdır.
Doğan Ergun’a göre, Türkiye’de eğitim sisteminin düzelmesi ve bireylerdeki
yabancılaşmayı hafifletmenin yolu, çok yönlü öğretimden geçmektedir. Bu öğretim
anlayışı çocuğun duyusal, duygusal ve düşünsel zeminini geliştiren ayrıca toplumsal
gerçekliğe ters düşmeyen bir öğretim modelidir.
Doğan Ergun; Türkiye’de sağlıklı bir eğitim anlayışının olması için şunların
yapılması gerektiğini vurgulamıştır.200
• Şimdiki bozuk eğitim sistemimizin nedeni ve kaynağı olan
Türkiye’deki toplumsal yapının çelişkilerinin gösterilmesi,
• Bu çelişkilerin hafifletilmesi ya da kaldırılması toplumsal
düzenlemeyle ilgili öngörülerin ileri sürülmesi,
199 L. Işıl Ünal, Eğitimin Yapısal Uyumu ( Üniversiteler A.Ş İçinde), Özgür Üniversite Yayınları, Ankara, 2002, s, 132. 200 Ergun, Sosyoloji ve Eğitim, İlke Yayınevi, Ankara, 1995, s, 162.
89
• Ve öngörülecek böyle bir toplumsal düzenleme için oluşturacak eğitim
sistemindeki eğitim tekniklerinin kılı kırk yararak hazırlanması.
Öz olarak Doğan Ergun; çokyönlü öğretim anlayışına uygun programlar
oluşturmalıdır. Öğretim tekniği olarak kullanılan küme çalışmaları bırakılmalı,
kuram, deney ve bilgi olarak donatılan öğretmenlerden yararlanmalıdır. Hazırlanacak
eğitim ve öğretim planlamaları toplumun nesnel gerçekliğine uygun olmalıdır.
Doğan Ergun, sosyolojiyi, toplumsal yapı ve süreçlerini tarihsel evrim
yasalarını gözeterek inceleyen bir disiplin olarak görmekte ve toplumu; insan, birey
ve doğa üçlüsünden oluştuğunu ve toplumların genel evrim çizgisi içinde kendine
özgü bir yapı oluşturduğunu belirtmiştir.
Batı Avrupa’daki evrim şemasının Doğulu toplumlara uymadığını dayanakları
ile anlatan Doğan Ergun; her ülkenin kendine ait evrim çizgisi ve belirleyiciliklerinin
olduğunu vurgulamaktadır. Doğan Ergun’un bu vurgusu son derece bilimsel ve
yerinde bir tespittir. Bu yaklaşım her toplumun kendine ait gerçekliği, süreci, kurumu
ve kuralları olduğunu göstermektedir.
Doğan Ergun; Batı kaynaklı sosyolojinin toplumları bireysel ilişkilere
indirgemesi ya da deneysel ve davranışçı bir bakış açısı ile toplumları incelemeye
çalışmasını eleştirmiştir. Toplusal olay ve olguların tarihsel olduğunu her toplumun
kendine ait bir iradesinin ya da gerçekliğinin bulunduğunu ve bu toplumsal alanın
doğa bilimlerinin yöntem ya da teknikleri ile anlaşılamayacağını belirtmiştir.
Doğan Ergun; alt yapı ve üst yapı diyalektiği sonucu toplumsal değişmenin
olduğunu ve buna bağlı olarak insanların düşüncelerinin, rollerinin değiştiğini
vurgulamıştır.
Sosyal bilimlerde nesnellik konusunun sorunlu olduğu bilinmektedir. Sosyal
bilimlerde araştırmacı ile konu arasında kısımsal bir özdeşlik vardır. Doğan Ergun’a
90
göre; bu sorunun çözümlenmesi ya da azaltılması tamamen bilimsel yöntem
ideolojisi ile mümkün olabileceğini söylemiştir.
Toplumsal olay ve olguların açıklanması ya da çözümlenmesi için tarihin
önemli bir disiplin olduğunu söyleyen Doğan Ergun; tarihin yalnızca geçmişi
incelemediğini aynı zamanda günümüzü ve geleceğimizi de incelediğini
söylemektedir. Geçmiş, günümüz ve gelecek arasında diyalektik bir ilişkinin
olduğunu vurgulamıştır.
Toplumsal olay ve olguların tarihsel olduğu ve tarihsel olguların ise
toplumsal olduğu ilkesi ile toplumsal yapıyı çözümlemeye çalışan Doğan Ergun;
toplumların farklı olmasını tarihsel evrim çizgisi içerisindeki belirleyiciliklerin farklı
olmasından kaynaklandığını belirtmektedir.
Bir araştırmada yöntemin çok önemli olduğunu vurgulayan Doğan Ergun;
yöntemin “nasıl”a cevap vermesi gerektiğini söylemektedir. Ayrıca yöntemin
teknikten önce gelmesinin önemli olduğunu vurgulamakta ve araştırma boyunca
araştırmacın bir tek yöntemi kullanması gerektiğinin altını çizmektedir. Kullanılan
yöntemin diyalektik yöntem olmasını isteyen Doğan Ergun; toplumsal gerçeğin
bütünlükçü bir bakış açısı ile çözümlenebileceğini vurgulamıştır.
Kültürü, medeniyet koşullarına göre öğrenilmiş, toplumsal yaşayış tarzı
olarak tanımlayan Doğan Ergun; kültürün tarihsel ve toplumsal bir olgu olarak
incelenmesi gerektiğini belirtmiştir. Türk kültürünün, devletçi, özelleştirme karşıtı,
bireyci olmayan bir anlayışa sahip olduğunu söylemektedir. Doğan Ergun’un Türk
toplumunu özelleştirme karşıtı olarak görmesi ya da bu şekilde değerlendirmesi
gerçekliğe ters düşmektedir. Günümüzde yoğun olarak uygulanan özelleştirmelere
karşı herhangi bir tepki göstermeyen Türk halkı, özelleştirme karşıtı hareketleri
devletin varlığına yapılan bir saldırı olarak görmekte ve bu hareketleri boğmaya
çalışmaktadır.
91
Sonuç olarak şunları söyleyebiliriz. Doğan Ergun; toplumsal olay ve olguların
tarihsel olduğunu, tarihsel olaylarında toplumsal olduğunu göz önünde tutarak,
eğitim, kültür, kimlik ve kişilik gibi kavramları gerçekçi, bilimsel ve bütünsel bir
yaklaşımla ele almış ve incelemiştir.
Toplumların, tarihsel evrim çizgisi içerisinde farklı belirleyiciliklerin
olduğunu ve bu belirleyiciliklerinin farklı toplumları, farklı kurumları, farklı tipleri
meydana getirdiğini belirten düşünür, Türk toplumunun Batı’dan farklı, kendine ait
kültürü, kimliği ve kişiliği olan ulus olduğu vurgusu yapmaktadır.
Sonuç olarak şunları söyleyebiliriz. Doğan Ergun, yaptığı çalışmalar ve
sunduğu öneriler ile Türk sosyolojisine önemli katkıları olmuştur. Türkiye’de
sosyolojinin önemli dallarından biri olan bilgi sosyolojisini Hacattepe
Üniversitesi’nde kurmuş ve bu dalın programını oluşturmuştur. Toplumdaki olay ve
olguları çözümlerken sosyolojinin tarihten yararlanması gerektiğini vurgulayan
Ergun, tarihsiz sosyolojinin olmayacağını söylemektedir. Batı usulü model ve
kuramların toplumsal yapımıza denk düşmediğini ısrarla vurgulayan Ergun, kendi
gerçekliğimize uygun ve tarihsel evrim belirleyiciliğimize ters düşmeyen kuram ve
modellerin sosyolojimiz için vazgeçilmez unsurlar olduğunu belirtmiştir.
Doğan Ergun, Türkiye’de ilk kez sosyal bilimlerde, özel olarak sosyolojide
yöntem sorununu gerçek boyutlarıyla açıklamaya çalışmıştır. Toplum
araştırmalarında yöntemi, toplumların tarihsel özgüllük ilkesine göre uygulanmasının
doğmalardan kurtulmak ve bilimsel anlayışı geliştirmek açısından taşıdığı önemi
vurgulamaktadır. Böyle, bir yaklaşım, somut araştırmaları, somut çözümleri her
şeyin üzerinde tutar.
Öz olarak şunu söyleyebiliriz. Doğan Ergun, toplumların tarihsel özgüllük
ilkesine göre araştırmalarını ve çözümlemelerini yapmıştır. Bu ise düşünürü önemli
kılmış ve bu yaklaşımıyla Türkiye’deki sosyolojinin gelişmesine katkı sağlamıştır.
92
YAŞAM ÖYKÜSÜ
1932 yılında Akşehir’de dünya ya gelen Doğan Ergun, ilk ve ortaokulu
Akşehir’de orta öğrenimini ise Afyon Lisesi’nde tamamlamıştır. 1951 yılında
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Fransız Filolojisine giren Ergun, bir süre bu
bölüme devam ettikten sonra okulu yarıda bırakıp 1954 yılında Fransa’da bulunan
Aix Üniversitesi’nde sosyoloji okumuştur. Daha sonra Centra Natıonal de la
Recherche Scientifique’in sosyoloji bölümünde “araştırmacı sosyolog” olarak
çalışmıştır. 9.5 yıl Fransa’da kalan Ergun, yurda döndükten sonra Gazi Eğitim
Enstitüsü’nde öğretim görevlisi olarak çalışmaya başlamıştır. Askerlik görevini
Ankara Ordu Dil Okulu’nda yedek subay olarak yapmıştır. Askerlik dönüşü
Hacattepe Üniversitesi’ne sosyoloji bölümüne ek görevle, sosyoloji öğretim
görevlisi olarak atanmıştır. Hacattepe üniversitesi’nde sosyoloji bölümü programının
yapılandırılması ve sosyolojinin en önemli dallarından biri olan bilgi sosyolojisinin
üniversite düzeyinde programa alınmasına öncülük etmiştir.
1968 yılında Gazi eğitimden, 1973’te Hacattepe Ünversitesi’nden siyasal
nedenlerden dolayı uzaklaştırılan Doğan Ergun, kendi deyimi ile “Tenzili Rütbe”yle
(Rütbe Düşürme) Ankara’da öğretmen okuluna atanmıştır. Daha sonra 1973’te
Atatürk Ortaokulu’na Türkçe öğretmeni olarak atanan Ergun, Sosyoloji ve Eğitim
adlı kitabını Türkçe öğretmenliği yaptığı sırada yazmıştır.
1978 yılında iktidara gelen Cumhuriyet Halk Partisi döneminde, çok yakın
arkadaşı ve dostu olan Kültür Bakanı Ahmet Taner Kışlalı tarafından Kültür
Bakanlığı Başdanışmanlığı’na getirilmiştir. 1991 yılında Kültür Bakanlığı’ndan
müşavir olarak emekli olan Doğan Ergun’un, yayınlanmış altı kitabı vardır. Halen
zamanının büyük bir bölümünü sosyolojiye ayırmakta ve sosyolojinin gelişmesine
katkı sunmaktadır.
93
KAYNAKÇA
ASLAN, Kadir
1998 Eğitim Bilimlerine Giriş,
İzmir: Ege Üniversitesi Basımevi.
AŞUKİN, N.S.
1979 Politika Sözlüğü,
İstanbul: Sosyal Yayınları.
BAŞKAYA, Fikret
1998 Avrupa Merkezcilik,
Ankara: Özgür Üniversitesi Yayınları.
BİNBAŞIOĞLU, Cavit
1995 Türkiye’de Eğitim Bilimleri Tarihi,
İstanbul: M.B Yayınları.
CANGIZBAY, Kadir
1996 Sosyolojiler Değil Sosyoloji,
Ankara: Öteki Yayınları.
COŞKUN, İsmail
1997 Modern Devletin Doğuşu,
İstanbul: Der Yayınları.
ÇELEBİ, Nilgün
2001 Sosyoloji ve Metodoloji Yazıları,
94
Ankara: Anı Yayınları.
ERGUN, Doğan
1982 Sosyoloji ve Tarih: Sosyolojide Yöntem Sorunları,
İstanbul: Der Yayınları.
1993 a 100 Soruda Sosyoloji El Kitabı,
İstanbul: Gerçek Yayınevi.
1993 b Yöntemi Bulmak,
İstanbul: Gerçek Yayınevi.
1995 Sosyoloji ve Eğitim,
Ankara: İlke Yayınevi.
2000 Kimlikler Kıskacında Ulusal Kişilik,
Ankara: İmge Yayınları.
2004 Türk Birey Kuramına Giriş,
Ankara: İmge Kitabevi.
FİDAN, N. M. ERDEM
1998 Eğitime Giriş,
İstanbul: Alkım Yayınları.
GUTEK, L. Gerald
2001 Eğitime İdeolojik ve Felsefi Yaklaşımlar,
Ankara: Ütopya Yayınları.
HABERMAS, Jurgen
1999 Sosyal Bilimler Mantığı Üzerine,
95
İstanbul: Kabalcı Yayınları.
İNAL, Kemal
2004 Eğitim ve İktidar,
Ankara: Ütopya Yayınları.
KAÇMAZOĞLU, H. Bayram
2000 Türk Sosyoloji Tarihi Üzerine Araştırmalar,
İstanbul: Birey Yayınları.
2001 Türk Sosyoloji Tarihine Giriş: Ön Koşulları,
İstanbul: Birey Yayınları.
2002 Türk Sosyoloji Tarihi II: Meşrutiyetten Cumhuriyete,
Ankara: Anı Yayınları.
KEMERLİOĞLU, Eyüp ve Diğerleri
1996 Eğitim Sosyolojisi,
İzmir: Saray Kitabevi.
KIZILÇELİK, S. ve Y. ERJEM
1996 Açıklamalı Sosyoloji Sözlüğü,
İzmir: Saray Kitabevi.
1997 Sosyoloji Yazıları I,
İzmir: Saray Kitabevi.
2003 Sefaletin Sosyolojisi,
Ankara: Anı Yayıncılık.
96
KONGAR, Emre
1995 Toplumsal Değişme Kuramları Ve Türkiye Gerçeği,
İstanbul: Remzi Kitabevi.
1996 Türk Toplumbilimcileri I,
İstanbul: Remzi Kitabevi
.
ÖZBUDUN, Sibel
2005 Kültür “Kavram Sözlüğü Söylem ve Gerçek; Editör: Fikret Başkaya”,
Ankara: Özgür Üniversite Yayınları.
ÖZLEM, Doğan
2004 Evrensellik Mitosu ve Sosyal Bilimler
“Sosyal Bilimleri Yeniden Düşünmek”, İstanbul: Metis Yayınları.
PİR, Ferhat
2005 Tarihe Demokratik ve Ekolojik Yaklaşım,
İstanbul: Berdan Yayıncılık.
RAUSSEAU, J.J
2006 Emile: Bir Çocuk Büyüyor,
İstanbul: Selis Yayınları.
TANİLİ, Server
1996 Nasıl Bir Eğitim İstiyoruz?,
İstanbul: Cem Yayınları.
TİMUR, Taner
1996 Osmanlı Çalışmaları: İlkel Feodalizmden Yarı Sömürge
Ekonomisine,
Ankara: İmge Kitabevi.
97
TONGUÇ, İ. HAKKI
1997 Eğitim Yolu İle Canlandırılacak Köy,
Ankara: Köy Enstitüleri ve Çağdaş Eğitim Vakfı Yayınları.
ÜNAL, İ. Işıl
2002 Eğitimin Yapısal Uyumu,
“Üniversite A.Ş İçinde”, Ankara; Özgür Üniversite Yayınları.