Upload
yol-siyasi-dergi
View
236
Download
10
Embed Size (px)
DESCRIPTION
Bizi aşağıda bulunan adreslerden takip edebilirsiniz. www.yolsiyasidergi.org & www.twitter.com/yolsiyasidergi & www.facebook.com/yolsiyasidergi
Citation preview
Sayı
:l / N
isan
2001
/ Fi
yatı:
3.0
00.0
00 T
L
p o litik durum değerlend irm esi
mevcut durum ve ittifak politikası
üzerine
Ö m er Demir
davos'tan dağ görüntüleri
Ayşe Tansever
teorinin sorunları üzerinden
marksist hareket ile liberal sol
hareket
Haşan O ğuz
“Bir /azar insanlığı ‘Batıya doğru giden geminin içinde D oğuya doğru ümitsizce koşan insanlar’a benzetiyor. Çaresiz, umutsuz, güçsüz bir insanlık. G erçek ler, Yeni Dünya Düzensizliği’nin söylediği gibi mi? İnsanlığın ümitsizce Batı’ya doğru giden geminin içinde Doğu ya doğru koşmaktan başka çaresi yok mu? İnsanlığın aklına g e lmez mi kaptan köşküne doğru koşmak..?'Kaptan köşküne!”
Mehmet Yılmazer
Uyanış Kültür Sanat iletişim Tanıtım Film Yayıncılık ve Organizasyon Hizmetleri
Sanayi ve Ticaret Limited Şirketi Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü
Oğuz Çeltikçi
Dizdariye Çeşmesi Sok. No: 57 / 59 D:6 Çemberlitaş / İSTANBUL
Tel: (0212) 516 37 85 Faks: (0212) 517 00 20 W eb: http://direnis.com
E-Posta: [email protected]
AYDA BİR ÇIKAR
Yurtdışı Satış Fiyatı Almanya 20 DM
İsviçre 15 SF
BaskıÖ zdem ir Matbaası (0212) 565 17 74
Yeni yıla damgasını vuracak
operasyonlar, güçlerin
birleştirilmesi için
yeni b ir mom ent 3
Türkiye’nin Avrupa Birliği
macerası: Helsinki sonrası b ir yıl
Mehmet Yılmazer
Mevcut Durum ve
ittifak Politikası Üzerine 15
Ömer Demir
Günümüzün ideolojik tablosu
Marksizm’e ne oldu? 25
Mehmet Yılmazer
Davos'tan dağ görüntüleri 91
Ayşe Tansever
Küba ziyareti 103
Ayşe Tansever
Teorinin sorunları üzerinden
Marksist Hareket ile
I Liberal Sol Hareket 108
Haşan Oğuz
YENİ YILA DAMGASINI VURACAK OPERASYONLARGÜÇLERİN BİRLEŞTİRİLMESİ İÇİN
YENİ BİR MOMENTOperasyonlar yılı cezaevleri operas
yonu ile kapandı, yeni yıl “ beyaz enerji operasyonu” ve Irak’ta PKK’ye karşı operasyon hazırlığı ile başladı. 12 Eylül, Cumhuriyet tarihindeki en büyük “ düzeni kurtarma operasyonu”ydu. Ancak Eylül sonrası yaşanan yirmi yıldaki kadar bu düzen hiç çürümedi, yozlaşmadı. Sanki düzeni kurtarma operasyonu olarak Eylül tam tersi amaca hizmet etti. İkibin yılı içinde yapılan operasyonlar düzendeki biriken iltihaplanmayı en açık bir şekilde gözler önüne serdi. Ancak operasyonlar bir “ çözüm” veya tedavi sonucu yaratmadı. Çoğu büyük gürültülerle başlayıp sönen bir balon gibi ses çıkartarak bitti, gitti.
Bu operasyonlar AB için vitrin hazırlamak, ondan da önemlisi uluslararası sermayenin Türkiye’ye gelmesi için zorunlu düzenlemelerdi. Yeterli görülmediği için uluslararası sermaye kendisi de bir operasyon yaptı ve İstanbul Borsası çöktü. Ardından özelleştirmeler ve banka düzenlemeleri hızlandı. Bütün bu operasyonlar bir “ temizlenme” umudu yaratmak yerine, sistemin ne ölçüde çürüdüğünü ve Özal’ın yarattığı yeni değerlerin ne ölçüde derinlere işlediğini gösterdi. Bir yolunu bulan vuracağını vurmuştu.
Yeni yılda patlayan “ beyaz enerji operasyonu” birdenbire tabloyu değiştirdi. Önceki operasyonlar söylendiğine göre hükümetin bu konudaki “ kararlılığını” gösteriyordu. Oysa son operas
yon ordu ve hükümet arasında birdenbire “ beklenmedik” bir gerilim yarattı. A NAP hedef haline geldi, M.Yılmaz “ askeri yönetim özlemlerini” eleştirdi.
NELER OLUYOR?
Konu doğrudan AB süreci ile ilgilidir. Bu süreç iki egemen zümre arasında kaçınılmaz olarak bazı gerilimler yaratmaktadır. AB süreci, Türk finans kapitalinin sivil ve asker kanadı arasındaki çıkar çatışmasını derinleştirmektedir. AB, çok açık bir şekilde ordunun siyasetin merkezinden çekilmesini istiyor. Mevcut hükümet içinde, M.Yılmaz bu konuda zaman zaman “ haddini aşan” açıklamalar yapmaktadır. Bunun elbette bir karşılığı olacaktı.
Öte yandan, bugünlerde yeni parti girişimlerinden fazlaca söz edilmektedir. Mevcut partilerin tıkanmışlığı ortada. Son seçimlerde yükseliş yapan MHP ve DSP’nin oylarını daha da artırması ise Türkiye’nin içine girdiği süreç açısından hiç uygun sonuçlar yaratmayabilir. Bu nedenle yeni bir siyasal merkez yaratılmaya çalışılıyor. Ancak bunun siyasal çerçevesi ve adamları henüz belli değildir. Fakat böyle bir sürecin bir yandan yeni yıldızlar yaratılırken, öte yandan yoğun karalama kampanyaları ile içiçe gitmesi burjuva siyasetinin doğası gereğidir. Netice olarak, yolsuzluklara karşı operasyonlardan siyasal operasyonlara sıçramak kaçınılmazdı. Önümüzdeki sü-
--------------------------------------- 3 —
reçte bu tü r operasyonların da hızlanma olasılığı vardır. Düzen hemen hemen bütün mali, siyasal ve bürokratik kurumlan ile çürüyünce İkibin yılının her ayı yeni bir operasyonla geçti. Bu yıl daha aşağı kalacağa benzemiyor.
Bu operasyonlardan ayrılan ve sonuçları bakımından önümüzdeki sürece damgasını vuracak iki operasyonun ayrıca değerlendirilmesi gerekiyor. Bunlar, cezaevlerine yapılan operasyon ve Irak’- ta PKK güçlerinin kuşatılmasıyla yeni bir operasyon hazırlığıdır.
Ortada düzene karşı yoğun bir eylemlilik ve güçlü örgütlenmeler yokken devletin cezaevlerine saldırısındaki dehşet ister istemez akıllara “ Neden?” sorusunu getirdi. Elbette strateji değişikliğinin getirdiği sarsıntılara rağmen Kürt Hareketi canlılığını ve kitleselliğini korumaktadır. Öte yandan, son yapılan işçi- memur eylemlilikleri derinlerdeki birikimi belli ölçülerde açığa vurmuştur. Devletin şiddetinde bunların rolü vardır. Hatta polisin sokağa dökülmesiyle devletin kurumlarında en sıradan demokratik isteklere karşı ne kadar derin bir kin biriktiği de ortaya çıkmış oldu.
Cezaevleri dehşetinin altında devletin “gücü” değil aczi yatmaktadır. Onlar devletin bir kez daha “yenilmezliğini” kanıtladıklarını sanıyorlar, ancak olaya biraz yakından bakınca tablo tamamen değişmektedir.
Bu yıl yapılan operasyonlarla düzendeki çürümenin sadece en üstteki kabuğu biraz aralandı. Bu kadarının bile ortaya saçtığı çürüme kokusu müthişti. Eylül düzeni amaçladıklarının tam tersine varmıştı. Devlet otorite ve dehşetini artırdıkça aynı oranda yozlaşmış, bu kez o
__ 4 ___________________________
— yol----------------------------------------nun yerini çeteler almaya başlamıştır. Bugün “adaleti” çeteler dağıtıyor, mahkemeler değil. Yıl boyunca süren ve hala devam eden sözde yolsuzluk operasyonları sıradan insanların bilincine nasıl yansımaktadır? Ülkenin düzeldiği ve temizlendiği kanısını taşıyan bir tek kişi yoktur. Dolayısı ile bu operasyonlar düzene karşı öfke ve tepkiyi toplumsal kılcal damarlarda biriktirm iştir. Düzen kendi istihbaratı ile bu birikimden haberdardır. Yılbaşı gecesi Taksim’de otelin taşlanması hemen önemli bir tepki ve telaş yarattı. Gazeteler “ teleyole kültürünü” manşetlerinde eleştirdiler. Bizzat bu kültürün renkli oyuncakları olan bu gazetelere ne olmuştu? “Varoşlardaki öfke” yeniden manşetlere konu oldu. Son yirmi yıldaki çürüme ve yozlaşmanın Cumhuriyet tarihinde başka bir ö rneği yoktur, İkinci Dünya Savaşı yıllarında da benzer bir yozlaşma yaşanmıştır. Ancak bugünkü ile kıyaslandığında herhalde “ masum” kalır.
Bütün bu gerçekliklerin yanında hükümet becerebilirse sıkı bir IMF programı uygulamaktadır. Böyle programların yükünün çalışan halk kitlelerinin omuzlarına yıkıldığı artık çok iyi biliniyor. Üstelik eğer program IMF’nin dediği kapsamda uygulanırsa Türkiye’nin kırlarında yeni bir altüstlük daha yaşanacaktır. Avrupa’ya kaçak ya da yasal gidişin yolları artık kapalı olduğuna göre bu kitle bir kez daha varoşları büyütecektir.
Devlet kurumlarının çürüdüğü, rüşvetin normal bir davranış haline geldiği, siyasal partilerin %10’luk tarikatlara dönüştüğü, ordunun da yirmi yıldır neredeyse doğrudan politikanın içinde olmasından dolayı yıprandığı bir ortamda, bütün bu aczin ve yozlaşmanın yarattığı ça-
resizlikle devlet cezaevlerinde bütün dehşetini göstermiştir. IMF karşısında kuzu kesilenler, özelleştirmelerle ülkenin en stratejik işletmelerini yok pahasına uluslararası sermayeye pazarlayanlar, cezaevlerine karşı dehşetli olmak zorundaydılar.
Böyle bir ortamda düzene karşı bir örgütlenme ve iradenin varlığı, uygun momentlerde daha büyük mayalanmalara sebep olabilir, dağınık öfkeler bu iradelerle bütünleşebilir, kartopu gibi büyüyebilirdi. Cezaevi operasyonlarının en tipik yanı medyanın kara propagandasıy- dı. Ve bu konuda başarılı olduklarını teslim etmek gerekir. Büyük bir gürültü ile iki temel değerimize; örgüt ve iradeye saldırdılar. 12 Eylül zaten bunu yapmıştı. Ancak onun bütün zorlamalarına rağmen devrimci irade yok edilemedi. Ve yaşadığı müddetçe de böyle bir düzende her zaman egemenler için bir risk oluşturdu. Günümüzde bu risk biraz daha büyüdüğü için, devlet cezaevlerindeki iradeye dehşetli saldırmıştır. Devrimci irade ezilip, kara propaganda ile kitlelerden tecrit edilirse bugüne kadar olduğu gibi halklarda biriken öfke bir hedefe yönelemez. Hatta içine dönerek kendini tüketir. Bugün insanlar herbiri bir barut fiçısı gibi ortada dolaşıyor, bu gerilimin nedeni yozlaşan düzen olmasına rağmen öfke düzene karşı yönelmiyor, tersine insanlar irili ufaklı kurt sofralarında birbirlerini yiyorlar. Düzenin “ böyle gitmesi” için öfkeleri bir güce dönüştürecek örgüt ve iradeler hiç noktasına kadar tüketilmelidir. Saldırının dehşeti düzenin hep bu kabusla yatıp kalkmasındandır.
Bu kabusu belli ölçülerde büyüten başka bir gerçeklik daha vardır. AB sürecinde Türkiye makyaj seviyesinde de
olsa bazı demokratik haklar tanıdıkça bu hakları ciddiye alıp kullanmak isteyenlerin sokaklara taşmasından dehşetli korkmaktadır. O nedenle, öyle bir ülke yaratılmalıdır ki demoktarik haklar tanındığında onlara sahip çıkacak kimse kalmasın. Türk Devleti’nin bu rüyası gerçekler tarafından her seferinde kabusa dönüştürülüyor.
GÜÇ VE İRADEMİZİ BİRLEŞTİREREK DÜZENİN KABUSUNU BÜYÜTELİM
Son saldırı Devrimci Hareket açısından ne anlama geliyor ve hangi sonuçları doğurabilir?
Devrimci Hareket, Eylül sonrası süreçte en son etkili yükselişini ‘95-’97 yıllarında yaşadı. Emek Barış Bloku, ‘96 I Mayısı ve ölüm oruçları bu yükseliş günlerinin nirengi noktalarıdır. 28 Şubat ‘97 ile yapılan “ balans ayarı” ndan sonra tempo düşmeye başladı. Aslında 28 Şubat, ‘92 topyekün savaşının başka boyutlarda bir tekrarıydı. Yaratılan “ laik-irti- ca” saflaşması ile devrimci demokrat zemin iyice daraltıldı; hareket kendi gündemini kaybetti, “ laik” safları genişletmek politik gündemin ön sıralarına çıktı. Laik safların büyümesi demokrat ve devrimci safları büyütmedi, tam tersine küçülttü. Hareketin ivme kaybı PKK’nin yaptığı stratejik dönüşle dip noktalara vurdu. İkibin’e girerken AB sürecinin başlaması ile ortalığı “ demokrasi” beklentileri kapladı. Ancak ne Kürt Sorunu açısından ne de en basit “ demokratik dönüşümler” yönünden İkibin yılı boyunca hiçbir gelişme olmadığı gibi tersi-
___ politik durum değerlendirmesi__
5
— yolne gelişmeler yaşandı. Beklentilerin düş kırıklığına dönüşme sürecindeyiz. Çalışan geniş yığınlar, Kürt Hareketi, hatta Siyasal İslam kendi güç ve iradelerinin sorunların çözümüne yetmediğini gördükleri ölçüde AB sürecinden beklentileri oldukça arttı. İkibin’in başlarında bu beklentiler en yüksek seviyesindeydi. Yeni yıla girerken bu beklentiler daha gerçek seviyelere gerilemiştir. Üstelik AB süreci yolunda en büyük engelin o rdu olmasının hergün daha açık ortaya çıkması bilinçlenmelerde yeni bir derinlik yaratmaya başlamıştır.
Bütün bu gelişmelerin sonucunda İki- bin yılının sonlarına doğru bir hareketlenme yaşanmıştır. İşçi-memur yürüyüşleri ve HADEP’in kitlesel kongresi, daha da ötesi Kürt Hareketi’nin yeniden demokrat ilerici çevrelerden destek buima olasılığı, F Tipi cezaevine karşı sınırlı da olsa bir tepkinin oluşması, özetle kitlelerin AB sürecinden beklemek yerine kendilerinin davranışa geçme girişimi devleti dehşete düşürmeye yetmiştir. Cezaevlerine yapılan operasyonla Irak’- taki operasyon hazırlıkları aynı hedefe yöneliyor. Devlet bütün yaşananlara rağmen devrimci iradeyi kıramamış, tümüyle liberal ve ihanetçi bir ortam yaratamamıştır. Saldırı ve kuşatmaların amacı budur.
ÖLÜM ORUÇLARININ OLASI SİYASAL SONUÇLARI NE OLABİLİR?
Baştan şu tespiti yapmak gerekiyor. Bugün ‘96 ölüm oruçlarındaki siyasal o rtam kesinlikle yoktur. Bugün koşullar biraz daha devrimci güçlerin aleyhinedir.
__ 6
O nedenle, ölüm oruçlarının başlatılması ve yürütülmesindeki taktik hatalar bugün daha yıkıcı sonuçlar doğurabilir. ‘96 ölüm oruçları siyasal ortama belli bir ivme vermişti; ancak ardından yaşanan çiğ ve kısır “öncülük” tartışmaları ve dönemi kucaklamayan siyasal tavırlarla bu avantaj kötü bir şekilde yitirildi.
Bugün dünden daha dezavantajlı durumdayız. Yapılan kahramanlıkların politik güce dönüşmesi, devrimci iradeyi büyütmesi gerekir. Türkiye Devrimci Hareketi yaşadığı dönemi kavramadıkça en büyük fedakarlıklar dahi güce dönüş- meyecektir. ‘60’lı yıllarda açılan mücadele dönemi bütün sonuçları ile birlikte çoktandır kapanmıştır. Ancak o dönemin alışkanlıkları, üstelik daha da katılaşarak sürmektedir. ‘96 ölüm oruçları yeni bir mücadele döneminin açılmasına yetmedi. Tam tersine üstünden bir yıl geçmeden Hareket gerilemeye başladı.
Son ölüm oruçları yeni bir mücadele dönemini açabilir mi? Hiç şüphesiz bu yolda atılmış önemli bir adımdır. Ancak ‘96’nın dersleri yeterince akıllarda ise aynı hatalar tekrarlanmamalıdır. Son eylem taktik yönetim olarak iyi bir sınav vermemiştir. Ancak eylemin kendisini eleştirmek doğru bir yaklaşım değildir. Soğukkanlı mantıkla düşünülürse içinde bulunduğumuz koşullarda ölüm oruçları ‘96 yılına göre çok daha az başarı şansına sahiptir. Ancak burada “ başarı nedir?” , sorusu sorulmalıdır. Tüm olayların mantık sınırlarını zorladığı, medyası ile çeteleri ile deliliğin eşiğine getirilmiş bir toplumda sırf akılcı taktiklerle yol alınamaz. Böyle bir ortamda “akıl dışılık” ın da taktik bir değeri vardır. Üstelik oldukça önemli bir yeri vardır. Ölüm oruçlarına bu yönden de bakılması gere-
kiyor.
Sorun burada değildir. Sorun Devrimci Hareket’in üstüne Eylül sonrası ve sosyalizmin yıkılışıyla yığılan olumsuz tortular ve bunların yarattığı öldürücü tavırlardır. Toplumda, özellikle Özal’la başlayan bencilleşme, gününü kurtarma, köşe dönmecilik, postmodernizmin bulaşıcı hastalığı yarınsızlık, yani hedefsizlik, buna bağlı olarak gelişen umutsuzluktan hemen her devrimci bol bol yakınmaktadır. Kitlelerle temas ettiğinizde bu hastalıklarla da temas etmek zorundasınız. Ancak devrimci hareketlerin siyasal tavırlarına biraz daha yakından bakılırsa bu toplumsal çürümeden kendine düşen payı fazlasıyla aldığı görülür.
Çiğ ve ucuz “ öncülük” dayatmaları, kaba kıyaslamalar, yaptıklarını abartıp imtiyaz istemeler, toplumda yaygınlaşan bencilliğin üstümüze bulaşmasından başka bir şey değildir. Öte yandan, Devrimci Hareket önemli ölçüde gününü kurtararak yaşar hale gelmiştir. Orta ve uzun vadeli hedefler sosyalizm olarak ütop- yalaşıp göklere çıkmış, yeryüzünde somut hedef kalmamıştır. Postmoderniz- me öfkelenmek boşuna, pratikte onun çemberi dışına çıkılamıyorsa keskin eleştiriler havai fişeklere dönüşür. Yine en keskin sözler söylenirken, hatta eylemler yapılırken hep ortada üstünde kara giysileri ile gizli bir umutsuzluk gezinmektedir. Bu umutsuzluk kendini her tartışmada, her eylemde kayıtsızlık, dağınıklık ve taktik disiplinden yoksunluk olarak göstermektedir. Bütün bu söylediklerimiz basit hatalar değil, hergün yaşanıp adeta davranış kalıpları haline geldiği için, devrimci ortam açısından stratejik bir derinliğe sahiptir. Dolayısı ile stratejik bir tehlikedir.
Devrimci Hareket, özellikle Eylül sonrası dönemin üstüne yığdığı hastalıklardan, darlıklardan kopuşamadıkça yeni bir mücadele dönemini açamayacaktır. Neredeyse her söz, her eylem eskimiş, yıpranmış, etkisini yitirmiştir. Öyle davranışlar geliştirilmelidir ki yığınlarda “ bu yeni bir çağrı” , “ farklı bir ses” etkisini uyandırsın. Alınyazısı haline gelen hata ve davranışlardan köklü kopuşmalar ancak böyle bir etki yaratır ve yeni mücadele döneminin kapılarını açar.
Bu yönde atılması gereken adımlardan en önde geleni hiç şüphesiz ki güçlerin koordinasyonu ve ortak taktik hedeflere yönelmesini sağlayacak bir güç- birliğidir.
Nedeni çok açıktır. Devrimci Hareket de Eczacıbaşı’nın düzen için söylediği gibi uçurumdan önceki son çıkıştadır. “ Düzen bu kadar kötü bir konumdaysa Devrimci Hareket için durum daha parlak olmalıdır” gibi bir düz mantıkla olaylara yaklaşmak sadece basit bir avunma olur. Düzen alternatif güçlerle zorlanmıyorsa en kötü durumdan bile kendi lehinde bir çıkış bulabilir. Cumhuriyet öyle ilginç ve kritik bir dönüm noktasına geldi ki pek çok siyasal güç için aynı kader geçerlidir.
Ayrıca düzen AB sürecinden kaynaklanan veya bölgedeki gelişmelerin dayatabileceği durumlara karşı bir ön hazırlık olarak yeniden “ arazi temizliği” yapmaya soyunmuştur. Geriletilmemek, hatta süpürülmemek için güçlerin ortak koordinasyonu yaşamsal bir zorunluluktur.
Bu yolda pek çok olumsuzluk yanında başlıca iki engel aşılabilmelidir.
İlki, Devrimci Hareket’in bu konudaki olumsuz mirası, bilinçlere neredeyse
___politik durum değerlendirmesi___
--------------------------------------- 7 —
kazınan “yine yürümez” kaderciliğidir. Ancak bunun Eylül sonrası sıradan insanların değerlerin erozyona uğraması, bencillik ve umutsuzluğun artması sonucu kapıldığı kaderciliken hiçbir farkı yoktur. Öncüler artçılık yapmaya karar verdiyse halkın bu umutsuzluğunun peşinden gidebilir. Oysa yeni dönem bütün bu zaaflardan köklü bir kopuşmayı zorunlu kılıyor.
İkinci engel, Kürt Hareketi’ndeki stratejik dönüşün yarattığı siyasal sonuçlardır. Bu temel farklılık durmaktadır, dolayısı ile yokmuş gibi davranmanın hiçbir anlamı yoktur. Ancak son gelişmeler karşısında ortak taktik bir alanın daha belirgin bir şekilde ortaya çıktığı görülmelidir. Stratejik tartışmalara fazlaca girmeden ortak taktik alanların tespiti yapılabilir ve bunun karşılığı olan güçler koordine edilebilir.
Güçlerin koordinasyonunun pratik yolları için şimdiden bağlayıcı görüşlerin bir yararı yoktur. Bu konu tamamen pratik bir konudur ve en geniş öneri yelpazesini kapsamasının başlangıçta yararı vardır.
Güçlerin koordinasyonunda daha baştan önem kazanan tek temel prensip, yanyana gelen güçlerin kendi kimlik ve yapılarını kesinlikle korumalarıdır; ancak iradelerinin bir bölümünü ortak taktik mücadeleye teslim etmeye de hazır olmalıdırlar. Devletin kırmak istediği irade ancak böyle güçlendirilir ve büyütülebilir.
11 Ocak '01
__yol----------------------------------------
___ 8
Mehmet Yılmazer
TÜRKİYE'NİN AVRUPA BİRLİĞİ MACERASI:HELSİNKİ SONRASI BİR YIL
Bir yıllık maceranın en somut sonucu AB Nice toplantısının sonuçlarıdır. 10 yıllık genişleme planında Türkiye yoktur. Türkiye iç ve dış politikasında AB süreci artık kaçınılmaz olarak özel bir yere sahiptir. Yaşanan bir yıl, sürecin nasıl ilerleyeceği ve Türk Devleti’nin iç ve dış politikalarını nasıl etkileyeceği konusunda önemli ipuçları verdi.
Helsinki’den sonra ülkede adeta Meşrutiyet günleri gibi bir şenlik yaşandı. Pek çok toplumsal kesim AB’ye girişte kendine göre bir yarar gördü. Hatta olayın pek boyutunu kavramadan çalışan halk kesimleri bile AB’de kendilerine göre küçük çaplı bir “ kurtuluş” görüyorlar. Her bakımdan tıkanan, yozlaşma ve çürümenin sokaklardan aktığı ülkemizde, OsmanlI’nın son günlerindeki gibi Avrupa, sanki tüm bunlardan “ kurtuluşun” adı olmuştur. AB’ye girilirse hem demokratikleşme gerçekleşecek hem de ülkeye refah gelecektir.
Cumhuriyet tarihi böyle hayaller ve tabii ardından gelen düş kırıklıkları ile doludur. ‘50’li yıllar “ küçük Amerika” olma hayali ile geçti. ‘60’lı yıllar “ karma ekonomi” yolundan sanayileşme hayalleri ile geçti. Sonunda “yetmiş sente” muhtaç hale gelindi. Özal, “ Ortadoğu’nun Japonya’sı olacağımızı” söyledi. Ve bugün Türkiye refah sıralamasında Afrika’nın en geri ülkeleri ile aynı kategoridedir. Eczacıbaşı’nın söylediğine göre “ uçurumdan önceki son çıkıştadır.”
AB süreci konusunda toplumda adeta kolektif bir yanlış bilinç vardır. Hemen herkesin kafasında Yunanistan, İspanya ve Portekiz örnekleri var. Bu ülkeler AB’ye girerek “sınıf atlamışlardır.” Ancak bu ülkelerin çok özgün koşulları ve öte yandan dünyanın o günlerdeki dengeleri hatırlanırsa ortada hiçbir benzerlik olmadığı görülür. Bu ülkelerde faşizmi silip süpüren devrimler ya da etkili halk hareketleri yaşanmıştır. Ortaya halklarının çıkarlarını dikkate alan siyasal iradeler çıkmıştır. Uzun yılların faşizmi köklü bir şekilde tasfiye edilmiştir. Ancak sadece bu gelişmeler Avrupa’nın bu ülkelere kredi yağdırmasına yetmezdi. Bu üç ülke yaşadıkları devrim ve halk ayaklanmaları ile sosyalizme doğru “ savrulmuşlardır” . O günün dünya dengelerinde bu ülkelerin kaybı, Avrupa’daki dengeleri köklü bir şekilde değiştirebilirdi. O nedenle, başta Almanya olmak üzere Avrupa sermayesi bu ülkeleri aslında sosyalizmden kurtarma harekatına girişti.
Oysa bugünün dünyası çok başkadır. Ayrıca Türkiye de bu ülkelere hiç benzememektedir. Türkiye taşınmayacak kadar büyük ve ağırdır; öte yandan da herhangi bir riski büyütecek bir sosyalist sistem artık yoktur. Zaten AB’nin misyonu geri ülkeleri kalkındırmak filan değildir. Belli bir seviyedeki ülkelerin sınırlı birliğidir. Giderek siyasallaşıyor. Bu ise birliğin işlerini kolaylaştırmıyor, tersine
9
— yol
zorlaştırıyor. Oysa Türkiye’de zahmetsizce AB’ye “ kapağı atıp” kendini kurtarma kurnazlığı egemendir. İşvereninden işçisine ve esnafına kadar böyle düşler görülüyor.
Türkiye egemenleri ise bu bir yıl sürekli AB ile hırlaşırken hep bir şeye güvendiler: Türkiyenin artan stratejik önemine!
BATI SÜRECE NASIL BAKIYOR?
Belli dönüşüm ve gelişmeler gerçekleşmeden Türkiye’nin AB’ye girişi tam bir hayaldir. Batı’da hergün yapılan yorumlarda bu gerçeklik sürekli tekrarlanıyor. Ancak Batı son zamanlarda Türkiye’nin gerçekten AB’ye girmek isteyip istemediğini de ölçmeye çalışıyor. Konu bu olunca sokaktaki insan ya da sanayiciler değildir tereddütte olan, onlar hemen AB’ye girmeye “ hazırdırlar” . Ancak sorunun en büyüğü ordudan kaynaklanmaktadır.
“Türkiye AB trenini kaçıracak mı? Kendi güçlerine kıskanç bazı paşalar böyle olacağını düşünüyorlar. Diğer bazıları, Türkiye’nin ekonomik ve stratejik önemi nedeniyle ve (Başbakan Ece- vit’in ince deyimini kullanırsak) T ü rk iye’nin ulusal özelliklerine saygı göstermek’ için, AB sadece reform makyajları ile Türkiye’nin birliğe girmesine izin vereceğini ileri sürüyorlar. Böyle görünmüyor. Fakat şu kadarı kesindir -Türkiye bir yol kavşağında d u ru rk e n - Brüksel
ve Ankara arasındaki görüşmeler zor, sancılı olacak ve oldukça uzun yılları alacaktır.” E. Rouleau, Türkiye’nin eski Fransız Konsolosu’dur. Paşaları AB’ye girişte en önemli sorun olarak görüyor.
__ 10 __________________________
Paşalar ise “ stratejik önemi” nden dolayı Türkiye’nin AB’ye kendine özgü tarzda bir giriş yapabileceğini düşünüyorlar.
AB sürecinde en önemli sorunun o rdu olduğu yeterince ortaya çıkmıştır. Ordu istediği kadar bunu bölgenin “ateş çemberi” olmasına, “Türkiye’nin bölünmek istenmesine” bağlasın, olay Batı’dan böyle görünmüyor. Onlar da ordunun perde arkasındaki gerçek iktidar gücü olduğunu yeterince biliyorlar.
“ Orduya tanınan anayasal garantiler bir yana, çok önemli ekonomik ve mali araçlara dayanmamış olsalardı, paşaların politik gücü kolayca sınırlanabilirdi. Türkiye’de silah üretim ve alimim denetleyen başbakan, hükümet ya da parlamento değil, genelkurmaydır.”
“Askerin ekonomik gücü, onun biricik anayasal statüsü ve baskıcı kanunlar bolluğu tek başına sivil otoriteler ve asker arasındaki güç dengesini belirlemez. Diğer faktörler de rol oynar. Komünizmin yıkılmasından sonra generaller, Kürt ayrılıkçılara ve fanatik İslam’a karşı mücadele başlattılar.” (a.g.y.)
Köklü bir gelenek, çok güçlü bir ekonomik ve mali yapı ve ülke içinde veya dışında her zaman döğüşülecek bir düşman olması, askerin sivillere karşı ağırlığını ezici bir şekilde büyütmüştür. Bu dengeyi asker aleyhine zorlayan her şey orduda tepki yaratacaktır. AB sürecinde Türkiye “ sivilleşebilecek” midir? Sorun burada yatıyor, yoksa bir ara tartışıldığı gibi MGK’nin bileşimi değildir. Zaten o rdu bu konuda son derece rahat davranmış “ isterse yüz sivil olsun” açıklaması ile kendi tartışılmaz ağırlığını göze bir kez daha batırmıştır.
AVRUPA GÜVENLİĞİNDE TÜRKİYE'NİN YERİ
Türkiye’nin stratejik önemi Avrupa güvenliği için vazgeçilmez midir? Daha da öteye bazı paşaların ve Ecevit’in sandığı gibi bu önem Türkiye’nin AB’ye sadece makyaj reformlarla girmesini sağlar mı?
Bilindiği gibi “Avrupa Nato” su çalışmalarından önce Almanya ve Fransa’nın birleşik ordu çalışmaları vardı. Bütün bu girişimlerde yönlendirici ve yükü taşıyan şüphesiz Almanya’dır. Avrupa’nın kendi iç dengelerinden dolayı bu girişime karşı İngiliz ve Fransızlar’ ın girişimi ile “Avrupa Nato” su denilen girişim ortaya çıktı. Bu yeni proje hem Almanya’nın ağırlığını hem de Fransa’nın ABD’den bağımsız kalma özlemlerini dengeleyecekti. Avrupa Güvenlik Kimliği yeterince sorunlu bir girişimdir. Mali yükünden, kendi iç dengelerinden kaynaklanan zorluklara kadar pek çok sorunu vardır. Ayrıca çok önemli bazı gerçeklikler AB-Türkiye ilişkilerine özel zorluklar kazandırmaktadır. AB’nin orkestra şefi Almanya’dır. Hemen ondan sonra gelen şef yardımcısı ise Fransa’dır. Almanya, sosyalizm yıkıldıktan sonra tüm önceliğini Doğu Avrupa’ya açılmaya vermiştir. Bir zamanlar kullanılan ünlü deyimi ile Avrupa’nın ortasından doğusunu kapsayan bir alanda “Almanya Birleşik Devletle- r i” ni yaratma çabasındadır. Bu yolda oldukça hızlı ve önemli adımlar atmıştır. Bu gelişmeye son halka olarak Almanya- Rusya yakınlaşması da eklenmiştir. A lmanya Başbakanı’nın Putin’i ziyareti Avrupa’da, Balkanlar’da, Kafkaslar’da yeni dengelere doğru gidişin önemli bir işaretidir.
Öte yandan, Avrupa’nın şef yardımcısı Fransa ise ABD’den bağımsız politika yürütme çabaları ile ünlüdür. Fransa, Afrika’daki eski sömürgelerinden çekilirken Arap dünyasına ve Ortadoğu’ya özel yönelişler gösteriyor. İsrail-Filistin sorununda açık bir şekilde Filistin’e, yâni Arap dünyasına yakın duruyor.
Bu gerçeklikler ABD-İsrail ekseninde yer alan Türkiye için, AB ve onun güvenlik sistemi içinde yer alma konusunda çok önemli zorluklardır.
“ Helsinki toplantısının ardından, pek çok AB üyesi Türkiye’ye Avrupa Güvenlik Kimliği içinde rol vermeye niyetli görünmedi. Türkiye, AB’nin esas hedefi olan Avrupa içinde veya çevresinde 60.000 kişilik hızlı konumlandırılabilir birliğe tugay seviyesinde katılmayı önerdi, resmi bir cevap alamadı.” Daha da öteye bir AvrupalI yetkilinin bu konuda ortaya koyduğu genel yaklaşım tarzı, Avrupa Güvenlik Kimliği içinde Türkiye’nin yolunu tamamen tıkamaktadır:
“ABD ve N ATO ’nun AB üyesi olmayan üyeleri şunu kabul etmek zorundalar, Birlik sadece basit bir ticaret bloğu değildir... Avrupa’nın birleşme süreci yarı anayasal bir yapıdadır. Onun savunma ve güvenlik boyutuna yükselmesi alın- yazısıdır ve üye ve üye olmayan ülkeler arasında bir ayrım kesinlikle kaçınılmazdır. Bu yüzden amaç, ayrımın olumsuz etkisi tümüyle ortadan kaldırılabilirmiş gibi yapmak yerine, onu azaltmak olmalıdır.
“Türkler için böyle bir yorum, soğuk savaş yıllarında Türkiye’nin rolüne karşı bir nankörlüğü yansıtmaktadır.
“Sonuç olarak, Türkiye’nin gelecekte Avrupa güvenlik anlaşmalarına katılması,
_________ helsinki sonrası bir yıl__
11
AB ve NATO diplomatlarının herhangi sözlü yorumları üzerine kısa vadede tasarlanır olmaktan çok, ülkenin uzun dönemli AB’ye giriş sürecine bağlıdır.”
Bu açıklamalardan iki esas sonuç çıkarılabilir. Türkiye, AB üyesi olmadan onun güvenlik sistemi içine alınmayacaktır. Avrupa güvenliği ile ilgili son görüşmelerde Türkiye’nin hırçın tavrı üzerine, Avrupa basınında “Türkiye, AB’ye arka kapısından girmeye çalışıyor” yorumları yapılmıştı. Bu iş kısa vadeli günlük yorumlardan çok, uzun vadeli AB’ye giriş sürecindeki gelişmelere bağlıdır. Bu yeterince açıktır. Ancak Avrupa bir başka şey daha söylemektedir. Üye ve üye olmayanlar arasındaki ayrımın “ olumsuz etkisini kaldırılabilirmiş gibi yapmak” yerine “ azaltmanın” yollarını aramaya niyetlidir. Bunun siyasal anlamı ise yeterince açıktır. Avrupa, Türkiye’ye diplomatik bir dille şunu söylüyor: “ Güvenlik sistemimde sana kendi uygun gördüğüm kadar yer veririm. Senin istediğin ya da umduğun kadar önemli bir yer değil.” Türkiye bunu “ nankörlük” olarak görse de yapacak fazla bir şeyi yoktur.
TÜRKİYE'NİN STRATEJİK GELECEĞİ VE KAFKASLAR
Türkiye’nin stratejik önemi sadece coğrafi konumuyla ilgili değildir. Bölgedeki yeni dengelerde oynayabileceği ro lle ilgilidir. Türkiye’nin yeni dünya dengelerinde önemi artmakla kalmamış, kendisi de daha aktif bir dış politikaya yönelmiştir. Bu gelişme “ Batılı gözlemcilerin” dikkatini çekmektedir. Son yıllarda Türkiye üzerine yapılan araştırmalarda kesin bir yoğunlaşma vardır. Hele 2000
— yol----------------------------------------yılı biterken pek çok uluslararası politika ve araştırma dergisinde konu Türkiye’dir.
Türkiye dış politikasındaki aktifleşme Körfez Savaşı’nda Özal’ın politikaları ile başlatılır. Ve aktif politikaya örnek olarak birkaç olay sürekli vurgulanır. Bunların ilki S-300 füzelerinin Kıbrıs’a yerleştirilmesi ile ilgili Türkiye’nin savaş tehditidir. İkincisi, Öcalan’la ilgili Suriye’ye yöneltilen tehdittir. Ve İsrail’le yapılan anlaşmanın Ortadoğu’daki sıcak konumudur. Kafkaslar’a hızlı girdiği, ancak gerek yaptığı hatalar ve gerekse yeterince gücü olmadığı için zemin kaybettiği gene Batı’nın tesbitidir.
Yeni Dünya Düzeni’nde Türkiye’nin stratejik önemini daha çok Kafkaslar artıracak ya da azaltacaktır. Ortadoğu’da yeterince aktör vardır. Balkanlar ise Avrupa güvenliği içine gireceği için AB’nin çizdiği sınırlar çerçevesinde kalmaya mahkumdur.
“ Kafkaslar için 2001 yılı önemlidir. Putin Azerbaycan’ı etkileyebilir: ABD yeni başkanı ile ne yapacaktır? AB, bu bölge ile daha fazla ilgilenmeye başlayacaktır.”
“ Şimdiye kadar Kafkaslar bölgesinde ABD ve Rusya arasındaki yürüyen çekişmeli ilişki nedeniyle, gelecek on yılda, Türkiye’nin Rusya ve Kafkas bölgesi ile ilişkilerindeki jeopolitik belirsizlik sürecektir.”
Kafkaslar’daki mücadelenin nasıl seyredeceği gerçekten pek çok soru işareti taşımaktadır. Özellikle ABD’li stratejist- ler son zamanlarda Kafkaslar’ın petrol rezervleri açısından “global önemini” küçülten değerlendirmeler yapıyorlar. Onlara göre bu önem “ en iyi durumda
12
Körfez petrollerinin %15’i kadardır.” (a.g.y.) Olayı büyüten de şimdilerde küçülten de onlar. Elbette ki bölge önemli yeni bir stratejik alandır. Ancak öyle anlaşılıyor ki, Rusya bu bölgede ağırlığını koydukça ABD böyle değerlendirmeler yapacaktır.
Bölgede önemli gelişmeleri birkaç başlıkta özetlersek, ilki, ortaya çıkan saflaşmadır. Türkiye, Azerbaycan, Gürcistan bir safta dururken; İran, Ermenistan ve Rusya öbür safta durmaktadır. Karabağ ve Çeçenistan bölgede hemen fitili tutuşturulabilecek hazır bombalardır. İkincisi, Almanya-Rusya yakınlaşmasının önümüzdeki yıllarda bu bölgeye bir yansıması olacaktır. Üçüncüsü, Putin dış politikada bazı yeni yönelişlere giriyor. Yeni bir cephe arayışındadır. Bu yönelişler de Kafkas bölgesini kesinlikle etkileyecektir. Dördüncüsü, ABD’nin bölgedeki politikalarının nasıl derinleşeceği ile ilgilidir. Bu henüz kesin değildir. Ve yakın zamanda da kesinleşeceğe benzemiyor. Ortadoğu’da Araplar’ı çileden çıkartmakla Kafkaslar’da Rusya’yı çileden çıkarmak arasında büyük farklar vardır. Bu farkı ABD yavaş yavaş öğreniyor.
Bu koşullar altında Bakü-Ceyhan boru hattının geleceği henüz kesinleşmiş değildir. Önümüzdeki yıl bu konuda son sözler söylenebilir. Türkiye’nin stratejik öneminin artması onun herşeyden önce Kafkaslar’da derinleşmesine bağlıdır. Ancak bunun AB güvenliği ile doğrudan bir bağlantısı yoktur.
SONUÇ
Türkiye iki ters akımın anaforunda bocalamaktadır. AB ile ilişkiler ve öte
yandan bölge ve ABD gerçeği.
AB ile ilişkiler Türkiye’yi demokratikleşmeye değilse bile sivilleşmeye zorluyor. Politikanın merkezinden ordunun çekilmesini dayatıyor. Bu sadece Batı demokrasi normlarına uymakla ilgili değildir, daha çok Türkiye üzerinde Batı’- nın politik manevra alanını daraltmasın- dandır. Dev bir çıkar gurubu olarak asker, sivil politikalara fazla bir alan bırakmıyor.
Yine AB süreci, Türkiye’ye hem siyasal hem de ekonomik sorunlarını çözmeyi dayatıyor. Bunun bedeli ya da acıları AB’yi hiç ilgilendirmiyor. Çünkü AB bir yardım kurumu değil, ekonomik ve sosyal olarak belli bir seviyeyi yakalamış ülkelerin birliğidir. Oraya sorunlarınızı taşıyamazsınız. Sorunlarınızı “ çözüp” süreci hızlandırabilirsiniz. Türkiye şark kurnazlığı ile kendi yükünü AB’ye ne ölçüde taşitabileceğinin hesaplarını yapıyor.
Son olarak, AB, Türkiye’ye bazen çok açık bir şekilde bazen üstü örtülü ABD dış politika hattından bir uzaklaşmayı dayatıyor. Ancak buna karşılık bölgede kendisi yeterince etkin olmadığı için dengeleri zorlayan politikalar üretemiyor. Bu nedenle dayatmaların bir etkisi olmuyor.
AB sürecinin Türkiye’ye dayattıkları bunlar olmasına rağmen, bölge gerçekleri ve ABD’nin politikaları, AB sürecinin dayattıklarının neredeyse tam tersini zorlamaktadır.
Türk Devleti’nin düşüncesine göre, Kafkas-Ortadoğu-Balkanlar üçgeninde AB’nin demokrasi ve “ insan hakları” zorlamaları Cumhuriyet’in varlığını riske sokmaktadır. Bu nedenle, koşullar demokrasiye değil, sadece demokrasi
_________ helsinki sonrası bir yıl__
13 —
makyajına uygundur. Ordu gerçek payı da olan bu silahı, her türlü demokratik ve kendi egemenlik alanını daraltacak gelişme için çok güçlü bir şekilde kullanmaktadır.
AB sorunlarımızı çözmemizi isterken, “ Kürt sorunu” , “ demokratikleşme” ve “ ordunun siyasetin ağırlık merkezinden çekilmesi” gibi her biri kendi ağırlık ve tarihine sahip olan bu sorunların çözümü için Türkiye’de en azından bir demokratik devrim gereklidir. AB böyle bir süreci mi zorluyor? Öyle olmadığına göre AB açıkça ipe un sermektedir.
Dış politikada ABD hattından uzaklaşma dayatması Türkiye için yaşanan bölgede mümkün değildir. Ayrıca AB bu alanda yeterince etki gücüne sahip olmadan Türk Devleti de bu dayatmaları ciddiye almayacaktır.
AB süreci bu gerçeklerden dolayı, Türkiye için bir açmaz gibi görünmekted ir. Bu açmaz bugüne kadar k ireç lenen
yapıda önemli bazı zorlamalar yapabilir. Ancak ortada Helsinki kararı nedeniyle geçen yıl yapılan Meşrutiyet şenliklerini tekrarlamak için hiçbir neden yoktur.
9 O cak '01
— yol----------------------------------------
__ 14
Omer Demir
MEVCUT DURUM VE İTTİFAK POLİTİKASI ÜZERİNE
Kürt halkının tek yanlı durdurduğu savaş ve batıda katliamlarla sindirilmiş toplumsal muhalefete rağmen peşpeşe gelen ekonomik ve siyasi krizlerle cumhuriyet, tarihinin en ağır bunalımına girmiştir.
Burjuvazinin her soydan medyası haftalardır krize döviz çıpasının mı, yoksa havada uçuşan anayasa kitabının mı neden olduğunu bulmaya çalışılıyor. Krizin nedenini henüz bulamadılarsa da bir kurtarıcı ve kurtuluş yolunu buldukları kesin. Suçlusunu ararken her kafadan ayrı ses çıkaranlar çözüm konusunda söz birliği etmişçesine aynı şeyi söylüyor; krizin bedeli halklara ödettirilecek. Yalvararak, kandırarak yetmezse polis marifetiyle onay isteniyor. Bu hengame nasırlı bir elin tersiyle kenara itilirse ortaya gün gibi açık olan şu gerçekler çıkar. Krizin nedeni üretim yokluğudur ve ancak üretmekle aşılır. Ruhuna kadar ranta ve tefeciliğe batmış bu müflis sermayeyi ise halk hareketinden başka üretmeye zorlayabilecek bir irade yoktur. Toplumsal muhalefetin on yıllık suskunluğu bu krizin en önemli nedeni olarak görülmelidir.
Krizler sistemin iç dinamiklerinin ürünüdür ve bu nedenle kanseri vücudun üretmesi gibi krizi de sistem üretmektedir. Bir halk müdahalesi olmadıkça bu kısır döngü kalıcıdır ve ülkeyi götürdüğü yer Latin Amerikalılaşmadır.
Şimdi ülkenin ve onun üretken insanlarının önündeki en yakıcı sorun, bir kitlesel direnişin nasıl yaratılacağı sorunudur.
1 - POLİTİK DURUM
12 Eylül faşizminin zoruyla devreye sokulan "ihracata yönelik sanayileşme" politikası 90'lara gelinirken tıkanmaya başladığında, uluslararası finans kapitalin de teşvikiyle, yeni bir ekonomi- politika benimsendi. Bu politika iki özellik taşıyordu; birincisi "devletin küçültülmesi" adı altında kamu servetinin yağmalanması ve İkincisi özelleşen bu sermayenin daha az elde toplanmasının sağlanması. Finans kapitalinin devlet çiftliklerinde palazlandığı bu ülkede, kamudan özel sermayeye değer aktarılması yeni değildir, ancak bu kez yeni olan kamu ekonomisinin tümden tasfiye ediliyor olmasıdır.
Bu politikayla on yıldan uzun süredir özelleştirmeler, işletme hakkı devri gibi açık, banka kurtarma, batık krediler ve "görev zararları" olarak üstü kapalı yoldan kamu serveti dehşetli bir hızla özel sermayeye dönüştürülmektedir. Önceleri kirli savaşın finansmanı için kullanılan devlet borçlanması, süreçte bu aktarım ilişkisinin en aktif mekanizması haline getirildi. Öyle ki devlet borçlanması sayesinde kamu ekonomisi
hızla tasfiye olurken, özel sermaye büyük oranda tefecileşti. (Kayıtlı verilere göre en büyük 100 şirketin gelirlerinin %75'i, en büyük 500 şirketin ise %50 den fazlası faiz ve rant gelirlerine dayanıyor.)
Kamunun tasfiyesi ve özel sermayenin spekülasyona kayması ekonominin üretim temelini tümüyle daralttı ve korkunç boyutlara varan işsizlik, ihracatın kesilip ithalatın patlaması gibi yıkıcı sonuçlar getirmesine rağmen aynı aktarım ilişkisi ağırlaştırılmış vergiler ve dış borca dayanarak sürdürülmeye çalışıldı. Uluslararası sermayenin de dahil olduğu bu yağma politikası krizlerle kesilmesine rağmen rotasından sap- mamıştır. Şimdi Dünya Bankası’ndan atanan memur eliyle hızlandırılarak mantıksal sınırlarına kadar götürülecektir.
Bu yağma üzerine kurulu ekonomi- politikanın bir avuç azınlığa büyük karlar sağlayacağı açık, ancak sonuçları sadece bununla sınırlı değildir.
a) Ekonominin kazandığı spekülatif karakter nedeniyle krizler zorunludur ve gelgeç değildir. Geçmişte on yılda bir ekonomiyi kuşatırken, 90'lardan bu yana neredeyse iki üç yılda bir gelmektedir. (88-89, 91, 94, 98-99 ve 2001 krizleri) Bu sıklıktaki krizler sermayenin daha az elde toplanmasına da hizmet ediyor. Bizzat bu gerekçeyle de mevcut ekonomi politikanın ayrılmaz unsurudur.
b) Geçmişte kamu ekonomisi burjuvazinin çeşitli kesimleri arasında paylaşımı dengeleyerek (ucuz hammadde, altyapı sağlama ve en büyük alıcı olma
— yol-----------------------------------------
konumuyla) burjuvazinin iç ilişkilerini düzenleme fonksiyonuna sahipti. Tasfiye süreciyle birlikte bu düzenleyici mekanizma etkisizleşti ve egemen sınıfın iç kopuşma ve çelişkilerin derinleşmesi sonucunu doğurdu. Her finans kapital grubunun kendi başının çaresine baktığı bu süreçte en önemli gelişme ise; genelkurmayın siyasi inisiyatifinin zorunlu koşulu olan iktisadi dayanakları yaratmaya girişmesi ve kirli savaşın sağladığı olanakları da kullanarak, OYAK Hol- ding’i Türkiye'nin en büyük beş holdinginden birisi haline getirmesidir.
c) Egemen sınıfın iç çelişkilerini derinleştiren ve siyasal krizlere zemin hazırlayan diğer önemli unsur, kamu ekonomisinin özel sermayeye dönüşme sürecinin ekonomik kurallardan çok siyaseten yürütülmesidir. Paylaşım aşırı derecede siyasallaşmış, hatta mafyalaşmıştır. Bu gerçeklik, bir yanda parlamentoda siyasi uzantılara sahip türedi zenginler yaratırken, diğer yandan siyasi olanakları daralan en tepedeki kimi finans kapital gruplarını iflasın eşiğine getirmiştir. Yolsuzlukla mücadele kavramı arkasında tümüyle siyasallaşmış paylaşım mücadelesi yürütülmektedir.
d) Egemen sınıf içi çelişkilerin ve kopuşmaların artışı siyasi partiler düzlemine de yansımış ve benzer sonuçları orada da doğurmuştur. Ancak siyasi partilerin içinde bulunduğu çözülmenin daha önemli nedeni kamu ekonomisinin tasfiyesiyle ilgilidir. Geçmişte, bu sektörün sağladığı olanakların (taban fiyatları, ucuz tüketim malı, ucuz krediler ve istihdam vb.) par-
__ 16
tiler üzerinden kısmen de olsa kitlelere aktarılmasıyla bir tü r patronaj ilişkisi kurulabiliyordu. Geçmişteki ikili parti sisteminin de temel dayanağı buydu. Tasfiye süreciyle birlikte bu ilişki ortadan kalktıkça Siyasal İslam dışındaki burjuva partileri tabansızlaştılar ve büyük bir temsiliyet kaybına uğradılar. Bu gelişme toplumsal kesimlerin her katmanını kendi dolaysız temsilcilerini çıkarmaya zorlayacaktır.
Yaşanan iktisadi ve siyasi krizleri kabalaştıran diğer önemli neden uluslararası dinamiklerle ilgilidir.
Türkiye'nin de içinde olduğu Baltık Denizi’nden başlayıp Balkanlar ve Orta Asya’ya kadar uzanan emperyalist paylaşım kuşağında; ABD, AB ve Rusya'nın şiddetle kızışan paylaşım mücadeleleri bölgeyi yeniden biçimlendirdiği gibi, bölge devletlerini ve onların içindeki güç dengelerini de yeniden biçimlendiriyor.
Paylaşımın şimdilik gerilimi artırdığı noktalar Balkanlar’dan sonra Kıbrıs, Kürdistan ve Irak, Güney Kafkasya'da Karabağ ve bunlara eklemlenen tarihsel bir sorun olarak Filistin'dir. Bu alanlardaki gelişmeler tümüyle birbiriyle bağlantılıdır ve paylaşım kuşağının tam ortasında bulunan Türkiye'yi doğrudan etkilemektedir.
Bilindiği gibi Türkiye stratejik geleceğini 96'dan bu yana ABD İsrail stratejik işbirliği hattına oturtmuştur. Genelkurmay eliyle devreye sokulan bu yöneliş; Türkiye'nin, Balkanlar O rtadoğu ve Kafkaslar üçgeninde ABD’nin çıkarlarını esas alan "bölgesel bir askeri güç" olmasını hedefliyor ve bunun gereği olarak muazzam bir silahlanmaya gidiliyor. Bu ittifak çerçevesinde Türkiye,
ABD eliyle Balkanlar’a sokulmuş, Kafkas enerji kaynaklarına eklemlenmiş ve Ortadoğu sorunlarına dahil edilmiştir. Bu ittifak sadece askeri temelde değil siyasi sosyal ekonomik sonuçları da olan kapsamlı bir oluşumdur ve Türkiye'nin iç siyasetine de doğrudan yansımıştır. Genelkurmay’ın 28 Şubat çıkışı bu temelde değerlendirilmelidir.
Silah ve petrol tekellerinin dolaysız temsilcisi olarak gelen Bush hükümeti, emperyalist rakiplerine karşı sağladığı rantı elde tutma amacıyla ABD ’nin askeri üstünlüğünü pekiştireceğinin işaretlerini vermektedir. Bu politikanın bir parçası olarak Türkiye'yi, Avrupa Birliği'nin ordusu kabul edilen Avrupa Güvenliği Savunma Kimliği’ne bir "Truva Atı" olarak sokmaya çalışmaktadır.
Buna karşılık AB verdiği aday üyelikle Türkiye'yi yörüngesinde tutarak sözü edilen ittifakın bölgede aleyhine gelişecek sonuçlarını azaltmak ve eğer becerebilirse kendi hegomonya alanını Kıbrıs ve Türkiye'nin doğu sınırlarına kadar genişletmeyi planlamaktadır.
Askeri ve siyasi olarak ABD'ye, ekonomik ilişkileri bakımından büyük oranda AB’ye bağlı olan Türkiye, her iki emperyalist gücün çıkar çatışmalarının sonuçlarını ekonomiden siyasete, askeri alandan kültürel alana kadar hemen her düzeyde şiddetle yaşamaktadır. Elbette Türkiye egemen sınıfının bu ikiliğe göre taraflaşması da kaçınılmazdır. Bu doğrultuda genelkurmay "güvenlik" kavramını öne çıkararak, ABD-İsrail hattının gereklerini, provokasyon ve katliamlarla topluma benimsetmeye çalışırken, Avrupacı kesimler ise sözde demokrasi söylemleriyle başka bir emperyalist
_ _ _ _ _ ittifak politikası üzerine__
--------------------------------------- 17 ---
— yolhegomonyayı ülkeye hakim kılmaya çalışmaktadır. Avrupa Birliği ile yapılan son görüşmeler sürecinde bariz olarak su yüzüne çıkan bu ikiliğin önümüzdeki dönem daha fazla derinleşeceği ve kendi kitlesel tabanlarını oluşturmaya yönelecekleri açıktır.
Sonuçta yağma süreci ve emperyalist paylaşım, egemen sınıf ilişkilerini uzlaşmaya değil çatışmaya zorluyor. Siyasal partiler alanını çoktandır çözen ve devlet kurumlarının tepesine tırmanan bu gerilim, karşıt ama birlikte akan iki zemini beslemektedir. Bunlardan ilki; siyaset alanının genelkurmay dahil her kesimin dolaysız temsilcileri üzerinden yeniden biçimlendirilmesidir. Kendi kitle temellerini de örgütlemeye girişecek olan bu yol egemen sınıf içi çatışmaların siyasal ama daha üst bir seviyede süre gitmesi anlamına gelir. İkincisi ise peşpeşe yapılan psikolojik savaş eylemleriyle altyapısı diri tutulan askeri darbedir. Kirli savaş paşalarının tek yanlı atacağı bu adımın geçmiştekilere oranla çok daha fazla kesimi karşısına almak zorunda kalacağı açıktır. Genelkurmay "devleti kurtarma" konumundan bürju- vaziiçi çıkar mücadelesinde aktif bir taraf konumuna gerileyeli epey zaman olmuştur. Üstelik sistemin sorunları tek hamlelik müdahalelerle çözülmeyecek kadar derindir ve zaten bu nedenle günlük müdahale noktasına kadar gelinmiştir. Olası bir darbenin sorunları aşma yeteneği geçmişe oranla çok daha sınırlıdır. Her iki seçenek açısından da Türkiye'nin yakın geleceği siyasal krizlerin ekonomik olanları, ekonomik krizlerin siyasileri kışkırtacağı bir kısır döngüye mecbur görünmektedir.
2- KİTLE DİNAMİĞİ
Uygulanan ekonomi politikanın kitleler düzeyinde yarattığı sonuçlar çarpıcıdır. Mülksüzleşme, göç ve işsizlik korkunç ölçülerdedir. Sigortalı işçi sayısında bir azalma yaşanırken kentsel nüfus katlanarak artmaya devam etmektedir. ( I980'de 19,5 milyon olan kentsel nüfus 85'te 26,5 milyona, 90'da 33 milyona, 2000'de toplamın %70’i olan 44 milyona ulaşmıştır.) Kürdistan'da kirli savaş, Türkiye genelinde ise kırdan pervasızca değer aktarılması göçlerin itici gücü olmuştur. Ulaştığı seviyeye rağmen henüz arkası da kesilmiş değildir. Devreye sokulacak olan ağırlaştırılmış vergiler, tarımsal kredilerin kesilmesi, taban fiyatlarının düşürülmesi vb. uygulamalar kırda yeni iflaslar ve göç dalgalarının habercisidir. Bu durumun yarattığı en önemli sonuçsa varoşlara yığılan bu devasa nüfusun sistem tarafından toplumsal işbölümünün içine alınamıyor olmasıdır. Kürdistan illerinde işsizlik oranı % 60'dır. Türkiye genelinde 25 milyon olan iktisaden faal nüfusun resmi söylemlere göre 6-7 milyonu işsizdir. İşportacılıkla, çocukların emeğiyle ayakta kalmaya çalışan milyonlarca yarı proleter pratik olarak sistemin dışına püskürtülmüştür.
Çalışanların durumu daha iç açıcı değildir. 12 Eylül’de silah zoruna indirilen ücretler şimdi kriz bahanesi ve işsizlik tehdidiyle indirilmektedir. Sözleşmelerde peşpeşe imzalanan negatif zamlarla, artık bir ücretle birkaç işçi birden çalıştırılmaktadır. Halka dayatılanlar bunlarla sınırlı kalmıyor. Ekonomik yoksullaştırma suya atılan taşın yaydığı dalgalar gibi toplumsal yaşamın sosyal,
__ 18
kültürel ve ahlaki boyutlarına da yayılarak katmerli yıkımlara yol açmaktadır.
Her geçen gün daha da ağırlaşan sorunlara rağmen bir kitle hareketi oluşmamıştır. Önümüzdeki süreçlerin temel sorunu olan bu durumun doğru önderliğin geliştirilememesi gibi sübjektif nedenleri olduğu kadar, 80 sonrası ortaya çıkan ve bugünde etkili olan kitle dinamiğindeki değişimle ilgili objektif nedenleri vardır.
* Kitle dinamiği yatay vedikey olarak parçalanmıştır
80 öncesinin büyük kitle hareketlerinin ayırdedici yanı; varoşlara yığılan yarı proleter kesim, büyük fabrika işçisi ve kent küçük burjuvazisinin ittifak içinde olmasıydı. O dönemlerde uygulanan ithal ikamecilik denilen, istihdamı ve yüksek alım gücünü esas alan ekonomi politika nedeniyle, kırdan göçen nüfus hızla fabrika üretimine dahil olabiliyordu. Varoşlar ve sanayi proletaryası arasındaki geçişkenliğin son derece fazla olduğu bu süreçte, her iki kesim arasında dolaysız bir çıkar birliği ve ortak davranış kendiliğinden gelişe- bilmişti. Proletaryanın bu bütünlüğü entelektüel üretimi tekelinde bulunduran kent küçük burjuvazisini de etkisi altına aldı ve bu kesim kitle hareketinin kültürünü ve siyasetini yaymakta önemli bir rol üstlendi.
80 sonrasında ise bu ittifak zemini dağılmıştır. İhracata yönelik sanayileşme adı altında uygulanan ekonomik model istihdam yerine ucuz emeği esas aldı. Sanayi kimi temel sektörlerde merkeze toplanırken çevresinde geniş bir halka
olarak, düşük ücret ve küçük işletmeye dayalı sektörler ( yan sanayi, konfeksiyon, hizmet sektörü, gıda, inşaat vb.) yarattı. Bu gelişme işçi sınıfının ücret dilimi ve iş güvencesi açısından dikey parçalanmasına yol açarak, varoşlarla sanayi işçisi arasındaki geçmişin kendiliğinden ittifakını kırdı. Kentsel nüfus ve işsizlik arttıkça bu dikey parçalanma daha belirgin hale geldi. Sendikalar da bu değişime göre yeniden biçimlendiler. Çevrede sendikasızlaşma hatta sigortasızlaşma hakim olurken merkezdeki görece yüksek ücret alan işçinin eğilimleri, sendika bürokrasisiyle bütünleşerek sınıf hareketini etkisizleştirdi.
Diğer önemli değişim kent küçük burjuvazisinin konumundadır. Bu kesim önceleri hizmet sektörünün gelişimiyle, ardından varoşlara gelen göçün yarattığı rant ve ucuz emek yağmasından pay almaya başladıkça geçmişteki ortak davranış zemininden düştü.
* Kitle dinamiği ideolojikolarak kırılmıştır90 sonrasında Sovyetler’ in çözül
mesinin, toplumsal muhalefetlerin en güçlü yapıştırıcısı olan sosyalizm düşüncesini önemli ölçüde ve dünya çapında darbelediği açıktır. Fakat bu sonucun her ülkede aynı şekilde olmadığı unutulmamalıdır. Örneğin Latin Amerika ülkelerinde sosyalist muhalefet bizdeki gibi bir gerilme yaşamamış, hatta kimi ülkelerde güç kazanmaya devam etmiştir. Aynı şekilde burjuva sosyalizmi temelinde de olsa Güney Avrupa ülkelerinin tamamında sosyalist ve komünist partiler oy oranlarını ar- tırabilmiştir. İdeolojik kırılmanın seviye
--------------------------------------------- 19 —
________ ittifak politikası üzerine__
— yolsi daha çok her ülkenin kendi gerçekleriyle ilişkili görülmelidir.
Bizdeki kırılmanın derinliği kent küçük burjuvazisinin değişen konumuyla ilgilidir ve bu kesimdeki ideolojik farklılaşma asıl olarak 90’dan önce başlamıştır. Kitle dinamiği açısından kent küçük burjuvazisini bu denli önemli kılan neden ideolojik araçlara ulaşma, bunları üretme ve yayma bakımından işçi sınıfına göre çok daha elverişli bir konuma sahip olmasıdır. Bu kesim ekonomik olanakları genişledikçe sanatı, kültürü ve siyasetiyle kolektif kurtuluş yerine bireysel kurtuluşun yayıcısı durumuna geldi.
■ Kitle hareketine karşıreorganize olan devletsaldırılarını dakikleştirmiştir.Devlet toplumsal muhalefete karşı
80 öncesinden oldukça önemli dersler çıkartmış ve kirli savaş sürecinde bu deneyimlerini en uç noktalara vardır- mıştır. 12 Eylül yasalarını süreçte pekiştirerek en basit demokratik talebi ve örgütlenmeyi bile yasadışı ilan ederek yaşam hakkı tanımamış, filizlenmekte olan kitle dinamiğini ise gençlikte olduğu gibi aşırı şiddet uygulayarak sindirmiş daha ötesi, Gazi'de yaşandığı gibi provoke etme veya "bir dakika karanlık" eyleminde olduğu gibi medya aracılığıyla yönlendirme türünde çok yönlü müdahale tarzları geliştirmiştir. Özellikle medya o lanakların ı ku llanarak k itle bilincinin oluşturulması aşamasında son derece etkin olabilmektedir.
80 sonrasının istisnası olan 87-89 Bahar Eylemleri’ni henüz kitle dinamiğinin yeterince değişime uğramadığı
__ 20
ve 12 Eylül’ün biriktirdiği tepkilerin ürünü olarak görmek gereklidir. Bunun dışında kendiliğinden kitle hareketleri sözü edilen nedenlerle kesintiye uğramıştır. Yeniden gelişebilmesi ise daha çok açlık ve yoksullukla değil, ancak dinamikler arasındaki kopukluğun ortadan kaldırılması, bunun için gereken ideolojik mücadelenin yürütülmesi ve saldırılara karşı taktik savunmasının örgütlenebilmesi koşullarıyla mümkündür. Bu daha açık bir söylemle kitle hareketinin yaratılması demektir ve yaratacak iradeyi gerektirir.
Bu tarihsel göreve Türkiye Devrimci Hareketi ise oldukça farklı tarzda tepki vermiştir.
3 - DEVRİMCİ HAREKET
Öncü-kitle diyalektiği açısından bakıldığında Türkiye Devrimci Hareketinin 65-80 arası dönemi, büyük oranda kendiliğinden kitle hareketlerinin ürünüdür. Sürecin yüz binlere varan örgütlerine "tabanın tavanı yönettiği örgütler" denilirken, çok hızlı kitleselleşen ama onu yönetecek örgütsel - politik önderliğin aynı hızla yaratıla- madığı bir durum anlatılmaktaydı. Bu değerlendirme TDH'nin bütünü için de geçerlidir. Bir kural olarak; öncü iradenin kendi temel işlevlerini yerine getiremediği zaman kitle hareketine tabi olması kaçınılmazdır. Tam da bu yetmezlik nedeniyle devrim c i yapıların kitleyle ilişkisi "taleplerini ve eylemini radikalize etme" sınırında kalmıştır. TDH'nin 65- 80 dönemine damgasını vuran bu mücadele anlayışı; 78'lere kadar kitle hareketinin canlılığıyla
sürdürülebildi, fakat giderek keskinleşen sınıf mücadelesinin taktik ihtiyaçları karşılanamadığı oranda gerileme ve dağılma kaçınılmaz oldu. Kendiliğindene kitle hareketine tabiyeti nedeniyle taktik atak yapamamış olan devrimci hareket, 80’e gelindiğinde ise aynı manevra kabiliyetindeki yetmezlik sonucu geri çekilmeyi de başaramadığı için ağır darbe almaktan kurtulamamıştı.
80 sonrasında ise Bahar Eylemleri yeni bir canlılık yarattığında; sürecin geçmişteki gibi akacağı devrimci hareketin tümünü kapsayan bir yanılgıydı. Oysa geçmiş deneyimler ve sınıf mücadelesinin yeni şartları öncünün kendisini bir çok bakımdan yenilemesini gerektiriyordu. Bu yenilenme; muhalefetin çeşitli kesimlerinin taleplerini aynı politika ve örgüt biçimi içinde toparlayan, farklı mücadele tarzlarını birini diğerini çelmeden uygulayabilen ve kitle hareketindeki iniş çıkışlara karşı sürekliliğini kendi kurumsal bağımsızlığına dayandıracak bir iradenin yaratıl- masıydı. Özce TDH amatörlükten profesyonelliğe geçiş göreviyle karşı karşıyaydı. Bu ancak kendi gerçeğini görme cesareti gösterebilen güçlü bir iç hesaplaşmanın ürünü olabilirdi. Fakat sübjektif yaklaşımlarla iç hesaplaşma geçiştirildi ve 86 sonrası gelişen kitle hareketindeki canlanmanın etkisiyle eski faaliyet tarzları olduğu gibi devam ettirildi.
90’la beraber peşpeşe alınan darbeler kitle hareketinin geri çekilm esiyle
birleşince Devrimci Hareket tarihsel bir dönüm noktasına geldi. TDH ya kitle dinamiğindeki parçalanmayı aşan bir yenilenme gerçekleştirecek ya da onun etkisiyle yeniden biçimlenecekti. İkincisi
oldu.
Devrimci Hareket’ in önemli bir bölümü kent küçük burjuvazisi, görece yüksek ücret alan işçi aristokrasisi ve sendika bürokrasisinin eğilimlerini temel alarak legalleşti ve liberalize oldu. Önderlik iddiasını yitiren ve geleceğini sistemde istikrar beklentisi üzerine kuran bu iradeler, önce kirli savaş uygulamaları, ardından peşpeşe gelen krizlerin yarattığı gerilim ortamında siya- seten etkisizleşti ve temsil ettikleri tabanın eğilimleriyle siyasi muhaliflikten kültürel muhalifliğe geriledi.
Tarihsel mirasa sahip çıkan ve önderlik iddiasını sürdüren iradeler ise daha kapsamlı sorunlarla karşı karşıyaydı. Sözü edilen yenilenme çerçevesinde; içe dönük profesyonelleşme, dışta ise kitle dinamiğindeki parçalanmayı devrimci zeminde aşacak bir iradeyi kendi başarısı ya da ittifakları yoluyla yaratmak ve bu iradeleşme aracılığıyla da yükselen Kürt Ulusal Mücadelesi ile halkların ittifakını kurmak. Türkiye Devrimci Hareketinin "iç devrimi" demek olan bir- biriyle bağlantılı bu üç görev sonraki mücadele süreçlerinin her aşamasında yapıların karşısına yeniden dikilecektir.
Sağ tasfiyeci kesimden kopuşmanın sağladığı ivme ve hemen ardından Gazi Direnişi’yle başlayan canlılıkla, devrimci yapılar kitlesel dayanaklarını önemli oranda büyütmüş ve varoşlarda kimi kalıcı mevziler de edinmişti. Bu kazanımlar yen ilenm e için bir manivela olma imkanı taşıyordu, fakat bu tarzda değerlendirilemedi. Eski anlayışlar veya yeni imiş gibi görülen ama bir yenilik getirmeyen yaklaşımlar ısrarla sürdürüldü. Kendini tekrar eden çalışma
________ ittifak politikası üzerine__
21 -----
tarzı sıkıştığı alanlarda giderek kitlesel dayanaklarını hırpalamaya başladı ve kazanılan mevziler parça parça kaybedildi. Daralmanın yarattığı benmerkezcilik, eylem ölçüsüzlükleri, taktik disiplinsizlikler ve daha önemlisi bir "bekle gör" politikası şu ya da bu düzeyde tüm yapıları etkisi altına aldı. Devletin yoğun saldırılarına maruz kalınan bu süreçlerde devrimci hareketin yine bir irade göstermeden yan yana gelebildiği tek zemin tutsak direnişleri ve şehit cenazeleridir. Bir dönemin temel politik tutumu haline gelen bu savunmanlık kitleden sonra kadro ve sempatizanları da yıpratan sonuçlar doğuracaktır.
Aynı dönemler KUKH'nin mücadelesini en üst noktaya çıkardığı, sistemin siyasal krizinin 28 Şubat’a doğru hızla derinleştiği dönemlerdir. Ağırlaşan siyasi görevlere karşın Devrimci Hareket’in yaşadığı darlık batıdaki önderlik boşluğunu çok daha büyüttü. Bu boşluk ittifaklar mekanizmasıyla doldurulabilirdi. Aslında sağ tasfiyeci kesimden kopuşmanın ardından her süreçte TDH'nin tutarlı bir iç ittifak ilişkisine şiddetle ihtiyacı olmuştur. Fakat yükseliş dönemlerinde sıfır toplamlı küçük burjuva rekabet anlayışı nedeniyle, gerileme dönemlerinde ise iç sorunlarla boğuşulduğu için bu konuda başarılı bir örnek yoktur. Oysa nasıl ki çeşitli kesimlerin taleplerini ortak bir politikada toparlama ustalığı her iradenin içe dönük geliştirmek zorunda olduğu bir yetkinlikse, aynı şekilde bu ustalığın dıştaki karşılığı da ittifaklarla dost kuvvetleri büyütüp düşman kuvvetleri küçültme yeteneğidir. Bu açıdan tutarlı ittifakların kurulabilmesi Devrimci Hareket’in iç değişimleriyle doğrudan
— yol__________________________
___ 22 _______________________________
bağlantılıdır.
Siyasal tercihler ittifaklar konusunda sınırlı kalmayı hatta tümüyle karşı olmayı gerektirebilir, eleştiri konusu yapılması gereken elbette bunlar değil politikasızlık ve ken d i I iği n d e n c i I i k olmalıdır. TDH'nin ittifaklar konusundaki karakteristik tutumu ise genel olarak savunmacı ve kendiliğindencidir; saldırılar açık ve kaçınılmaz hale gelene kadar bekleme, saldırı sırasında birlik çağrısı yapma ve tehdit ortadan kalktığında ise aynı dağınıklığı sürdürme şeklinde olmuştur.
4 - İTTİFAKLAR
İttifaklar konusundaki en önemli ve son deneyim Birleşik Devrimci Güçler Platformu’dur. 28 Şubat topyekün saldırısı üzerine KUKH'nin çağrısıyla 98'de kurulan BDGP, Devrimci Hareketin önemli bir bölümünün katılımıyla bir taktik disiplin yaratması ve halkların ittifakına bir basamak olabilmesi açısından Türkiye Devrimci Hareketi’nin sağ kopuşma sonrasında attığı en önemli adımdır. Bu ittifakın örnek gösterilecek yaygın bir pratiği olamamıştır. Kitlelerde yarattığı umutla ve MGK'da gündem- leşerek devleti en üst düzeyde tedbir almaya zorlayan siyasal etkileriyle karşılaştırıldığında, pratik olarak yapabildikleri son derece cılızdır. Fakat bıraktığı deneyimler oldukça değerlidir.
BDGP'nin temel eksikliği zannedildiği gibi ittifakın tarafları arasındaki güç eşitsizliği değildir. Asıl neden Devrimci Hareket’in irade birliği sorununu ittifak zeminine taşımasıdır. Bu durum amacından öteye zorlanan ittifakın yükünü ağır-
taştırmış ve Devrimci Hareket kendi tarafını yeterince temsil edemediği için pratik yönelişler KUKH'nin taktik
ihtiyaçları sınırını aşamamıştır. Süreç halkların ittifakını yeniden gündem- leştirecektir. Bunun asgari koşulunun heri iki tarafında irade birliği ve tem- siliyet gücüne sahip olması gerektiği bu deneyimden çıkartılması gereken en önemli derstir.
BDGP devrimci iradelerin yan yana gelmesiyle yukarıdan aşağı kurulmuş ve çok kısa sürede biçimlenmiştir. Süreç içinde kurucular kadar da katılım olmuştur. Bu biçimlenme tarzı başarılı bir örnek teşkil edebilir. İttifaklar konusu tartışıldığında genel olarak iki yaklaşım öne çıkmaktadır; demokratik kurumlar dahil en geniş muhalefeti içeren ve tabanda eylem birliklerini esas atan aşağıdan yukarı bir ittifak ya da devrimci iradelerin kuracağı bir çekirdek etrafında en geniş muhalefeti toparlayacak yukarıdan aşağı kurutan bir biçim. Birinci öneri Devrimci Hareket’te fazlasıyla gündemleştirilmiş, fakat başarılı tek bir örneği olmamıştır. Bunun nedeni sorunun esasının toplumsal muhalefet dinamiklerini toparlamakta değil, onların önünü açacak önderlik eksikliğinde olmasıdır. Bir başka söyleyişle toplumsal muhalefet dinamiklerindeki parçalanma ve Devrimci Hareket’teki daralma bunları şu ya da bu düzeyde toparlamayı önüne koyan her oluşumu tarihsel sorun otan önderlik sorunuyla karşı karşıya bırakmıştır ve bunun zorlu taleplerine yanıt verilemediği oranda dağılmak kaçınılmaz olmuştur. Aşağıdan yukarı ittifak önerileri hep bu noktada kırılmaya uğramıştır.
BDGP deneyimi ise yukarıdan aşağı kurulma ve yerellerde komiteleşme kararıyla iki ileri adım atmıştır. İttifakın sınırı eylem birliği olarak itan edilmesine rağmen yerel komite kararı alındığı için, tabanda hızlı bir faaliyet doğurmuş ve bir noktadan sonra alt komiteler artan organizasyon talepleri nedeniyle BDGP merkezini eylem birliğinden daha ileri bir biçime zorlamıştır. Dağılmadan önce BDGP'nin cepheye dönüştürülmesi bu basınç nedeniyle tartışılmaktaydı. Elbette ittifak konusundaki her girişim için BDGP şablon oluşturacak değildir, ancak bu deneyim o günden bu yana daha da ağırlaşmış otan siyasal ihtiyaçların hangi tarz bir ittifak biçimini zorladığını göstermesi açısından dikkate alınmalıdır.
KUKH'nin stratejik dönüşünün ardından ittifaktan ayrılmasıyla BDGP dağılmıştır. Devrimci Hareket kuruluşunda irade gösteremediği bu oluşumun, sürdürülmesinde de irade gösterememiş ve ittifak yaşatılamamıştır.
BDGP'nin dağıtılmasından bu yana daha iki yıl geçmeden birleşik mücadele çağrıları yeniden gündemleşmiştir. İttifakın gerekçesini tarihsel ihtiyaçlar yerine günlük gelişmelere bağlayan hatalı anlayışın pratiği kararsızlıkla biçimleniyor. Ölüm orucu direnişini de kapsayan kopukluk süreci; en basit birleşik tepkinin bile örgütlenememesi, "ben yaparım olur" taktik disiplinsizlikleri ve kendini vuran eylemsel ölçüsüzlükler olarak yaşanmıştır. Yeni ve fiziki tasfiyeyi hedefleyen şiddetli bir saldırı vardır. Bu kez oluşturulması istenen itt ifak eski hastalıkların aynı şekilde sürdürüldüğü bir günü geçiştirme tutumu mu olacak, yoksa Devrimci Hare-
ittifak politikası üzerine__
23 —
ket’i hep aynı noktaya getiren tarihsel görevleri esas alan bir iradeleşme mi o lacak, bunu yaşayarak göreceğiz. Devlet yaptığı katliamla Devrimci Hareket’i kendisini savunmaya zorluyor. Amacı siyasaldır ve siyasal olarak yanıt verilmelidir
İhtiyaç son derece açıktır; saldırıları püskürtecek bir savunmacılık değil, asgari hedefi kitle hareketini yaratmak olan ve en geniş kesimlerin ya da en yakın ideolojik görüşlerin değil, çekir- dekleşmeye en yatkın ve bu konudaki samimiyeti en yüksek iradelerin oluşturacağı bir ittifaktır.
Her geçen gün daha da ağırlaşan sınıf mücadelesi koşulları artık eski tarzda gidilebilecek fazla yol bırakmıyor. Ya iradeleşme ya tasfiye. Devrimci Hare- ket’in karşısında üçüncü bir seçenek yoktur.
20.03.2001
— yol----------------------------------- —
__ 24
Mehmet Yılmazer
GÜNÜMÜZÜN İDEOLOJİK TABLOSU MARKSİZM'E NE OLDU?
GİRİŞ
Günümüzün en tipik özelliği fırtınalı bir sosyal ve teknik değişime rağmen yaygın ve derin bir ideolojik yoksunluktur. “ İdeolojilerin sonu” nun geldiğini ilan edenler açısından elbette ortada bir sorun yoktur. Ancak bu iddianın sosyalizmin yıkılışına karşı atılan bir sevinç çığlığından öteye hiçbir değeri yoktur. Bizzat kapitalist anayurtların ideologları çok geçmeden harıl harıl “yeni ideolojiler” aramaya başladılar. Elbette ideoloji bir yerlerde aramakla bulunmaz. İnsanlığın en eski ideolojisi dinlerdir. Modern çağa geçilince dinlerin yerini sınıf ideolojileri aldı. İdeoloji, toplumsal, sınıfsal ya da zümresel çıkarları “ kutsal” ya da “ mantıklı” söylemlerle bayağı çıplaklığından adeta büyülü çekiciliğe kavuşturan bağ dokusudur. Sınıflara ve proletaryaya epeydir “ elveda” denildi. Hatta şimdilerde “ topluma elveda” diyenler çoğalıyor. A rtık toplumun dağılmakta olduğu, onun yerine “ adacıkların” oluştuğu iddia ediliyor. Böyle bir dünyada gerçekten ideolojilere yer var mı?
Büyük ideolojiler insanlığın önemli dönüm noktalarında doğmuştur. Tek tanrılı dinler küçük kent medeniyetlerinden imparatorluklara geçişin kutsallaştırılmasıydı. Maddi dünyanın çok az değiştiği, yerleşik köy yaşamının insanların başlıca dünyası olduğu bu uzun yıllar
da ideolojiler bir türlü yeryüzüne inemedi. Yeryüzü ne ölçüde karanlık ve durgun ise ideolojiler de o ölçüde yükseklere çıktılar. Yeni kıtaların keşfi, denizaşırı ticaretin yoğunlaşması, üretim güçlerindeki değişim uzun ve sancılı yıllardan sonra ideolojileri “ özgürlük ve adalet” çağrıları ile yeryüzüne indirdi. Kutsal dinden bağımsız bir “ hukuk” o rtaya çıktı. Tanrının değil, insanın yarattığı toplumsal düzenler şekillendikçe ideolojiler de kutsallığından soyunup “ ras- yonel” leştiler ya da “ bilimsel” leştiler. İnsan eliyle yaratılmış en uzun ömürlü ideolojiler modernizm ve sosyalizm oldu. Ancak Berlin Duvarı yıkılınca bu insan eliyle yaratılmış en uzun ömürlü ideolojiler de yıkıntıların altında kaldılar. Yıkıntıların arasından önce sanki tarih fırladı. Din eski kutsallığında değilse bile maddi dünyanın akılcılığı ile sarmalanmış olarak yeniden etkin olmaya başladı. Milliyetçilik yıkıntıların arasından oldukça militan bir çıkış yaptı. Bu gelişmeler üzerine insanlığın falında “ uygarlıklar arası savaşlar” görenler oldu. Ondan önce “ tarihin sonu” na gelindiği iddia edilmişti. Ancak bu iddiaların hiçbirisi günümüzün uçucu- luk-buharlaşma illetinden kendilerini kurtaramadılar. Bazı kalıntılar bırakarak buharlaşıp gittiler.
Pek çok işaret insanlığın yeni ve büyük bir dönüşümün eşiğinde olduğunu gösteriyor. Ancak “ nereye” gidildiği konusunda “ rivayetler o ölçüde muhtelif
25 —
— yolki” , insanlık ideolojik bir tasarım olarak geleceği düşünmekten neredeyse vazgeçmek üzere!.. Teknik, fırtınalı bir şekilde değişiyor. Bugünün en önemli yanı değişimin hızıdır. İnsanlığın ivmesi yükseliyor. İnsanlık kendi tarihindeki ilk toplum biçiminde hemen hemen 100150 bin yıl yaşamıştır. Ardından gelen antik medeniyetler dönemi 8-10 bin yıl sürmüştür. Avrupa Ortaçağı’ndan kapitalizme atlandıktan sonra değişimin hızı kağnıdan arabaların hızına sıçramıştır. Yine de Marx dönemi kapitalizminde üretim araçlarının yenilenme devreleri 25-30 yıllık aralıklara yayılırdı. Bugün bu süre en fazla 5-8 yıldır. Herşeyin hızla “ tüketildiği” bir dönemdeyiz. Bu bildik tüketim mallarından öteye sanat ve kültürü de içine alan hızlı gündelik bir tüketimdir. Hatta “ bilimsel buluşlar” neredeyse gündelikleşmiştir. Böyle bir dünyada “ kalıcı” , daha doğrusu “ uzun ömürlü” ne olabilir? Bir paradoks gibi görünse de gen teknolojisiyle insan ömrü mevcut sınırlarının çok ötesine taşınabilecektir, öte yandan ideololojiler gittikçe ömürsüzleşiyor. Ardarda gelen pek çok kuşak bir tek ideoloji ile beslenmişken, bundan böyle belki de bir insan ömrüne ardarda birkaç ideoloji sığabilecektir.
Bugünün dünyasında insan düşüncesi, fırtınalı teknik ve buna bağlı olarak sosyal değişimlerin yarattığı anaforda savrulan tekneler gibidir. Bugün “ dinozorlukla” öğünmenin hoş bir yanı olsa da insanı hızlı akan sürecin bir kenarında seyirci olmaktan kurtaramıyor. Öte yandan “ herşeyin değersizleştiği bir dünyada” dün yüce değerler için mücadele etmiş kuşaklara sanki dinozorluktan başka bir seçenek kalmıyor gibidir. Bugünün dün
yasının ideolojik tablosunda belirgin renk, yoksunluğun gri rengidir. Aydınlanma ile başlayan modern ideolojiler bugün canlılığını yitirmiş, soluklaşmıştır. Bu sadece sosyalizm için değil, kapitalizmin yarattığı ideolojik zemin için de ge- çerlidir. Eski sosyalist ülkelerde yaşanan “ kadife devrimler” insanlık düşüncesine bir ivme vermedi. Tam tersine günümüzün yoksunluğunun en büyük kanıtı oldu. Kapitalizmle birlikte doğup gelişen modern çağın düşünceleri bugün, kendileri hala iktidarda ve egemen olsalar da soluklaşmıştır. Çekim gücünü belli ölçülerde yitirmiştir. Sosyalizm, modern çağın vahşi kapitalist gidişine tam bir baskın oldu. Gücüyle kapitalizmi belli noktalarda “ eğitti” . Baskın yapan bu gürbüz güç kuşatmadan kurtulamadıkça kendisi güç yitirdi. Sistem yıkılınca sosyalizm ideolojisi de tarihin sayfaları arasında mı kaldı? Bu soruya bir başka yönden yaklaşmanın daha doğru olduğunu düşünüyorum. Sosyalist sistem çöktükten sonra kapitalizmin ideolojik zemini güçlenmiş midir? Bu sorunun cevabı hayırdır. Modern çağın başlarında insanlığı sürükleyen parolalar ve hedefler bugün aradan üçyüz yıl geçtikten sonra artık sürükleyici bir güce sahip değildir. “ Özgürlük, eşitlik ve kardeşlik” diye yola çıkan insanlık bugün bu özlemlerden çok uzaklardadır. Üstelik küreselleşme denen dev hortum insanlığı bu hedeften her geçen gün daha fazla uzaklaştırmaktadır. Yalayıp geçtiği toprak parçalarında zengin ve yoksul dünya arasındaki uçurumu korkunç şekilde derinleştiren küreselleşme, gelecekte güçlü sarsıntılarla harekete geçecek fay hatları yaratıyor.
İnsanlık bugün fazlaca önünü görmeden fırtınalı teknik gelişimin ardından
__ 26
nefes nefese koşmaktadır. Bu koşu her türlü değerden arınmış olduğu için, dünden çok daha fazla çıkarların parçalayıcı etkisi altındadır. A rtık projesi olmayan bu toplumsal yol inşaatının hangi noktada nelerle karşılaşacağını kimse bilmiyor. Üstelik günümüz insan düşüncesi bu “ bilmecenin” çözümsüz kalmasını kutsayan, gelecekle ilgili her türlü öngörünün değersizliğini savunan bir zemine çekilmektedir. Böylece günümüz postmodern dünyasına geldik.
Postmodernizm özellikle devrimciler tarafından hep alaylı bir gülümsemeyle karşılanmış; üstüne pek çok şey yazılmış, ancak hiç ciddiye alınmamıştır. Hatta “ hiçbir düşünce bütünlüğüne sahip olmaması” onu ciddiye almamak için en önemli kanıt olarak görülmüştür. Ancak postmodernizm, bu küçümsemelere aldırış etmeden, filizlenip serpilmesini 70’li yılların ortalarından başlatırsak, en az yirmibeş yıldır, özellikle kapitalist merkezlerden Üçüncü Dünya’ya açılarak yayılma ve derinleşmesini sürdürmektedir. Berlin Duvarı’ndan sonra bu yayılma tam bir sıçrama yapmıştır. Bugüne kadar ideolojik yapılanmalarda hiç değilse tutarlı bir düşünce çerçevesi bulmaya alışık olanlar, postmodernizmin ele avuca gelmeyen uçup tozmasını onun “gayri ciddiliğine” yorumladılar. Ya da basit akıl yürütmelerle, “ ...serbest rekabet kapitalizminde gerçekçilik, emperyalizm koşullarında modernizm. Postmodernizmin üçüncü basamağa, geç ya da çokuluslu veya tüketim kapitalizmine denk düştüğünü” 1 ileri sürenler oldu.
Özellikle son yirmi yılda insan düşüncesindeki dalgalanmaları tek bir gelişmenin sonucu olarak algılamak oldukça yanıltıcı olur. Postmodernizm sanki bu
dalgalanmaların iyi bir aynasıdır. O aynaya bakarak günümüz dünyasının öne çıkan bazı özelliklerini tesbit etmeye çalışalım.
POSTMODERN DÜNYA
Pek çok girdi çıktısının yanında postmodern dünyanın temel bir özelliği vardır. Diğer özellikler bu ağaç kökünden çıkan dallar gibidir. Postmodern dünyanın ürettiği düşünce sistemi şu temele dayanır:
“ Bir temele dayanan büyük-teorik anlatılardan çoğulcu-teorik perspektife ve ‘teori adalarına’ doğru bir harek e tt ir . 2 Postmodernizm “şeylerin herhangi bir teorik temelde kavranamaya- cak kadar karmaşık” (a.g.y.) olduğuna inanmaktadır. Aydınlanma yıllarından beri insanlık hep “ büyük anlatıların” ya da daha anlaşılır deyimlerle toplumsal gelecek projelerinin peşinden koştu. O günlere kadar dünyayı tanrılar şekillendiriyordu. Rönesans’da filizlenen ve Aydınlanma çağı ile zirveye çıkan yeni düşünce ve davranış tarzıyla insan, kendi kaderini eline almaya yeltendi. Kant’a göre Aydınlanma’nın parolası: “Aklını kendin kullanmak cesaretini göster’dir.3 “Aydınlanma için özgürlükten başka bir şey gerekmez; aklı her yönüyle ve her bakımdan çekinmeden kitlenin önünde apaçık olarak kullanma özgürlüğü” dür. (a.g.y.) Alınyazısını aklı ile tanrıların elinden almaya çalışan insanlık, üçyüz yıl sonra postmodernizmle bu kez “akla karşı” savaş açmıştır. Dünyanın bugün yaşadığı felaketlerin milat noktası olarak, postmodern düşünce, Aydınlanma’yı görür. Tanrıların karanlık ve gizemli dün-
____ günümüzün ideolojik tablosu___
27 ---
— yolyasından aydınlığa çıkış, insanlık tarihinin en büyük eylemlerinden biri iken postmodern dünya bu eylemi lanetlemekte- dir. Aklını kaçırmış gibi görünen post- modernizm çok da haksız değildir. Aydınlanmaya kadar insanlığın başına gelenler “ tanrıların gazabına” bağlansa da son üçyüz yıldır insanlık kendi bilimsel aklı ile yaşamıştır. Bu üçyüz yıla insanlığın en büyük savaşları sığmış, eskiyi aratan felaketler yaşanmış ve insanlık uçurumun kenarında yürümekten bir türlü kurtulamamıştır.
Aydınlanma sonrası insanlığın yaşadığı iki büyük toplumsal düzen, kapitalizm ve sosyalizm, ilk çıkış noktalarından veya yukarılara kaldırdıkları parola ve hedeflerden çok farklı yerlere gelince, insan aklına dayanan “ büyük anlatılara” hala ne ölçüde güven duyulabilir? Postmodern dünya “ büyük” hedeflerle birlikte “ büyük felaketler” yaşandığına inandığı için artık böylesi hedeflerden vazgeçmiş görünüyor. Hele insan aklına dayanarak dünyayı kapsama iddiasındaki büyük teorilere hiç güven duymayan yeni insan düşüncesi, artık çok çeşitli “ teori adacıkları” na yolculuk yapmayı, bir adadan diğerine tasasız salınarak geçmeyi postmodern dünyanın yaşam biçimi olarak benimsemiştir.
“ Postmodernizmin gelip kapıya dayanması anlatının meşrulaştırma işlevinde ve uzlaşıma zorlama yeteneğinde bir çözülmenin baş gösterdiğinin işaretidir.”4 Aydınlanma ile yücelen aklın kapitalizm ve sosyalizm olarak ikiye bölünmesi, bu bölünmenin insanlığı getirdiği nokta, sonunda akıldan intikamını güçlü bir şekilde almaktadır. Onun “ meşrulaştırma işlevi ve uzlaşıma zorlama yeteneği” çözülmüştür. Postmodern dünya bu
gelinen noktayı fazlaca irdelemez, nedenlerini ortaya çıkartmaya çalışmaz. İ- deololojilerdeki “ çözülmeyi” olduğu gibi bırakarak, bu karmaşayı “ meşrulaştırır” . Bunu nasıl yaptığını birkaç başlıkta irdelemeye çalışalım.
“Öznenin Ölümü”Fukuyama’nın “ liberal demokrasinin
son insanı” aslında günümüzün “ özne- si” dir. “ Uğruna fedakarlık yapılacak hiçbir şey görmeyen insan” !.. Eğer insan toplumsal projelerden vazgeçerse bu aynı zamanda kendi tarihsel rolünden de vazgeçmesi anlamına gelir. Bugünün dünyasında hiçbir olay için öne çıkmayan, öne çıkmayı” , “aptallık” olarak gören bir anlayış gittikçe tabaka tabaka yaşamın her alanında birikmektedir. Bugüne kadar yapılan “ fedakarlıkların” sonucu yaşadığımız dünyada “ özne” olup “ tarih yazmaya” n iye tle n m e k hiç de anlam
lı bir çaba gibi görünmüyor. Postmodern dünyanın insana biçtiği bir rol yoktur. Yüzyıllardır süren ulusal kurtuluş savaşları, sınıf mücadeleleri gelip Yeni Dünya Düzeni denen anaforun içinde yok oluyorsa, “ tarihin gidişinde insanın rolü nedir?” sorusu haklı olarak sorulabilir. Sorulmalıdır. Ancak verilecek cevap insanın bilinçli eylemliliğinin inkarına vardığında ortada ne tarih ne de gelecek kalır. Sınıflar mücadelesi tarihin lokomotifiydi. Oysa postmodern dünyada ne sınıflar ne de lokomotif kalmıştır.
İjnsanın gelişimi kırık çizgilerle de olsa, doğa ve toplumdaki yeri ile ilgili bilinç ve davranışlarındaki yetkinleşmenin yükselmesi yönündedir. İnsan doğadan farklılığını kavradıkça binlerce yıllık süreç içinde düşüncesi maddeden kopuş-
__28
muş, yücelmiş, tanrısallaşmıştır. Dünyaya ve topluma kendi hükmünü geçire- mediği ölçüde bunu kendi yarattığı tanrılar dolayımı ile yapmıştır. Tanrılar, katılaşmış topluluk bilincini temsil ediyorlardı. Bunun yeryüzündeki bilinen karşılığı geleneklerdi. Birey olarak insan henüz doğmamıştı. Bireysel bilinç denen olgu olmadığı, her kişi katılaşmış toplum bilincine -tanrı ve geleneklere- göre davrandığı için, tarihin gidişinde “ insanın rolü” diye bir kavram da yoktu. Evren, dünya ve toplumun onbinlerce yıl süren bu büyüsü bozuldukça, insan, bilinci ve davranışı ile öne çıkmaya başlamıştır. Büyünün bozulduğu özellikle son dörtyüz yılda bütün yaşananlar, bilinçli insanın ya da insan aklının günah hanesine yazılmıştır. Bu süreçte insan, “ birey olarak insana” doğru yol aldığı ölçüde doğadan ve toplumdan kopuşmuştur. Postmodern dünya bir yanı ile bu kopuşa bir tepkidir. Ancak bu tepki sanki bir intihar gibidir. Öznenin ölümünü ilan etmek, bilinçli insan eyleminin ölümünü ilan etmekle aynı şeydir. Fakat postmodern dünyanın bu tepkisi aslında insanlığın gelişimindeki bir açmazın aynı zamanda tersinden itirafı olmaktadır. Büyüden, tanrılardan, geleneklerden kopu- şan, aynı zamanda toplumdan da koparak kendi birey dünyasının fanusuna hapsolan insan, bireyciliğin zirvelerine tırmandıkça aynı zamanda insan olarak “ ölmektedir” . Dünün katılaşmış, büyü ve gelenek haline gelmiş toplumsal insan bilincine karşı, bireyin “ özgürlük” çığlığı tarihsel olarak büyük anlama sahipti. Bu çığlığın atılmasından birkaç yüz yıl sonra birey kendi “ çok özel” dünyasının kireçlenmiş duvarları arasında soluklaşmakta, ölüme yatmaktadır. Postmodernizm
“ akla dayalı” bilinçli insan eyleminin ölümünü kutsarken aynı zamanda insanın ölümünü de kutsamış olmaktadır, ^ u söylenenleri postmodern dünyanın ufkundan öteye değerlendirirsek, bugünün insanlığı, birkaç yüz yılda yaratılan modern çağın insan tipi ile bir hesaplaşma içine girmektedir. Postmodern düşünce bu hesaplaşmaya gelemiyor. Modern çağın yarattığı insan tipine sadece tepki göstermekle sınırlıyor kendisini... Oysa bugünün “ öznesi" böyle bir hesaplaşmaya girmeden geleceğe adım atamaz. Böyle her türlü hesaplaşmanın bugüne dek hiçbir olumlu sonuç yaratmadığına inanan postmodern düşünce, birey olmanın kapitalizm koşullarında olumsuz zirvesi olan bencilleşmenin içinde debelenmeyi kutsuyor. “ Öznenin öldüğünü” ilan ederek aslında “yaşasın bencillik” parolasını yükseltiyor.
Yerelliğin Kutsanması,“Bütün”e Karşı SavaşPostmodern düşüncenin klasiği hali
ne gelen kitabının son paragrafında Lyotard şu çağrıyı yapıyor:
“ Ondokuzuncu ve yirminci yüzyıllar bize alabileceğimiz kadar çok terör verdi. ‘Bütün’ ve ‘b ir’ nostaljisi, kavram ve duyumlanabilenin, şeffaf ve iletimlenebi- lir deneyimin uzlaşması için yeteri kadar fiyat ödedik... Gelin bütünlüğe karşı bir savaş başlatalım, gelin sunulamayana tanıklık edelim, farklılıkları etkin kılıp, adın onurunu kurtaralım.” 5
Küreselleşmenin hızlı adımlar attığı dünyamızda bu “ bütünleşme”ye karşı tepkiler de ortaya çıkıyor. Postmodern dünyanın aydınları şöyle yakınıyor:
“ Bir örneklik ve donukluk tehditi al-
____günümüzün ideolojik tablosu___
29 —
— yoltındayız.” “Aynılık bir sis gibi ülkenin (ABD) üzerine çöküyor.”6 Kapitalizm yarattığı standardizasyonla, sosyalizm de epeyce ağzına yüzüne bulaştırdığı merkezi planlama ile “ bütün” ün peşinde koştu. Postmodernizmin bütün yakınmalarına rağmen kapitalizm küreselleşme ile “ bir” ve “ bütün” lüğün yolunda yürümeye devam ediyor. Üstelik sosyalizmin yıkılması ile dünya sıkıcı bir şekilde yeknesaklaşma yoluna girdi. Medya denen muazzam fırtına kapitalist anayurtlarda ortaya çıkan bir yeniliği -yani tüketime sunulan bir metayı- esip tozarak hemen dünyanın dört bir köşesine yayıyor. Eskiyenleri önüne katarak süpürüyor. Bu aynılaşmaya karşı kapitalist merkezlerde, “alternatif adacıklar” oluşuyor. Bunu çoğu zaman bizzat küreselleşmenin gizli gücü örgütlüyor. Böyiesi- ne tek örnek olmaya karşı tepki göstermek çok da haksız görünmüyor. Bireyin kutsandığı bu dünyada tek tip insan haklı olarak istenmeyecektir. Ancak ortada çözülmez gibi görünen bir açmaz durmaktadır. Dünya küreselleşmenin düzleyip ektiği bir tarlaya dönüştükçe bu tarladan da ister istemez hep bir örnek ürünler alınacaktır. “ Farklılıklar” nasıl etkin kılınacaktır? Bir yanda sanki büyük bir hortumla bir merkeze çekilen dünya, öte yanda bu büyük akımın anaforlarında “ farklılık” çırpınışları... Postmodern dünyanın kabaca tablosu böyle görünüyor. “ Bütün” e karşı olma, politikanın diline çevrilince oldukça ilginç sonuçlar ortaya çıkmaktadır. Tam da bu noktada postmodern düşüncenin o “ dayanılmaz çekim gücü” zayıflar.
Postmodern düşünce “gündelik faaliyetler dünyasını kutsallaştırmak ister.” 7 Merkeze doğru her türlü yolculuk lanet
lidir. Politik dünyanın merkezindeki koltukta hep o tılsımlı güç “ iktidar” oturur. Oysa postmodernizm politik dünyaya çok başka türlü bakar.
“ Politik ve sosyal iktidar problemi dağılır, yayılır ve artık ‘devlet’ veya ‘egemenlik’ gibi modernist kavramları kapsamaz, fakat bunun yerine kendini her yerde ortaya koyabilir.” 8 “ Modern liberal toplumda iktidar her yerde ve hiçbir yerdedir.” 9
“ Gündelik faaliyetler dünyasını kutsallaştırmak” ve “ iktidarı her yerde ve hiçbir yerde” görmek günümüz kapitalist dünyasının tipik bir davranışıdır. “ İktidar hedefli” mücadeleler özellikle sosyalist sistemin yıkılışından sonra anlam- sızlaşmıştır! 1960’lar dünyası ile karşılaştırılınca bugün “ iktidar hedefli” mücadeleler yok denecek kadar azalmıştır. Pratik böyle gelişince bunun teorisi de yapılmadan olmazdı. Bugün sanki insanlık kapitalizme mahkum hale gelmiştir. Ne düşünülecekse bu düzen İçinde, bu düzenin ufuk sınırlarını aşmayacak ölçülerde düşünülecektir. Burjuva egemenliği ilk vahşi yıllarından bugüne egemenlik biçimlerinde ve uygulamalarında elbette çok önemli değişimlere uğrayarak gelmiştir. Egemenlik, kabaca devlet ve silahlı kurumlardan öteye hemen her kurum aracılığı ile topluma sadece dayatılarak değil, “ ideolojik” olarak da sindirilmiştir. Buradan postmodern petek gözlerin adacıktı görüş ufkuna mı varılmalıdır? “ İktidar her yerde ve hiçbir yerdedir” tespiti çok masum ve üstelik oldukça “ doğru” görünüyor. Ancak bu mantık, mücadelede iktidar ufkunu yitirmekle ve gündelik faaliyeti kutsamakla birleştirilince bütün masumiyeti kaybolur. “ Bütün” e karşı savaş açılacaktır, iktidar
__ 30
da “ bütünü” temsil eder. Postmodern gözler iktidarı bu anlamda görmezler. Onu parça parça her alana yayarak neredeyse yok ederler. Sonra da “ parçalarla” yetinmeyi salık verirler.
Postmodern anlayışın mücadeleyi “ parçalara” çekmesi “ demokratik ku- rumların solda şimdiye kadar görülenle karşılaştırılamaz derecede daha fazla ciddiye alınmasına katkıda bulunmuştu.” 10 Bu inkar edilemez bir gerçekliktir. İktidar ufku ve aynı zamanda pratik iktidar imkanı yaşanan önemli tarihsel olaylar nedeni ile büyük darbeler yiyince, mücadele “ cephe savaşından” “ mevzi savaşlarına” dönüşmüştür. Postmoder- nizm bu hedef kırılmasını ebedileştiriyor. İktidar hedefi yitirilince mevcut burjuva iktidarlara bakışlar da değişmiştir. İktidar kendini sınıf egemenliği temelinde ortaya koyan bir kurum olmaktan çıkmış, kime ait olduğu belli olmayan bir egemenlik, her kuruma ve seviyeye yayılarak yok edilmiştir. “ Bütün” e karşı “ farklılıkları etkin kılma” adı altında aslında sistemin bütünlüklü mekanizmalarına dokunulmadan düzenin içindeki “adacıklarda” yaşamak postmodern düşüncenin temel duruş noktasıdır.
Dünyamıza baktığımızda bunu hemen her alanda görebiliriz. Bir hedefe yönelmiş görünen, yaygın işçi ve halk hareketleri deniz çekilmesi gibi gerileyince, ortalığı, hedefleri farklı, örgütlenmeleri çok sıkı ve ömürlü olmayan, ancak bir olayı hedefleyen “ sivil toplum hareketleri” kaplamıştır. Her türlü siyasal parti önceki dönemlerle karşılaştırıldığında büyük ölçüde itibar yitirmiştir. Bu sadece devrimci ve sosyalist örgütlenmeler için değil, burjuva partileri için de belli ölçülerde geçerlidir. “Son yıllarda
Batı politikasında partiler hemen hemen yalnızca ekonomik ajanlara dönüşmüşlerken, politik seçenekleri zorlama rolü toplumsal hareketlere kalmıştır.” 11 Ö zellikle Batı kapitalizminin son altın çağı olan II. Dünya Savaşı sonrası aralıksız kalkınma dönemi, 70’li yılların ortalarında tökezlemeye başladığından beri, Refah Devletleri’nin kazanımları erimeye başlamıştır. Sosyalizmin yıkılması ile bu erime hızlanmış, burjuvazi daha perva- sızlaşmıştır. Özellikle bu süreçte düzen partilerinin hemen hepsinin ufku “ ekonomik gerçeklerle” sınırlı kalmış, siyaset ekonomiye fazlaca tabi kılınmıştır. Bugün bu süreç derinleşerek devam etmektedir. Sosyalizmin yıkılışı ile gerileyen işçi ve halk hareketlerinin siyasette bıraktığı boşluğu “ hükümet dışı örgütlenmeler” doldurmaya başlamıştır. Siyasetin kirlenmiş yanından uzak, siyaset kadar katı duruşlara sahip olmayan bu örgütlenmeler günümüz dünyasının postmodern bir gerçekliğidir. “ Bütün” e dokunmadan “ parçalar” üzerinde politika yapan bu örgütlenmeleri küçümsemek ve hele görmezden gelmek, sonucu politik körlüğe varacak olan iflah olmaz bir hastalığın işaretleridir. Postmoder- nizmin siyaseti sadece “ parçalara” indirgemesine öfkelenmek yetmez, günümüz dünyasında ayrı kanallardan akan bu tepkileri bir ana akıma dönüştürmek gerekir. Bunun bugünün dünyasında hemen olmayacağı yeterince açıktır. Günümüzün esas politik sorunu da zaten budur. Kapitalizm, dünya ölçüsünde merkezileşirken kendine karşı güçleri “ parçalayabiliyor” ve “adacıklar” halinde tu tmayı becerebiliyor. Yükselecek genel bir dalgayı küçük dalgakıranlarla parçalayabiliyor. Bu sadece kapitalizmin çok ö-
____ günümüzün ideolojik tablosu___
31 —
zel bir yeteneği olmaktan öteye insanlığın yaşadığı özellikle son yüzyılın özelliklerinden dolayı da böyledir. Dünyada “ bütünlük” savaşı veren iki ana sosyal düzen insanlığa beklenen “ mutluluğu” ve özgürlüğü kazandıramadı. Bu tarihsel sürecin pratik sonuçları insan düşüncesine “ bütün” ün lanetlenmesi biçiminde yansıdı. Özlenenler “ adacıklar” da gerçekleşebilecek mi? İnsanlığın bu yönde bir pratik yaşaması kaçınılmaz görünüyor. Belli ölçülerde de bu pratik yaşanıyor. Postmodernizmin deyimi ile “ farklılıkları etkin kılalım” . Ancak farklılıkları bütün zenginliği ile bir ana akıma dönüştürmeyi ve küreselleşmenin çekirdek gücüne yöneltmeyi unutmadan.
Geçmişi Unutup GeleceğiDüşünmeden “Şimdiye” ÖvgüPostmodern dünyada “ zaman sürek
li bir şimdiler dizisine parçala” nır.12 Postmodern düşünce neden “ şimdi”ye takılıp kalır? “ Bütünü” aramak ya da “ büyük anlatılar” peşinde koşmak insanlığın uğradığı felaketlerin nedenidir. Postmodern düşüncenin tarih bilinci tümüyle yok değildir. Tersine o da tarihten kendine dayanak noktası arar. Felsefi anlamda kendine dayanak noktası olarak I9.yüzyılın ikinci yarısında yaşamış Ni- etzsche’yi bulur. Nietzsche’ye dayanmak rastlantı değildir. Bu olağanüstü karamsar düşünür Aydınlanma’nın tam bir lanetleyicisiydi. Postmodern düşünce kendine tarihten bir dayanak aradığında, insanlığın fırtınalı değişimler yaşadığı bir dönem olan I9.yüzyılda, bütün bu gidişe karşı çığlıklar atan Nietzsche’yle buluşur. Aydınlanma çağı insanlığın tarihinde ilk kez tanrıların değil, insanların gelece
__ 32 ____________________________
— yol----------------------------------------ği yaratabileceği düşüncesinin yaygınlaştığı ve siyasallaştığı bir dönemdir. Her türlü gelecek projesine karşı olan postmodern düşünce bu dönemi sanki insan bilincinden silmek ister. Bu tarih dilimi insanlığı geleceğe taşımaya yönelik “ ütopyalarla” , “ toplumsal uzlaşma” projeleri ile “ özgürlük” ve “sosyalizm” çağrıları ile yüklüdür. Ve bu tarih insanlığın hafızasında hala tazedir, onun sosyal bilincinin en güçlü yanını oluşturur. "Bü- tün” ü aramanın insanlığa çok fazla “ terö r” getirdiğine inanan postmodern düşünce önce bu tarihten kopmak zorundadır.
“ Postmodern çağ modernisttir, fakat modern çağı katlanılır kılan umut ve hayallerden yoksundur.” “ Modern çağ düşler çağıydı. Oysa postmodernizm düş kırıklıklarının, şaşkınlık ve karamsarlıkların çağıdır.” 13
İnsanlık, tanrılar çağında “ düş kırıklığı” yaşama şansına sahip değildi. Böyle bir durum tanrılara “ baş kaldırma” anlamına gelirdi. “Alınyazısı” yaşandığına göre ne düş ne de düş kırıklığı fazla anlamlı değildi. Ancak bu çağlarda bile insanlık dönem dönem çok zorlu bir işe soyunmuş, tanrılarla hesaplaşmaya girişmiştir. Elbette bunu tanrıların yeryüzündeki temsilcileri üzerinden yapmıştır. Oysa Aydınlanma çağı ile birlikte insanlık kendi geleceği ile ilgili düşler ve planlar yapma yeteneğini bilimsel seviyelere yükseltmiştir. Yaşanan üçyüz yılın sonucu bugünün dünyası olunca postmodern düşünce her türlü gelecek projesinin inkarına varmıştır. Gelecekten bu ölçüde kopuşulunca geriye sadece “ şimdi” kalmaktadır. Oysa “ idealler her zaman insanı şimdiden koparır.” 14
İnsanlığın “ ideallerinden” vazgeçmesi mümkün müdür? Sadece “ şimdi”yi yaşamak da neden bir “ ideal” olmasın! Ancak düşünen bir varlık olarak insan sadece “şimdiyi” yaşamak istese de bu imkansızdır. Aslında insanlık, tarihten çıkarttığı derslerle hep geleceği kurar ve geleceğe doğru yaşar. Gündelik yaşamında bile durum farklı değildir. Doğduktan hemen sonra bireyin geleceği planlanmaya başlanır. “Yarım” düşünmeden yaşayan bir tek kişi yoktur. İnsanlık topluluk olarak yaşamaya başladıktan sonra hep geleceğini görmeye ve çözmeye çalışmıştır. İlk çağların fal ve büyüleri; “ tanrıların işaretleri” hep gelecek için anlamlar taşımıştır. Tarih ve sosyoloji biliminin doğması ile geleceğin tasarımı akla dayanmaya başlamıştır. Postmodern düşünce insanlığın bu büyük gelişimini, kendi geleceğini tasarlama gücünü terkediyor. Tasarlanan gelecekle yaşanan pratiğin bire bir aynı olmaması “ şimdfye mahkum olmak için neden olamaz. Ancak postmodern düşüncenin “ şimdi” tutkusu sadece bir “ saçmalık” olarak algılanamaz. İnsanlık neredeyse son çeyrek yüzyıldır geleceğini tasarlama gücünü yitirmiş gibidir. 18 ve I9.yüz- yılda yaratılan sosyal değerler ve gelecek projeleri, 20.yüzyılda en uç noktalara savrularak yaşanmıştır. 20.yüzyıl adeta kendinden önceki birkaç yüzyıllık düşünsel birikimin bütün şiddetiyle yaşandığı bir tarihsel dilim olmuştur. Düşüncelerin pratiği, en beklenmedik ve umulmadık seviyelere kadar tırmanarak yaşanmıştır.
Bu yaşanmışlığın yarattığı düş kırıklığı üzerinde çiçeklenen postmodern düşünce gelecekten koparak kendini şimdinin salınımlarına bırakıyor. Kendisi
hiçbir gelecek tasarımı yaratmayan postmodern düşünce sözde tepki gösterdiği bugünün küreselleşen kapitalizmini “ sonsuz şimdi aralıkları” ile ebedileştirmiş oluyor. Kendisi bir gelecek ufkuna sahip olmadığı için “ modernitenin açmazlarından beslenen bir asalaktır.” 15 Gelecek tasarımından vazgeçmek, insanı, sıradan bir canlı olmaktan çıkaran, yani “ insanlaştıran” en temel özelliğinden vazgeçmek olur. Bu “ imkansız” görünen tutum tarihe baktığımızda insana çok da uzak değildir. Toplumsal çürüme dönemlerinde insanın ufkundan genellikle gelecek beklentileri silinmiştir. Bugün dünyanın gelişimine yön veren Batı toplumlarında bir çürümeden söz edilebilir mi?
İlk bakışta belki göze çarpmayan çürüme bireyin dünyasına daha ilk adımınızı atar atmaz karşınıza çıkmaktadır. Toplumsal yaşamdan kopuk, sadece kendi iç dünyası ile sınırlı, kendini büyük ölçüde sunulan yeni ve ilginç tüketim mallarını tüketerek ifade eden, dolayısı ile hızla kendisini tüketen bir insan kuşağı Batı ülkelerinin toplumsal dokusudur. Ayrıca kelimenin doğrudan anlamına denk düşen çürüme de az değildir._Qü- rüme, gündelik gidişin bataklığında yuvarlanmayı büzülmüş, küçülmüş insan düşüncesinde tek seçenek olarak ortaya çıkartır. En küçük problemler insan yaşamında şu ünlü stres fırtınalarının kopmasına neden olur. Geleceği yaratma enerjisinden kopan insanın dünyası gittikçe küçülür ve o dünyada en küçük sorun bireysel yaşamları felç edecek büyük devlere dönüşür. Postmodern dünyanın insanı atomlaşmış toplumsal yapılarda, sadece kendini yaşama amacındadır. “ Kendini yaşama" geleneksel toplumun
____günümüzün ideolojik tablosu___
33 —
— yolhep başkaları için -genellikle aile için- yaşanan zamanlarına köklü ve elbette haklı bir tepkidir. O zamanlar kimse “ kendisi için” yaşayamazdı. Ancak bu tepki kapitalizmin sosyal yaşamında birkaç yüzyıldır öylesine uç noktalara kadar yol ka- tetm iştir ki, kentlerin dev kalabalıkları içinde “yalnızlık” , “ insansızlık” normal yaşam haline gelmiştir. Geleneksel toplum biçimlerinde toplulukla tanımlanan kişilikten kapitalizmde en kutsal hak olan “ birey” e geçiş, eskiye oranla büyük özgürlükler getirse delbireysel duruşun koyulaşmasının1 bedeli geleceği yitirmek olmuştur. Günümüz postmodern dünyası bunun en açık kanıtıdır. Bizzat Batı’- nın sosyologları (toplum bilimcileri) toplumsal parçalanmadan, giderek “ cemaatleşmeden” söz ediyorlar. Kapitalizmin yarattığı uluslar, birey üzerine geliştikçe, eski anlamını yitiriyor. İnsanlığın yarattığı genel soyut değerler eriyor. Hızla erozyona uğruyor. Toplumsal doku parçalanmaları yaşanıyor. Hatta kapitalist toplumun en güçlü bağı olan sınıf çıkarlarının yarattığı bağlar bile bugün belli ölçülerde değişime zorlanıyor.
Postmodernizm, hemen herşeyin parçalanmaya uğradığı günümüz dünyasında geleceği yitirmenin yarattığı paniğin ortaya çıkardığı bir düşünce karmaşasıdır.
Kimlik ArayışıPostmodern dünyada eski kimlikler
y it ir ilm iş t ir . H e rkes kimlik arayışındadır. Aynılaşma, daha açık deyimiyle kapitalist standartlaşma ister istemez karşı tepkisini yaratmıştır. Ancak günümüzdeki “ kimlik kaybı” başka noktaları da kapsıyor. Ulusal kimliğin coşkulu günleri çok
tan gerilerde kalmıştır. Hele kapitalist anayurtlar için bu dönem oldukça eski bir tarihtir. Kapitalizmin yaygınlaştırdığı sınıflar mücadelesi ile insanlar sınıfsal kimlikler edinmiştir. Fransız Burjuva Devri- mi’nden beri gelen “ sağ” ve “ sol” kutuplaşması bir dönemin en belirgin sosyal kimliği oldu. Bu saflaşma sosyalizm mücadelesi yıllarında hem yaygınlaştı hem de derinleşti. Kimlik arayışında da geçmiş, şimdi ve gelecek sorunu vardır. Kişi gelecek ideallerine göre geçmişi ile bağ kurar, bir sentez yaratmaya çalışır. Bu toplumsal olarak da geçerlidir. Aydınlanma insanı Avrupa Ortaçağı’nın taşlaşmış yapısından kopuşurken, Antik Yunan ve Roma Medeniyetleri’nin düşünceleri ile gelecek düşlerini sentezleş- tirdi. Bu sentezden burjuva toplumları ortaya çıktı. Burjuva toplumlarının iç çe-- lişkileri derinleştikçe sınıf farklarına dayalı sosyal kimlik önceki kimliklerden baskın çıktı ve belirleyici oldu. İnsanlık birkaç yüzyıl bu çelişkilerin yarattığı sosyal kimlikleri taşıdı.
Sosyalizmin yıkılışından sonra sınıfların sosyal kimliği belirlemesi gücünden oldukça fazla şeyler yitirdi. Zaten yaşanan kapitalist üçyüz yıl ulusal kimlikleri de belli ölçülerde aşındırmıştı. Kapitalizmin yarattığı “ birey” kendi dışında bir değer tanımayan, topluma göre şekillenen değil, çevresiyle “ kendi isteklerine” göre ilişki kuran, onun dışında her türlü “ toplumsallığı” reddeden bir yapıda şekillendiği için, postmodern dünyada her birey kendine ayrı bir “ kimlik arayışına” girdi.
“ Kişi kendisini, etkinliği ile tanımlaya- madığı takdirde, kökenlerinden yola çıkarak bir kimlik oluşturur.” 16 Kişinin bilinçli (bu bilinç gelenek de olabilir ) sos-
__ 34
yal etkinliği onun kimliğini belirler. Yoksa sadece “ mesleği” değil. Postmodern dünyada ise böyle bir “ sosyal etkinlik” kalmamıştır. Gelecek ufku kalmayınca, sadece şimdi ile yaşanınca ister istemez, ortalığı bir “ kimlik arayışı” da kaplamıştır. Ancak bu “ kimlik arayışının önceki dönemlerin sosyal kimlikleri ile hiçbir ilişkisi yoktur. Bu kimlik arayışı, “ büyük anlatılardan” kopuşmuş bir insanlığın kimlik arayışıdır. “ Büyük anlatılardan” kopuşulunca iki önemli insani özellikten de kaçınılmaz bir şekilde kopulur. Birisi, insanlığın geleceği tasarlama, “ idealize” etme gücüdür. Diğeri, gerektiğinde bu hedef için “ kendini feda etme” özelliğidir. Bu insanın yücelişidir. Her tek kişi bunu pratik bir davranışa dönüştürme- yebilir. Ancak düşünce ve bir sosyal değer olarak insan kimliğinin yapısında yer alır. Aslında “ alırdı” demek gerekiyor. Postmodern dünyada artık böyle bir değer yoktur. Postmodern kimlik, geleceğini ve hatta geçmişini yitirdiği için, her günün çalkantılarında “ değişmek” , ne aradığını bilmeden sürekli “ aramak” zorundadır. Burada aslında karşımıza belirgin bir kimlik çıkmaz. Çıkamaz. Kendine çok düşkün olan bu kişilik, bu çalkantıda hergün bir başka(sı) olmanın, olma özleminin bulantısı ile yaşar. “ Büyük anlatılandan özgürleşen sosyal kimlik tamamen kendi içine kapanır, asosyalleşir. Elbette insanlık değerleri de “ mutlak” değil, tarihsel dönemlere göre değişkendir. Kapitalizme kadar insanın ayrı bir kimliği olmadı. Geleneksel toplumlar içindeki kabile, boy, din kimliğini “ kandaşlan” ile aynı biçimde taşıdı, kendisinin “ özgün bir kimliği” olmadı. Bu anlamda hep “ başkaları” için yaşadı. Ancak geleneksel toplumlarda “ başka” kavramı kolektif
topluluk dışında bir yeri işaret ediyordu. Topluluk içinde “ kişi” yoktu. Şefler bile topluluğun ortak değerlerinin temsilcileri idiler. Kapitalizmin ulus topluluğu öncekilerden farklı olarak “ birey” lerin “ vatandaşlık” değerleri çerçevesinde oluşturduğu bir yapı oldu. Ulusların da ilk dönem tarihlerinde bireylere ulus için fedakarlık yapmak düştü. Türkiye “vatan, millet” nutuklarının en fazla ve hamasi ölçülerde atıldığı bir topraktır. Bu değerin nasıl doğup çok kısa bir tarih sürecinde yozlaştığı iyi bilinir.
Postmodern dünyanın adeta birbirine dokunmayan tek tek bireylerden oluşan dokusunda, artık gelecek için fedakarlık yoktur. Bu anlamda bireyin kendi özgün dünyasında “ başkası” için davranış değeri artık yoktur. Postmodern bireyi bu konuda istediğimiz kadar top ateşine tutalım onun, birey ve bireyci zırhını kolay kolay delemeyiz. Çünkü bu zırhı o bireyler sırf kendileri örmüş olsaydı, orada bir gedik açmak hiç de zor olmazdı. Ancak bu zırhı bazı çok önemli tarihsel süreçler örmüş ve kalınlaştırmıştır. İnsanlık tarihinde bir olgu binlerce kez başka renk ve nüanslarla da olsa tekrar etmiştir. Büyük ideallerle kendini “ feda” ederek davranan insanlık, hemen her seferinde beklentilerinden başka noktalara düşmüştür. Kolektif istek ve özlemler, büyük hareketlilikler, savaşlar, devrimler yaratmış, fakat her seferinde bu özlemler egemenlik piramitlerinin dehlizlerinde kırılarak başkalaşmıştır. Daha doğrusu geniş kitleler tarafından olay böyle algılanmıştır. Kolektif bir özlemle aynı zamanda kendisi için davrandığına inanan insanlar, sürecin bir noktasında “ başkalarının” çıkarlarının sahne figüranı konumuna düşürüldüklerini gör
--------------------------------------------- 35 —
____ günümüzün ideolojik tablosu___
— yol
dükçe, postmodernizmin zırhına büründüler. Bu sosyal “ aldatılma” bir oyun, basit bir hile değil, sınıflı toplumların “gelişim” zembereğiydi.
İnsanlığın ilk toplumsal düzeni çıkarsız komünal yaşam, kutsal kitaplara “ cennet” özlemi olarak girmiştir. Adem ve Havva’nın kovulduğu “ cennet” bu- dur. İnsanlık o günlerinden onbinlerce yıl uzaklaşsa da hala kimse (sosyal sınıf) kendi çıkarını çırılçıplak savunamayıp, onu toplumsallaştırma gereği duymaktadır. Bu nedenle, sosyal aldanma ve aldatılma oyunu sürmektedir. Postmodern düşünce ve onun “ bireyi” bu süreçlerin ürünüdür. Ancak kendini, simdi içinde bir kimlik arayışı ile sınırlayan postmo- dernizm, bu sosyal aldanmayı aşmak değil ebedileştirmek gibi sinik bir role soyunuyor. Kimlik arayışı, insanın geleceğini kaybetmesinden doğuyor. Postmodern dünya şimdiyi tek yaşam biçimi haline getirerek, aslında kimliksizliği ya da aynı şey demek olan hergünün çalkantısında değişen kimliği kutsuyor. Postmodernizmin “ kimlik arayışı” ve “ özgünlük” isteği, hiçbir değer tanımadan ve yaratmadan kendini yaşamaktır. Dün, belli değerler uğruna akan sosyal yaşam, bugün sadece kendi için yaşayan postmodern birey için akmalıdır. Gerisi boştur. Değerleri olmayan, üstelik her türlü değer yaratımına karşı duran bir kimlik, bugünün dünyasının tek tanrısı paranın tapınağında gizli ayin yapmaktan kendini kurtaramaz. —
Düşüncelerin Yanyana ÇöküşüPostmodern dünyada düşünceler
birbiri ile çatışıp bir “ senteze” gitmez; yanyana çökerler. “ Herkesin kendi dü
__ 36
şüncesi” vardır ve bunlar dokunulmazdır. Eskiden ateşle barutun yanyana du- ramayışı gibi parlayan düşünce çatışmaları postmodern dünyada yoktur. Eğer bir tartışma varsa, tartışmanın bir noktasından sonra herkes kendi düşüncesine çekilir. Şu başbelası “ ikna” ve “sentez” kavramları postmodern dünyada “ teori terörü” olarak algılanır. “ Herkesin kendi düşüncesinin olması” elbette olumsuzlanamaz. Tam tersine bireyin öne çıktığı dünyada bu olgu kaçınılmazdır, üstelik insanlığın gelişimi açısından olumludur. Ancak yaşam biz istesek de istemesek de çoğu zaman bizim özgül dileklerimizden öteye akıp gider. Böylece bazı düşünceleri boşa çıkartır; bazılarını kısmen ya da tamamen doğrular. Bizim öznel niyet ve isteklerimiz dışında düşünce sentezleri yaratır. Fakat postmodern dünyanın bireyi olguları böyle kavramaz. Her türlü “ büyük anlatı” nın an- lamsızlaştığı bir dünyada, düşüncelerin de çatışması ve sentezleşmesi saçmadır. Diğerlerine “ hoşgörü” göstererek herkes kendi kulvarında yürür.
Moden çağı kaplayan ana düşünce akımlarının -kapitalizm ve sosyalizmin- çatışması duvarın çöküşü ile birlikte eski canlılığını ve anlamını yitirdi. Bugünün dünyasında görünüşe bakarsak, belirgin ve egemen düşünce akımı yok, düşüncelerin kendi kaplarında ayrı ayrı duruşu ve varoluşu yaşanıyor. Ayrıca postmodern düşünce açısından düşüncelerin çatışmasından “ teori terörü” ve insanlık için “dayanılmaz acılar” ortaya çıktığı için, düşüncelerin kendi kaplarında çökmeleri istenen bir şeydir. Zaten geçmişten kopan ve geleceği tasarlamak istemeyen postmodernizm için düşüncelerin çatışmasının hiçbir anlamı yoktur.
Kalabalıkların ortasında yalnız insanlar üreten postmodern dünya, tıpkı bunun gibi düşünceleri ayrı kaplarda çökerttiği için, öte yandan düşünce yoksunudur. Ancak buradan düşünce yokluğu çıkmaz. Bugünün gerçekliği çarpıcı bir şekilde postmodernistlerin sunduklarının tam tersidir. Gerçekten “ herkesin kendine özgü” düşünceleri var. mıdjr? Yoksa bütün bunlar bir ana rengin sadece küçük nüansları mıdır? Böyle olduğu kanıtlamayı gerektirmeyecek kadar açıktır. Kapitalizmin küreselleştiği bir dünyadayız. Elbette kapitalizmin doğuş yıllarındaki ideolojik değerler bugün eski canlılığına ve çekiciliğine, hatta “ meşruluğuna” sahip değildir. Ancak yine de bu düşünce sistemi egemendir. Bu egemen sistem dev imkanları ile insanlığın üstüne medyadan bir gökyüzü örmüştür. Nereye baksanız, en uzak ufuklara bile gözünüzü dikseniz medyanın ufku dışına çıkamazsınız. Bu gökyüzü isterse sizi düşünce ve haber sağanağına uğratır. İstemezse bir damla damlamaz. Böyle bir dünyada “ herkesin kendine özgü” düşüncesinin olduğu yanılgıdan başka bir şey değildir.
Evet, herkesin bir düşüncesi vardır. Batı’nın ünlü demokrasilerinde düşünce bir suç değildir. Komünist de olabilirsiniz ırkçı da; militarist de olabilirsiniz askerlik karşıtı da; ancak düşüncenin pratiğe geçirilmesi noktasında ünlü özgürlük alanı birdenbire daralıverir. Bazı düşüncelerin pratik alanı yoktur. Yasaktır. İnsan düşündüğü gibi davranır. Çok fazla düşünmüyorsa, davrandığı gibi düşünür. Burjuva demokrasisi, düşünce ve davranışı birbirinden koparan bir siyasal sistemdir. Bu sistemin gençlik günlerinde ise basbayağı bazı düşünceler de ya
saktı. Ne zaman sistem için zararlı düşüncelerin pratik karşılık yaratma gücü çok zayıflamıştır, o zaman ünlü düşünce özgürlüğü tanınmıştır. Hem düşünen hem de bunun pratiğini yaratma gücüne sahip olan egemen düşüncedir. Modern dünya, düşüncelerin çatışmasını ister istemez tanımak zorunda kalmıştı. Düşüncenin pratiğine sınır koysa da bu böyleydi. Postmodern dünya daha gerilere giderek düşüncelerin çatışmasını bile hoş görmez. Elbette ortada bu anlamda uygulanan bir “ ceza kanunu” yoktur. Fakat postmodern dünya dayandığı mantık gereği düşüncenin özgürlüğünü, yani kendini ortaya koymakla kalmayıp farklı düşüncelere karşı mücadelesini anlamlı bulmaz. Postmodern dünyada anlayış olarak düşüncenin sadece duruşuna izin vardır, akışına izin yoktur. Her düşünce kendi kabında durmalıdır. Oysa yaşamın kendisi “ bileşik kaplar” gibidir. Herşey birbirini etkiler.
Düşüncenin bu tarz kendi kabına çekilmesinin nedenleri neler olabilir? En belirgini sosyalist düşüncenin pratik güç olarak sahneden çekilmesidir. Böylece sistemler arası egemenlik mücadelesi ortadan kalktığı için, düşüncenin egemenlik mücadelesi de postmodern kafalarda anlamını yitirmiştir. Postmodern düşünce varolan egemen sistemin kılcal damarları arasında gezinmekle yetinir; kendisi bir egemenlik mücadelesine girişmez. Çünkü böyle bir durumda ayrı ayrı duran düşüncelerin kapları ister istemez kırılır. Kendini çok özgür ve farklı sanan bu düşünce egemenlik için mücadele hakkından vazgeçmesi nedeniyle, egemen düşünceden ancak onun gölgesi kadar özgürdür. Öte yandan, insanlığa en ters düşüncelerle yanyana durabildiği
____ günümüzün ideolojik tablosu___
37 —
için, “ düşünce terörüne” karşı çıkmak adı altında, kendi durgun bataklığında zehirli bitkilerin büyümesine hiç aldırış etmez.
Düşüncelerin ayrı kaplarda durmasının diğer bir nedeni, modernizmin yarattığı ve zirvelere tırmandırarak kutsadığı “ liberal insan” dır. Bugünkü kapitalist anayurtlarda toplumun temel birimi, bireysel çıkarlarını herşeyin üstünde tutan bu liberal insandır. Her kişi kendi bireysel çıkarının temsilcisidir, düşüncesi de ister istemez bu çıkarın tanım ve gerçekleşmesi ile sınırlıdır. İnsanlık tarihinde çıkarlar, hiç bugünkü kadar doğrudan düşüncelerle ifade edilmemiştir. Çıkarların dile getirilişi hep başka değerlerle dolayımlandırılmıştır. Bugün çıkarların dillendirilmesine giden yollar hiç dolambaçlı değildir, radikal bir kestirmelik taşıyor. Bunun nedeni bencilliğinin zirvelerinde bayrak sallayan günümüz bireyidir. Çıkarların dolaylı sunuluşu ne demektir? Bu bayağı bir aldatmaca mıdır? Sınıflar ya da bireyler kendi çıkarlarını dile getirirken onları mutlaka bazı toplumsal amaçlarla birleştirirlerdi. Çünkü Aydınlanma ve sonrasında toplum tümüyle “ özgürlük” ve “ eşitlik” düşünün ardından koşmuştur. Herkesin özel düşleri olsa da toplumsal bir düş çevresinde de büyük bir yığınak yapılmıştı. Kim ağzını açsa bu toplumsal düşe değinmeden insanlara bir şey anlatamazdı. Bugün böyle toplumsal düşler yoktur. Birkaç yüzyılda çıkarlar bütün örtülerinden soyunmuştur. Çıkarların ulusal veya toplumsal, hatta sınıfsal bir katalizöre gerek duyulmadan dillendirilmesinin sonucu, düşüncenin de toplumsal bir uğrak noktasına ihtiyacı kalmamıştır. Düşünceler için “ birleşik kap” rolü gören “ ulus” , “ toplum” , “ sı
__ 38 ___________________________
— yol__________________________
mf” kavramları liberal insan için anlamını yitirdiğinden, düşünceler de ayrı bireysel kaplara hapsolmuştur.
Düşünce ÖncekiBüyüsünü YitirmiştirTanrıdan kopan, kendisi bir “ kurtarı
cı” haline gelen “ özgür düşünce” zamanın acımasız dilimlerinde devindikçe, insanlık özgürlük düşünü yitirmiştir. Tümüyle özgürleştiği için mi? Kapitalist merkezler için bir özgürleşme kısmen doğru olsa da “özgürlük ağzımızda neden bir kül tadı bırakıyor?” 17 Büyülü özgürlük düşüncesinin peşinden sürüklenen insanlık sonunda özgürlüğün paranın tutsağı olduğunu görmüştür. Bu gerçeklik hiç günümüzdeki kadar açık ve hatta yavan bir biçimde kendini ortaya koymamıştı. Dünyanın en özgür nesnesi paradır. Sınır tanımadığı gibi sınırlar ötesine binbir imtiyazla davet edilmektedir. Bugüne kadar insan kölelikten kurtuldu. Derebeylik zulmünden kurtularak, özgür uluslar yarattı. Sömürgeler kapitalizmin sömürgeci boyunduruğundan kurtulmak için ulusal kurtuluş savaşları yürüttüler. Sosyalizm yetmiş yıl kapitalizmin ensesinde özgürlük ve eşitliğin soluğu oldu. Zaman aktı, dünya döndü, bütün bu kurtuluşlar sonunda paranın tapınağında tutsak oldular. Bu noktada düşünce de bütün büyüsünü yitirdi. Para, her türlü düşünceyi tüketebiliyor, satın alabiliyor ya da tapınağında zamanı geçmiş bir eşya gibi sergileyebiliyordu.
Sosyalizm zaten itibarını yitirdi. Bugünkü “ demokrasi” ve “ insan haklan” söylemlerinin neden çekiciliği yoktur? Üçyüz yıllık kapitalizm deneyinde insanlık, bu düzenin sınırları içinde kalındığı
müddetçe, her türlü değerin paraya tahvil edilebileceğini yeterince görmüştür. İşte böyle bir dünyada düşünce bir dönemlerin çekici gücü olmaktan çıkmış, sosyal gelişmelerin ateşleyici fitili olmak yerine, nemli bir barut gibi ayrı ayrı to rbacıklarda yarı uykuya dalmıştır.
Postmodernizmin buraya kadar irdelemeye çalıştığımız özellikleri daha çok onun siyasal yanını meydana getirir. Siyasetten hiç hoşlanmayan postmodern düşünce, bununla yetinmeyip insanlığın bugüne kadar geliştirdiği bilimsel ve felsefi alanlara da sızarak, bir mürekkep lekesi gibi her tarafa yayılmaktadır. Bazı başlıklar seçerek onun nerelere kadar yayıldığını tesbit etmeye çalışalım. Siyaset doğrudan çıkarların alanıdır. Ancak bilimin bir objektifliği olmalıdır. Nasıl olurda oldukça hafif meşrep görünen postmodern düşünce bilim alanında da kendine sızacak çatlaklar bulmuştur? Bunu bölümün sonunda irdelemek üzere önce postmodern düşünce bilime hangi yönlerden yaklaşmaktadır, onu görelim. İnsanlık düşüncesi ve bilim, birikimler ve sıçramalarla gelişiyor. Postmodern düşünce hangi yönde bir sıçramayı temsil ediyor?
Bilim - Bilimin Meşruiyetive Gerçeklik“ Bilginin ne olduğuna kim karar ve
recektir ve hangi ihtiyaçların karara bağlanacağını kim bilecektir?” 18 Bu soruyu Lyotard, “ bilgisayar çağında, bilgi sorunu şimdi eskisinden daha çok bir hükümet sorunudur” şeklinde cevaplıyor. Bu tepkilerden çok açık anlaşıldığı gibi bilimin itibarı Aydınlanma çağındaki gibi tartışmasız değildir. O dönem için şöyle yo
rumlar bile yapılmıştır :
“Auguste Comte’un tahmin ettiği üzere, bilim adamları bir ölçüde en yüksek rahipler haline geldiler. Başka bir söyleyişle, bilimsel sorunların çok önemli oldukları düşünülmektedir. Bu yüzden bilim, herhangi bir faaliyeti sürekli meşrulaştıracak bir konumdadır.” 19
Postmodernizmin bilime bu tarz yaklaşımı elbette tamamen siyasidir. Ancak bu noktada durmaz, çok daha derinlere gider. Hangi derinliklere kadar indiğine gelmeden, bu siyasi yaklaşımın anlamını irdelemeye çalışalım. Bilim, yani insan aklının tanrıyı altetmesi ona müthiş bir çekim gücü kazandırdı. Bilimin toplumsal yaşama doğrudan girmesi Aydınlanma çağı ile başladı. Bu dönemden itibaren artık insanlığın yaşadığı serüvenler tamamen kendi tercihlerinin sonucu olarak göründü. Her ne kadar insanlığın büyük bir bölümü hala metafizik güçlere inansa da son peygamber de gelip geçtikten sonra insanlar yeryüzünde esas olarak kendi alınyazılarını belli ölçüde belirlediklerine de inanmaya başladılar. A rtık bu alınyazısını bilim belirliyordu. Bilim tanrısı yeryüzüne yeni “ rahipler” -bilim adamlarını- yolluyordu. Ortaçağ, tanrının tekleştiği ve en yüceleştiği dönem oldu. Oysa önceleri tanrılar vardı. Üstelik çocuklar gibi birbirleri ile didişip duruyorlardı. Tanrı tekleşip yüceleştik- çe ve herşeye egemen hale geldikçe aynı zamanda kendi inkarını hazırladı. Ancak en yüce ve muktedir olduğu günlerde bile onun egemenliği sadece ruhani temsilcilerinin aracılığı ile yürüyemiyor- du. Elinde kutsal kitabı ve cüppesi ile insanlara öğüt veren ve yol gösteren din büyükleri dünyanın düzene girmesi için yetmiyor, din büyüklerinin yanına mutla-
____ günümüzün ideolojik tablosu___
39 —
— yolka bir de elinde kılıcıyla "yeryüzü tanrıları” beyler, imparatorlar gerekiyordu. Modern çağda bilimin dedikleri de kendiliğinden onaylanmıyor, tam tersine büyük dirençlerle karşılaşıyordu. Yeryüzünün “yeni rahipleri” bilim adamlarının yanında, sermaye ve silah gücü ile genç ve yeni sınıf burjuvazi durmasaydı pek çoğunun akibeti Ortaçağ cadılarından farklı olmazdı. Demek ki bilim daha doğuşunda bir sınıfın çıkarları ile etle tırnak ölçüsünde kenetlendi.
Bugün bilimin sorgulanmasının en temel nedeni, insanlığın bilimle birlikte yaşadığı son ikiyüz yılda başına gelenlerdir. Tanrılar bile kendilerini böyle hesaplaşmalardan kurtaramadığı göre bilim nasıl kurtarabilirdi? İnsanlık “ bilim tanrısı” ile birlikte yüzlerce küçük savaş, iki topye- kün savaş ve atom gücünün dehşetini yaşadı. Tanrılar cenneti öbür dünyaya sak lıyo rla rd ı, oysa bilim bu dünyada bir cennet vaad etti. Bugünün dünyasında bazı cennet adacıkları var; ancak büyük bölümü cehennem koşullarında yaşıyor.
Postmodernizmin bilime tepkisi bu nedenlerle çok da yersiz değildir. Alın- yazısını eline alan insanlık kendini yine bir uçurumun kenarına getirmekten kurtulamadı. Bilim, burjuvazi ile birlikte doğdu. Daha çok onun çıkarlarına hizmet etti. İnsanlık tarihinde çok kısa bir süre olan yetmiş yıl kadar da işçi sınıfı iktidarlarına hizmet etti. Ancak sonucun hiçte parlak olmayışı bilim tanrısına postmodern bir saldırıyı neredeyse kaçınılmaz kıldı.
Bu saldırının diğer bir nedeni bilimin günümüzde kazandığı muazzam güçtür. Bu güçle bilimin, "herhangi bir faaliyeti sürekli meşrulaştırma” özelliği yanyana
geldiğinde bilim tanrısından “ korkmamak” elde değil. İnsanlık bugün fırtına hızı ile yeniliklerle tanışıyor. Bunun yanında sürekli olarak bu bilimsel gücün nasıl kullanılması gerektiği üzerine tartışmalar sürüp gidiyor. İnsanlık tanrılardan büyük düş kırıklığına uğradıkça onları terk etti. Bugün bilimden uğranan düş kırıklığı ile onu da terketmek mümkün müdür? Böyle küçük anaforlar yaşanıyor; dünyamız modern tarikatlarla doldu, ancak bilimin yerini alacak yeni tanrı ortaya çıkmadı. Geriye bilimsel gücün nasıl kullanılacağı üzerine kıyametler kopabilir.
Postmodernizm, bilimin gücüne ve “ mutlaklığına” bugüne kadar yaşananlar nedeniyle tepki duyuyor. Fakat bunu yanlış hedefe yönlendiriyor. Bilimin doğuşundan bugüne kadar onun yanında sermaye ve zoru ile duran burjuvaziye, bilime kızdığı kadar kızmıyor. Bu, Orta- çağ’da papaza kızıp derebeylerini kutsamaya benzerdi. Oysa gerçek güç eninde sonunda semavi değil yerseldir. Bilim de kendi başına bir güç değildir. Kimin elinde ise ona hizmet eder. Bugün bilimin kapsamı ve derinliği o boyutlara gelmiştir ki artık bir sınıfın ya da bir egemen ülkenin boyutlarını zorlamaktadır. Ancak günümüz dünyasında bu zorlamaların henüz somut politik sonuçları ortaya çıkmamıştır. Postmodernizm bunlar üstüne kafa yormak yerine kılıcını “ bilimin mutlaklığına” karşı çeker. Onlardan çok önce ünlü anarşist Bakunin bunu kendi döneminde en çarpıcı bir şekilde yapm ış tır:
“ Tüm rejimlerin en aristokratı, en despotu, en kurnaz ve en seçkinci olanı bilimsel aklın iktidarıdır.” 20 Burjuva ras- yonalitesine karşı bu isyanın elbette maddi bir temeli vardır. Kapitalizmin,
__ 40
köylü toplumundan fabrika disiplinine geçişi çok zorlu kavgaları gerektirmiştir. Önceleri zorun gerekçesi tanrı idi. Her- şey tanrı adına yapılırdı. Oysa burjuva toplumunda zor, “ bilimsel akla” dayanıyordu. Daha doğrusu zor, “ akılcılıkla” temellendiriliyordu. Zamanı, sadece gün doğumu-batımı ve mevsimlerle tanıyan bir toplumdan, saat ve dakikalarla yaşayan bir topluma geçiş büyük alışkanlıkların kırılmasını gerektirmiştir. Kapitalist toplumda rasyonalite başlıca iki temele dayanmıştır. Bilimsel gelişmelerin doğayı kavrayışta yarattığı düşünce temeli ve kapitalist karın sürekli büyütülmesinin zorunluluğu “ akılcılığı” yaratmıştır. Sadece bilimsel buluşlar nedeniyle rasyonalizm gelişemezdi. Bakunin, “ bilimsel aklın iktidarına” karşı çıkarken bunu daha çok geleneksel toplumun alışkanlıklarından kalkarak yapıyordu. Oysa post- modernistler akılcılığın son sınırlarına kadar yaşandığı uzun yıllardan sonra bilime karşı çıkıyorlar. Bu karşı çıkışı hangi noktalara kadar derinleştiriyorlar?
“ ‘Hakikate daha fazla yaklaşmak’ ifadesinin hiçbir anlamı yoktur.” 21 “Akla veda” eden Feyerabend böyle diyor. İnsanlar uzun yıllar hakikati “gökte” kendilerinden çok uzaklarda aradılar. Bu olmayınca yeryüzüne inip “ aklın yolundan” hakikate gidebileceklerine inandılar. Bu inanç hiç de boş kuruntulara dayanmıyordu. Bilim, her adımında sanki hakikatin örtülerini kaldırıyor, ona yaklaşıyordu. Ancak insanlığın son yarım yüzyılda yaşadıkları bu yolculuğun hiçte güvenilir olmadığını gösterdi.
“ Dünyanın belirli bir bölgesindeki olgular hakkında bilgimizi geliştirebilsek de hiçbir zaman eksiksiz bir görüşe ya da böyle bir görüşün ne kadar uzağında
olduğumuzun bilgisine varamayız.” (a.g.y) “ Eksiksiz bir görüş” e varmak elbette mutlak olarak imkansızdır. Ayrıca bir “ mutlak hakikat” de olmadığı için “ hakikate ne kadar yakın” olduğumuzu da bilemeyiz. Ancak insanlığın bilim yoluyla hergün bilmediği dünyadan bir alan fethettiği de bir gerçekliktir. Bilgi büyüdükçe bilinmeyenlerin azalıp azalmadığına bir hüküm vermek mümkün değildir. Buna hüküm verebilmek için bir son nokta olması gerekirdi. Oysa bilgi yolculuğunda böyle bir son nokta yoktur. Konu böyle ele alınınca “ hakikate daha fazla yaklaşmak” ifadesinin bir anlamı yoktur. Ancak buradan hareketle insan bilgisinin hiçbir gerçeğe karşılık gelmediğini söylemek bambaşka bir sonuç yaratır.
“ Maxwell eşitliklerinin geçerliliğinin, insanların elektriklenme konusunda ne düşündüğünden bağımsız olduğu doğrudur. Fakat onların, içinde var oldukları kültürden bağımsız olmadıkları da doğrudur.” “ Teknolojilerimizde, düşünce biçimlerimizde ve matematiğimizde yapılacak küçük bir değişiklik, şu anki mevcut statüko içindeki akıl yürütme tarzımızı felç etmeye yetecektir. Fakat biz, her ne hikmetse, bu statükonun koyduğu konuların, geçerli addettiği olgu ve yasaların düşünce ve eylemlerimizden bağımsız olarak “ dünyada” var olduğuna inanmaktan bir türlü vazgeçemiyoruz.” (a.g.y) Bilim dünyasında T. Kuhn ile yeniden alevlenen bu tartışma postmodern dünyada herşeyi kapsayan bir dalga haline gelmiştir. Düşüncelerimizden bağımsız bir “gerçeklik” ne ölçüde vardır? Bu çok eski soru, bilimin fırtınalı gelişimi ve sosyal sistemlerin (sosyalizmin) ani altüstlüğü nedeniyle yeniden insan bilincinin derinliklerinden yüzeye çıkmadan
____ günümüzün ideolojik tablosu___
--------------------------------------- 41 —
edememiştir. İnsanlar (bilim adamları da), dünyaya “ kendi pencerelerinden” bakarlar. İnsanlığın düşünce tarihinde dönem dönem yaşanan altüstlükler, bilimin hızlı gelişiminin yarattığı kayganlık ve modern çağın tek kişisinin -bireyin- doğup gelişimi, onun sürekli derinleşen “ kendine özgü dünyası” , herkesin “ kendi penceresine” bir anlamda sevdalanması sonucunu yaratmıştır. Bu anlamda “gerçekliğin” “ içinde var olduğumuz kültürden” ne ölçüde “ bağımsız” kavrandığı sorusunu sürekli canlı tutmuştur. Fe- yerabend’ın dediği gibi “ teknolojilerimizde, düşünce biçimlerimizde, matematiğimizde yapılacak en küçük değişiklik” varolan bütün statükoyu altüst edecektir. Dolayısı ile belli bir çerçeveden kavradığımız “ olgu ve yasaların” , “ düşünce ve eylemlerimizden bağımsız” olarak “ dünyada var” olduklarına nasıl inanacağız? Buradan herkesin dünyaya baktığı “ kendi penceresini” ne ölçüde “ bağımsız” inşa edebildiği sorusuna gelinir. “Teknoloji ve matematiğimizde” bir değişiklik yapsak... Ancak bu değişikliği nasıl yapacağız? “ Değişiklik” elimizdeki verili malzemeyle koşullandırılır. Matematiğimizde “ istediğimiz” değişikliği yapamayız. Penceremizden “ canımızın istediğini” değil, belli bir ufuk sınırı ile çevremizi görebiliriz. Ancak şu doğrudur. Pencereden bakarken bir yazar ya da ressamla, meteoroloji ile uğraşan birisine bulutlar “ başka türlü” görünür. Daha doğrusu fizik biçim olarak aynı şeyi görseler de onları tamamen başka türlü algılarlar. İnsan sadece gözü ile değil yüklü olduğu bilgi ile de bakar; tam doğru söylemek gerekirse, algılar.
Postmodernizm bu “gerçeklikten” hareketle şu noktaya varır: “ Heideg
__ 42
— yol----------------------------------------ger’e göre varlık, bir ‘olay’dır; görüşten gizli bir şey değildir. Başka bir deyişle, varlık yalnızca, ‘yaklaşık olarak ve genellikle ortalama gündelikliği içinde’ keş- fedilebilir. ‘Varlık, tecrübe etmemiz için bizim' yaratmamızı gerektiren şeydir’ der, Merleau Ponty. Özetle, varlık ta- rihdışı ve mutlak değildir.”22
Evet, “Varlık tarih dışı ve mutlak değildir” . Değişir. Postmodern düşünce her türlü tarihsel bağdan kopmak iddiasında olduğu, ayrıca daha önemlisi herhangi bir “ büyük anlatının” boyunduruğunu reddettiği için, olguları ve düşünceleri pervasızca birbirine karıştırmaktadır. Zaten “ postmodern yaşam” da bu- dur. Varlık, mutlak değildir. Ancak düşüncemizin dışındadır. Oysa postmodernizm varlığın değişimini düşüncemizle bağlıyor. Böylece “ dışımızdaki” varlık, aslında bizden bağımsız değil, “ tecrübe etmemiz için bizim yarattığımız” bir şeydir. “ Görüşten gizli bir şey değildir.” Oysa varlığın görünenden “gizli” sonsuz bir derinliği vardır. Biz onu görüşümüzle tekrar tekrar yaratmayız. Var olanın derinliklerinde yolculuk yaparız. Var olan statik ve değişmez değil, kıpır kıpır “ canlı” dır. Ancak varlığın değişimlerini biz düşüncemizle yaratanlayız. “ Büyük anlatıların” parçalandığı dünyamızda postmodernizmin gerçekle ilişkisi hiç de böyle değildir.
“ Bilginin rezervi -olası söylemlerin dil rezervi- tükenmez olduğundan; artık gerçeklik diye bir sorun yoktur, fakat daha çok bilimcilere incelenen varsayımları toplama, enformasyon ağına katma imkanı veren söylemin ikna edici gücü, katışıksız uygulanması sorunu vardır. Bu yolla kanıt üretme imkanı yükseldikçe, benzer şekilde doğrulanma imkanı da
artar.” 23 Postmodern çağda bilgi ve olasılık bolluğundan gerçeğin yokluğuna gelinir. A rtık gerçeklik sorunu yoktur, “söylemin tükenmez” bolluğu ve bunların “ dolaysız uygulanması” sorunu vardır. Bir postmoderniste karşı gerçekliğin katı ve sevimsiz sopasını istediğiniz kadar sallayın, o, bilgi bolluğunun yarattığı sarhoşluktan kurtulamayacaktır. Çünkü bu sarhoşluğun da gerçek bir yanı vardır. Newton Fiziği’nin katı determinizmi, Görelilik ve Kuantum teorileri ile geriletilip, gökten bilgi yağan bir çağa girilince gerçekliğin sıkıcı zincirlen parçalanıp gitmiştir.
Sanal dünyaların yaratıldığı günümüzde gerçekliğin üzerinde durmak, ayrıca böyle kararlı bir tavra sahip olmak bile başlı başına bir sorun ve zorluktur. Bilginin esas olarak dışımızdaki “gerçek” dünyadan edinildiğini ve uygulamayla ona dönmek zorunda olduğunu istediğiniz kadar tekrarlayın, bu “ klasik” sevimsiz düşünceleri yaşadığımız günlerdeki bilgi üretiminin hızı ve zenginliği sanki her gün yalanlamaktadır.
“ Dilin dayandığı gerçekliği, anlamı, temel özü ve gelişmeyi inkar eden postmodern meta-teori, nominalizmin dilini konuşur ve savunur. Nominalizm ise fi- nans kapital veya değişim değerinin kullanım değeri ile bağlantısının olmadığını ileri süren, monetarizmin dilidir.” 24 Postmodernizmin özden çok biçime, gerçekten çok söyleme, bilimden çok “ dil oyunlarına” düşkünlüğünün, ekonomideki karşılığını çok güzel dile getiren bu tespit, günümüz dünyasının somut bir gerçekliğidir. Sanal değildir. Üretimden tamamen kopuk görünen para spekülasyonlarının sanal dili, postmodernist düşünce zemini ile büyük ölçüde çakış
maktadır. O dünyada hiçbir maddi temele dayanmadan, üretim gerçekliğinin sıkıcılığına uğramadan, paranın rakamları arasında gezinmek, “söylemden” “ söyleme” sıçramak mümkündür. Borsada “ doğru” yoktur. Herşey doğru olabilir. En doğru görünen tutumlar birden yalanlanabilir. Borsaların bugünkü çılgınlığı, senetlerin değerinin artması ya da eksilmesi bir fırtınaya, bir politikacının ölümüne, ABD başkanının bir konuşmasına, hastalığına ve başka pek çok şeye “ bağlı” olduğuna göre, postmodern düşünmemek elde mi?
“ Postraodernistlere göre, metin veya dünya asla basitçe okunamaz.” Hatta Derrida’ya göre “ metin dışında hiçbir şey yoktur.” “ O nedenle, postmoder- nistler varlığın özünün arayışı içinde değildirler.”25 Varlığın “ özüne” yolculuk, bu arayış, insanlığın düşünce tarihi boyunca süregelmiştir. Her “ öz” arayışı kaçınılmaz bir şekilde çeşitli “ büyük anlatılar” yaratmıştır. Bu noktadan sonra insanlık kendi dışına bu “ büyük anlatılar” aracılığı ile bakmaya başlamıştır. Post- modernizm bu yolu terkediyor. Ona göre “ hakikati korumak için düzenli olarak kullanılan meta-anlatıların doğrulaması yoktur.” (a.g.y.) Şöyle denir :
“ Olgulara inanma yanlışı içindeyiz; yalnızca göstergeler vardır. Doğruya inanma yanlışına düştük; yalnızca yorumlar vardır.” (a.g.y.) Buradan varlıkdaki özü aramak yerine “ metin yorumlarına” geçilir. Bu nedenle “ postmodernistlere göre dil yalnızca bir araç değil, insanların dünyayı anlamalarını sağlayan biricik çerçevedir. Dil gerçekliği güzelleştirmek yerine, bilinen herşeyi kuşatır... Gerçekliği meşrulaştıran şey, zorunluluktan çok ‘konuşma oyunudur’ ” . (a.g.y.) Felsefe
--------------------------------------------- 43 —
____ günümüzün ideolojik tablosu___
nin derinliklerinden çıkıp günlük politik yaşama ayak basıldığında postmoder- nistlere hak vermemek elde değil. Dev medya, bize hergün yeni “gerçekler” açıklayan bu araç, aslında tam da söylenildiği gibi bir “ konuşma oyunudur” . Bu medya dünyasında gerçekten “ doğrular yok, yorumlar vardır.” Postmodernizm düşüncenin değil, dilin büyüsüne tutkundur. Bir sisteme dayanan düşünceyi yaratmak da uygulamak da muazzam zorlu bir iştir. Fakat “ dilin kemiği yoktur.”
Dilin gerçeklik sınırı ile yetinmek ya da dilde gerçekliği aramak ne anlama geliyor? Dil aslında insanlığın alet kullanmaya başladığı günden beri onun doğayı ve toplumu tanımasının canlı tarihidir. Tarih ölüdür. Ancak dil hergün yaşanan canlı tarihtir. Bilimsel araştırmaların verileri doğru ise insanın fizik yapısındaki her gelişme ve özellik DNA hücrelerinde kayıtlıdır. Dil de bir bakıma toplumsal bir D N A ’dır. Dilin hücrelerinde her gelişme kayıtlıdır. Elbette doğrudan değil, dolaylı kavramlarla bu kayıt yapılmıştır. Yapısalcılara göre dil nesneldir; öznel olan “ söz” dür. Ve bu tespit bir gerçekliğe işaret eder. İnsan kendi dışında bir dil ortamına doğar; kendinin sandığı “ söz” lerle onu kullanır.
“ Hakikati” arayan insanlığın bir bölümünün bir dönem gelip dile takılması bir rastlantı ya da sadece bir safsata değildir. Öyle dönemler olur ki, insan “ hakikati” bulduğuna inanarak yaşar ve davranır; yine öyle dönemler olur ki “ hakikat” kendini gizler. Aydınlanma sonrasından söz ettiğimiz için bu “ buluş” ve “ inanışlar” ın aktörü artık “ bilimsel aklın” gücüdür. Ancak bilimsel aklın gücü tanrıları tahtından ederken çoğu zaman onlardan daha becerikli olmadığını göster
— yol----------------------------------------di. Bilimsel aklın bulduğunu iddia ettiği gerçeklikten yola çıkan insanlık, çoğu zaman kendisini hedeflediğinden çok başka noktalarda buldu. Böyle durumlar “ hakikatin” yeniden gizlendiği zamanlardır. İnsanlığın yakın dönem tarihindeki iki dünya savaşı ve faşizm hiç de öngörülmeyen gerçekliklerdi. Bilimsel aklın gücü, insanlığın bu döneminde tarihindeki en önemli darbeyi almıştır. Bu darbe iki yönden gelmiştir. Hem öngörülen hedeflerden sapması hem de “ aklın” atom çekirdeğini parçalama gücünün yarattığı “ korku” nedeniyle, bilimsel aklın I8.yüz- yılda yarattığı çoşku yerini şüpheye, karamsarlığa, sinizme bırakmıştır. Daha doğrusu yeniden bu eski illetlerin yolunu açmıştır. “ Hakikat” in kendini gizlediği dönemler aynı zamanda insanlığın yeni değişimler için doğum sancıları çektiği günlerdir. İnsanlığın “gerçekle” bu zorlu ilişkisi onun düşüncesinde yankılanmalar yaratmadan edemezdi. Gerçeğe doğru bitmez tükenmez zahmetli düşünce yolculukları, bunun pratiğin acımasızlığında zaman zaman kırılıp dökülmesi, gerçeğe varış yollarını, hatta gerçeğin olup olmadığının sorgulanmasına neden olmaktadır. Gerçekliği dilde aramak ya da onunla sınırlamak insanlığın düşünce ve davranışında bir kısa devredir. Yıpranan düşünce ve davranış ağı bir noktada kısa devre yapar; pratik durağına uğramadan gerçeğe varma yolları aranır. Dilde gerçeği bulmak, “ doğrulara inanmanın” yerine “ metin yorumlarım” geçirir. A rtık ortada ikide bir sorun çıkartan “ pratik” yoktur. Dilin yorumlar dünyasında sonsuz bir yolculuğa çıkılır. Düşüncenin pratikte doğrulanma işkencesinden dil oyunları ile kurtulunur.
İnsanlığı peşinden koşturan, bir türlü
__ 44
ulaşılamayan ve sonunda dil oyunları ile süslenip kendisi gözden yitirilen “ ha- kikat”a bu arada ne olmuştur? Postmodern dünyada “ hakikat” ya da “ doğru” yoktur; sonsuz parçalı “ yorumlar” vardır. Platon’dan Hegel’e düşünce (idea) gerçekliği kendinde gördü ve pratiğe hükmetmeyi denedi; her olguda, olayda ve maddede kendini vareden, açığa vuran özü aradı. Bilimsel akıl ise bütün bilimselliğine rağmen çoğu zaman kendini gerçeğin yerine koydu, böyle her düşünce katılaşması yeni bilimsel buluşlarla parçalandı, ardından yeni formüller, yeni kalıplar geldi. Ancak bilimsel değişimin hızı önceki dönemlerle kıyaslanamayacak noktalara erişince formüller katılaşama- dan değişime uğramaya başladılar. Böyle bir dünyada “ hakikat” olabilir miydi?
“ Mutlak gerçeklik” yoktur. Ancak düşüncenin gerçekle ilişkisi nasıldır? Postmodernizmin böyle bir sorunu yoktur; düşüncenin pratikte doğrulanması olanaksızdır. Bu anlamda doğrular değil yorumlar vardır. Postmodernizm açısından “ meta-anlatıların doğrulanması yoktu r” (a.g.y), onun için madde ve toplumu bilme çabası anlamsızdır; olanaksızdır. Postmodern düşünce görünenin ötesine geçmez.
“Mutlak Gerçek”tenMutlak Göreliliğe“ Günümüzde tüm okullara bulaşmış
görecilik ve şüphecilik tartışmaları, teorik geleneklerin kendi temel iddialarını doyurucu bir formülasyona kavuşturmayı bile beceremediğini gözler önüne seriyor. Ne zaman bir araştırmacı ya da tüm bir disiplin ne yapacağını bilmeden dolanıp durmaya başlasa hemen işitir ol
duğumuz ‘bize bir teori gerek!’ diyen o savaş çığlığı, bu nedenle en fazla, su götürür muhakemelerle takviyeli bir parti çizgisi olabilir, bilginin zorunlu bir ön koşulu değil.” 26 Yıkılmaz görünen düşünce sistemleri büyük sarsıntılar geçirince günümüzde bilginin göreliliği yeniden vurgulanmaya başlanmıştır. “ Doyurucu bir formülasyona” kavuşturulamayan teoriler şüpheciliğin dipsiz kuyusuna atılıyorlar. Yeni teori arayışlarını “ savaş çığlığı” olarak algılayan postmodernizm kendisi teoriye karşı savaş açıyor. Feye- rabend özellikle “ hiçbir zaman nihai doğrular olmadığım” vurguluyor, (a.g.y.) Zaman ve mekan dışı “ mutlak” doğruların olmadığı biliniyor. Ancak insanlık bu gerçekliği gündelik yaşamında oldukça farklı yaşıyor. Gerek doğa ve gerekse toplum için öngörülen teorik yaklaşımlar pratik tarafından yalanlanmadıkça bir zaman dilimi sonrasında katılaşıyor. Bu dönemlerde mutlakmış gibi görünmeye başlıyorlar. Ancak öyle bir dönem geliyor ki, bu teorik disipline alışmış olanlar bu kez “ ortalıkta dolanıp durmaya” yeni bir teori aramaya başlıyorlar. İnsanın öğrenmesi böyle oluyor. Postmodernizm, bu bir türlü bitmeyen ve bitmeyecek olan geçiş belirsizliklerinden hareketle bilgiden mutlaklığı kaldırmakla yetinmiyor, bilginin doğrulanabilirliğini de ortadan kaldırıyor. Bu düşünceye göre teoriler “ toplumların, grupların ve bireylerin özelliklerini yansıtırlar.” Mekanik fiziğin ne kadar Nevvton’un özelliklerini yansıttığı, cevabı zor bir sorudur. Görelilik Yasası Einstein gibi muzip ve şakacı mıdır? Toplumsal alandaki teoriler elbette o toplumun özelliklerini yansıtır. Ancak o toplumdaki her kişiye göre değişmez. Yasalar (bilginin doğrulanmış bi-
____ günümüzün ideolojik tablosu___
- 4 5 —
çimi) belli sınırlar içinde “ mutlaktır.” Maddenin hareketi ışık hızına yaklaştıkça Newton Mekaniği’nden Einstein’ın görelilik alanına girilir. Ancak Newton madde hareketinin kanunlarını bulurken bunun sınırlarından habersizdi. Bu sınırlar ortaya çıktıktan sonra Newton Yasaları kendi alanında mutlak ve doğru bir bilgidir. İnsanlık düşük hızlı madde hareketlerini hala Newton Yasaları’na göre hesaplıyor. Tarih ve mekanı aşkın mutlak bilgi olmadığını söylemenin artık bir bilgi değeri yoktur. Bilgi, mekanla ve zamanla tanımlıdır. Ancak bu sınırlar içinde göreli değil mutlaktır. “Arı su bir atmosfer basınç altında yüz derecede kaynar.” Dolayısı ile koşullar farklı olmak kaydı ile su “ her derecede” kaynayabilir. Fakat bir atmosfer basınç altında mutlaka yüz derecede kaynar. Ancak postmo- dernizm için sadece şimdi vardır. O başka bir zaman dilimi tanımaz. Onun doğruları yalnızca bu şimdi ile sınırlıdır. Buradan zaman ve mekanın havaya uçtuğu mutlak göreliliğe gelinir. Burada her tü rlü kesinlik ve yasa ortadan kalkar; “yalnızca, belirli bir deneyim tarzında belirlenebilen ‘determinizm adaları’ varolabilir.”27
Yeni olgularla eski yasaların her dar- belendiği dönemde bilginin göreliliği üzerine vurgular artar, “ mutlaklık” top ateşine tutulur. Oysa her türlü sınırı kaldıran bir göreliliğin bilgi açısından hiçbir anlamı yoktur. Böyle bir görelilik anlayışı ile herşey bilinmez hale gelir. Üstelik postmodern düşünce için zaman dilimi sadece “ şimdi” den ibaret olduğu için, her bilgi her an buharlaşabilir, bu anlamda hiçbir bilginin dayanıklılığı yoktur. Bu mantığın uç noktalarına gidildiği zaman ortada bilimsel bilgi kalmaz, “ sezgi” ve
— yol----------------------------------------
__ 46
“ dil oyunları” bilginin yerini alır. Bilimsel bilgi tüm zamanları aşkın değilse de koşulları ve sınırları ile tanımlıdır ve bu sınırlar içinde “ mutlak” bir bilgidir. Kapitalizmin koşullarında kar güdüsü sermaye dolaşımının kurallarını ortaya çıkartır. İnsani, ahlaki hiçbir değer bu yasa karşısında tutunamadı. En köklü olduğu sanılan değerler bile kar güdüsü karşısında eridi, yok oldu. Kapitalizm varoldukça bu yasayı tanımayan her kafa bir noktada iflas eder. Oysa postmoder- nizm için kapitalizm, sosyalizm gibi “ sınırlar” yoktur. “ Şimdi” vardır. Şimdinin içinde hiçbir bilgi ve yasa dayanıklı değildir. Varlığın “ özü” , görünenden öteye derinliği ile ilgilenmeyen postmodern düşünce, görüntülerin değişen dalgalarında sallanır durur. Postmodern düşünce aslında bilinemezci bile değildir, çünkü onun için bilgi edinmek diye ne bir kaygı ne de kavram vardır. “ Şimdi” içindeki “ dil oyunları” hiçbir düşünce derinliğine sahip değildir. Postmodern tarzda göreliliğe övgü bilginin dayanıksızlığına değil, aslında yok oluşuna bir övgüdür.
Nesne ve Özne ArasındakiSınırın BuharlaşmasıPostmodern düşünce bu kavramlar
yerine “gözlemlenen” ve “gözleyen” ifadelerini kullanır. Daha olguyu kavram- laştırırken bile aynı kelime kökünden tü reyen iki kavramın kullanılması ilginçtir. Aradaki fark bir kez de böyle yok edilir.
“ Düalizm postmodernizm tarafından yıkılır.” Modern çağda Descartes’dan beri gelen “ birbirine indirgenemeyen madde ve ruh” ikiliği postmodernizm- den önce iki kez “yıkıldı.” Hegel bu yıkımı tin lehine yaptı, maddeyi onun “ dışa
vurumları” olarak algıladı. Marksizm ise bu yıkımı madde lehine yaptı, düşünceyi maddenin yansıması olarak gördü. Ancak bu büyük yıkımlara rağmen “ ikicilik” insanın düşünce alışkanlıkları arasından silinip yok olmadı. Postmodernizm ikiciliği nasıl ortadan kaldırır?
“ Derrida’nın terimlerini kullanmak gerekirse, postmodern bir dünyayı kendisi vasıtasıyla zıtlıkların birbirine karıştığı ‘radikal değişiklik karakterize eder’. İçi dıştan ayırmak gayrimeşru bir düşüncedir. Dünya bir nesne değil, daha çok eş zamanlı olarak okunan ve yorumlanan bir ‘metin’dir.” 28 Postmodernizm ikiciliği yıkarken bunu nesne aleyhine, “ metin” lehine yapar. Dünya, okunan “ metin” yorumlarıyla okuyan tarafından tekrar tekrar yaratılır; kendisi “ metin yorumları” ndan bağımsız bir “ nesne” değildir. Elbette “zıtlıkların birbirine karıştığı radikal değişikliklerin karakterize” ettiği dünyamızda ikiciliğin madde aleyhine yıkımı mutlak tine dayanan Hegel tarzında olamazdı. Nesne ortadan kaybolmuştur, ancak yerini mutlak tine bırakmaz, her kişinin eş zamanlı “yorumuna” bırakır.
Bu yaklaşımların insanlığın düşünce tarihinde benzer karşılıkları kaçınılmaz bir şekilde vardır. Nesne ve öznenin ilişkisi konusunda postmodernizm öznel idealizme çok yakın duruyor.
“ Bizzat bilimadamları şu, bir ‘nesnel’ bir de ‘öznel dünya’ olduğunu ve bunların zorunlu olarak ayrılması gerektiğini söyleyen ayrılıkçı (separatist) insan anlayışını eleştirmeye başladılar. Mesela Ernst Mach, yüzyıldan daha uzun bir süre önce bu ayırma işleminin araştırmayla haklı çıkarılamayacağına, en basit du
yumun bile kökleri çok derinlere giden bir soyutlama olduğuna ve herhangi bir anlama eyleminin ayrılmaz bir şekilde psikolojik süreçlere bağlı olduğuna işaret etmiştir.” 25
“ Değerlerden bağımsızlık hakikati garanti etmez. Gerçekte, değerlerden bağımsızlık imkansızdır.” 30 Burada iki farklı olgu birbirine karıştırılıyor. Nesnenin kavranması sürecinde “ değerlerin” veya “ psikolojinin” etkisi ile nesnenin bütün bunlardan bağımsız varoluşu farklı olgulardır. Mars gezegeni ona hiç bakmasak da ya da çok farklı değerler sistemi ile baksak da insan düşüncesi ve “ değerleri” dışında vardır. Bu çok basit gerçeklik, hem çok basit olduğu için hem de dışımızdaki nesnenin kavranışın- da hiçbir rol oynamadığı için, insan (özne) tarafından anlamlı bulunmaz. İnsan düşüncesi dışında varolan nesneler insan aklı tarafından kavranıp “ olgulaştırılma- dıkça” pratik insan yaşamı açısından adeta yokturlar. Postmodernizm için, “ olgular birey dışında varolan ‘şeyler’ değildirler.” (Murphy, a.g.y.) Öznenin, edinmiş olduğu değerlerle kendi dışındaki dünyaya baktığı bir gerçekliktir. Burada insanın edinmiş olduğu değerlerin ne olduğu, neye göre belirlendiği sorunu ortaya çıkar. Postmodernizm bu sorunu atlar. Değerler yaşanan tarihsel süreçlerle edinilir; yine tarihsel süreçler içinde değişime uğrar. Değerlerin kendileri maddi yaşamdan elde edilir, başıboş sınırsız değildirler. Maddenin varoluş biçimleri ve toplumsal süreçlerle çatıştıkları oranda yerlerini yeni değerlere ter- ketmek zorunda kalırlar. İnsanlığın düşünce tarihi böyle örneklerle doludur. Değerler belli koşullarda edinilmiş ve tersi kanıtlanmadıkça korunmuş, yoğun-
____ günümüzün ideolojik tablosu___
- 4 7 -----
laşmış bilgidir. İlk insan doğayı da kendisi gibi “ canlı” olarak kabul etmiş; ne kendini doğadan ne de doğayı kendinden ayırt etmeden yaşamıştır. Ancak bugün - belki hala komünal düzende yaşayan topluluklar hariç- kimse doğaya ilk insanın “ değerleri” ile bakmıyor. Yine bir hasat mevsimindeki verimsizliği “ tanrıların gazabı” ile açıklayan bir tek modern çiftçi yoktur. Edinilmiş değerlerden “ bağımsız” dünyaya ve topluma bakamayız. Fakat buradan bakana göre gerçekliklerin değişeceği anlamı çıkmaz. Nesnel olgular bakana göre değişmeden ne iseler öyle akıp giderler.
Edinilmiş değerler dünyaya bakarken genel olarak iki yönlü etkide bulunurlar. Değerlerden tümüyle arınarak dünyaya bakmak imkansızdır. Bu hafıza kaybına uğramış bir hastanın dünyaya bakışına benzer. Değerlerle dünyaya bakmak edinilmiş bilgilerden dolayı olguların tanınmasına yardım eder. Bakılanı nitelemek ancak bu değerler aracılığı ile mümkün olur. Edinilmiş bilgiler olmasa bakılanı tanımak, nitelemek mümkün değildir. Teorik bir düşünce sistemi olmadan olaylara bakmak görme derinliğini ve teşhisi köreltir. Öte yandan, değerlerle dünyaya bakarken ister istemez belli sınırlar içinde kalınır. Öyle durumlar olabilir ki, sınırlar dışında kalan “yeni” olgular görülemeyebilir. Daha da kötüsü “yeni” bir semptom olduğu algılanama- yabilir. Değerlerle dünyaya bakmanın böyle sınırlayıcı bir yönü de vardır. “ Eksiksiz bilgi” ya da “ mutlak bilgi” olmadığına, bilgi edinme sonsuz bir süreç olduğuna göre böyle yanılmalar kaçınılmazdır. Çünkü yanılma aynı zamanda yeni bir şey öğrenmektir de. Edinilmiş bilgilerle dünyaya bakarken, aslında her se
__ 48 ____________________________
— yol----------------------------------------ferinde bu bilgilerin bir sınaması da yapılmış olur. Bu sınamalar edinilmiş bilgilerde değişimi zorlayabilir, böylece yeni bir teorik sisteme geçişin sancılı süreci başlar, Ancak bunların hiçbirisi keyfi olmaz, yeni olguların ortaya çıkarttığı sorunların çözümü değerlerin yenilenmesi sonucunu doğurur. Bilgi edinmenin, gerçekliği kavramanın en genel yolu budur. Ancak postmodernizm böyle düşünmez, ona göre “ bilgi ve yorumun içselliğinden dolayı, hakikat belirsiz bir varoluşa sahiptir.” (a.g.y.) “ Mutlak hakikat” in varlığına itiraz eden postmodern düşünce, öte yandan başka bir mutlaklığa asılıp kalıyor. O da “ hakikatin belirsizliği” dir. Oysa belli ölçülerde “ belirsiz” olan ve değişen bilgidir; bilginin kaynağı olan madde onun dışında bir varoluşa sahiptir. Postmodernizme göre ise madde düşünceden “ bağımsız” bir varoluşa sahip değildir. “ Postmodernizme göre nesne ve özne, güç ve istek ‘oyunu’ tarafından üretilir.” 31
Nesne ve özne arasındaki ilişkinin “güç ve istek oyunu” na indirgenmesi “ bilgi bolluğu” yaşanan günümüz dünyasının düşüncelerde yarattığı bir yanılsamadır. Düne oranla bilgi edinme ve pratiğe uygulanmasının hızı müthiş bir şekilde artmıştır. Ancak buradan bilginin keyfi olarak “güç ve istek oyunu ile” e- dinilebildiği sonucu çıkmaz. Kendini her türlü teorik anlatıdan koparan varlığın özü ile değil görünüşü ile ilgilenen postmodern düşünce için bilginin bir maddi temeli elbette kalmaz. Böyle “ üretilen” bilgi zaten bilgi olmaktan çıkar, bir “ oyuna” dönüşür. Kuantum Teorisi’nin bazı bulgularını kendine dayanak yapmaya çalışan postmodern düşünce, aslında kendine böyle bir dayanak seçmesi ile başta
kendisi ile çelişmektedir. Kuantum Teorisi en başta postmodern söylemle bir “ büyük anlatıdır” ; öte yandan bilgi ve kapsam alanı atomaltı parçacıklarla sınırlıdır, her alanı kapsamaz. Oysa postmodern düşünce bunu her alana yaymakta bir sakınca görmez. “ Ölçüm sürecinin, ölçüleni etkilemesi” maddealtı parçacıklarda yepyeni sonuçlar yaratmıştır. A- tomaltı parçacıkların hızı ve yörüngesini aynı anda tespit etmek olanaksızdır. Hız tespit edilirse, ölçüm sistemini bozduğu, “ etkilediği” için yörünge ancak olasılık olarak hesaplanabilmektedir. Tersi de geçerlidir. Newton Fiziği’nin determinizmini tahtından indiren bu gelişme günümüz postmodern düşüncesi için “ bilimsel” bir temel oluşturmaktadır.
“ Gözleyenin gözleneni etkilemesi” n- den hareketle postmodernizm, “gözleyenin” kendi nesnesini “ üretebileceği” ve her gözleyenin kendine göre bir “ hakikat” oluşturabileceği sonucunu çıkartır. Kuantum Fiziği’nin yaratıcıları böyle hayallere kapılmasalar da postmoder- nistler onların yerine de düş kurmaya’ soyunuyorlar. Nesne ve öznenin “güç ve istek oyunu” ije üretilebildiği bir dünyada elbette "hakikat” kalmaz ya da herkesin kendine göre bir “ hakikati” olabilir. Postmodern düşüncenin bu büyük keşfine rağmen hala kimse araçsız uçmayı denemedi. Oysa yüksek bir kuleye çıkıp bir gözleyen olarak atmosferi etkilemeyi deneyebilirdi. Postmodern şarlatanlıklardan bilimsel gerçeklere gelirsek, “ ölçüm sürecinin ölçüleni etkilemesi” yeni değildir. Her ölçüm maddi bir iştir ve maddi etkinlikle yapılır. Suya daldırdığınız termometre kendi ısı farkı ile ölçülecek sıvıyı etkiler; ancak aradaki oran o kadar küçüktür ki bilimde “ ihmal edile
bilir” hata payına girer. Ayrıca bu ölçüme dayanarak yapılan pratik işlerde bir aksama olmaz, çünkü “ hata payı” belli bir sınırın altındadır. Ayrıca bilimsel buluşların geliştirdiği yeni teknik aletler bu “ hata paylarım” artık inanılmaz küçük sınırlara indirgemektedirler. Ancak teorik bir öngörü ve pratik gerçeklik olarak her ölçümde, ölçülen bu süreçten etkilenir. Ancak buradan nesne ve öznenin yokoluşuna varmak bambaşka bir sonuçtur.
Ancak şu gerçekliği vurgulamak gerekiyor. Nesne ve özne arasındaki ilişki aşılmaz katı sınırlara sahip değildir. Bu gerçeklikten öznel idealist veya kaba maddeci sonuçlar çıkartmak gerekmiyor. Bu ilişki canlı bir sürece sahiptir. Bilginin üretimde çok büyük bir maddi güç haline gelmesi ile nesne ve özne arasındaki ilişkinin sınırları göreli olarak değişmektedir. Bilginin eskiyle kıyaslanmayacak hızla yeniden üretildiği ve büyük bir hızla yaygınlaştığı günümüz “ postmodern dünya” sında “ objektif’ ve “ subjektif’in sınırları kaçınılmaz bir şekilde değişiyor. Bilginin gücü ve yaygınlığı öyle hızlı gelişiyor ki, özne hem doğayı hem de toplumu düne oranla çok daha fazla etkileyebilmektedir. İnsanlığın düşünce tarihinde defalarca sorun olup tartışılan bu konu, eğer sözünü ettiğimiz maddi ortam ve gelişmeler olmasa bir kez daha ortaya çıkıp tartışılması ve bu ölçüde yaygınlaşması mümkün olmazdı. Ancak postmodern düşüncenin bu gerçekliği yorumlayışı hiçte yeni ve "devrimci” bir yan taşımamaktadır.. Bilimde Ernst Mach’ın; felsefede Nietzsche’nin yanına düşmeleri bunun en kesin kanıtıdır. Gelecek ufkundan -“ büyük anlatılandan- kopan; “ öznenin ölümünü” ilan
günümüzün ideolojik tablosu__
49 —
— yol
eden postmodern düşünce, nesne ve özne arasındaki sınır ve ilişkilerin tarihse! değişimjnden hangi sonucu çıkartmaktadır? [Öznenin geleceği tasarlama ve kurmada rolünün artması sonucunu değil; “ belirsizlikler” içinde, herkesin kendi “ hakikatini” yaratarak “ şimdi” nin sınırlarında öznenin kendini yitirmesi sonucunu çıkartmaktadır. Bilginin çeşitlenmesi ve yaygınlaşması postmodern düşünce için geleceğin kaybolması anlamına gelir. Alınyazısı gibi katı determinizmden “ belirsizliğin” özgür alanına uçmak, “ nesne” den kurtulmak; ancak sadece anı yaşayan özne ile aynı zamanda “ tarih yapan” özneyi de yitirmek, post- modernizmin özgürlük uçuşunu sineklerin ömrü kadar kısaltır)
POSTMODERN DÜNYANIN DOĞUŞU
Dudak kıvırarak küçümsemeye gelmez, kendisinin “gerçeklikle” arası pek iyi olmasa da bugün “ postmodern dünya” bir gerçekliktir. Onun içinde yaşıyor, onun içinde davranıyoruz. Bu dünya nasıl doğdu?
Postmodern dünya ilk kez Batı kapitalist anayurtlarında “ Refah Devletleri” döneminde filizlenmeye başladı. İnsanların ufkundan “gelecek endişesi” nin yavaş yavaş kalktığı yıllar postmoderniz- min yollarını döşedi. O güne kadar insanlık tarihinin uzun bir dönemine damgasını vuran sınıflar mücadelesi adım adım sönümleniyordu. Bir yandan gelişen refah, öte yandan sosyalist sistemin varlığı bu ülkelerde sınıf uzlaşması zeminini güçlendiriyordu. Ayrıca kapitalist yapılanma 70’li yılların ortalarından itibaren
__ 50
“yeni ekonomi” nin gelişmesi ile değişime uğruyor, sınıf yapısında, sosyal uzlaşmazlıkların yönünde belirgin dönüşler yaşanıyordu. Refah Devletleri’nin maddi temelleri önceki beklentileri ortadan kaldıracak şekilde yıkılmaz ölçüde sağlam görünüyordu. Ancak bu gelişim, kapitalizmin yarattığı standartlaşma nedeniyle başka tü r tepkiler de biriktiriyordu.
Sosyalizm motifleri ile içiçe geçmiş bir şekilde bu birikim “ 68 olayları” olarak patlak verdi. Hareketle pratik hemen hiçbir bağı olmamasına rağmen “Tek Boyutlu İnsan” ın yazarı Herbert Marcuse birdenbire bu hareketin ideolojik dayanak noktası oluverdi. Marksizm’e; “ bireyi” ve Freud’u dayanak noktası seçen “ psikolojiyi” “ katmayı” önemseyen bu düşünürün 68 hareketi tarafından benimsenmesi bir rastlantı değildir.
“ Bu hareketin büyük oranda bürokratikleşmeye, kişiliğin silikleştirilmesine, yaşamın sıradanlaştırılmasına, insan arzularının bastırılmasına karşı olduğunu görmek için o dönemdeki posterlere ve duvar yazılarına (“yasaklamak yasaktır”) bakmak yeterlidir. Ancak bu başkaldırı hareketinin yalnızca bir sınıf düşmanlığının ifadesi olmadığını vurgulamak gerekir. Lyotard’ın bildirdiğine göre bir süre sonra bu insanlar, Marksizm’in söylev sanatı ile öğrenci hareketinin asal içeriği arasında gerçekte bir ayrılık olduğunu görmeye başlamıştır. I968’de pekçok insan Marksizm’i terketmiştir.” 32 Postmodern düşünceye esas hız veren olay 68 hareketi sonrası ortaya çıkan düş kırıklığıdır; bu hareket bütün çoşku ve yaygınlığına rağmen Refah Devletlerinin sağlam çeperlerine çarpıp kırılmıştır.
O dönem dünyası kapitalist anayurt-
lar açısından zor dengelerde yürüyordu. Sosyalist sistemden güç alan ulusal kurtuluş savaşlarının en yaygın olduğu yıllardı. Hatta 1975’de Avrupa’nın sınırları içinde Portekiz’de devrim yaşandı. Kapitalizm bu gelişmelere karşı bütün gücü ile yüklendi; 68 coşkusu dalga dalga söndü. Postmodern düşüncenin bu sönüşe paralel bir şekilde yükseldiğini görüyoruz. 68 olaylarına kapitalist anayurtlar bütün esneme yetenekleri ile karşılık verdiler. Sadece bununla kalmadı, aynı süreçte yaşanan Çekoslovakya olayları sosyalizmle ilgili pek çok düşü de, özellikle Avrupa insanının kafasından silip süpürdü. Batı aydınlarının önemli bir bölümü kendi Refah Devletleri’nin yarattığı “ tek boyutlu insan”a tepki gösterdiler; ancak öte yandan Sovyetler’in Çekoslovakya’ya müdahalesi ile de sosyalizm düşlerinden uzaklaştılar. Birbirinin için-
.de yaşanan bu süreçler postmodern düşünce için Batı ülkelerinin topraklarını yeterince sürdü ve gübreledi. İki sistemden de sınırlı ölçülerde de olsa soğumalar ve kopuşmalar yaşandı.
Postmodernizmi besleyen diğer kaynak, hiç şüphesiz, sosyalist sistemin yıkılışıdır. Ancak yıkılışa kadar yaşanan birikim de önemlidir. Stalin sonrası Sovyet- ler’de yaşananlarla, sosyalizmin söylentiler seviyesinde gezinen “ sırları” ve “günahları” ortalığı kaplayınca, bu gelişmeler özellikle Batılı aydınlarda bilinç kırılmalarına yol açtı. 50’li yılların ortalarında başlayan süreç bazı yeni ilavelerle devam etti. Diğeri yukarıda sözünü ettiğim ünlü “ Çekoslovakya olayları” dır. “ Prag Baharı’nı” Sovyet tankları hemen kışa çevirmişti. Bütün Batı medyası bu olayı büyük abartılarla kendi insanlarının bilincine iyice kazıdı. Yine bu sıralarda patlak
veren “ Pekin-Moskova çatışması” sosyalizmin “ birliği” ile ilgili hayalleri parçaladı. Bütün bu gelişmeler Batılı aydınların ufkunu tıkadı. Sosyalizm çekim gücünü yitiriyordu. Gelecekteki hedef yıprandıkça, Batı Refah Devletleri’ndeki aydın ve işçiler için sosyalizm mücadelesi anlamını yitiriyordu. Bütün bu birikimlere sistemin yıkılışı son noktayı koydu. Postmodernizm kapitalist merkezlerde 68 düşünün çözülmesi ile hız almıştı. Sosyalizmin yıkılışı ile postmodernizm sınır atladı, Üçüncü Dünya Ülkeleri’nde de yaygınlaşmaya başladı. Elbette Üçüncü Dünya’nın postmodernizmi kendine göredir. Fakat sosyalist sistemin yıkılışı postmodern dalgayı Batı merkezleri ile sınırlayan duvarı çatlatmış, bu akım ve yaşam biçimi açılan çatlaklardan, moder- nizmi bile doğru dürüst yaşamamış olan bu dünyaya, sızmaya başlamıştır. '
Bütün bu gelişmeler yaşanmasaydı bile, kapitalist merkezlerde postmodern düşünce filizlenip gelişirdi. Bu noktada onun esas maddi temeline, kapitalist gelişmenin üçyüz yılda yarattığı insan malzemesine geliriz. Liberal kapitalizmin “ rasyonel insanı” postmodernizmin bere ketlijtojprağıdı r .
* Kapitalist merkezlerde 1950’ler sonrasındaki gelişim döneminde düzenin tarihsel süreç içinde şekillendirdiği insan tipi iyice belirginleşmiştir. Bu insanlar “ özgürlük ve refaha” kavuştukları için artık bir gelecek düşleri yoktur. Kendilerini sınırsız tüketimle ifade ederler. Liberal demokrasilerin sözde “ rasyonel insan” ı bu konuda tam bir “ çılgın” gibi davranır. Gelecekleri, coşkuları bu sınırsız tüketim koşusu içinde tükenir gider. “ Özgürlük ve refaha” kavuşan Fukuya- ma’nın “ son insan” ı tüketimin zincirsiz
____ günümüzün ideolojik tablosu___
-------------------------------------------------- 51 -----
— yolkölesi haline gelmiştir. Gelecek, sınırsız tüketimle tüketilmektedir.
* Kapitalizmin ilk gelişim günlerinden bu yana “ birey” üzerine yapılan vurgu, kendini artık hem hukuk olarak hem de burjuva toplumsal gelenek olarak kurumsallaştırmıştır. Böylece dünya ve çevresi ile ilişkisi tamamen kendi çıkarları ile sınırlı, kendi “ özgül dünyasına” kapalı bir birey bugün kapitalist merkezlerin insan yapısıdır. Toplumsal hücrenin “ özsuyu” böyle şekillenmiştir.
* Bireysel çıkarların dile getirilişi ve savunulması o kadar meşru, açık ve çıplak hale gelmiştir ki, bunun karşısında “ toplumsal değerler” erozyona uğramış, ünlü deyimi ile toplum atomize olmuştur. Kimse bireysel çıkarlarını “ feda” ederek toplumsal bir eyleme yönelmemektedir. Sadece kendi çıkarlarından dünyaya bakan, kendi çıkarları dışında pek çok şeye kayıtsız insan tipi, kalabalıklar arasında yalnızlığın simgesi haline gelmiştir. Bu bunalımlı “ son insan” enerjisini olumlu kolektif bir çabaya çevire- medikçe modern tarikatların içinde kendini yok etmektedir.
* Fukuyama’nın “ son insan” ı refaha ulaştığı, yaşam ve yaşam tarzı olarak yerleşikleştiği için kayıtsız ve yorgundur. Gündelik alışkanlıkları dışında gerçekleşen her olay onu dehşete düşürüp ürkütü r ve yorar. Çünkü yaşamındaki her- şeyi kapitalizmin insafsız celladı dakiklikle planlamıştır. En küçük aksama felaket demektir. Burada artık yaratıcı enerji, coşku, hatta serüven arayışı yoktur. Kayıtsız bir yorgunluk, çok bakımlı görünen Batı insanının gerçek iç yüzüdür.
* Kapitalist gelişmenin mantığı gereği hemen herşey derhal bir standarda ulaş
__ 52
tırılır. Yoksa bu devasa üretim sisteminin çeşitli birimlerinin birbiri ile ilişkisi imkansız hale gelir. Ancak bu standardizasyon makinalarla sınırlı kalmaz, insan ve yaşamını da kapsar. Makinalar için verimliliği artıran bu durum, insan için bir dönem sonra duvarları görünmeyen bir cezaevi yaratır.
Postmodernizmin insan malzemesi, beslenme kaynağı liberal demokrasilerin bu “ son insan” ıdır. Postmodernizm bir yanı ile bu “ tek düzelik” e bir tepkidir; ancak ufku olmadığı için tepkisi yine bu sınırlar içinde kalır. Hiçbir şeyin özü ile ilgilenmediği için, sorunların “ temeline inmek” gibi bir kavrama ve davranış tarzına sahip değildir. Bu nedenle tepkiler, sonuç olarak düzen tarafından önceden çizilmiş sınırlar içinde bir “ renklilik” olarak kalır.
Postmodernizmin bir de teknik zemini vardır. Bilimsel teknik gelişmeler, en başta üretim biçimlerinde değişim yaratarak işçi sınıfının yapısını oldukça köklü bir şekilde değişime uğrattı. Bir “ büyük anlatı” olan sosyalizmin öznesi işçi sınıfının böylece “ ortadan kaybolması” postmodern düşüncelere kapı açtı. Postmodernizmin gördüğü bu hayalin elbette bir yanı gerçektir. İşçi sınıfının hem üretimdeki hem de sosyal konumu kapitalizmin özellikle son çeyrek yüzyılında önemli değişimlere uğramıştır. Ancak buradan postmodernizm bu değişimlere karşı sınıfın tepkilerini örgütlemek ve yönlendirmek gibi bir görevi çıkartmaz, tam tersine tarihin, geleceğin ve toplumsal öznenin öldüğü sonucunu çıkartır. Öte yandan “ postmodern çağın” en tipik özelliklerinden birisi olan bilgi bolluğu ve yaygınlığı postmodernizm açısından gerçeğin kaybolması,
herkesin kendi gerçeğini yaratması imkanının doğması olarak görünür. Bilgi ve teknikteki hızlı değişim “sanal para” , “ sanal ticaret” ve hatta “ sanal insan ilişkileri” yaratmakta olduğu için, bütün bunlar postmodernizmi maddeden kopuk bir dünyanın varlığına inandırır. Postmodern insan, bu sanal dünyada her türlü “ determinizm” den; aklın ve bilimin “ buyuruculuğundan” ; “ teorinin teröründen” kurtulur. Bilgi bolluğu içinde şekillenen bu sanal özgürlük dünyası, postmodern insanı “varlığın özünü” arama zahmetinden kurtarır. Hiçbir sıkıcı gerçeğe dokunmadan “ şimdi” içinde uçuşarak yaşayıp gider. Bilim ve teknikteki değişimlerin yarattığı bu postmodern düşler çok geçmeden kırılacaktır. Postmodern dünyanın zengin renkliliğinin ardında son tekniklerin imkanlı kıldığı muazzam bir merkezileşme vardır. Sadece sermaye olarak değil, bilgi, bilgi üretimi ve denetimin merkezileşmesi bugüne kadar ulaştığı seviyelerin çok ötelerine gidecektir. Sanal özgürlüklerin her alanı ve her saniyesi denetlenebilecektir. Ancak herşeye rağmen bilgi bolluğu, “ determinizmin” sıkıcı alanından “ belirsizliğin” özgür alanına geçiş için düşler kurmaya olanak tanıyor.
POSTMODERNİZMİN TARİHSEL ARKA PLANI
Marx DönemiPostmodernizm her ne kadar tarihi
unutmak ve geleceği düşünmemek istese de kendine tarihten dayanak noktası aramadan edemiyor. Yakın tarihte kendine dayanak noktası olarak ise Nietzsc- he’yi bulmuştur. Bu buluşmanın rastlan
tı olmadığı açıktır.
“ Pek çok post-yapısalcının genel eğilimi şudur: ‘Eğer Marksizm doğru değilse, başka hiçbir şey doğru olamaz.’ Bu düşünürlerin birçoğu kendisini bir şaşkınlık aşamasında (‘nereye gittiğimizi bilmiyoruz’) duyumsamakta ve bu şaşkınlığı en iyi Nietzsche’nin dile getirdiği inancını paylaşmaktadırlar.” 33 Nietzsche’de zamanında Aydınlanma’nın kaçınılmaz gelişimi karşısında eski değerler sisteminin yokolması ile paniğe uğramış, tarihin gidişi karşısında tüm değerleri inkar eden nihilist bir tavır almıştır. Postmodernizm Batı aydınının iki yönlü büyük düş kırıklığından kaynak almıştır. Kapitalizmin ve sosyalizmin söylemleri ve yaptıkları arasındaki “ uçurum” onları her türlü söylemden uzaklaştırmıştır. “ Nereye gittiğimizi bilmiyoruz?” tepkisi bir dereceye kadar haklı bulunabilir. Ancak bu belirsizlikten hareketle “gelecek” ten kopuşmak çok farklı bir tutumdur. Yeni olgular ışığında yapılanların muhasebesi ve yeni yönelişlerin yaratılması gerekirken; postmodern düşünce tüm gelecek tasarımlarına karşı çıkarak kendini günün içine bırakmıştır. Böylece aslında kapitalizm kutsanmaktadır.
Marx ve Nietzsche hemen hemen çağdaş olmasına rağmen bu dönemde karamsarlık abidesi olan Nietzsche’yi nasıl açıklayabiliriz?
“ Eğer o dönem toplumunu ( I9.yy. ikinci yarısı, b.n.) yansıtan söylemlere derinliğine bakarsak, üç önemli eleştiri ay ırt edilebilir. Birincisi, Karl Marx tarafından geliştirilen ekonomi-politik eleştirisidir... İkincisi, Max Weber tarafından çok çarpıcı şekilde analiz edilen, bürokrasi ve büyük ölçekli organizasyonların
____ günümüzün ideolojik tablosu___
53 —
eleştirisidir. Onun odağında insanlığı faydacı rasyonalitenin üstünlüğüne boyun eğdiren çelik kafesin inşa edilişi vardı. Ü- çüncüsü, farklı biçimlerde ileri sürülen, örneğin Almanya’da F. Nietzsche, daha sonra M. Horkheimer ve E. Husserl tarafından doğal ve kültürel bilimler üzerine tartışmalarda olduğu gibi, eleştiriler bilim üzerineydi.” 34 Kapitalizmin gelişmesinin bu en fırtınalı yıllarında, Marx onun yıkılış diyalektiği üzerinde durdu. Weber ise bu yırtıcı düzeni ehlileştirme, rasyonalize etmenin sorunlarını tartıştı. Onun, kapitalizmin kurmaya çalıştığı “ rasyonel çelik kafese” esasta itirazı yoktu, bunu bürokrasinin hantallıklarından kurtarma çabasına yöneldi. Nietzsche ise her türlü “ rasyonel” önerinin dışına çıkan bir konum aldı.
O döneme kısaca göz atınca şu gerçeklikler kendini öne çıkartır. “ 17891870 döneminin orta sınıf radikalizmi 1880’lerde zayıfladı ya da özümlenmiş hale geldi. Aristokrat mutlakiyetine karşı “ destansı” ve özgüvenli mücadele genellikle sona ermişti.” “ Hükümetlerin serbest ticaretten uzaklaştıklarına tanık olunan 1873-96 uzun depresyonu, orta sınıfların ekonomik sistemin çökmekte olduğuna dair korkuya kapılmalarına neden oldu; geleceğin belirsizliği daha önceki tanımlanmamış ilerleme beklentilerine yeniden önem kazandırdı... Ancak 1880’lerde ve 1890’larda liberal yargılara karşı bir entelektüel bombardıman başladı. İnsan aklı ve seküler ilerleme nosyonları bilim ve endüstriyle birlikte artık Nietzsche, Pareto, Sorel ve Lang- behn gibi düşünürlerin saldırısına uğruyordu. Özellikle liberal entelektüeller kitle toplumu içindeki geleceklerinden korkuyorlardır.” 35
— yol----------------------------------------
__ 54 __________________________
Nietzsche, kapitalizmin feodal imtiyazlara karşı radikal atılımlarının durulduğu bir dönemin ürünüdür. Paris Komünü sonrası tüm Avrupa kıtasında bir restorasyon dönemi başlamıştır. Burjuva radikalizminin hızı kesilmiş, onu arkalayan ve hatta aşan işçi hareketleri bazı yenilgiler almış, uzun bir restorasyon süreci başlamıştır. Ancak bu arada kaçınılmaz bir şekilde artık “ kitle toplumu” ortaya çıkmıştır. Derebey çiftliklerinin sakin köylüsü kentlere yığılmış ve sakinliğini yitirmiştir. “ Kitle toplumu” kendini aristokrat geleneklerden koparamamış aydınlar için tam bir korkulu rüyaydı. Ö te yandan, bu yıllar artık kapitalizmin dünyayı talana çıktığı yıllardı. Her türlü eski değerin altüst olduğu, yenilerinin ise henüz yeterince toplum dokularının içine sinmediği bir dönemde Nietzsc- he’nin “ tanrı öldü” çığlığı duyulur.
Nietzsche “ dini ve felsefi mutlaklıkla- rın çözüldüğü bir çağda yaşadığını” düşündü. Metafizik ve teolojik temeller ve geleneksel moral değerlerin yaptırımları çökünce ortalığı “ amaçsızlık ve anlamsızlığın” kapsayacağını ileri sürdü. Döneminde politikadan ve siyasal mücadeleden nefret eden bu adam, “ çağdaş dünyadan uzakta kendine yeten bir birey” in hayalini kurdu. Kendisi böyle yaşamayı denedi, ancak ruh sağlığını yitirmekten kurtulamadı. “ Dizgelere” , düşünce sistemlerine karşı çıkan Nietzcshe, gelecek tasarılarına inanmadı. Demokrasi ve sosyalizmden nefret ederek, “ doğanın eşit yaratmadığını” vurguladı. Araştırmalarında “ iyi” kelimesinin kökünün “aristokratları” tanımladığını, “ kötü” kelimesinin ise onlara itaat etmeyen köylüleri anlattığını ortaya çıkardı. Ahlakı aristokraside, kötülüğü “ kitlede” buldu. “ İyi bir
aileden doğmadıkça hiçbir ahlaklılık mümkün değildir, insanın her ilerleyişi aristokratik toplumdan gelir” diyerek, tanrının ölümünü ilan ettikten sonra “ üstün insan” için çağrı yaptı. Bu konuda öylesine pervasızdı ki “ milyonlarca salağı ortadan kaldırarak geleceğin insanını kalıba dökmek” üstün insanı yaratmanın yoluydu.
Nietzsche. Aydınlanma’nın sonuçlarına yitip giden aristokrasi dünyasından bir tepkidir. Onun “ tanrı öldü” çığlığı yitip giden bu tarihe bir ağıttır. Kaderin, tanrının elinden insanlığın ellerine geçmesine katlanamayan Nietzsche, hemen onun kaderini “ üst insan”a bağlamadan edemez. Her türden “ mutlaklığa” “ baş- kaldıran” postmodern düşünce Nietzsc- he’de kendine yakın olarak neyi bulur? “ Büyük anlatılara” , “ bilimin buyuruculuğuna” tepki gösteren postmodernizm, Nietzcshe’ye dönmekle baltasını taşa çarpmış olmuyor mu? Onun “ üst insan” ı kendini hiçbir şeyle bağlamayan günümüzün “ bireyi” dir. Kendisini her türlü “ objektif’ ya da “ nesnel” bağlayıcılıklardan özgürleştirmiş; hiçbir gelecek ufku ile sınırlamayan; hatta gerçekliği kendi “ arzu ve isteklerine” göre şekillendire- bileceğine inanan; kendi “ yüce” çıkarlarından dünyaya bakan günümüz postmodern bireyi Nietzsche’nin “ üst insanından başkası değildir. Göreliliğe çılgınca aşık olan postmodernizm, “ bi- rey” de kendi mutlaklığını yaratır.
Nietzsche, Aydınlanma döneminin yeniliklerinin fırtınalı, inişli çıkışlı gidişine dayanamaz. Eskinin parçalanışı önünde sızlanır durur. Kitlelerin geleneklerden özgürleşmesinden tiksinir. Onları “ tanrıyı öldürmekle” suçlar. Ortaçağ’ın aristokrat dinginliğinin yerini alan Aydınlan
ma fırtınasında başı döner, “ üst insan” da yeni bir dinginlik yaratmaya çalışır; ancak tarihin zembereği artık boşanmıştır; olaylar Nietzsche’ye aldırış etmez; onun “ aklını başından alırlar.” Postmodernist- lerimiz, günümüz için bir Ortaçağ sakinliğinin imkansız olduğunu elbette biliyorlar. Onlar benzer sakinliği zirvelerden yamaçlara inerek, büyük tasarımlardan kopup lokal alanlarda mutluluk çitleri örerek, kitlelerden uzaklaşıp birey “ adacıklarına” çekilerek yakalamaya çalışırlar.
Nietzsche kapitalizmin eski gelenekleri “ buharlaştırdığı” , öte yandan kendisinin de restorasyonlarla bir durgunluk dönemine girdiği sürecin ürünüdür; postmodernizm ise sosyalizmin yarattığı değerlerin büyük oranda eridiği, kapitalizmin yarattığı değerlerin ise eski çekim gücünü yitirdiği bir dönemin olgusudur.
fNietzsche “ tanrının öldüğünü” ilan etti; “ sonrasızlığı sevdi” ; postmodernistler “ büyük anlatıların öldüğünü” ilan ediyorlar. Nietzsche, kapitalizmin sokaklara saldığı kitlelerden korkuyordu; postmodernistler kitlelerin bir hedefe yönelmesinden ürküyorlar,' Nietzsche’nin düşünceleri, kitlelerin öfkesi kapitalizme karşı yükseldikçe Nazilik’e kaynak oldu. Parmak bıyıklı “ üstün insan” Alman ulusuna “ binyıllık egemenlik” vadederek dünyayı yakmaya koyuldu. Bu büyük ateşte kendisi de yandı. Postmodernizm her türlü düşüncenin “yanyana çöküşümü kutsayarak ileride hangi gelişimlere kaynaklık edecektir, elbette bilemeyiz; ancak tüm gelecek düşlerinden ve toplumsal değerlerden koparılarak kutsanan “ birey” in insanlığın geleceğinde olumlu bir role soyunması imkansızdır. Postmodernizmin Nietzsche’nin karamsarlığı ile buluşması rastlantı değildir.
günümüzün ideolojik tablosu__
----- 55 -----
Postmodernistler de tıpkı Nietzsche gibi büyük düş kırıklıklarının ürünüdür. “ Sonrayı” yitiren Nietzsche, “ milyonlardan” nefret ederek birey zırhının içine çekilerek çıldırır. Postmodern dünyada insanların yüzde yetmişinin psikologlara taşınmasının Anlamı nedir? Kimsenin “sonrası” yoktur; değerler hergün buharlaşıyor, “ mutluluk için” tüketim tapınaklarında yapılan günboyu ayinleri artık yetmiyor. Bütün bu tablonun ortasına postmodernistler anı yaşamanın keyfi ile günlük ayinlerle kendilerini oyalıyorlar. Ancak günümüzün akışı en azI9.yüzyılın sonlarındaki köklü değişimler gibi hızlı altüstlüklere gebedir; postmodern “ mutluluk adacıklan” nın kapısı eninde sonunda komşuları tarafından gürültülü bir şekilde çalınacaktır.
Postmodernizmin geçmişteki dayanak noktası sadece Nietzsche ile sınırlı değildir. Frankfurt Okulu’ndan Yapısalcılığa kadar uzanan çeşitli düşünce akımlarında hep sanki postmodernizme doğru bir birikim vardır. Bu tarihsel süreçte sol zeminde duran ve Marksizm’den etkilenen akımların büyük bir bölümü özgül tarihsel koşullar nedeniyle tarihsel maddeci zeminden idealizme savrulmuşlardır.
Nietzsche sonrası postmodernizmin kaynaklarını başlıca iki dönemde bulmak mümkündür. İlki, 1920’ler sonrası A lman Devrimi’nin yenilgisi ve faşizmin egemenliğinin kesinleştiği günler ve sonrasıdır. Bu dönemde Frankfurt Okulu ve Varoluşçu akımdan söz etmek mümkündür. İkinci belirgin halka, 1960’lar sonrası ortaya çıkar. Bu dönemde Yeni Sol ve Yapısalcılıksan söz edilebilir.
— yol----------------------------------------Ekim Devrimi SonrasıSovyet Devrimi’nden sonra Avru
pa’da devrimler geri çekilmeye başlamış, hatta Alman proletaryası büyük bir yenilgi almış, başarılı olamayan devrim girişimlerine karşı faşizm tarih sahnesine girmiştir. Bu dönemin çocuğu olan Frankfurt Okulu düşünce sisteminde bu günlerin özelliklerini ister istemez yansıtmıştır.
Postmodernizm, tarihsel gelişmelerin sonucunda “ büyük anlatıların” inkarına varmıştır. Onun inkar tarzı kendine özgü yanlar taşısa da tarihten bu tarz kopuşma yeni değildir. Bunu en derin biçimde I930’lu yıllarda Frankfurt Okulu yapmıştır. Okulun kurucusu Max Horkheimer “Weimar’in sosyal demokrat reformculuğunu da Sovyetler Birliği’ndeki bolşevik düşünceyi de reddeder.” 36 Her türlü sistemi olumsuzlar. Tekelci kapitalizm de toplumculuk da “ totaliterdir.” Aydınlanma döneminin “aklına” değer biçen Horkheimer, yaşadığı dünyada bunun yitmekte olduğunu görür. “ Bu dünya, aynı zamanda hem sanayinin hem de Taylorculuk’un, hem Nazizm’in hem de Stalincilik’in var olduğu bir dünya olan bu iktisadi bunalım dünyası, artık yüksek akılcılık ilkesi olmaksızın, tinsel yaşamı yıkan maddi çıkarların peşinde sürüklenen bir güç ve para dünyasına dönüşmüştür.” (a.g.y.) Bu gerçekler karşısında Frankfurt Okulu, “ eleştirel yöntem” i geliştirir. Hatta daha sonraları bu yönteme “ olumsuz diyalektik” eklenecektir. İnsanlık “ ne olup biteceğini” bilemediği için, “ olumsuz diyalektiğe” düşen, “ olmaması gerekeni” söylemekle yetinmektir.
Kapitalizmin vahşi gelişimi karşısında büyük düş kırıklığına uğrayan Okul, ku
__ 56
suru “ bireydlik” te bulur. “ Bireycilik, varlığın temel biçimi olan aklın düşmanıdır.” (a.g.y.) Horkheimer araçsal aklı şöyle eleştirir:
“Akıl sözcüğü uzun zaman, insanlar için erek işlevi gören ebedi fikirlerin bilinme ve özümsenmesine ilişkin etkinlik anlamını taşıdı. Bugün ise tersine herkesin, belli bir zamanda benimsediği ereklere hizmet edecek yöntemleri bulmak aklın yalnızca rolü değil, aynı zaman da temel işlevidir.” (a.g.y.) Bu nedenle “akıl tarafından sağlanan birey-toplum dengesi ortadan kalkar.” Postmodernizm bilimsel aklı tümden reddeder. Horkheimer, kendi döneminde henüz o noktaya gelmemiştir. Ancak “ insanlar için erek işlevi gören ebedi fikirlerin bilinme ve özümsenmesine” hizmet eden; “ birey toplum dengesini” sağlayan evrensel akıl, artık “ herkesin belli zaman- lar” daki “ ereklerine hizmet” eder hale gelmiştir. Aklı saf bir değer ve etkinlik olarak kavrayan bu anlayış, onun “ bi- rey” in bayağı çıkarlarına hizmet eden bir “ araç” haline gelmesini kavrayamaz. Horkheimer’ın ünlü bir sorusu vardır:
“ Batı uygarlığının neresinde bir bozukluk vardır ki teknolojik gelişmesinin bugünkü en yüksek düzeyinde bile, insanın insan olarak gelişebilmesini olum- suzlamakta, insanal olanı yıkmakta, yok etmektedir?” 37 Bu soruya sadece akılla cevap aranınca bir sonuca ulaşmak mümkün olmamıştır. Her dönemin kendi aklı ve ruhu vardır. Akıl yeryüzüne Aydınlanma ile inmedi. Büyük tarihsel gelişimlerin sonucu insanlar kendi yarattıkları tanrılarla hesaplaşmaya başlayınca akıl tanrısal sınır ve örtülerinden kurtuldu. Tanrılardan kopuşma, insanın doğayı ve toplumu belli bir seviyede bilme
siyle mümkün olmuştur. Bilgi o seviyeye birikene kadar akıl tanrıların gizemli dünyasında saklı kaldı. İnsan aklını bulunca onu “evrensel” ve herşeyin üstünde sandı; oysa her dönemin kendi aklı ve ruhunun olması gerçekliği kapitalizm çağı için de geçerliydi. Kapitalizm çağının tüm bilimsel buluşları ve aklı eninde sonunda kapitalizmin kar güdüsü tarafından şekillendirildi. Aklın “ insan”a değil “ birey” e hizmet eder hale gelmesi ise yine bu gerçeklikten dolayıdır. Birey ve bireysel çıkarlar kapitalizmin kutsal hücresidir. Elbette bunu bir düzen işleyişi içinde düşündüğümüzde sözü geçen kapitalist bireylerin çıkarlarıdır. Toplumun büyük çoğunluğu aklın zoru ile bu çıkarlara boyun eğdirildi. Horkheimer’ın kendi güzel sorusuna cevap bulamayışı, sınıf çıkarlarının dışından, aklın zirvesinden dünyaya bakmaya kalkışmasından- dır.
Frankfurt Okulu, sosyal sistemlerden kendini koparıp sırf akla dayalı “ eleştirel yöntem” le dünyaya bakmaya kalktığında, sonunda “ eleştirel bir seyirciye” dönüşmüştür.
1930’larda gelişen olaylar sonucunda, özellikle Alman işçi sınıfının yenilmesi ve faşizmin egemen hale gelmesi Frankfurt Okulu’nu “ özgürlük” isteminden uzaklaştırmış ve olaylara “ tarihsel” bakışını terketmiştir. Özgürlük düşlerini yıkan, sadece sınıflar mücadelesinin o dönem sonuçları değil, aynı zamanda “ tekniğin” herşeye egemen olmasıdır. Tekniğin egemenliği karşısında “ ne ahlak, ne hukuk, ne sanat çözülmeden kur- tulamaz” dı. Tekniğin gücüne dayalı iktidarın etkisinden sadece “ eleştirel düşünce” kurtulabilirdi. Böylece düşünce bir kez daha kendi madde kaynağından
____ günümüzün ideolojik tablosu___
-------------------------------------------------- 57 —
kopup kanatlarını çırparak “yücelere” yükseliyordu.
VaroluşçulukBu akım I930’lu yıllarda Almanya’da
ortaya çıkar, II.Dünya Savaşı sonrası İtalya ve Fransa’da kısa süre yaygınlaşır, 50’li yıllar sönüş dönemidir. Sartre nedeniyle Fransa’da “ Marksizm’e tutunarak” bir müddet daha etkinlik gösterir. Ancak bu akımın bütün orijinalitesi 30’lu bunalım yıllarından gelmektedir.
Bu akıma göre “ insan, kendi varoluşunu kendi yaratır, varoluşu kendi tasarımıdır.” 38 Varoluşçular, bilgi kuramının nesne ile özne ayrımını yadsırlar. Onlar insanın “ bilme yeteneğini” dışlar, bilimsel bilgiye değer vermezler, bilinen tek şey bireysel olarak yaşanılandır. Varoluşçuluğun ilk isimlerinden Martin Heidegger, Descartes’ın “ düalizmini reddeder.” 39 Nesne ile özne ilişkisinde ne zaman bir sorun olsa, maddeci zeminde duramayanların ilk yaptıkları budur. Ancak bunu özne lehine yaparlar. Heidegger için insan akıllı düşünen varlık olarak değil, hiçbir genellemeye gelmeyen, ancak bireysel olarak yaşayabilen, duygu ve kaygıları ile gündelik insandır.
Varoluşçuluk, her türlü toplumsal ideale ve nesnel gerçekliğin sınırlamalarına karşıdır. Hatta Kari Jaspers, “ toplumsal ben olarak ben, ben değilimdir artık” diyerek insanı insanlaştıran ortamdan kopartır. Sartre da “ insanın doğası gereği toplumsal olmadığım” ileri sürer. İnsanın nesnel dünya ile ilişkisi ise “ içsıkıntı- sı” (bulantı) ile mümkündür. Toplumun “ çıldırdığı” I930’lu yılların bu akımı, bu başedemediği ve çözümleyemediği sorundan, maddi dünyadan ve toplumdan
— yol----------------------------------------
__ 58 __________________________
koparak kurtulma yoluna gidiyor. “Toplumsal ben” olmayı reddeden ve “ kendi varoluşunu kendisinin yarattığını” sanan Varoluşçular, tümüyle kapitalizmin “ büyük bunalımı” nın ürünleridirler. İnsanın varoluşunun “ kendi tasarımı” olduğu ya
nılgısını en iyi Varoluşçular kendileri kanıtlamaktadır. Bunalımlar içinde kıvranan 30’lu yılların insanları olarak, nesnel dünya ile ilişkilerini keyif ve neşe ile değil de sadece “ içsıkıntısı” ile kurarlar. Toplum o günün dünyasında onlar için tam bir dayanılmaz karmaşa ve cenderedir. Bu nedenle, sosyal bir varoluşun hiçbir anlamı yoktur. Hatta Heidegger’e göre “ bilimin olması hiçbir zaman mutlak zorunlu değildir.” Yaşanan bütün yıkımları, kapitalizme ve onun egemen çıkarlar sistemine bağlamayan Heidegger, bunu “ modern tekniğin çılgınlığına” bağlar. “ Çılgın bir modern teknik” ve “ çılgınlaşan” bir toplum ortamında, tüm bunlardan koparak insanın “ kendini yaratabileceğini” ileri sürmek için gerçekten çılgın olmak gerekir. Varoluşçuluk biraz da buydu. Hedefini tümüyle şaşıran bu akım, insanlara bir mücadele yönü göstermek yerine çaresiz bir avuntuya itmiştir. Böyle bir toplumsal ortama tepki göstermek insani olarak anlaşılır bir şeydir; ancak insanları saçmalıklarla avutmak insani bir şey değildir. Zaten Sartre’a göre insanların birbiri ile ilişkisi “ya sadistik ya da mazoşistik olmaya yöneliktir. Beraberlik, uyum, sevgi olanaksızdır.” “ Cehennem öteki insanlardır.” 40
1930’lar bunalımı insanlığın yakın tarihinin en derin bunalımlarındandır. “ Faşizm” çılgınlığını yaratmıştır. Ancak bu çılgınlığa Varoluşçu tarzda tepki göstermek, farklı bir çılgınlığa sürüklenmekten başka bir sonuç doğuramazdı. Varoluş-
çuluk, insan düşüncesinin çalkantılı günlerde nasıl en uç yanılgılara kadar savru- labileceğinin bir örneği olarak tipiktir. Şimdi o günlerdeki kadar “ çılgın” bir dünyada değiliz, bireyin toplumdan ko- puşması o günlerdekinden çok daha derin noktalara varmıştır. Çünkü bu olgu kapitalizmin yapısı gereği böyledir. Bugün postmodernizm de “ toplumsal olarak ben” i şiddetle reddediyor; nesneyi özne lehine ortadan kaldırıyor; bilimi Heidegger gibi hiçte bir “zorunluluk” olarak görmüyor. Düşünceler bu kadar savrulduğuna göre, dünyamız görünüşte 30’lar kadar “ çılgın” olmasa da demek dipten gelen kaynama oldukça güçlüdür.
“Refah Devleti” YıllarıKoşullar değişince elbette sorunlar
da değişmiştir. Ancak değişmeyen bir derinleşme, bir gidiş yönü vardır.20.yüzyılın ilk yarısında yaşanan paylaşım savaşlarının yıkıcılığı, toplumsal bir histeriye dönen faşizmin vahşeti yerini yavaş yavaş Batı’da Refah Devletleri’ne, dünya ölçüsünde ise soğuk savaş dengelerine bırakmıştır. Önceki dönem ne kadar belirsiz ve “çılgın” idiyse 50’liler sonrası o ölçüde kendi “ dengelerine” sahipti. Bu dönemde özellikle Üçüncü Dünya’da devrimler ve ulusal kurtuluş savaşları devam ediyordu; ancak bunlar dünya ölçüsündeki dengelerin sınırları içinde kalmaya zorlanıyordu. Dünyanın bu tablosunda Üçüncü Dünya’nın ideolojik yönelişleri ile kapitalist merkezlerdeki ideolojik yönelişler arasında yavaş yavaş derinleşen bir kopuşma yaşanıyordu. Batı’da “Yeni Sol” ve Yapısalcılık filizlenirken Üçüncü Dünya “ klasik devrim” yönelişlerine kendi orijinalliklerini kata
rak yürüyordu. O günün dengelerinde dünyaya Batı’dan bakınca başka, Üçüncü Dünya’dan bakınca çok başka görünüyordu. Düşünceler de ister istemez bu farklı zeminlere göre kendilerine kanal buldular. Politik yönelişler olarak Batı’da şimdi adı bile unutulan “Avrupa Komünizmi” yaygınlaşıyor, buna bağlı olarak sosyalizme “ barışçıl geçiş” tezleri güçleniyor ve İtalyan Komünistleri’nin örneğine atıfta bulunularak “ tarihsel uzlaş- ma” dan dem vuruluyordu. Oysa Üçüncü Dünya bu yıllarda yangın yeri gibiydi. Ulusal kurtuluş mücadeleleri, Küba, Vietnam Devrimleri mücadele rüzgarını yükseltiyor, fakat aynı zamanda başta Latin Amerika Ülkeleri’nde olmak üzerine faşist askeri darbeler birbirini izliyordu. Bu koşullarda dünyanın iki büyük alanındaki devrimciler arasında siyasal ve ideolojik kopuşmalar adeta kaçınılmazlaşıyordu.
Batı’da bu yıllarda gelişen ideolojik yaklaşımlar, özellikle sosyalizmin yıkılışından sonra Üçüncü Dünya’nın sınırlarından da sızmaya başladılar. Gecikerek, hatta oldukça başkalaşarak, ancak adım adım mürekkep lekesi gibi yayılmaya başladılar. Bugün bu tartışmalar belli bir durulmaya uğradı ise etkinliklerinin azalmasından değil, tam tersine bu görüşler neredeyse artık “ doğal” karşılandığından böyledir. 70’li yılların ikinci yarısına gelindiğinde Yeni Sol, Yapısalcılık ve daha önce sözünü ettiğimiz Frankfurt Okulu ve Varoluşçuluk yok olmaya başladı, ancak yıllar aktıkça onların mirasını “ bütünleştiren” postmodernizmm yıldızı parlamaya başladı. Bu yıldız bugün canlı parlaklığını yitirmiştir; ancak bu onun ideolojik ve pratik bir yenilgiye uğramasından dolayı değil, yaygınlaşıp “ doğallaş
--------------------------------------------- 59 —
____ günümüzün ideolojik tablosu___
— yol
masından” dolayı böyledir.
50’ler sonrasına geri dönersek, bugüne kendilerini postmodernizm olarak taşıyan, o günün Batı’daki ideolojik ko- numlanışlarına değinelim. Yeni Sol’un belirgin bir tanımı yoktur; önde gelen isimlerin büyük çoğunluğu daha sonraları Yapısalcılıkla karar kılmışlardır.
O günlerin tartışmalarının çözmeye çabaladığı temel sorun, teori ve pratik arasındaki büyüyen “ uçurumun” ortadan kaldırılmasıdır. Üçüncü Dünya’da mücadele belli ölçülerde teori ile uyum içinde ilerliyordu. En azından genel görünüş böyleydi. Oysa Batı’da işler hiç de teorik öngörülere göre ilerlemiyordu. O günlerin temel tartışma konularını özetlersek şunları sıralayabiliriz:
“Ekonominin Belirleyiciliği”Sosyal olayların gidişini “ en son tah
lilde belirleyen” ekonomi, ister istemez politik eylem alanına bir sınır çiziyordu. Üstelik bu öyle bir sınırdı ki devrimci politikaya neredeyse yer kalmıyordu. Batı’da yükselen Refah Devletleri’nin sağlam ekonomik temelleri devrimci politikanın alanını alabildiğine daraltıyordu. Sınıflar mücadelesi gerilimini ve hızını çoktan kaybetmiş, uzlaşmalarla davranışını sınırlayan bir noktaya gerilemişti. Ö te yandan Sovyetler öncelikli olarak kendi ekonomisini sağlamlaştırmaya çalıştığı için, dünya ölçüsünde politikaya sınırlı ilgi duyuyordu. Soyvet çizgisine bağlı komünist partiler ise çizilen sınırların dışında politika yapmaya niyetli görünmüyorlardı. Bu süreçte Yeni Sol’dan “ ekonomist sapma” eleştirileri yükselmeye başladı. “ Ekonomi”ye atıf yapan değerlendirmeler “ kaba indirgemecilik” le
__ 60
suçlanmaya başlandı. Zaten Gramsci, Rus Devrimi’ni “ Kapital’e karşı devrim” diye yorumlamıştı.
Aynı zamanda “ tarihsel materya- lizm” i hedef alan suçlamalar da yükselmeye başladı. “Tarihselcilik” temel eleştiri konusu oldu. Ekonomi ve tarihsel gidişin çizdiği sınırlar “Yeni Sol” için fazlaca bağlayıcı ve kısırlaştırıcı görünüyordu.
Buradan “ üst yapının özerkliği” tezleri gelişmeye başladı. “ Marksizm’de politika teorisinin olmadığı” tesbitleri yapıldı. Bütün bu tepkilerin nedenleri o günün koşullarında yeterince anlaşılırdır. Gerek Batı Avrupa’daki durgunlaşan ve Refah Devletleri’nin maddi temelleri ile sınırlı kalan mücadele ve gerekse Sovyetler’in denge politikalarının bayağı bir statükoya dönüşmesi, düşünceyi maddi temellerinden kopmaya zorlayan bir etki yaratıyordu. Politikayı ve düşünceyi “ maddi temeller” gerekçe gösterilerek sınırlayan her davranış, karşı tepkisini doğurdu ve eleştiriler giderek bilimsel sosyalizmin temel belirlemelerine yöneldi. “Yeni Sol” un kısmen anlaşılabilecek eleştirileri, bu noktadan sonra açıkça Marksist maddeci zeminden ko- puşmaya başladı. Avrupa’nın “yıkılmaz” görünen altyapısı karşısında politikanın alanı üstyapı kurumlarının içine kaydı. Üstyapı kurumlan hem mücadelenin hedefi hem de alanı haline gelmeye başladılar.
Bu düşünce ve zemin kayması, kaynağını çok önceden beri Gramsci’de bulmuştu. “ Biz gerçekliği insana oranla bilmekteyiz; insan oluş halinde, bilinç ve gerçeklik de oluş halinde olduğuna göre, nesnelliğin kendisi de bir oluştur.”41 Gramsci’nin “ politikaya özel bir alan”
yaratma çabaları onu idealizmin sınırlarına kadar götürmüştür. Kendi dışındaki nesnelliğin -Batı’da Refah Devletleri’nin sağlam maddi alt yapısının- yıkılmazlığını gören Avrupa’daki sol akımlar, kendilerine çıkış yolu ararken tarihten bir dayanak noktası olarak Gramsci’yi buldular. Çünkü Gramsci belli ölçülerde nesnelliğe meydan okumaktaydı. Aslında bu sorun tüm bir devrimci mücadele tarihi boyunca hemen bütün ülkelerde kendi özgünlüğüne göre tartışılmıştır. Türkiye Devrimci Hareketi bunu 70’li yıllarda “volantarizm-determinizm” karşıtlığı biçiminde tartıştı. Hatta bu tartışmalar o noktalara kadar gider ki sonunda Marx ve Lenin karşılıklı saflarda konumlandırılırlar. Hele Engels, iflah olmaz bir “ ekonomist” bakış açısına sahip olduğu için çoktandır mahkum edilmiştir.
50’ler sonrası bu konuları Avrupa Sol Hareketleri yoğun bir şekilde tartıştılar. Tartışmalar hiç şüphesiz ki “ boşuna” değildi. Bir yanda kaynayan Üçüncü Dünya; öte yanda Refah Devletleri’nin maddi alt yapısı ve soğuk savaş dengeleri ile hareket yeteneği çok sınırlı hale gelen Avrupa, böyle bir ortam tartışmaları kaçınılmaz kılıyordu. Kaçınılmaz olmayan politika yapmak için “ ekonominin” sınırlayıcılığından kurtulmak isterken, Yapısalcılık’a saplanılmasıdır.jjBütün bu tartışmaları 68 olayları önce havaya uçurdu; sonra toz duman yatışınca Frankfurt Okulu’ndan Yapısalcılık’a kadar gelen mirasın yıkıntıları arasından günümüzün yeni yıldızı postmodernizm yükselmeye başladı.]
Her dönem sorun çıkartan “altyapı ve üstyapı” ilişkileri üzerine bu ortamda süren tartışmalar Althusser ile adeta bir sıçrama yapmıştır. Althusser’e göre “ i
deolojinin varoluşu maddidir... İdeolojiyi oluşturur görünen ‘tasarım’ ya da ‘fikirler’ ideal, fikri, manevi değil, fakat maddi bir varoluştur.”42 “ Bunu söylemekle A lthusser, klasik felsefenin ‘madde-fıkirler’ ikileminin dışına çıkıyor... Fikirler bu klasik anlayışta olduğu gibi ‘maddenin soyut yansıması’ değil, kendileri maddi olan şeylerdir.” (Murat Belge, Önsöz, a.y.) Lanet olası maddi ortam insan davranış ve düşüncesini bir alınyazısı gibi kelepçeler. Madde ve düşünce birbirinin içinde eritilirse, neden ortaya daha “ özgür” bir dünya çıkmasın? Bu özlem ve itim gücü ile ateşlenen düşünceler, sonunda tasarladıklarından bambaşka sonuçlara vardılar.
Burada artık Yapısalcılık’ın sınırlarına gir,miş oluyoruz. Pratiğin kahredici sınır- layıcılığından ve zahmetinden kendini kurtaran Yapısalcılar, “ önce eylem vardı” parolasına karşı “ önce söz vardı” parolasını yükselttiler. “ Satrancın kuralları onun tahta ve taşlarından önce gelir.” 43 Strauss’a göre dil, toplumsal yaşamın, üretimin gereklerinin sonucu değil, kaynağı ve özü anlaşılmadan kalan önsüz, sonsuz, bilinç dışı zihinsel yapıların bir anlatımıdır. Bu nedenle Strauss, “ insan kafasının ortak bilinç altını ortaya çıkarmak” istemiştir. “ Söz” den giderek “ derin anlama” ulaşmak Yapısalcılığın pratiği dışladıktan sonra elinde kalan tek yoldur. Bu akım “ metni” tamamlanmış bir anlatım olarak görür ve bir metnin eleştirisi “ metin dışı” , “ dönem” , “ toplum” gibi olgularla değil, sadece “ metin içi” olgularla yapılabilir.
N. Chomsky’e göre “DM, zihinde (soya çekimle) oluşur, dünya ile ilişkiye geçtiğimizde olgunlaşıp yerleşik bir duruma dönüşür. Dil yetisi dirim-fiziksel
____ günümüzün ideolojik tablosu___
-------------------------------------- 61 ----
— yol
bir dizge, insan dokusu gibi gerçekten varolan bir şeydir.” 44 Dünyaya dilden hareketle bakmak ve görmek, insanın aynaya bakması gibi bir şey olsa da Yapısalcılık bu yoldan pratiğin ve maddi ortamın sınırlayıcılığını aşacağını ummuştur. Oysa böylece çok daha sınırlı bir dünyaya giriliyordu: Dil ve metinler dünyası. Elbette bu dünyada sınırsız bir yorumlama zenginliği vardır. Althusser’in dediği gibi “ metinler komplekstir” , “ problematik yüzeyde görülmez, metnin derinliğinde gizlidir.”
İnsan düşüncesi ilginç yollar izliyor. Yapısalcılık’ın “ metin okuması” en sonunda tıpkı Ortaçağ’ın “ kutsal kitap o- kuma” larından farklı noktalara varamazdı. Durgun Ortaçağ, adeta pratikten kopmuştu. Onun düşünce zirvesi olan kiliseler bu kopuşu en uç noktalarda yaşadılar. Ömürleri kutsal kitabı okuma ve yorumlamalarla geçti. Ancak bu ayinin sonu gelmez ve insana dünyada bir tek gerçek adım atmanın yolunu gösteremezdi. Bu durgun kaderi kutsal kitap kaçkını maceraperest korsanlar bozdu. Onlar Atlantik Okyanusu’nun bilinmez sularında yol aldıkça, aslında Ortaçağ’ın durgunluğun temellerine patlayıcı madde yığmış oluyorlardı. İnsan beyni pratikten sonuç alamadıkça Kendi içine yö- neliyor^föntem düzenlemeleri, için bu dönüşler yararlı olsa da kendisi bir yöntem haline gelmeye başladıkça, urlaşan bir kanser hücresine benziyor.
Althusser “ Kapitali yeniden okumuş” , orada “ hedefsiz ve öznesiz bir tarih” bulmuştur. “ Sosyal tümlüğün kompleksliğini bireyin kavrayamayaca- ğı” na inanan Althusser; bireyi, “ öznesiz tarihsel sürecin yalnızca bir taşıyıcısı” olarak görmüştür. “ Kutsal kitap” okuma
larının kaçınılmaz akibeti budur. Bu düşünce sistemi, Batılı aydınların pratiği yitirdiği yerde ortaya çıkan Resin bir kırılma noktasıdır. 68 olaylarının yarattığı coşkun pratik de bir düş kırıklığı ile sonuçlanınca bu kırılma iyice derinleşerek postmodernizme kadar varmıştır.
Belirgin bir basamak olarak I930’lu yıllarda Frankfurt Okulu ile başlayan düşünce kırılması, çok farklı yollardan postmodernizme kadar gelmiştir. Özetle irdelemeye çalıştığımız ideolojik duruşların elbette birbirinden çok farklı yanları vardır. Ancak sürekli derinleşen, adeta kesintisiz bir şekilde akan bir diğer yönü de vardır ki bu yön postmo- dernizm için ana rahmi görevini yapmıştır. Bu da nesnel dünyadan düşünceler dünyasına doğru bir kopuştur. Maddi dünyadan düşünceler dünyasına ve en son “ dil” in gizemli oyunlarına; öte yandan sosyal ve toplumsal olandan “ bi- rey” in iç dünyasının sonsuz zenginliğine doğru kopuşlar yaşanmıştır. Bu kopuşlar elbette ki temsilcilerinin keyfi tercihleri olmaktan öteye anlamlara sahiptir. Pratik yaşam, Aydınlanma’nın ve bilimsel sosyalizmin öngörülerinden farklı olgular ortaya çıkarttıkça; öngörülemeyen “ sapmalar” kendini ortaya koydukça, düşünce kendi üstüne kıvrılarak, pratiğin söz dinlemez inadından kendini kurtarmaya yönelmiştir. Elbette ki bu yol tek ve kaçınılmaz olan değildi. Ancak tıpkı pratik yaşam gibi düşüncelerin de gelişimi doğru bir çizgi gibi ilerlemiyor; pek çok gerilemeler, kırılmalar ve kopmalar yaşanıyor. Hegel’in “ mutlak tin” inden diyalektik ve tarihsel materyalist düşünce ile madde dünyasına geçiş; kendinden sonraki bütün “ sapmaları” ortadan kaldıracak bir “güvenlik sistemi” olmaya
__ 62
yetmiyor. Bilim geliştikçe bilim dişiliğin, hurafeciliğin ortadan kalkacağı umuldu. Bırakalım gündelik yaşayan insanı, bilimin zirvelerinde bile zaman zaman ruhun büyüsü umulmadık şekilde ortalığı kaplayabiliyor. O nedenle, insan düşüncesinin tarihsel maddecilik sonrası “ sapmaları” ne “günah” ne de “ akıl dışı” dır. Postmodernizmi sadece bir “ saçmalama” olarak görmek aslında yapılabilecek en büyük saçmalıktır. Çünkü bu “yeni” düşünce tarzı birkaç kişinin “ uydurması” değildir; tam tersine uzun bir birikimin ve yaşanan sosyal ve bilimsel altüstlükle- rin bir sonucudur. Toplumsal öngörüler, düşler ve ortaya çıkan gerçeklikler arasındaki açı büyüdükçe, postmoder- nizmin filizleri gürbüzleşmiştir. Bu açı büyümesi ve onun gerektirdiği çözümlemeler ortaya konamadıkça, bu anafor köpüklenmesi parıltısını koruyacaktır.
POSTMODERNİZMİN "BİLİMSEL" ARKA PLANI
Sosyal olaylardaki gelişmeler insan düşüncesini her zaman etkilemiştir. Ancak bu etki çoğu zaman belli bir derinliğin altına inememiştir. İnsan, içinde bulunduğu sosyal ortamda aynı zamanda etki gücüne sahip bir özne olarak yaşar. Bu anlamda “ nesnel gerçekliği” belli bir ölçüde kendisi yaratır. Daha doğrusu yarattığı kanısına kapılır. Olaylardaki beklenmedik gelişmeler, her sıçrama, düşüncelerde de yankısını bulur. Sosyal olaylarla ilgili olarak insan düşüncesi oldukça sık ve kutuplara kaçan salınımlar yapabilir.
Ancak doğal bilimlerdeki gelişmeler insan düşüncesini çok daha derinden et
kiler. Çünkü en idealist düşünen bilim adamı bile doğanın kendi dışında olduğunun bilincindedir; doğa ile ilişkisinde öznenin etki alanının çok sınırlı olduğunu kavrar. Fizik bilimindeki gelişmeler insan düşüncesinde çok daha derinden ve köklü değişimler yaratır. Doğa bilimlerindeki gelişmelerin yarattığı düşünce sistemi çoğu zaman sosyal olayların çözümüne de taşınmıştır. Aydınlanma dönemine düşünce sistemi olarak damgasını Newton Mekaniği vurmuştur. Matematik ve fizikteki çok önemli buluşları ile Newton kesin bir dünya tablosu çizmiştir. Bu determinist dünya görüşü hemen hemen ikiyüz yıl tahtından inmemiştir. 20.yüzyılın başlarında ilk darbeyi Einstein’ın Görelilik Kuramı ile almıştır. Onda mutlak olan zaman ve uzay kavramları, Görelilik Kuramı ile yerlerinden edilmiş; zaman, sistemin hızı ile bağlantılı olarak değişen, maddeye içerlek bir hale gelmiş; uzay ise maddenin içinde bulunduğu bir ortam olmaktan çıkmış, bizzat maddenin bulunuş ve yayılış eylemine dönüşmüştür. Öte yandan sistem ışık hızına yaklaştıkça Newton’un mekanik yasaları geçerliliğini yitirmiştir. Böy- lece ikiyüz yıl egemenliğini koruyan Newton Yasaları’nın göreli olduğu, ancak belli bir sınır içinde geçerli olduğu ortaya çıkmıştır. Mutlak zaman ve uzay Einstein’ın saldırıları ile “ şehit” düşmüş; yasanın görkemli sonsuz egemenliği belirli bir sınıra daralmıştır.
Ancak Newton Fiziği esas darbeyi yine 20.yüzyılın ilk çeyreğinde Kuantum Mekaniği’nden almıştır. Burada saldırı doğrudan Newton Fiziği’nin kalbine, onun kesinlikçi yapısına yönelmiştir. Bu saldırıya Einstein bile itiraz etmiş “ tanrı zar atmaz “ demiştir. Kuantum Fiziği’nin
____ güllümüzün ideolojik tablosu___
--------------------------------------- 63 —
— yol
buluşlarıyla kesinlik dünyası ile belirsizlik dünyasının sıpırları çizilmiş; maddenin içine doğru yolculuk derinleştikçe, parçacıklar dünyasında Newton’un determinizmi tahtından koyulmuştur.
Postmodernizm, Newton Fiziği’nin kesinliğine karşı görelilik ve özellikle Kuantum Fiziği’nin belirsizlik kuramlarını çok sevmiştir. Bu anlamda postmo- dernizmin bir maddi temeli vardır. Ancak düşüncesinin gelişim biçimini dikkate aldığımızda postmodernizmin bu maddi temele tutunmasının oldukça sınırlı olduğu görülebilir. Bilgi ve buluşlarla doğrulanan bir teorik düşünce zaman içinde katılaşıp kendi çevresine bir kabuk örüyor. Zamanın akışında biriken “aykırılıklar” sonunda kabuğu parçalayan bir sonuca varıyor. Bu parçalanma süreçlerinde sanki ortada “ doğru” hiçbir şey kalmamaktadır. Oysa bu süreçler, kırılma ve kopmalarla bilginin sınırlarının yenilendiği süreçlerdir. Newton Yasalarfnın kesinliğinden Kuantum Fiziği’nin kesinsizliğine sıçranırken, postmodern düşünce kendi içinde bir urlaşma yaratarak kesinsizliği mutlaklaştırdığı için kendi maddi tutanak noktalarını da imha etmektedir. Determinizmin, ne- den-sonuç ilişkilerinin tümüyle havaya uçtuğu bir dünya, postmodern düşünceye çok “ heyecan verici” gelse de söz konusu olan mutlak bir kesinsizlik değil, yasaların ve bilginin sınırlarıdır.
“ Moleküller dünyasındaki determinizmden atomlar dünyasındaki indeterminizme doğru sürekli bir geçiş olduğunu kabule kalkışırsak karşımıza büyük güçlükler çıkacak. Çünkü içinde en ufak bir indeterminizm belirtisine rastladığımız bir olayın bütünü de indéterminé sayılır.” 45 Soruyu tersine sorarsak, “ in
determinist mikro dünyadan” “ determinist bir makro dünya” nasıl ortaya çıkmaktadır?
“ Klasik fizik egemen iken umut ediyorduk ki kaçınılması imkansız dediğimiz gözlem hatalarını ölçüm keskinliğini arttırarak istenen sınırın altına düşürebilirdik. Oysa elementer etki kuantı keşfedileli beri bu umut da suya düştü. Çünkü bu kuant ulaşabileceğimiz kesinliğe bile belli bir objektif sınır koyuyor ve bu sınırların içinde artık hiçbir nedensellik yok, tam tersine kesinsizlik var, raslantı var.” (Planck)
Newton Mekaniği’nde cisimlerin konum ve hızları kesin olarak belirlenebilirken, elektron dünyasına girdiğimizde aynı kesinliği elde edemiyoruz. Mikro dünyaya girdiğimizde “ konum ve hızın ikisini birden istediğimiz kesinlikle aynı anda belirlemek imkansız” dır. “ Bu iki büyüklüğe ilgin belirsizliklerin çarpımı, Planck Sabiti bölü taneciğin kütlesinden daha küçük kılınamıyordu.” 46
“ Elektronla fotonun (ışığın) dansı” gizemini hala korumaktadır. Elektronun sırlarını çözmek için onu fotonla (ışıkla) gözlemek zorunda olduğumuz için, gözlem sırasında onun ya hızını ya da konumunu bozmak zorunda kalıyoruz. İçine yolculuk yaptığımızda mikro dünya bize kendisini “ olduğu gibi” göstermiyor. Fakat Kuantum Fiziği’nin ortaya koyduğu gibi elektronla ışığın dansı -kesintili ku- anta etkileri biçiminde- sonsuz kez tek- rarlana geldiği için, zaten mikro dünyanın “ olduğu gibi” , durağan, etki dışı bir konumu yoktur.
Mikro dünyanın bu heyecan verici belirsizliği postmodernizmi “akla veda” etmeye çağırmaktadır. Postmodernistler
__ 64
kendilerine bilim felsefesinden dayanak aramaya kalktıklarında nereye varırlar?
“ Peki daha iyi bir felsefe var mı? Evet, Ernst Mach’ın felsefesi.” “ Dolayısı ile bir bilim teorisi imkansızdır. Elimizde olanlar hepsi topu bir araştırma süreci ve onun yanında, araştırma sürecini geliştirme girişimlerine yardımcı olabileceği gibi onları yanlış yönlere de sürükleyebilecek her türden pratik iş görme usulleridir.” 47 Oysa Kuantum Fiziği’nin henüz doğum günlerinde onun kurucularından M. Planck daha o dönemde Mach’ın bilim felsefesine yaklaşımında postmoder- nistlere fazla umut vermiyor:
“ O felsefeye kulak verecek olursak, kendi duyumlarımızdan başka hiçbir realite yok ve tüm doğa bilimi eninde sonunda, düşüncelerimizin duyumlarımıza en ekonomik biçimde uyarlanmasından başka bir şey değil ve üstelik böyle bir uyarlamaya biz yaşam mücadelesi yüzünden itiliyormuşuz. Fiziksel ile ruhsal arasındaki sınır yalnızca pratiğe dayalı uzlaşmalarla beliren bir sınırdır, evrenin biricik ve özgün öğeleri duyumlardır, diyor Mach.” (a.g.y.) Postmodernizmin Mach’- da kendine dayanak bulması, Kuantum Fiziği’ndeki “ belirsizlik” ten öteye sonuçlar doğurur. Dış dünyayı duyumlarımızdan ibaret görmek, bilimsel bilginin top- yekün reddi anlamına gelir. M. Planck bu yanılgıya nasıl düşüldüğüne ilginç bir yorum getirir: “ Mach’ın bilgi teorisi nasıl oluyor da doğa bilimcileri arasında bu kadar tasvip görüyor? Yanılmıyorsam bu, bir insan ömrü kadar oluyor, enerji ilkesinin keşfine paralel olarak doğanın me- kanistik kavranışından doğan gurur ve ümit dolu beklentilerimize karşı bir tepkiden ileri geliyor.” (a.g.y.)
Bilim, Ortaçağ'ın zincirlerinden kur tu lup özgürleştikçe kaçınılmaz abartmalar da yaşandı. Abartmalar ve gerçekleşmeyen beklentilere tepki olarak duyumların sınırladığı ^realiteye” dönüş, bilimsel düşünce süreci açısından bir kırılmadır. “ Bir bilim teorisinin imkansızlığım” iddia etmek, onu sadece “ pratik iş görme usullerine” indirgemek, Kuantum Fiziği’nin bulgularından doğrudan türetile- mez, ancak “ bilimsel başarısızlıklarda” uğranılan düş kırıklığı üzerine “ felsefe yaparak” türetilebilir. Bilim aynı zamanda geleceğe yolculuktur; fakat postmo- dernizm “ şimdi” ile yetindiği için bir “ bilim teorisine" de ihtiyacı yoktur.
Planck ışıma sorunu ile uğraşırken aynı zamanda Rubens, ısı ışınlarının spektrumlarını çok büyük bir kesinlikle ölçmeyi başarmıştı. “ Günün birinde Planck ve Rubens, Planck’ın evinde birer çay içmek üzere buluştular. Rubens’in elde ettiği en yeni deneysel sonuçları, Planck’ın bu deneyleri yorumlayan fo rmülü ile karşılaştırdılar. Deneysel değerler ve matematik yorum birbirine tıpatıp uyuyordu. Planck’ın ısı ışımaları yasası böylece keşfedilmiş oldu.” 48 Planck’ın evinde bir “ çay sohbetinde” buluşan “ teori ve pratik” tir. “Akla veda” edip Mach’a tutunmaya çalışan, Feyera- bend’ın deyimleri ile “ bilim teorisi” ile “ pratik iş görme usulleri” dir. Ancak burada dış dünyayı “ duyumlar karmaşası” olarak tanımlayan E. Mach’ın “ bilim felsefesinin reddi vardır. Planck ve Rubens’in çay sohbetinde Planck’ın duyumlardan kopuk teorik öngörüleri (matematiksel yorumları); Rubens’in duyumlardan çok öteye giden hassas ölçümleri vardır. Postmodernizmin hatası Newton Fiziği’nin abartılan ve kabalaştırılan
günümüzün ideolojik tablosu__
65 ---
— yoldeterminizmine karşı “ belirsizliğe” vurgu yapmasında değildir; “ kesinsizliği” şölen havasında kutsayarak doğa ve sosyal alanların tümüne yayıp mutlaklaştırma- sındadır. Newton Fiziği karşısında işlenen hatayı kendisi Kuantum Fiziği’nin belirsizlik yaşası karşısında işlemektedir.
Kuantum Mekaniği İle“Bilimsel Kesinliğin”Başına Gelen Nedir?Önce şu bilinen gerçekliği tekrarla
mak gerekiyor. Bilimsel hiçbir hesaplamada “ mutlak kesinlik” yoktur. “ Bugüne dek hep dinamik nitelikli sayılan yasaların, hatta evrensel çekim yasasının bile istatistiksel yasalara indirgenmesi isteniyor. Kısacası doğadaki mutlak yasallığı doğa dışına itmek eğilimi söz konusu.
“ Gerçi şunu açıklamakta yarar var: Doğada deneyip ölçtüğümüz şeyler, hiçbir zaman mutlak belirlenmiş sayılar olarak ifade edilemez. Ölçümlerimizde kaçınılması olanaksız hata kaynaklarından gelen bir belirsizlik payı daima vardır.” (Planck, a.g.y.) Kuantum Fiziği’nin temelleri atıldıkça, bilim çevrelerinde tüm yasaların “ istatistiksel yasalara indirgenmesi” tartışması patlak vermiştir. Ancak “olasılık hesabı” yapmak ile yasa oldukça farklı bilgi seviyeleridir. Yasa, olasılık hesaplarını kapsayabilir; ancak her olasılık hesabı yasa olamaz. Doğadan elde edilen bilgilerin “yasalaşması” , zorunlu bazı soyutlamaları gerektirir. Yasaya gerçek doğanın “ bütün verileri” giremez. Hem “ bütün verilere” sahip olmadığımız için hem de düşüncenin soyutlama imkanları açısından bu böyledir. Yasanın her pratik duruma uygulanması kaçınılmaz bir “ yaklaşıklık” içinde kalır.
___ 66
Bu yaklaşıklık belli bir sınırın altında kaldığı sürece doğanın önümüze koyduğu koşullarla iş yapabiliriz. Yasa ve pratik açısından önemli olan, “ hata payının” de- netlenebilmesidir. Bugün en hassas ölçüm aletleri ile bile basit bir uzunluğu “ mutlak hatasız” olarak ölçemeyiz. Çünkü bir doğru parçası sonsuz küçük parçaya bölünebilir. Eğrilerde her zaman karşımıza zr sayısı çıkar, kendisi “ tam sayı” değildir. Ancak bundan dolayı alan ve hacim hesaplarında “ çaresiz” kalmayız. Doğadaki bütün bilgileri kazanmadan “yaklaşıklıktan” kurtulamayacağız; bu cennet sadeliği ve basitliğine ise ancak sonsuz bir gelecekte ulaşmak mümkün; bu anlamda “ belirsizlik” yakamızı hiç bırakmayacak.
Genel olarak “ belirsizliğin” baş edilemez, (sıfırlanamaz) iki kaynağı vardır: Bilgi derinliğimizin seviyesi ve ölçüm hassaslığının sınırlılığı. Ancak buradan mutlak bilinmezciliğe sıçramak tamamen ayrı bir konudur. Hele postmodernist- ler gibi “ bilim teorisi” nden vazgeçmeyi gerektirmez. Her bilgi “açık uçlu” dur. Yeni bir bilinmeze açılır. Her bilgi eninde sonunda dipsiz bir uçurumun kenarında durur. Bundan kurtulmak isteyenlerin tanrıya yakarmaktan başka çareleri yoktur. Tanrı ne kadar cömert davranır bilemeyiz, ancak doğa, hele sosyal olaylar bu konuda bizi sonsuz bir dinginliğe ulaştıracak kadar cömert değildir. Öte yandan, belli bir sınırda -ki her yasa bir sınırda geçerlidir- elde edilen yasaların her pratik uygulaması ölçüm tekniklerinin sınırlılığından kaynaklanan “ hata payına” sahiptir. Hiçbir yasa “ mutlak doğrulukta” pratiğe uygulanamaz. Başımızın belası kıtalar arası füzeler var. Olası tüm koşullar “ mutlak” olarak ölçülüp prog-
ramlanamadığı için, yollarında küçük sapmalar ortaya çıkar. Yeni bilgisayar teknikleri ile “ küçük sapmalar” bir sınırda kalabiliyor. Çip imalatı inanılmaz incelikler gerektiriyor. Buradaki “ belirsizlik” sınırı postmodernistlerin umutsuzluğu seviyesinde olsaydı, artık herkesin masasında bir tane duran bilgisayarları her açtığımızda insanı çileden çıkartan saçmalıklar yaşamak zorunda kalırdık. Eğer bir soyutlama ile söyleyecek olursak bildiklerimiz sınırlı, bilmediklerimiz ise sınırsızdır. Ancak buradan kazanılan bilginin “ belirsizliği” çıkmaz. Belirli sınırlar içinde geçerli yasalara varılabilir. Ancak bilgi, doğa karşısında hep “eksik” kalacaktır.
Kuantum Fiziği’nin önümüze çıkarttığı “ kesinsizliğe” gelirsek, postmoder- nistlerin determinizmi lanetleyen söylemleri ne ölçüde haklıdır? Mikro dünyadaki kesinsizlik ne anlatıyor? Planck’ın dediği gibi bu dünyada “ herşey rastlantı” mıdır? Ya da günümüz Kuantum meka- nikçilerinden R. Feynman’ın dediği gibi:
i
“ Doğanın bu çözümlenişinin altında hiçbir ‘çark ya da zemberek’ yoktur. Doğayı anlamak istiyorsanız bunu kabullenmeniz gerekir.” 49 Eğer mikro dünyada “ herşey rastlantı” dan ibaret ya da “ hiçbir çark ve zembereğe” sahip değilse, bilimin sınırlarına gelinmiştir. Elbette ki maddenin kendisi ne ise odur. Ona biri tarafından bir amaççıl yöneliş ya da “ kanun” dikte edilmemiştir. Bu anlamda doğanın kurulu bir “zembereği” yoktur. Ancak insan düşüncesi neden-sonuç ilişkisini kendisi uydurmamıştır. Doğanın ve toplumun bilimsel incelenmesinden çıkagelmiştir. Herşeyin rastlantı olduğu bir dünyada şeylerin birbiri ile ilişkisinden söz edilemez. Niels Bohr kendi dö
neminde bir türlü “ uygun bir açıklama” bulunamayan Kuantum dünyasının yaramaz ikizleri dalga-tanecik; konum-hız; e- nerji-zamanın anlaşılmasının “ fiziğin işi olmadığım” söylemiş, bu uyuşmazları “ Tamamlayıcılık Prensibi” adı altında “ kabul etmekten” başka bir yol olmadığını vurgulamıştır. Feynman’ın bugün "doğayı anlamak istiyorsanız bunu kabullenmeniz gerekir” demesi sadece şunu anlatır. Bilimin bu alanında en azından yarım yüzyıldır çarpıcı bir gelişme yoktur. Bilim sadece “ olasılık hesabı” yapmak değildir. Zaten her olasılık hesabı ancak belli sınırlar içinde yapılabilir, hiçbir kurala bağlı olmayan “ rastlantıların” olasılık hesabı da yapılamaz. Bilim, bilgi olarak derinleşip sonra bu rafine edilmiş bilgilerden yasalara gitmektir. Mikro dünyanın davranışlarında hiçbir yasa yoksa Kuantum Mekaniği bilimin son çığlığı olurdu. Rastlantıları bilmenin yolu olmadığına göre bilimsel araştırmaların da bir yararı olamaz. Ancak gerçeklik böyle değildir. Mikro dünyanın rastlantılar denizinden makro dünyanın kurallar ve yasalar dünyasına nasıl geçilebilmek- tedir? Rastlantı bir yanı ile bilinmeyen, tanınmayandır. Dünün pek çok “ rastlantısı” bugün artık kendi sırlarını ele vererek rastlantı olmaktan çıkmıştır. Elbette ki yasalar doğaya yerleştirilemez, doğadan, olgulardan çıkarılır. Bilgi, atom altı parçacıklar içindeki yolculuğuna devam ettikçe bugünün “ rastlanları” yarın yasalara dönüşebilir.
Zorunluluk ve rastlantıyı mutlak olarak karşı karşıya koymak, zorunluluğun bulunduğu yerden rastlantıyı, rastlantının olduğu yerden zorunluluğu sürüp çıkartmak, doğaya en sonunda bir tanrı eli değdirmek olur. Doğanın “ tüm” bilgi-
____ günümüzün ideolojik tablosu___
— yol
sini ancak sonsuz bir süreçte kazanabileceğimiz için rastlantı var olmaya devam edecektir. Cam yüzeye çarpan ışığın (fo- tonların) -ölçümlerin ortaya koyduğu gibi- ancak % 4’ü yansımakta gerisi emilmektedir. Ancak yüzeye tek bir foton yollanırsa bunun yansıyıp yansımayacağını bilemeyiz. Çünkü fotonun bu gizemli yolculuğunda ne olup bittiğini bilmiyoruz. Ancak bir top mermisinin yolculuğunu dinamik yasaları elde edildiği için, saniyesi saniyesine bilebiliyoruz. Rastlantı, bilinmeyen -bilgi ile sırları çözümlenmemiş- dünyadan çıka gelir. Her yaşanan rastlantı ile bilinen ve bilinmeyen dünya arasındaki sınır bir kez daha yeniden çizilir. Rastlantılar, bilime zorunluluğun ip uçlarını verir. Bilinen yasalar ise rastlantının kapsam alanını ortaya çıkartır. Birinin diğerini mutlak olarak dışlaması, “ herşeyi bilen tanrı” katına çıkılmadıkça imkansızdır. Kuantum Fiziği’nin idealist yorumları bizi kasvetli ve katı zorunluluklar dünyasından rastlantıların “ heyecan verici özgür dünyasına” taşır. Ancak böyle özel bir çabaya zaten gerek yoktur. Bildiğimiz sınırlı, bilmediğimiz ise heyecan verici sonsuzluktadır. Fakat Kuantum Fiziği’nin “ olasılıklarının” zenginliğinin büyüsüne kapılan birisi, yerçekimi kanununu sınamak için kendini bir kuleden aşağıya bırakmakta “ özgürdür” . Ancak özgürlüğü ayaklarının kuleden kesildiği noktada biter.
Eğer Kuantum Fiziği’nin söylediği gibi bu “ özgür alan” sadece atom altı parçac ık la r dünyasında geçerli ise. o zaman Planck’ın ünlü sorusu ile yüzyüze geliriz. Rastlantıların mikro dünyasından zorunlulukların makro dünyasına nasıl geçilir? İki dünya arasında doğada aşılmaz sınırlar yoktur. Bu sınırlar insan düşüncesin
__ 68 ____________________________
dedir ve Nevvton’un gezegenler için kesin sonuç veren hareket yasaları atom dünyasında tam bir bozguna uğramıştır. Fakat ne gezegenleri Newton ne de atom altı parçacıkları Planck, Bohr ya da Heisenberg “yaratmadı” . Hepsi evrenin birliği içinde vardırlar. Işık hızına yaklaştıkça Einstein’ın yasaları ile hareket ediyoruz; daha düşük hızda hala New- ton’un gemisindeyiz; maddenin küçük dünyasına daldığımızda “yasalar kayboluyor” !
Kuantum Fiziği’nde elektronun konumu ve hızının aynı anda hesaplanama- ması, birisi hesaplandığında diğerinin ancak olasılıklar olarak belirlenebilmesi bir “ ölçüm tekniği” sıkıntısı mıdır? Bu konuda bilim dünyasında birbirinden farklı yorumlar hala tartışılmaktadır. Eğer e- iektronu ışıktan (fotonlardan) başka bir “araçla” gözleyemezsek sorun ölçüm tekniği olmaktan çıkar, bilim başka bir sınırla karşı karşıyadır. Fotonlar hem elektronun konumu ya da hızını değiştirdikleri hem de ışığın kesintisiz bir madde yayılımı olmayıp kuantalar halinde kesintili yayılışından -üstelik bu kuanta aralıklarının bir düzeni olmamasından- dolayı maddenin içine bakarken onun yapısını bozmak zorunda kalırız. Gözlenen tanecik ne kadar küçükse “ kesinsizlik” de o kadar artar. Kütle büyüdükçe “ kesinlik” sınırlarına girilir. Kuantum Fiziği ile bilim terminolojisine “ olası” ya da “ potansiyel” gerçeklik kavramı girmiştir. Elektron ve fotonun ilişkisinde bilinmeyenlerin çokluğu olasılık hesaplarını zorunlu kılıyor. Bilinen yasalarla kuşatılan “ belirsizlik” , kendi hüküm sürdüğü alanda önümüze “ potansiyel” gerçekliği çıkartıyor. Ancak madde içine müdahale edilen her tekil durumda bu “ potansi-
yel” gerçekliklerden sadece bir teki pratik gerçeğe dönüşüyor. Her tekil somut durumda pratik gerçekle yüzyüze gelirken, somut durumlar arasında sadece “ potansiyel” gerçekle ya da “ olasılıklar zinciri” ile başbaşa kalıyoruz.
İnsanlık sık sık olduğu gibi, bilimsel savaşında yeni bir sınırla yüzyüzedir. Bilimsel gelişmenin doğası gereği bunda yadırganacak bir durum yoktur. Ancak sadece bu açıklamayla yetinmek de to- tolojidir. Şimdilik önünde durduğumuz bu sınırdan bazı sonuçlar çıkartabilmek gereklidir.
Kuantum Fiziği kaba determinizme, bilimin kesinliğinin abartılmasına müthiş bir darbedir. Üstelik bu darbe “ büyük kütleler” dünyasından değil, “ şeytanın gizli olduğu” “ ayrıntılar” dünyasından geliyor. Elbette bu meydan okuyuş makro dünyanın yasalarını havaya uçurmuyor, ancak onlarla parçacıklar dünyasının sırlarını ele geçirmek mümkün olmuyor. Ayrıntılar dünyası kendi hükmünü dayatıyor.
Bilim, Kuantum Fiziği ile kesinlikten belirsizliğe, belirsizlikten kesinliğe geçişin sorunları ile yüzyüze geliyor. 18 ve I9.yüzyıl bilim geleneği “ kural dışılıkları” sürekli bilimin dışına itmekle uğraştı. Ancak artık bundan kurtuluşun yolu yoktur. Bilinen ile belirsiz olanın “ olasılıkları” arasında sınırların bulunması, sonsuz dizinler oluşturan “ potansiyel gerçek” hesapları bilim dünyası için inanılmaz zenginliklerdir. Kesinlik .ve belir- sizlik_araşmdaki diyalektik artık tek yönlü -belirsizlikleri dışlavarak- gelişmiyor; kesin olmayan alandaki olasılıkların kucaklanması ile gelişiyor. Pratik yaşamdaki gerçekleşme her zaman tektir, ancak
bu gerçekleşmenin hangi potansiyel zenginlikten çıkıp geldiğinin kavranması, dünyaya ve olaylara bakışta bambaşka ufuklar açmaya adaydır. İnsanın bilinmeyen içindeki yolculuğuna yeni bir zenginlik katabilir.
Kesinsizlikten (parçacıklar dünyasından) kesinlikler dünyasına geçiş heyecanlı bir serüven gibi insanlığın önünde durmaktadır. Parçacıkların bir nicelikten öteye küçüklükleri, kendini henüz gizi çözülemeyen dalga ve tane hareketi olarak ortaya koyuşu, ışıkla maddenin içi- çeliği, bu dünyaya gizemli bir karmaşa veriyor. Bu dünyaya baktığımızda, deneyimiz sırasında kendini bize “ bir tek gerçeklik” olarak gösteriyor; fakat daha sonra insan düşüncesinin tasarladığı -elbette belli yasalara dayanarak- “ olasılıklar” dünyasına, aslında ise kendi varoluşuna dönüyor. Buradan hareketle insan düşünmeye başlayalı beri karşısında duran nesne ve özne ayrımının eridiği tezine sıçranıyor. Çünkü parçacıklar dünyasını gözlemlerken ancak onu bozarak, değiştirerek “görebiliyoruz.” Sanki gözlemleyen kendine göre bir oluş ortaya çıkartmaktadır. Buradan öznel idealizme yollar döşeniyor. Oysa gözlemleyen istediği denli gözlediğini etkilesin -bunu ancak bir deney sırasında yapabiliyor- madde, insan düşüncesine aldırmadan kendi varoluşunu sürdürmektedir. Üstelik deney sırasındaki ortaya çıkan oluş, ancak belli olasılıklar sınırında kalıyor. Eğer varsa öznenin keyfiliğine kesin bir sınır çiziliyor, Ancak Kuantum Fiziği’nin bu gerçekleri I9.yüzyıl biliminin klasik sınırlarını pek çok yönden zorlamaktadır. Bugünkü bilgi ve teknik sınırlarında parçacıklar dünyası ile gözleyenin ilişkisi, gezegenleri gözleyen bir gök bilimciden
günümüzün ideolojik tablosu__
69 ---
çok farklıdır; gözlem hem parçacıklar dünyasını etkiliyor hem de sınır hatları belli olan bir kesinsizlik alanına düştüğü için, gözlemini olasılık çözümlemeleri ile yetkinleştiriyor.
“ Eski bilimde gözlemci ve gözlenen arasındaki ayrım vurgulanır. Bütün yeni bilimlerde, bu ayrım bulanıktır, hatta bazen anlamsızlaşır. Yeni bilim karşılıklı etki içindedir -bilim adamı çalıştığı sistemi etkiler ya da buna katılır. Arkada durarak veya bağımsız bir alandan gözlemlemekten çok, bilimci, araştırma prosesinin parçası olur.” 50 Bu değerlendirme postmodern fantezilerden oldukça uzak olmasına rağmen, günümüz bilimsel gelişmelerinin yanıltıcı izlerini de taşımaktadır. “Yeni bilimin karşılıklı etkisi” nden ne anlaşılmalıdır? Doğanın gizlerini elde edip bu bilgileri bir yasa seviyesine vardırmadan süreçleri etkilemek mümkün müdür? Atomun yapısı tanınmadan parçalanamazdı. Bilim adamının maddenin sırlarını çözmek için hazırladığı deney koşulları günümüz koşullarında inanılmaz boyutlara varmıştır. Dev hızlandırıcılarda madde parçacıklarına bir bakıma bazı “ tuzaklar” kurarak, buluşların yolunu açmak madde üzerinde bir karşı etki olsa da, sonunda maddenin hangi koşullarda nasıl davrandığını bulmuş oluruz. Bu anlamda karşılıklı etki, bugüne göre çok mütevazi koşullarda da olsa, eski bilimde de vardır. Hızlandırıcılarda çok yüksek enerji seviyelerinde yeni parçacıkların ortaya çıkartılması bir karşılıklı etkidir. Ancak bunun eski bilimdeki bir ısı deneyinden ve onun etkilerinden prensipçe bir farkı yoktur.
Yeni olan nedir? Evrenle ilgili bilgimiz iki kutba doğru yol aldıkça bilinmeyen okyanuslara gelinmiş oluyor. Bunun bir
— yol----------------------------------------
__ 70 _______________________________
ucu evrenin sonsuz derinliğidir; diğeri maddenin içine parçacıklar dünyasına yapılan yolculukta ortaya çıkar. Evrenin sonsuz büyüklüğünde gözlem yaparken hala “ eski bilim” deki gibi uzaktan gözlemciyiz. Yakın gezegenlere bir araçla gitsek de onun hiçbir dinamik dengesini etkilemiyoruz. Ancak maddenin içine yapılan yolculukta aynı zamanda onun iç dinamik dengelerine -elbette belli sınırlar dahilinde- belli bir etkide bulunuyoruz. Ancak bu etkiyi abartmak, postmodern fantezilere vardırmak apayrı bir şeydir; bilimsel gelişmelerin kendisinden doğrudan çıkan bir sonuç değil, bilim dışı fantezilerin yarattığı bir sonuçtur.
Bugünün doğa ve sosyal bilim alanlarında “ayrıntılar” dünyasına girince gözlemcinin gözleneni etkilediği açıktır. Ku- antum Fiziği bu dünya içinde yasa ve rastlantılarla boğuşur. Bu alandaki deneylerinde bu dünyayı belli bir sınırda etkiler. Sosyal alanda da araştırmalar birey ya da küçük topluluklar seviyesine inince, gözlemci gözlenen üzerinde açık bir etki yapar. İlişki karşılıklıdır, aktiftir. Yeni araştırma alanları yeni yöntem ve davranışları gerektiriyor. İnsanın “ bilinç altına” girişle maddenin “ bilinç altına” giriş hiç şüphesiz ki yepyeni alanlara yolculuktur.
Öte yandan, günümüzün çok belirgin bir özelliği ise sahip olduğu bilgi birikimi ve gücüdür. Bu bilgi birikiminin çılgınca bir hızla artan basit nicelik yığılımı, bir noktadan sonra kaçınılmaz bir şekilde köklü niteliksel değişimlere yol açacaktır. Bunun ipuçları yeterince vardır. Ancak bugünden kesin öngörülerde bulunmak oldukça zordur. Ayrıca günümüzün bir diğer özelliği öngörüleri sürekli yenilenmek zorunda bırakmasıdır. Teknik
gelişim insanın düşünce gücünü arttırıcı araçlar yaratıyor; bilgi birikimi inanılmaz bir hıza ulaşmıştır; şimdilik yeterli olmasa da eskiye oranla bilginin ulaşım hızı da çok artmıştır. Bütün bunların sonunda bilginin gücü Aydınlanma’dan bu yana kısa insanlık tarihinde umulmadık zirvelere tırmanmaktadır. Bilginin gücü ile donanmış “ özne” , önümüzdeki tarihsel süreçte “ objektif ortama” çok daha etkili bir şekilde müdahale edebilecektir.
Ancak bu sonuç postmodernizmin özlemlerinin tam tersine bir gelişmedir. Bilimdeki son gelişmelerin sadece yüzeysel görünüşlerinden kendine dayanak bulmaya çalışan postmodernizm, “görelilik” ve “ belirsizliğe” tutunmaya çalışarak bilimi sadece “ metin yorumlarına” indirgemeye çalışsa da bilim ve bilgi, tarihinde sahip olmadığı güç noktalarına postmodernizme aldırış etmeden t ır manmaya devam ediyor. Bu muazzam güçle “özne” yeniden nasıl şekillenecek ve bu gücü nasıl kullanacak? İnsanlığın önündeki sorun budur.__ _ -L
TARİHSEL SÜREÇ İÇİNDE POSTMODERNİZMİN ANLAMI
Bir alıntıyı tekrarlayalım: “ Postmode- nizmin gelip kapıya dayanması anlatının meşrulaştırma işlevinde ve uzlaşıma zorlama yeteneğinde bir çözülmenin baş- gösterdiğinin işaretidir.” (M. Sarup, a.y.) Postmodernizmin “gelip kapıya dayanması” tarihsel bir sürecin sonucudur. A lışkanlıkların sinsi ve müthiş gücünden kopuşamayanlar için postmodernizm bir saçmalık olarak görülebilir. Oysa onun kendini ortaya koyması için büyük “ anlatıların meşrulaştırma işlevinde ve uzlaşı-
ma zorlama yeteneğinde bir çözülme” olması gerekiyordu. İnsanlığın içinden geçtiği son çeyrek yüzyılda böyle bir “ çözülme” yaşanmıştır. Her düşünce akımı doğal olarak en başta kendi dönemi ile ilgili konuşur. Onun anlamını kavramak için ise hangi tarihsel sürecin ürünü olduğunu da bilmek gerekir. “ Büyük anlatılar” dan kapitalizm hala yaşıyor, üstelik dünyada bugüne kadar olmadığı bir şekilde yayılma ve egemenlik peşindedir. Ancak olaylara biraz derinden bakınca onun çıkış noktasındaki idealleri ile geldiği noktadaki tablosu oldukça farklıdır. Bu nedenle yaşayan büyük anlatı da “ meşrulaştırma ve uzlaşıma zorlama” yeteneğini yitirmektedir.
Postmodernizm, Aydınlanma döneminin ve mirasının topyekün inkarını dile getirmektedir. Tarihsel süreç açısından olaya bakınca bu inkarın anlamı ne olabilir? Aydınlanma ile insanlığın yaşamına çok önemli bir eylem ve tabii bunun karşılığı olan bir kavram girdi; bu da ilerlemedir. Ortaçağ’ın binlerce yıl süren durgunluğundan sonra insanlık artan bir tempoda ilerleme rüzgarına kapıldı. Hele günümüzdeki değişimlerin hızını dikkate alırsak ilerleme baş döndürücü bir tempo kazanmıştır. Postmodernizm, bu tempoya ve genel olarak ilerleme kavramına karşı bir yorgunluk çığlığıdır.
“ Bu muhteşem ve boş hareket başımızı döndürmeyi sürdürüyor, ama kimi kez soluklanıyoruz ve bir günah geçiyor aklımızdan. İlerlemenin zorbalığından ne zaman kurtulacağız?” (j.M. Guehen- no, a.y) Postmodernizm bu “günahı” işlemeye talip olmuştur. İnsanlık bu çığlığı ilk kez atmıyor. Oldukça farklı zamanların sesi olarak, ancak aynı öze sahip bu çığlığı Nietzsche de atmıştı. Ancak o za-
____ günümüzün ideolojik tablosu___
71
manlar ilerlemenin kapitalizm cenderesindeki “zulmüne” karşı sosyalizmin “ eşitlikçi ve özgür” bayrağı dalgalanıyordu. Bugün hala dalgalanıyorsa da bayrak yarıya indirilmiştir.
İlerlemeye karşı durmak mümkün mü? İnsanlığın tarihine baktığımızda hep ilerleme yoktur. Bir ilerleme varsa bile bu kaplumbağa adımlarından yavaş olduğu için böyle bir kavram bile ortaya çıkmamıştır. Ayrıca insanlık, Kent Medeniyetleri ve barbar akınlarının arasındaki boğuşmadan ortaya çıkan “Antik Ortaçağlar” arasında yedi bin yıl gidip gelmiştir. Ancak Avrupa Ortaçağı’nın bin yılı aşkın durgunluğundan sonra başka bir rüzgarın içine girmiştir. Bugün ilerlemenin sembolü kentleri tarihsel “ kurucuları” yoksullara terkediyor. Kendileri derebey şatoları kadar gösterişli villalarına çekiliyorlar. Dünün durgun ve lanetli kırları, bugün kendini beton yığınları arasında kaybeden insanın soluklanma alanları oluyor. Tarihsel gelişim sürecinde hiçbir aşama ve kavram sonsuz bir ömre sahip olmadığına göre, neden ilerlemenin de kalp atışlarının zayıfladığı bir döneme giriyor olmayalım? Postmodernizm bu inişli çıkışlı ve fırtınalı gidişe karşı yorgun bir çığlıktır. Ancak sadece bu yorgun çığlık bile ilerlemenin, delice temposuyla Batı’nın cennet adacıklarında yaşayanlar için de “zorbalığa” dönüşebileceğinin işaretlerini veriyor. Koşturmaktan ciğerler yanıyor, kaslar sertleşiyor, ruh dünyalarında ipler gerildikçe geriliyor, buna günümüzün şık deyimi ile “ stres” deniyor. Dün saat ve dakikanın yokluğunda güneş zamanı ile esneyip duran insanlık, sanki o günlere karşı bir intikam hareketiyle bugün saniyelerin arasında sıkışarak yaşı
___ 72 _________________________________
— yol----------------------------------------yor. Ve bunların hepsi ilerlemenin hatrına olup bitiyor.
Günümüz sık sık Roma’nın son günlerine benzetiliyor. Roma sefahat içinde çürürken yüzelli yıldır imparatorluk sınırlarına mevzilenmiş Germen barbarları bu çürümeye son kılıç darbesini vurdu. Ancak ardından gelen Avrupa O rtaçağı çok yönüyle Roma günlerini arattı. Panthenon’un zengin tanrılarının yerine, yoksulların tek tanrısı geçince işler hiç de daha iyi gitmedi. Roma’nın umursamaz sefahatından yoksullar öç almışlardı. Ancak yıllar geçtikçe derebey kılıçları ve dev kiliselerle Ortaçağ, yoksulların omuzlarına çöktü. Bugünün Roma’sı kapitalist merkezlerdir. Market raflarında bin çeşit kedi-köpek maması bulunabilir, ancak dünyanın varoşlarında her beş kişiden birisi açlık tehditi ile yaşıyor. Bu barbarlar Roma’yı fethedebilir mi? Tarihin gösterdiği gibi, her başarılı barbar akını sefahattan soysuzlaşan surların içinden kendine ittifak gücü bulmuştur. Dünyanın bugünkü barbarlarının henüz böyle elle tutulur ittifak güçleri yok. Ancak şu küreselleşme denen yeryüzünü üşüten rüzgar bazı sonuçlar yaratacağa benziyor. İlerlemenin en hızlı aktığı Roma surlarının içinde neler oluyor? İlerleme hangi sonuçları yaratmış, ne tür tepkiler biriktirm iştir ?
İlerlemeninTarihsel Sonuçları Neler Oldu?Bazı alt başlıklara geçmeden önce te
mel bir tesbit yapmaya çalışalım. Aydınlanmadın birkaç yüzyıllık gelişiminde, Ortaçağ’ın şato ve kiliselerinin ağırlığı altında ezilen insanlık, aklın gücü ile yeni bir döneme girdi. Bu dönemin paradok
sal sonucu, akıl ve tekniğin muazzam gücü karşısında “ insanın yitirilmesi” oldu. Akıl ve onun yarattığı teknik, insanın ruhunu aldı. Ancak burada “ insanın yitiril- mesi” nin ne anlama geldiği sorusu çıkagelir. İnsan ve onun ruhu soyut, değişmez bir değer değil, tam tersine tarihsel süreçlerde şekillenen bir moral yapıdır. Öyleyse “yitirilen insan” hangi insandır? İlerlemenin tarihsel sonuçlarına birkaç başlıkta değindikten sonra bu soruya bir cevap bulmaya çalışalım.
I . Bireyin Doğuşu“İnsanın Yitimi” mi?Batı to p lu m la rı y a ra ttık la r ı insan tip i
ile hesaplaşıyorlar. Hesaplaşma deyim i
olayın bugünkü seviyesine ço k fazla ge li
y o r, b iliyo ru m . Bu deyim i kullanm am ın
nedeni bu sürecin gelgeç b ir “ s ık ın tı” o l
m ayıp derin leşm e eğilim i taşım asından-
d ır. Bugün hesaplaşılan, daha ç o k I9 6 0 ’lı
y ılla rla b ir lik te kend in i iyice şek illend i
ren b ire y tip id ir .
“ Daha geniş toplumsal ve kozmik eylem ufkuyla birlikte bireyin önemli bir şeyleri kaybettiği kaygısı sürekli tekrarlanıyor. Bazıları bundan, yaşamdaki o kahramanlık boyutunun yitirilmesi biçiminde söz ediyor. İnsanların artık daha yüksek amaçlar uğrunda ölmeye değecek bir şeyleri yok... Bireyciliğin karanlık yanı benlik üzerinde odaklanmasıdır; bu da yaşamlarımızı tatsızlaştırır ve daraltır, anlamını azaltır, başkalarına ya da topluma karşı daha kayıtsız hale getirir.” (C. Taylor, a.y.)
Günümüz bireyinin yitirdiği, “yüksek amaçlar uğruna” davranmak -illa ölmek gerekmiyor- neden daha “ insani” bir özelliktir? Ya da gerçekten böyle midir?
İlkel komünal toplum döneminde “ birey” yoktu, komünün üyesi her koşulda komün için davranmaya koşulluydu. Yine insanlık tarihinde bir “ kahramanlık çağı” vardır. Dor barbarlarının baskınına uğrayan Atina kentlerinin, bu “ karanlık çağ”dan çıkışını temsil eder. Ortaçağ şövalyeleri bireysel hiçbir tasaları olmayan “ kahramanlardı” , bu tarihsel dönem geçince Cervantes’in ince üslubuyla alay ettiği Don Kişotlar’a dönüştüler. O günden beri zamansız uçkun çıkışlara “ Don Kişotluk” denildi. Bugünün Batı toplum- larında bu tarihsel geleneğin etkilerini aramak boşuna olur. Elbette tarih bilgisi olarak bilinir, ancak gelenek anlamında bir sosyal güç olmaktan çoktan çıkmışlardır. Ancak buna rağmen günümüz bireyciliği neden bu çok eski değerler açısından eleştirileblliyor? Bu değerin eski- memesinin baş nedeni herhalde insanın bir toplumsal varlık olmasından geliyor. Toplumsal yaşam biçimleri değişse de toplumsal yaşam ortadan kalkmayacağı İçin bu değer kendini her dönem kendine özgü biçimde ortaya koyacaktır. Elbette kahramanlıklar her gün olmaz. Daha çok sancılı geçiş günleri böyle değerleri canlandırır.
Ancak “ bir amaç uğruna” davranmak, “ sıradan günlerde de” mümkündür; elbette sıradanlığın üstüne çıkarak. Böyle davraruş, kişinin kendi bireysel tasalarından kopuşarak bir “ amaç” aracılığı ile aslında toplumla ilişki kurması ve onu değiştirme çabasıdır. Bugünün bireyi bir kalabalık içinde oturup da kimseyle konuşmayan ya da konuşsa da hep kendini anlatan, karşıdakini dinlemeyen birine benziyor. Böyle bir duruş insanın varoluş nedeni olan toplumsallığın aslında bir yönden reddidir. Aydınlanma’nın
____ günümüzün ideolojik tablosu___
73 —
__ yol— .------------------------------------yücelttiği birey bugün kendi varoluş ortamı olan toplumsallığın reddine kadar gelmiş midir?
ABD’de yapılan bir araştırmaya göre:
“ Gençlerin yaşama bakışında ana özelliğin kolaycı bir göreliliğin kabulü olduğu saptaması yapılıyor. Herkesin kendine ait ‘değerleri’ var ve bunlar tartışılamaz... Bu yalnızca epistemolojik bir tutum, aklın ortaya koyabileceklerinin sınırlarına ilişkin bir görüş değil; aynı zamanda ahlaki bir tutum: Hiç kimse bir başkasının değerlerini sorgulamamalıdır. Buna saygı duyulmalıdır. Görelilik, kısmen karşılıklı saygı ilkesine dayanır.” (C. Taylor, a.y.) Einstein’ın göreliliği uzayı kucaklamaya çalışırken, günümüz bireyinin göreliliği kendinden başka birini dünyasına kabul etmiyor. Bu göreli tutumla birey, toplum içinde kendi kozasını örüp onun içine çekilmektedir.
Herkesin kendine ait değerlerinin olması, kişisel dünyaların zenginliği açısından elbette ki sırf olumsuz bir duruş değildir. Olumsuz olan bu “ değerlerin” birbiri ile bütün ilişki yollarının kesilmesidir. O zaman “ bu bireycilik, benlik üzerinde odaklanmayla benlik-ötesi daha büyük meseleleri -dinsel, siyasal, tarihsel meseleleri- dışlamayı hatta bunlara kayıtsızlığı bir arada barındırıyor.” “ Öyle görünüyor ki, kendini gerçekleştirme kültürü çoğu insanın kendilerini aşan meseleleri unutmasına yol açtı.” ( Taylor a.g.y.) “ Kendini gerçekleştirme kültürü” neden bugünün insanını “ kendini aşan meseleler” den uzaklaştırdı? Bunları “ egoizm ya da ahlaki gevşeklik, bencillik olarak açıklamaya kalkarsak daha başlangıçta izini kaybetmiş oluruz... Çağımıza özgü” (a.g.y.) olan yanı nedir?
__ 74
Komün toplumu dağıldığından beri “ egoizm, ahlaki gevşeklik, bencillik” yaşanıyor. Bugün bunlara ilave olan nedir? Komün toplumu dağılmasına rağmen, onun bazı değerleri, ardından gelen top- lumlarda o dönemlere özgü deformas- yonlara uğrayarak, kendini yaşatmıştır. Derebeylik düzeninde köy toplulukları, kapitalizm koşullarında ulusçuluk, hepsinin üstünde dini kültür olarak yaşamış, “ egoizm, ahlaki gevşeklik, bencillik” bu geleneksel değerlerin sınırlamaları altında varolmuştur. Günümüzün özelliği; bütün bu sınırlamaların ya da değerlerin erimesidir. Bugün bireyi ve onun “ bencilliğini” sınırlayan hiçbir değer yoktur. “ Herkesin kendi değeri” nin olması, “ kendini gerçekleştirme kültürü” önceki dönemlerin bütün geleneksel kalıntılarını bir kenara süpürmüştür.
“ Kendini gerçekleştirme kültürü” nün yapısal bir duruma gelmesi için bazı gelişmelerin yaşanması gerekiyordu. En başta maddi bir alt yapı oluşmadan böyle bir gelişme mümkün değildi. Batı’da bu maddi alt yapı özellikle 50’li yıllar sonrası sürekli bir gelişim gösterdi. “ Refah toplumları” bugünkü bireyin şekillendiği ortamlar oldu. Böyle bir gelişim neden “ benlik-ötesi daha büyük meselelerin unutulmasına” yol açtı? Her moral değer bir maddi ortamın ürünüdür. Bu moral değerler en efsunlu, büyülü söylemlerine rağmen sonunda tarihsel yönelişlerin, hedeflerin düşüncede kendini ortaya koyuşudur. Din böyledir. Kapitalizmle ortaya çıkan siyaset sanatı ve onun söylemleri, “ özgürlük, eşitlik, kardeşlik” böyle değerlerdir. Bu “ benlik-ötesi” değerler üzerinden büyük kavgalarla bazı hedeflere varılacaktı. Batı top- lumlarında bu hedeflerde bir doygunluk
ortaya çıkınca, kişinin kendini gerçekleştirmesi için böyle “ büyük davalar için mücadele” etmesine gerek kalmadı. Daha doğrusu, uzun tarihsel süreçler boyunca kişinin üstünde duran değerlerle yürütülen mücadeleler bireyin kendini yaşatıp “gerçekleştirmesi” için ortamlar yarattıkça, bireyin böyle davalarla bağı kaçınılmaz olarak koptu. Kapitalizm, siyasi ve ahlaki değer olarak bireyi öne çıkarttı. Ancak bunun için eski düzene karşı savaşırken tek tek kişilerle değil, toplumsal bir hareket olarak bunu ger- çekleştirebilirdi. Bir kez bu değerler egemen hale gelince artık kendi kanallarında geliştiler ve mantık sonuçlarını yaratmaya başladılar. Bugün, Batı’da “ kendini yaşayan birey” böyle süreçlerin ürünüdür. Ve bir kez kendini yaşama ortamına erişince, büyük davalara ilgisi azaldı. A rtık din ona daha yüksek bir amaç sağlamaz, hatta eski günlerin ateşli politik davranışlarına bile gerek yoktur. Kendini gerçekleştirmek için artık böyle sosyal değerler yaşamsal önemini yitirmiştir. Belli bir seviyeyi yakalamış maddi yaşam ve toplumla ilişkisini sağlayacak bilgi ve kültür, kendini gerçekleştirmek için yeterlidir. “ Büyük davalar” böyle bir maddi ortamda buharlaşmaktan kurtulamıyorlar.
Bireyin gelişmesi ve kendini gerçekleştirmesi bugünün Batı toplumlarının geldiği bir aşamadır. Bu aşamayı dünün değerleri açısından elbette değerlendirebilir ve eleştirebiliriz. Ancak daha anlamlısı bugünün bireyini kendini geleceğe taşıma yeteneği ve gücü yönünden eleştirmektir. Büyük davalardan köpük “ kendini gerçekleştirme kültürü” , kendi değerleri içine kapanan ve yalnızlaşan bir bireye dönüşmek zorunda mıydı?
“ Herkesin kendi değeri” nin olması ve “ kendini gerçekleştirmesi” aslında bir yanı ile yanılsamadır. Bu ancak "büyük biraderin” göz kamaştırıcı bir şekilde yaydığı ışığın bireysel prizmalarda kırılıp yansıması ölçüsünde gerçektir. Herkes kendi prizmasına tutkun olabilir, ancak ışık kaynağının aynı olduğunu unutmamak kaydı ile. Yoksa “ derya içinde yüzüp deryayı bilmeyen balıklara” döneriz. Ve bugünün postmodern Batı insanı tam da böyledir.
Kendini gerçekleştirme neden yalnız dünyaların ortaya çıkmasına neden oldu? Bu, kendini gerçekleştirmenin yolları tarafından belirleniyor. Üretim alanında bireyin kendini gerçekleştirmesi, çok sınırlı imtiyazlı bir azınlık hariç, mümkün değildir. Büyük çoğunluk saniyelerin egemenliğinde benzer şeyleri tekrarlar durur. Bu konuda kapitalist merkezlerde yeni üretim biçimleri deneniyor, ancak bunlar henüz belirgin sosyal etkiler yaratmamıştır. Öte yandan, Aydınlan- ma’nın aklı ve maddi dünyası bireyin bütün moral dünyasını işgal etmiştir. Geriye kendini gerçekleştirmek için tüketim alanı kalıyor. Burada herkes kendi değerine sahip olabilir. Maddi gücü varsa oburca tüketebilir. Ancak bütün bu eylemler birey tarafından yaşama yapılan bir müdahale katkı anlamına gelmediği için bu tarz “ kendini gerçekleştirme” , sonunda insanın kendini tüketen sonuçlar doğurur. Batı’da bireyin kendini gerçekleştirmesi denen şey esasında ağırlıklı olarak tüketimle kendini tüketmesidir.
Tarih içinde kabilesi, aşireti, kralı, ulusu için ve hepsinin üstünde dinle cennete çağrılı olarak yaşayan insan, artık sırf kendisi için yaşamaktadır. Tarih içinde elde edilmiş, kuşaktan kuşağa taşın-
____ günümüzün ideolojik tablosu___
75 —
— yol
mış toplumsal değerlerin “ koruyucu” kozası içinde yaşayan insan, böyle hiçbir koruyucu kozaya gerek duymadan kendi kozası içinde yaşamaktadır.
Bugünün tek sınırı, birey atom cularından oluşan toplumun kendi varoluşudur. A ncak birey atomlarının birbirine dokunmayan göreli varoluşlariTtoplum- sallık sorununa da yeni bir çehre kazandırmıştır.
2. Demokrasinin Çözülüşü,“Özgürlüğün Yitirilmesi”Aydınlanma bireyi yüceltirken siyasal
olarak da demokrasiyi geliştirdi. Belli bir tarihsel sürecin yaşanması sonucu Batı merkezlerinde siyasal demokrasi eski çekiciliğini yitirmiştir. “ Modernlik tarihi, birey, toplum ve doğa arasındaki yavaş ama kaçınılmaz kopmanın tarihidir.” (A. Touraine, a.y.) Bugün bu kopma yeni tarihsel sonuçlar yaratmanın eşiğine dayanmıştır.
Siyasal demokrasi Aydınlanma’nın yarattığı söylemlerini tüketmiştir. “ Eşitlik, özgürlük” parolalarının, bugün, maddi çıkarların üzerindeki örtüler olduğu her sosyal krizde daha açık ortaya çıkmış; göz kamaştırıcı çekiciliğin yerini çıkarların gri ve donuk renkleri almıştır. Sınıflarla birlikte insanlık çıkarlar savaşının içine girmiştir. Ancak bu savaş bugünlere dek hep dinsel ya da siyasal ö rtüleri ile vardı. İnsanlık ilk kez bu kadar çıplak bir şekilde siyasetin çekirdeğindeki çıkar gerçekliğini görüyor. Sadece görmüyor, en “ meşru” şekilde bunu yaşıyor. Bu artık ne günah ne utanç verici bir şey değil, “ normal” yaşamdır.
Öte yandan, bu siyasal demokrasinin “ temel parçacığı” birey, tarihinde ilk kez
__ 76 __________________________
bu kadar çevresinde -ülkesinde ve dünyada- olan bitenden haberdardır; ancak bu ölçüde de gelişmelere kayıtsızdır. “ Kendini gerçekleştirdiği” ölçüde “ toplumsal olana” uzaktır.
Siyasal demokrasi zirvede devleşen bir avuç zümrenin oyununa dönüşürken, aşağıda “ kendini gerçekleştiren birey” siyasal olmayan yeni yaşam biçimi arayışları ile paralize olmakta, istikrarsız gelgeç topluluklar oluşturmakta, bunları sık sık dağıtıp yeniden örgütleyerek siyasal demokrasinin klasik geleneğinin dışına çıkmaktadır.
Toplumsal parçalanma İle “ bir yere ait olma” sosyal yanını yitiren postmodern birey, siyasal demokrasiyi yukarıdaki “ elite” bırakarak kendisi hayali çevreler yaratmakta, modern tarikatlarda “ kaybettiğini” aramakta, hiçbir gelecek ufkuna sahip olmadığı için kararsız madde parçacıkları gibi “ büyük biraderin” siklotronunda savrulup durmakta, çok kısa ömürlü var ve yok oluşlar yaşamaktadır. .
A rtık toplumsallığın moral dokusu parçalanmıştır. Toplumsallığın yeşil canlılığı uçmuş, geriye sarı, cansız “ hukuk kuralları” kalmıştır. Batı bireyi siyasal özgürlüklerini değil, ama özgürlük düşüncesini -düşünü- yitirmiştir. Özgürlüğü kendi kozasının sınırları içinde algılamaktadır. Siyasal özgürlükleri oldukça gelişirken bu özgürlük alanının çevresine, ince parıltılı örümcek ağlan gibi “ a- raççıl akıl” la yeni çitler çekilmiştir. Bunu üstelik kendinin olduğunu düşündüğü “ kendi aklı” ile yapmıştır. Ortada özgürlükleri gasp eden zorbalar yoktur. “ Kendini gerçekleştirme kültürü” nün “ akılcı” sınırları vardır.
Batı’nın sosyologları şöyle sesleniyor: “ Toplumsal olan’ın çözülmesinde, yalnızca tehlikeli sonuçları olan bir bunalımı görmemek gerekir. Toplum fikrinin tükenişi, herşeyden önce modernliğin ve dünyevileşmenin yeni bir evresine işaret eder.” (Touraine.a.g.y.) Bu tespitten sonra yazar yeni özne arayışına çıkar. Çünkü toplumsal olanın çözülmesi ile özne de yitirilmiştir. Kendi kozası içindeki birey böyle bir “ kahramanlığa” (onlar bunu aptallık olarak okuyorlar) soyunmaya hiç niyetli değildir. Aydınlanma ve dolayısıyla ilerleme yaşadığı üç- yüz yıldan sonra yeni bir aşamanın eşiğindedir. İlerleme kendi kazanımlarını önemli ölçüde yaşamış, tüketme sürecine girmiştir.
3. Bilimsel TeknikGelişim ve İnsanTekniğin insanı etkileyip şekillendir
mesinde son yirmi yıldır yeni bir aşamaya girildi. Bu aşamanın çıkarabildiğimiz özelliklerini sıralayalım.
Değişimin tempo aralığı hızlandı; kalıcılığın zaman sınırları çok daraldı. Her- şey çok daha çabuk buharlaşıyor.
Bilgi adeta maddileşti, "yeni sanayi” haline geldi. Her zaman olduğu gibi yeni bilgiler elde etmenin bugünkü maliyeti o kadar yüksektir ki bunu ancak kapitalist merkezler yapabiliyor. Bu durum dünyadaki uçurumu çok daha fazla derinleştirmektedir.
Bilimsel gelişmeler insan yaratıcılığının gelişmesi yolunda yeni bir çığır açıyor. Bilginin yaygınlaşması “ kendini yaşayan” insanın kozasını eninde sonunda delecek gelişmeleri biriktirmektedir.
Doğanın ve insanın sırları çözüldükçe ortaya öylesine büyük bir güç çıkıyor ki bu gücün hangi değer ölçüleri ile uygulanacağı günümüzün en kritik tartışma konusudur. Özel mülkiyet ve kar güdüsü zemininde, yani Aydınlanma ya da ilerlemenin en tartışılmaz değerleri çerçevesinde bu gücün kullanımı dehşetli fanta- ziler üretilmesine yol açıyor. Doğanın ve insanın yapısına müdahale imkanlarının belirmesi, gelmiş geçmiş tüm ahlaki ve moral değerleri kökten sarsacak bir gelişmedir. Bu çalkantılı okyanusta insanlık eski “ kaptanlarına” ne ölçüde güvenebilecektir? Daha önceleri çok gemi batırdıkları için, böyle bir güven yoktur. Ama olsun, onların böyle bir güvene ihtiyaçları yoktur. Çünkü büyük güçleri var. Ancak bilimsel gelişmeler öyle noktalara tırmanıyor ki sadece güç politikaları ile çözüm arandığında büyük güç sahiplerini de süpürecek başka güçler fışkırabilir.
Yakın geleceğin en keskin açmazı bilimsel ve teknik gelişmelerin mevcut üretim ilişkilerinin kabuğuna sığmaması temelinde kopacağa benziyor. Kapitalizm bugüne kadarki mantığı ile yeni bilgi gücünü elinde tutmaya devam ederse, insanın gerçek anlamda yitirilmesi riski oldukça ciddi noktalara tırmanabilecek- tir. “ Herkesin kendine göre değeri” olan bir dünyada bu muazzam gücün kullanımı, insanı yitirmeden nasıl mümkün olabilir? Bir yanda kendi kozasında “ büyük davalara” kayıtsız birey, öte yanda muazzam güçleri elinde tutan dünya egemenleri ve müthiş bir hızla yaşanan değişim, ilerlemeyi mayın tarlasında bir yürüyüşe çeviriyor.
____ günümüzün ideolojik tablosu___
77 —
— yol
4. Rasyonalizmin(Araçsal Aklın) SınırlarıBilimsel düşünce ve “akılcılık” farklı
şeylerdir. Ortaçağ’ın tanrılar dünyasından Aydınlanma’nın “ akılcı” çağına geçişten sonra bilimsel düşünce doğmuş ve bugünkü sınırlarına gelmiştir. Elbetteki bugünkü bilimsel buluşların bazıları insanlığın çok eski dönemlerine, antik medeniyetler dönemine kadar gider. Ancak modern bilim ve onun düşünce tarzı Ay- dınlanma’nın içinde doğup serpilmiştir. Oysa insanlığın her döneminin kendine özgü aklı ve ruhu vardır. İnsanın düşünce tarzı ve yöntemleri onbinlerce yıl süren varoluş mücadelesi ile gelişmiştir. Ve insan düşüncesi baskı karşısında solmuş gerilemiş, özgür günlerde serpilmiş gelişmiştir. A kıl, üretim ve varoluş kavgasında rolünü oynarken, ruh, toplumsal yapının bağlayıcı dokusu olmuştur. Komün yaşamının bir aşamasından (cinsel yasakların başlamasından) sonra akıl ve ruh bitmeyen amansız bir savaşa tutuştular. Ve bu savaş günümüzde de devam etmektedir.
İnsanın toplum halinde varoluş mücadelesi -üretim ve kendini üretim- aklı geliştiren itici güçtür. Ancak insan düşüncesi hem doğayı hem kendini çözümleyemediği ölçüde, bilinmez ve karşı konulmaz güçleri zamanla gelenekleştirmiş, kutsallaştırmıştı. Aklın bu kendi yaratımı olan kutsallık daha sonra aklı tümüyle kuşatmıştır. Bu kuşatmanın onbinlerce yıl sürmesi ruhun kesin egemenliğini yaratmıştır. Bu egemenlik insanlık tarihinde ilk kez Aydınlanma ile en önemli darbeyi yemiş, kuşatmayı yaran akıl doludizgin gelişimine başlamıştır. Şimdilerde, “Aklın, ruhu yok etti
__ 78
ğinden” söz ediliyor.
“Akıl ve Akılcılık topu topu iki sözcük, peki, nasıl oldu da bu iki sözcük böyle inanılmaz bir kutsayıcı güç elde ettiler?” (Feyerabend, a.g.y.) Aklın, ruhu alt etmesine gelmeden, ruhun aklı nasıl onbinlerce yıl amansız bir kuşatma altında tuttuğuna değinmeliyiz. İlkel komün yıllarında insanın üretim savaşı tü müyle doğal koşullarda akıp gidiyordu. Komün kolektif gücü ile doğadan kazandığı her mevzi, insana, aynı zamanda sezgi biçiminde doğanın güçlerini tanıttı. Tanıyıp çözümleyebildiği güçleri alete dönüştürdü, kendi gücüne kattı; çözümleyemediklerini, daha doğrusu karşı koyamadığı, uymak zorunda olduğunu sezdiği güçleri kutsallaştırdı. Bunlar komünü koruyan kurallara dönüştü. Komün kolektivitesi, kuralları her komün üyesine yansıtan güçlü bir aynaydı. Her kural bu aynadan yansıyıp komün üyesini çevreliyordu. İnsanlığın çok uzun bir sürecinde aslında akıl ve ruh aynı noktada temsil edilmişlerdir. Komün bilgeleri, tapınakların rahipleri aklı ve ruhu aynı anda temsil ediyorlardı. Gökyüzü tapınaklardan incelenmiş, ilk hesaplar tapınaklarda yapılmış, üretim ve stoklar tapınaklarda planlanmış, hatta üretim ve ayin birbirinden kopuk değil, tam tersine birbirinin tamamlayıcısı olmuştur. Mu- hammed’in dahiyane bir sezgi ile kendini son peygamber ilan etmesi, aslında aklın ve ruhun kopuşmasının da ilanı oluyordu. Sanki bu noktadan sonra ruh değişmezlik katına yükselmiş, akıl ise bu kuşatmanın sınırlarında bazen sinmiş, bazen başkaldırmayı denemiş, ancak Kutsal Ruh’a hiçbir zaman tümüyle teslim olmamıştır. Ruh, onbinlerce yılın katılaşmış öly aklını temsil ederken, a-
kıl, bu durgun ağırlığın altında ezilip gitmekten kendini kurtarmak için yine hep onun giysileri ile ortada dolaşmış, ancak bu giysilerin altında hep yeni bir filiz barındırmıştır. Aklın, ruhun giysilerini kaldırıp attığı dönem Aydınlanma yıllarıdır. Devran değişmiş, onbinlece yılki tu tsaklığından bilim kılıcını çekip kurtulan akıl, ruhu köşe bucak kovalamaya başlamıştır.
Şimdi “ ruhumuzu yitirdik” çığlıkları atılıyor; iyi de ruh da aklımızı yitirmemiz için bize binlerce yıl az mı işkence yaptı? Ancak bu çığlıklar çok da haksız değildir. Buradan Aydınlanma’nın aklına gelelim. Çünkü ruhumuzu herhangi bir akıl değil, Aydınlanma’nın aklı alıp götürmüştür. Kolay mı, sanki onbinlerce yılın intikamı alınıyor.
“ Bu değişim bir açıdan özgürleştirici olmuştur. Ama öte yandan araçsal aklın yalnızca alanını genişletmekle kalmayıp, aynı zamanda yaşamımızı ele geçirme tehlikesi gösterdiğine ilişkin yaygın bir rahatsızlık vardır... Hedeflerimizin neler olması gerektiği ve araçsal aklın yaşamımızdaki rolünün daha az olmasının gerekip gerekmediği üzerinde durmaya değer bir noktadır.” (Taylor, a.g.y.) Aydınlanma aklının doğup geliştiği ülkelerde bu sorular soruluyor.
Aydınlanma’nın araçsal aklı kapitalist üretimin aklıdır. Bu akıl birkaç temel ayağa dayanır. Üretimde verimlilik, işletmede en yüksek kar güdüsü ve bireysel çıkarların herşeyin üstünde tutulması ayaklarına dayanır. Kapitalizm kendisi bunu daha şık bir şekilde şöyle tanımlıyor: “ Cemaatten topluma, üremeden üretime, statüden sözleşmeye, gruptan bireye, heyecandan hesapçılığa”
(Touraine, a.g.y.) geçiş araçsal aklı yaratmış, o da bu zeminde kendi hükmünü kurmuştur.
“ Her yerde mevcut olan bu Akılcı- I aş m aya ve bilimle tekniğin harekete geçirici rolüne çağrı, Doğu’da da Batı’da da güçlü bir cazibe merkezi oluşturmuştur. Pekiyi, bugün, heyecandan çok korku uyandırmasının nedeni nedir?” “ Öncelikle aklın bu evrenselliğinin... bireysel yaşamları yok etmeye yönelik harika bir makine olmasıdır.” (a.g.y.) Aydın- lanma’nm araçsal aklı “ bireye özgürlük” çağrısı ile yola çıkmıştı; üçyüz yıl sonra aynı akıl “ bireysel yaşamları yok etmeye yönelik harika bir makineye" dönüşmüştür.
____günümüzün ideolojik tablosu___
NASIL BİR DÖNEMDEN GEÇİYORUZ ?YA DA GÜNÜMÜZÜN İDEOLOJİK TABLOSU
İnsanlık büyük bir tarihsel kopuşma dönemine girmiştir. Aydınlanma’nın ve pratikte aydınlanmanın ufkunu aşamamış olan sosyalizmin değerlerinden kopuşu- yor. Postmodernizm, bu kopuşma anaforunda su yüzünde oluşan köpüklenmedin Bu kopuşmayı karakterize eden sadece sosyalizmin yıkılması ile ortaya çıkan çöküntü ve kapitalizmde oluşan yaşanmışlığın “ doğal yıpranması” değil, kapitalist merkezlerde belirginleşen teknik, ekonomik ve sosyal değişimlerdir. Bilgi müthiş bir güç haline gelmiş, "yeni ekonomi” doğup hızla büyümüş, eski siyaset kanalları çekiciliğini yitirmiş, “ stre- si” ne, şimdilik pesimist duruşuna rağmen bireyselleşme “yeni ekonomi” ile yavaşlamak şöyle dursun yeni bir ivme
— 79 —
kazanmıştır. Dünya ile sanal ilişkisi gittikçe artan bireyin, somut ilişkisi ise gittikçe daralmaktadır. Chat kanallarında yapılan delice tartışmalar, yüzyüze yapılamayanın sanal kanallarda bir patlayışa dönüşmesidir. İnsanlar arası ilişki yavaş yavaş yeni bir özellik kazanıyor. Somut canlı ilişkilerde daralma, buna karşılık sanal dünyada sonsuz bir yaygınlık; klasik kapitalizm insanı saniyeler arasına sıkıştırmıştı, “yeni ekonomi” ekranlar karşısında “yeniden yaratmaya” soyunmuş görünüyor.
Bu tarihsel kopuşta ideoloji ya da düşünce planında üç özellik öne çıkıyor.
Birincisi, ufuk kopması ya da postmodern deyimle “ büyük anlatılardan” koDuşmadır. A rtık “ büyük anlatılar” bitti mi? İnsanlık “ büyük anlatıların” yaratılış, dağılış ve yeniden yaratılışı ile yasaya geldi. Komün totemi, insanlığın ilk “ büyük anlatı” sıydı; buradan kent tanrılarına geçildi. Her kentin kendi tanrısı, dolayısıyla kendi dünyası vardı. Herodot, “Ta- rihi” nde, Homeros ve Hesiodos’un tanrıları düzenlediğini ne güzel anlatır:
“ Homeros ve Hesiodos,... Yunanlılar için tanrıların soy zincirini tertipleyen, tanrıların sıfatlarını, görevlerini, kendilerine özgü niteliklerini belirten, görünüşlerini anlatanlar onlardır.” 51 Barbarlar, kentleri işgal ettikçe, kentler kendi kolonilerini yarattıkça bu “ büyük anlatılar” da oradan oraya taşındılar. A tina Kent Medeniyeti’nin artık inişe geçtiği, o güne kadar kent medeniyeti içindeki değerlerin yaratıldığı “ Klasik Altın Çağ” ın son sürecinde, bugünün postmo- dernistlerini andıran Sofistler ortaya çıktı. Geleneksel ideal, moral ve politik değerlere saldırıya geçtiler. Bunlar olay
— yol----------------------------------------ları “ dış görünüşüne dayanarak” açıklıyor; bir “ prensibe” gerek duymuyorlardı. Ancak Sofistier’in bu saldırıları bütünüyle yersiz değildi. O günün Atina’sında büyük etki yaratan “Erdemin öğretilebileceği” görüşünü savundular ve böyle davrandılar. Bu, “ doğuştan imtiyazlara” karşı bir başkaldırı idi. O günün en önemli, ancak yıpranmaya yüz tu tmuş değeri, yani “ büyük anlatısı” ateş altına alınmış oluyordu. Ancak Sofistler kendileri yeni bir değer üretmeye soyunmadılar. Eğer olayı Sofistler’in öznel niyetlerinden öteye yorumlarsak, artık kent medeniyetleri yeni tarihsel bir geçişin eşiğinde bulunuyor; eski “ büyük anlatılar” “ meşrulaştırıcı gücünü” y itirmeye başlıyordu.
Uzun sancılı süreçler sonucu kent kedeniyetlerinden imparatorluklara geçilince artık her kentin kendine ait tanrıları kılığındaki “ büyük anlatılar” tek tanrılığın anlatımı oldu. Kent medeniyetlerinin ömrü kadar uzun olmayan imparatorluklar dönemi de kapitalizm kurdu tarafından kemirilmeye başlayınca dağılışa geçti. Bu dönemin en “ büyük anlatısı” tek tanrılı din, mezheplere, tarikatlara bölündü. İmparatorlukların içinde pek çok “ Fetret Devri” yaşandı. Bu karmaşadan kapitalizmi yaratacak olan Aydınlanma büyük anlatısı doğdu.
Tarihte her büyük anlatı öznesi, yani taşıyıcısı iradesi ile vardır. Yoksa büyük idealler sadece güzel söylenmiş sözler değildirler. Totemlerin öznesi komündü. Kent tanrılarının öznesi kentlerin “ özgür vatandaşları” idiler. Tek tanrılı dinlerin ilki kabile sınırlarını aşmadığı için yeterince “ büyük anlatı” olamadı. Roma İmparatorluğu’nun geniş kölelerinin sessiz dili Hristiyanlık ise kendi öz
__ 80
nesini her tarihsel dönemde değiştirerek ve kendisi de değişerek Fransız Devrimi’ne kadar “ büyük anlatı” olarak geldi. İslamiyet ilk ülkücü günlerinden sonra tüm kabilelerin üstünde durmak, kabile yaşamından medeniyete geçmek isteyen Arap Yarımadası’nın bezirgan sınıfının bayrağı oldu. Aydınlanma’nın öznesi burjuvazi, yayıldığı her alana araç- sal aklı taşımayı da ihmal etmedi. Sosyalizm, Avrupa Kıtası’nı baştan aşağıya saran işçi eylemleri içinden doğdu ve kendisi tüm dünyaya bu “ büyük anlatıyı” yaydı.
Günümüzde gerçekten “ büyük anlatılar” ömrünü doldurmuş mudur? İnsanlık toplum olarak yaşamaya devam ettiği sürece bu olanaksızdır. Ancak bugün sosyalizm deneyinin sonuçlarından dolayı bu ufuk insanlığın önünden tümüyle silinmese de çok önemli bir darbe almıştır. Kapitalizm ise kendini en yaygın biçimde yaşatırken artık bir “ büyük anlatı” değil, sanki başka anternatifi olmayan bir “ kader” olarak algılanıyor. İnsanlık “ kapitalizmden sosyalizme geçiş çağını” yitirince, çekim etkisinden kopmuş demir tozu tanecikleri gibi dağılışa uğradı. Kapitalizm ise bireyi en yüksek hatta artık oldukça soysuz zirvelere çıkardıkça, ideal tanımayan insanlar yarattıkça “ büyük anlatılar” ömrünü doldurmuş görünüyor. Evet, Aydınlanma’nın mantık sonuçlarında ilerleyen kapitalizm ve yine Ay- dınlanma’nın sınırlarını pratik deneyinde aşamayan sosyalizmin büyük anlatılarından günümüz insanı kopuyor. Eski tü rkülerin söylenmesi artık “ o güzel günlerdeki” coşkuyu yaratmıyor. Günümüzün en temel özelliği budur. Kimse bu gerçeği dikkate almadan ne ideolojik duruş yaratabilir ne de politika yapabilir.
Günümüzün tek ve en büyük anlatısı, insanlar itiraf etmekte biraz zorlansalar da, paradır. Hızla büyüyen dev borsa tapınaklarında milyonlarca insan her gün, her saniye -günde sadece “ beş vakit” değil- ayin yapıyor. Ancak bir büyük anlatının bu ölçüde “ basitleşmesi” , bütün moral büyüsünü yitirmesi, aynı zamanda onun ölüm çanlarının da çalınmaya başlanması anlamına geliyor. Bunun için kapitalizm bu çıplaklığı “ insan haklan” pembe tülü ile örtmeye çalışıyor. “ Minareyi çalan kılıfını hazırlar” demişler; ancak bu kadar sivri uçlu mızrak da artık böyle bir pembe örtünün altına sığmıyor.
Evet, günümüzün en temel özelliği insanların soyut ideallerin peşinden koşmayı bırakmasıdır. Bu kapitalist merkezler için kesinlikle doğrudur. Üçüncü Dünya insanı ise bu dalganın kesin etkisi altına girmiş, ancak hala “ eski” değerlerini terkedememiştir. Bu süreç bir derinliğe kadar yaşanacak. Bir anafor ve çözülme döneminden geçiliyor. Toplumun, bireyi yuttuğu süreçlerden bugüne gelindi. Komünle başlayan, çeşitli biçimlerden geçerek kapitalist ulusçuluğa ve kaba sosyalist kolektife kadar gelen süreç kapandı. Bireyin isyanı ve zafer bayrağını dalgalandırması ile yeni bir döneme girildi. Bugüne kadar hep bir ideal ve bir başkası için yaşayan birey, "artık kimse için yaşamayacağım, sadece kendim için yaşayacağım” çığlığını yükseltti. A rtık “ herkesin kendi değerleri” var; dünyayı, toplumu tanımak ve hatta geleceği öngörmek için özel bir “ ideolojik aracıya” ihtiyacı yok. Günümüzün parolası budur.
İkincisi, moral değerlerde erime ve yeni arayışlardır. Ruhunu kaybetmekle yüzyüze gelen insan bunun arayışına gir-
____ günümüzün ideolojik tablosu___
81
— yolmiştir. “ İşte bu anlamda yapılacak devrim manevi bir devrimdir. Geleceğin tartışmaları, insanın dünya ile olan ilişkisi konusunda yapılacaktır. Bunlar etik tartışmalar olacaktır ve bu sayede bir gün belki de siyaset yeniden doğacaktır; alttan gelen, yerel demokrasiden, bir topluluğun kendini tanımlayışından gelip yukarı doğru yükselen bir süreçten doğacaktır... aklın bağımsızlığını sadece diktatörlerin polisinden değil, bilinçlerin yoksullaşmasından korumak gerekiyor.” (J-M.Guehenno, a.g.y.) Batı’da buna benzer değerlendirmeler çok sık yapılıyor. Bazılarında; “ Maddi olarak çok güçlü, ama manevi olarak çok yoksul olan toplumlumuzun gereksinim duyduğu söylenen ‘biraz daha ruha ısrarcı davet” çağrıları bile yapılıyor. (A.Touraine, a.g.y.) Ancak çağrı yapılan ruh yeterince açık değildir. Yeniden tanrılara mı geri dönülecektir; “ eski güzel gelenekler” mi canlandırılacaktır? İnsan tarihsel gelişiminde böyle davranmamış, tam tersine yeni bir ruha doğru yükselirken eskisini çoğu zaman lanetlemiş, “ putları” kırmış; tek tanrıcılığın uzun yıllarından sonra akıl tanrıya baş kaldırmış, sonra onunla uzlaşma yolları arasa da bu uzlaşmalar hep tanrının yitirilmesi yönünde gelişmiştir, bu anlamda I9.yüzyılın sonlarında Ni- etzsche’nin attığı çığlık boşuna değildir. Bu günün o günlerden en önemli farkı bugüne kadar gelen ruh yitirilirken o rtaya yenisinin çıkmamasıdır. Modern tarikatlar tam bir hastalık yuvası, gelecekle ilgili en küçük bir umut taşımayan yoz safahat çevreleridir. Oysa insanlık tarihinde doğan her yeni ruh, aynı zamanda onu belli ölçülerde geleceğe taşımıştır. Yani ruhun basbayağı pratik geleceğe çağrı yanı olmuştur. Bugün ruha çağ
rılar var, ancak ruh ortada yok.
Önce kaybedilen ruha bakalım. Mezarı başında ağıt yakmaya değen neler var? Konumuz özellikle kapitalist anayurtlar olduğu için önce oradan başlayalım. Buralarda hemen hemen erimeyen moral değer yoktur. Din neredeyse “yardım kurumlarına” dönüşmüştür; ahlaki değerler daha çok din içinden çıkıp geldiği için onlar da hızla değişmekte, ancak hep gelip odaklaştıkları nokta “ bireyin kendini gerçekleştirmesi” dir. Kültür, günün temposuna ayak uydurmaktan başka yol bulamadığı için, madde çekirdeğinde yüksek hızlarda bir görünüp bir kaybolan parçacıklar gibidir. Üçüncü Dünya’da da aslında durum fazlaca farklı değildir. Oralarda gelenekler ve din hala etkili olsa da hepsi maddi dünyanın temposuna kendilerini uydurmaktan kaçınamıyorlar. İslam, kolektif sermaye biriktirme aracına dönüştü; ahlak, eski gelenekle yeni arasında inanılmaz eklektik bozulma ve yozlaşmalara uğruyor; kültür, küreselleşmenin güçlü rüzgarı karşısında bütün otantik yanını yitiriyor. Sosyalizmin değerleri ise artık moda olduğu gibi “ ütopya “ olarak anılıyor.
Neden maddi zenginlik arttıkça ruh yoksullaşıyor? Bu soru Batı için geçerli- dir. Üçüncü Dünya için ise başka bir soru gerekir; maddi yoksulluk neden ruhu kirletip çürütüyor? Tuhaf bir denklem: ruh, madde ile de maddesiz de yapamıyor! Ruh bir yerlerden gelip, “ vakit dolduğunda” bir yerlere gitmediğine, onu insanlığın kendisi yarattığına göre neden kendi yarattığına bir türlü egemen olamıyor? Ruhun insanlık tarihindeki doğuş ve gelişimine bakınca şu temel bağlantı görülebilir. Maddi yaşamın gerçekleştirilmesi sürecinde ilkel komünal top-
__ 82
lumun kolektif yaşamından doğan ve kolektif eylemi güden ruh, ne kadar görünmez ve elle tutulmaz olsa da sonunda toplumları elle tutulur yersel hedeflere yönlendiren ortak davranış kurallarıydı. Ne kadar göksel olsa da ruh, top- lumların maddi sorunlarının hep içinde oldu ve onları yönlendirdi. Protestanlığın “Alman tipi kapitalizmin” gelişmesinde tartışılmaz belirleyiciliği vardır. Üretimi, çalışmayı, disiplini, ancak çalışmakla tanrının katına varılacağını öğütleyen Protestanlık, iş disiplininin oluşmasında tarihin ruhu olmuştur. İslam’ın doğduğu ve ilk yaygınlaştığı topraklarda ise neden kapitalizmin bir türlü genlikli gelişemediğinin sırrı da İslam’ın ruhunda yatar. Bezirgan kervanları İslam’a ruhunu vermiş, İslam da onu dünyaya yaymaya soyunmuştur. Üretimle arası hiç iyi olmayan İslam, kapitalizm çağında da bu ruhunu uzun süre korumuştur. Sonuç olarak, komünün kolektif davranışı içinde gelişip adeta cisimleşen ruh, kendisi yeniden maddi dünyaya dönerek onun tıkanış noktalarında kolektif insan davranışının çimentosu olmuş, insanlığı örtülü biçimlerde de olsa, basbayağı maddi hedeflere taşımıştır.
Batı’da ruh, insanlığı oldukça yüksek seviyeli maddi bir ortama taşıyınca, aynı zamanda kendi varoluş koşulunu da daraltmış oluyordu. A rtık insanlığı maddi zenginliğe taşıyan yüksek teknikli üretimdir. Bunun ise ruhu yoktur. Ruh en görünmez yüksekliklere çıktığında bile, insanlığın maddi yöneliş ye isteklerinin elde edilmesinde elle tutulamayan güdü- cü gücü oluyordu. Ancak Batı insanı artık belli bir maddi seviyeyi yakaladığı için, böyle aracılara gerek duymuyor. Ba- t ı ’nın ruhtan kopuşu adeta ruhun do
ğal ölümü gibidir. Fakat Üçüncü Dünya’- da tablo tamamen başkadır. O dünyanın ruhu, insanlarını bir türlü maddi hedeflere vardıramamıştır. Vardıramadıkça, değerini yitirmiş, bu değer yitimini ise iyice katılaşarak korumaya çalışmış, sosyal yaşamı sarmalayan ölü bir kabuğa dönüşmüştür. Bu kabuk kırılmadığı için en büyük hayasızlıklar hep “ kitabına uydurulmuş” , böylece ruh da insan da çürümüştür. İçi çürüyen, daha çok kabuğu kalan Üçüncü Dünya’daki ruh henüz öl- memişse de kendisini de insanını da felçli yatalak hale getirmiştir. Teknik ve sermayenin her saldırısında bu ölü kabuk çatlar, ancak çok geçmeden onu da kendine benzeterek yeniden kendi üstüne kapanır. Batı ruhunu kaybettiği için ruh çağırıyor; Doğu bir türlü kurtulamadığı ruhla artık iyice kirlenen boğuşmasına devam^diyor. Batı’da maddi çıkarlar artık örtüsüzdür, insanlık belli ölçülerde bu çıplaklığın tedirginliğini yaşıyor; Doğu’da hala en sefil çıkarlar bile ruhun alacalı göz boyayıcı şalları ile ör- tüldüğü için herşey birbirine karışıyor. Ruh eskiden hiç değilse en genel sosyal çıkarların görünmez eli, güdücüsüydü. Bugün özellikle Doğu’da artık bireylerin, çıkar gruplarının oyuncağı oluyor.
Batı ruh çağırıyor. Ancak biraz dikkatli bakınca eski ruhların çağırılmadığı görülebilir. Fakat biraz daha dikkatli bakılınca henüz hangi ruhun çağırıldığı da belli değildir. Dolayısıyla bu ayinde istenmeyen bir ruh da çıkıp gelebilir. Bireyselliğin geldiği insan ilişkilerini koparan boyut; bilimsel teknik gelişimin ortaya çıkardığı muazzam gücün denetimi sorunu; “araçsal aklın yaşamlarımızı ele geçirmesi” , özel dünyalardan ruhu kovması ve hepsinden önemlisi değişi
--------------------------------------------- 83 —
____ günümüzün ideolojik tablosu___
min hızı hiçbir ruha tutunma zemini bırakmıyor. Herşey daha ortaya çıkarken yaşlanıyor ve kayboluyor.
Batı’nın ruh çağırma ayininde aslında istenmeyen bir ruh çoktan çıkagelmiş- tir. Postmodernizmin ruhu, eskinin ruhlarından bir eklektik yamalı bohça öneriyor. Her türlü ruha “ özgürlük” istiyor. Ancak insanlık kadar eski, fakat bir o kadar da değerli olan bir moral değere, “ bir dava uğruna davranma” yücelişine kapılarını kapıyor. Onlara göre insanlığın başına ne geldi ise bundan gelmiştir. Ancak insanlığın başına uzun tarihsel yaşamında sadece “ kötü şeyler” gelmemiştir. İnsanın, komün kültüründe doğup çeşitli biçimlerde bugünlere kadar gelen bu davranış değeri olmasaydı, mağarasında ateşinin önünde dünyayı hala korkulu gözlerle seyrediyor olurdu.
Üçüncüsü, insanlığın düşünce sisteminde yaşanan salınımdır. Günümüzün en ayırdedici özelliklerinden birisi insanlığın düşünce yapısında maddeden ruha doğru yaşanan salınımdır. Diyalektik tarihsel materyalizmin doğuşundan hemen hemen yüzelli yıl sonra bir kez daha düşüncenin maddeden kopuşu yaşanıyor. Düşünce, maddenin çevreleyici, sınırlayıcı parmaklıklarından geçip başıboş özgürleşmek istiyor. Bu gerçekliğin karşısında sadece tarihsel maddeci görüşleri tekrarlamak ya da bu dalgaya kapılarak özgür düşünce “ oyunları” ile sarhoş olmak günümüzün sorunlarını açıklamakta aydınlatıcı olmuyor. Metafizik düşünce neden bilimdeki bunca gelişmelere rağmen ölmedi?
Buna iki düzeyde bazı açıklamalar getirilebilir. İlki genel olarak, bilgi edinmenin sonsuz bir süreç olmasındadır. Her
— yol----------------------------------------bilgi yeni bir bilinmezin sınırında durur. Ve bu gelişim doğru bir çizgi gibi tuğla üstüne tuğla koyarak değil, sarsıntılarla, teorik çöküş ve yeniden doğuşlarla yürüyor. Bilinmeyen dünyadan, tamamlandığını sandığımız düşünce sistemlerine gelen saldırılar, insan düşüncesinde kaçınılmaz sarsıntılar yaratıyor. “ Şüphe düşüncemizin bekçisidir” . Ancak bilimin kendisinden şüphelenmek, bilgi edinme sürecinden kopmak tamamen ayrı olgulardır. Postmodern düşünce bu çizginin öte tarafına geçmiştir. Bilinen ve bilinmeyenin diyalektik döğüşünün yarattığı anaforlar zaman zaman maddeci olmayan düşünceleri yüzeye çıkartacaktır.
Öte yandan, bu genel sürecin çok özel durakları yaşanabilir. Teori ve pratiğin büyük tarihsel hesaplaşmaları düşüncelerde böyle salınımlar yaratabilir. Bunları “ kafir” ilan etmek yetmez, olaylarca kanıtlamak gerekir. İnsanlık tarihi teori ve pratiğin hesaplaşmaları ile yüklüdür. Aslında bu hergün olan iş, kendini bilinçlere özel süreçlerin fırtınalı patlamaları ile duyurur. İnsanlık bilinci, her küçük birikimi algılayacak ve müdahale edecek yüksek seviyelere ulaşamadığı ölçüde, teori ve pratiğin tarihsel hesaplaşmalarından çıkıp gelecek bu patlamaları yaşamaya yazgılıdır. Bu “ kader” den “ iki üç formülle” kurtuluş yoktur. Düşünce ve pratiğin hesaplaşmalarının tarihi aynı zamanda insanlık tarihidir. Konumuz açısından birkaç sivri hesaplaşmaya değinmekle yetinmek zorundayız. Totemlerden kent tanrılarına geçiş; kentler -medeniyetler- arası savaş pratiği ile tek tanrıcılığa geçiş; imparatorlukların dağılma sürecince tek tanrıcılığın mezhepleşme- si ve hatta tarikatlaşması ile aklın yücel- tilmesine, onun mutlak tinle zirveleş-
__ 84
meşinden sonra sonsuz değişim dünyasına, diyalektik maddeci düşünceye geçiş, insanlık tarihinde teori ve pratiğin büyük hesaplaşmalarıdır.
Günümüz dünyasında neler oluyor? “ 20.yüzyılın ikinci yarısına egemen olan, kuramla pratiğin kopmasıdır... Seksenli yıllar, pratiğin kuramdan, teknik-ekono- mik alanların toplumsal-kültürel alanlardan, başarının eleştiriden intikamını aldığı yıllardır. Dönem, eski ilerlemeciliğin zayıf düşmüş varisi olan eleştirel düşüncenin yerini klasik modernlik düşüncesinin yıkımını tamamlayan yeni-liberal ve postmodernist düşüncelere bıraktığı dönemdir.” (A.Touraine, a.g.y.)
Kuram ve pratiğin kopmaya başladığı yılları biraz daha derin ele alırsak bunun iki emperyalist savaş arası yıllarda uç verdiğini söyleyebiliriz. Demokrasi vaad eden kapitalizm insanlığın yaşadığı en vahşi düzeni, faşizmi yaratmıştı. Öte yandan, Batı’da proletarya yenilgi üstüne yenilgi alıyor ve devrim dalgası öngörülerin tersine gittikçe Doğu’ya kayıyordu. Bilim alanında ise, Newton’un akıllı uslu kütlelerinden Kuantum Fiziği’nin “ deli” parçacıklarına geçiliyordu. Bu dönemden başlayarak -Frankfurt Okulu bir sembol olarak ele alınabilir- teori pratikten kopmaya başladı. Ardından gelen her düşünce akımı bu yönde derinleşti, sonunda hepsi birden postmodernizm ana ırmağını meydana getiren derecikler olarak tarihteki yerlerini aldılar. Seksenli yıllar gerçekten, bu kadar birikimden sonra, “ pratiğin kuramdan intikam aldığı yıllar” oldu.
Günümüz dünyasında teori ve pratik büyük bir. ^hesaplaşmaya girmiştir. Ne bundan kaçınmak mümkündür ne bu
büyük hesaplaşmada eski formülleri tekrarlamak sonuç alıcıdır. Postmoderniz- min tümüyle bir saçmalık olarak algılanmasının büyük bir hata olduğunu vurgulamıştık. O, yaşanan büyük hesaplaşmanın olgunlaşan ¡Ikxaundunun ürünüdür. Postmodernizm “ maddi koşulların” sı- nırlayıcılığından ve bu koşullara göre şekillenmiş düşünceden, “ teori terörü” çığlığını atarak kopuşmak isterken aslında maddeci bir zemindedir. Çünkü yaşanan bir olguyu, teorinin artık pratiği açıklamadığını vurguluyordu. Ancak yılların yarattığı birikim öyle bir patlamaya ulaştı ki barut kovanı fazla doldurulmuş bir mermi gibi kendisini tüm teorilerin ve hatta bilimin inkarına kadar götürdü. Ancak her merminin, boşlukta yol almıyorsa, bir menzili vardır. Postmodernizm de ilk hızını aldıktan ve belli bir tepe noktasına çıktıktan sonra artık hafif bir meyille inişe geçmiştir.
Bu gelişme karşısında “ maddeci dünya görüşü” ne yapıyordu? Bir dönemin koşullarında elde edilmiş teorik düşünce sistemleri ile postmodernizme doğru akan düşünceleri lanetlemekle yetiniyordu. Kendisini Marx-Engels, Lenin’den, daha çok da Stalin’den, Mao’dan, hatta Enver Hoca’dan çıkarıp şablonlaştırdığı düşüncelerle sınırlarken, buna uymayanları şablona göre kesip biçiyordu. Oysa bütün bu sancılar bir dönemin olayları güden teorisinin artık olaylar tarafından kemirilmesinden doğuyor; bu gerçeklik kavranmadıkça ve bunun gerekleri yapılmadıkça maddeci dünya görüşü de iddialarının tam tersine davranarak, pratiği açıklamayan bir düşünce kabuğunun içine kendini hapsediyordu. Bunun en büyük ve trajik uygulanışı bir dönemden sonraki Sovyet iktidarıdır. Sovyet dü
--------------------------------------------- 85 —
____ günümüzün ideolojik tablosu___
— yol
şüncesi sanıldığı gibi “ ekonomist ve kaba determinist” değildi; tam tersine sonuna kadar iradecidir. “ Doğru” , “ bilimsel temellere dayanan” politbüro kararları ile belirlendiği ve kimsenin, hatta olayların bile bu kararları “ yalanlama hakkı” olmadığı için, çok açık bir şekilde idealizmin çekici, ancak kör dünyasına düşmüştü. Pratik nereye akarsa aksın “ doğru” bu akışlara fazlaca aldırış etmiyordu. Göksel bir gücü de olmadığı için, sosyalist düşüncenin bu ülkelerde bu kadar kolay çöküşü başka nasıl açıklanabilir? Teori, pratik olaylar tarafından zorlandıkça, kendisiyle hesaplaşmak yerine, kendi üstüne kırılmaz sandığı zırhlar giyindi. En küçük düşünce farklılıkları “sapma” yıldırımlarıyla yok edildi. Ancak toplumun altbilincinde derin kanallarda biriktiği, hiçbir şekilde yok olmadığı, yıkılış sırasındaki histerik patlamalarda görüldü. Lenin ve Stalin’in heykelleri parçalanarak intikam ayinleri yapıldı. Ancak onların yerine ne Yeltsin’in ne de Clin- ton’ın heykellerini dikemediler.
Postmodernizm, pratikten en az elli yıldır adım adım kopan teorinin çocuğudur. Onun için teoriye düşmandır; günlük pratiğin içinde oynamayı sever. Bu çocuğun doğumuna “ maddeci dünya görüşünü” savunduğunu iddia eden bizler az el vermedik. Karşımıza sevimli yanları da olan, ancak daha çok ucubeyi andıran bir yaratık çıkınca öfkelenmek boşuna!
Şimdi bir yüksek noktaya çıkıp “ teori doğruydu, yanlış olan pratiktir” diye fetva verdiğimizde, Kuantum’un “ deli” parçacıkları gibi kıpır kıpır olan, günümüz toplumunun “ kendine ait değerleri” ile akıp giden bireylerini kıkır kıkır güldürürüz. Bir teorinin doğrulanmasında hükmü pratik verir. Ancak bu hüküm
sanıldığı ölçüde basit ve kolay işlemez. Bu soruna her türlü kolaycı yaklaşım maddeci düşünceyi, bilinmezliğin sonsuz alanından güç alan madde ötesi düşünce alanına savurur. Olgular üstünde konu- şamıyorsak, teorinin kabuğu içinde dolanıp dururuz. Dünün maddi koşullarından da çıkmış olsa bu teori, pratikle beslenmiyorsa artık ölü bir ruha (bedeninden kopmuş bir ruha) dönüşmüştür. Maddeci düşünce kökenli pek çok sosyalistin bugün, sonuna kadar maddi olan günümüz dünyasında, "sosyalizm ütopyasından söz etmeleri, kulağa hoş gelse de bir çağ eşiğinde olan dünyamızdaki teori ve pratiğin büyük hesaplaşmasından kaçışın bir işaretidir. “ Bilimsel sosyalizmden” yeniden “ ütopyaya” geri döndü isek en azından bu dönüş “ bilimsel” olarak açıklanmalıdır. Dönüş değilse neden “ ütopya” , dönüşse ve açıklayamı- yorsak o zaman “ bilimsel” açıklamalara itibar etmeyen postmodernistlerle aynı bahçede dolaşıyoruz demektir.
Teori ve pratiğin tarihsel bir hesaplaşma döneminden geçiyoruz. Böyle günlerde düşüncenin maddeden kopması, bir yanı ile onun gelişim özelliğinden kaynaklanıyor. Ancak böyle günler aynı zamanda, düşüncenin madde içindeki yolculuğunun derinleşme günleridir. Maddi dünya yeni sırlarını henüz yeterince ele vermiyor. Tam yorumlanama- yan izler bırakarak, düşünceye de fazlaca aldırış etmeden akıp gidiyor. Usta avcılar gibi izleri iyi takip etmekten ve yeni sırları ele geçirmekten başka yol yok!
SONUÇ
Postmodernizmin söylemlerine ba
__ 86
karsak Aydınlanma ile başlayan tarihsel dönem kapanmaktadır. Ancak bunu söylemek bir anlamda onun yarattıklarından kopuşmak anlamına gelir. Araçsal akıl bir kenara mı bırakılacaktır? Kapitalizm tükenmeden onun sınırları içinde araçsal aklı terketmek mümkün müdür? Tekniğin dehşetli gücünden ve belirleyiciliğinden nasıl kopuşulabilir? Solmaya yüz tutan Batı demokrasilerinin yerini siyasal olarak ne alacaktır? En önemlisi, Aydınlanma’nın en önemli ürünü bireyden vazgeçmek mümkün müdür?
Bütün bunlara karşı 20.yüzyılın başlarında insanlık sosyalizm bayrağı altında büyük bir saldırı başlatmıştı. Ancak kendisi de Aydınlanma’nın ufkunu aşamadığı için ona yenik düştü. Postmodernizm, deyim yerindeyse Aydınlanma’dan “ kişisel” bir kopuştur. Bireyi kutsadığı, onun kendi kozası içindeki yaşamını “ tek mutluluk” olarak gördüğü için postmodernizm, Aydınlanma’nın değerleri ile “ toplumsal bir hesaplaşmaya” yönelmez, bireysel mevzilerde konumlanmayı tercih eder. Devekuşu örneğindeki gibi!
Eğer bir dönemin kapanmasından söz edebilirsek, bu soruna ister istemez kapitalizm içindeki sınıflar mücadelesi ışığından bakmak zorundayız. Birey istediği denli kendisini kozasına kapatsın ya da Nietzsche gibi sokaklara çıkıp “ tanrı öldü” diyerek “ üst insan” çağrısı yapsın, tarihin zembereği, çıkar çatışmalarının yarattığı gerilimle sınıflar mücadelesi üzerinden akıyor. Bu noktadan baktığımızda gerçekten kapanan bir dönem görebiliyoruz. Sınıflar savaşının I8.yüzyılla başlayan dönemi sosyalizmin çöküşü ve “yeni ekonomf’nin doğuşu ile kapanmıştır.
Yeni bir dalga gelecek mi? Kapitalizmin sınıf, zümre ve tabakaların çıkarları üzerine oturan ve derinleşen gerilimi, sihirli bir değnekle yok edilemediği müddetçe yeni bir dalga kaçınılmazdır. Nasıl gelecek? Hangi yeni giysileri ile tarih sahnesine çıkacaktır? Eskinin basit bir tekrarı olmayacağı yeterince açıktır. Ancak “ nasıl” sorusuna da bugün doyurucu bir cevap bulamayız. Yaşamın zengin imkanlarını henüz ipuçlarının silik olduğu bugünden “ öngörmek” neredeyse imkansızdır. Ancak bu dalganın küreselleşmenin çözülmesi ile geleceğini söyleyebiliriz.
Günümüzün ideolojik tablosunun birkaç belirgin özelliği vardır. Postmo- dernizmin iddia ettiği gibi “ büyük anlatılar” ölmemiştir. Tam tersine bugün, kapitalist merkezlerin çok “ büyük bir anlatısı” vardır; o da küreselleşmedir. Kapitalist gelişimin kazandığı yeni hız ve özelliklerle dünyanın fethedilmesi, “ insan hakları” nın çekici ve göz alıcı örtüsü ile sürdürülmeye çalışılıyor. En zehirli mantarlar göz kamaştırıcı renklere sahiptir.
Öte yandan, kapitalist anayurtlardaki halkların gerçekten bir “ büyük anlatısı” yoktur. Dibe çöken bir eriyik gibi hareketsizler. Son süreçteki gelişmeler bardağı biraz bulandırmaya başlamış olsa da, henüz düşünce alanında “ sadece kendini yaşama” kültüründen bir kopuş- ma yoktur.
Eski sosyalist ülke halkları geride bıraktıkları sosyalizm deneyi ile bugünün postmodern yaşamı arasında yavaş işleyen, ancak gittikçe derinleşen bir hesaplaşma içindeler. Postmodernizmi en vahşi biçimiyle yaşıyorlar. Çünkü “ sadece kendileri için” yaşama imkanları yok-
____ günümüzün ideolojik tablosu___
87 —
tur, ancak böyle yaşamaya zorlanıyorlar. Küreselleşme, sosyalizmin bu eski topraklarında derin çatlaklar yaratarak ilerliyor, ancak bu fay kırılmalarından henüz ortaya yeni bir enerji çıkmıyor. Fakat öyle bir ortam şekilleniyor ki “ büyük anlatıların” en vahşilerinin dahi tohum tutacağı bir topraktır.
Üçüncü Dünya, küreselleşmenin mayın tarlasıdır. Bunu kendileri söylüyor. “ Bir süredir medya etnik ve dini çelişkilere dayalı kargaşa ve ayaklanmalardan söz etmeye devam ediyor. Bu çatışmalar çoğalırsa, hergün daha fazla alan (Nijerya’dan Hindistan’a ve Brezilya’ya) yöne- tilemez hale gelecektir.” ”
Bilgi ve tekniğin kazandığı olağanüstü güç, borsalarda hergün artan kumar ayini, kapitalist özel mülkiyetin özgürlük sınırlarını zorluyor. Fırtına gibi dünyayı dolaşan özelleştirmeler özel mülkiyetin mezarını kazıyor. Mezar ne kadar derin kazılırsa o kadar iyi olur. Bütün bu gelişmeler “zorbalığa dönen” ilerlemeyi sorgulama sandalyesine oturtuyor. Rasyonalizm, yani kapitalizmin araçsal aklı kendini yaratan insanı değersizleştiriyor. Dinamitleşen bu çelişkiler kendini “ insan hakları” sözleri olarak açığa vuruyor. Demek ki kapitalizm olayların zoruyla en zayıf olduğu alana çekiliyor.
Böyle bir ortamda daha fazla ruh çağrıları yapılıyor. Belli ki, yapılan ruh çağrılarının altında yitirilme tehlikesi ile karşı karşıya olan insan vardır. Ancak geleceğin insanı bügünkü insan olmayacaktır. Öyleyse ruh çağırmalar neye karşılık gelebilir?
İnsanlığın yeni bir sınıflar mücadelesi döneminin eşiğinde olduğunu söyledik. Ancak her dikkatli bakan gözün görebi
— yol------- — -----------------------------
___ 88 _______________________________
leceği gibi işçi sınıfı büyük bir yapısal değişime uğramıştır. Daha da öteye tarih sahnesinde bundan önceki yüzyılda sahip olduğu konumu yitirmiştir. Sosyalizmin “ öznesi” erozyona uğrayınca sanki sosyalizm “ büyük anlatısı” da buharlaşıp gitmiştir. Bilimsel sosyalizmin insanlığın gelişim kanunları ile ilgili hükümleri ve kapitalizmin bir türlü kaçınamadığı çelişkileri ile ilgili tesbitleri bütün canlılığı ile hükmünü yürütüyor. Ancak sosyalizmin canlı taşıyıcısı ve iradesi dünyanın üçte birinde kazandığı iktidarı yitirmiş; kapitalist merkezlerde ise büyük bir değişime uğramaktadır.
Postmodern dünyadan, önce tarihe, sonra da geleceğe bakarsak burada sınıflar mücadelesi ile ilgili bir T E Z ileri sürmek kaçınılmaz hale geliyor.
Tarihin motoru sınıflar mücadelesidir. Bu mücadele, ömrü dolan toplumsal düzenlerin yıkılışını ve yeni genç toplumsal düzenlerin doğuşunu hazırlamıştır. Bugünden bakınca daha açık olarak görünen ise şudur: Bir düzen içinde egemen ve ezilen sınıflar saflaşmasında, düzenin klasik karşıt sınıflarından ezilen sınıf, sadece kendisi, iktidarı alarak kendini egemen konumuna yükseltememiştir. Düzenin klasik karşıt sınıfları dışından bir başka sınıf bunu başarmıştır.
Köleci Kent Medeniyetleri’nde hiçbir zaman köleler iktidarlaşamadılar. Dışarıdan barbar akınları bu medeniyetleri yıktı ve barbar şefleri yeni egemenler oldu, derebeyleştiler. Derebeylik düzeninin klasik karşıt sınıflarından serfler ya da daha genel olarak söylersek köylülük yine hiçbir zaman iktidarlaşamadı, adeta derebeylerin ve köylülerin bozunmasın- dan, çözünmesinden doğan yeni bir sınıf;
burjuvazi iktidarlaştı. İşçi sınıfı bu alınya- zısını kırmış göründü. Cılız burjuvaziyi siyasal olarak altettiği ülkelerde, maddi ve moral olarak kapitalizmi anlamsızlaş- tıracak bir düzen yaratamadığı için çözüldü. Tezin derinleştirilmesi bu yazının konusu olmadığı için konumuza dönelim. Kapitalizmle yaşıt burjuvazi ve işçi sınıfı mücadelesinin klasik dönemi kapanmıştır. Bu mücadele hem kapitalizmi belli yönleri ile değiştirmiş hem de işçi sınıfını yapısal bir değişime uğratmıştır. İşçi sınıfının bir kesimi üretim tekniğinin içine daha fazla çekiliyor; ondan kaslarından öteye yaratıcı düşüncesi isteniyor. Yeni teknik gelişimler hem insan yaratıcılığını kışkırtıyor hem de burjuvazinin egemenlik güdüsü ile yaratıcılığın önü kesiliyor. Başka bir söylenişle, kapitalizmin araçsal aklı kendi sınırlarını zorlayan ve tahrip eden yaratıcılığın zeminini döşüyor; öte yandan aynı araçsal akıl ikiyüz yıllık refleksleri ile yaratıcılığı kuşatıyor, solduruyor. Eğer bütün bu gelişmeler çölde görünen bir serap değilse, bu çelişki derinleşerek kendi hükmünü icra edecektir.
Yeniden günümüzde yapılan ruh çağrılarına dönelim. Geleceğin ruhu; insan yaratıcılığının “ imtiyaz” olmaktan çıkması ve yüceltilmesidir. Yaratıcılıktan kastımız, elbetteki “ dahiyane buluşlar” değildir. Zaten buluşlar belli anlamda sıradanlaştıkça, artık eskisi gibi dahi isimler pek duyulmuyor. Üretim ve yaşamın her alanına, bilgi gücü ile donanmış insanın yaratıcı iradi müdahalesidir. Bu süreç kendi kozasına kapanan bireyin akılcı kabuğunu da kıracaktır.
Araçsal aklın herkesi düzene soktuğu bir dünya yerine ne karmaşık bir dünya! Ancak bir o kadar da zengin! Bu
bireysel yaratıcılığın “ karmaşasından” kolektif bir gücü ancak Aydınlanma ufkunu aşmış bir sosyalizm ortaya çıkartabilir. İnsanlık bu sancılı sürecin eşiğindedir. Henüz bir yeşerip bir yolunan filizler var ortada; ancak geleceğin ruhu insan düşüncesinin yaratıcı rahmine düşmüştür.
Nisan-Mayıs 2000
____günümüzün ideolojik tablosu___
89 —
Dipnotlar1. A lex Callinicos, “ Against Postmoder
nism”
2. D arryl Jarvis, “ Postmodernism: A C ri
tical Typology” , Politics & Society, M art
‘98
3. Immanuel Kant, “ Seçilmiş Yazılar”
4. Madan Sarup, “ Post-Yapısalcılık ve Postmodernizm”
5. Jean-Francois Lyotard, “ Postmodern
D urum ”
6. Paul Feyerabend, “ Akla Veda”
7. John Murphy, “ Postmodern Toplum
sal Analiz...”
8. D arryl Jarvis, a.g.y.
9. Alain Touraine, “ Modernliğin Eleştirisi”
10. Agnes Heller, Ference Feher, “ Post
modern Politik D urum ”
I I . Agnes Heller, a.g.y.
12. Madan Sarup, a.g.y.
13. D arryl Jarvis, a.g.y.
14. Madan Sarup, a.g.y.
15. Agnes Heller, a.g.y.
16. Alain Touraine, a.g.y.
17. Jean-Marie Guehenno, “ Demokrasi
nin Sonu”
18. Lyotard, a.g.y.
19. John Murphy, a.g.y.
20. Bakunin, (Akt., Paul Feyerabend,“ Akla Veda” )
21. Paul Feyerabend, a.g.y.
22. John Murphy, a.g.y.
23. C hristopher N o rri, “ T ru th , Science and the G row th o f Knowledge” , New Left Rewiew, Nisan ‘95
24. R. Bologh, L. Mell, “ Modernism, Postmodernism and the N ew W o rld (D is o r
der, Critical Sociology ‘94-2
25. John Murphy, a.g.y.
26. Paul Feyerabend, a.g.y.
— yol--------------------------------------
__ 90
27. J-F. Lyotard, a.g.y.
28. John Murphy, a.g.y.
29. Paul Feyerabend, a.g.y.
30. John Murphy, a.g.y.
3 1. R. Bologh, L.Mell, a.g.y
32. Madan Sarup, a.g.y.
33. Madan Sarup, a.g.y.
34. Sharon Zukin, “ A Forum on Postmo
dernism” , Theory and Society ‘92
35. Eugane Lunn, “ Marksizm ve Moder-
nizm”
36. Alain Touraine, a.g.y.
37. Bryan Magee, “Yeni Düşün Adamları”
38. Aziz Çalışlar, “ Çağdaş Felsefe”
39. Bryan Magge, a.g.y.
40. Anthony de Crepigny, “ Çağdaş Siya
set Felsefecileri”
41. Anton io Gramsci, “ Hapishane Def
te r le ri”
42. Louis Althusser, “ İdeoloji ve Devle
tin İdeolojik Aygıtları”
43. Ayşegül Yüksel, “ Yapısalcılık ve Bir
Uygulama”
44. Bryan Magge, a.g.y.
45. Max Planck, “ Modern Doğa Anlayışı
ve Kuantum Teoris i’ne G iriş”
46. W e rn e r Heisenberg, “ D eterm inizm
den Olasılığa D oğru”
47. Paul Feyerabend, a.g.y.
48. W . Heisenberg, a.g.y.
49. Richard P. Feynman, “ Kuantum E-
lektro-D inam iği”
50. Marshall-D.Zohar, “ W h o ’s A fraid o f
Schrödinger’s Cat?”
51. H erodotos, “ H e rodo t Tarih i”
52. Robert Kaplan, “ The Coming A
narchy” , Atlantic Monthly ‘94
Ayşe Tansever
DAVOS'TAN DAĞ GÖRÜNTÜLERİOcak ayı sonunda İsviçre’nin küçük,
ama son derece modern dağ kasabası Davos’da dünyanın 2000’ine yakın finans kapital çevresi ve içlerinde 400 tane Üçüncü Dünya Ülkesi lideri geleneksel yıllık toplantılarını yaptılar.
A rtık bu toplantılar dünya finans kapital çevrelerinin sessizce bir araya geldiği, dünya sorunlarını tartıştıkları bir olay olmaktan uzaklaşıp dünya gündeminin baş sıralarını işgal eder olmaya başladı. Nedeni de açıktır. Burada tartışılanlar finans kapital çevrelerinin dünya görüşleridir. Bu çevrelerin ihtiyaçları, düşünceleri, özlemleridir. Buraya gelip ortak bir davranış modeli belirlemeye çalışırlar. Devlet önde gelenleri ile ekonominin önde gelenleri sermayesinden finansına hepsi birbirleriyle tanışırlar, konuşurlar, kaynaşırlar. Yine burada sermaye çevreleri Üçüncü Dünya Ülkeleri devlet ileri gelenleri ile tanışırlar. Onlarla kaynaşırlar. Yani kısacası dünyamızın o yıl nasıl bir ekonomi politikası çizmesi gerektiği ortak toplantılar sonucu kaba hatlarıyla ortaya çıkmaya başlar. Ama artık bunlar sessiz olarak yapılamıyor. Her geçen yıl bir öncekinden daha çok kişi ilgi duyuyor. Kimler geldi? Neler konuşuldu, tartışıldı? Dünyamız bu yıl nasıl bir şekil alacak? Bunun ip uçları neler? Açıkçası dünya insanının kaderi belki de bir ölçüde burada çiziliyor. Sınıflı dünyamızın finans kapital cephesinin yönelişleri, düşünceleri burada belirleni
yor. Ama bunların uygulanması diğer sınıfın davranışlarıyla çeşitli değişiklikler gösteriyor.
2001 Davos Toplantısı’nın bundan böyle hiçbir zaman eskisi gibi olmayacağı söylendi. Eskisi neydi de yenisi ne olmayacak? ‘Davos 2001 Toplantısı’nda yanıttan çok soru vardı’ dendi. ‘Ortalıkta belirsizlik vardı’ dendi. ‘Kimse ne olacağını bilmiyor, sorular soruluyor, kimse yanıt veremiyor’ dendi. Buna bağlı olarak herkesin bir beklenti içinde olduğu vurgulandı. Ayrıca eskisinden farklı olarak teknoloji yerine ekonomi ağırlıklı olduğu söylendi. ‘Silahlanma konuşuldu’ dendi. Bu açıklamalardan kesin olarak çıkan şudur. Dünya finans kapital çevreleri bir belirsizlik içindedir. Bir beklenti içindedir. Ekonomik hat az çok bellidir, ama politik durum ne olacaktır? Var olan sorunlar herkesin gözü önündedir. Bunlar nasıl, kim tarafından çözülecektir? Ayrıca çözülebilecek midir?
Bu belirsizlikler elbette bazı belirli şeylerin sonucu doğmaktadır. Başta bilinen ABD’de iktidar değişikliği ve bunun dünyamıza getireceği kesin olan değişikliklerdir. VV.Bush iktidarının, Clin- ton’un şimdiye kadar yürüttüğünden farklı bir politika izleyeceği kesindir. Nasıl bir politika olacaktır bu? ABD’nin yeni ekonomi politikası dünyamızın yüzünü yasıl değiştirecektir? Bush ekibi iktidara yeni oturduğu için Davos toplantılarına katılmadı. Onun içinde herşey
bir bilmece olarak kaldı. Ama sorun Bush’un nasıl bir politika izleyeceğinin büyük bir bilinmezlik olmasından çok bunun ne derece ve hangi dozda uygulanacağıydı. Ve Bush politikası soğuk savaşın bitimi yani sosyalizmin yıkılmasından sonraki ilk on yıldan çıkarılan dersler ve dünya tablosu üstüne oturuyordu. O bakımdan belirsizlik daha da çetindi.
DÜNYAMIZIN POLİTİK GÖRÜNTÜSÜ
Bush’un seçim propagandalarında söylediklerinden de yola çıkarak dünyamız bugün ABD güdümünden kopma sürecindedir. Sovyetler Birliği çökünce ortada tek bir süper güç ABD kaldı. A ma hemen şu anlaşıldı. İki süpergüç varken ya birinin dediği ya diğerinin dediği oluyordu. Buradan kalkarak tek süper güç oluncada sırf onun dediği olacak diye düz bir mantık olamazdı. Tek süper güçlü dünyamız eskisinden daha karmaşık sorunlarla doluydu. Körfez Savaşı bunun ilk denemesiydi. Bütün dünya Saddam’a karşı birleştirilemedi. Diğer merkezler zorla, ancak bir ay ABD silahlı güçlerinin arkasında durabildiler. Yani o günden başlayarak dünyamızın yeni tablosu çizilmeye başladı.
Bugün dünyamız çok kişinin de belirttiği gibi çok merkezli bir döneme girmiştir. A rtık kimsenin ABD’yi pek dinlediği yoktur. Herkes kendi çıkarı peşindedir. Çıkar ilişkileri dünyamızı parçalamıştır. ABD hiçbir yerde kendi çıkarlarını dayatamamaktadır. Askeri olarak dünyanın süperi olmasına rağmen bu gücü de çıkarlarını dayatmaya yetmemektedir. Bush’a göre bu Clinton’ın dış po
__ 92
— yol----------------------------------------litika hatasıdır. ABD saygınlığını yitirmiştir.
Ambargolar sökmüyor. Irak, Iran, Libya ambargolarını geçtik, Kuzey Kore, Küba ambargolarının bile adı var, sanı yoktur. Saddam bitmemiş bir savaştır. Ya da Saddam savaşı kazanmıştır. Yugoslavya’da da savaşı Milosoviç kazanmıştır. Afrika’da Ruanda’dan ABD askerleri apar topar çıktılar. Ve de bir daha dönmeyi ağızlarına alamıyorlar. Yani ABD’nin silahlı gücünün bir yaptırım gücü kalmamıştır.
İkinci olarak, ABD’nin pazarları her geçen gün diğerleri tarafından kapılmaktadır. Ezeli rakibi AB ile çıkarları giderek daha keskinleşmektedir. Eskinin muz, biftek gibi ürünlerdeki ticari savaşları giderek yenilerini de alarak ve de dozu artırarak şiddetlenmektedir. İhracat gelirlerinin vergilendirilmesinden tutunda bi- oteknolojiye, gıda sağlığı ve iklim, çevre konularına kadar pek çok konuda sürtü- şüimektedir. Pazar alanı daraldıkça bunların şiddeti daha da artacaktır. Asya’da Çin ve diğer Uzak Asya ülkelerine kadar her yerde AB peşinden gelmekte, arkasından pazarını kapma mücadelesi vermektedir. Hatta kendi bahçesi Latin A merika’da güneyden ta kuzeye Meksika’ya kadar gelip pazarlarına meydan okumaya başlamıştır.
Rusya’da kapitalizm kurulabileceği kadar kurulmuş, finans kapital kendi diktatörlüğünü sağlamlaştırmaya çalışmaktadır. Rusya artık emperyalist bir ülkedir. Kendine pazar aramaktadır. Putin ile ulusal çıkarlar belirlenmiştir. Rusya artık açıkça eski Sovyetler Birliği sınırlarını istemektedir. Viyana’nın doğusu benimdir demektedir. Eski Sovyet ülkeleri
ne dokunursanız müdahale etmek zorunda kalırım demektedir. Avrupa ve Batı Çekoslovakya, Polonya, Macaristan dışında başka bir ülkeye girmede sorunlar başlayabilecektir. Aynı şekilde Orta Asya’da Kazakistan, Kırgizistan, Tacikistan ile stratejik savunma anlaşması imzalandı. Hazar Denizi enerji kaynağı açısından Rusya’nın stratejik çıkar alanı olarak ilan edildi. Yani eski sınırlar Asya kıtasında da tekrar çizildi. Ayrıca sosyalizm dönemindeki eski komşuluk ilişkileri geliştirildi. İran ve Irak’la silah ticareti ve petrol kuyularını modernleştirme anlaşmaları yenilendi. A rtık karşımızda pazarlarına ne pahasına olursa olsun sahip çıkmak isteyen bir Rus finans kapital devleti vardır. Onun da bu dünyada çıkarları vardır. Onun da pazarları vardır. Ve bu pazarlar ABD’nin elbetteki aleyhine pazarlardır.
Uzak Doğu’da Japonya eski gücünü yitirmiştir. Ama o da Çin pazarı ve geçenlerde Kuzey Kore ile ilişkilerini artırmıştır. Ve çoğu bölge ülkesi ile birçok ticaret anlaşması imzalamıştır. Avustral- ya-Japonya ticareti, ABD ile Avustralya’nın 3 katıdır. Kanada ile ticareti bile yükselmektedir. ABD bölgedeki ülkeleri Japonya’yı dışarıda bırakıp kendi güdümüne almakta çok zorlanacaktır. Yani orada Japonya ile işbirliğine razı olmak zorundadır. Yani Asya pazarını daha çok başkaları ile paylaşmak zorundadır. Sosyalizmin olduğu günlerdeki bölgenin tartışmasız egemeni olma durumu değişmiştir. Çin yakında DTÖ’ne girecektir. Bu ABD açısından bu pazarın da diğer merkezler tarafından paylaşılması demektir. Kendisine kapmaya çalıştığı avantajlar Clinton’un politikalari ile elden gitmiştir. Çin’in dışında bölgenin ikinci
önemli pazarı Hindistan’dır. Ama bu ülke bir Çin değildir. Korkunç bir açlar, yoksullar ülkesidir. Globalleşmenin yarattığı eşitsizliğe ne kadar dayanacağı şüphelidir. Çok yakında ülke beklenmedik şekilde patlayabilir. Birinci sömürgecilik döneminin sonu bu ülke protestoları ile başlamadı mı?
Afrika kıtası tipik bir çok merkezli globalizm koşullarında dünya manzarasıdır. 2000 yazında tüm Afrika, kıta savaşının eşiğinden döndü. 90’lı yıllarda sosyalizmin çöküşü ile burası kapitalizmin pazarı olmaktan çıktı. İki sistemin olduğu dönemlerde bir karış toprağın bile bir değeri vardı. Ama artık değildir. Afrika kıtasında çok değerli madenler vardır. Batı’nın çok temel kahve gibi, tütün gibi vazgeçemeyeceği tarım ürünleri vardır. Ve şimdi bunların üzerine belirli çıkar gurupları oturmuşlardır. Ve var olan savaşlar bu değerli hammaddelerin sahipliği savaşıdır. Yeraltı ve üstü zenginliklerinden elde edilen ufacık gelirler de silah tekellerinin kasalarına akmaktadır. Kısacası kuzeyde birkaç ülke dışında Afrika kıtası hammadde sömürme dışında pek pazar olarak kapitalizm için kullanılamayacak bir durumdadır. Kapitalizm bu kıtaya açlık, yoksulluk, cahillik, hastalık ve hastalıklar hastalığı AIDS getirmiştir.
Latin Amerika’da Küba’yı yıkma umudu bir yana Kolombiya kapitalizmin elinden gitmek üzeredir. Yerel devlet bu işi başaramamış, bizzat ABD devreye girmiştir. Hatta burası kimilerine göre ABD’nin ikinci Vletnamı’dır. Savaş, Latin Amerika Ülkelerini yoksul halklar ve finans kapital güçleri olarak ikiye bölmeye adaydır. Ve de savaşın kazanılması diye bir ufuk yoktur. İşler her geçen gün
_______davos’tan dağ görüntüleri___
--------------------------------------- 93 —
— yol
zorlaşmaktadır. Ve Meksika’da Chipas- lar olarak ortaya çıkmıştır. A rtık ABD’nin burnunun dibine sıçramıştır. Birkaç yıl önce Nikaragua’da Sandinist- ler alt edilirken verilen vaatler ve umutların ne sonuç verdiği tüm Latin Amerika halklarının önündeki derstir. Latin Amerika’da kimsenin kapitalizmden umudu yoktur, ama ne yazık ki işte ABD bu halkların alınyazısıdır.
Çok kutuplu dünyada ABD’yi en çok rahatsız eden Orta-Doğu’dur. Petrol diğer merkezleri kontrol edebilmenin en temel aracıdır. Ama var olan sürtüşme buradaki çıkar ilişkilerini dağıtmakta ve kontrol her geçen gün zorlaşmaktadır. Dünyadaki tüm olaylar bu örnekte olduğu gibi sıcak sürtüşmelere doğru kaymaktadır. Afrika’dan, buralardan dünyaya hemen yayılabilecektir. Zaten var olan çeşitli yangın alanları buralarla birle- şebilir.
Evet, dünya siyasi tablosu hiçte ABD açısından kendi çıkarlarına hizmet etmemektedir. ABD ne biçim bir süper güçtür? Süper güçlüğünün hiçbir avantajı yoktur. Onu tekrar güdümüne almalıdır. Yapılan uluslararası toplantıların hiçbirinden kendi çıkarlarına uygun bir sonuç alamamaktadır. Her Üçüncü Dünya Ül- kesi’nden bir ses çıkmakta, her merkez kendine çıkarına göre davranmaktadır. Kapitalizm böyle gidemez. Bu rekabet, pazar kapma savaşı bizzat kapitalizmin sistem olarak kendini dayatmasının altını kazmaktadır. Birilerinin çıkıp bu gidişe bir şekil vermesi, yumruğunu masaya vurması gerekmektedir. Kapitalizmin ve en başta ABD’nin çıkarları öne geçmelidir. Acaba ABD’nin yeni yönetimi bunu yapabilecek midir? ABD bu güçte midir? Peki ya AB? ABD yapamazsa AB idare e
__ 94 ____________________________
debilir mi? Davos’ta sorulan soru budur.
EKONOMİK GÖRÜNTÜ
Sosyalizmin yıkılması, topraklarının ve etki alanlarının kapitalist pazara açılması elbette kapitalist ekonomilere büyük canlılık getirmiştir. Elbette sömürülerini ve karlarını müthiş artırmışlardır. ABD ekonomisi 1990-2000 yılları arası çoktandır ilk kez krizsiz bir on yıl yaşamıştır. Her yıl ekonomik göstergeler yükseldi. İşsizlik ilk kez azaldı. Hatta %4’lere düştü. Kapitalizm açısından bu fazla istihdam bile sayılır. Borsalara getirilen yeni düzenlemeler ile dünya finansı ABD’ye aktı. Yani tüm Üçüncü Dünya zenginlikleri buralara aktı. Amerikan burjuvazisi çılgınlarca yedi içti. Bu arada karşısındaki yoksul halk kesimlerini “ çalışan yoksullara” , açlara çevirdi. Onları hiçbir türden güvencesi olmayan çorba kuyruklarına mahkum, eğitimsiz, ruh hastası kitleler haline getirmeyi de becerdi.
Ama burjuvazinin şöleni sanki işte Bush’un iktidar olmasına göre ayarlanmıştır. “ Bir şölen gecesinin sabahında gibiyiz. Gece çılgınlar gibi içtik, iyi eğlendik, ama şimdi bitti. Şimdi doğru ilacı almalıyız ve bunu yutacak suyu bardağa doldurmalıyız.” Günümüz dünya ekonomik durumunu böyle yorumluyor Davos konuğu, Broadvievv finans şirketi yöneticilerinden Paul Deninger. (Financial Times, 30 Ocak 2001) Şimdi ABD ekonomik yavaşlamada mı, yoksa durgunluğun içine mi girdi? Yavaş iniş mi, hızlı iniş mi olacak? Ne kadar süre olacak? Hemen krizden çıkılabilir mi? A tlantik’in öte yakasından esen soğuk rüzgarlara AB dayanabilecek midir? Ya da
tüm dün/a ekonomisi ABD’ye ayarlı gibidir. ABD’deki durgunluk bu ülkeleri de içine alabilir. O zaman dünya ekonomisi ne olacaktır? Davos’ta sorulan sorular bunlardı. Kara kara düşündüren bunlardı.
Globalleşme ile zengin ülkeler yoksul ülkeleri daha da soymuşlardır. Zenginle yoksul arasındaki uçurum korkunç derecede artmıştır. Eskilerin telefon, televizyon, elektrik gibi merkez ülke-yoksul ülke farklılıklarına şimdi bir yenisi, digital uçurum eklenmiştir. Yoksulluğun getirdiği sorunlar diz boyudur. Dünya’mızda 1.5 milyar insan günde I doların altında gelire sahiptir. New York ya da Tokyo’nun herhangi bir mahallesinde koskoca Afrika kıtasından daha çok telefon vardır. Ya da dünya bilgisayarlarının ancak %5’i Üçüncü Dünya Ülkeleri’nde- dir. Yani bilgisayarların %95’i merkezlerdedir. (Rakamlar ILO’nun son raporundan, akt. Financial Times, 23 Ocak 2001) Cahillik, eğitimsizlik, hastalık, suç oranı çok çok artmıştır. Geçen yıl 3 milyon insan AlDS’den öldü. Bunun çoğunluğu Afrika kıtasından. Onun için bu hastalığın yoksullukla bağlantısı hiç şüphe götürmemektedir. Eskilerin koleralarının yerini şimdi AIDS almıştır. Yani yeni sömürgecilik dönemi kendi yeni vahşi hastalığını da yaratmıştır. Sosyal adaletsizlik, dünya, dünya olalı belki de hiç bu kadar yükseklere çıkmamıştır. Doğal olarak sınıf savaşları yükselmiştir. A rtık burjuva iktidarları iktidar olamamaktadırlar.
Avrupa Birliği acaba sorunların altından kalkabilir mi? Topluluğun kendi başı sorunlarla zaten yeterince karışıktır. AB genişlemek istemektedir. Yani pazarlarını yaymak istemektedir. Ama aynı za
manda derinleşmek zorundadır. Yani topluluk üyeleri arasında sınırların kaldırılması ve merkezi yönetimin yetkilerinin artırılması doğrultusunda gelişme vardır. Önümüzdeki yıl başında ortak para Euro piyasaya sürülecektir. Ulusal paralar yavaş yavaş kalkacaktır. Kapitalizmin özel mülkiyet temelini düşünürsek çok önemli bir sorundur. Bunun için merkezi yönetimin kimin elinde olduğu müthiş önem taşımaktadır. Ama bu konuda topluluğun iki ana ülkesi; Fransa ve Almanya arasında bile tam bir ortak görüş yoktur. Topluluğun önünde ki sorunlar çok ciddi sorunlardır. Diğer yandan yayılacaktır. Bir yandan derinleşme, bir yandan pazarı genişletmede ortak davranma zorlaşmaktadır. Ve de kapitalizmin yarışı bunların altından durmadan şiddetini artırarak gelişmektedir. Bir noktada durmak demek geriye kaymak demektir. Doğu’da Rusya eski pazarlarını geri istemeye hazırlanmaktadır. Gü- ney’de Kosova Sorunu, Yugoslavya sorunu çözülmekten uzaktır. O rtadoğu’dan gelen petrolün yarınki garantisi nedir? Avrupa; bırakalım dünya, kendi sorunlarının bile altından kalkamayacak kadar kendisiyle meşguldür.
Dünya finans kapitali altından nasıl kalkacağını bilmediği sorunlarla yüzyüze- dir. Dünyaya nasıl hakim olacaktır? Her- gün elinin altından kaçmaktadır. ABD ve Bush politikası bütün bunların altından kalkabilecek midir? Eğer altından kalkabilecekse nasıl yapacaktır bunu? Hangi politikalar izlenecektir? İzleyeceğini söylediği politikalar acaba şölen sonrası alınması gerekli doğru politikalar mıdır?
Davos’ta sorulan sorular bunlardır. Davos’a katılanları kara kara düşündüren bu manzaralardı. Bu ekonomik tab-
______ davos’tan dağ görüntüleri___
95 —
lolardı. Bu sorular yanıtsız kaldı. Ama bazı ön tahminlerde bulunmak olanaksız da değildir.
ÖN POLİTİK TAHMİNLER
Elbette Bush seçim konuşmalarında dünya sorunlarına bakış açısını az çok açıklamıştır. Bush ve şimdi iktidar olan ekibi hakkında bazı bilgiler vardır. En başta W . Bush’un Meksika dışında dış ülke deneyi pek yoktur. Ama Dışişleri Bakanı Colin Powell ve Dick Cheyney, baba Bush’un adamlarıdır. Yani Körfez Sava- şı’nın mimarlarıdırlar. ABD’yi tüm dünyanın lideri yapma, herkesi arkalarına alma mücadelesi veren takımdandırlar. Clinton I993’te seçimleri kazanınca yapılması planlanan iş yarım kalmıştır. Sanki oğul Bush şimdi babasının bıraktığı yerden devam edecektir.
ABD Clinton’un yürüttüğü globalleşme politikaları ile ipleri elinden kaçırmıştır. Bush, Dünya Ticaret Örgütü’ne (DTÖ) karşı olduğunu zaman zaman dile getirmiştir. Bush’a göre ABD, çeşitli ülkeler ve guruplarla teke tek anlaşmalar yapmalıdır. ABD’nin çok uluslu anlaş- malardansa böyle teke tek anlaşmalar daha çıkarınadır. O zaman yalnız kendisine pazar açacaktır. O zaman daha kolay kendi çıkarlarını dayatabilecektir.
DTÖ, en başta çok kalabalıktır. İçinde çok ülke vardır. Bu işleri karıştırmaktadır. GATT Anlaşması içinde Üçüncü Dünya Ülkeleri’nin konumu ikincildi. Merkezler onlara bazı tavizler karşılığı ayrıcalıklar tanırlardı. Yani herhangi bir Üçüncü Dünya Ülkesi pazarını şu koşulda açarsa, o zaman ABD’de ona tekstil veya tarım ürününde kolaylık sağlardı.
__ yol----------------------------------------
__ 96 __________________________
Örneğin kota açardı. Böylece her bir pazarla her bir mal konusunda ayrıntılı dayatılırdı. GATT Anlaşması’nın ipleri hep merkez ülkeleri ve özellikle de ABD’nin elindeydi. Üçüncü Dünya Ülkeleri ayrıcalık koparmak için bekleşirlerdi. Tavizler tanırlardı. Ama şimdi Uruguay toplantısından sonra DTÖ ile birlikte her bir ülke eşit tek bir oya sahiptir. Şimdi merkezler ve ABD karşısında kendisiyle aynı oy ve söz hakkına sahip sömürdüğü bütün ülkeler durmaktadırlar. Ve ABD’ye, merkezlere karşı koymaktadırlar. Direnebildikleri kadar direnmektedirler. Ortak davranmaya çalışmaktadırlar. ABD’de onları bölmeye çalışmaktadır. Üçüncü Dünya Ülkeleri, Uruguay’da yanlış yaptıklarını, kendilerine yeterince söz verildiği gibi pazarın açılmadığını, kendilerine söz verildiği gibi kredi akışı sağlanmadığını ve DTÖ anlaşmalarının kendi aleyhlerinde çalıştığını bağırmaktadırlar. Merkezler çalışma koşulları, çevre koşulları ile onları tehdit etmektedir. Ve ortada bir anlaşma olmadan günler geçmektedir. İki tarafta bir anlaşmaya varmamaktadır. Oysa ABD bunlara kendi çıkarlarını dayatmak istemektedir. Ama DTÖ içinde ABD’nin bir yaptırım gücü yoktur. Herkes kadar söz ve oy hakkı vardır. Bu kesinlikle ABD açısından kabul edilir değildir.
Sırf bu eşit haklar nedeniyle belki ABD başkalarına kaybetmeyeceği pazarları kaybetmiştir. Bu anlamıyla Bush glo- balizmin bir yarar getirmeyeceğini düşünmektedir. İkili anlaşmalar ile daha karlı çıkacaktır. Ve de büyük balığın küçük balığı yediği düşünülürse bu böyle- dir de.
Davos sormaktadır. Peki D TÖ ’de taraflar bir araya gelemezse ne olacaktır?
Şimdiki belirsizlik ne kadar sürebilir? Bu durumdan nasıl çıkılacaktır?
AB ve Japonya bizzat Davos’ta ortak öneri verdiler. DTÖ toplansın istiyorlar. Örgütün içinde bulunduğu durumun dünyayı zor durumlara sürüklediğini savunuyorlar. DTÖ yok olmaya doğru gitmektedir. Bizzat DTÖ Başkanı ağzından çeşitli Üçüncü Dünya Ülkeleri’nin anlaşmaya, yeni bir görüşme turuna hazır oldukları açıklandı. AB ve Japonya eğer DTÖ dağılırsa kendi konumlarının ABD karşısında güç kaybedeceğinin telaşına kapılmış görünmektedirler. Brezilya, A rjantin, Güney Afrika Cumhuriyeti, Nijerya gibi ülkelerde DTÖ olmadığı taktirde söz haklarının, dövüş güçlerinin azalacağını iyi bilmektedirler. Onun için bazı ülkeler bir an evvel DTÖ’nün yeniden toplanmasından yanadırlar. Görünen odur ki ABD’ye karşı bazı ülkeler diğer iki merkez tarafından bir an önce örgütlenmeye çalışılmaktadır.
Davos’ta çok konuşulan diğer bir konuda silahlanmaydı.
Bilindiği gibi dünyamız belirli bir takım anlaşmalarla silahlanma yarışının nisbeten durdurulduğu bir dönemdedir. Çeşitli silahsızlanma anlaşmaları vardır. Ama Bush seçim propagandalarında ünlü Ulusal Füze Savunma şemsiyesi projesini gerçekleştireceğini söyledi. Ülkesini böylece güvenlik altına almak niyetindedir. Ve aslında bu savunma sistemi onun önüne hedef olarak koyduğu dış politik hatta da uymaktadır. Kendi çıkarlarına uymayan, kendi pazarı olmayan, başka merkezlere açılan ülkeler, bulunabilecek herhangi bir sahte gerekçe ile bu füzeler kanalıyla tehdit edilebilecektir.
Davos böyle bir dünyanın nasıl bir
şey olacağı üstüne kafa yormaya çalıştı. Ne tür olumlulukları olurdu acaba?
Bu silahlanmaya Çin, Rusya ve AB karşıdırlar. Rusya aralarında imzalanan silahsızlanma anlaşmalarının çiğnenmesi anlamına geldiğini savunmaktadır. Gerçeklikte öyledir. Ama artık ABD’ye söz dinletebilecek ülke var mıdır? Ona göre o günümüz dünyasında kendi çıkarlarının zedelendiğini düşünmektedir. Acaba Rusya’nın petrol gelirleri yeni bir silahlanma yarışının masraflarını karşılayabilir mi? Ayrıca Rus burjuvazisinin gücü ne kadardır? Rusya artık işçi sınıfını sömüren bir burjuvalar devletidir. Bu koşulda gücü nedir?
AB zaten bu konuda çok beceriksizdir. Hem ABD güdümüne girmek istemez hem de kendi yaptırım gücünü kurmada bir türlü karar alamaz. ABD horozlanınca NATO içinde yerini alıverir. İşte Kosova’da buna zorlandı. Ama biraz ABD baskısı artınca kendi yaptırım gücünü kurma kararı alır. En sonunda kendi çevik kuvvetini kurma kararı aldı. ABD bunu NATO içine sokmaya çalıştı. Clinton buna razı olmuştu, ama şimdi Bush ile bu konu tekrar gündeme gelecektir. Bush Kosova Savaşı’na ABD’nin katılmasına bile karşıydı. Orada ABD askerlerinin barış gücü olarak kalmasının da ülke çıkarları ile çeliştiğini söyler. Bush için ABD’nin çıkarı ne AB’nin istediği şekliyle, ne N ATO ’da, ne barış gü- cündedir. Onun çıkarı Ulusal Füze Savunma Şemsiyesi’ndedir. Arkasında bir ABD gücü olmayan AB’nin dünya sorunlarının üstesinden kapitalizmin en işe yarayacağı şekliyle gelmesi düşünülemez. ABD’nin Ulusal Füze Şemsiyesi yanında AB’nin manevra alanı ise iyice daralacak- tır. Pazarlarını nasıl ABD’ye karşı koru
--------------------------------------------- 97 —
_______davos’tan dağ görüntüleri___
— yol
yacaktır? Koruyamayacaktır. AB önünde iki şık kalmaktadır. Ya tekrar soğuk savaş, sosyalizm günlerindeki gibi ABD güdümüne girecektir ya da kendi silahlanmasını hızlandıracaktır. Bu da şimdi üstünde durduğu halklarının boğazlarının daha sıkılması demektir ki, bunun sonunun ne olacağı belli değildir. Ayrıca parçalanmak diye bir alternatif yada kocaman bir tehlike AB için hiçte olasılık dışı değildir. Kısacası ABD’nin yeniden silahlanması dünya güçler dengesini, dünya siyasi haritasını baştan başa değiştirip tanınmaz hale getirebilecek özelliklere sahiptir.
Elbette silahlanmaya Pasifik’in öte tarafından, Çin’den de tepki gelmektedir. Uzakdoğu kendi başına koskoca bir o- iaydır. Olası bir ABD silahlanmasına karşı işbirliği anlaşmaları vardır. Günümüz Çin ve Rusyası birbirlerine eskisinden daha yakındırlar, ama üstüne oturdukları burjuva sınıf gerçekliği ile de o derece birbirlerinden uzaktırlar. Rakiptirler.
Ancak şurası açıktır ki, ABD’nin silahlanmasına tüm dünya karşıdır. Ama ABD bu karşı duruşu nasıl etkisiz hale getirebilir? Bu konuda kendine yeni ittifaklar oluşturabilir mi? Nasıl becerir? Hangi politikalarla becerir, göreceğiz.
Davos’ta bütün bunlar bu olasılıklar konuşulmuştur. Ama gizli kapılar ardında, ama açık tartışmalar olarak.
Bush IMF ve Dünya Bankası’na da karşıdır. Bu finans kurumlarının işlevlerini tamamladığı görüşündedir. Bu kurumlar çok ucuza, Üçüncü Dünya Ülkele- r i’nin kaldırabileceğinin çok altında faizle kredi vermektedirler. Kredi konusu da serbest pazar koşullarına açılmalıdır. Özel finans çevreleri bu işi devralmalı-
__ 98
dırlar. Ayrıca Bush krizlerde yardım edilmesine de karşıdır. Örneğin Clin- ton’un Meksika krizinde yardım etmesini çıkarlarına uygun bulmamaktadır. Peki şimdi yakın zamana bakalım. Kendisi açık bir şekilde ekonomik bir yavaşlama ya da durgunluk içine girmektedir. Bu Üçüncü Dünya ülkeleri için bir tehlikedir. Peki bir ülkede kriz olursa Bush ne yapacaktır? Yardım etmemesinin sonuçları ne olacaktır? Davos merak içindedir. Bush bizi nasıl bir dünyaya sokacaktır. Pek tecrübesi olmayan Bush bu kadar ciddileşmiş, keskinleşmiş dünya sorunlarının üstesinden nasıl gelecektir? Kapitalizmin çıkarlarını nasıl koruyacaktır? Sopa politikası ile gümrük duvarlarının indiği bir dünya nasıl bağdaşacaktır. Barışın olmadığı bir yerde ticaret nasıl olacaktır? Hakikaten niyetlendiği gibi ABD dünyayı zapturapt altına alabilecek midir? Zorun sınırı nedir?
Davos’taki belirsizlik, cevapsız kalan sorular bunlardır. Davos’ta tekniğin yerini ekonominin almasının nedeni bunlardır. Ve de işte bu nedenle bundan sonraki Davoslar’ın şimdikine benzemeyeceği düşünülmektedir.
SOSYAL FORUM
Davos Toplantısının karşıtları çoktur. Geçen yıl Seattle’da DTÖ’nün toplantısını on binlerce kişi protesto etmişti, büyük çatışmalar yaşanmıştı. Bugün dünyada giderek gelişen bir anti-globali- zasyon akım var. Bir çok NGO diye tanınan hükümet dışı sivil toplum gurupları globalleşmeye farklı nedenlerle karşılar. Ve işte bunlar Seattle’dan beri kendilerini daha çok insana duyurur oldular.
Yıl içinde yapılan bu tür zenginler toplantılarına karşı protesto eylemleri epey yükseldi. Geçen sene yalnız Avrupa kıtasını düşünürsek, Prag’da IMF ve Dünya Bankası toplantısı, daha sonra Nice’de AB devlet başkanları toplantısı protesto edildi. Toplantıların yapıldığı yerlerde gösteriler yapılıyor ve polisle çatışılıyor.
Davos’ta da elbette aynı şeyler oldu. Ancak Davos küçük bir yer olduğundan güvenlik kuvvetleri kenti kale gibi kuşattılar ve kimseyi içeri almadılar. Sadece günler önce içeri alınmış olanlar izinsiz protestoya katılabildiler. Ama Davos’a kara ve demiryolu ile gitmeye kalkanlar güvenlik kuvvetleri tarafından geri çevrilince onlarda kent içinde gösteriler yaptılar. Molotof kokteylleri, kırılan camlar, yakılan düzineye yakın araba, tahrip edilen McDonalds lokantası ile zararın 700 bin frank dolayında olduğu tahmin ediliyor. Şimdi taraflar birbirlerini suçluyorlar. Anti-globalciler söz haklarının kısıtlanması ile demokrasi kurallarının ilk önce devlet tarafından çiğnendiğini söylüyorlar. Gösteri yasağının insanları bu teröre ittiğini savunuyorlar. Görüşlerini dile getirme özgürlüklerinin ellerinden alındığından devleti dava ediyorlar. Sonuç ne olacak şimdiden kestirmek zor, ama belli olan bazı şeyler var.
Davos Toplantısı içinde de globalleşmeye karşı olanlar vardı. Yani bu konuyu açıklığa kavuşturmak gerekmektedir. Globalizme çeşitli eleştiriler vardır. Bunları tasnif etmek uygun olacaktır. Yukarıda da değindiğimiz gibi Bush’un kendisi bile karşıdır. Ama elbette bu karşıtlığı sağ karşıtlık olarak değerlendirmek gerekir. Yani globalizm ABD’nin dünyayı istediği gibi sömürmesine yetmediği için karşı olanlardandır. Bu sağ
dan eleştiridir.
İkinci tü r eleştirenler globalizmde kapitalist sömürünün çok vahşi olduğunu savunurlar. Yani daha insancıl bir globalizm isterler. Yani sömürü daha yordamıyla yapılmalıdır. Macar asıllı ünlü fi- nansçı George Soros bu gurup içinde sayılabilir. Yani bunlar globalizm yanlışıdırlar, ama insancıl bir kapitalizm istemektedirler. IBM’in ünlü Bili Gates’i biraz buna yakın gibidir. O kapitalizmin verdiği zararları bir şekilde tamir etmesi gerektiğine inanır. Onun için Davos Toplantısında AIDS aşısı bulunma çalışmalarına 100 milyon dolar yardım yaptı. Yahoo yöneticisi de buna birkaç milyonla katıldı. Birleşmiş Milletler’de kendilerince bu doğrultuda çabalar sarfetmek- tedirler. Üçüncü Dünya Ülkeleri de az çok bu guruptadırlar. Merkezlerin pazarlarını yeterince kendilerine açmadığı çeşitli yollarla engeller koyduklarını savunurlar. DTÖ kuralları reforme edilmelidir derler. Bazı yanlarıyla Greenpeace bile bu gurup içinde sayılabilir. ‘Eğer çevreye zarar vermezse neden kapitalizm olmasın' der. Kapitalist üretimin çevreyi düşünerek, onu kollayarak üretmesini ister. Bu guruba girenlerin korkusu globalleşme bu hali ile kendi kuyusunu kazmaktadır. Kendi zıtlıklarını o rtaya çıkarmaktadır.
Birde globalizmin reforme edilmesine umut bağlamayan, bu şekliyle dünyaya her yanıyla zarar verdiğine inananlar vardır. Yeşil hareketin sol kanadı zaman zaman böyle düşünür. Bazı konularda globalleşmenin gereksiz çevre kirliliği yaptığı düşüncesindedir. Ticari kar uğruna bir tavuğun üreticiden tüketiciye ka- tettiği kilometre ve bunun yakıt karşılığının zararları tartışılır.
_______davos’tan dağ görüntüleri___
-------------------------------------------------- 99 —
Anti-global hareketin asıl savunucuları 5 yıllık deneyiminin yarattığı dünyaya tepkilidirler. Zenginlikler birkaç kişinin elinde birikirken milyarlarca insan yoksullaşmıştır. Çok eşitsiz bir dünya yaratılmıştır. Globalleşme dünyamıza hastalık, açlık, eğitimsizlik, haksızlık, kriminallik getirmiştir. Sömürüyü korkunç derecede artırmıştır. Bu guruplar örneğin Üçüncü Dünya Ülkeleri’nde çalışma koşullarının düzeltilmesini çevrenin korunmasını isterler. Ve bunu isteyerek de Üçüncü Dünya ülke burjuvalarından ayrışırlar. Kimilerine görede bu Üçüncü Dünya yoksul halklarının iyi çalışma ve çevre adına açlıktan ölmeleridir. Bu gurubun içinde olanlar her yerde devlet güçleriyle çatışmalara girmektedirler.
Son Davos Toplantısı sırasında bu düşüncede olanlar Davos’tan 180 derece uzak bir yerde, Brezilya’nın sevimli Porto Alegre kasabasında anti-Davos, Sosyal Forum diye alternatif forum düzenlediler. Davos’la sanki herşeyin ters olmasını düşünmüşlerdi. Davos’un kışına Brezilya’nın yazı. Kuzey yarımküre yerine güney yarımküre. Ufacık bir ülke yerine Latin Amerika’nın en büyük ülkesi seçilmişti. Davos’tan daha çok aydın politikacı bu foruma katıldı. Toplantının düzenlenmesine Fransız gazetesi Le Monde Diplomatique gibi kurumlar, dernekler yardım ettiler. Ve bundan sonra her yıl toplanma kararı alındı. Toplantının önde gelen isimleri arasında Brezilya İşçi Partisi’nden Olivio Dutna, McDonalds restaurantını betonlamasıyla ünlenen Fransız çiftçi Jose Bove ve Cezayir’in bağımsızlık sonrası ilk devlet başkanı Ahmet Ben Bella bulunuyordu. Toplantının açılışında Ahmet Ben Bella arkadaşı Che’nin anısına herkesi saygı
— yol------------- ---------------------------
__100___________________________
durusuna çağırdı.
Sosyal Forum’un tartıştığı konular lirasında şunları öne çıkarmak mümkündür. Herkes için zenginlik nasıl yaratılır ve dağıtılır? Eşitliğe dayalı bir finans sistemi nasıl kurulur? Bilimsel gelişme nasıl sosyal gelişim haline dönüştürülür? Yeryüzü vatandaşlarının sınırları ve olanakları nelerdir? Konuların nasıl tartışıldığını bilmiyoruz. Ama konu başlıklarından bazı şeyler çıkarmak mümkündür. Ö rneğin; zenginlik nasıl yaratılır ve dağıtılır sorusu bize sosyalizmin eleştirisi gibi gelmektedir. Sosyalizm kapitalizm gibi zenginlikler yaratamadı. Neden yaratamadı? Yarattıklarını dağıtamadı. Nasıl dağıtılacaktır?
İkinci tartışma konusu; eşitliğe dayalı bir finans sistemini yaratmak... Bu durumda kapitalizmdeki umutlar kalıcı demektir. Özel mülkiyetin var olduğu bir sistem içinde globalizm arayışları. Yani tartışma konuları bize düzenden kopuşmuş gibi gelmemektedir. Elbette birkaç tartışma konusundan kalkarak forumu değerlendirmek zordur. Ama sanırız forumda çok çeşitli yelpazeden kesimler vardır. Ve bunların alternetif bir globa- lizmi sistem içinde mi, yoksa sistem dışında mı arayıp bulacakları ayrı bir sorundur.
DEVLET DIŞI SİVİL ÖRGÜTLENMELER ÜZERİNE
Globalizm karşıtları görüldüğü gibi çok karışıktırlar. Bunlarla ilgili bilinen kesin şey günümüzün değişen koşullarının ürünü olduklarıdır. Sosyalizmin yıkılması kapitalizmi birbirine bağlayan öğeyi ortadan kaldırdı. Çeşitli sınıfların, taba
kaların ve ülkelerin çıkar farklılıkları çırılçıplak ortaya çıktı. “ Devletler gele
neksel savunmalarından yoksun kalınca çok uluslu devlet politikaları ve bazı diğer şeyleri halklara kabul ettirmede zorlandılar. Halkların bunları neredeyse otomatik olarak kabul etmesi giderek o- fanaksızlaştı ve çeşitli yolların bulunması gerekti.” (Financial Times, 25 Ocak ‘01) Yani sosyalizmin yıkılışı yalnız çeşitli merkezlerin doğmasına değil, bizzat ulusal sınırlar içinde de farklı çıkarların o rtaya çıkmasına ve eskisi gibi susturula- maz hale gelmesine yol açtı. Evet, insanlar çevre, bioteknoloji, sömürü, savaş konularına daha berrak olarak bakmaya başladılar. Beyinler sanki gerilimden, baskıdan kurtuldu, özgürleşti. Böylece çeşitli NGO hareketleri ortaya çıktı. Daha doğrusu çıkma olanağı doğdu. Sosyalizm olmadığına göre kapitalizm bunları neden çözmüyordu? Neden kendi yanlışlarını düzeltmiyordu? Yoksa sorun kendisinde miydi? A rtık insanlar başka türlü düşünmeye başladılar. Sivil örgütlenmelerin günümüzde artan öneminin böyle açıklanması mümkündür. Çeşitli amaçlar altında, çeşitli kılıklarda çıkmalarını da bu şekilde yorumlayabiliriz. Ve elbette bir çok konuda halkların bilinçlenmesine de hizmet etmektedirler.
Yapılan kamuoyu yoklamaları da halkların devlet dışı sivil örgütlere devletlerden çok inandıklarını göstermiştir. Peki o zaman bu iki faktörü bir araya toplayalım. Bu örgütler insanlara daha çok güven vermektedirler. Öyleyse devletler de el altından bu örgütleri destekleyemez mi? Hatta bizzat devlet eliyle de kurulamazlar mı? Sanırız gerçeklik biraz da böyledir. Bu örgütlerin kimisi
nin büyük finansal kaynakları vardır ve yer yer Üçüncü Dünya Ülkeleri’nde batı güçleriyle birlikte çalışmaktadırlar. Devletler bu örgütlere Afrika’da çeşitli araştırmalar yaptırtmaktadır. Bunların arabaları ile askerler taşınmaktadır. Paralar dağıtılmaktadır. Örneğin Dünyanın Dostları (Friends of the Earth) çevre gurubu böyledir. Bu örgütlerin çoğu üyesi halen Dünya Bankası içinde çalışmaktadırlar. Onun kredi açacağı projelerin çevreye uyumunu incelemektedirler. Bunları devletler çeşitli şekillerde içlerine almışlardır. Onlarla belirli anlaşmalar içine girmişler, bazılarını içlerinde hazmetmişlerdir.
Bu kurumların başka şekillerde kullanılması da neden mümkün olmasın? Ö rneğin bu örgütlerin teröre başvurmaları halkları bu olaylara karşı nötralize etmektedir. Devletler bu kurumlar aracılığıyla halk muhalefetlerini diledikleri gibi örgütleme olanağına sahip olmaktadırlar. Öfkeleri diledikleri gibi boşaltabilirler. Sanırız bunlar yapılmaktadır. Seattle toplantısında Clinton’un “ Bende dışarıdakiler gibi düşünüyorum.” demesinin altında biraz bunlar yatsa gerektir.
SONUÇ
Davos, Alp Dağları’nın tepelerinden birindedir. O tepelerden bakıldığında dünyamız sanırız böyle görülmektedir. Dünya politikası bir tepe daha atlamıştır. Sosyalizmin yıkılmasından sonraki ilk dönem bizce kapanmıştır. Globalizmin ilk sonuçlan kendini göstermiştir. Hiçte savunulduğu gibi dünyada ticaretin artması ile birlikte yoksul halkların sorunları çözülmemiştir. Yoksul halklara refah
_______davos’tan dağ görüntüleri___
101 —
— yol
gelmemiştir. Aksine yoksulluk katlanarak artmıştır. Globalizm yoksullara yenilerini eklemiştir. Yeni sorunlar doğmuştur. Dünya’mız dizginsiz sömürü içindedir. 3. Sömürgecilik dönemi en koyu günlerini yaşamaktadır. Bu gidişin gidiş olmadığı bizzat bu işi yapanlar tarafından bile söylenmektedir. Onun için bir şekilde bir yerlerinden düzeltilmelidir. Davos aslında bu arayışlar içindeydi. Sanki Davos’ta toplanan finans kapital bir kurtarıcı bekliyor gibiydi. Acaba bu kurtarıcı Bush olabilir miydi? Tartışılan bu. Bush olmak zorunda. Başka bir alternatif görülmemektedir. Ama Bush’un politikası ne kadar işe yarayacaktır? Bunları tartıştılar, düşündüler. 3. Sömürgecilik birinci dönemini kapattı. Bush ile birlikte yeni bir döneme giriyor. Bu eskisinden belirli farklılıklar taşıyacaktır. Bu açıktır.
Anti-globalciler Davos’a alınmamanın sonucu seslerini duyuramadıklarından şikayetçiler. Biraz da onun için terör estiriyorlar. Seslerini ancak o zaman duyurabileceklerini sanıyorlar. Ama bizce buna gerek yoktur. Sanılanın aksine Davos Dağı’nın tepesinden herşey görülmektedir. Onlar herşeyi bilirler. Onlara halkların acılarını anlatmaya gerek yoktur. Vicdanları da sızlayabilir. Bu yükü hafifletmek için vakıflara, araştırmalara milyonlar verebilirler. Ama sorun bu değildir ki. Sorun düzenin kendisidir. Sorun düzenin kar peşinde koşmasıdır. George Soros’unda dediği gibi biri gitse, vazgeçse, vicdanım rahat etmiyor, sömürmeyeyim dese başka biri onun yerini alacaktır. Almak zorundadır. Bu düzenin kuralı budur. Oyunun kuralı gibi. Bunun anlaşılması gerekmektedir. Onun için vahşi kapitalizmi insancıl kapitalizm hali
ne getirme çabaları boşunadır. Buna kimsenin gücü yetmez. Elbette bir takım reformlar yapılabilir, ama bu sömürünün temelini ortadan kaldırmayacağı için sadece acıyı uzun döneme yaymak anlamına gelebilir. Böyle bir yumuşatma bile Davos Dağı’ndan bakanların istemesi ile olacak iş değildir. Ancak acıyı çeken, sömürülen halklar dur derlerse, karşı koyarlarsa belki bazı şeyler değişebilir. O dur deme ne kadar kararlı olursa, ne kadar keskin olursa, acının o kadar hafifleme olanağı vardır. Reform olacaksa belki ancak o zaman olur. Ama bu da kesin çözüm değildir. Kesin olan halkların kendi değerlerine sahip çıkması ile kendi kaderlerini ellerine alması ile olacaktır. Sadece altta acıyı çekenlerin karşı duruşları ile gerçekleşebilir. Ona ancak yoksul halkların karşı koyuşu ve tutarlı dövüşü kesin çözümü getirecektir. Küba gibi böyle dövüş veren halklar vardır. Onlarla ortaklaşmalar içine girmek gereklidir. Ancak o zaman asıl, sömürüşüz globalleşmenin ya da o zaman alacağı ad ile enternasyonalleşmenin temelleri de belki böylece atılmış olacaktır.
Şubat 2001
__102
Ayşe Tansever
Aralık ayı içinde Rusya Devlet Başkanı Putin Küba’ya resmi bir ziyaret yaptı. Elbette bu ziyaret eskilerin, örneğin bir Kruşçev ya da bir Brejnev’in Küba’yı resmi ziyareti gibi değildi. Yer yerinden oynamadı. Tüm dünya soluğunu tutmuş diken üstünde beklemedi. Batı olayı sıradan bir ziyaret olarak izledi. Zaten baştan ziyaretten ne tür anlaşmalar çıkabileceği az çok kestiriliyordu ve herşeyin düşünüldüğü gibi olup olmadığı kontrol edildi. O kadar. Öyle ya; artık Rusya ne o eskinin süper gücü ne de bilinmedik bir özelliği olan ülkeydi. Ne de sosyalistti.
Küba için de artık Rus konuğun büyük bir cazibesi yoktu. Putin eski Rus liderleri gibi ne ulusal kahraman ilan edildi ne de iki ülke arasındaki ilişki “ ebedi ve bozulmaz” olarak değerlendirildi. Normal, sıradan resmi bir devlet ziyareti gibiydi. Küba normal bir ev sahipliği yaptı. Ama yine de Kanada ziyareti öncesi Putin’in Rusya soğuğunda donmuş iliklerini 40 kilometrelik sıcak Veradera kumsallarında ısıtmasına olanak tanındı.
Putin’e gösterilen bu ilgi sosyalist sistemin yıkılmasından sonra Küba’nın çektikleri düşünülürse belki de gereğinden bile fazlaydı.
ESKİ İLİŞKİLER
Küba-Rusya ilişkisi daha Gorbaçov
KÜBA ZİYARETİdöneminde değişmeye başladı. O güne kadarki ilişkilerde Küba, Sovyetler’den aldığı petrol ve makine karşılığı şeker, nikel ve narenciye veriyordu ya da geleneksel sosyalizm dış politik yapısına uygun olarak genelde takas ediliyorlardı. Sosyalizm enternasyonalizmine göre sosyalist bir globalleşme anlayışı vardı. Bu da her ülkenin kendi ekonomik, coğrafi koşullarına göre dünya işbölümü içine girmesiydi. Bu işbölümü içinde Küba’ya düşende şekerdi. Yeraltı zenginliği olarak da nikel vardı. Tarım ürünü olarak narenciye. Bu eski sosyalist anlayış açısından yeterde artardı bile. Bir de Küba sağlık konularında uzmanlaştı. Kendisine Nikaragua ve Angola gibi Afrika ülkelerinde emperyalizme karşı dö- ğüşme ve buralarda asker eğitme ve sağlıklarıyla uğraşma görevi verilmişti. Eğer Küba bunları yaparsa enternasyo- nalist görevini yerine getirmiş oluyordu. Küba’nın başka şeyle uğraşmasına gerek yoktu. Gerisi kendisine Sovyetler Birliği tarafından verilecekti. Dünya işbölümü gereği buydu. Küba da kendine denileni yaptı. Halkının dolapları Sovyetler’den gelen yiyecek maddeleri ile doldu taştı. Küba rahattı. Sosyalizmin halklarına sunabildiği kadar refah içindeydi. O kadar konforu vardı.
Taa ki bir gün dünya ilişkilerini Glas- nost ve Perestroyka Politikaları ve Yeni Dünya Düzeni belirleyinceye kadar. Gorbaçov Küba’yı Perestroyka Politika
---------------------------------------------103-----
— yol
sı’na ikna etmeye boşuna uğraştı. Berlin Duvarı’nm yıkılması, sosyalizmin çökmesi ve arkasından Yeltsin iktidarı dönemlerinde Küba yüz üstü bırakıldı. Tam anlamıyla yüz üstü, tığ teber bırakıldı. Sanki Küba diye bir devlet yokmuş, sanki bu eskinin en iyi dostu değilmiş gibiydi. Hiç kimse ilgilenmedi., Cheler’in, Fideller’in kahramanlıkları unutuldu. Eh, Lenin heykelleri indirilir, Stalinler’e tükürülür, küfredilirken böyle olması da pek şaşılası değildi. Küba tam anlamıyla felaketi, devrim sonrası en zorlu günlerini yaşadı. 30 yıllık yanlış sosyalist dış ilişkilerin bedelini acı acı ödedi.
Küba’nın var olan ideolojik, ekonomik ve askeri yalnızlığını fırsat bilen ABD, saldırısını, ambargosunu şiddetlendirdi, görülmedik provokasyonlara girişti. Karşı devrimi örgütlemek için çok, ama çok uğraştı. Avrupa kıtasında başardığını burnunun dibinde kendisinden 90 mil ötedeki küçücük adada başaramamanın öfkesi ile yandı tutuştu. Daha da vahşileşti. Yani Küba yalnız Sovyet desteğinden, O ’nun petrol, makine ve tüm yardımlarından mahrum olmakla kalmadı, üstündeki emperyalist baskılar görülmedik derecede arttı. ABD, içeride Doğu Avrupa’daki gibi bir karşı devrim gerçekleştiremeyeceğini anlayınca tüm halkı Miami’ye 90 mil öteye çağırdı. Sandı ki Castro ne yapacağını bilemeyecek! Sandı ki tüm Küba’lılar sandallara atlayıp aynı Haiti’de olduğu gibi ABD’ye göç edecekler! Castro hiç korkmadan isteyenin gidebileceğini söyledi. Birkaç sandal insan Küba’yı terk etti. ABD yine dünya halkları karşısında rezil oldu. Halk yoksulluğa, acılarına karşın ‘Ya Sosyalizm Ya Ölüm’ şiarına sarılıyordu. Onu benimsiyordu. Acı çekerek benimsiyor
__ 104
du. Kübalılar kapitalizmde sosyalist sistem halklarının gördüğü umudu görmüyordu. Geleceğini ona bağlayamıyordu. Sosyalizmin yanlışı vardı, ama bu düzeltilemez değildi.
PUTİN DÖNEMİ
Küba halkı 1990-2000 yılları arasını böyle yaşadı. Tek başına sosyalizm bayrağını gökyüzünde dalgalandırdı. Ve bir on yıl sonra Rusya Devlet Başkanı Putin Küba’yı ziyarete geldi. Ve de Küba’dan özür diledi. “ Küba ile Sovyet dönemi sonrası yaşanan soğuma bir hatadır ve ilişkiler iyi kollanmamıştır. Rusya dış politikasında Latin Amerika’ya daha çok önem vermelidir. Küba’nın ro lü çok büyüktür ve bağımsız konumu nedeniyle müthiş önemlidir... Küba uluslararası ilişkilerde hep demokratik ilkelerin gelişmesinden yana olmuştur.” (Financial Times, 13.12.00) Rusya’nın yanlış yaptığını Putin kabul etmektedir. Ama bu ne anlama gelmektedir? Nasıl bir yanlış yapılmıştır? Nerede yanlış yapılmıştır? Şimdi ilişkiler hangi seviyeye sıçrayacaktır? Yanlışlıklar nasıl düzeltilecektir?
Putin, Yeltsin politikasının yanlışlıkları üstünde yükselir. Yeltsin’in Batı’ya yapışık dış politikasına bir tepkidir. Bu Batı’ya yapışık, kişiliksiz politikanın Rusya’ya bir yararı olmayacağı Körfez Savaşı’nın hemen arkasından eski müttefik Irak’ın kaybedilmesine karşılık Suudi Arabistan pazarına alınılmaması ile kendini ortaya koymuştur. Sonra Yugoslavya Savaşı ile» de Yeltsin politikası Rus burjuvazisi açısından dönemini kapatmıştır. Putin daha kişilikli bir politika yü
rütme mücadelesi vermektedir. Ama nedir bu kişilikli politika?
“ Küba’nın bizim dünyada, en başta da Latin Amerika’da geleneksel ortağımız olduğunu tekrar söyleyeceğim.” dedi Putin kendisiyle yapılan röportajda. Küba, Rusya’nın dostu bir ülkedir. Evet. İyi. ABD’nin ambargosu yanlıştır. Peki. İyi. Doğru. Peki sonuç. Bush yeni başkan seçildi, o kutlanmalıdır. Ambargolar haksızdır. Ama günümüzün gerçekliğidir. Putin’in bu konuda söyleyecek ya da yapacak başka bir şeyi yoktur.
Şu soru sorulabilir. Denebilir ki Küba’ya karşı ABD ambargosu vardır. Aferin Putin’e, bu ambargoya rağmen Küba’yı ziyaret ediyor. ABD’ye meydan okuyor. Hayır, artık ambargo geçerliliğini yitirmiştir. Ambargo ilk olarak daha ‘93 yıllarında Kanada, arkasından Meksika telefon şirketleri tarafından delindi. Sonra İngiltere ve arkasından tüm Avrupa ülkeleri Küba ile ticari ilişkilere başladılar. Bırakalım kapitalist anayurtları ABD’nin dediğinden pek çıkamayan Latin Amerika ülkelerinden Venezüella Devlet Başkanı bile bir ziyaret yaptı. (Hatta Putin’den daha iyi ekonomik koşullarla anlaşma yapıldı.) Sonunda ABD kendisi ambargoyu kaldırdı. Gıda ve ilaç yardımı yapma kararı aldı. Ama bu kez Küba karşı çıktı. Milyonlarca Kübalı sokaklara döküldüler. Ambargonun kaldırılmasının gizli başka ambargo anlamına geldiğini tüm dünyaya duyurdular. Ayrıca dünyanın en iyi politik stratejisti olduğu söylenen Castro ABD’yi tehdite başladı. Eğer Küba’nın dondurulmuş paraları geri verilmezse Küba ile ABD arasındaki telefon görüşmelerini keseceği tehditinde bulundu. Ve şimdi bu hatlar belirli oranlarda kesiktir. Yani
artık Küba’yı ziyaret etmek ABD’ye meydan okumak anlamına hiç gelmez. Eğer ABD’ye meydan okumak isteniyorsa o zaman ABD’nin borçları ödemesi doğrultusunda baskı yapmak, bu doğrultuda Küba’nın yanında yer almak gerekmektedir.
Putin bu kadar ileri gidemez. Putin 10 yıllık burjuvazisi için pazar derdinde- dir. Rus burjuvazisi nihai olarak dünya fi- nans kapitaline bağlıdır. Özel mülkiyet temeli O ’nun elinden bağımsızlığını alıp götürmüştür. Bağırır çağırır, ama onun eninde sonunda varacağı konak dünya burjuvazisinin çıkarları doğrultusundadır. O nedenle, işte bu çerçevede hareket edebilir. Putin’in artık dış politika sahnesindeki amacının temel ideolojisi bellidir. “ Rus işletmelerinin yerini Batılı rakipler aldı.” Ruslar herşeyi yüzüstü bırakıp gidince Küba sorunlarına çözüm olarak Batılı şirketlere kapılarını açtı. Putin acaba bunları geri alabilir miyiz diye araştırmaktadır. Küba ile eskiden var olan bağlar bu kez ticari zeminde can- landırılamaz mı? Rus işletmelerinin yerini alan Batılı rakipler acaba geri püskür- tülemez mi? Öyle ya, geçmişin yüzü suyu hürmeti olsa gerektir. Değil mi yaaa? Eski sosyalist dost olarak bu kapitalistler geri plana itilemez mi?
Bir yere ziyarete giderken, hele uzun zamandır ilk defa gidiyorsak elimiz boş gitmeyiz değil mi? Bir şeyler alır götürürüz. Kapitalizmde pazar açacağı zaman böyle yapar. Eli boş gitmez. Devlet kredisi ya da herhangi bir yerden, örneğin IMF veya Dünya Bankası’ndan bir yardım alınır götürülür. Peki kapitalistleş- miş Putin acaba ne getirmiştir? Denirki Rusya yoksuldur. Kendisi IMF kredileriyle yaşamaktadır. O zaman Putin ne
_________ putin’in küba ziyareti__
---------------------------------------105----
verebilecektir?
İki ülke arasında Rusya’ya göre 20 milyar, Küba’ya göre I I milyar dolarlık bir borç sorunu vardır. Öte yandan Küba ‘90 sonrası terkedilmesinin sonucunda çektiklerine karşılık olarak bu borcu ödemeyeceğini açıkladı. Putin de geleneğe uygun olarak 50 milyon dolarlık bir kredi açtı. O kadar. Küba’nın en büyük ihtiyacı olan yakıttan söz edilmedi. Bilindiği gibi artık petrol özelleştirilmiştir. En büyük hisse sahiplerinden biri de Küba’nın unutulduğu dönemin hükümet başkanı Çernomirdin’dir. Ayrıca ikili görüşmelerden Küba’nın şekerini, nikelini ve narenciyesini almak gibi bir anlaşma da çıkmadı. Çünkü Rusya’nın dış alımı da özel şirketler tarafından yapılmaktadır. İlişkiler metalaşmıştır. A rtık kapitalist ideolojinin en pragmatik günlerini yaşamaktayız. İdeolojik bir değer kalmamıştır. Tek değer kardır. Rus şirketleri de en çok kar edecekleri yerden alacaklardır. Dış politikaları da belirleyen budur.
Putin aslında Küba’yı Latin Amerika pazarına girmek için bir kapı, bir basamak olarak gördüğünü söylemektedir. Ama zaten yoksul ve kriz içinde olan Latin Amerika ülkelerinin kredi açamaz durumda olan bir Rusya ile ne türden ticari işler yapabilecekleri ya da Rusya pazarından ne alabilecekleri ayrıca düşündürücüdür.
KÜBA'NIN KAZANÇLARI
Her ne koşul ve gerekçe ile olursa olsun Rusya dönüp dolaşıp gelmiş ve Küba’dan özür dilemiştir. Küba olduğu yerde durmaktadır. Rusya politikası ise bir yarım daire çizmiştir. Bu Küba’nın
— yol----------------------------------------dünya kamuoyunda ve ulusları içindeki sağlamlığını ve kişiliğini göstermektedir. Ve Küba’nın bağımsız dış ilişkileri övülmüştür. Bu Küba açısından büyük önem taşımaktadır.
Küba belki batılı çokuluslu şirketlerle iş yapmaktadır. Bazı reformlar yapmıştır. Ama Castro defalarca bunun ideolojik olarak inanmakla bir ilişkisi olmadığını, sadece düzlüğe çıkmak için yapmak zorunda kaldıklarını açıkladı. Bu kadar zor durumda kalmasına rağmen bile Küba, IMF ve Dünya Bankası üyesi olmamakla övünmektedir. Ve de hemen ekleyelim, tüm dünyada globalizm koşullarında sınıflaşma görülmedik derecede artarken, dünyanın üçte biri günde I doların altında yaşayabilmek için acı çekerken, Küba ekonomisi daha iyiye gitmektedir. Küba her geçen gün ayakları üstünde daha sağlam durmaktadır. Bu bütün ekonomistlerce kabul edilen bir gerçekliktir.
Küba bugün ABD’nin en azılı düşmanıdır. Oysa dünyamız kapitalizme karşı çıkanların başına gelenlerin örnekleriyle doludur. Irak, Yugoslavya üzerine bombalar yağdı. Kuzey Kore ve Libya hala dillerden düşmediler. Afganistan abluka altında. Arada bir bombalanıyor. Ladin’i hedefledik deniliyor. Ya da A frika’da Sudan, Kenya gibi ülkeler yalan gerekçelerle bombalanıyor. Ama Küba bombalanamadı. ABD istese orayı da bombalayamaz mıydı? Teknik olarak o askeri dev için bu işten bile değildir. Gerekçe mi? ABD bu konunun üstadıdır. Gerekçeyi yoktan var ediverir. C l A arşivlerinden birşeyler mutlaka yaratılır. Ama yapmıyor. Daha doğrusu buna rağmen yapamıyor. Ve artık bu saatten sonra hiç yapamayacaktır. Temel
__106
nedeni Küba Halkı’nın rejimlerine inanmasında ve onların Amerikan sömürgeciliğini ‘60’lara kadar yaşamış olmalarında yatar. Küba’lılar bilirler kapitalizm ne demektir! Onlar kapitalizmin ABD vitrinleri olmadığını bilirler. Kapitalizmin Latin Amerika’daki açlar, yoksullar, hastalar, sokak çocukları, dilenen, sokaklarda kalmış yaşlılar, deforme olmuş, insanlıktan çıkmış halk olduğunu bilirler. Onun içinde Irak Halkı, Yugoslavya Halkı ve bunun gibi birçok halk bombalanıyor, ama Küba Halkı değil.
ÖNEMLİ BİR DERS
Sosyalist sistemin vardığı konağı hiçbir şekilde savunmak mümkün değildir, ama yaptığı yanlışlıklardan ders çıkarmak gereklidir. Sosyalist sistemin çökmesinin temel nedenlerinden biri kapitalizm gibi hesap adamı olmamasından kaynaklanır. Elbette dost ülkelere yardım edilecektir. Elbette bu sosyalist enternasyonalin temelini oluşturur, ama bunun ilkeleri sosyalizmin uyguladığı gibi olmamalıdır. En başta her ülke kendi başına ayakta durma becerisini göstermelidir. Her ülke kendini zorlamalıdır. Binlerinin üstüne yıkılma anlayışı tamamen terk edilmelidir. Sosyalist sistem bağımsız devletlerin kendi ayakları üstünde duran devletlerin birlikteliği olmalıdır. Şimdi kapitalizmin globalizminde yaşanan nedir? Kapitalist ülkeler diyorki biz size bakarız. Biz size kredi veririz. Siz de bununla ekonominizi canlandırırsınız ve bizim gibi olursunuz. O, hiçbir şekilde ülkeleri bağımsız, kendi ayakları üstünde duran ülkeler haline getirmek değil, kendine bağımlı, kendi başına du
ramayan sömürebileceği ülkeler haline getirmeye çalışıyor. Sosyalizm ne yaptı? Sömürme anlayışından uzak olarak bağımlı çocuklar yetiştirdi sanki. Asla kendi başına ayakta duramayan, bağımlı, bir şeyleri tam beceremeyen, tembel, hep birilerinin kendisi için karar vermesini, çalışmasını bekleyen ülkeler yarattı. Bağımsız ülkeler yaratamadı. Aslında bu haliyle kapitalizmden farklı olmuyordu. Şımarık, sanki zengin baba malı yiyen devletler topluluğu haline geldi. Ve bir- gün de bu baba ölmeye mahkumdu ve öldü. İşte Küba da öksüz kaldı. Kendi başına ayakta duramamasının acısını çok feci şekilde çekti. Şimdi bunu telafi etmeye, aşmaya çalışıyor.
_________ putin’in küba ziyareti__
107-----
Haşan O ğuz______ ________________________________________________Konuk Yazar
TEORİNİN SORUNLARI ÜZERİNDEN MARKSİST HAREKET İLE LİBERAL SOL HAREKETI. TOPLUMSAL DEĞİŞİM VE 28 ŞUBAT'IN ROLÜ
28 Şubat 1997 darbesinden bugüne kadar toplumsal sürece ilişkin önemli gelişmeler yaşandı. Ancak 28 Şubat tartışması bitmedi. Amacımız 28 Şubat ve sonrası sürecin genel bir değerlendirmesini yapmak değildir. Bu tamamiyle başka bir yazı konusudur. Ancak biz liberal-reformist sol hareket ile Marksist hareket arasındaki “ teori ve politika” alanında giderek derinleşen çatışmanın temel omurgasında neler olduğunu biraz daha somutlayabilmek amacı ile tarihe bir not düşmek istiyoruz. Ortada yarı- askeri bir darbe olarak da adlandırılan bir süreç duruyor. Aradan üç yıl geçmesine rağmen 28 Şubat Hareketi’nin sonuçları toplumsal süreçleri giderek derinden etkilemeye devam etmektedir. Ancak biz tarihsel olayları (şimdiden tarihsel olan 28 Şubat’ı dahil ederek) tarihsel materyalizm ışığında değerlendirirken, onu, toplumsal sınıf savaşımının bir sonucu ve politik bir görüngüsü olarak ele alıyoruz. Dolayısıyla hangi biçimde olursa olsun, tarihsel savaşımlar (ki bunlar siyasal, dinsel, kültürel, ideolojik vb. olabilir) özünde toplumsal sınıf savaşımlarının doğal birer ifadesidirler.
28 Şubat, toplumsal sınıf mücadelesinin doğal ve kaçınılmaz bir sonucu olarak ortaya çıkmıştı. Görünüşte MGK
__108___________________________
toplantısının kararları sıradan ve olağan bir toplantının sonucu olarak görülüyordu, gerçekte ise bunun arkasında sınıflar mücadelesinin görüngüsü saklıydı. İlk elden bakıldığında 28 Şubat Hareketi, Kürt Hareketi’ne ve Siyasal İslam’a karşı yeni bir stratejik konsept olarak görülüyor olsa da, bu aslında toplumsal sürece farklı bakan değişik sınıflar arasındaki çatışmanın bütün özelliklerini göstermesi anlamına geliyordu. 28 Şubat’ın anlamı, KUKM’ye ve Siyasal İslam’a karşı alınan kararlardan öte, toplumsal sürecin bu yeni konsepte göre düzenlenmesiydi. İdeolojik, siyasal, sosyal ve kültürel biçimlerde ortaya çıkan bu yeni toplumsal süreç, yaşamın kaçınılmaz çizgileri haline getirilecekti. 28 Şubat’ta devlet, yalnız kendi kurumlarına çekidüzen vermekle kalmadı, sınırlarını daha da genişleterek bütün sivil toplum kurumlarına da çekidüzen vermek istedi. Dolayısıyla bütün ‘kamusal alan’a ilişkin kurumlar gibi toplumsal yaşamın içinde var olan bütün sivil kurum ve partiler, başka bir deyişle “ toplumsal alan”a ilişkin bütün öğeler, çerçevesi çizilmiş bir zemin üzerinde birleştirilecek ve toplumsal akışkanlıkları aynı temel üzerinde düzenlenecekti.
28 Şubat kuşkusuz tek yanlı ve salt İç dengelerin üzerinden gerçekleştirilen Bonapartist bir hareket değildir. Yeni yüzyıla girerken, devlete ve egemen sınıfa, AB de dahil olmak üzere Yeni Dünya Düzeni (YDD) olarak ifade edilen küre
marksist hareket ile liberal sol hareket__
sel kapitalizmin, yeniden yapılanma sürecini dayatmasının kaçınılmaz ve doğal bir sonucuydu. Bizim gibi henüz sınıfları tanımadan önce devleti tanıyan ülkelerde, toplumsal süreçlerin yeni bir kon- septe göre düzenlenmesi kendi iç dinamiklerinin harekete geçmesinden ziyade yukarıdan aşağıya bir müdahale tarzıyla olagelmiştir.AB bağlamındaki yeni siyasal düzenleme yine bu öngörü üzerinden gerçekleşecekti. Böylece bu yeni sürecin önündeki engeller sancılı da olsa temizlenecekti. Bunun önünde esas olarak iki temel engel vardı: bunlardan birisi Kürt devrimci hareketiydi, diğeri ise Siyasal İslam’dı. Bu süreç düzlenir ve öngörülen toplumsal süreçte derinleşme olursa, aynı düzeyde sistemin kendi içindeki dengeleri de çözer ve devletin refleksini yeni sürece doğru kanalize edebilirdi. Sistemin kendini yeniden üretebilmesi için, hala eskide direnen ve olabildiğince önemli bir ağırlığı olan statükoculuğun aşılmasını zorunlu kılıyordu. Öyle sanıyorum ki, bu hala tümüyle başarılmış bir süreç değildir ve hala önemli bir direnme devam etmektedir. Buradan da anlaşılabileceği gibi, 28 Şubat darbesi (ki buna postmodern darbe diyenler de vardır) salt siyasal hedefleri olan bir hareket değildir, aynı zamanda toplumsal süreci uluslararası yeniden yapılanma ve iş bölümü temelinde yeniden düzenleme gibi kapsamlı bir manzumeler bütünüydü. Böylece Refahyol hükümeti düşürüldü, RP kapatıldı ve Siyasal İslam’a karşı bilinen süreçler gerçekleştirildi. Sonuçta Siyasal İslam’ın temsilcisi veya devamı konumunda bulunan FP, tarihinde ilk defa AB’ye girme politikasını savundu ve hareket daha ılımlı bir İslam politikası izlemeye başladı. Bu kuşkusuz
ABD’nin politikasına denk düşüyordu. Aynı şekilde PKK Başkanı A. Öcalan ABD’nin inisiyatifi ile yakalandı ve Öca- lan’ın savunmasıyla birlikte PKK silahlı mücadeleden vazgeçtiğini açıkladı ve YDD’ye karşı değil, onun içinde kalarak meşruiyetini sürdüreceğini belirtti. Hatta yeni yüzyılda artık ulusların kendi kaderini tayin etmenin gerekli olmadığı açıklandı. Ve AB’ye katılmanın gerekli olduğunu savunmaya başladı.Böylece devlet, bu iki alanda henüz birçok yanıyla zorlansa da hedeflerini gerçekleştirmede önemli mevziler elde etti.
Burada kemalist sol parti ve örgütlerden, ‘marksist’ görünümlü liberal sol partilere kadar (hatırlatmakta fayda var: 28 Şubat’ın ilk günlerinde 41 demokratik örgütün generallerin programına nasıl destek vererek sokaklara çıktıklarını hatırlatabiliriz) küresel emperyalizmin ve onun doğal müttefiklerinin öngördüğü bu yeni süreç, toplumsal ve düşünsel zeminde yeniden bir düzenleme hareketi olarak derinleşti ve bu durum böylece sosyalist hareket içinde yeni tartışmayı da başlattı. Kuşkusuz bu tartışmanın köşe taşları “ teori ile politika” nın yeniden bir tanımı olarak kendini gösterecekti.
Peki ama bu politik çizginin karakteristik özellikleri nelerdi?
II. LİBERAL SOL HAREKET VE ÖDP
28 Şubat Hareketinin derinleşmesi siyasal ortamda önemli sonuçlara yol açtı. Bu süreç sosyalist harakette kaba bir ayrımla üç ana eğilimin daha çok berraklaşmasına neden oldu. Kuşkusuz bu üç eğilimin temelleri 28 Şubat öncesinde
109---
de vardı ve neredeyse yüzyıllık bir tarihle bağlantılıydı. Ama 28 Şubat’ın derinleştirdiği esas olgu, bu üç ana eğilimi kendi içinde daha çarpıcı ve karakterize edici bir noktaya taşımış olmasıdır. Bunları şöyle belirtmek mümkündür:
1. Liberal-reformist sol hareketler,
2. Dogmatik-ortodoks sol hareketler,
3-Marksist bir temele dayanan solhareketler.
Öncelikle şunu belirtelim. Bu yazının esas amacı sosyalist hareketimizin bir değerlendirmesini yapmak değildir. Böyle bir amacımız yok. Konumuzun anlaşılması için sadece geçerken bazı karakteristik özelliklere vurgu yapacağız. Esas konularımızdan birisi olan liberal sol harekete geçmeden önce, yine de dogmatik ve sekter sol hareket üzerine birkaç belirleme yapmak gerekiyor. Temelleri Marksist bir söyleme dayanan, politik ve ideolojik alanda en çapsız ve donuk, toplumsal sınıf zeminlerinden kopuk iradeci (volanterizm) bir harekettir. Sov- yetler Birliği ve Doğu Bloğu’nun yıkılmasıyla kendini bu yıkımdan vareste tutacağını sanıyordu. Zira SBKP’ye karşı eleştirel bir teorik temelleri vardı. Ancak bugüne kadar en canlı ve hareketli olan bu blok, geçmişin bazı emekçi ve gençlik hareketi üzerinden varlığını koruyarak politika yapan ve PKK’nin silahlı mücadelesi ile moral değerlerini ayakta tutan bir süreç yaşadı. PKK’nin silahlı eylemi bırakmasıyla birlikte zaten uzun süreden beri emekçi hareketindeki durağanlık ve geriye savruluşla birlikte, daha çok içine doğru büzülmeye başladı ve mülkiyetçi bir kafayla Marksist değerleri sahiplenirken, onu adeta bir dogmalar yığını haline dönüştürdü. Dış dünyadaki toplum
__ 110____________________________
— yol----------------------------------------sal ve siyasal gelişmelere, özellikle bilimsel çalışmalara kendini kapadı ve adeta ‘tarikat’ mantığı egemen bir özellik haline geldi. Bu hareketlerin en karakteristik özellikleri, dinamik yapısına karşın, politika ve teori konusunda hemen hemen tüm üretkenliğini yitirmesiyle anlaşılabilir. Giderek küçülüyor ve böyle giderse duruş zemininde ki olumlu değerlerini de kaybedebilir ve daha hızlı bir tasfiye süreci yaşayabilir. Kuşkusuz bu hareket ayrı bir yazı konusu olarak ayrıntılı incelemeyi gerektiriyor.
Marksist hareketin dağınıklığı ve çözüm önerilerini ise tamamıyla ayrı bir yazı konusu yapmak niyetinde olduğumuzdan, burada daha çok Marksist-Le- ninist hareketin düşünsel eksenine ilişkin sorunlara vurgu yapacağız. Şimdi yazının esas konusu olan liberal sol hareket ve onun en tipik temsilcilerinden birisi olan ÖDP’nin bazı özelliklerine vurgu yapabiliriz.
Liberal solun temsilcisi konumundaki ÖDP, AB ve Kürt Sorunu tartışmaları sürecinde adeta liberal burjuvazinin ve onun aydın ve sanatçılarının sırtına yaslanarak güçlenebileceğini sandı. Bunu politikanın eksenine koydu. Kuşkusuz onun literatüründeki güçlülük, seçim partisi olarak oyunu yükseltmekti. Belirli bir siyasal boşluğun yarattığı aralıktan böyle bir güçlenme politikasının eksenini oluşturmayı amaçladı. Ancak 18 N isan seçimlerinde büyük bir hezimete uğrayarak yüzde sıfırlarda seyretti. Bırakalım AB ile entegrasyonu savunmasını, AB üyeliğiyle “ insan hakları ve demokrasinin” geleceği hayalinin temelini ve sınıf karşıtı konumunu, hatta Kürt meselesindeki sosyal şoven konumlanmasını derinleştirdi. Buna karşın ülkemizde liberal
marksist hareket ile liberal sol hareket__
burjuvazi tarafından bile ciddiye alınmadığının kanıtları yeterince öğretici oldu. Hatta tarih göstermiştir ki özellikle burjuva devrimlerini yapamayan bizim gibi ülkelerde liberal-reformist sol hareket, liberal burjuvazinin toplumsal zeminlerinin gölgesinin yanına dahi sokulmamıştır. Sol tandanslı liberal-reformist yol arkadaşlarını elinin tersiyle itmiştir. Çok daha fazla örnekleri de olsa, bunun en bariz örneği 1848 Haziran Devrimi ile 1917 Şubat Devrimi’nde, Fransa ve Rusya’da yaşanmıştı. Ancak bize ait liberal sol hareketin kurmayları, 1848’ deki demokratik küçük burjuva partisinin, cumhuriyetçi burjuva partisinin güçlendiği bir zaman kesitinden sonra nasıl yarı yolda terkedildiğini bilir. Oysa ki bizdeki sol hareketin, şehir küçük ve orta mülk sınıflarının yenilgi psikolojisi içinde bir temele dayanmak istemesi, ama bunu bile başaramaması, onun toplumsal sınıf zemininin ne kadar zayıf ve güçsüz olduğuna işaret eder. Dolayısıyla liberal burjuvazinin alt katmanları bile onu kendi gölgesinin yanına dahi yaklaştırmadı. Belki biraz önü açıldı, sokakları süpürmelerine göz yumuldu, ama orada bile biraz ileri gidildiğinde başına devletin dipçiği inmeye başladı. Gerçekte liberal sol hareket (ÖDP vb.), liberal burjuvazinin bırakalım omuzlarına tutunmak, acı ve hüzünlü de olsa küçük ve dar bir dünyanın içinde daha henüz dereyi görmeden paçaları sıvamaya başlamıştı. Böylece liberal sol temsilcilerimiz, takım elbisesini bile giyemeden düzenin üniformasını giymek zorunda kaldı. Böylece o, daha işin başında İstiklal Caddesi’ni süpürürken kısa pantolonlarla dolaşmaya başlamıştı bile. Marx 1848 Devrimle- r i’nde Montaigne için “ sabrı meslek ha
line getiren ve bugünkü yenilgisinin acısını gelecekteki zaferlerinin kehaneti ile avutan” birisi olduğunu belirtirken, ne kadar büyük bir kehanetle bizim reformist sol hareket temsilcilerini (özellikle onun içindeki ‘radikal’ kanadı) anlattığına inanmamak için hiçbir neden olmasa gerek.
Kuşkusuz burada liberal sola omuz vererek ortak bazı idealleri geliştirmek isteyen ve hayalle gerçek arasında yalpalayan bazı devrimci dostların son darbe ile disipline verilmiş olmaları, sadece insana acı ve hüzün vermiyor, aynı zamanda büyük ‘düşünme serüveni’nde ki savrulmanın ipuçlarını da gösteriyor. İnsan haklı olarak soruyor: Liberal sol parti ile ortaya çıkan bu hareketin neresinde Marksizm’e ait birşey buldunuz? Zira a - ğırlık merkezini Özgürlükçü Sol Gru- p’un (ki geçmişi Dev-Yol olan) oluşturduğu bu hareket için, sanıyorum en güzel tanım şöyle yapılabilir: ÖDP cisimlerini yitirmiş birer gölgeler ordusudur, hala bu ordu yumruğunu havadaki boşluğa sallamaya devam ettikçe düşüyor, düştükçe biraz daha geriden başlamak zorunda kalıyor. Bu ise giderek daha fazla sağa sapmanın teorik ve politik kulvarını derinleştiriyor. Doğruların ‘cisim- leştiği’ nokta ile ‘gölgeleştiği’ nokta arasında her zaman bir gel-gitler oyunu yaşanmıştır. Düşüncede cisimleşme yaşamdaki cisimleşmeyle birleşmemişse bu gel-git oyunlarında sürekli yeni gölgeler ordusu mevcut olacak ve kendini yeniden üretecektir. ÖDP’nin acılı ve hüzünlü tarihi budur.
Pozitif bilime ait bilimsel doğrular, kuşkusuz laboratuarın deneysel bulgularıyla ortaya çıkmıştır, ama tarihsel ve toplumsal doğruların matematiksel bir
111---
— yolaçıklaması olsa da , devrimler tarihinin insanlığa bıraktığı deneysel birikimler, laboratuarın deneysel bulgularından daha yaşamsal öneme sahiptir. Tarihsel-top- lumsal olaylar ile bu olaylara damgasını basan kişiler, Hegel’in dediği gibi iki kez yinelenir, ama Hegel’in unuttuğu şeyi, Marx tamamlamıştır; birinci kez trajedi ikinci kez komedi. Şimdi bu komediyi yaşamak durumuna katlanıyor olmamız, ÖDP oluşumu öncesindeki uyarılarımızı ne kadar haklı çıkarsa da, trajedinin sonuçları yeni bir komedi oyunuyla tekrar oynanmak zorunda kalmışı, sadece insana gerçek bir hüzün vermiyor. Ama aynı zamanda ‘düşünsel krizimizin’ ağırlığında nasıl ezildiğimizi de gösteriyor.
Devrimci bir düşünsel yapı ana gıdasını ideolojik bir temelden alır. Ama bir zamanlar devrimci idealleri paylaşanlar bugün yenilginin yarattığı psikoloji ile şimdi ‘yeni zamanların’ boşluğunda kö- türümselleşerek felçleşmiş dürümdalar. Tarih acımasız rolünü oynuyor, ama hala bazı siyasi körler bu acımasız rolün sonuçlarını değerlendiremiyorlar. Burada tarihi yapan önderlerin yine tarihe kendi öznel düşünceleri ile müdahale etmelerinin paradoksal çıkmazı yatıyor. Oysa en büyük paradigma bu değil midir? Kuşkusuz tarih kendi öznel düşüncelerimizle ve kendi seçtiğimiz koşullarla gerçekleşmez. Tarih kendi koşulları içinde geçmişten gelen ve önümüze uzanan nesnel koşullar içinde yapılacaktır. Şimdi bu cüceleşen önderler böyle bîr tarihsel süreç içinde ‘bütün ölmüş kuşakların geleneği, büyük bir ağırlıkla yaşayan beyinlerin üzerine çökmüştür’ diyen Marx’i nasıl tarif edeceklerdir? Burada bir anekdota yer verelim: İki oğlunu şehit veren bir babanın anlattıkları a
cı ve hüzünlüdür, ama o kadar da öğreticidir. Liberal ÖDP’nin büyük gövdesini oluşturan grubun, doksanların başında yaptıkları bir toplantıda “ önderlerden” biri konuşuyor; artık biz yasal olmayan yoldan yeni örgütlenmeye ve çalışmaya gidecek durumda değiliz. İtiraf açık, “ artık biz devrimci yolu kullanamayız.” Baba ise soruyor; ben oğullarımı sizin şimdi reddettiğiniz yapı içinde şehit verdim. Peki ama siz devrimci bir yolu terkedi- yorsanız şimdi benim oğullarım ne için öldü ve onları kim geri getirecektir? Ve şimdi sizin idealleriniz için ölüme gidenlere ne diyeceksiniz? Evet acı ve hüzünlüdür tarihimiz, ama şimdi o şehitlerin yüzü-hürmeti için ayakta duran bizler, nasıl olur da gerçek ideallerimizden vazgeçmiş olabiliriz? Rosa Luxemburg’un mezarının başında şöyle yazar: “ Die Toten mahnen uns” . Yani ölüler bize hatırlatıyor. Evet uğruna savaş verdiğimiz ve öldüğümüz kuşağımız bize hatırlatıyor: “ Biz ölsek bile ideallerimizi sürdüren mücadele yoldaşlarımız var ve bu yüzden rahat uyuyoruz.”
Gerçekten yakın tarihimizde, bu önderlerin bıraktığı kötü bir miras, hala bizlerin beyinlerinde bir ağırlık merkezi oluşturuyor ve yakamızdan silkip atamıyorsak, hareketin kaderini de tehlikeye atıyoruz demektir. Çünkü sosyalist hareketimizin en önemli sorunu ne yazık ki hala önderlik sorunudur ve bu sorun devam ediyor.
Liberal sol, küçük ve orta sınıfların (özellikle şehirli nüfusun) duygularının ve istemlerinin koalisyonu olmak iddiasıyla yola çıkmıştı. Ama onlar HADEP, hatta CHP ve FP’nin bile gerisine düştüler ve sloganların fiili yaşamdaki anlamı anlamsızlık olarak görüldü. “ Devrimci
__112
marksist hareket ile liberal sol hareket__
sivrilikler” törpülendi. Demokratik ufkun dar sınırları içine bürünen bir toplumsal manzumeler isteğine dönüştü. Orta ve küçük burjuvaların demokratik istemleri ‘aşkın ve devrimin’ parolasında ifadesini buldu. Ama burada ‘devrim’ aşkın yanında iğreti bir süs aracı olarak göründü. ‘İlk aşk unutulmaz’, ‘gökkuşağı’, ‘istersek Türkiye değişir’ gibi benzer kü- çükburjuva söylemler hareketin ruh halinin de bir aynası gibidir. Çevreci-yeşil- ci ile aşkın karışımından nasıl bir devrimci oluşum doğar, bunu o tanınmış ve meşhur ‘önderlere’ ithaf ederek geçelim. Böylece demokratik istemler sulan- dırıldığı gibi bu istemler nihai hedefin siyasal biçimlerinden de kopartıldı. Sonuçta parti tutarlı bir demokratik kü- çükburjuva partisi dahi olamadı.
Nihayet politikanın sınıfsal zemini sermaye ile emek arasında ara bir uzlaşmacı yol olarak belirdi. Ücretli kölelik sistemini kaldırmak isteyen bir hareketin dayanacağı temel zemin işçi sınıfı ve emekçi kitlelerdir. Sınıfsal bir ufkun var olması gereken böyle bir duruş, zaten liberal sol partide olanaklı değildi. Ama bırakalım böyle bir sağlam duruşu, emek ile sermaye arasındaki ve onun sınıfsal ifadesi olan proletarya ile burjuvazi arasındaki uzlaşmaz olan çelişkiyi hafifletmek, mümkün olursa ortak bir uyum çizgisine dönüştürmek ve reformcu hayaller yaymaktı amaç. Bu hem eylemlerinde hem de söylemlerinde net ve anlaşılır bir tarz haline geldi. Daha doğrusu onun görevi, kitlelerin sol umutlarını düzenin değirmeninde tüketmekti.
Kuşkusuz liberal solun söylemine de yansıyan bir nokta daha vardır. Bu söylemler yeni tarihsel sürece ayak uydurmak, başka bir deyişle yeni koşullarda
politika üretmek adına yapıldığı belirtilir. Peki ama darlaşmış ve katılaşmış, ideolojik ve politik anlamda içi boşaltılmış demokratik bir ufuk darlığının esas gerekçesi, küresel kapitalizmin yaratmış olduğu yeni koşullara uyum sağlamakla açıklanabilinir mi? Zira bilindiği gibi liberal sol hareketin temsilcileri, YDD’nin uluslararasında ve ülkemizde yarattığı toplumsal değişimlerden yola çıkarak kendi sınıfsal zeminlerini ve ona denk düşen politik konumlarını daha da derinleştirmişlerdi. Böyle bir ufuk daralması sınıfsal pozisyondan sapmanın doğrudan bir politik sonucu olsa da, duruş konumunu böyle bir nedenle gerekçe- lendirmek! Evet bunu nasıl anlamak gereklidir? Devrim özlemlerinin dibe vurduğu bir dönemde yeni koşullara uyum sağlanması gerçekten nasıl anlaşılabilir? Evet, ortada bir uyum var. Ama bu uyum, proletarya perspektifinden kopuşun ve liberal burjuvazinin politik hattında at koşturmanın bir uyumu gibidir. Bu olsa olsa sınıfsal savaşımın politik görüngüler alanında kapsam ve anlamı çok karıştırılan ve tamamıyla soyutlamaya dayanan ve ‘demokrasi ve insan hakları’ söylemi ile süslenmek istenen bir sınıfla- rarası işbirliği çizgisinin derinleştirilmesi kulvarıdır.
Elbette devrimin dilinde bir yumuşama ve taktik mücadelenin kimi sorunlarında geri bir konumlanış olabilir. Elbette bizi kitlelerden koparacak sivri ve slogancı bir tarz terkedilebilir. Ama bütün bunlar stratejik konum olan emek ile sermaye arasındaki uzlaşmaz çelişkiyi uzlaşılabilir bir noktaya taşımayı gerekli kılar mı? Zira demokratik ufuk ile malül- lenmiş bir hareket, küçük ve orta sınıfların özlemlerini taşıdığı ve dolayısıyla ara
-------------------------------------- 113 —
sınıfları temsil ettiği için, biraz da söylemleri ‘Marksizm’ ile cilalanmışsa, o her zaman devrimci duruşu ‘eski ve geri kafalılık’ olarak suçlar. Ne yazık ki ülkemiz sol hareketinde dogmatik ve şabloncu geleneğin azımsanmayacak varlığı, bu türden liberal sol çevre için bulunmaz bir ortam ve fırsat yaratmıştır. Sol dogmatizmin kefaretini gerçek Marksistler çekmiştir, ama sağ reformist çizgi için de yeni buluşma noktalarını yaratmıştır.
III. MARKSİST HAREKET TEORİNİN NERESİNDE DURUYOR ?
a. Zorunluluk KavranılmadığıMüddetçe DüşünselÜretkenlikte Kavranılamaz12 Eylül yenilgisi uzun yıllar devrimci
hareketi savaşımın elverişsiz toplumsal koşulları içinde bırakmıştı. Ve böylece uzun bir tarihsel dönem gözlerimizin önünden akıp gitti. Çoğu zaman seyirci bir konumun dar psikolojik etmenleri içinde bıraktı kuşağımızı. Tarihsel olan bu yazgı SSCB’nin yıkılmasıyla ve sosyalist ütopyanın giderek dibe vurmasıyla daha da derinleşmişti. Ama henüz devrimci hareket ne oluyor demeye kalmadan, aslında içinde yaşadığı toplumsal devinim sürecinin bu iki kopuşunun arkasından büyük bir gürültüyle yeni bir kopuş sürecinin üstümüze geldiği çok sonraları da olsa farkedildi. Aslında gelen gürültü sesleri bugüne ait değildi, bunun ipuçları yetmişlerin sonlarından itibaren ortaya çıkmıştı. Küresel kapitalizmin atomize ettiği bu yıkıntının etkilerini yüzyılın sonunda daha anlaşılır bir tarzda içselleştirmeye başladık belki. A
__ 114____________________________
— yol----------------------------------------ma henüz bu süreçten uzak olanlar hala yok sayılamaz. Bir çağın kapanıp yeni bir çağın açıldığı bir dönemde baş döndüren gelişmelerin toplumsal süreçler üzerindeki derin etkisi “ teknolojik emperyalizm” olarak da adlandırılan kapitalizmin yeni ve “ küresel” süreci olarak ortaya çıktığında kafalarımızda şimşekler çakmıştı, ama hala ne oluyor demeye kalmadan nesnel-tarihsel süreç rolünü oynamaya çoktan başlamıştı bile. Hegel “zorunluluk kavranmadığı ölçüde kördür” der. Öyle bir zorunlu durum ortaya çıkmıştı ki, ya bu körlükten kurtulabilmek için çıplak gerçeğin zorunluluğunu kavrayarak onu tanımlayacaktık ya da ağır bir tasfiyeci süreçle birlikte politikanın dışına atılacaktık. Böylece bu sonuca katlanmak zorunda kalacaktık. Dosto- yevski bir yerde şöyle der: “ Gerçekliği ancak gerçekle hayalin birleştiği noktada severim.” Burada gerçekliği toplumsal yaşamın doğal çıplaklığ ı, hayali de toplumsal projemiz olarak görürsek, o zaman insanlığın geleceğine yeni tanımda getirmiş olabiliriz. Keşke bu zorunluluğu ve gerçekliği kavrayabilseydik.
Bu dönemde,insanın yaşamını belirleyen ve insanı insan yapan birçok değerlerin atomize olması gibi, düşünce yapısı da atomize olarak parçalandı. Dolayısıyla bu yeni dönemin en çarpıcı özelliği, düşüncenin parçalanması olduğu kadar, yeni sürecin de düşüncede anlamlı bir noktaya taşınamamış olmasıdır. A rtık bu noktadan sonra gerçekliğinde anlamı değişmiştir. Dün gerçek olan toplumsal olgular bugünün nesnelliği içinde gerçekliği de tartışılır olmuştur. Sovyetler dün gerçekti, ama bugün gerçek değil. O nedenle Engels, Hegel’in gerçeklik sorunu ile ilgili yaklaşımı için şunları söylemişti:
marksist hareket ile liberal sol hareket__
“ Hegele göre gerçeklik, hiçbir şekilde, her koşulda ve her zaman şeylerin belirli bir siyasal ya da toplumsal duruma uygun gelen bir san değildir.”
Engels diyordu ki, Roma Cumhuriyeti gerçekti, ama onun yerini alan Roma İmparatorluğu da gerçekti. Engels devam ediyordu: 1789 Fransız Monarşisi gerçek dışıydı, yani tüm zorunluluktan yoksun ve usa aykırıydı. Büyük devrim onu yıktı. Burada monarşi gerçek dışı, devrim ise gerçekti. Ve o şöyle tamamladı düşüncesini: “ ...ve böylece gelişmesi sırasında, daha önce gerçek olan herşey gerçek dışı olur, zorunluluğunu yitirir, var olma hakkını, ussal niteliğini yitirir, can çekişen gerçekliğin yerini yeni ve yaşayabilir bir gerçeklik alır.” Montesqui ise durumu farklı bir şekilde şöyle izah etmiştir: “ Bir zamanın gerçeği, bir zamanın yalanı olabilir.”
Şimdi bu öngörü eski ve yeni çağın toplumsal olguları içinde değerlendirildiğinde, sorunlara yaklaşım metodumuzu, belki düşüncede gerçekliği kavramak açısından ilerletici ve devindirici bir rol oynayabilir. Nitekim böyle krizli süreçlerde düşünce ufkunun gelişmesinde ve sorunları kavramadaki ufuk darlığını gidermede Engels’in şu cümlesi yol gösteren önemli bir bilimsel tavır olabilir: "... artık, gerçek bundan böyle bilgi sürecinin içinde” gerçekleşebilir olandır. Devrimci teorinin kendi zeminleri üzerinde yeniden üretilmesi, devrimci pratiğin de gelişmesi ve garantisidir. Gerçekten “ devrimci teori olmadan devrimci pratik olmaz” . (Lenin) Bu temel düstur, her ne kadar ülkemiz so1 hareketlerinin çıkardıkları teorik dergilerin alt başlıklarını oluşturmuş olsa da, teori, ezberci bir mantıkla soyut olarak kendi kendini tek
rar olarak algılanmış olmasından dolayı devrimci pratiği de kadük bırakmıştır. Böylece teorinin anlamı anlamsızlık olarak ortaya çıkmıştır ve teorik sorunlar ve onun pratik yansımaları doğru bir temele oturtulamamıştır. Yeni çağla birlikte kökünden değişen yeni koşullar bilincimizde içselleştirilemediği gibi, çözüm dar pratiğin eski duvarları arasına sıkışarak felçleşmeye de yol açmıştır. Zira teorik karışıklığın egemen olduğu bir dönemde, Marx’a dayanarak pratiğin önemine vurgu yapmasını hatırlatanlara Lenin, “ Bu, cenaze sahibine gözün aydın demeye benziyor.” demişti.
Ülkemiz sol düşünce tarihinde gerçeklik ile teori arasında (elbette politika ile de) birebir bir izdüşüm yaşanmamıştır. Teori, somut ve yalın gerçekliğin içinde yeniden üretilmediği gibi, onun maddi ve pratik ihtiyaçlarını da karşılayamamıştır. Dolayısıyla somut ve yaşanır olarak var olan gerçeklik bilgi süreci içinde kendini yeniden var edememiş, gelişmesinin iç dinamikleri teorinin gücüyle ateşlenememiştir. Ama insan iradesinin ve bilgi sürecinin dışında var olarak seyreden pratik-nesnel yaşam kendi doğal kanalını yaratırken, hareket, böylece Marksist olmayan çok farklı teorilerin egemenliği altına girmiştir. Dolayısıyla Marksist teorinin parçalanmışlığı dönemin ayırt edici bir özelliği haline gelmiştir.
b. Tarihse. Materyalizm“Soyut” Fikirler Yığını DeğildirSorunun önemi nedeniyle birkaç te
mel vurgu öne çıkıyor. Devrimci hareketimiz sınıflar savaşımında, gerek diyalektik gerekse de tarihi materyalizm me
-------------------------------------------- 115-----
— yol
selesini, doğru ve anlaşılır bir tarzda ele alamamış, diğer birçok sorunda olduğu gibi, fikirlerin ardarda dizilimi biçiminde ezberci bir tarz egemen kılınmıştır. Böy- lece temel düsturumuz olan bu konu, tarihsel ve politik savaşım içinde anlam- landırılamamış ve sınıf savaşının önünü açıcı bir işleve kavuşturulamamıştır.
Tarihi materyalizm, gerçek-somut yaşamın tarihi olarak açıklanması bilimidir. Toplumun üretim biçimlerine denk düşen ekonomik, politik, kültürel, hukuki, dinsel vb. tüm sosyal formasyonların analitik bir irdelenmesidir. Kuşkusuz içinde yaşadığımız toplumun geçmişten bugüne bütün evrensel süreçlerinin açıklanması bütünüdür. Diyalektik materyalizm ise Marksizm’in düşünce felsefesidir. Onun görevi fikirlerin bilimsel izahı ve soyutlanmasıdır. Düşünsel-bilimsel üretimlerin, gelişme süreçlerinin incelenmesi kuramıdır.
Diyalektik materyalizm düşüncede bir soyutlamadır, ama tamamıyla gerçek yaşamın somut verileri üzerinden bir soyutlamadır. Bu kelimeden olmak üzere sık kullandığımız soyut fikirlerin ardarda dizimi veya açıklanması değildir. O gerçek yaşamdan ve somut verilerin bütün varsayımlarından beslenmiyorsa soyut açıklamalar yığını haline dönüşür ve tamamıyla geliştirici özelliklerini yitirir. O halde denilebilir ki, diyalektik materyalizm, somut ve yaşanır nesnelliğin üzerinden bilimsel bir faaliyet ise, bu tamamıyla tarihsel materyalizmin üzerinden yapılıyor demektir. Zira tarihsel materyalizm bir üretim tarzına denk düşen gerçek yaşamın açıklanmasıdır demiştik.
Ülkemiz sol düşünce ve eylem tarihi,
__ 116
bu alanda tamamıyla toz dumandır, kısır ve güçsüzdür. Fikirler, ne somut olarak tarihi materyalizmin bir açıklanmasına dayanır ne de diyalektik materyalizmin. Yani teorik duruşumuzu ifade eden fikirsel aktivitelerimiz, başka bir deyişle tarihi materyalizm ile beslenmeyen diyalektik materyalizm, sınıflar savaşında “ soyut” , “ cansız” ve “ kısır” bir biçime dönüşmüştür. “Yaşayan sosyalizmin” de etkisiyle ülkemizde bu şablonculuğa ve dogmatizme yol açmıştır. Tarih bilinci kaybolmuştur ve devrimin temelini oluşturan insan faktörü de dahil tümüyle kendi tarihi nesnelliği içinde yeniden ü- retilemediği için düşünce tarihimiz (teorimizin temelleri) kısır kalmış ve kendi kendini “aktarıma” bir tarzda tekrarlamıştır. Böylece toplumsal sınıf mücadelesi tarihimiz, evrensel yasaların, “ soyut” tekrarı içerisinde amprist-pozitif yorumlara neden olmuştur. Buradan çıkan sonuç şudur: politik mücadele tarihimiz, hem tarihsel maddeciliğin gerçek zemininden kopartılmış ve dışlanmıştır hem de diyalektik materyalizm düşünsel üretim biçiminden (kendi özgün yapısından) kopartılarak evrensel doğruların soyut bir tekrarı haline dönüştürülmüştür.
Tarihsel açıklama ve yorumlar, diyalektik metodun kısır ve soyut yorumu içinde toz duman olmuştur demiştik. Sorun böyle koyulunca tarihsel açıklamalar, kronolojik bir tarih açıklamasına yol açmıştır. Ama ne yazık ki, oradan da bütünsel ve sentezleşmiş fikirler çıkmamıştır. Böylece tarihi maddecilik, ellerimiz üzerinden bütün yaşayan somut verilerin inkarına dönüşmüş, dolayısıyla Marksizm’in düşünsel felsefesi olan diyalektik maddecilik de birer dogmalar yığını olarak kavranmıştır. Tümüyle üretkenliğini
marksist hareket ile liberal sol hareket
yitirmiştir. Bu durum düşünce damarlarımızın tıkanmasına yol açmıştır. Hareketin 12 Eylül öncesindeki “ kabesel” duruşu (ki her hareketin kendi kabesi vardı) bu düşünsel üretimi olanaksız kılıyordu, ama 12 Eylül sonrasında ise, uzun yıllar bu durum kanıksanarak devam etmiştir. Ancak “ kabelerin” yıkılmasından sonra düşünsel aktivitenin önündeki tıkaçlar kalkmış, ama bu sefer de düşünsel eylem “ örgütlü” yapıların dışında yeni bir konuma kaymış, bu ise giderek daha çok küçük burjuva aydınların tekeline geçmiş, bu durum hem oldukça yanlış ve yetersiz bir sınırda kalmasına hem de kolektif etkinliği dışladığı için çeşitli sapmalara ve “ moda” akımlara yol açmıştır.
Kuşkusuz düşünsel yapının parçalı hali, politik mücadeleye sonuçları ağır bir bedel olarak yansımıştır. Sonuçta düşüncenin hammaddesi olan gerçek yaşam ve gerçek yaşamın bilincimizde o rtak sentezlere dönüşmesi olanaklı olmaktan çıkarılınca, politika kendi yaşamsal zemini olan temel olgulardan uzaklaşarak, hem Marksizm’in düşünsel yapısı felçleştirilmiş hem de politik mücadele kitlelerin dışında yapılmak zorunda kalmıştır. Böylece politika dışına itilen hareket, önemli derecede küçük birer marjinal "tarikat” gruplarına dönüşmüştür.
Üretkenliğini tümüyle kaybetmiş olan du düşünsel zemin, emperyalizmin bir üst evresi olan “ küresel emperyalizmin” ideolojik eksenine kaymaya yol açan tasfiyeci ve liberal düşüncelere de yol açmıştır. Konumuzun bir yanı, liberal solun düşünsel yapısı da olduğuna göre, bu yeni süreç liberal solun kendini tanımlamasına, düşünsel fikriyatının olgunlaşmasına, hatta henüz varilliğinin sınırlı
lığına rağmen belirli bir temele oturmasına kavuşturan bir ortamın hazırlanmasına yol açmıştır. İşin bu yanı böyle tanımlanıyor olsa da, diğer yanı dönemsel gelişmenin özellikleri içinde Marksizm’in düşünsel gücü, çapsız v f yeteneksiz eller arasında kadük kalmasına neden olan verileri yaratmıştır. Bu ise, hiçte hak etmediği bir şekilde “yaşayan Marksizm’in birer dogmalar yığını olarak anlaşılmasına neden olmuştur. Kuşkusuz bunda Sovyetler Birliği’nin belirleyici bir etkisi olmuştur. Bu ise aslında Marksizm’e en büyük haksızlıktır. Ne yazık ki hala ülkemiz sol entelektüel tarihinde bu kadük yapı varlığını sürdürüyor. Daha da önemlisi düşünce eksenimiz, bu iki kampın arasına sıkışıp kalmıştır. Bu durum toplumsal damarlarımızın tıkanmasına yol açan en önemli neden olarak anlaşılabilir.
Şimdi teori ile politika ilişkisinde ortaya çıkan bazı çarpık gelişmeler üzerinde durabiliriz. Teori bilindiği gibi toplumsal ve siyasal olayları bilimsel olarak yorumlamak için kullanılır. Nasıl ki Komünist Manifesto bütün tarihsel süreçlerin bir analizinin ve taslağının çıkarılması olarak kullanıldıysa, 21. yüzyılda Marksist teori (veya Manifesto) yeni tarihsel sürecin ve devreye giren yeni araçların ve düşünme tarzının yeni baştan bir izahının, dolayısıyla yeni bir taslağının çıkarılmasını gerektiriyor. Yeni bir yorum gereklidir kuşkusuz, ama bu I848’de yazılan Manifesto’nun temel ve değişmez evrensel doğruları üzerinden yeniden üretilmesi ve analizi demektir. Yoksa aynen aktarımı demek değildir. O nedenle 21. yüzyıl Manifestosu, değişken olgu ve araçların, toplumsal düşünme alışkanlıklarının ve devasal teknolojik sü-
117 —
— yol
reçlerin bütün veçheleri ile analizi demektir ve bu artık insanlığın zorunlu bir ihtiyacı durumuna gelmiştir. Bugün açıkt ır ki, elimizin altında 60 cm karelik bir ekran üzerinden bütün dünyayı izleme olanağına sahibiz. Bu dün yoktu. Dolayısıyla insanlık dün makinaya (bilgisayar- internet vb.) bağlılığın düşünsel ufukları içinde seyretmiyordu. Bugün sadece teknolojik aygıtlar yok, ama aynı zamanda insanlık bu aygıtların bir parçası haline gelerek düşünce ufukları, alışkanlıkları ve ihtiyaçları da toplumsal bir özellik haline yükselerek yeni ve çok farklı düşünme yapısına yol açmıştır. A rtık bu durum yeni kimliklere yol açmaktadır. Ve süreç oldukça hızlı gelişmektedir. Her ne kadar teknik bilimin durumuna bağlı olarak gelişmişse de, bugün bilim daha çok tekniğin durumuna bağlı hale gelmiştir. Toplumun teknik gelişmeye ilişkin talebi yeni bir toplumsal düşünce biçimi-refleksi yaratmıştır. Bu yeni gereksinme bilimi hem zorunlu kılmıştır hem de onu geliştirmek ve yeniden üretmek zorunda bırakmıştır. Ama bütün bu yeni olan maddi olgular ve teknik gelişme yeni bir fikirsel dönüşün temellerini de yaratmıştır. Marx’ın da ifade ettiği gibi, “ fikir maddi dünyanın insan aklında yansımasından ve düşünce biçimlerine dönüşmesinden başka birşey değildir.”
Sorunu daha fazla dağıtmadan diyebiliriz ki, bugün varolan yeni tarihsel olgular yeni düşünce biçimleri yaratmıştır. Bu yeni durum, gerçek yaşamın aklımızdaki bir yansıması ve düşünce, bakış ve tarzımızın yeni kilometreleridir. O halde, bütün bunlar hareketimiz açısından yeniden bir yorumu zorunlu hale getirmiştir. Bugün gözlerimizin önünden akıp giden bu yeni sürece gözlerimizi kapaya
cak mıyız yoksa onun etkin bir açıklanmasını mı yapacağız? 19. yüzyılda Marx’- ın elinin altında bütün evrendeki ekonomik ve siyasal-sosyal süreçleri izleme olanakları zayıftı. Ama yine de o, bu olumsuz koşullara karşın, hiçkimsenin yapmayı başaramadığı tüm toplumsal olguların bilimsel izahını yaptı ve belirli bir toplumsal yasalara damgasını bastı. O layların iç bağlantılarını buldu. Onun vardığı en önemli sonuçlardan birisi şuydu: bütün tarihsel olaylar aslında toplumsal sınıf savaşımlarının az ya da çok belirgin bir ifadesidir.
Soruna bu noktadan baktığımız zaman, biz Marksistler’in genel anlamda düşünsel-teorik zeminlerimizin “ soyutlama” anlamında sağlam temellere dayandığını söylemek bir abartma değildir. Dolayısıyla sol liberal bir sapmaya karşı frenlerimizin güçlü olduğu da kendiliğinden anlaşılabilir. Ancak bütün bunlar bugünün karşı karşıya bulunduğu sorunlara cevap olabilir mi? Kuşkusuz olunamayacağı yeterince anlaşılmıştır. Bugün karşı karşıya bulunduğumuz olguların izahı, bu temel teorik öngörü üzerinden yapılmak zorundadır. Yoksa sabah akşam Marksizm’e iman getirmekle Marksist olunamayacağı gibi.
c. Devrimin Güncelliği SorunuSanıyorum burada en önemli tartış
ma konularından birisi, devrimin güncelliği meselesinde hangi tarihsel aralıkta durduğumuz sorunudur. Bu sorunu 21. yüzyılın koşullan içinde nasıl izah edebileceğiz? Hala yakın bir zaman dilimi içerisinde proleter devrimleri gözükmüyor. Ortada kaba bir yaklaşımdan öte şaşkınlık var ve bu devam ediyor.
__118
marksist hareket ile liberal sol hareket__
Marx ve Engels, 19. yüzyılın toplumsal süreçlerinden ortak bir sonuç çıkarmışlardı. Elbette çıkarılan bu sonuç “ ekonomik” alana ilişkin sürecin kapsamlı bir değerlendirilmesi üzerinden yapılmıştı. Onlara göre “ Bir yeni devrim, ancak yeni bir bunalımın ardından gelebilir. Ama bu ne kadar kesinse öteki de o kadar kesindir.” Bu öngörü, 1847 dünya ticaret bunalımı sonucunda 1848 Şubat ve Mart Devrim leri’ni yaratmıştı. 1850 sonrasında ki sanayinin refah süreci (gönenç) ise, Avrupa’da gericiliğin güçlenmesine neden olmuştu.
Evet bunalımlar devrimlere yol açıyor, ama devrimler de ancak yeni bunalımların arkasından geliyor. Bu diyalektik etkileşim genel bir doğruyu ifade ediyor, ama bu, devrimin güncelliği bağlamında bugünkü sürecin açıklanmasını ifade ediyor mu? Bu soru önemlidir.
Şimdi dünyada sermayenin gelişme düzeyi ve bileşimi ile kapitalizmin küresel gelişme boyutu, ekonomik krizlerle birlikte var olmaktadır. Ama krizler devrime yol açmıyor. O halde bunu nasıl izah edeceğiz?
Kuşkusuz bu sorulara kolaycı bir yanıt verilemez. Bu konuya ilişkin şimdilik belki bir beyin cimnastiği yapabilir ve böylece bir tartışma da başlatmış olabiliriz. Ama bu hiçte kesin ve kristalize olmuş rafine düşünceler anlamına gelmez, gelmemelidir.
Ancak yine de soruna yaklaşımda ki düşünsel duruşun önem i yadsınamaz.
Marx ve Engels (kuşkusuz Lenin ve arkadaşları da) proletaryada yalnız yoksulluk ve sefaleti görmediler. Aynı zamanda onun devrimci özünü de gördüler. Dolayısıyla bizim sosyalist düşünce tarihimiz,
proletaryanın sefaletini edebiyat düzeyine çıkarırken, onun devrimci yanı çok fazla içselleştirilemediği yeterince bilinir. Çok sık proletarya ve devrimcilik vurgusu yapılmış olsa da, bu diğer sorunlarda olduğu gibi salt ezbere dayanan ve soyut bir ifade olarak kaldı. Sorun içselleştirilemedi. Bugünün olumsuz koşullan içinde, özellikle işçi sınıfının sosyalizm ütopyasında ki geri konumu dikkate alınınca sorun yaşama şöyle yansımıştrdevrimler dönemi kapanmıştır ya da en iyimser bir tanımla, artık devrimler çok uzak bir toplumsal tasarımlardır! Bu düşünce politik mücadele yürütenlerce açıktan ifade edilmiyorsa da devrimci kuşağımızın beyinleri üzerinde bir ağırlık merkezi olarak varlığını sürdürmeye devam ediyor. A rtık işler biraz “ namus pahasına” yürütülür hale geldi. Ancak bu olumsuz düşünce ve yargılar bireyin eline güçlü ideolojik argümanlar verildiği oranda kırılabilir ve kötü gidiş tersine çevrilebilir. Ne yazık ki var olan "düşünsel krize” aynı düzeyde “ düşünsel tembellik” de eşlik ediyor. Dolayısıyla böylece vasat bir yapı ortaya çıkıyor. Bu vasat yapı da böyle krizli dönemlerde proletaryanın devrimci yanını görüp içselleştiremediği için, onu ancak elinde silah barikatların arkasında dövüştüğü zaman keşfedebiliyor.
Oysa birbiriyle bağlantılı olarak birçok yeni olgu bugün, proletarya devri- mini günün sorunu olmaktan çıkarmamıştır, ama onu şimdilik üst üste düşen birçok nedenlerden dolayı biraz daha uzaklara sürüklemiştir. Dün kapitalizmin gelişmesine (dolayısıyla ekonomik krizlere) paralel olarak insanlığın kendi değerlerine sahip çıkma güdüsü, proletarya devrimini günün sorunu haline getirmişti. Başka bir deyişle bu aynı zamanda,
119-----
— yol
insanlığın düşünsel evrimine denk gelen bir aydınlanma devrimine de paralel düşmüştü. Bugün ise küresel kapitalizmin devasal gelişmesi ve “ teknolojik emper/alizm” in her alanda egemen olması, devrimin kaçınılmazlığını nesnel ve iradi olmayan bir olgu olarak gündemden düşürmemiştir, ama bü sorun insanlığın bilinç kırılmasından ve geriye savrulmasından ve yine kapitalizmin kapsamlı ideolojik ve kültürel ablukasından, döneme denk düşen “ kolektivizm değil, birey” kültürünün toplumların düşünce sistemindeki genel ve egemen halinden dolayı, şimdilik biraz daha uzak bir mesafeye sürüklemiştir.
Teorinin esas gücü, krizlerin egemen olduğu bir dönemde, insanlığı bunalımlardan özgür ve mutlu yaşanabilir bir dünyaya taşıyacak düşünsel projelerin üretilmesinde saklıdır. Dolayısıyla düşüncenin gücü, hem etkili bir atom bombasından daha güçlüdür hem de insanlığı kendi değerleriyle buluşturacak yegane temel güce sahip olmasıdır. Bugünde bunalımlar var ve daha da keskindir, ama ne yazık ki insanlık bugün, aydınlanma sürecinden, dolayısıyla kendi değerleriyle buluşacağı noktadan çok uzaktadır. Bugün gerçek anlamda bir insanlık krizi yaşanıyor. Önümüzdeki devrimsel sürecin en önemli özelliklerinden birisi, salt politik iktidarın ele geçirilmesi değil, aynı zamanda “ insansal” bir devriminde devreye girmesi gerçeğidir. Gerçekten “yaşayan sosyalizm” ne yazık ki insan faktörüne çok fazla gerekil önemi vermemiştir. Bu hiçte liberal burjuvazinin düşünce merkezleriyle birlikte dönek Marksistler’in de iddia ettiği gibi, “ Marksizm’in insana gerekli önemi vermediği” gibi bir yanılgıya yol açmamalıdır. Tersi
__ 120
ne Marksizm’in merkezinde insanlık vardır ve bu Marx’ın ifadesiyle çok daha anlamlı hale gelmiştir. Zira Marx’ın, “ insani olan hiçbirşey bana yabancı değildir” sözü bu durumun özlü bir açıklamasını
da ifade eder. Elbette bu sorunun ayrı bir tartışma platformunda ele alınacak kadar önemli olduğunu biliyoruz. Ne yazık ki “ reel sosyalizm” olarak ifade edilen dönemsel süreçte, bu sorun salt ekonominin alanı içinde ve kaba bir eşitlikçi mantıkla ele alınmıştır. O halde bu sorun yeniden kendi teorik zemini üzerinden bir izahını gerekli kılıyor.
Kuşkusuz böyle dönemlerde savaşlar, hatta yeni büyük kalkışmalar olabilir. Ulusal ve dinsel ayaklanmalar daha da gelişebilir. Ama sonuçta bu ayaklanmalar ulusal haklarını da elde edebilir, ama ne sömürüye son verebilecek bir potansiyeli içinde taşır ne de insanlığın temel krizi olan vahşi kapitalizmin ideolojik ve kültürel etkisinden kurtulabilir. O halde ortaya çıkan bütün bu eylemlerin odağına insanı alan ve bu odak üzerinden emperyalizme karşı insansal duruşu yaratabilecek kalkışmaları örgütlemektir asıl olan. Bunun biricik yolu da “ sömürü ilişkilerine” son verecek temel bir bakış üzerinden insanlığı kendi değerleri ile buluşturmaktır. Sonuçta böyle dönemlerin en büyük sorunsalı, bir insanlık hareketi olan proletarya devrimlerinin önündeki bu temel tıkaçların bertaraf edilip edilmemesi sorunudur. İnsanlığın bugün bu değerlerden uzaklaştığı ne kadar gerçekse, onu bu değerlerle buluşturacak düşünce devrimini gerçekleştirmekte o kadar önemli ve olanaklıdır. Bunun yolu kuşkusuz gerçek yaşamdan kopuk, soyut fikirler yığını biçiminde olamaz. Düşünen ve üreten insan, düşünme ekse-
marksist hareket ile liberal sol hareket__
ninde ortak bir yaşamda buluşabilir. Teori ile pratiğin birleştiği bu süreç, düşüncenin gücünü de maddi bir alanda yeniden üretebilir.
Kuşkusuz yeni devrimler süreci, yeni bir bunalımın (ki bu bunalım derinleşmekle kalmıyor, kapitalizmin de fiziki sınırlarına gelip dayandığını gösteriyor) ardından gelecektir, ama bu sadece ekonomik ve siyasi şartların olgunlaşmasıyla değil, başka bir deyişle sadece “ ekonomik” alana ilişkin bir dönüşümle değil, aynı zamanda insanlığın değerleriyle buluştuğu kolektif bir toplumsal bilinç değişimi ile de bağlantılı olacağıdır.
Elbette bugün inanlığın toplumsal bilincindeki büyük kırılma gözlemlenebiliyor. Marx’ın da ifade ettiği gibi insanlık, kendi tarihine “yalnız yükselen bir soy dalı” olarak bakamaz, “ ...ama aynı zamanda aşağı doğru inen bir soy dalı yol vermektedir. Herhalde insanlık, tarihinin inişe geçeceği dönüm noktasından henüz oldukça uzakta bulunuyoruz.” Bugün ne yazık ki insanlık tarihi Marx’ın o günkü insanlık tarihinden çok uzakta bulunuyor. İnsanlık bugün büyük bir kriz yaşıyor. Böyle dönemlerde kahramanlıklar kadar, teoriyi gerçeklik ile birleştiren düşünsel aktivitenin önemi kendiliğinden anlaşılabilir. Yine kendiliğinden bu aktivitenin öncüleri olan proletarya aydınlarının katolizer görevi de ortaya çıkar. Teorik karışıklığın hüküm sürdüğü günümüzde gerçek yaşamın nesnel ve öznel bileşenlerini kucaklayabilecek bir fikri inisiyatif, yalnız teorik karışıklığa son vermeyecektir, aynı zamanda top- lumların bilincinde de bir dönüşüm yaratarak pratik yaşamdaki tüm insani değerler yeniden ayaklar üzerine dikilecektir. Böylece insanlık hareketinin bir
türevi olan proletarya hareketi yeniden bir yükseliş sürecini yakalayabilecektir. Tarihi etkileyecek bir sosyalist hareketin potansiyel kıvılcımlarını şimdiden görmek hayalci bir yaklaşım değildir ve bu aslında nesnel bir olgunun açıklanmasıdır. Evet sosyalist hareket genel anlamda bir insanlık hareketidir, ama 21. yüzyılda bu çok daha anlamlı bir tarzda insanlık devriminin bir hareketi olmak zorundadır. Bütün veriler bunu doğrulamaktadır. Kuşkusuz bu tanım sadece “ devrimsel-nesnel” ilişkiler açısından değil, aynı zamanda “ düşünsel yapının ağırlık merkezi” açısından da doğruyu ifade etmektedir. Zira düşünsel aktivite “ soyut” fikirler anlamına gelmez, fikirler bir soyutlamadır, ama bunlar gerçek yaşamın, başka bir deyişle toplumsal al- tüstlüklerin içinden akıp gelirler. Ve elle tutulacak gözle görülecek kadar somut bir yaşamı ifade ederler.
Teori ile pratik arasında var olan derin uçurum, bugüne kadar, gelenekselleşmiş sol tarafından “ pratik” vurguyla aşılacağı gibi bir yanılsama içinde oldu. Başka bir deyişle nesnel zeminlerden kopan bir hareket salt bir iradi (volante- rizm) çabayla aşılmak istendi. Ama bu, sınıf hareketinin gerçek zemininin dışında bir küçükburjuva aydın hareketini de ifade ediyordu. Oysa dönemin nesnel kriterleri ve köşe taşları yeterince kav- ranılamadığı için, nasıl olsa sonuçta her- şeyi pratik belirlediğine göre, çözümün anahtarı da pratik olarak gözüktü. Bugün teori ile pratik arasındaki bütünsel yapının inşa edilmesinin yolu, yenilenmiş ve koşulları ve çağı yeniden tanımlayan bir teorik çabayla olanaklıdır. Koşullar değişmiştir, o halde teorik faaliyetimiz de kendini yeniden tanımlamalıdır. Sanı
121---
yorum Engels’in şu tanımı bizim böyle bir çabamıza da yol göstermektedir. Engels şöyle diyor: “ Teorik düşünce, her çağda ve dolayısıyla çağımızda da çeşitli dönemlerde çok değişik biçim ve bununla birlikte çok değişik içerik kazanan tarihsel bir üründür,” Zira Engels “ düşünce yasaları teorisi” dediği insan düşüncesinin tarihsel gelişim biliminin herkes için ortaya konulan “ ölümsüz bir doğru” lar metni olmadığını belirtir. O halde kökünden değişen ilişkileri yeni baştan tanımlamak gereklidir ve bu önümüzde zorunlu ve zorlu bir faaliyet olarak durmaktadır. Bugün toplumsal ve ekonomik faaliyetler farklı bir momentte olsa bile, 1850 sonrası Avrupası’nda olduğu gibi, insanlığın düşünce evrimindeki devrimci değerler, yeni şartlar ve olgularla birlikte geri çekilmiştir. Kuşkusuz toplumsal ve ekonomik bunalımların giderek ağırlaştığı koşulların nesnel zemini olgunlaşmaktadır,ama bu insanlığın bilinciyle paralel gitmediğinden ve insanlığı yeni bir toplumsal proje etrafında birleştirme becerisinin zayıflığı gibi etkenlerle birlikte, insanlık gerçekleşebilir bir ütopyanın elde edilebilir zeminlerini şimdilik uzak görüyor. Açıktır ki burada en önemli etken sosyalizmin var olduğu söylenen ülkelerin yıkımıdır ve bu projeler umut yerine umutsuzluğun derinleşmesine neden olabilmiştir. Zira çok yeni ve yaşayanların gözleri önünde yeni bir tarih çıktı ortaya. Daha on yıl önce yaşanan bu yeni yıkım, insanlığın beyninde tazeliğini koruyor ve bu unsur henüz yeni bir atılımın ortaya çıkmasında fren görevi görmeye devam ediyor. İnsanlığın beynindeki fikirsel dönüşümler sadece soyut fikirlerin çağrışımıyla olmuyor. Yaşam ve yaşama denk düşen yeni fikir
— yol----------------------------------------sel projeler süreç içinde yeni düşünsel değişimlere ön ayak olacak dinamikleri yaratabilir. Kuşkusuz böyle dönemlerde belirleyici unsur, nesnel olan bu yaşam gerçekliğini düşünsel açıklıkla yorumlayacak önderlere gereksinim duyar. Ve burada düşüncenin değiştirici gücü devreye girer. Toplumsal projenin fikirsel öncüleri, çağın ana eğilimini gören insanlardır. Bütün olaylar bu ana eğilim etrafında kümeleşirler. Nasıl ki Marx, modern kapitalizmin belirleyici ana özelliklerini İngiliz fabrikalar sisteminden yola çıkarak gördü ise, Lenin de Marx’in kapitalizmin genel gelişmesi için yaptığı öngörüleri Rusya’nın gelişme sorunları içinde gördü ve yaptı. O, yarı-feodal mutlakiyetçi bir toplum içinden kapitalizmin gelişme sorunlarını gördü. Geri bir ülkede sosyalizmin sorunlarını çözümlemeye gitti. Yirminci yüzyılın sorunlarını ele alan Lenin, emperyalizmin çağın temel belirleyici sorunu olduğunu ve bunun proletarya ile burjuvazi arasındaki nihai bir mücadele olacağını belirledi. Böylece çağı “ emperyalizm ve proletarya devrimleri çağı” olarak tanımladı.
Ancak bugün, çağımız yeni bir “ küresel kapitalizm” dönemine evrimleşti. Kuşkusuz bu yeni bir durumdur. Haluk hocanın söylediği gibi “ Küreselleşme (globalleşme), kapitalizmde ve emperyalizmde bir yeni aşamaya tekabül ediyor.” Bu yeni aşama sık sık söylediğimiz gibi birçok değişikliğe yol açtı. Hem proletaryanın yapısında önemli değişikliklere yol açtı hem de proletaryanın dövüşmek zorunda olduğu koşulları değiştirdi. Anlaşılması gereken 1970’lerin politika yapma ve savaşım tarzıyla bugünü karşılamanın olası olmadığıdır. Eski tarz gerçekten yeni koşulların nesnel ilişkileri i
__122
marksist hareket ile liberal sol hareket__çinde eskimiştir.
Bugün küresel emperyalizm koşullarında, proletarya devrimlerinin bütün nesnel koşulları, başka bir deyişle devrime yol açacak ekonomik gelişme koşullarındaki olgunlaşma eksikliğinden vs. bahsetmiyoruz demiştik. Tam tersine kapitalizmin gelişme süreci devrimin nesnel zeminlerini alabildiğine olgunlaş- tırmıştır. Ya da tersinden söylemek gerekirse, 17. ve 18. yüzyılda Kıta Avrupasızdaki ekonomik gelişme düzeyi ve onun doğal sonucu olan toplumun iki büyük kampa, proletarya ve burjuvazi kampına ayrılması, henüz kapitalist meta üretiminin kaldırılması için olgunlaşmamıştı. Ama gerek geçen yüzyıl, gerekse de 21. yüzyıl bu koşulları alabildiğine ol- gunlaştırmıştır. Şimdi sorun nesnel olan ekonomik gelişmenin yanında, öznel olan toplumsal gelişme dinamiklerinde ki değerlerle birlikte “ bilinç” sürecindeki “ olgunlaşma” momentleridir.
17. ve 18. yüzyıl devrimleri aslında birer sanayi devrimleriydi. 19. ve 20. yüzyıl devrimleri ise politik devrimlerdi. Ama her iki dönemsel devrimler de hem birbirini takip eden hem de birbirini tamamlayan süreçler olarak anlaşılır. Sanayi devrimleri hem aşağıdan yukarıya doğru devrimsel süreçleri yaygınlaştırmıştı hem de tek tek pazarları uluslararası bir pazar sürecine doğru evrimleşti- riyordu. Nitekim ondokuzuncu yüzyılın sonu ile yirminci yüzyılın başında kapitalizmin genel yapısında yeni bir dönüşüm gerçekleşmiş ve bu durum emperyalizm sürecine evrimleşmişti. Ancak 19. yüzyıl gerek Fransa’nın “ ulusallık ilkesiyle” çeşitli ülkelere N. Bonapart önderliğinde savaş açması gerekse Bismarc’ın Prusya için aynı siyaseti benimsemesi, başka bir
deyişle sınırları çizilen ve gümrük duvarları örülen bir ulusallık ile ekonomik gelişme seyrinin bir dünya pazarına evrimleşmesi ve sınırları aşması arasındaki paradoksal çelişki yirminci yüzyıl boyunca devam ederken, yirmibirinci yüzyılın başında küresel kapitalizmin gelişme düzeyinin “ ulusallık ilkesine” karşı galebe çalması sürecidir ve bu yeni bir durumu ifade etmektedir. Başka bir deyişle sanayi devrimleri uluslararası tek bir pazar yaratma ve “ ulusallık ilkesini” aşma süreci iken, politik devrimler belli bir toprak parçası üzerinde gerçekleşen ulusal devrimlerdi. Bu bir paradoksal çelişkiyi ifade eder ve yirminci yüzyıl boyunca bu durum devam etmiştir. Şimdi içinde yaşadığımız yüzyıl ise, küresel kapitalizmin ve sermayenin uluslararası gelişme süreci olarak “ ulusallık ilkesinin” aşınması anlamında birer uluslararası ilişkiler bütünüdür. Kuşkusuz böyle bir gelişme yeni devrimsel süreçlerin yeni bir analizini de gerektirmektedir. 17. ve 18. yüzyıl devrimlerinin karakteristik özelliği azınlık devrimlerini çoğunluğun devrimleri- ne dönüştürme perspektifine sahip olup olmaması ekseninde tartışılıyordu. Bu tartışmada Marx ve Engels de taraftılar ve onlar o günlerin koşulları içinde bunun olanaklı olduğunu söylüyorlardı. Ancak sonraki süreçte bu tezin yanlış olduğu açığa çıktı ve bunu Engels, Marx’in “ Fransa’da Sınıf Savaşımları” adlı eserine yazdığı tarihi bir değere sahip olan “ Giriş” bölümünde belirtti. Fakat sanayi devriminm gelişmesi bu süreci derinleştirdi ve Marx da evrensel olarak kabul edilen temel teorik-stratejik düşünceleri böylece inşa etmiş oldu. Marx diyordu ki, geçmişte yörelerine ve ulusallıklarına göre birbirinden ayrılmış o-
----123 —
— yol
lan ve tek özelliğin acı çekme duygusuyla birleşen yığınlar vardı. Ama bugün durmadan ilerleyen ve büyüyen, örgüt ve disiplin bakımından kendini ileriye taşıyan büyük bir enternasyonalist ordu var. Bu ordu 'proletarya ordusudur ve devrimlerin m otor gücüdür.
Bugün bu öngörüyü 21. yüzyıl koşullarında ele aldığımızda çıkaracağımız önemli sonuçlar olsa gerek. Bugün de kapitalizmin ekonomik gelişme süreci, kendini yok edecek karşıt dinamikleri alabildiğince olgunlaştırmakla kalmamış, yaşamsal çelişkileri en üst noktaya da taşımıştır. Öyle bir gelişme yaşanmaktadır ki, kapitalizm artık kendi nesnel ve fiziki sınırlarına da gelip dayanmıştır. Buradan da anlaşılabileceği gibi, “ küresel kapitalizm” insanlığa verebileceği tüm şeyleri tükettiği gibi, tüm evrenin ve yaşayan insan topluluklarında yıkımını alabildiğine derinleştirmiştir.
Bugün de kendi iç yapısındaki tüm değişimlere rağmen, sayısı ve bileşimleri alabildiğine artan enternasyonal bir proletarya ordusu var. Bugün de emek-ser- maye çelişkisinden kaynaklanan ve onun bir sonucu ve ifadesi olan proletarya ile burjuvazi arasındaki çelişki, anlam ve önemi bakımından soyut ve dar sınırlı bir eksen üzerinde gelişmiyor, ama giderek daha da keskinleşiyor. Dün proletarya denilince sanayi proletaryası anlaşılıyordu ve sınıfsal yaygınlık bu eksen üzerinden şekilleniyordu. Oysa bugün prole- tarya-burjuvazi çelişkisinden bahsettiğimiz zaman, kapsamı genişleyen milyarlarca emekçiler ordusu ile (ki proletaryanın yeni bir tanımını da ifade eder) daha da azınlık haline dönüşmüş uluslararası burjuvazi arasındaki çelişkiden bahsediyoruz demektir. Ancak temel prob
__ 124
lem bugün de, Marx’ın 17. ve 18. yüzyıl
için belirttiği emekçiler ordusunun yöreselliklerine ve ulusallıklarına göre bölünmesi ve ne yazık ki “ tek ortak özelliğin acı çekme duygusu” olarak ortaya
çıkması hadisesidir. Bu durum bugün çıplak bir şekilde bu koca enternasyonal emekçiler ordusunun politik ve düşünsel olarak parçalandığı anlamına geliyor. Nitekim kapitalist sömürü ve barbarlığa son verme nihai hedefinden kopan, ama düne göre çok daha fazla acı çeken milyarlarca emekçi ordusu, bugün küresel emperyalizme karşı refleks duygusunun ağırlığı içinde, dinsel ve ulusal (dar milliyetçilik anlamında) bir tepki sürecine girmiştir. Sonuçta bu tepkiler büyük oranda manipüle edilerek emperyalizmin arabasına bağlanmıştır. Ama yine de bütün bunlara karşı Bolivyası’ndan Güney Kore’ye, Hindistan’dan Brezilya ve Avrupa içlerine kadar uluslararası emekçiler ordusu daha şimdiden başkaldırıların provalarını yapmaya başlamışlardır bile. Demek ki devrimin güncelliği sorunu, aynı zamanda devrimin düşünsel evriminin yeniden üretilmesi üzerinden anlam- laşarak daha da güncelleşecek demektir. Yoksa onun nesnel-ekonomik tüm zeminleri zaten tümüyle olgunlaşmıştır ve bu pratik olgularla görülebilmektedir.
d. Demokratizm, Yeni DevrimselKalkışmanın Önünde Bir TıkaçtırSosyalist devrimlerin şimdilik geriye
çekildiği bir dönemde, doğal olarak ülkemizde de “ demokrasi” vurgusu öne çıktı. Bunu bir yanıyla anlamak mümkün. Hatta köklerinde ve geçmiş mirasında, demokrasi geleneği hemen hemen hiç olmayan, bir tarihsel-sosyal sürecin için-
marksist hareket ile liberal sol hareket__
den geldiğimizde yeterince bilinir. Dolayısıyla demokrasi vurgusu geleceğimiz ve pratik faaliyetlerimiz açısından vazgeçilmez bir gerçeği ifade eder. Bütünüyle bunlar küçümsenemez veya yok sayılamaz. Hatta böyle bir faaliyet salt destekçi bir yaklaşımla da ele alınamaz. Bunun öncülüğüne de soyunulmalıdır. Bunlar yine de bilinen genel doğrulardır. Ancak sorunun esas olarak tartışmalı noktası bu değildir. Bugün esas sorun teorimizin de temeli olan kapitalist sömürü ilişkilerini ortadan kaldırıp kaldırmama sorunudur. Dolayısıyla sorun, gerçek özgürlüğün nasıl elde edileceği sorunudur. Ne yazık ki bugün insanlık bu noktadan çok uzak duruyor. Yalnız geniş yığınlar uzak durmuyor, teorimizin politik girişkenliklerinin militanları da ve örgütlerimiz de uzak duruyor. Böy- lece “ insanlık bizi anlamıyor” söylemiyle “ demokratizm” vurgusu üstüste düşüyor. Ve böylece bu kulvarın öncüleri demokratik mücadeleyi sömürü ilişkilerine son verecek mücadeleden tümüyle kopartıyor. Onu soyut bir “ demokrasi” tanımıyla açıklıyor. Lenin’in sorduğu “ Hangi sınıfın demokrasisi?” sorusu tümüyle unutturulmak isteniyor. Sınıf ekseninden kopartılmış bir demokrasi mücadelesi öne çıkarılıyor ve bu bize yedirilmek isteniyor. Peki ama insanlığın politik ve kültürel değerlerden geriye düşmüş olma konumu nasıl olurda “ demokratizm” ile malullenmiş bir girişkenlikle aşılabilir? Bu yaklaşım en ileri düzeyde olsa olsa batı tipi bir demokrasi kavrayışının sınırlarında takılıp kalmaktır. Böyle bir durum nasıl olur da geniş kitlelerin hayallerini sosyalizm hayalleriyle bütünleştirebilir?
Ne yazık ki böyle bir "demokratizm”
kültürü liberal solun elinde (şimdi ona PKK’nin de katkısıyla) yeniden “ teorileş- tiriliyor” ve tekrar yüzyıl öncesindeki Bernstein ve Kautskyler’in teorik zeminlerine çekiliyor.
Burada iki noktaya vurgu yapacağız: bunlardan ilki, demokratik perspektif ile sınırlandırılmış bir hareket, neden sömürü ilişkisine son vermez? İkincisi de, demokratik mücadelenin geliştirilmesi, bizi neden sosyalist ideallerimizle birleştirmez?
İlk soruya şöyle cevap vermek mümkündür; bu soruya verilecek cevap çok basit gibi algılanabilir. Ama günümüz politik mücadele sürecinde adeta unutulmuş ve üstü giderek örtülen yeni bir yaklaşım ortaya çıkmıştır. Şimdi şöyle demek mümkün; en genel anlamda sömürüye son verecek politik mücadelenin ekseninde, proletarya ile burjuvazinin amansız sınıf savaşımı yatar. Bu savaşımın ekonomik temelini, emek ile sermaye arasındaki uzlaşmaz olan çelişki belirler. Demokratik bir mücadelenin ekseninde ise proletarya ile burjuvazinin yanısıra çok farklı ara sınıflar kendi talepleriyle yer alırlar. En gelişmiş demokratik mücadelenin esas hedefi, sömürüyü sınırlamak olabilir, ama sömürüyü o rtadan kaldıracak nihai bir politik mücadele olamaz. Zira sistemin devamı içinde onun sivrilikleri ve anti-demokratik yasalar törpülenebilir, ama hiçbir şekilde sömürü ilişkilerine son verecek bir iktidar değişimine yol açmaz. Dolayısıyla, bırakalım sosyalist demokrasinin elde edilmesini, burjuva demokrasisinin dahi elde edilmesini de olanak dışı bırakır. Z ira burjuva demokrasisinin elde edilmesi bizim gibi ülkelerde gerçekten bir devrim sorunudur ve tarihi olarak bu görev
125---
artık proletaryanın omuzlarına düşmüştür. Demokratik mücadele, proletaryanın Sosyalist mücadelesinin önündeki engelleri kaldırabilir, ama bütün sınırı budur.
Ancak günümüzde ki soru ise şudur: “ Küresel emperyalizm” in ideolojik-kül- türel ablukasından, dolayısıyla kapitalist sistemden yüzyılımız için “ insan hakları ve demokrasi” çıkar mı? Bu soruya liberal sol hareket temsilcileri, AB’ye üyelik tartışmalarıyla da görülebileceği gibi olumlu cevap veriyor. Bunun politik sonuçları iki noktada ortaya çıkıyor; ilki “ demokratizm” ile sınırlandırılan bir demokratik hareketin giderek artık amaç haline dönüşmesi, İkincisi ise sosyalist hedeflerden tümüyle kopuş. İlkinde şu olgular öne çıkıyor; küresel emperyalizm hiçbir tereddüte yer bırakmadan, sivrilikleri törpülenerek kabul edilir bir sınıra çekiliyor. Zira yüzyılda emperyalizmin eğilimi nasıl olsa demokrasi olduğuna göre! sorun kalmamıştır. Bu tümüyle emperyalizmin aklanması anlamına gelir ve yine tümüyle Kautskyce bir yorumdur. Emperyalizm değişmiştir, artık onun eğilimi gericilik değil, demokrasidir. Zira yirminci yüzyılın başındaki bölünme (teorik temeli olan politik bölünme) tamamıyla emperyalizm ve onun eğilimi üzerinedir. Kautsky’nin “ ultra-em- peryalizm” teorisinin kaynaklık ettiği sonuçlar içinde, devrime gerek kalmadan “ saf demokrasinin” elde edilebileceği, bunun ise “ barışçıl” geçişin olanaklarını yaratabileceği tesbitlerine dayanıyordu.
Şimdi bu tez, 21. yüzyılın yeni şartları içinde yeniden kendi zeminlerinde hortlatılmıştır. Kuşkusuz bunun ortaya çıkmasına güçlü toplumsal zeminler de kaynaklık etmiştir ve böyle bir durum
__ yol----------------------------------------
__126___________________________
SSCB’nin yıkımı arkasından gelmiştir. Bu yeni teorik zemin, küresel emperyalizmin yeni yönelimlerinin doğrudan derin ideolojik ve kültürel etkisi içinde evrim- leşmiştir.
İkincisi, en iyi ifade ile demokratik bir mücadelenin, insanlığın sosyalist ideal ve değerleriyle buluşmasını sağlayıp sağlayamayacağı sorunudur. Bu soruya çoklarının tersine olumsuz cevap veriyorum. Kitlelerin demokratik mücadeleye katılımı, en ileri düzeyde kitlelerin daha iyi yaşam talebinde bir demokratik fikirsel sıçramayı temsil eder. Aslında bu sosyalist fikirsel sıçramaya yol açmaz ve onun kapsamı kendiliğinden bilinç öğesinin sınırlarıdır. İlerisi o hareket içindeki sosyalistlerin çabasına bağlıdır. Sosyalist değerlerle buluşmak ve yeni bir fikirsel sıçramaya geçmek, komünist hareketin demokratik mücadele içinde kitlelere kendi programını yaşamın deneysel süzgeci içinde kavrattığı ve ikna ettiği oranda olanaklıdır. Program, yeni bir toplumsal proje demektir. Yoksa klasik öğelerin tekrarı değildir. Zira ülkemizde son yirmi yılın mücadelesinin deneyinden tek bir şey çıkmıştır; o da sosyalist hareket ve kadrolar, söylemde ne söylenirse söylensin, demokratik bir ufuk darlığını aşamamışlardır ve hareket o kulvarın dar sınırları içinde kalmıştır. Başka bir deyişle, kitlelerin mücadeleye kazanılmasının yolu, salt demokratik ve ekonomik taleplerle sınırlanmış, sendikalizmin ve demokratizmin dar ufuklu bir alanı olarak görülmüştür. Burada ne insan faktörü ne de sosyalizmin yeniden üretilmesine dayanan yeni bir toplumsal-in- sanlık projesi vardır. Son on yılın işçi ve kamu emekçi hareketinin öğretici deneyi tek bir şeyi göstermiştir; hareket
marksist hareket ile liberal sol hareket__
kitleselleşmiştir, ama oradan hemen hemen doğru dürüst ne bir komünist kadro çıkmıştır ne de kitleler, sosyalist değerlerle buluşmuştur. Tersine giderek sosyalizmden bile uzaklaşmışlardır. Şimdi bunun nedenleri kapsamlı olarak irde- lenmeyi gerektirmiyor mu? Kuşkusuz gereklidir ve ne yazık ki hala bu yapılmamıştır. Sonuç şudur; demek ki demokratik bir mücadele ile sınırlandırılmış bir hareket, kitlelerin sosyalist değerlerle buluşmasına yol açmıyor, ancak o buluşmanın belki daha kolay kanallarını yaratabiliyor. Ama hepsi bu.
Bugün politik harekette dar bir de- mokratizm perspektifi vardır ve bu nihai hedeften kopartılmıştır. Bu ise yalnız hareketin sorunlarına ilişkin doğru perspektifi kaybetmeyi sağlamıyor, aynı zamanda nihai hedefin gerçekleştirilmesini de olanaksız ütopyalar yığınına dönüştürüyor. Böyle bir ütopyalar yığını, özellikle liberal sol çevrelerde sosyalizmi Lu- cas’ın dediği gibi bir olgu, oluşum (sein) olarak değil, bir varlık (werden) olarak görürler. Dolayısıyla böyle bir yaklaşım diyalektik yöntemi, sosyalist mücadele yönteminden uzaklaştırmak demektir. Bu ise sosyalizmi sınıf mücadelesinin tarihsel sürecinden koparacak önemli bir unsurdur.
Son bir nokta ve son bir örnekle bitirelim: Bugünlerde demokratizm ile malüllenmiş bir yaklaşımın açıktan teorisi de yapılmaya başlanmıştır. Son günlerde PKK’nin yeni stratejik yönelimlerinin teori düzeyine çıkartılmasında Troçkist Demir Küçükaydın özel bir rol oynuyor. Bu Troçkist şefin, 20.03.2000 tarihli Özgür Politika’daki “ Bir Değişimde Üç Değişim” adlı yazısında “Sosyalist devrime dönüşün yolunun kapandığım” ifade e
derek, hareketin demokratizm ile sınır- landırılmasının teorik gerekçeleri belirti
liyor ve bunun yolunun demokrasi mü
cadelesini ulusal sınırların dışına çıka
rarak olanaklı olabileceği tezi ile açıklı
yor. Yani sosyalist devrimler olanaklı ol
maktan çıktığına göre hareketi ulusal bir demokratik hareketle sınırlamamak gereklidir. Başka bir deyişle sosyalist biT mücadele değil (artık bunun yolu kapan
dığına göre!) “ ulusal” olan demokratik hareketi “ uluslararası” bir demokratik harekete dönüştürmek! O zaman sorun çözülür. Burada sinsice Troçkizm’in “ sürekli devrimi” yedirilmeye çalışıldığı gibi, sosyalizmden büyük bir kopuşu da
ifade ediyor. Ama şimdilik bu yazının e
leştirisini başka bir yazıya bırakalım ve
burada bitirelim.
30 Mart 2000
Düzeltme
“Yol” dergisinin geçen sayısında (7. sayı-Şubat
2000), "Ö m er Laçiner Marksizm'i Nasıl Altüs
t Ediyor?” başlıklı yazıda redaksiyondan kay
naklandığını sandığım bazı hatalı ve eksik noktalar olmuştur. Bu hatalı ve eksik noktalar şunlardır:
1) Yazının orjinalinde "K itle ler İlerlemenin Ö nünde Engel midir?” ara başlığı koyulmamıştır. Bu bölümün önemli bir kısmı da yazıda kulla
nılmamıştır.
2) Derginin 163’cü sayfasında "Öyle olsaydı
Engels bir zamanlar İngiltere İşçi Sınıfının Durumunda Lenin’e en ağır eleştirileri yapmazdı” biçiminde olan cümlenin doğrusu şudur: “ Ö y
le olsaydı Engels bir zamanlar İngiltere işçi sını
fının durumuna ilişkin en ağır eleştirileri yapmazdı.”
3) Yine derginin 162’ci sayfasında “ Bu henüz ilk
adımı ifade eden ve yanda kalmış bir zaferdi.”
Doğrusu “yarıda” kalmış olacak.
"Bu eserde verilen düşünceler, tümüyle Marksizm-Leninizm bakışıyla ele alındı. Dolayısıyla bu çalışma akademik bir çalışmayı ifade etmiyor. Başka bir deyişle, yazar başından itibaren bu konuda taraf. Onun tarafı emeğin dünyasına aittir ve ideolojik şekillenişi tümüyle Marksist bir temele dayanıyor. Bu anlamda sınıflarüstü bir tarafsızlık anlayışından tümüyle bir kopuşu ifade ediyor. Sorun böyle olsa da, yazar, oldukça tartışmayı nesnel veriler üzerinden yapıyor. Tartışmanın karşı taraf ve arsümanlarını masaya yatırıyor ve buradan Marksist bir metodun yol göstericilisinde sorunları irdelemeye çalışıyor."
Hasarı Oğuz Küresel Kapitalizmin Tarihsel Sının
ve İşçi Sınıfının Anatomisi Scala Yayıncılık
“Araçsal aklın herkesi düzene soktuğu bir dünya yerine ne karmaşık bir,-dünya! Ancak bir o kadar da zengin! Bu bireysel yaratıcılığın
‘karmaşasından’ kolektif b ir gücü ancak Aydınlanma ufkunu aşmış
bir sosyalizm ortaya çıkartabilir. İnsanlık bu sancılı sürecin eşiğindedir.
Henüz b ir yeşerip b ir yolunan filiz le r var ortada; ancak gelece
ğin ruhu insan düşüncesinin yaratıcı rahmine düşmüştür.”
Mehmet Yılm azer