Upload
hsynmnt
View
26
Download
0
Embed Size (px)
Citation preview
http://www.korotonomedya.net/kor/index.php?id=9,22,0,0,1,0
Sinema 1: Hareket-İmaj
Gilles Deleuze
Önsöz
Bu inceleme bir sinema tarihi değil. İmajların ve göstergelerin tasnifine, taksinomisine yönelik bir
deneme. Ama bu birinci ciltte tasnifin unsurlarını, hatta onların da bir kısmını belirlemekle
yetiniyoruz.
Sık sık Amerikalı mantıkçı Peirce'e (1839-1914) başvuruyoruz, çünkü bu düşünür imajların ve
göstergelerin kuşkusuz en yetkin ve çeşitli bir genel tasnifini yapmıştı. Bu tıpkı doğa biliminde
Linnaeus'un yaptığı gibi bir tasnif 'hatta Mendeleyev'in kimyada yaptığı gibi. Sinema bu soruna yeni
bakış açıları dayatıyor.
Başka bir yüzleşme daha az zorunlu değil. Bergson Madde ve Hafıza'yı 1896 yılında yazmıştı: bu
psikolojideki bir krizin teşhisiydi. Artık dış dünyada fiziki bir gerçeklik olarak hareket ile bilinçte ruhsal
bir gerçeklik olarak imajı birbiriyle karşıtlaştıramıyorduk. Hareket-imajın ve daha da derinde zaman-
imajın bu Bergsoncu keşfi bugün bile o kadar büyük bir zenginlik barındırıyor ki, oradan türeyebilecek
bütün sonuçları elde edebilmiş olduğumuzdan emin olamıyoruz. Bergson'un kısa bir süre sonra
sinemaya dair yapacağı o çok yüzeysel eleştiriye rağmen hiçbir şey, onun ele aldığı haliyle hareket-
imajla sinematografik imaj arasındaki çakışmayı hiçbir şey engellemiyor.
Bu ilk kısımda hareket-imaj ile çeşitlerini ele alıyoruz. İkinci kısım ise zaman-imaja yönelik olacak.
Bize öyle geliyor ki sinemanın büyük yönetmenleri yalnızca ressamlarla, mmarlarla, müzisyenlerle
değil, düşünürlerle de karşılaştırılabilirler. Ama kavramlar yerine hareket-imajlarla, zaman-imajlarla
düşünürler. Sinematografik üretim alanındaki muazzam beyhudelik bir itiraz oluşturmuyor:
karşılaştırılamaz ekonomik ve endüstriyel sonuçları olsa da durum herhangi başka bir yerden daha
kötü değil. Dolayısıyla sinemanın büyük yaratıcıları yalnızca biraz daha kırılganlar ve eserlerini
yaratmalarını engellemek sonsuzca daha kolay oluyor. Sinema tarihi bir kurbanlar tarihi. Sinema bu
yaratıcıların icat etmeyi becerdikleri ve her şeye rağmen bize eriştirebildikleri yeri doldurulamaz
otonom biçimler altında, sanatın ve düşüncenin tarihinin daha az bir parçası değil.
Metnimizi destekleyecek hiçbir röprodüksiyon sunmuyoruz, çünkü aksine metnimiz herbirimizin az
ya da çok anısına, heyecanına ve algısına sahip olduğumuz büyük filmlerin bir desteği olmaktan başka
bir şey istemiyor.
Bölüm 1: Hareket Üstüne Tezler
Bergson Üstüne Birinci Yorum
1
Bergson hareket üstüne bir değil üç tez ileri sürer. İlki en ünlüsüdür ve bizi diğerlerini ihmal etme
riskiyle karşı karşıya bırakır. Oysa onlara bir giriş niteliğindedir. Bu birinci tez uyarınca hareket
katedilen mesafeyle karışmaz birbirine. Katedilan uzam geçmiştir, hareket ise şimdidedir, katetme
eyleminin kendisidir. Katedilen mesafe bölünebilir, hem de sonsuzca, oysa hareket bölünemez ya da
her bölmede doğası değişmeksizin bölünemez. Bu daha şimdiden daha karmaşık bir fikri varsayıyor:
katedilen uzamlar toptan tek ve aynı homojen uzaya aittirler, oysa hareketler heterojendirler ve
birbirlerine indirgenemezler.
Ama geliştirilmeden önce bu birinci tezin ikinci bir ifadesi daha var: hareketi uzamdaki konumlarla
ya da zamandaki anlarla, yani hareketsiz 'kesitlerle' yeniden kuramazsınız. Böyle bir yeniden-kurmayı
ancak konumlara ve anlara soyut bir +++++ardışıklık, mekanik, homojen, evrensel ve uzamdan kesilip
alınmış, bütün hareketler için hep aynı olan bir zamanın soyut fikrini bağlayarak yapıyorsunuz. O
zaman her iki halde de hareket kaçar elinizden. Bir taraftan iki anı ya da konumu istediğiniz kadar
sonsuzca birbirine yaklaştırın, hareket hep ikisi arasında, yanı sırtınızda olup bitecektir. Öte taraftan
da zamanı istediğiniz kadar bölün ve yeniden-bölün, hareket hep somut bir sürede gerçekleşecek,
yani her hareket kendi niteliksel süresine sahip olarak kalacaktır. Artık birbirine indirgenemez imi
formülü karşı karşıya getirebiliyoruz: 'gerçek hareket --> somut süre' ve 'hareketsiz kesitler + soyut
zaman'.
Bergson 1907'de yazdığı Yaratıcı Evrim'de (L'évolution créatrice) kötü formüle bir ad takar: bu
sinematografik yanılsamadır. Sinema gerçekten de birbirini tamamlayan iki veriyle işliyor: imaj denen
enstantane kesitler; şahsiyetsiz, tekbiçimli, soyut, görünmez veya farkedilmez, aygıtın 'içinde' ve
'aracılığıyla' imajların akıp geçirildiği bir hareket ya da zaman [1] . Demek ki sinema bize sahte bir
hareket veriyor; hatta sahte hareketin tipik örneğini oluşturuyor. Ama Bergson'un bu en eski
yanılsamaya çok modern ve günümüze ait bir ad ('sinematografik') vermesi ilginç. Gerçekte, diyor
Bergson sinema hareketi hareketsiz kesitlerle yeniden kurarken en eski düşüncenin çoktandır
yaptığından (Zenon paradoksları) veya doğal algımızın yaptığından başka bir şey yapmıyor. Bu
bakımdan Bergson sinemanın daha çok doğal algının koşullarından koptuğunu savunan
fenomenolojiden ayrılıyor. 'Geçip gitmekte olan gerçeklikten neredeyse enstantane (anlık) görüntüler
alıyoruz ve bunlar o gerçeklik için karakteristik olduklarından, onları soyut, tekbiçimli, görünmez,
bilinç aygıtının fonunda yerleşmiş bir oluş süreci boyunca akıtıp geçirmemiz yetiyor bize' Algılama,
düşünme, dil genel olarak böyle işlerler. Oluşu düşündüğümüzde, ya da ifade ettiğimizde, hatta
algıladığımızda bile içimizde bir tür sinematografı işletmekten öteye bir şey yapıyor değiliz.' Bundan
Bergson'a göre sinemanın sadece değişmez, evrensel bir yanılsamanın projeksiyonu, yeniden-
üretilmesi olduğunu mu anlamalıyız? Yani sanki bilmeden hep sinema mı yapmışız? Ama işte, bir sürü
problem çıkıyor ortaya.
Peki ama yanılsamanın yeniden-üretilmesi aynı zamanda, belli bir biçimde düzeltilmesi de değil
midir? Araçların suniliğinden sonucun, ürünün suniliğine mi varılacak? Sinema fotogramlarla, yani
hareketsiz kesitlerle saniyede yirmidört (ya da başlarda onsekiz) imajla işler. Ama bize verdiği, çoğu
zaman bu konuya dikkat çekilmiştir, bir fotogram değil, kendisine hareketin eklenmediği ortalama bir
imajdır: hareket aksine dolaysız veri olarak ortalama imaja aittir. Doğal algımız için de böyle olduğu
söylenecek. Ama orada yanılsama algılama süreci boyunca, algıyı öznede mümkün kılan şartlar
tarafından düzeltilir. Oysa sinemada imaj, koşulların dışındaki bir seyirciye (bu noktada, göreceğiz ki
fenomenoloji doğal algı ile sinematografik algı arasında bir fark gözetmekte haklıdır) belirdiği anda
düzeltilir. Kısacası sinema bize hareketi eklediği bir imaj vermez, dolaysızca bir hareket-imaj verir.
Elbette bir kesit verir, ama bu hareketli bir kesittir, hareketsiz kesit + soyut hareket değildir. Oysa,
yine son derece ilginç olan şey Bergson'un hareketli kesitlerin ya da hareket-imajların varlığını yetkin
bir şekilde keşfetmiş olduğuydu. Bu Yaratıcı Evrim'den, sinemanın resmi doğuşundan önce, Madde
ve Hafıza'daydı (1896). Doğal algının koşullarının ötesinde hareket-imajın keşfi Madde ve Hafıza'nın
birinci bölümünün o mucizevi icadıydı. Bergson'un on yıl sonra bunu unutmuş olduğuna mı inanacağız
yoksa?
Yoksa, acaba her şeyi başlangıçlarda tehdit eden bir başka yanılsamaya mı kapılmıştı? Şeylerin ve
kişilerin başladıkları zaman hep saklanmaya zorlandıkları, belirlendikleri bilinir. Başka türlü nasıl
olabilir? Kendilerini henüz barındırmayan bir küme içinde çıkıverirler ve atılmamak için ön plana o
kümeyle paylaştıkları ortak karakterlerini sürmek zorundadırlar. Bir şeyin özü asla başlangıçta
belirmez, arada, gelişmesinin akışı içinde, güçleri gürbüzleştiğinde ortaya çıkar. Bergson bunu
herkesten daha iyi bilirdi; ebediyet sorusu yerine 'yeni' sorusunu ortaya atarak (yeni bir şeyin
üretilmesi ve belirişi nasıl mümkündür?) felsefeyi dönüştürmüş olan oydu. Mesela hayatın yeniliği
başlangıçlarında beliremez, çünkü başlangıçta hayat maddeyi taklit etmeye zorlanır diyordu? Sinema
için de aynı şey değil mi? Sinema da başlangıçlarında doğal algıyı taklit etmeye zorlanmamış mıydı?
Ve daha da önemlisi, başlangıçta sinemanın durumu nasıldı? Bir taraftan çekim açısı sabitti, böylece
plan mekansal ve biçimsel olarak hareketsizdi; öte taraftan çekim aygıtı, soyut tekbiçimli bir zamana
sahip olan projeksiyon aygıtıyla karıştırılıyordu. Sinemanın evrimi, kendi özünün fethi ve yeniliği
montajla, hareketli kamerayla ve projeksiyondan ayrılan çekimin özgürleşmesiyle gerçekleşecekti. O
zaman plan mekansal bir kategori olmaktan çıkıp zamansal bir kategoriye dönüşecekti; ve kesit artık
sabit tdeğil hareketli bir kesit haline gelecekti. Sinema böylece Madde ve Hafıza'nın ilk bölümündeki
tezle buluşacaktır.
Bergson'un hareket üstüne bu birinci tezinin ilk bakışta göründüğünden daha karmaşık olduğu
sonucuna varmak gerekir. Bir taraftan hareketi katedilen uzamla yeniden oluşturma, yani hareketsiz
enstantane kesitlere soyut bir zamanı ekleyerek yeniden kurma yolundaki bütün girişimlere yönelik
bir eleştiri var. Öte taraftan bu yanıltıcı çabaların biri olarak, yanılsamayı doruğuna eriştirmeye
yeltenen sinemanın eleştirisi var. Ama Madde ve Hafıza'nın tezi de var ortada: hareketli kesitler,
zamansal planlar ve sinemanın geleceğini ve özünü peygamberce önceden kestiren bir düşünür.
2
Ama Yaratıcı Evrim tam bu noktada ikinci bir tez sürmektedir ileriye: her şeyi hareket üstüne tek
ve aynı yanılsamaya indirgemek yerine birbirinden çok farklı en az iki yanılsama tipini ayırdeden bir
tez. Yanlış yine hareketi anlarla ya da konumlarla yeniden-kurmaktır, ama bunu yapmanın iki tarzı
vardır, biri antik, diğeri modern. Antikçağda hareket düşünülebilir unsurlara, bizzat kendileri ezeli-
ebedi ve hareketsiz olan Biçimlere ya da Idea'lara bağlanırdı. Kuşkusuz hareketi yeniden-kurmak için
bu biçimler akışkan bir maddenin içinde aktüelleşmelerine en yakın oldukları halde yakalamak
gerekirdi. Bunlar ancak madde içinde cisimleştikçe eyleme geçen potansiyellerdi. Ama tersine,
hareket biçimlerin bir 'diyalektiğini', kendisine düzen ve ölçü veren ideal bir sentezini ifade etmekten
öteye geçmiyordu. Böyle kavrandığında hareket demek ki bir biçimden ötekine kurallı ve düzenli bir
geçiş, yani tıpkı bir danstaki gibi pozların veayrıcalıklı anların bir düzeni olacaktır. Biçimler ya da
fikirler 'doruğunu ifade edecekleri bir periyodu karakterize etmeye çağrılırlar, ve bu periyodun bütün
geri kalanı, bir biçimden ötekine kendi başına ilgi çekmeyecek bir geçiş tarafından doldurulur' Nihai
terim ya da doruk noktası (telos, akme) dikkate alınır, asıl an düzeyine yüceltilir ve dilin olgunun
tümünü ifade etmek için tuttuğu bu an, olayı karakterize etmek için bilime yeterli görünür. [2] '
Modern bilimsel devrim ise hareketi artık ayrıcalıklı anlara değil, herhangi ana bağlamaya
dayanmıştır. Hareketi yeniden kurmak söz konusu olduğunda artık aşkın biçimsel unsurlardan (pozlar)
oluşturmayacak, içkin maddi unsurlardan (kesitler) oluşturacaktır. Hareketin düşünülebilir bir
sentezini yapmak yerine duyulara dayalı bir tahlili yapılacaktır. Modern astronominin bir yörüngeyle o
yörüngeyi katetmek için geçen zamanı ilişkilendirerek (Kepler), modern fiziğin katedilen uzamı bir
cismin düşüş zamanına bağlayarak (Galilei), modern geometrinin düzlemdeki bir eğrinin denklemini
formüle ederek, yani yolunun herhangi bir anında bir noktanın hareketli bir doğru üzerindeki
konumunu ortaya çıkararak (Descartes), son olarak da sonsuz küçüklükler hesabının birbirlerine
sonsuzca yaklaştırılabilir kesitleri ele alarak (Newton ve Leibniz) kurulmaları işte böyle olmuştu. Her
yerde herhangi anların mekanik ardışıklığı pozlara dayalı diyalektik düzenin yerini alıyordu: 'Modern
bilim bilhassa zamanı bağımsız değişken olarak ele alma itiyadıyla tanımlanmalıdır.' [3]
Sinema gerçekten Bergson'un ortaya çıkardığı bu şecerenin son ürünü gibi. Bir taşıt araçları dizisini
(tren, otomobil, uçak?) ve ona paralel olarak bir ifade araçları dizisini (grafik, foto, sinema) ele
alabilirdik: o zaman kamera bir sarraf, ya da daha doğrusu taşıt hareketlerinin genelleştirilmiş bir
eşdeğeri olarak görünürdü. Ve zaten Wenders'in filimlerinde tam da böyle görünür. Sinemanın
tarihöncesi sorgulanırken belirsizlik dolu fikirlere düşüldüğü olur, çünkü onu karakterize eden
teknolojik soyu nereye kadar götüreceğimizi, ya da nasıl tanımlayacağımızı bilemeyiz. O zaman
Çinlilerin gölge oyunlarını ya da en eski projeksiyon sistemlerini çağırıp dururuz. Ama gerçekte
sinemanın belirleyici koşulları şunlardan ibarettir: yalnızca fotograf değil, enstantane fotograf (poz
fotografı başka bir soya aittir); enstantanelerin eşit uzaklığı; bu eşit uzaklığın 'filmi' oluşturan bir
düzeneğe aktarılması (pelikülü icat edenler Edison'la Dickson olmuştu); imajları harekete geçirmek
için bir mekanizma (Lumière'in 'tırnak'ları). Sinemanın hareketi herhangi anın, yani süreklilik hissi
verecek şekilde seçilmiş birbirlerinden eşit uzaklıktaki anların işlevi olarak yeniden üreten bir sistem
olması işte bu anlamdadır. Hareketleri birbirlerinin içine geçecek tarzda, ya da 'dönüşüme
bırakıp' yansıtarak düzenleyip yeniden üreten her sistem sinemaya yabancıdır. Animasyon filmi
tanımlamaya çalıştığınızda bu durum çok iyi görünür: eğer bu dal gerçekten sinemaya aitse bunun
nedeni çizgi filmin orada tamamlanmış bir poz ya da figür oluşturmayıp, hep yapılan ve bozulan,
yollarının herhangi anlarında alınmış çizgi ve noktaların hareketiyle işleyen bir figürün tasviri
olmasıdır. Animasyon film Kartezyen bir geometriye bağlıdır, Öklidyen değil. Bize biricik bir anda
tasvir edilen bir figürü vermez, onu tasvir eden hareketin sürekliliğini verir.
Yine de sinema ayrıcalıklı anlarla beslenir gibidir. Sıklıkla Eisenstein'in hareket ve evrim
süreçlerinden sinemanın tam manasıyla nesnesi kıldığı bazı kriz anlarını çekip aldığı söylenmiştir. Bu
tam da onun 'patetik' (coşkusal) adını verdiği şeydir: darbeleri ve çığlıkları seçip durur, sahneleri
patlayış noktalarına kadar yükseltir ve birbirleriyle çarpışmaya iter. Ama bu hiç bir şekilde bir itiraz
konusu değildir. Sinemanın tarihöncesine ve şu ünlü at koşusu örneğine dönelim: bu koşu tam olarak
ancak Marey'nin grafik kayıtlarıyla ve Muybridge'in eşit aralıklı enstantane fotograflarıyla
çözümlenebilmişti. Bunlar atın salınışının organize toplamını herhangi bir noktaya irca ediyorlardı. Bu
eşit aralıklı anları iyi seçebilirseniz zorunlu olarak dikkate değer anlarla karşılaşırsınız: yani atın tek
ayağının yere dokunduğu an, sonra üç, iki, üç, bir, vesaire... Bunlara ayrıcalıklı anlar denebilir; ama
asla atın dörtnal koşusunu eskiden yapıldığı tarzda karakterize eden pozlar ve genel duruş vaziyetleri
anlamında değil. Bu anların pozlarla hiçbir ilgisi olmadığı gibi, zaten pozlar olarak görünmeleri
biçimsel olarak imkansızdır. Bunlar eğer ayrıcalıklı anlarsa bunun nedeni harekete dahil dikkate değer
veya tekil noktalar olmaları bakımındandır, aşkın bir biçimin aktüelleşme anları olduklarından değil.
Mefhumun anlamı bütünüyle değişmiştir. Eisenstein'in ya da başka bir filmcinin ayrıcalıklı anları hala
herhangi anlardır; yalnız herhangi dediğimiz bu anlar düzenli ya da tekil, sıradan ya da dikkate değer
olabilrler. Eisenstein'in dikkate değer anları seçiyor olması onları aşkın bir sentezden değil, hareketin
içkin bir analizinden çekip almasını engellemez. Dikkate değer ya da tekil an ötekiler arasında
herhangi bir an olmayı sürdürür. Bu aynıyla Eisenstein'in talep ettiği modern diyalektik ile eski
diyalektik arasındaki farktır. Eski diyalektik bir harekette aktüelleşen aşkın biçimlerin düzeniyken
yenisi harekete içkin olan tekil noktaların üretilmesi ve karşıtlaştırılmasıdır. Oysa bu tekillikler üretimi
(niteliksel sıçrama) olağan anların birikmesiyle (niceliksel süreç) sağlanır, öyle ki tekillik herhangilikten
çekilip alınmış olduğu halde kendisi yalnızca olağan-olmayan ya da düzenli-olmayan bir herhangiliktir.
Bizzat Eisenstein 'patetiğin' içinden kesitlerin geçeceği organize bir herhangi anlar kümesi olarak
'organiği' önceden varsaydığını vurguluyordu. [4]
Herhangi an yekdiğeriyle eşit aralıklı an demektir. Öyleyse sinemayı hareketi herhangi anla
bağlantılandırarak yeniden üreten sistem olarak tanımlıyoruz. Ama işte tam da bu noktada zorluklar
yeniden başgösteriyor. Böyle bir sistem ne işe yarayacak? Bilim açısından bu yarar çok ufak. Cünkü
bilimsel devrim analize yönelikti. Ve eğer analiz edebilmek için hareketi herhangi anla
bağlantılandırmak zorunluysa, aynı ilke uyarınca bir sentezi veya yeniden kurmayı gerçekleştirmenin
ne gibi bir bilimsel ilginçlik taşıyacağı pek kolay görülemiyor 'belki yalnızca bir doğrulama olarak'. İşte
bu yüzden ne Marey ne de Lumière sinemanın icadına büyük bir güven duyuyor değillerdi. Peki hiç
değilse sanatsal bir değeri olabilir miydi? Daha çok gibi değildi bu fayda da, çünkü sanat hareketin
daha yüksek sentezinin haklarını elinde tutuyordu ve bilimin reddettiği pozlara ve biçimlere fazla bağlı
gibiydi. Hatta bu noktada 'endüstriyel sanat' olarak sinemanın belirsiz halinin kalbindeyiz şimdiden: o
ne bir sanat ne bir bilimdir.
Yine de sinemanın çağdaşları sanatları kapıp götüren ve hareketin stütüsünü, resim bile dahil
olmak üzere değiştiren bir evrime duyarlı olabiliyorlardı. Çok daha belirgin sebeplerden dolayı dans,
bale ve mim sanatı figürleri ve pozları terkederek pozlanmamış, atımlı-olmayan ve hareketi herhangi
ana bağlayan değerleri özgürleştirmeyi amaçlıyordu. Böylece dans, bale ve mim ortamların
arızalarına, yani bir mekandaki noktaların ya da bir olayın anlarının dağılımına cevap verebilecek
eylemlere dönüşüyorlardı. Bütün bunların sinemayla bir bağdaşması söz konusuydu. Sesli filmden icat
edilir edilmez sinema müzikal komediyi en büyük türleri arasına katmayı başarabilmişti. Fred
Astaire'in herhangi yerlerde, sokakta, araçlar arasında, kaldırım boyu yaptığı 'aksiyon-
dans'larla [5] ' Ama daha sessiz sinema döneminde bile Chaplin mimi pozlar sanatının elinden söküp
alarak bir aksiyon-mim haline dönüştürmüştü. Şarlo'yu sinemayı yalnızca kullanması ve ona hizmet
etmemesi yüzünden eleştirenlere karşı Mitry onun mime mekan ve zamanın işlevi olarak yalnızca
artık canlandırılacak önceden ayarlanmış biçimlere bağlı olmak yerine dikkate değer anlara
çözülebilen anların sürekliliğiyle yeni bir model verdiğini söylüyordu [6] .
Sinemanın bu modern hareket kavrayışına tam manasıyla dahil olduğunu Bergson güçlü bir şekilde
ıspatlamıştı. Ama o andan itibaren iki yol arasında tereddüte düşüyordu. Yollardan biri birinci teze
geri götürürken diğeri yeni bir soru atıyordu ortaya. Birinci yolu takip ettiğinizde bu iki kavrayış
bilimsel bakış açısından farklı olabilirler, ama sonuçları bakımından neredeyse özdeştirler.
Hareketi ebedi pozlarla ya da hareketsiz kesitlerle yeniden kurmak aynı kapıya çıkar: her iki halde ede
hareket elden kaçırılır, çünkü bir Bütün varsayılarak 'her şeyin verilmiş' olduğu varsayılır; oysa hareket
ancak bütün verili olmadığında, verilebilir olmadığında mümkün olacaktır. Bütünü biçimlerin ve
pozların ebedi düzeninde de verseniz, herhangi anların toplamında da verseniz, zaman ya yalnızca
ebediyetin imajı ya da toplamın bir sonucu olarak kalacaktır: gerçek harekete hiçbir yer kalmayacaktır
o halde. [7] Yine de başka bir yol açılıyor gibiydi Bergson'un önünde. Zira, eski kavrayış tam anlamıyla
nasıl ebediyeti düşünmeye adanmış antik felsefeye tekabül ediyorsa modern kavrayış, modern bilim
de başka bir felsefeyi çağırıyordu. Hareketi herhangi anlara bağladığınızda yeninin, yani dikkate-
değerin ve tekilin, bu anların herhangi birinde nasıl ürediğini düşünmeyi de başarabilmeniz gerekir:
bu felsefenin topyekün bir dönüşümüdür ve sonuçta Bergson'un yapmayı önerdiği de bundan başka
bir şey değildir; modern bilime tekabül eden, ama eksik olan, bir yarının öteki yarısı gibi bir metafiziği
ikram etmek. [8] Peki ama böyle bir yolda duraklanabilir mi? Sanatların da böyle bir dönüşümde
yapabilecekleri olduğu yadsınabilir mi? Ve sinemanın bu bakımdan esaslı bir faktör olduğu, hatta bu
yeni düşüncenin, bu yeni düşünme tarzının doğuşunda ve oluşmasında oynayacağı bir rol olduğu
reddedilebilir mi? Ve işte Bergson hareket üstüne birinci tezini doğrulamakla yetinmeyecektir artık.
Yarı yolda kalsa bile Bergson'un ikinci bir tezi sinemaya başka bir bakış açısını mümkün kılıyor: sinema
artık en eski yanılsamanın yetkinleştirilmiş aygıtı değildir, aksine yeni gerçekliği yetkinleştirmenin
organıdır.
3
Ve işte Bergson'un, yine Yaratıcı Evrim'deki üçüncü tezi. Buna kaba bir formül vermek istersek
şöyle bir şey olurdu: an yalnızca hareketin hareketsiz bir kesiti olmakla kalmaz, hareket de sürenin,
yani Bütün'ün veya bir bütünlüğün hareketli bir kesitidir. Bu hareketin daha derin bir şeyi ifade
ettiğini ima eder: sürede değişme ya da bütünlük. Sürenin değişme olduğu bizzat tanımın parçasıdır:
değişir ve değişmeyi hiç bırakmaz. Mesela madde hareket eder, ama değişmez. Oysa hareket sürede
veya bütünün içinde bir değişmeyi ifade eder. Sorun bir taraftan bu ifadede, diğer taraftan bu bütün-
süre özdeşliğinde yatıyor.
Hareket uzamda bir taşınmadır. Oysa uzamda ne zaman kısımların, parçaların taşınması söz
konusu olsa, bir bütünde de niteliksel bir değişim başgöstermiş demektir. Bergson Madde ve
Hafıza'da bunun çok sayıda örneğini veriyor. Hayvan hareket etmiştir, ama bu hiçbir şey demek
değildir; mesela yemek içindir, göç etmek içindir vesaire. Denebilir ki hareket bir potansiyel farkı
varsayar ve onu doldurmaya çalışır. Parçaları ve yerleri soyut olarak, A ile B tarzında ele alırsam
birinden ötekine giden hareketi anlayamam. Ama A'dayken açım ve B'de yiyecek var. B'ye varıp
yediğimde değişikliğe uğrayan yalnızca benim durumum değildir, B'yi, A'yı ve aralarındaki herşeyi
kapsayan bir bütün de değişikliğe uğramıştır, Akhilleus kaplumbağaya yetişip geçtiğinde değişikliğe
uğrayan kaplumbağayı, Akhilleus'u ve ikisini ayıran mesafeyi kapsayan bir bütünlüktür. Hareket hep
bir değişiklik yaratır 'göç bir mevsimler değişimine gönderir bizi. Ve bu cisimler açısından da
doğrudur: bir cismin düşmesi onu çeken bir başka cismi varsayar ve her ikisini de içeren bir bütündeki
değişimi ifade eder. Salt atomları düşündüğünüzde, maddenin bütün parçalarının karşılıklı faaliyetine
tanıklık eden hareketleri zorunlu olarak bütünün içindeki değişmeleri, bozunumları, enerji
değişikliklerini ifade edecektir. Bergson'un taşınma olarak hareketin ötesinde keşfettiği bir salınım, bir
titreşim ve yayılım vardır. Düştüğümüz hata hareket eden şeyin niteliklere kayıtsız ve dışsal herhangi
unsurlar olduğunu sanmaktır. Ama niteliklerin bizzat kendileri sözde unsurlar hareket ederken
değişikliğe uğrayan saf titreşimlerdir. [9]
Yaratıcı Evrim'de Bergson o kadar ünlü bir örnek verir ki şaşıracak ne kaldığını artık bilemez hale
geliriz. Bize der ki, bir bardak suya şeker koyduğumda 'şekerin erimesini beklemek
zorundayım'. [10] Bu her şeye rağmen çok ilginç, çünkü Bergson sanki bir kaşığın hareketinin bu
erime sürecini hızlandıracağını unutmuş gibidir. Peki ama esasında ne demek istiyor? Şeker
parçacıklarını dağıtarak onları suyun içinde dolaştıran taşınma hareketinin bizzat bütünde, yani
bardağın içeriğinde olan bir değişimi ifade ettiğini: bu içinde şeker bulunan sudan şekerli suya
niteliksel bir geçiştir. Eğer kaşıkla karıştırırsam hareketi hızlandırırım, ama aynı zamanda artık şimdi
kaşığı da içeren bütünü de değiştirmiş olurum ve ivmelenmiş hareket yine bir bütünün değişmesini
ifade etmeyi sürdürür. 'Kütlelerin ve moleküllerin fizik ile kimyanın incelediği o çok yüzeysel
yerdeğiştirmeleri derinlerde oluşan ve bir yerdeğişikliği değil bir dönüşüm olan o hayati hareket
karşısında, hareketli bir şeyin durması uzamdaki hareketi karşısında neyse odur.' [11] Böylece
Bergson üçüncü tezinde aşağıdaki analojiyi sunar:
Hareketsiz kesitler hareketli kesit olarak hareket
---------------------- = -----------------------------------
hareket niteliksel değişme
Tek fark neredeyse soldaki ilişkinin bir yanılsamayı, sağdakinin ibe bir gerçekliği ifade ediyor
olmasıdır.
Bergson'un şekerli su bardağıyla özellikle söylemek istediği şey, bekleyişimin, nasıl olursa olsun,
zihinsel, ruhsal bir gerçeklik olarak bir süreyi ifade ettiğidir. Peki ama neden bu ruhsal süre sadece
bekleyen benim değil, değişime uğrayan bütün için de tanıklık etsin? Bergson diyordu ki: bütün ne
verilidir ne de verilebilir (ve modern bilimin en az antik bilim kadar düştüğü hata, farklı iki tarzda da
olsa, bütünün verili olduğunu kabul etmeleridir). Çok sayıda filozof önceden bütünün ne verili
olduğunu, ne de verilebilir olduğunu söylemişlerdi; aba bundan çıkardıkları tek sonuç bütünün
anlamdan yoksun bir mefhum olduğuydu. Bergson'un vardığı sonuç çok farklıdır: eğer bütün
verilebilir değilse bunun nedeni onun Açık olmasıdır ve sürekli olarak değişmek ya da yeni bir şeyi
üretmeyi asla bırakmamak, kısacası sürmek ona aittir. 'Kainatın süresi, onun içinde yer alabilecek
yaratılmışların enlemi ile tek ve aynı olmak zorunda.' [12] Öyle ki bir süre karşısında ya da içinde
bulunduğumuz her defasında bundan değişime uğrayan ve bir yerlerde açık olan bir bütünün
varolduğu sonucuna varabiliriz Bergson'un süreyi önceleri bilince özdeş bir şey olarak keşfettiği iyi
bilinir. Ama bilincin daha ileriye götürülmüş bir incelenmesi Bergson'u bilincin ancak bir bütüne
açılarak, bir bütünün açığıyla çakışarak varolabileceğini kanıtlamaya götürüyor. Yaşayan varlık için de
böyle: Bergson yaşayan varlığı bir bütün ile, ya da kainatın bütünüyle karşılaştırdığında en eski
karşılaştırmalardan birini yeniden yapıyor gibi görünüyor. [13] Ama yine de terimleri tümüyle tersyüz
ederek. Çünkü eğer yaşayan varlık bir bütünse ve dolayısıyla kainatın bütününe asimile edilebiliyorsa,
bunun nedeni bir bütünün kapalı olduğunun varsayıldığı gibi kapalı bir mikrokozmos olması değil,
aksine bir dünyaya açılması ve bu dünyanın, kainatın da bizzat Açığın ta kendisi olmasıdır. 'Nerede
yaşayan bir şey varsa orada bir yerlerde, zamanın kaydedilebileceği açık bir sicil vardır.' [14]
Bütünü tanımlamak gerekirse, onu İlişki mefhumuyla tanımlardık. Bunun nedeni ilişkinin
nesnenelir bir özelliği olmaması ve her zaman ilişkilendirdiği terimlere dışsal olmasıdır. Üstelik ilişki
açıktan asla ayrılamaz ve ruhsal ya ra zihinsel bir varoluş sunar. İlişkiler nesnelere ait değildirler,
bütüne aittirler; tabii ki bütünü kapalı bir nesneler kümesiyle karıştırmamak kaydıyla. [15] Uzamdaki
hareketle bir toplamın ya da kümenin nesneleri karşılıklı konumlarını değiştirirler. Ama ilişkiler
sayesinde bütün dönüşür ya da nitelik değiştirir. Süre, hatta zaman hakkında diyebiliriz ki o ilişkilerin
bütünüdür.
Bütünü, 'bütünleri' kümelerle, toplamlarla karıştırmamak gerekir. Kümeler kapalıdırlar ve kapalı
olan her şey suni yoldan kapatılmıştır. Kümeler hep parçaların kümelenmesidirler. Oysa bir bütün
kapalı değil, açıktır; ve parçaları da yoktur 'ya da ancak çok özel bir anlamda vardır, çünkü bölmenin
her etabında doğası değişikliğe uğramadan bölünemez. Gerçek bütün bölünmez bir süreklilik
olabilirdi pekala.' [16] Bütün kapalı bir küme değil, aksine kümenin hiçbir zaman mutlak olarak kapalı
olmamasına, hiçbir zaman bağışık olamamasına, bir yerlerde hep açık kalmasına yol açan şeydir --
kainatın bütününe onu bağlayan gergin bir ip gibi . Su sardağı parçaları olan, su, şeker, belki bir kaşık
'kapalı bir toplamdır; ama bütün orada değildir. Bütün parçaları olmayan başka bir boyutta yaratılır ve
yaratılması asla durmaz ' bir kümeyi niteliksel bir durumdan başka bir niteliksel duruma taşıyor
gibidir; bu hallerden geçip duran dur durak bilmez saf oluş gibi. İşte bu anlamda ruhsal ya da
zihinseldir. 'Su bardağı, şeker ve şekerin suda erime süreci hiç kuşkusuz soyutlamalardan ibarettir ve
duyularımla ve kavrayış gücümle kesilip alındıkları Bütün belki de bir bilinç gibi ilerliyordur.'[17] Yine
de bir kümenin veya kapalı bir sistemin böyle suni olarak kesilip biçilmesi saf bir yanılsamadan ibaret
değildir. Çok iyi temellenmiştir ve her şeyin bütün ile bağın (onu açığa bağlayan bu paradoksal bağ)
koparılması imkansız olsa da bu bağ hiç değilse çekilip uzatılalabilir, sonsuza kadar gerilebilir, az ya da
çok gerginleştirilebilir. Bunun nedeni maddenin organizasyonunun kapalı sistemleri ya da parçaların
belirlenmiş toplamlarını mümkün kılmasıdır; ve uzamın açılıp gelişmesi bunu zaten zorunlu
kılmaktadır. Ama tam da, kümeler uzamdadırlar ve bütün, bütünler, sürededirler, değişip durmayı
asla bırakmasa da sürenin bizzat kendisidirler. Öyle ki Bergson'un birinci tezine tekabül eden iki
formül şimdi çok daha kesinlik taşıyan bir statü kazanıyor: 'hareketsiz kesitler + soyut zaman',
parçaları gerçekten hareketsiz kesitler olan ve ardışık durumları soyut bir zaman içinde
hesaplanabilen kapalı kümelere gönderirken; 'gerçek hareket àsomut süre' sürmekte olan ve
hareketleri bir o kadar da kapalı sistemleri kateden hareketli kesitler olan bir bütünün açıklığına
gönderir.
Üçüncü tez doğrultusunda kendimizi üç seviye üzerinde buluyoruz: 1) ayırdedilebilir nesnelerce ya
da ayrı ayrı kısımlarla tanımlanabilen kümeler ya da kapalı sistemler; 2) nesneler arasında kurulan ve
onların karşılıklı konumlarını değişikliğe uğratan taşıma hareketi; 3) kendine özgü ilişkiler uyarınca
değişmesi asla durmayan ruhsal bir gerçeklik olarak süre ya da bütün.
Öyleyse hareketin iki yüzü var gibidir bir şekilde. Bir taraftan nesneler ya da parçalar arasında olup
biten bir şeydir, öte taraftan süreyi ya da bütünü ifade eden şeydir. Sürenin, doğasını değiştirerek
nesneler halinde bölünmesini, nesnelerinse derinleşerek, çeperlerini yitirerek sürede biraraya
gelişlerini sağlar. O halde hareketin kapalı bir sistemin nesnelerini açık süreye, süreyi ise açılmaya
zorladığı sistemin nesnelerine bağladığını söyleyeceğiz. Hareket aralarında kurulduğu nesneleri, ifade
ettiği değişip duran bütüne bağladığı gibi tersini de yapar. Hareket yoluyla bütün nesneler halinde
bölünür ve nesneler bütünde birleşirler: ve tam da bu ikisi arasında bütün değişir. Bir kümenin
nesnelerini veya parçalarını hareketsiz kesitler olarak kabul edebiliriz; ama hareket bu kesitler
arasında kurulur ve nesnelerle parçaları değişip duran bir bütünün süresine bağlayarak, demek ki
bütünün nesnelere bağlı değişimini ifade eder 'demek ki hareket sürenin hareketli bir kesitidir.
Artık Madde ve Hafıza'nın ilk bölümünün o kadar derin tezini anlayacak düzeye varabiliyoruz: 1)
hareketin yalnızca enstantane imajları, yani hareketsiz kesitleri yoktur; sürenin hareketli kesitleri
olarak hareket-imajlar vardır; 3) son olarak hareketin ötesinde zaman-imajlar vardır 'yani süre-
imajlar, değişme-imajlar, ilişki-imajlar, hacim-imajlar'
[1] L'évolution créatrice, s. 753 (305). Bergson'un metinlerini Yüzüncü Yıl denen baskıdan
aktarıyoruz; parantez arasında da her kitabın halihazırda bulunabilen baskısının (P.U.F.) sayfa
numarasını veriyoruz.
[2] EC, s. 774 (330).
[3] EC, s. 779 (335).
[4] Organik ve patetik üstüne, bkz Eisenstein, La non-indifférente Nature, I, 10-18.
[5] Arthur Knight, Revue du cinéma, no 10.
[6] Jean Mitry, Histoire du cinéma muet, III, Ed. Universitaires, s. 49-51.
[7] EC, s. 794 (353).
[8] EC, s. 786 (343).
[9] Bütün bu noktalar üstüne bkz. Matière et mémoire, B. IV, ss. 332-340 (220-230).
[10] EC, s. 502 (9-10).
[11] EC, s. 521 (32).
[12] EC, s. 782 (339).
[13] EC, s. 507 (15).
[14] EC, s. 508 (16). Bergson ile Heidegger arasında aslında hatırı sayılır tek benzerlik tam da
şudur: ikisi de zamanın özgüllüğünü açığın kavranışı üstüne inşa etmişlerdir.
[15] Burada Bergson tarafından açıkça ortaya atılmamış olmasına rağmen ilişkiler sorununu ileri
sürüyoruz. Bilinir ki iki şey arasındaki ilişki şeylerden birinin ya da diğerinin bir sıfatına indirgenemez;
ama toplamın bir sıfatı da değildir. Buna karşın, ilişkileri bir bütünle bağlantılandırma imkanı, bu
bütün verili bir toplam, bir küme olarak değil bir 'sürekli' olarak kavranırsa tam anlamıyla korunur.
[16] EC, s. 520 (31).
[17] EC, s. 502-503 (10-11).