89

düşün 24

Embed Size (px)

DESCRIPTION

ODTÜ Atatürkçü Düşünce Topluluğu yayın organı "düşün"ün 24. sayısı.

Citation preview

Page 1: düşün 24

düşünODTÜ Atatürkçü Düşünce Topluluğu Yayın Organı / Sayı 24

TEK PARTİ DÖNEMİ’NDE SİYASAL REJİMİN NİTELİĞİSeyit Cem YILMAZ

ÖNCESİ VE SONRASIYLA VARLIK VERGİSİOnur KARAKUŞ

Doç. Dr. Ayşegül KİBAROĞLUYrd. Doç. Dr. Ozan ERGÜL

düşün Sorular/ Yanıtlar : Hıfzı TOPUZ

Doç. Dr. İbrahim KAYAdüşün bildiri / ODTÜ ADT

Lemi ATALAYMARKSİZM’DEN POST-MARKSİZM’E BİR İDEOLOJİNİN SERÜVENİ

TARİHİN KARA BİR SAYFASI: MENEMEN OLAYIEce YÜCE

Page 2: düşün 24

düşün, Güz’11 1odtu

adt.

com

düşün, Güz’11 odtu

adt.

com

“Kemalizm, yurdumuzun

kendi koşullarından

doğan vegelişen;

tam bağımsızlık,anti-emperyalizm

ve Misak-ı Milli temelleri üzerinde

yükselen, içinde evrensel değerler

barındıran ulusal bir

çağdaşlaşma ideolojisidir.”

ODTÜ ADT

Değerli düşün dostları,

ODTÜ Atatürkçü Düşünce Topluluğu olarak dergimiz “düşün”ün 24. sayısıyla bir kez daha sizlerle buluşmanın mutluluğunu ve gururunu yaşıyoruz. Dergimizin bu sayısında bilimsel te-melde ele alınan pek çok farklı konuda bildiri, söyleşi ve makaleler ile Kemalist düşünceye kat-kıda bulunulmaya çalışılmıştır.

Dergimizin yeni sayısıyla karşınızda olduğumuz bugünlerde, ülke olarak demokrasi adına iyi bir sınav veremediğimiz gerçeğiyle karşı karşıya bulunmaktayız. Çoğulcu demokrasi anlayı-şının neredeyse terk edildiği ve çoğunlukçu demokrasi anlayışının ileri demokrasi adıyla sunul-duğu bir süreci yaşıyoruz. Yasama organı olan meclisin zaman zaman işlevsiz bırakıldığı, mu-halefetin yaşama alanının olabildiğince kısıtlandığı, demokrasinin dördüncü sacayağı sayılabi-lecek yazılı ve görsel basının neredeyse tek tipleştirildiği, yargının tarafsızlığı ve bağımsızlığı konusunda kamuoyunun ciddi endişeler taşıdığı, tutukluluk sürelerinin cezaya dönüştüğü, ka-dın ve erkek eşitliğinin bizzat iktidar tarafından sorgulandığı bir ortamda; çağdaş demokrasi-nin varlığından söz edebilmek ancak gerçeklere gözlerin kapatılmasıyla mümkündür.

Bugün üzerinde sıkça tartışılan yeni anayasanın hazırlık çalışmaları böylesi bir ortamda sürmektedir. Anayasa yapım süreçlerinin en az anayasaların içeriği kadar önemli olduğunu dü-şünecek olursak, daha demokratik bir anayasa ihtiyacı fikrini paylaşmakla beraber, çağdaş de-mokrasinin gerçeklerine uygun bir demokrasi vizyonu eksikliğinin etkisiyle, yeni anayasanın bu anlamda yeni tartışmalara gebe olacağı endişesini dile getirmenin gerekli olduğunu düşü-nüyoruz.

Yeni anayasayla birlikte Türkiye’de var olan kimlik sorununun çözümüne yönelik beklenti-ler de artmaktadır. Ancak, yaklaşık 30 yıldır devam eden terör ve şiddet ortamının, demokra-tik yaklaşımların önündeki en önemli engel olduğu gerçeği görülmeksizin geliştirilen söylem-ler, bu sorunun çözümüne katkı sunmadığı gibi terörün de meşrulaştırılma çabalarına yardım-cı olmaktadır. Dolayısıyla, bir yandan terörle olan mücadele devam ederken, bir yandan da bi-reysel özgürlüklerin demokrasinin gereklerine uygun bir biçimde genişletilmesinin doğru bir yaklaşım olacağını düşünüyoruz.

İç politikadaki sorunların yanı sıra, dış politikada da sıcak bir sürecin içinde bulunmakta-yız. Son dönemlerde Ortadoğu’da halk hareketleri sonucu yıllardır süren rejimlerin yıkılması, Türkiye’nin askeri ve politik anlamda oldukça hareketli bir bölgenin önemli bir aktörü olduğunu bir kez daha gösterdi. Ancak, özellikle bu süreçte, çelişkili yaklaşımlar sonucu, komşu ülkeler-le olan ilişkilerin ciddi zararlar görmesi, komşularla sıfır sorun politikasının önemli ölçüde ger-çekliğini yitirdiğini gözler önüne sermektedir.

Kemalizm’in sürekli devrimcilik anlayışı ile günümüz sorunlarına en sağlıklı çözümleri üre-teceğine olan inancımızla sizleri birlikte çalışmaya davet ediyoruz.

Dostça kalın…

12. Geleneksel Demokratik Cumhuriyet Üniversiteleri Platformu Öğrenci Kongresi’nden

Page 3: düşün 24

MARKSİZM’DEN POSTMARKSİZM’E BİR İDEOLOJİNİN SERÜVENİLemi ATALAY“Marx’ın üretimi ve dolayısıyla ekonomiyi, tarihin temeline yerleştirmesinden dolayı Marksist düşünce sistemi aynı zamanda “tarihsel materyalizm” şeklinde de anılmaktadır.”

düşün

ODTÜ ADT Adına Sahibi:Seyit Cem YILMAZYön. Krl. Bşk.

Yazı İşleri Müdürü: Merve ÖZBEY

Yayın Kurulu:Onur KARAKUŞEngin KOÇGülüzar KÖYSÜRENSezgin ÖZTÜRKOlgu ÜNALBahar YALÇIN

Baskı: Ümit Ofset MatbaacılıkKazım Karabekir Cad.41/1 İskitler/ANKARA0 312 384 26 27

ISSN: 1303-3999Yaygın süreli yayındır. Altı ayda bir yayınlanır. Dergide yayınlanan yazıların sorumluluğu yazı sahibine aittir. Kaynak gösterilerek yazılardan alıntı yapılabilir.

düşün İletişim:Atatürkçü Düşünce TopluluğuODTÜ Kültür İşleri Müdürlüğü06531, AnkaraTel: 0 312 210 60 11Belgeç: 0 312 210 79 50E-posta: [email protected] Ağ Sayfası: www.odtuadt.com

ODTÜ Atatürkçü Düşünce

Topluluğu Yayın Organıdır

İ ç i n d e k i l e r

5

20

20

TEK PARTİ DÖNEMİ’NDE SİYASAL REJİMİN NİTELİĞİ Seyit Cem YILMAZ“Tek parti rejiminin kendini sonlandırıp başka partilerle demokratik yarışa girişmesinin ve seçimi kaybettiğinde iktidarı barışçıl bir şekilde devretmesinin tarihte o zamana kadar başka örneği yoktur.”

ANAYASA YARGISI VE SON ANAYASA DEĞİŞİKLİKLERİYrd. Doç. Dr. Ozan ERGÜL“Bugün anayasaların üstünlüğünden söz edebiliyorsak bu büyük ölçüde anayasaların meclislerdeki basit çoğunluklar tarafından değiştirilmesini önleyen katı anayasa olgusu sayesinde mümkün olmaktadır.”

53

41

5

FIRAT-DİCLE HAVZASINDA SINIRAŞAN SU POLİTİKALARIDoç. Dr. Ayşegül KİBAROĞLU”Büyük ölçekli su kaynakları geliştirme projeleri, kıyıdaş ülkelerin su politikalarının eşgüdümsüz doğası ve etkin olmayan talep yönetimi, Fırat-Dicle havzasındaki su sorununun temel sebepleri olmaya devam etmektedir.”

Page 4: düşün 24

düşünSayı 24, Güz 2011

Dergi Çalışma Grubu:

Orkun AKMANLARBurak ARAZ

Lütfi BOYACIİsmail Cem ÇELEBİÖVEN

Mustafa ÇEVRİMOnur KARAKUŞ

Engin KOÇGülüzar KÖYSÜREN

İbrahim Semih KÜÇÜKEsra ELİUSTAOĞLU

Gülfer OĞURMerve ÖZBEY

Sezgin ÖZTÜRKKadir Ufuk SENİR

Emel SOYSALSultan TOPRAKÇağrı TURUNÇ

Olgu ÜNALPelin VATAN

Bahar YALÇINSeyit Cem YILMAZ

Ece YÜCE

Dergi Temsilcilikleri:

BARTIN / Bahar YALÇIN0 505 910 45 10

BURSA / Barış ÇETİ[email protected]

0 554 577 13 95Barış KÜTAHYA

0 532 792 79 61İSTANBUL / Caner BAKIR

[email protected] 212 338 16 74

Yavuz GÖKIRMAK0 532 725 73 32

Hamit GÖNÜLDAŞ0 532 602 47 95

Gülnur KOCAPINAR0 505 243 02 36

İZMİR / Sabri BİLİCİ0536 661 97 78

KIRIKKALE / Hülya YILMAZ0 505 933 07 00

MUĞLA / Emin ARIK0 252 212 98 64

SAMSUN / Erhan YEĞENOĞLU 0530 687 36 61

İSVİÇRE / Cahit ÇERÇİ0041 817561576

Baskı Tarihi:30 Aralık 2011

Yayın İdare Merkezi:İşçi Blokları Mah. 1522 Sok. Merkez

Sahil Sitesi No: 10/5 100.YılÇankaya/ANKARA

33 26

26

FARKLI BİR MODERNLİK PROJESİ OLARAK KEMALİZMDoç. Dr. İBRAHİM KAYA“Kemalizm, bir tür “cumhuriyetçi” yani katılımcı bireyi önemseyen ama dayanışmayı da merkezde tutan bir toplum projesidir.”

ÖNCESİ VE SONRASIYLA VARLIK VERGİSİOnur KARAKUŞ“Evrensel hukuk ilkeleri açısından sakıncaları bulunan Varlık Vergisi uygulamasının hem ödenmesi gereken vergilerin ve yükümlülerin belirlenmesinin objektif kurallara bağlanmaması hem de belirlenen vergilere itiraz yolunun kapalı olması sebebiyle vergi tekniğine uygun olmadığı söylenebilir.”

KEMALİZM, İNSAN HAKLARI VE POSTMODERNİZMdüşün Bildiri“Bulunduğu çağın oldukça gerisinde seyreden ve var olma mücadelesi veren bir toplumu kendi çağının ilerisine taşıyan Kemalist ideoloji, 20. yüzyılın baskın ideolojilerinden birine eklemlenmemiş, kendi özgün sistemini oluşturmuştur.”

64

71

77

85

CUMHURİYETİ YAŞAMAK VE YAŞATMAKdüşün Sorular / YanıtlarHıfzı TOPUZ“Eğer köy enstitülerinin verdiği mücadele daha uzun soluklu olabilseydi hiç şüphesiz demokrasimiz şu an bulunduğu durumdan daha üst düzeyde olacaktı.”

ODTÜ ADT 2010-2011 ETKİNLİKLERİ

33

TARİHİN KARA BİR SAYFASI: MENEMEN OLAYIEce YÜCE“Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kurulmasıyla hedeflenen çok partili yaşam denemesi maalesef başarılı sonuçlanamamış, bu denemenin daha görünür kıldığı gerilim ile beraber Menemen’de asla belleklerden silinemeyecek kanlı olaylar yaşanmıştır.”

DOKUZ EYLÜL ÜNİVERSİTESİ ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE TOPLULUĞU

84

Page 5: düşün 24

düşün, Güz’11 4

Page 6: düşün 24

düşün, Güz’11 5odtu

adt.

com

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla başla-yıp çok partili siyasal hayata geçilmesine ka-dar devam eden dönemin siyasal rejimi bugün fazlaca tartışılan konuların başında gelmekte-dir. Yapılan tartışmalar ekseninde bazı çevreler-ce Tek Parti Dönemi totaliter bir dönem gibi al-gılanabilmekte ve pek çok şey dönemin İtalyası ve Almanyası ile benzeştirilebilmektedir. Bu ya-zıda tek partili dönemin siyasal rejimi değerlen-dirilmeye çalışılacak, sırasıyla totalitarizm, oto-riterizm ve demokrasi ile ilişkileri incelenecek-tir.

Tek Parti Rejimi Totaliter miydi?

Totaliter rejimler otoriterliği içinde taşıma-sından başka, yönetici diktanın zorla kurgu-sal bir toplum inşa etmek istediği ve bunu yap-

mak için halkın yaşamının tüm yönlerini kapsa-yıp her türlü yöntemi kullandığı rejimlerdir. Carl J. Friedrich’in görüşüne göre bütüncül (totali-ter) düzenlerin altı özelliği vardır; bütüncül ide-oloji, bu ideolojiye bağlı tek parti, tam gelişmiş bir gizli polis teşkilatı, kitle iletişim araçları üze-rinde tekelci denetim, silahlar üzerinde tekel-ci denetim, iktisadi olanlar dahil tüm örgütler üzerinde tekelci denetim. Bu özellikler totali-ter düzenleri otokratik ve demokratik düzenler-den ayırt eder. Bütüncüllük deyince İtalya’daki faşizm, Almanya’daki nasyonal sosyalizm, İspanya’daki Franco düzeni gibi tüm faşist re-jimler ve başta Sovyet düzeni olmak üzere tüm komünist diktatörlükler bu kavramın içerisin-de yer almaktadır.1 Totalitarizmin bu belli baş-lı özellikleri göz önünde tutularak tek parti reji-mi totaliter bir düzen midir sorusuna yanıt ara-nacaktır.

* Seyit Cem YILMAZ | ODTÜ Atatürkçü Düşünce Topluluğu

TEK PARTİ DÖNEMİ’NDE SİYASAL REJİMİN NİTELİĞİ*

Page 7: düşün 24

düşün, Güz’11 6

Totaliter sistemler amacına ulaşmak için toplumsal kesimleri ya da tüm toplumu korkut-mayı ve cezalandırmayı normal görmektedir ve bu da işkence, adam öldürme, toplu katliamlar

ön plana çıkarılmadığı gerçeği karşımıza çıkar. Hem Atatürk hem de İnönü, askeri siyasetin dı-şında tutmak ve sivil otoriteye tabi kılmak için fazlaca çaba göstermişlerdir.

Totaliter rejimlerde ütopyacı bir gelecek vaat eden ideolojiler etrafında toplum birleş-tirilmeye çalışılır ve tüm bireylerden bu ideo-lojiye hizmet etmesi istenir. Amaç bu ideoloji-ye uygun tek tip insan yaratmaktır. Buna karşı-lık Türkiye’de tek parti rejimi ise bizzat Musta-fa Kemal’in el yazısıyla yazdığı Medeni Bilgiler kitabı ile halkına özgürlük ve demokrasiyi öğ-retmeye çalışmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesinde çoğulcu bir demokra-si kurma amacının olduğunu düşünürsek za-ten Tek Parti Dönemi’nin tek tip insan yetiş-tirme gibi bir hedefinin olamayacağı daha ko-lay anlaşılır. Dünyaca ünlü siyaset bilimci Mau-rice Duverger birçok farklı ülkenin siyasi parti-lerini karşılaştırmalı olarak incelediği kitabında Türk Devrimi’nin ve devrimi gerçekleştiren ör-

güt olarak Cumhuriyet Halk Partisi’nin demok-ratik içeriğini şu sözleriyle ifade etmektedir: “…bazı tek partiler, gerek felsefeleri gerek yapıla-rı bakımından gerçek anlamda totaliter değil-dir. Bunun en iyi örneğini, 1923’ten 1946’ya ka-dar Türkiye’de de tek parti olarak faaliyet gös-

Saltanat ve hi lafet kaldır ı lmış ama ne Fransız ne de Sovyet Devrimi’ndeki gibi hanedan mensuplar ı idam edi lmişt ir. Yine pek çok devrimdeki gibi muhal i f ler in ve eski rej im taraftar lar ının öldürülmesi yer ine, yurt dış ına sürgün edi lmesi bir başka örnektir.

ve toplama kampları gibi uygulamaların bu re-jimde var olmasına sebep olmaktadır. Benzeri pek çok devrime göre kansız sayılabilecek olan Kemalist Devrim ise halka karşı bir operasyo-na girişmemiş, gerçekleştirilen devrimler halka rağmen değil halkla birlikte yapılmıştır. Devlet zaruri durumlar haricinde şiddete başvurmamış -dini ve etnik isyanları bu durumlara örnek ve-rebiliriz- bu şiddet ya da baskı ortamı da gelip geçici olmuş, süreklilik arz etmemiştir. Örneğin saltanat ve hilafet kaldırılmış ama ne Fransız ne de Sovyet Devrimi’ndeki gibi hanedan men-supları idam edilmiştir. Yine pek çok devrimde-ki gibi muhaliflerin ve eski rejim taraftarlarının öldürülmesi yerine, yurt dışına sürgün edilmesi bir başka örnektir.

Tek parti rejiminde totaliter rejimlerdeki gibi asker ve polis ön planda değildir. Asker-sivil ay-rımı Cumhuriyet’in ilk yıllarında yapılmış ve devlet idaresi sadece sivil otoriteye verilmiştir. Asker olmadıkları halde askeri üniforma giyen Hitler ve Mussolini’nin aksine Atatürk ve İnö-nü asker oldukları halde Kurtuluş Savaşı bittik-ten sonra askeri üniformalarını çıkararak milita-rizm yerine sivil demokrasiyi ön plana çıkarmış-lardır. Cumhuriyet dönemi incelendiğinde ordu-nun, perde arkasındaki güçlerden biri olsa da,

Page 8: düşün 24

düşün, Güz’11 7odtu

adt.

com

termiş bulunan Cumhuriyet Halk partisi sağla-maktadır. Bu partinin başta gelen özelliği, de-mokratik ideolojisindedir. Bu ideoloji, hiçbir za-man, Faşist ya da Komünist kardeşleri gibi, bir Tarikat ya da Kilise niteliği taşımamış; üyelerine bir iman ya da bir mistik empoze etmemiştir… Partinin yönetici kadrolarının anti-klerikal ve akılcı tutumu, onları açıkça ondokuzuncu yüz-yıl Liberalizmine yaklaştırmıştır; milliyetçilik-leri bile, 1848’de Avrupa’yı çalkalandırmış olan akımdan pek farklı değildir. Cumhuriyet Halk partisinin tutumu, zaman zaman, Fransız Radi-kal Sosyalist partisinin altın çağındaki tutumuy-la kıyaslanmıştır; böyle bir kıyaslama hiç de saç-ma değildir. Adının ‘Cumhuriyetçi’ oluşu bile, bu

partiyi, yirminci yüzyılın otoriter rejimlerinden çok, Fransız Devrimine ve ondokuzuncu yüzyıl terminolojisine yaklaştırmaktadır… Faşist re-jimlerde her gün rastlanan otorite savunusu-nun yerini, Kemalist Türkiye’de demokrasi sa-vunusu almıştır…”2 Duverger’nin söylediklerine ek olarak şu gerçeği de vurgulamak gerekmek-tedir: Kemalist ideoloji, faşizm ve Nazizm’deki gibi devlet yüceltmesi ve ırkçılık içermediği ya da Marksizm-Leninizm gibi bir sınıfın üstünlü-ğünü savunmadığı için totaliter bir rejimin ide-olojisi olamaz. Sina Akşin’in de belirttiği üzere Avrupa’daki diktatörlüklerin “birçoğunda ırk-çılık, azgın bir Yahudi düşmanlığı, azgın bir sol

düşmanlığı (SSCB’de sağ düşmanlığı) vardı. Türkiye’de ise düzenin kesin olarak düşman ol-duğu tek şey ortaçağcıl gericilik ve yobazlıktı ki bunları da demokratik hareket ve tavırlar olarak nitelemek zordur.”3

Tek Parti Dönemi’nde millet egemenliği, se-çimler ve meclisin üstünlüğü gibi kavramlara büyük önem verilmiştir. Kurtuluş Savaşı’nda da sonrasında da devrim hangi güçlükle karşılaşır-sa karşılaşsın meclisten vazgeçilmemiş, meclis-lider anlaşmazlığında muhalefeti ikna yöntemi-ne gidilmiştir. Meclisin ikna olmadığı durum-larda son karar yine meclisin olmuş ve yöneti-ci seçkinler tarafından bu karara saygı duyul-muştur. Mustafa Kemal’in de İsmet İnönü’nün de millet egemenliğini öven sayısız söylevi bu-lunmaktadır. Bu konuyla ilgili olarak Evren Arık şunları ifade etmektedir: “Önder, en kritik an-larda bile Meclis’e dayanmayı ihmal etmemiş, böylece kendini asla asi durumuna düşürmediği gibi; Sovyetlerin yaptığı hatayı da yapmayarak (önce düzeni kuralım, sonra demokrasiyi geti-ririz anlayışı) 80 yıldır yıkılmayan ve binbir zor-luğa karşın gelişen bir demokrasinin temelleri-ni atmıştır. Bugün en muhafazakâr politikacıla-rımız bile iki lafın birinde milli iradeden, sine-i milletten bahsediyorsa; bu, savaş yıllarında atı-lan demokrasi tohumları sayesindedir.”4 Totali-ter rejimlerde ise genellikle parlamento, seçim, millet hâkimiyeti gibi kavramlar küçümsenmiş-tir. Faşist rejimler, eşitsizlikçi anlayışa sahiptir ve bazı insanların yönetmek bazılarınınsa yö-netilmek için dünyaya geldiğini, bu nedenle de egemenliğin halkın değil tek bir şefin olabilece-ğini öğütlemektedir. Hitler bir konuşmasında “Bir devenin iğne deliğinden geçme şansı, bü-yük bir adamın seçimle keşfedilme şansından daha çoktur.” demiştir.5

Türkiye’de 1923-45 arası dönem, Nazist ve sosyalist rejimler gibi tek partilidir fakat parti yapısı onlardan çok farklıdır. Öncelikle Kemalist partinin katı bir disiplini yoktur. Parti içerisinde farklı eğilimler de mevcuttur ve bu da parti içe-

Kurtuluş Savaşı ’nda da sonrasında da devrim hangi güçlükle karş ı laş ı l ı rsa karş ı laş ı ls ın mecl isten vazgeçi lmemiş, mecl is-l ider anlaşmazl ığında muhalefet i ikna yöntemine gidi lmişt ir. Mecl is in ikna olmadığı durumlarda son karar y ine mecl is in olmuş ve yönetic i seçkinler taraf ından bu karara saygı duyulmuştur.

Page 9: düşün 24

düşün, Güz’11 8

risinde çoğulculuğu getirmektedir. CHP totali-ter bir parti gibi değil kitle partisi gibi örgütlen-miştir. Prof. Duverger, Siyasal Partiler kitabın-da Kemalist tek partiden söz ederken şöyle de-mektedir: “...üyelik herkese açıktı; ihraç ve te-mizlik mekanizması mevcut değildi; üniforma-lar, geçit resimleri ve sert bir disiplin yoktu. Ger-çekten, parti-içi demokrasi oldukça ileri görün-mekteydi. Resmen, her kademedeki bütün yö-

Nazist modelden etkilenmişlerdi.”7 Kaldı ki o dönem faşizmden etkilenen sadece Türkiye’deki bazı yöneticiler değildir; Batı uygarlığının tem-silcisi ülkelerde bile faşizmden etkilenen hükü-metler var olmuştur. Fransa, Almanya’ya savaş ilan etmesine rağmen yaptığı bazı uygulama-larla faşizme yakınlaştığını hissettirmiş, Alman işgaline uğradıktan sonra da Vichy Hükümeti açıkça faşizme yönelmiştir. Demokrasinin beşi-ği olan bu ülkede 1789 İnsan ve Yurttaş Hakla-rı Bildirgesi yürürlükten kaldırılmış, devletin te-mel ilkeleri “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” yerine “çalışma, aile, vatan” olmuştur. Fransa’nın tota-litarizm doğrultusunda yaşadığı değişimde, iş-gale uğraması kadar o dönem tüm Avrupa’ya hakim olan faşizm dalgasından etkilenmesi de önemli bir faktör olmuştur.8

Tek Parti Dönemi’nin totaliter rejimlere ben-zetilen diğer bir yanı ise İtalya’daki “duce”, Almanya’daki “führer” gibi liderlere verilen unvanların bir benzerinin “milli şef” adıyla İs-met İnönü’ye verilmiş olmasıdır. “Duce” ya da “führer”in yetkileriyle kıyaslanamayacak dere-cede az yetkiye sahip “milli şef”in ortaya çıkış sü-reci düşün 22. sayıda yer alan “Cumhuriyet’ten

neticiler seçimle iş başına geliyorlardı... Nüfuz-lu kişiler etrafında birçok hiziplerin, Faşist me-totlara göre ‘tasfiye’ edilmeksizin kurulabil-miş olmaları da kayda değer. Örneğin, İsmet İnönü ile Celal Bayar arasındaki rekabet, daha Atatürk’ün sağlığında ve Cumhuriyet Halk par-tisinin içinde başlamıştı. Bu son nokta özellik-le önemlidir. Hizipler bir tek parti içerisinde ser-bestçe gelişebildikleri takdirde, tek parti, siya-sal rekabetleri ortadan kaldırmaksızın sınırla-yan bir çerçeveden ibaret kalır; tek parti dışında yasaklanan plüralizm, parti içinde yeniden do-ğar ve orada da aynı rolü oynayabilir.”6 Ayrıca, 1936’da Recep Peker’in İtalya’dan etkilenerek CHP için önerdiği faşist parti modelini Musta-fa Kemal’in reddetmiş olması Kemalizm’in tek parti sistemini totaliter sistemlerden farklı kur-maya çalıştığının önemli örneklerinden biridir. Ahmet Taner Kışlalı’nın ifadeleriyle, “Cumhuri-yet ile demokrasiyi ayrı düşünmeyen Atatürk, 1930’lar Avrupası’nda neredeyse yaygın olarak görülen baskıcı rejimlerin hepsini de eleştirmiş-tir. Faşist, komünist ya da mesleklerin temsiline dayalı korporatif sistemlerin Türkiye açısından özenilir olmadıklarını vurgulamıştır. Oysa o dö-nemde etrafındaki birçok kişi, özellikle faşist-

1936’daki part i i le devlet in bütünleşmesi, part inin devlet üzer inde tahakküm kurmasını engel leyerek rej imin olası b ir total itar izme yönel iş ini engel lemek iç in uygulanmışt ır.

İk inci Meşrutiyet döneminde devlet hiyerarş is iy le part i

h iyerarş is inin iç içe girmesinin ve devamında İtt ihat Terakki ’nin

devlet i e le geçirmesinin yol açt ığı sakıncalar ı iy i b i len Mustafa Kemal kurmuş olduğu devlette bürokratik

s i ls i lenin bozulmasına iz in vermemişt ir.

27 Mayıs’a İsmet İnönü ve Demokrasi” başlıklı yazıda güzel açıklanmıştır: “İnönü’nün bu un-vanı benimsemesinin, öncesinde demokrasi-ye yaptığı vurgularla ve hatta yine aynı dönem-de yaptığı uygulamalarla çeliştiği düşünülebilir. Demokratik bir rejimde bir siyasal partinin de-

Page 10: düşün 24

düşün, Güz’11 9odtu

adt.

com

ğişmez bir başkanının olması ya da herhangi bi-rinin Milli Şef ilan edilmesi bugünün pencere-sinden baktığımızda kabul edilebilir bir durum değildir. Fakat İnönü’nün bu unvanı kabul et-mesi ve benimsemesinin altında yatan sebep-leri anlamak ancak dönemin koşullarını değer-lendirebilmekle mümkündür. Onun, Atatürk’ün sahip olduğu karizma ve otorite sayesinde çok partili hayata geçiş sürecinde yaşanabilecek so-runları aşmanın daha kolay olacağını düşündü-ğü belirtilmişti. Dolayısıyla Atatürk’ün ölümüy-le beraber oluşabilecek bir otorite boşluğunun giderilebilmesi, İnönü’nün Milli Şef unvanını ka-bul etmesinin altında yatan sebep olarak söyle-nebilir. Çünkü o demokrasiye geçişin adım adım olacağına inanıyor ve bu süreçte önceden ka-zanılmış değerlerin kaybolmaması için döne-min şartlarına göre bir otoritenin gerekli oldu-ğunu düşünüyordu. Burada önemli olan nokta, Atatürk’ün sahip olduğu otoritenin kaybolma-sıyla İsmet İnönü’nün oluşturmak istediği oto-ritenin hangi amaçla kullanılacak olmasıdır. İs-met İnönü’nün bu unvanı sonrasında kendi iste-ğiyle bırakması ve yine kendi iradesiyle çok par-tili hayata geçişi sağlaması göz önüne alındığın-da; bu otoritenin totaliter bir rejimin diktatörü olmak amacıyla oluşturulmadığı görülecektir.”9

Tek parti rejimi ile totalitarizm arasında ilişki kurulmaya çalışılan bir başka olgu da 1936 yılın-da gerçekleşen parti-devlet kaynaşmasıdır. Biz-zat Atatürk’ün isteğiyle Başbakan ve CHP Ge-nel Başkan Vekili İsmet İnönü’nün 18 Haziran 1936’da yayımladığı bildiri ile parti genel sekre-terliği görevinin İçişleri Bakanınca üstlenilece-ği, illerde parti başkanlığı görevinin ise valiler tarafından yürütüleceği duyurulmuştur. Bu de-ğişikliğin öncesi ve sonrası araştırılmadan, dö-nemin koşulları göz önünde bulundurulmadan yapılan değerlendirmeler rejimin totaliterliğe öykünmesi gibi yanlış sonuçlara ulaşabilmekte-dir. Oysaki 1936’daki parti ile devletin bütünleş-mesi, partinin devlet üzerinde tahakküm kur-masını engelleyerek rejimin olası bir totalita-rizme yönelişini engellemek için uygulanmıştır.

Uygulamaya zemin hazırlayan süreç incelene-cek olursa, 1930’larda özellikle de Serbest Cum-huriyet Fırkası deneyiminden sonra CHP’nin ör-gütünü kuvvetlendirmeye çalıştığı görülecek-tir. Fakat bu durum CHP Genel Sekreteri Recep Peker’in otoriter kişiliğinin de etkisiyle gelenek-sel bürokrasiye alternatif bir parti bürokrasisi-nin doğmasına ve bir yerden sonra parti elitinin devlet işlerine müdahale etmesine sebep ola-

caktır.10 Zamanla parti-hükümet çatışması ya-şanmaya başlamış, kimi yerlerde parti müfet-tişlerinin valileri, belediye başkanlarını kendi isteklerine göre yönlendirmeye çalıştıkları gö-rülmüştür.11 İkinci Meşrutiyet döneminde dev-let hiyerarşisiyle parti hiyerarşisinin iç içe gir-mesinin ve devamında İttihat Terakki’nin devle-ti ele geçirmesinin yol açtığı sakıncaları iyi bilen Mustafa Kemal kurmuş olduğu devlette bürok-

Page 11: düşün 24

düşün, Güz’11 10

ratik silsilenin bozulmasına izin vermemiştir.12 CHP Genel Başkanı olarak Peker’i Genel Sekre-terlikten “af” etmekle kalmamış, radikal bir çö-züme giderek partiyi devletin kontrolüne ver-miştir. Sovyetler Birliği’nde ve Hitler Almanya-sında olduğu üzere totaliter rejimlerin genelin-de partinin, devletin üzerinde ya da ona para-lel bir örgüt durumunda olduğu düşünüldüğün-de13 1936 yılındaki uygulamayla olası bir “parti devleti” oluşumunun önüne geçilmesinin öne-mi daha iyi anlaşılacaktır. Üstelik Burhan Asaf Belge’nin ülke yönetiminde görev alacak kişiler için Mülkiye ya da Hukuk Mektebi yerine “Fırka Mektebi”nden yetişmesini önerdiği; Şevket Sü-reyya Aydemir, Falih Rıfkı Atay gibi aydınların partiyi, toplumu yönlendirmekteki zayıflığıyla eleştirdiği ve Recep Peker gibi birçok yönetici-nin faşist sistemlerden etkilendiği bir zamanda rejimin bürokrasi-parti ilişkisi açısından totali-ter bir yöneliş kazanmamasında Atatürk’ün uy-guladığı radikal karar etkili olmuştur.14 Nitekim uygulamanın bazı sakıncalara da sebep olabile-ceğini belirten Atatürk bu sistemle partililerin devlet görevlilerinin işlerine karışmalarını önle-meye çalıştıklarını ve bunun getireceği yararın doğuracağı zarardan daha fazla olduğunu söy-lemiştir.15

Buraya kadar anlatılanların neticesinde ”Türk tek parti rejiminin, birçok siyaset bilimci-nin de görüşüne paralel olarak, totaliter bir ni-telik taşımadığı” değerlendirmesine varmak ye-rinde olacaktır.

Tek Parti Rejiminin Otoriter Yanları

Ünlü siyaset bilimci Juan J. Linz otoriter re-jimleri şu şekilde tanımlıyor: “Sınırlı, fakat so-rumlu olmayan bir plüralizme yer veren; işlen-miş ve yol gösterici bir ideolojiye değil, kendi-ne özgü zihniyetlere sahip olan; gelişimlerinin bazı aşamaları dışında, yaygın ve yoğun bir si-yasal mobilizasyon yaratmayan; bir liderin veya bazen küçük bir grubun, biçimsel yönden iyi be-lirlenmemiş, fakat fiiliyatta oldukça tahmin edi-

lebilir sınırlar içinde iktidarı kullandıkları siyasal sistemler.”16 Bu ifadelerden de anlaşılacağı üze-re otoriter rejimlerin; sınırlı bir çoğulculuğa sa-hip olma, bir ideolojiden ziyade bir zihniyetin varlığı -bunu doktriner ve ütopik bir ideoloji ye-rine daha esnek bir ideolojinin var olması şek-

Mecl isteki bu çoğulculuk, yürütülen Ulusal Kurtuluş

Savaşı ’nı bazen ç ıkmaza bi le sürükleyebi lmişt ir. Örneğin

savaşın en kr it ik döneminde muhalefet in sorumsuz davranış ı

sebebiyle Türk ordusu kısa bir süre başkomutansız kalma gibi kaotik

bir duruma sürüklenmişt ir.

linde de yorumlayabiliriz- ve halkın siyasal ka-tılımının sınırlı olması gibi temel unsurları içer-diği söylenebilir. Bu özelliklerin otoriter rejim-leri hem demokratik rejimlerden hem de totali-ter rejimlerden ayırdığını söylemek mümkünse de; her rejimin kendine özgü şartlarda oluşması ve farklı alanlarda farklı rejim tipine uyan özel-liklere sahip olmasından dolayı tüm siyasal sis-temleri üç farklı kategoriden birine tam olarak yerleştirmek oldukça zordur. Bu tespit dikkate alınarak yazının devamında Türkiye’nin 1923-45 yılları arasındaki rejiminin otoriter ve demok-ratik sistemlerle olan ilişkisi değerlendirilmeye çalışılacaktır.

Demokratik rejimler ile otoriter rejimler ara-sındaki en önemli ayrımlardan birisi yukarıda da belirtildiği üzere siyasal sistemin çoğulculu-ğa olan yaklaşımıdır. “Çoğulcu sistemlerde ‘tek doğru’ yoktur ve dolayısıyla, yasal bir muhale-fet ya da muhalefetler vardır.”17 Otoriter rejim-lerde ise muhalefet ancak siyasi otoritenin iz-ninde ve ona tehdit oluşturmayacak şekilde var olabilir. Dolayısıyla 1923-1945 arası dönemin otoriter olup olmadığı sorusunu cevaplayabil-

Page 12: düşün 24

düşün, Güz’11 11odtu

adt.

com

mek için rejimin izin verdiği çoğulculuğu incele-mek faydalı olacaktır.

Türk Devrimi’nin ulusal mücadele aşaması-nı yürüten birinci dönem TBMM, çoğulcu bir ya-pıya sahiptir. İçerisinde çok farklı siyasi fikirler-den, meslek ve sınıflardan vekiller bulunmak-tadır. Bu tür farklılıklara rağmen Birinci Meclis üyelerinin birlikteliğini sağlayan etmen hiç şüp-hesiz düşman işgaline karşı verilen ortak müca-deledir. Fakat gerek bu mücadelenin liderliği ve yöntemi konusunda gerekse savaş kazanıldık-tan sonra ne olacağı konusunda bir uyuşma ol-duğundan bahsedilemez. Zaten meclisteki din-ci, saltanatçı, İttihatçı ya da muhafazakâr ola-rak tanınan üyeler zamanla İkinci Grup adı al-tında bir araya gelmiş ve Mustafa Kemal’in baş-kanlığındaki Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hu-kuk Grubu’nun karşısında muhalefet yapmış-tır.18 Öyle ki meclisteki bu çoğulculuk, yürütü-len Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı bazen çıkmaza bile sürükleyebilmiştir. Örneğin savaşın en kritik dö-neminde muhalefetin sorumsuz davranışı sebe-biyle Türk ordusu kısa bir süre başkomutansız kalma gibi kaotik bir duruma sürüklenmiştir.

Farklı dünya görüşlerinin aynı çatı altında or-tak mücadelesini mümkün kılan düşman işgali Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasıyla sona erince ülke için birbirinden tamamıyla ayrı siyasal sis-temler amaçlayan vekiller artık bir arada tutula-maz noktaya gelmiştir. Dolayısıyla cumhuriyet rejimi ulusal mücadele dönemindeki çoğulcu-luğu sınırlamak zorunda kalmıştır. Sırasıyla bu-nun örneklerine bakacak olursak; ikinci dönem TBMM seçimlerinde Birinci Grubun ağırlığı ve etkisi artmış, İkinci Gruptan hiçbir üye meclise seçilememiştir.19 Bu tarihten sonra 1946 yılına kadar da seçimler, serbest ve yarışmalı bir şe-kilde gerçekleşmemiş; açık oy, gizli tasnif esa-sıyla iki dereceli olarak yapılmıştır. İki derece-li bu seçim sistemi neticesinde her ilde CHP il idare kurulları tarafından belirlenen ikinci seç-menlerin oylarıyla TBMM milletvekilleri iş ba-şına gelmiştir.20 Ayrıca, CHP’nin 1927’deki İkin-

ci Büyük Kongresi’nde yapılan tüzük değişikli-ğinden sonra, milletvekili adaylarının belirlen-mesi, tümüyle genel başkan, genel başkan ve-kili ve parti genel sekreterinden oluşan üç kişilik bir kurula bırakılmıştır.21

Rejimin, çoğulculuğu sınırlandıran karakter-lerinden birisi de -belki de en önemlisi- tek par-tili yapısıdır. Gerçi CHP’nin tek parti statüsü res-men ve hukuken ilan edilmemiştir22 ve cumhuri-yet kurucuları bu tek partililiği hiçbir zaman ka-lıcı bir nitelik olarak görmemiştir ama buna rağ-men uygulamada iki kısa dönem haricinde re-jim tek parti ile yönetilmek durumunda kalmış-tır. Öyle ki, savaş döneminde Mustafa Kemal’in liderliği altında önemli görevler yapmış fakat zaferden sonra çeşitli sebeplerle muhalefet saf-larına geçmiş Milli Mücadele kahramanlarının önderliğinde kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (TpCF), 1925 yılında Şeyh Sait İsyanı’yla ilişkili olduğu gerekçesiyle kapatılmıştır. Par-tileri kapatıldıktan sonra da meclis içerisin-de grup olarak muhalefete devam eden eski TpCF’lilerin önemli kısmı, İzmir Suikastı çerçe-vesinde yargılanmış ve böylece siyasetteki et-kilerini tamamen yitirmişlerdir. Bundan sonra 1945 yılına kadar, yaklaşık üç ay süren Serbest Cumhuriyet Fırkası dönemini saymazsak, Türki-ye tek parti ile yönetilmiştir.

Tek parti, meclis ve siyaset dışındaki alanlar-da da muhalefeti kontrolü altında tutmuş, bu-nun için gerektiğinde bazı hak ve özgürlükle-ri kısıtlamak durumunda kalmıştır. 4 Mart 1925 tarihinde kabul edilen Takrir-i Sükûn Kanunu, rejimin otoritesini güçlendirmekte önemli bir araç olmuştur. Kanuna göre gericiliğe, ayaklan-maya ve memleketin güvenliğini bozmaya ne-den olacak bütün kuruluşlar, girişimler ve yayın-lar hükümet tarafından cumhurbaşkanı onayı ile yasaklanabilmektedir. Bu kanuna dayanarak hükümet, İstanbul’da Tevhid-i Efkâr, Son Telg-raf, İstiklal, Sebilü’r-reşat, Aydınlık, Orakçekiç, Presse de Soire; İzmir’de Sada-yı Hak; Adana’da Sayha; Trabzon’da İstikbal ile Kahkaha gibi pek

Page 13: düşün 24

düşün, Güz’11 12

çok gazete ve dergiyi kapatmıştır.23 Şeyh Sait Ayaklanması üzerine çıkartılan Takrir-i Sükûn Kanunu’ndan hemen sonra biri ayaklanma böl-gesinde biri de Ankara’da olmak üzere İstik-lal Mahkemeleri kurulmuştur. Bu mahkeme-lerin en kritik özellikleri; üyelerinin TBMM ta-

Kanunu sonucunda kişi özgürlüğü ve kişi gü-venliği anlayışında bir gerileme yaşanmıştır.25

Yine 25 Temmuz 1931 tarihli Matbuat Kanunu ile Bakanlar Kurulu’na “memleketin umumi si-yasetine dokunacak neşriyattan dolayı” gaze-te ve dergileri kapatma yetkisinin verilmesi ve 1938 tarihli Cemiyetler Kanunu ile dernek kur-ma konusunda sınırlamalar getirilmesi kimi za-man uygulanmak durumunda kalınan buyurgan yöntemlere örnek oluşturmaktadır.26

Tek Parti Rejimindeki Otoriter Uygulamaların Nedenleri

Tek parti rejiminin otoriter yanları bugün fazlaca tartışılan konulardan birisidir. Bu konu-da Kemalizm, demokratik bir siyasal sistem ile Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmak dururken otori-ter yöntemler tercih ettiği için eleştirilmekte-dir. Bu eleştirileri değerlendirmeden önce de-mokrasi kuramının üzerinde kısaca durmak fay-dalı olacaktır.

Ahmet Taner Kışlalı demokrasiyi genel ola-rak, azınlıkta olanların da haklarının olduğu ve bir gün çoğunluk olma yollarının açık olduğu öz-

Batı ’nın geçirmiş olduğu s iyasal, ekonomik, toplumsal ve kültürel dönüşümlerden neredeyse tamamıyla uzak kalmış bir toplumda demokrasinin hayata geçir i lebi lmesi iç in zaman gerektiği ortadadır.

rafından seçilmesi ve vereceği idam kararları-nın TBMM’nin onayına sunulmadan anında uy-gulanacak olmasıdır. Bu mahkemelerde sade-ce Şeyh Sait İsyanı’nı çıkartanlar ya da İzmir Suikastı’nı gerçekleştirenler değil eski İttihat-çılar, kapatılan Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın liderleri ve birçok gazeteci, aydın da yargılan-mıştır. Bütün bu uygulamalar sonucunda dev-rim karşıtı basın susturulmuş; İttihatçılardan İs-lamcılara, Milli Mücadele komutanlarından sol-culara kadar devrim için tehdit olabilecek tüm güç odakları fazla büyümeden etkisiz hale ge-tirilmiştir.

Çoğulculuk, buraya kadar bahsedilen uygu-

lamalardan anlaşılacağı üzere Cumhuriyet’in ilk yıllarında büyük oranda sınırlandırılmış; böy-lece önemli devrimlerin öncesinde olası tepki-ler ve karşı devrimler baştan engellenmiştir. Ni-tekim Feroz Ahmad’ın da belirttiği gibi iktidar eğer 1925’lerde muhalefet üzerinde baskı kur-masaydı sonrasında yapılacak devrimler gerek muhalefetin gerekse halk kitlelerinin direnişiyle karşılaşacaktı.24 Önemli toplumsal, siyasal de-ğişiklikler gerçekleştirildikten sonra ise bu dev-rimlerin korunması ve yerleşmesi için bazı bu-yurgan yöntemler kullanılmaya devam edilmiş-tir. Nitekim 1934 tarihli Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu ile 1934-1935 yıllarında çıkartılan İskân

gürlükçü bir çoğunluk yönetimi olarak tanımlı-yor.27 Sonrasında ise bir ülkede demokrasinin var olabilmesi için gerekli nesnel şartlardan ba-zılarını ortaya koyuyor: “Sanayileşme, kentleş-me, yoksulluktan kurtulma, belirli bir eğitim dü-zeyine ulaşma. Çoğulcu, tek bir gücün egemen olmasına izin vermeyecek ölçüde güçlerin pay-laşıldığı, gücün gücü dengelediği, örgütlü bir toplum. Yaygın ve etkili bir kitle iletişim ağı.”28

Kemalizm’e göre bu süreç Avrupa’nın yaşadığı g ibi ne

yüzlerce yı l sürmel i , ne deinsanlar ın hak ve özgürlükler ini

e lde etmek iç in yapı lacak kanl ı iç savaşlar la geçmelidir.

Page 14: düşün 24

düşün, Güz’11 13odtu

adt.

com

Bu ölçütlerin hiçbirisine sahip olmayan bir ülke-de demokrasiye birdenbire geçilemeyeceği or-tadadır. Yine Kışlalı’nın ifadeleri ile, “’Atatürk 1923’lerde, yani bir ortaçağ toplumunda niçin bugünün 1990’ların İngiliz demokrasisi gibi de-mokrasi kurmadı’ demek, Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u fethettiği zaman niçin telefon şebe-kesi kurmadı demekle aynı anlama gelir.”29

Batı’nın geçirmiş olduğu siyasal, ekonomik, toplumsal ve kültürel dönüşümlerden neredey-se tamamıyla uzak kalmış bir toplumda demok-rasinin hayata geçirilebilmesi için zaman gerek-tiği ortadadır. Fakat Kemalizm’e göre bu süreç Avrupa’nın yaşadığı gibi ne yüzlerce yıl sürme-li, ne de insanların hak ve özgürlüklerini elde et-mek için yapılacak kanlı iç savaşlarla geçmeli-dir. Siyasal ve sosyal yapının kendiliğinden ev-rilmesini beklemek ise halkı bir bakıma ortaçağ koşullarında yaşamak zorunda bırakmak ola-caktır. Bu yüzden Türk Devrimi geri kalmış bir ülkeyi çağdaş uygarlık seviyesine ulaştırmayı amaçlayan köklü reformlar yapmış ve bu konu-da tüm dünyaya örnek bir çağdaşlaşma proje-si sunmuştur. Kemalizm, bu çağdaşlaşma pro-jesini uygularken her devrimde olduğu gibi bel-li bir otoriteyi elinde bulundurma zorunluluğu duymuştur. Dolayısıyla tek parti rejiminin oto-riter yapısı, sadece dönemin demokrasiye elve-rişsiz şartlarının yarattığı bir olgu değil aynı za-manda yapılması planlanan devrimin en önem-li gereklerindendir. “Siyasi Partiler” kitabında Türk tek parti rejimini diğer tüm tek partili re-jimlerden ayırt eden ve bu rejimi “potansiyel demokrasi” ifadesiyle tanımlayan Prof. Duver-ger şunları söylemektedir: “...tek partinin ge-çici niteliğini açıkça ilan eden ve onu plüralizm yolunda zorunlu bir aşamadan ibaret sayan bir rejim, potansiyel bir demokrasi olarak kabul edilebilir...’Potansiyel demokrasi’ fikri tebes-sümle karşılanabilir; plüralizm yönünde gelişen bir tek parti fikri, şüphe uyandırabilir. Ancak her iki fikir de, olgusal bir temele dayanmaktadır. Bu temel, 1950’de muhalefetin barışçı zaferiyle sonuçlanan, 1923-sonrası Türk evrimidir. Türki-

ye, engelsiz ve sıkıntısız şekilde, tek-parti siste-minden plüralizme geçmiştir. Bugün o, Orta-Doğu devletlerinin en demokratik olanı, feodal klanlar, bir avuç aydının yönettiği hayali grup-lar ya da fanatik dinsel tarikatlar yerine, gerçek partilere sahip bulunan tek Orta-Doğu devleti-dir.”30

Bu konuyu noktalamadan önce tek parti dö-nemindeki bazı otoriter uygulamaların boyut-ları üzerinde durmak yerinde olacaktır. Reji-min otoriter karakterlerinden Takrir-i Sükûn Yasası 4 Mart 1929’da sona ererken, İstiklal Mahkemeleri’nin görevi 7 Mart 1927 tarihinde son bulmuştur. Bütün kurum ve kuralları yer-leşmiş bir hukuk devletinde kuşkusuz yeri ol-mayacak İstiklal Mahkemeleri devrim dönemi-nin olağanüstü mahkemeleridir. Bu tür mahke-

melerin ilk örneği olarak Fransız Devrimi’nde oluşturulan İhtilal Mahkemesi, tüm Fransa’da 17000’den fazla insanı idama mahkûm etmiştir. Türk Devrimi’nde Cumhuriyet’ten sonra kuru-lan İstiklal Mahkemeleri ise 1925-1927 yıllarında 2436 kişiyi yargılamış, 368 idam kararı vermiş ve bu idamlardan 226’sı uygulanmıştır. 1343 kişi de bu mahkemelerin yargılamaları sonucunda beraat etmiştir ki bu da yargılananların yüzde 55’inin suçsuz bulunduğunu göstermektedir.31

Page 15: düşün 24

düşün, Güz’11 14

Bunun dışında sıkıyönetim uygulamalarıyla da temel hak ve özgürlükler kimi zaman sınırlandı-rılmış fakat bu durum çoğu kez geçici bir zaman diliminde ve mümkün olduğunca az insanı et-kileyecek kapsamda gerçekleşmiş, sıkıyönetim gerektiren şartlar ortadan kalktığında kısıtlayı-cı uygulamalar da sona erdirilmiştir. Bütün bun-lara rağmen tek parti rejiminin gerçekleştirdi-ği çağdaşlaşma yolundaki dönüşümde ödenen “bedel” başka devrimlere oranla en az düzeyde kalmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda Atatürk’ün oynadığı rolü, Weber’in “karizma-tik liderlik” kavramıyla açıklayan Rustow’a göre çağdaş gelişmelerde bu çapta siyasal reformla-rın pek azı bu kadar sınırlı sayıda cana kıymayla sonuçlanmıştır.32 Yine Atatürk Devrimi’nin Me-iji Restorasyonu’ndan daha insancıl ve barışçıl olduğunu belirten toplumbilimci Ali Mazrui şu çıkarımlara varmaktadır: ”Mustafa Kemal aşırı vaktinden evvel bir ‘moralistti’ (ahlakçı). O, tin-sel olgunlaşma ile özdeksel çağdaşlaşmayı bir-likte başarmaya çalıştı. İşte bu tabii eğer öz-deksel bakış açısı daha önemli görülürse, onun Devrim’inin tümüyle gerçekleşmesini engelledi. Türkiye’nin endüstriyel açıdan Japonya ile aynı duruma gelememesinin pek çok nedeni vardır. Ancak bu nedenlerden biri Türkiye’nin Atatürk döneminde moral açıdan Japonya’yı çok geri-lerde bırakması olabilir.”33

Daha önceki bölümde her devrimin bir oto-ritenin egemenliğinde gerçekleştiğinden bah-sedilmişti. Türk Devrimi de tek parti rejimi-nin otoritesi altında gerçekleşmiştir. Fakat bu-rada önemle üzerinde durulması gereken nok-ta bu otoritenin korkuya, şiddete, baskıya, si-lah zoruna dayanıp dayanmadığıdır. Mustafa Kemal Atatürk kendi otoritesinin nelerden kay-naklandığını şöyle açıklamaktadır: “Ben dikta-tör değilim. Benim kuvvetim olduğunu söylü-yorlar. Bu doğrudur. Benim arzu edip de yapa-mayacağım hiçbir şey yoktur. Fakat ben zoraki ve insafsızca hareket etmek bilmem. Bence dik-tatör, diğerlerini istencine tam anlamıyla bağ-

layandır. Ben kalpleri kırarak değil, kalpleri ka-zanarak hükmetmek isterim.”34 Atatürk hayat-ta iken onun yönetimine sert eleştiriler yönelt-miş aydınlardan biri olan Zekeriya Sertel yıllar sonra onun hakkında şunları söylemiştir: “Kişi yönetiminden çok, meclis egemenliğine, yani halk egemenliğine önem verdi. Bütün koşullar O’nun doğulu bir diktatör olmasına elverişliydi. Fakat asker olmasına rağmen yumuşak, sevim-li ve akıllı bir otorite kurdu. Bu otorite, diktatör-lükte olduğu gibi korkuya değil, sevgiye daya-nıyordu... Günün koşullarının elverdiği ölçüde hür bir rejim kurdu. Biz eleştirilerimizi özgürce yapabildik. Nazım Hikmet en devrimci şiirlerini O’nun döneminde yazdı.”35

Tek Parti Rejiminin Demokratik Yanları

Kemalist Tek Parti Dönemi için bugünkü an-lamda bir demokrasiye sahip olmadığından ve Türkiye’ye demokratik sistemi kurma amacıy-la bir otoriterlik içerdiğinden bahsedildi. Fakat tek parti rejiminin otoriterliği, içerisinde pek çok açıdan demokratik öğe barındırmaktadır.

Tek part i rej iminin gerçekleşt irdiği çağdaşlaşma yolundaki

dönüşümde ödenen “bedel” başka devrimlere oranla en az düzeyde

kalmışt ır.

Bu, tek parti rejiminin Türkiye’de demokrasinin nesnel şartlarını oluşturmak ve demokrasi kül-türünü meydana getirmek için oluşturulmuş bir devrim rejimi olmasından kaynaklanır.

Türk Devrimi ulusal bir çağdaşlaşma devri-midir ama bu çağdaşlaşma devrimi işgal altın-daki topraklarda başlamıştır. Bağımsız olma-yan bir ulusun çağdaşlaşması da mümkün ola-mayacağına göre Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı Türk

Page 16: düşün 24

düşün, Güz’11 15odtu

adt.

com

Devrimi’nin ilk aşaması olarak kabul etmek yan-lış olmayacaktır.

Kurtuluş Savaşı dönemine baktığımızda, ve-rilen mücadelenin daha Amasya Genelgesi’nden itibaren, “Milletin bağımsızlığını yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.” ifadelerinden an-laşılacağı üzere, ulusa mal edildiği görülecek-tir. Amasya Genelgesi’ndeki çağrı üzerine Si-vas Kongresi’ne işgal altında olsun ya da olma-sın yurdun dört bir yanından seçilmiş temsilciler katılmış ve bu kongre sonucunda tüm milli ce-miyetler “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti” adı altında tek bir çatıda toplanmış-tır. Yine bu kongrede idari işleri yürütmek üzere Temsil Heyeti seçilmiş ve başkanlığına da Mus-tafa Kemal getirilmiştir. Bundan sonra mülki amirlere ve komutanlara göndereceği her telg-rafın altına ismini bu unvanla yazacaktır. Tüm bunlar Ankara’da bir meclisin kurulmasının ha-zırlık aşamasını oluşturmuş ve o dönemin iş-gal altındaki Anadolu koşullarında milli iradeyi mümkün olduğunca hakim kılmayı sağlamıştır.

Ulusal egemenliği sağlayacak olan en büyük adım ise hiç şüphesiz TBMM’nin kuruluşu ola-caktır. Savaş dönemi alınan kararlar da savaş kazanıldıktan sonra yapılan devrimler de hep bu meclisin ürünüdür. Önce ordu kurup savaşa-lım, sonrasında meclisi kurarız diyenlere Musta-fa Kemal “Öyle bir devre eriştik ki onla her şey meşru olmalıdır. Ordu demek servet ve insan de-mektir. Buna da ancak milletin iradesi karar ve-rir. Önce meclis sonra ordu.”36 yanıtını vermiş-tir. Meclis kurulduktan sonra Batı Cephesi’nde düzenli ordu oluşturulana kadar milis kuvvet-lerle düşmanı oyalama stratejisi uygulanmış ve TBMM tüm milis kuvvetleri sevk ve idare etmiş-tir. Ayrıca Güney Cephesi’ndeki milis kuvvetler ile Doğu Cephesi’ndeki Kazım Karabekir’in or-dusu da bizzat TBMM’ye bağlı olarak düşmanla-ra karşı savaşım vermiştir. Savaşın en kritik za-manlarında bile Mustafa Kemal, meclisin irade-sine saygı duymuş, alınmasını istediği kararla-

rı kürsüye çıkıp vekilleri ikna ederek aldırmıştır. Örneğin, Sakarya Savaşı öncesinde düşmanın üstün güçleriyle başkentin yanı başına dayan-dığı ve meclisin Kayseri’ye taşınmasının tartı-şıldığı dönemde bile başkomutanlık yetkisini al-mak için Mustafa Kemal milletvekillerine uzun nutuklar çekmek zorunda kalmıştır. Aynı şekil-de sonraki yıllarda cumhurbaşkanıyken, yasala-rı veto hakkı isteyecek ve görev süresinin 5 yıl yerine 7 yıla çıkarılmasını teklif edecek fakat meclisi ikna edemeyecektir. Ahmet Mumcu’nun söylemiyle: “Büyük önder, ulusal egemenliğin temsilcisi olan Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne sık sık yol göstermiş, kurduğu parti aracılığı ile onu her zaman yönlendirmişse de hukuksal ola-rak -iki olay dışında- Meclis’in kararlarının veril-mesine hiç karışmamış, her işin ulus iradesine uygun biçimde yapılmasına üstün çaba harca-mıştır.”37

Savaştan sonra 4 Mart 1925 Takrir-i Sükûn Kanunu’na kadar özgürlük ortamı hakim ol-muş, fakat var olan özgürlükler devrimlerin ya-

1946’da kurulan Demokrat Part i de CHP’nin içer is inden ç ıkmışt ır. Tek

part i l i l ikten çok part i l i l iğe geçiş rej ime rağmen deği l , rej imin mantığına ve ideal ine uygun

olarak gerçekleşmişt ir.

pılmasında ve yerleşmesinde engel çıkarmak is-teyen gerici güçler tarafından kötüye kullanılın-ca bu ortam mecburi olarak kısıtlanmıştır. Yine de 1930’da bizzat Atatürk’ün isteğiyle muhale-fet partisi kurulmuş ve Türkiye çok partili haya-tı tecrübe etmek istemiştir. Fakat kurulan mu-halefet partisi, henüz demokrasi koşullarının tam anlamıyla olgunlaşmamış olması sebebiy-le ne yazık ki kendi kendini feshetmek zorun-da kalmıştır. Bundan sonraki süreçte tek par-ti yönetimi devam etmiş fakat parti içinde sü-

Page 17: düşün 24

düşün, Güz’11 16

rekli farklı hizipler ve görüşler mevcut olmuş-tur. CHP tarafından 1935 seçimlerinde bazı kişi-lerin bağımsız olarak meclise girmeleri sağlan-mış38, 1939’da Müstakil Grup kurulmuş, 1943’te bazı illerde fazladan adaylar gösterilip seçme-

olarak, monarşik, teokratik, aristokratik vb. ay-rıcalıklara dayanmıyorlardır; tersine, bu daya-nakları kendileri yıkacaklardır.41

Tek parti rejiminin yaptığı pek çok şey, ken-di otoritesini bir gün bitirmeye ve rejimin tama-men demokratikleşmesine yöneliktir. Kıta Av-rupası’nın proletarya diktatörlüğünden faşiz-me ve Nazizm’e kadar tüm totaliter sistemler-ce neredeyse ele geçirildiği bir dönemde Kema-lizm Türkiye’de demokrasi ve özgürlükler yolun-da öyle adımlar atmıştır ki Türk Devrimi’ni tarih-te eşsiz bir yere taşımıştır.

Daha önce de bahsedildiği üzere Mustafa Kemal’in kendi yazdığı ve 1930’lardan itibaren okullarda okutulmaya başlanan “Yurttaşlık Bil-gileri” kitabı, tek parti rejiminin genç kuşakları haklarının ve özgürlüklerinin bilincinde demok-ratik bireyler olarak yetiştirme amacı taşıdığı-

Tek part i rej iminin kendini sonlan-dır ıp başka part i ler le demokratik yar ışa gir işmesinin ve seçimi kaybett iğinde ikt idar ı bar ışç ı l b ir şeki lde devretmesinin tar ihte o zamana kadar başka örneği yoktur.

Mustafa Kemal ’ in kendi yazdığı ve 1930’ lardan it ibaren okul larda okutulmaya başlanan “Yurttaşl ık

Bi lgi ler i” k itabı, tek part i rej iminin genç kuşaklar ı haklar ının

ve özgürlükler inin bi l incinde demokratik bireyler olarak

yetişt i rme amacı taşıdığının göstergeler inden bir is idir.

ne alternatifler sunulmaya çalışılmış, 1945 ara seçimlerinde aday gösterilmeyerek bağımsızla-ra şans tanınmıştır. Öyle ki 1946’da kurulan De-mokrat Parti de CHP’nin içerisinden çıkmıştır. Tek partililikten çok partililiğe geçiş rejime rağ-men değil, rejimin mantığına ve idealine uygun olarak gerçekleşmiştir.39 Tek parti rejiminin ken-dini sonlandırıp başka partilerle demokratik ya-rışa girişmesinin ve seçimi kaybettiğinde ikti-darı barışçıl bir şekilde devretmesinin tarihte o zamana kadar başka örneği yoktur. Bu konuda büyük bir tarihi başarıya sahip olan İsmet İnönü ileride şunları söyleyecektir: ”Atatürk’ü devlet idaresinde, istiklalci, cumhuriyetçi ve demok-ratik rejimci olarak tarif etmek lazımdır... Eğer sağlığı müsaade etseydi, belki de İkinci Dünya Savaşı’ndan önce bile, gene bizzat Atatürk, ese-rini tamamlayacaktı.”40

Devrimi yapan kadrolara baktığımızda yöne-tici seçkinlerin özellikle 1923 sonrasında yarış-malı ve çoğulcu yöntemlerle seçilmemiş olsa-lar da Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın aşağıdan yuka-rı yükselen demokratik dalgasının üzerine otur-duklarını söyleyebiliriz. Bundan dolayı sınıfsal konum ve sosyolojik açıdan eski yönetici seç-kinlere oranla daha halkçı ve demokratik bir kö-kenden gelmektedirler. Devrimin yönetici seç-kinleri Osmanlı yönetici tabakalarından farklı

nın göstergelerinden birisidir. Her yurttaşın eşit siyasal haklara sahip olması gerektiğinden bah-seden kitap sadece negatif özgürlüklerden de-ğil çağının ötesinde bir anlayışla pozitif özgür-lüklerden de bahsederek devletin görevlerini de tanımlamıştır. Toplantı yapma özgürlüğünden vicdan ve düşünce özgürlüğüne kadar pek çok çağdaş demokratik kavramı anlatan “Yurttaş-lık Bilgileri” kitabında Atatürk, basın yayın öz-gürlüğü konusundaki günümüzde bile geçerlili-ğini koruyan ideallerini genç kuşaklara şu söz-leriyle taşımaya çalışmıştır: “Basın yayın özgür-

Page 18: düşün 24

düşün, Güz’11 17odtu

adt.

com

lüğünden ortaya çıkabilecek olumsuzlukları or-tadan kaldıracak etkin yol, kesinlikle geçmişte olduğu gibi basın yayın özgürlüğünü kısıtlama yolu değildir. Basın yayın özgürlüğünden doğa-cak olan sakıncaların ortadan kaldırılması yolu, yine doğrudan doğruya basın yayın özgürlüğü-dür.”42 Yine aynı kitapta demokrasi prensibi şu şekilde açıklanmıştır: “Bu prensibe [demokra-siye] göre, irade ve hâkimiyet, milletin tümüne aittir ve ait olmalıdır. Demokrasi prensibi, mil-li hâkimiyet fikrine dönüşmüştür. Demokrasi şahsına müstenit hükümetlerde hâkimiyet, hal-ka, halkın çoğunluğuna aittir. Demokrasi pren-sibi, hâkimiyetin millette olduğunu, başka yer-de olmayacağını gerektirir. Bu suretle demok-

Bütün bunlara ek olarak yurttaşın hakları-nın korunması ve geliştirilmesi konusunda çok önemli yere sahip olan sivil toplum olgusunun da bizzat Kemalizm tarafından oluşturulma-ya çalışıldığını söylemek yanlış olmaz. Devle-tin, insanların özel hayatı da dahil olmak üzere her alana müdahale etmesinin yaygınlaştığı bir dünyada Kemalizm sivil toplum örgütlenmesini kurmaya çalışmıştır. Fransız Akademisi modeli bile Atatürk tarafından beğenilmeyip tamamen bağımsız dernek statüsünde kurulan Türk Dil ve Tarih Kurumları buna en güzel örnektir. Hatta bu kurumların ekonomik anlamda da bağımsız kalabilmesi için Atatürk kendi mirasından pay bırakmıştır.46

Tüm yurdu bir ağ gibi saran Halkevleri ve Hal-kodaları, resmi anlamda CHP’ye bağlı fakat fii-li anlamda oldukça bağımsız ve demokratik bir özellik göstermektedirler.47 Eğitimsiz bir top-lumda yaygın “halk okulu” hizmeti gören hal-kevlerinin; dil,edebiyat, tarih; güzel sanatlar; ti-yatro; spor; sosyal yardım; halk dershaneleri ve kurslar; kütüphane ve yayın; köycülük; müze ve sergiler gibi çeşitli birimleri içermesi öngörül-müştür.48 Bu kurumlar aynı zamanda halkın ra-

Kit le i let iş im araçlar ının yeters iz olduğu 1930-40’ lar Türkiyesi ’nde 404 halkevi ve dört bin kadar hal-kodası bir bakıma demokratik k it le örgütü görevi görmüştür.

rasi prensibi, siyasi kuvvetin, hâkimiyetin kay-nağına ve meşrutiyetine temas etmektedir. De-mokrasi prensibinin, en asri ve mantıki tatbiki-ni temin eden hükümet şekli, cumhuriyettir.”43

Medeni Bilgiler’in dışında gene aynı yıllarda ders kitabı olarak hazırlanan ve Atatürk’ün in-celemesinden geçen Tarih IV kitabına bakılacak olursa halkçılık ilkesinin dayandırıldığı üç temel öğeden birincisinde demokrasiye yer verildiği görülecektir.44 Ayrıca 12 Nisan 1929’da Milli Eği-tim Bakanı Cemal Hüsnü Taray’ın yayımladığı genelgede şu görüşe yer verilmiştir: “T.C. Maa-rifinin, ulusal eğitim ve öğretimdeki amacı, ye-tiştireceği bilinçli cumhuriyetçi, bilinçli demok-rat, bilinçli laik vatandaşların, aziz memleketin-de güçlü uygarlık ve gönenç etkenleri olmasını sağlamaktır.”45 Bütün bunlar tek partili rejim ta-rafından yeni kuşaklara verilmeye çalışılan nite-liklerin içerisinde demokrasinin ve özgürlükle-rin geniş yer kapladığını göstermektedir.

Başta Atatürk ve İnönü’nün olmak üzere Cumhuriyet yönetic i ler inin

eşler inin yüzler i ve başlar ı aç ık şeki lde, çarşaf yer ine mantolu

giyimler iyle görünerek halka örnek olma çabalar ı , peçe ve çarşaf

kul lanımının yavaş yavaş unutulur duruma gelmesinde önemli bir

etken olmuştur.

hatlıkla toplandığı, eğlendiği, çeşitli etkinlikler içinde yer aldığı ya da bunları izlediği yerlerdir. Kitle iletişim araçlarının yetersiz olduğu 1930-1940’lar Türkiyesi’nde 404 halkevi ve dört bin kadar halkodası bir bakıma demokratik kitle ör-

Page 19: düşün 24

düşün, Güz’11 18

gütü görevi görmüştür. Benzer şekilde Köy Ens-titüleri bugünün yükseköğretim kurumlarında bile olmayan katılımcı ve demokratik bir yapıya sahiptir.49 İsmet İnönü’nün cumhurbaşkanıyken gittiği bir Köy Enstitüsü’nde öğrencilerden fark-lı içerikte yemek yemesi üzerine okulun müdü-rünün öğrenciler tarafından eleştirilmesi, ensti-tülerdeki özgürlük ortamını göstermesi açısın-dan güzel bir örnektir.50

Kemalizm’in itaatkâr bir toplum yerine ka-tılımcı, eşitlikçi ve demokratik bir toplum he-deflediğinin göstergelerinden biri de gençlere ve kadınlara toplumsal, ekonomik, siyasal ha-yatta verdiği değerdir. Mustafa Kemal devrimi-ni gençlere emanet etmiş ve gerektiğinde siya-sal iktidara bile karşı gelmelerini istemiştir. Yine bu dönemde Türk kadınına siyasal hakları ve öz-gürlükleri çoğu Batı ülkesinden önce verilmiş, kadının toplumsal hayattaki ağırlığını artırmak için çaba gösterilmiştir.51 Türk Medeni Yasası ile ailede kadının hakları erkeğin hakları ile eşit dü-zeye getirilmiş; erkeklerin birden fazla kadın-la evlenmesi yasaklanmış; mahkemelerde ta-nıklık yapma, miras ve boşanma konularındaki cinsiyet ayrımı ortadan kaldırılmıştır. Kadınların toplumsal hayatta yer almasını engelleyen te-

settür ise yasal düzenlemelerle çözülemeyecek kadar karmaşık bir konu olduğu için kadınların çarşaf ve peçeden kurtulması eğitimle sağlan-maya çalışılmıştır. Ayrıca başta Atatürk’ün ve İnönü’nün olmak üzere cumhuriyet yöneticileri-nin eşlerinin yüzleri ve başları açık şekilde, çar-şaf yerine mantolu giyimleriyle görünerek hal-ka örnek olma çabaları, peçe ve çarşaf kullanı-mının yavaş yavaş unutulur duruma gelmesin-de önemli bir etken olmuştur. Mustafa Kemal İnebolu’daki bir konuşmasında şunları söyle-miştir: ”Gezim sırasında köylerde değil, kasa-ba ve kentlerde kadın arkadaşlarımızın yüzleri-ni gözlerini çok yoğun ve özenle kapamakta ol-duklarını gördüm... Erkek arkadaşlar! Bu, bizim bencilliğimizden geliyor... Ancak sayın arkadaş-lar, kadınlarımız da bizim gibi anlayışlı ve düşü-nen insanlardır... Onlar yüzlerini dünyaya gös-tersinler ve gözleriyle dünyayı dikkatle görebil-sinler. Bunda korkulacak bir şey yoktur.”52

Tüm bu anlatılanlardan anlaşılacağı üze-re tek parti rejimi otoriter niteliklere sahip ol-masına rağmen içerisinde pek çok demokra-tik öğeyi barındırmaktadır. Öyle ki, rejimin dü-şün ve sanat insanlarına sağladığı geniş özgür-lük ortamından, Hitler döneminin Almanya ve Avusturyası’nı terk eden 142 bilim insanına ken-di dar imkânlarıyla kucak açmasına kadar her alanda bu demokratik öğeler fazlaca var olmuş-tur.

Rej imin düşün ve sanat insanlar ına sağladığı geniş özgürlük

ortamından, Hit ler döneminin Almanya ve Avusturyası ’nı terk

eden 142 bi l im insanına kendi dar imkanlar ıyla kucak açmasına kadar

her a landa bu demokratik öğeler fazlaca var olmuştur.

Page 20: düşün 24

düşün, Güz’11 19odtu

adt.

com

Sonuç

Tek parti rejiminin yukarıda bahsedilen pek çok özelliği tarafsız bir şekilde değerlendirildi-ğinde, bu dönemde Türkiye’nin totaliter bir dü-zenle yönetilmediği rahatlıkla ifade edilebilir. Dolayısıyla son zamanlarda bazı çevrelerin id-dia ettiği gibi Tek Parti Dönemi’nin totalitarizm içerdiğini söylemek, en hafif tabirle tarihi ger-çekleri saptırmak demektir. Türk tek parti sis-teminin siyasal rejimini açıklamak için “demok-rasi kavramını da içeren ve demokrasiye yöne-len özel bir tek parti otoriterizmi” tanımını kul-lanmak yanlış olmayacaktır. Tek parti rejimi bu otorite ile bir geri kalmış ülke devrimi gerçek-leştirmiş ve Avrupa’nın yaşadığı dönüşümleri yaşayamamış bir topluma kendi otoritesini son-landırarak demokratik bir sistem armağan et-miştir.

KAYNAKÇA

1. Akşin, Sina, Türkiye’nin Önünde Üç Model, Telos Yayıncılık, İs-tanbul, 1997, s.107.

2. Duverger, Maurice, Siyasi Partiler, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1993, s.359-360.

3. Akşin, Sina, Türkiye’nin Önünde Üç Model, Telos Yayıncılık, İs-tanbul, 1997, s.101.

4. Arık, Evren, düşün Dergisi, sayı. 14, s.20.5. Kışlalı, Ahmet Taner, Siyasal Sistemler, İmge Kitabevi Yayınla-

rı, Ankara, 2006, s.294.6. Duverger, Maurice, Siyasi Partiler, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1993,

s.361.7. Kışlalı, Ahmet Taner, Atatürk’e Saldırmanın Dayanılmaz Hafifli-

ği, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 2006, s.67.8. Akşin, Sina, a.g.e., s.101.9. Öztürk, Sezgin, düşün Dergisi, sayı. 22, s.7.10. Demirci, H. Aliyar, Demokrasi Platformu Dergisi, sayı. 14,

s.113.11. Turan, Şerafettin, Türk Devrim Tarihi 3. Kitap İkinci Bölüm Yeni

Türkiye’nin Oluşumu, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1996, s.21.12. Demirci, H. Aliyar, Demokrasi Platformu Dergisi, sayı. 14,

s.116.13. Linz, Juan J., Totaliter ve Otoriter Rejimler, Liberte Yayınları,

Ankara, 2008, s.57.14. Demirci, H. Aliyar, Demokrasi Platformu Dergisi, sayı. 14,

s.118.15. Turan, Şerafettin, Türk Devrim Tarihi 3. Kitap İkinci Bölüm Yeni

Türkiye’nin Oluşumu, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1996, s.21.16. Linz, Juan J., Totaliter ve Otoriter Rejimler, Liberte Yayınları,

Ankara, 2008, s. 137.17. Kışlalı, Ahmet Taner, Siyasal Sistemler, İmge Kitabevi Yayınla-

rı, Ankara, 2006, s.238.18. Turan, Şerafettin, Türk Devrim Tarihi 2. Kitap Ulusal Direnişten

Türkiye Cumhuriyeti’ne, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1992, s.258.19. Özbudun, Ergun, Otoriter Rejimler, Seçimsel Demokrasiler ve

Türkiye, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2011, s.78.20. Öz, Esat, Otoriterizm ve Siyaset, Yetkin Yayınları, Ankara,

1999, s.125.21. Özbudun, Ergun, Otoriter Rejimler, Seçimsel Demokrasiler ve

Türkiye, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2011, s.85.22. Özbudun, Ergun, a.g.e., s.77.23. Turan, Şerafettin, Türk Devrim Tarihi 3. Kitap Birinci Bölüm

Yeni Türkiye’nin Oluşumu, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1995, s.119.24. Ahmad, Feroz, Modern Türkiye’nin Oluşumu, Kaynak Yayınla-

rı, İstanbul, 2011, s.76.25. Tanör, Bülent, Kurtuluş Kuruluş, Cumhuriyet Kitapları, İstan-

bul, 2002, s.344.26. Özbudun, Ergun, Otoriter Rejimler, Seçimsel Demokrasiler ve

Türkiye, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2011, s.98.27. Kışlalı, Ahmet Taner, Siyasal Sistemler, İmge Kitabevi Yayınla-

rı, Ankara, 2006, s.23828. Kışlalı, Ahmet Taner, Kemalizm Laiklik ve Demokrasi, İmge Ki-

tabevi Yayınları, Ankara, 2007, s.22.29. Baykam, Bedri, Mustafa Kemaller Görev Başına, Ümit Yayıncı-

lık, Ankara, 1994, s.162.30. (Siyasi Partiler, Maurice Duverger, s.363-364, Ekim 1993, bil-

gi yayınevi, Ankara)31. Turan, Şerafettin, Türk Devrim Tarihi 3. Kitap Birinci Bölüm

Yeni Türkiye’nin Oluşumu, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1995, s.150.32. Kili, Suna, Bir Çağdaşlaşma Modeli Atatürk Devrimi, Türkiye İş

Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2006, s.98.33. Kili, Suna, a.g.e., s.202.34. Ş.turan, 3. Kitap, 2. Bölüm, s.18, (Atatürk’ün Söylev ve

Demeçleri,III,100)35. Kışlalı, Ahmet Taner, Kemalizm Laiklik ve Demokrasi, İmge Ki-

tabevi Yayınları, Ankara, 2007, s.96.36. Aybars, Ergün, “Atatürk’ün Evrenselliği,” Edip Başer (Haz.) 21

nci Yüzyıl Başında Atatürkçülük; Anlaşılması ve Anlatılmasındaki So-runlar, Yeditepe Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2008, s.29.

37. Mumcu, Ahmet, Atatürkçülükte Temel İlkeler, İnkılap Kitabe-vi, İstanbul, 2000, s.103.

38. Albayrak, Mustafa, düşün Dergisi, sayı. 13, s.6.39. Tanör, Bülent, Kurtuluş Kuruluş, Cumhuriyet Kitapları, İstan-

bul, 2002, s.354.40. Kışlalı, Ahmet Taner, Siyasal Sistemler, İmge Kitabevi Yayınla-

rı, Ankara, 2006, s.170.41. Tanör, Bülent, Kurtuluş Kuruluş, Cumhuriyet Kitapları, İstan-

bul, 2002, s.351.42. Medeni bilgiler43. Gazi M. Kemal, Medeni Bilgiler, İstanbul, 2003, s. 53.44. Turan, Şerafettin, Türk Devrim Tarihi 3. Kitap Birinci Bölüm

Yeni Türkiye’nin Oluşumu, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1995, s.23.45. Turan, Şerafettin, Türk Devrim Tarihi 3. Kitap İkinci Bölüm Yeni

Türkiye’nin Oluşumu, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1996, s.69.46. Kışlalı, Ahmet Taner, Kemalizm Laiklik ve Demokrasi, İmge Ki-

tabevi Yayınları, Ankara, 2007, s.33.47. Kışlalı, Ahmet Taner, Siyasal Sistemler, İmge Kitabevi Yayınla-

rı, Ankara, 2006, s.164. 48. Turan, Şerafettin, Türk Devrim Tarihi 3. Kitap İkinci Bölüm Yeni

Türkiye’nin Oluşumu, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1996, s.86.49. Kışlalı, Ahmet Taner, Siyasal Sistemler, İmge Kitabevi Yayınla-

rı, Ankara, 2006, s.164.50. Dündar, Can, Köy Enstitüleri, İmge Kitabevi Yayınları, Anka-

ra, 2007, s.49.51. Kışlalı, Ahmet Taner, Siyasal Sistemler, İmge Kitabevi Yayınla-

rı, Ankara, 2006, s.150.52. Turan, Şerafettin, Türk Devrim Tarihi 3. Kitap Birinci Bölüm

Yeni Türkiye’nin Oluşumu, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1995, s.240.

Page 21: düşün 24

düşün, Güz’11 20

* Yrd. Doç. Dr. Ozan ERGÜL | Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Anayasa Hukuku Anabilim Dalı

TÜRKİYE’DE ANAYASA YARGISI VE SON ANAYASA DEĞİŞİKLİKLERİ *

“Anayasa yargısı” terimi en basit tanımıy-la “kanunların anayasaya uygunluğunun de-netimi” anlamına gelir.1 Kanunların anayasa-ya uygunluğunu denetlemekle görevli bir mah-keme olarak Anayasa Mahkemesi ülkemiz-de 1961 Anayasası ile kurulmuştur. Bu tarihten önce yürürlükte olan 1924 Anayasası dönemin-de kanunların anayasaya uygunluğunu denet-lemekle görevli bir mahkeme bulunmamaktay-dı. Yargısal denetimin yokluğu nedeniyle 1924 Anayasası’nın 103. maddesinde yer alan “Ana-yasanın hiçbir maddesi hiçbir sebep ve bahane ile savsanamaz ve işlerlikten alıkonamaz. Hiç-bir kanun anayasaya aykırı olamaz.” hükmünün de bir yaptırımı haliyle bulunmamaktaydı. Ana-yasaya aykırı olan bir kanunun anayasa ile ça-tıştığının yetkili bir organ tarafından tespit edi-lememesi nedeniyle 103. madde hükmüne rağ-men, uygulamada anayasaya açıkça aykırı olan kanunlar dahi geçerliliğini koruyabilmekteydi.

Anayasa Yargısı Neden Gereklidir?

Anayasa yargısı yukarıda da belirttiğimiz gibi kanunların anayasaya uygun olup olma-dığının denetlenmesini sağlamak suretiyle bir hukuk düzenindeki en üstün hukuk kuralı olan anayasanın gerçek anlamda üstün olmasını sağlar. Böyle bir denetimin bulunmaması ha-linde, anayasanın “normlar hiyerarşisinde” ken-disine göre daha altta yer alan alelade kanun-lar tarafından değiştirilmesi söz konusu olur ki böyle bir durumda anayasanın üstünlüğünden söz etme olanağı kalmayacaktır. Diğer taraf-tan, yargısal denetimden ayrı olarak “kanun-ların anayasaya uygunluğunun siyasal deneti-minden” de söz etmek mümkünse de bu gerçek anlamda bir denetim olmaktan uzaktır. Parla-mentodaki görüşmeler sırasında milletvekille-rinin kanunun anayasaya aykırı olduğunu iddia etmeleri, yine parlamentodaki ilgili komisyon-

Page 22: düşün 24

düşün, Güz’11 21odtu

adt.

com

larda kanunun anayasaya aykırı olması nede-niyle geri çekilmesi ya da değiştirilmesi taleple-ri ve Cumhurbaşkanı’nın imzalaması için kendi-sine sunulan kanunu anayasaya aykırı olduğun-dan bahisle meclise bir kez daha görüşülmek üzere geri göndermesi siyasal denetime örnek olarak gösterilebilir. Ancak bu tür iddia ve ta-lepler genellikle parlamentoda yer alan çoğun-luklar tarafından göz ardı edilebilecektir. Üste-lik bu çoğunluklar genellikle yürütme organının (özellikle de bakanlar kurulunun) sıkı takibi ve parti disiplini altında hareket etmek durumun-da kalan milletvekillerinden oluşmaktadır. İşte bu nedenlerle üstün hukuk kuralı olarak anaya-sanın yaptırımı olmak üzere anayasa yargısının bir yargısal denetim olarak kabul edilmesi ihti-yacı doğmuştur.

Anayasa yargısının neden gerekli olduğunu açıklarken üzerinde durulması gereken bir di-ğer sebep, yukarıdaki açıklamalarımızla yakın-dan ilişkilidir. O da parlamentodaki çoğunluk-ların keyfi hareket etmesini önlemek biçimin-de karşımıza çıkmaktadır. Aksi takdirde siyasal

çoğunluklar anayasa denen üstün hukuk kuralı-nı tanımayarak siyasal azınlıkların hak ve özgür-lüklerini tehlikeye atabilir, önceden belirlenmiş hukuk kuralları çerçevesinde yönetime işaret eden hukuk devleti ilkesini hiçe sayarak keyfi bir yönetim sergilemeye başlayabilirler. Bu ta-sarım da aslında “anayasal demokrasi” kavramı ile ifade edilmektedir. Bu terimde geçen “ana-yasa” ile anayasacılık fikrinin dayandığı iktida-rın hukukla sınırlanması ve iktidarın bölünmesi (kuvvetler ayrılığı) olgularına atıfta bulunulur-ken “demokrasi” ile de sınırlanan iktidarın as-lında bir halk iktidarı olduğu vurgulanmaktadır.

İktidar demokratiktir, diğer bir deyişle kay-nağını halkın tercihlerinden ve rızasından al-maktadır; ama diğer taraftan da sınırlıdır ve bu sınır anayasa denen hukuk kuralları ile çizilmiş-tir. Hukuk kurallarının çizdiği sınır çerçevesinde haklar tanınmış ve koruma altına alınmış, yöne-tilen kadar yönetenlerin de tabi olduğu hukuk kuralları ortaya konmuştur. Diğer bir deyişle, iktidar halkın iktidarı dahi olsa keyfi ve sınırsız olamaz. Bu durum diğer taraftan “anayasacılı-ğın paradoksu” olarak ifade edilmektedir. Çün-kü anayasa yapımı, güç aktarımı yanında gücü aktaranın, yani halkın kendi kendisini sınırlama-sı anlamına da gelir. Dolayısıyla bir anayasal de-mokraside, çoğunlukların ve onların temsilci-lerinin dilediklerini yapabileceklerini, anayasa başta olmak üzere hukuk kuralları ile sınırlana-mayacaklarını iddia etmeleri kabul görmez. İşte anayasa yargısı, çoğunlukların anayasa denen üstün hukuk kuralına saygı göstermesini sağla-mak suretiyle de anayasal demokrasinin yaşa-masına olanak tanır.

Şüphesiz anayasanın üstünlüğünden söz ederken anayasaların katılığına da değinmek gerekir. Bugün, İngiltere hariç hemen bütün egemen devletlerin bir yazılı anayasası var-dır. İngiltere’de ise yüzyıllara dayanan bir yazı-sız (teamüli) anayasa geleneği devam etmekte-dir. İşte yazılı anayasaların da genellikle değiş-tirilmelerinin güçleştirildiğini, diğer bir deyiş-le, sıradan (alelade) yasalarla anayasaların de-ğiştirilmesinin mümkün olmadığını görüyoruz. Çeşitli yöntem ve araçlara başvurmak suretiy-le değiştirilmesi alelade yasalara göre güçleşti-rilmiş ya da bazı maddeleri yönünden değiştiril-mesi olanaksız hale getirilmiş anayasalara katı

Bugün anayasaların üstünlüğünden söz edebiliyorsak bu büyük ölçüde

anayasaların meclislerdeki basit çoğunluklar tarafından değiştirilmesini önleyen katı anayasa olgusu sayesinde

mümkün olmaktadır.

İktidar demokratiktir, diğer bir deyişle kaynağını halkın tercihlerinden ve rızasından almaktadır; ama diğer taraftan da sınırlıdır ve bu sınır anayasa denen hukuk kuralları ile çizilmiştir.

Page 23: düşün 24

düşün, Güz’11 22

(sert) anayasalar denir. Bugün anayasaların üs-tünlüğünden söz edebiliyorsak bu büyük ölçü-de anayasaların meclislerdeki basit çoğunluklar tarafından değiştirilmesini önleyen katı anaya-sa olgusu sayesinde mümkün olmaktadır.

Anayasa Yargısında Farklı Modeller

Bulunmakta mıdır?

Anayasa yargısının bilenen en yakın tarih-li çağdaş örneği ABD’de karşımıza çıkar. 1803 tarihli Marbury v. Madison davasında Yüksek Mahkeme Başyargıcı Marshall şu meşhur ge-rekçeyle anayasaya aykırı bir kanunun uygulan-maması gerektiğini ifade etmiştir:

“Şu tersi ileri sürülemeyecek kadar açık, yalın bir önermedir ki, ya anayasaya aykırı olan bir ya-sama işlemi (Kanun) denetime bağlı tutulur; ya da, yasama organı anayasayı bayağı bir kanun-la değiştirebilir. Bu ikisi arasında ortalama bir yol yoktur. Anayasa ya bayağı kanunlar gibi değiş-tirilemeyen üstün, yüce bir kanundur, ya da ya-sama organının dilediği zaman değiştirebilece-ği bayağı kanunlarla eşdeğer düzeyde bir kanun-dur. Bu yollardan birincisi doğru ise, yasama or-ganının anayasaya aykırı olan işlemi kanun değil-dir; ikinci yol doğru ise, o zaman yazılı anayasa-lar halkın gerçekte sınırlandırılmaya elverişli bu-lunmayan bir gücü, sınırlandırmak için giriştikleri boş ve anlamsız çabalardır.” 2

Marshall’ın bu ünlü gerekçesine dayanan Yüksek Mahkeme’nin kararı sonrasında giderek yerleşen Amerikan tipi anayasa yargısında mer-

rin önlerindeki uyuşmazlığın çözümünde uygu-layacakları kanunun anayasaya uygunluğunu denetleme ve aykırı gördükleri kanunu uygula-mama yetkileri bulunmaktadır. Ancak, bu siste-min sağlıklı işlemesi için ortak hukuk (common law) geleneği içinde yerleşmiş olan emsal huku-ku çerçevesinde üst mahkemenin verdiği kara-rın tüm alt mahkemeleri bağladığının da kabul edilmesi gerekir, çünkü denetimi yapan mahke-meler aykırılık tespit etmeleri halinde dahi ka-nunu iptal edememekte, sadece ihmal edebil-mekte, diğer bir deyişle anayasaya aykırı oldu-ğunu düşündükleri kanun yerine doğrudan ana-yasayı uygulamaktadırlar.

Amerikan tipi anayasa yargısı yanında bir de merkezileşmiş denetim modeli olarak da bilinen Avrupa modeli bulunmaktadır. Bu sistemin fikir babası ise ünlü hukukçu Hans Kelsen’dir. Avrupa tipi anayasa yargısında anayasaya aykırılık de-netimi bu işle görevli bir mahkeme tarafından yerine getirilir. Uyuşmazlıkları çözmekle ya da ceza tayin etmekle görevli mahkemeler uygula-dıkları kanunun anayasaya aykırı olduğunu dü-şünseler dahi bu konuda kendileri karar vere-mezler. Konuyu karara bağlamak üzere Anaya-sa Mahkemesi’ne başvurmak durumundadırlar. Bizim sistemimizde anayasaya uygunluk dene-timi için öngörülen bu yola “itiraz yolu” ya da anayasaya aykırılık iddiası somut bir uyuşmaz-lıktan kaynaklandığı için “somut norm deneti-mi” denmektedir. Diğer bir denetim yolu da ip-tal davası olabilir ki burada da doğrudan anaya-sa ile yetkilendirilmiş kişi ya da gruplar bir yasa-nın anayasaya aykırılığı iddiası ile yine belli bir merkezi mahkemeye iptal davası açarlar. Bizim sistemimizde kanun yürürlüğe girdikten son-ra böyle bir iptal davası açmaya yetkili olanlar, aykırılık iddiasının esas veya şekil yönünden ol-masına göre değişmekle birlikte cumhurbaşka-nı, iktidar ve anamuhalefet partisi meclis grup-ları ve TBMM’nin beşte bir oranında milletvekili (110 milletvekili) olarak belirlenmiştir.

Avrupa tipi anayasa yargısında anayasaya aykırılık denetimi bu işle görevli bir mahkeme tarafından yerine getirilir.

kezileşmemiş bir yaygın denetim modeli geçer-lidir. Yaygın denetim modeli de denen Ameri-kan tipi anayasa yargısında tüm mahkemele-

Page 24: düşün 24

düşün, Güz’11 23odtu

adt.

com

*

lerin güvence altına alındığı bir liberal demok-ratik anayasa düzeni sağlanmasıydı. Bu hedefle yakından ilgili olan bir diğer temel hedef, parla-mentodaki çoğunlukların “Milli iradeyi biz tem-sil ediyoruz, öyleyse dilediğimiz gibi yönetebili-riz.” anlayışında somutlaşan ve yukarıda değin-diğimiz gibi çağdaş anayasal demokrasi fikriyle bağdaştırılması mümkün olmayan bir yaklaşı-ma set çekmekti. İşte çoğunlukların önüne fren olarak koyulan, onların anayasayı hiçe sayma-larına engel olmayı amaçlayan araçlardan biri-si de Anayasa Mahkemesi’dir. Diğerleri arasın-da, daha sonra 1982 Anayasası ile terk edilen çift meclis sistemi çerçevesinde kurulmuş olan “Cumhuriyet Senatosu” belirtilebilir.

1961 Anayasası ile kurulan Anayasa Mahke-mesi 15 üyeden oluşmaktaydı ve bu üyelerden üçünü Millet Meclisi, ikisini ise Cumhuriyet Se-natosu seçmekteydi. Diğer bir deyişle, 15 üye-den beşi parlamento tarafından seçilmekteydi. Anayasa Mahkemesi’nin kuruluşu ve yetkilerini düzenleyen Anayasa ve kanun hükümlerine ba-kıldığında bir anayasaya aykırılık iddiasının iki yoldan Anayasa Mahkemesi önüne gelmesinin mümkün olduğu görülmekteydi. Bunlardan ilki iptal davası (soyut norm denetimi), diğeri ise mahkemelerden yapılacak itiraz (def’i) başvu-rularıydı (somut norm denetimi).

Temel hedef parlamentodaki çoğunluk-ların “Milli iradeyi biz temsil ediyoruz, öyleyse dilediğimiz gibi yönetebiliriz.” anlayışında somutlaşan ve çağdaş anayasal demokrasi fikriyle bağdaştırılması mümkün olmayan bir yaklaşıma set çekmekti.

Amerikan modeli anayasa yargısı kararlarla ortaya çıkmıştır, buna karşılık Avrupa tipi ana-yasa yargısı anayasal ve yasal düzenlemelere dayanır. Avrupa tipi anayasa yargısı büyük ölçü-de, İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde ana-yasa yargısının temel hak ve özgürlüklerin ko-runmasında önemli ve etkin bir araç olduğuna inanılması nedeniyle yaygınlaşmıştır. Son ola-rak 1990’larda liberal demokratik düzene geçen eski doğu bloğu ülkeleri yeni anayasaları ile bir-likte anayasa mahkemeleri kurma yoluna git-mişlerdir.

Ülkemizde Anayasa Mahkemesi’nin

Geçirdiği Değişimler Nelerdir?

Yukarıda belirtildiği gibi Anayasa Mahke-mesi ülkemizde 1961 Anayasası ile kurulmuş-tur ve 1962 yılından bu yana faaldir. Anayasa Mahkemesi’nin 1961 Anayasası ile kurulmasının altında şüphesiz önemli nedenler yatmaktadır ve bu nedenler, özellikle çok partili siyasal yaşa-ma geçilen 1950’li yıllarda aranmalıdır.

1961 Anayasası’nın hazırlanması sırasında gözetilen birinci hedef temel hak ve özgürlük-

Avrupa modelini Amerikan modelinden ayı-ran önemli özelliklerden bir diğeri de Avrupa modelinde anayasaya uygunluk denetimi yap-makla yetkili mahkemenin ilgili kanun hakkın-da iptal yaptırımına karar verebilmesidir. Hak-kında iptal kararı verilen bir kanunun ilgili hük-mü geçerliliğini kaybeder ve hukuk aleminden çıkar.

Page 25: düşün 24

düşün, Güz’11 24

1982 Anayasası, iptal davası ve itiraz yolu-

nu korumakla birlikte çeşitli yönlerden değişik-liklere gitmiştir. Öncelikle, sorunlara ve krizle-re sebep olduğu için meclisin üye seçmesi yön-temine son verilmiş, tüm üyelerin belirlenme-sinde cumhurbaşkanına yetki verilmiştir. Cum-hurbaşkanı, 11 asıl ve 4 yedek üyeden oluşan Mahkeme’ye genellikle belli yüksek mahkeme-lerden (Yargıtay, Danıştay, Askeri Yüksek İdare Mahkemesi) seçilerek önüne gelen üç aday ara-sından atama yapmakta ise de bazı hallerde gö-reve atayacağı kişiyi seçmekte oldukça serbest-ti. Yüksek kademe yöneticileri ve avukatlar ara-sından yapacağı seçimlerde önüne aday getiril-mesi söz konusu olmayan Cumhurbaşkanı, yaş ve kıdem koşullarını taşıyan dilediği kişiyi Ana-yasa Mahkemesi’ne üye seçebilmekteydi. Bu-nun yanında iptal davası açmaya yetkili olan-lar arasından kendilerini ilgilendiren konularda-ki yasalara karşı iptal davası açma yetkisi tanın-mış olan kurumların bu yetkileri ellerinden alın-mıştır. İptal davası açma süresi de 90 günden 60 güne indirilmiştir.

Son Anayasa Değişiklikleri Anayasa Yargısı Alanında Neler

Getirmektedir?

12 Eylül 2010 tarihinde gerçekleştirilen hal-koylaması kesin sonucunun Yüksek Seçim Ku-rulu tarafından Resmi Gazete’de yayımlanma-sıyla birlikte3 5982 sayılı “Türkiye Cumhuriye-ti Anayasası’nın Bazı Maddelerinde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun” yürürlüğe girmiş ve 1982 Anayasası değiştirilmiştir. 4

Söz konusu anayasa değişikliği hakkında ka-nunun 16, 17, 18 ve 19. maddeleri ile Anayasa Mahkemesi’nin kuruluşu ve yetkileri ile ilgili 1982 Anayasası düzenlemelerinde önemli değişiklikler öngörülmüştür.* Bu değişiklikler incelendiğinde göze çarpan yenilikler şöyle sıralanabilir:

1. Bundan böyle Anayasa Mahkemesi, 11 yeri-ne 17 üyeden oluşacaktır.

2. Anayasa Mahkemesi iki daire halinde çalı-şacaktır.

3. TBMM, 1961 Anayasası döneminde oldu-ğu gibi Anayasa Mahkemesi’ne üye seçebile-

* 5982 sayılı Anayasa değişikliği hakkında Kanun’un 16. Maddesi aşağıdaki gibidir: “MADDE 146- Anayasa Mahkemesi onyedi üyeden kurulur. Türkiye Büyük Millet Meclisi; iki üyeyi Sayıştay Genel Kurulunun kendi başkan ve üyeleri arasından, her boş yer için gös-terecekleri üçer aday içinden, bir üyeyi ise baro başkanlarının serbest avukatlar arasından gösterecekleri üç aday içinden yapacağı gizli oylamayla seçer. Türkiye Büyük Millet Meclisinde yapılacak bu seçimde, her boş üyelik için ilk oylamada üye tam sayısının üçte iki ve ikinci oylamada üye tam sayısının salt çoğunluğu aranır. İkinci oylamada salt çoğunluk sağlana-mazsa, bu oylamada en çok oy alan iki aday için üçüncü oylama yapılır; üçüncü oylamada en fazla oy alan aday üye seçil-miş olur. Cumhurbaşkanı; üç üyeyi Yargıtay, iki üyeyi Danıştay, bir üyeyi Askerî Yargıtay, bir üyeyi Askerî Yüksek İdare Mahkemesi genel kurullarınca kendi başkan ve üyeleri arasından her boş yer için gösterecekleri üçer aday içinden; en az ikisi hukukçu olmak üzere üç üyeyi Yükseköğretim Kurulunun kendi üyesi olmayan yükseköğretim kurumlarının hukuk, iktisat ve siyasal bilimler dallarında görev yapan öğretim üyeleri arasından göstereceği üçer aday içinden; dört üyeyi üst kademe yöneticileri, serbest avukatlar, birinci sınıf hâkim ve savcılar ile en az beş yıl raportörlük yapmış Anayasa Mahke-mesi raportörleri arasından seçer. Yargıtay, Danıştay, Askerî Yargıtay, Askerî Yüksek İdare Mahkemesi ve Sayıştay genel kurulları ile Yükseköğre-tim Kurulundan Anayasa Mahkemesi üyeliğine aday göstermek için yapılacak seçimlerde, her boş üyelik için, bir üye an-cak bir aday için oy kullanabilir; en fazla oy alan üç kişi aday gösterilmiş sayılır. Baro başkanlarının serbest avukatlar ara-sından gösterecekleri üç aday için yapılacak seçimde de her bir baro başkanı ancak bir aday için oy kullanabilir ve en faz-la oy alan üç kişi aday gösterilmiş sayılır. Anayasa Mahkemesine üye seçilebilmek için, kırkbeş yaşın doldurulmuş olması kaydıyla; yükseköğretim kurum-ları öğretim üyelerinin profesör veya doçent unvanını kazanmış, avukatların en az yirmi yıl fiilen avukatlık yapmış, üst ka-deme yöneticilerinin yükseköğrenim görmüş ve en az yirmi yıl kamu hizmetinde fiilen çalışmış, birinci sınıf hâkim ve sav-cıların adaylık dahil en az yirmi yıl çalışmış olması şarttır. Anayasa Mahkemesi üyeleri arasından gizli oyla ve üye tam sayısının salt çoğunluğu ile dört yıl için bir Başkan ve iki başkanvekili seçilir. Süresi bitenler yeniden seçilebilirler. Anayasa Mahkemesi üyeleri aslî görevleri dışında resmi veya özel hiçbir görev alamazlar.”

Page 26: düşün 24

düşün, Güz’11 25odtu

adt.

com

cektir. Ancak, TBMM’nin seçeceği üye sayısı 3 olarak belirlenmiştir. Bu üyelerden ikisi Sayış-tay tarafından üyeleri arasından belirlenecek üç aday içinden, TBMM tarafından seçilecek-tir. Meclis’in seçeceği üçüncü üye ise baro baş-kanları tarafından belirlenecek üç kişi arasından seçilecektir. Bu seçimlerde TBMM’nin ilk turda üçte iki, ikinci turda salt çoğunlukla seçim yap-ması mümkündür. Ancak, ilk iki turda öngörü-len nitelikli çoğunluk sağlanamadığı takdirde üçüncü tur oylamada basit çoğunluk yeterli ola-caktır. Bu düzenleme haklı eleştirilere uğramış-tır, çünkü basit ya da salt çoğunlukla bir Anaya-sa Mahkemesi üyesinin TBMM Genel Kurulu ta-rafından seçilebilmesi demek iktidar partisinin dilediği kişiyi bu mahkemeye üye olarak ataya-bilmesi anlamına gelecektir. Bunun yerine her durumda TBMM’nin üye tam sayısının üçte iki çoğunluğunu aramak daha isabetli olurdu.

4. Cumhurbaşkanının üye seçmedeki ağır-lığı devam ettirilmiştir. Oysa, bu durum 1982 Anayasası’nın eleştirilen yönlerinden birisiydi. Bunun yerine yüksek mahkemelerin doğrudan Anayasa Mahkemesi’ne kendi mensupları ara-sından üye seçmesinin önü açılmalıydı.

5. 5982 sayılı Kanun’un 18. maddesi ile ana-yasanın 148. maddesi değiştirilmiş ve anayasa-ya aykırılık iddialarının Anayasa Mahkemesi’nin önüne gelmesini kolaylaştıran “anayasa şika-yeti” yolu kabul edilmiştir.* Yukarıda da belir-tildiği gibi, 1961 ve 1982 Anayasaları dönemin-de ülkemizde anayasaya uygunluk denetimi-nin işletilebilmesinde başlıca iki yol olarak ip-tal davası (soyut norm denetimi) ve itiraz yolu (somut norm denetimi) kabul edilmişti. Anaya-sa şikayeti ise anayasal haklarının ihlal edildi-ğini düşünen vatandaşlara doğrudan Anayasa Mahkemesi’ne bu iddialarını taşıma imkanı ta-nımaktadır. Olumlu olarak değerlendirilebile-cek bu düzenlemenin de iki yönden eleştirilme-si mümkündür. İlki, anayasa şikayetinin hak ih-laline neden olan işlemin dayanağı durumunda-ki kanuna karşı mı olacağı, yoksa sadece işleme

karşı mı olacağının net bir biçimde belirtilme-miş olmasıdır. İkinci bir eleştiri ise bu hakkın sa-dece Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde yer alan (ve aynı zamanda anayasada da yer alan) haklar yönünden ihlallerde başvurulmasına im-kan tanınmasıdır. Oysa, anayasada tanınan, an-cak Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde tanın-mayan haklar da bulunmaktadır. Anayasada yer alan tüm haklar yönünden anayasa şikayetine olanak tanınması haklar için daha etkin bir ko-runma sağlayabilirdi.

Sonuç olarak, Anayasa Mahkemesi’nin tüm eleştirilere karşın anayasal demokrasimizin iş-lemesinde önemli bir işlev gördüğünün yad-sınamayacağını belirtmek isteriz. Anayasa Mahkemesi’nin temel hak ve özgürlüklerin ko-runması yönünden üstlendiği görev, başka hiç-bir biçimde yeri doldurulamayacak önemde-dir. Anayasa Mahkemesi ile ilgili anayasa de-ğişikliklerinin, endişelerin aksine, Anayasa Mahkemesi’ni daha saygın bir konuma taşıya-cağı ümidini korumak isteriz. Ancak, temenni-mizin gerçekleşmesi, Mahkeme’ye üye seçecek ve bu göreve nail olacak kişilerin partizan yakla-şımlar ve ideolojik saplantılardan uzak durarak, görev ve işlevlerinin bilincinde olmalarına bağ-lıdır. Bunun mümkün olup olmadığını ise zaman gösterecektir.

KAYNAKÇA

1. Kaboğlu, İbrahim Ö. Anayasa Yargısı, İmge Kitapevi, Ankara, 2000, s. 11.

2. Leslie Lipson, Politika Biliminin Temel Sorunları (Çev. Tuncer Karamustafaoğlu), Birlik Yayınları 4. Baskı, Ankara, 1986, s. 296-7’den naklen.

3. Yüksek Seçim Kurulu kararı için bkz. 23 Eylül 2010 tarih ve 27708 sayılı Resmi Gazete.

4. 5982 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın Bazı Maddele-ri Hakkında Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun, T.C. Resmi Gazete, 27580, 13 Mayıs 2010.

* 5982 sayılı Kanun’un 18. Maddesinin ilgili bölümü aşağıdaki gibidir: “Herkes, Anayasada güvence altına alınmış temel hak ve özgürlüklerinden, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi kapsamındaki herhangi birinin kamu gücü tarafından, ihlal edildiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesine başvurabilir. Başvu-ruda bulunabilmek için olağan kanun yollarının tüketilmiş olması şarttır. Bireysel başvuruda, kanun yolunda gözetilmesi gereken hususlarda inceleme yapılamaz. Bireysel başvuruya ilişkin usul ve esaslar kanunla düzenlenir.”

Page 27: düşün 24

düşün, Güz’11 26

* Doç. Dr. İbrahim KAYA | Dumlupınar Üniversitesi Sosyoloji Bölümü

FARKLI BİR MODERNLİK PROJESİ OLARAK KEMALİZM *

Son dönemlerde modernlik kavramı sosyal bilimlerin ve özelde de sosyolojinin çözümle-mesi gerektiği düşünülen merkezi sorunsal ola-rak ortada durmaktadır. Sosyal bilimlerde, mo-dernlik kavramı, 1980’li yıllardan bu yana önem-li ölçüde kapitalizm, endüstri toplumu gibi kla-sikleşmiş çalışma temalarını ikame etmiştir. Bu dönüşümde postmodernizm olarak adlandırı-lan bir “düşünme refleksi” belirleyici bir rol oy-namıştır. Şöyle ki, modernliğin proje olarak tut-madığı, kendisini tükettiği ve artık yaşam sü-resinin son bulduğu yönündeki postmodernist tartışmalar modernliğe olan ilginin sosyal bi-limlerde artmasına neden oldu. Postmoder-nizm, dolayısıyla, Batı modernliğinin özeleşti-ri geleneği içinde değerlendirilebilir. Bu eleşti-ri nedeniyle modernlik yeniden kavramsallaş-tırılmaya ve en önemlisi postmodernizme bir

tepki olarak modernliğin yeni ya da ikinci aşa-masına geçildiği yönündeki tartışmalar günde-mi belirlemeye başladı. Her ne kadar bugün ar-tık modernliğin yeni bir dönemine ilişkin çalış-malar sosyal bilimleri başat olarak belirlese de hala Türkiye gibi ülkelerde modernliğe karşı ar-gümanların tutunmasında postmodernist eği-limler etkili olmaktadır.

Bir modernlik projesi olan Kemalizm’in Türkiye’de en önemli tartışma konularından bi-risini oluşturması bu ışık altında değerlendiril-melidir. Kemalizm sonrası, ya da benim tercih ettiğim terminolojiyle modern-dışı bir döneme geçişimiz kuşkusuz Kemalist modernlik projesi-nin tekrar ve farklı bir gözle okunmasını gerek-li kılmaktadır. Bu makale, Kemalizm’i neden bir modernlik projesi olarak okumamız gerektiğini

Page 28: düşün 24

düşün, Güz’11 27odtu

adt.

com

ve bugünkü anlamını tartışacaktır. Bu tartışma-yı yaparken aynı zamanda Kemalizm’in “farklı bir modernlik” öngördüğünü “çoklu modernlik-ler” tartışması bağlamında ele alacaktır.

Bu tartışma açısından modernliğin farklı tür-lerini anlamak ve yorumlamak için yeni bir yak-laşımın gerekliliğini öneren geç modernlikler kavramını geliştirdim.1 Geç modernlikler kav-ramı kolonize olmadan ortaya çıkmış modern-liklere işaret etmektedir. Bu deneyimler basitçe orijinal batı modernlik modelinin kopyaları ol-maktan ziyade modernliğin farklı formları ola-rak görülmelidir. Geç modernlikler kategorisin-de üç ülke öncü örneklerdir: Rusya, Japonya ve Türkiye. Türkiye bu grup içinde son derece öz-gün bir örneği oluşturmaktadır ve böyle olma-sında Kemalist modernlik projesinin önemi bü-yüktür.

Dolayısıyla bu makalede, öncelikle modern-lik projesinden ne anlamamız gerektiği tartışı-lacak daha sonra Kemalizm, farklı bir modernlik projesi olarak değerlendirilecektir. En sonunda da Kemalizm’in bugünkü Türk toplumu için ne anlam ifade ettiği, günümüz koşullarına yanıt oluşturabilecek bir programının olup olmadığı irdelenecektir.

Modernlik Nedir?

Sosyal bilimlerde temel çalışma ünitesi ola-rak modernliğin kapitalizm ve endüstri toplu-mu kavramlarını önemli ölçüde ikame etmesi, aslında birisi son derece olumlu ve diğeri sorun-sal iki sonuç üretmiş durumdadır. Olumlu yönü, modernlik kavramının toplum incelemesi söz konusu olduğunda daha kapsayıcı ve dolayısıy-la araştırmacının elini toplumu bütünsel anlam-da anlamak açısından güçlendirici olma özelli-ğidir. Modernlik, hem kapitalizme hem de en-düstri toplumuna oranla toplumu bütünsel an-lamda kavramak açısından son derece kullanış-lı bir kavramdır. Kapitalizm ve endüstri toplu-mu kavramları öncelikle ve merkezi olarak top-

lumun ekonomik alt yapısına ya da ekonomik gelişmişliğe işaret ederken, modernlik kavra-mı bir toplumun ekonomik, politik ve kültürel tüm yönlerini kapsamaktadır. Ancak kapitaliz-min ve endüstri toplumunun ne olduğuna ilişkin tanımlamanın yapılması daha kolayken, mo-dernlik nedir sorusuna verilen yanıt konusunda herhangi bir uzlaşmaya ulaşmak son derece zor görünmektedir. Örneğin kapitalizme ilişkin ola-rak; sermayeyi ve emeği gerekli kılan ve piya-sa için üretim yapan ekonomik sistemdir tanımı üzerinde hem destekçileri hem de eleştirmenle-ri hemfikirdir. Ancak modernlik konusunda aynı hemfikirlilikten söz etmek olanaksızdır. Bu du-rumun zorluğunun nedenini aşağıdaki şekliyle açıklamanın doğru olduğuna inanıyorum.

Modernliği tarihsel ve kavramsal olarak iki farklı ve hatta birbirleriyle çelişkili iki bağ-lamda ele almak gerektiğini düşünüyorum. Ön-celikle, modernlik, artık pek çok sosyal teoris-yenin ve tarihsel sosyoloğun hemfikir olduğu

Kapital izm ve endüstr i toplumu kavramları öncel ik le ve merkezi

olarak toplumun ekonomik alt yapıs ına ya da ekonomik

gel işmişl iğe işaret ederken, modernl ik kavramı bir toplumun

ekonomik, pol it ik ve kültürel tüm yönler ini kapsamaktadır.

gibi, Hobsbawm’ın çifte devrim olarak tanım-ladığı İngiliz Endüstri Devrimi ve Fransız Poli-tik Devrimi sonrası ortaya çıkan bir tarihsel dö-nemle ilgilidir.2 Ancak aynı zamanda, modern-lik bir “fikir”, bir “proje” olarak da kavramsal-laştırılmaktadır. Kavramsal olarak ortaya ko-nulan modernlik ile bir gerçeklik olarak tarihsel dönem anlamındaki modernlik çoğu kez örtüş-memektedir. Bu nedenledir ki Habermas’a göre modernlik tamamlanmamış projedir.3 Yani mo-dernliğin öngördüğü gelişme henüz realize edi-

Page 29: düşün 24

düşün, Güz’11 28

lebilmiş değildir ama insanlık uzun bir süredir modern diye tanımlanan bir çağda yaşamak-tadır. Habermas’a göre, modernliğin sistemik yanı, yani ekonomik ve politik hedefler önemli ölçüde başarıya ulaşmışken, hayat alanına dair iletişimsel eylem bağlamındaki modernlik ikin-cil planda kalmış ve henüz tamamlanmamış-tır. Kuşkusuz modern zamanlar olarak değer-lendirdiğimiz bir tarihsel dönem var ve bu ne-denle modern olanın başlangıç tarihine ilişkin tartışmalar yapılıyor. Ancak modern olanın be-nimsenmesi ve yaşama belirleyici olarak katılı-mı konusu oldukça muğlaktır. Herhalde Castori-adis gibi düşünmek durumundayız: Modernlik, özerklik projesidir; hem bireyin içinde yaşadığı bağlamdaki özerkliği hem de toplumun kolektif özerkliği.4 Ancak böyle baktığımızda modern-liği bir fikir ama aynı zamanda bir tarihsel sü-reç olarak okuyabiliriz. Yani modernlik başarıl-ması gereken özgün hedefler ortaya koymuştur ve bu hedeflere ulaşma yolunda uzunca bir sü-redir mücadele vardır ama aynı zamanda henüz bu hedeflere tam anlamıyla ulaşılmış değildir ve belki de hiç ulaşılmayacaktır. Tarihin son döne-minin belirlenmesi modernlik projesinin işidir.

Peter Wagner’a göre, “Modernlik, içinde in-sanların kendi yaşamlarını kavradıkları bir du-rumdur.”5 Yani, modernlik toplum halinde bir-likte yaşamanın kurallarının nasıl elde edilece-ği, temel ihtiyaçların hangi yollardan karşılana-bileceği ve geçerli bilginin nasıl inşa edileceği sorularına yanıt bulma arayışı ve bu arayış çer-çevesinde üretilen bir projedir. Diğer bir deyişle modernlik, insanların nasıl bir toplum inşa ede-ceği, bu toplum içinde nasıl birlikte yaşayacak-ları, temel gereksinmelerini nasıl karşılayacak-ları ve dünyayı, kendilerini hangi bilgi türüyle anlayacakları sorularına yanıt oluşturmak için ortaya konulmuş bir programdır.

Ancak, Wagner’ın ifadeleriyle, “Bu sözü edilen sorulara eşsiz olarak tekil bir mo-dern yanıt yoktur: Immanuel Kant’tan Jürgen Habermas’a kadar modernliğin felsefesi çoğun-lukla bu tür eşsiz bir yanıt bulmayı denedi. Emi-le Durkheim’dan Talcott Parsons’a ve son dö-nem yeni modernleşme teorilerine kadar mo-dernliğin sosyolojisinin çoğunluğu spesifik ola-rak modern dediği kurumsal bir toplum yapısını tanımladığını iddia etti. Ancak tam da modern-liğin geçirmeye devam ettiği dönüşümler bu so-rulara türlü modern yanıtlar olduğunu göster-mektedir”.6

Bu noktada söylenebilir ki modernliği diğer insanlık durumlarından ayrı kılan ve onu ken-dine özgü proje olarak okumamızı gerektiren yönü özerkliğe duyduğu sadakattir. İnsanların kendi yaşamlarına ilişkin kuralları kendilerinin belirlemesi anlayışı modernliğe ilişkin anahtarı ifade etmektedir. Bu nedenle modern dönemde insanların karşılaştığı sorunlara çözüm bulma çabası hiçbir dışsal otorite kaynağından elde edilemez. Dolayısıyla sorunlara önerilen tüm çözüm önerileri eleştiriye ve itiraza açıktır.7 Bu söylediklerimiz göstermektedir ki tekil bir mo-dernlik düşüncesi ve projesi yoktur ve olamaz da. Modernlik üç temel soruya yanıt bulmayı içerdiğinden -nasıl birlikte yaşayacağız, temel gereksinmelerimizi hangi yoldan karşılayacağız

Modernl ik ortaklaşa hayatın nası l yöneti leceği, insan gereksinmeler inin nası l karş ı lanacağı ve geçerl i b i lginin nası l kurulacağı sorular ına yanıt bulma arayış ı ve bu arayış çerçevesinde üreti len bir projedir.

İnsanlığa ve insanlığın hedeflerine ilişkin bütün sorulara yanıt oluşturduğunu söylememiz gere-ken modernlik projesi dışındaki her arayış tari-hin son noktasından bir gerileme olarak tanım-lanmalıdır. Bu nedenle, modernlik insanlığın bütün sorularına yanıt oluşturabilecek bir prog-rama sahiptir ama bu program henüz başarılmış bir program olmaktan uzaktır.

Page 30: düşün 24

düşün, Güz’11 29odtu

adt.

com

da modernliğin kurulması olanaklı değildi. Mo-dernlik, dolayısıyla özgül bir medeniyetsel ve kültürel bağlama yerleştiriliyor ve bu durumda “öteki” diye tanımlanan medeniyetlerin ve kül-türlerin modernleşmesi olanaklı görülmüyordu. Ancak modern dünyaya katılmak isteyen ulus-ların önünde, bu durumda, tek bir seçenek kalı-yordu: Avrupalılaşmak ya da daha sonraları ifa-de edildiği biçimiyle Batılılaşmak.

Weber’in ünlü tezini olumlama-yan üç deneyimden söz edilebilir: Türk, Rus ve Japon mo-dernlik deneyim-leri. Her üç dene-yim de Batılı güç-ler tarafından kolo-nize edilemeyen ve kendi öz iradeleriy-le modernleşme-yi seçen ve başara-bilen deneyimler-dir. Türkiye hem Av-rupa bağlamının dı-şında hem de Hıristiyan dünyanın dışında kalan bir örnek olarak ilgiyi önemli ölçüde hak eden bir ülkedir. Bu hak ettiği ilgiyi hiç kuşku yok ki Kemalist modernlik projesine borçludur. Kema-list modernlik projesi, ilk bakışta Batı’yı kopya-layan ve bir tür Batılılaşma hareketini başlatan bir proje gibi algılanabilir. Genelde de Türk mo-dernleşmesi üzerine yapılan sosyal bilimsel ça-lışmalar, ister Kemalizm’i onasın isterse reddet-sin Kemalizm’in bir Batılılaşma hareketi olduğu konusunda hemfikirdir.

Elbette benim modernliğin “orijinal

coğrafyası” dediğim Batı Avrupa’dan zamanın bütün modernlik fikirleri etkilenmiştir. Etkilen-memeleri de olası değildi. Ancak Batı bağlamı dışındaki modernleşme hareketlerini basitçe Batı’nın kopyalanması olarak anlamak her ha-

ve nasıl bir bilgi bizim yaşamlarımızı kurmamızı sağlayacak- bu sorulara farklı tarihsel bağlam-larda farklı yanıtlar bulmak mümkündür.

Buradaki ana mesele; toplumsal yaşam an-layışımız bireyci mi yoksa kolektivist mi ola-cak, kapitalist bir ekonomi mi temel gereksin-melerimizi karşılayacak yoksa alternatif eko-nomik modeller var mı ve bilimsel bir bilgi mi yoksa başka türde bir bilgi mi bizim yaşamımı-za temel olacak sorularının nasıl yanıtlandığı meselesidir. Bu bağlamda ben Kemalizm’i fark-lı bir modernlik projesi olarak, Batı modernlik-lerinden farklı olarak, analiz etmemiz gerektiği-ni düşünüyorum. Yani modern sorulara modern yanıtları Kemalizm’in nasıl bulduğu ve bu buluş-ların Batı yanıtlarından ne oranda farklı oldu-ğu, tartışmamızın temel meselesi olacaktır. Bir kere modernliği bir özerklik ve egemenlik pro-jesi olarak tanımladığımızda farklı modernlik-ler gerçeğinin olabileceğini önermek son dere-ce kabul edilebilir bir öneridir.* Şöyle ki özerkli-ği Türkiye, Batı anlayışından farklı yorumlamış-tır, egemenliği de. Demek ki modernliğin çoklu formlarından söz etmek, esasında modernliğin temel iki imgesel anlamlarının yoruma açık ol-duğunu söylemek anlamına gelmektedir.

Dolayısıyla, Kemalizm’i çoklu modernlikler tartışması bağlamında farklı bir modernlik mo-deli olarak ele almamız, bunu yaparken de açık-lıkla hangi noktalarda Kemalizm’in farklılıkları-nın ortaya çıktığını gösterebilmemiz gerekmek-tedir. Üç temel soru bağlamında bunu yapabile-ceğimizi göstermek istiyorum.

Farklı Bir Modernlik Projesi Olarak Kemalizm

Ünlü sosyolog Max Weber’in temel tezi sos-

yal bilimler için çözümlenmesi gereken sorunu Batı’nın biricikliği olarak ortaya koymuştu.8 Batı Avrupa, Weber’e göre, rasyonelliği bünyesinde barındıran tek bağlamdı ve bu bağlamın dışın-

*Modernliği özerklik ve egemenlik projesi olarak değerlendirmek şu anlama gelmektedir: “Modernlik derken insan sosyal yaşamının özerklik ve egemenlik fikirlerine dayalı olarak kendisini anlamasını kastediyorum. Özerklik insanların kendi yasalarını oluşturabilme kapa-sitesi iken, egemenlik dünyanın ilkesel olarak bilinebileceği ve kontrol altına alınabileceği fikridir (burada sözü edilen dünya doğal dünya, sosyal dünya ve bireyin kendi dünyasıdır.)” Wagner, Peter (2000) “Plural Interpretation of Modernity. The Social Sciences in the US and in Europe”, paper presented at the 12th International Conference of Europeanists, Council of European Studies, Chicago, sayfa, 4.

Page 31: düşün 24

düşün, Güz’11 30

liyle sorunsaldır. Özellikle, Kemalist modern-lik projesini basitçe bu bağlamda değerlendir-mek hem analizin güçsüzlüğünü gösterir hem de Türk Devrimi’nin “dünya” için taşıdığı önemi görememek anlamına gelir.

Bu aşamada, hem Kemalizm’i neden bir mo-dernlik projesi olarak anlamamız gerektiğini hem de onu Batılı projelerden ayıran nitelikle-

Türkiye sadece sömürülen ülkeler iç in deği l sömüren ülkeleriç in de esasında hem kapital ist hem de sosyal ist tonlardan uzak kalmak isteyen bir model olarak düşünülebi l i r.

yacağına yönelik modernlik algılamasının üze-rinde durulması gerekir. Anti-emperyalizm Ke-malist modernliğin temel çıkış noktasını oluş-turmaktadır. Kemalizm’e göre modern olmak, zorunlu olarak, sömürgeciliğe karşı koymak an-lamına gelmektedir.

Farklı bir modernlik modeli inşa etmek, her şeyden önce Batı ile olan ilişkideki sorunla bağ-lantılıdır. Dönemin üstün gücü olan Batı’nın ürettiği modelden nasıl ve hangi noktalarda ayrıldığını göstermesi gereken Türk modernlik modelinin Batı ile olan ilişkisi, anlaşılması son derece zor bir ilişkidir. Rusların Batı modernliği-ne ilişkin yaklaşımları son derece açıkken Türk-lerinki oldukça muğlak bir yaklaşımdır. Sosya-list ideolojinin sisteme adapte edilmesiyle dün-yaya Batı liberal modernliğin alternatifini sun-ma hedefi gösteren Rusların aksine Türkler bu tür bir alternatif peşinde koşmamışlardır. Türk-ler modernlik konusunda Batı yoluna Rusların-kinden daha iyimser bakmışlardır. Ancak bu du-rum onların eleştirel olmadıklarını göstermez. Türk modernlik projesinin Batı’ya yönelik ikir-cikli bir bakış açısına sahip olduğunu söyleme-miz gerekmektedir.

Kuşku yok ki Türk Devrimi, Fransız Devrimi sonrası kurulmuş dünyanın tersine çevrilebile-ceği inancından hareket eden bir devrimdir. Sö-müren ve sömürülen ülkeler arasındaki çelişki-yi çağın en belirleyici çelişmesi olarak anlayan bir modernlik projesi için Batı’nın politik yolu yürünmemesi gereken sorunsal bir yoldu. Yani Kemalizm için Batı her yönüyle üstün bir model kurmuştu demek son derece safça bir yaklaşımı seçmek demektir.

Ancak Ruslarınki gibi Batı modernlik modeli-ne her açıdan saldıran bir modernlik modeli kur-ma girişiminden ziyade Kemalizm, kabul edile-bilir bulduğu Batı devrimci düşüncesinin değer olmaktan çıkışına karşı bir isyan olarak tanımla-nabilir. Değer-çıkar karşıtlığı bağlamında Fran-sız Devrimi’ne yaklaştığını görmemiz gereken

rini ele almamız gerekmektedir. Bunu yapmak için de daha önce sözünü ettiğim üç meseleyi -modern olmak için gerekli olan- sırasıyla de-ğerlendirmemiz yerinde olacaktır.

Kemalizm’in Ayırt Edici Nitelikleri

Türkler emperyal tarihleriyle olan bağı ra-dikal anlamda kırarak bir ulus-devlet inşa etti-ler. Bu devletin en temel amacı Türk toplumu-nu özerk bir varlık olarak inşa etmekti. Esasın-da daha az stratejik ve daha fazla normatif bir modernlik hedeflendi.** Türkiye’deki modern-leşme, genellikle İslami bir imparatorluktan Türk ulus-devletine bir dönüşüm olarak anlaşıl-maktadır. Başat anlamda İslami diye kabul edi-len bir toplumda Kemalizm’in ulus-devleti kur-ması İslami toplumlar için modernliğin mode-lini sunmasının temel nedeni olarak gösteril-mektedir.9 Kemalizm, Anadolu ve Rumeli’de sı-nırları kesin bir ulus-devlet inşa ettiğini deklare ederek emperyal gelenekle olan bağı kırmıştır.

Eğer Kemalizm’in modernlik modelinden söz edilecekse, öncelikle bu modelin hem sömürge-ci hem de sömürge devletlerin modern olama-

** Modernliği stratejik ve normatif yönleri olan bir insanlık durumu olarak anladığımızda, Kemalist modernliğin normatif yönlere Batı’dakilerden daha ciddi önem atfettiğini söyleyebiliriz. Modernliğin stratejik yönü, ekonomik ve politik modernleşmeyi önceleyen ve başarıya yönelik her türlü “stratejiyi” meşru gören bir programı anlatırken, normatif yön eşitlik, özgürlük ve kardeşlik gibi “insani” değer-leri ön planda tutan anti-emperyalist bir programı ifade etmektedir.

Page 32: düşün 24

düşün, Güz’11 31odtu

adt.

com

tan bireyin özgürleşmesi projenin temellerin-den birini oluştururken diğer taraftan da toplu-mun kolektif olarak diğer toplumlardan özerkli-ği önemli bir önkoşul olarak anlaşılmıştır.

Demek ki, Castoriadis’in modernliğin çif-te imgesel anlamlarından birisi olarak kavradı-ğı özerklik imgesi Kemalizm’de oldukça bilinçli olarak yer almaktadır. Bu noktada bir modern-lik projesi olarak anlaşılmayı hak eden Kema-lizm, aynı zamanda kendine özgü bir yaklaşımı da içermektedir. Kuşkusuz, Kemalizm’in Batı karşısındaki tutumu, Sovyet tipi toplum anla-yışının Batı toplum anlayışına tamamıyla alter-natif oluşturan yönüne benzememektedir. Bel-ki de bir tür üçüncü yol olarak düşünülebilecek olan Kemalist toplum anlayışı hem bireyci li-beralizmden hem de kolektivist sosyalizmden uzaklaşmaktadır.

Bugün bazı Batı toplumlarının üzerinde dur-duğu bu formülasyon aslında Kemalizm tarafın-dan hali hazırda sunulmuştu. Demek ki bugün

Kemalizm, sömürgeciliğe karşı model olmayı hedeflemiştir. Kemalizm’in hedeflediği Türkiye sadece sömürülen ülkeler için değil sömüren ül-keler için de bir model olarak düşünülebilir. Bu-radaki model, esasında hem kapitalist hem de sosyalist tonlardan uzak kalmak isteyen bir mo-deldir. Kapitalizmin alternatifi kuşku yok ki sa-dece sosyalizm değildir.

Kemalizm bir tür “cumhuriyetçi” yani katı l ımcı bireyi önemseyen ama dayanışmayı da merkezde tutan bir toplum projesidir.

Kemalizm’in toplum tasavvuru bireyci libe-ral Avrupa versiyonundan dikkate değer oran-da farklıdır. Kemalizm’in bireysel özerkliğe yük-lediği anlam liberalizmin bireyci toplum ya-pısını onaylamamaktadır. Ancak, bu durum Kemalizm’in kolektivist bir toplum anlayışına sahip olduğu anlamına da gelmemelidir. Daha ziyade, benim kavramama göre, Kemalizm bir tür “cumhuriyetçi” yani katılımcı bireyi önem-seyen ama dayanışmayı da merkezde tutan bir toplum projesidir. Bu noktada, hem Batı’nın li-beral toplum anlayışından hem de Sovyet tarzı kolektivist toplum anlayışından farklılaşmakta-dır Kemalizm.

Kemalizm’in bireysel onura atfettiği anlamın önemini örneğin Şerif Mardin dile getirmekte-dir.10 Yani Kemalizm’e göre, yaşamın temel üni-tesi ya da unsuru kuşku yok ki bireydir. Ancak buradaki birey kendi çıkarlarına odaklanmış, or-tak iyiyi gözetmeyen liberal birey değildir. Daha ziyade, cumhuriyetçi anlayışın bir tür Türkleş-miş versiyonunda bireyler geleneksel bağların-dan özgürleşmiş ve toplumsal iyi için aralarında dayanışma kültürünü benimsemiş bireyler ola-caklardır. Demek ki Kemalizm’in özerklik anla-yışı iki bağlamda da işlemektedir; bireyin için-de yaşadığı bağlamdaki özerkliği ve bireylerin oluşturduğu kolektivitenin özerkliği. Bir taraf-

Kemalizm’in çağın koşullarına uymadığı tartış-ması ayakları yere basmayan bir tartışmadır. El-bette 1920’lerin ya da 1930’ların dünyasından oldukça farklı bir dünyada yaşıyoruz. Kuşkusuz, ekonomik, politik, kültürel dünyalarda radikal değişimler yaşandı. Ancak hala temel insan-

Page 33: düşün 24

düşün, Güz’11 32

lık durumu olarak tüm dünya modernliğin ko-şulları altında yaşamaya devam ediyor. Önem-li sosyologlar, bugün modernliğin ikinci evresi-ni yaşadığımız konusunda hemfikirler. Örneğin, Anthony Giddens’a göre, bugün “yüksek mo-dernlik” evresi yaşanırken, Ulrich Beck’e göre de “düşünümsel modernleşme” aşamasına geç-tik.11 Kemalizm de bu ışık altında günümüz ko-

yış olarak anlaşılmak durumundadır. Liberal an-layışta, demokrasi halkoyuna ve seçime indir-genirken, cumhuriyetçilikte demokrasi katılım-cı yurttaşı ön planda tutmaktadır. Kemalizm’e göre de demokrasi sadece halkoyuna dayalı araçsal bir rejim değil ereksel bağlamda katılı-mı gerektiren bir insani değerdir.

Demek ki Kemalist modernlik projesi bugün için de önemini korumaktadır ve henüz tamam-lanmamış bir proje olduğu aşikardır. Türk toplu-mu her ne kadar Kemalizm-dışı ya da modern-dışı bir topluma evrildiyse de Kemalizm bütün insanlık sahaları açısından tıpkı genel anlam-da modernliğin olduğu gibi tartışılmaya devam eden bir modernlik yaklaşımı olarak daha uzun süre gündemde olacaktır.

KAYNAKÇA

1. Kaya, İbrahim (2004) Social Theory and Later Modernities, Li-verpool: Liverpool University Press; Kaya, İbrahim (2006) Sosyal Teo-ri ve Geç Modernlikler: Türk Deneyimi, Ankara: İmge Kitabevi Yayınları

2. Hobsbawm, Eric (2008) Devrim Çağı, Ankara: Dost Kitabevi Ya-yınları

3. Habermas, Jürgen (1985) “Modernity – An Incomplete Project”, in Hal Foster (ed.) Postmodern Culture, Pluto Press

4. Castoriadis, Cornelius (1987) The Imaginary Institution of Soci-ety, Cambridge: polity Press

5. Wagner, Peter (2008) Modernity as Experience and Interpreta-tion: A New Sociology of Modernity, sayfa, 2, Cambridge: Polity Press

6. Wagner, a.g.e. s.3.7. Wagner, a.g.e. s.3.8. Weber, Max (1958) The Protestant Ethic and the Spirit of Capi-

talism, New York: Scribner 9. Lewis, Bernard (1961) The Emergence of Modern Turkey, Lond-

ra, New York ve Toronto: Oxford University Press.10. Mardin, Şerif (1994) Türk Modernleşmesi, İstanbul: İletişim Ya-

yınları11. Beck, Ulrich (1994) “The Reinvention of Politics: Towards a

Theory of Reflexive Modernization”, in Ulrich Beck, Anthony Giddens and Scott Lash (eds.) Reflexive Modernization. Politics, Tradition and Aesthetics in the Modern Social Order, Cambridge: Polity Press; Gid-dens, Anthony (1991) The Consequences of Modernity, Cambridge: Polity Press

Kemalizm’e göre demokrasi sadece halkoyuna dayal ı araçsal bir rej im deği l ereksel bağlamda katı l ımı gerektiren insani bir değerdir.

şulları bağlamında değerlendirilmelidir ve bu değerlendirmenin aşağıdaki başlıklar altında yapılabileceğini öneriyorum:

- Kemalizm, bireysel özerklik konusunda liberal demokrasi anlayışına karşıt olarak bir tür cumhuriyetçi özgürlük anlayışına sahip bir pro-je olarak anlaşılabilir. Liberalizmin özgürlüğü negatif bağlamda -müdahalesizlik olarak- anla-masına karşıt, Kemalist cumhuriyetçi anlayışın özgürlüğü bir tahakkümsüzlük olarak önerebi-leceğini düşünebiliriz.

- Kemalizm, vahşi kapitalist koşulları ka-bul etmeyen bir tür sosyal demokrasi anlayışı-na sahip bir proje olarak anlaşılabilir. Toplum-sal yaşam için bireyciliği değil dayanışmayı sa-lık veren Kemalizm kuşku yok ki yoksullaştıran küresel kapitalizme karşı argümanları olan bir modernlik projesidir.

- Kemalizm, her tür emperyal girişimi ve projeyi onaylamayan ve normatif yönleri ön planda olan bir aydınlanmadan yanadır. Hala dünyanın temel sorunu olan güçlü ülkelerin güçsüzleri sömürmesine karşı, Kemalizm’in sö-müren ve sömürülen ülkeleri modern olarak an-lamayan felsefesi savunulmalıdır. Gerçek barı-şın ancak bu temelde kurulabileceği hala sahip-lenilmesi gereken insani bir değerdir.

- Kemalizm’in demokrasi anlayışı, liberal modelden uzak ve cumhuriyetçi felsefeye ya-kın ama kendine özgü nitelikleri olan bir anla-

Page 34: düşün 24

düşün, Güz’11 33odtu

adt.

com

ÖNCESİ VE SONRASIYLA VARLIK VERGİSİ *

* Onur KARAKUŞ | ODTÜ Atatürkçü Düşünce Topluluğu

Giriş

1944 yılında Varlık Vergisi sonlandıktan son-ra bu vergi hakkında kitaplar, makaleler ve tez-ler yazılmıştır. Yine bu dönem kimi zaman çeki-len bir filmle kimi zaman da yazılan bir roman-la gündeme gelerek birçok kez kamuoyu önün-de tartışılmıştır. Günümüzde de hala Varlık Ver-gisi hakkındaki tartışmalar zaman zaman gün-demde yer almaktadır. Ancak yapılan tartışma-lar ve değerlendirmeler incelendiğinde ya Var-lık Vergisi uygulamasının aklanmaya çalışıldığı ya da uygulamanın çok sert bir şekilde eleştiril-diği görülmektedir. Bu yazının amacı, bütün bu taraf olma çabalarından sıyrılarak Türkiye Cum-huriyeti tarihinde yerini alan Varlık Vergisi uy-gulamasını; yaşanan acıları, azınlıklar üzerinde

yarattığı etkileri ve dönemin koşullarını göz ardı etmeden objektif bir şekilde değerlendirmektir.

Dönemin Koşulları

1939-1945 yılları arasında yaşanan İkinci Dünya Savaşı, insanlığa unutulmayacak acılar yaşatmıştır. Bu dönemde güvenlik politikaları devletler için öncelik haline gelmiş ve harcama-lar hatta teknolojik gelişmeler dahi bu yönde şe-killenmiştir. Kuruluşundan bu yana dış politika-sında barışı temel alan genç Türkiye Cumhuriye-ti de bu süreçten fazlasıyla etkilenmiş, mümkün olduğu kadar kendini savaşın dışında tutmaya çalışmış ve buna yönelik politika üretmiştir. İşte bu yüzden savaş yılları boyunca tam bir denge politikası izleyen ve İkinci Dünya Savaşı’na an-

Page 35: düşün 24

düşün, Güz’11 34

cak savaşın sonucu belli olduktan sonra Alman-ya ve Japonya’ya savaş ilan ederek katılan Tür-kiye, bu sancılı süreci vatandaşlarına bu felaketi yaşatmadan atlatmıştır. Prof. Dr. Fahir Armaoğ-lu da Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı sürecinde-ki durumunu ve politikasını şöyle aktarmakta-dır: “Türkiye’nin II. Dünya Savaşındaki durumu, stratejik mevkiinin önemi dolayısiyle, gerek Müttefikler’in, gerek Mihver’in Türkiyeyi kendi yanlarında savaşa sokmak için harcadıkları ça-baların ve Türkiye üzerinde yaptıkları baskıla-rın hikayesinden başka bir şey değildir. Savaşan tarafların bu faaliyetleri karşısında Türkiye’nin

politikası ise, savaşın dışında kalmak ve memle-keti savaşın yıkıntılarından korumak olmuştur. Türkiye’nin idarecileri bu gayenin gerçekleşme-sinde gerçekten değerli bir başarı kazanmışlar-dır.”1 Her sancılı süreçte olduğu gibi bu yıllarda da birtakım önlemler alınmış ve güvenlik politi-kaları geliştirilmiştir. Yunanistan’a kadar gelmiş olan Nazi Ordusu’nun Sovyetler Birliği’ne Tür-kiye üzerinden saldırması ihtimali, Türkiye’deki yönetimi özellikle güvenlik açısından çok sıkın-tılı bir sürece itmiş ve bunun sonucu olarak Tür-kiye bir milyonu aşkın asker beslemeye başla-mıştır.

Tablo 1: 1938-45 Yılları Arası Kamu Harcamalarının Güvenlik, Sosyal ve Ekonomik Hizmetler Arası Dağılımı2

1938 1939 1940 1941 1942 1943 1944 1945Mil. Sav. Bak. 30.2 43.32 53.24 55.24 54.42 52.42 51.12 40.4

Emniyet ve Jan. Güvenlik Kom.

5.77 4.82 3.66 3.59 3.84 3.83 4.22 4.09

Mil. Eğ. Bak. 5.22 4.20 3.32 3.77 3.73 5.19 6.52 7.96Sağ. ve Sos. Yardım Bak. 3.94 2.94 2.06 1.94 1.69 1.51 2.11 2.79

Bayındırlık Bak. 12.95 10.33 10.61 6.54 4.59 6.92 6.42 7.80Tarım Bak. 2.32 2.03 1.20 1.20 0.96 1.23 1.73 2.24

Aşağıda verilen 1938 ile 1945 yılları arasında kamu harcamalarının güvenlik, sosyal ve ekonomik hizmetler arası dağılımını gösteren tablonun dönemin daha iyi kavranması açısından önemli oldu-ğu düşünülmektedir.

Askeri harcamalardaki artışın yanı sıra savaş süreci dünyadaki ticareti de olumsuz etkilemiş ve Türkiye de bundan nasibini almıştır. İstanbul Defterdarı olarak Varlık Vergisi’nin uygulanma-sında görev alan Faik Ökte dönemi şöyle anlat-maktadır: “İkinci Dünya Harbinin mütemadiyen değişen safhaları memleketimize çok pahalıya mal olmuştur. Yüzbinlerce insanın silah altında tutulması, nüfus siyasetimizi, iktisadiyatımızı, maliyemizi sarsmıştır.”3 Anlaşılacağı üzere dış politikadaki belirsizlikler o günün Türkiyesi’nin iç politikası için belirleyici bir rol üstlenmiştir. Bu nedenle dönemle ilgili herhangi bir konuyu değerlendirirken bunları göz ardı etmek hem olayların tam olarak anlaşılmasını engelleyecek hem de yanlış değerlendirmelerin yapılmasına

sebebiyet verecektir.

Verginin Oluşum Süreci

Dönemin Türkiyesi’nin ve Varlık Vergisi’ne giden sürecin daha iyi anlaşılması için Refik Saydam Hükümeti’nin uygulamalarını ve Milli Koruma Kanunu’nu bilmek gereklidir. 1940 yı-lında çıkarılan Milli Koruma Kanunu savaş dö-nemi iktisat politikasını belirlemiştir. Refik Say-dam Hükümeti bu kanuna dayanarak vurgun-culuğu, karaborsayı, enflasyonu ve bütçe açığı-nı sıkı kontrol mekanizmaları ile çözmeye çalış-mış ancak başarılı olamamıştır. Refik Saydam’ın 7 Temmuz 1942’deki ölümünden sonra Dışişle-ri Bakanı Şükrü Saraçoğlu, hükümeti kurmak-

Page 36: düşün 24

düşün, Güz’11 35odtu

adt.

com

la görevlendirilmiştir. Refik Saydam Hüküme-ti döneminde ekonomide karşılaşılan başarısız-lık Saraçoğlu Hükümeti tarafından aşırı devlet müdahalesine bağlanmış ve Şükrü Saraçoğlu li-beral politikaları uygulayarak piyasanın bu kriz-den kendi dengesini sağlayarak çıkacağını dü-şünmüştür. Fakat beklenen başarı yine sağlana-

mamış ve Türkiye ekonomisi iyileşme içine gi-rememiştir. Dönemin basınında da karaborsay-la ve vurgunculukla mücadele edilmesinde iz-lenecek yöntemler konusunda çeşitli tartışma-lar yapılmıştır. Bu tartışmalarda, “vurguncular-la mücadele için hususi mahkemelerin kurulma-sı” ve “fevkalade kazançların vergilendirilme-si” gibi aslında Varlık Vergisi Kanunu’nun bir sü-recin eseri olduğunu gösterecek çözümler öne-rilmiştir. Örneğin Zekeriya Sertel “Devlet Yeni Gelir Kaynaklarını Nerede Aramalıdır?” başlık-lı makalesinde, “Devletin yeni gelir kaynakla-rı ararken takip edeceği prensip; hayat seviye-si alçalan mahdut gelirli halkı ve memur sınıfı tazyik eden ve hayatı pahalılaştıracak yollardan

kaçınmak, bilakis anormal vaziyetin doğurduğu fazla servetleri yakalamak olmalıdır.”4 tavsiye-sinde bulunmuştur. Aynı zamanda milli savun-maya harcanan kaynakların yerine yeni kaynak-ların yaratılmasının zorunluluk haline geldiği o dönemde Varlık Vergisi uygulamasından önce çeşitli önlemler alınmaya çalışılmış ancak bek-

lenen sonuç alınamamıştır. Örneğin Maliye Bakanlığı bünyesinde kurulan komisyon, ver-gi sisteminde yapılacak yeni bir düzenlemeyle fevkalade kazançlardan vergi alınmasını öner-miş ancak bu öneri kabul edilmemiştir. Bunun yanı sıra savaş döneminde vurgunculukla mü-cadele için ağır cezalar içeren kanunlarla çe-şitli tedbirler alınmaya çalışılmıştır. 3305 sa-yılı Varlık Vergisi Kanunu 11.11.1942 tarihin-de bu koşullar altında TBMM’de kabul edile-rek yürürlüğe girmiştir. Dönemin Başbakanı Saraçoğlu konuşmasında kanunla ulaşılması beklenen hedefleri şöyle aktarmıştır: “Bu ka-nun ile hedef tedavüldeki paraları azaltmak ve memleket ihtiyaçlarımıza karşılık hazırlamak-tır. Bu böyle olmakla beraber kanunun tatbi-kinde Türk parasının kıymetlenmesi, muhte-kirlerin üzerindeki halk düşmanlığının silinme-si, vergileri ödemek için bizzarure satışa çıka-rılacak malların fiyatlarında itidal husule geti-rilmesi gibi tali faydaların tahassül etmesi de imkan haricinde addedilemez.”5

Kanunun Hükümleri

Varlık Vergisi Kanunu, “Servet ve kazanç sahiplerinin servetleri ve kazançları üzerinden alınmak ve bir defaya mahsus olmak üzere ‘Var-lık Vergisi’ adıyla bir mükellefiyet tesis edilmiş-tir.” hükmüyle başlamaktadır. Kanunun 2, 3, 4 ve 5. maddelerinde verginin kimlerden alınaca-ğı ile ilgili hükümler yer almaktadır. Bu madde-lere bakıldığında özellikle azınlık unsurlara kar-şı ayrımcılık içeren herhangi bir ifadeye rastlan-mamaktadır. Bunları takip eden 6. madde ver-gi miktarıyla ilgili hükmü içermektedir. Kanu-nun bu maddesinde mükelleflerin ödeyeceği vergi miktarının 7. maddeye göre oluşturulacak komisyonlar tarafından tespit edileceği belirtil-

Page 37: düşün 24

düşün, Güz’11 36

mektedir. 7. maddede, oluşturulacak komisyon başkanlarının her il ve ilçedeki en büyük mülki-ye memuru olacağı belirtilmekte ve komisyo-nun diğer üyelerinin seçimi ise şu şekilde açık-lanmaktadır: “En büyük mal memurundan ve ti-caret odaları ile belediyelerce kendi azaları ara-sından seçilecek ikişer azadan müteşekkil bir ve icabına göre müteaddit bir komisyon kuru-lur. Ticaret odası bulunmayan yerlerde, bu oda-nın seçeceği azalar yerine belediyece, hariçten ticaret ve ziraatten anlayanlar arasından iki aza seçilir.” Kanunun 7. maddesinden 10. maddesi-ne kadar verginin tarhı (belirlenmesi) ve komis-yonların nasıl çalışacağı ile ilgili hükümler yer almaktadır. 11, 12 ve 13. maddeler verginin tah-sili ve tebliğiyle ilgili hükümleri içermektedir. Kanunun 11. maddesinde yer alan “... Komisyon kararları nihai ve kati mahiyette olup bunlara karşı idari ve adli kaza mercilerinde dava açıla-

maz...” hükmüyle komisyon kararlarına huku-ki yol kapanmış ve evrensel hukuk değerlerine aykırı olan bu durum Varlık Vergisi’ni araştıran yazarların ortak eleştiri noktası olmuştur. Ka-nunun 11. maddesinde verginin tebliğiyle, 12. maddesinde ise 15 günlük süre içerisinde öden-meyen vergilere uygulanacak faizle ilgili hü-küm yer almaktadır. Aynı zamanda 12. madde-

de, borcunu bir ay içerisinde ödemeyen mükel-leflerin çalıştırılmasıyla ilgili durum şöyle açık-lanmıştır: “Talik tarihinden itibaren bir ay zar-fında borçlarını ödemeyen mükellefler borç-larını tamamen ödeyinceye kadar memleke-tin herhangi bir yerinde bedeni kabiliyetlerine

Mükel lef ler in ödeyeceği vergi ler in komisyonlar ın takdir ine göre

bel i r lenmesinin, adaletsiz l ik ler in yaşanmasında önemli bir etmen

olduğu söylenebi l i r.

göre askeri mahiyeti haiz olmayan umumi hiz-metlerde veya belediye hizmetlerinde çalıştırı-lırlar.” İlerleyen zamanlarda kanunun bu mad-desine dayanılarak çalışma kamplarına gönde-rilen mükellefler olmuştur. Kampta bulunan Er-meni kökenli mükelleflerden kereste tüccarı Parseh Gevrekyan’ın bir röportajında söylediği “Bize kötü davranmadılar. Varlık Vergisi’nde ça-lışma zorunluluğu uygulaması sadece gösteriş-ti. Dışarıdan çok sert görünen, yaşayanlar açı-sından nispeten yumuşak bir gösteriş.”6 cümle-leri, çalışma kampları uygulamasının anlaşılma-sı ve sağlıklı değerlendirmelerin yapılması açı-sından önem taşımaktadır.

Kanunun Uygulanması ve Kaldırılması

Varlık Vergisi ile ilgili en sakıncalı durumlar kanunun uygulanması esnasında yaşanmıştır. Kanunda daha önce de belirtildiği üzere azın-lık unsurlara karşı ayrımcılık içeren herhangi bir hüküm bulunmasa da uygulama esnasında azınlıklar aleyhine bir ayrımcılık yapıldığı açık-ça görülmektedir. Mükelleflerin ödeyeceği ver-gilerin komisyonların takdirine göre belirlen-mesinin, adaletsizliklerin yaşanmasında önem-li bir etmen olduğu söylenebilir. Faik Ökte Varlık Vergisi Faciası adlı kitabında komisyonların ça-lışmasıyla ilgili bir anısını şöyle anlatmaktadır:

Page 38: düşün 24

düşün, Güz’11 37odtu

adt.

com

“Ara sıra şöyle konuşmalar geçiyordu: - …….. ne kadarlıktır?- 500000- Milyonluk- Ne biliyorsun?- Sen ne biliyorsun?- Ortalama bir rakama git.”7

Görüldüğü üzere vergiler doğruluğundan emin olunan veri-ler vasıtasıyla belir-lenmemiştir. Bu yön-temle belirlenecek bir verginin ise ada-letli ve doğru bir uy-gulama olduğunu söylemek zordur.

Kanunun uygulan-ması esnasında bası-nın ve kamuoyunun tepkisini bilmek, dö-nemin Türkiyesi’ni ve kişisel sebepler ne-

ticesinde azınlıklar aleyhine gerçekleşen ayrımcılıkları an-lamak açısından önemlidir. Dönemin karikatürleri ve ya-zıları incelendiği zaman, Var-lık Vergisi Kanunu’nun uygu-landığı günlerde basının uy-gulamaya tam destek verdi-ği, kamuoyunun ise uygula-madan oldukça memnun ol-duğu görülecektir. Refik Ha-lid Karay’ın Tasvir-i Efkâr ga-zetesinde yazdığı şu cümle-ler kamuoyunda uygulamanın adaleti sağladı-ğıyla ilgili görüşün hakim olduğunu göstermek-tedir: “... Bazı güzel duygular vardır: Aza kana-at, vatana sevgi, kanuna itaat, yoksula yardım, aça merhamet, halk derdine ortaklık… Bunlar-dan zerre kadar nasibini almayan sendin, sizdi-niz!... Dört yıldır bazen için için, bazı kere bıyık altından, çok kerede katıla katıla gülüyordunuz. Dört yıldır gülen sendin, sizdiniz! Şimdi benim, biziz!”8

Aşağıda verilen tabloda borçların ödenmesi konusunda çalışma kamplarının önemli bir etkisi olduğu görülmektedir.

Tablo 2: Türkiye Genelinde Çalışma Zorunluluğuna İlişkin Sonuçlar10

ADET VERGİLERİSevk için kampa alınanlar 2057 65 464 236

Aşağıda izah olunan şekilde vergisi ödenen, kapananlar 657 27 631 313Terkin edilen vergi 1400 37 833 223

Yukarıda ödendiği kaydedilen 27.631.313 milyon liranın tahsil şekli şöyledir;

Cetvele dahil olanlardan sevkten evvel ödeyenler - 5 407 002

Kampta vergisini ödeyenler 579 11 198 686İş yerinde ödeyenler 57 5 276 961

Sevkten sonra icraen tahsil - 4 990 373Ölenlerin vergisi 21 760 291

657 27 631 313

Page 39: düşün 24

düşün, Güz’11 38

Değerlendirme

Varlık Vergisi Kanunu hakkında akla gelebi-lecek bazı soruları cevaplama yoluyla bir değer-lendirme yapılmaya çalışılacaktır. Evrensel hu-kuk ilkeleri açısından sakıncaları bulunan Varlık Vergisi uygulamasının hem ödenmesi gereken vergilerin ve yükümlülerin belirlenmesinin ob-jektif kurallara bağlanmaması hem de belirle-nen vergilere itiraz yolunun kapalı olması sebe-biyle vergi tekniğine uygun olmadığı söylenebi-lir. Şerafettin Turan’ın bu konuyla ilgili söyledik-leri önemlidir: “Sonucunda küçümsenmeyecek sonuçlar doğuran Varlık Vergisi Yasası, geride ‘kayırma, kandırma, rüşvet ve çalışma kampla-rının yarattığı bir hınç’ bırakmıştı.”11 Bu gerçek-ler ışığında değerlendirme bölümüne tartışılmış ve tartışılan sorularla devam edilecektir.

Varlık Vergisi uygulamasında yaşanan mağduriyetlerin ve haksızlıkların sebebi nedir?

Verginin uygulanması esnasında haksızlıkla-rın yapıldığı ve buna bağlı mağduriyetlerin ya-şandığı göz ardı edilemeyecek bir gerçektir. Yü-kümlülerin ve ödenecek vergi miktarlarının yet-

Daha önceki bölümlerde de belirtildiği üze-re kanunun 12. maddesine dayanılarak, borcu-nu bir ay içinde ödemeyen mükellefler çalışma kamplarına gönderilmiştir. Bu kampların esas amacı borcunu ödemeyen mükelleflerin bor-cunu ödemesini sağlamaktır. Dönemi yaşamış, bizzat çalışma kamplarında çalışmak zorunda kalmış insanların anıları incelendiğinde mükel-leflere kamplarda herhangi ağır bir iş yaptırıl-madığı görülmektedir. Faik Ökte’nin aktardı-ğı “Yine belirtmek lazımdır ki, çalışma kampın-da hayat, zannedildiği gibi, meşakkatli ve güç olmamıştır. Aşkaleye gidenler iklim dolayısiy-le senenin mühim bir kısmını evlerinde, kahve-hanelerde tavla, iskambil oynamakla geçirmiş-lerdir. Mütemadi tazyiklere rağmen alakadar-lar hususi havale yolu ile oraya para getirtmek ve rahat yaşamak yolunu bulmuşlardır. O kadar ki bu seyahat şehir hayatı ve ticari mücadele-ler dolayısiyle bozulan sihhatleri düzeltmiş, gi-denler -ailelerini şaşırtacak kadar- kanlı, canlı, neş’li olarak geri gelmişlerdir.”9 cümleleri çalış-ma kamplarının durumunu göstermektedir.

On altı ay yürürlükte kalan Varlık Vergisi Ka-nunu 15.03.1944 tarihli ve 4530 nolu “Varlık Ver-gisi Bekaayasının Terkine Dair Kanun” ile yü-rürlükten kaldırılmış ve o güne kadar ödenme-yen vergiler silinmiştir. Komisyonlarca belir-lenen vergilerin %74,1’i ödenmiştir. Toplamda gayrimüslimler 166.000.000 TL, Müslümanlar 115.300.000 TL ve yabancılar da 33.000.000 TL vergi ödemiştir.

Evrensel hukuk i lkeler i aç ıs ından sakıncalar ı bulunan Varl ık Vergis i uygulamasının hem ödenmesi gereken vergi ler in ve yükümlüler in bel i r lenmesinin objektif kural lara bağlanmaması hem de bel i r lenen vergi lere it i raz yolunun kapal ı o lması sebebiyle vergi tekniğine uygun olmadığı söylenebi l i r.

Page 40: düşün 24

düşün, Güz’11 39odtu

adt.

com

kili komisyonlarca bilimsel yöntemlerle belir-lenmemiş olması ve uygulamanın kısa sürede yapılmak istenmesi ortaya çıkan haksızlıkların temel sebepleridir. Dolayısıyla vergilerin belir-lenme şekli keyfi uygulamalara zemin hazırla-mış, bu keyfi uygulamalar sonucunda aynı ge-lire sahip insanlara farklı miktarlarda vergi bor-cu çıkarılmıştır. Bunun yanı sıra oldukça kısa bir

oluşturduğu toplama kamplarına benzetilmesi en hafif tabirle haksız bir değerlendirmedir. Yazı içerisinde verilen örneklere bakıldığında ve bu konuyla ilgili ilk kitap olan “Varlık Vergisi Faci-ası” incelendiğinde “çalışma kampı uygulama-sının” amacının insanları sindirmek veya öldür-mek değil sadece vergi borçlarının ödenmesinin hızlandırılmasını sağlamak olduğu görülecektir.

Dönemin Türkiyesi’nde insanları zor duruma düşüren “Varlık Vergisi” gibi başka bir uygulama mevcut mudur?

O dönemde “Varlık Vergisi” dışında 1944 ile 1948 yılları arasında “Toprak Mahsulleri Vergi-si” adı altında köylüden de ağır bir vergi alınmış, bu vergi ile dört senede toplam 229.130.214 lira toplanmıştır. Bu uygulamada da ödenecek ver-gi miktarlarının belirlenmesi takdir esasına da-yanmış ve köylü ağır bedeller ödemiştir. Faik Ökte’nin belirttiği “Köylü bu vergiyi nafakasın-dan ve tohumundan ödemiştir.”12 ifadesi, ver-ginin köylüye getirdiği yükün anlaşılması açı-sından önemlidir. Görüldüğü üzere savaş döne-minin olağanüstü koşulları altında azınlıkların ödediği bedelin yanı sıra köylü de ağır bir yükün altına girmiştir.

O dönemde t icaret in Türkleşt ir i lmesinin istenmesinin, y ı l lardır t icar i hayatta faal iyet gösterememiş ve savaşlar sonucu fakir leşmiş bir mi l let in ı rkçı tutumundan çok ekonomik adaletsiz l ik ler in yaratt ığı b ir tepki olarak yorumlamak doğru olacak-t ır.

sürede tespit edilen vergi borçlarının yükümlü-ler tarafından bir ay içerisinde ödenmesi isten-miştir. Bu durum hem vergi borçlarının düzgün tespit edilememesine hem de borcunu hemen ödemek zorunda kalan yükümlülerin mallarını yok pahasına satmasına yol açmıştır.

Çalışma kampı uygulaması ne kadar doğruydu? Çalışma kampları Nazi Alman-yası’nın toplama kamplarına benzetilebi-lir mi?

Azınlıklar üzerinde bir travma yarattığını söyleyebileceğimiz çalışma kampı, o güne ka-dar Türkiye’de örneği görülmüş bir uygulama değildir ve insanların bu kamplara gönderilme-si nereden bakılırsa bakılsın yanlıştır. Dünyada esen ırkçı rüzgarlar sebebiyle Türkiye’de bulu-nan azınlıklar çalışma kamplarına gönderilirken çeşitli korkular yaşamış, yine kamplardan dön-dükten sonra bu travmayı atlatamayan ve ülke-yi terk eden insanlar da olmuştur. Ancak bütün bu olumsuzlukların varlığına rağmen o dönemki çalışma kamplarının Nazi Almanyası’nın insan-ları sistematik bir biçimde öldürmek amacıyla

Varlık Vergisi uygulaması azınlıkların ti-

cari hayattaki etkisinin azalmasına yol aç-mış mıdır? Uygulama ırkçı bir yaklaşımın sonucu mudur?

Varlık Vergisi uygulaması sonucu gerçekle-

şen mülkiyet değişimleri ve yaşanan travmalar, azınlıkların ticari hayattaki etkilerinin azalması-

Unutulmamalıdır k i , imparatorluktan ulus-devlet

yaratan kadrolar, bir l ikte yaşama kültürü oluşturmayı

amaçlamış ve bu amaçla hiçbir kesimi yurttaşl ık kavramının

dış ında bırakmamışlardır.

Page 41: düşün 24

düşün, Güz’11 40

na sebebiyet vermiştir. Bu sebeple, uygulama-nın “ticaretin Türkleştirilmesi” gibi bir amaç ta-şıdığı da sıkça iddia edilmektedir. Azınlıkların ti-cari hayattan çekilmesini, ticaretin Türkleştiril-mesi için bir fırsat olarak gören bir takım politi-kacıların ve aydınların dönem içerisinde takın-dıkları tutum bu iddiaların oluşmasında önem-li bir etmen olmuştur. Bu noktada dönemin mil-letvekillerinden Ahmet Faik Barutçu’nun siya-si anılarına baktığımızda dönemin Başbakanı Şükrü Saraçoğlu’nun karşımıza çıkan “Bu ka-nun, aynı zamanda bir ihtilal kanunudur. Bize iktisadi istiklalimizi kazandıracak bir fırsat kar-şısındayız: Piyasamıza hâkim olan gayri Türk unsurları bu sayede bertaraf ederek Türk piya-sasını Türk tüccarlarının ve Türklerin eline ve-receğiz.”13 cümleleri bu tartışmanın temelini oluşturmaktadır. O dönemde ticaretin Türkleş-tirilmesinin istenmesinin, yıllardır ticari hayatta faaliyet gösterememiş ve savaşlar sonucu fakir-leşmiş bir milletin ırkçı bir tutumundan çok eko-nomik adaletsizliklerin yarattığı bir tepki olarak yorumlamak daha doğru olacaktır. Kuşkusuz ki her dönemde olabileceği gibi o dönemde de bu olaya ırkçı bir zihniyet ile yaklaşanlar olmuştur. Ancak bu vergi uygulamasının ırkçı bir yaklaşım sonucu hazırlanan bir plan dahilinde geliştiğini söylemek yanlış olacaktır.

Yapılan yanlışlıklar Kemalizm’e ve onun ulusçuluk anlayışına mal edilebilir mi?

Bugün Türkiye’de yaşanan her olumsuzluğun sorumlusu olarak Cumhuriyet dönemi kadrola-rı işaret edilmekte ve tarihle yüzleşme kavramı, tarihle hesaplaşmaya dönüştürülmektedir. Yıl-lardır Mustafa Kemal Atatürk’e ve onun uygula-maları ile ortaya koyduğu “Kemalizm”e doğru-dan eleştiri getirmeye çekinen kesimlerin İsmet İnönü’ye ve Tek Parti Dönemi’ne gelişigüzel ta-rih yorumlamaları ile saldırdıkları ortadadır. Tek Parti Dönemi’nde gerçekleşen Varlık Vergisi uy-gulaması da beraberinde getirdiği tartışmalar ile bu saldırıların temel dayanaklarından birini oluşturmaktadır. Ancak, tüm dünyada savaşın

hakim olduğu bir dönemde, diplomaside gös-terdiği başarılar sayesinde savaşın fiilen içeri-sinde yer almamayı sağlamış dolayısıyla sava-şın getireceği pek çok yıkımı ve can kaybını ön-lemiş olan bir iktidarın, bugün sadece uyguladı-ğı vergi ile anılması iyi niyeti sorgulanması ge-reken bir yaklaşımdır. Bu yaklaşımın bir uzan-tısı olarak, yaşanan olaylar, Kemalizm’in hiçbir etnik kökene vurgu yapılmaksızın yurttaşlık ve toprak bağı etrafında şekillenen ulusçuluk anla-yışına dayandırılmakta ve bir uygulamanın eleş-tirisi toptan bir ideolojinin eleştirisine dönüştü-rülmektedir. Unutulmamalıdır ki, imparatorluk-tan ulus-devlet yaratan kadrolar, farklı kimlik-lerden insanların beraber yaşayabilmesini amaç edinmiş ve bu amaçla hiçbir kesimi yurttaş-lık kavramının dışında bırakmamışlardır. Dola-yısıyla, Varlık Vergisi örneğinde görüldüğü gibi Tek Parti Dönemi’nde gerçekleştirilen her uy-gulamayı Kemalizm’e mal etmek doğru bir yak-laşım olmayacaktır.

Sonuç olarak dönem dahilinde yaşanan eko-nomik bunalımlara bir çözüm olarak ortaya çı-kan Varlık Vergisi uygulaması iyi hazırlanamadı-ğı ve süreç doğru yönetilemediği için telafisi zor acılara sebep olmuştur. Ancak sürecin ideolojik bir yaklaşımla azınlıkların sindirilmesini sağla-mak hedefiyle hazırlandığı söylenemez.

KAYNAKÇA

1. ARMAOĞLU, Fahir, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi 1914-1995, Alkım Ya-yınevi, İstanbul, s.407.

2. AKAR, Rıdvan, Aşkale Yolcuları Varlık vergisi ve Çalışma Kamp-ları, Belge Yayınları, 2006, s.50.

3. ÖKTE, Faik, Varlık Vergisi Faciası, Nebioğlu Yayınevi, İstanbul, 1951, s.21.

4. AKAR, Rıdvan, a.g.e, s.61. 5. AKTAR, Ayhan, Varlık vergisi ve Türkleştirme politikaları, s.149.6. AKAR, Rıdvan, a.g.e, s.248.7. ÖKTE, Faik, a.g.e, s.75.8. AKAR, Rıdvan, a.g.e,194.9. ÖKTE, Faik, a.g.e, s.159.10. ÖKTE, Faik, a.g.e, s.157.11. TURAN, Şerafettin, Türk Devrim Tarihi 4. Kitap, Bilgi Yayıne-

vi, Ankara, 1999, s.163.12. ÖKTE, Faik, a.g.e, s.202.13. AKTAR, Ayhan, a.g.e, s.148.

Page 42: düşün 24

düşün, Güz’11 41odtu

adt.

com

Giriş

Marksizm günümüzde sosyal bilimleri etki-leyen düşünce sistemlerinin en başında yer alı-yor. Bu durumun oluşmasına temel sebep ola-rak, düşünce sisteminin kurucusu Karl Marx’ın sosyal bilimlerin hemen hemen her alanında çe-şitli radikal fikirler ortaya koymasını gösterebi-liriz. Karl Marx bu kadar fazla alanla ilgili çeşitli söylemler ileri sürerken, tabi ki her alana katkı-sı aynı derecede yeterli değildi. Bu nedenle kimi düşünürler daha sonraları, Marx’ın temel fikir-lerinden yola çıkarak bu yeterli olmayan alan-ları doldurmaya çalıştılar. Sonuçta ortaya ko-nan farklı düşünceler Marksizm tartışmalarını çoğalttı ve Marksizm’in etkisinin genişlemesi-ne yol açtı. Öte yandan, Marx’ın genç ve olgun-luk dönemlerinde yoğunlaştığı konuların farklı-

lık göstermesi Marksizm üzerinden yapılan tar-tışmaları çeşitlendirdi ve bütün bunların sonu-cunda karşımıza çok sayıda farklı Marksizmler çıktı. İşte bu çalışmada ben bu farklı Marksizm-leri değerlendirmeye çalışacağım. Doğal ola-rak önce Marx’ın temel fikirlerini değerlendire-rek işe başlayacağım, daha sonra farklı ülkeler-de Marksizm’in pratiğe dönüştürülme sürecin-de meydana gelen fikir tartışmalarını ele alaca-ğım, son olarak da Marksist ideolojiye düşünsel yenilikler getiren çeşitli akımları sizlere aktar-maya çalışacağım.

Karl Marx ve Ortodoks Marksizm

Karl Marx’ın düşüncelerinin ayrıntılarına geçmeden önce şu noktayı belirtmek istiyorum.

* Lemi ATALAY | ODTÜ Atatürkçü Düşünce Topluluğu

MARKSİZM’DEN POST-MARKSİZM’E BİR İDEOLOJİNİN SERÜVENİ

Page 43: düşün 24

düşün, Güz’11 42

Marx doğal olarak hiçbir zaman kendi düşünce sistemini Ortodoks Marksizm olarak nitelendir-medi. Bu nitelendirme, Marx’tan sonra “Marx’ın düşünceleri geçerliliğini yitirdi ve değiştirilme-si gerekiyor.” savlarını ortaya atanlara karşın, Marksizm’in hala temel anlamıyla geçerli oldu-ğunu iddia edenleri tanımlamak amacıyla kulla-nılmaktadır. Bu önemli noktayı açıklığa kavuş-turduktan sonra Karl Marx’ın düşünce sistemini incelemeye geçebiliriz.

Karl Marx’ın düşünceleri kendisi gibi bir başka Alman filozof olan Hegel’den etkilen-miştir. Marx’ın düşünce sisteminin en önem-li temel taşlarını oluşturan diyalektik, tarihsel-lik, yabancılaşma gibi kavramlara esas olarak Hegel’de rastlayabiliriz. Hegel’den yola çıkan Marx onun fikirlerini hem geliştirmiş, hem de radikalleştirmiştir. Hegel’in tarih anlayışı, tez-antitez-sentez üçgeninde şekillenen diyalektik bir mantık etrafında, evrensel aklı temsil eden Tin’in açılımını ve ilerleyişini konu edinmek-

bu değişim doğrultusunda ilerler. Öte yandan insan sadece emeğiyle üretime geçtiği zaman kendi varlığının bilincine de vardığından, özgür-lüğünü de ancak üretim yoluyla kazanacaktır.1

Marx’ın üretimi ve dolayısıyla ekonomiyi, tari-hin temeline yerleştirmesinden dolayı Marksist düşünce sistemi aynı zamanda “tarihsel mater-yalizm” şeklinde de anılmaktadır.

Karl Marx bu anlayıştan yola çıkarak tari-hi farklı üretim tarzlarının hakim olduğu çeşitli aşamalara ayırmaktadır. Bu aşamalar; ilkel ko-münizm, kölelik, feodalizm, kapitalizm, sos-yalizm ve komünizmdir. Herhangi bir mülkiye-tin olmadığı ve bir nevi doğa durumu olarak ni-telendirebileceğimiz ilkel komünizm ve tarihin nihayetinde ulaşacağı gerçek komünizm ev-resi hariç, tarihin tüm evrelerine üretici güçler ile üretim araçlarına sahip olanlar arasında var olan sömürücü üretim ilişkileri hakimdir. Üre-tim araçlarına sahip olanlar ile olmayanlar ara-sındaki bu fark aynı zamanda belirli tarihi aşa-madaki sınıfları bize göstermektedir. İşte bu sı-nıflar aynı zamanda tarihin bir motorudur. Çün-kü sınıflar arasındaki bu mevcut sömürü ilişkisi, sınıf mücadelesi sonucu değiştirilmekte ve sı-nıflar tarihin itici gücünü oluşturmaktadır.2 Üre-tim aracılığıyla özgürlüğünü kazanan bireyin gerçek özgürlüğüne kavuşabilmesi ise ancak bu sınıf mücadeleleri sonucu sömürünün orta-dan kaldırıldığı sınıfsız topluma, yani tarihin ko-münizm aşamasına ulaşılmasıyla gerçekleştiri-lecektir.

Marx’ın tarihsel materyalizm anlayışında-ki bir başka önemli kavram da altyapı-üstyapı ayrılığıdır. Marx’a göre insanların yaptıkları ile yaptıklarının nasıl ifadelendirildiği arasında önemli bir ayrım vardır. İnsanın yaptıkları mad-di bir şekilde insan-toplum-doğa arasındaki iliş-kiler olarak altyapı alanında bilimsel bir şekilde belirlenirken, insanın yaptıklarının ifadelendiril-mesi ise üstyapı alanında ideolojik, kültürel, po-litik, felsefik, dinsel, hukuksal bir şekilde belirle-nir.3 Maddi üretimin tarihin temelini oluşturma-

İnsanın yaptıklar ı maddi bir şeki lde insan-toplum-doğa arasındaki i l işki ler olarak altyapı a lanında bi l imsel bir şeki lde bel i r lenirken, insanın yaptıklar ının i fadelendir i lmesi ise üstyapı a lanında ideoloj ik, kültürel, pol it ik, fe lsef ik, dinsel, hukuksal bir şeki lde bel i r lenir.

teydi. Ancak Marx diyalektik bir mantıkla geli-şen bu tarihsel süreci, Tin’in açılımı olarak de-ğil, üretimin esas belirleyici olduğu bir gelişim olarak betimlemektedir. Marx’ın düşüncesin-de üretim kavramı temel baş aktördür. Marx’a göre tarihte, insan, toplum ve doğa karşılıklı bir etkileşim sürecindedir. İnsan ürettikçe doğayı da değiştirir ve bu değişim daha sonra kendisi-ne de yansır. İnsan ürettiği sürece değiştiği için her defasında ihtiyaçları da değişir ve tarih işte

Page 44: düşün 24

düşün, Güz’11 43odtu

adt.

com

sını bilimsel olarak nitelendirmeyi, bu düşünce-nin aynı zamanda “bilimsel sosyalizm” olarak ifadelendirilmesinde de görebiliriz. Marx’tan önce de birçok toplumcu düşünür olsa da on-lar “hayalci-ütopik sosyalistler” olarak nitelen-dirilmiştir. Çünkü onlar somut gerçekler yerine, olması gereken ideal düzeni tasvir etmişlerdir. Ancak Marksizm gerçek maddi durumla ilgilen-diği için bunların aksine bilimseldir. İdeolojinin, dinin, hukukun, ailenin bu şekilde olumsuzlan-

rülmektedir.5 Marx’ın esas ilgi alanı olan kapita-lizm ise el emeği ve basit üretim aletlerinin yeri-ni makine ve buhar gücünün kullanımına bırak-tığı, yani sanayi devriminin hakim olduğu dö-nemdeki fabrika sahibi burjuva ile fabrikalarda çalışan işçiler arasındaki sömürü ilişkisine sah-ne olmaktadır. Aslında Marx kapitalizme sade-ce olumsuz bir anlam yüklemez. Sonuçta kapi-talizm de tarihteki devrimsel süreçlerden birisi-dir ve Marx kapitalizmi feodal ilişkilerin çözül-düğü, insanın kendisini sınırlayan dar toplumsal ilişkilerden kurtulduğu ve bireysel özgürlüğün önünün açıldığı bir aşama olarak da görür. An-cak iktisadi üretime verilen önemin de en faz-la arttığı bu dönemde, bu olumlu gelişmelere rağmen sömürü de bir o kadar artmıştır. Çünkü insanoğlu, tarihin hiçbir döneminde ürettiğine bu kadar yabancılaşmamıştır. İşçi, fabrikalarda üretim faaliyeti sonucu yarattığı değerden az pay aldığı için, hiçbir zaman yarattığı ürünü sa-tın alamayacak ve yarattığı ürün ona yabancıla-şacaktır.6 Yarattığı artı değer ise sermaye sahi-binin birikiminin kaynağını oluşturacağı için, bu artı değer işverenin elinde giderek onu ezen bir güç haline gelecektir.

Marx’a göre kapitalizmin gelişmesi ve sana-yileşmenin artmasıyla birlikte, sermaye ve üre-tim araçları belirli ellerde toplanacak, ara taba-kalar eriyerek toplumun büyük çoğunluğu pro-leterleşecek, sadece emek gücü ile geçinmek zorunda bırakılan bu işçiler, düşecek kâr oran-ları nedeniyle karın tokluğuna çalıştırılacaktır. Kapitalist ile işçi sınıfı arasındaki artan bu çe-lişki, işçilerin “kendiliğinden bir sınıf” olma bo-yutundan “kendisi için bir sınıf” olma boyutuna evrilmelerini sağlayacaktır. Bu durumun kapita-lizmin düşecek kâr oranları nedeniyle art arda krizlere girmesiyle birleşmesi sonucu, işçi sınıfı yani proletarya altyapıda gerçekleşen bu deği-şikliği, üstyapıya taşıyıp düzeni yıkacak, siyasal iktidarı ele geçirecek ve böylece sosyalist dev-rim gerçekleşmiş olacaktır.

Marx’ın tarih görüşündeki sosyalizm aşama-

Asl ında Marx kapital izme sadece olumsuz bir anlam yüklemez. Sonuçta kapital izm de tar ihteki devr imsel süreçlerden bir is idir ve Marx kapital izmi feodal i l işki ler in çözüldüğü, insanın kendis ini s ınır layan dar toplumsal i l işki lerden kurtulduğu ve bireysel özgürlüğün önünün açı ldığı b ir aşama olarak görür.

ması ise üstyapının, altyapıya tabi bir görünüm almasını ve dolayısıyla siyasal iktidarın, ekono-mik iktidarın yansımasından ibaret olduğunu bizlere anlatır.4 Diyalektik ve materyalist bir şe-kilde ilerleyen tarihte, devrim de işte ancak de-ğişen üretim ilişkilerine ayak uyduramayan üst-yapının yani siyasal iktidarın değiştirilmesi ile birlikte gerçekleştirilir.

Bu temel kavramsal çerçeveyi çizdikten son-ra Marx’ın tarihsel aşamalarını değerlendirmeye geçebiliriz. İlkel komünizmi herhangi bir mülki-yetin olmadığı bir nevi doğa durumu diye ifade etmiştik. Köleliğin hakim olduğu üretim tarzın-da ise mülksüzleştirilmiş üreticilerin zor gücüne sahip özel mülkiyet sahipleri tarafından sömü-rüldüğünü görürüz. Feodalizmin hakim olduğu üretim tarzında ise belli biçimlerde topraklan-dırılmış üreticiler bu sefer hukuki erkle de dona-tılmış özel mülkiyet sahipleri tarafından sömü-

Page 45: düşün 24

düşün, Güz’11 44

sı ise proletarya diktatörlüğünü ifade eder. Bu aşama tamamen sınıfsız bir toplumu öngören komünizm aşamasına geçişi sağlayacak bir sü-reçtir. Bu aşamada da tarihin diğer aşamaların-da olduğu gibi bir sınıf diğer bir sınıf üzerinde hakim olmaya devam edecektir, ancak bu du-rum diğer hakimiyetlerden farklı olacaktır. Çün-kü bu diktatörlüğün amacı o güne kadarki tarih boyunca hep görüldüğü üzere bir sınıfın diğer-leri üzerindeki hakimiyeti sağlamlaştırıp koru-mak değil, sınıfları ortadan kaldırmak olacak-tır. Bu aşamada üretim sermayenin ihtiyaçları-na göre değil halkın ihtiyaçlarına göre gerçek-leştirilecek, üretim araçları toplumsallaştırıla-cak ve üstyapı kurumları ortadan kaldırılacak-tır.7 Tüm sınıf farklılıklarının ortadan kalkma-

Marx ideoloj inin felsef ik temel ler ini oturtmuş ve daha çok mevcut kapital izmin ekonomik tahl i l ler ini ortaya koymuştu, ancak devrimci mücadelenin stratej is i ya da devrim gerçekleşt ikten sonraki aşamalar olan sosyal izm ve komünizm üzerine ayr ınt ı l ı çal ışmalarda bulunmamışt ı .

sı ve devletin sönümlenmesi sonucu varılacak aşama ise tarihin son aşaması olan komünizm aşamasıdır. Bu aşamada herkese yetecek kadar bir üretim yapılacak, insanlar yetenekleri doğ-rultusunda üretim alanlarında adil bir şekilde çalışacak, üretilen bolluk herkese eşit derece-de ihtiyaçlara göre dağıtılacak ve insan tüm ta-rih boyunca yaşadığı yabancılaşmadan kurtulup üretimi ile bütünleşecek; yani gerçek özgürlü-ğüne kavuşacaktır. Bu özgür birey örneğin, gün-düz atölyede çalışıp üretim yapacak, öğleyin re-sim yapıp balık tutacak, akşam da felsefe eleşti-risi ile uğraşacaktır.8

Marx’ın ortaya koyduğu tarihsel şema bilim-

sel olduğu iddia edilse de henüz gerçekleşme olanağı bulamamıştır. Kapitalizm içine girdiği krizlerden çeşitli yöntemlerle çıkmış, işçi sınıfı kavuştuğu olanaklarla daha rahat bir hayat sür-me şansına kavuşmuş ve kendi için sınıf bilin-cine ulaşamayıp, devrimci potansiyeli azalmış-tır. Kapitalizmin içine girdiği krizlerden kurtul-ması bu sefer “Marksizm’in krizi” tanımlamala-rını ortaya çıkarmıştır. Bir kesim, yukarıda bah-settiğimiz temel Marksist prensiplere sıkı sıkıya bağlı kalarak Marx’ın anlattığı sürecin er ya da geç gerçekleşeceğini savunan Ortodoks Mark-sist çizgide yer almış, diğer kesimler ise yine Marx’tan yola çıkıp bu krizi atlatmanın farklı yollarını denemiştir. Kimileri bunu uygulamaya geçirmiş, kimileri de düşünsel temellerini geliş-tirmiştir. Şimdi uygulama alanının değerlendir-mesi olarak üç ülkeyi sırayla ele alacağım; Rus-ya, Almanya ve Çin.

Lenin, Trotskiy, Stalin ve Sovyet De-neyimi

Yukarıda temel görüşlerini anlattığım Mark-sist ideolojinin ilk uygulanış yeri Rusya olmuş-tur. Gramsci’nin “Kapital’e karşı devrim” olarak ifade ettiği, Sovyet devrimi gerçekten ilginç bir deneyimdir. Çünkü yukarıda anlattığımız sos-yalist devrimin nesnel koşullarının belki de en az geçerli olduğu ülke Rusya idi. Zaten Marx da esas olarak sosyalist devrimin gerçekleşe-ceği ülke olarak İngiltere’yi öngörüyordu. Çün-kü en gelişmiş kapitalist ekonomi bu ülkedey-

Trotskiy’nin teoris i , hem çar l ığın çöküşünü iz leyecek

burjuva-demokratik cumhuriyet f ikr ine (Menşevikler in görüşü), hem de reformlar ını burjuva-demokratik bir çerçevenin dış ına ç ıkarmayacak

işç i -köylü hükümeti f ikr ine (Bolşevikler in görüşü) karş ıydı .

Page 46: düşün 24

düşün, Güz’11 45odtu

adt.

com

di. Rusya’da bırakınız kapitalizmi, henüz feoda-lizm aşamasından tam anlamıyla kurtulunabil-miş değildi. Bütün bu olumsuzluklara rağmen toplumdaki devrimci potansiyeli iyi örgütleyen Lenin, devrimi gerçekleştirebilmişti. Lenin bu nedenle Marksizm’in politik babası olarak görü-lür. Marx ideolojinin felsefik temellerini oturt-muş ve daha çok mevcut kapitalizmin ekono-mik tahlillerini ortaya koymuştu, ancak devrim-ci mücadelenin stratejisi ya da devrim gerçek-leştikten sonraki aşamalar olan sosyalizm ve komünizm üzerine ayrıntılı çalışmalarda bulun-mamıştı. İşte Lenin sosyalist devrimin stratejik mücadelesini örgüt ve taktik düzeyinde sistem-li bir biçimde kuran ilk kişi oldu.9

Aslında Çarlık Rusya’da sosyalist gruplar-da hakim olan ilk görüş Marx’ın tarih şemasına uygun olarak ülkede önce burjuva demokratik devriminin gerçekleştirilip ardından sosyalist devrime geçilmesi idi. 1905’te bunun ilk adım-ları atılmış ancak daha fazla ilerlenememişti, çünkü Rusya’da burjuva sınıfı Batı’daki gibi ge-lişmemiş ve devrimci bir potansiyelden uzaktı. Aksine düzenden rahatsız olan işçi sınıfı kurmuş olduğu konseylerle (sovyetler) bu potansiyele daha yakındı. İşçi sınıfının bu devrimci potan-siyeli devrimin önderlerinden Lev Trotskiy’nin “sürekli devrim” teorisini geliştirmesini sağla-yacaktı. Trotskiy’nin teorisi, hem çarlığın çökü-şünü izleyecek burjuva-demokratik cumhuriyet fikrine (Menşeviklerin görüşü), hem de reform-larını burjuva-demokratik bir çerçevenin dışına çıkarmayacak işçi-köylü hükümeti fikrine (Bol-şeviklerin görüşü) karşıydı. Onun fikri Rusya’nın özgün koşulundan kaynaklanan ve sosyalizme doğrudan geçişi üstlenecek bir işçi sınıfı hükü-meti kurmaktan geçiyordu.10 Bolşeviklerin lide-ri Lenin’in de zamanla Trotskiy’nin bu fikrini be-nimsemesi devrimi hızlandıracak etkenlerden-di.

Lenin, sovyetlerin devrimci potansiyelinin farkındaydı ve onları Paris Komünü’ne benzete-rek dipten doruğa tüm devlet yaşamını demok-

ratik bir şekilde örgütleyecek bir yapı olarak görüyordu. Ancak yine de burjuva toplumun-dan gelebilecek olası bilinç azaltıcı etkileri ön-lemek ve işçi sınıfının “kendisi için sınıf” konu-muna gelerek devrimi gerçekleştirebilmesi için “öncü bir partinin” bilinçlendirici dış müdahale-sini şart olarak görüyordu. Çünkü bu öncü parti işçi sınıfının isteklerini ve sosyalizmin gerekle-rini en iyi tahlil edebilecek kurumdu.11 Öte yan-dan Lenin’e göre devrimci mücadelenin kapita-lizmin normal gelişim gösterdiği bir toplumda verilmemesinden dolayı, proletaryanın bu mü-cadelesini devrimci-demokrat diğer hareketler-

le birleştirmesi gerektiği açıktır. İşte bu hege-monyayı da kurabilecek olan yine sadece öncü partidir.12

Devrim böylesine demokratik bir yapıya sa-hip olan sovyetler ve öncü partinin demokratik hareketleri hegemonik bir şekilde örgütlemesi sonucu gerçekleşmiş olsa da ilerleyen süreçte gelişen olaylar devrimi bu demokratik boyuttan uzaklaştıracaktı. Aslında Lenin ve Trotskiy’nin esas olarak düşündükleri sadece Rus devrimi değil, bir Avrupa devrimiydi. Onlar Rusya’daki bir devrimin önce Alman, sonra da tüm Avrupa proletaryasını tetikleyeceğini ve burjuvazinin tüm kalelerinin düşeceğine inanıyordu.13 Ancak bekledikleri gerçekleşmedi. Avrupalı güçlerin Rusya’da destekledikleri karşı devrimci güçler iç savaş sonrası başarıya ulaşamamıştı, ancak Av-

Page 47: düşün 24

düşün, Güz’11 46

rupalılar en azından bu devrimin kendi toprakla-rına sıçramasını engellemişlerdi. Almanya’daki, İtalya’daki olası devrimci hareketler henüz baş-langıç aşamasında bastırılmıştı. Rusya’da mey-dana gelen iç savaş ve devrimin dış destek ala-maması öncü partiyi hem yalnızlaştırdı hem de daha merkezi hale getirdi.

Öncü parti kavramının özünde potansiyel

olarak yer alan otoriterleşme eğilimi, devrim sı-rasında kurulan hegemonyanın da mevcut ko-şullar altında zayıflamaya başlamasıyla daha da belirgin hale geldi, ki bu eğilimler Lenin’in ölü-münün ardından Stalin dönemiyle birlikte daha da artacak, sosyalizm artık üretim araçlarının devletleştirileceği bir geçiş süreci olmaktan zi-yade, küçük bir azınlığın işçi sınıfı adına toplu-

mu otoriter bir şekilde yönettiği bir boyuta dö-nüşecekti. Stalin bu dönemde tek ülkede de olsa sosyalizmin geçerli olabileceği fikrini or-taya atarak Marksizm’in evrensel tarihsel ma-teryalizm anlayışını da yenilemiş oluyordu. Mil-liyetçiliği Marksizm ile birleştiren bu görüş, di-ğer ülkelerdeki sosyalist hareketlerin de Sovyet Devrimi’ne tabi olması anlayışı ile birlikte, Sta-lin otarşisini Komintern aracılığıyla diğer ülke-ler üzerine yayan bir şekil almasına da yol açtı.14

Sürekli devrim tezi ile Lenin’e devrim sırasında katkıda bulunan Trotskiy, Stalin döneminde ül-keden uzaklaştırılmasının da etkisiyle bu sefer

işçi devletinin bürokratikleşmesi teorisini geliş-tirdi. Trotskiy bu teorisiyle devrimin azınlık dik-tasına dönüşmeden de gerçekleştirilebileceği-ne inanan kesimlerin ilham kaynağı olmuş oldu.

Luxemburg, Kautsky, Bernstein ve Alman Deneyimi

Alman deneyimi başlığı altında inceleyeceği-miz bu üç düşünürün ortak yönü Rus deneyimi-nin otoriter ve anti-demokratik yönlerine karşı olmalarından kaynaklanmaktaydı. Bu belki de kapitalizmin ve dolayısıyla liberal demokrasinin daha gelişmiş olduğu bir batı ülkesinden gelme-lerinden kaynaklanmaktadır. Bu nedenle bu ül-kedeki Marksist uygulamalar daha demokratik bir düzen içerisinde hayat bulabildi. İlk incele-yeceğimiz düşünür olan Rosa Luxemburg’un en önemli tezi işçi sınıfının kendiliğinden ha-reketi idi. O, Lenin tarafından formüle edilen öncü parti tezlerine şiddetle karşı çıkmaktaydı. Luxemburg’a göre proletarya ancak kendiliğin-den bir eylem içinde öğrenmeye ve olgunlaş-maya başlar. Gerçek devrim profesyonel dev-rimcilerle işçi sınıfı arasında yapay bir bölün-me ile değil aksine parti tabanının genişletilme-si yoluyla mümkün olurdu. Bu durumu şu ünlü sözleriyle ifade etmekteydi; “Tarihsel olarak gerçekten devrimci bir hareketin yaptığı hata-lar, en akıllı Merkez Komitesi’nin yanılmazlığın-dan kat be kat daha yararlıdır.”15 İktidar, yuka-rıdan küçük bir parti merkezi tarafından değil, aşağıdan işçilerin kendileri tarafından ele geçi-rilmeliydi, devrim ancak bu şekilde gerçekleşti-rilebilirdi. İşçi sınıfının en önemli gücü olarak da genel toplu grevi savunan Luxemburg, Kautsky ve Bernstein’ın aksine mecliste verilecek müca-deleyi kabul etmiyordu. Luxemburg’un Mark-sist düşünceye diğer iki önemli katkısı olarak, emperyalizmin kapitalizme artı değer sağlamak için üçüncü dünya ülkelerini nasıl sömürdüğünü ortaya koyması ve işçiler tarafından verilen her bir tekil mücadelenin ayrı anlamları olduğunu savunarak, katı sınıfsal bütünlük tezlerinden ilk kopuşları sergilemesi olarak gösterebiliriz.

Page 48: düşün 24

düşün, Güz’11 47odtu

adt.

com

Karl Kautsky ise Marx ve Engels’den son-ra Ortodoks Marksizm’in en önemli figürlerin-den biri iken Birinci Dünya Savaşı’nın ardından, Sovyet Devrimi’nin anti-demokratik faaliyetle-re yönelmesi ve kapitalizmin beklenenden fark-lı bir gelişmeye sahne olmasıyla birlikte fikir-lerinde bazı değişiklikler yapmış bir düşünür-dür. Bu değişiklikler yüzünden Lenin tarafından “dönek” diye aşağılanacak Kautsky, demokrasi-ye olan inancı ve şiddet yöntemlerini reddedi-şiyle tanınıyor. Luxemburg’un aksine parlamen-ter mücadelenin yararlılığına inanan Kautsky’ye

Marksizm’i mi l l iyetçi l ik le bir leşt irmenin bir başka örneği olan Maoculuk aynı zamanda emperyal izme karşı ver i len ulusal-popüler devr imci mücadeleler in de esin kaynağı olmuştu.

göre, parlamenter faaliyetler işçi sınıfına poli-tik olgunluk kazandıracak ve örgütlenme kuv-vetini artıracaktı. Sosyalizme mutlaka barış-çı ve demokratik yollardan ulaşılmalı ve bu yol da parlamenter mücadeleden geçmektedir. Ka-utsky, Marx’ın proletarya diktatörlüğü anlayı-şının, sosyalizm aşamasında proletaryanın ço-ğunluğa sahip olmasından dolayı ister istemez kaynaklanan bir durum olarak tasvir ettiğini, ancak Rusya’da uygulananların bu duruma uy-madığını belirterek Sovyet yönetimini zorba bir hükümet biçimi olmakla suçluyordu.16 Kautsky, Bernstein’dan ise iki noktada ayrılıyordu, bun-lardan ilki Bernstein’ın aksine işçi sınıfının koa-lisyon yapmadan tek başına kendi partisi aracı-lığıyla iktidarı almasıydı. İkincisi ise uzun bir sü-reç sonunda da olsa Marx’ın tarihsel materya-lizmi doğrultusunda sosyalizme ulaşılacağı yö-nündeki sıkı inancını korumuş olmasıdır.

Edward Bernstein ise revizyonizm ve sosyal demokrasinin kurucusu olarak bilinir. Diğer iki

düşünürün aksine Ortodoks Marksizm ile bağla-rını daha radikal bir şekilde koparmıştır. Bu dü-şüncedeki temel noktası da Marx’ın kapitalizm tahlillerinin geçerli olmadığına dair inancıydı. Bernstein’a göre Marx’ın belirttiğinin aksine ka-pitalizmde tekelleşme çok ciddi boyutlarda ol-mamış, küçük işletmeler yok olmamış sadece şekil değiştirmiş, işçilerin durumunda önemli kazanımlar elde edilmiş, orta sınıflar yok olma-mıştı. İşçi sınıfı yine tam olarak istenen durumda değildi ama işte sosyal demokrasi, parlamenter mücadele ile bunun yollarını sağlamak için ça-lışacaktı.17 Yine Marx’ın aksine siyasal üstyapı-yı ekonomik altyapıdan özerkleştiren Bernste-in bu anlamda radikal bir adım atmıştı. Politik mücadeleye çok önem veriyor, Kautsky’nin ak-sine diğer sınıflarla işbirliği yapılmasını önem-siyordu. Bu doğrultuda sosyal demokrat partiyi sadece işçilerin değil tüm ezilenlerin partisi ola-rak görüyor, ancak yine de işçi sınıfının önder-liğinden vazgeçmiyordu.18 Bernstein’ın getirdiği bir başka yenilik de üretim odaklı ekonomi an-layışından tüketim odaklı bir anlayışa geçip “tü-ketimde adaleti” daha önemli bir sorun olarak görmesiydi.

Mao ve Çin Deneyimi

Rusya ve Almanya’daki farklı uygulama ve düşüncelere baktıktan sonra uygulama alanın-da son ülke olarak Çin’e geçelim. Çin, Rusya gibi kapitalizmi yaşamamış geri bir ülke olmasına rağmen, Çin’de Rusya’dakinin aksine işçi sınıfı namına neredeyse herhangi bir belirti bile yok-tu. İşçi sınıfı yerine çok büyük bir köylü kitlesi-ne sahip olan Mao Zedong, bu kitlenin devrimci kapasitesini açığa çıkaracak stratejiler geliştire-rek başarılı oldu. Marksizm’i milliyetçilikle bir-leştirmenin bir başka örneği olan Maoculuk aynı zamanda emperyalizme karşı verilen ulusal-popüler devrimci mücadelelerin de esin kayna-ğı olmuştu. Gerçekten de Mao, Marksizm’in ev-rensel bir tarih teorisi sunduğunu kabul ediyor ancak bunu dogma olarak değil esnek şekiller-de yorumlanarak her ülkenin somut koşulları-

Page 49: düşün 24

düşün, Güz’11 48

na uygulanmasını tavsiye ediyordu.19 İşçi sınıfı-nın gelişmemiş olduğu az gelişmiş üçüncü dün-ya ülkelerinde, bu anlayıştan yola çıkan özgül devrimci kitleler çeşitli gruplarla işbirliği halin-de gerçekleştirdikleri “milli demokratik devrim-lerle” hem emperyalist hem de feodal bağlar-dan kurtulmayı amaçlıyorlardı. Bu demokratik devrimin ardından gelişecek toplumsal yapılar sonucu, bu sefer işçi sınıfı önderliği altında sos-yalist bir devrim aşamasına geçilecekti.20

Gramsci ve Hegemonya

Marksizm’in üç farklı ülkede uygulamaya konması sırasında pratik alanla bütünleşirken yaşadığı değişiklikleri inceledikten sonra şim-di de Marksizm üzerindeki düşünsel farklılaş-maları ele almaya çalışalım. Yazımın giriş bö-lümünde Marx’ın hem farklı dönemleri üzeri-ne farklı okumalar yapılabildiğini, hem de bazı eksik bıraktığı alanları doldurmaya çalışan giri-şimlere rastlanılabildiğini belirtmiştim. Bu fark-lı okuma ve geliştirme çabalarının en önemlisi kuşkusuz İtalyan siyaset adamı ve düşünür An-

talizm çözümlemeleriyle birlikte bireyi bir nevi ikincil plana atan yaklaşımının olumsuz izleri-ni silmeyi amaçlamışlardır. Bu çözümlemeler-deki determinist yaklaşımla birlikte kitleler bir nevi pasif insan yığını olarak görülmeye başlan-mış, ekonominin mutlak belirleyiciliğinin de et-kisiyle bireyin tarihteki aktif iradesi neredeyse unutulmuştur. Sovyet uygulamalarıyla bireyle-rin bir yığın olarak görülmesi anlayışı iyice tes-cillenirken, Hegel’e ve genç Marx’a referans ve-ren bu düşünürler aslında Marx’ın bireysel öz-gürlüğe verdiği önemi tekrardan hatırlatmak is-temişlerdir.

Antonio Gramsci’nin bir başka önemi de bel-ki de teori ve pratik birliğinin Marksist düşünce çevresinde yansıdığı en son kişi olmasından gel-mektedir. Gerçekten sosyalist mücadelelerin al-dığı üst üste darbeler sonrası 1940’lardan son-ra Marksizm üzerine yazıp çizen kişiler artık sa-dece filozoflar ve üniversite profesörleri olma-ya başlamıştır. Gramsci de bu darbelere maruz kalan bir düşünür ve siyaset adamıdır. Sosya-list mücadeleye aktif olarak katılmış, İtalya’da sovyet sistemi benzeri “fabrika konseyleri” ku-rulmasına öncülük etmiş, daha sonra parlamen-toda görev almış, ancak Mussolini yönetimi ta-rafından hapishanelerde ölüme terk edilmiştir. Marksizm tarihini derinden etkileyecek görüş-lerini de işte bu hapishanelerde yazmış ve gö-rüşleri daha sonra “Hapishane Defterleri” adı al-tında yayınlanmıştır.

Gramsci’nin düşüncelerinin çıkış noktası, sosyalist devrimin Marx’ın belirttiğinin aksine batının gelişmiş ileri kapitalist devletlerinde de-ğil de az gelişmiş feodal bir doğu toplumu olan Rusya’da gerçekleştiğinin nedenlerini araştır-mak olmuştu. Bu noktadan yola çıkan Grams-ci düşüncelerini Marx’ın eksik bıraktığı üstyapı üzerine yoğunlaştırmıştır. Gerçekten de Grams-ci altyapı ve ekonomi ile ilgili neredeyse pek bir fikir beyan etmemişti. Onun yoğunlaştığı ko-nular daha çok sınıfları bloklar halinde birleşti-ren ideolojilerin rolü, eğitimin toplumsal nite-

Gramsci ’nin düşünceler inin ç ık ış noktası, sosyal ist devr imin Marx’ ın bel i rtt iğinin aksine batının gel işmiş i ler i kapital ist devlet ler inde deği l de az gel işmiş feodal bir doğu toplumu olan Rusya’da gerçekleşt iğinin nedenler ini araşt ırmak olmuştu.

tonio Gramsci’den gelmiştir. Gramsci’yi Hegel-ci Marksizm denilebilecek bir akımın temsilci-si olarak görebiliriz. Lukacs, Sartre ve Frankfurt Okulu temsilcilerini de yine bu akımın önem-li düşünürleri olarak sayabiliriz. Bu akım özetle, genç Marx’ın yabancılaşma kavramı etrafında Hegel’den etkilenen düşüncelerini temel alıp, yaratıcı insan ve eylemci özneye ağırlık vermiş-tir. Marx’ın ilerleyen dönemlerdeki ağır kapi-

Page 50: düşün 24

düşün, Güz’11 49odtu

adt.

com

liği, aydınların tarihi yapısı gibi konular olmuş-tur.21 Gramsci’nin yukarıda sorduğu temel soru-ya verdiği yanıt batı toplumlarında doğu top-lumlarına oranla gelişmiş ve güçlü bir sivil top-lum anlayışının bulunmasıydı. Bu nedenle batı-da siyasal başarı elde etmenin yolu toplumun çeşitli kademelerine yayılmış bu sivil toplumu fethetmekten geçmektedir. Doğu toplumların-da böyle bir yapı olmadığı için doğrudan devle-ti ele geçirmek belki daha kolay olabilirdi, ama batı toplumlarında benzer bir strateji başarısız-lığa uğrayacaktır. Çünkü Gramsci’ye göre batı toplumlarında kapitalizm, ideolojisi aracılığıyla sivil toplumun çeşitli katmanlarını da “rıza” yo-luyla içine alan “tarihsel bir blok” kurmayı ba-şarmıştır.

Gramsci, toplumun bu katmanlarına ait gö-rüşlerin şekillenmesini, mekanik determinist bir anlayış doğrultusunda altyapının üstyapıyı doğ-rudan etkilemesi sonucu oluşan basit bir süreç olarak görmez. Aksine bu toplumsal grupların fikirleri üzerinde karşıt cepheler arasında aktif bir mücadele vardır ve ancak bu gruplar üzerin-de rıza yoluyla bilinç oluşturabilen kesim “ide-olojik hegemonyasını” da kurabilmiş olacak-tır.22 Kapitalist düzen de sağlamlığını esas ola-rak medya, kiliseler, okullar gibi sosyalleşme mekanizmalarının manipülasyonu yoluyla, ken-di değer ve inançlarını sivil toplumun katmanla-rına kabul ettirip, kültürel bir hegemonya kur-masından almaktadır.23 Kapitalizm bunu sadece ekonomik altyapıyı değil, politik ve kültürel üst-yapıyı da fethedip, toplumun tüm katmanları-na ulaşarak yapmıştır. Bunu yaparken de sade-ce devletin zor gücü ile değil aksine çeşitli rıza mekanizmaları ile başarmıştır.

İşte tüm bu nedenler dolayısıyla batı top-

lumlarında sosyalist devrim Sovyet Rusya’daki gibi ani bir “cephe savaşı” sonucu değil aksine uzun dönemli zorlu bir “mevzi savaşı” sonucu kazanılabilecektir. Bunu yapabilmek için sosya-list grupların toplum üzerinde kapitalist bloğun kurduğu gibi rıza yoluyla bir karşı hegemonya

kurması gerekecektir. Bunu yapmaya katkı sağ-layacak yapı ise Lenin’deki gibi bir öncü partinin politik önderliği değil, kitlelerin gündelik yaşa-mı ve devrimci parti arasında bir konuma sahip olan “organik aydınlar” tarafından temsil edi-len ahlaki ve entelektüel bir önderliktir. Ahmet Bekmen’in çok güzel ifadesiyle; “daha çok öğ-retmenlik ve avukatlık gibi mesleklerde somut-laşan ve kitleler ile organik bağları olan bu yarı-aydınların kitle ile sistem veya devrimci parti arasındaki bağı kurarak, bir yandan ideolojinin kitlelerden kopuk hale gelmemesini, diğer yan-dan da ideolojinin kitlelere ulaştırılmasını sağ-layan bir tür çift yönlü işlevi” mevcuttur.24

Gramsci’nin Marksist düşünceye getirdiği iki diğer yenilik de klasik sınıf anlayışını yeniden yorumlaması ve Hegelci önceden belirli teleo-lojik tarih görüşünü reddetmesidir. Ekonomi-nin determinist et-kisini kabul etme-mesinin bir sonucu olarak Gramsci sı-nıfları da tam ola-rak belirli özneler olarak değil karma-şık kolektif iradeler olarak görür. Orga-nik ideolojinin ku-racağı hegemonya da işte bu karma-şık iradelerin birbi-rine eklemlenme-si sonucu oluşacak-tır. Gramsci bu kar-maşıklığı tespit et-mesiyle günümüz toplum anlayışına yaklaşsa da, en nihayetin-de bu karmaşıklıkları birleştirecek potansiyeli sadece bir sınıf yapısında görerek yine de eko-nomik temelden tam anlamıyla kopamamış-tır. Gramsci’nin tarih görüşü ise belli bir hede-fe doğru giden devrimci ya da evrimci bir anla-yıştan uzaktır. Ona göre tarih böyle bir süreklili-ğin aksine çeşitli hegemonik ideolojilerin tarih-

Page 51: düşün 24

düşün, Güz’11 50

sel blok kurma yolunda mücadele ettiği sürek-siz bir yapıyı temsil etmektedir.25

Althusser ve Yapısalcı Marksizm

Marksist ideolojiye düşünsel anlam-da bir başka katkı da Fransız düşünür Lou-is Althusser’den gelmiştir. Ancak bu katkı di-ğerlerinin aksine daha soyut ve teorik düzeyde olup, pratiklikten yoksundur. Althusser yukarı-da bahsettiğimiz Hegelci Marksistlerin yaptığı genç Marx okumalarını kabul etmez ve doğru-dan Kapital’in temel alınması gerektiğini savu-nur. Ona göre Marx’ta hümanist bir yön aramak gereksizdir. Yabancılaşma gibi Hegel’den alınan kavramlar zamanla Marx’ta önemini yitirmiş olup, bu durumun genç Marx ile epistemolojik bir kopuşu simgelediğine inanır. Marx’ın olgun-luk döneminde ele aldığı konulara ağırlık ve-ren Althusser toplumu bu anlayış doğrultusun-da yapılar düzeyinde inceler. Ancak toplumun Ortodoks Marksizm’deki klasik altyapı-üstyapı ayrılığından daha karmaşık olduğunu belirten Althusser, bu yapıları dört temel kategoride ele alır; ekonomik, siyasi, bilimsel ve ideolojik. Bu yapılar birbirleriyle etkileşim halinde olup, top-lumsal belirlenim; altyapının üstyapıyı basit-çe etkilemesi şeklinde değil, daha karmaşık bir üst-belirlenme süreci sonucunda oluşmaktadır. Ancak Althusser yine Marksist gelenekten tam anlamıyla kopamaz ve ekonomiye son kertede belirleyici ve merkezi bir rol biçer.26

Öte yandan tarihi öznesiz bir süreç olarak gören Althusser, bu yapıların insan niyet ve ey-lemlerinden tamamen bağımsız olduğunu sa-vunur. Hatta, psikanaliz görüşün de etkisiyle, insanların bilinçdışı faaliyetleri sonucu bu yapı-ların etkisi altında kalıp, onları benimsedikleri-ne inanır. Bu yapılar arasında ideolojiye ayrı bir önem veren Althusser, “devletin ideolojik aygıt-larıyla” toplumsal ilişkileri yeniden belirlediğini belirtir. Örneğin bir işçiyi sisteme karşı direne-meyecek bir şekilde yeniden üretmek için dev-

letin sadece çalışma alanındaki kontrol ile de-ğil; aile, din, okul gibi çeşitli aygıtlar aracılığıy-la yaydığı düşünceler ile bu işlevi yerine getirdi-ğini anlatır.27 Bu nedenle Althusser’e göre, ide-oloji tarihin her döneminde toplumsal kaynaş-manın vazgeçilmez bir harcı olmuş olup, ondan kurtulmak mümkün değildir. Komünizmde bile ideolojinin etkisi kalkmayacak olup, benzer bir şekilde bu yanılma ve aldatma düzeni insanla-rın bilinçaltlarında çeşitli şekillerde etkisini gös-terecektir.28 Bu görüş aslında anti-hümanist bir Marksist okumanın izlerini bizlere göstermek-tedir.

Laclau-Mouffe ve Post-Marksizm

Marksizm’e yapılan düşünsel katkılar bağ-lamında son olarak ele alacağım konu post-Marksist yaklaşım olacak. Malumları olduğu üzere 1980’lerden sonra post-modernizmin et-kisiyle bir çok düşüncenin başına “post” keli-mesi konularak yenilenmiş, geliştirilmiş versi-yonları ifade edilmeye çalışıldı. Marksizm de bu akımdan etkilenen düşünce sistemlerinden biri oldu. Post-Marksizm akımının en ünlü dü-şünürleri Arjantinli Ernesto Laclau ile Belçika-lı Chantal Mouffe olarak görebiliriz. İkilinin bir-likte yazmış olduğu “Hegemonya ve Sosyalist Strateji-Radikal Demokratik Bir Politikaya Doğ-ru” adlı eser Marksist literatürde ciddi yankılar uyandırdı. Aslında ikili, kitaplarında yukarıda iş-lediğimiz birçok temel Marksist görüşü redde-diyordu. Buna rağmen Marksist olarak adlandı-rılmalarını kullandıkları temel kavramların kö-kenini bu düşünceden almasına ve kapitalizmin doğurduğu tüm eşitsiz ve baskı politikalarına verilen direniş mücadelelerini önemsemelerine bağlayabiliriz.

Hegemonya kavramına çok önem veren iki-li aslında Marx’tan çok Gramsci’den temel alıp yola koyulmuşlar, ancak Gramsci’nin düşün-celerini de bir adım öteye taşıyıp radikalleştir-mişlerdir. Kuşkusuz nasıl Gramsci 1930’larda-

Page 52: düşün 24

düşün, Güz’11 51odtu

adt.

com

ki toplumun Marx’ın eserlerini verdiği 1800’ler-deki toplumdan daha karışık olmasından yola çıktıysa, Mouffe ve Laclau’nun toplumsalın bu-gün ulaştığı muazzam farklılık ve karmaşıklık-tan etkilenmemeleri olanaksızdı. İki düşünüre göre bütün bu farklılıklardan dolayı artık klasik Marksist anlamda bütüncül sınıf kalıplarını kul-lanmak mümkün değildir. Toplumu burjuva ve proleter diye iki kampa ayırıp bu kampların mü-cadelesi olarak artık tanımlayamayız. Hem işçi sınıfı tek bütüncül bir yapıda değil çok parçalı özellikler göstermektedir, hem de toplumda bu iki sınıflamanın dışında çok çeşitli kimliklere sa-hip özneler mevcuttur. Bu nedenle Gramsci’nin de Althusser’in de yapmaya çalıştığı ancak tam anlamıyla ulaşamadığı şeyi Mouffe ve Laclau yapar; ekonomik indirgemeci ve belirlemeci yaklaşımın reddi. Çünkü ancak ekonominin bu özcü yaklaşımı reddedildiği takdirde toplumsal alanda vücut bulan bu farklı kimlikler anlaşıla-bilecektir.

Öte yandan iki düşünüre göre sabitsizlik bü-tün toplumsal kimliklerin de bir koşuludur. Nasıl iki temel sınıfsal kimlikten bugünkü çeşitli kim-liklere gelinmişse, bu süreç yine devam edecek-tir. Bu noktada Gramsci’yi takip eden ikili, bu kimliklere uygun Hegelci bir teleoloji arama-nın gereksiz olduğuna inanır. Bu sabitsiz kimlik-ler aynı zamanda birbirleriyle etkileşim halinde olup -Althusser’den aldıkları kavramla- bir üst-belirlenim ilişkisi içindedir. Dolayısıyla hegemo-nik mücadele bu farklı kimliklerin çeşitli eşde-ğerlik zincirleri kurarak birbirlerine eklemlen-melerini öngörür. Ancak bu eklemlenme çabası hiçbir zaman tümüyle dikişli bir bütün oluştur-mayacaktır, çünkü her defasında farklı bir anta-gonizma mücadelesi (siyasal çatışma) bu zinciri kırıp farklı boyutlarda başka bir hegemonya ku-rulmasına yol açacaktır. Bu da hegemonik ilişki içine giren farklı kimliklerin özgüllüklerini kay-betmemesini sağlayacaktır. Bu nedenle Laclau ve Mouffe, Gramsci’nin aksine toplumda tek bir hegemonya mücadelesi değil birden çok hege-

monya mücadelesi olduğunu savunurlar. Ancak bu süreç ne mutlak sabit ne de mutlak sabitsiz bir durumdadır. Çünkü mutlak sabitsiz bir du-rumda, herhangi bir eklemleme ilişkisini müm-kün kılacak bir düşünsel ortaklık sağlanamazdı. Bu nedenle eklemlemeler sonucu kurulan hege-monya kısmi bir sabitlik içermektedir.

Bu temel öngörülerden yola çıkan düşünür-ler, sol bir alternatifin ancak toplumsal bölün-meyi yeni bir temel üzerine yerleştiren farklı bir eşdeğerlikler sisteminin kurulmasına daya-lı olarak tasarlanabileceğini düşünürler. Dolayı-sıyla solun görevi liberal demokratik ideolojiyi reddetmek değil, tersine onu radikal ve çoğulcu bir demokrasi doğrultusunda derinleştirmek ve genişletmek olabilir. Çünkü artık, Foucault’nun

Solun görevi l iberal demokratik ideoloj iy i reddetmek deği l , ters ine

onu radikal ve çoğulcu bir demok-rasi doğrultusunda derinleşt irmek

ve geniş letmek olabi l i r.

deyimiyle iktidarın her yerde olduğu bir dönem-deyiz. İktidarın olduğu her yerde bir baskı ve bu baskıya karşı verilen bir direniş mevcuttur. Bu direnişlerin hiçbirinin birbiri üstünde özsel bir önceliği yoktur. Feminist mücadele de, çevresel mücadele de, etnik mücadele de aynı eşdeğer-liktedir ve bunlar ancak birbirlerine eklemlen-diği ölçüde bir anlam kazanacaktır. Çünkü biri-ne verilecek ayrıcalık, diğerlerini ona tabi kıla-cak ve eninde sonunda bizi tekrar bütünsel bir anlayışa götürecektir. Bu da mücadelenin radi-kal boyutlarda da olsa çoğulcu karakterden git-gide uzaklaşıp, anti-demokratik bir boyut al-masına yol açacaktır. Çünkü toplumsalın tü-münü kapsamayı düşünen bir yaklaşım eninde sonunda totaliter bir kimliğe bürünecektir. Bu noktada çok hassas olan Mouffe ve Laclau, he-gemonik mücadelelerin hiçbir zaman sıfır top-lam oyunu şeklinde tasarlanmamasını savunur.

Page 53: düşün 24

düşün, Güz’11 52

Post-Marksist düşünce işte ancak bu şekilde ra-dikal ve çoğulcu sosyalist bir karaktere bürü-nürse demokrasiyle olan geleneksel uzlaşmaz-lığını da ortadan kaldırmayı başarabilecektir.

Sonuç

Marksist ideolojinin tarih boyunca pratik ve teorik anlamda geçirdiği değişiklikleri incele-dikten sonra en doktrinleşmiş ideolojinin bile değişime karşı direnemediğini ve kendini yeni-lemek zorunda kaldığını rahatlıkla ifade edebi-liriz. Karl Marx evrensel bir tarih anlayışı doğ-rultusunda bir ideoloji tasarlamıştı. Ancak böl-gesel farklılıklar ve tarihsel gelişmelerin Marx’ın tasarladığından farklı gelişmesi siyasetçileri ve filozofları ideolojide değişiklikler yapmaya gö-türdü. Şu an için bu görüşlerden hangisi daha geçerli bunu söylemek zor, ama her bir düşünü-rün geliştirdiği kavramsal açıklamaların Mark-sist düşünceyi zenginleştirdiği açıktır. Her ne kadar artık post-Marksizm ile birlikte neredey-se Ortodoks anlayıştan tamamen uzaklaşılsa da, hemen hemen her Marksist, kapitalizm doğ-rultusunda oluşan iktidar ve baskı politikaları-na direnç ve mücadele gösterilmesinde hemfi-kirdir. Bu ortak noktadan çıkıp farklı sonuçla-ra varsa da, her bir görüşün -demokrasi sınırla-rı içerisinde kalmak şartıyla- toplumların gelişi-mine olumlu katkı sağlayacağına inanıyorum. Çünkü farklılıklar, düşünmeyi sorgulamayı sağ-lar; tek bir görüşün sabitleştirici durağanlığını önler. Siyasal çatışmalardan, demokrasi zemi-ninde kaldığı sürece korkmamak; aksine bunla-rı zenginlik olarak değerlendirmek gerekir. Kal-dı ki Karl Marx’ın tasarladığı tarihsel yolu onay-lasak da onaylamasak da, daha adil, daha eşit-likçi ve daha özgürlükçü bir dünyayı her düşün-ceden insanın paylaşması gereken ortak bir de-ğer olarak görebiliriz. Bu nedenle Marksist ide-olojinin, bu ortak değerleri ve demokratik hoş-görüyü paylaşan rekabetçi ideolojilerin yarıştı-ğı bir sistem içerisindeki ideolojilerden biri ola-rak değerlendirilmesi gerektiğini savunuyorum.

KAYNAKÇA

1. Bekmen, A. (2010). Marksizm: Praksis’in Teorisi. H. B. Örs, (Ed.), 19. Yüzyıldan 20. Yüzyıla Modern Siyasal İdeolojiler (4.Baskı). İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, s.176-178.

2. a.g.e. , s.195.3. a.g.e. , s.185.4. Kışlalı, A. T. (2003). Siyasal Sistemler-Siyasal Çatışma ve Uzlaş-

ma (6.Baskı). Ankara:İmge Kitabevi Yayınları, s.104-106.5. Bekmen, a.g.e. , s. 186-187.6. Kışlalı, a.g.e. , s.105.7. Chodos, H. (2011). Marksizm ve Sosyalizm. D. Glaser ve D. M.

Walker, (Ed.), 20. Yüzyılda Marksizm. İstanbul: Versus Kitap, s.252.8. Bekmen, a.g.e. , s.190.9. Anderson, P. (2008). Batı Marksizmi Üzerine Düşünceler (3.

Baskı). İstanbul:Birikim Yayınları, s.34.10. Laclau, E. ve Mouffe, C. (2008). Hegemonya ve Sosyalist

Strateji-Radikal Demokratik Bir Politikaya Doğru. İstanbul:İletişim Ya-yınları, s.95.

11. Kışlalı, a.g.e. , s.107.12. Shandro, A. (2011). Lenin ve Marksizm-Sınıf Mücadelesi, Po-

litikanın Teorisi ve Teorinin Politikası. D. Glaser ve D. M. Walker, (Ed.), 20. Yüzyılda Marksizm. İstanbul: Versus Kitap, s.52.

13. Bekmen, a.g.e. , s.214.14. Sandle, M. (2011). Sovyet ve Doğu Bloku Marksizmi. D. Gla-

ser ve D. M. Walker, (Ed.), 20. Yüzyılda Marksizm. İstanbul: Versus Ki-tap, s.103-104.

15. Thatcher, I. D. (2011). Sol Komunizm-Rosa Luxemburg ve Lev Trotskiy: Bir Karşılaştırma. D. Glaser ve D. M. Walker, (Ed.), 20. Yüzyıl-da Marksizm. İstanbul: Versus Kitap, s.68.

16. Townshend, J. (2001) Sağ Marksizm. D. Glaser ve D. M. Wal-ker, (Ed.), 20. Yüzyılda Marksizm. İstanbul: Versus Kitap, s.88-89.

17. Kışlalı, a.g.e., s.114-115.18. Laclau ve Mouffe, a.g.e. , s.71-72.19. Knight, N. (2011). Marksizmi Asya’nın Koşullarına Uygulamak-

Mao Zedong, Ho Şi Minh ve Marksizmin Evrenselliği. D. Glaser ve D. M. Walker, (Ed.), 20. Yüzyılda Marksizm. İstanbul: Versus Kitap, s.214.

20. Bekmen, a.g.e. , s.240.21. Anderson, a.g.e. , s.122.22. Little, D. (2011). Marksizm ve Yöntem. D. Glaser ve D. M. Wal-

ker, (Ed.), 20. Yüzyılda Marksizm. İstanbul: Versus Kitap, s.327.23. Femia, J. (2011). Batı Marksizmi. D. Glaser ve D. M. Walker,

(Ed.), 20. Yüzyılda Marksizm. İstanbul: Versus Kitap, s.153.24. Bekmen, a.g.e. , s.233.25. Laclau ve Mouffe, a.g.e. , s.123-124.26. Little, a.g.e. , s.325.27. Bekmen, a.g.e. , s.234.28. Anderson, a.g.e., s.107.

Page 54: düşün 24

düşün, Güz’11 53odtu

adt.

com

FIRAT-DİCLE HAVZASINDA SINIRAŞAN SU POLİTİKASI *

* Doç. Dr. Ayşegül KİBAROĞLU | Orta Doğu Teknik Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü

Fırat-Dicle havzasında sınıraşan su kaynak-larının kullanımı ve yönetimine ilişkin uyuşmaz-lıklar, bu nehirler sisteminin başlıca üç kıyıdaş devleti: Türkiye, Suriye ve Irak arasında 1960’lı yıllarda başlamıştır. Öte yandan sınıraşan sula-rın, çeşitli siyasi sorunlarla yüklü bölgesel ve iki-li siyasi ilişkilerin gündeminin bir diğer çetrefil alanını oluşturması 1980’li yıllar ve 1990’lı yıl-ların ilk yarısında gözlemlenmektedir. Üç ülke-nin 1960’lı yıllardan bu yana bölge su kaynakla-rı üzerindeki talepleri giderek artmıştır. Türkiye ve Suriye’nin planlı ekonomik hedefleri içinde, su ve toprak kaynaklarına dayalı tarımsal ve ta-rımın desteklediği sanayi kalkınmaya verdikleri öncelik; kırsal alanda ve özellikle kentlerde ar-tan nüfuslarına enerji ve içme suyu sağlama he-defleri, iki ülkenin en büyük nehirlerini oluştu-

ran Fırat üzerindeki baskıyı giderek artırmıştır. Öte yandan, aşağı Mezopotamya toprakların-da yüzlerce hatta binlerce yıldır sürmekte olan su kullanımlarının mirasçısı ülke olarak Irak, yukarı-kıyılarda (memba) Türkiye ve Suriye’nin artan ihtiyaçlarından dolayı gündeme aldıkla-rı su geliştirme projeleriyle oluşacak nehirlerin akışlarındaki nitelik (kalite) ve niceliksel (mik-tar) değişime, bu projelerin uygulanmaya baş-landığı ilk yıllarından bu yana karşı çıkmıştır.

Üç kıyıdaş ülkenin rekabet halindeki tek ta-raflı su kaynakları geliştirme politikaları zaman zaman politik ve diplomatik uyuşmazlıklara ve krizlere neden olmasına karşın resmi düzey-de müzakereler süreci de 1960’lı yıllardan bu yana tarafları düzensiz aralıklarla bir araya ge-

Page 55: düşün 24

düşün, Güz’11 54

tirmiştir.1 Su kaynaklı politik ve diplomatik kriz-ler doğrudan sıcak çatışmaya yol açmamış, an-cak diplomat ve teknokratların yer aldığı su ko-nulu müzakereler de eşgüdümlü politikalar üre-tilebilmesini sağlayamamıştır.2 Öte yandan res-mi düzeyde sürdürülmeye çalışılan su konu-lu ilişkiler, üç ülke arasında Soğuk Savaş döne-

muş Türkiye’nin başlıca işbirliği önerisi olarak Üç Aşamalı Plan; havzada su kullanımı ve yöne-timine ilişkin yaşanmış başlıca krizler; sınıraşan su kaynaklarının paylaşımını içeren anlaşmalar ve sınıraşan su politikalarındaki son gelişmeler ve işbirliği olanakları ele alınmaktadır.

Fırat-Dicle Havzası

Basra Körfezi’ne dökülmeden önce Şatt-ül Arap’ta birleşen ve Irak’ın 1980’li yıllarda inşa ettiği Tartar Kanalı ile birleştirdiği Fırat ve Dicle nehir sistemi tek bir havza oluşturur. Her iki ne-hir de Doğu Anadolu’nun yüksekliklerinden kay-naklanır ve Suriye ile sınır yaparak (Dicle) ya da Suriye toprakları boyunca (Fırat) ve Irak toprak-larında (Fırat ve Dicle) akarak Basra Körfezi’nde denize dökülürler. Fırat’ın suyunun büyük bir bölümü (%90) ve Dicle’nin suyunun da önem-li bir miktarı (%40) Türkiye’nin sınırları içinde doğar. Fırat’ın ortalama yıllık su hacmi ortala-ma 32 milyar metre küptür (m3). Fırat’ın suyu-nun yaklaşık %90’ı Türkiye’den kaynaklanırken kalan %10’luk kısmı ise Suriye’den doğar. Irak’ın Fırat su hacmine bir katkısı yoktur. Dicle’nin ve kollarının yıllık ortalama hacmi ise ortalama 50 milyar m3’tür. Türkiye’deki kaynaklar yıllık top-lam akışın ortalama %40’ını sağlarken, bu hac-me Irak’tan %51, İran’dan ise %9 oranlarında ana nehir ve kolları katılmaktadır. Dicle’ye Su-riye kaynaklı bir katkı yoktur. Fırat-Dicle nehir sistemi tarafından taşınan su miktarının her üç ülkenin çeşitli ihtiyaçları için yeterli olduğu söy-lenebilir. Ne var ki, nehirlerin fiziksel özellikle-ri ve ilgili ülkelerin başlattığı kapsamlı geliştir-me projeleri, nehir sisteminin arzı üzerinde ar-tan baskılar yaratmıştır.4

Türkiye, Suriye ve Irak Arasında Su Sorununun Ortaya Çıkışı

Üç kıyıdaş ülke arasındaki sınıraşan su iliş-kileri, 1920-1960 arasındaki dönem süresince uyumlu olarak nitelendirilebilir. Bu dönemde

Büyük ölçekl i su kaynaklar ı gel işt irme projeler i , k ıy ıdaş ülkeler in su pol it ikalar ının eşgüdümsüz doğası ve etkin olmayan talep yönetimi, F ırat-Dicle havzasındaki su sorununun temel sebepler i o lmaya devam etmektedir.

mi ve takip eden dönemde yaşanan bölgesel ve ikili sorunlardan etkilenmiş ve bu sorunlarla iliş-kilendirilmiştir. Diğer ikili ve bölgesel sorunlar ve krizler yanında, su sorunu nihai bir çözüme kavuşturulamamasına karşın havza içinde hat-ta daha geniş Orta Doğu coğrafyalarını içere-cek işbirliği önerileri için esin kaynağı olmuş-tur.3 Ancak ne resmi düzeyde sürdürülen müza-kereler ne de yukarı-kıyı ülkesi Türkiye’nin ön-cülüğünde şekillenen işbirliği önerileri havza-daki su uyuşmazlığının çözümünü sağlayabil-miştir. Bununla birlikte, 1990’lı yılların sonun-da Türkiye-Suriye ilişkilerinin Adana Güvenlik Protokolü’nden (1998) sonra geçirdiği iyileşme süreci ve 2007 yılından bu yana yine Türkiye-Suriye ve Türkiye-Irak yüksek düzeyde işbirli-ği girişimlerinin sınıraşan su ilişkilerinde işbirli-ğine yönelik değişimlere neden olduğunu göz-lemlemekteyiz.

Bu makalede, Fırat-Dicle havzasının coğra-fi ve hidrolojik özellikleri kısaca tanıtıldıktan sonra su sorununun ortaya çıkışı; 1960’lı yıl-larda başlayan müzakereler süreci; Ortak Tek-nik Komite toplantıları ve bu toplantıda sunul-

Page 56: düşün 24

düşün, Güz’11 55odtu

adt.

com

henüz ülkelerden hiçbiri, Fırat-Dicle nehir hav-zasının sularının aşırı tüketilmesine yol açacak bir kullanıma neden olabilecek büyük projelere başlamamışlardı. Dolayısıyla bu süreçte, havza-daki suyun daha iyi yönetilmesi ve kullanılma-sı için ortak bir anlayışın geliştirilmesine ihtiyaç duyulmamıştı. Kıyıdaş ülkelerin su kaynakla-rı üzerinde çok da etkin ve eşgüdümlü olmayan gelişim ve yönetim uygulamaları bile, suyun ni-teliği ve niceliği üzerinde büyük ve olumsuz et-kiler yaratmamıştı. Ülkelerin nüfusları kontrol edilebilir düzeylerdeydi, nehirlerin akışı ise yal-nızca aylık ve yıllık doğal değişimlere bağlıydı. İki aşağı-kıyı ülkesinin (Suriye ve Irak) en önem-li sorunu, sık aralılıklarla yüz yüze geldikleri sel-lerin yıkıcı etkisiydi.

Su sorununun bölgesel gündeme yerleşme-si, üç ülkenin su kaynakları geliştirme projele-rini hayata geçirmesiyle başlamıştır. 1960’tan sonra Türkiye ve Suriye, Fırat ve Dicle sistemi-nin sularının enerji ve sulama amaçlarıyla kul-lanımını mümkün kılacak su kaynakları geliştir-me planlarını açıkladılar. Aynı zamanda, Irak su-lanan alanlarının genişletilmesi için yeni planlar hazırlamıştı. Büyük ölçekli su kaynakları geliş-tirme projeleri, kıyıdaş ülkelerin su politikaları-nın eşgüdümsüz doğası ve etkin olmayan talep yönetimi, Fırat-Dicle havzasındaki su sorunu-nun temel sebepleri olmaya devam etmektedir.

Özellikle, son 40 yılın su ilişkilerinin doğası önemli ölçüde büyük gelişim projelerinin inşa-sıyla biçimlenmiştir. Bu projeler Türkiye’deki Gü-neydoğu Anadolu Projesi (GAP) ve Suriye’deki Fırat Vadisi Projesi’dir. Bununla birlikte bu pro-jelere başlamadan önce ve bazı tesislerin yaşa-ma geçirilmesinin ardından bir seri müzakereler yapılmış, bunların sonucunda protokoller (dev-letlerarası bağlayıcı anlaşmalar) imzalanmıştır.

Müzakereler Süreci

Türkiye’nin Fırat üzerinde Keban Barajı’nı in-şası kararıyla üç ülkenin suyla ilgili ilişkilerin-

de yeni bir dönem başlamıştır. Aşağı-kıyı ülke-leri, özellikle de Irak, barajın doldurulması es-nasında Türkiye’nin belli miktarda (350m³/sani-ye) suyun akışını garanti etmesi konusunda ıs-rar etmiştir. Böylece ilk toplantı 22-27 Hazi-ran 1964’te Türk ve Iraklı uzmanların katılımıy-la gerçekleştirilmiştir. Türk delegasyonu, Keban

Barajı tamamen doldurulmadan önce bırakıla-cak su miktarıyla ilgili nihai bir formüle varma-nın olanaksız olduğunu ileri sürmüştür. Türk de-legasyonuna göre bu formül, barajın doldurul-ması esnasında ortaya çıkacak doğal koşullara ve ilgili ülkelerin ihtiyaçlarının kesin olarak de-ğerlendirilmesine bağlı olarak belirlenecekti.5 Ne var ki, Keban Barajı’nın dış kaynaklı finans-man sağlayıcısı olan Amerika Birleşik Devletle-ri Uluslararası Kalkınma Ajansı (USAID) ile im-zalanan bir anlaşma sonucunda, Türkiye nehrin doğal akışının bu akışı karşılamaya yeterli oldu-ğundan yola çıkarak 350 m³/saniye suyun baraj-dan aşağı çığıra salıverilmesini sağlamak için gerekli tüm önlemleri almayı kabul etmiştir. Bu durum aynı yıl Suriye ve Irak taraflarına da te-yit edilmiştir. Ayrıca bu toplantı sırasında Türki-ye her bir nehri inceleyecek ve yıllık ortalama debilerini belirleyecek bir Ortak Teknik Komite (OTK) oluşturulmasını teklif etmiştir. OTK, top-rak etütleri yaparak üç ülkenin sulama ihtiyaç-larını tespit edecek ve su hakları konusunda ni-hai bir anlaşmaya varabilmek için temel ilke ve uygulamaları belirlemek amacıyla, ülkelerin var

Keban Barajı

Page 57: düşün 24

düşün, Güz’11 56

olan ve gelecekteki projeleri için ihtiyaçlarını belirleme ile yetkili olacaktı.

İkinci bir toplantı, 1964’te Ankara’da Suriye ile düzenlenmiştir. Toplantıda iki delegasyon, Keban ve Tabka baraj projelerinde gelinen nok-tayla ilgili fikir alışverişinde bulunmuştur. Suri-ye delegasyonu, Fırat Vadisi Projesi kapsamın-daki sulama hedeflerini açıklamıştır. İki ülke ta-rafından, Türkiye, Suriye ve Irak arasında ortak üç taraflı toplantılar düzenlemenin önemi vur-gulanmıştır. Bu ikili görüşmelerden sonra, Türk delegasyonunun önerileri doğrultusunda ilk üç taraflı görüşme Bağdat’ta 1965 yılında yapıl-mıştır. Bu toplantıda üç delegasyon Habbani-ye, Tabka ve Keban barajlarıyla ilgili teknik veri alışverişinde bulunmuştur. Delegasyonlar daha sonra OTK’nin kurulmasıyla ilgili konuları tartış-mıştır. Irak delegasyonu, diğer konuların yanı sıra nihai bir “su paylaşım anlaşmasının” dene-timinden ve uygulanmasından da sorumlu ola-cak, kalıcı bir OTK kurulmasını içeren bir öne-ri sunmuştur. Türk delegasyonu Irak’ın önerisini reddederek, OTK’nin yalnızca nehir havzasında

1970’li yıllar boyunca, üç ülkenin delegas-yonları birçok kez bir araya gelerek Keban, Tab-ka ve Habbaniye barajları ile ilgili olarak teknik bilgi alışverişinde bulunmuşlardır. Yapılan çok sayıdaki teknik toplantının sonucunda bir an-laşmaya varılamamış; Türkiye ve Suriye de iki barajın (Tabka ve Keban) dolum programlarını belirlerken tek taraflı politikalar izlemişlerdir.

Ortak Teknik Komite Toplantıları

1980’li yıllara gelindiğinde Fırat ve Dicle üze-rindeki su talebi artmış ve üç kıyıdaşın talepleri-ni uyumlaştırmak karmaşık bir meseleye dönüş-müştür. Gelinen bu şartlarda üç ülke kendi ara-larında bir diyalog inşa etmenin yollarını ara-mak zorunda kalmıştır. Böylece, bu kez de Irak daimi bir OTK kurul-ması için öncülük et-miştir. 1980’de Türki-ye ve Irak arasında ya-pılan Karma Ekonomik Komisyon toplantısı çerçevesinde, ülkeler arasındaki su sorunu-nu tartışmak ve sonu-ca bağlamak amacıy-la yeni bir daimi OTK kurulmuştur. Suriye OTK’ye 1983 yılında dahil olmuş, böylelik-le 1993 yılına kadar 13 OTK toplantısı gerçek-leşmiştir. OTK’nin esas misyonu; üç ülkenin her iki nehirden ne kadar suya ihtiyaç duyduğunun belirlenmesi amacıy-la kullanılacak yöntemlerin ve izlenecek yolun belirlenmesi şeklinde tanımlanmıştır. OTK’nin gündemindeki ana temalar; Fırat ve Dicle hav-zasındaki hidrolojik ve meteorolojik veri ve bil-gilerin değişimi, her üç ülkedeki barajların ve su-lama sistemlerinin inşasında yapılan ilerleme-lerle ilgili bilgilerin paylaşılması ve Karakaya ile Atatürk barajlarının doldurulmasıyla ilgili ilk planların tartışılmasıydı.

halihazırda uygulanan veya gelecekte uygula-nacak projelerin eşgüdümünü sağlamakla yet-kilendirilebileceğini ifade etmiştir. Öte yandan Türkiye’nin görüşüyle de örtüşür biçimde, Suri-ye tarafı, Fırat’ın su sağladığı tarımsal alanlar-daki olası su yetersizliğinin giderilmesi amacıy-la Dicle suyunun bir kısmının Fırat’a yönlendi-rilmesi konusunun da OTK’nin işlevleri arasına eklenmesini önermiştir. Irak bu öneriye şiddet-le karşı çıkarak, sadece Fırat’ın suyu üzerinden müzakerelere devam edilmesi konusunda ısrar etmiştir.

OTK’nin esas misyonu; üç ülkenin her ik i nehirden ne kadar suya iht iyaç duyduğunun bel i r lenmesi amacıyla kul lanı lacak yöntemlerin ve iz lenecek yolun bel i r lenmesi şekl inde tanımlanmışt ır.

Page 58: düşün 24

düşün, Güz’11 57odtu

adt.

com

Ne var ki, on altı toplantının sonucunda OTK hedeflerine ulaşamamış ve görüşmeler tıkana-rak bir sonraki toplantının çerçevesi bile çizile-mez hale gelmiştir. Bununla beraber, OTK’nin hidropolitik ilişkilerdeki rolü küçümsenmemeli-dir. Toplantılar düzensiz olarak gerçekleştiği ve suyun tahsisi ile ilgili somut ilerleme sağlana-mamış olduğu halde, OTK yararlı bir iletişim ka-

Üç Aşamalı Plan

1984 yılında gerçekleştirilen bir OTK toplan-tısında Türkiye tarafından önerilen Üç Aşama-lı Plan, ihtiyaç temelli bir yaklaşımla oluşturul-muştur. Plan başta tarım olmak üzere, bölge-de su kullanımı için rekabet halindeki sektörle-rin su ihtiyaçlarını saptamak amacıyla bölgenin toprak ve su kaynaklarının döküm (envanter) çalışmalarının yapılmasını kapsar. Plan’ın ilk aşamasında Fırat ve Dicle havzasındaki su kay-naklarının dökümleri yapılacak; ikinci aşamada benzer bir çalışma toprak kaynaklarının nice-lik ve niteliği üzerinde yürütülecek ve son aşa-mada da bu veriler ışığında üç ülkenin ihtiyaçla-rı hesaplanarak tahsis gerçekleşebilecektir. Bu bilimsel çalışmaların üç ülkenin uzmanlarının katıldığı ortak bir heyet tarafından yürütülmesi öngörülmüştü. Planın yaratıcıları olan Türk mü-hendisler, ihtiyaçların niceliğinin saptanmasıy-la, su sorununun daha çözülebilir bir hal alaca-ğını öngörmekteydiler. Ancak bu işbirliği planı Suriye ve Irak heyetleri tarafından dikkate alın-madı ve paylaşım anlaşması üzerindeki ısrarcı tutumları devam etti.

Fırat-Dicle Havzasında Krizler

Havzada yaşanan ilk kriz, 1975 yılında Keban ve Tabka barajlarının doldurulmasının kurak bir döneme rastlaması nedeniyle Irak’a Fırat’tan olan akışta geçici bir dönem ciddi azalmaların olmasıyla Suriye ve Irak arasında gerçekleşmiş-tir. Irak, Fırat’ın akışındaki azalmayı protesto ederek askeri güçlerini Suriye-Irak sınırına yol-lamıştır. Suudi Arabistan’ın arabuluculuğu ve takip eden dönemde Suriye’nin Fırat’tan Irak’a daha fazla su bırakmasıyla aşılan bu kriz, esa-sında bir su paylaşım krizi olmaktan çok siyasi rekabet halindeki Suriye ve Irak Baas rejimleri-nin arasında yaşanan siyasi bunalımın sonuçla-rından biriydi.

Öte yandan OTK toplantıları, üç ülkenin Fırat-Dicle nehir sistemine ilişkin kullanım esas-

nalı olarak işlev görmüştür. Görüşmelerde tıka-nıklığa yol açan ana konular müzakerelerin hem nihai hedefi hem de esas konusu üzerinde uz-laşmaya varılamamasından kaynaklanmıştır. Fı-rat ve Dicle tek bir havza olarak kabul edilmeli miydi, yoksa müzakereler yalnızca Fırat üzerin-de mi sürmeliydi? Başka bir deyişle, OTK’nin ni-hai hedefi “uluslararası nehirlerin paylaşılması” konusunda bir öneri formüle etmek miydi, yok-sa “sınıraşan sularla ilgili adil kullanım esasına dayalı tahsisi” belirlemek miydi? Irak ve Suriye, Fırat’ı uluslararası bir nehir olarak ele almak-taydı. Her iki ülke de Fırat üzerinde her ülkenin kendi su ihtiyacını belirtmesi temeline dayalı bir biçimde paylaşılmasını sağlayacak acil bir pay-laşım anlaşması yapılması konusunda ısrar et-mekteydi. Öte yandan, Türkiye ise iki ülke ara-sında sınır yapan nehirleri uluslararası nehirler (sular) olarak nitelendirmekte; Fırat ve Dicle’yi Türkiye, Suriye ve Irak’ın egemenlik alanların-dan geçen tek bir sınıraşan nehir sistemi olarak değerlendirmekte ve bu suların adil kullanım esasına dayalı tahsisini savunmaktaydı.

Öte yandan, Türkiye ise ik i ü lke arasında s ınır yapan nehir ler i u luslararası nehir ler olarak nitelendirmekte; F ırat ve Dic le ’yi Türkiye Suriye ve I rak’ ın egemenl ik alanlar ından geçen tek bir s ınıraşan nehir s istemi olarak değerlendirmekte ve bu sular ın adi l kul lanım esasına dayal ı tahsis ini savunmaktaydı.

Page 59: düşün 24

düşün, Güz’11 58

ları ve geliştirme projelerinin uyumlaştırılma-sı konularında hedeflenen amaçlarına ulaşama-mıştır. Bu nedenle, 1980’ler ve 90’larda bir dizi kriz yaşanmıştır. Taraflar arasında Fırat-Dicle havzası nedeniyle yaşanan ciddi krizlerden biri, Türkiye’nin Atatürk Barajı’nın doldurması esna-sında gerçekleşmiştir. 13 Ocak 1990’da, Türkiye Atatürk Baraj Gölü’nü doldurmak amacıyla Fı-rat Nehri’nin akışını geçici olarak durdurmuştur. Baraj gölünün doldurulması amacıyla nehrin akışını bir ay süresince durdurulması kararı çok daha önce alınmıştır. Türkiye, Kasım 1989’da, aşağı kıyıdaki komşularını planlanan dolum iş-lemiyle ilgili olarak bilgilendirmiştir. İlettiği bil-gi notunda Türkiye, durumun teknik gerekçe-lerini açıklayarak, kaybın telafisi için hazırlan-mış ayrıntılı bir programa da yer vermiştir. Ne

var ki Suriye ve Irak hükümetleri Türkiye’ye no-talar göndererek Fırat’ın sularının aritmetik-sel esasa göre (2/3’ü Suriye ve Irak’a geri kalan 1/3’ü Türkiye’ye kalacak biçimde) paylaşılması için derhal bir anlaşma yapılması ve barajın dol-durulma süresinin azaltılması yönünde çağrıda bulunmuşlardır.

Bir başka kriz de, 1996’da Türkiye’nin Fırat Nehri üzerine Birecik Barajı’nı inşa etmesiyle or-taya çıkmıştır. Türkiye Birecik Barajı’nı, Atatürk Barajı’nın hidroelektrik enerji üretiminde enerji

talebinin en yüksek olduğu (peak) ve aşağı çığı-ra kıyıya maksimum düzeye ulaştığı saatlerde, Fırat’ın su akışının düzenlenmesi amacıyla inşa ettiğini ve bu barajın (after-bay dam) aşağı kı-yıya olan akışları azaltmayacağı veya değiştir-meyeceğini vurgulamıştır. Suriye ve Irak, Aralık 1995’te ve Ocak 1996’da Türk hükümetine res-mi olarak nota göndermiş, Birecik Barajı’nın Su-riye ve Irak’a giden suyun niteliğini ve niceliğini olumsuz etkileyeceği iddiasıyla barajın yapımı-na karşı çıkmıştır.

Fırat-Dicle Havzasında Mevcut Su Kullanım Anlaşmaları

Türkiye-Suriye Arasındaki 1987 Protokolü

17 Temmuz 1987 tarihli Türkiye-Suriye Kar-ma Ekonomik Komisyonu toplantısı, su soru-nu üzerindeki müzakereler açısından önemli bir sonuç doğurmuştur. Protokol geçici bir anlaş-ma olarak kaydedilmiştir ve su sorunuyla ilgili hükümler içermektedir. Protokolün 6. maddesi şu şekildedir: “Atatürk Baraj Gölü’nün doldurul-ması esnasında ve üç ülke arasında nihai payla-şım anlaşması gerçekleşene dek Türk tarafı yıl-lık ortalama 500 m³/saniye suyun Türkiye-Suriye sınırından geçmesini ve bir aylık akışın 500 m³/saniye’nin altında kalması halinde ise Türk tara-fı farkı bir sonraki ay telafi etmeyi kabul eder.”

Suriye ve Irak Arasında 1990 Protokolü

Suriye ve Irak, Atatürk Baraj Gölü’nün doldu-rulması nedeniyle nehrin akışının geçici bir süre durdurulmasının, GAP kapsamında gerçekleşti-rilecek projelerin neden olacağı pek çok su ke-sintisinin başlangıcı olarak değerlendirmiştir. Bu nedenle, 16 Nisan 1990’da Bağdat’ta ger-çekleştirilen 13. Ortak Teknik Komite toplantı-sında, Suriye ve Irak arasındaki ikili bir mutaba-kat çerçevesinde, Türkiye’den gelen Fırat suyu-nun %58’inin Irak’ın kullanımı için bırakılması kararlaştırılmıştır.

Page 60: düşün 24

düşün, Güz’11 59odtu

adt.

com

Büyük ölçüde de dönemin ikili siyasi ilişki-lerindeki gerginliklerin sonucunda imzalan-mış olan bu ikili protokoller, Fırat-Dicle havza-sında su kaynaklarının verimli ve adil kullanımı ve yönetimiyle ilgili hiçbir somut ilerleme için yapıcı bir araç olamamıştır. Aksine protokol-ler hiçbir tarafı memnun etmemiş, ülkeler kar-şılıklı su hakkı iddialarını sürdürmüşlerdir. Ta-kip eden dönemde Suriye 500 m³/saniye üzerin-de (700-750 m³/saniye) taleplerini sürdürmüş, Türkiye ise zaman zaman şiddetli kuraklıkla-rın havzayı etkisi altına aldığı dönemlerde 500 m³/saniye suyu sağlamakta zorlanmıştır. Suriye Fırat’ın %42‘sini artan içme ve sulama suyu ihti-yacı için yetersiz bulmuş, Irak ise Suriye’den ge-len %58 oranındaki suyun kalite açısından çok yetersiz (kirli) olduğunu iddia etmiştir. Nitekim her iki protokol de mevsimsel ve yıllık yağış ve debi değişimlerini dikkate alan hükümler içer-mez. Su kalitesi (kirliliği önleme ve çevre koru-ma) konusu da protokollerde tamamen göz ardı edilmiştir.

Fırat-Dicle Havzasındaki Son Gelişmeler ve İşbirliği Olanakları

GAP-GOLD Protokolü

1998 yılında Türkiye ve Suriye arasında Ada-na Güvenlik Protokolü’nün imzalanması, iki-li ilişkilerin ekonomik, sosyal, kültürel, ticari, bilimsel ve teknik işbirliği gibi alanlarda geliş-tirilebilmesine olanak vermiştir. Bu bağlamda, 2001 yılında, GAP Bölge Kalkınma İdaresi öncü-

lüğünde Suriye ile gelişen ilişkileri destekleye-cek biçimde, Suriye Arazi Islah Kurumu (GOLD) ve Suriye Sulama Bakanlığı’nın daveti üzerine ülkeye bir delegasyon gönderilmesiyle olumlu adımlar atılmıştır. Bu ziyaretin ardından, Suriye Sulama Bakanlığı’nın öncülüğüyle Suriye dele-gasyonu Türkiye’ye iade-i ziyarette bulunmuş-tur. Bu ikili görüşmelerin sonucunda, 23 Ağus-tos 2001’de GOLD ve GAP yönetimleri arasında bir Ortak Bildiri (mutabakat) imzalanmıştır. Mu-tabakat iki tarafın eğitim, karşılıklı uzman deği-şimi, teknoloji alışverişi ve ortak projelerin yü-rütülmesi gibi alanlarda işbirliği yapmasını ön-görmektedir. Protokol her iki ülkeden persone-lin eğitilmesi ve bazı odaklı eğitim programla-rı için Suriye’den Türkiye’ye uzmanların gelme-si yoluyla iki ülke arasındaki ilişkilerin gelişti-rilmesini amaçlamaktadır. Bu tür eğitimler ku-rumsallaştığı takdirde, kurslar Suriye’de ya da Türkiye’de diğer Arapça konuşulan ülkeler için de uygulanabilir hale gelecektir. Aslında, bu ko-nuda bazı adımlar atılmış, uygulamanın pren-siplerini tartışmak üzere Suriye’den bir teknik ekip bölgeye davet edilmiştir. GAP ve GOLD arasındaki bu protokol, her iki ülkede birden uy-gulanabilecek ikiz koruma alanının çalışılması, planlanması ve uygulanmasına dayalı İkiz Kal-kınma Projesi konusunda bazı hazırlıkları da içermektedir. Ayrıca, Haziran 2002’de bir uygu-

Protokol her ik i ü lkeden personel in eğit i lmesi ve bazı odakl ı eğit im programları iç in Suriye’den Türkiye’ye uzmanlar ın gelmesi yoluyla ik i ü lke arasındaki i l işki ler in gel işt ir i lmesini amaçlamaktadır.

Page 61: düşün 24

düşün, Güz’11 60

lama belgesi imzalanarak, Ortak Bildiri’de orta-ya konan işbirliğinin uygulanmasının ilkeleri be-lirlenmiştir. Bu belge ülkeler arasında yürütüle-cek olan projeleri, eğitim programlarını ve diğer faaliyetleri tanımlamaktadır. 6

Anlaşma, iki ülke arasında her iki tarafın da yararına olabilecek çözümler üretebilmek için ortak bir diyalog tesis edilmesi amacıyla kale-me alınmıştır. Bu yeni anlaşmalarla kurulan ile-tişim ağı, taraflara su kaynaklarının yönetimi-ni genel sosyo-ekonomik kalkınma çerçevesin-de değerlendirme ve böylelikle yeni gündemler ortaya koyarak suya dayalı işbirliği için yeni bir potansiyel çerçeve çizmeye önayak olma özelli-ğine sahiptir. Bu protokolün ve daha sonra im-zalanan uygulama dokümanının amacı, sosyo-ekonomik kalkınmayı genel bir çerçevede de-ğerlendirerek bölgenin toprak ve su kaynakla-rından sürdürülebilir biçimde yararlanılması-nı sağlamak, ayrıca da Türkiye ve Suriye’nin az gelişmiş bölgelerinin geliştirilmesini ve bütün-cül bir kalkınma anlayışı ile ele alınmasını sağ-lamaktır. Türkiye ve Suriye arasında son zaman-lardaki bu umut verici gelişmelerin ışığında, bir zamanlar bölgesel politikada yalnızca gerilime yol açmış olan GAP, şimdi kalkınmayla ilişkili alanlarda gelişen işbirliğinin kaynağı olma yo-lundadır.

Fırat-Dicle için İşbirliği Girişimi (ETIC)

ETIC, Fırat-Dicle havzası kıyıdaş ülkelerin-den akademisyenlerin işbirliği girişimi olarak Mayıs 2005’te yapılan kuruluş toplantısı ile fa-aliyetlerine başlamıştır.7 2004 yılından bu yana, bölgede akademik toplantılar çerçevesinde bir araya gelen su kaynakları yönetiminin çeşitli alanlarında çalışan bilim insanları ve uzmanlar disiplinlerarası bir grup oluşturmuşlardır. Önce-leri, Fırat-Dicle havzasında mevcut durumu ve kıyıdaş ülkelerin ihtiyaçlarını, önceliklerini ve beklentilerini içeren su politikalarını ele alan ça-lıştaylar çerçevesinde biraraya gelen grup, tıp-kı Peter Haas’ın tanımladığı “bilgi toplulukları” (epistemic communities)8 gibi ortak sorunla-

rı (azgelişmişlik ve yoksulluk; su ve toprak kay-nakları üzerinde artan baskı ve doğal kaynaklar-da yaşanan kıtlık ve bozulma) tanımlamada ve bu sorunların çözümü yolunda ortak yaklaşım-lar üretme yolunda kısa sürede ilerleme sağla-mıştır.

Nitekim, 2005 yılındaki kuruluş toplantısın-da grup misyon ve vizyonunu belirlemeyi ba-şarmış, Fırat-Dicle havzasında mevcut koşulla-rın, ihtiyaçların ve fırsatların ışığında kalkınma ve işbirliği için gerekli ortamı yaratabilmek için bir arada hareket edeceklerini vurgulamışlardır. ETIC, Fırat-Dicle havzasında sosyal, ekonomik ve teknik sürdürülebilir kalkınmaya ulaşabil-

En üst s iyasi düzeydeki temaslar ın artması ve s iyasi l ider ler in

öncülüğünü yaptığı işbir l iğ i ortamının yaratı lmasında küresel,

bölgesel, ik i l i pol it ikalar ın ve iç pol it ika ortamının etki ler i vardır.

me yolunda ülkelerarası işbirliğini teşvik etme-yi ve bu işbirliği için kolaylaştırıcı olmayı hedef-lemektedir. ETIC, kalkınma odaklı, çok-sektörlü çalışmalarıyla bütüncül bir yaklaşıma sahiptir. Yalnızca su paylaşımına yönelik tartışmaların sonuçsuz kaldığı; bütünleştirici olmaktan çok ayrışmalara yol açtığı görüşünü paylaşan ETIC kurucu üyeleri, kapsamlı ve havzadaki tüm pay-daşların faydalarıyla sonuçlanabilecek yeni bir işbirliği gündemi belirlemeyi hedefler. Bunun-la birlikte, ETIC su paylaşımı ile ilgili bir formü-lü veya herhangi bir işbirliği modelini dayat-maz; taraflar arasında diyaloga olanak sağla-yabilecek ortamı yaratmaya çalışır. ETIC, “su ve toprak kaynakları”, “su kaynakları yönetimi” ve “sosyo-ekonomik kalkınma” olarak tanımladığı program alanları çerçevesinde çeşitli faaliyetle-rini, tarafsızlık ve kolaylaştırıcılık ilkeleriyle sür-dürmektedir. Havzada kıyıdaş ülkelerde ve böl-gesel düzeyde sosyo-ekonomik kalkınmayı ger-

Page 62: düşün 24

düşün, Güz’11 61odtu

adt.

com

çekleştirebilmek amacına yönelik diyalog or-tamlarını yaratabilmeyi hedefleyen ETIC, hükü-metler arası resmi diyaloglardan uzak ya da ko-puk değil, onları teşvik edici ve destekleyici faa-liyetlerde bulunmaktadır.

Üst Düzey Siyasi İşbirliği ve Sınıraşan Su İşbirliğinde Yeni İşbirliği Mekanizmaları

Türkiye son yıllarda güney komşuları Suriye ve Irak’la olan ilişkilerinde işbirliğine dayalı dış politika girişimlerine hız vermiştir. En üst siyasi düzeydeki temasların artması ve siyasi liderle-rin öncülüğünü yaptığı bu işbirliği ortamının ya-ratılmasında küresel, bölgesel, ikili politikaların ve iç politika ortamının etkileri vardır. Bu etkile-rin detayına girmek bu makalenin amacının dı-şında kalmakla beraber, gelişen siyasi ilişkilerin sınıraşan su politikalarına olumlu gelişmeler bi-çiminde yansıdığını not etmek gerekir. Türkiye-Suriye ve Türkiye-Irak Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyleri’nin kurulması ve 2009 yılın-da yaptıkları “ortak kabine” olarak adlandırı-lan bakanlar toplantılarında imzalanan çok sa-yıda mutabakat metinleri arasında, sınıraşan su kaynaklarının yönetimi ve geliştirilmesiyle ilgili mutabakatlar da yer almaktadır.

Türkiye-Irak arasında 15 Ekim 2009 tarihinde gerçekleştirilen Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirli-ği Konseyi’nin ilk toplantısında ticaret, ulaştır-ma, güvenlik, tarım, sağlık gibi siyasi ve sosyo-ekonomik yaşamın başlıca alanlarıyla ilgili mu-tabakatlar imzalanmıştır. Bunlar arasında, çev-re ve enerji başlığı altında imzalanan çok sayı-da mutabakatın içinde “Su Alanında İşbirliği” mutabakat zaptı da bulunmaktadır. Bu anlaşma çerçevesinde iklim değişikliği, kuraklık, ısı artı-şı, su kıtlığı gibi bu ülkelerin bulunduğu bölgede etkili olan küresel sorunlara, işbirliği içinde böl-gesel çözümler üretilmesi, bu bağlamda özel-likle suyun modern metotlarla verimli kullanıl-ması yönünde gayret gösterilmesinin altı çizil-miştir.

Türkiye-Suriye arasında 22-23 Aralık 2009 tarihinde toplanan Yüksek Düzeyli Stratejik İş-birliği Konseyi’nde iki ülkenin ilgili bakanları tarafından imzalanan 50 mutabakat metninin dördü sınıraşan su kaynaklarının yönetimi ve geliştirilmesiyle ilgilidir. Mutabakatlardan biri uzun yıllardır Türkiye ve Suriye arasında sorun alanı olarak görülen Asi Nehri sularının gelişti-rilmesi ve kullanımı konusunda Asi Nehri üze-rinde ortak bir dostluk barajının inşa edilme-si konusunda ilke kararı alınmasını kapsar. Ay-rıca, heyetler arasındaki görüşmelerde Dic-le Nehri üzerinde Suriye tarafında Suriye top-raklarını sulayacak bir su pompalama istasyo-nunun kurulması, su kalitesinin artırılması, ku-raklıkla ortak mücadele ve suyun kullanımı ko-nularında danışmanlık konusunda bazı muta-bakat metinleri imzalanmıştır.

Öte yandan ilgili bakanlar9 2007’den bu yana zaman zaman bir araya gelerek gerek bölgede son yıllarda şiddetle hissedilen uzun süreli kuraklıkla mücadelede alınacak acil ön-

Türkiye-Irak ve Suriye-Irak i l işki ler inde ortaya ç ıkan bu olgu,

bir süre daha gel işen işbir l iğ i g ir iş imler i önünde engel

oluşturmaya devam edecek ve çözümü büyük ölçüde bu ülkeler

arasında ik i l i i l işki lerde s ınır güvenl iği ve terör izmle mücadele

konular ında gel inen aşamalar la koşut bir b iç imde ortaya

ç ıkabi lecektir.

lemler ve yaşamsal su ihtiyaçlarını karşılama gerekse orta ve uzun dönemde havzada varolan sınıraşan su kaynaklarının verimli ve adil kulla-nımını sağlayabilecek projeler üzerinde görüş alışverişinde bulunmaktadırlar. Bu toplantılar-dan biri 3 Eylül 2009 tarihinde Ankara’da ger-çekleştirilmiş ve toplantıda Irak Su Kaynakla-

Page 63: düşün 24

düşün, Güz’11 62

rı Bakanı’nın 2009 yaz aylarında yaşanan şid-detli kuraklıktan dolayı Irak’ın yaşadığı çok cid-di su sıkıntısını dile getirmesi üzerine Türk tara-fı barajların işletiminde değişiklik yaparak Ekim 2009 sonuna kadar Fırat’tan aşağı kıyıya 550 m3/saniye su bırakılacağını açıklamıştır. Bu mik-tar 1987 Türkiye-Suriye Protokolü’nde söz veri-len miktarın üzerindedir. Bakanlar arası gelişen bu yeni işbirliği süreci üç ülkenin ilgili bakanlık-

larından çeşitli uzman ve yöneticilerin katıldığı eğitim ve kapasite programlarının gerçekleşti-rilebilmesine öncülük etmiştir. 2007 yılından bu yana gerçekleştirilen bu programlarda modern sulama yöntemleri ve uygulamaları, baraj gü-venliği ve iklim değişikliği ve etkileri konulu bir dizi kapasite geliştirme ve eğitim programı dü-zenlenmiştir. Ayrıca Mart 2008 ayında yine ilgi-li bakanların kararıyla bölgede ilgili bakanlıklar-dan uzmanlara eğitim verilmesi ve karşılıklı bil-gi ve deneyim değişimine olanak verecek sürek-li eğitim ve uygulama merkezi biçiminde çalışa-bilecek bir Su Enstitüsü’nün kurulması kararlaş-tırılmıştır.

Öte yandan üç ülkeden teknokrat ve diplo-matları bir araya getiren ve en son toplantısını 1992 yılında yapmış ve bir daha toplanamamış olan OTK’nin toplantıları yeniden başlamıştır. 2007 yılından bu yana üç kez toplanan OTK’de tarafların haklarının ve yükümlülüklerinin ta-nımlandığı nihai bir antlaşma ile su kaynakları

kullanım ve yönetim anlaşması konusunda he-nüz somut bir sonuca varılamamasına karşın ta-raflar böyle bir anlaşmanın temelini oluştura-bilecek meteorolojik, hidrolojik ve su kalitesi-ne ilişkin verilerin düzenli derlenmesi ve değişi-miyle ilgili ilkesel kararlar almışlardır.

Oldukça yapıcı bir biçimde gelişen üst dü-zey ve bürokratlar arası sınıraşan su kaynakla-rıyla ilgili işbirliği bazı pürüzler de içermektedir. 12 Mayıs 2009 yılında Irak Parlamentosu aldığı bir kararla “Irak’ın su haklarını” tanımayan yu-karı kıyı ülkeleriyle yapılan her türlü anlaşmayı Parlamento’nun onaylamayacağı ve bloke ede-ceğini vurgulamıştır. Nitekim, Türkiye Irak ara-sında cumhurbaşkanları düzeyinde görüşülerek imzalanan ticaret ve ekonomi anlaşması bu ge-rekçeyle henüz onaylanmamıştır. Türkiye-Irak ve Suriye-Irak ilişkilerinde ortaya çıkan bu olgu, bir süre daha gelişen işbirliği girişimleri önün-de engel oluşturmaya devam edecek ve çözü-mü büyük ölçüde bu ülkeler arasında ikili ilişki-lerde sınır güvenliği ve terörizmle mücadele ko-nularında gelinen aşamalarla koşut bir biçimde ortaya çıkabilecektir.

Gerek en üst düzeyde vurgulanan siyasi ka-rarlılıkla sınıraşan su ilişkilerinin bölgesel sos-yal ve ekonomik bütünleşmenin başlıca işbirliği alanı olarak tanımlanması ve bu anlayışın muta-bakat metinleriyle somutlaştırılması gerek ilgi-li bakanlar düzeyinde gelişen işbirliği mekaniz-maları ve bu işbirliği sonucunda şekillenen or-tak projeler ve eğitim ve kapasite geliştirme et-kinlikleri, tarafların sınıraşan su kaynakları po-litikasında yeni ve uzlaşmacı bir anlayış geliş-tirmekte olduklarını sergilemektedir. Geçmiş-te uzlaşmazlıklara neden olan “suların paylaşı-mı” yaklaşımı yerine “fayda paylaşımı” yaklaşı-mı havzada hâkim olmaya başlamıştır. Esas ola-rak taraflar birbirlerinin su ihtiyaçlarını karşıla-mak için çözüm yollarını üretmektedirler. Nite-kim Türkiye, Suriye’nin sulama su ihtiyacını kar-şılayacak Dicle’den su pompalanması konusun-da imzalanan mutabakatla olumlu görüşünü

Atatürk Barajı

Page 64: düşün 24

düşün, Güz’11 63odtu

adt.

com

belirtmiş öte yandan Irak’ın acil su ihtiyaçlarını karşılamak için Ekim 2009’a kadar varolan an-laşmaların üzerinde bir miktar su Fırat’tan Suri-ye ve Irak’a bırakılmıştır.

Son gelişmeler, sınıraşan su ihtiyaçları-nın karşılıklı anlayış, mutabakatlar ve daha da önemlisi üst düzey siyasi kararlılıkla gerekti-ği zaman karşılandığını ve tarafların bu konu-da birbirlerinin insani ve ekonomik ihtiyaçları-nı karşılamak için çaba gösterdiklerini işaret et-mektedir. “Fayda paylaşımı” yaklaşımı bu an-layış ve uzlaşı ortamında sınıraşan su kaynak-larından içme suyu, enerji ve gıda üretimi biçi-minde elde edilen somut getirilerin havza ça-pında paylaşımını öngörür. Bu amaçla havzada kıyıdaş ülkelerin su ve toprak kaynakları ve di-ğer doğal kaynaklar üzerinde yapılan değişim ve verilen olası zararların en aza indirilerek ge-rek çevresel koruma gerek doğal kaynakların geliştirilmesi ve kullanımında akılcı ve adil yön-temlerin kullanılmasını ve işbirliği yapılmasını öngörür. İşte bugün gelinen noktada Asi Nehri üzerinde ortak bir barajın yapımı için ilkesel ka-rar alınması ve buna yönelik yapılan teknik ve diplomatik müzakereler tarafların fayda payla-şımı yaklaşımını benimsemekte olduklarını gös-termektedir. Bu baraj yapımı sonucunda bara-jın sularıyla Suriye ve Türkiye’de tarım arazileri sulanabilecek, iki ülke de barajdan taşkın koru-ma, hidroelektrik enerji üretimi ve balıkçılık gibi faydalar çerçevesinde yararlanabilecektir. Üs-telik barajın Türkiye ve Suriye’den ilgili bakan-lıklar, bürokrasi ve şirketlerin öncülüğünde inşa edilecek olması iki ülkenin su kaynaklarını geliş-tirme yolunda ortak deneyim ve üretim geliştir-mesini sağlayabilecektir. Asi Dostluk Barajı fay-daların paylaşımı yaklaşımının en somut örneği olacağı gibi faydaların paylaşımını içeren ortak projelerin tarımsal sulama, atık suların arıtılma-sı ve yeniden kullanılması ve çevre koruma gibi daha birçok alanda yaygınlaştırılması mümkün-dür.

Gelinen aşamada (Irak’la yaşanan bazı pü-rüzler hariç) faydaların paylaşımı yaklaşımıyla sınıraşan su kaynaklarının kullanımı ve gelişti-rilmesiyle ilgili ilkesel kararların alındığı ve mu-tabakatlara varıldığı gözlemlenmektedir. Bu il-kesel kararların ve ancak genel hatlarıyla be-lirlenmiş işbirliği yapısının, takip eden süreçte uygulama projeleriyle somuta indirgenmesi ve faydaların paylaşımı yaklaşımıyla gerçekleştiri-lebilecek projelerin ve bu projelerden sağlana-cak faydaların (getirilerin) havza halkına üç ül-kede de ulaşması ve eşit paylaştırılması esas ol-malıdır. Faydaların paylaşımı yaklaşımı, hav-zada üç ülkede yaşayan insan ve çevre odaklı sosyo-ekonomik kalkınmadan faydalanması en çok gerekli olan yoksul ve dar gelirli geniş kitle-lerin gönencine katkıda bulunduğu ölçüde esas hedefine ulaşmış olacaktır.

KAYNAKÇA

1. Ayşegül Kibaroğlu ve Olcay Ünver, “An Institutional Framework for Facilitating Cooperation in the Euphrates-Tigris River Basin,”, In-ternational Negotiation: A Journal of Theory and Practice, Cilt 5, Sayı 2, 2000, ss. 311– 330.

2. Ayşegül Kibaroğlu, “Settling the Dispute over the Waters of the Euphrates-Tigris River Basin,” J. Bogardi and S. Castelein (der.), Selected Papers of the International Conference From Conflict to Co-operation in International Water Resources Management, UNESCO-IHE Delft, Hol-landa, 20-22 Kasım 2002, UNESCO-IHP, ss. 329-343.

3. Waltina Scheumann, “The Euphrates Issue in Turkish-Syrian Re-lations” H.G. Brauch, P.H. Liotta, A. Marquina, P.F. Rogers, and M. El-Sayed Selim (der.), Security and Environment in the Mediterranean. Conceptualising Security and Environmental Conflicts, Berlin: Springer, 2003, ss. 745-760.

4. Ayşegül Kibaroğlu, Building a Regime for the Waters of the Euphrates-Tigris River Basin, Kluwer Law International, London, The Hague, New York, 2002.

5. Kibaroğlu and Ünver, ss. 320-25.6. Ayşegül Kibaroğlu, “Socio-Economic Development and Bene-

fit Sharing in the Euphrates-Tigris River Basin,” Proceedings of the 2nd Israeli-Palestinian International Conference: Water for Life in the Midd-le East, (der.) Hillel Shuval and Hasan Dwiek, IPCRI, Jerusalem, 2006, ss. 891-904.

7. ETIC Newsletter 1 (dağıtımda).8. Peter Haas, “Introduction: Epistemic Communities and Interna-

tional Policy Coordination,” International Organization, 1996, Cilt 46, Sayı 13.

9. Irak Su Kaynakları Bakanı, Türkiye Çevre ve Orman Bakanı ve Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanı, Suriye Sulama Bakanı.

Page 65: düşün 24

düşün, Güz’11 64

* ODTÜ Atatürkçü Düşünce Topluluğu

KEMALİZM, İNSAN HAKLARI ve POSTMODERNİZMdüşün Bildiri *

** Bu bildiri 15.05.2011 tarihinde Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Atatürkçü Düşünce Kulübü tarafından düzenlenen “12. Demokratik Cumhuriyet Üniversiteleri Platformu”nda sunulmuştur.

ODTÜ Atatürkçü Düşünce Topluluğu ola-rak öncelikle bize sunum yapma imkanı sağla-yan Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Atatürkçü Düşünce Kulübü’ne teşekkür ederiz. İdeolojiler çağı olarak adlandırılan 20. yüzyıldan 21. yüzyı-la geçtiğimizde tüm dünyanın en çok üzerinde durduğu kavramların insan hakları ve demokra-si kavramları olduğunu görüyoruz. Bu gün dev-letler arası ilişkilere konu olan ve hatta devlet-lerin uyguladıkları politikalara meşruluk sağla-mak adına kullandığı bu kavramlar, Avrupa’da aydınlanma ile boy gösteren modernleşme pro-jesi ile ortaya çıkmış, daha sonrasında ise ev-rensel boyutlara ulaşmıştır. Sunumumuzda ön-celikle insan hakları kavramını ortaya çıkaran dinamikleri ve bu dinamiklerin tüm dünyada yarattığı etkiler ile beraber Türkiye’de yaşanan gelişmeleri ele alacak, sonrasında ise değişen dünya düzeni ile beraber gelişen ve modern ku-

rumlara eleştirel bakan düşünceler ışığında in-san haklarının bugününü tartışacağız.

İnsan hakları kavramının tarihi, bir bakıma insanın birey olmasının, içinde yaşadığı top-lumdan ve tabi olduğu siyasi otoriteden ayrı olarak varlığının şuuruna varması tarihidir. Bu-rada, haklara sahip olan insan, bir devletin ulu-sal sınırları içerisinde yaşayan ve sadece insan olmasından kaynaklanan haklara sahip olan bir yurttaş-bireydir. Dolayısıyla bu bireyin oluşması ile bireylerin, içerisinde haklarından ödün ver-meden yaşayabilecekleri, bugün hala bir alter-natifi olmayan modern ulus devletlerin oluş-ması paralel yaşanan süreçlerdir. Bu noktada Avrupa’da yaşanan gelişmelerin önemi büyük-tür. Savaşlar sonucu kamplaşarak düzenli ordu-lar oluşturan, geleneksel yapı içerisinde varlık-larını sürdüren toplumlar 1648 Westphalia Ba-

İnsan Hakları Anıtı - Karşıyaka/ İzmir

Page 66: düşün 24

düşün, Güz’11 65odtu

adt.

com

İnsan Hakları Anıtı - Karşıyaka/ İzmir

rışı ile beraber modern devletlerin temelleri-ni atmışlardır. Sınırları belirli ülkelerin ve ken-dileri dışında Papalık ya da Kutsal İmparatorluk gibi dini veya dünyevi hiçbir otoriteye tabi ol-mayan, yani egemen olan siyasi birimlerin orta-ya çıkması, tarihin akışını derinden etkilemiştir. İnsan hakları bu yeni ortaya çıkan egemen dev-letlerin içinde bireyin kendi devletine karşı bir-takım haklara sahip olma mücadelesinin bir so-nucu olarak boy göstermeye başlamıştır.

Hak arama mücadelesinin İngiltere’de kralın yetkilerini sınırlayan ilk belge olan 1215 tarihli “Magna Carta Libertatum” ile başladığını söy-leyebiliriz. Bu belgenin ortaya çıkmasının altın-da her ne kadar kralla soylular arasındaki yet-ki çekişmesi yatsa da Magna Carta’da imtiyaz-lı olmayan kesimleri de ilgilendiren bireysel hak ve hürriyetlerle ilgili maddeler mevcuttur. An-cak bu belgenin esas önemi, yeni bir çığır aç-mış olması ve sonrasında aynı anlayışla hazırla-nan belgeler için zemin hazırlamış olmasıdır. İn-san haklarının tarihinin bir diğer dönüm nokta-sı ise Amerika Birleşik Devletleri’nin İngiliz sö-mürgeciliğine karşı bağımsızlık savaşı vermesi sonucu kurulmasıdır. ABD’nin insan hakları ta-rihine baktığımızda, ilk önce bağımsızlık hare-ketinin başını çeken Virginia Kolonisi tarafından 12 Haziran 1776 tarihinde kabul edilen Haklar Beyannamesi’ni görürüz. Bunu, bu beyanname-den esinlenerek oluşturulan 4 Temmuz 1776 ta-rihli Bağımsızlık Beyannamesi izlemiştir. Üçün-cü bir belge olarak ise ABD’nin ilk anayasası olan 1787 Anayasası’nda insan haklarına vurgu yapılmış, daha sonra ise eklenen maddeler ile beraber temel hak ve hürriyetlerin kapsamı ge-nişletilmiştir. Örneğin 1865’te yapılan bir ek ile kölelik kaldırılmış, kadınlara seçme ve seçilme hakkı ise ancak 1920’de tanınmıştır.

Fransa’da 1789 yılında kabul edilen İnsan ve Vatandaş Hakları Beyannamesi ise daha önce sözünü ettiğimiz belgelerden farklı olarak bir devrim sonucu ortaya çıkmıştır. Bu beyanname-nin hazırlanmasında ABD’de yaşanan gelişme-lerin önemli bir payı olduğunu belirtmek gere-kir. İngiltere ile yıllardır süren husumetinin so-

nucu olarak, ABD’nin bağımsızlık savaşı sıra-sında İngiltere’yi zor durumda bırakmak adına ABD ile yakınlaşan Fransa oradaki gelişmelere yakından şahit olmuş ve o gelişmelerden etki-lenmiştir. Özünde kendisinden önceki Ameri-kan beyannamelerinden çok da faklılık göster-meyen Fransız Beyannamesi’ne insan hakları-nın gelişim tarihinde özel bir önem atfedilir. Bu noktada, Fransızca’nın daha yaygın olarak kul-lanılan bir dil olması sebebiyle beyannamenin daha fazla insana ulaşabilmesinin yanı sıra daha önce de vurguladığımız üzere, bu belgenin daha önce örneği görülmemiş bir şekilde devrim so-nucu ortaya çıkmasının yarattığı siyasal sonuç-ların, onu bu kadar önemli kıldığını söyleyebi-liriz. Unutulmamalıdır ki Fransız Devrimi bir kı-rılma noktasını temsil etmektedir; bu devrim o zamana kadar mutlak otoritesi sorgulanmamış kralın halk ayaklanmasıyla devrildiği ve yerine halk egemenliğini esas alan bir yönetimin ku-rulduğu ilk örnektir.1 O zamana kadar pek çok aydınlanma düşünürünün kuramsal alt yapısını hazırladığı ancak gerçekleşmesi kimilerine göre asla mümkün olamayacak olan halk egemenli-ğinin olabilirliği ve başarısı tüm dünyaya kanıt-lanmıştır. Sonrasında ise tüm dünyada gücü-

nü halk dışında farklı odaklardan alan gelenek-sel toplumların otoritesi sorgulanmaya başlan-mış, insan ilahi olanın yerine kendi aklını koy-muş, ona güvenmiş, geleceğini onunla tayin et-meye çalışmıştır.

Tüm bu gelişmelere paralel olarak, Aristo’yu kaynak edinen Kopernik, Kepler, Galile ve

Temel amaçlar ı arasında insanın gönencini ve özgürleşmesini

sağlamayı bar ındıran Kemalizm, bu hedefler ine varmanın ancak

çağdaşlaşma sayesinde mümkün olacağının bi l inciyle toplumun

geri kalmışl ıktan kurtaracak devrimler gerçekleşt irmişt ir.

Page 67: düşün 24

düşün, Güz’11 66

Newton’la devam eden “klasik fizik” dünya ve kainat tanımlarını değiştirmiş, dinsel tarifele-ri reddeden bir açıklama getirmişti.2 Newton fi-ziğinin tanımladığı dünya belirli kurallara göre ve belirli bir mantık çerçevesinde, yeterli bilgi-ye sahip olunduğunda doğru durum tahminleri-

nin yapılabildiği, başı sonu belirli olan “determi-nistik” bir sisteme sahipti. Doğrunun ve yanlışın ya da iyinin ve kötünün bir arada bulunamaya-cağı bu dünyada, tek bir doğru ve tek bir iyi var-dı. Sosyal bilimlerin de konusu olmaya başlayan bu gelişmeler, Auguste Comte tarafından geliş-tirilen pozitivizm olgusu ile birlikte ulaşabilece-ği en geniş etki alanına sahip oldu.

Batı’da yaşanan bu köklü değişiklikler elbet-te ki sınırlı bir coğrafyada kalamazdı. Aydınlan-manın yarattığı domino etkisi kısa zaman içe-risinde tüm dünyayı sardı ve imparatorlukların temellerini sarstı. Osmanlı İmparatorluğu özel-likle de 19. yüzyılda her ne kadar kendini bu ge-lişmelere adapte etmeye çalışsa da toplum ya-pısı itibariyle bir sistem değişikliğine gitmek-sizin çabalarının karşılığını alamayacağını ön-göremedi. Osmanlı’da insan hakları kavramı-nın Batı’dan gelen baskı ile sadece gayrimüs-

limleri kapsadığını, özgürlüklerin yaşanmasın-da ise devletin merkezi olan İstanbul ile taşra hayatı arasında ciddi farklar olduğunu görüyo-ruz. Dolayısıyla tüm halkı kapsayan insan hak-ları düşüncesi ve bu düşüncenin gerçekleşme-sini sağlayacak köklü değişim Kemalist Devrim ile olmuştur. Temel amaçları arasında insanın gönencini ve özgürleşmesini sağlamayı barındı-ran Kemalizm, bu hedeflerine varmanın ancak çağdaşlaşma sayesinde mümkün olacağının bi-linciyle toplumunu geri kalmışlıktan kurtara-cak devrimler gerçekleştirmiştir. Batı’nın orta-ya koyduğu demokrasi, özgürlük, insan hakla-rı gibi evrensel kavramları Türkiye’ye yerleştir-meye çalışan fakat bunun için gerekli koşulla-rın bulunmadığının da bilincinde olan Mustafa Kemal hem bu kavramların gerekli ön koşulları-nı yerine getirmiş hem de pratikte attığı adım-larla Türkiye’yi çağdaş insan hak ve özgürlükleri ile tanıştırmıştır. Bir yandan Batı’nın emperya-list güçlerine karşı bağımsızlık mücadelesi ve-rirken bir yandan da Batı modernleşmesinin dü-şünsel değerlerini kendi yerelliği ile birleştire-rek özgün bir model oluşturan Kemalizm, tari-hin ilk ulusal çağdaşlaşma ideolojilerinden biri olmuştur.

Bulunduğu çağın oldukça ger is inde seyreden ve var olma mücadelesi

veren bir toplumu kendi çağının i ler is ine taşıyan Kemalist ideoloj i ,

20. yüzyı l ın baskın ideoloj i ler inden bir ine eklemlenmemiş, kendi özgün

s istemini oluşturmuştur.

Bulunduğu çağın oldukça gerisinde seyreden ve var olma mücadelesi veren bir toplumu ken-di çağının ilerisine taşıyan Kemalist ideoloji, 20. yüzyılın baskın ideolojilerinden birine eklem-lenmemiş, kendi özgün sistemini oluşturmuş-tur. Mustafa Kemal pratikte uygulanmayı bek-leyen teoriler yazmamış, ideolojinin doktriner bir yapıda olmasını istememiştir. Suna Kili’nin ifadeleriyle “Mustafa Kemal kuşkusuz bir ku-

Page 68: düşün 24

düşün, Güz’11 67odtu

adt.

com

ramcı, bir bilim adamı değildi. Yapacağı devri-mi bütünüyle ve her yönüyle saptayarak, açık-layarak da uygulamaya koymamıştır. Ama Türk toplumunu başka gelişmiş toplumlar önünde ezilen, sömürülen, horlanan yoksul bir toplum

özelliği sayesinde doktriner olmayan ve sürekli devrimciliği içerisinde barındıran Kemalizm, bu yapısı ile dönemin ideolojilerinden ayrılmış hat-ta aynı sebepten dolayı bazı çevrelerce bir ide-oloji olarak kabul edilmemiştir. Ancak biz, tam olarak da bu özelliği sebebiyle Kemalizm’in, or-taya çıktığı çağın dinamiklerinden beslenmiş ve 21. yüzyılda hala varlığını sürdürebilen bir ideo-loji olduğunu düşünüyoruz. Nasıl Newton fiziği-nin deterministik karakteri dönem ideolojileri-ne ve toplumsal hayata yön vermişse 20. yüzyıl-da geliştirilen ve Einstein’ın “Matematik kesin olduğunda gerçeği yansıtmaz, gerçeği yansıt-tığında kesin değildir.” saptamasıyla başlayan kuantum devrimi de insanın “doğru”ya bakışı-nı değiştirmiştir. Örneğin Newton fiziğine göre ışığın hem dalga serileri hem de cisimcik bölük-lerinden oluşması mümkün değilken, yani iki-sinden birinin mutlaka doğru olması gerekirken kuantum fiziği bunun olabilirliğini saptamış, üs-telik ışığın dalga ya da cisimcik özelliği göster-mesinin gözlemciye göre değişebileceğini orta-ya çıkarmıştır. Bu yeni fizik anlayışıyla gündeme gelen olasılıksal nedensellik dünyanın kesin ku-rallar etrafında dönmediğini söyleyerek deter-minist söylemin geçerliliğini ortadan kaldırmış-tır. Dolayısıyla determinist söylemden beslenen liberalizm ve onun karşısında yer alan Marksizm gibi evrensellik iddia eden ideolojiler bulunduk-ları çağın getirdiği yapıları sebebiyle değişen

olmaktan kurtarmak; ülkenin güçlü elkoyucu-anamalcı devletler arasında paylaşılmasını ön-lemek istiyor; bunu nasıl gerçekleştirilebilece-ğini genç yaşından beri düşünüyordu. Döne-min siyasal gelişmelerini, dünya siyasal tarihi-ni; Avrupa’nın gelişmesini bu gelişmede ulusal devletin, ulusal birliğin, siyasal otoritenin varlı-ğını; Fransız İhtilali’ni ve bu ihtilalin getirdikle-rini iyi bilen, iyi yetişmiş bir komutandı… Toplu-mu insan yapısı, koşulları, olanakları, ekonomi-si, tarımı, ticareti, gelenekleri ve inançlarıyla bi-liyor; bu insanların öz yapısını, özveri duygusu-nu, bu özyapı ve özveri duygusunun tükenmek bilmez direnme, savaşma, başarma azmini ve gücünü iyi tanıyor; bu güçle her başarıya ulaşı-lacağı inancını taşıyordu. Bu birikimle devrimini 19 Mayıs 1919’dan başlatarak oluştura oluştu-ra, geliştire geliştire, biçim ve içerik vere vere, Anadolu’ya ve Türk ulusuna özgü uygulamalı bir çağdaşlaşma modeli ortaya çıkarmıştır. Bu mo-del, önderin kafasında oluşturduğunu halka su-narak, halka benimseterek, ulusun rızasını ala-rak, ulusun desteğinde ve eşliğinde bir devrimi öngörür.” 3

Anlaşılacağı üzere Mustafa Kemal Batı’da farklı koşullar sebebiyle doğmuş ideolojileri kendi toplumuna uygulamamış ancak Batı’dan evrensel olan değerleri almış ve uyguladığı po-litikalarda pragmatist davranmıştır. Pragmatist

Pragmatist özel l iğ i sayesinde doktr iner olmayan ve sürekl i devr imci l iğ i içer is inde barındıran Kemalizm, bu yapıs ı i le dönemin ideoloj i ler inden ayr ı lmış hatta aynı sebepten dolayı bazı çevrelerce bir ideoloj i o larak kabul edi lmemişt ir.

Page 69: düşün 24

düşün, Güz’11 68

toplum düzeni içerisinde yer edinememişler-dir.4

Gerek bilim alanında yaşanan gelişmeler ge-rek 20. yüzyılda arka arkaya patlak veren savaş-lar sonucu yaşanan acılar ve modern toplumun vaat ettiği refah düzeyi ile gelecek olan mutlu-

luğun yerini alan, artan gelir farklılıkları ile bir-likte gelen sefalet, modernleşme projesinin in-san hayatına verdiği zararın, sağladığı yarar-dan daha fazla olduğu konusunu gündeme ge-tirmiştir. İkinci Dünya Savaşı sırasında yaşanan acılar ve soykırıma varan vahşetin olabilirliği-nin görülmesi, pozitif hukuka olan güveni sars-mış ve insan hakları konusunu yeniden günde-me taşımıştır. Yaşanan olayların tekrarlanma-ması adına uluslararası alana insan hakları kav-ramını ilk defa taşıyacak ve insan hakları huku-kuna kaynaklık edecek evrensel bir belge nite-liği taşıyan İnsan Hakları Evrensel Beyanname-si, 10 Aralık 1948 yılında Birleşmiş Milletler Ge-nel Kurulu’nca kabul edilmiştir. Beyanname’nin oylanmasına o dönemde BM üyesi olan bütün devletler katılmış ve 56 oydan 8 çekimsere kar-şılık 48 olumlu oyla kabul edilmiştir. Oylama-da çekimser kalan devletler 6 Doğu Bloku ülke-si (Sovyetler Birliği, Beyaz Rusya, Ukrayna, Po-

lonya, Çekoslovakya) ile Suudi Arabistan ve Gü-ney Afrika Birliği’dir.5 Sosyalist ülkelerin çekim-ser kalmasının sebebi iktisadi ve kültürel hak-ların geri plana itildiğini düşünmeleri ve İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin kapsamın-dan hoşnut olmamaları iken Suudi Arabistan’ın çekimser kalmasının sebebi devletin din anlayı-şı ile beyannamenin bazı hükümlerinin çeliştiği-ni düşünmesidir.

İnsan haklarının evrensel düzeyde var olup olamayacağı tartışması bugün aydınlanmanın yarattığı kurumların yani modernitenin başarılı olup olmadığı tartışmalarıyla beraber yürümek-tedir. Avrupa’da dolaşan bir hayalet olarak ta-nımlanan ve modernizmin uygulamalarına her-hangi bir sistematiği olmaksızın eleştiri getiren postmodernizm kavramının en önemli fikir ba-bası Nietzche ise modernliği “daha yüksek tür-lerin” rasyonalizm, liberalizm, demokrasi, sos-

Newton f iz iğinin diyalektiğini öncül a lan ideoloj i ler tar ih

sahnesinden çeki l i rken içer is inde pragmatik öğeler

bulunduran, kuantum felsefe-s inin toplumsal a lana bir yansıması

olarak nitelendirebi leceğimiz Kema-l izm, sürekl i devr imci l ik anlayış ı i le

bugünün sorunlar ına çözüm üretme özel l iğ ini hala devam

ett irmektedir.

yalizm adına sıradanlaştırdığı, içgüdülerin kö-reltildiği bir çöküş olarak tanımlamaktadır.6 Fo-ucault ise modernizmin bireyleri “normalleştir-diğini” ileri sürerek bireyin yeni öznellik biçim-leri bulması gerektiğini söylemekte ve “Özne-yi belirsizleştirecek olan etik, evrenselleştirici ve normalleştirici olmayan, bireyler arasındaki farklılıklara özen gösterirken bireysel özgürlü-ğü ve bireyin özgürlüğünü daha geniş toplum-sal bağlamını vurgulayan bir etik olmalıdır.” di-yerek belirsiz olması ve temelde üst anlatılara karşı olması sebebiyle herhangi bir üst anlatısı

Page 70: düşün 24

düşün, Güz’11 69odtu

adt.

com

olmayan postmodernizmin etik anlayışı hakkın-da ipuçları vermektedir.7

Evrensel normlara karşı olan postmodern düşünce nesnel, genel, nötr ilkelerin varlığını yadsır ve tüm ussal varlıkların üzerinde anlaşa-bilecekleri rasyonel ilkelerin bulunmasının ola-naksızlığını ifade ederek modern devletin teme-lini oluşturan hukuksal altyapının meşruluğunu sorgular ve onu güç ilişkilerinden bağımsız ola-rak ele almaz. Modern olmayan dönemdeki ya-şantısına bir özlem duyar. Bu anlamda muhafa-zakardır, ileriye yönelik planları barındırmak-sızın kendisini şimdiye hapsederek kişiyi tarih, mekan ve zamandan soyutlar. Varlığını belirsiz-liğinden alan bu kavramın belirli bir ahlak anla-

men tüm dünyada pek çok sosyolojik araştır-manın konusu olan ve modern kurumların ta-mamına saldırıda bulunması sebebiyle günde-lik hayatımızı etkileyen postmodernizm kavra-mı, bireylerin farklılıklarından yola çıktığı için eşitlik düşüncesini reddeder. Bu sebeple de in-san hakları konusuna farklı yorumlar getirir. Her toplumun kendine özgü koşulları olacağı dü-şüncesinden yola çıkarak genel geçer kuralların bulunmadığını iddia eder ve tüm vatandaşları-na eşit mesafede durabilecek bir ulus devletin var olamayacağı savından yola çıkarak yurttaş-birey kavramını kabul etmez.9 İnsan hakları ile çelişen bir diğer önemli nokta ise devleti meş-ru olarak görmeyen anlayışın onun yasa koyu-cularını da meşru olarak görmeyişi ve en temel-de pozitif hukuk kurallarının adaleti temsil etti-ğini düşünmeyişidir.

Anlaşılacağı üzere postmodern bir toplumun nasıl bir toplum olacağını kestirmek bizim bu-günkü değer yargılarımızla pek mümkün gö-rünmüyor. Ancak bugün tüm dünyada yaşanan gelişmelere baktığımızda bu rüzgarın etkileri-ni hissedebiliyoruz. Aydınlanmanın ortaya at-tığı bazı savların, örneğin dinin kamusal hayat-tan daha fazla özel hayata çekileceği ve gittik-çe toplumsal hayattaki etkisinin azalacağı sa-vının, bugün tersine işleyen bir süreç içerisinde

Bizler d ü ş ü n grubu olarak, bugünün toplumsal dinamikler inin doğru yorumlanması hal inde Kemalizm’in, iç inden ç ıkt ığı aydınlanma kültürünü devam ett irerek zaman içer is inde ortaya ç ıkan toplumsal iht iyaçlara cevap verebi leceğini, daha barışç ı l , hoşgörülü ve insan haklar ına saygı l ı b ir Türkiye’nin yaratı lmasında başı çekebi lecek bir güç olabi leceğini düşünüyoruz.

yışına oturtulması imkansızdır. Çünkü genelle-meleri kabul etmez ancak ahlak kavramını kişi-nin başka bir kişiyle yani bir öteki ile olan ilişki-si üzerine temellendirir. Ötekini ihmal eden her davranışı ahlak dışı sayar. Postmodernler, mo-dernite ile bağdaştırdıkları bilimsel bilginin üs-tünlüğü, pozitivizm, ulus devlet anlayışı, en-düstrializm, kapitalizm, demokrasi, laiklik, tek-noloji, bürokrasi ve uzmanlaşma gibi kavramla-ra karşı çıkarken belirsizliği, farklılığı, etnikliği, yerelliği, özgünlüğü ön plana çıkarırlar.8

Henüz varlığı dahi tartışmalı olmasına rağ-

Page 71: düşün 24

düşün, Güz’11 70

olduğunu görüyoruz. Aynı şekilde vatandaşlık kavramının özümsenmesi özellikle de küresel-leşme süreci ile beraber daha fazla tartışılan bir konu haline geliyor. Dünya ile iletişim ve etkile-şimin artması tahmin edildiğinin aksine insan-ları yerel kimliklerine ve geleneksel yaşamları-na daha fazla bağlıyor.

Bugün Türkiye’de insan hakları ve özgürlük-ler tartışmalarının hemen hemen tamamının din ya da etnik temelli olması dünyanın geçirdi-ği süreçten bağımsız gelişen olaylar olarak dü-şünülmemelidir. Tabi ki Türkiye’nin kendine öz-gün koşulları bu tartışmaların yapıldığı zemi-nin hazırlanmasına yardımcı olmaktadır. Ancak bugün dünyanın geneline baktığımızda muha-fazakar hükümetlerin koltuklarını korudukları-nı ve bir dönemin siyasetine yön veren sağ sol tartışmalarının bugün yaşanmadığını, siyase-tin ideolojilerden soyutlandığını görebiliriz. Ko-nuşmaya başlarken belirttiğimiz üzere bu ça-ğın kilit kavramı olan insan hakları ortaya atıl-dığı dönemden bugüne yaşanan bu gelişmeler-le değişim geçirerek gelmek zorunda kalmıştır. Uluslaşma sürecinde insan hakları ve demokra-sinin en önemli teminatı olan laisizm, bugün in-san haklarını kısıtlayan bir etmen olarak sunu-labilmektedir.

Sonuç olarak insan aklının egemenliği ele geçirmesiyle beraber toplumlar hızlı değişimle-re sürüklenmiştir. Bu sürüklenme sırasında başı çeken kimi zaman toplumsal etkileşimler kimi zaman bilim dünyasında yaşanan gelişmeler ol-muş; sonuç olarak ortaya çıkan düşünce akım-ları teknolojinin ilerlemesi ile beraber, gittikçe daha hızlı bir şekilde dünyaya yayılmıştır. Bu-gün postmodernizmle yaratılan belirsizlik orta-mında, kimi zaman ideolojilerin ortaya koydu-ğu uygulamalar üzerinden akıl ve bilimin yarat-tığı devrimin eleştiri konusu edildiğini kimi za-man ise modernitenin eleştirisi üzerinden ideo-lojilerin hedef haline geldiğini görüyoruz. Böyle bir ortamda, bahsedildiği üzere Newton fiziği-nin diyalektiğini öncül alan ideolojiler tarih sah-

nesinden çekilirken içerisinde pragmatik öğe-ler bulunduran, kuantum felsefesinin toplum-sal alana bir yansıması olarak nitelendirebile-ceğimiz Kemalizm, sürekli devrimcilik anlayışı ile bugünün sorunlarına çözüm üretme özelliği-ni hala devam ettirmektedir. Bizler düşün grubu olarak, bugünün toplumsal dinamiklerinin doğ-ru yorumlanması halinde Kemalizm’in, içinden çıktığı aydınlanma kültürünü devam ettirerek zaman içerisinde ortaya çıkan toplumsal ihti-yaçlara cevap verebileceğini, daha barışçıl, hoş-görülü ve insan haklarına saygılı bir Türkiye’nin yaratılmasında başı çekebilecek bir güç olabile-ceğini düşünüyoruz.

KAYNAKÇA

1. Çağıran, M. E., Uluslararası Alanda İnsan Hakları, Platin yayın-ları, 2006, Ankara, Birinci baskı.s 5-13.

2. Alatlı, A. “Bin Yılın Muhasebesi: İkinci Aydınlanma Çağı” Doğu Batı Dergisi, Şubat-Mart-Nisan 2000, no:10, s.12.

3. Kili, S. Atatürk Devrimi-Bir Çağdaşlaşma Modeli-, Türkiye İş Bankası Yayınları, 1988, s.164-166.

4. Arık, E. “Bilim-İdeoloji-Pragmatizm-Sürekli Devrimcilik”, dü-şün , Güz Dönemi 2000, no:12 s.35-36.

5. Çağıran, M. E., Uluslararası Alanda İnsan Hakları, Platin yayın-ları, 2006, Ankara, Birinci baskı., s.85-87.

6. Urhan, V. “Türk Toplumu ve Gelişme Teorisi: Modernizm, Post-modernizm ve Personalizm”, Doğu batı Dergisi, Ağustos-Eylül-Ekim 1999 sayı:8 s.156.

7. Foucault, M., “The Subject and Power”, Dreyfus and Robinow, 1982, ss.208-26, S. Best, D. Kellner.

8. Türkbağ, A. U., “Hukuk ve Adalet Üstüne: Postmodernite ve Hu-kuk İdealleri, Adalet, Hukuk Devleti” Doğu Batı Dergisi, Kasım-Aralık 2000, Ocak 2001 sayı: 13 s.213-218.

9. Cangızbay, K., “Hukuk ve Adalet Üstüne: Bir Kavram Olarak İn-san Hakkı”, Doğu Batı Dergisi, Kasım-Aralık 2000, Ocak 2001 sayı: 13 s.122-123.

Page 72: düşün 24

düşün, Güz’11 71odtu

adt.

com

düşün: Çağdaş Türk Edebiyatı’na anı roman-larınızla katkıda bulunan önemli bir yazarsınız. Tarihe yön veren kişilerin bilinmeyen tarafları-nı akıcı ve öğretici bir şekilde yazıyorsunuz. Anı ve belgeleri tarihsel gerçekler ışığında, kurguy-la harmanlayarak anlatan birçok romanınız var. Örneğin Başın Öne Eğilmesin, Özgürlüğe Kur-şun, Hava Kurşun Gibi Ağır isimli romanlarınız-da toplumda kanaat önderi olmuş aydınların hayatını anlattınız. Sizi bu tür anı roman yaz-maya yönlendiren etmen ne oldu?

Hıfzı Topuz: Ben romanlarımla tarihte ya-şanmış bazı olayların bilinmeyen tarafları-nı gün yüzüne çıkarmaya çalışıyorum. Osman-lı Devleti’ni ele aldığım zaman, Osmanlı döne-mindeki düzensizlikleri vurguluyorum. Örne-ğin Mithat Paşa’nın nasıl öldürüldüğünü, III.

Selim’in ne gibi baskılar altında kaldığını anlatı-yorum, insan haklarının ve demokratik hakların olmadığını gözler önüne seriyorum. Ayrıca tari-hi, anıyla bütünleştirerek yazdıklarımı ilgi çeki-ci hale getirmek ve tarihi sevdirerek öğretmek, benim için her romanımın ileriye dönük devrim-ci bir mesaj içermesi kadar önemli.

Okuma toplantılarında konuştuğum öğren-ci ve öğretmenlerin bana her yerde “bize tari-hi sevdirdin” demeleri beni mutlu ediyor. Ayrıca ele aldığım çoğu kişiyle tanışmış, konuşmuş ol-mam da bu tür roman yazmamı kolaylaştırıyor.

Örneğin Hava Kurşun Gibi Ağır romanımda Nazım Hikmet’i anlattım. Ben okuma yazma bilmeden önce Tevfik Fikret’in bazı şiirlerini ez-bere bilirdim. Daha sonra Faruk Nafiz’i, Yahya

* Hıfzı TOPUZ | Gazeteci - Yazar

CUMHURİYET’İN İLK YILLARINI YAŞAMAK VE YAŞATMAKdüşün Sorular / Yanıtlar*

Page 73: düşün 24

düşün, Güz’11 72

Kemal’i öğrendim. Ama Nazım’ı okuduktan son-ra onun hayranı oldum. Paris’teyken Nazım’ın sesini banda aldım. Bana bir saate yakın “Ha-vana Röportajı”nı, “Saçları Saman Sarısı”nı ve altı şiirini okudu, Havana’dan yeni döndüğü için orada yaşadıklarını anlattı.

Nazım’ı yakından tanıdım ve onunla dost ol-dum. Bugün o dönemin büyük şair ve aydınları-nı tanıyan, onlarla konuşan çok az kişi kaldı. Ör-neğin geçen sene Mehmet Aksoy’un yaptığı Na-zım heykelini Havana’ya götürdüğümüz grupta Nazım’ı tanımış olan bir ben vardım. Sabahat-tin Ali’yi tanıyan insanlardan da sağ kalan üç beş kişi arasındayım.

Ben çok geniş bir lider, aydın ve seçkin kit-lesiyle konuşma mutluluğuna eriştim. Kurtu-luş Savaşı’nda Yunan Orduları Başkomutanı General Trikupis’le röportaj yaptım, İnönü’yle, Menderes’le, Celal Bayar’la ve Atatürk’ün bir-çok yakınıyla konuştum.

1937’de on dört yaşındayken, Atatürk’ün Ankara’dan İstanbul’a geleceği bir gün, Kartal Kaymakamı Bahir Öztrak’ın başkanlığında ka-sabanın gençlik bandosu eşliğinde Atatürk’ü karşılamaya Pendik Tren İstasyonu’na gittik. Atatürk trenden inince onunla el sıkışma mut-luluğunu yaşadım. Atatürk’ü birçok kez Haydar-paşa Garı’nda, Kral Edward ile birlikte Moda’da, İran şahı geldiğinde Maltepe’de, Onuncu Yıl’da Ankara’da tribünde, Ortaköy’de Galatasaray’da okurken motorla okulun önünden geçerken gördüm. Ailemde Atatürk’e yakın olan ve sofra-sında bulunan milletvekilleri vardı. Örneğin Sü-reyya Yiğit , Dr. Fikret Onuralp, Prof. Vasfi Raşit. Babam da Milli Mücadele’de Atatürk’ün emrin-de çalışmıştı. Kısacası tüm bu yaşadıklarıma ve tanıştığım insanların anılarına dayanarak, gaze-teci kimliğimle de gerçekleri araştırarak kitap-larımı yazdım.

düşün: Önemli bir gazetecilik geçmişine de sahipsiniz. UNESCO’da görevli olduğunuz dö-nemde dünyada haber dolaşımının, gazetecilik

eğitiminin, iletişim araştırmalarının ve Üçüncü Dünya Ülkeleri’nde iletişim araçlarının geliştiril-mesi için çalışmalarda bulundunuz. Bunlardan söz edebilir misiniz?

Hıfzı Topuz: Yüksek lisans ve doktoramı Strasbourg Üniversitesi’nde gazetecilik üzerine yaptım. Akşam gazetesinde on iki yıl istihbarat şefi, yazı işleri müdürü ve röportaj yazarı olarak çalıştım. Merkezi Paris’te bulunan UNESCO’da yirmi beş yıl gazetecilik eğitimi, iletişim araçla-rının geliştirilmesi, basın ahlakı ve iletişim öz-gürlüğü ile ilgili projelerden sorumlu bölüm şe-fiydim.

Afrika, Latin Amerika, Arap ve Asya ülkele-rinde eğitim seminerleri düzenledik ve gaze-tecilik okullarının açılmasına yardım ettik. Ba-sın ahlakı ve gazetecilerin korunması üzerinde çalışmalar yaparken de mesleksel örgütler ara-sı işbirliğini ve dayanışmayı geliştirmeye yönel-dik.

Ayrıca 1950’li yılların sonundaki tekelleşmiş habercilik anlayışını yıkmaya çalıştık. Associ-ated Press, AFP, Reuters, International Press

Biz, her toplumun kendi sorunlar ını, o laylar ını ve

eği l imler ini u luslararası tekelc i haber ajanslar ına bağl ı kalmadan

doğrudan doğruya dünyaya duyurmalar ı gereğini savunduk.

Union ve Tass gibi uluslararası haber ajansları haberleri Paris’ten, Londra’dan ve New York’tan dağıtıyorlardı. Biz, her toplumun kendi sorun-larını, olaylarını ve eğilimlerini uluslararası te-kelci haber ajanslarına bağlı kalmadan doğru-dan doğruya dünyaya duyurmaları gereğini sa-vunduk. Bu amaca ulaşmak için Üçüncü Dünya Ülkeleri’nin kendi haber ajanslarını kurmalarına ve aralarında haberleşmelerine yardım ettik. Bu

Page 74: düşün 24

düşün, Güz’11 73odtu

adt.

com

çalışmalar 70’li yıllarda haber tekellerini sarstı. Bunun sonucu olarak neo-emperyalist ülkelerde UNESCO’ya karşı büyük bir tepki oluştu. Özel-likle Nobel ödüllü İrlanda eski Dışişleri Bakanı McBride’ın başkanlığını yaptığı, içinde Sovyet-ler, Amerika, İngiltere, Fransa ve Afrika’nın bu-lunduğu uluslararası McBride Komisyonu’nun hazırladığı “Özgür Haber Dolaşımı” raporu te-kelci güçler tarafından tepkiyle karşılandı. Bu ülkeler UNESCO’nun iletişim özgürlüğüne karşı çıktığı söylentilerini yaymaya başladılar. Ame-rika ve İngiltere UNESCO’dan ayrılarak yirmi yıl bu örgütün çalışmalarına katılmadılar. Ama sonra UNESCO’nun doğru bir politika izlediği anlaşıldı.

düşün: Sizin de belirttiğiniz üzere yurt dı-şındaki ülkelerde de özgür düşünce ortamının oluşması ve gelişmesi için pek çok çalışmada aktif görev aldınız. Türkiye’de ne yazık ki özgür düşünce ortamının halen tam olarak oluşmadı-ğını görüyoruz. Bunun sebeplerinden biri olarak pek çok aydının faili meçhul cinayetlere kurban gitmesi görülebilir. Peki günümüze kadar süre-gelen “aydın katliamları” hakkında hükümetle-rin politikalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Hıfzı Topuz: Gazeteci ve aydınların katledil-mesi Türkiye’de çok eski zamanlara, İttihat ve Terakki dönemine kadar dayanıyor. Özgürlüğe Kurşun kitabımda ele aldığım öldürülen gazete-ciler Hasan Fehmi, Ahmet Samim ve Zeki Bey-

ler Türkiye’de öldürülen ilk üç büyük gazeteci-dir. Tesadüfen hepsi, o dönemde Batı’ya açık bir okul olan ve içinde daha aydın insanların yetişti-ği Galatasaray Lisesi’nden mezundurlar. Bu ay-dınların diğer bir ortak özelliği ise daha demok-ratik bir rejim, daha fazla düşünce özgürlüğü is-temeleri ve İttihatçılar’a muhalefet etmeleridir. Bu yüzden bu gazeteciler haince öldürülmüşler-dir. Bu üç gazetecinin öldürülmesinden sonraki olaylar pek bilinmez.

İttihatçılar’ın tetikçi olarak kullandığı Çerkez Ahmet, Zeki Bey davasında mahkum olup be-raat ettikten sonra, İstanbul’daki bazı Ermeni-leri Suriye’ye götürecektir. Çerkez Ahmet yedi Ermeni gazeteciyi -bu yedi Ermeni gazeteci, ki-tabımın sonunda yer alan, öldürülen aydınla-rın isimlerinin bulunduğu altmış bir kişilik kara listeye eklenebilir- yolda öldürür. Daha son-ra, cinayetlerden haberdar olan ve bu durum-dan hoşlanmayan Suriye’de Ordu Kumandanı ve Vali Cemal Paşa, Çerkez Ahmet’in idamını is-ter ve Dahiliye Nazırı Talat Paşa’ya ne düşündü-ğünü sorar.Talat Paşa idam kararını onaylar ve Çerkez Ahmet idam edilir.

Ne var ki cinayetleri örgütleyen “Serez Mu-tasarrıfı” adıyla ünlü İttihatçı Şükrü Bey hak-kında hiçbir kovuşturma yapılmaz. Şükrü Bey daha sonra Osmanlı döneminde bakanlığa yük-selmiş ve mütarekenin başlarında da İngilizler tarafından tutuklanarak Malta’ya sürülmüştür.

Sabahatt in Al i emperyal izme, dikta rej imine, baskıya, her tür lü

sömürüye, ger ic i l iğe, şer iata, kadınlar ın ezi lmesine karşı o lan,

insan haklar ını savunan, yalnız işç i s ını f ını deği l ezi len bütün halk

kit le ler ini , memuru, dar gel i r l iy i , köylüyü, esnaf ı korumaya kendini adayan ve bunu hayatıyla ödeyen

bir aydındı.

Page 75: düşün 24

düşün, Güz’11 74

olmayan, kimseden emir almayı sevmeyen, bir disiplin altında çalışmayı kendine yediremeyen ve özgür hareket eden Sabahattin, kendisine kin besleyen eski bir polis müdürünün yönettiği bir işkence sırasında öldürüldü. 1948 Halk Parti-si iktidardaydı. CHP’li Başbakan Nihat Erim de, Demokrat Parti liderlerinden Adnan Menderes ve Samet Ağaoğlu da Sabahattin’in nasıl öldü-rüldüğünü biliyordu ama hiçbiri böylesine acı-masız bir olayın üstünde durmadı.

27 Mayıs 1960’da iktidara gelen Milli Birlik Komitesi’nden AKP’ye kadar hiçbir hükümet bu konuyu ele almadı. Kısacası 1948’den bu yana bütün hükümetler ve bütün partiler çok sevdi-ğim arkadaşlarım Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı ve Abdi İpekçi’nin katledilmelerinde de olduğu gibi katillere sahip çıktılar. “Aydın Katli-amları” konusunda üzerlerine düşen görevi ye-rine getirmemelerinin en belirgin gerekçesi dü-zenin bozulmasını istememeleridir, zaten bunu bir bakanın “Duvardan bir tuğla çekersen duvar yıkılır.” sözü de bir bakıma açıklıyor.

Milli Mücadele yıllarında Malta’dan kurtu-lan Şükrü Bey İstanbul ve Samsun yoluyla Ankara’ya ulaşmış ve onun bu cinayetlerin ele-başısı olduğunu bilmeyen Ankara Hükümeti de kendisini Trabzon Valiliği’ne atamıştır. Daha sonra Kocaeli’nden milletvekili seçilen Şükrü Bey Atatürk’e karşı düzenlenen İzmir Suikastı’nı hazırlayanlar arasında yer almış ve İstiklal Mah-kemesi kararıyla idam edilmiştir.

Cumhuriyet’in ilk yıllarında, Atatürk zama-nında öldürülen tek bir gazeteci yoktur. İnönü dönemine geldiğimizde ise Sabahattin Ali katle-dilmiştir. Bu olayı Başın Öne Eğilmesin kitabım-da anlattım. Sabahattin Ali emperyalizme, dik-ta rejimine, baskıya, her türlü sömürüye, gerici-

liğe, şeriata, kadın-ların ezilmesine kar-şı olan, insan hak-larını savunan, yal-nız işçi sınıfını de-ğil ezilen bütün halk kitlelerini, memuru, dar gelirliyi, köylü-yü, esnafı korumaya kendini adayan ve bunu hayatıyla öde-yen bir aydındı. Dü-şünce insanı olması-nın yanında çok iyi bir dost, şaka yap-mayı seven zeki bir adamdı. Örneğin, birgün bir meyha-nede kendisini sivil

polislerin izlediğini bildiğinden onları işletmek ve kışkırtmak için “Moskova’dan para aldık, bu akşam burada yiyeceğiz.” demişti. İşte Saba-hattin böyle esprili, eğlenceli bir dosttu ve hal-kını düşünen, her kesimin hakkını savunan bir aydındı.

Sabahattin Ali’nin öldürülmesi katiyen bir devlet kararı değildi. Sabahattin Ali, Ali Erte-kin adında bir ajan aracılığıyla Bulgaristan’a kaçmak isterken yakalandı. Düşünce olarak Marksist olmasına rağmen Komünist Parti üyesi

Ülkenin çağdaşlaşma yolunda gel işmesine sağladığı katkıya

rağmen komünizm propagandası söz konusu bi le deği lken Köy

Enstitüler i ’ne ideoloj ik saldır ı lar oldu.

düşün: Sizin “savaş yıllarında kültür devrimi” olarak adlandırdığınız Köy Enstitüleri’ni anlatan Tavcan isimli kitabınızda Sabahattin Ali’yle ilgili bir anı var. Köy Enstitüleri öğrencileri Sabahat-tin Ali’den Nazım Hikmet’in bir şiirini okumasını istiyorlar. Fakat Nazım’ın bir şiirini okuması bile Sabahattin Ali’nin öğrencilere komünizm aşı-ladığı şeklinde söylentilerin yayılmasına sebep oluyor. Bu söylentilerin yanında enstitüler hak-kındaki komünist yuvası suçlamaları üzerine bu eğitim kurumları çok fazla baskı görüyor. O dö-nemki Köy Enstitüleri’nin yerini siz nasıl değer-lendiriyorsunuz?

Page 76: düşün 24

düşün, Güz’11 75odtu

adt.

com

Yıllar sonra 1960’ta Paris’te toplanan UNES-CO genel konferansına katıldı. Ben de o dö-nemde UNESCO’da çalışıyordum. Birgün Ha-san Ali’ye “Burada görmek istediğiniz eski dost-larınız var mı?” diye sordum. Abidin Dino’dan, Avni Arbaş’tan ve Pertev Boratav’dan söz ettik. “Hepsini görmek isterim ama başkasını çağır-ma.” dedi. Bunun üzerine o akşam bizim evde toplandık. Pertev Bey bordo bir kravat takmış-tı. Hasan Ali “Pertev, sizin bu kırmızı kravatınız yüzünden başıma neler geldi.” diyerek takıldı.

Hıfzı Topuz: Atatürk zamanında Milli Eği-tim Bakanlığı yapmış olan Mustafa Necati, Va-sıf Çınar, Reşit Galip Beyler ve İnönü dönemin-de de Saffet Arıkan çağdaş Türk eğitim sistemi-nin ve Köy Enstitüleri’nin temellerini atan kişi-lerdi. Daha sonraları bu fikirleri Hasan Ali Yü-cel ve İsmail Hakkı Tonguç hayata geçirdi. Ha-san Ali Yücel’in bakanlığı döneminde kurulan Köy Enstitüleri, Cumhuriyet’in ve Kemalizm’in kültür politikalarının uygulamasıydı. Öğrenci-ler kendilerini yalnız akademik yönden geliş-tirmekle kalmıyor, öğrendikleri bilgileri uygu-lamalı yöntemlerle hayata geçiriyorlardı. Ayrı-ca tarımcılık, hayvancılık ve balıkçılık yaparak okul masraflarını karşılıyorlardı. Köy Enstitüleri UNESCO’nun düzenlediği uluslararası toplantı-larda da gelişme yolundaki ülkelere örnek gös-terildi.

Ülkenin çağdaşlaşma yolunda gelişmesine sağladığı katkıya rağmen komünizm propagan-dası söz konusu bile değilken Köy Enstitüleri’ne ideolojik saldırılar oldu. Öğretmenler bu eği-tim kurumlarında komünizm propagandası ya-pıyor diye dava açılmadı. Ancak enstitülere ya-pılan saldırılar büyük zararlar verdi. Örneğin Sa-bahattin Ali, Hasan Ali ve Tonguç bu saldırılar-dan yara aldılar.

Hasan Ali Bey çok sevdiğim, hayran ol-duğum, Osman-lı kültürüne, Bekta-şilik ve Mevlevilik’e meraklı, mistik bir havası olan, hoşgö-rülü bir aydındı. Mil-li Eğitim Bakanlığı yaptığı dönem için-de eğitim hayatına pek çok yenilik ge-tirdi. UNESCO’nun kuruluşu için 1945’te Londra’da düzenle-nen toplantıya da katılmıştı.

Eğer Köy Enstitüler i ’nin verdiği mücadele daha uzun soluklu

olabi lseydi hiç şüphesiz demokrasimiz şu an bulunduğu

durumdan daha üst düzeyde olacaktı .

Pertev Bey de “Bakın beyefendi, benim krava-tım kırmızı değil bordo, sizin kravatınızda kırmı-zı noktalar var.” deyince Hasan Ali bu kez “Ben senin gibi haykırıyor muyum?” dedi.

Pertev Boratav komünist değil, sadece ılım-lı sosyalistti. Pertev Bey de, Sabahattin Ali de proleterya diktatörlüğünden yana değillerdi, demokrasi yanlısı insanlardı. O dönemde bu ay-dınların hepsi Moskova ajanı olarak ünlenmişti. Zaten Türkiye’de eskiden devletçiliği ve sosyal adaleti benimseyen her insana komünist deni-yordu.

Komünizm propagandası yapmakla suçla-nan Köy Enstitüleri Türkiye’yi çağdaş uygarlık seviyesine çıkarmaya yönelmişlerdi; öğrencinin aydınlanmasını, okuyup üretirken genel kültür sahibi olmasını sağlıyorlardı. Kurulduğu günden itibaren toprak ağalarını ve bazı çıkar grupları-nı ürküten Köy Enstitüleri, köylünün kendi başı-na kalkınabileceğini kanıtlamıştı. Köylünün kal-kınmasını ve aydınlanmasını sağlayan bu eği-tim kurumlarının kapatılmasıyla Türkiye’de çağ-daşlaşmanın önüne set çekilmiş oldu. Eğer Köy

Page 77: düşün 24

düşün, Güz’11 76

Enstitüleri’nin verdiği mücadele daha uzun so-luklu olabilseydi hiç şüphesiz demokrasimiz şu an bulunduğu durumdan daha üst düzeyde ola-caktı.

Kısacası, bugünün koşullarında yeni teknolojik araçları kullanarak ve televizyondan yararlana-rak geri kalmış çevreleri uygarlık düzeyine ulaş-tırmak için yeni projeler oluşturmak ve yeni eği-tim kurumları yaratmak gerekir.

düşün: UNESCO’ daki göreviniz sebebiyle uzun yıllar yurt dışında bulundunuz. Yurt dışın-da Türkiye’yi dışardan gözlemleme imkanınız oldu. Bu süre zarfında, insanlar Türkiye hakkın-da nasıl bir izlenime sahipti?

Hıfzı Topuz: 1959’dan itibaren yirmi beş yıl UNESCO’da çalıştım. Düzenlediğim toplantı-larda dünyanın her yanından gelen insanlar-la birlikte olduk. Çevremdeki insanların hepsi Türkiye’ye çok olumlu bakıyordu; çünkü Türki-ye, gerici ve tutucu bir İslam toplumundan sıy-rılıp Batı uygarlığını örnek alarak çağdaşlaşma yolunda ilerleyen yeni bir ülke olmuştu. Türkiye deyince insanların aklına ilk gelen isim Atatürk oluyordu. Özellikle Kuzey Afrika ülkelerinde, Tunus’ta, Cezayir’de ve Fas’ta müthiş bir Ata-türk hayranlığı vardı. Yalnız Atatürk dönemin-de değil ondan sonraki dönemlerde de Türkiye Batılı ve uygar ülkeler arasında sayılıyordu. Ya-bancı ülkelerde bulunduğum yaklaşık altmış yıl boyunca hiç kimse bana ve Türkiye’ye gerici gö-züyle bakmadı. Ancak bugün Türkiye’nin Batılı bir ülke olarak görüldüğü konusunda ciddi şüp-helerim var.

düşün: Anılarınızı ve düşüncelerinizi bizimle paylaştığınız için teşekkür ederiz.

Çevremdeki insanlar ın hepsi Türkiye’ye çok olumlu bakıyordu; çünkü Türkiye, ger ic i ve tutucu bir İs lam toplumundan s ıyr ı l ıp Batı uygarl ığını örnek alarak çağdaşlaşma yolunda i ler leyen yeni bir ü lke olmuştu.

Ben Köy Enstitüleri’nde bulunmadım ama bu enstitülerden yetişmiş Mahmut Makal, Fakir Baykurt, Adnan Binyazar, Osman Şahin, Meh-met Başaran gibi nice aydın arkadaşım oldu. Köy Enstitüsü öğretmenlerinden Mualla Eyu-boğlu, Sabahattin Eyuboğlu, Bahattin Fırtına gibi bazı ilerici aydınları tanıdım, onların görüş-lerini paylaştım. Enstitülerle ilgili yazı istendiği zaman yazıyorum ve toplantılarına katılıyorum. İlk olarak yirmi yıl önce İstanbul’da Lütfi Kırdar Salonu’nda Uğur Mumcu, Aziz Nesin, Mehmet Başaran, Can Yücel ve Bahattin Fırtına ile bera-ber Köy Enstitüleri’nin günümüzde olup olama-yacağı hakkında konuşmuştuk.

düşün: Peki sizce bugün Köy Enstitüleri tek-rar kurulabilir mi?

Hıfzı Topuz: Bugün Köy Enstitüleri eski biçi-miyle tekrar kurulamaz; çünkü bugünün tekno-lojisi ve nüfusun köy ve kentlerdeki dağılımı çok değişti. İçinde bulunduğumuz çağın gerekleri-ne ve gelir dağılımına göre daha farklı uygula-maların hayata geçirilmesi uygun olur. Nüfusun köylerdeki oranı yüzde 20’lere indi. Köyde ya-şayan halkın büyük bir kesimi kentlere göç etti ve kentlerin çevresinde genelde yoksul ve tutu-cu mahalleler oluştu. Kentlerde yaşayan köylü topluluğu da gerici güçlerin etkisi altında kaldı.

Page 78: düşün 24

düşün, Güz’11 77odtu

adt.

com

* Ece YÜCE | ODTÜ Atatürkçü Düşünce Topluluğu

TARİHİN KARA BİR SAYFASI: MENEMEN OLAYI*

Menemen’deki Kubilay Anıtı’nın önünde “İnandılar, dövüştüler, öldüler” yazar. Öğret-men Mustafa Fehmi Kubilay, Bekçi Şevki ve Ha-san cumhuriyeti, laikliği ve devrimleri korumak için kendilerini tehlikeye atmaktan çekinmeyen üç kişidir. Olayın gerçekleştiği 1930 yılının Ara-lık ayının 23’ü sıradan bir gün değil, aksine Ku-bilay, Hasan ve Şevki’nin hazin öyküsünü anla-tan önemli bir gündür.

23 Aralık’a Giden Yol

Tarihte yapılan her devrimci hareketin bir karşı tezini doğurduğu göz önünde bulundurul-duğunda, Türk Devrimi’nin gerçekleştiği süreç-te, devrim karşıtı hareketlerin doğması şaşırtı-cı değildir. Menemen Olayı da yapılan devrim-ler sırasında karşılaşılan gerici hareketlerden bi-risidir. Olayın yaşanmasına kadar geçen süreç-te; saltanat kaldırılmış, cumhuriyet ilan edilmiş, halifeliğe son verilmiş, eğitimde, hukukta ve kı-lık kıyafette devrimler yapılmış kısaca çağdaş bir Türkiye’nin temelleri atılmıştır. Fakat tüm bunlar gerçekleştirilirken, birtakım çevreler ya-

“Düştü Kubilay’ın başsız gövdesi Bir zeytin dalı gibi yere, Düştü cebinden bir kitap Açıldı göklere…”**

** Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın “Kubilay Destanı” adlı şiirinden alınmıştır.

Page 79: düşün 24

düşün, Güz’11 78

pılan devrimleri içselleştirmeyi reddetmiş, Ser-best Cumhuriyet Fırkası’nın kurulması ile birlik-te de tepkilerini bu partinin çatısı altında dile getirmeye başlamışlardır.

ğunu öğrenmesini, demokratik yaşam konusun-da bilinçlenmesini ve cumhuriyetin kişilere bağ-lı olmaktan çıkarılıp, halkın beyninde ve kalbin-de kökleşmesini, sarsılmaz bir yer edinmesini istemiştir. Bu sebeple yeni bir parti kurulması-nı istemiş ve daha önce yaşanan tecrübeleri göz önünde bulundurarak muhalefetin rejim tartış-maları üzerinden yapılmaması için güvendiği bir isim olan Fethi Okyar’a düşüncesini açıkla-mış ve ondan laikliği, cumhuriyeti ve devrimleri koruma önkoşuluyla bir parti kurmasını istemiş-tir. Fethi Bey de genç Türkiye’nin temel taşları olan bu önkoşullara bağlı kalacağı konusunda söz vererek partiyi kurmayı kabul etmiş ve parti programının hazırlanması için çalışmalara baş-lamıştır. Oluşturulan programa göre parti yu-karıda da ifade edildiği gibi laikliğe ve cumhuri-yetçiliğe bağlı kalmış sadece mali ve iktisadi ko-nularda farklı düzenlemelere gitmiştir. Örneğin yabancı sermayeye açık olunmasını istemekte ve ekonomik hayata devletin müdahalesini ka-bul etmemektedir. Liberal bir ekonomi prog-ramına sahip olan parti ilk olarak o güne kadar

uygulanan ekonomi politikalarını eleştirmiştir. Yeni kurulan parti büyük bir heyecan yaratmış, halkın ve basının da ilgisiyle her kesimde büyük bir merak uyanmıştır. Fakat ne yazık ki Şevket Süreyya Aydemir’in de deyişiyle rüzgârlar bü-tün anlaşmalara, iyi niyetlere ve teminata rağ-

Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kurulma-sı, yeni kurulan rejimin, sürekli olarak tek bir partinin varlığını sürdürmesine dayanmadığını ve çok partili düzene geçme özlemini içerisin-de barındırdığını göstermesi açısından oldukça önemlidir. 12 Ağustos 1930 yılında tarih sahne-sine çıkan parti bizzat Atatürk’ün girişimleriyle kurulmuştur. Çok partili hayata geçişin ilk dene-mesi olan ve kurulduktan sonra rejim karşıtı ki-şilerin de örgütlendiği bir yer haline gelen Te-rakkiperver Cumhuriyet Halk Fırkası deneyimi-nin ardından Mustafa Kemal Atatürk’ü ikinci bir partiyi kurmaya iten sebeplerin neler olduğuna göz atmak fayda sağlayacaktır.

Mustafa Kemal mecliste birden fazla siya-si partinin bulunmasıyla demokrasinin işlerlik kazanabileceği bir zeminin oluşacağını düşü-nüyordu. Atatürk’ün ”Büyük Millet Meclisi’nde ve millet önünde, millet işlerinin serbest müna-kaşası ve iyi niyetli kimselerin ve partilerin gö-rüşlerini ortaya koyarak milletin yüksek çıkarla-rını aramaları benim gençliğimden beri aşık ve taraftar olduğum bir sistemdir.”1 sözü, demok-rasi konusundaki hassasiyetini göstermektedir. Mustafa Kemal, halkın muhalif sesle tanışması-nı, muhalefetin mecliste nasıl bir işlevinin oldu-

Mustafa Kemal, halkın muhal i f sesle tanışmasını, muhalefet in mecl iste nası l b ir iş levinin olduğunu öğrenmesini, demokratik yaşam konusunda bi l inçlenmesini ve cumhuriyetin kiş i lere bağl ı o lmaktan ç ıkar ı l ıp, halkın beyninde ve kalbinde kökleşmesini, sars ı lmaz bir yer edinmesini istemişt ir.

Page 80: düşün 24

düşün, Güz’11 79odtu

adt.

com

men, başka türlü esmiş, devrim içinde demok-rasi arayışlarının yaratmış olduğu daha özgür ve demokratik ortamın ruhuna yakışmayacak gelişmeler yaşanmıştır. Suna Kili şu ifadesiyle o süreci oldukça iyi özetlemektedir: ”Cumhu-riyet Dönemi her çok partili yaşama geçiş aşa-masında görüldüğü gibi girilen özgür ortamı fır-sat bilen tutucu, cumhuriyet, laik düşünce kar-şıtı kişiler, eski kırgınlar, imparatorluk artıkları, mezhepçi, tarikatçı çevreler Serbest Cumhuri-yet Fırkası’yla ortaya çıkarlar, partinin yerel ör-gütlerinde görev almaya başlarlar.”2 Parti, mec-liste denetim mekanizması olarak işleyecek bir muhalefet organı gibi görülmekten ziyade dev-

eylemlerin önüne geçmek ve bu eylemleri ger-çekleştirenlerin amaçlarına alet olmamak adına 17 Kasım 1930’da parti kendini kapatma kararı almıştır. Ne de olsa, Turgut Özakman’ın da ifa-de ettiği gibi “Amaç çok partili yaşamı başlat-maktır, parti çatışmalarını başlatmak değildir.”5 Böylece Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kurul-masıyla hedeflenen çok partili yaşam deneme-

Serbest Cumhuriyet Fırkası ’nın kurulmasıyla hedeflenen çok

part i l i yaşam denemesi maalesef başar ı l ı sonuçlanamamış, bu

denemenin daha görünür kı ldığı ger i l im i le beraber Menemen’de asla bel leklerden s i l inemeyecek

kanl ı o laylar yaşanmışt ır.

Part i , mecl iste denetim mekanizması olarak iş leyecek bir muhalefet organı gibi görülmekten z iyade devrim karşıt ı hareketler in örgütlenebi leceği bir odak olarak görülmüştür.

rim karşıtı hareketlerin örgütlenebileceği bir odak olarak görülmüştür. Duverger’nin de be-lirttiği gibi parti, rejimin bütün düşmanlarının, özellikle laiklik aleyhtarlarının ve dinci mutaas-sıpların birleşme yeri haline gelmiştir.3 Meclis-te karşılıklı sürtüşmelerin şiddetlenerek artma-sı, devrim karşıtı kimseleri daha da cesaretlen-dirmiştir. Sonuç olarak; İzmir’de Halk Fırkası’nın binasına saldırılmış, Mustafa Kemal’in resimle-ri indirilmiş ve Halk Fırkası’nı destekleyen Ana-dolu gazetesi kuşatılmıştır. Bu olaylar üzerine Mustafa Kemal Cumhuriyet gazetesine verdi-ği demeçte “İzmir’de bir gazetenin yönetim ye-rine ve CHP merkezine her ne neden ve biçim-de olursa olsun ortaya çıkan saldırılardan ve hü-kümet yetkisine karşı bazı anlayışsızlar tarafın-dan yapılan çirkin saldırılardan dolayı çok üzün-tü duyduğumu kestirmek güç değildir.”4 diye-rek bu konudaki hassasiyetini belirtmiştir. Tüm bu olayların devamında, şiddeti gittikçe artan

Page 81: düşün 24

düşün, Güz’11 80

si maalesef başarılı sonuçlanamamış, bu dene-menin daha da görünür kıldığı gerilim ile bera-ber Menemen’de asla belleklerden silinemeye-cek kanlı olaylar yaşanmıştır.

Bu kanlı olayların yaşandığı 23 Aralık sabahı Nakşibendî Tarikatı üyesi Derviş Mehmet yanı-

bir kişiyi adamları dağıtmakla görevlendirmiş-tir. Bu kişi yedek subaylığını Menemen’de yap-makta olan 24 yaşındaki genç öğretmen Mus-tafa Fehmi’dir. Kendisine devrimlerden esinle-nerek Kubilay adını vermiş olan bu genç6, bir müfreze askeri de yanına alarak ellerinde bulu-nan kurusıkı mermiler ile isyanı bastırmak üze-re Müftü Camisi’ne gitmiştir. Kubilay, isyancı-ları dağılmaya ikna etmeye çalışmış fakat Der-viş Mehmet ve arkadaşları onun sözlerine aldı-rış etmeyerek Kubilay’ı vurmuştur. Sonrasında ise Derviş Mehmet, yaralı bir halde cami avlu-suna sığınan Kubilay’ın boğazını küçük bir bağ testeresi ile kesmiştir. Ardından Kubilay’ın ke-sik başını etraftakilerin de yardımıyla yeşil bay-rak takılı direğe bağlamış ve eline aldığı direk-le Menemen sokaklarını dolaşıp halkı ayaklan-maya çağırmıştır. Olayı fark eden Bekçi Hasan ve Şevki, Derviş Mehmet’in adamlarından biri-ni vurmuş bunun üzerine isyancılar bu kez de bekçilere ateş açarak onları öldürmüştür. Ayak-lanmanın büyümesi üzerine Alay Komutanı olay yerine makineli tüfeklerle asker göndermiş an-cak askerin teslim olun çağrısına kulak asma-yan isyancılar, kendilerine kurşun işlemeyece-ğini iddia etmişlerdir. Sonuç olarak Mehmet ile iki adamı orada öldürülmüş diğerleri de askerler tarafından ele geçirilmiştir.

Bütün bu yaşananlardan sonra bir harp diva-nı kurulmuş ve 105 kişi tutuklanmıştır. 14 Ocak 1931’de başlayan duruşma ay sonunda bitmiş; mahkeme sonucunda 40 kişinin salıverilmesi-ne, 27 kişinin beraatına, 41 kişinin çeşitli ceza-lara çarptırılmasına ve 37 kişinin de idamına ka-rar verilmiştir. Daha sonra 6 kişinin idam cezası yaşları küçük olduğu gerekçesiyle ağır hapis ce-zasına ve 2 kişinin idam cezası ise 2 yıl hapis ce-zasına çevrilmiştir.

Menemen’de yaşananlar, y ı l lardır din adına çeşit l i hurafeler le sömürülen bir toplumun, akı l ve bi l imi esas almayan bir i rade i le yöneti lmediği ve bu kavramlar ı içsel leşt irmediği sürece, akı l d ış ı söylemler in peşine rahatl ık la takı labi leceğinin göstergesidir.

na birkaç adamını da alarak Menemen’deki Müf-tü Camisi’ne gelmiş, sabah namazını kılmakta olan kişilere kendini “Mehdi” olarak tanıtmış ve kendisini Allah’ın kurtarıcı olarak gönderdiğini iddia ederek şeriat istediğini ilan etmiştir. Der-viş Mehmet bu sözlerden sonra yeşil bayrağı aç-mış ve yüz kadar insanı etrafına toplamıştır. Bu sırada olay Jandarma Birlik Komutanı’na iletil-miş ancak komutan elinde yeterli birlik olma-dığından Alay Komutanı’ndan yardım istemiş-tir. Alay Komutanı ise kendi birliğinden sadece

Page 82: düşün 24

düşün, Güz’11 81odtu

adt.

com

bileceklerinin en somut göstergesidir. Bu olay, yıllarca ümmet anlayışının yaygın olduğu top-lumdan özgüveni yüksek bir ulus yaratmayı ve laik toplum düzeni oluşturmayı hedefleyen Türk Devrimi’nin ne kadar zorlu bir mücadeleye ih-tiyaç duyduğunu kanıtlar niteliktedir. Aynı za-manda Menemen’de yaşananlar, yıllardır din adına çeşitli hurafelerle sömürülen bir toplu-mun, akıl ve bilimi esas almayan bir irade ile yö-netilmediği ve bu kavramları içselleştirmedi-ği sürece, akıl dışı söylemlerin peşine rahatlık-la takılabileceğinin göstergesidir.

Her devrim sonrasında olabileceği gibi Türkiye Cumhuriyeti’nin de kurulduğu yıllarda yeni rejimi benimsemeyen ve eskiye dair öz-lem duyan gruplar olmuştur. Bu grupların var-lığına rağmen Cumhuriyet’in kuruluşundan çok partili hayata geçene kadar Cumhuriyet kadro-ları demokrasi fikri ve hedefinden vazgeçme-miş ve bugünkü siyasal sistemimizin temelle-rini atmışlardır. Unutulmamalıdır ki yıllar son-ra devrim karşıtı grupları dahi yasal alanın için-de tutan ve demokratik mücadeleye katılmala-rını sağlayan, Avrupa’da bile totaliter rejimlerin hakim olduğu bir dönemde demokrasi fikrinden vazgeçmeyenlerin kurduğu bu rejimdir.

KAYNAKÇA

1. Atatürk’ün Bütün Eserleri, 23. c. , s.339.2. KİLİ Suna, Türk Devrim Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınla-

rı, İstanbul, 2009, s.231.3. Duverger Maurice, Siyasi Partiler, s.361.4. KİLİ Suna, Türk Devrim Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınla-

rı, İstanbul, 2009, s.231.5. ÖZAKMAN Turgut, Cumhuriyet Cilt 2, Bilgi Yayınevi, Ankara,

s.748.6. TOPUZ Hıfzı, Devrim Yılları, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2004,

s.233.

Sonuç Yerine

Serbest Cumhuriyet Fırkası, rejim karşıtla-rının bu parti içerisinde örgütlenmesinin ardın-dan yaşanan üzücü olaylar sonucunda kendisi-ni kapatma kararı almak zorunda kalmış böyle-likle içinde bulunulan döneme göre oldukça ile-rici bir atılım olarak nitelendirebileceğimiz çok partili hayata geçiş denemesi başarısızlıkla so-nuçlanmıştır.

Partinin kapatılmasının ardından yaşanılan Menemen Olayı, tutucu ve şeriat isteyen çevre-lerin uygun bir ortam bulduğunda, çağdışı fikir-lerini kabul ettirmek için kanlı bir eyleme girişe-

Page 83: düşün 24

düşün, Güz’11 82

Page 84: düşün 24

düşün, Güz’11 83odtu

adt.

com

Page 85: düşün 24

düşün, Güz’11 84

DOKUZ EYLÜL ÜNİVERSİTESİATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE TOPLULUĞU

Dokuz Eylül Üniversitesi Atatürkçü Düşün-ce Topluluğu, Müdafaa-i Hukuk ruhundan hare-ketle iktisadi, siyasal, sosyal ve kültürel sömürü-ye neden olan yayılmacı fikir ve eylemlere kar-şı dünyada, tam bağımsızlık için mücadele azmi-ni yaratmış, cumhuriyetimizin kurucu ideoloji-si Kemalizm’i anlamak, aktarmak ve sürekli dev-rimcilik ilkesine dayanarak geliştirip uygulamaya sunmak amacıyla çalışmalarına 1993 yılından beri devam etmektedir.

Özellikle son yıllardaki dinamizmiyle kurum-sallaşmasını tamamlama aşamasında olan ve eki-biyle birlikte giderek kalıcı, planlı ve etkili bir ge-lişme gösteren topluluğumuz Dokuz Eylül Üni-versitesi Rektörlüğü’ne bağlı bir öğrenci toplulu-ğudur ve üniversitemizin tüm fakültelerinde faal-dir. Her platformda altını ısrarla çizdiğimiz üze-re hiçbir siyasi parti, dernek ve kurum ile doğru-dan ya da dolaylı bir bağlantısı bulunmamaktadır. DEÜ ADT, bu bağımsız duruşuyla kararlarını ken-di yetkili organlarında almaktadır. Bu anlayışımız bir uzlaşmazlığın değil, gerçek anlamda Atatürk-çü gençliğin sesini duyurabilme hedefimizin yan-sımasıdır.

Topluluğumuz tarihi ve kültürel gezileriyle,

toplumsal duyarlılık kampanyalarıyla, tiyatro film

ve belgesel gösterileri, bilinçlenme çalışmaları, bölgesel ve ulusal ilişkileriyle okulumuzun en di-namik, örgütlü ve güçlü topluluğudur.

Düzenlediğimiz paneller, söyleşiler ve konfe-ranslarla, sürekli yayınlarımız, okuma grupları-mız, iç eğitim ve üyelere ulaşma toplantılarımız gibi çeşitlendirdiğimiz etkinliklerimizle üyelerimi-ze bilimsel zeminde, tarihsel gerçeklerden yola çı-karak, aklın rehberliğinde bir tartışma ortamı sun-mak, yaptğımız etkinliklerle geniş kitlelere ulaş-mak en büyük hedefimiz.

20 yıla yakın süredir teoride ve pratikte faa-liyetlerine devam eden DEÜ ADT’nin amacı, çağ-daş, bilimsel ve bağımsız bir yapı içerisinde, bilim-sel verileri ve tarihsel gerçekleri günümüz koşul-larında değerlendirerek bizlere dayatılmaya çalı-şılan teslimiyetçiliğe ve baskıya karşı Kemalizm’i çare olarak sunmaktır. Çünkü bizce Ahmet Taner Kışlalı’nın söylediği gibi “Kemalizm geçmişin bek-çiliği değil, geleceğin öncülüğüdür.”

Bizler çoğulcu demokrasinin hayata geçirildiği, ifade özgürlüğünün korunduğu, hukukun üstünlü-ğünün yeniden sağlandığı, sosyal devlet anlayışı-nın hakim olduğu, laik, anti-emperyal karakterde tam bağımsız bir Türkiye istiyoruz.

Page 86: düşün 24

22. KURULUŞ YILDÖNÜMÜ ANITKABİR RESMİ TÖRENİ

10. Cumhurbaşkanımız

Sayın Ahmet Necdet

SEZER’i evinde ziyaret

ederken...

Bizler kendine Kemalizm’i rehber edinmiş gençler olarak, çağdaş, demokratik, laik ve özgür bir Türkiye’de yaşamayı amaç edinmiş bulunuyoruz. Bu amacı gerçekleştirebilmek adına,

kurucusu olduğunuz Cumhuriyet’i emanet ettiğiniz bizler sizi daha iyi anlamak ve anlatmak için çalışıyor, “tek hakiki mürşit” olan ilim ile yolumuza çıkan engelleri aşıyoruz. Topluluğumuzun 22. yaşını kutladığı bu sene de her sene olduğu gibi, sorumluluğunun farkında olan ve aynı hassasi-

yetleri paylaşan üyelerimiz ve mezunlarımız ile beraber daha güçlü bir Türkiye yaratmak için elimizden geleni yapacağımıza söz veriyor, şahsınıza saygılarımızı sunuyoruz.

22. Kuruluş Yıldönümü

sebebiyle gerçekleştirilen

Anıtkabir Resmi

Töreni’nde

Yönetim Kurulu

Başkanı Bahar YALÇIN

Anıtkabir Özel Defteri’ni

imzalarken.

Page 87: düşün 24

düşün, Güz’11 86

ODTÜ ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE TOPLULUĞU 2010 - 2011 DÖNEMİ ETKİNLİKLERİ

ODTÜ ADT Yön. Krl. Bşk. Bahar YALÇIN’ın sunumuyla “Kemalizm” konulu Perşembe Toplantısı.

11. Geleneksel Yardım Kampanyası yararına düzenlenen “Sunay Akın Anlatıyor” isimli gösteri.

Altan ÖYMEN, Erol TUNCER, Oktay EKŞİ ve Türker ALKAN’ın katılımlarıyla Altan ÖYMEN’in gazetecilikteki 60. yılı onuruna

düzenlenen “60. Yıl Önce, 60 Yıl Sonra Altan Öymen” başlıklı söyleşi.

Mehmet TEZKAN ve Metin FEYZİOĞLU’nun katılımlarıyla “Gündem Üzerine Değerlendirmeler” başlıklı söyleşi.

ODTÜ ADT 2003 Mezunu Barış ÇETİN’in sunumuyla “Paris Komünü Neydi, Neden Önemliydi?” başlıklı

Perşembe Toplantısı.

18. Adalet ve Demokrasi Haftası etkinlikleri kapsamında, Altan ÖYMEN, Erol TUNCER, Barış ÇETİN ve Melih DURUKAN’ın katılımıyla

“Cumhuriyet ve Demokrasi” başlıklı konferans.

Page 88: düşün 24

düşün, Güz’11 87odtu

adt.

com

Sami SELÇUK ve Ersan ŞEN’in katılımlarıyla “Referandum Sonuçları Üzerine Değerlendirmeler” başlıklı konferans.

11. Geleneksel Yardım Kampanyası’nı tanıtmak amacıyla için kütüphanede açılan sergi.

Afyonkarahisar Konarı İlköğretim Okulu’na yapılan 11. Geleneksel Yardım Kampanyası çalışması.

Topluluk olarak katıldığımız “Soğuk Bir Berlin Gecesi” adlı tiyatro oyunu. Topluluk olarak düzenlediğimiz dönem sonu yemeği.

Yeditepe Üniversitesi Atatürkçü Düşünce Kulübü’nün düzenlediği “ADK/ADT 7. Ulusal Çalıştayı”.

Page 89: düşün 24

düşün, Güz’11 88odtu

adt.

com

KULLANMA!!! KAPAK VAR BURDA...

BANA ATATÜRK’Ü ANLATTILAR - HIFZI TOPUZ

Cumhuriyet’e tanıklık edenlerin anılarıyla Atatürk’ü anlatan bu kitap hepimizin evinde bulunması gereken baş yapıtlardan biri. Kimimizin unuttuğu, kimimizin sakladığı gazete sayfalarından Hıfzı Topuz’un derlemiş olduğu bu anılar Atatürk’ü özlediğimiz bugünlerde tozlu raflarından yeniden ortaya çıkıyorlar. En yakın arkadaşlarının, manevi kızının, hatta Kurtuluş Savaşı’nın yenik generali Trikupis’in Atatürk’le anılarının bulunduğu bu kitap Atatürk’ün bilinmeyen pek çok yanını ortaya çıkarmakta.

Trikupis’e “Üzülmeyin generalim Napolyon da bir savaş kaybetmiş esir olmuştu’’ diyen asker Atatürk’ü, olağanüstü bir güçle dinlenmeden çalışan devrimci siyaset adamı Atatürk’ü, asrın ötesini gören büyük bir dahiyi ama her şeyden önce insan Atatürk’ü anılarla yeniden öğreniyoruz.

İKİ TÜRK’ÜN ÖLÜMÜ - SITKI ULUÇ

İki Türk’ün hikayesi var bu kitapta. Maddi sıkışıklık yaşamaları üzerine, çocuklarını okutabilmek için ikinci bir iş bulurum deyip geç

saatlere kadar çalışan fedakar bir anne birisi. Kocası kalleş bir bombayla öldürülmesin diye, her gün kocasından önce arabayı kendisi çalıştıran cesur bir kadın; Fransız bir ailede büyümesine

rağmen öldüğü zaman tabutuna bir Türk bayrağı konulmasını isteyecek kadar Türk; kalbinin sıcaklığı yüzünden okunan

güzel bir kadın…

Gelecek ve umudu gençlerde gören bir öğretmen diğeri. Katılmadığı fikirleri bile hoşgörüyle dinleyen centilmen; bakanlığı

döneminde bir apartman dairesinde oturan mütevazı bir siyasetçi; cenazesine tüm subayların üniformayla katıldığı bir sivil;

fikirleriyle yaşayan bir aydın…

SOSYAL TEORİ VE GEÇ MODERNLİKLER - İBRAHİM KAYA

İbrahim Kaya, Sosyal Teori ve Geç Modernlikler kitabında çoklu modernlik ve geç modernlik kavramlarını Batı ve Doğu ayrımı bazında değerlendiriyor. Batı ve Doğu medeniyetleri içindeki farklı kültürlerin

özgün çoklu modernlikler oluşturduğunu ifade eden Kaya, bu modernliklerin oluşmasında kültürün yanında ekonomik, sosyal,

siyasi ve ideolojik faktörlerin de önemini vurguluyor. Yazarın ürettiği geç modernlik teriminin anlaşılabilmesi için, kitapta sıkça üzerinde

durduğu çoklu modernlikleri iyi analiz etmek gerekiyor.

Geç modernlikleri genel olarak Doğu modernlikleri şeklinde ifade eden Kaya; Rus, Japon ve Türk deneyimlerini, bu çeşit modernliklere

örnek gösteriyor. Yazar, Türk deneyiminin Batı modelinin kopyası olmadığını, özgün koşullarla oluştuğunu ifade ederken; bu modelin

gelişimindeki uluslaşma sürecine ve laiklik kavramına dikkat çekiyor. Kitabın diğer bölümlerinde İslam ile modernlik arasındaki ilişkileri de

inceleyen Kaya, son yıllarda gündemde olan kadın sorununa Kemalizm ve İslamcılık karşılaştırması bağlamında bir bakış açısı getiriyor.