344

HECE TAŞLARI - Turuz

  • Upload
    others

  • View
    17

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

Page 1: HECE TAŞLARI - Turuz
Page 2: HECE TAŞLARI - Turuz

23.sayı on5ocak 2017

HECE TAŞLARI Aylık Şiir Dergisi

Page 3: HECE TAŞLARI - Turuz

HECE TAŞLARI YİRMİ ÜÇ SAYI 15 Ocak 2017

Hece Taşları Sayfa 2

BU SAYIDA

Kemalettin KAMU

Cumali Ünaldı

HASANNEBİOĞLU

Mehmet RAYMAN

Engin NAMLI

Osman AKTAŞ

Mehmet GÖZÜKARA

Abidin GÜNEYLİ

Ahmet URFALI

Yasin USTA

Muhammed BİZAR

Mahmut TOPBAŞLI

Murat ARICI

Nuri PEKSÖZ

İbrahim ERYİĞİT

Hayrettin DURMUŞ

Seyit KILIÇ

Mehmet DURMAZ

GELİP GEÇTİ CAHİT ÇOLLAK DÜNYADAN

Acı haber tez ulaşır duyana, yürekten yüreğe bir

çıngı sıçrar, ve rüzgâr uğuldar tutuşur acı, gökte kanat

vurur hüzün kuşları, yağmur bulutları yola çıkarlar,

sonra gözümüzden çakan şimşekle, yüzümüze

sağılmaya başlarlar.

İki bin on yedi ocak sekizde, haber geldi cahit

çollak ağabey, yeni çantasını sırtına atmış, bu sefer

gittiği İstanbul değil, hele eş dost ziyareti hiç değil,

kalbinin saati: güzel sahibim, benimle yolculuk buraya

kadar, tak demiş bir daha tik tak dememiş.

Uzaktan olsa da gönlüme komşu, bu güzel

insanın ancak ruhuyla, hasbihal edeyim dostlar

dinlesin, ortak dostlarını bu ayrılıktan, haberdar

edeyim üç beş kelamla, hayırla analım ve anlatalım,

uçurarak avcumuzdan kuşları.

En ince yanından kelimeleri, bir tespih ipine

diziyor gibi, seçerek konuşan ehli dillerden, bir gönül

işçisi bilip kendini, sözün kalınına dönüp bakmayan,

emirhan’da küçücük bir dükkânda, başkaları

bezirgânlık yaparken, gül alırdı gül satardı durmadan.

Kalp krizi bilmez yaşlıyı genci, ne zaman

nerede ne şekil gelir, gelince yararalar ya alır gider,

var git ölüm bir zamanda yine gel, türküsünü

mırıldarken dostları, metin abi ile mustafa kara, cahit

abi çekilince aradan, nasıl kuracaklar sacayağını.

Altmışaltı yıllık sürgünlüğünde, ne acılar

emzirmiştir kim bilir, bizim bildiğimiz duyduklarımız;

göbeğini erzurum’da bıraktı, çantasını omuzuna

takarak, malatya’yı istanbul’u turladı, yolları bursa’da

kesişenlere, oldu sarı özek bozkırında yedigey.

Cahit çollak ağabeyim göçünce, ben şimdi

bursa’ya geldiğim zaman, ziyaret etmeden ulu cami’yi,

hangi dükkân kapısından bakarak, gözümü yumarak

gönlüm açarak, helva ekmek yanı sıra turşuyla, kimin

sofrasına oturacağım.

HECE TAŞLARI

Aylık Şiir Dergisi

Genel Yayın Yönetmeni

Tayyib Atmaca

Yazışma Adresi

Haydarbey Mh. 32077 Sk.

Armada 2/D Blok Kat:2 Da:6

Onikişubat/K.MARAŞ

Telefon: 0535 391 92 50

[email protected]

23. Sayı 15 Ocak 2017

ISSN: 2149-4509. (e-dergi)

Page 4: HECE TAŞLARI - Turuz

HECE TAŞLARI YİRMİ ÜÇ SAYI 15 Ocak 2017

Hece Taşları Sayfa 3

SEÇİLMİŞ ŞİİRLERİ

KADADENİZ

Göklere aynasın, bulutlar senin

Bir ufak meltemle ürperir tenin

Fırtına, türküsü enginlerinin

Köpük, sularının perisi, deniz!

Gemiler görünmez dalga çığında

Bir hınç uğultusu var çığlığında

Duru sabahların gün ışığında

Serili bir kaplan derisi deniz!

Kıyın yeryüzünün cenneti bize

Koylar sıra sıra, dağlar diz dize

Giresun, Görele, yemyeşil Rize

Siyah sularının perisi deniz!

AKDENİZ’DEN GEÇERKEN

Sular pırıl pırıl, rüzgârı mis kokulu

Kuş uçmaz eski Türk kalyonlarının yolu

Sağda, sıra dağlarla kabaran Anadolu

Yeşil eteklerinde tükeniyor Toros’un.

Akşam pembeleşiyor bembeyaz tepelerde

Eğiliyor bulutlar engine perde perde

Dönüyorken kıyılar koyu bir laciverde

Sesini dinliyorum sularda Barbaros’un.

Havada bir dost eli okşuyor derimizi

Boynu bükük adamlar tanıyor sanki bizi

İçimize çevirip nemli gözlerimizi

Geçtik yabancı gibi yakınından Rodos’un.

KİMSESİZLİK

Yıllardır bir kıvılcım kapalı kında

Kimsesizlik dört yanımda bir duvar gibi

Mustaribim bu duvarın dış tarafında

Şefkatini inandığım biri var gibi.

Sanıyorum saçlarımı okşuyor bir el

Kıpırdamak istemiyor göz kapaklarım

Yan odadan bir ince ses diyor gibi gel

Ve hakikat bırakıyor hülyamı yarım.

Gözlerimde parıltısı bakır bir taşın

Kulaklarım komşuların ayak sesinde

Varsın yine bir yudum su veren olmasın

Başucumda biri bana ‘su yok’ desin de!

Kemalettin KAMU

GURBET

Gurbet o kadar acı

Ki, ne varsa içimde

Hepsi bana yabancı

Hepsi başka biçimde

Eriyorum gitgide

Elveda her ümide!

Gurbet benliğimi de

Bitirdi bir biçimde

Ne arzum ne emelim

Yaralanmış bir El’im

Ben gurbette değilim

Gurbet benim içimde

GÜZ

Kurudu artık otlar

Bitmiyor tazeleri

Birikinti sularda

Yaprak cenazeleri

Döndü yayladakiler

Erdi dağlara batı

Ovalar daha geniş

Kayalar daha katı

Başım avuçlarımda

Bir ağır külçe hüzün

Düşüyor gözlerime

Çiğ taneleri güzün

BİR ÇOCUK

Dediler ki: ‘- Yok baban,

Babanı aldı vatan! ’

Meğer burada yatan

Senmişsin, babacığım!

Davullar çala çala,

Köylü döküldü yola...

Ne güzeldi alayla

Gidişin... babacığım!

Kaldın diye askerde

Anam uğradı derde...

Bu tenha tepelerde

Ne işin... babacığım?

Page 5: HECE TAŞLARI - Turuz

HECE TAŞLARI YİRMİ ÜÇ SAYI 15 Ocak 2017

Hece Taşları Sayfa 4

ŞİİR ÜZERİNE KONUŞMALAR -8-

NECİP FAZIL

Cumali Ünaldı HASANNEBİOĞLU

Bu konuşma, Selçuklu Vakfı tarafından 25 Mayıs 1996 tarihinde, Ankara Kocatepe Camii Konferans

Salonu’nda düzenlenen, “Necip Fazıl’ı Anma” toplantısında yapılmıştır. Diğer konuşmacılar, M. Akif İnan,

Rasim Özdenören, Mehmet Doğan ve Lütfi Şehsuvaroğlu’dur.

Bugün, geçmişi nasıl didiklediği, yaşadığı günleri -zaman sınırını zorlayarak- birkaç defa

genişleterek ve derinleşerek nasıl doldurduğu; geleceği de, inanç ve düşüncelerinden hareket

ederek oluşturduğu hayâlleriyle, nasıl zenginleştirdiğini düşünmeye ve anlamaya çalışacağız Necip

Fazıl'ı.

Hemen hemen merak ettiğimiz birçok konuda eseri var Necip Fazıl'ın.

Kendi hayatından fragmanlarla çarpıcı kıldığı hikâyeleri, romanı, kimsenin o dönemde adını

anmaya cesaret edemediği tarihi şahsiyetler üzerine araştırmaları, Türk ordu geleneğini sorguladığı

“yeniçeri araştırması”, birer diyalektik şahikası olan mahkeme savunmaları, “buz dağını

hohlayarak nefesiyle eritme” benzetmesiyle sunduğu ve Türkiye'de bugün incinmesinden

sakınarak kem nazarlardan saklamaya çalıştığımız sağlam düşüncenin oluşmasında etkili

konferansları, gazeteciliği, dergiciliği, mahpusane yoldaşlığı, Abdülhakîm Arvasî bağlılığı,

şairliğinin bildiğimiz görünen yüzü...

Ben, bunlardan söz etmeyeceğim .

Necip Fazıl Kısakürek'in iki vasfının öne çıktığını düşünüyorum:

Devlet adamlığı ve şiirinin felsefesinde devlet anlayışını gösteren bölüm…

Böyle bir iddia şaşırtıcı gelebilir. Özellikle "şiir ve devlet"in, birbirinden uzak kaldığı

tezinin aşırı yoğunlukta savunulduğu günümüzde, bir şairin, devlet adamı kumaşı taşıdığını

savunmak, başlangıçta sizlere şaşırtıcı gelebilir.

Kurumları sağlıklı bir biçimde yürüyen (ideal devleti) anlatan “İdeolocya Örgüsü”nden söz

edeceğimi zannedenler yanılıyorlar. İdeolocya Örgüsü, her ne kadar bir devlet tarifi ise de, sonuç

olarak benzerleri gibi, teknik yanı ağır basan bir kitaptır. 'Devlet'den El-Ahkâmus Sultaniye'e kadar,

ideal devlet sistemini anlatmaya çalışan tüm kitaplarda gördüğümüz; idealize etme, uygulamadaki

tersliklerin gözardı edilmesi, hayâl ile gerçeğin uyumsuzluğu, hayâli sınırlayan ya da engellemeye

çalışan hiç bir gücün olmamasına karşılık gerçeğin, birçok engelle varolması gibi özellikleri

dolayısıyla bu kitap, Necip Fazıl'daki devlet adamlığı kumaşını yeteri kadar yansıtmaz bence.

Yine şaşıracaksınız, ama sizi şaşırtmak için söylemediğimden emin olun, bence Necip

Fazıl'ın devlet adamlığı kumaşı, en çok "Çile" adıyla topladığı şiirlerinin son sözü konumundaki

"Poetika"sında gizlidir...

"Arı bal yapar, fakat balı izah edemez" şeklinde çarpıcı, ama olumsuz bir nitelemeyle başlar

poetika. 'Sanatı üzerine düşünme'yi, sanatçı olmaktan daha çok önemseyen Necip Fazıl, şiir ile arı

arasında, hayatı algılama ve algıladığını bir ürün olarak ortaya koyma açısından beliren bu önemli

farkı, bu kez bizzat bir ürünle mukayese ederek (şairin farkını) iyice vurgulamaya çalışır: 'Ağaçtan

düşen elma arz cazibesi kanunundan habersizdir'.

Fotoğraf iki tanedir. Birincisi bal yapan arı fotoğrafı, diğeri de ağaçtan düşmekte olan

elma..

Her ikisinde de eylem, diğer unsurlardan daha çok öne çıkmaktadır. Birinci fotoğrafta bal

yapan arı yerine bal resmi, ikinci fotoğrafta ise daldaki elma veya yere düşmüş elma olsaydı; bu,

ataletin, eylemsizliğin, durgunluğun fotoğrafı olacaktı. Bal yapan arı da, ağaçtan düşmekte olan

elma da aksiyonun görüntüsüdür. Böylece Necip Fazıl'ın, daha sonraları insan ve toplumun

bütün oluşları ile süsleyip şekillendireceği şiir devletinin omurgasındaki ilk özellikler ortaya

çıkar: Aksiyon, eylem, hareket ve oluş. Kaldırıp okuduğumuz sayfanın ilk cümlesi çarpar bizi.

Alelâde gibi görünen 'arı bal yapar' hükmü, '... fakat balı izah edemez' cümlesi ile tamamlanınca,

her ikisi de binlerce çiçek ve binlerce olaydan devşirilip oluşturulan bal ve şiir, sonuç olarak

oluşturucusuna bir sorumluluk yükler /veya yüklemez yargısı ile karşı karşıya kalırız.

Page 6: HECE TAŞLARI - Turuz

HECE TAŞLARI YİRMİ ÜÇ SAYI 15 Ocak 2017

Hece Taşları Sayfa 5

Arı, balı açıklayamaz.

Ama şair, sanatı üzerinde düşünür.

Şimdi, sanatı üzerinde düşünen bir şairin, zincir halkaları gibi birbirlerine ekleyerek; şair,

şiir, yöntem, amaç, şiirin unsurları, şiirde kütük ve nakış, şiirde şekil ve kalıp, şiirde iç şekil,

toplum, hayat, şiir ve din, şiir ve müsbet ilimler, şiir ve devlet adı altında on üç bölüm olarak yazıp,

bir bölümde de "toplam" adı altında özetlediği poetikasına dönelim.

Bir parantez açarak, sizlerle paylaşmak istediğim bir malûmat var. Bunun bilinmesi, Necip

Fazıl Kısakürek'in yaşadığı dönemlerde geniş halk kitlelerine farklı yoğunluklarda da olsa ulaşarak,

kendi söylemiyle 'fikir babası ve ruh hamurkârı' işleviyle, onları, düşünce aşamasında

yönlendirmesi, bugün de ölümünden geçen bunca zamana rağmen eskiye oranla daha sıcak bir

ilgiyle Türkiye'nin birçok yerinde anılmasını da açıklayabilir.

Birkaç gün önce, konusunda yetkili bir uzmandan, bir halkla ilişkiler konferansı dinledim.

Son derecede çarpıcı tesbitleri olan bu konferansın bence en önemli tesbiti, geçmişten günümüze

kadar adını, etkisini ve bir kısım macerasını bildiğimiz şair, heykeltraş, felsefeci, demagog, artist,

devlet adamı, lider... akla gelen tüm öncülerin, tanınmalarındaki sırrın, çok iyi birer halkla ilişkiler

ustası olmalarında yattığını söyledi.

Yakından tanıyanların anlatımıyla Necip Fazıl'ı dinlediğinizde, anlatılanlardan kişisel

avantaj sağlamak için şahsıyla ilgili bölümlerde abartılı eklentiler yapma ihtimalinden hareketle bir

kısmını çıkarsanız bile, onun ne kadar önemli bir halkla ilişkiler ustası olduğunu göreceksiniz. Size

anılarını anlatanlar, onlara, kendi yüreklerinden kendileri için arzuladıkları duygu, düşünce ve

hareketleri ekleseler bile, bu tozu üfleyerek anlatılanı değerlendirdiğinizde, kendi kendisiyle,

çevresiyle, sistemle, diğer insanlarla büyük boyutta çelişkileri olan bir Necip Fazıl'ın, bu taşkınlığı,

bir barajda toplayarak ve kanallara taksim ederek gerektiği yere, gerektiği kadar vermekle, nizâm

altına almakla nasıl bir organizasyon ve insanlarla irtibat ustalığı gösterdiğini anlayacaksınız.

Necip Fazıl budur.

Bahar yağmurlarının oluşturduğu büyük debili feyezânların, çevresini tahrip etmeksizin

barajlarda toplanarak zamanı gelince, “altın”dan daha değerli bir ihtiyaç maddesi, “su” olarak

kullanılmasıdır onda şiir de, düşünce de. Bu parantezi kapayarak poetikaya devam edelim…

Şairlerle ilgili düşüncesini 'neyi, niçin ve nasıl yaptığının ilmine muhtaç ve üstün

marifetinin sırrına müştak bir tılsım ustası' şekline tamamlıyor.

Şairin bir tılsım ustası olduğunu söylerken, yüzyıllar boyunca, gerek şiire toplumda olumlu

rol biçenlerce ve gerekse olumsuz rol biçenlerce, şiir ve büyünün birlikte mütalâa edilmesini,

Necip Fazıl'da da görmekteyiz. Ancak, Necip Fazıl için şiir, tek başına, büyü ile anlatılmaz. Bu

tılsım ustası hem üstün marifetinin, kendisini toplumun diğer bireylerinden ayıran “kelimeyi

sihirleme gücü”nün sırrına müştak olmalı, hem de “neyi, niçin ve nasıl yaptığının” ilmini

aramalı...

Bu şair, önce şiirin ne olduğunu tahkik etmeli.

Eşya ve hadiselerin, büyük mantık yasaklarına rağmen en mahrem, en mahçup, en nazik ve

en hassas nahiyesini tutarak ve nisbetlerini bularak, mutlak hakikati arama işi…

"Fevkalade sarp ve dolambaçlı, fakat kestirme ve imtiyazlı bir yol" olarak tarif ettiği şiiri,

her zaman aşağılayıcı bir ifade olarak kullandığı 'kalabalıklar' değil, yüceltici bir ifade olarak

kullandığı 'gözcüler, işaret memurları' ve hele de 'kılavuzlar', yani 'gerçek şiir söyleyicileri'

kullanmaktadır.

Şiir için Necip Fazıl'ın çok beğendiğim bir nitelemesi de, “küstah ve başıboş kıvılcımlar

mahrekidir” sözü... Bunu en iyi şairler ve şiirle kendi kâl'asının bir burcunu onaran, eksiğini

gideren, hüznünü ve sevincini şiirle açıklayanlar anlar. Küstah ve başıboş kıvılcımların oluşturduğu

bir yörünge. Kıvılcım…Küstah kıvılcım…Küstah ve başıboş kıvılcımlar…Ve onların oluşturduğu

yörünge.

Şiirin, mutlak hakikati arama işi olduğunu söyleyen Necip Fazıl ekliyor: Mutlak

hakikat Allah'tır. Şiir, Allah'ı, sır ve güzellik yolunda aramaktır.

Şiiri üzerine düşünen her şair, şiir ile bilim arasında bir ilişki kurma zorluğunu duymuştur.

Bunu en iyi bir biçimde Fuzûlî, Türkçe Divanı'nın dibâcesinde açıklamıştır.

Kendi üslûbunun mantık silsilesiyle:

Page 7: HECE TAŞLARI - Turuz

HECE TAŞLARI YİRMİ ÜÇ SAYI 15 Ocak 2017

Hece Taşları Sayfa 6

“İlimsiz şiir temelsiz duvar gibidir. Temelsiz duvar da gâyetle bî-itibar olur” diyerek bilim

ile şiir arasında bir içiçelik ilişkisi kurmuştur.

Bilim ile şiir konusunda Necip Fazıl'ın düşüncesini, kendi üslubunun tutarlılığı ve

kıvraklığıyla verelim:

“İlim, hakikatı, akıl yolundan, akılla çerçevelendirerek, aklın takâtini esas tutarak, attığı

her adımı ötekine bağlayarak, yolu daima açık ve mahfuz bulundurarak, ulaştığı her merhâlenin

hesabını vererek ve daima sebebe bağlayarak arar ve alet diye fikri kullanır.

Şiir ise alet diye yine fikri kullanır; fakat ona hiçbir ırgatlık işi vermez, meşakkât çektirmez,

onu kendi tahlilci yürüyüşüne bırakmaz, zaman ve mekân kayıtlarının üstüne doğru iter, izah ve

hesap yollarını açık ve mahfuz bulundurmaksızın ve sebep aramaksızın bir anda büyük netice ve

terkibe fırlatır.”

Bu bilim-şiir ilişkisinde, bilimin şiir için gereğini reddetmemekle birlikte, tamamen farklı

iki kavram olarak sunmaktadır bize. Bilim, kaba, hantal ama gereli iken, şiir bu kabalığı bir anka

kuşuna dönüştüren tılsımdır.

Mutlak hakikati arama işinde de bilim ile şiir farkı açıktır. Hatta birbirine zıttır. Bilim, polis

gibi ararken, şiir, mutlak hakikati hırsız gibi arar. Karanlık gibi şeffaf camlardan sızar, dumanların

asansörüne binip, bacalardan iner; nefes alınca kapılardan sığmayan şiir, nefes verince anahtar

deliklerinden süzülüverir... İlmin yöntemi 'telkin' iken şiirin yöntemi 'tebliğ'dir Necip Fazıl'a göre...

Necip Fazıl'ın, bilimi, bilimin verilerini, olması gerektiği kadar kabul ettiği bilinmektedir.

Ne bilimi yok saymaktadır, ne de onu tabulaştırmaktadır. Ancak, şiir söz konusu olunca, bilimin bir

parça aşağılandığını görmekteyiz. Ki, bu da şiirin tılsım oluşu ile bağlantılı bir “kavrama”dır.

Gerçek olsa da, olmasa da olağanüstünün, olağana göre daha geniş ve derin bir yorumlama alanı

vardır ve üstünlük olağanüstüye doğrudur.

Bir de 'remzîlik ve sırrîlik' kavramı var şiirde.

Kasa şifresi gibi, bir şeyi bildirmek yerine saklama amacı olan...

'Allah'ın sır hazinesi arşın altındadır ve anahtarı şairlerin diline verilmiştir.'

Necip Fazıl'ıın Hadis-i Kudsî diyerek sıkça kullandığı bu kibar kelâm, şiirin inançla olan

tehlikeli, ama gerekli ilişkisini de açıkça ortaya koymaktadır. Bu, yorumu çok geniş olan hüküm,

kişinin Allah'la olan ilişkisinin, “kulluk boyutunun çizdiği çerçeveden taşması” tehlikesini de

beraberinde getireceği için, özel dikkat gerektirir. Mevlâna'ya Şems-i Tebrizî tarafından sorulduğu

söylenen sorunun içeriği gibidir: "Peygamberimiz mi üstündür, Beyazıd-ı Bestamî mi?" Cevabının

mantığı o derin karmaşayı çözecek niteliktedir: "Tabii ki Peygamberimiz. O, Bestam’lı Beyazıd'ın

bir damla ile sarhoş olmasına karşılık, okyanusları içip yine de ayık kalabilmiştir" anlamında bir

cevap.

Belki de bir deney, ağır bir imtihan şiir...

Şiirde temel unsurun, “tahâssüs (duygulanma) edâsı şekline bürünebilmiş gizli fikir”

olduğunu söylerken, baştanberi fikrin temelleri olan bilimi, mantığı, düşünceyi yargılıyor gibi

görünürken, birdenbire şiirin temelinde duygu biçimine bürünmüş, duygulanma gibi görünen gizli

fikrin yattığı söylemesi, çelişki gibi görünebilir. Sanıyorum, Necip Fazıl'ı kendi gövdesinin

olanaklarını kullanarak uçmak isteyen, ancak bu arada uçacağı mekânın tüm inceliklerini de en

küçük ayrıntısına kadar bilen, hayalgücü geniş bir bilim adamı gibi de düşünebiliriz. Şüphesiz ki,

hayır öyle düşünemeyiz diyenler de çıkacaktır. Ancak şiirinin poetikası, böyle düşünmede

haklılığımızı göstermektedir.

Şiir tekniğiyle ilgili bölümleri atlıyorum. Bunlar, şairlerle şiirseverleri ilgilendiren teknik

donanımla ilgili.

Şiirde iç şekil ile ilgili ancak gündelik hayatımızdan devlet düzenimize kadar muhtaç

olduğumuz her konuda farklı kalıplara dökerek algılayacağımız, şiirin esası olan, kelime ile ilgili

bir bölüm var ki, onu olduğu gibi almak istiyorum:

“Şiirde her kelime, kendi zatı ve öbür kelimelerle nisbeti yönünden şairin gözünde, içine

renk renk, çizgi çizgi ve yankı yankı cihanlar sığdırılmış birer esrarlı billur zerresidir. Şair bu

kelimeleri göz bebeğine ve kulak zarına dayayarak seçer, dizer, kaynaştırır, bütünleştirir ve bir

simyacı hüneriyle terkibini tamamlarken, iç şekli, kendi içindeki mânâ heykeline eş olarak, kalıba

döker.”

Page 8: HECE TAŞLARI - Turuz

HECE TAŞLARI YİRMİ ÜÇ SAYI 15 Ocak 2017

Hece Taşları Sayfa 7

Şiir ve toplum konusu, belki de bu konuşmanın en hassas yeridir. Çünkü tarih ve coğrafya

ilişkileri bağlamında; "şiir, toplumun bütün geçmişini içeren, bugününü gösteren ve

geleceğinden haberler getiren bir rüyadır" diyor Necip Fazıl. "Kendi iç ve gizli hayatıyla,

uyuyan toplumun rüyasını şair görür ve sayıklamalarını şair zapteder" diyor. “Kişiden

süzüldüğü halde kişisel değildir, aksine, toplumun rasat merkezidir.” diyor "O rasat merkezi,

toplumu murakabe eder" diyor.

Bütün bunları göz önüne aldığımızda şiirin yerinin toplumda önemli olması gerektiği

düşünülür değil mi? En azından şaire, toplumda VIP davranış gerektiren bir özellik olduğu

düşünülebilir...

Etrafınıza bir bakın ve karar verin. Tarihi de işin içine katın isterseniz. Sadece şiir değil,

sanatın ve hatta felsefenin olgunluğu ile teyemmüm eden devlet, uygarlık kurabildiği gibi, devletin

amacı olan, “insanın, birey olarak mutlu olması” sonucuna ulaşabilmiştir.

Türk tarihine baktığımızda, üç yöne doğru emperyal bir büyüme ve bunun sonucunda kendi

uygarlığının mührünü o yörelere taşıma imkânı olduğunu görürüz. Bu üç büyüme de ilginç bir

tesadüf, şair devlet başkanlarıyla gerçekleşmiştir. Şairlerle gerçekleşmiş olması tabii ki, tesadüf

değildir. Babür Şah'ın, doğudaki en uç büyüme noktasına/Hindistan’a doğru bin bir ızdırapla

yürürken, kendine şiiri katık ettiğini, ancak bir şairin hakedeceği olağanüstülükleri de

gerçekleştirdiğini öğreniyoruz, bir Fransız tarihçinin kitabından. Yavuz Sultan Selim de bir şair

olarak güneyde en uç noktaya/Mısır’a yerleşiyor. Ve Kanunî Sultan Süleyman… Batıdaki en uç

noktaya/Viyana'ya kılavuzu Muhibbî'ye tutunarak gidiyor sanki... Böylesine bir zaferler şehrâyini,

ancak şair devlet başkanları ile gerçekleşiyor.

Bu konuda Necip Fazıl noktayı koyuyor: "Şiir yazan devler reislerini biliyoruz; fakat

devlet reisliği yapan şairler görmedik. Bizim yekpare ve esasların esasına bağlı dünya

görüşümüzde şair ve san'atkâr, devlet reisi olması asla şart olmayan, fakat icabında en yüksek

devlet reisini kendi kadrosu içinden çıkarınca kimsenin hayret ve istiğraba düşmesi gerekmeyen

bir hüviyet ve şahsiyettir.

Bu hüviyet ve şahsiyet içinde şair, evinin, kılığının, sokağının, nizamından, insan,

cemiyet ve her türlü dünya nizamına kadar bütün merkezleriyle hayatı kucaklayıcı bir kürsü

sahibidir."

Sizinle şiir ve tarih, şiir ve coğrafya; bunların ötesinde bir şairin hem kendisinin, hem

milletinin, hem de cinsinin coğrafyasına; tarihi, (ama insanın var olduğu günden bu güne kadar

geçen zamanda tüm nirengi noktalarını belirleyen tarihi) nasıl eklediğini, onun şiirinin formülü

niteliğindeki poetikasını kavrayarak düşünmeye çalıştım.

Şüphesiz ki Necip Fazıl bundan ibaret değildir.

Ben, bu kapalı kutuya, sizin yorumlarınızı bekleyen bir nokta koymaya, bir anahtar

uydurmaya, belki şifresini çözmeye çalıştım.

(Not: 25 Mayıs 1996, soğuktu Ankara. Kıştan kalan bir gündü sanki. Ben, son

konuşmacıydım. Salon, ağzına kadar gençlerle doluydu. Dinleyiciler çok yorulmuştu. Kürsüye

çıktığımda, salonun büyük bir kısmı, uyku ve uyuşukluk hâlindeydi. Zaten uyur haldeki dinleyiciye

konuşmayı gereksiz gördüm, şunları söyledim ve kürsüden ayrıldım:

“Ben bu konuşmaya, birkaç ayda hazırlandım. Görüyorum ki, sizler yorulmuş

durumdasınız. Hatta salonun çoğu uyuyor. O nedenle konuşmayacağım.” Bunun üzerine, salon dirildi, konuşmayı dinlemek için ısrar etti; sonuna kadar beni

dikkatle dinleyen genç bir kitleye, bu konuşmayı yaptım.)

Page 9: HECE TAŞLARI - Turuz

HECE TAŞLARI YİRMİ ÜÇ SAYI 15 Ocak 2017

Hece Taşları Sayfa 8

TOPRAK OLSUN

Mehmet RAYMAN

gün üstü giden yazına

bir yaprakta benden ekle

el değimi palazlanır

güvez kuşun kanatları

eşiğindeyim bak yine

bakındım durdum çevreme

özüme değin işlemiş

ruhumun ezan sesleri

ay karanlığın ucundan

gün ışığına bağlıyım

kaşım gözüm güz vurgunu

sesimi yutuyor dere

bana biçilen elbise

şayak kumaşlardan arı

tirşe yeşili yapraktan

öğrendim dik yamaçları

yapılar üstüne düşün

öyle kur geleceğini

elim dilim senden yana

iki kürek toprak olsun

GELMEDİN GÜLÜM

Engin NAMLI

Adın şarkılarda dinmedi bir gün

Yıllarca söyledim hep üzgün üzgün

Aşkımız mahpustu sevgimiz sürgün

Bir an görülmedi bir gün güldüğüm

Başımda yolmadık tek saç kalmadı

Zarflara pulladım gene olmadı

Mektup attım hiç bir adres almadı

Çaresiz kırıldı kalemim, gönlüm

Sen yokken yitirdim bütün varımı

Kimseler çekmedi bir gün kahrımı

Kaç kez sınadı da hicran sabrımı

Nelere niyetli nelerden döndüm

Kapanık içime koskoca sırdım

Ellerde kafamı bin kere kırdım

Seni kaç hayale düşe çağırdım

Bekledim bekledim gelmedin gülüm

İçlice başlayan her ince sızı

İğneledi durdu, inmedi hızı

Halden anlamadı hasretin kızı!

Demek ki çok yaşa dediği; Ölüm.

Yolcu yabancıydı hep yol tanıdık

Gelip geçeniyle başbaşa kaldık

Bir gün sitem ettik bir gün ağladık

Seni beklemekle geçti şu ömrüm

Page 10: HECE TAŞLARI - Turuz

HECE TAŞLARI YİRMİ ÜÇ SAYI 15 Ocak 2017

Hece Taşları Sayfa 9

BAYBURT’TAN BİNGÖL’E BİR ÇOBAN HİKÂYESİ

Osman AKTAŞ

Lisedeyken ilk defa bir edebiyat dergisinde okumuştum “İrşad” şiirini beni öylesine çok

etkilemişti ki, anlatamam. “Bir şiir bu kadar mı güzel olur” dedirtmişti. Ve bir gün benim bütün şiirlerim

bu şiir kadar çarpıcı ve akıcı olmalı demiştim. Niçin mi?

“Sevgilim güvenme güzelliğine

Senin de saçların tarumar olur

Aldanma talihin pembe rengine

Hayatın uzun bir intizar olur.

Sevgilim her insan doğarken ağlar

Çiçeklerle açar, sularla çağlar

Rehgüzârı olur bahçeler, bağlar

Nihayet isimsiz bir mezar olur.

Sevgilim baksana bir yanda gülen

Bir yanda gözümün yaşını silen

Kimi benim gibi erir derdinden

Kimi senin gibi bahtiyar olur!

Sevgilim senin de geçer zamanın

Ne şöhretin kalır, ne hüsn-i ânın

Böyledir kanunu kahpe dünyanın

Dört mevsim içinde bir bahar olur!”

Şiire bir bakın; anlam olarak mükemmel, ahenk olarak mükemmel, ölçü olarak kusursuz bir

şiir… Sevgiliye duyurulmak istenen küçük bir siteme sığdırılan koca bir ömür bundan daha güzel nasıl

anlatılır ki… Ben aslında “Bingöl Çobanları” şiirinden bahsetmek istiyorum, ama biraz Kemalettin

Kamu’dan söz etsek hiç fena olmaz. Kim bu şair?

1901 yılında Bayburt’ta doğdu. 1910’da dışardan sınava girerek orta birinci sınıfta öğrenim

görme hakkı elde etti. Erzurum’da başladığı ortaokulu Refahiye’de bitirdi. Erzurum’un işgal edildiği

haberini alan babasının kalp sektesinden ölmesi üzerine annesiyle önce Sivas’a sonra Kayseri’ye göç

etti. Bulduğu her işte çalışıp, bir yandan da eline ne geçerse okuyan ve şiirler yazan bir gençti. Bir süre

Bursa, daha sonra İstanbul’da bulunan ve İstanbul Erkek Öğretmen Okulu’nda okuyan Kemalettin

Kamu, işgal güçlerinin şehre girmesi üzerine Ankara’ya gitti.

Kemalettin Kamu, Ankara’da Matbuat Genel Müdürlüğü’nde çalıştı. Kurtuluş Savaşı yıllarında

yazdığı şiirler okul kitaplarına girdi, yurt genelinde tanınan ve sevilen bir şair oldu. Kimi şiirleri

bestelenip şarkı veya marş oldu. İstiklâl Marşı seçimine de katıldı. 25 yaşında âşık olduğu genç kız ile

evlenme hazırlığında iken bir anlaşmazlık sonucu evlilikten vazgeçti ve ömrü boyunca yalnız yaşadı.

Anadolu Ajansı temsilcisi olarak gittiği Paris’te Siyasal Bilimler alanında eğitim gördü. Soyadı

Kanunu çıkınca ‘bir ülkede yaşayanların tamamı’ anlamına gelen Kamu’yu seçti. Paris dönüşü önce

İstanbul’a, sonra Ankara’ya gitti. Şiirlerinin yanı sıra ekonomi ile ilgili çalışmalar da yaptı. 1939’da

Rize milletvekili olarak meclise girdi. Bir yandan da Türk Dil Kurumu’nda ‘terim kolu başkanlığı’ yaptı.

Bir süre sonra annesini kaybedince tüm sevgisini yeğenlerine verdi. 6 Mart 1948’de Ankara’da ani bir

kalp krizi ile hayatını kaybetti. Aruzla şiir yazmaya başlayan sanatçı Faruk Nafiz Çamlıbel’in izinden

giderek hece ölçüsünü kullanmıştır. Hecenin de özellikle 11’li kalıbını kullanmıştır. Kurtuluş Savaşı’nın

kazanılmasına duyduğu inancı ifade ettiği şiirleri dilden dile dolaşmış, marş olarak bestelenmiş ve okul

kitaplarına girmiştir. Bunun haricinde vatan sevgisi, gurbet, aşk, yalnızlık temalarını sade bir dille lirik

ve epik tarzda işlemiştir.

İstanbul’un işgale uğraması üzerine “Gurbet” şiirini yazmış ve Gurbet Şairi olarak anılmıştır.

İzmir’in Yunan işgaline uğramasından sonra da “Türk’ün İlahisi” şiirini yazmıştır. Pastoral tarzda

yazdığı “Bingöl Çobanları” şiiri de sanatçının tanınmasında etkili olmuştur. Büyük Mecmua, Dergâh,

Kalem, Oluş ve Varlık gibi dergilerde şiirleri yayımlanan sanatçı yaşarken şiirlerini kitaplaştırmamıştır.

Page 11: HECE TAŞLARI - Turuz

HECE TAŞLARI YİRMİ ÜÇ SAYI 15 Ocak 2017

Hece Taşları Sayfa 10

Ölümünden sonra şiirleri Kemalettin Kamu, Hayatı, Şahsiyeti ve Şiirleri ismiyle

yayımlanmıştır. Kemalettin Kamu, Hayatı, Şahsiyeti ve Şiirleri (1949, ölümünden sonra).

“Vuruldum nesine, unuttum nasıl?

Üç yıl tapındım da ona muttasıl

Bilmem ahengini hâlâ sesinin.

Daha bir çocuktu, ama ne zarar,

Büyüyüp kadrimi bilene kadar

Olurdum esiri her hevesinin.

Ne onda merhamet, ne bende gurur,

Her gece evinin önünde durur,

Ağlardım altında penceresinin.

Öldü, bilmiyorum nerde türbesi,

Öldü sanıyorum sularda sesi,

Rüzgârda kokusu var nefesinin.”

Böylesine duygu yüklü çok şair var mı bilemiyorum, ama Kemalettin Kâmi Kamu’nun her

hücresinin duygulardan teşekkül etmiş bir bedene sahip olduğunu biliyorum. Uçsuz bucaksız bir duygu

bozkırı sanırsınız önünüzde uzanan bu sayılı şiire sahip Ağrı Dağı… Yine firesiz bir şiir karşımızda

aklımızı karıştırmaya devam etmekte koca şair. Sevgilisini kokusundan tanıyan kaç insan var dersiniz.

“ne onda merhamet, ne bende gurur” dizesinde geleneksel sevgili modelindeki, naz ve işve âşığı

yaralayan ve acıma duygusundan yoksun davranışıyla karşımıza çıkmaya devam ediyor. “her gece

evinin önünde durur / ağlardım altında penceresinin” dizelerinde de serenat geleneğini yüreğindeki

duygularla bezeyip bize ulaştırma çabasında şair. “daha bir çocuktu fakat ne zarar” dizesiyle yine

Dadaloğlu’nun “at dördünde güzel on beş yaşında” dizesiyle yine bir geleneği günümüze taşıyor

Kemalettin Kamu. Ne dersiniz…

Bestelenen ve Zeki Müren’in o muhteşem sesinden dinlediğimiz “Gurbet” şiiri…

Gurbet o kadar acı

Ki, ne varsa içimde

Hepsi bana yabancı

Hepsi başka biçimde

Eriyorum gitgide

Elveda her ümide

Gurbet benliğimi de

Bitirdi bir biçimde

Ne arzum ne emelim

Yaralanmış bir elim

Ben gurbette değilim

Gurbet benim içimde

Bir gurbeti ve bir bezginliği bundan daha güzel nasıl anlatabilirsiniz? Gurbet bir kapital canavar

gibi her şeyinizi elinizden alıyor. Siz acı ve ıstırap yığını olarak bir koca şehrin meydanında bir

başınıza kalakalıyorsunuz, tıpkı hiçbir işe yaramayan moloz yığını gibi. Artık siz kendinizi bile

tanıyamayacak duruma geliyorsunuz. Ve Kemalettin Kamu, bu 7’li hece ölçüsüyle söylediği şiirle sizin

kulaktan kulağa taşınmanıza sebep oluyor. Aslında kaçıp kurtulmak istediklerinizi içinizde taşımaya

devam ederken… Ve “Bingöl Çobanları”… Her ne kadar çobanların hepsi Bingöllü olmasalar da bütün

çobanların barındırıldığı bir şiir…

“Daha deniz görmemiş bir çoban çocuğuyum.

Bu dağların eskiden aşinasıdır soyum.

“…

Bingöl yaylalarının mavi dumanlarına,

Gönlümü yayla yaptım Bingöl çobanlarına.”

Bu şiiri biraz enine boyuna irdelemek istiyorum şiirin güzelliğini zedelememeye gayret

göstererek. Dede Korkut’un hikâyelerinde dediği gibi “boy boylamış, soy soylamış görelim hanım ne

söylemiş” nasıl söylemiş insanlığın ilgisini Anadolu’nun farklı yer ve kültürlerinin var olduğunu

gösterebilmek adına. Şiir sanırım Faruk Nafiz Çamlıbel’in “Han Duvarları” adlı şiirinden etkilenerek

Page 12: HECE TAŞLARI - Turuz

HECE TAŞLARI YİRMİ ÜÇ SAYI 15 Ocak 2017

Hece Taşları Sayfa 11

yazılmış. Bence anlam ve şekil açısından “Han Duvarları”, ahenk ve duygu açısından “Bingöl Çobanları”

daha üstün. “Han Duvarları”nda dışarıdan gelen bir adamın gözünden Anadolu’nun görüntüsü manzum bir

halk hikâyesi biçiminde veriliyor. Türkülerini de “Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış” kalmış olduğu hanın

duvarlarına yazarak bırakıyor. İnce ve keskin bir hüzün var türkülerde. Sanki siz o handa hasta yatağında

yatan Satılmış oluyorsunuz. Duvara ise şiiri kanınızla yazıyorsunuz sanki. Ve sizden çok sonra gelen biri

okuyor yazdığınızı yüreğinizde damıtıp kullandığınız mürekkebi hiç dikkate almadan.

“Garibim namıma Kerem diyorlar

Aslı'mı el almış haram diyorlar

Hastayım derdime verem diyorlar

Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış'ım ben”

Anadolu bir yaylı arabanın at peşinde coşkusuna eşlik eden bir yolcunun bir kamera duyarlığı ile

kaydettiği görüntülerin gönüllerde bıraktığı izleri tıpkı ilkel çağlarda mağara duvarlarına çizen insanların

torunlarına yol gösterme amaçlı resimleri gibi. Şimdi bizlerin kullandığı bu miras gelecekte de çocuklarımız

tarafından kullanılacak, azalmadan, eskimeden.

“…

Sabahleyin gökyüzü parlak, ufuk açıktı,

Güneşli bir havada yaylımız yola çıktı...

Bu gurbetten gurbete giden yolun üstünde

Ben üç mevsim değişmiş görüyordum üç günde.

Uzun bir yolculuktan sonra İncesu'daydık,

Bir handa, yorgun argın, tatlı bir uykudaydık.

…”

Ve “Bingöl Çobanları”… Kahramanın bir çoban duyarlığıyla Bingöl dağlarını davar arkasında

zamana ve kendine aldırmadan sevdasıyla süsleyen düşlerinden müteşekkil… ne kendisi, ne ailesi Bingöl

dağlarından başka yer olduğunu görmemiş birinin büyük yüreğindeki küçük manzarayı içimize adeta bir

dere gibi şırıl şırıl akıtıyor. Her gün aynı manzarayı göreceğini bildiği halde, sanki yeni görüyormuşçasına

heyecanlanan doğa ve sevda kahramanları “Bingöl Çobanları”.

“Bingöl Çobanları”nın takvimleri doğa, yaprakları ise kuzular… Aylar, yıllar hep bu takvime göre

hesaplanmakta… Siz şehirlilerin takvimine ve algısına uymayan yaşam ve hesaplanan yıllar… Kurak geçen

bir yıl, aşırı yağışların olduğu başka bir yıl, bir yangın, bir sel, bir çığ yaşların ve doğumların

belirginleşmesinde rol oynayan unsurlar… On iki hayvansız takvim işte bunlar… O sıradan bilinen arzular

bile yıldızlar gibi, parlak, ama uzak… Duygusal birer tuzak… Nasıl mı?

“Anam bir yaz gecesi doğurmuş beni burda,

Bu çamlıkta söylemiş son sözlerini babam;

Şu karşıki bayırda verdim kuzuyu kurda,

"Suna"mın başka köye gelin gittiği akşam”

İşte böyle bir şey… İnsanın içinde koca bir yangın çıkaran hüzün… Düşünüyorum da acaba kaç

Aslı bir araya gelse böyle bir yangını çıkarabilir. Çünkü yakacakları Kerem değil, Bingöl dağlarını

yüreklerinde taşıyan o çobanlar… Sürüyü bir yerde, kendilerini bir yerde unutan çobanlar… İnsanın

kıyameti ölünce değil, sevgilisi gidince başlıyor. Çünkü onun yaşam kaynağı sevgili, o olmayınca yaşam da

sona ermiş oluyor. Bunu ille de tasavvufla izah etmek gerekmiyor. Koca dağa kara bulutlar çöküp dağı nasıl

ezilmiş, gösteriyorlarsa, gönle çöken kara bulutlar da insanı aynı şekilde perişan gösteriyor. Yürekteki

hüzün, kendi içinde kalmak zorunda… Çünkü ondan ne doğa, ne de insan etkilenir. “Bingöl Çobanları” da

içindeki hicranı içine akıttığı gözyaşı merhemiyle sarmak zorunda… Ve öyle de yapıyor.

“Gün biter, sürü yatar ve sararan bir ayla,

Çoban hicranlarını basar bağrına yayla.

Kuru bir yaprak gibi kalbini eline al,

Diye hıçkırır kaval:”

Şehir insanını yoran olaylardan uzak, o insanların hiç dertleri yok sanırız. Onlar da şehir insanını

aynı sanırlar. Birbirine imrenen bu insanları birbirine nasıl gönülden bağlıyor Kemalettin Kamu?

“Şehrin uğultusundan usanmış ruhumuzun

Nadir duyabildiği taze bir heyecanla,

Karıştım o gün bugün bu zavallı çobanla

Bingöl yaylalarının mavi dumanlarına,

Gönlümü yayla yaptım Bingöl çobanlarına.

Ben de gönlümü insan özelliği taşıyan herkese yayla yaptım. Gönlünüzce eğlenin…

Bedenlerinizi, ruhlarınızı, yani insanlığınızı öldürmeden eğlenin…

Page 13: HECE TAŞLARI - Turuz

HECE TAŞLARI YİRMİ ÜÇ SAYI 15 Ocak 2017

Hece Taşları Sayfa 12

SEVDA NEYMİŞ / GİT BURADAN

Abidin GÜNEYLİ

Sevene sevdanın adını sorma

Bir kez şair sev de gör sevda neymiş

Şairi sevmenin tadını sorma

Mecnun’a sırrını sor sevda neymiş.

Sevgi onda bitmez uzun süreçtir

Dizleri yorulur beyni hep dinçtir

Yaşı yüz olsa da gönlü hep gençtir

Bir şairi sev de gör sevda neymiş.

Sevgi yüce dağdan çığ gibi kopar

Bir yudum sevgiyi dağ gibi yapar

Girersen gönlüne hep sana tapar

Bir şairi sev de gör sevda neymiş.

Gelip başköşeye geçer kurulur

Dünyanın her derdi ondan sorulur

Vurgundur yüreği çabuk yorulur

Bir şairi sev de gör sevda neymiş.

Yıllar geçse dedikleri duyulur

On dakika sohbet eden bayılır

Yine bir tahtası eksik sayılır

Bir şairi sev de gör sevda neymiş.

GİT BURADAN

Hedef değil sadece bir durağım

Otobüsün geldi bin git buradan

Kartal kayasından daha ırağım

Otobüsün geldi bin git buradan.

Yangını çıkardın bir türlü sönmez

Arkandan koşsa da bir türlü dönmez

Dost, dost dediklerin aşk nedir bilmez

Otobüsün geldi bin git buradan.

Dönüşü olmayan bir bilet alsan

Giderken son defa burada kalsan

Kaderine isyan etmeyen kulsan

Otobüsün geldi bin git buradan.

BAYRAKTAR SAFİTÜRK

Mehmet GÖZÜKARA

Vurulan Muhammet vurulan Fatih

İnci gibi yakut gibi Safitürk

Kalleşliğin sınırları muhaldir

Nerde başlar nerde biter kim bilir

Allah Rahman Allah Rahim Allah Bir

On Kasım’da kar kapıyı kapattı

Yeniden söylendi Türkmen türküsü

Mardin’in şen değil artık kapısı

Yürekleri parçalayan ses gelir

Allah Baki Allah Adil Allah bir

Vatan yapan “kan”dır taşı toprağı

Can ile ödenir ondan bedeli

Gökte dalgalanan inmez yerlere

Bunu o gün bu gün haçlı da bilir

Allah Vekil Allah Hakem Allah bir

Ağıt değil benim sana yaktığım

Senin komşun belli benim ki değil

Ondan sana baygın baygın baktığım

Er olanlar erce diye sevilir

Allah Malik Allah Kebir Allah bir

Sakarya da doğdu Derik’de aktı

Ciğerpare iki yetim bıraktı

Yüreklerde çiçek açtı acılar

Cennet olur Şühedaya dar kabir

Allah Metin Allah Kadir Allah bir

Safitürk darasız bir değer taşır

Yıldızlar her gece yere yaklaşır

Asil soylu Gözükara Türk adım

Hak olanın yönü hakka çevrilir

Allah Azim Allah Gaffar Allah bir

Page 14: HECE TAŞLARI - Turuz

HECE TAŞLARI YİRMİ ÜÇ SAYI 15 Ocak 2017

Hece Taşları Sayfa 13

İNCE DUYGULARIN ŞAİRİ: KEMALETTİN KAMU

Ahmet URFALI

Çoruh Vadisi’nin nazlı bir gelinidir Bayburt. Türk dünyasının ulu bilgesi Dede Korkut’un

memleketi kabul edilir. Bu topraklarda Türkçe’nin destanları, türküleri söylenir. Anadolu’nun her bir

köşesinde olduğu gibi, bu yörenin de insanları duygu yoğunluklarındaki duyuşlarını şiir olarak deyiş

hâline getirirler.

1901 yılında Bayburt’ta doğan Kemalettin Kâmi Kamu, babasının memuriyetinden dolayı

çocukluğunu, Erzurum ve Refahiye’de geçirdi. Sonra annesiyle birlikte gurbet yolcuğu başladı.

“Bekçisiyim, bu serin

Bu siyah gecelerin

Gurbetten daha derin

Bir yara yok içimde”

Sivas, Kayseri ve Ankara’nın ardından, öğrenim görmek için İstanbul’a gitti. İstanbul

Darülmuallim’in son sınıf öğrencisi iken Kurtuluş Savaşı’na katılmak amacıyla Ankara’ya geldi.

Maarif Vekâleti, Türk İstiklâl Harbi'nin milli bir ruh içerisinde kazanılması imkânını sağlamak

amacıyla 1921'de bir güfte yarışması düzenledi. Yarışmaya katılan 724 şiir katıldı. Bu yarışmaya

Kemalettin Kamu, aşağıdaki şiiriyle iştirak etti:

“Gözyaşına veda et ey güzel Anadolu

Hakkını korur elbet Türk'ün bükülmez kolu

Cenk ederiz genç koca bugün değil yarın da

Yâdımız ağladıkça İzmir ezanlarında

Hakk yolunda kan olur dünyalara taşarız

Ya şerefle vurulur ya efendi yaşarız

Her gün yeni bir hile arkasından satıldık

Her gün yeni bir dille yurdumuzdan atıldık

Yeter ey Kâbe'mizi elimizden alanlar

Alıkoyamaz bizi yolumuzdan yalanlar

Hangi alçak el alır el zinciri boynuna

Kim Yunan'ı bırakır Türk kızının koynuna”

1933’te Paris’te Siyasal Bilimler eğitimi aldı. Ankara Matbuat Genel Müdürlüğünde

başyazarlık yaptı. Türk Dil Kurumu Terim Kolu Başkanlığı’nda bulundu. Hâkimiyet-i Milliye ve Yeni

Gün gazetelerinde yazılar yazdı. İlk şiirleri 1919'da Büyük Mecmua'da yayınlandı. Kurtuluş Savaşı

sırasındaki şiirleriyle dikkat çekti. O yıllarında Dergâh dergisinde yazdığı şiirlerle ün kazandı. Varlık

ve Oluş dergilerinde de şiirlerini yayımladı. Hece ölçüsü kullandığı şiirleriyle Milli edebiyat akımına

bağlı bir şair olarak bilinir. İlk şiirlerinde vatan sevgisi, milli mücadele, sonraki şiirlerinde aşk, gurbet,

yalnızlık gibi konuları işledi. Rize ve Erzurum milletvekilliği de yapan Kamu, 1948’de geçirdiği bir

kalp krizi neticesinde Ankara’da vefat etti.

Şair, Kamu soyadını 1935’te yürürlüğe giren “Soyadı Kanunu” gereğince alarak şiirlerine

Kemalettin Kamu imzasını atmıştır.

“Gurbet o kadar acı

Ki ne varsa içimde

Hepsi bana yabancı”

Hepsi başka biçimde” sözleriyle başlayan Gurbet başlıklı şiiri, şarkı formunda

bestelenmiş günümüzde dahi sevilerek dinlenmektedir. Kamu, gurbet konusunu çok işlediği

için edebiyat camiası tarafından “Gurbet Şairi” olarak anılır olmuştur. Şiirleri ölümünden sonra

Rifat Necdet Evrimer tarafından “Kemalettin Kamu, Hayatı, Şahsiyeti ve Şiirleri” (1949) adlı

kitapta toplandı. Ayrıca 1986’da Gültekin Samanoğlu, Kültür Bakanlığı yayımları arasında şair

hakkında, “Kemalettin Kamu” adlı biyografik bir kitap yayımlamıştır. Kemalettin Kamu, 49

yıllık hayatında nice güzellik bırakarak dünya gurbetinden asıl vatana gitmiştir. Gök

kubbemizde hoş bir sadâ bırakmıştır.

Page 15: HECE TAŞLARI - Turuz

HECE TAŞLARI YİRMİ ÜÇ SAYI 15 Ocak 2017

Hece Taşları Sayfa 14

O artık bir ‘’Hazan Yolcusu’’ dur:

“Ben de bir kuru yaprak

Gibi seninleyim bak

Zülfüne takılarak

Oldum gönül veremi”

Mehmet Kaplan, Şiir Tahlilleri adlı

eserinde, pastoral olarak gördüğü, Kemalettin

Kamu’nun en beğenilen şiiri “Bingöl Çobanları”

hakkında şunları söyler: “Bingöl Çobanları”nın

üslûbu realist olmaktan ziyade santimantal ve

romantiktir. Faruk Nafiz, “Han Duvarlarında dış

âleme ait varlıkları umumiyetle objektif sıfatlarla

vasıflandırıyordu. Gayesi, dış âlemin özelliklerini

olduğu gibi belirtmekti. Duyularını anlık intibalar

teşkil ediyordu. “Bingöl Çobanları”nda gerçek

bir müşahedeye dayanan idraklerden ziyade,

pastoral şiirlere has “conventionnel” bir dekor

görüyoruz. Fiil çekimleri, ekseriyetle, geçen anı

tesbit eden geçmiş zaman veya şimdiki zaman

değil, hayat şartlarının sürekliliğini belirten geniş

zamandır: açılırız, dolaştırıp dururuz, uyandırır,

biter, yatar, basar, hıçkırır v.s. Diğer fiil şekilleri

de bir kat’iyet ve kadere mahkûmiyet manası

taşır: Boyun eğeceksin, hülyâna karışmasın, uçan

kuşları düşün, geçen kervanları an...’’

Şair gönlü “Bingöl Çobanları”na yayla yaparak:

“Daha deniz görmemiş bir çoban çocuğuyum.

Bu dağların eskiden aşinasıdır soyum.” derken

kullandığı, 1.tekil şahıs ifadesiyle şiirine bir

gözlemci gibi yaklaşmadığını, konunun bizzat

içinde olduğunu belirtir. Kamu’nun kendisi de bu

toprakların çocuğudur. Soyu “bu dağların eski-

den beri âşinâsı”dır. Onlar buraların “ebenced”

bekçisidirler. “Tenha derelerin, vahşi kayaların”

onları sürü peşinde görmediği gün yoktur.

Burada bir ‘geçiş” değil, bir “kalış”, öteden beri

bu topraklarda yaşayan bir insanın hayatı ve

duyuş tarzı bahis konusudur.

Şiir, üç ana obje üzerine şekillen-

dirilmiştir. Bunlar, yayla/ dağ, çoban ve koyun

/kuzu’dur. F. Rıfkı Atay bir yazısında; “Yayla

biraz Türk’ün kendisidir.” der. Kemalettin Kamu,

bu sözü dizelerinde adeta şerh eder.

“Bu dağların eskiden aşinasıdır soyum.

Çıngırak seslerinin dağlara dediğinden

Çoban hicranlarını basar bağrına yayla

Bingöl yaylalarının mavi dumanlarına,

Gönlümü yayla yaptım Bingöl çobanlarına.”

Mısralarının her biri dağ/yayla hayatının

yönlerini lirik olarak ifade eder. Yaylalar,

geçimlerini hayvancılıkla sağlayan topluluklarca

yılın belirli aylarında hayvanlara taze ot temini

ve hayvansal üretimlerini yapmak amacıyla

kullanılır. Bununla birlikte günümüz yaşam tarzı;

Şiire, aruz ölçüsüyle yazarak başlayan

Kamu, Faruk Nafiz Çamlıbel etkisiyle hece

veznini tercih etmiştir. Vatan sevgisi, gurbet, aşk,

yalnızlık temalarını sade bir dille lirik ve epik

tarzda işlemiştir. Hecenin gizli ahengiyle ince ve

milli duyguları şiirleştiren Kamu, Milli Edebiyat

akımına dahil edilebilir.

İstiklal Savaşı’nın kazanılmasına duydu-

ğu inancı ifade ettiği şiirleri, dilden dile dolaşmış,

marş olarak bestelenmiş ve okul kitaplarına

girmiştir. İstanbul’un işgale uğraması üzerine

“Gurbet” şiirini yazmış ve Gurbet Şairi olarak

anılmıştır. İzmir’in Yunan işgaline uğramasından

sonra da “Türk’ün İlahisi” şiirini yazmıştır. Bir

dua şiiri olan “Türk’ün İlahisi” işgal yıllarındaki

ruh hâlini yansıtması bakımında önemlidir.

“Sarmış matem boraları,

Saz benizli ovaları,

Boynu büyük yuvaları

Sen himaye et Yarabbi

Ne bir yazık diyen bize,

Ne ses veren sesimize,

Huzurunda geldik dize

Senden inayet Yarabbi

Her çehre bize yabancı,

Bari sen bir parça acı,

Süründürme altın tacı

Sen vikaye et Yarabbi

Bir gün sabah olur diye,

Katlandık her işkenceye

Bu felaketli geceye

Ver bir nihayet Yarabbi”

Aziz vatan işgale uğramıştır. Şair, bu

arada babasını kaybetmiştir. Gözü ve gönlü Erzu-

rum’da kalarak zorunlu “Hicret” ini dizelere

dökmüştür. Şair, hayat görüşüne ve duyuş tarzına

tesir eden “Hicret” ini tasvirlerle çok canlı olarak

şiirleştirmiştir.

“Allah’ım ne bunaltıcı, ne boğucu bir gece…

Gözlerimiz bulutlandı arabaya binince

Karanlıkta kaçıyoruz, çoğalıyor korkumuz,

Umulmadık bir felâket geçiriyor ordumuz.

Fakirleri yalınayak, zenginleri atında,

Yollar uzun bir inilti yıldızların altında.

Gönüllerin gözyaşına inandığı bir anda,

Çok sevgili yuvamızı yâd ellere bıraktık;

Dirseğimi dayayacak bir pencerem yok artık,

Elveda ey harap olan baba evi elveda

Bütün gece yol alırken tehlikeler içinde,

Ellerimi unutmuşum kardeşimin dizinde.’’

Page 16: HECE TAŞLARI - Turuz

HECE TAŞLARI YİRMİ ÜÇ SAYI 15 Ocak 2017

Hece Taşları Sayfa 15

gergin iş yaşamı, gezme-görme isteği, havaların

belirli dönemlerde aşırı sıcak oluşu gibi

nedenlerden dolayı geleneksel yaylacılık, yerini

turizm yaylacılığına bırakmıştır. Tarihin derin-

liklerinde başlamıştır göçerlik. Atalar, uçsuz-

bucaksız Türkistan bozkırlarında yaylacılık yapa-

rak at ve diğer hayvanları evcilleştirmişlerdir.

Göçebelikten yerleşik hayata geçerken bile yay-

laları bırakmamışlar, kendilerine yurt edinmiş-

lerdir.

Çobanların piriydi Hz. Musa. Peygam-

berdi, Hak ölçüsüyle yol gösterirdi insanlara.

Tam bin yıl Meyden Suyundan suladı, Şuayip’in

koyunlarını. Habil çobandı. Çobanlığın masumi-

yeti sinmişti çelebi tavırlarına. Kabil’e karış

direnmemişti bile.… El kaldırmamıştı. Günah

işlemekten korkması, çekinmesi gözlerinde

donmuş bir mahzuniyetti.

Anadolu yaylasının çobanları haktan,

hukuktan ayrılmaz, kendilerine emanet edilen

sürüyü gözleri gibi bakarlar. Yedi yıl çobanlık

yapanların erenlere karışacağına inanır halk

Anadolu yaylasının sürü güdücülerinin adları

çoban, unvanları beydir. Beylik, derleyip

toplamaktır. Şû-bân (koyun koruyucu) dan

Türkçeleşen çoban, güttüğü hayvanlara göre de

ad alır. Sığırtmaç, yıkıcı, hergeleci… Çoban, sü-

rünün koruyucusudur, sahibi değil. Çoban sürü-

sünün; güvenliğinden, beslenmesinden, çoğal-

masından, güçlenmesinden sorumludur. O bilir;

dokuz dağın otlağını, dokuz derenin suyunu.

Varlığını koyunlarına armağan etmiştir çoban.

Sürü ile bir bütündür, birbirini tamamlarlar,

karda-tipide, yağmurda-çamurda… Koyunları

için üflediği kavalında gizli sevdaları ezgilenir

çobanın, emelleri, hayâlleri… Sürü, çoban için

değildir, fakat çoban sürü içindir. Sürü varsa,

çoban vardır. Yüce dağ başlarında elini ipekten

bulutlara uzatır çoban. Kaya üstünde oturur,

kepeneğine bürünüp.

Ariftir, peygamber mesleğidir yaptığı.

Ağzı-dili olmayan sürünün minnet melemeleri ile

kıvanır, Allah’a sığınır. Yıldızı vardır gökte, izi

vardır toprakta. Çoban komutandır, kurtlarla her

gün savaş oyunu oynar. Sezer gediğin başındaki

kurdun niyetini. Çoban baytardır, bilir her

hastalığını. Çoban tabiat bilimcidir, kışı-boranı,

çimeni-çiçeği ondan sor. Çoban ozandır, yamaca

yaydığında sürüyü, hem çalar, hem söyler tür-

küsünü. Hz. Süleyman, koyunlarla konuşması

için el vermiştir ona…

“Gönlümü yayla yaptım Bingöl çobanlarına.”

“Çoban hicranlarını basar bağrına yayla.”

“Bir çoban parçasısın, olmasan bile koyun”

“Mademki kara bahtın adını koydu çoban”

“Karıştım o gün bugün bu zavallı çobanla.”

Kemalettin Kamu, dizelerinde çobana biraz

acıyarak bakar. Ona göre çoban; hicranlıdır,

parçadır, kara bahtlıdır, zavallıdır. Ama o, her şeye

rağmen şair gönlünü Bingöl çobanlarına yayla

yapmasını da bilir. Onun gönlü, çobanların bir

sığınağıdır.

“Kuzular bize söyler yılların geçtiğini”

Sözlü ve yazılı Türk Edebiyatında koyunla ilgili

pek çok eser mevcut olup adeta bir “koyun kültürü”

meydana getirilmiştir. Bugün dilimizde çok sık

kullandığımız “kuzum, koçum” kelimelerinin

kökeninde, asırlardan beri sürdürdüğümüz

koyunculuk kültürü yatmaktadır. Koyun; efsa-

nelere, halk oyunlarına, türkü ve ağıtlara da konu

olmuştur. Türk dünyasının her tarafında uysallığın,

gani gönüllülüğün timsali olarak Koyun Baba

Türbeleri çok yaygındır.

Anneler “Kuzum” diye sarıldıkları bebeklerini

okşar, babalar “koçum” diye kıvandıkları oğullarını

sever. Türk’ün yaşadığı her yerde eşyalarının

üzerine uğur getirmesi ve nazar değmemesi için

koçbaşı çizilmiştir. Günümüzde koyunculuk yapan

insan sayısı çok azalmasına rağmen, çocuklar yeni

mesleklerden edinilen kelimelerle değil, kökü

asırlar öncesine dayanan kültürden alınan “kuzum”

hitabıyla çağırmaya, sevmeye devam edilmektedir.

Çünkü. “kuzum” hitabının içinde şefkat ve

merhamet kavramlarının anlamları yüklüdür.

“Kuzum” sözü, gönüllerimizden taşan sevginin

sesidir. Bu sesteki ana kokusunu hiç unutulmaz.

Kemalettin Kamu, aşağıdaki dizelerinde

yaylacılık yapan insanların koyunla olan

münasebetlerini realist bir bakış açısıyla yansıtır.

Şairin kendisi de bu hayatın içindedir.

“Kuzular bize söyler yılların geçtiğini:”

“Önümüzde bir sürü, yanımızda bir köpek”

“Şu karşıki bayırda verdim kuzuyu kurda”

“Gün biter, sürü yatar ve sararsan bir ayla”

“Bir çoban parçasısın, olmasan bile koyun”

Son söz : “ Okuma yok, yazma yok.”

Son sözü Mehmet Kaplan’ın Bingöl Çobanları

şiirinin tahlil cümleleriyle bitirelim:

“Şairin içinde yaşamış olduğu tabiat çevresi ve

hayat tarzı, Bingöl çobanının hayata bakış ve duyuş

tarzını tayin eder. Şiirde Bingöl çobanının çevresi

ile kendisi arasında kurmuş olduğu çeşitli

münasebetler anlatılmıştır. Onlar sürülerini

buralarda otlatırlar. Testilerini buraların suları ile

doldururlar. Okuma yazma bilmezler. Onlar için

eski ve yeni diye bir şey yoktur. Takvimleri

tabiattır. Yılların geçtiğini kuzulardan anlarlar.

Arzularını gerçekleştirme imkânına sahip olma-

dıkları için ruhları daima uzak ve müphem

özlemlerle doludur:”

F. Nafiz Çamlıbel; “Şiire girmişler için yoktur

ölüm dünyada.”’ Diyor. Vesselam…

Page 17: HECE TAŞLARI - Turuz

HECE TAŞLARI YİRMİ ÜÇ SAYI 15 Ocak 2017

Hece Taşları Sayfa 16

MİM

Muhammed BİZAR

Beyhude uğraş olur sende bahar aramak

Başın alıp gitsen de kalsa bahara ramak

Hüsnüne mahpus düşen düşer kara ölüme

İnsanlık Nuh’tan beri bilmez böyle çürüme

Dönüp de ömür boyu göğe versen de kulak

Umut yüklenmez elbet benden kapına ulak

Gönlümün bir yanında tepreşse bile hasret

Az biraz rûzigarla dilemem senden nusret

Gün gün oysa göğsümü özlemin bulana çin

Yorgun düşer de ölür Aksa’yı yükselten cin

Kalbimle kıyas tutsa güneşe denmez ırak

Tepmeye arşın değil vakfetse canın burak

Bunca kırgınsam eğer niçin eylerim nazar

Cefam şiir uğruna canım bundandır bizar.

LEYLA PEŞİNDE

Yasin USTA

Beni sorarlarsa nerdedir diye

Yârin hilâl kaşındadır desinler.

Aşk denen mektebin ilk senesinde

Henüz yolun başındadır desinler.

Akar durmaz çoşkun seli gönlümün

Çözülür mü bir gün dili gönlümün

Dengini arayan deli gönlümün

Yarısı da eşindedir desinler.

Ne edeyim aşk ilinden kaçağı

Var mıdır ki ondan daha alçağı

Elinin tersiyle itti gerçeği

Güzel yârin düşündedir desinler.

Sevda için hükmüm verin idama

Bu garip dert etmez, hiç düşmez gama

Beden yaşı henüz yirmi üç ama

Ruhu ahir yaşındadır desinler.

Çile çekmek aşkta kanun olmuş da

Usta çilesiyle Karun olmuş da

Sevda çöllerinde Mecnun olmuş da

Leylasının peşindedir desinler.

Page 18: HECE TAŞLARI - Turuz

HECE TAŞLARI YİRMİ ÜÇ SAYI 15 Ocak 2017

Hece Taşları Sayfa 17

SÖZ GEÇMİYOR GÖNLÜME

Mahmut TOPBAŞLI

Deli gönül, çiçek çiçek gezerken

Gül vakti, gül deren eli görmezsin!

Bulut bulut asumanı süzerken

Damla damla coşan seli görmezsin.

Uslanmayıp, durulmayıp, üzersin

Aşkın deryasını tersten yüzersin

Ben sitem ederim, sen göz süzersin

Yalvarıp yakaran dili görmezsin.

En ağır yerinden tutturdun taşı

Hiç mola vermeden taşı ha taşı,

Yükledin sırtıma bunca savaşı

Hedefe yay geren kolu görmezsin.

Bir derdin bitmeden birisi gelir

Noktayı koydukça gerisi gelir

Ben bütün isterim yarısı gelir

Karda çiçek açan dalı görmezsin.

Ümit derdim aşkla var olmak için

Neler feda ettim kurtulmak için

Dağlar aştım sana yol bulmak için

Menzile götüren yolu görmezsin.

Ruhumda özlemler denizi durur

Gecenin bir vakti dalga kudurur

Günbeyli sayende kıyıya vurur

Huzur limanında salı görmezsin.

BİZİM ŞAİRLER

Murat ARICI

Sevgili uğruna gurbet ellerde

Peşince yollanmış bizim şairler.

Aşkı hep inlemiş hazin tellerde

Şakıyıp dillenmiş bizim şairler.

Yörük obasının giderken göçü

Kekik kokusuyla savrulan saçı

Görünce güzeli kor olmuş içi

Yanıp da küllenmiş bizim şairler.

Sevda derdi ona her dem bulaşmış

Torosları adım adım dolaşmış

Mecnun olup bazen Hakk’a ulaşmış

Aşk için dellenmiş bizim şairler.

Gözleri görmezken başka bir kızı

Bu dermiş kaderin yazdığı yazı

Gönül mahzeninde durunca sızı

Mey gibi yıllanmış bizim şairler.

Meftundur dilberin servi boyuna

Gözün baygınına, kaşın yayına

Almazsa bir defa yâri koyuna

Çağlayıp sellenmiş bizim şairler.

İlhamı dağ gibi olunca yüce

Dökülmüş dizeler hep hece hece

Nihayet bulunca seherde gece

Güllerde allanmış bizim şairler.

Yaşanan her sevda şiirde kalmış

Türküler söyleyip bağlama çalmış

Namını etrafa böylece salmış

Kök atıp dallanmış bizim şairler.

Âşıktır onların bir diğer adı

Hatırdan çıkmazken geçmişin yâdı

Serbestçe yazınca şimdi evladı

Birazcık sallanmış bizim şairler.

Page 19: HECE TAŞLARI - Turuz

HECE TAŞLARI YİRMİ ÜÇ SAYI 15 Ocak 2017

Hece Taşları Sayfa 18

BİR ŞAİRİN PORTRESİ

Nuri PEKSÖZ

“Şiir, insanın görünmez yüzüdür.” demiş Emerson. Şiirimizde kimlik buhranları, inanç krizleri

üzerinde çok durulmayan bir konudur. “Çocuk ve Allah ”şiirinde Fazıl Hüsnü Dağlarca: “ Geceleri dua

et çocuğum/ İnsan gittikçe uzaklaşırmış Allah’tan.” derken insanın bu dramını bariz bir şekilde ortaya

serer. Doğu-batı çatışması bizde iman-inançsızlık ikilemini de getirir. Anneler babalar onlara Tevfik,

Aziz, Abdullah, Beşir gibi güzel isimler vermişler ve kulaklarına ezan-ı Muhammedi da okumuşlardı.

İnanç krizlerinden önce büyük bir medeniyetin değerlerinin talan edildiğini görenler “kompleksler”

geliştirerek düşkünlüğün sebebini kendi idraklerinde değil de “mutlak hakikat olan” dinde aramışlardır.

Kitap, onlara evrensel mesajıyla asırlar öncesinden seslenir: “İnsanların (Müslümanların)

inandığı gibi inanın.” denilince, “Biz de o beyinsizlerin inandığı gibi mi inanacağız?” derler. İyi bilin

ki, asıl beyinsiz kendileridir fakat bilmezler.

Sözde aydınlarımızın çelişkilerine en güzel cevabı yine Kura-ı Kerim vermiştir mutlaka. Bu

adamlar bir hak dine sırtlarını dönerken aynı zamanda inanmış bir milleti inançlarından dolayı

aşağıladılar. Çeşitli projelerin ve lobilerin uşaklığını da yaptılar. Sözde sahte ermişler, hoca kılığına

sokulmuş mürtetler, eklektik İslam projeleri halkımıza sunuldu. Tanzimat’la başlayan bu ikilik

bünyemizde büyük yaralar açmıştır. Kuşak çatışmasının yanında bu adamların çağdaşlarıyla da bir

çatışma içinde olduğunu germekteyiz.

Bütün müzminleşmiş hastalıkları bu şairlerin eserlerinden çıkarmak mümkün elbette. Bu tiplere

en güzel cevabı Akif verir:

“Robert Kolej’deki sanat dâhisinin kalemi

Vurur bu darbeyi isterse. Çünkü haddine mi?

Kimi garbın yalınız fuhşuna hasbî simsar;

Kimi İran malı der, köhne alır, hurda satar!

Serseri: hiçbirinin mesleği yok, meşrebi yok;

Feylesof hepsi; fakat pek çoğunun mektebi yok!

Şimdi Allah’a söver… Sonra biraz bol para ver:

Hiç utanmaz; Protestanlara zangoçluk eder!”

Bu kayıp kuşak şairlerden biri de Kemalettin Kamu’dur. Kılcıoğlu ailesinden Hafız Mustafa

Efendinin torunudur. Dedesinin âlim bir zat olduğu bilinir. Erzurum bir şiir havzası olarak kabul edilir. Halk

şiir geleneğinin devam ettiği ender şehirlerimizdendir. Alvarlı Efe, İbrahim Hakkı, Ziya Paşa, Nefi, Âşık

Sümmani, Âşık Emrah, Âşık Reyhanî, Halide Nusret, Cahit Külebi gibi Türk şirinin zirveleri

Erzurumludur.

Kemalettin Kamu da bu şehrin yetiştirdiği şairlerdendir. 15 Eylül 1901 tarihinde babasının memur

bulunduğu Bayburt’ta doğar. Babası Osman Nuri Efendi oğluna dini ilimlerin yanında Arapça ve Farsça

öğretir. Kemalettin Kamu’nun üzerinde asıl tesirli olan abisi Hüsnü Uluğ’dur. Matematik öğretmeni olan

Hüsnü Uluğ kardeşinin fikirlerinin oluşmasında çok etkilidir. Onun seküler düşüncelerini kaynağı abisi

olduğu söylenir. İlköğrenimini özel derslerle tamamlayan şair Erzurum Rüştiyesin de başladığı öğrenimini

Refahiye Rüştiyesinde tamamlar. Osman Nuri Efendi mal müdürlüğü vazifesinden emekli olunca halkın

isteğiyle Arifiye Belediye Başkanı seçilir. Kemalettin Kamu da burada henüz on beş yaşındayken

memurluğa başlar. Yönetimde İttihatçılar vardır. Sarıkamış’ta askerlerimiz soğuk kış şartlarında dağlara

sürülmüş doksan iki bin askerimiz şehit olmuştur. Bu olaydan sonra Erzurum Ruslar tarafından işgal edilir.

(16 Şubat 1916) Osman Nuri Efendi bu işgal haberi üzerine kalp krizi geçirir ve Refahiye’de ölür.

Kemaletin Kamu’nun şiirinde mutlaka bir yaşanmışlık var. Şairin görünmeyen yüzü şiirindedir.

Erzurum’dan çocuk denecek bir yaşta ayrılır, babasının Refahiye’de ölümü üzerine annesini de yanına

alarak Sivas’a oradan da Kayseri’ye gider. Bu yolculuk Bursa’da tamamlanır. Küçük denecek bir yaşta

yaşadığı yolculuklar elbette şiirini besledi. Hicret şiiri gibi birçok şiiri bu sarsılışların izini taşır.

Abisinin desteğiyle İstanbul Erkek Muallim Mektebine kayıt yaptırır.

İstanbul’un işgali üzerine eğitimine ara vererek Ankara’ya gider. Gurbet ve göç onda çok iyi

özümsenmiş iki kavramdır. İstanbul’un işgali ona “gurbet” şiirini yazdırmıştır.

Page 20: HECE TAŞLARI - Turuz

HECE TAŞLARI YİRMİ ÜÇ SAYI 15 Ocak 2017

Hece Taşları Sayfa 19

“Ben gurbette değilim,

Gurbet benim içimde.”

Erkek Öğretmen Okulunda okurken şiirlilerini Süleyman Nazif’in çıkardığı Yeni Tasfir-i Efkâr

gazetesinde yayımlar. O dönemin çocuk şairleri içinde fark edilmeye başlanır. Kurtuluş Savaşını

destekleyen şiirleriyle bütün yurtta tanınır. Ankara şairin aşk inkisarlarını da yaşadığı bir yerdir. Evlilik

planları yaptığı bir genç kızla yaşadıkları ve bundan sonra gelen ayrılık şaire “İrşad” şiirini yazdırır. Bir

destan şairi olan Kamu bu şiirle lirik duyguların zirvesine çıkar.

“Sevgilim güvenme güzelliğine,

Senin de saçların tarumar olur;

Aldanma talihin pembe rengine,

Hayatın uzun bir intizar olur.

Sevgilim her insan doğarken ağlar,

Çiçeklerle açar, sularla çağlar,

Rehgüzârı olur bahçeler, bağlar,

Nihayet isimsiz bir mezar olur.

Sevgilim baksana bir yanda gülen,

Bir yanda gözünün yaşını silen,

Kimi benim gibi erir derdinden,

Kimi senin gibi bahtiyar olur!

Sevgilim senin de geçer zamanın,

Ne şöhretin kalır, ne hüsn-ü ânın,

Böyledir kanunu kahpe dünyanın,

Dört mevsim içinde bir bahar olur!”

Sözlüsü olan kız bir tanıdığı ile baloya gitmek ister. Kemalettin Kamu bunu modern bir dünya

algısı olmasına karşın hazmedemez. Bu olay üzerine aşağıdaki mektubu yazar:

“Hanımefendi, dans etmemek şartıyla baloya gitmek için annenizden müsaade istihsal

etmişsiniz. Bunu kazanılmış bir muvaffakiyet gibi anlattılar. Bu kararınızın izaha lüzum görmediğim

mahzurlarına ehemmiyetle dikkatinizi celbederim. Yeni bir hayatın, fena bir hatıra ile zehirlenmesini

istemediğim içindir ki size ilk defa hitap etmeye kendim de cüret buldum. Bunun son bir rica

olmamasını ve kat’i kararınızı verirken biraz daha düşünmenizi temenni ediyorum. Mamafih sizi

kalbinizle baş başa bıraktıktan sonra isterseniz güle güle gidin diyebilirim. Hürmetlerimin kabulü ve

affım ricasıyla.” Kemalettin Kâmi ( Necmettin Esin, K. Kamu, Toker yayınları)

Ankara Matbuat Müdürlüğü, Anadolu Ajansı onun çalıştığı kurumlardır. İstanbul’da yarım

bıraktığı Erkek Öğretmen Okulu bitirme imtihanlarını vererek mezun olur. Daha önce aldığı bir söz

üzerine Paris’e gider. Beş yıl kaldığı Paris’te Siyasal Bilimler alanında (Paris Ulumu Siyasiye) eğitim

görür. Paris’te geçirdiği yıllar şiiri için verimsizidir. Paris yolculuğunda Tuna nehriyle karşılaşır, tarihin

ihtişamlı günlerinin ardından gelen bozgunların bilincini idrak eden bir ruh hali içindedir.

“Dağlar ağaç dolu ovalar yeşil,

Bu yolda konuşmak istemiyor dil.

Yelesi kabarmış atlarla değil,

Kötü bir trenle geçtim Tuna’dan.” (Kemalettin Kamu, Necmettin Esin, Toker Yay.)

Yine Paris’te geçirdiği yıllarda memleket özlemini dile getiren şu mısralar önemlidir.

“Yeşil, bir köşedir bana Bursa’dan,

Kara Erciyes’in yarları gibi.

Sarıda gözü var Uzunyayla’nın,

Beyaz Erzurum’un karları gibi.” (Gurbete Renkler s. 93)

Kemalettin Kamu’yu birçok araştırmacı büyük şair kabul etmez. Daha çocuk denecek bir yaşta

edebiyat tarihinde yer alacak kadar güzel şiirler yazan Kamu politikaya bulaştıktan sonra şiire yeterince

emek verememiştir. Bu konuda: “Valâ Nurettin (Akşam gazetesi- 9 Mart 1948) şairin ölümünün

ardından şunları yazar: “Siyasi hayat meslek ve sanat sahiplerini kendine çekiyor.

Page 21: HECE TAŞLARI - Turuz

HECE TAŞLARI YİRMİ ÜÇ SAYI 15 Ocak 2017

Hece Taşları Sayfa 20

Ellerinden meslek ve sanatı aldığı için bunların asıl hüviyetleri kayboluyor. Kemalettin Kamu

hayatın ikinci devresine daha iyi hazırlanmış bulunmasına rağmen maalesef birincisine nispetle az

parlayabildi.” Bingöl Çobanları şiirindeki ustalığı edebiyatımızda onu kalıcı kılmıştır. Bu şiir gerçekten

şiirimizin şaheserlerindendir. Çocukluğunda yaptığı yolculuklarda şahit olduğu bu manzaralar şaire

ilham kaynağı olmuştur.

“Şehrin uğultusundan usanmış ruhumuzun

Nadir duyabildiği taze bir heyecanla...

Karıştım o gün bugün bu zavallı çobanla

Bingöl yaylarının mavi dumanlarına,

Gönlümü yayla yaptım Bingöl çobanlarına!”

Kemalettin Kamu savaşların, göçlerin, yıkılışların, yok oluşların hüküm sürdüğü bir dönemde

yaşamıştır. Olaylar insanın zihin dünyasını etkiler. İnsanın imtihanıdır elbette tarih. İnsanlar bir gün

verilen nimetlerden sorulacaklardır. Şiir elbette şairin amelidir. Aşağıdaki dörtlüklerde iki farklı inanç

ve itikat var elbette.

“Ne örümcek ne yosun,

Ne mucize ne füsun,

Kâbe Arap’ın olsun,

Çankaya bize yeter.”

“ Sarmış matem boraları,

Saz benizli ovaları,

Boynu bükük yuvaları,

Sen himaye et Yarabbi!”

Döneminde çok etkili bir kuramcı olan Nurullah Ataç da Marksist düşüncenin önemli

simalarındandır. Saf Türkçecilik diye başlattığı dilde tasfiyeci anlayışla meşhur olmuştur. Kemalettin

Kamu için ölümün ardından şu yazıyı yazmıştır.

“Varsın gene bir yudum su veren olmasın,

Başucumda biri bana : “su yok “desin de…

Bir yudum su verenin, sana bir “su yok”

diyenin olmamış Kemalettin; seni seven bunca kimseler, bunca arkadaşların, bunca gönüldeşlerin

varken bir kimsesiz gibi kendi kendine ölmüşsün. Anan öldüğünden beri sen bütün tanıdıkların arasında

bir başınaydın. Ananın seni, Erzurumlu dili ile l’yi kalın söyleyerek “Kemal” diye çağırması kulağıma

geliyor. İnanabilmek, ölümden öteye bir acun olduğuna, senin şimdi orada anana kavuştuğuna

inanabilmek isterdim. Öyle yalancı avunmalara bırakmıyorum kendimi. Onlara sen de kapılmazdın,

devrimin çocuğuydun, sen de devrim için elinden geldiğince, gücünün yettiğince çalışmıştın; daha iyisi,

geçen yıllarda yıpranmamış, devrimin bir ilkesinden bile gönlünü ayırmamıştın.” N. Esin, Kemalettin

Kamu, Toker Yay.)

Yukarıda “şiir şairin yüzüdür” derken bütün tespitlerde bir şairin portresini sunmaya çalıştım.

Kamu’nun inanç dünyası hakkında çok fazla bilgi belge yoktur. Ancak şiirlerinde İslam’ın temel

değerleriyle çatışan bu değerleri aşağılayan bir yüzünün olduğunu gördük.

Kırk yedi yıllık bir ömür ani bir kalp krizi ile bitmiştir. “Her nefisi ölümü tadacaktır.” Ayetini

hükmüne boyun eğmiş 6 Mart 1948 tarihinde Ankara’da bir pansiyonda (Evkaf Apartmanı) ani bir kalp

kriziyle hayata veda etmiştir.

Cenaze namazı Hacı Bayram Camiinde kılınır ve Asri Mezarlığa defnedilir.

Page 22: HECE TAŞLARI - Turuz

HECE TAŞLARI YİRMİ ÜÇ SAYI 15 Ocak 2017

Hece Taşları Sayfa 21

ÖMÜR DEFTERİNDEN

DÜŞTÜ YAPRAKLAR

Hayrettin DURMUŞ

Saçlarıma bir bir dolarken aklar

Ömür defterinden düştü yapraklar

Sırrımı bölecek kara topraklar

Nazlı yâr yaşımı silecek sanma.

Artık gemileri yaktığın zaman

Çaresiz semaya baktığın zaman

Son kez yolculuğa çıktığın zaman

Dostlar yardımına gelecek sanma.

Gün gelir kesilir insanın canı

Bu dünyada bırakırsın paranı

Sarmak için onulmayan yaranı

Tabipleri derman olacak sanma.

Bel bağlama zemherinin yazına

Namertlerin güvenilmez sözüne

Heves etme Nemrutların izine

Dünya kötülere kalacak sanma.

Duyulacak elbet Sur’un nefesi

Açılacak kabirlerin kafesi

“Nefsi nefsi” diye çırpınan sesi

Rabbimden başkası bilecek sanma.

NECİP FAZIL YAŞIYOR

YÜREKLERDE HER DAİM

İbrahim ERYİĞİT

Sadra şifadır ilham şair gönüle konar

Hikmetli dizelerde ayetten katre sunar

Aydınlanır beyinler onun her beyitinde

Derde dermandır sözü ötelerin izinde

Şair derdi yamandır zulümün harmanında

Göğermiş ekin gibi hüznün darağacında

Durmaz arar gerçeği tezatlar açmazında

Sonunda bulur hakkı Arvasi’nin avcunda

Zindandan harfler düşer Mehmet’in kucağına

Her harf güvercin olur konar şair alnına

Çile bir ömür çile kutlu yolun sınavı

Yaşamak su misali kıvrımlı sürek avı

Çöle inen nur akar arif şair kalbine

Sahip değil şahittir artık dünya mülküne

Büyük Doğu sevdadır yeryüzünü kuşatan

Direnç testi yapılır gönülleri ağartan

Necip Fazıl yaşıyor yüreklerde her daim

Kalbin inşa işçisi düşüncesiyle kaim

Dokunur ruha zaman dostluğun vefasında

Yüz bin inanmış adam şairin vedasında

Page 23: HECE TAŞLARI - Turuz

HECE TAŞLARI YİRMİ ÜÇ SAYI 15 Ocak 2017

Hece Taşları Sayfa 22

YARIM KÂFİYE Seyit KILIÇ

Yarım kâfiye genelde “Mısra sonlarındaki redif harici tek ses benzerliğine dayanan kâfiye

çeşididir” diye tarif edilmektedir. (Erman Artun, Türk Halk Edebiyatına Giriş, s,93) Bu tarif yapılırken

de sesli/sessiz harf ayrımı yapılmamaktadır.

Bir geliş var!.. Ne mübarek, ne garib âlem bu

Hava boydan boya binlerce hayaletle dolu... Yahya Kemal Beyatlı

Görüldüğü gibi eğer yukarıdaki tarifi kıstas olarak alırsak bu beyitlerde “u” sesine dayalı yarım

kâfiye olduğunu kabul etmek zorunda kalacağız. Çünkü burada bir sese dayalı olan kural

gerçekleşmiştir. Bu kâfiye düzeninde kelime yalın halde olup ek almadığı için üzerinde düşünmeye

gerek yoktur. Zaten Erman Artun bahsi geçen eserde: “Ender olarak bir ünlü benzeşmesiyle de yarım

kâfiye yapılır. Fakat bu kusur sayılır.” (Erman Artun, Türk Halk Edebiyatına Giriş, s,93) Diyerek bu

tür uyakların yarım kâfiye sayılabileceğini, ancak bunun şiirde kusur olacağını beyan etmiştir.

Yarım kâfiye üzerinde değişik örneklerimizi vermeye çalışalım…

Elâ gözlerine kurban olduğum

Yüzüne bakmaya doyamadım ben

İbret için gelmiş derler cihana

Noktadır benlerin sayamadım ben... (Âşık Ömer)

Yukarıdaki koşmanın 2. ve 4. mısralarında yukarıdaki kuralımıza göre yarım uyak vardır. Bu

uyakların ana sesi redif olarak kabul ettiğimiz ek ve kelimeler hariç “y” sesidir. Bu konuda bir şüphe

yoktur. Eskiden bu ana harfe “revî” derlerdi Revî: Kâfiyelerin temel harfidir. Uyakları oluşturan benzer

seslerin son ve ana harfine revî denir. Genellikle de kelimelerin sonunda bulunan bir sessiz harftir.

Kullanılan redifler aynı anlamı muhtevî takılardan ibaretse bunda bir sorun kalmamaktadır. Ancak eğer

orada “do-y/amadı-m ve sa-y/amadı-n gibi görevleri ayrı olan ekler kullanılırsa kâfiyenin asıl harfi sona

kaymış “m” ve “n” seslerinden teşekkül eden aliterasyonlu bir kelime elde edilmiş olur. Bu da onların

kâfiye şemâsını bozar.

Aktım

Çektin

Yaktın

Kelimelerinde olduğu gibi... Çektin, yaktın kelimelerindeki kafiyenin asıl sesini “k” harfi

oluşturmaktadır. İşte bu revî harfinden sonra gelen-tın ekleri aynı görevi yaptıkları için rediftir. Ancak

A-k-tım kelimesinde geçmiş zaman 1. Şahıs eki olduğu için redif olmaktan çıkmıştır. O zaman burada

yarım kâfiye yoktur. Revî harfi ise “aktım” kelimesinde “m” sesi olmuştur. Burada sadece yine şiirin

ahengi ile alakalı olan “k ve t” harfleri ile aliterasyon meydana gelmiştir.

Kâfiye konusunda diğer vuzuha kavuşturulması gereken bir konu ise şudur. Buna bazı şiir

yazan kimselerin dörtlüklerinde rastlamak mümkündür.

Va-r-sın

Ve-r-sen

Vu-r-sun

Bu tür uyakların revî harfi “r” sesi olarak bilinmektedir. Va-r-sın, vu-r-sun kelimelerinde revî

harfi “r” iken ver-sen kelimesinde ise asıl kâfiye harfi “n” sesi olmaktadır. Çünkü burada sona gelen

redif olarak kullanılan eklerin görevleri değişiktir. Var-sın, vur-sun kelimelerinde -sın, -sun ekleri emir

kipinde 3. Şahıs ekidir. Oysa ver-sen kelimesindeki ek ise dilek/şart kipi 2. Şahıs ekidir. O zaman

buradaki “ver-sen” kelimesindeki revî “n” sesidir.

Burada şöyle denilebilir, diğer kelimelerde “n” sesi ile bittiği ve revî harfi de “n” olduğuna göre

o zaman bu üç kelime arasında yarım uyak vardır. Evet, yukarıdaki tarifi temel olarak aldığımız zaman

bu tür kelimeler arasında uyak vardır. Ancak birden çok heceden meydana gelen bu tür kelimelerde

böyle tek bir ses ile kâfiye yapmak ne kadar sanatkârane bir üsluptur orası tartışılır.

Page 24: HECE TAŞLARI - Turuz

HECE TAŞLARI YİRMİ ÜÇ SAYI 15 Ocak 2017

Hece Taşları Sayfa 23

Ben bu tür kâfiyeyi hoş görmüyor ve şiiri zayıflatan bir unsur olarak düşünüyorum. Daha önce

bazı yazılarımızda düşünülmesi için vermiş olduğumuz “kar-verir” örneğinde olduğu gibi...

Bu izahatımızda yukarıdaki yarım kâfiye tarifine ters düşecek bir şey yoktur. Her iki kelime de

-“var ve verir” kelimelerinden bahsediyorum- “r” sesi ile bittiğine göre yarım kâfiye vardır deriz. Bu

tür uyakları sadece yukarıdaki tarife göre yapanlar şunu bilmeli ki her ne kadar böyle uyaklar bu tarife

girse de hatadan ve kusurdan salim değildir.

“Ferhat Şirin için dağları deşti

Âşık maşuk için derde bulaştı

Mecnun Leylâ için çöllere düştü

Kerem’e Aslı’nın közü başkadır”… Kul Mustafa

Buradaki kâfiye yapısının revî harfi “ş”dir. -ti, -tı, -tü ekleri rediftir. Deş, bulaş ve düş

kelimeleri kök hâlindedirler. Bulaş iki heceli bir fiildir. Bu şekli ile kök hâlinde olup son hecesi olan -aş

ek değil kelimenin kendi gövdesindedir. (Not: Zannımca bu kelime belki Eski Türkçedeki “bulga-mak”

kelimesi ile yakından alakalıdır. Nihayetinde bulamakta her hangi bir şeyi katıp karıştırmak, lekelemek,

kirletmek, bulaşık duruma getirmek mânâsındadır. Bu yüzden kelimenin kökü “bulga” olup sonradan

“g” konsonantı düşmüş; “ş” ekiyse kalıplaşarak kalmış olabilir. “Suyu bulandırma” kelimesinde aynı

mânâ olmasa da yakın bir ilgi vardır. Fakat bulaşmak ile bulamak; bulaşık ile bulanık arasındaki yakın

mânâ beni bu kelimelerin aynı olması gerektiğini düşünmeye sevk etti.)

Bu örneklerden sonra söyleyeceğimiz sözleri şöylece toparlayabiliriz. Eğer kâfiye olarak

kullanılan kelimeler tek heceli ve almış olduğu ekler aynı görevde kullanılan ekler ise bu tür

kelimelerin yarım kâfiye olmasında şüphe yoktur. Meselâ:

“Yeşil ördek gibi daldım göllere

Sen düşürdün beni dilden dillere

Başım alıp gidem gurbet ellere

Ne sen beni unut ne de ben seni…”

Misalinde olduğu gibi kelimelerin kökleri tek hece üzerine bina edilmiş ve ekler aynı mânâda

kullanılarak rediflerle kelimeye bir zenginlik katılmıştır. Bir de yine tek hece olarak kullanılıp redifleri

ayrı kelimelerden teşekkül eden mısraların oluşturduğu kâfiyeler vardır:

“…

Karac’oğlan her sözleri bal gibi

Geydiği başına vala, al gibi

Sevdiğim karakaşlı gonca gül gibi

Kokar dilber beni mecnun eyledi…”

Bu dörtlükte görüldüğü gibi “l” sesi revî olmak üzere bal, al, gül kelimeleri kök halinde yarım

kâfiye “gibi” benzetme edatı ise redif olarak kullanılmıştır.

“Geceleyin bir ses böler uykumu

İçim ürpermeyle dolar: -Nerdesin?

Arıyorum yıllar var ki ben onu

Âşıkıyım beni çağıran sesin…” (Ahmet Kutsi Tecer)

Bu şiirde de görüldüğü gibi 1. ve 3. dizlerin kafiyelerinin ana/revî sesi “u”dur. Ancak bu tür

uyaklar yukarıda da beyan ettiğimiz gibi sanat açısından şiiri zayıflatmaktadır.

Şiirin dilimizdeki türkü olduğunu bildiğimize göre kulağımıza hoş gelecek bir nağme olması

gerekmektedir. Bu tür uyaklar şiirde bir kusurdur. Şiirin formunu zayıflatan ana etkenlerdendir.

“…

Dostun bahçesine yad eller dolmuş

Gülünü toplarken fidanı kırmış

Şunda bir kötünün koynuna girmiş

Şu benim sevmeğe kıyamadığım…” Karac’oğlan

Page 25: HECE TAŞLARI - Turuz

HECE TAŞLARI YİRMİ ÜÇ SAYI 15 Ocak 2017

Hece Taşları Sayfa 24

MAHREM-İ ESRAR

Mehmet DURMAZ

Kendimi yorumlasam hep özge insan çıkar

İnsem derinlerime bir derd-i nihan çıkar

İçimdeki çöllerde vahasız dolaşırım

Sükût ektim boşluğa bir suskun lisan çıkar

Kays dönüşmez Mecnun’a bin Leyla’yı tanısa

Saki’nin gam kadehi illaki noksan çıkar

Çölün yitmiş anlamı Mecnun vuslat peşinde

Hani nerde o Leyla zehrinden derman çıkar

Ferhat değilsen dostum deşip durma dağımı

Kalbin derinlerinde bir deli volkan çıkar

Aşk derer başak başak insan denen ekini

Nice kıraç tarladan bir ulu harman çıkar

Rotanı çizen aşksa menzilin Mecnunluktur

Demir alınca gemi bir bahr-ı umman çıkar

Közde eriyip gider gerçek aşığın kalbi

Ne feryat figan olur ne de bir duman çıkar

Karın buzun sevdası eriyip ırmak olmak

Kış gider bahar gelir bir başka zaman çıkar

Toprağa düşen tohum çürüyüp çatlar bir gün

Kırılır can kabuğu can içinde can çıkar

Page 26: HECE TAŞLARI - Turuz

24.sayı on5şubat 2017

HECE TAŞLARI Aylık Şiir Dergisi

Page 27: HECE TAŞLARI - Turuz

HECE TAŞLARI YİRMİ DÖRT SAYI 15 Şubat 2017

Hece Taşları Sayfa 2

DERDİMİZLE DEMLENMEYE BAŞLADIK

Derdimizle demlenmeye başladık, gönlümüzle

baksak uzaklar yakın, gözümüzle yakın uzaklaşıyor,

her halimiz şükürden bir kıvılcım, için için tutuşuruz

yanarız, yangınımız başka yere sıçramaz, gökten inen

yağmurlardan kaçarız, kendi yağmurumuz söndürmez

bizi.

Derdimizle demlenmeye başladık, dünyanın

çayını koyduk kenara, kapımızda dinleniyor örklü at,

ha bir an önce ha bir an sonra, hazır ve nazırım her an

sefere, topal bir karınca olsa da gönlüm, ruhum

yirmisinde bir delikanlı, kınına dar gelen bir kılıç gibi,

ya da bir ok olur uçar zafere.

Derdimizle demlenmeye başladık, üç

mevsimden geçtik geldi sombahar, ha uçtu uçacak

kuşlar yuvada, yorgunluğu bitkinliği bıraktık, beş vakit

yüzümüz avcumuz temiz, çözdük belimizden

azığımızı, söğüt gölgesinde dinleniyoruz, dünya

elimize yapışmaz artık.

Derdimizle demlenmeye başladık, sorumluluk

kasap kancası gibi, kimin hakkı değirmende öğünür,

kim kimden hinlikte icazet alır, kim kimi cilalar nasıl

parlatır, kim kimin gözüne nasıl görünür, kendimizden

başka ayna kalmadı, Hay’dan gelen Hu’ya gider

biliriz.

Derdimizle demlenmeye başladık, üstümüzden

uçacakmış gökyüzü, altımızdan kayacakmış yeryüzü,

bir kırk daha seçenekte bulunmaz, kahvenin hatırı sele

gidecek, renkleri solacak hatıraların, gülkurusu bir

akşamın sonunda, ya da güneş kız oğlan kız doğarken,

gusleder gireriz yârin koynuna.

HECE TAŞLARI

Aylık Şiir Dergisi

Genel Yayın Yönetmeni

Tayyib Atmaca

Yazışma Adresi

Haydarbey Mah. 32077 Sokak.

Armada 2/D Blok Kat: 2 Da: 6

Onikişubat/K.MARAŞ

Telefon: 0535 391 92 50

[email protected]

24. Sayı 15 Şubat 2017

ISSN: 2149-4509. (e-dergi)

BU SAYIDA

Âşık SÜMMANÎ

Cumali Ünaldı

HASANNEBİOĞLU

Prof. Dr. Metin

ÖZARSLAN

Muaz ERGÜ

Prof. Dr. Saim

SAKAOĞLU

Nuri PEKSÖZ

Osman AKTAŞ

Mehmet GÖZÜKARA

Doğan KAYA (Mahcubî)

Page 28: HECE TAŞLARI - Turuz

HECE TAŞLARI YİRMİ DÖRT SAYI 15 Şubat 2017

Hece Taşları Sayfa 3

SÜMMANÎ USTA’DAN

YAZMIŞLAR

Ervah-ı ezelde levh ü kalemde

Bu benim bahtımı kara yazmışlar

Bilirim güldürmez devr-i âlemde

Bir günümü yüz bin zâra yazmışlar

Bulmadık şadlığın iradesini

Çekerim bu gamın ziyadesini

Herkes dosta vermiş ifadesini

Bizimkini ürüzgâra yazmışlar

Aşk benimle eyler daim kıl ü kal

Daha sabretmeye kalmadı mecal

Derdim taksimdara kıldım arz-ı hal

Dedi neydim bahtın kara yazmışlar

Gönül gülşenimde har oldu deyi

Hasretlik cismimde var oldu deyi

Sevdiğim sevdiğin pir oldu deyi

Erbab-ı garezler yâre yazmışlar

Dünyayı sevenler veli değildir

Canı terkedenler deli değildir

İnsanoğlu gamdan halli değildir

Her birini bir efkâra yazmışlar

Nedir bu sevdanın nihayetinde

Yâdlar gezer yârin vilayetinde

Herkes diyarında muhabbetinde

Bilmem bizi ne civara yazmışlar

Kadrimi bilmeze eyledim minnet

Derdimi artıran görmesin cennet

Sarraflar verdiler yarı bin kıymet

Benim kıymetimi nere yazmışlar

Döner mi kavlinden sıktı sadıklar

Dost ile dost olur bağrı yanıklar

Aşk kaydına geçti bunca âşıklar

Sümmanî’yi derkenara yazmışlar

BÂD-I SABÂ SANA BİR İFADEM VAR

Bâd-ı sabâ sana bir ifadem var

Götür bu nâmemi dildâre söyle

Herkesin derdine odur giriftar

Bilir bilmez değil izhâre söyle

Yürü bâd-ı sabâ yar vatanına

Büst et likâbını düş dâmenine

Reddeylemek düşmez onun şanına

Eylesin derdime bir çare söyle

Âşık SÜMMANÎ

Bilir bâd-ı sabâ gam vatanlıyam

Çünkü gözü melül garibanlıyam

Ciğeri hûn olmuş çeşm-i kanlıyam

Arz et arz-ı hâlim var yâre söyle

Arzum var râhında hasret öldürme

Derdim artır ağlat beni güldürme

Bu sır şukkâsıdır yâra bildirme

Fâş etme bir yerde öz yâre söyle

Sıddık'a Faruk'a Hak yâre danış

Osman-ı Zinnureyn Haydar'a danış

Verirseler ruhsat Muhtar'a danış

Mürüvetkânıdır Hünkâr'a söyle

Şirindir kadimdir mahbûb-ı dildar

Kapında yaveri Hazret-i Muhtar

Damadı Şehriyar ey nur-i Haydar

Al bâd-ı sabâdan var yâre söyle

Sefahat bir derya nedir işaret

Sümmanî cürmüne âh eder elbet

Bizden sehv ü hata O'ndan mağfiret

Kelâmın göğçektir Gaffar'a söyle...

YOL VER ULU DAĞLAR

Yol ver ulu dağlar aşam belinden

Şimdi bekler kömür gözlü yar beni

Ne çekerim ayrılığın derdinden

Korkarım öldürür ah u zâr beni

Dünyada bulmadım gönüle mekân

Nerde bir gül bitse etrafı diken

Yâr da o baht ben de bu ah var iken

Hasret mahpus eder kara yer beni

Vay desinler ateşim yok közüm yok

Dahi yâre yalvaracak yüzüm yok

Yokladım kendimi bir kem sözüm yok

Yara şekva etmiş ürüzgâr beni

Sümmanî'yim kendi kendim ohladım

Şadırvan suyunda yattım uhladım

Yârin küçük defterini yohladım

Yazmış defterine ihtiyar beni

Page 29: HECE TAŞLARI - Turuz

HECE TAŞLARI YİRMİ DÖRT SAYI 15 Şubat 2017

Hece Taşları Sayfa 4

ŞİİR ÜZERİNE KONUŞMALAR -9- GENÇLİK PROFİLİNDE DUYARLILIK ÇİZGİLERİNE DAİR BİR AYRINTI

Cumali Ünaldı HASANNEBİOĞLU

Bu konuşma, 22 Aralık 1994 günü saat 14.00’te Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi konferans salonunda, dönemin İlahiyat

Fakültesi dekanı aziz dostum Prof. Dr. M. Said Yazıcıoğlu’nun duygusal takdiminden sonra, salonu dolduran gençlere

yapılmıştır. Konuşma sonrası sorulan sorulara cevaplarla sürmüştür.

Dün akşama kadar bu toplantı hakkında fazla bilgiye sahip değildim. Bu konuşmayı da, dün

akşamdan önce hazırladım. Yazılı metin hazırlayıp konuşma yapma ilkesinden yanayım. Bu,

konuşmacının kendine ve dinleyicilerine olan saygısının ifadesi gibi gelir bana. Bizi buna zorlayan bir

de kural vardır: “Söz uçar, yazı kalır” denilmiştir ki; doğrudur.

Sizler benim için çok yeni yüzlersiniz. Sizleri tanımıyorum. Halbuki bu konuşmanın muhatabı da

sizlersiniz. Benden beklenen şeyin ne olduğunu tam olarak bilmeksiniz karşınızdayım. Bildiğim tek

şey, üniversite öğrencisi genç arkadaşların, "şiir"le ilgili bir konuşma yapmamı istedikleridir. Ayrıca

başka sanatçı ve düşünürlerin de konuşacağını, kendi konularındaki birikimlerini size aktarmaya

çalışacaklarını biliyorum.

Sizin benden neleri duymak istediğinizi tam olarak bilmeyince, sizin yaşınızda ve

konumunuzdayken, benim bugünkü durumumda olan şiirle uğraşan bir adamdan neler duymak

isteyebileceğimi düşündüm. İçinizde, benim genç yaşlarımda olduğu gibi şiirle uğraşan, hayatını şiire

endekslemiş arkadaşlar var mı? Bilmiyorum. Sizleri sadece "gençlik" olarak mı değerlendirmeliyim,

yoksa "şiirle ilgilenen gençlik" mi? Bunu da tam bilmiyorum.

Önce "gençlik"ten başlayalım isterseniz. Bir kavram olarak, insanoğlunun hayatında yaşamak

lezzetine eriştiği bir "an" olarak, bir "hâl" olarak gençlikten...

Gençlik, aklın ve bedenin, yeryüzünün, kendine vereceklerini almaya en çok hazır olduğu bir

devredir, bir dönemdir, diyebiliriz. Akıl; bilgi ve deney yoluyla birçok oluşumu, bu dönemde, ileride

yararlanacağı bir biçim için hazırlar. Kendi altyapısının zenginliği ölçüsünde yeni şeyleri anlamaya

hazırlar. Bu hazır oluşun kalitesi, gelecekte o akıl sahibinin kavrayışını, dünyaya bakışını ve olayları

yorumlayışının sıhhat derecesini oluşturur.

Gençlik deyince, bedenden de söz etmek gerekir. Bu dönemde insanoğlunun bedeni de beyni

gibi geleceğe hazırlanmaktadır. Sağlıklıdır. Sorunları ya çok azdır -genç adam bunları farketmez bile-,

ya da hiç yoktur. İlerde taşıyacağı yük için bir oluşum ve hazırlık dönemidir gençlik beden açısından.

Ve genç adam güzeldir. Bir resim objesi olarak, ya da standart anlamda güzel.

Ve genç adam duygu yüklüdür.

Ve genç adam, küçük yararları amaçlamadığı için ilkelidir. Bu ilkelerini parçalayacak derecede

topluma girmediği için ilkelerinde ısrarlıdır. Eline, yüzüne, paçasına toplumun pislikleri bulaşmadığı

için toplumsal bütünün bir parçası, bir birey olarak tertemizdir. Büyük hedeflerin adamıdır genç.

Dünyaya iyilikler ve güzellikler sunmak, bunu bütün insanlıkla paylaşmak yolunun yolcusudur genç

adam. Bundan dolayı da manevi bir büyüklüğe sahiptir.

Aynı zamanda bir "kırılgan"dır genç. Muazzam bir kırılgan. İleriki yaşlarda üzerinde

duramayacağı söz ve davranışlar, genç adamı kırabilir, yaralayabilir, hatta parçalayabilir. Neden?

Bence gençlik, incecik bir zar gibi her şeyden etkilenen bir ten taşımaktır. En ufak bir esintiyi bile

ruhunun derinliklerinde duyabilen ince, hassas bir ten... Oysa zaman içeresinde sürekli çamurlara

belenen, bu nedenle derisi sürekli kalınlaşan; öyle ki, dışarıdan alacağı güçlü darbeleri bile fark

edemeyen bir manda, bir su aygırı, bir gergedan derisine dönüşecektir derisi. Bu da, kırılganlık

katsayısını çok düşürecektir. Oysa genç, toplumdan alacağı darbelere karşı ne kadar savunmasız, ne

kadar ince ve hassastır...

Şimdiye kadar genç adamı tariflemek için saydığım vasıflar, aynı zamanda -kendi şiirini

kurabildiği sürece- şair için de geçerlidir.

Şair, aklın kendisine vereceklerini her zaman almaya ve kullanmaya hazırdır. Çünki, aklını her

zaman; dünyayı, insanları, olayları anlamak ve algılamak için kullanmaktadır. Bu kullanış biçimi, aklı,

var olduğu sürece dipdiri ve genç tutar. Ayrıca, başka insanlar için çok önemli sayılan birçok olay, şair

için önemsiz olduğundan, toplumu yönlendiren araçlar tarafından kandırılmaları kolay değildir.

Page 30: HECE TAŞLARI - Turuz

HECE TAŞLARI YİRMİ DÖRT SAYI 15 Şubat 2017

Hece Taşları Sayfa 5

Bu özellikleri şairlere, toplumsal olayları hiç kimsenin anlayamayacağı incelikte anlamak ve

değişik bir biçimde yorumlamak gibi bir üstünlük kazandırır.

Bir şair: "Benim adım insanların hizasına yazılmıştır" derken, bu ya da benzeri şeyleri anlatıyor

alabilir. Gençlik de öyle değil midir? Gencin de yaşadığı toplumun diğer bireyleriyle ilişkisi, adının

tesadüfen onların adıyla aynı hizada yazılmış olması talihsizliği değil midir? Ve bu cezayı ödemektedir

genç.

Şiir, -herhalde- öncelikle gençliktir. Ya yüzdeyüz gençlik döneminin ürünüdür iyi şiir, ya da

gençlik döneminin hayâlinin ürünü... Her iki halde de, şiire ruh katan şeyin gençlik olduğunu

görüyoruz. Tüm iyi şiirlerin, şairlerin gençlik döneminde yazılmış olmaları, birçok şairin çok genç

sayılacak yaşlarda ölmesi, birçok divan şairinin adının simgesi olan divanını çok genç yaşta

tamamlaması bir rastlantı değildir. İnsan üzerinde yoğunlaşan kader açısından bakıldığında da, sanki

ilahi kaderin, "şiir" ile "gençlik" kelimeleri arasında bir bağ kurduğu da sanılabilir.

Şairde yaşlılık, ancak gençlik hayâli ile oluşturulan bir aktiviteyi deneyimle zenginleştirmek

biçiminde olursa güzel olabilir. Daha doğrusu şiirde kullandığı dili aşabilme, şiirin müziğini

yakalayabilme, şiiri, insanın damarlarına şırınga edebilme becerisi oranında şairin yaşı, tıpkı gençlik

gibi, bir dinamik unsur olarak önem kazanır.

Bir de şu var: Şairler muhalif insanlardır. İnsan hayatına etkili olan, birçok insanın uyumlu

olmakla mutlu olduğu şeyler, bir şair için ancak muhalefet etmesi durumunda hayatını değerli kılan bir

etken olabilir. Bu da şairi diğer insanlardan ayıracağı gibi, konum olarak da gençlerin safına itmektedir.

Bu muhalefeti, politik muhalefet biçiminde anlamamak gerekir. Politikayı çok aşan bir şeydir. Hatta

politikayı hiç dikkate almayan bir muhalefet biçimidir. Bu nedenle de yorumları sağlıklıdır. Dikkat

edildiğinde, bazı şairler kalıcı olan, yıllardan yüzyıllara, insana, elit ve seçilmiş insana hitabeden şiirler

söylemişlerdir. Onların dilindeki büyü, büyük çapta statükoya muhalefeti yakalamaktan ve onun

insanoğlunun gündemine sokabilmekten kaynaklanmaktadır. Birkaç gün önce doğumunun 500. yılını

uluslararası bir toplantı ile kutladığımız Fuzûlî'yi ele alalım. Fuzûlî uzun sayılabilecek bir ömür yaşadı.

Ancak bütün şiirlerinde var olan şey, insan hayatını düzenlemeye talip tüm sistemlerin, insan yapısı ile

çatıştığı yerde insan adına, onu savunmak üzere devreye girmesidir. Şairin insanlığa karşı sorumluluğu

burada başlar. Eğer şair bu sorumluluğun farkında değilse, köpük gibi geçici olur, şiiri de, adı da...

Sorumluluğunun farkında olan şairler, sağlam kayalara nakşedilmiş sözler gibi yüzyıllara devrolurlar...

Fuzûlî'yi -deyim yerindeyse- bize çağdaş kılan yapı da budur.

Şairin duygulu bir insan olarak toplumdaki diğer insanlardan öne çıkışı, belki de onun

zayıflığından, eksikliğinden, yoksulluğundan; yani maddesel olarak toplumun tartılı ortalamasının

altında olmasından kaynaklanmaktadır. Bir bakıma durmaksızın şişirilen bir balona benzemektedir şair.

Nasıl ki, şişen balon en zayıf yerinden patlar; onun gibi genel olarak sanatçılar, özel olarak şairler,

toplumun en zayıf yeri olarak, "patlamak" biçiminde bir tepki gösterirler baskıya... Çünki, zayıflıkları,

baskıyı en ağır biçimde duymalarını sağlar. Ayrıca zırhsız, kalkansız ve korumasızdırlar... Şairlerin

gerek kişisel, gerek toplumsal duyarlıkları, hem onların zaafları, hem de onların gücü ve ayrıcalığı

olmaktadır. Genç insanların bu bakımdan şairlerle tam bir benzeşme içinde oldukları görülür. Bu

bakımdan, statükoyu yerle bir etmeye yönelik devrimlerin tamamının lideri, sürükleyicisi ve uğrunda

öleni genellikle gençlerdir. Dünyada gerçekleşen tüm devrimlerin ekseninde gençler vardır. Bu nedenle

de şairler ve gençler birer devrim enstrümanıdırlar. Böyle oluşları da -bana göre- güçlerinden değil,

zayıflıklarından kaynaklanmaktadır.

Şairin bir özelliği de diğer insanlara oranla olağanüstü ileri görüşlülüğü, ileriye ait erişilmez

sezgi gücüdür. Yakınında olan şeyler fazlaca meşgul edemediği için, ileriyi sağlıklı olarak

gözlemleyebilmektedir şair. Bu bakımdan iyi şiirler fal kitabı gibidir. Yüzlerce, binlerce yıl önce

yaşamış şairler günümüzü, hatta günümüzden sonrasını haber vermektedir şiirlerinde. Bu da yine

zayıflıklarından kaynaklanan bir olaydır. Güçlü insanlar bugünü, yaşlı insanlar dünü; bebekler,

çocuklar ve gençler de yarını yaşar. Ben buna şairleri de eklemek istiyorum. Bebekler, çocuklar ve

gençler gibi şairler de yarını yaşar, yarın için yaşar. Bu, büyük çapta bugünü yaşamayacak kadar

güçsüz, dünü yaşayamayacak kadar narsist, bundan dolayı da hafızasız ve cesaretsiz oluşlarından

kaynaklanmaktadır. Ancak, üçüncü ve çok önemli bir şey daha var, yarını yaşamak çok umutlu olmayı

da gerektirir.

Gençler ve şairler, hep umutlu adamlardır, yarın için.

Page 31: HECE TAŞLARI - Turuz

HECE TAŞLARI YİRMİ DÖRT SAYI 15 Şubat 2017

Hece Taşları Sayfa 6

ÂŞIK SÜMMANÎ ve ERZURUM ÂŞIKLIK GELENEĞİ

Prof. Dr. Metin ÖZARSLAN

Asıl adı Hüseyin olan Âşık Sümmanî, 1862 yılında Erzurum’un Narman ilçesine bağlı Samikale

köyünde doğmuştur. Rüyasında gördüğü Gülperi adındaki hayalî sevgiliyi aramak için elinde sazla

Kafkasya, İran, Kırım ve Afganistan’ı dolaştığı rivâyet edilen Âşık Sümmanî devrinin ünlü âşıklarıyla

atışmalar yapmıştır (Yağmurdereli 1939, Kardeş 1963). Ustası Erbabî’dir. Sümmanî, zamanının en

tanınmış ve kudretli âşıklarındandır. Şöhreti günümüze kadar ulaşan âşığın tesiri devam etmektedir.

Âşık Sümmanî, Âşık Şenlik ile birlikte, Doğu Anadolu bölgesi âşıklık geleneği içinde çağdaşlarını ve

kendinden sonra gelen bütün âşıklar üstünde tesir bırakan iki âşıktır. Bu iki âşığın gerek söz gerek müzik

olarak Doğu Anadolu bölgesi içinde [Erzurum, Kars, Ağrı, Van, Erzincan, Bayburt] ortaya koyduğu

eserler günümüz âşıklarınca yaşatılmaktadır. Bâdeli âşıklardan olan (Günay 1986) Âşık Sümmanî aynı

zamanda tarikat ehli bir âşık olup Rufaî şeyhi Sanamerli Ahmet Baba’ya intisap etmiştir (Aras 1997).

Şiirlerinin edebî değeri yüksektir. 1915 tarihinde ölen Âşık Sümmanî, her yıl ölüm yıldönümünde,

Samikale’de bulunan mezarı başında anılmaktadır (Aslan 1972). Hakkında birçok araştırma yapılmıştır

(Kardeş 1982). Oğulları Şevki [Mahtumî] ve Fahri Çavuş kendinden sonra hikâyeci olarak geleneği

sürdürmüşlerdir. Torunlarından merhum Nusret Yazıcı [Torunî] ve Hüseyin Yazıcı [Sümmanîoğlu]

geleneği günümüzde sürdüren âşıklardandır.

Âşık Sümmanî, geleneği kendi etrafında yönlendirebilecek seviyede güçlü ve kendisinden sonra

etkisini devam ettiren şöhretli bir âşıktır. Âşık Erbabî’nin yaşlılık döneminde âşıklığa başlayan

Sümmanî’ bugünkü şekliyle, düzenli mânâda bir icra töresine XIX. yüzyılda kavuşan Erzurum âşıklık

geleneği için başlangıç sayılabilecek en güçlü âşıktır (Yağmurdereli 1939). Erzurum âşıklık

geleneğinde, icra töresi ile ilgili şimdilik bilinen en eski karşılaşma örneği Erbabî-Sümmanî

karşılaşmasıdır (Yağmurdereli 1939: 35-36). İşte mezkûr karşılaşmaya dayalı olarak, Erzurum’da âşıklık

geleneğinin icra töresi bakımından belirginleşip, kurumlaşarak tekâmül noktasına ulaşması XIX. yüzyıl

olarak kabul edilebilir(1).

Erzurum’da Âşık Sümmanî Kars’ta Âşık Şenlik(2) yaşadıkları dönemdeki sosyal münasebetler

dolayısıyla karşılaşmışlar ve birbirlerinden etkilenmişlerdir(3). Bu iki güçlü âşık arasındaki münasebet

Kars ve Erzurum’da halk arasında canlı bir şekilde, neredeyse menkıbe seviyesinde anlatılmaktadır.

Halk rivayetlerine göre aralarında geçen karşılaşmadan sonra yenişememişler ve Âşık Şenlik’in annesi

tarafından kardeş ilan edilmişlerdir (Aslan 1975). Bu hadise dolayısıyla birinin geçtiği yerde diğerinin

de mutlak suretle anıldığı her iki âşık, gerek Erzurum’da ve gerekse Kars’ta hem âşıklar, hem de halk

arasında üstad [usta/baba] kabul edilmektedirler. “XIX. yüzyıl sonlarında Doğu Anadolu’nun iki çağdaş

âşığı Şenlik ile Sümmanî, âşıklık geleneğinin okulu işlevini görmüşlerdir. Çıldır’da Şenlik, Narman’da

Sümmanî. Bunların etrafından toplanmış genç âşıklar, yıllarca bu iki ustanın çıraklığını yapmış ve

onların tekniği ile yoğrulmuş olarak yetişmişlerdir. Nalbant İshak Kemalî, Bardızlı Nihanî, Ovacıklı

Ummanî ve Yaşar Reyhanî gibi Erzurumlu âşıklarla, Çoruh boyu âşıklarında Sümmanî’nin kuvvetli

etkisi görülür. Diğer yandan Âşık Şenlik son dönemlerde Doğu Anadolu’da büyük âşıklar yetiştiren

geleneğin gerçek hocası veya onların tanımıyla pîridir” (Aslan 1992: 20).

Bugün Erzurum ve Kars çevresinde devam etmekte olan Doğu Anadolu bölgesi âşıklık geleneği

icra töresi bakımından bu iki usta âşığın icralarına göre gelişme göstermiştir. Âşık Sümmanî ve Âşık

Şenlik karşılaşmalarından sonra âşık fasıllarının daha sistemli bir hâle gelmiştir (Özder 1965; Kartarı

1977). Âşık fasıllarının icra ve seyrinde Âşık Sümmanî ve Âşık Şenlik’in karşılaşmalarının etkileri

hissedilmektedir (Özarslan 1997). Bu durum iki zirve şahsiyeti Doğu Anadolu âşıklık geleneğinde

başköşeye oturmuştur. Konu ile ilgili araştırmalarda tespit edilen bilgiler ışığında iki âşığın

karşılaştıklarında deyişmelerini aşağıdaki “dîvân” ile başlattıkları ve birbirlerini sınadıkları

bilinmektedir:

Şenlik Derdim ondur dokuzunu demezem ağyare men

Sekizinde bir arzum var yediden avare men

Beş benim kisb ü kârımdır dörde kıldım temenna

İkiye muhabbetim var yalvarıram bire men

Page 32: HECE TAŞLARI - Turuz

HECE TAŞLARI YİRMİ DÖRT SAYI 15 Şubat 2017

Hece Taşları Sayfa 7

Sümmanî Elestü bezminde geldim Hak ile ikrara ben

Hamdolsun, hamd ü senalar düşmedim inkâra ben

Âdemi âdem eyleyen ârifin irfan imiş

Ya niçün can feda kılmam öyle bir Hünkâra ben

Şenlik Otuz iki derdim vardır kırk sekiz dava ile

Üçyüz altmışaltı burca on iki sahra ile

Çardır mezhep çardır kitap çar gönül sevda ile

Okudum ezber eyledim çıkmadım kenare men

Sümmanî Otuz iki farzı beyan kırk sekiz cumayile

Üç yüz altmışaltı gündür tam on iki ay ile

Okudum ezber eyledim ilm ile imla ile

Tasdik ve ikrar eyledim düşmedim inkâra ben

Şenlik Elli dört farzın içinde demim var devranım var

Yetmiş bin mahbub içinde bir şah-ı hubanım var

Altı bin altı yüz altmışaltı dert-dermanım var

Şenlik’em ta haşre kadar yâr oldum o yâre men

Sümmanî Elli dört farzı beyan eyledim âyet be âyet

Yetmiş bin mahbub içinde Habib-i Nur-ı Ahmet

Altı bin altı yüz altmışaltı ayet beyyinat

Sümmanîyem gulam oldum böyle haznedâra ben (Özbek 1969; Özder 1965; Kartarı 1977)

Bu dîvân günümüzde de Doğu Anadolu bölgesi âşıkları tarafından sık sık söylenmektedir. Yöre

âşıkları, fasılları yine bir dîvân la açmakta; Âşık Şenlik ve Âşık Sümmanî’ye ait deyişme karşılaşma

örneklerini ve kendi müstakil şiirlerini, her iki âşığa has tavır ve eda ile terennüm etmektedirler.

Özellikle günümüz âşıkları arasında usta malı olarak bu iki büyük âşığa ait verimleri bilmeyen âşık yok

gibidir. Erzurum ve Kars yöresi âşıklarının icralarına ezgi açısından bakıldığında da Kars yöresi

âşıklarının Âşık Şenlik, Erzurum yöresi âşıklarının da Âşık Sümmanî tavrı ve edasıyla çalıp çağırma

kaygısı görülmekte ise de, bu durum çok kesin sınırlarıyla belirginleşmemiştir. Birbirlerinden, ayakta

dolaşarak veya oturarak çalıp söylemenin ve icralarında kullandıkları kimi âşık havalarının dışında çok

belirgin farkları olmayan iki şehir âşıklarının aynı gelenek dâiresi içinde bulunduklarını söylemek

mümkündür. Kendilerini biraz da şahsî tercihler ve rekabetten dolayı birbirlerinden üstün gören yöre

âşıklarının icralarında Erzurum’da Âşık Şenlik tavrı, Kars’ta Âşık Sümmanî tavrıyla karşılaşabiliriz.

Hatta Âşık Şenlik’in Erzurum üzerindeki etkisinin, Sümmanî’nin Kars üzerindeki etkisinden daha ağır

bastığını söylemek mümkündür.

Günümüzde gerek Erzurum’da, gerek Kars’ta ve gerekse bu yöreler dışında Doğu Anadolu

âşıkları, her hangi bir sebeple icra etkileri âşık fasıllarında “usta malı dîvân ” olarak yukarıda verilen

Âşık Şenlik-Âşık Sümmanî karşılaşması dîvânı, diyalog şeklinden ayırarak da söylemektedirler(4). Âşık

Şenlik ve Âşık Sümmanî’nin karşılıklı olarak söyleştikleri bu dîvânın, günümüz âşıkları arasında

bölünmüş bir şekilde çalınıp söylendiği, alan araştırmalarında tesbit edilmiştir (Özarslan 2001). Ankara

Gençlik Parkı Âşıklar Kahvehânesi’nde Kasım 1996 yılında yapılan programlardan birinde bu karşılıklı

dîvândan Âşık Şenlik’e ait olan kısmın “Şenlik Dîvânı” adı altında Âşık Şeref Taşlıova tarafından

aşağıdaki şekilde okunmuştur:

Derdim ondur dokuzunu demezem ağyare men

Sekizinde bir arzum var yediden avare men

Beş benim kisb ü kârımdır dörde kıldım temenna

İkiye muhabbetim var yalvarıram bire men

Otuz iki derdim vardır kırk sekiz dava ile

Üçyüz altmışaltı burca on iki sahra ile

Çardır mezhep çardır kitap çar gönül sevda ile

Okudum ezber eyledim çıkmadım kenare men

Page 33: HECE TAŞLARI - Turuz

HECE TAŞLARI YİRMİ DÖRT SAYI 15 Şubat 2017

Hece Taşları Sayfa 8

Elli dört farzın içinde demim var devranım var

Yetmiş bin mahbub içinde bir şah-ı hubanım var

Altı bin altı yüz altmışaltı dert-dermanım var

Şenlik’em ta haşre kadar yâr oldum o yâre men

Buna karşılık Erzurum’daki alan araştırmalarının birinde, bu deyişme/ dîvânın Sümmanî’ye ait

olan kısmının 1996 yılı Şubat ayında Âşık İsrafil Daştan tarafından “Sümmanî Dîvânı” olarak aşağıdaki

şekilde okunduğu da tesbit edilmiştir:

Elestü bezminde geldim Hakk ile ikrara ben

Hamdolsun, hamd ü senalar düşmedim inkâra ben

Âdemi âdem eyleyen ârifin irfan imiş

Ya niçün can feda kılmam öyle bir Hünkâra ben

Otuz iki farzı beyan kırk sekiz cuma ile

Üç yüz altmışaltı gündür tam on iki ay ile

Okudum ezber eyledim ilm ile imla ile

Tasdik ve ikrar eyledim düşmedim inkâra ben

Elli dört farzı beyan eyledim âyet be âyet

Yetmiş bin mahbub içinde Habib-i Nur-ı Ahmet

Altı bin altı yüz altmışaltı âyet beyyinat

Sümmanî’yem gulam oldum böyle haznedâra ben

Yukarıda, ayrıştırarak söylendiğini tesbit edilen dîvân, günümüz âşıkları tarafından eski şekliyle

karşılıklı olarak da okunmaktadır (Özarslan 2001). Geçmişte ve günümüzde Kuzeydoğu Anadolu

Bölgesi [Erzurum-Kars ve çevre iller] âşıklık geleneği icra töresi bakımından örtüşmektedir. Başka bir

ifade ile Erzurum âşıklık geleneği Kars âşıklık geleneği ile –kullanılan bazı âşık havalarına ilişkin

küçük farklılıklar dışında– aynı özelliktedir. Bu benzerlikte hiç şüphesiz Kars’ta üstad kabul edilen

Âşık Şenlik’in tesirine benzer bir tesiri Erzurum’da ortaya koyan Âşık Sümmanî’in payı vardır.

Sözümüzü Âşık Sümmanî’nin bir şiiri ile bağlayalım.

Ya ben derdim kime şekva edeyim

Hicran benim, firkat benim, verem ben

Hangi bir tabibi sual edeyim

Mecruh benim, Lokman’ı ben, saran ben.

Bu dert bende olur mu ki hiç nihan

Kişi kemâline bu mudur nişan

Soldu güller bozulalı gülistan

Bahçesi ben, bahçıvan ben, deren ben.

Vefalılar acır sandım ben anı

Çıktım yola arda koydum vatanı

Kime sual edem ben o cânânı

Gelici ben, gidici ben, varan ben

Ehvalime nice çekeyim aman

Harap oldum anı gördüğüm zaman

Bakmadı ahıma ol şeh-i hûban

Aldanan ben, sızlanan ben, yeren ben.

Ben gözümü senden etmem hiç beri

Söyle güzel nasıl dönem ben geri

Ne idem de unutam o gözleri

Ülfet eden, nefret eden, gören ben.

Sümmanî der vardım cânân eline

Rahm etmedi gözlerimin seline

Her varımı, her yoğumu elime

Teslim edip, teslim olup, veren ben (Kardeş 1963).

Page 34: HECE TAŞLARI - Turuz

HECE TAŞLARI YİRMİ DÖRT SAYI 15 Şubat 2017

Hece Taşları Sayfa 9

DİPNOTLAR

1 Erzurum çevresi âşıklık geleneğinin icra töresi Azerbaycan âşıklık geleneği ile benzerlik arz etmekte olup,

teşekkülleri nokta-i nazarından Azerbaycan ve Türkiye âşıklık geleneğinin ayrı düşünülmemesi icap eder

(Oğuz 1995). Günümüzde Doğu Anadolu bölgesinde olduğu gibi, Azerbaycan’da da canlı biçimde yaşayan

bu geleneğin Azerbaycan sahasındaki bilinen ilk temsilcisi Kurbanî’dir. Tufarganlı Abbas, Hasta Gasım,

Âşık Valeh ve Dellek Murat gibi diğer gelenek temsilcileri günümüz icrasında kullanılan “sicilleme” ve

“tecnis” gibi gelenek verimlerini meydana getirmişlerdir (Ahundov vd.1983). XVI.-XIX. yüzyıllar arasında

bu âşıkların çoğunluğu âşık tarzı şiirin muhtelif şekillerinde (Yıldırım 1984) yüzlerle ifade edilen verimleri

yanında halk hikâyelerinin musannifleri olarak da temayüz etmişlerdir. 2 Doğu Anadolu âşıklık geleneği içinde mühim bir yere sahip olan Çıldırlı Âşık Şenlik “âşıklık kültürünü

Azerbaycan’dan almış”tır. Azerbaycanlı Hasta Hasan’dan onun çırağı Âşık Nuri vasıtasıyla etkilenmiş ve

yine Azerbaycan’ın güçlü âşıklarından Âşık Elesger’e tesir etmiştir (Aslan 1975: XII, 16). 3 Âşık Şenlik ve Âşık Sümmanî karşılaşmaları hakkında ayrıca bkz. (Düzgün 2000).

4 Âşık Şenlik ve Âşık Sümmanî hakkında yazılan kitaplarda da iki âşığın karşılıklı olarak söyledikleri bu

dîvân ayrıştırılmış olarak verilmektedir. Bu sebeple âşıklar arasındaki bu uygulama âşıkların yazılı

kaynaklardan faydalandıklarını gösteren delillerden biri sayılabilir.

KAYNAKLAR

AHUNDOV, Ehliman, Tahmasıp Ferzeliyev, İsrafil Abbasov, 1983, Azerbaycan Aşıgları ve Şâirleri I,

Bakü: Azerbaycan İlimler Akademisi Neşriyatı.

ARAS, M. Sıtkı, 1997, Erzurum’un Manevî Mimarları, İstanbul, Dergâh Yayınları, Erzurum Kitaplığı: 2.

ASLAN Ensar, 1992, Çıldırlı Âşık Şenlik, Hayatı, Şiirleri, Karşılaşmaları, Hikâyeleri, Diyarbakır: Dicle

Üniversitesi Eğitim Fakültesi Yayınları

ASLAN, Ensar, 1972, “Narman’da Sümmanî’yi Anma Töreni”, Türk Folklor Araştırmaları, 14, 276: 6363.

ASLAN, Ensar, 1975, Çıldırlı Âşık Şenlik: Hayatı Şiirleri ve Hikâyeleri, Ankara: Sevinç Matbaası.

DÜZGÜN, Dilaver, 2000, “Âşık Şenlik ve Narmanlı Sümmanî’nin Karşılaşmaları”, Millî Folklor,

Kış/Winter/Hiver, 48: 24-26.

GÜNAY, Umay, 1986, Âşık Tarzı Şiir Geleneği ve Rüya Motifi, Ankara: Atatürk Kültür Dil ve Tarih

Yüksek Kurumu AKM Yayını-Sayı 16.

KARDEŞ, Mehmet, 1963, Meşhur Saz Şâiri Âşık Sümmanî Hayatı ve Şiirleri, İstanbul: Tortum Kalkınma

Derneği Yayınları.

KARDEŞ, Mehmet, 1982, Âşık Sümmanî Bibliyografyası, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları.

KARTARI, Hasan, 1977, Doğu Anadolu’da Âşık Edebiyatının Esasları, Ankara: Demet Matbaacılık.

OĞUZ, M. Öcal, 1995, “Azerbaycan ve Türkiye Sahasında Âşık Edebiyatının XVI. Yüzyılına Dair”, İpek

Yolu Uluslararası Halk Edebiyatı Sempozyumu Bildirileri, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları.

ÖZARSLAN, Metin, 1997, “Âşık Şenlik ve Âşık Sümmanî’de Rüya Motifi İlişkisi”, Âşık Şenlik

Sempozyumu, Kültür Bakanlığı ve Kars Kültür Derneği, 29-31 Mayıs 1991, Ankara.

ÖZARSLAN, Metin, 2001, Erzurum Âşıklık Geleneği, Ankara: Akçağ Yayınları.

ÖZBEK, Orhan, 1969, Âşık Şenlik, Ankara: Ayyıldız Matbaası.

ÖZDER, M. Adil, 1965, Doğu İllerimizde Âşık Karşılaşmaları, Bursa: Emek Basımevi.

YAĞMURDERELİ, Nesip, 1939, Sümmanî Hayatı ve Şiirleri, İstanbul: Ülkü Basımevi.

YILDIRIM, Dursun, 1984, “Azerbaycan Âşık Şâirleri ve Şiirlerinden Örnekler”, Hacettepe Üniversitesi

Edebiyat Fakültesi Dergisi, 2, 2 1984’ten Ayrıbasım.

Page 35: HECE TAŞLARI - Turuz

HECE TAŞLARI YİRMİ DÖRT SAYI 15 Şubat 2017

Hece Taşları Sayfa 10

SÜMMANÎ BABA

Muaz ERGÜ

Erzurumlu Âşık Sümmanî… Sümmanî Baba… “Ervahı ezelde levhi galemde” diyerek söze

başladığı şiirinde insanın, insan ömrünün hülasasını dile getirir. Koca bir ömrün hülasası… Dünya

hayatı meşgalesiyle, aldatıcılığıyla insanı içine alan, yutan bir kara dumana benzer. Kendini aydınlık

gösteren, türlü ziynetlerle süsleyen bir kara duman… Kopup geldiği yeri hatırından çıkaran, ezeli

yeminini unutan insan dünyanın bu kara dumanında yitip gider. Dünyaya kapılanlar, hayatın

fenalığından murat bekleyenler ancak yanılırlar. Ömür denen muammayı çözemeden çekip giderler.

Sıdk-ı sadıklar, âşıklar, ömür sermayesini hiç yoğa harcayanlardır ancak mesut olanlar. Acının içindeki

huzur, irfanın sunduğu mesutluk…

Sümmanî Baba, bu hengâmede, bu keşmekeşte yitip gitmeyen ve yitip gitmeye meyyal

âdemoğullarının elinden tutan, onlara elest bezminde ettikleri yemini hatırlatan bir büyük gönül eri.

Öncülerden, önde olanlardan… Ömür sermayesini hiç yoğa harcayanlardan… Bekleyen ama beklenti

için de olmayan…

“Uyandım gafletten oldum perişan

Bir nur doğdu âlemler oldu ürüşan”…

Dünyanın süslerine kanmayan, ömür yatağında gaflet uykusuna yatmayanlardan. Hüzün

deryasına da dalmışlardan… Aşk ikliminden seslenir O, derin bir sızının içinden… Yaşamak denen o

büyük düş kırıklığı… Avuçlarımızdan kayıp giderken zaman denen iksir geriye şu hakikat kalır,

Sümmanî Baba’nın dediğince:

“Gönül perişandır devr-i âlemde

Bir günümü yüz bin zara yazmışlar.”

1861’de Erzurum’un Narman İlçesine bağlı Samikale köyünde doğar Sümmanî. Asıl adı

Hüseyin… Hasan Ağa’nın oğlu… Baba ilim/irfan öğrenmiş, mü’min bir Anadolu insanı. Baştan ayağa

Anadolu irfanı ve basireti… Hasan Ağa çobanlık yapıyor. Gönlü de beyni de kirlenmeyenlerden. Saf…

Sümmanî de babası gibi çobanlık yapar. Ümmidir… Bugün irfana, basirete, aşka yabancılaşmış,

Sümmanî’nin çoban olduğunu duyunca aaa çobanmış diye burun kıvıracak, hor görecek onca bilgi yüklü

cahil insan dolu dünyada. Ama o çoban, o ümmi adam bilimin, felsefenin anlamakta aciz kaldığı nice

hakikati bir cümleye, bir mısraa sığdırmış.

“Dünyayı sevenler veli değildir

Canı terkedenler deli değildir

İnsanoğlu gamdan hâli değildir

Her birini bir efkâra yazmışlar.”

Evet, kendi aklını, gördüğünü, bildiğini meşrulaştırmak için kendi gibi düşünmeyenleri deli diye

yaftalayan bir değerler zincirinin esaretindeyiz. Dünyayı mutlaklaştıranlar, dünyadan başka bir yer

olduğuna inanmak istemeyenler, evrenselin esaretinden hoşnut olanlar ne canı terk edebilirler ne de

malı… Bir yalanı gerçekmiş gibi yaşarlar. Sümmanî Baba işte bu yalanı ifşa ediyor. Alman Filozof

Schopenhaur da dünyada gerçek mutluluğun olmadığını, yaşamın acıdan ibaret olduğunu söyler. Hayat

bir aldatmaca der. O sonunda insanı hiçliğe, anlamsızlığa sürüklerken Sümmanî inançla, Allah’a

teslimiyetle bütün bu manasızlığa karşı direnmeyi de bizlere gösterir.

Ümmilik sadece okuma yazma bilmemek değil. Ümmilik saflığı, bozulmamayı, anadan doğmuş

gibi tertemiz kalabilmeyi de belirtir. İşte Sümmanî de tertemiz kalanlardan ve bu sebepten söyledikleri

de hiç eskimeyenlerden. Anadolu’yu yurt edinmemizin, dindarlığımızın, otantik varlığımızın şifreleri

dilde gizli. Sözlü kültürde… Sümmanî Baba’nın söyledikleri bu açıdan da çok önemli. Âşık, ozan, şair

deyip geçmemek gerekir. Söyledikleri şiirden daha öte çaldıkları müzikten daha derin ve üzerinde

durulması gereken değerler.

Sümmanî’ye selam olsun! Ruhu Şad, mekânı Cennet olsun!...

“Sümmanî’yem ey dilyâre niderim

Başım alıp diyar diyar giderim

Yarın mahşer günü dava ederim

Siz mahşer yerine gelmez misiniz?”

Page 36: HECE TAŞLARI - Turuz

HECE TAŞLARI YİRMİ DÖRT SAYI 15 Şubat 2017

Hece Taşları Sayfa 11

KARACA OĞLAN ELEŞTİRİSİNE KÜÇÜK CEVAPLAR: 4 /

HECİN DEVE Mİ, AT MI?

Prof. Dr. Saim SAKAOĞLU

Kelimelerin zamana ve mekâna göre anlam değişimine uğradığını en iyi bilmesi

gerekenlerin başında dil araştırıcıları gelmelidir. Yüzyıllarca önce dilimizde kullandığımız bir

kelimenin zamanla anlamını kaybederek yeni bir anlamla karşımıza çıkması olağandır. Hatta bu

olay bazen aynı zaman dilimi içinde fakat farklı coğrafyalarda da görülebilir. Konuya iki örnekle

açıklık getirmek istiyorum.

yavuz kelimesi günümüzde çok kabul gören kelimelerden biridir. Çocuklarımıza bu adı

koyarız, bu kelimeyi soyadı olarak da alır, sülale boyu kullanırız. İşte sizi birkaç Yavuz…

Yavuz Abadan (merhum prof.), Yavuz Donat (köşe yazarı), Yavuz Bingöl (sanatçı) Yavuz

Selekman (merhum güreşçi ve oyuncu), Ali Yavuz Akpınar (öğrencim, emekli prof.), Yavuz

Bülent Bakiler (şair)

Kemal Yavuz (prof.), Mehmet Ali Yavuz (eski Konya milletvekili), Fehmi Yavuz (prof.,

Millî Eğitim Bakanı), Haluk Yavuz (prof.)

Merhum Prof. Dr. Cem Dilçin’in düzenlediği Yeni Tarama Sözlüğü (Ankara 1983) Yavuz

adı için şu karşılıkları vermektedir:

Yavuz [yavız]: 1. Kötü, fena. 2. Sert, azgın, keskin, güçlü, çetin, yaman, şiddetli. 3.

Kötülük, fenalık. (s. 239)

Çocuklarına bu adı koyanlar, ailelerine bu kelimeyi soyadı olarak alanlar acaba bu

karşılıkları biliyorlar mıydı? Bana kalırsa bunların tamamına yakını Yavuz Sultan Selim’den alınan

ilhamla konulmuştur.

Bir de yosma kelimemiz vardır. Hani şu şarkıdaki, ‘Edalı bir yosma aldı kararım’

söyleyişinin kahramanı olan kadını anlatan kelime. Kelimenin anlamı Türk Dil Kurumu’nun

Türkçe Sözlük’ünde (Ankara 2011, 2609) şen, güzel, fettan (genç kadın) olmakla birlikte zamanla

anlam kaybına uğramış ve olumsuz bir kimliğe bürünmüştür. Kuzeydoğu Anadolu bölgemizde

çocuklara konulan adlardan biri de yosma iken son yıllarda özellikle batı illerine göçen ailelerin bu

adı taşıyan bireyleri adlarını mahkeme kararıyla değiştirmektedirler.

Karaca Oğlan’ımızın kelimesi ise hecin’dir. İşte bu kelimeye yer veren dörtlüğümüz:

Kır at gelir hecin gibi

Yağmur yağar sicim gibi

Anam kızı bacım gibi

Gelir de karşımda durur

İngilizce-Türkçe sözlükleriyle tanıdığımız James W. Redhouse bu kelimemize şu anlamları

yüklemiş:

Hecin: Babası hür olup cariyeden tevellüd eden adam ve halis Arap atıyla başka cins

kısraktan hasıl at. (Redhouse 1852-1853)

O halde şiirimizde kır at gibi gelen canlı ya adam veya at olmalıdır. Madde bu kadar,

‘deve’ ‘meve’ yok. Üstelik ilk anlamı oldukça farklı, ama dikkat edilirse buradaki iki anlamda da

birleşme söz konusudur, oysa deve için böyle bir açıklama yok! Bu anlamın yüklendiği tarih ise 19.

yüzyılın tam ortası…

Ya bizim ünlü eleştirmenimiz Yrd. Doç. Dr. Orhan Yavuz ne buyuruyor, bakalım: “Sayın

Sakaoğlu ‘hecin’e … verdiği anlamlarla büyük bir bilim ve sözlük cinayeti işlemiştir. … herhangi

bir sözlüğe bakmak yeterliydi. Yazar ‘hecin’e ‘at’ anlam…ını vermiş, yani saçmalamış. ‘Hecin’

bir deve çeşididir.” (s. 92, nu. 491). (Noktalarla gösterilen yerler başka kelimelerle ilgili olduğu

için alınmamıştır.) Burada cinayet ve saçmalamakla itham edilen kişi (Sakaoğlu), itham eden kişi

(Yavuz)nin hocasıdır ve lisans tezini yönetmiştir.

Page 37: HECE TAŞLARI - Turuz

HECE TAŞLARI YİRMİ DÖRT SAYI 15 Şubat 2017

Hece Taşları Sayfa 12

Erzurum’dan Konya’ya gelirken ona kefil olmuştur. Acaba Yavuz’un hocasına haksız yere

bu kadar yüklenmesinin altında yatan bir Çapanoğlu mu vardır? Kendisine sorulması gerekirse de

cevap veremeyeceği açıktır.

Sayın’ diyerek bize rüşvet-i kelam eyleyen dil âlimi Yavuz, Redhouse’da hecin kelimesi

anlamlandırılırken deve adının anılmadığından habersizdir. Peki, büyük dedesi Yavuz soyadını

alırken neyi amaçlayarak (veya görevli memur verdiği için) kabul etmiştir? Yavuz kelimesinin

Tarama Sözlüğü’ndeki anlamlarının çoğunu kaybettiği ve olumlu bir anlama büründüğünü

bildikleri için almış olmalılar.

Demek ki 19. yüzyılın ortalarında hecin’in karşılığı deve değilmiş. Yavuz’un karşılığı ise

20. yüzyılda olumlu bir anlam kazanmıştır.

Diyoruz ki ey eleştirmen (!) Sayın Yavuz, kelimeleri kullanıldıkları yüzyıllara göre

anlamlandırmalıyız. Karaca Oğlan’ın şiirindeki kelimelere anlam yüklerken 21. yüzyılı değil

âşığımıza yakın dönemleri göz önünde bulundurmalıyız. Aman bu bilgimi unutup da

öğrencilerinize yanlış bilgiler vermeyiniz, e mi!

*****

Yazımızı üç kısa ‘acemi eleştirmen’ notunu başına kakarak bitirelim. Ki bir daha ayakkabı

bağının yukarısına çıkmasın!

a. Sayın Yavuz buyuruyor: 477/1/3. dizenin başındaki ‘Bir’ kelimesi fazladır, atılması

gerekir. (s. 73, nu. 315). Şiirin anılan dörtlüğünde değil, tamamında ‘Bir’ kelimesi yoktur!

b. “Yine aynı şiirin (372. şiir) 4. katısında kafiye bozukluğu ile karşılaşıyoruz.” (s. 69, nu.

292) Ne demek ‘katısında?’ Çatısında veya kapısında olabilir mi?

c. ‘Sevgili’ anlamındaki ‘çıra’ kelimesine ısrarla ‘ateş’ diyen Sayın Yavuz’dur, (s. 81, nu.

381) Zavallı sevgiliyi sıkılmadan ateş’e atmaktadır!

Evet, saçmalama ve cinayet kelimelerini, galiba kendisi için kullanacağı yerde yanlışlıkla

bize yönelten öğrencim Sayın Yavuz, acaba bu dalalete niçin saplanmıştı? Kendisine ne yapmıştık

da böylesine celallenerek araştırma görevlilerini de taşeron eleştirmen olarak kullanmıştı? Halk

edebiyatı doktora öğrenciliğinden kaçıp gitmesine izin verdiğimiz için mi bu yollara düşmüştü?

Yoksa kimselerin inanamayacağı bir sebebin peşine takılıp kahramanlık yapmak için mi kıyamete

kadar anılmayı göze almıştı? Verilecek cevabının olacağını sanmıyorum. Ben kendisini acaba

affedebilecek miyim?

Page 38: HECE TAŞLARI - Turuz

HECE TAŞLARI YİRMİ DÖRT SAYI 15 Şubat 2017

Hece Taşları Sayfa 13

SÜMMANÎ İLE GÜLPERİ HİKÂYESİNDE ESTETİK UNSURLAR

Nuri PEKSÖZ

Kelam ehlinden bir söz dökülür sadırlara… “Her insan bir yüzden doğar.”Belki de aşk, bu yüzü

aramaktır. Bâde sunulur aşkın taliplerine. Er dolusu, pir dolusu… Âşık, ateşi tanımayan çocuğun ateşe

uzanması gibi cesur ve tedbirsizdir. Bir suret seyreder, “işte senin maşukun bu!” derler. Kırklar girer

düşüne sevenlerin, kırk yeşil güvercin olur, kırk gün sırlar saklanır. Kırk gün dua edilir. Sonra üç derviş

üç dolu sunar, üç harf okutulur, üç yeşil yapraktan. Rüya’nın Hazreti Yusaf’a verilmiş yüksek bir ilim

olduğunu bilen âlimler bu hikmetleri tarih boyunca tefekkür etmişlerdir. Sayısal formeller, motifler ayrı

bir inceleme konusu mutlaka. İhsan ve estetik bir nazarla baktığımızda bir hikâye, olay, duygu ya da

kavram bize bir gizemli kapılar açar. Emir Sultan hazretlerinin bizi çağırdığı hüsün ve ihsandan başkası

değildir.

“Gerçek âşıklara sala denildi,

Gelin ey âşıklar dermanı buldum.

Ah ile vah ile cevlan ederken,

Canımın içinde cananı buldum.”

Mutlak güzellik sahibi ( hüsn-i mutlak) sadece Allah(cc)’tır. Allah (cc)’ın yarattığı her varlıkta,

her olayda, her surette, her kelamda bu güzellik bir ayet gibi seyredilir. Arifler bu yüzden bu âleme seyir

âlemi demişlerdir. Aşk, bir hüsün tutkusu aynı zamanda büyük bir imtihandır. Aşkı mecaz ile sınanan

tutkulu gönüller, şirkin girdabından kurtulunca aşkı ilahiye ulaşırlar. Mikelanj: “ Aşk, Allah (cc.)’ın

kendisine yükselmesi için, insana verdiği kanattır. “ der. Bu tariften ziyade aşkın hayata dair izlerinden

belki aşkın hallerinden söz etmektir. Epistomolojik bir kavram olarak aşk insanı nefsin bayağı

arzularından alır içsel yolculuklarla gönle yükseltir. Sofiler bu yükselişe miraç deseler de insanın

duygusal terakkisi demek daha doğrudur.

“Aşk eski bir öyküdür.” Diyenler de var elbette. Halk şiirimiz aşk öykülerinin en güzel

örnekleriyle doludur. Bu sözden birçok manalar çıkarabiliriz elbette. Âşıkların hikâyeleri insanların her

zaman dikkatini çeker. “Hikâyenin Gücü” adlı eserinde Annette Sımmons hikâyenin gerçeği toplumsal

hafızamızda muhafaza eden ve bizde inanmışlık duygusu uyandıran yanlarını uzun uzun anlatır. Halk

hikâyelerimiz şairlerin asırlarca şiirleriyle beraber toplumsal hafızamızda yaşatılmasında çok etkilidir.

Ozanları güçlü kılan bir unsurdur hikâye. Çeşitli motiflerle birlikte yeni kuşaklara aktarılan hikâyeler

zamanla halkın kolektif muhayyilesinde zenginleşmiş yeni varyantlarla varlıklarını devam ettirmiştir.

Âşıkların hikâyelerinde birçok hikmet gizlidir. Bir sevgi öğretisi gibi kuşaktan kuşağa aktarılan halk

hikâyelerimizin en önemli teması aşktır. Aşk, sevgideki ifrattır. Bu ateşten denizi geçenlerde ilahi aşkın

sırları görülür. Halk bilgeliğine giden yoldur aşk. Halk hikâyelerimiz estetik unsurlar yönünden oldukça

zengindir. Bu hikâyelerden biri de Sümmanî ile Gülperi hikâyesidir.

Âşık Sümmanî bu geleneğin önemli kimliklerinden biridir. İnsanların sevgilileriyle birlikte

anıldığı, hatırlandığı bu estetiği diğer türlerde görmek oldukça zordur. Bir hakikat estetiği olan hikâye

Âşık Sümmanî’yi unutulmanın felaketinden kurtarıp canlı yaşayan bir figür haline getirmiştir.

Bir rüyayla başladı her şey… Ablaktaş, Sümmanî ile babasının sık sık birlikte bulunduğu ve

hayvanlarına sulak olan yerdi. Orda meçhul askerlerin yattığı şehitlik, yanında da suyu gür bir pınar

vardı. O zamanlar saat herkeste bulunmazdı bu yüzden gölgelerin gün içindeki uzunluğuna göre namaz

vaktinin girdiği anlaşılır ve namaz kılınırdı. Babası Hüseyin’e kabirlerdeki ayrık otları temizlemesini

tembihlerdi. Hüseyin, içe dönük, saygılı, duygusal bir çocuktu. Rivayetlere göre yolcunun biri oradan geçerken Hüseyin’den ekmek ister. Hüseyin üç tandır

ekmeğinin yarısını yolcuya verir. Yolcu Hüseyin’in cömertliğine karşılık ona bir dua öğretir. Bu bir sevgi

duasıdır. Kırk gün Hüseyin bu duayla yaşar. Dağlarda yollarda, çeşme başlarında okur duasını. Babasının

cuma namazına gittiği bir gün. Hüseyin, başını mezar taşına yaslayıp uyur. Rüyasına erenler girer. Bir bade

verilir Hüseyin’e “pir dolusu.” Gülperi adında, Bedahşan şehrine yaşayan bir kız gösterilir ona. Gözlerini hiç

kırpmadan bu hüsnü seyrederse vuslata ereceğini; gözlerini kırparsa ömür boyu kavuşamayacağını söyler

erenler. Hüseyin, Gülperi’nin güzelliği karşısında büyülenir. Hüsnünün şulesinden sevgilisine bakarken

kırpar gözlerini. Ayrılıktır artık bahtına düşen. Hüseyin, yüzü güneş yanığı on bir yaşında garip bir çobanın

oğlu. Âşık, arayacak olan, yollara çıkacak olan hikâyenin zahiri unsuru. Bu üç harfin gizemini çözecek olan

seyyah. On sekiz yıl arar Gülperi’yi. Âşıklar defterinde derkenara yazılır adı.

Page 39: HECE TAŞLARI - Turuz

HECE TAŞLARI YİRMİ DÖRT SAYI 15 Şubat 2017

Hece Taşları Sayfa 14

“Döner mi kavlinden sıdk-ı sadıklar?

Dost ile dost olur bağrı yanıklar,

Aşk kaydına geçti bunca âşıklar,

Sümmanî’yi derkenara yazdılar.”

“Kalkıp bu yerlerden hicret eylesek” diye başlayan yolculuklar. Karlı dağlar ardında düşlerin

perisi içindir. İran, Türkistan, Kafkasya Afganistan sonraki yolculuklarında Kırım onun Gülperi’yi

aradığı yerlerdir. Gurbet, insana garipliği öğreten, bikesliği belleten yerdir. Gurbet, bazen ayrılık bazen

de vuslat arayışıdır. Gurbetle ve gariplik… Gülperi’yi bulunca mutmain olacağına inanır âşık. Belki de

asıl ayrılık o zaman başlayacaktır kim bilir?

Gülperi, o da, gördüğü sureti sevmiştir. Üç harf okutulmuştur yeşil yapraktan: sin, mim, nun. Bir

yolcuyu bekler ömür boyunca. Nedendir bu olanlar önceleri anlam veremez. Yüzü, güneş ve ayaz

yanığı bir köylü çocuk. Bir dervişten dinler Ayeti: “ Allah, dilediğine olağanüstü bir şekilde hükmeder.”

Susar... Susmanın asıl büyük bir feryat olduğunu bile bile susar. Mademki o alev alev yanan gül olmayı

seçmiştir. Mevsim geçene kadar yollarda olan yolcusunu bekleyecektir. Bu yolcu nedense ulaşamaz

yıllarca. Bahçelerden, Badehşan dağlarından esen hazan rüzgârları geçer. Nice bağbozumları, nice

baharlar, nice zemheriler geçer. Saçlarına ilk düşen akları hüzünle seyreder aynalarda. Bir gece

yolcusunu görürü düşünde: “ Artık bir işaret almadan çıkma yollara,” der. Sürekli yollarda kalan yolcusu

için üzülmektedir.

O aşkın yolcusu bu düşten sonra yorgundur artık. Sırlarını ifşa etmenin nedameti içindedir.

Dostları ona Gülperi’yi hatırlatınca:

“Tarih seksen dokuz on bir yaşımda,

Cem oldu başıma iş birer birer.

On sekiz yıl sürdü yârin peşinde,

Akıttım gözümden yaş birer birer.”

Asıl yangın yeri Bedahşan’ dadır. Gülperi, Erzurum’a giden bir yolcuya denk gelir. Ona üç taş

verir. Bu taşlar Bedahşan dağlarından çıkarılan la’l taşlarıdır. Bunları Eruzurum’a gittiğinde Narman

kazasının Samikale köyünde Hüseyin adında bir adama ver. Söyle bu taşları yol harçlığı yapıp buraya

gelsin. İnsanoğlu çiğ süt emmiştir, derler. Erzurum’a ulaşan yaşlı adam Taşmağazalarında taşların

fiyatını sorar. Çok değerli la’l taşlarıdır bunlar. Emanete hıyanet eder. Taşları satar. Ancak, kafasında

bir soru işareti vardır. Nasıl olur da bir han kızı bir köylü adama böyle gönül düşürür? “Bu adamı

mutlaka görmeliyim.” diyerek varır Narman Kazasının Samikale köyüne. Köy adasında misafir edilir,

ağırlanır. Akşama doğru Âşık Sümmanî de meclise uğrar. Adam, bakar ki sıradan bir köylü insanı.

Ancak misafirin hatırı için Sümmanî den bir deyiş söylemesini isterler. Sümmanî, yaşlı adamın bütün

yaptıklarını anlatırken sıkıntıdan ter içinde kalır misafir, anlar gerçeği. Hacı Bektaşı Veli’nin dediği gibi:

“ Her insanın değeri gönlünün ağırlığıncadır.” Bu olay, Sümmanî’nin Gülperi aşkıyla hikmet ve keramet

sahibi bir Hakk aşığı olduğunu bize gösterir.

“Hele nazlı yardan bir na’me geldi,

“Durmasın peşimden gelesin,” demiş.

Çoktan beri ateşine yanardım,

Hep sızı bir ateşe yanasın demiş.

Ne sebep ihtiyar isyana battın?

Sebep ne karşımda ter kana battın?

Vadinde durmadın taşları sattın,

“Sevdiceğim alıp gelesin,” demiş. (Kaynak Nusret Sümmanîoğlu)

Sümmanî ile Gülperi hikâyesinde birçok estetik unsur var elbette. Geniş bir coğrafyada yaşanmış

bir aşk hikâyesi: Doğu Anadolu, Gürcistan, Kafkasya, Afganistan, İran. Günümüz insanı için metafizik

unsurlar barındıran hikâyeler bir zamanın gerçeğiydi elbette. Malihulya (melankoli) olarak da

adlandırılan bu psikoloji tarih boyunca bütün bilgelerin de dikkatini çekmiştir. Rüya ile yaşanan

sevgiler için ezel bezminden hayata yansıyan bazı sırların olduğuna dair rivayetler okumuştum. Görülen

rüyaların birçok hikmeti var elbette. Bazıları bu rüyaların ahirete bakan taraflarının olduğun söylerler.

“Hâkimlerden bazılarının aşkın ilahi (Allah’tan gelen ) bir hastalık olduğunu söylemelerinin

sebebi, aşkı tedavi edebilecek bir ilaç veya âşıklara içirdiklerinde onların çektikleri sıkıntı ve belaları

giderecek bir şerbet bulamamalarındandır. Hal böyle olunca onlar, aşkın tedavisi için sadece ibadet ve

sadakalar dağıtarak Allah’a dua yahut (cahiliye devrinde) putlarına kurban kesmek ve kâhinlerine

Page 40: HECE TAŞLARI - Turuz

HECE TAŞLARI YİRMİ DÖRT SAYI 15 Şubat 2017

Hece Taşları Sayfa 15

rukye yaptırmakla bu ilahi beladan kurtulma çareleri aramışlardır. Nitekim cahiliye şairlerinden, aşk

yüzünden ölen Amr bin Hızam şöyle diyor; ‘’Bana şifa bulsunlar diye Yemame ve Necd kâhinlerine

gittim.’’ Bildikleri bütün helva (ilaç) ve rukyeyi yaptılar, bana. (Fakat başaramayınca) bana dediler ki;’’

Allah sana şifa versin. Vallahi sana şifa olacak el bizde yoktur.’’

Âşıkların bu manada şiirleri vardır.

Yunan hekim ve tabiplerine gelince; onlar bir hastalığa ilaç bulmaktan ve hastayı tedavi

etmekten aciz kalır, hastanın iyileşmesinden ümit keserlerse, o hastayı Müşteri heykelinin önüne

götürürler, onun için sadaka dağıtırlar, ibadet ederler ve kurbanlar adarlardı. Sonra kâhinlerden, şifa

vermesi için Allah’a yalvarmalarını isterlerdi. Hasta eğer kurtulursa, buna tıp (yani iyileştirme) ve

hastalığa da ilahi çılgınlık adını verirlerdi. (Aşk Risaleleri, Sır yayınları)

Estetik kelimesi sözlükte : “ Sanatsal ürünün genel yasalarıyla sanatta ve hayatta güzelliğin

kuramsal bilimi.” Olarak tarif edilir. Güzelliğin felsefesinden ziyade güzelliği bizzat yaşamak, tecrübe

etmek, halk hikâyelerimizin en önemli özelliğidir.

Güzellik duygusuyla aşkın (Hüsün ve aşk) güçlü bağlarını düşünürsek Sümmanî ve Gülperi

hikâyesinin estetik unsurlar bakımından çok zengin bir kaynak olduğunu görürüz.

Erenler, Sümmanî’den Gülperi’nin veçhini seyrederken kirpiklerini kırpmadan bakmasını

isterler. Aksi durumda mahşere kadar ayrılık yaşayacaklarını söylerler. Nazar ve hüsün ikilemi içinde

gönül imtihanı yaşanır.

Hikâye, geleneğin bütün motif ve formellerini içinde barındıran imaj ve çağrışımlarıyla zengin

ve orijinaldir. Hikâye rüyadaki duruma uygun bir sonla tamamlanır. Hikâyenin yaşandığı yıllarda

Rusya’ya işçi olarak gidenler vardı. Aslen Narmanlı olan iki kardeşe Gülperi’nin gönderdiği iki elçiye

denk gelir. Narmanlı işçilere Sümmanî’yi sorarlar. Narmanlı işçiler de: “Sümmanî bağrı yanık, badeli bir

âşıktı. Bedahşan denen şehirde bir kız adına bâde içtiğini söylerdi. O kızı ömür boyunca aradı,

bulamadı. Geçenlerde rahmeti Rahman kavuştu.” derler.

İki elçi bu matemli haberle Bedahşan şehrine döner. Şehre bir seher vakti giren elçiler.

Minarelerden sala verildiğini duyunca merakla cenaze alayına yaklaşırlar. Gülperi’nin öldüğünü

duyarlar. . (Kaynak Nusret Sümmanîoğlu)

Bugün iki mezar vardır. Bu mezarlardan biri Bedehşan şehrindedir; diğer ise Samikale köyünde.

Geçerken bir Fatiha okuyun, onlar sadık âşıklardır.

Sümmanî ve Gülperi hikâyesi estetik unsurları ve geleneğin içindeki yeri bakımından çok

önemlidir. Sözlü (şifahi) kültürden yazılı kültüre geçildiği bir dönemde oluştuğu için varyantları

oluşmamıştır. Bu yönüyle kurgusal gerçeklik yönünden daha güçlüdür. Bu hikâye sinemaya

aktarılmamıştır. Önümüzde duran bu zengin kaynakları genç kuşaklara ulaştırmak aydınların görevidir.

Sözü bu yazımıza konu olan Âşık Sümmanî’nin Gülperisi için yüreğimizden dökülen Gülperi başlıklı

şiirimle tamamlayalım istedim.

Serkeşim elinden uzak bir düşün,

Yangınlar, figanlar var diyarında.

Hasretlerindeyim yar, seni görmüşün,

Kimler bu esrarı der diyarında?

Bilmedi nadanlar yandı Bedahşan,

Gelmeyen yolcuyu andı Bedehşan,

Bâde içti, aşka kandı Bedehşan,

Yok mudur senin de har diyarında?

Ahraz bir çiçeğim, eğildiğim su,

Sardı yüreğimi cinnet korkusu,

Korkarım yollarda kurarlar pusu,

“Çıkma yollarıma dur diyarında.”

Elbette daha zor sükûn eylemek,

Gönlü teskin eder derdi söylemek,

Heba olmaz elbet, bu aşk, bu emek…

Atba, bu masalı der diyarında.

Page 41: HECE TAŞLARI - Turuz

HECE TAŞLARI YİRMİ DÖRT SAYI 15 Şubat 2017

Hece Taşları Sayfa 16

ÂŞIK SÜMMANÎ

Osman AKTAŞ

Çocukluğumda babam elinde yaklaşık altmış sayfalık bir kitapla geldi. Kitabın üzerine Sümmanî

ile Gülperi yazıyordu. Kitabı benim okumam için getirmişti. Benim halk şiirine ilgim de bununla

başladı. Ben ne rüyamda derviş gördüm, ne de bade içtim. Ben de yüreğimde başlayan bir sızıyla

kendime bir sevgili aradım durdum. Buldum mu? Bazen evet, bazen hayır… İçimdeki boşluğu

doldurmak için zaman zaman biyolojik anlamda birisine âşık olduğuma hem kendimi, hem de çevremi

inandırmaya çabaladım. Biliyorum ki, bu ne beni, ne çevremi çok da ikna etmedi.

Neyse ben, Sümmanî’ye dönmek istiyorum. Sümmanî’nin kitabı elimizde babamla hem

okuyoruz, hem meşhur deyiş girişiyle “Amman ey” diye makamlı söylüyoruz. Bu arada kız kardeşimde

her seferinde ağlamaya başlıyor. Rahmetli anam da hem babama, hem de bana kızıyordu çocuğu

ağlattığımız için.

Babam kitabı her okuyuşumuzda kitapta olan hatalardan söz ediyor, kendince doğru olduğunu

düşündüğü şeyleri de anlatıyordu. Babam gerek Sümmanî’nin torunları Nusret ve Hüseyin amcaları da

tanıdığından bazı deyişlerin değiştirilmiş olduklarını da söyleyip orijinalleri hakkında da bilgi veriyordu.

Önce babamdan dinlediğim Sümmanî Baba hikâyesiyle devam etmenin yerinde olacağını düşünüyorum.

Erzurum’un Narman İlçesi’ne bağlı Samikale köyünde Hasan Ağa diye bir köylünün oğludur.

Bizim köylerde bir gelenektir; kişiler birbirlerine yaşça yakın ve çok samimi olmadıkça yalın isimle

hitap etmezler. Bu edep dışı sayılır. Kişi yaşça büyükse ya ağa, ya da dadaş isimden sonra mutlaka ilave

edilir. Sümmanî’nin babasına Hasan ağa denmesi de bundan. Hasan ağanın oğlu Hüseyin körpe (oğlak

ve kuzu) çobanıdır. Her gün düzenli olarak belli bir vakitte körpeyi otlamaktan getiren Hüseyin gecikir.

Ha geldi, ha gelecek derken körpe gelir Hüseyin gelmez. Hava kararmış endişeler de artmıştır. Köylü

aramaya çıkar. Her zaman gittiği Ablaktaş denilen yere giderler ki Hüseyin uyuyor. Uyandırırlar, ama

hiçbir sorularına cevap alamazlar. Alıp köye getirirler. Bir hafta on beş gün yok, hiç konuşmaz Hüseyin.

Köylü artık Hüseyin’i körpeye de yollamaz.

Aradan üç ay geçer. Bir gün babasına köylülerin sıra gecesi yaptıkları eğlenceye katılmak

istediğini söyler. Babası önceleri istemese de kabul eder. Sıra gecesinde herkes yaşına ve bilgisine göre

oturmuştur. Sümmanî en sona kapının yanına oturur. Ona sıra gelince çocuk diye sırayı atlamak

isteyenlere meclisten biri karşı çıkar. Sümmanî’nin meclise iştirak edip etmeyeceğini sorar. Sümmanî de

katılmak istediğini söyleyince sözü ona bırakırlar. Sümmanî deyişle ilk kez orada başından geçeni

anlatır. Bakın nasıl:

“Uyandım gafletten oldum perişan

Bir nur doğdu âlemler oldu ürüşan

Selam verdi geldi üç hub dervişan

Lisanları bir hoş sedasın tek tek

Lisanları bir hoş eyler avazı

Onlarda mevcuttur ilm-i el fazı

Dediler: Vaktidir kılak namazı

Aldılar abdestin edasın tek tek

Aldılar abdesti uyandım habran

Aslımız yapılmış hakk-ü turabtan

Üç harf okuttular yeşil yapraktan

Okudum harfini noktasın tek tek

Okudum harfini zihnim bulandı

Yarelerim göz göz oldu sulandı

Baktım çar etrafa kadeh dolandı

Nuş ettim kırkların mahlesin tek tek

Page 42: HECE TAŞLARI - Turuz

HECE TAŞLARI YİRMİ DÖRT SAYI 15 Şubat 2017

Hece Taşları Sayfa 17

Nuş ettim badesin gördüm rengini

Tam on sekiz saat sürdüm cengini

Yar yüzünde saydım üç beş bengini

Halhalın altında hırdasın tek tek

Dediler: Sümmanî gel etme meram

Adamı çürütür dert ile verem

Sen içün dünyada kavuşmak haram

Hüdam böyle salmış kalemin tek tek

Hangi ülke, hangi şehirde olduğu bilinmeyen ve yalnızca rivayete dayanan Gülperi adlı meçhul

sevgili Âşık Sümmanî’nin bir ömür boyu gönlüyle konuşmasına vesile olmuştur.

Zaman seher yeli gibi varlıkları okşayıp geçerken, köylüler Sümmanî ne zaman bir deyiş söylese

çevresinde toplanıp, onu dinlemekten büyük zevk alırlar.

Derken köyün ileri gelenlerinden biri oğlunu evlendirir. Düğün için Nihah(Tortum)’ın Kiska(Şenyurt)

köyüne gideceklerdir. Farklı bir etkinlik düşünen düğün sahibi Sümmanî’yi beraber götürerek ilgi

üzerlerine çekmek ister.

Kiska’ya gittiklerinde orada Ümmanî mahlasını kullanan bir âşığın bulunduğunu öğrenirler. Kız

tarafı Sümmanî’yi ve söylediklerini duyunca bir atışma yapılmasını isterler. Bu durumu henüz çocuk

olan Sümmanî’ye sorarlar. Sümmanî de kabul eder. Atışma yapılır ve Sümmanî atışmada galip olur.

Eskiden Atışmada mağlup olan âşıklar mağlubiyetlerinin belirtisi olarak sazlarını galip olan âşığa

verirler. Âşık isterse sazı alır, isterse sazı alıp, tekrar sahibine iade eder.

Sonra Erzurum macerası başlar Sümmanî’nin. Âşık Ebabî ile babamın anlattığına göre

Erzurum’da Kavak Mahallesinde bulunan âşıklar kahvesinde karşılaşırlar. Çok uzun süren atışmada

Erbabî zor duruma düşünce Sümmanî çekilir atışmadan. Bu durumdan valinin haberi olur. Sümmanî’yi

misafir eder, deyişlerini dinler ve bir saz ve çeşitli hediyelerle gönderir.

Kimi rivayetlerde Âşık Erbabî’den ders aldığı söylense de, daha kimseyi tanımadan yukarıdaki deyişi

söyleyebilen birisinin pek derse ihtiyacı olmadığını söylemek sanırım yanlış olmaz. Erbabî’yle

karşılaşmasında Sümmanî’nin galip gelmemesinin nedenini ben bilgisizlikten ziyade erken

olgunlaşmaya bağlıyorum.

Ve Âşık Şenlik… Sümmanî’nin yenişemediği ve kardeş edindiği tek âşık… Bu hikâyede,

Sümmanî’nin teyzesinin oğlu ve arkadaşı Ahmet Onbaşı, ezberlediği deyişlerin çokluğuna güvenerek,

Çıldır’da yapılacak olan âşıklar yarışmasına katılmak için Sümmanî’nin sazını alarak, kimseye haber

vermeden yola çıkıyor. Amacı yarışmayı kazanıp, hem hediyeler almak, hem de kendisinin Sümmanî’ye

denk olduğunu kanıtlamak…

Ahmet Onbaşı Çıldır’da âşıklar kahvesini sorup, kahveye giriyor. Sazı üst köşeye asıp, kendisi de üst

tarafa oturuyor. Âşıklık geleneğinde sazı üst başa asmak, o yöredeki bütün âşıklara meydan okumak, üst

tarafta oturmak da âşıkları küçümsemek anlamına geliyor.

Bir süre sonra Âşık Şenlik kahveye gelir, içeri girer, önce sazlara bakar. Üst baştaki sazın üzerinde

Sümmanî yazmaktadır. Kahvede bulunan kişilere bakar, tek bir yabancı vardır, geri çıkar kahveden

söylentiye göre anasını ziyaret eder ve anasına:

-“Ana rüyamda beni atışmada yendiğini gördüğüm âşığın sazı gelmiş ama kendisi yok” der.

Anasının elini öpüp, hayır dua alan Şenlik kahveye döner. Kısa sohbetten sonra sazını eline alıp,

Sümmanî olarak dinleyenlerin tanıdığı âşığı atışmaya davet eder. Kısa bir atışma sonunda sorulan

sorulara cevap veremeyen yenilir. Âşık Şenlik:

- “Sen Sümmanî değilsin. Ben Sümmanî’yi rüyamda gördüm. Kimsin sen?” diye sorar.

Ahmet Onbaşı da olanı biteni anlatır. Âşık Şenlik:

-“Sümmanî’ye hediye yollayacağım. Sen benim misafirimsin.”

Ahmet Onbaşı misafirliği kabul eder, ama utancına yenik düşüp, Şenlik’e haber vermeden (tabiri caizse)

kaçar. Köye geldiğinde de Sümmanî’ye olup biteni anlatır ve:

- “Sazını da, şanını da Çıldır’da bıraktım. İster git al, istersen bırak. Sen bilirsin” der.

Sümmanî mecburen Çıldıra gider. Âşıklar kahvesini sorup, kahveye varır. İçeri girince sazını en sona

asar, kendisi de kapının hemen yanına oturur. Sazın üzerinde Yine Sümmanî yazıyordur. Bir Süre sonra

Şenlik gelir. Yine önce sazlara bakar, kahvedekilere bakar, kahveden yine çıkar. Anasına gider.

-“Ana Sümmanî geldi, kahvede, der. Anasının elini öpüp kahveye döner. Yine kısa muhabbet ve

sazlar ele alınır.”

Page 43: HECE TAŞLARI - Turuz

HECE TAŞLARI YİRMİ DÖRT SAYI 15 Şubat 2017

Hece Taşları Sayfa 18

Şenlik: -“Ağalar yine bir Sümmanî gelmiş. Erzurum’da Sümmanî yaygın bir isim anlaşılan giden de,

gelen de Sümmanî.”

Şenlik: Osmanlı elinden azm-i rah ettin,

Ey ki ihvan sen bu yana gelipsin

Firkati ah ile menzile yettin

Sebep ne ki bizim kana gelipsin

Sümmanî: Azm-i rah ettirdi ol abı dane

Nasip kısmet için nana gelmişem

On dört yıldır oldum şem-i pervane

Ateş alıp yana yana gelmişem

Şenlik: Ben bilirim aşk elinin halini

Aradan kaldırak kıl ü kalini

Gördün bizim yerin kalma kalini

Candan geçip kızıl kana gelipsen

Sümmanî: Ezel hizmetim var elif'e ba'ya

Hak kulun emeğin verir mi zaya

Bir can borçluyum ben gani mevlaya

Vermek için can kurbana gelmişem

Şenlik: Kem kelam çıkarmam dahi dilimden

Yâd ettin gönlümü gayri felimden

Çok âşıklar geldi geçti elimden

Sen galiba alişana gelipsin

Sümmanî: Dost eline varmak araf dediler

Dostla görüşmek müşerref dediler

Seni aşk ehline sarraf dediler

Gevher için kıymet kana gelmişem

Şenlik: Sefil Şenlik evvel duyuptur adın

Kaçıncı babdan kalbi küşadın

Benen ülfet etmek midir muradın

Söyle yoksa imtihana gelipsin

Sümmanî: Sümmani paç ummaz şöhreti şandan

Lütfü kerem gözler sırrı yezdandan

Lakin davet etsen çıkmam meydandan

Vahdet içre bir pünhane gelmişem

Uzun atışmaların devam ettiği bu yarışmada Âşık Şenlik’in annesi döneminin kadınlarına göre

çok bilge bir kadındır ve bu atışmayı baştan beri bir köşede dinlemektedir. Duyduklarından sonra bu iki

aşığın yanına gelir:

-“Oğul siz günlerce atışsanız da yenişemezsiniz, boşuna kendinizi helak etmeyin. Ben

Sümmanî'yi manevi oğlum ilan ediyorum. Sizler sarılın birbirinize ve atışmayı burada bitirin” der.

Sümmanî de:

-“Ana sen bizi evlat kabul ettiğin gibi, biz de seni çoktan ana kabul ettik. İzin verirsen son

kıtaları söyleyip bitiririz.”

Sümmanî: Sümmanî der size verdim zahmeti

Demek sakin edek bu muhabbeti

Neye memur nedir orda hizmeti

Bari anlayalım tamametinden

Page 44: HECE TAŞLARI - Turuz

HECE TAŞLARI YİRMİ DÖRT SAYI 15 Şubat 2017

Hece Taşları Sayfa 19

Şenlik: Sefil Şenlik bu müşkülün halleder

Ruhlar ondan gelir hep ona gider

Cümle ruhu sura o taksim eder

Ne sorarsın bana sır hikmetinden

Ve karşılaşma burada sona erer. Âşık

Sümmanî’yi Âşık Şenlik evine davet eder. Eve

gittiklerinde Âşık Şenlik bir kargaşa görür ve

kötü bir haberi alır. Kızı kaçmıştır. Bir anda

yıkılır. Sümmanî’yi odasına yerleştiren Şenlik:

-“Kardeşim bana biraz müsaade et. Şimdi

geliyorum” der.

Sümmanî, Şenlik’in tavırlarından kuşkulanmıştır.

Şenlik’e:

-“Aman kardeşim kötü bir şey düşünme

ve söyleme bunu da Allah’ın bir emri say” der.

Şenlik konuşmadan çıkar. Abdest alır, odasına

girer. Bir süre odada kalır. Şenlik daha odadan

çıkmadan komşulardan birisi kızının vefat

ettiğini cenazesi için hazırlık yapıldığı haberini

getrir. Defin işlemlerinden sonra Sümmanî

oradan ayrılır. Sümmanî sevgilisi Gülperi’nin

peşinden dağ, taş, şehir, ülke demez, dolaşır.

İran’da karşılaştıkları söylenen birkaç kişiyle

hemhal olunca onların istekleri doğrultusunda bir

değiş söyler.

"Şehr-i yezdan dedi hazreti hüda

Ta ezel yazıldı künyede ali

Hak isminden verdi merdi merdane

Zikroldu ilmiyle ülyada ali"

Ama kendisinin de dediği gibi,

kavuşmaları mahşere kalmıştır. Bakın bu

aramayı nasıl anlatıyor Sümmanî:

Ey efendim derdim kime söyleyim

Günden güne can figana düşüptür

Kalmışım hayrette ya ben nideyim

Gece gündüz elamana düşüptür

Felek beni koydun gam ateşinde

Gündüz hayalimde gece düşümde

Tarih seksen dokuz on bir yaşında

Yar ateşi cism ü cana düşüptür

Varsak bu yerlerden hicret eylesek

Yarene yoldaşa minnet eylesek

Arzulasak yâri niyet eylesek

İmdi yolum Ardahan'a düşüptür

Ardahan'da kılsak kavli kararı

Gün be gün gelmekte ömrün zevali

Orda bulamazsam şahı maralı

Gayrı yolum Nemrut Han'a düşüptür

Nemrut Hanlı bilmez garip halinden

Bu fakir ayrılmış lebi lalinden

Bana derler yanılmışsın yolundan

Senin yolun Gürcistan'a düşüptür

Bedehşan bulunmaz böyle avare

Ne yanda kavuşsam o nazlı yare

Önümüze çıktı Belhi Buhara

Dedim belki yar bu yana düşüptür

Dediler hep senin halin ne haldir

Bu kara sevdayı başından kaldır

Bedehşan buraya üç aylık yoldur

Senin yolun bir ummana düşüptür

Dediler duymadık onun ismini

Burda güzel çoktur nidek vasfını

Felek böyle yıkar kendi hasmını

Senin yolun Erzincan'a düşüptür

Sümmanî neylesin dünyada varı

Ölene dek çeker bu ah u zarı

Böyledir gönülle kavl ü kararı

İmdi yolum Bedehşan'a düşüptür

Sümmanî bedeninde binlerce nehir ve bir

umman olan bu Âşıklar piri gerek ilahi, gerekse

beşeri aşkın en başarılı temsilcilerinden biridir.

Elinde sazı olanın sevgiden başka ne sermayesi

olabilir ki… İşte Sümmanî de bu sermayeyi Hak

yolunda nifak etmekte.

Sorma bir insanın aslı neslini

Ta ezelden irfan olan bellidir

Kamile eyleme arif vasfını

Sıtk-ı sadık pünhan olan bellidir

Hakikat bağına gel bağla kendin

Azrail eline verme kemendin

Âlemden üst görme öz kendi kendin

El ariftir insan olan bellidir

Sümmanî gedanın Maksud-i Settar

Deman-i Mahbub'tur arzusu hünkâr

Her âşık olamaz yara fedakâr

Canan için kurban olan bellidir

İşte Sümmanî’nin ilahi aşk ile beşeri aşkı

birleştirdiği nokta. Acaba bundan daha güzel

nasıl söylenebilir dersiniz.

Aşkın harareti şiddet narını

Kerem gibi yananlara sor bilir

Abdallar terk etmiş yalan dünyayı

Behlül gibi divaneye sor bilir

Baykuş viranede asla gülemez

O dünyaya giden geri gelemez

Lokman Hekim gelse çare bulamaz

Sen bu derdi Süleyman'a sor bilir

Sümmanî'yem akıl başta serseri

Ben deli değildim sen ettin deli

Evliyalar enbiyalar serveri

Yeri göğü yaratana sor bilir

Page 45: HECE TAŞLARI - Turuz

HECE TAŞLARI YİRMİ DÖRT SAYI 15 Şubat 2017

Hece Taşları Sayfa 20

NARMAN’LI ÂŞIK SÜMMANÎ

Mehmet GÖZÜKARA

“Yazanlar Leyla'nın Mecnun kitabın

Sümmani'yi bir kenara yazmışlar.”

diyen Sümmanî, Erzurum’un Narman kazasının Samikale köyünde 1861 yılında dünyaya gelir.

Yaşadığı dönem itibariyle Âşık edebiyatının önde gelen âşıklarından biridir. Sümmanî’nin yaşadığı

dönemde, Orta Asya’ya kadar ulaşan etkisinin yanı sıra, vefatından sonra gelen âşıklar üzerinde de

küçümsenemeyecek kadar ciddi tesir bırakmıştır.

Sümmanî’nin doğum tarihiyle ilgili çeşitli ihtilaflar olsa da, bu konu Yrd. Doç. Dr. Abdulkadir Erkal

Hoca’nın hazırlamış olduğu “Âşık Sümmanî Divanı”nda 1861 yılı olarak tesbit edilmiştir. Sümmanî’nin

gerçek adı Hüseyin’dir. Kasımoğullarından Hasan’ın üç çocuğunun en büyüğüdür. Annesinin ismi ise

Nazife’dir. Babası Hasan Ağa, köylünün âlim olarak kabul ettiği bir zattır. Sümmanî babasının tüm

gayretine rağmen okuma yazma öğrenemez. Dokuz yaşlarında köyün sürüsünü otlatırken Ablak Taşı

denilen yerde uyuyakalan Sümmanî rüyasında üç derviş görür. Dervişler ona, yeşil yaprak üzerine

yazdıkları (G,P,İ) harflerini göstererek okumasını isterler. Hüseyin bu yazıyı okuyamayınca, hemen abdest

aldırarak iki rekât namaz kıldırırlar. Namazdan sonra yeşil yaprak üzerindeki yazıyı okuyabileceği kadar

öğretirler. Bu harfler Gülperi’nin baş, orta ve son harfleridir.

Dervişlerden biri boş bir kadehi havaya kaldırarak kadehi doldurur, sonra Hüseyin’e uzatarak:

“Al oğul, buna bade derler. Sevdiğin kız aşkınadır. Vilayet-i Çin-i Maçin, şehri Bedâhşan, babası

Abbas Han, kendi adı Gülperi’dir”, der. Hüseyin, dervişin elinden badeyi alarak zorlukla içer. Vücuduna

birden bir titreme, bir ateş düşer. Diğer derviş başının üzerinde uçan güvercinlerin arasından bir kızın

cemalini gösterir. Bu Gülperi’dir. Bu derviş;

“Bak oğul, tepen üzerinde gördüğün kız sevdiğin Gülperi’dir. Hayatın boyunca onun aşkı sende

kalacak, o da senin aşkına bade içecek ve sana âşık olacak, ömrü boyunca senin sevdanı çekecektir. Gözünü

kırpma, yoksa hasreti kıyamete kadar sürer”, der.

Hüseyin kızın hüsn-ü cemali karşısında gözünü kırpmadan bakamaz. Çünkü o güzel yüzünün şulesi

gözlerinin kamaşmasına sebep olmuştur. Derviş Hüseyin’e; “Sözümüzü tutmadın, çek ömrün boyunca

cezanı”, der. Badeler içilince Gülperi ortadan kaybolur. Dervişler Hüseyin’i de yanlarına alarak korkunç ve

efsanevî diyarlardan geçirip Bedâhşan’a getirerek Gülperi’yi bir kez daha gösterirler

Hüseyin gece vakti kan ter içinde uykudan uyanıp köyüne dönerken, uzaktan yaklaşan bir atın

üzerinde, heybetle oturmuş ak saçlı bir ihtiyar görür. İhtiyar Hüseyin’e; “Selamün aleyküm Sümmân”, der.

Hüseyin, “Sümmanî kimdir” diye telaşlanır. Bunu fark eden ihtiyar:

“Korkma oğlum, sen ereceğine erdin. Bundan sonra senin adın Sümmanî’dir. Ablak Taşında ne

gördünse üç ay kimseye söyleme”, der ve geldiği gibi kaybolur. Bundan sonra Hüseyin’in adı Sümmanî

olur. Suskunluğuyla bilinen Hüseyin’in üç ayın sonunda dili çözülür ve oda sohbetlerinde sıra türküsüne

katılır. Bu sıra türkülerinden birinde şu koşmayı koşar:

Ben hâb-ı gaflette gönül hayâlde

Yetişti üçlerin nidâsın tek tek.

Gözüm cemâlinde gönlüm yolunda

Cem oldu kırkların edâsın tek tek.

Uyandım gafletten oldum perişan

Bir nur doğdu âlem oldu urûşan

Selam verdi geldi üç beş dervişan

Lisânları bir hoş sedâsın tek tek.

Okudum harfleri zihnim bulandı

Yârelerim göz göz oldu sulandı

O yârin aşkıyla gönlümüz yandı

Doldurdu verdiler badeyi tek tek.

Nûş ettim bâdesin gördüm rengini

Tam on sekiz saat sürdüm cengini

Yar yüzünde gördüm üç beş bengini

Halhalın altında hırkasın tek tek.

Page 46: HECE TAŞLARI - Turuz

HECE TAŞLARI YİRMİ DÖRT SAYI 15 Şubat 2017

Hece Taşları Sayfa 21

Görünce hırkasın kurdum bir divan

O zamandan gönlüm olmaz şâduman

Öğrettiler yurdu şehr-i Bedahşân

Seyretttim cânânın odasın tek tek.

Bedahşân dediğin zevkli ziynetli

Atası Abbas han nas adaleti

Ne yatarsın deyü geldi kıratlı

Uyandım dilimde nidası tek tek.

Dediler Sümmanî gel çekme elem

Adamı çürütür derd ile verem

Seninçün dünyâda kavuşmak haram

Böyle yazmış kalem Hüdasın tek tek.

Bade içtiği geceyi anlattığı şiirinden de anlaşılacağı üzere Sümmanî, Pir badesi içmiştir.

Âşıklarda bade olayı ikiye ayrılır. Birincisi, Pir dolusu badedir ki, bu badeyi içen âşık sevgilinin

uğruna yanıp kavrulur. Âşığın gözü sevgilisinden başka hiçbir şeyi görmez. İkincisi er dolusu badedir ki, bu

badeyi içen âşıkta bir güzele âşık olmakla birlikte aynı zamanda atılgan, vurucu ve kırıcı olur. Günler

geçtikçe Sümmanî sevdiği Gülperi’nin hasretine dayanamayacak hale gelir. Köyünde duramaz olur ve

sevdiğini aramaya karar verir. Giderse bir daha dönmeyeceğini düşünen babası, bu duruma razı gelmez ve

bu fikrinden vaz geçirmek ister. Fakat Sümmanî’nin Gülperi’ye hasreti kıyamete kadardır. Ama o, belki

bulurum veya bu uğurda ölürüm der. Onu bulabilmek için verdiği bu karardan dönmeyeceğini şu koşmayla

söyler:

Yahşi güzel olsa yamân denilmez

Münasipsiz atlas asla giyilmez

Ham ağacın ham meyvesi yenilmez

Mizaç ehli isen yerişmek lazım.

Sevdiğim bir güzel kalem kaş ama

Edâlı cilveli ser-nakkaş ama

Güzelin sefası nâmı hoş ama

Evvelce uğrunda çalışmak lazım.

Sümmanî bu hali gördü rüyâda

Ne bilsin dil ile elde ifâde

Ona erişilmez gider piyâde

Binip aşk atına ulaşmak lazım.

Sümmanî, gündüz hayalinde, gece düşünde yaşattığı sevgilisinin peşine düşer. Kafkasya, Tiflis, İran,

Afganistan, Hindistan, Kırım’ı gezer. Gezer gezmesine de uzandığı kısmet bir türlü ele gelmez.

Sümmanî kelimesi muhtemelen (s-m-m) kökünün sıfat-ı müşebbehesi olan ve sağır, sert, dayanıklı, iri

kaya anlamına gelen “esamm” kelimesinin çoğulu “Sümmân”ın sonuna nisbet “i” si eklenerek “Sümmanî”

şekline dönüşmüştür. Kelimenin “sağlam, dayanıklı” gibi manaları dikkate alınarak Sümmanî’nin

mahlasını, yaşadığı sürece çektiği sıkıntıları, tahammül edilmez acıları çağrıştıran bir anlamda kullanmış

olabileceğini söyleyebiliriz. Bunu Sümmanî de şöyle ifade eder:

Benim bu mahlasım Sümmân biçare

Açıldı sinemde bin türlü yare

Ervah-ı ezelde bu bahtım kara

Dertlilere bu sözlerim tam geldi

Sümmanî, bade içtikten 3 yıl sonra babası onu Erzurum’a götürür. Uzun boylu, köse sakallı, sarışın

ve açık mavi gözlü olduğu söylenen Sümmanî’ye saz çalmasını öğreten Erbâbî ile bu seyahatte tanışmıştır.

Bu tanışıklığın akabinde Sümmanî’nin Erbâbî’ye çırak olduğu bilinmektedir.

Sümmanî, yaşadığı dönemde bölgesinin en ünlü aşığıdır. O, sadece bir âşık değildir, aynı zamanda

Erzurum bölgesinde bir âşık okulunun kurucusu ve idarecisidir. Çevresine topladığı onlarca kişiye âşıklık

geleneğini öğretmiş, bir o kadar da çırak yetiştirmiştir.

Page 47: HECE TAŞLARI - Turuz

HECE TAŞLARI YİRMİ DÖRT SAYI 15 Şubat 2017

Hece Taşları Sayfa 22

Sümmanî’nin Erbâbî’nin yanı sıra çağdaşlarından Mâhirî, Şenlik, Celâlî, Nihânî, Huzûrî, Zuhûrî,

Mazlûmî ve Sezaî, ile karşılaşmaları da vardır. Sümmanî’den yaşça daha büyük olduğunu bildiğimiz Çıldırlı

Şenlik’le yaptığı bir atışma örneği sunalım:

Aldı Senlik: Kimler aldı bu dünyanın yaşını?

Kimler gördü hayalını düşünü?

Kimler verdi Beytullah’ın taşını

Ara ki bulasın Usta Sümmanî.

Aldı Sümmanî: Felek aldı bu dünyanın yaşını

Hem de gördü hayalını düşünü

Arafat dağ verdi onun taşını

Onu ben bilirim Usta Senlik’i.

Aldı Senlik: Kimler bilir bu dünyanın huyunu?

Kimler gördü gerdanının boyunu?

Kimler verdi Muhammed’in suyunu?

Ara ki bulasın Usta Sümmanî.

Aldı Sümmanî: Felek bilir bu dünyanın huyunu

Hem de gördü gerdanının boyunu

Semadan melekler verdi suyunu

Onu ben bilirim Usta Senlik’i.

Aldı Senlik: Şenlik der ki bu dert meni götürür

Götürür de menziline yetirir

Cennet-i âlâda kimler oturur

Ara ki bulasın Usta Sümmanî.

Aldı Sümmanî: Sümmanî’yem hasret beni götürür

Götürür de menziline yetirir

Cennet-i Alada İdris oturur

Ben onu bilirim Usta Senlik’i.

(Bazı kaynaklarda bu atışmanın 1901 yılının ilkbaharında yapıldığı yazmaktadır.)

Şenlik’in ayak açtığı, Sümmanî’nin arkasından geldiği bu atışmanın dışında da Şenlik’le onlarca

atışmaları var.

Sümmanî’nin yaşadığı dönemde o coğrafya kan ve gözyaşının hadd u hesabının olmadığı talihsiz bir

dönemden geçmektedir. 13 Temmuz 1878 Berlin Anlaşması ile Kars, Ardahan ve Batum elden çıkmış, ordu

birlikleri ile bölge halkının büyük bir kısmı da Anadolu’nun içlerine doğru göçmüşlerdir.

Bölgeyi işgal eden Ruslar bütün bölge topraklarını devletleştirerek halkın elinden toprakları almış ve

kendi köylerinden göçe zorlanan köylülerin yerlerine de Rum, Ermeni ve Süryani gibi gayr-i müslim

unsurları yerleştirmişlerdir. Bir anda varlıklı durumdan yoksulluğa evrilen halk, birinci sınıf vatandaşken,

ikinci sınıf vatandaşlığa razı edilmek istenmiştir. Ruslar tarafından bu mevcut durumun kabullenilmesi için

halk zorlansa da muvaffak olamamışlar, hele ki halkın sesi ve vicdanı olan aşıklar bu durumu kabule asla

yanaşmamışlardır.

Vahdettin Altunok’un Sümmanî’nin oğlu Zabit’in damadından derlediği Sümmanî ile ilgili bir hatıratı

paylaşmak istiyorum:

Sümmanî, Kırım sokaklarında gezerken casus olduğu şüphesiyle Rus askerleri tarafından alıkonulur.

Rusça bilen Sümmanî, pasaport özelliği bulunan icazetnamesini çıkartıp göstererek durumu anlatsa da

askerler onu alarak karakola götürür. Yer altından, uzun ve tünel gibi karanlık bir yerden geçilerek bir odaya

getirilir. Oldukça büyük bir odada, üstündeki üniformadan üst rütbeli olduğu anlaşılan bir kişi vardır.

Askerler Sümmanî’yi bu kişinin karşısına çıkarırlar. Adam Sümmanî’yi iyice süzdükten sonra kim olduğunu

ve nereden geldiğini sorar. Sümmanî, bir âşık olduğunu ve Erzurum’dan geldiğini söyleyince, Rus

Komutan: “Demek âşıksın, iyi o zaman, sana bir soru soracağım eğer bilirsen sana icazetnameni veririm ve

Kırım’da rahat rahat dolaşırsın. Eğer bilemezsen şu arkamda gördüğün kılıçla senin boynunu vururum.” der.

Page 48: HECE TAŞLARI - Turuz

HECE TAŞLARI YİRMİ DÖRT SAYI 15 Şubat 2017

Hece Taşları Sayfa 23

Sümmanî, çaresiz razı olur. Komutanın odasında çeşitli ülkelerin devlet büyüklerinin resimleri

asılıdır. O resimleri parmağıyla göstererek: “Bu kişileri tanıyor musun” diye sorunca, Sümmanî

tanımadığını söyler. Komutan tek tek resimdeki kişileri tanıtır. Resimlerin arasında bulunan ve diğerlerine

göre daha sefil, meczup şekilde resmedilmiş bir resme gelince: “Bu baldırı çıplak da sizin padişahınız

Abdulhamit”, der. Bütün resimleri tek tek tanıttıktan sonra Sümmanî’ye dönerek: “Şimdi söyle bakalım,

hangisi daha yahşi (güzel)?” diye sorar. Sümmanî şu deyişeti söyler:

Kâmil kelamından bend olan kimse

Gûş verir her zamân kulak doyurur.

Her adû güzelden dileme bûse

Zannetme lezzeti dudak doyurur.

Hevâymış dünyanın zevki ziyneti

Asla yoktur bu dünyanın rahatı

Bunca saltanatta olan devleti

Yine bir baldırı çıplak doyurur

Sümmanî ne ola ehlin temeli

Kişiye yar olan kendi âmeli

Kul beşerdir değil tamahdan hâli

İnsanı bir avuç toprak doyurur.

Bunun üzerine Komutan: “Tamam, iyi dedin, eğer korkudan bizim Çar’ı deseydin boynunu

vuracaktım. Ama sen bu duruma rağmen yine sizin padişahı üstün gördün. Ben de sana bir icazetname

yazıyorum, bununla istediğin gibi burada dolaşırsın” der. Komutan icazetnameyi Sümmanî’ye vererek onu

uğurlar.

Evet, “kurt yavrusu kurt olur” demişler. Sümmanî, bu kalender milletin bir ferdi. Yeri ve zamanı

geldiğinde doğruyu düşman askerinin komutanına da demekten çekinmez.

Sümmanî, Melek, Sabiha ve Feride isimli üç hanımla evlenmiştir. Bu evliliklerden ikisi kız beşi erkek

olmak üzere yedi çocuğu olmuştur. İki oğlu -Ali ve Şahabettin- kendisi hayatta iken vefat eder. Diğer

çocukları Şevki, Fahri, Zabit, Yosma ve Müftela’dır. Sümmanî’nin geleneğini günümüze taşıyan Hüseyin

Sümmanîoğlu Şevki’nin, Nusret Toruni ise Fahri’nin oğludur.

Sümmanî hakkında vaktinde geniş bir çalışma yapılmadığı için, şiirleri ya unutulmuş, ya da diğer

âşıkların şiirleri içerisinde eriyip gitmiştir. Yapılan araştırmaların da oldukça yetersiz kalmasından dolayı

günümüze çok az şiiri ulaşabilmiştir. Bu şiirler de yazılı olmayıp, âşıkların ve torunlarının ezberleyip

koruyabildikleri şiirler olmuştur.

Sümmanî doğu illerini ve Orta Asya’nın bir bölümünü gezer. 1861 de doğduğu Narman ilçesinin

Samikale köyünde ömrünün son günlerini geçiren Sümmanî, 15 Şubat 1915 yılında vefat eder. Mezarı

Samikale’dedir.

Sümmani’nin mezar taşı 1934 yılında yaptırılmıştır. Bu yıllarda Narman nahiye müdürlüğü görevine

atanan Faik Bey’den Narmanlılar, Sümmani’nin mezarını yaptırmasını isterler. Fakat Faik Bey, âşıklığa

fazla önem vermediği için kabul etmez. Bir gece rüyasında Sümmani’yi görür ve bu rüya üzerine mezarını

yaptırmaya karar verir. Narmanlı Hasan isminde birini görevlendirir. Hasan, Oltu’lu taş ustası Emrah

Çavuş’a mezar taşını yaptırır. Mezar taşında şunlar yazılıdır:

Ledünni ilminin bahrine mutâbık

Hem zâhiri hem bâtıni ilmine lâyık

Bu binâyı inşâ eden bende-i Faik

Bu makberde olan Sümmâni âşık (tarih 1350/1934)

Kitabede Sümmanî’nin doğum ve ölüm tarihleri yazılmamıştır. Sümmanî’nin torunu Hüseyin

Sümmanîoğlu, kitabede Sümmanî’ye ait bir beytin dahi olmaması dolayısıyla, 2008 yılında yeni bir kitabe

yazdırarak bu yazının üzerine monte ettirmiştir.

Elli dört yıllık ömrü hayatında; mensubu olduğu bu milletin derdine, tasasına, sevincine, sevdasına,

inancına, kahramanlığına yüzlerce Koşma, Semai, Divan, Destan yazarak tercüman olan Sümmanî’den

Hakk razı ola…

Page 49: HECE TAŞLARI - Turuz

HECE TAŞLARI YİRMİ DÖRT SAYI 15 Şubat 2017

Hece Taşları Sayfa 24

TASAVVUFİ SİCİLLEME

Doğan KAYA (Mahcubî)

Canana selâm Güle eyvallah

Rıdvana selâm Göle eyvallah

İhvana selâm Dile eyvallah

Kurbana selâm Kula eyvallah

Mihmana selâm Çula eyvallah

Meydana selâm Yola eyvallah

Yezdan’a selâm Hâle eyvallah

Cânımdır Allah Gönlünce eş Hiç

Kanımdır Allah Kaynayıp coş Hiç

Hânımdır Allah Servete koş Hiç

Dinimdir Allah Cep dolu-boş Hiç

Yönümdür Allah Engeller aş Hiç

Önümdür Allah Döktüğün yaş Hiç

Sonumdur Allah En son-en baş Hiç

Aşkla inandım Allah ki bes Hû

Aşkla boyandım Baki heves Hû

Aşk ile yundum Cana kafes Hû

Aşk ile kandım Hem-dem nefes Hû

Aşk ile döndüm Âlem bî-kes Hû

Aşk ile yandım Çıkmaz bir ses Hû

Aşk ile söndüm Mahcubî kes Hû

Nevzadım Beka

İrâdım Beka

Evrâdım Beka

Murâdım Beka

Dil-şâdım Beka

Bünyâdım Beka

Her yâdım Beka Sivas, 26 Kasım 2016, 11. 45.

Page 50: HECE TAŞLARI - Turuz

HECE TAŞLARI YİRMİ DÖRT SAYI 15 Şubat 2017

Hece Taşları Sayfa 25

BERBERCAN, Mehmet Turgut

13/8 Aynı Sahilde

BİLGİN, Arif

21/11 Seydahmet Kutuzman

BİZAR, Muhammed

23/16 Mim

BOYUNDURUK, Erol (Giryani)

14/20 Leyla, 20/14 Gözlerin

BÖLÜKBAŞI, Rıza Tevfik

19/3 Uçun Kuşlar

BULUT, İlhami

18/9 Akşam Kuşatması

BÜYÜKBAŞ, Nurettin

18/20 Sevgiliye Kaside

CAN, Cahit

14/19 Şiir Geleneğimiz Üzerine

CESUR, Hasan Hüseyin

21/22 Yitik, El Olmuş

ÇAKIR, Savaş

15/16 Senden Sonram Yine Sensin

DEMİRTAŞ, Rasim

18/20 Yaşama Sevinci, Küvfü Türkü,

İnkılâb, Kara Taş, İstanbul Türküsü, Dönence

DOLATABADİ, Behruz

13/4 Heyder Baba’ya Nezire

DURMAZ, Mehmet

13/23 Var-Yok-Var, 20/24 Aşk Taşkını,

23/24 Mahrem-i Esrar

DURMUŞ, Hayrettin

23/21 Ömür Defterinden Düştü Yapraklar

ECE, Hüseyin Kerim

14/24 Umuda Selâm Olsun

EKBER, Cemil İmamverdioğlu

18/19 Seven Olmasa

ELİFBAŞ, Mustafa Onur

14/7 Pervaza Konan Düşler

ELİTAŞ, Hikmet

16/7 Züleyha

ELİZADE, Nuri

18/24 Yürüyüp Üstüme Kaçar Bir Ağac,

Gelende Güzü de Kendinle Getir

ERDOĞAN, Kenan

14/4 Ne Güzeldir

EREN, Abdulhakim

15/21 Hayati Vasfi Taşyürek (1931-1990)

ERGÜ, Muaz

13/9 Muhammed Hüseyin Behçet Tebrizi,

15/15 Hayati Vasfi Taşyürek, 24/10 Sümmanî

Baba

ERYİĞİT, İbrahim

16/7 Ağarır Gönüller Çanakkale’de, 23/21

Necip Fazıl Yaşıyor Yüreklerde Her Daim

Erzurumlu Emrah

18/3 Türkülerinden Seçmeler

GÖKYAY, Orhan Şaik

14/3 Bu Vatan Kimin, Hilâl-i Melâl

(Vehbi Şaik imzasıyla)

HECE TAŞLARI 2. YIL FİHRİSTİ

15 MART 2016-15 ŞUBAT 2017

ABASOV, Əyyub Qiyas

18/19 Kabirler Kapısın Açıp

AKDEMİR, Aysen

14/13 Kültür Taşlarımızdan Orhan Şaik

Gökyay, 20/15 Mehmetçikler Geçerken

AKTAŞ, Osman

13/18 Çanakkale İçinde, 18/17 Gönül

Sürgünü, 19/20 Yüreğinde Kuş Uçuran Filozof,

20/11 Hatayi Aşan Bir Ozan, 21/21 Nadanım Gül

Yüzün Gönlüme Astım, 22/14 Gözü Değil Gönlü

Gören Ozan, 23/9 Bayburt’tan Bingöl’e Bir Çoban

Hikâyesi, 24/16 Âşık Sümmanî

AKYÜZ, Birkan

17/14 Nisan

ALİZADE, Alemzer

21/19 “Ga Ga”-dır Selamları, İyde,

Tembel Ağaçlar

ALTUN, Kadir

14/8 Buruk Bir Fasıl, 20/14 İmkânsız

ARICI, Murat

23/17 Bizim Şairler

ASLAN, Ahmet

16/8 Kibir Gurur

ASLANBEYLİ, Elnur

13/14 Perim, Neyler

Âşık Cemal Divani

17/9 Mecbur Ettiler

Âşık Muhsinoğlu

22/11 İsterim, Tükenmesin

Âşık Seyrânî

16/3 Şahinler Yurdunu Tuttu Yarasa

Âşık Sümmanî

24/3 Yazdılar, Bâd-ı Sabâ Sana Bir İfadem

Var, Yol Ver Ulu Dağlar

Âşık Veysel

22/3 Mektup, Aldanma Cahilin Kuru

Lafına, Anlatmam Derdimi, Sen Bir Ceylan Olsan

ATILGAN, Halil

19/12 Karacaoğlan’da Dil

ATMACA, Tayyib

14/23 Göz Açıp Yummuş Gibi/Tahmis,

21/16 Adım Seydahmettir Eh Diyen Yoktur

AVŞAR, Mehmet

20/24 Şafakta Tuzak

AYDIN, Hilmi

21/10 Sanırsın Ki

AYVALI, Mustafa

14/20 Gamzelim

BAŞ, Mehmet

14/16 Zamane

BAYTURSINULI, Dauletbek

17/23 İstanbul

BEDİR, Emrullah

16/11 Bir Değil midir

Page 51: HECE TAŞLARI - Turuz

HECE TAŞLARI YİRMİ DÖRT SAYI 15 Şubat 2017

Hece Taşları Sayfa 26

KARAMIZRAK, Seyfettin

14/6 Ömür Dediğin, 16/9 Padişah Kürkünü

Giymeyen Âşık

KARAYILAN, Ömer

17/23 İmkânsız Mümkün Değildir

KAVRUK, H. (Hiç)

19/6 Gör Dostum, Sensin

KAYA, Doğan (Mahcubî)

24/24 Tasavvufi Sicilleme

KAYA, Durmuş

15/12 Ateşten Kırmızı Kardan Beyazım

KAYA, Hüseyin

16/16 Seyrânî’de Aşkın Türlü Halleri,

17/19 İnceliğin Şairi: Ziya Osman Saba

KILIÇ, Lütfü

16/11 Sen

KILIÇ, Ramazan

15/13 İpek Yürekli Bir Şair

KILIÇ, Seyit

16/21 Modern Türk Şiirinde İmge, 17/21

Türk Şiirinde İmge Sorunu, 18/21 Türk Şiirinde

Dil ve Uslûp/bir, 20/21 Türk Şiirinde Dil ve

Uslûp/iki, 22/21 Kâfiye, 23/22 Yarım Kâfiye

KOCA, Erol

15/7 Cennet Olur Bu Vatan

KOCAGA, Durani

18/8 Sevdiğim

KOCAMAN, İbrahim

14/21 “Bu Vatan Kimin?” Şairi: Orhan

Şaik Gökyay

KONÇ, Hasan

15/23 Ruhumu Yıkayan Sel Arıyorum

KÖKSAL, Mehmet Fatih

16/24 Gözlerin

KURU, Halil

16/18 Vatan

KUTUZMAN, Seyit Ahmet

21/3 Alev Gitse Köz Gelir, Kul Olanı

Sevmezsin, İçe Dur Hele, 21/23 Söz Uçar Yazı

Kalır

KUZUCULAR, Şahamettin

13/5 Şehriyar’ın Hayatı ve Edebi Kişiliği,

16/14 Plazalı Gazel

MALKOÇ, M. Nihat

13/17 Çanakkale’de Uyanış, 22/17

Anneciğim

MEHDİYEVA, Ferqane

16/15 Zamanə Havami Elə Çaldırır

MORTAŞ, Yasin

16/6 Kıyısız Şehir Risalesi, 20/6 Kıyısız

Şehirler Risalesi (eski radyo evleri), 22/9 Susuz

Kuyu Risalesi (Ay’ın kırılan güneşi)

MUTLU, Ali Kemal

15/18 Koçaklama, 19/9 Türkçem, 21/20

Çilemsin, Olmadı Gazeli

NACAR, Mehmet

22/11 Uzak Dur Benden

GÖRGÜN, Fikret

19/24 On Beş Temmuz Gecesi

GÖRKAŞ, İrfan

22/18 Şehabettin Süleyman’ın “Şi’r-i

İlhâmî” Fikri

GÖZÜKARA, Mehmet

13/24 Sesli-Sessiz, 15/17 Hayati Vasfi

Ağa, 17/6 Anne ve Hüzün, 18/6 Dar-Be!, 23/12

Bayraktar Safitürk, 24/20 Narman’lı Âşık

Sümmânî

GÜL, İsmail

16/18 Eskidendi O

GÜNEŞ, Durdu

15/5 Jetoncu Amca Hayati Vasfi Taşyürek

GÜNEYLİ, Abidin

23/12 Sevda Neymiş, Git Buradan

HASANNEBİOĞLU, Cumali Ünaldı

16/19 Şiir Üzerine Konuşmalar-1-,

Gençlik Asıl Şiir Bu, 17/4 Şiir Üzerine

Konuşmalar -2-, Şiirle Göğeren Düzen ve

Kardaşlanan Başkaldırı, 18/4 Şiir Üzerine

Konuşmalar -3-, Magosa Konuşması, 19/4 Şiir

Üzerine Konuşmalar -4- Dilin Kanlı Gömleği, 20/4

Şiir Üzerine Konuşmalar -5-, Bağdat Konuşması,

21/4 Şiir Üzerine Konuşmalar -6-, Kemal Tahir’in

Devlet Görüşü, 22/4 Şiir Üzerine Konuşmalar -7-,

Çağımızda Bir Alperen Fethi Gemuhluoğlu, 23/4

Şiir Üzerine Konuşmalar -8-, Necip Fazıl, 24/4 Şiir

Üzerine Konuşmalar -9-, Gençlik Profilinde

Duyarlılık Çizgilerine Dair Bir Ayrıntı

HOŞAB, Fahri

14/7 Süveyda

HÜNÜK, Gülser

20/15 Aşkın ile Aşka Düştüm

İLHAM, Ehtiram

17/13 Viran Məmləkətin

İMAMVERDİYEV, Ilgar

14/8 Azerbaycan-Türkiye

İSMAYIL, Memmet

13/10 Mehmet Hüseyin Şehriyâr Şiirinin

Azerbaycan’ın Hürriyet Mücadelesindeki Yeri,

20/7 Azatlık İklimidir Şah İsmayıl Hatai... 21/24

Kaçış

İSMAYILKIZI, Hanım

13/14 Hangi Günden Konuşalım, Güneş

Bathabatda

İZZƏTİ, Səvavət (Əndəlib)

21/19 Ölüler Bize Gülerler

KAFTAN, Ekrem

17/13 Gülsün, 22/24 Gülmedi

KALENDER, Haşim

15/20 Vasfi Gücenir

KAMU, Kemalettin

23/3 Karadeniz, Akdeniz’den Geçerken,

Kimsesizlik, Gurbet, Güz, Bir Çocuk

KARADAŞ, Sabahattin

17/9 Yatamam

Page 52: HECE TAŞLARI - Turuz

HECE TAŞLARI YİRMİ DÖRT SAYI 15 Şubat 2017

Hece Taşları Sayfa 27

ŞAŞMA, İbrahim

17/24 Kara Beyitler

ŞEHRİYAR, M. Hüseyin

13/3 Haydar Baba’ya Selam

ŞİMŞEK, Tacettin

15/24 Rubailer 2 (Cebimde Dünya,

Kendine Sürgün, Put Kırmak, Aşk Uğruna, Erken

Giden İçin, Vefanın Ölümü, Evladını Yiyen Dev)

TAN, Nail

14/5 Orhan Şaik Gökyay’ın Şahsiyetinden

Örnek Alınacak Sayfalar

TAŞ, Mehmet

15/11 Hal Ehli Bir İnsan

TAŞYÜREK, Hayati Vasfi

15/3 Nedim’e Mektup

TAŞYÜREK, İsmet

15/19 Babam Hayati Vasfi Taşyürek

TOPBAŞLI, Mahmut

16/15 Saf İpekten Sevdalar, 23/17 Söz

Geçmiyor Gönlüme

TÜRKHAN, İbrahim

15/8 Afşin’in Susmayan Sesi

TÜRKMEN, Şükrü

15/10 Usandım

TÜRKYILMAZ, Muhammed Emin

22/10 Toprağa Yanık Bir Şiirbaz

URFALI, Ahmet

17/6 Aşk Senden Gelir, 21/15 Gece Ay

Işıyınca, 23/13 İnce Duyguların Şairi: Kemalettin

Kamu

USTA, Yasin

23/16 Leyla Peşinde

ÜLKER, Talat

17/15 Mahremiyetin ve Aile Saadetinin

Şairi: Ziya Osman Saba, 18/12 Halk ve Divan

Şiirinin Maverasında Bir Âşık, 19/17 Tasavvufla

Felsefe Sarkacında Bir Hece Şairi Rıza Tevfik

Bölükbaşı

YALBUZ, Ekrem

16/8 Yalan Söyler

YALÇINKAYA, Ahmet

15/7 Dörtlükler-I, 19/9 İstanbul İçimdedir,

21/10 Dağ, Veda

YARDIMCI, Mehmet

13/19 Turhal’da Âşık Semaî’nin Evinde

Davut Sularî ile Son Sohbet

YAZGAN, Bestami

18/6 Yâr Olmadan Var Olunmaz

YILDIRIM, Halit

14/16 Kendime Nasihat

YILDIRIM, Harun

22/20 Gücendim

YILMAZ, Ahmet

21/22 Gönül Sürgünü

YILMAZ, Zekeriya

15/16 Giderim

NAMLI, Engin

23/8 Gelmedin Gülüm

OĞUZ, Mustafa

13/18 Acı Ayna

OKUMUŞ, Ejder

14/12 Tövbe

ÖNDER, Hızır İrfan

15/14 Hüzünkâr

ÖZARSLAN, Metin

18/7 Aydınlar ve Halk Nezdinde

Erzurumlu Emrah, 24/6 Âşık Sümmanî ve

Erzurum Âşıklık Geleneği

ÖZÇELİK, Mustafa

17/7 Ziya Osman’ın Güvercinleri, 19/7

Rıza Tevfik Bölükbaşı’ndan Bir Gurbet Şiiri

ÖZDEMİR, Ahmet

14/9 Orhan Şaik Gökyay

ÖZDEN, Yaşar

13/8 Bu sevda

PEKSÖZ, Nuri

13/15 Haydar Baba Şiirinin Semantiği,

14/17 Taşralı Bir Ozan Orhan Şaik Gökyay, 15/10

Gam Ezgileri, 15/12 Âşık Seyrânî’nin Şiirlerinde

Tema, 17/11 Ziya Osman Saba’nın Şiirlerinde

Ölüm Teması, 18/15 Gezgin Bir Şair: Erzurumlu

Emrah, 19/10 Gurbetin Şiiri, 20/18 Melik Bir Şair

Hatayi, 21/21 Yüzün, 22/7 Yunus Soylu Ozan:

Âşık Veysel, 23/18 Bir Şairin Portresi, 24/13

Sümmânî ile Gülperi Hikâyesinde Estetik Unsurlar

RAYMAN, Mehmet

23/8 Toprak Olsun

SABA, Ziya Osman

17/3 Rabbim Nihayet Sana, Her Akşamki

Yolumda

SADIG, İslam

14/12 Vatan

SAFİ, Cemal

15/4 Gardiyan

SAĞIR, İbrahim

17/10 İstemem

SAKAOĞLU, Saim

18/10 Karaca Oğlan Eleştirisine Küçük

Cevaplar: 1, Üç ile Dördü Karıştırıp Şiiri Tahrif

Eden Bilgin!, 20/16 Karaca Oğlan Eleştirisine

Küçük Cevaplar: 2, Eleştiri mi, Tahrif ve Tahrip

Cambazlığı mı?, 22/12 Karaca Oğlan Eleştirisine

Küçük Cevaplar: 3, Dağlar’ı Karıştıran

Eleştirmen/Karıştırman, 24/11 Karaca Oğlan

Eleştirisine Küçük Cevaplar: 4, Hecin Deve mi, At

mı?

SEMİZ, Yasin

21/15 Gülhatmi

SUBAŞI, Muhsin İlyas

16/4 “Aşkın İğnesiyle Dikilen Dikişi!”

Şah İsmail (Hatayî)

20/3 Benlik Yoktur Özümde

Page 53: HECE TAŞLARI - Turuz

aylık şiir dergisi

On5mart2017

HECE TAŞLARI

elektronik haberleşme adresi [email protected]

25

Page 54: HECE TAŞLARI - Turuz

Mehmet AYCI / Cumali Ünaldı HASANNEBİOĞLU / Talat ÜLKER/Nurullah ULUTAŞ / Mehmet EKİCİ / Mustafa IŞIK / Osman FERMANOĞLU / Ahmet URFALIFahri HOŞAB / Majid Teymourifar SEFA/ İbrahim SAĞIR / Musa SERİN / Mehmet

PEKTAŞ / Durani KOCAGA / Rafet AKSOY / Cahit CAN / Gülden TAŞ / Doç. Dr. İrfan GÖRKAŞ / Erol BOYUNDURUK / Osman Bölükbaşı DARA / Esat ANIK

Tayyib ATMACA/Seyit KILIÇ/Yasin MORTAŞ

BAHAR SANCISI

B U S AY I DA

Ağzını batıdan doğuya açıp, bahar havasını soluyanların, dilinin altında otpor bakla-sı, daha ıslanmadan meydana çıkıp, sosyal medya üzerinden dünyaya, tirad okumayı sürdüre dursun, daha dün tunus’ta buazizi’yi, meşale yaptılar gündüz karardı, nasıl çiğnediler yase-minleri.

Bin sekiz yüz otuz yılından sonra, fransız zulmünün daniskasını, yaşadı yaşıyor ceza-yir hâlâ, bin dokuz yüz doksan iki başında, ilk cemre havaya düşecek sandık, karakış kaldığı yerden başladı, zulüm sokaklardan caddeye taştı, düşük yaptı demokrasi gelini, menekşeler bir gün yüzü görmedi.

Tuzu kurulara eğlence lazım, unutamadılar ömer muhtar’ı, insan ekmek için silah üre-tip, sınırsız özgürlük sınırsız para, bedenin çektiği hayvani arzu, sundular otpor’un çocukla-rına, gözlerini yumdu dünya devleri, önce kaddafi’yi menat ettiler, sonra bir lağımda sizlere ömür.

Komşudaki yangın komşuya sıçrar, dar geldi mısır’a tahrir meydanı, sedat’ın varisi hüs-nü mübarek, ha gitti gidecek diye beklerken, bu işlerin organize çetesi, çaktırmadan yol açtılar mursi’ye, ihvan birden zafer sarhoşu oldu, kendine ha geldi gelecek derken, baktık sisi oldu bekçi kümese.

Bize ne geldiyse batıdan geldi, yeni dünya düzenini çizenler, bir ateşte suriye’ye attılar, kaç kez ahmet abi araya girdi, nuh dedi peygamber demedi esed, dera’da başlayan bu küçük yangın, sonra başka şehirlere sıçradı, şimdi ateş bize doğru geliyor, ne uzun sürermiş bahar sancısı.

Tayyib Atmaca

HECE TAŞLARI Aylık Şiir Dergisi Yayın Yönetmeni Tayyib Atmaca Kapak Fotoğrafı Yasin Mortaş Tasarım Adem Konan Yazışma Haydar Bey Mh. 32077 Sk. Armada 2 D 6 Onikişubat K.MARAŞ 0535 391 92 50 [email protected]

25. Sayı 15 Mart 2017 ISSN 2149-4509. (e-dergi)

Page 55: HECE TAŞLARI - Turuz

03Hecetaşlar ı 25.S ay ıO n 5 m a r t 2 0 1 7

EŞİKTEN Mehmet AYCI

Tutku der geçersin, yanar ellerin Adsız bir rüzgârın ezgilerinden Gökyüzü mü mavi toprak mı serin: Bin hayret kapısı gözgülerinden

Eser her kılıkta o adsız rüzgâr Estikçe yazıdan sızıya uğrar Daha dil görmemiş rüyaların var Çıldıran kızların yazgılarından

O kızlar rüyada küle kan dokur İğneden iplikten kınadan dokur Okundukça bitmez bir roman dokur Gönül düğümünün çözgülerinden

Tutku der geçersin, seni tutar su Açılır yundukça dilin uykusu Bir alevden ata çevirir usu Çekilir gidersin çizgilerinden

Page 56: HECE TAŞLARI - Turuz

04 He c e t a ş l a r ı 2 5 . S a y ı O n 5 m a r t 2 0 1 7

ŞİİR ÜZERİNE KONUŞMALAR -10-TÜRKİYE YAZARLAR BİRLİĞİ KONUŞMASI

Cumali Ünaldı HASANNEBİOĞLU

Bu konuşma, 14 Mart 1987 günü, Türkiye Yazarlar Birliği’nin Ankara Hatay Sokak’taki o efsanevî Genel Merkezi’nde yapılmıştır. Hikâyeci Rasim Özdenören ve Şair (Prof. Dr.) Necati Polat’ın konuşmacı olduğu, “Günü-müzde Sanatın Meseleleri”ni işleyecek toplantı öncesi; yöneteceğim toplantıda, sanatın sesini vurgulamak, geleceğe not düşmek adına yapılan bir konuşmadır.

Sanatın, atılmayı bekleyen bir eski ve değersiz eşya gibi horlandığı günleri yaşıyoruz, üzücüdür. Bu hüzün, bu ülkede yaşayan ve gidişattan kendine sorumluluk payı düştüğüne inanan herkesi kapsar, kapsamalıdır. Medenîlik ve ilkellik, medeniyet ve barbarlık… İnsanın içerisinde zaman zaman ortaya çıkan duy-gular. Kendi cevherine toplumdan aldığı etkileri katan insan, güzelliklere bakışını bu çerçeve içerisinde ortaya koyar. Sanatı horlayacak kadar sığ, hayatı tekdüze yaşayacak kadar boyutsuz, gündelik telâşın kap-samından kendini kurtaramayacak kadar köle bir yığına sahip olan ülke; yönetimi ve yurttaşıyla hâlinden utanmalıdır. Bir estetik kuramcısının dediği gibi, “Barbar insan tipi bilgisiz, o ölçüde de korkaktır.” Bir turnusol kâğıdı gibi bu ölçüyü her zaman, her yerde, her tarih diliminde kullanmak mümkün: Sanatın karşıtlarının kafalarında bilgisizlik, yüreklerinde korku, saçlarından tırnaklarına kadar barbarlık vardır. Sanattan anlamamanın, sanat eserlerine ilgisizliğin meziyet sanıldığı ve sayıldığı günleri yaşıyo-ruz. İnsanoğlu güzellikleri kavrayabildiği ölçüde yaşadığı hayatın künhüne vakıf olabilir inancındayım. Sığ ve boyutsuz insanla bir yerlere varacaklarını ümit edenler, tarihi bilmeyenlerdir. İnsanoğlunun var olduğu günden günümüze dek olagelen nitelikli hadiseleri, kendi idrâk sınırları içerisinde algılayanlar bilirler ki, nice güçler tarihin akışı içerisinde unutulmuştur da; günümüze intikal eden, yaşadığı dönem-deki güçler ve güçlüler tarafından hor görülen, mesela bir şairin birkaç mısraıdır. Sokrates’ı yargılayan ve ölüme mahkûm eden mahkeme üyelerinin ismini hatırlayan var mıdır? Sanmıyorum. Ancak Sokrates’ın ismini ve haysiyetini savunması, yaşayan ve yaşayacak insanlara bir onur simgesi olmaya devam edecektir. Üzerinde yaşadığımız, içine karılıp toprak olacağımız şu yeryüzü, nice insanları toprağına kardı. Ayaklarını yeryüzü üzerinde geren ve göğsünü şişiren insan, olsa olsa kendi kofluğunun balonunu şişir-mektedir. Zaman, kendi seyri içerisinde birçok şeyin yivini ve setini aşındırmakta, dağları bile törpülemek-tedir. İnsanın yaratıldığı günden beri; doğru olan, güzel olan, Hak olan, bu seyir içerisinde rengi solma-dan, çizgileri silinmeden yaşayabilmektedir. Rastgele olmayan kalıcıdır, alâlade olmayan köklüdür.“Kötü süvari hem atı korkutur, hem de ürkmüş attan korkar” sözü de doğrudur. Sanat eserini okumayan, okuma konusundaki imkânlarını değersiz yayınlara tahsis eden oku-yucuya sözümüz yoktur. Bilinmelidir ki okuyucu belirleyici etkidir. Zincirin ilk halkasıdır. Sorumluluk taşıyan, insanın bugünü ve geleceği üzerine kafa yoran okuyucu, yazılı ve sözlü basın organlarını, sanat eserini konu edinmek zorunda bırakmalıdır. Bunu başaramazsa, yani mevcut yayınları iyi ve güzel ola-na doğru yönlendiremiyorsa, mesela, kitap okumayı belirli bir süre boykot edebilmelidir. Televizyon ve radyosunu kapatabilmelidir. Daha da önemlisi kâğıt hurdasından başka bir şey olmayan vasıfsız gazeteyi okumamalıdır. Fikir ve sanat adamlarını, bu konuda hassasiyete ve etkin tedbirler almaya çağırıyorum. Herkes elindeki imkânının hesabını vermek zorundadır. Olumlu kullanmak zorundadır. Yazarları, ellerindeki yayın imkânlarını bu konuda işleyerek değerlendirmeye çağırıyorum.Bilinmelidir ki, yarına dair hayat görüşünün şekillenmeye başladığı her kafanın alacağı görüntü, bugünün basın yayın organlarının izlerini taşıyacaktır. Sanatçılar vebal altındadır. Sanatçıya ilgisiz toplum da… “Sanatın, atılmayı bekleyen bir eski ve değersiz eşya gibi horlandığı günleri yaşıyoruz, üzücü-dür. Bu hüzün, bu ülkede yaşayan ve gidişattan kendine sorumluluk payı düştüğüne inanan herkesi kapsar, kapsamalıdır” sözünü tekrarlayarak, noktalıyorum.

Page 57: HECE TAŞLARI - Turuz

05Hecetaşlar ı 25.S ay ıO n 5 m a r t 2 0 1 7

Dışındayım göğün, denizin, yerinFarklıyım, amma ki, tuhaf değilimSanma ki her halim senin eserinSen “anka” değilsin ben “kaf ” değilim Sevmesem gözlerin bu kadar derinOlmazdı, bozulsun bütün ezberinNesnesi olduğun tüm cümlelerinÖznesiyim ey yar, boş laf değilim Gayri ne kısalır ne de uzarımSenden gayrisine değmez nazarımBen seni okuyup seni yazarımBir başka kalemden ithaf değilim Hasret tarlasında can başağıyımSevda menzilinde yol kavşağıyımBen senin göğünde gökkuşağıyımIşık geçmez benden, şeffaf değilim Mana denizinde parlak sözüneVarlık aynasına düşen yüzüneCanda parıldayan şehla gözünePaha biçemem ki, sarraf değilim Biri söz dinlemez birisi mağrurBir tarafta gam var bir yanda sürurAklım gönlüm ile didişip dururÇekildim aradan, taraf değilim

Gözlerin aklıma düştüğü zamanYarılır yağız yer, çöker asumanKanımla yazılır bu ulu fermanMührüm ve imzam var, paraf değilim Dolanıp duruyor gam etrafımdaHüznün hissesi var itirafımdaSakın ha eskime gönül rafımdaAntika saklamam, sahaf değilim Sevda aklın gönle esaretidirTut ki bir delinin cesaretidirCümle günahların kefaretidirAşkla mükellefim, muaf değilim Senin için sürgün olan Âdem’imVe tövbenden arta kalan matemimSeninle ya cennet ya cehennemimKalmam ara yerde, araf değilim Süvarisi benim hayal atınınMührünü ben vurdum aşk ruhsatınınSen Belkıs’ı isen bu aşk tahtının Ben de Süleyman’ım Asaf değilim

AŞK PEŞREVİ Talat ÜLKER

Page 58: HECE TAŞLARI - Turuz

06 He c e t a ş l a r ı 2 5 . S a y ı O n 5 m a r t 2 0 1 7

İKİ ŞİİR

Nurullah ULUTAŞ

SON NAĞME

öksüz bir gecenin koynunda yüzen yaralı martı mı beyaz ellerin yetim bir çığlığı susturmak için boşlukta gezinir rüya gözlerin.zülfünden assalar ruhumu göğediner mi hasreti aşka gönlümünnasipsiz mazimin hasreti desensiner kıyısına beyaz ölümün.

ben kirlenmiş çağın akrep avcısısararmış bir hüznün gamlı sesiyimhayat girdabında perişan yorguninleyen kemanın son nağmesiyim.

ÖYKÜ

sönünce güneşi gönül dünyamın elimde acı bir hatıra kaldıpuslu bir sevdayla örtülü sevdam menekşe gözlerim yollara daldı.

kar yağdı dağına sevda çölümün alevler raksetti kirpiklerimde uyuyan bir yıldız silkindi ilkin tenimde sıcacık bir buse kaldı.

ürperten hayali duyunca ruhumo an atıverdi boşluğa canısusunca geceyi avutan şarkımruhundan kopmuş bir soğuk ten kaldı.

PÜRYAN ET BENİ

Mehmet EKİCİ Bergüzar buse ver gül yanağındanBenliğimden sıyır üryan et beni.Kanım yansın boşluktaki çığlıktanAteş-i Aşkınla püryan et beni.

Eleğim sağmadan süzülsün renklerOna doğru uçsun tüm kelebeklerBir ışık demeti olsun çiçeklerBir kere kokla da kurban et beni.

Mektubuma sen yapıştır pulunuHa demeden hayran eyle kulunuÖğret bana o menzilin yolunuKanat bağla bir ‘’Hazerfan’’ et beni.

İplik iplik, yumak yumak çileyimArı gibi çiçeklerle geleyimEli değil, ben kendimi bileyimMücrimim tövbekâr pişman et beni.

Gelincikler yaslı, sümbüller yetimIşık hızı, lale kanı servetimAnam, eşim en mukaddes nimetimIslak gözlerinde müjgân et beni.

Bulut ol, yağmur ol sula gönlümüBenden kopar, sana ula gönlümüN’olursun kaptırma kula gönlümüBir nefes de olsa, mihman et beni.

Kan akan ırmaklar erguvan olsunHer nefeste nefsim perişan olsunTüm benliğim gözyaşımda boğulsunGülzârında açan reyhan et beni.

Ellerden, dillerden, bellerden eminYıkılmadan gökler, çökmeden zeminAsra ederim ki en büyük yeminSadece nefsime düşman et beni.

Page 59: HECE TAŞLARI - Turuz

07Hecetaşlar ı 25.S ay ıO n 5 m a r t 2 0 1 7

İKİ ŞİİR

Osman GERMANOĞLU KERKÜKLÜ GENCİN AĞRISIHerkes kendini ağlarBarı beni sen ağla.Girme derdin içineBir kadar yüzden ağla.

Gözünü silen olsaHalını bilen olsaYüzüne gülen olsaSen de kımış, şen ağla.

Ölüm bakar kıykacıAğlama acı acı.Arkanca çiçek açırGözünden düşen, ağla.

Bak sabaha, akşamaYaş geldise, saklamaCanım gözüm ağlamakOlmasın peşen, ağla.

Boyun gezen kolumsanEli yalın kalmısanYa çok kövrek olmusanYa ben ölmüşem, ağla.

İNSAN OLANIN

Boş olanı dolu etmekSusuz yeri sulu etmekCengelliği yolu etmeİşidi insan olanın.

Hamı tanıya nesliniUnutmaya öz asliniKula çeviren nefsiniDişidi insan olanın.

Bir olur öldüren, ölenKim gökten inir zenbilnenHer yerde birdi, ben bilenÇeşidi insan olanın.

Gözü hayata düz bakanKimsesize yiye çıkanBayrak tek yüceye kalkanNeşidi insan olanın.

Eğer altındasa atıHiç bağlanmaz basaratıDeyişmez en büyük adıKişidi insan olanın.

HAYKIRIŞ Mustafa IŞIK İki elim kanda olsa lâ kokar bakışlarınGönül sana uçmaya, tek kanatlı bir kuşturYıllar yılı bin özlemle ben hep seni ararımGözlerim gözlerine canhıraş haykırıştır. Ayrılığa ölümün ikiz kardeşi, derlerNice demir çarıklar, eskittim ben yolunaKordan sıcak rahlede abasız bir dervişimAyrılık da ölüm de, ikisi birdir bana. Günü ilk haber veren damımızda serçesinDenizlerin adına düşten yoksun uykusunCeylanın sağ göğse nişane kör kurşunsunAvcıyı yardan eden gülüşünden ver bana. Dünya dinmez inilti, melalin pür haliyleYaşlı ırmağın suyu, bırak tersten akmayıTen kafeste eskidi, ruhun dinmez acısıBaşımdan vazgeçtim, vakitsiz hayalinle. Yap diye değil Hızır, kayık çoktan delindiSu çırpındı yürekte, tufanımla boğuldumYanı başıma komşu, sabrınla gel ya Musa!Yalnız ölen kardeşe düşen karakargayım. İçinden rüzgâr geçen evlerin hüzün yanıVakitsiz gidişlere, emanet kör hevestir.Tutuşturur denizi, kem gözlerin sürgünüYangının sönmüş külü, yitik sesine sestir. Ey, gece zifirine akı katan merhamet eli!Ey, mahzun ihaneti sığaya çeken hançeri!Yüzümü yapıştırdım göğün har yanağınaBin nedamet ahıyla içtim vuslat zehriniSeher vaktine katıp, serçeleri uçurdum.

Page 60: HECE TAŞLARI - Turuz

08 He c e t a ş l a r ı 2 5 . S a y ı O n 5 m a r t 2 0 1 7

ŞİİRDİR DAMLADA DERYAYI GÖRMEK

Ahmet URFALI Şiir, bir kaygının dışa vurumudur. Şiir, ulu hasretlerin diğer adıdır. Şiir, bilen insanın sorumluluğudur. Şiir, paylaşmanın ilk adımıdır. Şiir, zorluğun mengenesinde bir kanatlanıştır. Şiir, insanın yürek ürperişleriyle sonsuzluğa uyanmasıdır. Yoksul bir hıçkırık gelir de bütün ağırlığı ile göğse oturur, tatlı canı daraltır, çaresizlik iki damla gözyaşı olup yanaklarından süzülür, sessiz bir feryat, mavi göğün yücesinden masum bakışlara teselli olsun diye ağıtlar yakar ve tutulmazsa muhtaç bir yetimin elinden sorgulanmak mukadder olur, sonrasında vakti gelmiştir yazmanın. Şiir; tan ağartısıdır, gün ortası aydınlıktır. Yazıya dökülmeyen hiçbir çığlık, içteki depremin sesini ne derecede etkili anlatabilir? Şiir, yitik tarihlerin esatire bürünmüş macerasının tanığıdır. Şiir, acısına kırağı düşen anaların uğunup ağlamasının hüzzamdan tutanağıdır. Şiir, karayel kavruğu bozkırın uzak sulara duyduğu özlemdir. Şiir, çıvgın fırtınalar ortasında asude baharların yeşermesidir. Şiir, eldeki imkânların nerede ve nasıl kullandığının yargılanması ve giydirilen ateşten gömleğe da-yanma gücünün sınanmasıdır. Şiir; insanın gönlünde birlikte bulunan cemali ruh ile celali nefsi, edeple terbiye ederek kemale ulaşmaktır. Başkalarına, iletilecek bir sözü olanlar yazar. Şair herkesin göremediği bir şeyi görür, tatmadığı bir duyguyu tatar. Bir sevinci, bir üzüntüyü ede-bi-estetik süzgecinden geçirir ve yazmaya başlar; ama aslında o, ilk önce kendisi için yazar. Şair, beşerin hayrına doğmuştur ve insanlık için yaşamaktadır. Her çağda bunalımların, ümitsizliklerin karanlığına şairler ışık tutmuştur. Şiir, bozkır insanın hüzünlü bir feryadıdır. Şiir; dayanılmaz hasretlerin, akıl almaz kahramanlıkların, Kerem yanığı sevdaların terennümüdür. Şiir; umudunu yitirmeyen insanların bir niyaz dilidir. Şiir; ince bir gönül sızısıdır, elemi gözlerden yaş olup damlayan. Şiir; bir akşam vakti mavi göğün altında, kerpiç duvara yaslanıp Allah’a meramını açmak, içini dök-mektir. Şiir; kıraç toprağın sesidir, yel tozunu kaldırdığında, önüne alıp götürdüğünde gevenleri. Acısı yüreğe düşen bir bıçak yarasıdır; ağlaması göze düşen, üzüntüsü yüze düşen, uğunması dize düşen… Lokman Hekim’in tedavi için verdiği ilacın yaraları azdırmasıdır şiir. Yaylada yazıda bir göç çığlığı-dır, mayası çilelerle yoğrulmuş, alnı akıtmalı tayların kişnemesi, karagöz kuzuların melemesi, bozca potuk-ların bozulaması ile çiğdem kokulu dağ rüzgârlarının uğultusudur şiir. Şiir; nasırlı ellere yağmurun çisil çisil yağmasıdır, bir anne merhametiyle sarıp sarmalamaktır nasır aralarını. Şiir, duyuşu deyiş hâline getirmektir. Şiir, asırlık bekleyişlerden alır ilhamını. Şiir; tabiatın sesidir, boran uğultusudur, sel gürleyişidir, sarı buğdayın boyun büküşüdür hasretle-re… Şiir; ay ile hâlleşmek, karayelle dertleşmektir. Ahları göğü sarsan bir çığlıktır Ümitlerine ayaz değen insanın sızısını içine ılgıt ılgıt akıtmasıdır şiir. Metruk evlerin hicranı, gurbetlerin ağıtı, zamansız gidişlerin hüzünlü sesidir şiir. Şiir, kederle yoğrulmuş gözyaşıdır. Şiir, can nimeti sözün en etkili ve en güzel söylenişidir. Söz aynadır, insanın içini yansıtır. İnsan sözünden tutulur. Söz; akılla yol alır, duyguyla sevinir veya hüzünlenir. Yeni kapılar açar, yeni ümitler do-ğurur. Sevgi onunla taçlanır, nefret kör kuyulara düşer. Şiirdir, güzel sözün özü. Şiirdir; sözü, sevgi diliyle söylemek. Şiirdir ulu emre itaat: “Sözü gönül alıcı bir biçimde güzelce söyleyiniz.” (İsra 23)

Page 61: HECE TAŞLARI - Turuz

09Hecetaşlar ı 25.S ay ıO n 5 m a r t 2 0 1 7

TAHASSÜR

Fahri HOŞAP

Muhabbet diyarı ıssız ve sessizKöşkleri, bağları kalmış kimsesiz.Sükûtu tırmalar baykuş sesleriGüller gazel olmuş, bülbüller dilsiz.

Eskiden bu yurda geldi mi baharSağnak bir mûsiki dinlerdi diyarDağlar bulutlardan rahmet sağardıKaynardı pınarlar, çağlardı sular.

Bugün o mâziyi hasretle anarÇağları emzirmiş şu ulu çınarYıllar var, bir fâtiha için kabristanHer akşam firkatin hüznüne kanar.

Taş taş tükenirken şu kadim duvarTek bir ümit için bin evham savarÇizgisi erimiş ufku gözlerkenİster ki belirsin genç bir şehsuvar.

Muhabbet diyârı bir vuslat beklerYetmeyen sabrına yılları eklerSînesi dayanmaz bu intizaraHazin yaşlar döker şefkatli gökler.

AĞAÇ

Majid Teymourifar SEFA

Dağların başında, yamaçta, düzdeKonuşur ağaçlar, yemyeşil sözde

Fısıldar yapraklar, konuşur gülerSırrımı dinleyip, derdimi biler

Yüreğim dolarken, gözyaşım aksaYar benden küserek, kenara baksa

Ağaca söylerim her ne gemim varŞükürler olsun ki bir hemdemim var

O eski devirden, sırdaştır banaYüzünü çevirmez, yoldaştır bana

Ağaçlar şahittir işlerimize,Yaşamak yolların öğretir bize

Kaybolan yolcuyu, yola getirirGölgesi dinçeltir, hala getirir

Bar verir her zaman, minneti olmazMuhabbet görürse yaprağı solmaz

Yürekten alışır sazla - avazaLeyletülkadri’de1 durur namaza

Kuşlara yuvadır, kol-budaklarıAlışır teninden el ocakları

O dem ki elleri matem basardıAnneler ağaçtan düğün asardı

Bir sıra inanmaz bu haklı sözeÇünkü akılları bağlıdır göze

İnsanı öldürür kalsın ağacıKardeşin danarak2 söyler ne bacı?

Ormanı yandırıp, çevirir küleAyaz tek düşmandır goncaya güle

Gelin ey insanlar sefalı olunAğacın aşkına vefalı olun

Çiçeğin koruyun, bar olsun size Budağın kırarsak, ar olsun bize...

1 Kadir gecesi2 İnkâr ederek

Page 62: HECE TAŞLARI - Turuz

10 He c e t a ş l a r ı 2 5 . S a y ı O n 5 m a r t 2 0 1 7

SEN VARSIN

Musa SERİN

Ömür sayfaları hep kare kareÇizilirken karelerde sen varsın.Sular geçer köprülerin altındanŞırıl şırıl akışında sen varsın.

Nerde, nasıl, ne söyledin yazılmışOrtasına resimlerin çizilmişİyi, kötü hane hane dizilmişHer hanenin duvarında sen varsın.

Dokunan kilimde işlenen nakışKaş altından süzülürken bir bakışİster bahar, ister yaz, istersen kışMevsimlerin akışında sen varsın.

Ocakta kaynayan bereket aşıGözün süsü kirpik, kirpikle kaşıKaydırırken su üstünde her taşıSu üstünde sekişinde sen varsın.

Kuzular melerken koşar koyunlarÇocuklar toplanır başlar oyunlarDedeler, nineler hemi torunlarHayat denen serencamda sen varsın.

Sorunca kalbime hopladı birdenKabına sığmadı zıpladı yerdenAdını anınca akacak terdenHer damlanın akışında sen varsın.

Nefes alsam, önce Rabbim, sonra senİşledim yüreğime hep desen desenTa yürekten hadi bana gel desenKoşar iken her adımda sen varsın.

Aydınlı’m sevda bu bilmem ne desinÇınlar kulağımda hani nerdesinYanık bir türküdür, gelirken sesinHer nefeste, her solukta sen varsın.

GAZEL

İbraham SAĞIR

Gitmez oldu başımdan bir an efkârım benimSönmez asla içimde kaynayan narım benim.

Visal-i yâr görünmez nicedir remillerdeGece gündüz eksilmez bir türlü zarım benim.

Ayine-i hayalim devranı dolaşırkenGitti elden neyleyim sabr-ı kararım benim.

Geleceği beklerken geçmişin yararı yokTeselli vermez artık dost-u yâranım benim.

Usandım bu hayatın çözülmeyen fendindenGündüzler sizin olsun geceler yârım benim.

Dost diye bellediğim vefasızlar yüzündenGün günden ağırlaştı omzumda barım benim.

Boşunaymış bilmedim bunca gayret ve cabaYanlış yerde kurmuşum kesat pazarım benim.

Ey İbrahim bekleme kimsenin himmetiniKucaklar şefkat ile belki mezarım benim.

Page 63: HECE TAŞLARI - Turuz

11Hecetaşlar ı 25.S ay ıO n 5 m a r t 2 0 1 7

OSMANLI HANEDANINDA BİR HANIM ŞAİR: ADİLE SULTAN ve HECE ÖLÇÜSÜYLE YAZDIĞI ŞİİRLER

Mehmet PEKTAŞ Âdile Sultan’ın Hayatı:

30 Mayıs 1826’da İstanbul’da dünyaya gelen Âdile Sultan, ıslahatçı kimliğiyle tanınan ve aynı za-manda hattat, şair ve musikişinas olan Sultan II. Mahmut’un kızıdır. II. Mahmut, şiirlerinde kullandığı Adlî mahlasından hareketle kızına Âdile adını verdi (Azamat, 1988: 382-383). Âdile Sultan, henüz 4 yaşındayken annesi Zernigar Hanım vefat etti. II. Mahmut, annesiz kalan kızını zevcelerinden Nevfidan Hanım’a emanet etti. Âdile Sultan, Nevfidan Hanım’ın kendisine evladı gibi davrandığını Tahassür-nâme başlıklı şiirinde şöyle anlatır:

Sonra oldu Nev-fidân kadın bana Kendi evlâdı gibi sâdık ana (37/85)

Kimseye çeşmim yaşın sildirmedi Vâlidem olmadığın bildirmedi (37/86)

Bağrına basdı bana etdi nigâh Hak oña Firdevs’i etsin câygâh (37/87)

Nevfidan Hanım’ın himayesinde çok iyi bir eğitim ve terbiyeden geçen Âdile Sultan 13 yaşındayken babası II. Mahmut’u kaybetti. Bu olaydan sonra kendisiyle ağabeyi Sultan Abdülmecit meşgul olmaya baş-ladı. Şaire sultan, İftirâk-nâme başlıklı şiirinde annesi ve babasının vefatıyla ilgili şöyle der:

Öyle me’yûsum ki mislim görmemişdir bu cihân Vâlidem cânım idi hem vâlidim Mahmûd Hân (38/1)

Kaldım onlardan sabiyy-i nâtüvân iken yetîm Açdı kalb ü sineme firkatleri zahm-ı ‘azîm (38/2)

Âdile Sultan, 1845’te Tophane müşiri Mehmet Ali Paşa ile bir hafta süren muhteşem bir düğünle evlendirildi (Uluçay, 2011: 198). Düğünden kısa süre sonra kaptan-ı deryalığa yükselen Mehmet Ali Paşa ömrü boyunca sadrazamlık dâhil çeşitli devlet görevlerinde bulundu, defalarca da azledildi. En son Mecalis-i Aliyye’de memur iken hastalandı ve uzunca bir süre hasta yattıktan sonra vefat etti (Mehmed Süreyya, 1996: 957). Bu evlilikten Sıdıka, Aliye, İsmail ve Hayriye adında dört çocuk dünyaya getiren Âdile Sultan’ın üç çocuğu küçük yaşlarda vefat etti. Çocukların en uzun ömürlüsü Hayriye Hanım oldu (Uluçay, 2011: 198). Hayriye Hanım’ı 1866’da İşkodralızade Ali Rıza Bey’le evlendiren Âdile Sultan, 29 Haziran 1868’da koca-sını, ondan bir yıl sonra da (26 Temmuz 1869) hayatta kalan tek kızını kaybetti (Mehmed Süreyya, 1996: 17). Hayırsever, cömert bir insan olan Âdile Sultan sevdiklerini birer birer kaybettikten sonra dünyadan elini eteğini çekerek kendi âlemine yöneldi. Evinden neredeyse yalnız türbe ve kabir ziyareti için çıkar oldu. Yolculukları sırasında bindiği vapurun kaptanından, tayfasına, iskele memurundan zaptiyelere varıncaya ka-dar hemen herkese hediyeler dağıtır, yoldaki fakir fukaraya sadakalar verirdi. Âdile Sultan türbe ziyaretine giderken arabasının etrafını fakir, fukara mahşer yerine çevirir, sanki kıyamet koparırdı (Saz, 2010: 211-212). Yaşadığı dönemde pek çok eğitim faaliyetine destek veren Âdile Sultan, tam bir eğitim gönüllüsüydü. Sağlı-ğında okullar açtı, çocukların okuması için gayret sarf etti. Vefatından sonra vakfettiği mülklerinden bazıları okul olarak hizmet vermeye devam etti (Özgişi, 2013: 466-468). 1851-1892 yılları arasında on dört vakıf kurdu (Azamat, 1988: 383). Bu vakıflarla kurumuş çeşmelere su getirtti, kuyular açtırdı, sarnıçlar yaptırdı. Muhtaçlara, kimsesizlere el uzattı, gelinlik kızlara çeyiz yaptırttı. Camileri, türbeleri tamir ettirdi. Âdile Sultan’ın yardım eli Medine’ye kadar uzandı. Medine’de kurduğu Sebilhane vakfıyla insanların su ihtiyacı karşılandı. Yine Medine’de muhtaçların konaklaması için menziller, kimsesiz kadınların barınması için evler vakfetti (Mazak, 2004: 137).

Page 64: HECE TAŞLARI - Turuz

12 He c e t a ş l a r ı 2 5 . S a y ı O n 5 m a r t 2 0 1 7

Âdile Sultan’la ailecek yakından tanışan ve defalarca görüşen Leyla Saz, onu şöyle anlatır: “Âdile Sultan efendi, dindar, hayırsever, nazik ve güler yüzlüydü. Sonraları sevgili eşinin ve sevgili kızının kaybı ile üzüntü ve ümitsizliğe düşmüş, dünyanın hiçbir şeyini görmez olmuştu. Misafirlerine, bendelerine karşı iltifatına devam etmekle beraber ibadet, hayır ve hasenattan başka bir şeyle meşgul olmak istemiyordu. Tamire muhtaç olan fukara mekteplerini, evlerini tamir ettirir, çocuk-larını mektebe başlattırır, gelinlik kızlarına çeyiz yaptırır, hastalarına baktırır, kurumuş çeşmelere sularını getirtir, fukara evlerine, susuz yollara kuyu kazdırır, yani kısacası ihtiyaç sahiplerinin imdadına yetişirdi. Onun sayesinde yaşamını sürdüren birçok fakir vardı. Açıkçası, şefkat ve cömertlikte kimse onun eline su dökemezdi.” (Saz, 2010: 211-212). II. Abdülhamit’in kızı Ayşe Osmanoğlu, Âdile Sultan hakkında şunları söyler: “İkinci Sultan Mahmud’un kızı olup hayır ve hasenâtıyla, fıkaraperverliğiyle mâruf, Sadrâzam Da-mad Mehmed Ali Paşa’nın zevcesi, şair, ilim ve irfan sahibi, dindar bir Sultandı. Kocasının ölümüne güzel mersiyeler yazmıştır. Bendegânı ve hususiyetinde, bulunanlar kendisinden, nezaketinden daima hoşnutlukla bahsederlerdi. Ölümünden sonra saraya gelen cariyeleri ve ağaları, efendilerinin hikâyelerini, iyiliğini bize anlatırlarken gözyaşlarını zaptedemezlerdi.” (Osmanoğlu, 2007: 99). Abdülhamit Han ve halası Âdile Sul-tan arasında çok kuvvetli bir bağ vardı. Âdile Sultan, yeğenini diğer sultanlardan farklı olarak istediği zaman ziyarete gelirdi. Abdülhamit Han da kimseye göstermediği saygı ve hürmeti halasına gösterirdi. Öyle ki, Ab-dülhamit Han, halasını kapıda karşılar, ona kahvesini bile kendi eliyle ikram eder, “emredersiniz halacığım” diyerek hitap ederdi (Osmanoğlu, 2007: 99-100). Osmanlı Müellifleri’nde Âdile Sultan’dan çok kısa da olsa bahseden Bursalı Mehmed Tahir, “Sâlihât-ı ümmetden cûd ve sehâ ile ma’ruf bir sultandır.” diyerek onun cömertliğinden dem vurur (Mehmed Tahir, 1338: 335). İbnülemin Mahmut Kemal ise onun hakkında “Abid, zahid, sahi, kerim, hayrat ve hasenat sahibi bir muhaddere-i muhtereme idi. Fındıklı’daki sarayı ulema, me-şayih, huffaz, eytam ve eramil mecmai idi” der (İnal, 1969: 15). 12 Şubat 1899’da vefat eden Âdile Sultan’ın kabri, Eyüp’teki Hüsrev Paşa Türbesi’nde, kocasının yanındadır (Azamat, 1988: 383).

Âdile Sultan’ın Edebi Kimliği:

Âdile Sultan, hayırsever ve cömert kişiliğinin yanında, hanedan içerisinde yetişen ve divan sahibi olan tek hanım şairdir (Özdemir, 1996: 11). Ayrıca şaire sultan, atası Kanuni Sultan Süleyman divanının ba-sılmasına vesile olarak büyük bir kültür hizmeti yapmıştır. İskender Pala bu konuda şöyle der: “Ancak onun bizce en büyük vakfı, atası Kanuni’nin “divan”ına gösterdiği himmettir. 1890 yılında (h. 1308) Matbaa-i Osmaniye’de 236 sayfa halinde Divan-ı Muhibbi adıyla neşrolunan bu eser o güne kadar bir hanım sultanın Türk kültürüne gösterdiği en büyük teveccühtür.” (Pala, 1997: 25). Âdile Sultan’ın yaşadığı dönemde Tanzimat Edebiyatı olarak isimlendirilen edebî anlayış hâkimdir. Buna rağmen Âdile Sultan bu anlayışına göre değil, Divan şiiri geleneğine bağlı olarak şiir yazmıştır. Âdile Sultan’ın, Hikmet Özdemir tarafından yayınlanan divanı Cenab-ı Allah’a niyazda bulunduğu münacatlarla başlar. 13 münacatı, Allah’ın birliğini anlatan 37 tevhit takip eder. Daha sonra Hz. Peygamber için yazılmış 21 nat ve 1 miraciye gelir. Dört halife ve Halit bin Velid için 2’şer şiir yazan sultan, 12 imam, Veysel Karanî, meşhur evliyalar ve şeyhi Ali Efendi için de şiirler yazmıştır. Eşi Mehmet Ali Paşa, kızı Hayriye Sultan, Ab-dülaziz Han, Abdülmecit Han’ın kızları, Ethem Paşa, Şehzade Mahmut Celaleddin Efendi hakkında yazdığı mersiyelerin yanında divanda bir de Kerbela (Hz. Hüseyin için) mersiyesi vardır. Eşinin terceme-i halini naz-ma dökmüş, şeyhinin ölümüne tarih düşürmüştür. Tahassür-nâme ve İftirak-nâme başlığını taşıyan şiirlerde samimi duygularla babasının, annesinin, kardeşlerinin, eşinin, kızının ve diğer aile bireylerinin vefatlarından duyduğu üzüntüyü dile getirir. Âdile Sultan, gazellerinde ise genellikle ilahî aşkı işler. Âdile Sultan’ın şiirlerinin çoğunda sanat yapma kaygısı bulunmadığı gibi geniş kitlelere mesaj ver-me, geniş kitleleri etkileme gibi bir gaye de sezilmez. Âdile Hanım’ın şiirleri her şeyden önce dindar bir Müslüman’ın ve 73 senelik ömründe en yakınlarını kaybetmenin acısını çekmiş bir ruhun içten gelen te-rennümleri olarak görülmelidir. Sultan, İftirak-nâme’de, önce ağabeyi Abdülmecit’in, arkasından eşinin ve kızının daha sonra da Sultan Abdülaziz’in vefatını şöyle anlatır: ‘Aksine devr etdi sonra işbu çarh-ı bî-vefâ Hazret-i ‘Abdülmecîd Hân eyledi ‘azm-ı bekâ (38/5)

Çün bana olmuş idi hem şâh ü hem yâr u nasîr Hem birâder hem peder hem vâlide hem destgîr (38/6)

Page 65: HECE TAŞLARI - Turuz

13Hecetaşlar ı 25.S ay ıO n 5 m a r t 2 0 1 7

Başka bir acı da gösterdi bana zâlim felek Ya’nî zevcim ‘Ali Pâşâ da gitdi ‘Adn’e dek (38/7)

Yâdigâr kalmış idi Hayriyye Sultân bana Kalb-i mahzunum onunla eğlenirdi dâ’imâ (38/8)

Nûr-ı çeşmimdi surûr-ı kalb-i vîrânım idi Hemdem ü yâr-i şefîküm sînede cânım idi (38/9)

Hüsnü hulku veş cemîl ü pek güzel idi kızım Hayra mâ’il merhametli bî-bedel idi kızım (38/10)

Âh kim ol nevcivân ü gül-fidânım nâ-gehân Uğradı bir derde aslâ bulmadı çâre amân (38/11)

Bülbül-i rûh-ı latîfi uçdı bâg-ı cennete Mâder ile zevcini yandırdı nâr-ı firkate (38/12)

İşte bu pür yara sînem gördü bir yara dahı Uğradı ya’nî cefâ-yı çarh-ı gaddâra dagı (38/13)

Kardaşım ‘Abdülazîz Hân Pâdişâh-ı ‘asr iken ‘Adl ü lutf ü rahm ile bir tâcdâr-ı dehr iken (38/14)

Etdi terk-i saltanat bâ-hükm-i takdîr-i Hudâ Sonra yüz gösterdi ammâ emr-i cellâd-ı kazâ (38/15) Âdile Sultan’ın divanı incelendiğinde gerek nazım şekilleri gerek, kafiye, gerekse vezin bakımından pek çok hata göze çarpar. Divanda şiirler nazım şekillerinden ziyade nazım türlerine göre sıralandığı gibi, hiçbir nazım şekline dâhil edilemeyen yani bir anlamda kural dışı şiirler de vardır (Akyol, 2015: 9). Sadeddin Nüzhet Ergun, Âdile Sultan’ın şairliği hakkında şu değerlendirmeyi yapar: “Âdile muvaffakiyetli bir şair sa-yılamaz. Onda bir takım kafiye hatalarına, vezin ihmallerine bile tesadüf edilmektedir. Fuzulî, Muhibbî, Şeyh Galib gibi şairlere yazdığı nazirelerde katiyen bu büyük şairlere pek az bile olsa yaklaşamamıştır. Şekil ve edadaki acemiliğine rağmen Âdile, “Tahassürname”, “İftirakname” gibi manzumeleriyle bazı mersiyelerin-de ruhunun elemlerini terennüm edebilmiştir.” (Ergun, ty: 8). Bize göre divandaki kusurlar için acemilikten ziyade ihmal demek daha doğrudur. Bu ihmallerse şairin şiire yüklediği anlamla ve yaşadığı dönemin edebî anlayışıyla ilgili olmalıdır. Âdile Sultan’ın döneminde divan şiiri devrini tamamlamış, şairler için eleştiri me-kanizması olan edebi disiplin dağılmış, gelenek çözülmüştür. Bir başka ifadeyle, o devirde Âdile Sultan’ın ve diğer eski tarzda yazan şairlerin hatalarını tespit ve tenkit edecek, başarılı şiirleri ise takdir edecek bir edebî muhit kalmamıştı. Âdile Sultan’ın şiirlerinde teknik hatalar yapması, onun şairliğine elbette ki halel getirir, fakat bu hatalar onun divan şiirini bilmediği anlamına gelmez. Bizce Âdile Sultan edebî bir kaygı taşımak-sızın içini şiire dökmüş, yer yer şiirle halleşmiştir. Edebî bir iddia taşısaydı Tanzimat şairi gibi davranması veya bir kalem oynatma ile düzeltilecek hataları düzeltmesi gerekirdi. Yazımızın amacı bu hataları tespit ve tashih olmadığı için divandaki hatalardan yalnız iki tanesini örnek olarak veriyoruz. Divan şiirine aşina hemen her okuyucunun rahatlıkla tespit edebileceği bu hataları, şairin gözden kaçırmasını ise edebî kaygı taşımamasıyla izah ediyoruz. Aşağıya aldığımız dörtlükte hiçbir kafiye kaidesine uyulmamış, bütün dizeler serbest şekilde yazılmıştır. Divan şiirinde bu affedilir bir kusur değildir: Mahabbet râhını seyrân ederken Göründü nûr-ı dîdâr-ı Muhammed Sa’âdet hırkası deste verildi Diyelim cân ü dil ile salavât (Na’t 2/1) Âdile Sultan, “olur” redifli gazelinde iki matla yazmış ve gazel kafiye düzenini (aa, xa, xa …) ihlal etmiştir. Oysaki beyitlerden birisi atılsa şiir kurala uygun hale gelecektir. Bu hatanın fark edilmesi ve düzel-tilmesi için şiirlerin sadece bir kez gözden geçirilmesi yeterlidir.

Page 66: HECE TAŞLARI - Turuz

14 He c e t a ş l a r ı 2 5 . S a y ı O n 5 m a r t 2 0 1 7

Vech-i dilber geh nihân gâhî ‘ayân-ı cân olur Göse dil zülfüñ esîr-i ‘aşk-ı pür-hayrân olur (Gazel, 30/1) Hamr-ı ‘aşkı tâ ezelde nûş eyleyen sekrân olur Bahr-i safvet içre ol kalbi safâ-efşân olur (Gazel, 30/2)

Âdile Sultan’ın Hece Ölçüsüyle Yazdığı Şiirler: Âdile Sultan’ın divanında hece ölçüsüyle yazılmış iki şiir bulunmaktadır. Bu şiirlerden birisi, “lâ ilâhe illallah” redifli 6 beyitten oluşan bir şiirdir. Bu şiirin türü Allah’ın birliğini ve yüceliğini anlatması ba-kımından tevhit olarak değerlendirmelidir. Nitekim şiir, divanda “Tevhidât başlığı altında yer almıştır. Şiirin ilk beytinin ikinci mısrasında bir aksaklık görülmektedir. Bütün mısralar 14 heceden oluşurken bu mısra 15 heceden oluşmaktadır. Açıkça görüleceği üzere diğer beyitlerin ikinci mısrası gibi, ilk beytin ikinci mısrası da “Diyelim (fa’lem ennehü lâ ilâhe illallah) yerine “Gel diyelim ‘aşk ile (lâ ilâhe illallah)” şeklinde olma-lıydı. “Dost hemân bir Allah hem Muhammed Resûlullah”, ifadesi, bir şiirin ilk mısrası olarak fâsih de-ğildir. Bu mısra daha akıcı halde söylenebilirdi. “hemân”, “hem” ve “bir” kelimelerinin kullanımı akıcılığı engellemektedir. Şiirin üçüncü beytindeki, “yanar nûrun çerâgı” ifadesinin “yanar çeragın nûru” şeklinde kullanılması daha uygundur. Türkçede “yanar ışığın mumu” demeyiz, “yanar mumun ışığı” deriz. Beşinci beyitte, “Okuyunca demâdem dil bula şevk u ‘âlem” dizesiyle kelime-i tevhidi sürekli okuyunca gönlün şevk ve âlem bulacağı bildirilmiştir. Burada “şevk” kelimesinin yanına daha uyumlu bir kelimenin tercih edilmesi mümkündür. Mesela “şevk u cezbe”, “kemâl-i şevk” veya aynı zamanda bir musiki makamı olan “şevk u tarab” tercih edilebilirdi. Dost hemân bir Allah hem Muhammed Resûlullah Diyelim (fa’lem ennehü lâ ilâhe illallah) (4/1)

Tevhîdden murâd cemâl ya’ni vech-i Zü’l-celâl Gel diyelim ‘aşk ile (lâ ilâhe illallah) (4/2)

Dilde olunca zikri yanar nûrun çerâgı Gel diyelim ‘aşk ile (lâ ilâhe illallah) (4/3)

Miftâh-ı cennet etdi mü’mînlere onu Hakk Gel diyelim ‘aşk ile (lâ ilâhe illallah) (4/4)

Okuyunca demâdem dil bula şevk u ‘âlem Gel diyelim ‘aşk ile (lâ ilâhe illallah) (4/5)

Beyt-i Hudâ’dır gönül bâkî yine hem oldur Gel diyelim ‘aşk ile (lâ ilâhe illallah) (4/6) Âdile Sultan’ın hece ile yazdığı bir diğer şiir ise 8 heceli ve “İncitme hiç dervîşleri” rediflidir. Şiirin kafiye düzeni baba, ccca, ddda, eeea, ffffa şeklindedir. Şiir, oldukça sade bir dille yazılmıştır. İkinci dörtlüğün ilk dizesinde “Olmaz dahi sagı solu” denilerek ilk dizeyle bağlantı kurulmuş, dervişlerin Hak yolundan başka bir yöne meyletmeyecekleri anlatılmak istenmiştir. Buradaki “dahi” bağlacı hece sayısını tamamlamak için kullanılmış intibaı uyandırmaktadır. Bu dizede meram farklı şekilde dile getirilebilirdi. Üçüncü dörtlüğün ikinci dizesinde “Dosta bunlar buldu visâl” denilmiştir. Burada “visâl” kelimesiyle “bulmak” kelimesinin bir arada kullanılması yaygın bir kullanım değildir. “Visâl” kelimesi “ermek” kelimesi ile bir arada “visâle ermek” şeklinde kullanılır. Dizede “visâle ermek” şeklinde bir kullanım mümkün olmasa bile tam kafiyeden feragat edip aynı anlamı karşılamak üzere “Dosta bunlar oldu vâsıl” demek uygundur veya benzer anlamda “Dostla bunlar oldu hem-hâl” denilebilirdi. Hak yoluna cân verdiler İncitme hiç dervîşleri Cânân yolunu buldular İncitme hiç dervîşleri (45/1)

Page 67: HECE TAŞLARI - Turuz

15Hecetaşlar ı 25.S ay ıO n 5 m a r t 2 0 1 7

Dervîşleriñ Hak’dır yolu Olmaz dahi sagı solu Hak erenler kılmış velî İncitme hiç dervîşleri (45/2) Dervîşleriñ vasfı muhâl Dosta bunlar buldu visâl Böyle demiş ehl-i kemâl İncitme hiç dervîşleri (45/3)

Onlar cihandan geçdiler Akla karayı seçdiler Vahdet şarâbın içdiler İncitme hiç dervîşleri (45/4)

Âdile uzatma sözün Dervîş edegör sen özün Tâ göresin Hakkın yüzün İncitme hiç dervîşleri (45/5)

Sonuç: Sonuç olarak, Âdile Sultan’ın yardımseverliğiyle örnek bir insan olmasının yanında şiirle de meşgul olması takdire şayandır. Âdile Sultan Divanı’nın teknik boyutu bir yana en önemli vasfı bizce samimiyetidir. Çocuk yaşta anasız ve babasız kalan, dört defa evlat acısı yaşayan ve sevdiklerini bir bir kaybeden sultanın, matemini daima taze tuttuğu muhakkaktır. Dolayısıyla, Âdile Sultan’ın şiirleri acılarla dolu imanlı bir ruhun sızıntıları olarak düşünülmelidir. Şaire sultan, çoğu dinî muhtevalı şiirlerinde mütedeyyin bir insan olarak duygularını ifade etmiş, özellikle münacat ve tevhit türünde yazdığı şiirlerle Cenab-ı Hakk’a iltica ederek nazmen dua etmiştir. Bu şiirlerde her haliyle teslimiyet içerisinde olduğunu hissettiren ve kendinde kusur arayan şaire, acziyetini ifade eder. Öbür yandan Âdile Sultan’ın şiirleriyle kimsenin ilgisini çekmek veya birilerinin takdirini toplamak gibi bir kaygı taşımadığı ortadadır. Belki de sultan, şiirlerini tekrar gözden geçirmiş olsa teknik aksaklıkların birçoğunu kendisi tespit edip düzeltebilirdi. Hece vezniyle iki şiir yazan Âdile Sultan, bu şiirlerde sade ve yalın bir dil kullanmış, söz oyunlarına da pek başvurmamıştır. 14 heceli ilk şiirde durağa (7+7=14) riayet eden şaire, 8 heceli ikinci şiirde durağa dikkat etmemiştir. Sanat yönüyle Âdile Sultan’ın aruzla yazdığı şiirlerin, eksik ve kusurlarına rağmen, hece ile yazdıklarından daha başarılı olduğunu söylemek mümkündür.

KAYNAKÇA AKYOL, İbrahim, “Âdile Sultan Divanı’nda Nazım Şekilleri ile İlgili Problemler”, Karatekin Edebiyat Fakültesi Dergisi, 2015, Sayı: 5, ss. 1-10. AZAMAT, Nihat, “Âdile Sultan” TDV İslam Ansiklopedisi, C: 1, İstanbul, 1988, ss. 382-383. BURSALI Mehmet Tahir, Osmanlı Müellifleri, Cilt: 3, Matbaa-i Amire, 1338. ERGUN, Sadeddin Nüzhet, Türk Şairleri, C. I., [y.y., t.y.] İNAL, İbnülemin Mahmut Kemal Son Asır Türk Şairleri, C: I, MEB Yay., İstanbul, 1969. MAZAK, Ferda, “Âdile Sultan’ın Üsküdar’da Yaşadığı Mekânlar, Vakıfları ve Bugünkü Durumları” Üsküdar Sem-pozyumu I, 23-25 Mayıs 2003 Bildiriler, Cilt: 2, Üsküdar Belediye Başkanlığı Üsküdar Araştırmaları Merkezi Yay., İstanbul, 2004, ss. 123-138. MEHMED Süreyya, Sicill-i Osmanî, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, I-VI, İstanbul, 1996. OSMANOĞLU, Ayşe, Babam Sultan Abdülhamid, Selis Kitaplar, İstanbul, 2007. ÖZDEMİR, Hikmet Âdile Sultan Divânı, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara, 1996. ÖZGİŞİ, Tunca “Osmanlı’da Bir Kadın Eğitim Gönüllüsü: Âdile Sultan”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, Cilt: 6, Sayı: 26, 2013: 463-469 PALA, İskender, “Adlî Kızı Âdile” Tarih ve Medeniyet, Sayı: 45, 1997, ss. 23-25. SAZ, Leyla, Haremde Yaşam, Saray ve Harem Hatıraları, Dün Bugün Yarın Yay., İstanbul, 2010. ULUÇAY, M. Çağatay, Padişahların Kadınları ve Kızları, Ötüken Yay., İstanbul, 2011. 1Şiir örnekleri, Âdile Sultan’ın Himmet Özdemir tarafından yayınlanan divanından alınmış ve beyit numaraları verilirken bu yayına sadık kalınmıştır.

Page 68: HECE TAŞLARI - Turuz

16 He c e t a ş l a r ı 2 5 . S a y ı O n 5 m a r t 2 0 1 7

BÜLBÜL

Rafet AKSOY

Bülbül gülü seversin Gülün kavli var mola. Nağme nağme översin Gülün meyli nâr mola. Güneş doğar bitersin Gülün misk-i amber mi? Ay tepede yitersin Gülün dili hançer mi? Bülbül gülü kıskanma Gökte uçan gül değil Her çiçeğe dillenme Gülün gönlü lâl değil. Bülbül gülü incitme Gül nazenin, gül zarif Kanat çırpıp da eğme Gül kırılgan, gül latif. Gönlü zengin Alacan Bülbül gibi yâr mısın? Bu diyarda gül nice Sen bir güle kâr mısın?

YAZIK SANA

Durani KOCAGA

Zalim bekler dar sırasın Kuramazsan yazık sana Gönüllerde dost yarasın Saramazsan yazık sana Ağzında bir zafer marşı Çınlatmıyor naran arşı Bozuk düzen zulme karşı Duramazsan yazık sana Gözü döner kör kasabın Bozulmadan yar asabın Çarpıklığın tüm hesabın Soramazsan yazık sana Can cananı Mevla kayra Eller doymaz bizi seyre Bu sözümüz Ozan hayra Yoramazsan yazık sana Tok ses verir şu kofların Neye yarar boş lafların Haram yiyen şer safların Yaramazsan yazık sana Bir iş yapar kırık kamga Özde sözde sensin imge Düşüncenle çağa damga Vuramazsan yazık sana Dost Durani can akamın Hesabı var her rakamın İnsanlıktır son makamın Varamazsan yazık sana

Page 69: HECE TAŞLARI - Turuz

17Hecetaşlar ı 25.S ay ıO n 5 m a r t 2 0 1 7

SAVAŞIN ÇOCUKLARI

Gülden TAŞ

Yıkık viran dağılmış, taş üstünde taş kalmazTesadüfen yaşıyor savaşın çocukları.İnsanlık, vicdan varsa buna yürek dayanmazDehşet ile koşuyor savaşın çocukları. Kan çağlıyor damardan, kapanmış barış limanVahşetin ölçüsü yok, kalmamış tek/bir gümanHalep’de Suriye’de zulümde her müslümanSabır doldu taşıyor, savaşın çocukları. Üst başı kan içinde, yaşamamış dünündeAnnesi kirletilmiş, gözlerinin önündeBabası öldürülmüş, sabre doğum günündeMezarını eşiyor, savaşın çocukları. Kalem, kâğıt, okul yok tanımıyor silgiyiUnutmuş sevilmeyi, göremiyor ilgiyiÇocuk yaşta unutmuş, okumayı bilgiyiKurşunlar koşuyor, savaşın çocukları. Gözler korku yaş dolu, sokaklar ölüm kokarMenfaat ön planda, ecnebi cihan yıkarBebeler süt bulamaz, feryatlar nefes yakarKan toprağa düşüyor, savaşın çocukları. Top, mermi, tank sesleri kulağı etmiş sağırDuyulmuyor sesiniz, çığlık çığlığa bağırBu neyin bedelidir, yükünüz böyle ağırYalınayak üşüyor, savaşın çocukları. Halep tarumar halde, yuvasından atılmışYahudi, ermenisi bu savaşa katılmışÇıkarları uğruna, her pazarda satılmışAteşlerde pişiyor, savaşın çocukları. Açlık, korku, vahşetin ortasında yaşıyorÇocuksu bedeniyle, ne acılar taşıyorMermi adres sormuyor, kör kurşunla düşüyorToprağa karışıyor savaşın çocukları.

İKİ ŞİİR

Cahit CAN

YOLLAR

Hasret buram buram, yaş damla damlaGidenin ardından ağlayan yollar.Yolculukla başlar ayrılık derdiSılayı gurbete bağlayan yollar.

Yılan kıvrımıyla su gibi akıpGidenin ardından hasretle bakıpÂşığı maşukun derdiyle yakıp Diyarı gurbette eğleyen yollar.

Gözler hep yollarda, kulaklar sesteFeryat eder gönül, kalmış kafesteHasret ezgi olur, gözyaşı besteAyrılık türküsü söyleyen yollar.

Ferhat’ı dağlara götüren onlarKerem’i Aslı’ya yetiren onlarMecnun’u çöllerde yitiren onlarNice gönülleri dağlayan yollar.

ANNEM

Şu hayatı sensiz düşünüyorum,Hiçbir şeyin tadı olmuyor anne!Düşlerimi bile süsleyen sensinBaşkası kapımı çalmıyor anne!

İnan, başım arar sıcak diziniYastıklar vermiyor onun hazzınıBir gece görmesem o gül yüzünüGözlerim uykuya dalmıyor anne!

Bütün sızılarım diner dizindeGüldüğünde güller açar yüzündeHayatımın baharında, yazındaSensiz asla bir tat kalmıyor anne!

Sevgiyi, şefkati hep sende buldumGülmedin yüzüme; sarardım, soldumBırakma elimi; perişan oldumSensiz sızılarım dinmiyor anne!

Page 70: HECE TAŞLARI - Turuz

18 He c e t a ş l a r ı 2 5 . S a y ı O n 5 m a r t 2 0 1 7

PLATON DÜŞÜNCESİNDE “ŞİİR-İ İLHAMΔ

Doç.Dr. İrfan GÖRKAŞ Daha önceki bir yazımızda, Şehabettin Süleyman’ın ‘şi’r-i ilhâmî’ fikrini ele almıştık. Orada ilhamın kaynağı toplumdu. Şehabettin Süleyman şairi ikiyi ayırıyor ve ilhamî şiiri olumlamıyordu. Bu durum, ilham kavramının poetika tarihinden hareketle ele almayı gerektirmekteydi. Biz bu yazımızda, ona bir ilk adım atmayı deniyoruz. Çünkü ilham, poetika tarihinde önemli bir kavramdır ve poetikanın olmazsa olmaz kav-ramlarından birisidir. O nedenle bu yazımızda, ilham kavramı üzerine ilkyazı yazan düşünürlerden Platon’a gidecek ve onun ‘ilhamî şiir’inden söz edeceğiz.

Bilindiği gibi Platon, MÖ 427 ile MÖ 347 yılları arasında seksen yıl yaşamış şair-filozof bir kimsedir. Gerçek adı Aristokles olan Platon, adını geniş omuzları ve atletik yapısı sebebiyle almıştır. Yirmi yaşından Sokrates’in ölümüne kadar onun öğrenciliğini yapmış ve Atina Akademisini kurmuş, felsefe eğitimiyle meş-gul olmuştur.

Platon, şiir/ilham meselesini doğrudan gençlik diyaloglarından İon ile yaşlılık diyaloglarından Dev-let’te ele almıştır. Her iki eser, incelendiğinde onun şiirin hem lehinde, hem aleyhinde olduğu intibaı alınır. Bu konuda yazılanları bulmak mümkündür. Ancak biz, yukarıda da söylediğimiz gibi Platon’a ‘ilham’ mer-kezli bir bakışla önce İon üzerinde duracak, Devlet’i bir başka yazıda ele almak üzere ileri bir tarihe bıraka-cağız.Yazımızda İon, iki anlamı içermektedir. Birincisi diyalog, ikincisi diyaloğun adını kendisinden aldığı İon. İon, gerçekte şiirle meşgul bir kimsedir. Süslü elbiseler giymekte, güzel görünmeyi sevmekte, ünlü şairlerin şiirleri arasında yaşamaktadır. Seyirciler önünde şiirler okumaktadır. İon, meşgul olduğu şiir sanatını sev-mekte, Şair Homeros üzerinde kendisi kadar hiç kimsenin güzel konuşmadığına iddia edip inanmaktadır. Platon’un deyimiyle o tam bir Rapsod’dur.

Rapsod İon, Homeros üzerine bütün ustalığıyla konuşmakta, konuşmasıyla dinleyenleri şaşırtmakta-dır. Buna mukabil İon, başka şairlerden söz etmek isteyince söyleyecek bir şey bulamamaktadır. İşte bu hal, Platon’a göre İon’un şairliğinde, şiirle meşguliyetinde şüphelere sebep olmaktadır. Şiirler okuduğuna göre İon, gerçekten bir şair midir? Üzerine konuştuğu şairin ne dediğini anlamayan bir insan rapsodluk yapabilir mi? Bu haliyle o, dinleyiciler önünde şairin düşüncesine nasıl tercüman olabilir?

Platon’un poetika diyaloglarında söz ettiği şair, ya Homeros’tur, ya Hesiodos’tur. Yani bu ikisi başta gelmektedir. Homeros şiirlerinde, savaşları, insanlar arasındaki ilişkileri, Tanrıların birbirlerine ve insanlara karşı davranışlarını, göklerde olup bitenleri, Hades’te geçenleri, kahramanları ve onların soylarını ele alır. Başka bir ifadeyle bu konular, o günkü şiirin konularıdır (tema).

İon, Homeros söz konusu olduğunda, şiir konularını çok güzel anlatmaktadır. Başka şairler söz ko-nusu olduğunda, onlara ilgi duymamakta ve uyuklamaktadır. Oysa Homeros söz konusu olduğunda dikkat kesilmekte, söyleyecek çok şey bulmaktadır. Bu şu anlama gelmektedir: İon, Homeros’un güzel anlattığını söylemekle güzel konuşanı, güzel yazılan şiiri bilmektedir. Güzel konuşanı bilmesi, onun güzel konuşma-yanları bildiğini de imlemektedir. Ama gerçek hiç öyle görünmemektedir. Bu şu demektir: Bir ressamın eser-lerinde iyi olanlarla kötü olanları ayırıp başka bir ressamın yaptıkları karşısında ağzını açmayan bir kimse gerçek ressam olamaz. Yani gitar çalanlar, flavta çalanlar veya şiir okuyanlar üzerinde konuşanlar, yalnız bir çalgıcı, yalnız bir şiir okuyucu üzerinde konuşmakla gerçek sanatçı (çalgıcı, şair) olamaz. Sorun, İon’un şiirin mahiyetini bilip bilmediğidir.

Sokrates üzerinden konuşan Platon’a göre İon’un iyi konuşmasını sağlayan şey, onun sahip olduğu, bildiği bir sanat değil, ilahî bir cezbedir. Bu cezbe, Magnesia taşı denen bir taşın çekimine benzemektedir. Bu taş, demir halkaları çekmekle kalmaz; o halkalara kendi çekimini geçirir; o halkalar da başka halkaları çekerler. Öyle ki, bazen birbirine yapışmış bir sürü demir halka görülür. Ama dikkat edilmelidir ki her halka, çekimini o taştan almaktadır.

Page 71: HECE TAŞLARI - Turuz

19Hecetaşlar ı 25.S ay ıO n 5 m a r t 2 0 1 7

İon’la Homeros arasındaki ilişki de budur. İon’la Homeros arasındaki ilişkiyi açıklamak için Pla-ton, Magnesia-demir halka örneğinden Musa’lar-Şairler örneğine geçer. Bu sefer cezbe yerine ‘ilham’ kavramını kullanır. Buna göre şairlere ilhamı verenler Musa’lar’dır. Şairler de bu ilhamı başkalarına geçirirler. Büyük destan şairleri, büyük lirik şairler, o güzel şiirleri, sanatla değil, Tanrı ilhamı ile Tanrı cezbesi ile yazmışlardır. Bu durum Platon’un düşüncesinde yer alan ilhamın ilk-olumlu özelliğini oluş-turmaktadır. İlhamla ilgili ikinci husus, ilham anıyla alakalıdır.

Platon’a göre şair, ilham duymadan, kendisinden geçmeden, aklı başında iken, hiçbir şey yapa-maz, yaratamaz. Tanrı vergisi olmadan kimse şiir söyleyemez. Şairler şiirlerini Tanrı vergisi ile söyle-diklerinden, her biri Musa’nın kendisini sürüklediği türde, yani kimi destanda, kimi lirikte, kimi övgüde, kimi de yergide başarı gösterir; öteki türlerde ise kötü bir şair olurlar. Hermes üzerinden söylemek gerekirse, şiir hermetik olandır, ‘kadîm’e ilişkin bilginin insanîleş-miş formudur. Bu bakımdan Platon, ilham alan şairleri peygamberlere benzetir. Şairler şiirle meşguliyet-lerinde akılları (logos) başlarında değillerdir, bellekleri faaldir. Hermes’in yaptığı Tanrı sözünü insanlara tercümeden ibarettir.

Şairlerin söyledikleri sözler kendi sözleri değil, Tanrı sözleridir. Bu bakımdan şair Tanrıya tercü-man olmaktadır. Şair Tanrıya tercüman olduğu gibi Rapsodlar da tercümanın tercümanı olmaktadırlar. Sözgelimi İon, Homeros’un destanlarını okurken aklı başından gitmekte, aklı savaşların olduğu yerlerde dolaşmakta, acıklı parçalar okurken gözlerinden yaşlar gelmekte, korkunç şeyler söylerken tüyleri diken diken olmaktadır. Seyirciler de ortada korkulacak bir şey yokken dehşete düşmekte, zaman zaman göz-yaşlarını tutamamaktadırlar. Bu bakımdan seyirciler, cezbesini Magnesia taşından alan halkalara benze-mektedirler. Bu durumda, Rapsod orta halkayı, şair birinci halkayı oluşturmaktadır. Tanrı cazibesini bu halkalardan geçirerek insanın ruhunu istediği yere çekmektedir.

Yine bir şair bir Musa’ya, bir başkası başka bir Musa’ya bağlıdır. “Şair cezbe halindedir” demek, şair Musa’ya bağlı demektir. Şaire bağlananlar da ilhamlarını bağlandıkları şairden almaktadır. Başka bir deyimle Homeros’a bağlı olanlar, Homeros’un cezbesi altındadır ve Rapsod İon da bunlardan biridir. Yani İon, Homeros’u övmedeki başarısını, sanatına değil, Tanrı vergisine borçludur.

Kaynakça

Eflatun, İon, çev. İhsan Bozkurt, MEB, İstanbul 1997.Fatma Paksüt, Platon ve Platon Sonrası, KTB, ss.28-30

Page 72: HECE TAŞLARI - Turuz

20 He c e t a ş l a r ı 2 5 . S a y ı O n 5 m a r t 2 0 1 7

GELDİM SANA

Erol BOYUNDURUK (Giryani)

Elim boştur yüzüm kara Kul olmaya geldim sana. Aşkın ile yandım kora Kül olmaya geldim sana.

Nefsim şeytan, çoktur hilem Artar derdim, bitmez çilem Dost kabene perde olam Tül olmaya geldim sana.

İster gözlerimi kör et İster her işimi zor et En çirkin kuluna yar et Dul olmaya geldim sana.

Böl ve topla küsür olam Hatalıyım kusur olam Eşiğinde hasır olam Çul olmaya geldim sana.

Senden gelir ise emir Yanar sinem olur kömür Bilirsin hammaddem çamur Kil olmaya geldim sana.

Çeksen Giryani’yi dara Senden başka kime vara Böl parçala asırlara Yıl olmaya geldim sana.

İKİ ŞİİR

Osman Bölükbaşı DARA

BOZKIRIN TEZENESİ

Tevazu gönüllü, bülbül avazlı Ozanlar çınarı, dalıydı Garip. Garip bilinse de bir Gönül Dağı Bozkırın tükenmez balıydı Garip. Sazın evliyası, gönül eriydi Sevgiyi Allah’ın lütfu bilirdi Gönüller O’nunla cuşa gelirdi Duygu deryasının salıydı Garip.

Hak’tan gel gel oldu, gül benzi soldu Duyunca herkesin gözleri doldu Kıyamete kadar efsane oldu Mızrabın, perdenin teliydi Garip.

NEŞET ERTAŞ

Ecel şerbetini soluksuz içti Felek bizden bu kez bir cevher seçti Şu fani dünyadan bir garip göçtü Sazlar mahzun oldu, türküler Garip.

Çığrışan bülbüldü, herkes severdi Âşık, ma’şuk, dertli O’nu dinlerdi Sırma teller inim inim inlerdi Teller mahzun oldu, perdeler Garip.

Efkârımız baştan gitmiyor artık Gönül Dağı duman tütmüyor artık Şeyda bülbül bağda ötmüyor artık Bağlar mahzun oldu, bahçeler Garip.

Page 73: HECE TAŞLARI - Turuz

21Hecetaşlar ı 25.S ay ıO n 5 m a r t 2 0 1 7

KAÇ SENE

Esat ANIK

Yıllarımı talan ettim savurdum Ben güzel bir “yön” aradım kaç sene. Yüreğimi kebap ettim kavurdum Tek güzel bir “gün” aradım kaç sene.

Çıktım dağlar zirvesine bakındım, Her an yârin yokluğuyla yakındım Edep dedim, hayâ ettim sakındım, Yüce yerden “kün” aradım kaç sene.

Vakit geçti, zaman geçti, an geçti Merak geçti, hayal geçti, zan geçti Gözümün önünden yaşanan geçti Benliğimde “ben” aradım kaç sene.

Döndüm gönül gözü açık olana, Ben razıyım kısmetimde kalana. Helal olsun sevdiğini bulana, Ben içimde “sen” aradım kaç sene.

NEVRUZİYE*

Tayyib ATMACA Önce cemre düşer havaya suya Sonra yavaş yavaş toprak uyanır Kan deli çavlana döner damarda Nevruz karı yarıp günü selamlar Sen de yüreğinle toprağa otur Canında çiçekler açsın Hanım hey

Sürülsün tarlalar bider ekilsin Fidanlar dikilsin budansın bağlar Yaylakların diz boyunca ot olsun Tavlalarda sürü sürü at olsun Rahim olan pak eylesin yüzünü Ellerin bereket biçsin Hanım hey

Elin oban hasta sayrı görmesin Bağın bahçen tutulmasın maraza Tabak uzak dursun maldan malelden Eksilmesin sofralarda ağartı Çift doğursun buzalacı inekler Her günün toy gibi geçsin Hanım hey

Allah dirliğine zeval vermesin Tor tosunlar kayışları yarmasın Çobanların ziyanlığa gitmesin Yatmasınlar koyaklarda yan gelip Kurtlar ile dost olmasın itleri Gözlerini sekiz açsın Hanım hey

Yalancının mumu akşamdan sönsün Ar namus sokakta seyip gezmesin Hicaptan kızarsın toraşan kızlar Çadırı yıkılsın haramzadenin Nefsine uyanın nesli olmasın Sürülsün obandan göçsün Hanım hey

*Nevruz günleri padişahlara sunulan kasidelerdir. Bu kasidelerde bahar, doğum, yaratılış, doğa gibi konular işlenir. Halk ozanları tarafından yazılırlar.

Page 74: HECE TAŞLARI - Turuz

22 He c e t a ş l a r ı 2 5 . S a y ı O n 5 m a r t 2 0 1 7

ÇEYREK KÂFİYE VAR MIDIR?

Seyit KILIÇ Bazen gerek sanal âlem de gerekse reel âlemde kâfiye tartışmalarına şahit olduğumuz bir ger-çektir. Hemen hepimiz edebiyatla iştigal ettiğimizden dolayı kâfiye ve çeşitlerini bilmeyenimiz yoktur. Ancak son zamanlarda bazı gereksiz tartışmalara da şahit olmaktayız. Bu tartışmalar tarihler boyunca kullanılan yarım, tam, zengin, tunç ve cinaslı kafiyelerin etra-fında dönüp durmaktadır. Burada tunç kafiyenin zengin kâfiye sayılmasını ya da bazı cinas türlerinin -mesela mefru cinas ve nakıs cinas- tam, zengin ya da tunç kâfiye sayılmasını söz konusu etmeyeceğiz. Sadece yeni yeni duymaya başladığımız -Altın kâfiye değil- “Çeyrek Kâfiye” nedir, gerekli midir? Gibi konulara değineceğiz. Bir tartışma ortamında “Çeyrek Kafiyeye” misal olarak “dal, kül” - “az, söz” gibi bizim yarım kâfiye demiş olduğumuz örnekler verildi. Yarım kafiyeye misal olarak; gül, kul; dal, bel kelimeleri örnek gösterildi. Ancak şöyle tenkit süzgecinden geçirdiğimiz zaman bu kelimeler arasında bariz bir fark müşahe-de edemedik. Bu gibi kelimeler arasında ne gibi fark var da birisi çeyrek diğeri ise yarım kâfiye oluyor? Anlayamadık. Burada dikkat ettiğimiz kadarı ile sadece ve sadece çeyrek kâfiye denilen kelimelerde vokallerin dar ve geniş olması neticesinde varılmış bir fikir olduğunu; Yarım kâfiye denilmesine sebep olarak uyak-ların, her iki kelimedeki seslerin, geniş vokal ise geniş; dar vokal ise dar olması göz önünde bulunduru-larak söylenmiş bir söz olduğunu gördük. O zaman göz ardı edilen bir şey daha var. Bu tanıma göre gül ile göl, kul ile yol çeyrek kâfiye olmuş oluyor. Vokallerin ince ve kalın olmaları göz önünde bulundurulmamış oluyor. Tek heceli keli-melerle verilen bu örneklerde her hâlükârda bir tanım eksikliği bulunmaktadır. En güzel tanım tarihler boyunca kullandığımız gibi bu tür misallerde yarım kâfiye olmasıdır. Bence evet yeni şeyler tartışılmalıdır ve tek heceli her iki örnekte olduğu gibi kullanılan kelime-ler çeyrek değil, yarım kâfiye sayılmalıdır. Tek heceli bu tür kafiyelerle çeyrek kâfiye tanımı çözüm değildir. Çünkü kâfiye sadece şekilden ibaret olmayıp, kulağımızda yarattığı musiki ile de değerlendirilir. Bu açıdan baktığımız zaman dal ve gül ile kıl ile mil’in vermiş olduğu ahengin aynı olduğunu görürüz. Kaşık, kavak; ağaç, kılıç; güneş, karış gibi son harfleri aynı olan kelimelere gelince… Eğer sayı-lacaksa bu tür son harfleri hem sesli ve hem de sessiz ile biten kelimeler çeyrek kâfiye sayılmalıdır. İtiraf etmek gerekir ki, bunlarda yarım kâfiye tanımını göz önünde bulundurduğumuz zaman, yarım kâfiye görmek mümkün değildir. Böyle “çeyrek kâfiye” tanımı kullanılacaksa bu tür kelimelerde kullanılması gerekir. Çünkü ahenk dersek ahenk yok, yer yer büyük küçük ünlü uyumu desek onlar da yok! Ve dikkat edildiği kadarı ile sorunlu olan bu kelimeler tek heceden fazla olan kelimelerdir. Tek heceli kelimeler ile çok heceli bu tür kelimelerinde ahenk yönünden aralarının ayrılması lazımdır. Bu tür örneğe verilmesi gereken örneklerde tek heceli kelimelerden değil de çok heceli kelime-lerden örnek verilmelidir. Biz yarım kafiyeyi ahenk unsurunu göz önünde bulundurmadan sadece kalıplaşmış şekli ile tarife kalkışırsak elbette; tarak ile fıstık; Ayşe ile Mine’nin de yarım kâfiye olduğunu söylemek zorunda kalı-rız. Görüldüğü gibi iki heceli kelimelerde asıl kelimeyi yüklenen harf ve kelimenin telaffuzundaki tonlama diğer heceye geçerken harflerinin değişmesi, vurgunun değişmesi ahengi tamamen kaybetmek-te, çok cılız, kısır bir ses ile bunu temin etmektedir.

Page 75: HECE TAŞLARI - Turuz

23Hecetaşlar ı 25.S ay ıO n 5 m a r t 2 0 1 7

Yani tartışılması gereken bana göre tek heceli kelimeleri vokallerine bakarak “çeyrek” yahut “yarım” demek değil; Çok heceli kelimelerin sonundaki bir harf benzeşmesi ile oluşan ahenge bakarak bu konu tartışılmalıdır. Bu konuda Doğan Kaya’nın bir çalışması olduğunu duydum ama okuyamadım. Fakat bu tür bir tanımlama için daha çok araştırılması kanaatindeyim. Aynı zamanda tam uyaktan daha güçlü, zengin uyaktan zayıf olarak gösterilen kafiyelerde kelimelerin ahengi göz önünde bulundurulmuştur. Yine de tatmin edici değildir. Zira güçlü kâfiye tanımı cins bir tanımdır. Yeri geldiği zaman tam, zengin, tunç kâfiyeler ile yazılan şiirlere “Güçlü kâfiye yapısı ile yazılmış bir şiir” diyoruz. O zaman bu tanım eksik olmakla beraber, göz ardı ettiğimiz ikinci bir husus daha vardır: Bilindiği gibi kâfiye şiirin dış unsurlarından olmakla beraber asıl görevinin okuyucuya haz verebilmesi için sese bir ritim ve ahenk katarak musikiyi yakalamasıdır. Bunu böylece bildikten sonra ahenk unsur-larını şöylece sayabiliriz. Kâfiye, aliterasyon, asonans ve seci... Hep kafiyeyi konuşurken biz diğerlerini gözden kaçırıyor, onlarında şiirin ahenk unsurlarından birisi olduğunu düşünmüyoruz. Belki de düşünüyoruz ancak tartışma kâfiye olduğu için onu tartışmak istemiyoruz. Dalga ve gölge kelimelerinde zannedildiği gibi kâfiye yok -çünkü kâfiye tanımı zaten bellidir- aliterasyon vardır. Kelimede, -l ve- g sesleri bu aliterasyon yakalanırken geniş ünlüler ile bitmesi de sesteki ahengi yakalayınca bize güçlü bir kâfiye imiş gibi gelmektedir. Kasa ve kâse kelimelerinde de yine aynı şekilde aliterasyon vardır. Fakat buradaki ahenk diğeri kadar güçlü değildir. Bunun sebebi de bir konsonant benzeşmesidir. Yani demem şu ki; Kâfiye şiirin ahenk unsurlarından sadece bir tanesidir. Bunun yanında diğer saymış olduğumuz ahenk unsurları da vardır. O zaman bunların da göz önünde bulundurulması gerek-mektedir. Kavak-gerek, lavaş, görüş vs. gibi verilen örneklerde tanım yerine oturtulabilirse daha önce bazı yerlerde gündeme getirdiği gibi “çeyrek kâfiye” tanımı oturtulabilir. Fakat bu seferde Türk Halk şiirini incelediği-mi zaman -ç ile -ş’nin, -m ile -n’nin, -l ile -r”nin kâfiye olarak kullanıldığını görürüz. O zaman ya bunlarda kâfiye yoktur; halk ozanları mahreç yakınlıklarından dolayı kulak kafiyesi gibi yapmışlardır diyeceğiz veyahut tanımlanırken bunları da göz önünde bulunduracağız. Kaldı ki; şiir ile iştigal eden bir arkadaşımız bir de “Altın Kâfiye” tanımı çıkarmıştı… Artık ondan sonra altın kafiye-miz, gümüş kafiyemiz ve dahi elmas kafiyemiz bile olabilir!.. Yani tanımlamaları sağlam zeminlere oturtabilirsek, ondan sonra çeyrek kâfiye tanımını daha sağlıklı yapmış oluruz. Bütün bunlardan sonra çeyrek kâfiye çok konuşulması gereken girift konulardan birisi olarak karşımızda durmaktadır. Bununla beraber çeyrek kâfiye ise yukarıdaki örneklerle az da olsa izah edilmiş olmaktadır.

Page 76: HECE TAŞLARI - Turuz

24 He c e t a ş l a r ı 2 5 . S a y ı O n 5 m a r t 2 0 1 7

ÇELİKLEŞMİŞ UZLET RİSALESİ

Yasin MORTAŞ

-gece sesli gün-

-üçüz mısralar-*

sudur akar ağrır yağmur doğurur toprak yağmur ağrır akar sudur günler bir yaprak

çelik ateş kanı yakar yanar harmanım yakar kanı ateş çelik ardır dermanım

aşka tutkal sırlı ayna yüzünün şerhi ayna sırlı tutkal aşka günahlar şehri

sesli gece sessiz günüm ah/sensiz hânım günüm sessiz gece sesli canım mihmanım

kurşun kanlı silah yanlı yaralar aşkı yanlı silah kanlı kurşun paralar aşkı

camlar kırık uzak içli gelmedin yârim içli uzak kırık camlar gülmedin yârim

akşam yağsan sabah nil’sin uzlet ırmağım nil’sin sabah yağsan akşam sular çerağım

eylül /kitap sarı raflar döküldüm elif raflar sarı kitap eylül gelmedin elif

yasin mortaş aşka kıyam aşka tespih ol kıyam aşka mortaş yasin dosta kerpiç ol

* şiiri karşılıklı, alt alta, üst üste, aşağıdan yukarı, çapraz her ne şekilde okursanız şiir okumuş olursunuz.

Page 77: HECE TAŞLARI - Turuz

aylık şiir dergisi

On5nisan2017

HECE TAŞLARI

elektronik haberleşme adresi [email protected]

26

Page 78: HECE TAŞLARI - Turuz

Nurettin DURMAN / Prof. Dr. Saim SAKAOĞLU / Osman AKTAŞ / Nuri PEKSÖZHikmet ELİTAŞ / Âşık Cemal DİVANİ / Taner KARATAŞ / M.Nihat MALKOÇ

Səxavət İzzəti - ƏNDƏLİB / Ecir DEMİRKIRAN / İbrahim BAZ / Ali Kemal MUTLU / Kənan AYDINOĞLU / Mehmet BAŞ / Ahmet DOĞRU / Emrullah BEDİR

Rahilə DÖVRAN / Erol KOCA / Tayyib ATMACA / Tacettin ŞİMŞEK

KAPININDİLİ

B U S AY I DA

Eskiden kapının bir dili vardı, ahengi tınısı yerli yerinde, en fazla üç kere seslenir gelen, evde hane sahibinden kim varsa, gelenin elinden odaya akan, sese gönül kulağını açardı, kimse perdesini aralayarak, ya da pencereden kim o demeden, ya ince ya kalın o sese göre, kapıya koşardı yeldir yepelek, misafiri tebessümle karşılar, hürmetten elini göğsüne koyar, buyur ey-lemezdi yarım ağızla.

Eskiden her evin bir dili vardı, karnından konuşma yapan olmazdı, kapıdan sızmazdı sözün çatlağı, büyükler büyüktü küçükler küçük, kadınlar kadındı erkekler erkek, sözü bilen ortalığa konuşur, herkes hissesine düşeni alır, konuşulan odalarda kalırdı, büyükler kibirden riyadan uzak, küçüklere model insan olurdu, hikâyeler okundukça eskimez, destanların de-vamları yarındı.

Artık evler bir pakete konulan, üst üstüne birer kibrit kutusu, biri yansa hepsi birden tutuşur, kimin derdi duvarlarda gezinse, kimse kulağını açıp dinlemez, kiminin canından bir parça göçse, herkes birden bire körebe olur, sonra tikli gibi açar gözünü, başını tavana dikerek yürür, ya da asansörde vatsaba bakar, içinden vah vahla günü karşılar, selamün aleyküm demez kimseye.

Komşu komşu külün var mı, ortalıkta kaldı kabım kacağım, çamaşıra güve düştü düşe-cek, değirmene buğday götüreceğiz, çuvaldızınızı almaya geldim, bulgurunuz var mı, ununuz var mı, yetmezse size de bir kile verek, diye seslenecek komşu kalmadı, gönül sarayları bedesten oldu, artık muhtaç değil kimse kimseye, eskiden kapının bir dili vardı, bu günse uzaktan ku-mandaları.

Tayyib Atmaca

HECE TAŞLARI Aylık Şiir Dergisi Yayın Yönetmeni Tayyib Atmaca Kapak Fotoğrafı Yasin Mortaş Tasarım Adem Konan Yazışma Haydar Bey Mh. 32077 Sk. Armada 2 D 6 Onikişubat K.MARAŞ 0535 391 92 50 [email protected]

26. Sayı 15 Nisan 2017 ISSN 2149-4509. (e-dergi)

Page 79: HECE TAŞLARI - Turuz

03Hecetaşlar ı 26.say ıO n 5 n i s a n 2 0 1 7

GAZEL

Nurettin DURMAN

Dün gece mecliste perişan halin gördümCan ile canan arasında ahvalin gördüm

Felek bir devran etse sureta bir an gördümAh ile çıkılsa keşke gönüller viran gördüm

Ey gönül halden hale geçerken kavlin gördümCana işve değmez mi hançeri hain gördüm Bak zatına ey dilbaz ateşte alevin gördümAteş basmış gamzenin nasıl zevalin gördüm

Temaşa eyler imiş âlemi ahdin gördümÖyle bir hal içinde her hâl hayalin gördüm

Page 80: HECE TAŞLARI - Turuz

O n 5 n i s a n 2 0 1 704 He c e t a ş l a r ı 2 6 . s a y ı

ÂŞIK ŞİİRİNE MÜDAHALELER -1-ÂŞIK ŞİİRİNİ TÜRKÜLEŞTİRENLERİN ŞİİRE MÜDAHALE HAKKI OLAMAZ!

Prof.Dr. Saim SAKAOĞLU

Bir tarihte küçük bir yazı kaleme almıştım; adı “Eski ‘Bahçeler’den Korkan Öğretmen” idi (Sa-kaoğlu, Erciyes, 8 (92), Ağustos 1985, 25-26) Bu yazımızda, Kemal Demiray’ın hazırladığı, Temel Öğretim Okulları / Türkçe 8. Sınıf (1983) adlı kitabında yer alan, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Bursa’da Zaman” adlı şiirinden ‘atılan’ bir mısra üzerinde durmuştuk. Bu şiir mesnevi tarzında kafiyelendiği için, atılan (unutulan, alınmayan da diyebi-lirsiniz!) mısradan ötürü kafiye düzeni bozulmuş, mesela rr/ss/şş/tt şeklinde giderken birdenbire u/üü düzeniyle karşılaşıyorsunuz. Alınmayan mısra şu idi: Türbeler, camiler, eski bahçeler ‘Bu mısra niye alınmaz ki?’ diye düşünürken aklımıza Sayın Demiray’ın ‘eski bahçeler’i sev-mediği düşüncesine takıldı ve yazımıza da öyle bir başlık koyuvermiştik. (Kitabın ertesi yılki basımında (1983) eksik mısra yerine konulmuştur.)Özetlersek, hangi niyetle olursu olsun, pek ünlü bir şiirimizin kafiye düzenini de bozacak şekilde bir mısraı atılıvermişti. Gelelim Sümmanî’ye... Acaba onun başına, daha doğrusu bir şiirinin başına neler gelmiş, bir görelim. Aşağıda biri âşığımız hakkında hemşerisi olan bir öğretim üyesi tarafından hazırlanmış kitap-tan alınan, öbürü ise o şiirin evirilip çevirilip türkü haline getirilen şekillerini okuyacaksınız. Ancak bu evirilme aşamasında asıl şiirimizdeki üçüncü dörtlük atlanılmıştır. Ayrıca her iki metnin yazımına sadık kalınmış, herhangi bir düzeltme yoluna gidilmemiştir, A. Âşık Sümmanî’nin şiiri

El ele vermişler gelen güzeller Bir Tanrı selâmın vermez misiniz Mevlâm sizi süs için mi yaratmış Ben gel deyince gelmez misiniz Gurbete gidenler azığın alır Kimisi gider de kimisi kalır Kimi cevap için Kâbe’ye varır Kâbe kapınızda bilmez misiniz

Karadır kaşınız yaydan nic’olur Bugün dünyâ yarın ahiret nic’olur Bir gönül yapması yüz bin hac olur Siz gönül yapmasın bilmez misiniz

Sümmânî’yem ey dil yâri nideyim Başım alıp diyâr diyâr gideyim Yarın mahşer günü dava edeyim Siz mahşer yerine gelmez misiniz (Abdülkadir ERKAL (2007), Âşık Sümmanî, Erzurum, 332) B. Şiirin Türküleşen Şekli

Ceylan gözlerine kurban olduğum Tanrı selamını almazmısınız? Mevlam sizi süs için mi yarattı? Siz gel demeyince gelmezmisiniz?

Page 81: HECE TAŞLARI - Turuz

05Hecetaşlar ı 26.say ıO n 5 n i s a n 2 0 1 7

Gurbete gidenler azzığın alır Kimisi gider de kimisi kalır Kimi sevap için Kâbeye varır Kâbe kapınızda bilmez misiniz

……… (alınmayan dörtlük)

Sümmanîyim ben bu derdi niderim Başım alır diyar diyar giderim Yarın mahşer günü dava ederim Mahşer yerine siz gelmez misiniz (Sabahat Akkiraz, Türkülerle Gide Gide, 2003?)

NOT: Sümmanî’nın şiirini, hakkında yayımlanan daha önceki kitaplarda yer alanlarla da karşı-laştırmak bu yazımızın konusu değildir. Burada bir şiirin nasıl değiştirildiğinin gösterilmesi amaçlanmış-tır. Bu türkü için kasetin tanıtım kâğıdında Söz’ün Sümmanî’ye, Müzik’in ise Musa Eroğlu’na ait olduğu kaydı var. Acaba Sümmanî’nin şiirine dokunan sihirli el Sayın Eroğlu’nun eli olmasın! Ancak tanıtım kâğıdındaki metnin yazımı hatalıdır, biz türkü metnini aynen aldık. Sümmanî’de olmayan şiirin adı ise kasette Ceylan Gözlüm olarak verilmiştir. Aşağıda bir âşık şiirine nasıl müdahale edildiği, şiirin âdeta yeniden yazıldığı örnek mısralarla gösterilecektir. Bu alanın uzmanlarına, ‘Olmaz, bu kadar da olmaz!’ dedirtecek derece asıl şiirin baştan çıkarılmasının bu tehlikeli örneğine rastlamak pek de kolay olmayacaktır. Şiir ile türkü arasındaki görülen ve okuyucularımıza ulaştırılması uygun olan bazı değişiklikler aşa-ğıda gösterilmiştir. 1. Şiirdeki üçüncü dörtlük türküde yoktur; ancak kasetteki 12 parçanın iki tanesi dört dörtlükten oluşmaktadır. Bu dörtlüğün alınmama sebebi, türkünün uzun olacağı düşüncesi midir, bilemiyoruz. Ko-nusu ise bir bütünlük sağladığı için alınabilirdi diye düşünüyoruz. 2. Türküde yazım kurallarına uyulmamıştır. Bazı soru ekleri (mı, mi) bitişik yazılmıştır (1/2 ve 4). Özel adlar kesme işaretiyle ayrılmamıştır. Bağlaç olan ‘de’ bitişik yazılmıştır. Tabii derlemenin işaretle-rini yayıncı arkadaşımız koymuştur. 3. Farklı yazımla görülen bir kelime vardır: azık – azzık. 4. Kelimelerde, eklerde, hatta mısralarda önemli değişiklikler yapılmıştır; bazılarına özellikle dikkatinizi çekmek isteriz: a. Mısra baştan başa değiştirilmiştir. Sümmanî’deki, El ele vermişler gelen güzeller (1/1) mısraı türküde, Ceylan gözlerine kurban olduğum biçimini almıştır. Acaba, şiiri türküleştirenin böyle bir hakkı var mıdır? Olay, biraz da romandan senaryo hazırlayanların yaptığı işi andırıyor. b. Mısra büyük ölçüde değiştirilmiştir. Sümmanî’deki, Sümmânî’yem ey dil yâri nideyim (4/1) mısraı türküde, Sümmanî’yim ben bu derdi niderim biçimini almıştır. Diğer bir örnekte de; Sümmanî’de, Bir Tanrı selâmın vermez misiniz (1/2) mısraı türküde, Tanrı selamını almazmısınız biçimini almıştır. c. Kelimeler aynı kalmakla birlikte yerleri değiştirilmiş ve mısraa yeni bir biçim verilmiştir. Süm-manî’deki, Siz mahşer yerine gelmez misiniz (4/4) mısraı türküde, Mahşer yerine siz gelmezmisiniz biçimini almıştır. ç. İlk ve son dörtlüklerde kafiye ve redifle ilgili kelimelerin zamanları değiştirilmiştir: Yaratmış - yarattı, nideyim - niderim, gideyim - giderim, (dava) edeyim - (dava) ederim d. Bir fiil farklı bir biçime sokulmuştur. Birinci dörtlükteki, selam ver- biçimindeki fiil, selam al- biçimini almıştır. (1/2) e. İkinci dörtlük bir kelime değişikliği dışında aynen korunmuştur. Sümmanî’deki Kimi cevap için Kâbe’ye varır (2/3) mısraı türküde,

Page 82: HECE TAŞLARI - Turuz

O n 5 n i s a n 2 0 1 706 He c e t a ş l a r ı 2 6 . s a y ı

Kimi sevap için Kâbe’ye varır biçimindedir. “Kâbe’ye ne için gidilir?” sorusunun cevabı ne olmalıdır? Kâbe’ye cevap için gidilir / Kâbe’ye sevap için gidilir. Görünüşte ikinci mısra akla yakın gelmektedir. Bu mısraın doğru biçimi daha önceki basımlarına bakmanın uygun olacağı görüşündeyiz.f. Bütün bunlara karşılık yapılmayan (!) değişiklikler vardır. Biz, sadece ilk dörtlükteki bir noktaya eği-leceğiz. İlk mısrada, El ele vermiştir gelen güzeller (1/1) deniliyordu. “Müdahaleci”nin mısraı ise, Ceylan gözlerine kurban olduğum biçimindeydi. Sümmanî, “güzeller”den söz ediyor, “müdahaleci” ise “ceylan gözlü”den, “ceylan gözlüler”den değil… Böylece, çokluk olan özne teklik nesne oluveriyor. Ancak dörtlüğün devamındaki, “almazmısı-nız”, “sizi” ve “gelmezmisiniz” söyleyişleri hep çokluğunu korumuştur. “Müdahaleci”, nedense bu deği-şikliği yapmamıştır. Belki de, bu değişikliğin şiirde başka değişikliklere yol açacağını hesap ederek “es” geçmiştir. Öyle ya, o takdirde, “almazmısınız” “almazmısın”, “gelmezmisiniz” “gelmezmisin” olacaktır ve hece sayısında azalma olacaktır. “Sen” ve “siz” söyleyişi sayıyı etkilemeyeceği için fark edilmemiştir bile. Gelecek yazımızda Karaca Oğlan’ın Elif şiirindeki bir kelime üzerinde duracak, bazen bir keli-menin bile değiştirilmesinin şiirin ahengini nasıl bozabileceğini göstermeye çalışacağız. 19. yüzyılın en güçlü âşıklarından olan Sümmanî’nin oğlu Fahri’nin oğlu olan Hüseyin’in ustası amcası Şevki Çavuş’tur. Babası Fahri’den de bilgiler edinmiştir. 1937 yılında Narman’ın Samikale kö-yünde doğan âşığımız 2002 yılında Bursa’ya yerleşmiştir. İlkokul mezunu olan âşığımızın soyadı Yazıcı olup Sümmanoğlu mahlasını kullanmaktadır. Halk hikâyeleri tasnif ettiği gibi (musannif) aynı zamanda iyi bir de anlatıcıdır. Dudakdeğmez dalındaki şiirleri ve güzellemeleriyle tanınmıştır. Amcası Fahri Ça-vuş’un oğlu Nusret de güçlü bir âşık idi: 1945-20 Ocak 2003. Aşağıdaki şiiri ZEDELER diye de bilinir. Şiirin yayımlandığı Köz dergisi Atatürk Üniversite-si’nce yayımlanmıştır.

ZEDELER

Hoyrat ok atmasın gül yüzlü yâre Duvağı dokunur tülü zedeler. Yanılıp esmesin deyin rüzgâra, Yanağa dokunur alı zedeler.

Cananımın emsali var sanmayın, Uçan kuşa pay bile yok sanmayın, Su isterken her gözeden sunmayın, Damağa dokunur, dili zedeler.

Yâra deyin odasından çıkmasın, Hain gözler kör olsun da bakmasın, Gerdanına yakut zümrüt takmasın Bukağa dokunur, halı zedeler.

Perde çeksin, güneş bile vurmasın, Sümmanoğlu’ndan gayrısı görmesin, Kıskanırım, kemer dahi sarmasın, Saç bağı dokunur, beli incinir. (Güzelleme, Köz, 1 (1), Ağustos 1979, 33)

Page 83: HECE TAŞLARI - Turuz

07Hecetaşlar ı 26.say ıO n 5 n i s a n 2 0 1 7

Neden bilmiyorum ama Kahramanmaraş’ın gönlümde ayrı bir yeri var. Belki bunun kaynağı Mahzuni, Abdürrahim Karakoç ve Âşık Yener. Belki bunlara biraz nefis katarak salça, biber ve tarhanasını sayabiliriz. Hem gönlümü hem nefsimi meşgul eden şu üçlemeler ne güzel bir rastlantı, değil mi? Bu usta şair, kazak abdal geleneği ve ağır taş-lamalarıyla bilindiği için medyada kendine yer bula-mamış, ancak ozanlar ve halk ozanları geleneği üze-rine çalışanlar tarafından daha çok rağbet görmüştür. Zaten Kahramanmaraş’tan da halk ozanı ve mahalli sanatçılar salça ve biberden daha çok yetişmiş, miza-cımıza daha çok haz katmışlardır. Bu gönül adamı bakın kendini nasıl anlatı-yor:

“Bin dokuz yüz yirmi sekiz yılında Gelmişim dünyaya hayat yolunda Kader mektebinin meslek dalında Ozanlık ayılmış payımız bizim Gönlümüzün geldi şiir yazası Elbet aklımın da oldu rızası Kahramanmaraş’ın Afşin kazası Tanır kasabası köyümüz bizim Şecere kaydımız değil kırk, elli En az beş yüz yıllık mazimiz belli Kökenim temelli, köküm temelli Şerefli Beyleri soyumuz bizim”

Gönlü bir dergâhtan farklı olmayan Âşık Ye-ner kendini tanıtmayı başka bir şiirinde nasıl tamam-lıyor. “Âşık Yener benim ozan dağımda Her mevsim yıllarca ömür çağımda Dostluk gülü bitti gönül bağımda Kimler bakıp, kimler seçmediler ki”

Evet, 1928 yılında Afşin’in Tanır köyünde doğdu. Asıl adı Hacı Yener’dir. Tanırlı Âşık Yener diye de bilinir. Âşıklık geleneğini ve şiiri küçük yaş-lardan itibaren öğrenmeye başladı. İlkokulu köyünde okuduktan sonra Adana Düziçi Köy Enstitüsüne de-vam etti. Aynı dönemlerde de şiir yazmaya başladı. Küçük yaşlarda aile büyüklerinden dinlediği türkü-ler ve halk hikâyeleri geleneği tanımasında yardımcı oldu. 1946 yılında Hasanoğlan Köy Enstitüsünü bitirdi. Önce kendi yöresinde, daha sonra Kayseri ve İstanbul’da sağlık memuru olarak çalıştı. Bir süre de bucak müdürü olarak görev yaptı. 1962 yılında poli-tik nedenlerden dolayı 9 ay tutuklu kaldı.

Bundan dolayı uzun süre sıkıntılar yaşadı. Daha son-ra aklanarak eski görevine dönen Âşık Yener 1978 yılında emekli oldu. Âşık Yener, şiirlerinde, sevgi, doğa, ayrılık, toplumsal taşlama ve yergi gibi hemen her konuyu işlemektedir. Şiirlerinin birçoğu, çeşitli sanatçılarca bestelenen Âşık Yener’in “Deyişler De-meti” (1982), “Şiirler Demeti” (1992) ve “Yol Ver Dağlar Yol Ver Bana” (1998) adlı kitapları bulun-maktadır. Âşık Yener 2009 yılında İstanbul’da vefat etti, ancak görüldüğü gibi hala bizimle olmayı sür-dürüyor. Mekânı cennet, komşusu Muhammed Ali olsun. Âşık Yener, korkusuz, sivri dilli, peygamberin “En büyük cihat zalim bir hükümdara zalim olduğu-nu söylemektir” hadisine bağlılık gösteren biri…

“Korkmam ulan korkmam zalim dölleri Bin türlü sualle yorsanız beni Sıkı Yönetimin emir kulları Acı sözler ile kırsanız beni

Zincirlerle bağlansam da kolumdan Dipçiğiniz kalkmasa da dalımdan Halk ozanıyım dönmem yolumdan Çekip mavzer ile vursanız beni.

Namerdim ben size boyun bükersem Affedilmem için diller dökersem Kör olsun gözlerim bir of çekersem Bağlayıp cellada verseniz beni.

Ozan gerçek yazar, gerçeği söyler Açlıktan iniler şehirler, köyler Gene yazacağım hep aynı şeyler Yağlı kementlere sarsanız beni.

Çekseniz de Pir Sultan’ın darına Bugünkü sözümü koymam yarına Değil ki Maraş’ın zindanlarına Götürüp Fizan’a sürseniz beni. … Âşık Yener ölmez er oğlu erler Bir gün yıkılır bu köhne eserler Özü, sözü doğru, kendi mert derler Dosta, düşmanlara sorsanız beni.” Ben Âşık Yeneri gözümle değil, gönlümle tanıdım. Bu usta âşıkla toplum sorunlarının kişisel sorunlardan her zaman önde gelmesi gerektiğini öğ-rendim. Doğru insanların eğri insanlar arasında kal-dıklarına nasıl suçlu muamelesi gördüklerinin ve bu çaresizliğin bezginliğini hücre çeperlerimin yırtılışı olarak algıladım. Ama benden önce bunu söze döken biri vardı; Âşık Yener.

TANIRLI AŞIK YENEROsman AKTAŞ

Page 84: HECE TAŞLARI - Turuz

O n 5 n i s a n 2 0 1 708 He c e t a ş l a r ı 2 6 . s a y ı

“Efendim dünyada bütün rezalet Yıllar yılı başımızda taç bizim Namussuzlar adam vurur marifet Gerçeği söylesek hemen suç bizim

Ankara’da türlü türlü plan var İstanbul’da açık açık talan var Beş milyara köpek satıp alan var Hele sorsak değerimiz kaç bizim

Arsız diye diye arsız ettiler Yerimiz aldı da yersiz ettiler Bizi aç bırakıp hırsız ettiler Hapsanede beş yaşında piç bizim

Süleyman han emir vermiş askere Avrupa’ya seferi var kaç kere Viyana’da at sürdüğü yerlere Çöpçülüğe akın eden göç bizim … Âşık Yener hele bozma asabı Soysun dursun fırsatçılar kasabı Bir gün sorulacak bunun hesabı En sonunda alınacak öç bizim.”

Bir eğitimci olan Âşık Yener her gittiği yerin eğitimcileriyle görüşmeden edemez. Meslektaşları da kendisinden mutlaka ozan-ların tanıtımı konusunda yardım isterler, ya kendileri için söylenen bir şiir. Benzer bir olay sonucu bir köy öğretmenine söylediği bu şiire bakalım:

“Gözüm özlem özlem düşüp yollara Selam Hoca Hanım işte ben geldim. Dağlar yol mu vermez âşık kullara Selam Hoca Hanım işte ben geldim. Beyazlar giyinmiş ulu Erciyes Eser deli rüzgâr yankılar bir ses Kalbimde bin arzu, gönlümde heves Selam Hoca Hanım işte ben geldim. …

Ne güzel yakışmış önlüklü urban Giyip de mektebin önünde durman Ahu gözlerine bin ozan kurban Selam Hoca Hanım işte ben geldim. Dönsün çarkı devran durmadan dönsün Bu Âşık Yener’e sevdalı densin Gönlümde taht kuran sultanım sensin Selam Hoca Hanım işte ben geldim.

İstanbul’da uzun süre yaşayan Âşık Yener, 1992’de “Şiirler Demeti” adlı kitabı yayınlandığında Elbistan’a dönmüştür. Sadece bedeniyle mi? Hayır, yüreğiyle de…

“Senin güzelliğin dolaşır dilde Kıymetin gözümde cihan bedelde Benim memleketim ey güzel belde Kalbim sevgin ile atar Elbistan. Nazlı nazlı akar Söğütlü çayı Ceyhan senden çıkar sular ovayı Yüce Şar Dağı’nda her bahar ayı Meri kekliklerin öter Elbistan Ekilen tohumlar tarlalarında Altın başak olur yaz aylarında Bahçende, bağında, yaylalarında Lale, sümbül, nergis biter Elbistan”

Dedik ya Âşık Yener toplum dertleriyle dert-lenip kendi derdini unutabilecek duyarlıkta bir insan, bunu her fırsatta şiirlerine yansıtıyor. Özellikle mu-hataplarını rahatsız etmek için.

“Arzuhalci başı, yaz bir arzuhal Dertler üç beş iken onu da geçti Yok mu bu dertlere bir çare, bir hal Pahalılık oku canı da geçti.

Kimi gam yükünü almış taşıyor. Kimi efkâr ile dolup taşıyor Fiyatlar başıboş, hızla koşuyor Şimdiye dek Bingöl, Van’ı da geçti. Eller gider iken gökteki aya Bizler muhtaç kaldık ekmek, hırkaya Köyler hicret etti tüm Avrupa’ya Göçler Viyana’yı, Bonn’u da geçti.

Viski çeker sevap, vurguncu şahı Memet şarap içse çoktur günahı İşçinin, memurun figanı, ahı Feryat ile öten çanı da geçti.

Mazlumun sırtından çalan çalana Dişliler diş attı, dişsiz olana Vurguncu, soyguncu çıktı talana Herifler Teksaslı Con’u da geçti Benim en çok etkilendiğim taşlamalarından bir de Orhan Şaik Gökyay’ın “Bu vatan Kimin” Şii-rine söylediği nazire…

Page 85: HECE TAŞLARI - Turuz

09Hecetaşlar ı 26.say ıO n 5 n i s a n 2 0 1 7

“Bu vatan toprağın tam üzerinde Dipdiri ayakta duranlarındır Büyük şehirlerin orta yerinde On katlı saraylar kuranlarındır

Sivri zekâsıyla bin tuzak kurup Tilki düzeniyle tetikte durup Halkımın sırtından milyonlar vurup “Daha var mı” diye soranlarındır

Yoksul bir iş için girer sıraya Bekle ki iş bulsun seneye aya Tekmil bakanlıklar hem Çankaya’ya Teklifsiz destursuz girenlerindir

Hanlar köşkler yatlar tüm sıra sıra Elli kat elbise yüz çift kundura Gönlü çektiği an Paris Londra Atlayıp uçağa görenlerindir.

Ele kalkan yapıp imanı dini İçinde saklayıp garazı kini Kendi günde alıp doksan yüz bini İşçiye yüz lira verenlerindir

Sevgili nazlanır durur kolunda Cins köpek sağında uşak solunda Tarabya’ya doğru sahil yolunda Binip mersedese sürenlerindir

Boğaz otelleri bakar denize Siyah havyar yenir beş bin beş yüze Elli bini sayıp bakire kıza Sütün kaymağını derenlerindir

Âşık Yener aşkı devrim kızının Teli de devrimci divan sazının Halk için söyleyen halk ozanının Koluna zincirler vuranlarındır” Medya bir vefasızlık abidesi olarak toplum yüreğinin meydanında bütün çirkinliğiyle duruyor, varlığıyla ruhsal hastalık yaymaya devam ediyordu. Bunu yalnız ben değil, Mahzuni, Reyhani, Âşık Ye-ner, ülkesine sazları ve sözleriyle hizmet etmişlerin yakınları da zaman zaman dile getirdiler, bunu bir de Âşık Yener’in kendi kaleminden okuyalım, isti-yorum: “Bir mensubu, bir ferdi olmaktan gurur duy-duğum soylu ve asil milletimin güzel insanları: On beş yıldan bu yana medya ekranlarından cicili bıcılı gösterilen, ismi bile yabancı kökenli kelimeyle ifade edilen, kliplerinden tanıyıp bildiğini ve öz müziği-mizin sazını, sözünü, türküsünü yozlaştıran kimsele-re verdiğiniz değer kadar ve yine güneyden, doğudan devşirilerek getirilen on, on iki yaşlarındaki üç, beş cahil, bilgisiz çocuklara verdiğiniz değer kadar, on asırdan beri süregelen ozanlık geleneğinin ulu çınar-ları, sizlerin de gönül dünyanızın tercümanları

Yunus Emremize, Pir Sultanımıza, Karacoğlanımıza, Dadaloğlumuza, Âşık Emrahımıza, Âşık Dertlimize, Âşık Veyselimize ve Âşık Yenerimize de vereceğiniz değerle teselli bulacağız, rahmetle anmanız da ruhla-rımızı şad edecektir.” Bundan sonra sağlığında ciddi bozulmalar yaşayan Âşık Yener ömür sürecinin sona yaklaştığını fark ettiğinde neler diyor: “Her sevdadan geçtik gayrı Gönül Mevla’ya yöneldi. Hayrı, şerri seçtik gayrı Gönül Mevla’ya yöneldi. Boş dolaştık sağda, solda Saz taşıdık elde, kolda Can, baş adadık bu yolda Gönül Mevla’ya yöneldi. Şu günahkâr yüzümüzle Yakarıcı sözümüzle Tövbe eden özümüzle Gönül Mevla’ya yöneldi.

Yarış ettik zaman ile Kovduk şekki, güman ile Kalp dolusu iman ile Gönül Mevla’ya yöneldi. Muhammed Hakkın Habibi Mü’minlerin can muhibbi Bütün âlemlerin Rabbi Gönül Mevla’ya yöneldi” Anadolu denen bu topraklardan çağdaş bir Pir Sultan daha geçti, hem kendine hem de Kara-caoğlan’a benzeyerek. Rahmet, minnet ve şükranla anıyoruz. Mekânı cennet olsun. Yazımızı da, sözü-müzü de Âşık Yener’in kendi dilinden akan duygu pınarıyla bitirelim. “Ağustos gelse de Temmuz geçse de Yüce dağ başında kış eksik olmaz Kimse bakmaz söğüt yaprak açsa da Meyvalı ağaçta taş eksik olmaz

İyiler iyilik yolundan şaşmaz Denizler coşsa da kabarıp taşmaz Bir kötüye varıp kimse bulaşmaz Yiğidin başında iş eksik olmaz

Nehirler coşarlar ırmaklar çağlar Yol vermez ki gidem sıralı dağlar Yârinden ayrılan ah çeker ağlar Aşığın gözünden yaş eksik olmaz

Gül açar dalların yücelerinde Yar ismi dilimin hecelerinde Ben Âşık Yener’in gecelerinde Karalı karalı düş eksik olmaz”

Page 86: HECE TAŞLARI - Turuz

O n 5 n i s a n 2 0 1 710 He c e t a ş l a r ı 2 6 . s a y ı

İKİ ŞİİR

Hikmet ELİTAŞ

MEVLÂM DİLERSE Yerleri gökleri yaratan MevlâmNur üstüne nur yağdırır dilerse.Geceye gündüze intizam verenAğustosta kar yağdırır dilerse.

Rahman, Rahim O’dur, Halik’te O’durGani, Ekrem O’dur, Falik’te O’durKudrette ondadır, Malik’te O’durKar üstüne kor yağdırır dilerse.

MEVLÂNA DERĞAHINDA

Kubbelerden bir ney sesi yükselirBülbül aşka gelir, gül aciz kalır.Dudaklardan hasret közü dökülürBir alev savrulur, kül âciz kalır.

Hasretin yürekte bir yangın yeriTevâzû sendeydi, sende hoşgörü“ Gel, gel! ” çağrıların sarar gökleriKoşar ehl-î pîrân, yol âciz kalır.

Varlığı sevkedip, yok kapısınaNe derdin var ise dök kapısınaBir vuslat vaktinde Hak kapısınaVarılır göz ıslak, el âciz kalır.

Hikmetî’yim geldim dergâha girdimDivanına durup, aklımı yordumBir huşû içinde, Hâkk’ a yalvardımBir bak yüreğime, çöl âciz kalır.

ANSIZIN

Nuri PEKSÖZ

Firkat anlarının gam kervanında,Bir selam salmadan gittin ansızın.Beni hasret, seni yollar tüketti,Bu dert girdabına attın ansızın.

Aktı karanlığa yıldızlar bile,Senin olsun her şey var güle güle,Öldürür bu dertler devleri bile,Sırrımı ellere sattın ansızın.

Zehrini yudumlar yürekler şimdi,Yolumuzu artık kim bekler şimdi?Soldu hazanımda çiçekler şimdi,Bu benim kalbimi yaktın ansızın.

Sönmüyor sevgili içimde yangın,Yine beni burda öksüz bıraktın,Aslı’yı ağlattın, Kerem’i yaktın,Ve işin içinden çıktın ansızın.

Yorulur ırmaklar, durulur seli,Kurutur gamzeyi, hasretin yeli,Hele bir de burdan gittin gideli,Tacımı tahtımı yıktın ansızın.

Ezgiler tükettim senin yasında,Kırıldı mızraplar aşk bestesinde,Şiirimin bu hüzzamlı sesinde,Yarım kaldın neden bittin ansızın?

Page 87: HECE TAŞLARI - Turuz

11Hecetaşlar ı 26.say ıO n 5 n i s a n 2 0 1 7

BAŞ TACI (TECNİS) Taner KARATAŞ

Namert sofrasına bağdaş kurulmazMert adamın tatlı sözü baş tacıTatlı sözü baş tacıGüler yüzü baş tacıOf demem yansın canımYaksın közü baş tacıYanlış ile bir hedefe varılmazDoğru yalpalasa izi baş tacı Namert zindan eyler başa dünyayıAdam gibi mertle yaşa dünyayıMertle yaşa dünyayıGetir coşa dünyayıDünya çeksin kahrınıÇevir tuşa dünyayıDeğmez dert eyleme boşa dünyayıHak Teâlâ yazan yazı baş tacı Namert ile meydan kurma MizaniKendini boşuna yorma MizaniBoşa yorma MizaniBaşa sarma Mizaniİncin ama incitmeGönül kırma MizaniKaç uzaklaş orda durma MizaniEtmeyesin edepsizi baş tacı

KİME NE BUNDAN Âşık Cemal DİVANİ

Bu dem hane bize dededen mirasDoldurur içeriz kimi ne bundanDünya varlığından olmuşuz helasKonarız göçeriz kime ne bundan.

Yâr severiz kimse bilmez özeldenAyrılmayız akıl denen güzeldenBiz bu yolun yolcusuyuz ezeldenGeliriz geçeriz kime ne bundan.

Cananı sevenler incitmez canıNazargâh biliriz her bir insanıGözümüz ayırır dostu düşmanıTanırız seçeriz kime ne bundan.

Sevdanın bulutu anlaşmış nurlaRahmetini yere indirmez zorlaFikrimiz tohumdur tenimiz tarlaEkeriz biçeriz kime ne bundan.

Cemâl Divani’yim budur yapımız Muhabbet doludur sevda küpümüzKilit kabul etmez gönül kapımızKapatır açarız kime ne bundan...

Page 88: HECE TAŞLARI - Turuz

O n 5 n i s a n 2 0 1 712 He c e t a ş l a r ı 2 6 . s a y ı

BAYRAK ŞAİRİ: ARİF NİHAT ASYA

M. Nihat MALKOÇ Acı Hayatın Tatlı Meyveleri...

Türk şiirinin çok mühim simalarından biri olan Arif Nihat Asya, 07 Şubat 1904 tarihinde Çatal-ca’ya bağlı İnceğiz Köyünde doğmuştur. Şair, doğum yerini bir şiirinde şu mısralarla açıklar: “Nerelisin diye soruyorlar: / İnceğiz köyünde doğmuşum.../İnceğiz’i Çatalca’ya,/Çatalca’yı İstanbul’a bağlamış-lar... /İstanbullu olmuşum.” Arif Nihat Asya, babası Zîver Efendi’yi, doğduktan bir hafta sonra kaybetmiştir. Asya’nın asıl adı Mehmet Arif’tir. Ailenin tek çocuğuydu. Küçük yaşta yetim kalan Mehmet Arif, dedesi İbrahim Tevfik Efendi’nin himayesinde büyümüştür. Annesi de evlenince bir anlamda hem öksüz, hem de yetim kalmıştır. Babaannesi ölünce de köyünden ayrılarak, bir çeşit göçebe hayatı yaşamıştır. Fakat o, çocuk haliyle hayata tutunmayı başarmıştır. İnceğiz köy okulunda başlayan eğitim hayatı, sırasıyla İstanbul Gülşen-i Maarif Rüştiyesi’nde, Bolu Sultanîsi’nde, Kastamonu Sultanîsi’nde sürmüş; İstanbul Yüksek Muallim Mektebi’nde son bul-muştur. Böylece öğretmen unvanıyla eğitim ordusuna bir nefer olmuştur. Aile kurumuna çok kıymet veren bir insandı Arif Nihat Asya... İki kez evlenen Asya’nın ilk eşi Hatice Semiha Hanım’dan iki, ikinci eşi Servet Hanım’dan da iki çocuğu olmuştur. İlk evliliğinde huzu-ru yakalayamayan Asya, aradığı mutluluğu ikinci eşinde bulmuştur. Bunu da “Ne şiirden, ne şöhretten-dir/Mutluluk Arif’e Servet’tendir” dizeleriyle dile getirmiştir. Bu beyit ebcet hesabıyla evlilik tarihleri olan 1941’e karşılık gelir. Arif Nihat Asya, öğretmen kökenli şairlerimizdendir. Sırasıyla Adana Erkek Muallim Mekte-bi’nde, Adana Erkek Lisesi’nde, Malatya Lisesi’nde (müdür olarak), Edirne Lisesi’nde, Ankara Gazi Li-sesi’nde ve Lefkoşa Erkek Lisesi’nde Edebiyat Öğretmeni olarak görev yapmıştır. Adana ve çevresinde çok sevilen Asya, Demokrat Parti’den Seyhan (Adana) milletvekili seçilmiştir. Bu, onun kendi tabiriyle mektep kürsüsünden memleket kürsüsüne geçişidir. Mecliste çok aktif faaliyetler gösterse de milletve-killiğinden haz almamıştır.

Yavuz Bülent Bakiler’in Gözüyle Arif Nihat Asya

Bundan yıllar evvel Yavuz Bülent Bakiler Trabzon’a gelerek Asya’yla ilgili bir konferans ver-mişti. O, konferansta kadim dostu Asya’yla ilgili çok özel hatıralar anlatmıştı. Ben de bunları not etmiş-tim. Bu notlarımdan enteresan bulduklarımı aktarmak istiyorum: “Asya, sıradan bir insan değildi. Onun için de, sıradanlığı sevmezdi. O yıllarda Ziya Gökalp’in kardeşi, abisiyle ilgili olarak bir anma programı düzenlemiş Diyarbakır’da. Arif’i de o anma programı-na çağırmışlar. Fakat o, şu gerekçeleri ileri sürerek, fikirlerinden ilham aldığı ve çok sevdiği Gökalp’in anma programına katılmamış: “Şimdi orada Ziya Gökalp nerede doğdu, nerede öldü, neler yaptı gibi sıradan ve bilindik şeyler anlatacaklar. Ben bu gibi abidevî şahsiyetlerin kuru kuruya anlatılmasına karşı-yım. Basmakalıp ifadelerden hoşlanmam. Onun hususî hayatıdır mühim olan. İnsanlar böyle kuru malû-matlardan usandı artık.” Bugünün tabiriyle medyadan çok şikâyetçiydi Arif Nihat Asya... O yıllarda TRT bir kez olsun onunla program yapmadı. Program yapmayı bir kenara bırakın, kendisinden bir satır bile söz etmedi. Kıbrıs’ta öğretmenlik yaptığı 1960’lı yıllarda Kıbrıs Rum Televizyonu bile kendisiyle bir program yaptı ama bizimkiler böyle bir şeyi akıl etmedi bile. Ne kadar yazık!... Arif Nihat Asya, gülümsemesini ve gülümsetmesini bilen nüktedan bir insandı. 1940’lı yıllarda Adana’da bir gece, dostuna ziyarete gitmiş. Malûm, dönüşte eve yürüyerek gitmek zorunda… Ötelerden bir köpek sesi duymuş. Sesin sahibi köpek, iyice yaklaşmış onlara. Kucağındaki çocuğu olan Fırat’ı, eşine vermiş. Başlamış köpekle taktik savaşına. Köpek ne yapmışsa o da onu yapmış. Kendi tabiriyle köpekle hırlaşmış; köpeğe köpeğin diliyle cevap vermiş.15 dakika böyle bir hırlaşmadan sonra köpeği kaçırmış. Bunu aynen bana anlattıktan sonra şöyle devam etti: “Yavuz, biz köpekle köpekçe, insanla insanca konuşmasını biliriz.” Asya, hazırcevap bir insandı. Zamanın Millî Eğitim Bakanlarından Hasan Ali Yücel, Malatya’da okulları geziyor. O vakitler Arif Nihat Asya da Malatya’da bir lisede müdürlük yapıyor. Tabiî ki birbirini çok iyi tanıyorlar. Çünkü Yücel, bakanlığının yanında yazar olarak da kendini kabul ettirmiş bir isim…

Page 89: HECE TAŞLARI - Turuz

13Hecetaşlar ı 26.say ıO n 5 n i s a n 2 0 1 7

Fakat ikisi de farklı düşüncelerin temsilcileri… Bakan, okulun durumunu beğenmiyor: “Bu ne biçim okul; okuldan çok hapishaneye benziyor.” diyor. Asya cevabı yapıştırıyor: “Efendim ben bu okul yapıldıktan sonra geldim. Yoksa siz beni buraya hapishane müdürü diye mi gönderdiniz.” Bakan Yücel çok kızar ama belli etmez. Arif Nihat’ı bırakmaya hiç niyeti yoktur. Tahkire (aşağılamaya) devam ederek eleştirilerini giyimine yöneltir: “Hoca o ne biçim kıyafet… Paçaların çamur içinde...”der. Asya kızar, hatta köpürür. Şu üstü kapalı ve kinayeli cevabı verir: “Sayın Bakan!.. Paçalarımı ağzınıza almayın.” Daha sonra müdürlükten alınarak Türkçe ve Fransızca öğretmenliğine indirilir. Nükteleri meşhurdu onun. Eşi Servet Hanım, Kimya öğretmeniydi. O zamanlar onlu not sistemi geçerliydi. Servet Hanım’ın öğrencileri, hocalarını Arif Nihat’a şikâyet etmişler. Bir ilâ beş arasında not verdiğini, beşten yukarı not alamadıklarını, oysa kendisinin genelde beşten aşağı not vermediğini belirt-tiler. Bunun üzerine Asya şu nükteli cevabı verir: “Biz aile meclisi olarak karar aldık. Birden beşe kadar notlar eşimin, beşten yukarıkiler de benim!..” Lâfı gediğine oturturdu o… Aşırı makyaj yapıp soyunan kadınların bu davranışlarının ardındaki sebebin ne olabileceğine dair kendisine soru yönelten bir muhatabına şu cevabı vermiş: “Onlara sayın demişler, soyun anlamışlar; bayan demişler, boyan anlamışlar!..” Arif, 05 Ocak 1975’te Ankara Numune Hastanesi’nde öldü. Yakınları onu ölümüne yakın gün-lerde terk ettiler. Eşi Servet Hanım’a: “Hanım şu telefon defterini getir bakalım. Bizim dostlarımız vardı bir zamanlar!.. Ne oldular şimdi?” diye serzenişte bulunmuştu.”

Şiir ve Nesirlerle Örülü Bir Koza: Arif Nihat Asya Külliyatı Merhum Arif Nihat, Rahmeti Rahmana kavuştuğunda arkasında millî ve manevî değerlerle örül-müş zengin bir şiir hazinesi bırakmıştır. O hem usta bir şair, hem de usta bir yazar (nasır) dır. Fakat onun şairliği, yazarlığının çok ilerisindedir. Arif Nihat Asya, çok zengin bir şiir külliyatı bıraktı okuyucuları-na.... Onun kaleme aldığı birbirinden kıymetli şiir kitapları şunlardır: “Heykeltıraş (1924), Bir Bayrak Rüzgâr Bekliyor (1945), Rubâiyyat-ı Arif (1956), Kubbe-i Hadrâ (1956), Kökler ve Dallar (1964), Kıb-rıs Rubaileri (1964), Nisan (1964), Emzikler (1964), Dualar ve Âminler (1967), Kova Burcu (1967), Yürek (1968), Avrupa’dan Rubailer (1969), Köprü (1969), Aynalarda Kalan (1969), Divançe-i Arif (1970), Basamaklar (1971), Şiirler (1971), Büyüyün Kızlar Büyüyün (1976), Fatihler Ölmez (1976), Yerden Gökten (1976), Ses ve Toprak (1976), Takvimler (1976)...” Arif Nihat Asya’nın şairliğinin yanında, yazarlığı da çok ehemmiyetlidir. Bir sanatkâr duyar-lılığıyla kaleme aldığı nesirlerinde sosyal ve siyasal konuları, yurt gözlemlerini, arkadaşlarını, yakın çevresini, tarihî konuları, dinî meseleleri, aşkı, tabiatı anlatmıştır. Nesir türündeki kitapları şunlardır: “Yastığımın Rüyası (1930), Ayetler (Kanatlarını Arayanlar) (1936), Kanatlar ve Gagalar (1945), Enikli Kapı/Top Sesleri (1964), Terazi Kendini Tartamaz (1967), Tehdit Mektupları (1967), Onlar Bu Dilden Anlar (1970), Aramak ve Söyleyememek (1976), Ayın Aynasında (1976), Kubbeler (1976), Sevgi Mek-tupları....” Arif Nihat’ın nesirleri usta işidir. Bu metinleri büyük bir sabırla, adeta bir kuyumcu titizliğiyle kaleme almıştır. Onun bazı sözleri bir çeşit aforizmadır. Sözün bu noktasında bunlara birkaç örnek ver-mek istiyorum: “Düşünülüyorum, öyleyse varım”, “Onlar asil doğmuşlar çocuğum, bize de asil ölmek kalmış”, “Benim öksüzlüğüm Hz. Adem’in ölümüyle başlar”, “Kulun olarak doğmasaydım, kendili-ğimden gelir, fahrî kulun olurdum Allah’ım!”, “Dünün Arşimed’i ‘Buldum’ diye haykırmıştı. Yarının Arşimed’i ‘Kaybettim’ diye haykıracaktır”, “Bu dünya düşmanlarını da gemiye alacak bir Nuh ister”

Asya’nın Kıbrıs Günleri Şair Arif Nihat Asya, 1960 senesinde DP hükümeti tarafından Lefkoşa’daki Celal Bayar Lise-si’nde öğretmen olarak görevlendirilmiştir. O, görev yaptığı bu okulda öğrencilere öncelikle Türklük ve tarih şuurunu aşılamıştır. Asya’nın bu bilinçlendirme gayreti okulla da sınırlı kalmıyor, Kıbrıs halkını da fırsat ve zemin buldukça hıyanetlere karşı uyandırıyordu. Bu küçük adanın Türk kesimindeki halk, ken-disini çok sevmiş ve fikirlerini benimsemişti. O, Kıbrıs Türk’ünün haklı ve şanlı davasıyla ilgili 25’in üzerinde yazı yazmıştır. Kıbrıs Rubaileri adlı şiir kitabı da onun Kıbrıs’a dair yazmış olduğu çok anlamlı ve kıymetli bir eserdir.

Page 90: HECE TAŞLARI - Turuz

O n 5 n i s a n 2 0 1 714 He c e t a ş l a r ı 2 6 . s a y ı

Asya, aslında Kıbrıs’ta iki sene kalacak, gerekirse buradaki görev süresi iki yıl daha uzatılıp dört yıla tamamlanacaktı. Fakat o arada 27 Mayıs İhtilali olunca, hoca görev süresinin ilk dilimini bile tamamlayamadan geri çağrılmıştır. Fakat o, Kıbrıs’a olan ilgi ve sevgisini Türkiye’ye döndükten sonra da devam ettirmiştir. Onun Kıbrıs’la ilgili bir dörtlüğünü paylaşmak istiyorum: “Bir gün sana bir falcı gelip ikbâl açar/Bahtında, bakar ki, mutluluk dal dal açar/Gam çekme, der, üç vakte kadar koynunda/Ey yavru vatan, bütün çiçekler al al açar”

Bir Mevlevi Dervişi Arif Nihat...

Merhum Arif Nihat Asya, dindar bir insandı. Milliyetçi oluşu da onun bariz vasıflarından biriydi. Asya, arkadaşı Hakkı Mahmut Soykal vasıtasıyla mevlevî şeyhi Ahmet Remzi Akyürek’le tanışmıştır. Onun müridi olmuştur. Mevlevîlikte mühim noktalara gelmiştir. Hocasıyla olan manevî dostluğunu “Senden el aldığım gün sana vermiştim izin /Hem müridi hem şeyhi olduk birbirimizin” dizeleriyle anlatmıştır. Mevlevilikte önemli merhaleler kateden Asya, aradığı gerçek huzuru da bu dergâhta bul-muştur. O, Mevlâna’ya yürekten bağlanmıştır. Mevlevî büyüklerini de saygı ve sevgiyle anmış, onlara şiirlerinde yer vermiştir. “Kubbe-i Hadra” adlı şiir kitabı onun Mevlevîliğini açıkça ortaya koyan, bu ge-lenekten gelen bir adlandırmadır. Onun şu dörtlüğü Mevlâna’ya duyduğu derin sevgiyi göstermektedir: “Mâlûmumuz olmayan murâdınca göğün/Sizlerle helâlleşmeye sıram geldiği gün/Ey sevgili dostlar, beni Mevlânâ’nın/Âriflere giydirdiği hil’atla gömün!”

Arif Nihat’ın Hz. Muhaammed (sav) Sevgisi

Asya’nın Resul-i Ekrem Efendimize derin bir sevgisi ve muhabbeti vardı. O, peygamberimize yazılmış olan şiirlerin en uzunlarından biri olan 200 mısralık “Naat”ı kaleme almıştır. “Seccaden kum-lardı” diye başlayan “Gelin ey Fâtihalar, Yâsinler!” dizesiyle biten bu muhteşem söz abidesi, bugüne kadar yazılmış naatlar içinde kendine has bir yer tutmaktadır. Bu şiir, söz incileriyle büyük bir özen ve dikkatle gergef misali nakış nakış işlenmiştir. Naatlar genellikle kaside biçiminde yazılır. Fakat Arif Nihat Asya’nın naatı serbest tarzda (ölçü-süz) kaleme alınmıştır. Bu, aslında naat sahasında yepyeni bir denemedir, o bu denemede çok da başarılı olmuştur. Bu şiirde peygamberimize duyulan derin muhabbet, sevgi, hasret ve hayranlık vardır. Bu şiir dün olduğu gibi bugün de çok sevilerek okunmakta ve ezberlenmektedir. Bu özleyiş dolu şiirden bir bölümü dikkatlere sunmak istiyorum: “Şimdi seni ananlar,/Anıyor ağlar gibi.../Ey yetimler yetimi,/Ey garipler garibi;/Düşkünlerin ka-nadıydın,/Yoksulların sahibi.../Nerde kaldın ey Resûl,/Nerde kaldın ey Nebi?... //Gel, ey Muhammed, bahardır.../Dudaklar ardında saklı/Âminlerimiz vardır.../Hacdan döner gibi gel; /Mi’râc’dan iner gibi gel; /Bekliyoruz yıllardır!” Şair Arif Nihat’ın Resulullah Efendimize duyduğu derin sevgi ve iştiyak sadece bu şiirden ibaret değildir. O, bunun gibi daha birçok şiirinde peygamberimize olan hayranlığını ve özleyiş duygularını defaatle dile getirmiştir. Tarih düşürme sahasında bir üstad sayılan Arif Nihat Asya, Peygamberimizin doğumuna da birçok kez tarih düşürmüştür. Buna da bir örnek verelim şimdi: “Beklerken ümîd, Tan-rı’nın gözdesini,/Bir sırrın, kimse açmamış, perdesini…/Vermekteymiş meğer ki ‘Arş’ Ebced’den/Dün-yâya cihânın en büyük müjdesini// Bir mu’cize var, belki siler kuşkusunu:/Ey Asya, çağır şüphelerin yolcusunu/Anlat ki bu âlemde “Şeriat” bir ağaç…/ Saklar kökü, tarihlerin en kutlusunu (570)” Türk şiirinin millî ve yerli gür seslerinin başında gelirdi Arif Nihat Asya... Biz onu daha çok “Bayrak Şairi” olarak tanıdık, bildik ve sevdik. O, memleketin değerleriyle değerlenen, milletimizin dertleriyle dertlenen mümtaz bir söz eriydi. Kim bilir şimdi çok uzaklarda yine Hakk’ı ve hakikati te-rennüm etmektedir. Allah rahmet eylesin. Ruhu şâd olsun

Page 91: HECE TAŞLARI - Turuz

15Hecetaşlar ı 26.say ıO n 5 n i s a n 2 0 1 7

GƏZİRƏM Səxavət İzzəti - ƏNDƏLİB

Illərdı ki bir ıtıgın dalınca Zəncir salıb yerə, göyə gəzirəm Gecə gündüz qara üzlü taleyi Qarqışlayıb söyə - söyə gəzirəm Qaraçıla oca dağlar aşıram Qurbətilə yad ellərdə yaşıram Həsrətilə sözü - sözə quşuram Ağı üstə deyə - deyə gəzirəm Yol gedirəm ömrüm günüm uzunu Geyinmişəm yollarımın tüzünü Bu yollarda biri sevdanın ızını Dəmir çariq geyə - geyə gəzirəm Dərin dayaz dərə təpə gedirəm Ələnsə qar oçsa şəpə gedirəm Gül çiçəgi öpə - öpə gedirəm Tıkanlara dəyə - dəyə gəzirəm Axşamını çüxü səhər onudub Sevdiyni çox sevənlər onudub Bəlkə məni o bəxtəvər onudub Heç bilmirəm nədən niyə gəzirəm Əndəlib yox yolda qalmış ərəbəm Susuz çöldə bir yorulmuş ərəbm Məndə belə dəvəsi ölmüş ərəbm Öz başıma döyə - döyə gəzirəm

İKİ ŞİİR

Ecir DEMİRKIRAN

BUNCA YILDAN NE KALDISolar gönlümde yine baharda açan güllerSöndü gözümün feri, beyhude geçti yıllar.Mazi olup gidiyor tutunduğum ne varsaKurumuş yüreğime uzandığım umutlar.

Ne hayat kurtuluşum, ne ölüm sonum olduBunca dert bunca çile beni ciğerden vurduNeden geldim dünyaya, mademki sonu buysaMecnunlar göçüp gider, sevilen leyla yoksa.

Ah gönül ne ettim ben, sana böyle inandımHep yanlış kapılarda sevgi arayıp durdunUsanmadın koşmaktan, sonunda hüsran vardıGeri dönüp bakıver, bunca yıldan ne kaldı.

BİR YANIM CEHENNEMDamlacıklar düşer zehir zemberekDokunsam ateşten acı döşerlerBir yanım zemheri, buz gibi titrerBir yanım cehennem anını beklerKim bilir kaderim hangi sehpadaSicime oturmuş boynumu bekler... Gurbet dedikleri anne özlemiÇekenler ilikte hisseder onuÖmrümün kaç günü yitik viraneAğustos böceği misali kayıpKaranlık geceye mahkûm hislerimBana kim verecek yok olan dünü... Ağrıyan yanıma merhem sürülürFaydasız doktordan beter ne varsaÇelimsiz ömrümün gök gürültüsüBir ağıt yakıyor güya sevdiğimBeyhude serzeniş ah u figanlar... Kırık bir hikâye alıntı yıllarHiçbiri birine uymuyor oysaNe deli zamana çattı gidenlerBir yanım cehennem, bir yanım cennetBirinde şerbetim birinde ser var...

Page 92: HECE TAŞLARI - Turuz

O n 5 n i s a n 2 0 1 716 He c e t a ş l a r ı 2 6 . s a y ı

YANGIN

İbrahim BAZ

Hasretinden ey canan sinemde ateş yanarAya aydınlık veren sanki bir güneş yanar

Yok, artık tahammülüm gurbette garipliğeGece gündüz durmayan gözümdeki yaş yanar

Gözlerime ak düştü beklemekten yolunu Hilal gibi eğilen iki keman kaş yanar

Asılı durmaktadır kirpiğimde hayalinGaflet ile uyusam sensiz gelen düş yanar

Sen gönlümde açan gül sen lalesin sen sümbülÖyle sardın ki beni sensiz kalan döş yanar

Ey benim mihr u mâhım hem sultanım hem şâhımGüzelliğin önünde eğilmeyen baş yanar

Fecri’ye merhamet et gül yüzünü bir gösterSenin bahar gözünü özlemeyen kış yanar

Page 93: HECE TAŞLARI - Turuz

17Hecetaşlar ı 26.say ıO n 5 n i s a n 2 0 1 7

EMMİ

Ali Kemal MUTLU Bir ayazda niyet edip köyünden Çıhıp geldin şeher seni yer emmi! Buralarda cin-göz yetişmiş insan Senin için neler neler der emmi!

Köyde hayat zordur emme sıcaktır Bahçan sana tarlan sana ocaktır Bilirem ki odunun da kaçaktır Hayat beleş köyde hep derler emmi!

Sen şeheri böyütmüşsen gözünde Cızgı cızgı umut olmuş yüzünde Deyisen ki gelecegim yazın da Nettin emmi sen burayı İrem mi?

Az da benden bahsedeyim dinle sen Heva duman, insan yaman anla sen Eş olursun burada hayvanla sen İt uyusun ben buradan ürem mi?

Kimse bilmez sinemdeki yarayı Ganar durur bene ahıl ver emmi! Boynun büküp beni şifeye goyma Gurban olam kanser miyim verem mi?

Sıra sıra sögütleri budadım Bir yar sevdim ömrüm ona adadım Çektin gettin zalım sene ne dedim, Al galbimi sök yerinden verem mi?

Emmi beyle ölüm sanki sevdalar Her şey başka bunnar hanki sevdalar? Mesellerde galdı eski sevdalar Hele de bah Mecnun muyum, Kerem mi?

Sen dertlisen, ben dertliyem sırlaştıh Köy bereket şeherde gısırlaştıh Dertlerimiz ortah imiş birleştih Burda beyle hayat aha gör emmi!

YUNUS ƏMRƏ

Kənan AYDINOĞLU Dastanlar bu torpağa düzüləndə bildim kiDünyanın gözəl şeri Yunus Əmrədən gəlib.Göz yaşına çevrilib süzüləndə bildim kiDünyanın gözəl şeri Yunus Əmrədən gəlib.

“Subhənallah” deyincə nurlu gözləri dolanRuminin məclisində yenə ilk bahar olanDərin bir fəlsəfənin qaranlığına dalanDünyanın gözəl şeri Yunus Əmrədən gəlib.

Hər misrası gövhərdən, torpaqdan daha dolğunYanaqları lalədən, incidən daha solğunTürkün övladı yenə baxanda oğrun-oğrunDünyanın gözəl şeri Yunus Əmrədən gəlib.

İllərin arxasında candakı ruhu gördüm“Qurani-Kərim”də mən Adəmlə Nuhu gördümHarayı ərşə çatan fəğanla ahu gördümDünyanın gözəl şeri Yunus Əmrədən gəlib.

Əhmədin məktubları sızıldadı tar kimiBağlandı Haqq dininə Haqqı sevən yar kimiAllahı sevən qəlbə ələndi bir qar kimiDünyanın gözəl şeri Yunus Əmrədən gəlib.

Dağılanda gözümdən həsrət, ayrılıq, kədərSevdim Anam torpağı axan göz yaşı qədərBir elə, bir obaya yayılsın bu xoş xəbərDünyanın gözəl şeri Yunus Əmrədən gəlib.

Page 94: HECE TAŞLARI - Turuz

O n 5 n i s a n 2 0 1 718 He c e t a ş l a r ı 2 6 . s a y ı

İZ Mİ VAR

Mehmet BAŞ

Geceye kaygı düştü acep yâddan söz mü varBizi bizde kaybeden bir nazar bir göz mü varRüzgâr acı esiyor gecenin kuytusunda Nevbahar’ın içinde saklanan bir güz mü var.

Sözlerimin darası dudağımda kan olur Bir avuç toprak ile savrulan bir can olur Gecenin tam kalbinde gül açan bir tan olur Bilmiyorum cihanda bilinmedik giz mi var.

Her sofraya diz çöküp lokma sayılmaz imiş Aşk sarhoşu olanlar hemen ayılmaz imişBir kere esrik olan sonra bayılmaz imiş Doksan dokuzdan gayrı geride bir yüz mü var.

Ben yanarım ateşte çöller yanar güneşte Ruhumsa gölgesiyle bir anlamsız güreşte Üşüşmüş akbabalar dünya denen üleşteKülümden arta kalan tutuşmuş bir köz mü var.

Bülbüllerin şu derdi gülleri soldururkenGariplerin gönlünü gam ile doldururkenYardan gelen kün emri olmazı oldururkenPeşine düşüp gitsek görünürde iz mi var.

Page 95: HECE TAŞLARI - Turuz

19Hecetaşlar ı 26.say ıO n 5 n i s a n 2 0 1 7

AKIL KAYMASI

Ahmet DOĞRU

Ulu yol erisin kervan çağınaBir merhaban olur yola düşeneSesini çeviren geceye söyleDolasın imbatı saçın teline.

Akıl kıyıları çevrili meskenNe çığrılsın türkü ne çağrılsın günUnutulan dünya gölgesinde güz Düşlere uzasın gece hayalin.

Yaprak eskileri dağlar içindeSöğütler altında yıkanır zamanBulanık bir dere kanın şarkısıGözün çeperini tutar heyelan.

Sağlam zeminlerde kayıp felsefe Evlerde taçlanır ölümsü korkuİnsansın duygunu örselemek zorSema gölgelesin baktığın ufku.

Çek çıkar şehirden ayaklarınıMiadı dolmadan düşünü tüket Uykuyu gözünün sahiline çekSay akıl kayması hayra alamet.

İKİ ŞİİR

Emrullah BEDİR ÖZLÜYORUM

Aklıma geldikçe o güzel yüzünHasretin yükünden eziliyorumGönlümü sarıyor acı bir hüzünSeni özledikçe üzülüyorum

Çöllerde su gibi yandım aşkınaSel oldu gözyaşım döndüm şaşkınaHiçbir şey mutluluk vermiyor banaSeni bekledikçe üzülüyorum

Derdinle tükendim ben direm diremNerdesin, nasılsın ahh bilebilsemGözüm açık gider görmeden ölsemSeni düşündükçe üzülüyorum

BENİM SUÇUM GÜNAHIM NE

Kurşun gibi her bir sözünİnsafa gel gülsün yüzünKör olduysa aşka gözünBenim suçum günahım ne?

Ben güneşi söndürmedimYazı kışa döndürmedimSeni bir gün kandırmadımBenim suçum günahım ne? Sana gönül vermedim miYoluna gül sermedim miKalbin var da görmedim miBenim suçum günahım ne? Sen sevmeyi bilmiyorsanAşktan mutlu olmuyorsanHayattan zevk almıyorsanBenim suçum günahım ne?

Page 96: HECE TAŞLARI - Turuz

O n 5 n i s a n 2 0 1 720 He c e t a ş l a r ı 2 6 . s a y ı

OXŞA MƏNİ

Rahilə DÖVRAN Dərdə, sərə boyanmışamKül olmuşam, lap yanmışamBoynu bükük dayanmışamDön gəl, özün oxşa məni.

Dünya sərxoş, dünya yatıbDərd yükünü mənə çatıbDoğmalar da məni atıbDön gəl, özün oxşa məni.

Zindan kimi, zülmət otaqBuz kimidir sənsiz yataqDön, fələyə meydan açaqDön gəl, özün oxşa məni.

Gör haradan əsir yellərXəndan olub qızıl güllərİnlər “Yanıq Sazda” tellərDön gəl, özün oxşa məni.

Olammazsan bunca zalımDüşün, sənsiz necə qalımDön yanıma, qadan alımDön gəl, özün oxşa məni.

Dövran tutsun gül əlindənKeçək həsrət, qəm selindənSeçilməyək “bəy- gəlindən”Dön gəl, özün oxşa məni…

VATAN SAGOLSUN

Erol KOCA

Derdimiz vatandır, gaile vatanUğrunda ölürsek vatan sağ olsun.Toprak yurt olduysa dökülen kandanGider de dönmezsek vatan sağ olsun. Sırası mı evlat ayal demeninNişanesi budur vatan sevmeninPostal ayağında parka kefeninVurulur düşersek vatan sağ olsun. Yürü dense koşar adım giderizAl bayrağı candan fazla severizDoğmamış olsa da körpe bebemizBir kere görmezsek vatan sağ olsun. Kin kusarsa namlusundan soysuzlarYaram değil inan ciğerim sızlarHer gün boş laf geveleyen ağızlarEğer susturmazsak vatan sağ olsun. İmanımı yaşamamın şartı buİmanımla yaşamanın şartı buEbed müddet yaşamanın şartı buEğer yaşamazsak vatan sağ olsun.

Page 97: HECE TAŞLARI - Turuz

21Hecetaşlar ı 26.say ıO n 5 n i s a n 2 0 1 7

dOKUNAN ŞİİRLER-1- Tayyib ATMACA Elinize aldığınız bir şiir kitabının ya da bir dergi sayfalarına göz ucuyla bakıp gönlünüze doku-nan bir şiir ya da dizeler ararsınız. Aradığınızı bulduğunuzda ise okuma ve şiirin içine girme iştiyakınız kabarır. Yıllardan beri böyle yaparım. Yaptığım doğru mu yanlış mı orasını bilmiyorum ama bu benim doğrum derim ve gönül penceremin kanadını açıp şiiri yüreğime buyur ederim. Bu buyuru bazen tanıdığım bir şair olur, bazen de hiç tanımadığım bir şair. Eğer tanıdığım şair ise, bende telefon numarası varsa arar, eposta adresi varsa yazarak tebrik ederek marifetine iltifat gös-teririm. Eğer her ikisi de yoksa gönlümde ağırladığım o şiir bir dergide yayınlanmışsa dergi editörünü arayıp tebriklerimi ulaştırmak üzere ona havale ederim. Yıllardır sürdürmeye çalıştığım bu düşüncele-rimi zamanın tanığı olan bir şair/yayıncı olarak yazıya geçmenin önemli olduğunu düşünerek bundan sonra okuduğum güzel şiirleri D/okunan Şiirler başlığı altında mümkün olduğunda her sayı değilse ara sıra dergimizde paylaşarak bu alanda bir boşluğu doldurma gayreti içinde olacağım. Eleştirinin sınanmamış ustura üzerinde yürümek olduğunu biliyorum. Bu sayfamızda şiirlerine atıfta bulunacağım hiçbir şairin; bunun bir “vefa” borcu olarak algılanmamasını özellikle istirham edi-yorum. Gayemiz ne kimseyi gereğinden fazla överek ne de yererek alçaltmak değildir. Bizim değerlen-dirmemiz tamamen şiirin bizde olan karşılığı, bize dokunurluğundan ibarettir. Kimsenin “burnundan kıl aldırma”dığı, kimsenin kimseye “Mümin birbirini yıkayan iki el gibidir” il-kesinden hareket etmediği ilkesinden hareketle biz suya ve sabuna dokunarak birbirimize daha temiz görünmemizi önceleyeceğiz. Her ne kadar da dergi olarak geleneksel şiirden yana ilkeli bir duruş sergilesek de günümüzde adına “modern şiir” denilen tarzda yazılan şiirlerde de bize dokunan şiirler hakkında da düşüncelerimizi paylaşacağız. Dergimizin gerek yol hazırlığında, gerekse yola çıktıktan sonra sayfalarımızda bu tür değiniler yapabilecek arkadaşlara ısrarla teklif götürmemize rağmen maalesef bu güne kadar bu sınanmamış us-tura üzerinde yürümeyi kabul eden bir arkadaşımız çıkmadı. Göbeğimin gömüldüğü bu topraklarda mı yoksa başka topraklarda da mı “evde kalan kızın kaygısı emmisi oğluna düşer” darbı meselinden yola çıkarak bu tehlikeli yürüyüşe âcizane talip olmak zorunda kaldım. Yazıyı sağa sola sündürerek çoğaltmak istemiyorum. İnşallah bize dokunan şiir kitapları ve şiir-ler olur da ben de gönül rahatlığı ile o şiirleri sizlerle paylaşırım. Sözü söyle açarak, size kısaca Süleyman Aydemir’den bahsetmek istiyorum. Aydemir Kahra-manmaraş’ta edebiyat öğretmenliği yapan genç bir kardeşimiz. “Beyaz Kartal” Bahaettin Karakoç ile il-gili bir doktora çalışması olduğunu ve şiirle de ilgilendiğini biliyorum. Aşağıdaki bahse konu şiirini oku-duğumda isim tanıdık geldi ama birden çıkaramadım. Başka yerlerde şiirleri yayınlanıyor mu, kimmiş bu şair diye araştırma içine girdim. Yoldaki Kalemler’den de şiirlerine rastlayınca muhtemelen bu şair Süleyman Aydemir’dir dedim ama yine de emin değildim. Fesbook hesabımdaki arkadaşlarım arasında olup olmadığına baktım, arkadaşlarımdandı. Mesaj yazıp bu şiirin ve Yoldaki Kalemler’de yayınlanan şiirlerin kendisinin olup olmadığını sordum. Cevabi yazısında tahminim doğrulanmış oldu da bu yüzden sevgili ağabeyim Ali Haydar Haksal’ı arayıp ‘bu güzel şiirin şairine tebriklerimi iletir misin?’ demedim. Ama bu yazı vesilesi ile de tebrik ve teşekkürlerimi ileteyim de gönülden gönüle selamlaşmış olalım. Şiir şairin neresinden çıkarsa okuyanın da orasına hitap eder. Yani bir derdiniz varsa ya da bu dert ile dertlenen dostlarınızın olacağını biliyorsanız şiiriniz zamanın bir kavşağında mutlaka muhatabını bu-lur. Süleyman Aydemir “artist” adayı değil, şiirin içine ne idiğü belirsiz imgeleri doldurup ta “manasına karnımda sağladığım şiirime buyurun lütfen” demiyor. Ne görüyor, ne hissediyor ve okuru nerelere götürmek istediğini iyi biliyor. Aydemir şiir âlemin-de yeni bir kalem yeni olduğu kadar da edebin erkânın geleneğin izini sürmeye aday bir şair. Buyurun şiirinden bir kesit.

Page 98: HECE TAŞLARI - Turuz

O n 5 n i s a n 2 0 1 722 He c e t a ş l a r ı 2 6 . s a y ı

Kanadı kırık bir kuşun intiharını gördüm Son arzusu uçmak ve ölmek olan Çiçeklere gömüldü bakışları Oysa siz bunu çılgınlık saydınız Çırpınmadınız ölümünden tad almak için Kuşun yerinde siz olsaydınız.

Yoğurt kabına sığmayan çiçekler gördüm Mayalanmış bir ömrün mahzeninden uzak Rüzgârı ve yağmuru biliyorlardı Islanmamış saçları vardı Balkona çıkmayı saadet sayan Oysa siz onları güzel süsten saydınız -Ki güzel kalmak için değildi hayat- Sonsuz tomurcuklarınız vardı açmaya hazır Bir çiçeğin yerinde siz olsaydınız. (Yediiklim 332, s.74, Ocak 2017)

Hani İbrahim Hakkı Hazretlerinin söylemiş olduğu “Harabat ehlini hor görme zakir, defineye malik viraneler var.” İbreti âlemlik sözü var ya; bazen adından, şiirinden haberdar olmadığımız bir şairle zamanın bir kavşağında karşılaşıveririz. Hatay’da bir şiir etkinliğinde Şair Ali Parlak’ın açış konuşmasın-da okuduğu bir şiir dikkatimi çekti. Şiiri bir kitaptan okuyordu. Program sonunda kitabı bana vermesini istedim.Kitabın arka kapağında elinde bir sazla poz vermiş resmi bulunduğuna göre, kitabın yazarı Bekir Cila’nın aynı zamanda âşıklık damarı da var. Duyun Beni Dağlar* isimli şiir kitabı, Yayladağ Kaymakamı, Bele-diye Başkanı ve bazı dostlarının yardımlarıyla basılmış. İyi ki böyle bir âşık/şairin bu vesile ile şiirlerinin gün yüzüne çıkmasına vesile olmuşlar. Hani elinize bir şiir kitabı alırsınız, sayfaları rastgele göz ucuyla okuduktan sonra sizi içine çe-ken bir şiirden bir dize dahi olsan o şiire tekrar yönelirsiniz. Sayfaların arasında gezinirken bu vesile ile kitabın okunmaya değer olup olmadığı hakkında da fikir sahibi olursunuz. İşte Bekir Cila’nın kitabına böyle yaklaşıp hoşuma giden şiirlerin kenarlarına işaret koymaya başladım. Kitabın genel bütünlüğü içerisinde baktığımızda kitaba girmemesi gereken şiir sayısı oldukça fazla, zaten o fazlalıkları da göz ucuyla okuyup geçtim. Ama öyle şiirler oldu ki tekrar tekrar okumak zorunda hissettim kendimi. Bekir Cila gönül bahçesinin meyvelerini seçerek söz pazarına çıkarsaydı daha iyi olurdu ama taşlara ancak bu kadar oluyordur belki de. Biz “güzel bakan güzel görür” ilkesinden hareket edelim o zaman. Kim demiş hece şiiri öldü diye. Buyurun bakalım hece bir çağlayandan akan su gibi nasıl gürül gürül akıyor.

Bir saçı leylaya meftun olalı Açılmış gülleri köz görüyorum Bin kere ağladım güldüm güleli Yazı-kış baharı güz görüyorum. Ne dokuzda gönlüm ne de ondadır Lokmandan derman yok çare ondadır.

Ey ahali sorun hele her yerde Benim gib düşen olmuş mu derde Gözyaşımı göze eyledi perde Ufukta bulutu toz görüyorum Yirminin toplamı iki ondadır Onlar neme lazım aklım ondadır. (s.18)

Hece şiirinin bir başka çağlayanında şiir akmaya devam ediyor:

Page 99: HECE TAŞLARI - Turuz

23Hecetaşlar ı 26.say ıO n 5 n i s a n 2 0 1 7

Bir ay doğar yüce dağın ardından Bir görünür bir dumana gizlenir Görenleri hep ayırır yurdundan Çiyli çiyli çim çimene gizlenir Bir ay doğar yüce dağın ardından Koşsam bile yetişemem ardından

O uykuya yatar açılır çarşı Senden kaçar sonra seyreder arşı Tez dolanır hemen sabaha karşı Yakamozla bir ummana gizlenir Bir aya gözlerim bakmaz olaydı Nuruyla özümü yakmaz olaydı (s.37)

Bekir Cila, yeni yetme bir delikanlının artık evlensek hale bürünmesini ise “Tor gencin anasına hitabı” şeklinde şöyle şiirleştiriyor.

Ana böğün bit top çiçek topladım Onnar da ne gözel kokuyo yohoo Aynı benim topladığım çiçekten Gızlar da başına sokuya yahoo (s.96) *Cila, Bekir, Duyun Beni Dağlar, Kültür Ofset, Antakya 2011.

İyi şair olmanın yolu öncelikle iyi bir okurluktan geçer. Size biraz Yasin Usta’dan bahsedeceğim. Yasin Usta, muhtemelen üniversiteyi yeni bitiren, bir gurup arkadaşıyla milliyetçi muhafazakâr çizgide Kısık Sesler Mecmuâ’sının yayın yönetmeni. Dergi idealleri olan bu savundukları düşüncelerini slogan-laştırmadan sanatın, edebiyatın incelikleriyle donanarak yolculuklarını sürdürüyorlar. Derginin 7. Sayı-sında, derginin arka kapağında merhum Osman Yüksel Serdengeçti’nin: “Biz temiz niyetli, vatan duy-gulu, memleket düşünceli Türk gençleri, bu türlü milliyetçilikten nefret ediyoruz! Bizim milliyetçiliğimiz hususî vagon, bol harcırah, yüksek makam milliyetçiliği değildir. Hakk’a tapan, halkı tutan yalınkılıç bir milliyetçiliktir.” İlkesiyle yolda olan genç kalemler. Yasin Usta’nın kendisini okutturan şiiri:

Yârdan yana dilime kördüğümler atılır Karganın güldüğüne bülbüller de katılır

Bu tutulmuş dilime ilaç varsa sendedir Beni kral eyleyen bir taç varsa sendedir

Ne âşıkla maşukun ne aşkın sığlığıdır Bu yalnızca bir garip aşığın çığlığıdır (Kısık Sesler, Sayı 7, s.33).

Hasan Konç, 1975 doğumlu genç denilmeyecek bir yaşta. 2007 yılında Yürek Yangınları isimli şiir kitabı yayınlanmış. İkinci kitabı Aşka Kefen Biçilmez* isimli şiir kitabı ise 2016 yılında. Kitabın genelinde hece şiirinin kurallarını ihlal etmemiş ama şiirlerinde klasik hece şiirinde ses getirecek şiirleri yakalayamamış. Kitapta bize dokunan üç beş şiirinden bazı kıtalar olmuş sadece. Biz de bir şiirinden bir dörtlük alarak vaktinizi selamlıyoruz.

Öteyi kuşatsın tutkun dileğin Zulüm karşısında kalksın bileğin Namert kadar yoksa şayet yüreğin Düştüğün ahvale yakınmak olmaz. (s.42)

*Konç, Hasan, Aşka Kefen Biçilmez, Gökekin Yayınları, Antakya 2016.

Page 100: HECE TAŞLARI - Turuz

O n 5 n i s a n 2 0 1 724 He c e t a ş l a r ı 2 6 . s a y ı

Maraş’tan başlamak

Bir şarkıya gizliden yavaştan başlaBittiyse eğer bir daha baştan başlaSeyyah gibisin sen yüreğim Türkiye’yiKeşfetmeye geldinse Maraş’tan başla

hatırlama zamanı

Güz müydü bahar mı bir garip mevsimdiBen kimdim o ruhumdaki asker kimdiVaktiyle çıkıp bölükle dağ başlarınaMarş söylediğim günleri andım şimdi

parola ve işaret

Asker baba bir gün donanıp düştü yolaFarz et ki Maraş’ta altı ay verdi molaÖzlem yükü Ahsen’di işaret VildanDüş kurduğu her sahnede Muhsin parola

nöbet

Sevdamızı her gün kılıp ezber gittikOn beş yiğidin önünde rehbergittikÜç beş nöbetindebiz nöbet yerlerineŞeyhoğlu Satılmış’laberaber gittik

Seferberlik’te yazıcı

Bin hatıra varbir dönem askerliktenDağlardabulutlarla beraberliktenDört ayda çıkarmıştıacar bir yazıcıBeş bin yedi yüz posta Seferberlik’ten

nöbet değişimi

Gül yaprağı döktüm anı defterlerineRastlar mı gönül sivilde benzerlerineBen bir çavuşum olur mu askerlerimiMehterle götürmesem nöbet yerlerine

MARAŞ RUBAİLERİ-1- Tacettin ŞİMŞEK

Page 101: HECE TAŞLARI - Turuz

aylık şiir dergisi

On5mayıs2017

HECE TAŞLARI

elektronik haberleşme adresi [email protected]

27

Page 102: HECE TAŞLARI - Turuz

HECE TAŞLARI Aylık Şiir Dergisi Yayın Yönetmeni Tayyib Atmaca Kapak Fotoğrafı Yasin Mortaş Tasarım Adem Konan Yazışma Haydar Bey Mh. 32077 Sk. Armada 2 D 6 Onikişubat K.MARAŞ 0535 391 92 50 [email protected]

27. Sayı 15 Mayıs 2017 ISSN 2149-4509. (e-dergi)

Mehmet AVŞAR / Cumali Ünaldı HASANNEBİOĞLU / Nurullah ULUTAŞ

Hasan Hüseyin CESUR / Muhsin İlyas SUBAŞI / Kenan ERDOĞAN

Mehmet KURTOĞLU / İbrahim ŞAŞMA / Nuri KAHRAMAN

Mehmet YAŞAR / Süleyman PEKİN / Yasin USTA / Nurettin BÜYÜKBAŞ

YARASI VAR İNSANIN

B U S AY I DA

Bir gönülden bir gönüle açılan, penceresi kapısı var insanın, bakmak başka gör-mek başka bir şeydir, yakından bakınca uzak görünmez, uzaktan bakınca yakın görün-mez, yoldaşın olmazsa yolda yürünmez, yolların sonunda bekleyen varsa, Hay Hu ile bir ömüre talipsen, yürüdüğün yollar göze görünmez, aynel yakin olmayınca can canla, anlaşılmaz insanoğlu zamanla.

Yahşısı var yamanı var insanın, umudu var gümanı var insanın, ebuzer’i hâmân’ı var insanın, sen kendine bir yer beğen arada, ne gökte kanat vur sürün karada, insan ke-riz değil dünya da deniz, sınanmamış bir ustura üstünde, yürümeye talip olamayanlar, kullardan korkmadan akıl kuşanıp, yüzerek geçmeyen yokluk nehrini, varlık denizinde kulaç atamaz.

Çirkini var güzeli var insanın, nasıl bakar isen öyle görürsün, kiminin yüreği do-kunsan ipek, kimi dokunmadan ben bir taşım der, yontulacak yanlarını gösterir, ferhat olmayanlar bu dili bilmez, kiminle cancana camda yürürsün, kiminle düz yolda aksar düşüncen, kiminle saatler su olur akar, kiminle dakika kara kış olur, güneşin bağrında tir tir titrersin.

Doğrusu var eğrisi var insanın, narası var çağrısı var insanın, sızısı var yarası var insanın, gayesi var payesi var insanın, konuşarak anlaşmayı bilmeyiz, sesimizi bizden başka duyan yok, bakışarak tanımayı unuttuk, söz uçarak muhataba ulaşmaz, yazılanlar bir gün sonra okunmaz, içi boşaltıldı kelimelerin, şairler çoğaldı şiir azaldı, yazılan şiir-ler bize dokunmaz.

Tayyib ATMACA

Page 103: HECE TAŞLARI - Turuz

03O n 5 m a y ı s 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 2 7 . s a y ı

YETER Mehmet AVŞAR Dostum Emin Cansız’a

“Bu Yara” bağrında çıktı çıkalı “Virane Gönlü”nü yıktığın yeter. İçinde şimşekler çaktı çakalı Dizlerine vurup çöktüğün yeter.

Dostum bu sitemim gitmesin güce Bilirim ki gönlün dağlardan yüce Hasret denizinde her gün her gece Bir ömür “Ahu Zar” çektiğin yeter.

Derdin âşıkların sazında kaldı Gönlün şol gâvurun kızında kaldı Harlandı cehennem közünde kaldı Yıllarca bağrını yaktığın yeter.

Seni yakan sürüm sürüm sürüne Gözlerine umacılar görüne Sevgiden habersiz zalim birine Yetim gibi boyun büktüğün yeter.

Sevda şafağında doğdun ay gibi Çatılmış kaşların çelik yay gibi Her yağmur sonunda Deliçay gibi Coşup boz bulanık aktığın yeter.

Dünyada insana rahatlık mı var Vakit gelip çattı mevsim sonbahar Soğuk gecelerde sabaha kadar Sımsıcak gözyaşı döktüğün yeter.

Dünya sevdasından ilahi aşka Ulaştıysan eğer o zaman başka Buca yıl zahmetle kurduğunu köşke “Dikenli Gül” gibi battığın yeter.

Page 104: HECE TAŞLARI - Turuz

04 He c e t a ş l a r ı 2 7 . s a y ı O n 5 m a y ı s 2 0 1 7

ŞİİR ÜZERİNE KONUŞMALAR -11- OSMANLI PADİŞAH ŞİİRLERİNİN İNSANÎ ALTYAPISI

Cumali Ünaldı HASANNEBİOĞLU

“Bu konuşma, 26 Nisan 2000 tarihinde saat 20:00’de, Ankara’da, Server Vakfı’nda yapılmıştır. Günümüzde de, tarihin bize bıraktığı, bir dünya devletinin nasıl yönetildiğine dair izlerden istifade edilmesi imkân ve umuduyla; hem ülke siyaseti, hem de dünya siyaseti bakımından yarar görüldüğünden, 17 yıl önce yapılan konuşma yayınlanmaktadır.”

Osmanlı Hanedanını, Türk ve İslâm tarihi içerisinde bir yere oturtmaya çalışan Prof. Dr. Osman Turan, Abbasî Hanedanı’nın, mezhepler ve sınıflar arası uçurumları, sosyal adaletsizlikle artırdığını, bu nedenle de kısa sürede toplumun bunları diskalifiye ettiğini yazar. Aynı şekilde, Selçuklu İmparatorluğu’nu kuran hanedanın da, dönemlerindeki sosyal ve dinî huzursuzluklar, batinî nifaklar ve feodal bünyeden kaynaklanan siyasi parçalanma-lar nedeniyle, topluma etki gücünü yitirdiğini düşünür. Osmanlı Hanedanının, büyük ve dahi padişahların yetişmesi için ortam oluşturduğuna dikkat çekmek-tedir. Bu şekilde yetişen padişahların, diğer hanedanların yıkılmasına neden olan hastalıklardan uzak durarak; kavimler, dinler ve mezhepler arası sağlam bir ahenk, halk kitleleri arasında sosyal adalet kurmakla; bunun sonucu olarak da milletler arasında hiçbir ayrıcalığa ve zıtlaşmaya izin vermemekle, güçlü ve cihanşümul bir siyasi organi-zasyon kurduğunu söylemektedir. Osmanlı, bu ülküyü, “Nizâm-ı Âlem Dâvâsı” biçiminde söylemleştiriyordu. Moğol İstilası nedeniyle Anadolu’ya “karıncalar gibi kaynaşarak” göç eden Orta Asya Türk’ü, kısa sürede önce kırlık alanlarda çadırlarda oturmuşlar, sonra yine şehirlerin varoşlarına yerleşmişlerdir. Sadece Denizli hav-zasında 200 bin, Kastamonu’da 100 bin, Kütahya dağlarında 30 bin çadır Türkmen’in, 13. yüzyılın ikinci yarısında yaşadığını belirtmek yeterlidir. Bir Bizans kaynağı bu durumu söyle özetlemektedir: “Moğolların püskürttüğü Türk-men’ler vilayetleri işgal ediyor ve Rumları sıkıştırıyordu. Moğollardan nasıl kaçıyorlarsa, aynı şiddetle Rumlar için de tehlike oluyorlardı. Bu nedenle Moğol istilası onlar için felaket değil saadet getiriyor ve Roma (Bizans) toprakla-rını işgal ediyorlardı.” İşte, bu geniş istila ve nüfus akışı sırasında, Bizans kaynakları ilk defa XIII. yüzyılın sonlarında müthiş bir akıncı hüviyetiyle, Osman Gazi’nin zuhurundan bahseder. Adına kısaca Rum dediğimiz Doğu Roma (Bizans) İmparatorluğunun da, kötü yönetim sonucu, yanlış siyasetler nedeniyle, halkını mutlu edemediğini; hatta inim inim inlettiğini de özellikle belirtmek gerek. Koşul-ların böylesine uygun olduğu dönemde, Osmanlı Hanedanı, Anadolu’nun batısından başlayarak, kısa sürede eski Selçuklu Hanedanının sınırlarına ulaşmıştır. Bu sırada üç büyük güçle uğraşmak zorunda kaldı: Timur’un emrin-deki Moğol-Tatar-Türk ittifakı, Şah İsmail’in emrindeki Şii-Türkmen yapılanması, Mısır’da Kölemenler adıyla anılan Kıpçak-Kafkas güçleri... Bu üç gücü de yene yenile yok ettikten sonra, Anadolu Birliği sağlanmış, Osmanlı Hane-danı’nın Balkanlar’dan başlayarak Avrupa içlerine doğru girişi başlamıştır. Türk tarihinde, ilk kez Osmanlı Hane-danı’nın merkeziyetçi bir devlet sistemi ile meydana çıkması, büyük bir siyasal devrim sayılmalıdır. Şehzadelerin ve boy beylerinin siyasi otoriteye katılımını, baştan beri imkânsızlaştırarak, devletin “taksim edilmez mukaddes varlık” konumunda algılanmasını sağlamıştır. “Nizam-ı Âlem” davası için, devletin başındaki siyasi güç kalıncaya kadar, diğer bütün siyasi güçlerin yok edilmesi esası getirilmiştir. Bu tedbirin “dünya devleti” olmak ve “cihan hâkimiyeti” sağlamak ideallerine bağlı olduğunu düşünmek durumundayız. Osmanlı Hanedanı bu yeni uygulaması ile, çağına ve eski Türk Devletleri’ndeki geleneğe aykırı davranarak, bir bakıma devrim yapmıştır. Eski Türk devletlerinde, devlet, hanedanın müşterek malıdır. Hakan (veya sultan) öldükten sonra, hanedana mensup şehzade ve beyler, yabgu (veya melik) adı altında devleti aralarında paylaşıp, sınırlarını genişletmek üzere siyasal otoritelerini artırma kavgasına başlıyorlardı. Osmanlı Hanedanı ise, Türkmen beyleri arasındaki kavgalardan, şehzadelerin neden olduğu anarşiden ve yakın doğudaki teamüllerden ders alarak kesin sonuç veren önlemler almışlardır. Nizam-ı Âlem mefkuresi “Din ve Devlet-Mülk ve Millet” önceliğini or-taya koyarak “fitne küfürden daha şiddetlidir” yargısıyla, kardeş ve hatta evlat katlini bile caiz görmüştür. Bugünün koşulları ile çok tartışabileceğimiz Fatih Kanunnamesi’ndeki şu sözler, aynı zamanda Osmanlı Hanedanının trajik yaşamının da başlıca nedenleriydi: “Her kimesneye evladımdan saltanat müyesser ola, karındaşların Nizam-ı Âlem içün katletmek münasibdür. Ekser ulema dahi tecviz etmiştir; anınla âmil olalar.” Çelebi Sultan Mehmet’in, Timur felaketinden sonra oluşan fetreti yok ederken kardeşlerini katletmesi üzerine, Timur’un oğlu Şahruh, bu durumu kınayarak, İlhanlı töresinde böyle bir yöntemin olmadığını belirt-miştir. Çelebi Mehmet ise cevabî mektubunda “Osmanlı Padişahları başlangıçtan beri deneyimlerini kendilerine öncü yapmışlardır” diyerek Şeyh Sadi’nin Gülistan’da dediği gibi,

Page 105: HECE TAŞLARI - Turuz

05O n 5 m a y ı s 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 2 7 . s a y ı

“On derviş bir kilim üzerinde uyur, lakin iki padişah bir iklime sığmaz” örneğini hatırlatarak, yaptığının haklılığını anlatmaya çalışmıştır. Osmanlı Hanedan mensuplarının ruhî durumları, onların bir bakıma yaşamını düzenleyen yasalarla bağ-lantılıdır. 1604 yılında 14 yaşında tahta geçip 1617 yılında ölen I. Ahmet’e kadar büyük evlat padişah olurken, bu zamanda çıkarılan bir saltanat veraset yasası düzenlemesi ile “Büyük evlat yerine hanedan içerisinde en büyük kimsenin” veliaht ve padişah olması sağlanmıştır. Her zaman da siyasal erki isteyenlerin kavgası eksik olmamıştır, bu yasayla azalmasına rağmen. Devlet öylesine merkeziyetçi bir yapılanmaya doğru gitmiştir ki; devleti büyük oranda kapıkulları (bürokrasi) yönetmiş; aristokrat beyler yok edilmiş, padişah bile askerler gibi miri toprak üzerindeki hasların gelirleriyle maişetini temin eden devletin bir yüksek memuru biçimine dönüştürülmüştür. Eski Türk devlet geleneğindeki “kurultay” gibi, haftanın dört günü, sadrazamın başkanlığında “divan” toplanır, padişah da divanı perde arkasında izlerdi. Osmanlı Devlet protokolü, uluslararası ilişkilerde, bir “dünya devleti”nin düzenleyiciliği ve üstünlüğü gö-zetilerek hazırlanmıştı. Osmanlı Padişahları XVI. yüzyılda kendilerine eşit bir hükümdar kabul etmediklerinden, onlarla anlaşma imzalamayı uygun bulmazlar, muahede imzalamak yerine onlara ahitname ihsan ederlerdi. İleride Cihan Padişahı olarak kendine, toplumuna ve yeryüzüne karşı çok önemli sorumluluklar yükle-necek şehzadeler, doğumlarından başlayarak, bu ağır yükü kaldıracak biçimde sarayda eğitilir; belli bir olgunluğa ulaştıktan sonra da küçük sayılabilecek bir yaşta, yanlarına devletin seçkin kadroları katılarak “şehzade vali” ola-rak önemli taşra şehirlerine (Konya, Manisa, Amasya, Trabzon, Kastamonu...) yönetici olarak görevlendirilirler ve geleceğin yöneticileri buralarda olayları yaşayarak, devletin içerisinde pişerek yetişirlerdi. Bu merkezler de, İstanbul’daki sarayın birer minyatür örneği olarak Osmanlı Devlet yapısı içinde sanatın ve bilimin geliştirici ve koruyucu rolünü üstlenir, devlet içerisindeki farklı bir kültür merkezi olarak ortaya çıkardı. Şahzadenin çevresin-deki görevlilerden önemli bir kısmı şairlerden seçilirdi. Şehzade Cem’in bağlıları olan “Cem şairleri” bu konuya örnektir. Dönemin ünlü sayılan; Cem Sadîsi, Haydar Bey, Sehaî, Kandî, Şahidî gibi şairler, Cem’in Konya valiliği ile başlayıp gurbetlerde sürgün gezdiği Frengistan günlerindeki tüm macerasında yanında olmuşlardır. Osmanlı Hanedanının yapısında ilk dikkati çeken, padişahların yabancı kadınlarla evlenmesidir. Bu ya-bancı kadınlar, küçük yaşta sarayda iyi bir eğitim ve öğrenimden geçirilmiş, Türk dışındaki ırkların seçkinleridir. Gerek fiziki güzellik, gerek zekâ düzeyi olarak özenle seçilen bu kadınlar, sarayda çok zor bir eğitim ve öğrenim sürecinden geçirilir. Kendi ırklarının en iyilerinden olan bu hanımlar, bu eğitim sürecinin sonunda tam bir “Os-manlı Hatunu” olurlar. Tarihçiler, bu seçimin bilinçli olduğunu savunurlar. Türk kanından hanımlarla saray mensuplarının evlen-meleri durumunda, Osmanlı Hanedanı dışında hanedanların güçlenmesine olanak sağlayacağı tehlikesi nedeniyle bu yönteme başvurulduğunu düşünürler. Ben başka bir noktaya, genetik bilimi verilerine göre, F1 jenerasyonu dediğimiz ilk melezleme kuşağının özelliklerine dikkat çekmek istiyorum. Bilindiği gibi, melezlemede, ilk kuşak her iki ebeveynin de üstün özelliklerini alır. İlk kuşak iridir, güçlüdür, verimlidir... Osmanlı Hanedanının sürekli böyle bir evliliğe zorunlu tutulması, fiziki anlamda üstün özellikler taşıyan nesillerin oluşumuna neden olduğu gibi, diğer ırkların üstün özelliklerinden yararlanılmaya neden olmuş olabilir. Bu fiziksel kazanımdır. Osmanlı padişahlarının üstün fizik gücü taşımalarının bir nedeni de bu olabilir. Bilindiği gibi ok atmada, gürz savurmada, mızrak atmada, hatta güreşte, Osmanlı hanedanının üstün meziyeti bir efsane gibi anlatılmaktadır. Padişahın attığı ok, mızrak ve gürzler, aşılmayan rekorlar oluşturmuştur. Bir örnek olmak üzere Ünsal Yücel’in “Türk Okçuluğu” kitabındaki bir yargıyı aktarmak istiyorum. “Dünya okçuluk tarihinde en uzun mesafeye ok atma rekoru Türk sultanı II. Mahmut’a aittir. II. Mahmut, yıldız havasıyla ok atılan “Hasan taşı” menzilinde 21 cemaziyülevvel 1251 (1835) günü, 1221 gez uzaklığa (1 gez=66 cm.)=805.86 mt. ok atıp taş diktirmiş, bir yıl sonra 13 Recep 1252 günü, aynı yerde, 7 gez aşırı atarak taşını 1228 geze sürmüştü (810.48 mt.)” Melez olmanın bir diğer kazanımı da kültürel olanıdır. Türkçe’nin dışında büyük bir olasılıkla ana dil ola-rak bir Balkan (veya Kafkas) dili öğrenilecektir. Arapça ve Farsça mutlaka öğrenilecek, bunun dışında da Avrupa dilleri öğrenmek söz konusu... Bunun ötesinde, melez olanın, dünyanın diğer kültürlerinin ayırdında olması, on-ları algılaması da kolaydır. “cihan padişahı” unvanını alması muhtemel birisinin, küçük yaştan başlayarak yeryü-zünün büyüklüğü, insanların, kültürlerinin ve örflerinin çeşitliliğini anlaması, yönetim açısından önemlidir. Bazı kabuller nedeniyle, daha verimli bir yönetimin altyapısı olarak önemlidir. Dünyalı olmanın koşullarından birincisi, başka kültürleri tanımış olmaktır. Yerelden evrensele açılım, böyle bir altyapının üzerine kurulabilir. Doğuştan var olan özellikler, eğitim ve öğrenimle yönlendirilir. Taşra şe-hirlerinde kendilerine minyatür bir ülke kurularak yönetici olarak yetişmeleri sağlanır. Savaşlara katılırlar. Hem “bir ülke nasıl yönetilir”i, hem de “savaş nasıl kazanılır”ı, uygulamalı olarak görürler. Her biri fiziksel ve kültürel anlamda iyi yetişmiş, maksimuma ulaşmış, mükemmele yakın insanlar olan şehzadeler için trajedi, hepsinin baba-sı olan padişahın, erkini yitirmesi, yaşlanması veya ölmesi ile başlar Sarayın içinde, bürokrasiye en yakın olanı,

Page 106: HECE TAŞLARI - Turuz

06 He c e t a ş l a r ı 2 7 . s a y ı O n 5 m a y ı s 2 0 1 7

ordunun en çok tuttuğu; başkente en yakın olan sancakta bulunan ya da annesi en çok güçlü olup, en iyi siyaset yapabilen, en hızlı hareket edebilen saraya ulaşıp padişah olur. Geri kalanlar ise, çocuklarıyla birlikte ölürler. Bu sert ve gayri insanî gibi görünen uygulama, doğal olan bir şeye çok benzemektedir. Bilindiği gibi, insan ve hay-vanların döllenmelerinde bir kural vardır: Erkek, 300-400 milyon sperm hayvancığı salgılar. Bunlar yumurtaya ulaşmak için bir yarış başlatır. En güçlü olanı yumurtaya ulaşır, döller ve yumurtanın çevresindeki zar, diğer sperm hayvancıkların girmesini imkânsızlaştırmak üzere kalınlaşır. Diğer bütün spermatazoonlar, bu zara takılır, geçe-mediği için bir süre sonra ölürler. Bir yumurtanın döllenmesi için konulan kuralların tümü, bir dünya devletinin döllenmesi anlamına gelecek yöneticisinin seçiminde aynen geçerli kılınmıştır. İyi yetişmiş, çok değerli şehzadeler, çocuklarıyla birlikte “Nizam-ı âlem olan Cihan Devleti”ne zarar veremeyecek konuma getirilirken, “bir iklime iki padişah sığmaz” kuralından hareket edilmektedir. Gelecekte birbirlerine rakip olması kaçınılmaz olan iki kardeşin, küçük yaşlardan itibaren “kardeşlik” duygusunu algılama boyutu nedir? Bu konuda fazla bir veriye sahip değiliz. Esasen bütün Türk tarihinde, “Bilge Kağan/Kültigin”, “Tuğrul ve Çağrı Beyler” ile “Sultan Orhan ile kardeşi Alaattin Paşa”nın dışında olumlu örneği yok gibidir. Kardeşlerin birbirini kabul edişi zordur. Söz konusu olan devlet erkini paylaşmak, ya da bu erki bağışlamak olunca olanaksızlaşır. Rekabet, kendini daha çok lâyık görme, hatta kıskanç-lık, insanın, insan olmasının doğal sonucu olan birer zaaf olarak yürürlüktedir. Yumurtayı dölleyen tek spermata-zoon örneğinde olduğu gibi, diğerlerinin yok edilmesi, doğal bir kural olarak hükmünü icra eder. Büyük bir ülke yöneten kişinin, kişisel yaşantısının, özel hayatının sınırlarının belki de en dar alana sıkışıp, kalması kaçınılmazdır. Büyük bir ülke; örgütle, organizasyonla, kurallarla yönetilir. Bu kurallar da, devlet büyü-dükçe, dünya için önemli oldukça, kişisel yaşamın sınırlarını alabildiğini daraltır, azaltır. Osmanlı İmparatorluğu gibi cihânşumûl bir dünya devleti, kendini Nizam-ı Âlem gören bir devlet organizasyonunda, kişinin yönetici olarak özgür alanı yok denecek kadar azdır. Bu, o günkü devletlerde geçerli bir kural olduğu gibi, bugünkü devlet yönetimleri için de geçerli olan bir kuraldır. Bu nedenlerden dolayı Osmanlı hanedanının; baba-oğul, karı-koca, kardeşler arası ilişkilerle, dede-torun ilişkisini; devlet yönetme konumu olamayan başka ilişkilerle kıyas etmek doğru olmayabilir. “Nev’i şahsına münhasır” bir hâldir, kendi kuralları ile değerlendirilmesi doğrudur. Yavuz Sultan Selim’in padişah olduğu dönemde bir saray nakkaşı, Yavuz’un dedesi Fatih Sultan Mehmet’in bir portresini yapar, resmi Yavuz’a gösterir. Yavuz beğenmez. Yeteri kadar bezemediğini düşünür. “Beni küçükken dizine oturturdu. O yüzden çok iyi hatırlıyorum, doğan burunluydu” dediğini okuduğumda şaşırdım. Olağan aileler için çok doğal olan bu dede-torun ilişkisini, emperyal bir ülkenin sarayında görmek gerçekten şaşırtıcıdır. Yavuz için de, bu doğal olması gerekli hal, anlatılmaya değer bulunmuştur. Sperm hücrenin yumurta hücresini dölle-mesinden sonra, kalınlaşan hücre zarının diğer bütün sperm hücrelerini öldürdüğü gerçeği çerçevesinin trajik ortamında düşünüldüğünde, Osmanlı Hanedan Tarihi’nin bir “Acılar Tarihi” olduğunu anlamamız kolaylaşır. Bu, “kendi kanıyla beslenmesi” kendine kader kılınmış bir tarihtir. Her an, bir meydan savaşının inanılmaz görüntüle-rinin yaşandığı bir tarihtir. Bir bakıma kendini, devlete feda edişin tarihidir. Bu salt Osmanlı’nın tarihi değildir. Belli bir dönemde tüm dünya ülkelerinde hanedanların acınası tari-hidir. Ancak Osmanlı, dünyanın düzeninden kendini sorumlu tutan bir anlayıştan çıktığı için, bu acıyı en büyük ölçekte yaşamıştır. Osmanlı hanedanının 600 yıllık tarihi boyunca nasıl bir yaşantısı olduğu, bu ülkede yaşayan insanların çeşitli kaynaklardan edindiği bilgilerle, bilinen bir olaya dönüşmüş, gizliliği azalmıştır. Bu nedenle ay-rıntılara fazlaca girmeden yirminci yüzyıl başlarında düşüncelerini ortaya koymuş bir gelenekçi şair, oyun yazarı ve eleştirmen, T.S.ELİOT’tan, Eliot’ın iki görüşünden söz etmek istiyorum. Birincisi: “Şimdi ile geçmiş arasındaki ayrım, bilinçli şimdinin, geçmişin kendi kendisinden olamayacağı ölçüde, geçmişten haberli olmasıdır.” Bu tespite, en çok günümüz Türkiye’sinde yaşayan, bir tarih bilincine sahip olmaya çalışan insanlar için ihtiyaç vardır. Bilinçli olan “şimdi”nin, geçmiş değerlendirmesine, geçmişin kendi kendisinden olamayacağı kadar doğru bilgilerden ulaşılmış yargılarla geçmişten haberi olması, “şimdi”ile “geçmiş” arasındaki en önemli ayrımdır denilmektedir. “Şimdi”nin bilinç düzeyinin belirleyici ve ölçeğinin de bu olduğu vurgulanmaktadır. İkincisi: “Gerçeğin olduğu kadar sonsuzun da, geçiciyle birlikte sonsuzun da duygusu olan bu tarih duy-gusudur yazarı gelenekçi kılan” dendikten sonra, gelenek düşüncesine temel taşı olacak şu yargıyla beslemektedir düşüncesini: “Hiçbir ozanın, hiçbir sanatçının tek başına bir anlamı yoktur. Onun anlamı, değerlendirilmesi, ölmüş ozan ve sanatçılarla olan bağının değerlendirilmesidir. Ona tek başına değer biçemezsiniz, karşıtlık ve benzerliklerini belirtmek için, ölmüşler arasına yerleştirmemiz gerekir. Bunu yalnız tarihsel değil, estetik eleştirinin de bir ilkesi ola-rak söylüyorum.” Konumuz “Osmanlı padişahlarının şiirlerindeki insanî altyapı, insanî boyut” olunca, Eliot’ın tarih ve este-tik için ilke olarak ortaya koyduğu yargı da geçerli olacağı en iyi alanı bulmuş olmaktadır. /Geçmişten günümüze baktığımızda, günümüzü hem çağın ölçütleri ile hem de tarihin verileri ile değerlendirdiğimizde, siyasetten bü-rokrasiye, yargıdan orduya, ticari hayattan işçi sorunlarına, sanayi meselesinden tarımın meselelerine kadar, karşı karşı kaldığımız temel çalkantılarla geçmişi kurcalayan/geleceği kuran senaryo ve değerlendirmen mahrum

Page 107: HECE TAŞLARI - Turuz

07O n 5 m a y ı s 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 2 7 . s a y ı

olmamızı, neden olarak görmekteyiz. Bu genelleme gibi görülebilir. Ayrıntıları tartışırken hep temelden kopuşu-muzu gördükçe, böyle bir genellemenin bile doğru yöntem olduğu düşünülebilir. Ülkemizin eğitim, sağlık ve tüm konularda üretim alanlarındaki biçare vaziyeti; özellikle insan hakları ve yargı konularında karşı karşıya kaldığı çıkmaz, herkesin “hemen şimdi” diyerek ortaya çıkacağı bir kıyameti vurgulamaktadır./ Divan şiiri diye isimlendirdiğimiz, Osmanlı hanedanının hâkim olduğun dönemi de kapsayan şiirimiz, Eliot’ın, “gelenek” tarifi içerisinde yerini bulmaktadır. Çünkü gelenek, hem sanat eserlerinin kendi aralarında kurdukları nesnel düzen, hem de edebiyatın dayandığı kültür düzenidir. Yaşayan her büyük ozanın, yaşadığı çağla insan duygu ve düşüncesinin son sınırlarına vardığı, dilinin o çağdaki tüm olanaklarını tüketerek yeni bir deyiş getirdiği kabul edilir. Onun ardından gelenler ise, duygu ve düşüncenin türlü alanlardaki değişmeler sonu-cunda vardığı yeni sınırlara erişmek zorundadırlar. Divan şiirinde sadece nazire/ ve tahmis geleneği, bu zorlamayı son noktanın ulaştığı yerin ötesine taşımaya yeter. Çünkü yine Eliot’ın dediği gibi, “Şiirde, geçmişe hiçbir şey borçlu olmayan tam bir yenilik yoktur” Bizim geleneksel şiirimiz (Halk şiiri ve Divan şiiri olarak adlandırılan-lar) bu yargının hakkını tam olarak verir. Geçmişten beslenir ama gününü yansıtır. Bir bakıma “kökü mazide olan ati” sözüyle açıklanır. Cemal Süreya, divan şiirini, imparatorluğun şiiri olarak düşünür. Bu da doğrudur. Büyüklük kavramı öylesine sınırlarını genişletmiştir ki, şiirin soyuta yolculuğu hızını artırmıştır. Esasen emperyal bir devletin ku-rulması için Türk geleneği içerisinde işin alt yapısı hazırdır. Timur, Selçuklu, Osmanlı... hangi hanedan gelirse gelsin, kendisini bir üst imparatorluğa bağlayarak, gelenekteki yayılmacılığının gerekçelerini hazırlamaktadır. Ya ana tarafından Cengiz Han’a, ya da Oğuz Han soyuna bağlanmakta, cihangirliklerine sebep bulmuş olmaktadırlar. Ali Şîr Nevaî’nin çok büyük bir imparatorluğu Türkçe ile kuracağını söylemesi, bir kültür imparatorluğuna dikkat çekmesi, sebepsiz değildir. Sultan Babür, Hüseyin Baykara gibi Timurlular, söz ikliminin de hünkârı olma ceh-dini göstermişlerdir. Bu arada da Kadı Burhaneddin’i unutmak da mümkün değildir. “her dem taze” gazelleri, her zaman Türk dilinin doruklarını oluşturmaktadır. Osmanlı Hanedanı içerisinde, şiir şöylemek, olağan bir durum gibidir. Haremdeki kadınlara söz usta-lığının zirveleri olan şiir öğretilir. Cenk meydanında savaşan padişah da bu nedenle, şiirin içindedir. Şiire saygı, sevgi, hayranlık duyulur. Padişah olamamış, bunun acısını yaşamış birçok şehzadenin, kendini bugünün insanları-na anlatması için şiirden başka silahı kalmamıştır. Şehzade Cem’in Oğuz Han adlı oğlunun öldürülmesi nedeniyle söylediği mersiye; bir babanın, gurbet elde sürgün bir babanın, gurbet elde sürgün gezen yenilmiş bir babanın figânı gibidir. Şehzade Bayezit’in “İran erenleri ile Turan erenleri”ni ululayıp, sığındığı Acem Şahı’na övgü yağdırdıktan sonra kendini affetmelerini “Sultan-u Rum-u Horasan erenleri”nden dilemesi, yine aynı doğrultuda başkaldırı ile özrü med cezir gibi gösteren duygu denizleridir. Osmanlı Padişah şiirleri büyük bir çeşitlilik gösterir. İlk kez şiir söyleyen Padişah’ın II. Murat olduğu söy-lenir. (Ölümü 1451)

“Sâki getir getir yine dünkü şarâbımı Söylet dile getir yine çeng ü rebâbımı Ben var iken gerek bana bu zevk u bu safâ Bir gün gele ki görmeye kimse türâbımı”

mısralarında gizlenmiş bir Ömer Hayyam vardır. Haftada iki gün şairleri toplayıp, bilim adamlarıyla çeşitli konuları tartıştığı, Latifî Tezkiresi’nin bize ulaştırdığı ilginç bilgilerdendir. Şiirlerini ilk kez bir divanda toplayan Osmanlı Padişahı ise, 1432-1481 yılları arasında yaşamış olan şair Avnî’dir (Fatih Sultan Mehemmed Han Gazi adıyla padişahtır)

“Sakiyâ mey sun ki bir gün lâlezar elden gider Erişir fasl-ı hazân bâğ-u bahâr elden gider.

Her nice zühd-ü salâha mâil olur hâtırım Gördüğümce ol nigârı ihtiyâr elden gider.

Şöyle hâk oldum ki, âh etmeye havf eyler gönül Lâcerem bâd-ı sabâ ile gubâr elden gider.

Gırre olma dilberâ hüsn ü cemâle kıl vefâ Bâki kalmaz kimseye nakş u nigâr elden gider.

Yâr içün ağyâr ile merdâne ceng etsem gerek İt gibi murdâr rakîb ölmezse yâr elden gider.”

Page 108: HECE TAŞLARI - Turuz

08 He c e t a ş l a r ı 2 7 . s a y ı O n 5 m a y ı s 2 0 1 7

“Avn: Yardım” kökünden “Avnî:” yardımla ilgili” mahlasını almaya karar vermiş Padişah’ın, dönemin bi-lim adamları ile asker-sivil bürokratlarını toplayıp onlarla müşavere etmesi, zaman zaman da müşaare “karşılıklı şiir söyle(ş)me, şiir yarışı, birbirlerine şiir söyleme” yoluyla bir mısraya 30’dan fazla mısra söyletmesi ilginçtir. Devlet adamının güncel uğraşısı arasında şiirden değerlenme açısından has bir örnek oluşturduğu için önemlidir. “Hattın haddin yüzünü tuttu nitekim ey can” mısraı padişah tarafından söylenince müşaare yoluyla;

Mahmut Paşa: Rum iklimine zincir gösterdi nazm-ı divân Molla Güranî: Lâl’in tabak içinde piruze lerzân Eftâlzade Hamidüddün: Gül defteri dürüldü geldi vücuda reyhân Molla Kırımî: Levh üzre yazdı hemân ayât-ı nazm-ı Kur’an Molla Musluhiddin Kastalanî: Devr-i kamerde yazdı tuğrayı şâh-ı devrân Molla Hızır Bey: Ayine-i vücûdu dûd-ı dîl-i muhibbân Molla Hatibzade: Düşmüş kenar-ı şemse zill-ı sehâb-ı yezdân Şerif-i Amidî: Gülzâr-ı hüsn üzre yitti benefşe reyhân

Fatih’in danışmanları (musahipleri) arasında edebiyatımızın en önemli şairlerinden Ahmet Paşa’nın bu-lunması, bir özellik olarak belirtilmelidir. (Maiyetinde 185 şair bulunduğu söylenir.) Latifî tezkiresi’nin kaydına göre, “Saltanat dönemi bilgi ve fakihler devri, hünerliler ve fasihler çağıydı (...) Her nerede sahasında uzman ve yegâ-ne bir bilgin varsa, ister Sind, ister Hind’de olsun, büyük ikramlar ve paralar ile yolunda çok mal ve mülk harcayıp, yüksek makam ve mevkiler ile onları özendirip, zorunlu olarak her birini ülkelerine veda ettirerek, yerlerini yurtlarını terk ettirmiştir.” Ali Kuşçu adlı tanınmış bilgini Acem’den Osmanlı ülkesine davet edince onu yüceltmek için her durağına bin akçe takdir etmişti. Hint’de Hace-i Cihân’a, Acem’de Mevlana Camî’ye her yıl bin flori gönderilmiş-tir. Bu örneklerden, o dönemde şairlerin, sözleriyle geniş bir alanı etkiledikleri, bir bakıma kamuoyu oluşturduk-ları, bugün yazılı ve sözlü basının, internetin fonksiyonunu üstlendikleri, toplulukları, etkileyen kişi ve grupları etkiledikleri anlaşılmaktadır. Cihangir/emperyal amaçlı devlet adamlarının bunları maddi ve manevi iltifatlarla, kendi kamuoylarını oluşturmada yardımlarını almayı amaçladıkları ortaya çıkmaktadır. Şiirin bir başka fonksiyonu, ülkelerin başındaki devlet adamlarının şiir aracılığıyla haberleşmesi, politik ve askeri mesajlar vermesidir. Kadı Burhaneddin’in yaşadığı dönemde kendi ülkesinin geleceği için tehdit unsuru olarak gördüğü Toktamış ve Timur için söylediği tuyuğ, bu konu için örnek niteliğindedir:

“Ezelde Hak ne yazmışsa bolur Göz neni ki görecek ise görür İki âlemde Hakk’a sığınmışız Toktamış ne ola, ya Aksak Timur?”

bunun gibi, döneminde Anadolu Birliği’nin kurulmasını en çok hırpalayan ve engelleyen Karamanoğlu için Fatih’in söylediği:

“Bizimle saltanat lâfın edermiş ol Karamanî Hüdâ fırsat verirse ger kara yere karam anı”

sözü, tatlı bir cinasla birlikte büyük bir tehdit içermektedir. 21 yaşında devleti yönetme görevi üstlenmiş, otuz yıl bu işi sürdürmüş, genç sayılacak bir yaşta ölmüş, dö-neminde unutulmaz fetihler yapmış, uluslararası çapta yürüttüğü siyasetle Balkanlar’a yayılmanın hem kapısını aç-mış, hem de ileri noktalara taşımış bir devlet başkanı’dır. Tarihçilerin “Osmanlı fetihleri Anadolu’da, Ortadoğu’da ve Balkanlar’da ekonomik canlanmayı ifade eder “sözü, bugün de bir devletten beklenen en önemli fonksiyonun ifadesidir.

Fatih’in;

“Senin zencir-i zülfünden dîl-i divâne bend ister Usandı derd ile candan asılmağa kemend ister”

mısralarını ihtiva eden müfredi, bugün de mükemmel bir aşk şiiri olarak değerini koruyan sözlerdendir. Fatih’in oğlu 8. Padişah II. Bayezid, 33 yaşında yönetimin başına geçti, ülkeyi 31 yıl yönetti. “adl”; doğruluk” kö-künden Adlî mahlasını seçti. Şiirleri divan biçiminde derlenmiştir. Kardeşi Cem Sultan’la olan iktidar mücadelesi, söylencesi çok bir olaydır.

Page 109: HECE TAŞLARI - Turuz

09O n 5 m a y ı s 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 2 7 . s a y ı

“Harim: biri için kutsal olan şeyler, başkasına kapalı olan yer, evin içi” kökünden Harimî mahlasını seçen Şehzade Korkut da, Yavuz Sultan Selim gibi, Osmanlı hanedanının en çetin isimlerinden birisiyle, yitireceği bir mücadele sürdürmüştür. Bu yenilginin, Şehzade Cem ve Şehzade Korkut’a şiir olarak yansıması bir feryat niteli-ğindedir. Aslında Şehzade şiirlerini özel olarak incelemek gerekir. Osmanlı hanedanı içerisinde, şehzadeler arası mücadelenin, yönetimi ele geçirme kavgasının en belirgin olduğu dönem, Timur’un Yıldırım Bayezid’i yendikten sonraki “Fetret Devri” denilen dönemdir. Yıldırım’ın şehzadelerinin, etkin olan dış güçlerin (Timur, İran gibi) veya iç güçlerin (Yeniçeriler, sivil bürokrasi, ahiler gibi) desteğini almaya çalışarak kıyasıya bir mücadele sürdürdükleri bilinmektedir. Dört şehzadenin on yıllık kavgası zaten üzerinden, rahmetli Kemal Tahir’in söylemiyle “Topal Kasırga” geçmiş ülkeyi, defalarca örselemiştir. Kanunî’nin şehzadeleri, - her ikisi de şair olan ve ecelleriyle yirmi iki yaşında ölen- Şehzade Mehmet ile Şehzade Cihangir, ölümleriyle babalarını üzmüş, hatta şair babalarınca ölümlerine tarih düşürülmüştür. Babasına başkaldıran Şehzade Bayezid, şiiri, yaşamsal bir konuda siyasal unsur olarak kullanmıştır. “Ey seraser âleme Sultan Sülayman’ım baba Tende cânım cânımın içinde cânânım baba Bâyezidine kıyar mısın benim cânım baba Bîgünâhım Hak bilir devletlü sultanım baba”

sözleriyle başlayan şiiri, buna Muhibbî’nin;

“Ey demâdem mazhar-ı tuğyân ü isyânım oğul Takmayan boynuna hergiz tavk-ı fermânım oğul Ben kıyar mıydım sana ey Bayezid Han’ım oğul Bîgünahım deme bari tevbe kıl canım oğul”

sözleriyle başlayan yanıtı, konusunda en önemli örneklerdendir. Yine Kanunî’nin şehzadelerinden o dö-nemde yaşayan insanların çok değer verdikleri Şehzade Mustafa, dramatik ölümüne, on beş mersiye yazılmakla, şiir tarihimize girmiştir. Taşlıcalı Yahya Bey’in Şehzade Mustafa Mersiyesi, dönemin sosyal içerikli, içinde tespit ve eleştiri taşıyan cesur şiirlerindendir. Aynı zamanda, “Meded meded bu cihanın yıkıldı bir yanı” gibi alışılmadık bir haykırışla başlayan şiir, tarihe not düşmektedir:

“Ecel Celâlîleri aldı Mustafa Han’ı Tolundu mihr-i cemâli bozuldu divânı Vebâle koydular âl ile Âl-i Osmânı Geçerler idi geçende o merd-i meydânı Felek o cânibe döndürdü şâh-ı devrânı Yalancının kuru bühtânı buğz-ı pinhânı Akıttı yaşımızı yaktı nâr-ı hicrânı” sözleriyle bu konudaki gizli sırları imgeler yoluyla, dokundurmalarla açıklayan şiir, en son “nizâm-ı âlem” olan padişaha duayla son bulmaktadır. Ancak, bu arada Zal Mahmut’tan Rüstem Paşa’ya kadar ölümden suçlu gö-rülen herkes teşhir edilmektedir. Yahya Bey, son kıtada, çekinmeksizin kendi ismini de geçirerek bir cesaret örneği göstermiştir. Savaşçılığı, siyasal dehası, kararlılığı konusunda çok söz söylenecek Yavuz Sultan Selim’in hikâyesini Se-limnâme adı verilen yapıtlar anlatmaktadır. Bu tür selimnameler yazılacak ortamı hazırlamak da, Yavuz gibi usta bir yöneticiye yakışmaktadır. Farsça divanı vardır. Arapça şiirler yazdığı da bilinmektedir. Farsça divanının, Al-man İmparatoru II Wilhelm’in emriyle 1904’de Prof. Horn tarafından yayınlanması, başka bir Alman’ın Nietzs-he’nin “dağ dorukları birbirini görür” teziyle açıklanabilir. “Şirpençe” adlı bir hastalıktan ölmesi ile şiirinde geçen “şir” ve “pençe” kelimeleri ironi gibidir.

“Merdûm-i dideme bilmem ne füsûn etti felek Giryemi kıldı füzun eşkimi hûn etti felek Şirler pençe-i kahrımdan olurken lerzân Beni bir gözleri ahûya zebûn etti felek” Yavuz’un;

“Ben yatam layık mı karşımda ol ayakta dura Serv kaddim din ben öldükte namazım kılmasın”

Page 110: HECE TAŞLARI - Turuz

10 He c e t a ş l a r ı 2 7 . s a y ı O n 5 m a y ı s 2 0 1 7

beyti ile Bakî’nin

“Kadrini seng-i musallada bilûb ey Bakî Durup el bağlayanlar karşısında yarân sâf sâf ”

beyti arasındaki karşıtlık, belki de yaşamı boyunca ihsan dağıtmış bir “Padişah Şair”le ihsan almış bir “Yargıç Şair”in ruh halini de yansıtır. Yine Yavuz’un bir Türkçe gazeli, Kadı Burhaneddin’in şiirleri gibi temiz bir Türkçe’yle söylenmiştir.

“Gözlerimden aktı deryalar gibi yaşım benim Dostlar çok nesne gördü onmadık başım benim.

Geçmek için seyl-i eşkimden hayâlim askeri Bir direkli iki gözlü köprüdür kaşım benim.

Her gece altun benekli asmaniler giyip İşbu çarh-ı pire-zen olmuştur oynaşım benim.

Ben geda gurbet diyarında kalırdım yalınız Mihnet ü derd ü belâ olmasa yoldaşım benim.

Ey felek dokuz dolu cam içmeyince Han selim Dehr içinde olmadı hergiz ayaktaşım benim”

Yavuz Sultan Selim gibi kararlı ve kararını uygularken ödünsüz bir yöneticinin, iç dünyasında, ne fırtı-lar estiğini ortaya koyması açısından da bu ilginç bulduğum önemli şiirlerdendir. Benim bu şiirde gördüğüm en dikkate değer vurgu, Han Selim adını kullanarak, yaşadığı olaylarda çok yıprandığını düşündüğü kendisine, kendi benliğine, kişiliğine acımasıdır. Olayların yaraladığı bir canlı olduğunu gözler önüne sermektedir. Geceleri lacivert gökkubbede, yıldızların altında, “Çarh-ı pîre-zen” (Bu yaşlı kocakarı olan çark) ancak ona oynaş olabilmiş. Bu korkunç yalnızlığın açıklamasıdır. Kaşı, bir direkli iki gözlü köprüye benzetip, hayal askerlerinin kendi gözyaşın-dan oluşan seli geçmek için bu köprüyü kullandığını söylemek, ilk kez rastlanan bir imgedir. Bu gazeli ana başlık olan “Padişah’ın muazzam yalnızlığı” adına uygun düşünmekteyim. Osmanlı Hanedanı’nın şiir serüvenini didiklerken en önemli saydığım isme geldik. Adı Muhibbî olan (Seven, sevgi besleyen anlamında muhible ilgili), ancak devlet yönetirken Kanunî Sultan Süleyman adını kullanan, 71 yıl yaşamış, bunun 46 yılında Osmanlı İmparatorluğu gibi gerçek bir “dünya devleti”ni yönetmiş; Bakî, Zatî, Hayâlî, Fuzûlî ile çağdaş olmuş, 15935 beyit, 2799 gazeli olan bir şaire... Yaşadığı deneyimi insanlara aktaran, şiirlerinde insan olma çabasına öncelik veren, hatta,

“Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi Olmaya devlet cihânda bir nefes sıhhat gibi

Saltanat dedikleri ancak cihan gavgasıdır Olmaya bahtû sa’adet dünyada vahdet gibi”

sözleriyle, kamuoyunun çok önemsediği devletin, sağlıklı bir nefes kadar önemi olmadığını söyleyip, sal-tanatı “Cihan kavgası” olarak niteleyip, hatta küçümseyip, vahdet gibi bir saadetin olmayacağını vurgulaması ilginçtir. Başka bir gazelinde, sevgilisini överken, kendi sultanlığını ve sahip olduğu ülkeleri, sevgilisi ve sevgisi karşısında yoksaması ilginçtir. “Celis-i halvetim, varım, habîbim, mâh-ı tâbânım Enisim, mahremin, varım güzeller şahı, sultanım (...)

Stanbul’um, Karaman’ım, diyar-ı Mülket-i Rûm’um Bedahşan’ım ve Kıpçağ’ım ve Bağdad’ım, Horasan’ım.

Saçı vavım, kaşı yayım, gözü pür fitne bîmarım Ölürsem boynuna kanım meded hey nâ-müselmanım.

Kapında çünkü meddahım, seni medh ederim dayim Yürek pür-gam, gözüm pûr-nem, Muhibbîyem ü hoş-halim”. Bir başka şiirinde “Tir-i bârân ettiler her bir yaneden gamzeler Dil gibi sinemde bir muhkem hisarım aldılar”

Page 111: HECE TAŞLARI - Turuz

11O n 5 m a y ı s 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 2 7 . s a y ı

sözü, nice hisarlar almış bir padişahın sevgisini açıklama biçimi olarak uygun düşmektedir. Çok önemli bir şairdir Muhibbî. Kanunî Sultan Süleyman da tarihçilerin öneminde birleştiği bir devlet başkanıdır. Oğulları ile üzücü kavgası, bir baba, bir insan olarak kendi trajedisidir. Divanı, sevgi şiirleri ile doludur. Muhibbî adını, yüreğinin yiğitliğiyle hak etmiştir. Divanında, çok sevdiğim bir gazelini sizinle paylaşmak istiyorum:

“Dilberim seyretmeye gülzara çıktı bağ ile Mahrular birbirine gösterir barmağ ile.

Bir ayağ üzre gelüb bel bağlayubdur hizmete Servin indi ayağına kara su durmağ ile

Bîgünâh uşşâkı öldürme benim çok sevdiğim Tükenir sanma senin aşıkların kırmağ ile

Gel beni öldür rakibi görmeyem kuyunda tek Bu meseldir bülbül olmaz bir kafeste zağ ile.

Sineye şol denlü yaktı bu Muhibbî dağlar Der gören, kûh-ı belâ kaplanıdır bu dağ ile.”

diyen Muhibbî’den Selimî’ye geçiş bir irtifa kaybı gibi olabilir. Hiç sefere çıkmayan, İstanbul’da doğup İstanbul’da ölen ilk Osmanlı Padişahıdır. (Karaman, Saruhan, Germiyan valiliği hariç) (1524-1574) Sekiz yıl padi-şah olarak devleti yönetmiş, elli yaşında ölmüştür.

“Biz bülbül-i muhrik dem-i gülzâr-ı firâkız Ateş kesilir geçse sabâ gülşenimizden”

müfredi, zengin, benzersiz ve ilk olan imajlarla doludur. II. Selim, Selimî mahlasını seçmiştir kendine. Ateş kesilmek, rüzgârı yakan ateş, şiirimizde ilk kez kullanılmaktadır. 1574’de padişah olup, 21 yıl sonra 49 ya-şında ölen, III. Murad, 1566 gazelle çok şiirli, divanlı padişahtır. Hat sanatıyla da uğraşmıştır. Arapça, Farsça ve Türkçe’ye hâkimdir.

“Bizi surette gördün Padişâyız Velî mâ’nâda bir kemter gedâyız.

Bizi yâr eşiğinde anlama yâd Kamuya yâd u yâra âşinayız” şiirinde olduğu gibi, gösterdiği tevazû, birçok divan şairinde görülen “aşk padişahı, acının başbuğu, gam leşkerinin beyi” gibi yakıştırmaları hatırlatmaktadır. Hele de çağdaşı ve hemşehrisi Hayalî tarafından “Âlem-i istiğ-nadadır ve perişanlık ve bî-ser ü samanlık ile özge hevadadır.” diye tanımlanan, 1534 ölümlü Hayretî’nin;

“Ne Süleyman’a esiriz, ne Selim’in kuluyuz Kimse bilmez bizi bir Şah-ı Kerimin kuluyuz

Kul olan aşka cihan beğlerine eğmedi baş Başka sultan-ı cihânız, gör a kimin kuluyuz.”

sözleri ile karşıtlığı hem konumları, hem şiirleri açısından ilginçtir. Ayrıca Zatî’nin:

“Melamet mülkünü açtım seraser tîğ-i âhımla Bugün ben padişah-ı mülk-ü aşkım bir diyar aldım”

şiiri de aynı anlamdadır. Şiirlerinde “Adn: Cennet kökünden Adnî” mahlasını kullanan III. Mehmet, 37 yıl yaşadığı (1566-1603), bunun sekiz yılını padişah olarak geçirdiği ömründe, büyük karışıklıklar, savaşlar yaşadı. 27 yıl gibi kısa bir sürede 13 yıl padişah olan Bahrî mahlaslı I. Ahmet, büyük karışıklıkları, celâlî isyanlarını (Kuyucu Murat Paşa olayında) yaşadı. Sultan Ahmet Camiini yaptırdı. Saltanatın, hanedanın en büyüğüne geçeceğine dair veraset kuralı değişikliğini yaptı. Mevlevî ve Celvetî idi. Divançesi vardır. İlginç bir beyti:

“Âriyettir saltanat, servet, beden, cümle fenâ Şimdiden geldi Hüdâ bilir bu devletten gına”

diyerek, belki de döneminde, altından kalkılması gittikçe zorlaşan, devletin büyük sorunlarını vurgula-mak istemiştir. Babasının ölümüne mersiye söylemiştir. Şeyhülislam Yahya’nın;

Page 112: HECE TAŞLARI - Turuz

12 He c e t a ş l a r ı 2 7 . s a y ı O n 5 m a y ı s 2 0 1 7

“Aşka kabil dil mi yok şehr içre ya dilber mi yok Mest yok mecliste bilmem mey mi yok sagâr mı yok” şiirine tahmis söylemiştir. Bu da ilginçtir. 1618’de 14 yaşındayken Padişah olan Farisî mahlaslı Genç Os-man, 4 yıl yönetimde kaldıktan sonra kendi askerlerince boğuldu. Divanı vardır.

“Felek zor eyleyip yıktı gör taht-ı Süleymân’ı Bozup hikmetini hâk ile yeksân kıldı Lokmân’ı” mısralarıyla başlayan gazeli

“Şah-ı alemliğe sanman ki Farisî ola mağrur Cefa-yı rüzgârı çekmeden çeksek şu dameni” önsezisi ile bitmektedir. Eteğini çok çabuk çekmiştir. Ayrıca kısa gazeli de içinin aynası gibidir.

“Düştü bir sevdâya gönlüm özge razım var benim Gönlümün eğlencesi bir serv-i nazım var benim (...)

İstemem dünyada Hind u Rum u Mısr-ı tahtını Geceler ta subha dek Hakka niyazım var benim.

Farisî söyle gazel tatvil kılma şi’rini Çeşmi ahu, dişleri dür, dil-nevazım var benim.

…..

“Nic’oldu Yusuf-u Mısrî ki hüsn içre nâziri yok”

mısraı, söyleyiş ve içerik yönünden, bu talihsiz , bu genç yaşta insafsızca katledilmiş kargaşa ve çöküş dö-nemi padişahının macerasını, olağanüstü bir şiir diliyle, ne güzel özetlemektedir… 11 yaşında Osmanlı Padişahı olan, 10 yıl sonra ancak dirayetle yönetimi eline alabilen, birçok savaşa giren ve başaran, 28 yaşında ölen Muradî mahlasını kullanan IV. Murad (1612-1640) kişilik olarak ilginçtir. Turan Ofla-zoğlu’nun “IV Murat” adlı oyunu, onun tüm yönlerini ortaya koyar. Şeyhülislam Yahya, Nef ’i, Nevizade Atayî... gibi bir çok önemli şairin çağdaşıdır. Hafız Ahmet Paşa’nın yazdığı, yardım talebini reddeden, onu görevden alıp yerine başka bir tayini bildi-ren gazeli ilginçtir. Benzeri olduğu sanılmamaktadır. Hafız Ahmet Paşa, Bağdat’ı fethetmekle görevlendirilmiştir. Uzun sürede sonuç alamayınca, santranç terimlerini ustalıkla kullandığı; “Aldı etrafı adû imdâda asker yok mudur Din yolunda baş verir bir merd-i server yok mudur

Hasm-ı bed-kiş oyunda ruh be ruh şah mat eder Cenkte at oynadır ferzane bir er yok mudur

Bir acep girdaba düştük çaresiz kaldık meded Aşinalar zümresinde bir şinaver yok mudur

Cenkte hempamız olup baş verip baş almağa Ârsa-i âlemde bir merd-i hünerver yok mudur

Ref ’i bidada tekasülden garez ne bilmeyiz Derd-i mazlûman sual olmaz mı mahşer yok mudur

Ateş-i suzan-ı a’dâya bizimle girmeye Dehr içinde imtihan olmuş semender yok mudur

Dergeh-i Sultan Murad’a namemiz irsaline Bad-ı sarsar gibi bir çabuk kebuter yok mudur” gazeliyle padişahtan yardım ister. Padişah da cevabî gazeliyle onu ustaca küçümser. Rüşvet iddiaları yü-zünden görevden aldığını, yerine Ali Paşa’yı atadığını aynı gazelde belirtir. Herhalde, yeryüzünde, “görevden alma ve atama kararnamesi” olan bir başka şiir yoktur. Bu durum; “Hafız-ı Bağdad’a imdat etmeğe er yok mudur Bizden istimdat edersin sende asker yok mudur

Page 113: HECE TAŞLARI - Turuz

13O n 5 m a y ı s 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 2 7 . s a y ı

“Düşmanı mat etmeğe ferzaneyim ben” der idin Hasma karşı şimdi at oynatmağa yer yok mudur

Gerçi laf urmakta yoktur sana hempa bilürüz Lîk sende dâd alır bir dad-ı küşter yok mudur Mertlik dava edersin bu muhanneslik neden Havf edersin bari yanında dilâver yok mudur (...)

Rüşvet ile cünd-i İslâmı perişan eyledin İşitilmez mi sanırsın bu haberler yok mudur (...)

Bir Âli-siret veziri şimdi serdâr eyledim Hızr ü peygamber delil olmaz mı rehber yok mudur

Şimdi hâli mi kıyas edersin âya âlemi Ey Muradî Padişah-ı heft-kişver yok mudur” gazelini daha da ilginç kılmaktadır. 26 yaşındaki bir padişahın böylesine bir devlet birikimi de dikkate de-ğer bir özelliktir. Vefâî mahlasıyla şiir söyleyen IV. Mehmet’in en ilginç yanı, yedi yaşında padişah olup 44 yıl bunu sürdürmesidir. Sultan İbrahim’in oğludur, avcıdır. Yitirişlerin padişahıdır. Tahtan indirildikten 6 yıl sonra 1693’te öldü.

“Bunca demdir tîrini hûn-ı ciğerde besledim Şimdi kasd-ı cân eden anda kanı nân ü nemek” beyti ilginçtir. Yine Sultan İbrahim’in oğlu II. Ahmet, 48 yaşında padişah olduktan sonra 4 yıl yaşadı. (1643-1695). Yitiriliş sürmektedir. Şair ve Hattattır. Yabancı dil bilir ve günlük tutmaktadır. II. Mustafa ise İkbâlî adını seçmiştir. 39 yıllık ömrünün 8 yılını padişah olarak geçirdi. Yitirişlere şahit olmayı sürdürdü. Gerilemenin başı Karlofça (1699) onun dönemindedir. Tahttan, ayaklanmayla düşürüldü, kısa bir süre sonra da öldü. Şair, mü-zisyen ve hattat. Bir müfred’i ilginçtir: “Başımızdan hiç hevâ-yı zülf-i yâr eksik değil Mürtefi yerdir anınçün rüzgâr eksik değil” Necîb’i kendine ad olarak seçen III. Ahmet, lale devrinin ve ‘patrona Halil olayı’nın padişahıdır. Bu da şair, musikişinas ve hattat, 1770’te düşürüldü. Altı yıl yaşadı 33 yaşında öldü. Cihangir’i mahlas olarak kullanan III. Mustafa’nın, önemli yitirişlerin padişahı olması bir irinodir. 1774’te 57 yaşında öldü.

“Yıkılıptır bu cihan sanma ki bizde düzele Devleti çerh-i denî verdi kamu müptezele Şimdi erbab-ı saadette gezen hep hezele İşimiz kaldı heman rahmet-i lemyezele”

kıtası, bir kokuşmuşluğun ifadesidir ve onundur. İlhamî mahlaslı yenilikçi. 47 yaşında katledildi. III Selim (1761-1808), bestekâr, şair, hattat. Sûz-i dilâra makamının mucidi. Şeyh Galib’in dostu ve mevlevi. Bir mesnevisinde;

“Eden bu lütfu Mevlâ-yı kerimdir. Ezelden nâmımız Sultan Selimdir” diyen. Saltanatı anlatırken, dervişlikle yöneticilik arasındaki med-ceziri yaşayan padişah.

“Bağ-ı âlem içre gerçi pek sâfâdır saltanat Vasf etsen bir kuru gavgaya câdır salttanat” Kanunî’nin bir gazelini tahmis etmiştir.

“Derd ile rûyuna baktıkça senin İlhamî Gerçi handan olur amma ciğeri kan ağlar” gibi ince söyleyişleri vardır. Âdli mahlaslı II. Mahmut, 55 yıllık hayatının 31 yılını padişah olarak yaşa-dı, 1839’da öldü. Yenilikçi, Yeniçeri ocağını söndürdü. Hattat, şair, bestekâr. Ok atmadaki rekoru, dünyada, hala kırılamadı. II. Mahmut’un kızı Adile Sultan da iyi bir şairdir. Osmanlı Hanedanında divanı olan tek kadın olması ilginçtir.

Page 114: HECE TAŞLARI - Turuz

14 He c e t a ş l a r ı 2 7 . s a y ı O n 5 m a y ı s 2 0 1 7

“Dervişim kendi başıma yine sultan gezerim Âlem-i aşkta seyyah olup her an gezerim.

Padişah saltanat-ı dehr içün kayd çeker Kayd ü namusu geçin ben dahi üryân gezerim” şiirini söylemiştir. 65 yaşında 1909’da padişah olup, 9 yıl padişahlıktan sonra 74 yaşında ölen Mehmet Reşat’ın az şiiri vardır. İddiasızdır. Zaten dönemi İttihat Terakki Partisi’nin yönetiminde geçmiştir. Mevlevi’dir. Çanakkale Zaferi kazanıl-dığında şu şiiri söylemiştir: (Manzûme-i Humâyûn) “Savlet etmişti Çanakkale’ye bahr ü berden Ehl-i İslâm’ın iki hasm-ı kavîsi birden.

Lakin imdâd-ı ilahî yetişip ordumuza Oldu her bir neferi kal’a-i pulâd beden.

Asker evlatlarımın pişgeh-i azminde Aczini eyledi idrâk nihayet düşmen.

Kadr ü haysiyeti pâ-mâl olarak etti firar Kalb-i İslâm’a nüfûz eylemeğe gelmiş iken.

Kapanıp secde-i şükrâna Reşad eyle dûa Mülk-i İslâm’ı Hûdâ eyleye daim me’men” bu çok içten, sade, basit ve şiir olarak adandırmanın zorluğunu duyduğumuz manzume, aslında bir şeyi de anlatmaktadır. Devletin gücü azaldıkça, sanki, sözün gücü de azalmıştır. Nasıl ki, yıkılışında bile bir imparator-luk olan Osmanlı, son anına kadar bir kaliteyi hep taşımışsa, bugün de rastladığımız kalite kırıntılarını, söz ustası özelliği taşıyanlarda mı aramalıyız? Kanunî Sultan Süleyman gibi söz ehli Cihan Padişahı’nı Şehzade Mustafa Mersiyesi ile eleştirme cesareti gösteren Taşlıcalı Yahya Bey’in Muhammesi, Osmanoğlu’nu iyi anlatan şiirlerdendir.

“Şadman olsun ki, sultanoğlu sultandır gelen Bahr u berrin padişahı âl-i osman’dır gelen Naib-i şer-i Muhammed zill-ı Yezdan’dır gelen Şark u garbı seyreden hurşid-i rahşandır gelen Âlemin sahibkıranı Han Süleyman’dır gelen(…)

Bir kemîne bendesini Mısr’a sultan eyleyen Kerbela seyrini her dervişe âsan eyleyen Sâyeveş düşmanların hak ile yeksan eyleyen Dembedem bağrın kızılbaşın kızıl kan eyleyen Âlemin sahibkıranı Han Süleyman’dır gelen(…)

Osmanlı, Ali Şîr Nevaî’nin şu sözündeki hikmeti çok iyi anlamıştı: “Hiç ordum olmadığı halde, Çin sı-nırına ve Tebriz’e kadar bütün Türk ve Türkmen illerini, sırf, divanımı göndermek suretiyle fethettim.” Bu, bir “kültür imparatorluğu” dur. Yine, Latîfî Tezkiresi’nden öğreniyoruz ki; şair Ahmed Paşa, Fatih Sultan Mehmed için şöyle demektedir:

“Sühân’dan ola şah-ı devrân Sözüyle kadr bulur ehl-i irfân”

Bu da bir yönetim imparatorluğudur.

Page 115: HECE TAŞLARI - Turuz

15O n 5 m a y ı s 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 2 7 . s a y ı

İKİ ŞİİR Hasan Hüseyin CESUR

ACZ

Virane olmuş kalbim düşmüşüm viraneyeBağlasan durmaz gönül benzemiş divaneye

Sormaz mısın ahvalim sen bağban değil misinGece gündüz sermestim dönmüşüm peymaneye

Eğlemez beni devran yar u ağyardan uzakOlmuşum yola revan düşmeden salhaneye

Kimseler bilmez idi defterimde yazanıÇözdüler kuşağımı girince dilhaneye

Ülfet eyledim ben de bir çift kara göz ileBen senin gurbetinde düşmüşüm meyhaneye

AŞK VE KELEBEK

Hep sıradan olsun her şey sıradanBir hikâye söyle ağır olmasınKafdağı anka ve oradan burdanYüzüne şavkı vuran ay solmasın

Omzumda kelebek ruhuma yüktür Akşam derdim birbirinden büyüktürAşk bir hayal olmuş rüyam köpüktürGönül harabe yar haber almasın

Uzaktan bir şarkı inceden inceAkşamları gül dalına küsünceEcel yârin kollarına ininceKelebekler uçsun âşık ölmesin

HİCRAN BUĞUSU Nurullah ULUTAŞ

gecenin nabzını ruhumda duyup salarım boşluğa kör cenazemi islenir, kül tutmaz anılar çirkin anılar içinde körpe güvercin...

bakışı bulutlu şehir düşleri yeşil bir vadiye kayar yüreğin heybetli çınarın kolunda solgun arsız rüzgârlarla üşür ellerin.

uludağ, bilinmez bir türkü söyler haziran güneşi, kırık bir erkek çocuk saçlarında zambaklar biter bilirim hayâli siler gerçekler...

zaman tünelinden aksa bir yıldız ezgiler değişse, taze baharlar mahzun bir umudun yaban sorgusu gözlerin silinmez hicran buğusu.

Page 116: HECE TAŞLARI - Turuz

16 He c e t a ş l a r ı 2 7 . s a y ı O n 5 m a y ı s 2 0 1 7

ŞİİR VE GENENEK ÜZERİNE KONUŞMALAR/bir

Muhsin İlyas SUBAŞI

Konuşturan: Tayyib Atmaca

Önünüzde tarihi bir kapı var ve siz bu kapıyı elinizde avuç alanınızı aşan bir usta elinde düğül-müş bir açar ile sözün kapısını açtığınızda gelenek ve şiir üzerine döşediğiniz, ruh ve gönül işçiliği ile süslediğiniz şiir otağı nasıl meydana geldi? Aslında, sorunuzda cevabın da ipuçlarını veriyorsunuz; ‘Tarihi Kapı’, dediğiniz bizim geçmişi-mizdeki birikimimizdir, daha doğrusu şiir varlığımızı besleyen geleneğimizdir.. Şiir, bir insanın iç insi-yakıdır, ama onun ortak duyarlılık malzemesi olması, toplumun ruh yapısı ve duygu coğrafyasıyla ilgi-lidir. Şiiri kendiniz için yazarsanız, sizde kalır, yayılmaz, duyulmaz kabul görmez ve sizinle de edebiyat mezarlığına gömülür gider. Onun sizinle ve sizden sonra da canlı tutacaksanız, insanınızın beklentilerini dikkate alacaksınız. Biz millet olarak kaç bin yıldan beri varsak, gelenek bu sürenin tamamıdır ve bu tarihi derinliğin süzülüp gelen malzemesidir. Hiçbir şair geleneğin kuşatmasının dışında kalamaz. Önce oradan beslenir, sonra onun dışına çıkmaya çalışır. Kendi sesini bulanların tamamı, geleneğin cömert pı-narlarından beslenen insanlardır. Şiir, toplumun ortak dili olabiliyorsa kalıyor. Bizim şiirimizi meydana getiren bu dikkat noktalarıdır sanıyorum.

Yanınıza genç bir şair adayı geldi, elinde üç beş tane şiiri var ve günümüz şairlerinin parmak izlerini taşıyan ya da taşımayan şiir eskizlerini size sunarak “ağabey bu şiirlerimi bir bakar mısınız, benden şair olur mu?” dedi. Bu şair adayının yol hazırlığı gönül çantasında neler olmalı? Şairin ufku şiirdir. Eğer bir şair adayı bunun farkındaysa, mesafe alma şansı olabilir. Bugün böyle bir eğilim görünüyor, ama acelecilik bunu bitiriyor. Günümüzün gençlerinden birçoğu, korkunç bir tuzak olan erken kifayet duygusuna kendilerini hapsederek yola çıkıyorlar ve yazdıklarını şiir sanıyorlar. Şimdi bu düşüncemiz bir kenarda dursun, sizin söylediğinizi varsayalım, böyle birisi geldiği zaman öncelikle tarzına bakarım, onu tayin ettikten sonra bu tarzın ustalarından kimleri tanıyor, kimleri okumuş, kimleri üstat edinmiş onu sorgularım. Yol hazırlığını bunlarla yapabilmişse, gönül çantasından bekleneni verebileceği umudumu kendisine söylerim. Öncelikle de Türk ve Dünya şiirini çok iyi tanı-ması gerektiğini hatırlatırım. Şiir duyguların gelişigüzel infilakı değildir. İyi bir kaynaktan beslenebilir-se şiir ırmağı arı-duru akar ve kendi yatağını da bulur. Bunları öğütlerim. Çok azına şahit olduğum bir örnek vereyim: 1980’lı yıllarda ‘Küçük Dergi’yi çıkarırken bir üniversite öğrencisi, şiirini getirdi. Oku-dum; ‘bu şiir seni temsil edemez, inanıyorum biraz uğraşırsan daha iyisini yazarsın’, dedim. Delikanlı gitti, sonra başka şiirler getirdi ve yayınlandı. Şimdi edebiyatımızda iyi bir yere sahip. Bir başka ilginç gördüğüm hadise: Bir genç, ziyaretine gittiği Abdurrahim Karakoç’a; “şiirde seni geçeceğim”, demiş. O da, benimle görüşmesini, şiirlerini göstermesini söylemiş. Bana bir tomar şiir gönderdi. Sadece bir şiirine baktım, ciddi teknik kusurlar vardı, onu bildirdim bir daha bana dönmedi bile.

Gelenekle gelecek arasında kurulan köprüden elimizi kolumuzu sallayarak geçebilir miyiz? Bu köprüden geçebilmek için hangi çığırlardan geçmemiz gerekir? Orası sırattır, öyle alını kolunu sallayarak geçmek mümkün mü? Çünkü gelenek, geleceğin har-man yeridir. Bu bakımdan geleneği bilmeden geleceğe elimizi kolumuzu sallayarak geçemeyiz. Bir şair, ne tür şiir yazarsa yazsın, şiir geçmişimizi bilmiyorsa, kendi geleceğini kurması da mümkün değildir. Çünkü şiir geleneğin ortamından doğar. Bunu derken bazıları yanlış yorumluyorlar, geleneği bilmek, bu geleneği oluşturan malzemeyi aynen kullanmak değildir. Kimseye, ‘Koşma türü şiir yazın’, demiyoruz. Ancak, koşmayı, hatta saguları (ağıtları) okumadan, mersiyeyi, mesneviyi, kasideyi, gazeli, tanımadan, rubaiye kafa yormadan hangi tarzda yazarsanız yazın, bir yere gelir tekrara düşer ve tıkanırsınız. Gele-nek dediğimiz şey, bunların bütünüdür. Bizi şiire götüren gerçek ana malzemedir bunlar. Genç şair, şiir atlasımızı çok iyi incelemelidir. Genel kabul gören şiirlerin hangi kumaşa sahip olduklarını tanırsa kendi keyfiyet gömleğini biçip dikerek giyebilir.

Günümüzde geleneksel şiirin memelerinden emmeden modern şiir yazılabilir mi? Yazılamayacağına inanıyorum. Böyle bir beslenme kaynağının dışında durarak yazanlar, kadavra şiir yazarlar. Modern şiir dediğimiz, kelimeleri takla attırmak değildir. Şair cambazlık yapmamalıdır. Bakınız Yunus Emre şiir yazmış, ama halk irfanı onu ilavelerle öylesine besleyip zenginleştirmiş ki,

Page 117: HECE TAŞLARI - Turuz

17O n 5 m a y ı s 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 2 7 . s a y ı

bugün gerçeğiyle yakıştırılanını ayırmak neredeyse imkânsız hale gelmiştir. Bu nedir? Halkın gönül dünyasının şiire açlığının ifadesidir. Gelenek budur işte, şair bunu dikkate alarak yazarsa şiir olur. De-ğilse, halk tabiriyle havanda su dövmekten öte geçemez. “Garipçiler”, 2. yeneciler” denemiş bunu, ama tutturamamışlar. Onların başkaldırdıkları, Yahya Kemal bugün onların topundan dana fazla söz ve itibara sahip değil midir? Halkın sahiplenmesi açısından bakarak söylüyorum, bugün geleneksel şiirin son tem-silcilerinden birisi olan Abdurrahim Karakoç’u aşan bir modern çağ şairi var mıdır?

Divan şiirinden, halk şiirine, halk şiirinden günümüz “modern şiiri”ne geçerken karşılaştığımız engelleri nasıl aşmalıyız? Problem, Divan Şiirinin dilini ve yapısını bilmemekten kaynaklanmaktadır. Halk Şiirini de kü-çümseme eğilimi günümüz şairlerinin en büyük handikabıdır. Hâlbuki bizim şiirimizin omurgası Halk Şiiridir. Çünkü Divan Şiirinden önce de Halk Şiirimiz vardı. Bu engelleri aşabilmenin yolu da bu şiir yapılarını çok iyi bilmekten geçer. Bizim şairlerimiz, Divan Şiiri ve Halk Şiiri üzerine düşünürken, ge-nelde ciddi bir yanılgı içerisindedirler; Bu şiirleri bilmek onların dilini ve tekniğini kullanmak değildir. O şiirlerin ifade ettiği ruhun ilham gücünü anlayabilmektir. Meseleyi şekle takmamak lazım! Biz de bir diğer önemli geçiş engeli de budur. Sözlü bir medeniyetin köşe taşlarını oluşturan şiir nasıl oldu da gönül ve ruh ikliminden uzakla-şarak içi boş kelime yığınlarıyla dolu sadece manası yazanın karnında saklı “şiir” şekline dönüştü? Bu biraz kültür, biraz da bilinçlenme meselesidir. İnsan ne şekilde olursa olsun, kendisini öne çıkarma derdine düşünce, modern tarzın savrukluğuna kapılmaktadır. Aslında günümüz Avrupai Tarz şiiri dediğimiz Modern Şiir gerçek vasıflarıyla yazılabilse, güzel eserler çıkabilir ortaya. Nitekim bunun örnekleri de çoktur. Şiiri sadece ne söylediğini önemsemeyip nasıl söylediğine bakarak yazarsanız, kar-şınıza işte o zaman sizin dediğiniz kelime yığınıyla karşı karşıya kalırız. Hâlbuki şair, hem ne söyledi-ğinin derdinde, hem de nasıl söylemek istediğinin gayretinde olursa, mesele çözüme götürülebilir. Şiiri tek başına hedef olarak alanlar sözün çemberine hapsolur. Ancak, şiiri hedefi için kaliteli bir vasıta olarak düşünürsek, o zaman hem şiiri, hem de ideali gerçekleştirmiş oluruz. Mesele biraz budur.

Şiir bize neyi anlatır? Şiir, öncelikle insanı anlatır. Bu meçhul yaratığın duygu deryasından bize bir ince özsuyu verir. Onu keşfeder, ihya eder, hatta inşa eder. Böyle bir gücüne rağmen, şiir çok şeyi anlatmamalı, şiir hayatın gizli tarafını ifşa ederken de, şairin ideallerini dillendirirken de, onun hayat felsefesine kapı aralarken de ruh disiplini ve duygu estetiği içinde olmalıdır. Bununla birlikte yankısını bulma idealine şair kendisini adamalıdır. Şair hitap ettiği kişiyle ortak değerler üzerinde birleşebilirse, şiiri hedefine varmış demektir. Şiirde usta çırak ilişkisi var mıdır? Olsa güzel olurdu. Yukarıda da buna değindik, bugün böyle bir şey yoktur. Bana şiirini göste-renlerin hemen tamamına yakını eleştiriye tahammül edemeyerek etrafımdan uzaklaşmışlardır. Hâlbuki akıllı insan birikimi olanların tecrübesinden faydalanmayı bilen insandır. Ustaların ömrünü verdiği bir alanda, bildiklerimi, yaşadıklarımı onlarla paylaşmayan bir şair adayı yarın nereye varacaktır? Doğrusu meraka değer bir sorudur bu! Bunu söylerken genç bir şairin yaşayan bir şairi usta olarak germesi gere-kir, demek istemiyoruz. Pekâlâ, vefat etmiş, ama şiiriyle toplumda yer bulmuş şairler de usta olarak se-çilebilir. Önemli olan ustaların geçtiği merhaleleri, onun muakkiplerinin anlayabilecek sevide olmasıdır. Şair kendi üslubunu nasıl oluşturur? Şair, böyle bir melekeyi yazdıkça kazanır. Bir şairin üslubu, kullandığı malzemeyle ve o malze-meyi kullanış biçimiyle tayin edilir. Üslubunu bulmuş bir şair, altında imzası olmadan da yazdığı şiiriyle kendisini ifşa edebiliyorsa, onun üslubu oluşmuş demektir. Bugün, yeni neslin en büyük sıkıntısı da buradadır sanırım.. Genelde bir üslupsuzluk hâkim gözüküyor. Bazen duyarız; ‘ben böyle yazdım, beni anlayan okusun’, diyenler çıkar. Bu, peşinen kendisini dar bir alana hapsetmekten ve geleceğini tüketmekten başka bir şey değildir. Özellikle belirtelim; şiir sayıklama değildir, Bunun yanında, şairin poetik görüşü neyse onu slogana dökmeden vermede başarılı oldukça ustalığını arttırmış olacaktır. Şairleri büyüten, yücelten davranışları değil, şiirleridir! Bu, şiirin neyi anlatması gerektiğini de ifade eden bir anahtardır.

Page 118: HECE TAŞLARI - Turuz

18 He c e t a ş l a r ı 2 7 . s a y ı O n 5 m a y ı s 2 0 1 7

Gelenekten habersiz geleceğe şiiri nasıl taşırız? Taşıyamayız! Bu, kökü kesilmiş çınar gibi bir şeydir. Her türlü etkiye açık demektir ve çabuk yıkılır. Gelenek şiirin özsuyudur. Onu besler, büyütür, etkili hale getirir. Mesele geleneksel tarz ile yeni-leşme döneminin tarzını birbirine karıştırmadan o, çok ince nüansı koruyarak şiir yazmaya bağlıdır. Bakın mesela Divan Şiiri geleneğine yaslanan Mehmet Akif ve özellikle Yahya Kemal aruzla yazdıkları halde, bugün modern şiirimiz bunların üstüne çıkamamıştır. Bu, önemli bir dikkat noktasıdır. Şairlerimiz bunun muhasebesini yapmalıdırlar. Modern ya da günümüz şiiri deyince neyi anlıyoruz? Aslında ‘Modern Şiir’ tabiri doğru bir ifade değildir. Günümüz Şiiri, sosyal hafızada yer bulabi-liyorsa şiirdir. Bu şansı yakalayamadan, sadece yazanın kendisinde kalıyorsa, bir şey ifade etmeyecektir. Bizim şiir kumaşımızın rengi ve ipliği bizim duygularımızın fırınında pişmeden çıkmaya başladı, bu yüzden de pek fazla itibar görmemektedir. Anlatırlar, Fuzuli Kerbela’da bir beyit yazsa, bir hafta sonra İstanbul’da yankısını bulurmuş. Hatta Yahya Kemal’in bir şiiri yayınlandığı zaman o şiirin yer aldığı dergi ya da gazete o gün kapışılırmış. Bugün böyle bir şansı olan şairimiz var mı? Günümüz şiirinin kıymet-i harbiyesine bu açıdan bakarsak meselenin fotoğrafı daha da netleşir! Edebiyat dergilerinde şiir “başrol oyuncusu” olarak önyazıdan hemen sonra “cam kenarı”nda yer almasına rağmen neden şiir kitapları basılmıyor, basılsa da satmıyor? Şiir dergilerin ya da okurun “dolgu malzemesi”mi oldu? Maalesef öyle. Ben çıkan dergilere bakıyorum, gerçekten çokça şiir var, ama bu şiirlerin nefesi çıkmıyor; toplumda yankısını bulamıyor. Bugün okuyucu şiirini beğendiği bir şairi maalesef takip der-dinde değil. Geçmişte bu vardı, Mesela Yahya Kemalin bir takip kitlesi vardı, Necip Fazıl’ın vardı, Na-zım Hikmet’in vardı. Bu nesil onlarla birlikte sahneden çekildi. Aslında bu, doğrudan şiirin niteliğiyle ilgili mesele de değildir. Bütünüyle şiirimizi ve şairlerimizi suçlamayalım; toplumdaki değişim, uğradığı korkunç kültürel erozyon ortamı bu hale getirdi. Konfor şiirin düşmanıdır. Şimdi lüks evlere taşındık, şehirleri büyüttük, köy hayatını söndürdük, dolayısıyla bizim step kültürümüzün köylere sığınan duygu odacıkları tahrip edildi.

Şiir kitaplarının da hikâye, deneme ve roman kitapları gibi çok okunması için özellikle Milli Eğitim Bakanlığının öncülüğünde edebiyat öğretmenlerinin öğrencilerine şiir ezberletmeleri ve şiir ki-tapları önermeleri şiiri ve şiir kitaplarına açılan kapıyı aralar mı? Sağlıklı bir organizasyon olursa elbette olabilir. Ne var ki, bugünkü haliyle belki daha da berbat eder diye korkuyorum? Bizim edebiyat öğretmenlerimiz çoğu kere doğrudan şiire değil, şaire bakıyor. Kendine göre beğendiği birkaç şairi var, onları ön plana getiriyorlar. Bu da ister istemez şiir alanı-nı daraltmaktadır. Önce bu konuda edebiyat öğretmenlerini bilinçlendirmek gerektiğini düşünüyorum. Bakınız mesela, benim “Sevdakar” isimli kitabımı Milli Eğitim Bakanlığı Bastı, bu kitap Milli Eğitim yayınevlerinde vitrine çıktı ve basıldığı yıllarda 8 bin adet sattı. Bakanlık kitap yayınını durduğu için devamı olmadı, eğer yayınına devam etselerdi 20 bin adet basılması kararı alınmıştı, bu kitap o rakama ulaşacaktı. Bu, şiir ve şairi için önemli bir olaydır elbette. Osmanlı Padişahlarının kahir ekseriyeti şiir ya da bir güzel sanatla ilgilendiğinden bir ince ruha sahiptiler. Bundan dolayı içinde yaşamış olduğumuz yüzyıldan önce yaşamış şairler şiirleriyle hâlâ yaşamaya devam ediyorlar. Bu hususta gerek devleti yönetenler gerekse şehir eminlerine reçete olacak düşünceleriniz nelerdir? Padişahların ya da diğer devlet yöneticilerinin iktidar olma, iktidarda kalma ya da kaybetme kay-gıları yoktu. Dolayısıyla telaş olmayınca entelektüel tercihler öne çıkabiliyordu. Onlar şaire de sahip çı-kabiliyorlardı. Toplum hayat telaşının rüzgârına da kapılmıyordu. Sade ve sakin bir ortam şiiri besleyen ana malzemedir. Geçmiş yüzyılın şairleri bu imkânı çok iyi kullandılar. Günümüzde öyle değil, hemen hepimizin hayatın zaruretleri içerisinde sağa sola savrulup gidiyoruz. Dolayısıyla bedii zevk ve heyecan-ları şehirleşme dediğimiz bir bela maalesef katletti. Bakınız bu hemen her şehirde vardır; adamlar sanat ve kültür adına 3, sınıf, 5. Sınıf şair ve yazarları çağırıp ağırlıyorlar, telif ödüyorlar, kendi şehirlerini besleyen değerlerin farkında bile değiller. Bir Belediye Başkanıyla bu meseleleri konuşurken çok önemli gördüğüm bir itirafta bulundu: “Efendim, ben teknik eğitim gördüm, mühendisim. Belediye Başkanı ol-duktan sonra şunu fark ettim, bu tür yerlerde görev alanlar, mutlaka tarih ve edebiyatı çok iyi okumalı ve özümsemelidir. Bu eksikliğimizi gidermedikçe sağlıklı hizmet vermemiz mümkün değildir!” Türkiye’de böyle düşünen kaç yönetici bulursunuz? Bence reçete bu Belediye Başkanının itirafında gizlidir.

Page 119: HECE TAŞLARI - Turuz

19O n 5 m a y ı s 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 2 7 . s a y ı

DEĞİL Mehmet KURTOĞLU

-Git Bahar şiirine nazire-

Safiyane sevdim geçtim kendimden Gönlüm sarhoş ama meyhane değil

Şairim ilhamım, şiirim sensinSözlerim hakikat efsane değil!

Sen varlık sebebim, gecem gündüzümAşkından mecnunum divane değil!

Doğuştan aşığım gözlerin şarapDoldurup içtiğim peymane değil!

Bakışın acımı dindiren esrarDumanın çektiğim keşane değil!

Avare serseri gezdim yüzündenMihrabım yıkıktır virane değil!

Her çiçeğe konan kelebek sanmaBu gönül mabettir kerhane değil!

İKİ ŞİİR Kenan ERDOĞAN

AÇAR

Gönül mızrabından inilti çıkarYükselir yükselir ta arşa kadarBen fakir ben hakir çaresiz nâçârRahmetin ne zaman bana yol açar

GEL DostaEy mûnis-i vefâdârım yâr-ı gârım gelEfendim derdmendim gam-küsârım gelYandı ciğer firkat oduna bu günSöndür bu ateşi kerem-kârım gel

Page 120: HECE TAŞLARI - Turuz

20 He c e t a ş l a r ı 2 7 . s a y ı O n 5 m a y ı s 2 0 1 7

O ki Dürr-i Yekta’nın son çiçeği, kızıydıYetim kalmak alnında, yazılmış bir yazıydı

Bir katre gözyaşında, volkanlar söndürüyorduSemaya kalkan eli, değirmen döndürüyordu

Arabistan çölünde, açan kırkikindisiKoklamaya kıyar mı, nebiler efendisi

Hasan ile Hüseynin sığındığı kucaktıGüneşten daha aydın, ondan daha sıcaktı

Ehl-i Beyt’in temeli, sıvasıydı harcıydıKalesiydi İslâm’ın, yıkılmaz bir burcuydu

Takvasıyla zühdüyle, taçlandı Betül diye Şefkati cümle mümin üzerinde hediye

Yüzü pâk yüreği pak, nişanesi Zehrâ’nın Kararması ne mümkün gezdiği o sahranın

Yer gök şahit yazılmış Fatima-i çabadan Pervanesi olurum, geçmem Al-i Âba’dan

Müminlerin annesi, seni nerde bulayımHizmetçin o Fıdda’nın, hizmetkârı olayım

Saklı kalan her sırrı, sevdaya düşen anlarEhl-i Beyt gemisine işler mi hiç tufanlar

Kurumaz göz pınarı, çağlayan bir yürektiUhud mezarlığında ağlayan bir yürekti

O ki Ümmü Ebiha, namustur, ar FatımaEliften bir sesleniş, Kevser’de var Fatıma

Hazreti Hatice’ye Cebrail’den bir muştuTeşrifiyle yeryüzü, o nuruna kavuştu

Resul ondan ötürü gözümün nuru derdiEvrendeki yıldızlar, ona gıpta ederdi

Yüzü yere dönüktür, inci çiçeğinin her demNazenin bir yürekte, şaha kalkmıştı erdem

İbadet mihrabından kurtuluşa çağrısıYetimler ağlar iken, diner mi hiç ağrısı

Gül yüzlü efendimin, soyuna soy verendirKâbe’nin yanında gül, diyerek boy verendir

Fedek’in hurmasından yetim doyuran anaMescidi Nebevi’de hutbe buyuran ana

Başında tacı idi, ahlâkı, terbiyesiİslam’ın o yılmaz, sağlam mürebbiyesi

Merhamet kapısıdır, nurdan özge iffettirElifle çal kapıyı, çal kendini affettirSevda budur âdem, aşk bu kadar nettir.

FÂTIMA-İ BEYİTLER İbrahim ŞAŞMA

Page 121: HECE TAŞLARI - Turuz

21O n 5 m a y ı s 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 2 7 . s a y ı

Verdin dersi elime Ettirmedin kelime İçimi dökem bâri Mâni olma manime!

Maniler dilimizdir Elimiz kolumuzdur Yarı şaka yarı ciddî Anlaşma yolumuzdur

Hava, su, toprak yârim Gül, çiçek, yaprak yârim Cemrelerimiz düştü; Bırakmayalım yarım…

Ne oya, ne elişi; Şimdi her şey el işi! Çarşambadan bellidir; Perşembenin gelişi!

İpek aldım, ipek aldım Gönlüme bir ipek aldım Suçmuş meğer ne bileyim En sonunda ipe kaldım!

Çarşamba, Terme, Fatsa Karşıma çıksa, çatsa Memnun oluyor sanki Ne kadar çok ağlatsa!

Perşembe memleketim Hem öksüzüm hem yetim Bir ehli nâmus varsa Evlenmektir niyetim!

Dağlarından su gelir Yayla kokusu gelir Yâr ile dolaşanın Çabuk uykusu gelir!

Karlar eridi yineSular yürüdü yineYaza kavillendik ya;Hayâl bürüdü yine…

Nerde, öyle yağma yokSıkıştırıp boğma yokHer şey dengi dengineNe taşma, ne ağma yok!

Nasıl kurtulur, kaçarTutulup kalan, nâçarYâri cennet olanınYüreği çiçek açar!

Geçmişe mâzi derlerKadere yazı derlerSen gibi yâri var daNedir bu nazı derler!

Doldu gözlerim, taştıHasret dağları aştıGel artık civan yârimAklım, feleğim şaştı!

Kış gelir kar bahâneYaz gelir har bahâneOyalayıp duruyorNe yapmalı, daha ne?

Perşembe güzel beldeYaşmak başta, şal beldeYar çalışkan, geçemem;Ne kazmada, ne belde!

Ne edebi hayâsıNe cüzü, elifbâsıDümdüz bir câhil oğlanOkutmamış babası!

MANİLER BİZE NE SÖYLER Nuri KAHRAMAN

Page 122: HECE TAŞLARI - Turuz

22 He c e t a ş l a r ı 2 7 . s a y ı O n 5 m a y ı s 2 0 1 7

Hakk, bin devayı bin derde Sunar mâh-ı Ramazan’da Şol şeytanlar zincirlerde Tüner mâh-ı Ramazan’da

Saflar huzûra garkolur Kalpler sürûra garkolur Kandiller nûra garkolur Yanar mâh-ı Ramazan’da

Teravihler Cennet kokar Zaman bereketle akar İnsan hayretlerle bakar Donar mâh-ı Ramazan’da

Güvenme topuza gürze Sarıl sen sünnete farza Melekler semâdan arza İner mâh-ı Ramazan’da

Amellerince herkesin Verirler berat belgesin Açar en serin gölgesin Çınar mâh-ı Ramazan’da

Kişi bakmadan yaşına Koşarsa ahret işine Sabr ekmeğin, kurb aşına Banar mâh-ı Ramazan’da

İtikâf ile zühdetmekSalih amele ahdetmekKem nefse rağmen cehdetmekHüner mâh-ı Ramazan’da

Bir dua ki olur bin erGönül nefs atına binerYazılır bir ecre binerBiner mâh-ı Ramazan’da

Nice gözün durur yaşıPişer her ocağın aşıYoksulların pür-telaşıDiner mâh-ı Ramazan’da

Hakk, İsmâil’i koçluklaİbrahim’ini hiçlikleCümle mü’mini açlıklaSınar mâh-ı Ramazan’da

Rahmettir bu ayın başıOrta, mağfiret güneşiEn son cehennem ateşiSöner mâh-ı Ramazan’da

Hayat dedikleri rüyaHayy’dan geldik gerçek bu yaBu can inşaallah Hû’yaDöner mâh-ı Ramazan’da

MÂH-I RAMAZAN Mehmet YAŞAR

Page 123: HECE TAŞLARI - Turuz

23O n 5 m a y ı s 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 2 7 . s a y ı

ŞAİR BESLENMESİ Yasin USTA Suya inmiş ceylanları andıranGözlerin ki bir şairi besliyorTatlı dille yüreğimi kandıranSözlerin ki bir şairi besliyor

Melek midir, Huri midir gördüğümDağa, taşa merakımdan sorduğumHâllerinden aklım, gönlüm kördüğümGizlerin ki bir şairi besliyor

Yâr bana gül gelir, ellere dikenEn rezil kul olsun sevmekten bıkanRüzgârlar estirip yapraklar dökenGüzlerin ki bir şairi besliyor

Ben bana el oldum, garip gezerimVuslatımı doruklara çizerimİfade edemem, şiir yazarımNazların ki bir şairi besliyor

NOTASIZ MELODİ Süleyman PEKİN

Resmine baktım da ısındım bugünYüzündeki ışık içime aktıSevgim seninle sensizliğe sürgünİnan ki yokluğun ruhumu yaktı

Ey düşlerimin ela rejisörüKanayan kalbimin sevda masörüBir yunus ol anaforuma yürüDalgalar beynimde şimşekler çaktı

Buseni albümümde saklıyorumAçmayı kendime yasaklıyorumBir serap ol iri gözlerini yumHayalin göğsüme madalya taktı

Şarkımın şarjörü sensin GülfasolCanım canda gölgelensin GülfasolSen küre yangınım sönsün GülfasolDanseden alevler tadıma baktı

Tebessümün özümde şahdamarımKi son onyedi günü yok sayarımVe bu şiir kalmazdı böyle yarımKelimeler beni yalnız bıraktı

Page 124: HECE TAŞLARI - Turuz

24 He c e t a ş l a r ı 2 7 . s a y ı O n 5 m a y ı s 2 0 1 7

ZAMAN VE MEKÂN Nurettin BÜYÜKBÜŞ

beni kollarına almış zamanın pençesindeyim anlayamıyorum bu kaçık mekânın neresindeyim

iftiralar, özürler her türlü yanlışlığa kol açmış söyleyin Allah aşkına ben bunların hangisindeyim

kafam bozuk, gözüm dönmüş, ellerim taş yumruk ne özgür, ne mahkûm, zamanın göz hapsindeyim

mevsimler suskun, mekân yok, kafam bana inat biliyorum; bu mevsimlerin birisindeyim

güneş doğup, güneş battıysa her gün aynı yerinden baharlar arasına sıkışmış hayal mevsimindeyim

karın tokluğu, göbek bolluğuna gebemi desem değil mi gün geldi, gün geçti, bir garip ölümün arifesindeyim

sevdalar sakat, yarım, bilmem kiminle oynaşta dışarıda kar, tipi, ben hala umut penceresindeyim

sabah oldu, akşamına çeyrek kaldı ömrümün kendini bilmez bu devranın hengamesindeyim

Page 125: HECE TAŞLARI - Turuz

aylık şiir dergisi

On5haziran2017

HECE TAŞLARI

elektronik haberleşme adresi [email protected]

28

Page 126: HECE TAŞLARI - Turuz

HECE TAŞLARI Aylık Şiir Dergisi Yayın Yönetmeni Tayyib Atmaca Kapak Fotoğrafı Yasin Mortaş Tasarım Adem Konan Yazışma Haydar Bey Mh. 32077 Sk. Armada 2 D 6 Onikişubat K.MARAŞ 0535 391 92 50 [email protected]

28. Sayı 15 Haziran 2017 ISSN 2149-4509. (e-dergi)

Əliağa KÜRÇAYLI / Nurettin DURMAN / Mehmet RAYMAN / Ali Rıza ATA-SOY Şükrü TÜRKMEN Ahmet SEZGİN / Mustafa ÖZÇELİK / Haşim KALENDER / Cahit CAN / Bestami YAZGAN / Seyit KILIÇ / Muhsin İlyas SUBAŞI / Mehmet Turgut BERBERCAN/ Âşık MUHSİNOĞLU / Prof. Dr. Saim SAKAOĞLU / Tahir EKER / Eyüp ŞAHAN/ Ahmet Doğan İLBEYİ / Köksal CENGİZ (Niyazkâr) Kadir

KARAMAN / Tayyib ATMACA / Hüseyin KAYA

PARK ALANI

B U S AY I DA

Kendi alanıma park edip durdum, ne dünyayı tuttum ne dünya beni, uzaklara baktım serap görmedim, sahilimi dev dalgalar döverken, ne kendime küstüm ne başka-sına, bazı dostlar adresinden taşındı, aramaktan umudumu kesmedim, onyıllarca sürül-meyip borlaşan, yüreğine kendi yağmuru yağar, yeniden ekime biçime gelir, bereket boy verir topraklarında, diye umudumu filizlendirdim.

Kendi alanıma park edip durdum, ama farkındayım olan bitenin, kim kime yanı-şır kim kimden kaçar, kim kimin gönlünde tomurcuk açar, kim yerde sürünür kim gam-dan uçar, kim gözünü yumar kim kalbin açar, kimisinin cebi akrep yuvası, kimi bilir Hay’dan Hu’ya gideni, yiğidin başına bir hal gelirse, kınayanın kınamasın takmadan, kimseden korkmadan kapısın açar.

Kendi alanıma park edip durdum, ne harmanım oldu harman savurdum, ne fer-manım oldu gönlüm dışına, susa susa yara çıktı dilimde, efkarım tınmadı karşiki dağlar, kendi gönül koyağımda türkümü, kendime söyledim kuşlar dinledi, yürüdüm üstümde gök mavi kaldı, durdum ve düşündün aklım yerinde, bazen sümbül oldum büktüm boy-numu, nefsimin emrine boyun eğmedim.

Kendi alanıma park edip durdum, beş on yaşı geçtim işim çobanlık, daha hak etmedim alacağımı, ne olduğum belli ne olacağım, ne açtığım belli ne solacağım, ömür ağacında yeşil yapraklar, yavaş yavaş renklerini yitirir, bilirim gün gelir azalır sevgi, görürüm değişir her şeyin rengi, her akşam yatağa diri girerim, keklik gibi düşten düşe sekerim, Azrail’e sökmez Atmaca’lığım.

Tayyib ATMACA

Page 127: HECE TAŞLARI - Turuz

03O n 5 h a z i r a n 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 2 8 . s a y ı

GECƏLƏR AY OLMAQ İSTƏYİRƏM MƏN

Əliağa KÜRÇAYLI

Gecələr ay olmaq istəyirəm mən Pərdəli-pərdəsiz pəncərələrdən Dolmaq istəyirəm neçə otağa Mən neçə süfrəyə, neçə çırağa Baxmaq istəyirəm hamıdan pünhan Səma tağlarının ucalığından.

Gecələr ay olmaq istəyirəm mən Şirin laylaları ana dilindən Ana dodağından eşidim deyə Mən ağlı-qaralı neçə taleye Baxmaq istəyirəm ağarınca dan Səma tağlarının ucalığından.

Gecələr ay olmaq istəyirəm mən Bir günlük işindən qayıdıb gələn Qabarlı əlləri öpmək eşqinə Yorğun röyaların şirinliyinə Keşik çəkmək üçün sakit, mehriban Səma tağlarının ucalığından.

Gecələr ay olmaq istəyirəm mən Sevən ürəklərin məhəbbətindən Səma ucalıqda pay almaq üçün Ən yüksək qübbəyə ucalmaq üçün Ordan nur səpərəm mən incə-incə Bu ana torpağa dan sökülüncə.

Nahaq yaranmayıb bu arzu məndə Bəzən gecələrin sakitliyində İnsan öz qəlbiylə edir həsb-hal Keçir ürəyindən min arzu, xəyal Bununçün ayrılıb öz xislətimdən Gecələr ay olmaq istəyirəm mən.

Page 128: HECE TAŞLARI - Turuz

04 He c e t a ş l a r ı 2 8 . s a y ı O n 5 h a z i r a n 2 0 1 7

ŞİİR VE GELENEK ÜZERİNE KONUŞMALAR/iki

Nurettin DURMAN

Konuşturan: Tayyib Atmaca

Önünüzde tarihi bir kapı var ve siz bu kapıyı elinizde avuç alanınızı aşan bir usta elinde düğül-müş bir açar ile sözün kapısını açtığınızda gelenek ve şiir üzerine döşediğiniz, ruh ve gönül işçiliği ile süslediğiniz şiir otağı nasıl meyd ana geldi?

Çok artistik bir soru cümlesi sormuş oldunuz. Evet, kapılar bu kapıların da sahibi var ve o ka-pılardan geçmek için de bir sebep bir nasip hissesi lazım geliyor. Bir nasip ile yazmaya başladığımda neyin ne olduğunu bilmeyen Allah’ın bir kulu olarak kaleme ve deftere muhabbetim ile başladı. Kalemi seviyordum, ilkokul dört gibi bana hediye edilen biraz eğrilmiş bir dolmakalemi evimize misafir gelen köyümüzün ileri gelenlerinde bir Agit Ağa el koyunca ağlamaya başladım. Tabi misafir gidince ağla-dım. Hafız babam nezaket göstermiş benim kalemimi bu anlayışsız adama hediye etmişti. Ağladım ama yılmadım. Tahrir dersinden pekiyi aldım ama rakibim tekel müdürünün kızı yıldızlı pekiyi alınca koca sınıfta o kadar çocuğun arasında hüngür hüngür ağladım. Eh iyi resim çiziyordum, Fatih’in o meşhur portresini çizip arkadaşlara veriyordum iyi not alsınlar diye. Vaziyet böyledir. Bir defter ve bir kalem ile başladı yazı hayatım. Top koşturmak, berber çıraklığı yapmak, Tommiks, Teksas, İnce Memed oku-mak… Ve bir gün İstanbul’da Çemberlitaş Vezirhan’da dükkânın önünde deftere şiir karalamak. Mese-ledir yani, nasiptir yani, Allah’ın bir bağışıdır, şiir kapısından içeri adım atmaktır…

Yanınıza genç bir şair adayı geldi, elinde üç beş tane şiiri var ve günümüz şairlerinin parmak izlerini taşıyan ya da taşımayan şiir eskizlerini size sunarak “ağabey bu şiirlerimi bir bakar mısınız, benden şair olur mu?” dedi. Bu şair adayının yol hazırlığı gönül çantasında neler olmalı?

Bu güne kadar gelip de “benden şair olur mu” diyenine rastlamadım. Ben dahi böyle bir şeyi kendime demedim. Bir defasında değerli şairimiz İsmet Özel Bey’e on kadar şiirimi gönderdim yakın bir arkadaşımızla, ben utanıyorum sen bu şiirleri verir misin bir baksın. Şiirler olmuş mu, ben şair olmuş muyum diye değil. Şiir yazıyorum yayınlatamıyorum. Şiirleri okudu, bırakayım mı dedim, devam et, dedi sağ olsun… Gençler önemlidir, gençler bizim geleceğimizdir. Genç adama önce neler okuyorsunuz? Kitap önerileri, önemli şairlerin takibi, çağdaşlarını izlemeleri ve tabii ki yeni şeyler söylemeyi. Bir dergide yazıyorsa orada dört beş yıl sebat etmesini, şiirini kıskanç olduğunu siz onu ciddiye almazsanız o sizi ka-tiyen ciddiye almayacağını. Dinleyen olursa kendine tabii… Geçende bir genç kendimi farklı görüyorum dedi. O zaman yazdıklarınla ortaya çık dedim. Sen kimseyi beğenmiyorsun dedim ama ortada bir şeyin yok. Gözlerindeki öfkeyi görmeliydiniz. Şu kelime çıkarsanız diyorsunuz, bu dizeyi atın şiir daha güzel olacak diyorsunuz. Olmuyor eli gitmiyor delikanlının. Size itimat etmiyor, inanmıyor…

Gelenekle gelecek arasında kurulan köprüden elimizi kolumuzu sallayarak geçebilir miyiz? Bu köprüden geçebilmek için hangi çığırlardan geçmemiz gerekir?

Geleneği olmayanın geleceği puslu bir deniz gibidir. Gemiler yollarını şaşırır gider antik çağın fiyortlarında kaybolur. Gelenek birikmiş bir tahıl ambarı misali besleyici vasfını muhafaza eder daima. Oradan besleniriz, gelişiriz, güçleniriz, yeni şeyleri aramamıza bulmamıza yardımcı olur. Güç verir, kuvvet verir, bilgi verir, yaşanmış tecrübeleri serer önümüze. Geleneği geleceğe katarak, yoğurarak, olgunlaştırarak, güzelleştirerek yolumuza devam ederiz. Akıbet gayret ederek, akl ederek, fikr ederek menzile vasıl olmayı murad etmektir…

Günümüzde geleneksel şiirin memelerinden emmeden modern şiir yazılabilir mi?

Mezmurlar’dan mı başlamak lazım gelir, cahiliye şiirinden mi başlamak gerekir, Orta Asya’nın kopuz çalarak şiir söyleyen ozanlarından mı, Arpın Çor Tigin faslından mı, Ahmedi Yesevi nefesinden mi, Mevlana’dan, Hafız’dan Fars şiirinden mi, Köroğlu, Dadaloğlu’ndan mı, Divan şiirinin görkemli şaşaasından mı? “Gele gele geldik bir kara taşa…”

Page 129: HECE TAŞLARI - Turuz

05O n 5 h a z i r a n 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 2 8 . s a y ı

İyi şairler, güçlü şairler geçmişin izinden faydalanmayı bilen, bilgilenen, nefeslenen şairlerdir… Şim-diki halimizi daha ileri bir seviyeye ulaştırmak için yorulmamız gerekiyor. Bir de şöyle düşünüyorum, koparılmış dışlanmış bir şey var üstümüzde ama biz şimdi bu kelimelerle ve kelimelerimizi daha da ço-ğaltarak nasıl bir şiir cumhuriyeti kurabiliriz? Meselem bu oluyor ama kelime dağarcığım, şiir nefesim yetmiyor…

Sözlü bir medeniyetin köşe taşlarını oluşturan şiir nasıl oldu da gönül ve ruh ikliminden uzakla-şarak içi boş kelime yığınlarıyla dolu sadece manası yazanın karnında saklı “şiir” şekline dönüştü?

Divan şiirinin halk katında anlaşılır, paylaşılır olduğunu sanmıyorum. Ancak okumuşlar mecli-sinde, elit tabaka güzergâhında söylenen bir şiir olduğunu var sayıyorum. Zaten Paşalara, Padişahlara takdim edilen divanlar ilgiye mazhar olunca bir değer ediniyorlar ve şairi öylece ödüllendiriliyor. Saray şiiridir divan şiiri. Halk şiiri ise köylerde kasabalarda, şehirde kahvehanelerde dost meclislerinde halk için söylenen açık anlaşılır net şiirlerdir. Saray çevresinde, devlet kademelerinde şairler vardır. Baki gibi, Nedim gibi, Nefi gibi. Ben Nefi’yi severim… Aslında biz biraz da kendimizi oyalıyoruz. Hangi şairimizin kitabı yüz bin satıyor. Bin adet ba-sılan kitaplar on yılda bitmiyor. Şimdi basit şeylere iltifat var. İnsanları oyalayan, onlara bir sorumluluk duygusu aşılamayan, keyfe keder şeylerin toplamı ilgi alanına giriyor insanların. Şiir okumak, kitap oku-mak zor işledir bunlar. Şimdi seyirlik şeyler zamanıdır. Vaziyet böyle olunca yeni şiir anlayışları çıkıyor ortaya. Manasızlık anaforunda dönüp duran söz yığınlarının rağbet gördüğü bir zaman aralığı diyelim buna… Bu da geçer ya hu. İyi olan, anlamlı olan, sahici olan kalır yarına…

Şiir bize neyi anlatır?

Söz dizimi. Kelime yumağı. Ölçü, kalıp, serbestiyet. Aruz, hece, serbest… Yoğunlaşarak ortaya çıkarsa nesir. Bir şey için oluşan, alabildiğine vücuda zerk edilen bir karşı savaş biçimi. İçinde birikmiş enerjinin patlayarak dışarı çıkması. Bir ışık şelalesi halinde, hatta rayihalar, tatlar; dahası gene insanın içini kabartan, coşturan, halden hale sevk eden imgenin haykırış hali... Ne! Bir şiirin varlık sebebidir. Başlangıcın başlangıcıdır. Şiiri kuşatacak olan asli ve sahici bir bakışın evrensel olanın hamurunda var olması elbette elzem. Şiirin cazibesi ortalığı karıştırıyor. Düzeni bozuyor. Elbet otoriteyi sarsmak önemli bir avantaj… Üzerini örtmek, kapamak, gizlemek artık bir şey ifade ediyor mu? İfade edenin ise ifadenin rahatça bir kapı aralaması bir yol bulması kendine. Öyleyse nasıl yapmalı, nasıl etmeli de şiirin hasını, şiirin şiir olanını söylemeli. Geçmişin o harikulade söyleyişlerini, o rahatlığı, o güzelliği sindirebilmeli; içimize, doğamıza taşıyarak, yenileyerek, şiirin o has bahçesinde mutena güzellikler içerisinde beyanı aşk ile yürüyüşlere başlamak. Yeni baştan idrak etmek! Şair, şuur, şiir! Şiirde usta çırak ilişkisi var mıdır?

Berberde, Terzide bile çırak kalmamışken şiirde nasıl olsun birader. Burnundan kıl aldırmayan bir zamanın gençlerinin ağabey ile usta ile işleri olmaz. Kendi başına birer anadan doğma usta şairlerdir kendileri! Ha bir de haklarını yemeyelim şimdi yazarlık okulları var, şiir, deneme, hikâye yazmayı öğre-tiyorlar!.. Şair kendi üslubunu nasıl oluşturur?

Şiire başlarken şairin içindeki kıpırtılar şiir geldikçe kendine bir mecra buluyor. Bu bir yerde şiirin de kimlik meselesidir. Yani kendi olmak kendini ortaya koymak kendi olarak meydana çıkmak meselesi… Büyümek gibi bir şeydir bu. Şiir söylendikçe, şiir yazıldıkça kendine yakışanı bulur, öteki-leştirir kendini. Şiir kıskançtır. Kimseye benzemek istemez. Onun için dikkatli ve rikkatli bir yol ve bir ses edinir kendine. Bunları başardığında da kendi üslubunu kendi sesini oluşturmuş olur…

Gelenekten habersiz geleceğe şiiri nasıl taşırız?

Şiire merak saran biri ister istemez geleneğe yaslanacaktır. Çok eskiye dönemese de geleneği ta-kip etmiş ardıllarının eserlerinden nemalanacaktır. Yani bu şiir ağaç kovuğunda yeşermiş değildir. Kökü sağlamdır.

Page 130: HECE TAŞLARI - Turuz

06 He c e t a ş l a r ı 2 8 . s a y ı O n 5 h a z i r a n 2 0 1 7

Çeşitli zorlu badirelerden gelmiş ve bu gün eksiltilmiş kelimelerle kendini var kılmaya uğraş-maktadır. Geleneğin ışıltısı bile kâfidir. Geleneğin kalmış olan tozu toprağı dahi inkârı mümkün olmayan bir fikir hatırlayıcısıdır. Bundan sonrası şiirin kendini geleceğe ulaştıracak yetkinliğe olgunluğa sahip olduğunun şuuruna varması olmalı. Yeni tarz, yeni üslup derken, yeni bir diriliş hamlesi olarak yeni ke-limelerle giderek zenginleşen dil medeniyetini geliştiren kuran bir şiirin var olacağını düşünüyorum…

Modern ya da günümüz şiiri deyince neyi anlıyoruz?

İçinde bulunduğumuz zaman diliminin de kendine özgü bir duruşu vardır. Bu duruşu benim-seyerek mi şiirimizi oluşturacağız yoksa geride kalan zaman dilimindeki tarzı bakış açısını uygulama şeklini mi sürdüreceğiz. Yaşadığımız zamanın imkânlarını kullanarak kendi varlık sebebimizi devam ettirmemiz gerekiyor. Anaforlarda yok olmamak lazım. Modern günümüz şiiri her neyse şiirin sürüp gidecek bir macerası olacak. Modern derken kendini önceliyor, günümüz şiiri derken, ben varım diyor, yani kendinden öncekileri inkâr ediyor, yok saymaya kalkıyor, ama kazın ayağı öyle değil. Önemli olan, kıymetli olan geleceğe kalıcı işler yapmaktır…

Edebiyat dergilerinde şiir “başrol oyuncusu” olarak önyazıdan hemen sonra “cam kenarı”nda yer almasına rağmen neden şiir kitapları basılmıyor, basılsa da satmıyor? Şiir dergilerin ya da okurun “dolgu malzemesi”mi oldu?

Modernizm denilen şey kıymetli olanı kapı dışarı ediyor. Çabuk eskiyen, çabuk tükenen ne varsa onu öne çıkarıyor. Zaten kavranması zor olan şiir böylece bir zamanlar elde ettiği okunur olmak vasfını yitiriyor. Dinlenmesi kolay olduğu için şiir gecelerinin epey bir yüklü dinleyicisi oluyor. Yani değerli olan şey az olan şeydir. Dergiler şiirden vazgeçemezler. Şiirden vazgeçtiklerinde onların da işlevi biter. Edebiyat dergisi olacaksa şiir de olacak. Bir de şu var tabii şiir yazanlar da doğru dürüst diğer şairlerin kitaplarını almıyor, okumuyor. Şiir yarışmalarına dört bin beş bin kişi katılıyor ama şiir kitaplarının akıbeti ortada. Bu durumda kendimize de bir pay çıkarmamız gerekiyor…

Şiir kitaplarının da hikâye, deneme ve roman kitapları gibi çok okunması için özellikle Milli Eğitim Bakanlığının öncülüğünde edebiyat öğretmenlerinin öğrencilerine şiir ezberletmeleri ve şiir ki-tapları önermeleri şiiri ve şiir kitaplarına açılan kapıyı aralar mı?

Devletlerin, hükümetlerin bir kültür politikaları olmalı. Var mı şimdi bilmiyorum. Daha önce Kültür Bakanlığı Yayınları vardı. Batı klasikleri, doğu klasikleri yayınlarlardı. Kitaplar bir de ucuz olur-du. Onlardan çok yaralanmışımdır. Mukaddime, Mesnevi daha adını saymayacağım çok kitap almışım-dır. Şimdi bu yayınlar yok. Pek âlâ bu yayınlar günümüzde de devam edebilirdi. Mahzenlerde, kapalı dolaplarda kalmış temel eserlerimiz gün yüzüne çıkabilir, geçmişimizden yararlanabilir geleceğe daha sağlam adımlar atabilirdik. Ama yok olmuyor. Günümüz hükümeti alt yapıyı, yerin altını bir güzel de-ğerlendiriyor, köprüler, metrolar, havaalanları yapıyor ama kültür meselesinde bir hevesi yok. Yani insan yetiştirmeye geç kalıyor. Hamaset ile soyut kavramlar ile işi idare ediyor. Ama nereye kadar? Okullarda kitap okumaları önemli şekilde olmalı ve öğretmenlerin öğrencilerini titizlikle izleme-leri gelecek neslin daha iyi yetişmesi demektir. Bu işler ciddi işlerdir. Öğretmene de bir imkân verilmeli elbet. Saygınlık, itibar. Şiir var olması gerekendir. Öğretmen öğrencisini yönlendirir elbet. Öğrencisi-ne verdiği bir kitap, tavsiye ettiği bir kitap, ezberletip okuttuğu bir şiirin o öğrenci için hayatında çok önemli bir yeri olur. Bunu yazarlara sorduğumuz sorularda görüyoruz. Yani Milli Eğitim Bakanlığına ve özellikle öğretmenlere çok iş düşüyor. Kültür Bakanlığını da asli görevlerine çağırmak gerekiyor…

Osmanlı Padişahlarının kahir ekseriyeti şiir ya da bir güzel sanatla ilgilendiğinden bir ince ruha sahiptiler. Bundan dolayı içinde yaşamış olduğumuz yüzyıldan önce yaşamış şairler şiirleriyle hâlâ yaşamaya devam ediyorlar. Bu hususta gerek devleti yönetenler gerekse şehir eminlerine reçete olacak düşünceleriniz nelerdir?

Şimdiler her şeyi biliyorlar, önerilere, mönerilere gereksinimleri yoktur vesselam…

Page 131: HECE TAŞLARI - Turuz

07O n 5 h a z i r a n 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 2 8 . s a y ı

YAĞMUR YAĞIYOR SEN GİDİYORSUN

Ali Rıza ATASOY

Yağmurlar yağıyor sen gidiyorsunBir sükût denizi mavi gözlerin.İçimde bir sızı bırakıp derinBeni yalnızlığa terk ediyorsun.

Sensiz ne gökyüzü ne güneş kalırIpıssız çöllere dönüşür her yer.Mesafeler uzar zaman kısalırUzak iklimlere kuşlar göç eder.

Sen yoksan bozulur şehrin büyüsüYıkılır yekpare fildişi kule.Yok olur göklerin görkemi süsüSöyleşir benimle gölgeler bile.

Sen gidince bomboş kalır bu şehirİçimi dökerim gamlı rüzgâra.Anılar depreşir savrulur bir birBeni avutamaz artık Ankara!

DAHA

Mehmet RAYMAN

dağ tepe giderim gelemem dahaöksüz güller açar kokusu vahadüşen yaprakların elinde kaldımyazımın harmanı çok sıcak daha

gelenden gidenden çatlıyor aynaeğledim atımı terkim boş dahadikili taşların içinden geçtimgöçünü yüklemiş gidiyor oba

ipliğim iğneden geçmiyor kabaşayak kumaşlarım dayanır yazaatlasın rüzgarı çipil gözlü kumtaşın iliğine sığındım bir daha

alın yazımız ak mermere karagün düşer yazından bu gömütlüğeışkın dal üstünde tomurcuk gülümbaşağına tutkun bir bölük tarla

Page 132: HECE TAŞLARI - Turuz

08 He c e t a ş l a r ı 2 8 . s a y ı O n 5 h a z i r a n 2 0 1 7

AŞK MEDENİYETİNE HASRET

Ahmet SEZGİN

Akıl ve ruh kilimini hikmetle dokusam! Kâinat-insan kitabını aşkla okusam!

Ağlasam nurlu bir şafak vakti doya doya! Silinse ruhumu maskeleyen kirli boya!

Damlalar düşse kalbime rahmeti anarak!İçse yüreğim, edep pınarından kanarak!

Hakiki aşkı gönlüme nakış nakış örsem! Yüzlerde Hak ve hakikatin nurunu görsem!

Gönlümü açsam Rahman’a Yunus Emre gibi!Aşk muştulasam yüreklere ilk cemre gibi!

Annemin yüreğinde mayalasam ülküleri!Aşkla dinlesem Türkü çağıran türküleri!

Selam versem hilale, milletime bakarak!Her daim aşk medeniyetine yol alarak!

Yüreğim Türkiye’min renkleriyle boyansa! Alperenler gibi şehadet aşkıyla yansa!

İKİ ŞİİR

Şükrü TÜRKMEN

KURBAN OLDUĞUM

Kavuşmayı umut ettim yarınaBeklemekten bıkma kurban olduğumBen yanarım ayrılığın nârınaSen canını sıkma kurban olduğum

Kadere kahredip yorma kendiniDeli seller gibi yarma bendiniBulamazsın böyle aşkın denginiSözümüzden çıkma kurban olduğum

Gözlerim yollara bakıp duruyorYokluğun bağrımı yakıp duruyorİçim sana doğru akıp duruyorÖnüne bent çekme kurban olduğum

Sakın ha darılma, kırılma sakınBoş yere bekleyip yorulma sakınDivane gönlüme darılma sakınHayalimi yıkma kurban olduğum

DOSTA SELAMIMDIR

Dosta selamımdır varın söyleyinGidişi olmayan yollarla gelsinÇekin bir kenara tembih eyleyinGiderken kırdığı dallarla gelsin

Gurbetinde gönül sükûn bulmadıKurumuş yapraktan farkım kalmadıÇoktandır dertleşmek nasip olmadı Ömrümden çaldığı yıllarla gelsin

Şimdi ne yapıyor bilmem ki nerdeHep onu bekledim hayırda şerdeBir kuru selamı dermandı derdeGiymesin karayı allarla gelsin

Haykırmak isterken kesildi sesimBuzlandı gönlüme çizdiği resimMekân değişmedi aynı adresimSahipsiz mektuba pullarla gelsin

Page 133: HECE TAŞLARI - Turuz

09O n 5 h a z i r a n 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 2 8 . s a y ı

ŞAİRİN SESİ Mustafa ÖZÇELİK

Hepimiz, her gün çeşitli olaylar yaşar, çeşitli varlık ve nesneler görür, kitaplar, dergiler okur, ağlar, üzülür, güler ya da seviniriz. Bütün bunlar bir şekilde iç dünyamızda, ruhumuzda ve kafamızda bir etki yapar, yankı bulur, çeşitli söz ve davranışlarımız bunlara göre biçimlenir. Derken, ertesi gün hayatın bir başka sayfası açılır önümüze ve biz, belki de çoğu kez bir önceki sayfayı yeterince kavramadan bir sonraki günün sayfasına geçeriz. Bu tabii hadise şair için daha farklı gerçekleşir. Şair, dışarıdan aldıklarını içinde özümse-dikten, olgunlaştırdıktan sonra şiirin kendi gerçekliği ve diliyle ifadelendirir. Şiire özgü bu ger-çeklik ve dildir ki yaşananlar, görülenler, okunanlar bambaşka bir şekil ve muhteva ile karşımıza çıkarlar. İşte o zaman, anlarız ki olayların görmediğimiz başka bir yüzü, varlık ve nesnelerin daha önce fark edemediğimiz ayrıntıları, gülmemizin, ağlamamızın başka bir sebebi vardır. Şair, bu anlamda gücü oranında bize düşünemediklerimizi düşündüren, hissettirmedik-lerimizi hissettiren bir kişi olur. Onun içindir ki, her şairde daha doğrusu şiirde, kendimizden, duygularımızdan, hayal ve özlemlerimizden bir parça buluruz. Adeta şair, bize bizi anlatmakta-dır hem de bizi bizden daha iyi tanıyan biri sıfatıyla. Şairin sesi, bu bakımdan dikkate alınması, dinlenilmesi gereken bir sese dönüşür. Bun-dandır ki neredeyse bütün bir tarih boyunca şairler, söylediklerine göre ya övgünün, beğeninin doruklarına çıkarılmışlar, ya da kurulu düzenlerle, egemen fikirlerle çatışma içine girdikleri için susturulmak istenmişlerdir. Şairlik keyfiyeti ne derecede olursa olsun, burada Mehmet Emin Yurdakul’un “Şairleri haykırmayan bir millet, sevenleri toprak olmuş öksüz çocuk gibidir” sö-zünü şiir ve şairin bu yönünü belirtmesi açısından anmak gerekir. Şairini sesi, bir haykırış, bir isyan mıdır? Evet, kimi zaman hatta çoğu zaman böyledir. Kimi zaman ise, bizi tefekkür denizlerinde yolculuklara çıkaran bir fikir balı, bazen ise sevinç ve coşkudur. Bu ses, bir gün, bir dua, bir yakarış, inleyiş olarak da karşımıza çıkabilir. Sesin niteliği ne olursa olsun, bence önemli olan bu sesi duymak, anlamak, bu sesi kendi sesimiz olarak kabul etmektir. Çünkü şair, biz hangi durumda olursak olalım, bize bizi anlatmakta ve bu manada im-dadımıza koşmaktadır. Bu ses, karşılıksız kalamaz. Bu sese kulak tıkamak, gönül kapılarını açmamak bir tür sağır, kör ve dilsiz yaşamaktır. İnsanoğlu zaman zaman bu hataya düşse bile, er geç şairin sesine kulak verir, onunla yeniler kendini, yeniden sevmeyi, özlemeyi beklemeyi, isyanı, onurlu yaşa-mayı öğrenir. Bundandır ki, şairler sofrası hep açıktır insanoğlunun önünde. Şartlara göre kimi zaman Mevlana olur bu sofranın konuğu, kimi zaman Mehmed Akif ya da Yunus, Fuzuli, Şeyh Galip, Necip Fazıl, Cahit Sıtkı... Ayıramazsınız bunları birbirinden. Çünkü her biri başka yönüy-le bir duyarlığınıza seslenirler. Nice açılmadık kapılar vardır içimizde. Onlar, işte bu kapıları açarlar. İçimizdeki insanı cevher, onların çabalarıyla ortaya çıkar. Bugün, savaşların, haksızlıkların, adaletsizliklerin, zulmün egemen olduğu dünyamızda şairlerin sesine, her zamankinden daha çok muhtacız. Açın şiir kitaplarınızı, Yunus’la kalp de-nizlerine bir yolculuk edin. Mevlana size aşk dersleri versin. Necip Fazıl’a ürpertiyi yaşayın. Cahit Sıtkı, size hayat ve ölüm hakkında çok şeyler söyleyebilir. İsterseniz Yahya Kemal’le ta-rihe bir yolculuk yapın. Ziya Osman’la evinize, çocuklarınıza bir akşamüstü özlemle dönmenin keyfini yaşayın. Sezai Karakoç’tan “Taha” alınanın sırrını öğrenin, Akif’le ağlayın ve bütün damarlarınızda bir başkaldırı kanı yayılsın zulmü boğmak, akan kanları durdurmak için. Yanlışı doğruya, geceyi gündüze, kini sevgiye, zulmü adalete çevirmek için.

Page 134: HECE TAŞLARI - Turuz

10 He c e t a ş l a r ı 2 8 . s a y ı O n 5 h a z i r a n 2 0 1 7

GÖZDÜR GÖNLÜN KAPISI

Haşim KALENDER

Gözlerini kaçırıp cismini saklıyorsunBilmez misin yüreğe işleyen yer orasıYeşil yeşil bakarken kalpleri yokluyorsunGönülleri köşk edip kışlayan yer orası

İçine daldığımda bir şey kopar içimdeZehir olsa kadehte içilir bir içimdeGözler bir başka güzel, güzel biçim biçimdeUfuklara dalarken düşleyen yer orası

Önce oradan başlar gönüldeki akışlarTatlılaşır gülünce sevgiliyi alkışlarSözün bittiği yerde bülbül olur bakışlarÂşıkları gül ile taşlayan yer orası

Gam çöküp de süzülse yaralarım ellenirNeşede bulgur bulgur hüzünlense göllenirŞiirlere konudur türkülerle dillenirHer oku tam isabet kişleyen yer orası

Melül melül bakışı diz çöktürür inadıCahil cehaletiyle âşıkları kınadıKalender öyle dedi niceleri onadıSöze nerde girersen başlayan yer orası

BENİM

Cahit CAN

Gönül bahçesinden sevgi devşirdim,Arı benim, çiçek benim, bal benim.Kuş olurum, kanat çırpar uçarımBahçe benim, yaprak benim, dal benim.

Sevda serde kaynayıp da pişinceBent dayanmaz kabarıp da coşuncaYüreğime hasret odu düşünce,Kervan benim, yolcu benim, yol benim.

Zalim hasret bürümüştür gözümüKim dindirir her gün artan sızımı?Dertli dertli inletirim sazımı,Âşık benim, mızrap benim, tel benim.

Aslı yaktı sevdasıyla Kerem’iÖyle dert ki, aratmıyor veremiBen ağlarım, ben silerim didemi,Mendil benim, yaşlar benim, el benim.

Hasret kurmuş gönlümüzde bir pusuDuygularım alev alev tutuştuBu yangını söndüremez değme su,Ateş benim, duman benim, kül benim.

Ayrılıktır ciğerimi dağlayanYanar vefasıza gönül bağlayanSevda olmuş yüreğimde çağlayan Derya benim, dere benim, sel benim.

Page 135: HECE TAŞLARI - Turuz

11O n 5 h a z i r a n 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 2 8 . s a y ı

BENDE/CİNAS

Seyit KILIÇ Bulamazsın beni bende Ben bile bende değilimİstersen bendeki ben, deKapında bende değilim.

Düştü yine gönül gamaGül üstünde gülden yamaGül kızarmış değmiş amaBir tek ben, ben’de değilim.

Beden yorgun gönül yaslıGeldi-geçti bahar faslıBen Keremken sen de AslıDeğilsen, ben de değilim.

Saçlarında bahar yeliGözlerinde sevda seliDeğilsem saçının teliGöğsünde ben de değilim.

CANLAR CAN EVİNDENYARALI ŞİMDİ

Bestami YAZGAN

Ak yıldızlar ağlar gibi dizildiGünler kara/bağlar gibi dizildiNice şehit dağlar gibi dizildiYere düşen çiçek çiçek candı oy!Dârü’l İslam ateşlerde yandı oy!

Zalim fırtınalı, boralı şimdiCanlar, canevinden yaralı şimdiCümle mümin yürek oralı şimdiKara toprak al kanlara kandı oy!Dârü’l İslam ateşlerde yandı oy!

Hiç durmasın demir bileği olanHak yanında makbûl dileği olanİmdadına koşsun yüreği olanDeli gönül Osmanlı’yı andı oy!Dârü’l İslam ateşlerde yandı oy!

Bu bir vahşet, ayan beyan, yiğidimYâ Allah, deyip de uyan yiğidimKüfrün kapısına dayan yiğidimCümle âlem bizi öldü sanmasınDârü’l İslam ateşlerde yanmasın!

Page 136: HECE TAŞLARI - Turuz

12 He c e t a ş l a r ı 2 8 . s a y ı O n 5 h a z i r a n 2 0 1 7

“KALDIRIMLAR” ŞAİRİNDEN ALACAĞIMIZ DERS Muhsin İlyas SUBAŞI Necip Fazıl Kısakürek, bir asır önce doğdu.. Onun doğduğu yıllar, 7 asırlık bir imparatorluğun kendi aydını tarafından çöküşe doğru itildiği sancılı günleri yaşıyordu. Çocukluk dönemini, ülke bü-tünlüğünün parçalandığı acılar içerisinde geçirdi. Gençlik döneminde düşman işgallerinin korkularını yaşadı. Kurtuluş Savaşı’nda, askerî lisede okuduğu için silahlı mücadeleye giremedi, ama ruhunu bu atmosferin ateşiyle pişirmeyi de ihmal etmedi. 22 yaşında, bugün bile hayranlıkla okuyup dinlediğimiz, benzerini yazabilmek için yüzlerce şairimizin kafa patlattığı “Kaldırımlar”ı yazdı. Ne diyordu bu genç adam Kaldırımlar’da: KALDIRIMLAR

Sokaktayım, kimsesiz bir sokak ortasında; Yürüyorum, arkama bakmadan yürüyorum. Yolumun karanlığa saplanan noktasında, Sanki beni bekleyen bir hayâl görüyorum. Kara gökler kül rengi bulutlarla kapanık; Evlerin bacasını kolluyor yıldırımlar. İn cin uykuda, yalız iki yoldaş uyanık; Biri benim, biri de serseri kaldırımlar. İçimde damla damla bir korku birikiyor; Sanıyorum her sokak başını kesmiş devler… Üstüme camlarını, hep simsiyah, dikiyor; Gözüne mil çekilmiş bir âmâ gibi evler…

Kaldırımlar, çilekeş yalnızların annesi, Kaldırımlar, içimde yaşanmış bir insandır. Kaldırımlar, duyulur, ses kesilince sesi; Kaldırımlar, içimde kıvrılan bir yısandır. Bana düşmez can vermek, yumuşak bir kucakta, Ben bu kaldırımların emzirdiği çocuğum! Aman, sabah olmasın, bu karanlık sokakta; Bu karanlık sokakta bitmesin yolculuğum! Ben gideyim, yol gitsin, ben gideyim, yol gitsin; İki yanımdan aksın, bir sel gibi fenerler. Tak, tak, ayak sesimi aç köpekler işitsin; Yolumun zafer tâkı, gölgeden taş kemerler. Ne sabahı göreyim, ne sabah görüneyim; Gündüzler size kalsın, verin karanlıkları! Islak bir yorgan gibi, sımsıkı bürüneyim; Örtün, üstüme örtün, serin karanlıkları. Uzanıverse gövdem, taşlarla boydan boya; Alsa buz gibi taşlar alnımdan bu ateşi. Dalıp, sokaklar kadar esrarlı bir uykuya, Ölse, kaldırımların kara sevdalı eşi… (1)

Page 137: HECE TAŞLARI - Turuz

13O n 5 h a z i r a n 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 2 8 . s a y ı

1927’de yazılan ve bir yıl sonra 1928’de ikinci şiir kitabına ad olan “Kaldırımlar”, aslında üç ayrı şiirden oluşmaktadır. Bu şiirinde ve aynı yıl yazılan diğer iki şiirinde de, arayışındaki yol ucuna geldiğini, kendisini kuşatan manevî ikilimin kapısında bulunduğunu görmek mümkündür: Burada bu şiirin ve şairinin çok daha iyi anlaşılması bakımından, eserin ortaya çıktığı tarihin sosyal, kültürel ve siyasal yapısı üzerinde durmakta fayda vardır: a-Savaştan yeni çıkmış yaralı bir toplumun bir parçasıdır şair. Doğal olarak çevresindeki ıstı-rapların farkındadır ve bunu şiirine yansıtmakla kendisini sorumlu hissetmektedir. Yağmalanmış bir devletin kaybettiği topraklarının hüsranı hiçbir ruhun fark edemeyeceği bir trajedi değildir. b-Kültürel bir çözülmenin sanılarıyla boğuşan dönemin entelektüeli, tarihi derinliği olan ve o derinlikten beslenen kültürel değerlerimizi neredeyse reddetme noktasına gelmiş ve ülke bir uçtan bir uca, kültürel erozyonunun felaketine maruz kalmıştır. Aydın ihanetinin getirdiği çöküşe dikkat çekmek için çırpınan bu genç Şair, böyle bir ortamda başkaldırmakta ve toplumun aynası olan Kaldırımlarla konuşmaktadır. c-Siyasi elit, ülkeyi ayakta tutma derdinden çok, kendisini topluma kabul ettirmenin otoriter tavrı içindedir. Jakoben bir laiklik sopa halkın sırtındadır. Resmi düşüncenin dışında fikir beyan etmek neredeyse yasaklanmıştır. Bunun içindir ki, bu şiirlerde sokak sosyolojisinin insan ruhuna yansıyan kalın izleri apaçık görülmektedir. Şairin bu şiirlerden on iki yıl sonra dönüşümünün destanını söyleyeceği ve artık sürekli olarak kişiliğinin iç patenti haline gelecek olan “Çile”nin de haberi verilmektedir. Şairin kendi içinde, yaşayan bir insan gibi gördüğü kaldırımları, aynı zamanda çilekeşlerin an-nesine benzeterek onun şefkatle hayatı kucakladığını anlatması oldukça anlamlıdır. Üzerindeki kalaba-lıkların çekilmesinden sonra, şairin yine kendine dönerek içinde kıvrılan kaldırımların dile gelmesi ve onunla konuşması, o yaşın keşfedeceği bir tablo olarak muhteşem bir şeydir. Prof. Dr. Mehmet Kaplan, “Kaldırımlar”ı tahlil ederken, önemli tespitlerde bulunur. Ona göre bu şiir, şairin iç buhranlarının dışa yansımasıdır. Bunu derken de eklemen edemez: “Necip Fazıl, duygularına en uygun hayaller yaratmakta mahir olan bir şairdir. Onun şiirlerinde imajlar bir süs veya kelime oyunu değil, fonksiyonları olan, duyguların mahiyetini ve şiddet dereceleri-ni ifade eden vasıtalardır” (2) Üç ayrı bölümden oluşan bu şiirin tamamını okuduğunuz zaman, şairin o yaşta ulaştığı ruh hâlini anlamanız mümkündür. Yalnızlığı sevmekte ve sokakların telaşından sıyrılarak gecenin sessizliği içerisinde kaldırımların gündüzden kalan telaşının muhasebesini yapmaktadır. “Ben bu kaldırımların emzirdiği çocuğum!” deyişi de bundandır; “Aman sabah olmasın bu karanlık sokakta,/ Bu karanlık sokakta bitmesin yolculuğum!” deyişi de bundandır. Şairin bunu yazdığı yıl, Cumhuriyet ilan edildi, edilecektir. Felsefe eğitimi görmüş bir gencin, duygularına oturan yalnızlık psikolojisi, geçmişte kaybedilen devâsâ bir hazinenin geri dönemeyece-ğine bağlanılabilir mi, bilemiyorum? Onun, “Başını bir gayeye satmış kahraman gibi,” mısraıyla baş-layan “Kaldırımlar”ın ikinci şiirinde anlattıkları, böyle bir arayışın ipuçlarını vermektedir. Cemiyetin kirliliğe doğru sürüklendiğini, “Fahişe yataklardan kaçtığın günden beri,/ Erimiş ruhlarımız bir derdin potasında.” Cümleleriyle anlatışı tesadüfî değildir. Nitekim bu mısralardan hemen sonra gelen, kıtanın ilk iki satırında; “İkinizin de ne eş, ne arkadaşınız var; /Sükût gibi münzevî, çığlık gibi hürsünüz.” de-mek suretiyle, bu yönde bir açıklama kapısı bırakmaktadır. Bu ikinci şiirin son kıtası ise şu ifadelerle sembollendirilir:

Yağız atlı süvari, koştur atını, koştur! Sonunda kabre çıkar bu yolun kıvrımları. Ne kaldırımlar kadar seni anlayan olur, Ne senin anladığın kadar, kaldırımları…”

Araplar, “Şiirin manası şairin kendi gönlündedir”, derler. Bu şiir, böyle bir tarif anlayışına örnek olarak alınabilir belki. Cemiyetin sosyal şizofreniye doğru kayışının kaygılarını anlatan bu şiir, aslında şairin kendi içindeki yalnızlığın ifadesi olarak alınmamalıdır. Onun yakınında bulunanlardan birisi olarak, bu şiirin yayımlandığı yıl, hakkında yazı yazan Mustafa Şekip Tunç’un tespitleri doğrudur. O der ki: “Necip Fazıl ve emsali hakiki şairlerin eserleri ancak sanatların bu şahsi psikolojisi ile anlaşı-labilir. Bu psikoloji bilinmedikçe hakiki şairlerin sembolizmi ya suni bir maharet veya esrarengiz bir sayıklama zannedilir.

Page 138: HECE TAŞLARI - Turuz

14 He c e t a ş l a r ı 2 8 . s a y ı O n 5 h a z i r a n 2 0 1 7

Hâlbuki bunlar, ta çocukluk insiyaklarımızdan gelen gayri şuurî ve çok derin bir mâzinin remzî hakikatleridir. Bu hakikatlerin mukavemet olunamaz câzibesi etrafında pervaneler gibi yanmaktan daha iyi bir şey yapamayacak olanlardır ki, hakiki şairlerdir. “Kaldırımlar”ın Necip Fazıl’ı da bu pervaneler-den biri, hem de çok cezbelisidir.” (3) Bu “Yağız atlı süvari”, önündeki yıllardan üzerine dökülen bütün kirlilikleri gördükçe, direnme gücü kazanacak ve “Ey düşmanım, sen benim ifâdem ve hızımsın;/ Gündüz geceye muhtaç, bana da sen lâzımsın!”(4) diyecektir. Bu hesaplaşmanın arkasından da tesellisini açık açık ifade edecektir:

“Surda bir gedik açtık; mukaddes mi mukaddes! Ey kahpe rüzgâr artık ne yandan esersen es!” (5) Üstad, 79 yıllık ömrünü, “Dâvâ Adamı” donanımıyla geçirdi. Yazılarında ve şiirlerinde sadece savaşan bir kahraman ya da kumandan olarak değil, eğiten, yetiştiren, insanın ruh donanımını zen-ginleştiren bir insan olarak durdu karşımızda… Şiirini bunun için “Telkin” vasıtası olarak görüyor ve “Mutlak Hakikat”e varma vasıtası kabul ediyordu. “Şiiri, düşüncenin duygulaşması, duygunun da dü-şünceleşmesi” şeklinde gören bir insan için ona verilen misyon bundan başkası olamazdı. Bizim neslin şansı, onunla yüz yüze gelmiş olması, gözlerinin içine bakarak konuşmalarını din-lemesidir. Onu doya doya yaşayarak, okuyarak çok şeyler aldığımıza inanıyorum. Tek Parti Dönemi’nin ceberut yönetimine başkaldıran, inandıkları uğruna, “Çile”ye tâlip olan ve bu talebini de şiirle ölüm-süzleştiren Necip Fazıl Kısakürek, Cumhuriyet Nesli’nin ruh mimarıdır!.. Yirmi yılı aşkın bir süredir, ondan mahrumuz. Onun öldüğü gün doğanlar, bugün onun “Kaldırımlar”ı yazdığı yaşa geldiler. Yeni nesil içerisinde, o şiirlerin bir kıtasını olsun yazabilecek kabiliyet, heyecan ve gayrete sahip gencimiz var mı acaba? Acaba böyle bir soru ile kendisini hesaba çekecek bir yiğit çıkmış mıdır? Türkiye, onun yeni baştan imar ve ihya etmek istediği neslin çekildiği badireden kurtulacak günleri görebilecek midir? Giderek bizleri diri tutan değerlerin kaybolmasının ıstırabını duyan bir nesli yeni baştan oluştur-mak için yeni bir Necip Fazıl mı gerekecektir? Bence, gerçek yokluğun acısını işte bu arayışın sancısı çektirmelidir! Sözü Şaire bırakıyorum:

Bu kapıdan kol ve kanat kırılmadan geçilmez; Eşten, dosttan, sevgiliden ayrılmadan geçilmez.

İçeride bir has oda, yeri samur döşeli; Bu odadan gelsin diye çağrılmadan geçilmez.

Eti zehir, yağı zehir, balı zehir dünyada, Bütün fani lezzetlere darılmadan geçilmez.

Varlık niçin, yokluk nasıl, yaşamak ne, topyekün? Aklı yele salıverip çıldırmadan geçilmez.

Kayalık boğazlarda yön arayan bir gemi; Usta kaptan klavuza varılmadan geçilmez.

Ne okudun, ne öğrendin, ne bildinse berhava; Yer çökmeden, gök iki şak yarılmadan geçilmez.

Geçitlerin, kilitlerin yalnız O’nda şifresi; İşte, işte o eteğe sarılmadan geçilmez!

KAYNAKÇA55- Çile, s.156.56- Prof. Dr. Mehmet Kaplan, Cumhuriyet Devri Türk Şiiri, Başbakanlık Kültür Müsteşarlığı yayını, İstan-bul-1973 s.62.57- Hayat Mecmuası, s.103, 15 Teşrinisani 1928; bk. Bekir Oğuzbaşaran, Necip Fa zıl’ın Şiiri, s. 44.58- Çile, s. 438.59- Çile, s. 437.

Page 139: HECE TAŞLARI - Turuz

15O n 5 h a z i r a n 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 2 8 . s a y ı

NE Kİ

Âşık MUHSİNOĞLU

İnsanlığa ikram eylemiyorsaBin bir meyve yüklü dal olsa ne ki.Hakkı hakikati söylemiyorsaBülbül gibi öten dil olsa ne ki.

Acırım insana değeri yoksaArdında kalacak eseri yoksaGüller sultanından haberi yoksaAdıyla soyadı gül olsa ne ki.

Fuzulî’nin bu tarakta bezi yokMecnun’un diyecek bir çift sözü yokMademki Leyla’nın ayak izi yokDünya baştanbaşa çöl olsa ne ki.

Yok olsun dünyanın elemi kahrıHer nesne üstünde fanilik mührüDışı tatlı, içi baldıran zehriO nimetin adı bal olsa ne ki.

İnsan olan durur “belâ” sözündeDünyanın kıymeti olmaz gözündeTeslimiyet yoksa işin özündeÂşık Muhsinoğlu kul olsa ne ki.

BİR ADA

Mehmet Turgut BERBERCAN

Bir ada göründü, duralım kaptan!Atalım demiri, suya yavaştanBizi bekliyormuş, bugün yıldızlarOnlara mâziyi, soralım kaptan!

Ben gökleri benden, çılgın sanırdımDenizleri aşktan, taşkın sanırdımYakamozlar yanar, gözlerimizdeAşkı hep tutuşan, şaşkın sanırdım.

Ateşten kızıldır, sarhoş şaraptan Akıyor bir deniz, burada kaptanYakıp bu gemiyi, gömelim suyaMısralar çıkarıp kanlı kınından.

Rum’un diyarına, geldik TurgutçaKederden geriye, kalmasın parçaEzelden ebede, bahri sefidde,Şarkı söyleyelim, biz Barbarosça.

Gördük Midilli’yi, kızıl açıktan Yıldızları serkeş, uzak ufuktanEzeli serseri, bahri kebûdîYandı bütün gece, billûr ışıktan.

Bu gün üçüncü gün, aylardan nisanSeyir defterine, yazıyor kaptan:“Faça edip rüzgârı, şimâle doğru,Mısralar dökerim, ıslak lumbozdan”

Page 140: HECE TAŞLARI - Turuz

16 He c e t a ş l a r ı 2 8 . s a y ı O n 5 h a z i r a n 2 0 1 7

ÂŞIK ŞİİRİNE MÜDAHALELER -2-

KARACA OĞLAN’IN ELİF ŞİİRİNDEN İKİ KELİME : DİYE-DEYİ, ABDAL-HAYRAN

Prof. Dr. Saim SAKAOĞLU

Karaca Oğlan’ımızın en ünlü şiiri olan ve herkesçe Elif Şiiri olarak bilinen semaisinin ilk dörtlüğü pek çok kaynakta şöyle yer alır:

İncecikten bir kar yağar Tozar Elif Elif diye Deli gönül abdal olmuş Gezer Elif Elif diye

Biz ise bu dörtlüğü ve ona bağlı olarak alt dörtlüklerin son kelimelerini dönemine uygun ola-rak şöyle değerlendiriyoruz:

İncecikten bir kar yağar Tozar Elif Elif deyi Deli gönül abdal olmuş Gezer Elif Elif deyi

(Sakaoğlu 2004: 465; 2012: 459)

Karaca Oğlan sadece bu semaisinde değil birkaç şiirinde de bu deyi kelimesine mısra sonla-rında da yer vermiştir:

Annacımdan gelen şu mavı donlu Kaldırmış kolların tez gele deyi Kendi kendin yad ellere saklayu Bir ağzın bilmezden söz gele deyi

(Sakaoğlu 2004: 465; 2012: 459)

Ala gözlüm yıktın benim evimi Eğlen şu diyarda kal deyi deyi Veran ettin bahçam ile bağımı Domurcuk güllerim al deyi deyi (Sakaoğlu 2004: 466; 2012: 460)

Çıktım yücesine seyrân ederken Ötüşür bülbüller gel deyi deyi Sıdkıla baktım da dostun yüzüne El eder sevdiğim gel deyi deyi (Sakaoğlu 2004: 466; 2012: 460)

Bitti m’ola Şâm elinin hurması Gitti m’ola ala gözün sürmesi Hama’nın Humus’un telli turnası Turna yârin selâm saldı gel deyi (Sakaoğlu 2004: 467; 2012: 461) Sallanı sallanı vardım köyüne Güzeller başıma derilsin deyi Herkes sevdiğini almış yanına Şeftali pazarı kurulsun deyi (Sakaoğlu 2004: 467; 2012: 461)

Bülbül havalanmış yüksekten uçar Has bahça içinde gülüm var deyi Seni seven yiğit serinden geçer Güzeller içinde yârim var deyi (Sakaoğlu 2004: 468; 2012: 462)

Kelimemiz bazı araştırıcılarca deyu ve deyü şekillerinde de verilmektedir. (Sakaoğlu 2004: 371; 2012: 366) Bu yazımızda üzerinde duracağımız ikinci olay ise abdal kelimesine bazı kaynaklarda hayran şeklinde yer verilmesidir. Eflâtun Cem [Güney] bu semaiyi ilk yayımlayanlardandır. Onun makalesin-de bu dörtlük şöyle verilmektedir:

İncecikten bir kar yağar Tozar Elif Elif diye Deli gönül abdal olmuş Gezer Elif Elif diye (Güney 1927: 11; Sakaoğlu 2004: 950; 2012: 952) Karaca Oğlan’ın âşık olmasıyla ilgili ola-rak anlatılan bir hikâyeyi derleyen öğretmen Ömer Kaya da kaynak şahsından şöyle bir kayıt almıştır:

İncecikten bir gar yağar Tozar Elif Elif deyi Deli gönül abdal olmuş Gezer Elif Elif deyi

Page 141: HECE TAŞLARI - Turuz

17O n 5 h a z i r a n 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 2 8 . s a y ı

Derleyen, Emekli Öğretmen Ömer Kaya; gönderen, edebiyat öğretmeni Ali Karaosmanoğlu (Garip Âşık), kaynak şahıs, Mehmet Koç. (Saka-oğlu 2012: 845) Ankara Devlet Konservatuvarının Âşık Ey-yubî (Eyüp Tadil)’den derlediği ve Ali Can’ın no-taya aldığı semaimiz şöyle başlamaktadır:

İncecikten bir kar yağar Tozar elif elif diye Deli gönül abdal olmuş Gezer elif elif diye

(Atılgan 1998: 293’den Sakaoğlu 2004: 893; 2012: 897) Mehmet Bekar’ın 1984 yılında Çukuro-va’da Mehmet Kara’dan derlediği ve Bekar’ın no-taya aldığı şiir de şöyledir:

İncecikten bir kar yağar Tozar Elif Elif diye Deli gönül abdal olmuş Gezer Elif Elif diye (Atılgan 1998: 292’den Sakaoğlu 2004: 894, 2014: 898)

Buraya kadar alanda yapılan çalışmalara yer verilmiştir. Bakalım masa başında bu semaiye nasıl bir değişiklik uygulanıyor? Sadettin Kaynak bu semaimizi segah makamında ve curcuna usu-lünde bestelemiş.

İncecikten bir kar yağar Tozar Elif Elif diye Deli gönül hayran olmuş Gezer Elif Elif diye (Sakaoğlu 2004: 909; 2012: 913) Ancak bestekârımız bu değişiklikle yetin-memiş, bütün dörtlüklerin sonuna şu beyti/dörtlü-ğü eklemiştir:

Yar sana hayran, can sana kurban Derdime derman bulamam aşktan el’aman (Sakaoğlu (2004: 909: 2012: 913)

Gelelim liselerimizde okutulan ders kitabı-na... Acaba Bakanlıkça onaylanan bir ders ki-tabında yer alan semaide Karaca Oğlan’ın ‘deli’ gönlü hâlâ ‘abdal’ olarak mı kalıyor, yoksa ‘hay-ran’ olarak mı yüceltiliyor? Onun, delikanlı söyle-yişindeki deli gönlü bu özelliğinden uzaklaştırıla-rak ‘hayran’ olmaya mı yükseltiliyor! Bize göre üzerinde durduğumuz kelime mutlaka abdal olarak kalmalı ve hayran kelimesi-ne kesinlikle yer verilmemelidir. Karaca Oğlan’ın döneminde abdal kelime-si kesinlikle olumsuz anlamlar yükleyerek kullan-mamıştır. Zamanla bizler kelimeyi hem aptal şek-line sokmuşuz, hem de olumsuz anlam yüklemişiz. Türk Dil Kurumu kelimemize, 1. Gezgin derviş ve 2. Dilenci kılıklı, üstü başı perişan kimse (Türkçe Sözlük, 11. Bs. 2011, 3) anlamlarını yüklemiş. Bizler ise işin kolayına kaçıp kelimemize ikinci anlamı ağırlıklı olarak yükleyince Karaca Oğlan’ın bir tür gezgin derviş gibi dolaştığını göz ardı edip onu hemen ikinci anlamın sınırları içine hapsedivermişiz.

NOTLAR

Halil Atılgan, Çukurova Türküleriı, Ankara 1998. Eflâtun Cem [Güney] (topl.), “Halk Edebiyatı”, Duygu ve Düşünce (Sivas), 1 (4), 15 Mart 1927, 11. Şiir beş dörtlüktür. Saim Sakaoğlu, Karaca Oğlan, Ankara 2004. Türkçe Sözlük, Ankara 2011, 11. bs.

Page 142: HECE TAŞLARI - Turuz

18 He c e t a ş l a r ı 2 8 . s a y ı O n 5 h a z i r a n 2 0 1 7

HÜZÜN DEĞMİŞ GÖZLERİNE

Tahir EKER

Yâr yüzüne çiğ mi yağmışKirpiklerin yaş içinde.Gözlerine hüzün değmişDert devinir baş içinde.

Kaşlar düşmüş gül yüzüneYumak, yumak bu hüzüneSebep bensem bak özümeİçim, dışım yas içinde.

Kar mı yağmış saçlarınaAyaz vurmuş uçlarınaCeza ver de suçlarımaÇürüyeyim taş içinde.

Başımızda kara duman Bu ayrılık çok, çok yamaNasıl geçer, sensiz zamanHayal ile düş içinde.

Tahir yalvar, yakar olduYollarına bakar olduEriyip de akar olduYıl dört mevsim, kış içinde.

BERABER GİDELİM Eyüp ŞAHAN

Sevda köprüsünden el ele geçipBeraber göçelim aşk illerine.Sevdanın meyini gönülden içipSevgiyle geçelim aşk illerine.

Tomurcuk dallarda al yeşil yaprakŞeyda bülbüllere oluyor durakÇağlayıp aksada gönlümüz kurakEl ele kaçalım aşk illerine.

Sevda gecesinde sökerken şafakGönül yangınına girmesin nifakZühre yıldızını edelim durakBir kapı açalım aşk illerine.

Erelim mutluluk yurduna erkenHazzını alalım ömrümüz varkenArtık yıllarımız şen olsun derkenSevmeyi seçelim aşk illerine.

Hayattan zevk almak olmalı konuSevgisiz yaşamak dünyanın sonuSeverek sevilmek insan onuruMutluluk saçalım aşk illerine.

Kaf Dağı ardının gör ötesiniArştan ileri sür gönül sesiniEyüp sende alır son nefesiniKanatsız uçalım aşk illerine.

Page 143: HECE TAŞLARI - Turuz

19O n 5 h a z i r a n 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 2 8 . s a y ı

DİL ŞEHRİNDE YAŞAMAK

Ahmet Doğan İLBEYİ İslâm tasavvufunda insanın gönlü şehre benzetilir. Dil kelimesiyle de ifade edilen gönül, şehir demektir. Biz gönül şehrine dil şehri demeyi tercih ettik. Gönül veya dil, tasavvufî hayatın merkezini oluşturan mefhumlardır. Bütün ulvî faaliyetler gö-nülde, yâni dil evinde meydana gelir. Ârifler ve mutasavvıflar insanın derûnunu ve nefsin mertebelerini şehir sembolüyle anlatırlar. Gönül eğitiminin safhaları olan emmare, levvame, mülhime, mutmainne makamlarının şehre benzetilmesi bundandır. Meselâ, nefs-i emmâre şehri Şeddad’ın binaları gibi Allah’a âsi, gösterişli ve Kârûn gibi dünya zengini olarak târif edilir. Bu şehre hakikat güneşi değmemiştir. Halkı cehennemlik huylara sahip; gö-nülleri dar ve zulmet içindedir. Bir misal daha; nefs-i levvâme şehri, nefsinin kötülüklerinden pişmanlık duyan, gafletten bir nebze sıyrılan, fakat tam mânasınca kemâle ulaşmamış şehir demektir. (Risâle-i Mahbüb: Nefsin Şehir-leri, Muhammed Sâdık) Şeyh Gâlib’in şehri modernizmin mağdur ettikleri için ulaşılmaz bir şehirdir. Taşları kırmızı yakut, tuğlaları som altın ve mücevherlerle kaplı ve güneş gibi parlak... Beş kapısı denize bakıyor; beş kapısı yeşil ovaya. Her kapıda Cebrail Aleyhisselâm gibi büyük melekler var. Bu târifler Gâlib’in şehri-nin mecaz mânada tasvirleridir. Bu yola meyli olan bilir ki, Şeyh Gâlib, Hüsn’e kavuşması için gam hastası Aşk’ı Kalp Kalesi’ne, yâni dil şehrine yollar. Bizim muradımız da içimizdeki şehre ulaşmak, yâni dil şehrimizi inşâ etmektir. Yunus Emre Hazretlerinin

”Kasdım budur şehre varam Feryad ü figan koparam” ve Niyazî-i Mısrî Hazretlerinin ”Var ol hakikat şehrine Er anda hakikat sırrına” mısralarında varılmak istenen “şehir” gönül, yâni dil şehridir. “Gönlümüz oldu ulu şâr O şâr gibi yâ kanda var “ diyen Yunus Emre Hazretleri, gönlünü mamur ve bayındır bir şehre benzetiyor. Bu şehir aşk ile âbâd olur ancak. Aşkın ve onun evi olan gönlün şehre benzetilmesi, şehir unsurunun imarıyla alâkalı. Şehir, ilahî mânada vahdaniyet mertebesine kadar yükselen gönle işarettir” (Yunus Divanı, Mustafa Tatçı) Hacı Bayram-ı Velî Hazretleri

“Nâgehân ol şâra vardım ol şârı yapılır gördüm Ben dahi bile yapıldım taş u toprak aresinde” mısralarında şehrin imar edildiğini, kendisi de o taş ve toprak arasında yapıldığını, gönlünün âbad, nefsinin tezkiye olduğunu, gönül şehrinin mânevî terbiyesinden geçerek kemâle ulaştığını anlatıyor. Şar, şehir demektir. Allah iki cihan arasında bir şehir yaratmıştır. Bu şehir insanın gönlüdür. Şehir bir tarafıyla dünyaya, diğer tarafıyla ahrete bakar. Bu sebepledir ki gönül denilen şehir, yâni dil şehri dünyalık vasfıyla değil, ulvî vasfıyla değerli. Ulu zatın sözüne göre mekân olarak şehir imar edilip medenîleştiriliyorsa, Allah’ın sırlarına vâ-kıf olmak için gönlün de nefs-i emmârenin karanlığından kurtulması lâzım. Maddî şehir için “taş” ve “toprak” nasıl lüzumluysa; dil şehrinin inşasında da zikir, sabır, şükür, tövbe, tefekkür, tevekkül gibi aşk ve imanı kuvvetlendiren, kalbi ulvî olana yönelten mânevî değerler gerek. Maddî, yâni bedene hitap eden şehirler cehenneme döndü; kurtuluş, dil şehrini inşâ etmekte… Dil şehri insanın terbiye edildiği hakikat şehridir. Edebî lisanın, ulvî aşk ve muhabbetin yürürlükte oldu-ğu güzel bir şehirdir ki, insan eliyle yapılma şehirlere benzemez. Velhâsıl, gayemiz dil şehrinde yaşananları, yaşayanların hallerini sual ve hasbıhal ederek yaz-mak, Sühan gibi (ihtiyar tabib) gibi bir kılavuz, yâni Bir Hocam’ı bulup Hüsn ile Aşk’ın ve muhabbetin bir arada olduğu dil şehrine yolculuk yapmaktır.

Page 144: HECE TAŞLARI - Turuz

20 He c e t a ş l a r ı 2 8 . s a y ı O n 5 h a z i r a n 2 0 1 7

AĞLAYAN YÜREĞİM GÖZLERİM DEĞİL

Köksal CENGİZ (Niyazkâr)

Gönlümün yoldaşı derdimi sormaAğlayan yüreğim gözlerim değil.Merak eyleyip de halimi yormaAğlayan yüreğim gözlerim değil.

Yıllanmış çilemi kime anlatsamKimseler almıyor gül derip satsamSessizce kahreder içime atsamAğlayan yüreğim gözlerim değil.

Sırtımdan vuruldum, yaram kanıyorAteşe karıldım, bağrım yanıyorGörenler halimi mecnun sanıyorAğlayan yüreğim gözlerim değil.

Bilmem kaderim mi alın yazım mıHicrinden inleyen dertli sazım mıVuslatı haykıran şu avazım mıAğlayan yüreğim gözlerim değil.

Dile gelse düşlediğim ümitlerYıkılmaz mı engel olan tüm setlerÖzlediğim şafaklara kalsa saatlerAğlayan yüreğim gözlerim değil.

Gerçek olsun dileğimiz duamızHuzur bulsun Milletimiz yuvamızNiyazkâr’ım bitmez “soylu sevdamız!”Ağlayan yüreğim gözlerim değil.

BU HAMAL BAŞKA HAMAL

Kadir KARAMAN

Savaşta barışta o korur mülküSevinçten umudu, acıdan kürküAcımayın vurun, taşır her yükü!Keyfinden zevklenir, çığırır türkü. Yüksünmez, bağrına vurun bizleriKaldırır, söyleyin kalkmaz sözleriAslâ bakmaz, yanlış yöne gözleriİncinse incitmez, üzmez sizleri. İnanın güvenin kullar eminiZamanlı, zamansız verin yeminiIslık çalıp tamam edin deminiElden bırakmayın bir an gemini. Nasıl isterseniz çalın telindenSes etmez, şikâyet etmez hâlindenBir isyan, bir çığlık çıkmaz dilindenGötürün her yere tutun elinden. Ahmaktır aldanır, okşayın birazAş verin, taş verin etmez itirazÖldürün, gebertin bağlamaz garazKör özü, hisleri sağır bir ahraz. Söylense, kızsanız sesini kısarKatledin, gasp edin başa eğer, pusarSuçlu, suçsuz vurun, konuşmaz, susarNe kızar, kimseye ne surat asar. İnanır yalana, okunsa masalSaygılı, üstelik uysal mı, uysalGörevini bilir dâima kutsalGider her tarafa, yükünü vur sal.

Gariban kimsesiz tabuta benzerNe Eşek, ne Katır ne At’a benzer!Ne ekin, ne yonca, ne ota benzer!Ölü gibi, kutsal bir puta benzer. Daima en yüksek payedir ergiSavaşta can verir, barışta vergiYasa onun için, onadır yargıVatan için, olur her zaman sergiBu hamal, o hamal; yok bir benzeri.

Page 145: HECE TAŞLARI - Turuz

21O n 5 h a z i r a n 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 2 8 . s a y ı

dOKUNAN ŞİİRLER-2- Tayyib ATMACA Her ay yüzlerce dergi çıkar binlerce şiir yayınlanır. Şiir edebiyat dergilerinin “esas oğlan”ı ol-masına rağmen çok az şiir kitabı basılır. Basılan şiir kitaplarının çoğu da baskı ve diğer tüm masrafları şairinden karşılanmak kaydı ile basılır. Şair de sözde bir yayınevi tarafından basılan bu kitabını okuyu-cusuna çoğu zaman bedeva vererek ulaştırmaya çalışır. Kaideyi bozmayan bazı istisnalar hariç, şair/yazarsanız ve bir yerlerde “dayı”nız yoksa ağızınız-la kuş tutsanız belli miktarda kitap karşılığında da olsa bir telif ücreti alarak kitabınızı yayınlatamazsı-nız. Böyle olunca da parası olan “üç gülfi bir elham bilen kendini şeyhülislam zanneder”ek şiir üzerine tirad okumaya başlar. Nasrettin Hoca parayı verene düdük alma meseli şairler/yazarlar arasında tam tersinden uygulanır. Şair/yazar hem parayı verir hem de düdük hediye eder. Hediye sahibi de düdüğü çalar mı çalmaz mı o belli değil ama en azından düdüğü ağzına alarak çalıyormuş gibi poz verir. Yaklaşık yirmi yıl önce Kırağı Şiir Serisi olarak çıkardığımız ve parasını şairinden karşıladığı-mız on bir şiir kitabı baskı maliyetinin iki katı bir fiyatla Kırağı Şiir Dergisi’nin bulunduğu kitapevlerine gönderilmiş ve kitaplar bir yıl içinde tükenmişti. Şimdi gerek kitapevlerinin, gerekse yayınevlerinin ka-pısından içeriye girmesine müsaade edilmeyen şiir için “şiir kitabı satılmıyor” demenin mantıklı bir ge-rekçesini açıklayacak bir yayınevi göremiyorum. Bundan dolayı da birçok şair bedavadan düdük dağıtıp kimin nasıl çalacağını beklemek yerine şiirlerini şiir dosyası şeklinde bilgisayarında muhafaza ederek dünyadan ayrıldığında çocuklarına ya da dostlarına “çam sakızı, çoban armağanı” kabilinde şiir kitabı dosyalarını bilgisayarlarında flaşında “kıymetli evrak” gibi muhafaza ederler. Kırağı Şiir Serisinde ilk ve tek kitabı Güvercin Vadisi Şiirleri olan Yasin Mortaş’ta, yazdıklarını yıllardın çeşitli edebiyat dergilerinde paylaşarak binlerce şiirinin bir gün üç beş kitap olarak çıkacağı zamanlara saklıyor şiirlerini. Yasin Mortaş üretken bir şair olmasına rağmen hâlâ bir kitabı olan, şiir dalında onlarca ödül alan ve edebiyat dergilerinde yüzlerce şiiri yayınlanan bir şair. Şiir edebiyat der-gilerinde yayınlanıyor ise neden şiir kitabı basılmıyor meselini ne kadar sündürsek bir o kadar da süner süner. Oysa şiir “süner atmaz lastik” değildir. Kitap fuarlarına gittiğinizde isterseniz bir araştırma ya-pın ve şöyle deyin: “şiir kitaplarınızın olduğu bölüm hangisi”dir dediğinizde eminim ya şiir kitabı yok diyecekler ya da az müsaade deyip sizin göz gezdirdiğiniz gibi kendi stantlarında şiir kitabı aramaya başlayacaklardır. Günümüz kaliteli şairlerinin çoğunun bir “kitap sandığı” vardır ve bu sandık çoğu zaman kendisi dünyadan göçtükten sonra açılır, kadirbilir çocukları ya da dostları varsa bu kitaplar basılır değilse şairle birlikte şiirleri de ölür. İşte Yasin Mortaş’ta, kadim dostu Mustafa Pınarbaşı gibi şiir dosyalarını sandığa dolduran bir şair. Hani bir türkü vardı “ağlarsa anam ağlar/gerisi yalan ağlar” diye. İşte şairin anasından sonra ağ-layan dostlarından birisi de ölen şairin dostudur. Yasin Mortaş, dostu Mustafa Pınarbaşı’nı uğurladıktan sonra hatıralarını Yalgın başlıklı şiirle kanatır:

biz batıpark’ta kuşlara şiir içirirdik

*** ey mahir şairim ey serab-ı aşk çöle gül kokusu veren maşuk yağmur geçidim/şiir(iş)cim vahasını ateşe veren bedevi biz trabzon caddesinde hayatı böyle mi konuşmuştuk (Bir Nokta, Şubat 2017/181, s.28)

Okuduğum şiir kitabında beğendiğim şiirlerin ya tamamına ya da hoşuma giden dizelerinin altını mutlaka çizerim. Altını çizdiğim dizeler yüreğimde karşılığı olan dizeler de ondan.

Page 146: HECE TAŞLARI - Turuz

22 He c e t a ş l a r ı 2 8 . s a y ı O n 5 h a z i r a n 2 0 1 7

Bu kitapta yüreğimde karşılığı olmayan dizeler elbette şiir dizeleri değil anlamı taşımasın. Çün-kü herkes kendinde olmayanı arar, kendisi gibi söylemeye çalışmışsa da gülümseyip geçer. Belki de ho-şuma giden dizeler benim söylemek isteyip de bir türlü nasip olmayan söylemler olduğundan yüreğimde karşılığını buluyor. İşte bu kitaplardan birisi de Mustafa Özçelik Ağabey’in Ateş Denizi şiir kitabı. “Hangi kapıyı açsam Bin kapı daha açılır önümde Hepsinden sen çıkarsın Gülü koklasam Çiğdem biraz ötede Hazır bekler boynu bükük menekşe” (s.9) Mustafa Özçelik, Nakkaş şiirinin ilk iki kıtasında yü-reğimizin kapısını işte böyle aralar da biz de içeriye buyur etmez miyiz? Şairin işinin bal arası kadar zor olduğunu görüyorsunuz değil mi? Arı bütün bu çiçeklerin haricinde binlerce çiçeğe misafir olur ama şair seçim yapmak istiyor ama onu da yapamıyor. “Leyla biter Konuşur Emir Sultan Aşkın öteki seherinde” (s.10) Sevda Meseli adını taşıyan şiirdeki bu kadar alıntım bana göre sö-zün özü, meseli uzatmaya gerek yoktu. Ama her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır değil mi? Peki bu Leyla sizin bildiğiniz Leyla mı? Hayır, bu Leyla çok karanlık bir gecenin adı, Aşkın öteki seheri de Cennet bahçelerinden bir bahçede uyanmanın adı olsa gerektir. “Kimse kendi kalmaz Bir ağaca tutununca Ah ateşin dayanılmaz büyüsü Kelebek ateşi arar Kendi olmaz yanmayınca” (s.16) Özçelik’in buraya aldığımız dizeleri bizi alıp götürürken aklımıza Büyük İslam âlimlerinden Şeyh Sadi Şirazi şu sözleri geldi: “Bir gece sevdiğim içire girdi, yerimden öyle fırlamışım ki elbisemin etiği mumu söndürdü. Güzelliği ile karanlığı dağıtan sevgilim sordu: Ben gelince neden ışığı söndür-dün? Dedim ki: Güneş doğdu zannettim…” Özçelik’in bahsettiği bu o ağaç “Sevgili” olsa gerek. O ağaca tutununca yanmamaya çare mi var? Yine Sadi pervaneyi şöyle tarif eder: “Ey seher kuşu! Aşkı pervane (kelebek)den öğren. Zira o yanmışın canı gitti de sesi çıkmadı.” Burada birden bire aklıma bir şiirimden iki dize geldi: Kelebekler ateşlerle uslanır Gün kızıl akşamdan tandan ibaret. Demek ki kelebek tek başına bir pervane değil en az dört kelebekten bir pervane olur. Ondan son-ra aşkın etrafında dönülmeye başlanır. Mustafa Özçelik, Ateş Denizi’nde kulaç atmaya devam ediyor.Seyredip âlemleri Geçer tenden ve candan Sor şimdi Gönül tahtında Kimdir sultan (s.12.) Bu şiir de sanki yukarıda alıntıladığımız şiirin bir devamı niteliğinde. Pervanenin kanatları şem-de kavrulduktan sonra Sultanın kim olduğu onun meseli değildir artık. O aradığını bulmuş, aşkın ale-vinde yunarak arınmıştır. Biz yukarıdaki dizelerle ilgili sözümüzü bağlarken Özçelik başka bir şiiriyle sözümüzü sürdürmemizi istiyor: “Arifler mektebinde Böyle başlar ilk ders Sen yoksan varlığın şimdi başlar işte Hadi gel, ateşlere girelim Geldiğimiz yere” (s.22) Bu nasıl yuyunma ki yundukça yunası geliyor şairin.

Page 147: HECE TAŞLARI - Turuz

23O n 5 h a z i r a n 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 2 8 . s a y ı

Bir şair özellikle türkü dinlemiyorsa, kendini hayatın hengâmesine kaptırıp gidiyorsa vay o şai-rin haline. Ne söylediğinden kendisi bir tat alır, ne de okuyucunun yüreğini bir cemre düşürür. Ham, içi boş, ya da tadıyla, kokusuyla sizde bir çağrışım yaptırmayan kelimelerle şiir yazmaya çalışır. Özçelik geçenlerde kaybettiğimiz bir türkü ustasına vefasını yaşarken gösteriyor. “Hadi bir bozlak dinleyelim Neşet ustadan Götürsün bizi götüreceği yere” s.45 Mustafa Özçelik’in Ateş Denizi üzerine söyleyeceklerimizi sürdürmeye çalışsak sayfalar dolusu yazmak gerektiğini inanıyorum. Eskiden genç şairler şiirlerini bir üstada getirirlermiş. Üstat şiirde gör-düğü hataların üzerine mum damlatırmış. Genç şair üstadın kapısını aşındırmaktan usandığı bir esnada “Üstadım şiirlerime baktınız mı?” deyince üstat da mum tenekesini göstererek “şiirlerinin tamamı mum tenekesinin içinde” der. Mustafa Özçelik ve şiir dostları beni bağışlasın, Ateş Denizi’nde mum tene-kesine atabilecek şiir bulamadım. O kadar çok şiirin altını çizmiştim buraya almaya çalışsam kitabın kendisini alıntılamak zorunda kalırdım. Sıra geldi her ne kadar da bir yayınevi tarafından basılmış gibi gözüken parası şairi tarafından ödetilen bir kitaba. Kırk yıldır şiirlerini sandıkta bekleten ve 63 yaşında şiirlerini dostları ile buluşturan Hanif Yılmaz Ağabey Vuslat Irmakları isimli şiir kitabı ile dünyadan gelip geçici olduğunun bilincinden hareketle: Yorgun çeşmelerden duyulur Ölümün soğuk sessizliği Şairler yalnız ölürmüş anladım Bir şiiri kalır Bir sevdası Şairden geriye kalan mirası (s.200) Hanif Yılmaz Ağabey’in bir dergide şiirini okumuş ve hoşuma giden bu şiirden dolayı da ken-disine bir şekilde ulaşıp tebrik etmiştim. Bir şiir kitabı baştan sona okunabiliyorsa iyi bir şiir kitabıdır demektir. Vuslat Irmakları’nda yer yer bize çarpan dizelerin altını çizmişim. İşte altını çizdiğin şiirin bir bölümü: Yaktı çeşm-i siyahın, sevday-ı aşka yandım Kalp yandı gönül yandı, serapa sana yandım *** Aşk meydanına girdim, pehlivan Rüstem gibi Mecnun oldum yenildim. âhu ceylana yandım. (Age. s.228) Hüseyin Burak Us yaklaşık on yıldır hem kendini hem şiiri arama talimlerinden sonra Kim Geldi Penceresi ile şiir bohçasını tekrar açtı. Bir de bu kitabının penceresinden şiire bakmaya devam edelim. Hüseyin Burak Us, rahmetli Mustafa Pınarbaşı, Mehmet Akif Baltutan ve şiirin peşinde med cezir halleri yaşayan Yasin Mortaş ve Bünyamin K.’nın çizgisinde bir şair. Bu şairler biraz da gerek şiirleri ile gerekse yaşantıları ile Cahit Zarifoğlu’nun çizgisini sürdüren şairlerdir. Burak Us’un Kim Geldi Penceresi kita-bından sadece bize dokunan dizeleri alalım kitabın tamamını da siz okuyun. “Yorganım yok oğlum ayağımı kafama göre uzatıyorum.” (s.9)

“Bizim de tufanımız koptu bir kaşık suda Tut şu ecelin ucundan birlikte kuruyalım Buruşmuş bir günah gibi Uzanalım şeytanın ütü masasına”( s.10)

“Bir gül kokladılar dikenlerinden başlayıp Bambu masalarda kırmızı parmaklar Çağır çağır Osman gelmedi Düştü paylarına Muhammedî yalnızlıklar” (s.15)

“Acıların kırmızı ışığı yok ki” (s.30)

“Hüzün terleyip durdum ucu kuru yad ellerde Sağ yanımda geçmedi günler hep kahır oldu üstüm başım” (s.36)

Page 148: HECE TAŞLARI - Turuz

24 He c e t a ş l a r ı 2 8 . s a y ı O n 5 h a z i r a n 2 0 1 7

SESSİZ RÜYA

Hüseyin KAYA

Hastasın sesinde kuş yorgunluğuEllerin eylüle yürüyen yaprak Kalbine çiğ düşmüş gözlerin buğu Usanmış içinde ağlayan ırmak

Saçların yılların selinde yunmuş Silinmiş yüzünden izi baharın Gelip de usulca ruhuna konmuşÜrkek kelebeği uzak dağların

Yorulduğun yerde bitmiyor dünyaDeğilmiş ilacı her şeyin zamanYaşamak dediğin sessiz bir rüyaSözcüklerin kayıp dudakların kan

Page 149: HECE TAŞLARI - Turuz

aylık şiir dergisi

On5temmuz2017

HECE TAŞLARI

elektronik haberleşme adresi [email protected]

29

Page 150: HECE TAŞLARI - Turuz

HECE TAŞLARI Aylık Şiir Dergisi Yayın Yönetmeni Tayyib Atmaca Kapak Fotoğrafı Cennet’ül BakiTaTasarım Adem Konan Yazışma Haydar Bey Mh. 32077 Sk. Armada 2 D 6 Onikişubat K.MARAŞ 0535 391 92 50 [email protected]

29. Sayı 15 Temmuz 2017 ISSN 2149-4509. (e-dergi)

Seyfettin KARAMIZRAK / Prof. Dr. Muharrem DAYANÇ / Ferqane MEHDİYEVA / Mehmet ÖZDEMİR / Ekrem KAFTAN / Mehmet GÖZÜKARA / Mustafa ÖZÇELİK / Mustafa Ökkeş EVREN / Yunus KARA / Osman AKTAŞ / Mustafa ERKENEKLİ / Mustafa OĞUZ / Halit YILDIRIM / Mehmet BAŞ / Hızır İrfan ÖNDER / Fikret GÖRGÜN / Züleyha Özbay BİLGİÇ / Lütfi KILIÇ / Kadir ALTUN / Muhammet Emin TÜRKYILMAZ / Erol BOYUNDURUK / Hacer ALİOĞLU / İbrahim SAĞIR / Halil

GÜRKAN / Mehmet Fatih KÖKSAL

BOŞ MEZAR

B U S AY I DA

İşte kapınızı tıklatıyorum, ölüm var ay gardaş haber vereyim, olur ya aklından fırlayıverir, bu dünyanın cangaması içinde, nefsin okşandıkça kuyruk dikelir, farkına varmadan aslan olursun, hizmetine girer tilkiler kurtlar, dünya güllük gülüstanlık sa-nırsın, yediğin önünde yemediğin çöp, şükür makamını teget geçersin, var git ölüm bir zamanda yine gel türküsün dinlerken ritim tutarsın.

Koy söyleyim tekrar olsun ölüm var, yanımızda yönümüzde her yerde, ekranlarda canlı canlı izlerken, öküzün trene baktığı gibi, bakarız gözümüz alacalanmaz, yüreği-miz et parçası it yemez, komşumuzda çığlık kopar bir gece, başımızı yastıklara gömeriz, nasıl olsa acısını paylaşan, biri vardır arar çıkar gelirler, diye kendimizi sorumluluktan, kenara atsakta kurtulamayız.

Her doğan ölecek ölmemek yasak, yasağı delecek yok başka yasak, herkes bir hayırlı ölüm peşinde, kimi gökte yiter suda kaybolur, kiminin ölüsü dirisi olmaz, gelirse habersiz gelir her ölüm, gidenin peşinden sözler yarışır, kimi cehenmemden çukur der geçer, kimi der cennete açılan kapı, beyaz bir kundakla pazara gelen, siyah bir takımla girmez mezara.

Boş mezar dediysem beleşte değil, mezar da mezar ha gireni yutar, ne tahtaya hacet ne de birkete, etrafında yine kendi mamulü, yanını yönünü örtecek kadar, sıra sıra kerpiçleri dizilmiş, bakınca insanın canı çekiyor, hele bu da benim gibi şairse, zaman kısa ben yorgunum yol uzun, bu mezar bedava n’olur nasip et, Efendime komşu sekiz karışlık, Cennet’ül Baki’de konak olayım.

Tayyib ATMACA

Page 151: HECE TAŞLARI - Turuz

03O n 5 t e m m u z 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 2 9 . s a y ı

SESSİZCE

Seyfettin KARAMIZRAK

Bu dünyaya bel bağlama, ebediyen kalınmazHayat hayal aldanırsın, felekten gün çalınmazCanın çeker arzu bitmez, fakat doyum alınmazBir gün gelir öldüğünü, her kes duyar sessizceNamazına dostlar gelir, son kez uyar sessizce.

Vakit kalmaz günler geçer, ellerinden kayarakÇok ağlarsın nadim olup, her ‘keşke’ yi sayarakFırsat varken tövbe eyle, günahlardan cayarakÜç beş parça beyaz kefen, örtünürsün sessizceServetinden yalnız bunu, götürürsün sessizce.

Her şey fani kıymeti yok, sonu gelip yitmedenOyalanma kadrini bil, ömrün henüz bitmedenNefse uyma azık topla, son mekâna gitmeden.Bir kaç seven cenazeni, bir gün yıkar sessizceEcrin yoksa kabir dardır, her gün sıkar sessizce.

Yeter artık hata yapma, günün geçsin zararsızBir yolcusun azık topla, haydi durma kararsız.Ölüm gelir mutlak bulur, kaçamazsın, yararsızAhbap yaren son adrese, teslim eder sessizceGüvendiğin gençlik biter, etme heder sessizce.

Fırsat kaçar pişmanlıkla, yaşlar dolar gözüneEcel gelir yalvarsan da, hiç aldırmaz sözüneÇaren kalmaz vaden dolar, firak düşer özüne. Bütün bunlar inan gerçek, gelir çatar sessizceBir kaç dostun üzerine, toprak atar sessizce.

Ferin kalmaz fayda vermez, hiçbir ilaç ağrınaRuhun uçar toprak basar, sarar kara bağrınaFeryadını duyan olmaz, kimse gelmez çağrına.Komşun, eş dost birbirini, avuturlar sessizceYıllar geçer kimse gelmez, unuturlar sessizce.

Page 152: HECE TAŞLARI - Turuz

04 He c e t a ş l a r ı 2 9 . s a y ı O n 5 t e m m u z 2 0 1 7

ŞİİR VE GELENEK ÜZERİNE KONUŞMALAR/üç

Prof. Dr. Muharrem DAYANÇ

Konuşturan: Tayyib Atmaca

Önünüzde tarihi bir kapı var ve siz bu kapıyı elinizde avuç alanınızı aşan bir usta elinde düğül-müş bir açar ile sözün kapısını açtığınızda gelenek ve şiir üzerine döşediğiniz, ruh ve gönül işçiliği ile süslediğiniz şiir otağı nasıl meydana geldi?

Soruyu daha çok şiir ve gelenek bağlamında anlamanın doğru olduğunu düşünüyorum. Fakat cevaba geçmeden önce gelenek kelimesinin sözlükteki anlamına bakmakta yarar var: “Asırlar boyunca nesilden nesile geçerek gelen ve bir topluluğun fertleri arasında sağlam bir bağ, ortak bir ruh meydana getiren her türlü âdet, alışkanlık, davranış biçimi ve kültürel değerler, örf, anane.” (Kubbealtı Lugatı) Benim gelenekten anladığım, “geçmiş, bugün ve geleceği tek potada eritmek, zaman ve mekân üstü bir forma ulaşmak.” Fakat bunu yapmak her faniye nasip olur mu? Hiç sanmam. Şunu söylemeye çalışıyorum; büyük sanatçıların eserlerinde hem geçmişe ait izler, hem bugünün esintileri, hem de ge-leceğin öngörüsü kol kola yürür. T.S. Eliot da benzer şeyler söylüyor: “Şair yalnız ‘hal’de değil, ‘geç-miş’in ‘hal’le kesiştiği anda yaşamadıkça; yalnız gelmiş geçmiş olanın değil, fakat ‘hal’de yaşananın da şuurunda olmadıkça, ne yapması gerektiğini bilemez.” Şiir geleneği daha çok şiir pratiği üzerinden konuşulmalı, ama bahsin teorik arka plânı da ihmal edilmemeli. İlk soruda daha yorulmamışken bende gelenek ağacının kökenini oluşturan birkaç kitabın adını anmak isterim. Aklıma gelen ilk üç kitap Gelenekten Geleceğe (Muhsin Macit), Geleneğin Direnişi (Beşir Ayvazoğlu) ile Edebiyat Üzerine Düşünceler (T. S. Eliot). Bu konuda yerli ve yabancı yazarların çok sayıda kitapları var. Bu üç kitaba başka neleri ekleyebilirim diye şöyle bir düşününce aklıma; mese-la, Ertan Örgen’in Türk Şiirinde Gelenek, Sadettin Ökten’in Gelenek, Sanat ve Medeniyet, Cevat Akka-nat’ın Gelenek ve İkinci Yeni Şiiri gibi daha çok Türk edebiyat ve kültürünü önceleyen eserler geliyor. Eric Hobsbawm&Terence Ranger öncülüğünde hazırlanan Geleneğin İcadı nasıl unutulur? Şiir otağımı varlığını daha çok kendisinden şiirler okuduğum şairlerin dizelerine borçluyum. Her gün biraz daha yükseliyor. Daha da yükselsin, şiirin mavi göğüne değsin isterim otağ. Çatısını örtmek nasip olur mu bilmem. Ayrıca buna gerek var mı, onu da bilmiyorum. Şiirde, sanatta, bilimde yüce gö-nüllüğü elden bırakanlar bana hep itici gelmişlerdir. Duvarlar yükseldikçe daha zor beğeniyor insan, cılız sesleri daha az duyuyor. Çünkü şiir, bir ömürlüğüne ladese tutuşmaktır evrenle. Kaybeden şair oluyor.

Yanınıza genç bir şair adayı geldi, elinde üç beş tane şiiri var ve günümüz şairlerinin parmak izlerini taşıyan ya da taşımayan şiir eskizlerini size sunarak “ağabey bu şiirlerimi bir bakar mısınız, benden şair olur mu?” dedi. Bu şair adayının yol hazırlığı gönül çantasında neler olmalı?

Çok hoş bir soru bu ve sıkça karşılaştığım bir durum. Böyle durumlarda yıllar önce öğrencileri-min Fazıl Hüsnü Dağlarca ile Eskişehir’de yaptığı röportajı önlerine koyuyorum. Dağlarca’ya bu konu bağlamında sorulan soru şu: “Şair ve şair adayları geleneği nasıl anlamalı ve değerlendirmelidir?” Şairin cevabını birlikte dinleyelim; “Şair ve şair adayları, bak burada yine bir sözüm aklıma geldi: ‘Sanat eseri hem bir pusula gibi gidilmesi gereken yönü göstermelidir, hem de bir saat gibi için-de bulunduğumuz zamanı, anı göstermelidir.’ İşte bu söz seni belki tatmin eder. Daha açıklarsak şöyle söyleyeyim; geleneğin her şeyini öğreneceksiniz. Bir şey daha söyleyeyim. Bana birçok şair sormuştur, nasıl şiir yazalım? Dedim ki onlara, hâlâ da söylüyorum, Türkçede kullanılan on beş tane hece vezni vardır revaçta, otuz tane de aruz vezni vardır. Divan edebiyatını kuran aruz vezni. Elli defter al arkadaş; her deftere bir vezin yazacağım ben aruzdan ve heceden. O defteri o vezinle dolduracaksın. Hatasız, okuyacağım bir tek vezin düşüklüğü, kafiye düşüklüğü olmayacak. Sonra beraber oturacağız o defteri yakacağız. Sen şiire başlayacaksın. Bunu dediğim adam kapı sokak kaçıyor. Zor geliyor. Emin olun arka-daşlar ben yalan söylemiyorum. Bütün hayatımı örnek vererek söylüyorum. El var ya şu el, bu el ayrı bir insandır. Ben kalemi tuttuğum zaman, bu el kendiliğinden ne iş yapacağını biliyor. İnanın biliyor. Daha ikinci, üçüncü kelimeden itibaren bu şiirin hangi kalıpla yazılabileceğini -affedersiniz- hangi vitesle imaj koyacağını bilir, bilmelidir. Zaten ben bir kitaba başlarken evvela o kitabın sözlerini, sözcüklerini hazırlarım. İkincisi o kitaptaki konuyu en az on kitaptan okurum.

Page 153: HECE TAŞLARI - Turuz

05O n 5 t e m m u z 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 2 9 . s a y ı

Üçüncüsü hangi imaj derecesiyle şiir yazacağım, hangisi ona uygun olur onu belirlerim. Birçok zihinsel hazırlık yapacaksınız. Evvela sanatçı elini eğitmelidir. Bu çok önemli bir noktadır. Bunu şimdiye kadar hiçbir yerde bulamazsınız, okuyamazsınız. Bu benim doksan yıllık tecrübemim özetidir. Şair ve şair olmak isteyenleri kardeşçe şiire çağırıyorum. Kardeşçe onlara hayatımın özünü söylüyorum. Yapan yapar, yapmayan ken-disi bilir. İşte gelenek, senin aradığın şey burada vardır. Sonra benim o tecrübe dediğim şey bütün Türk edebiyatından gelen süzgüdür. Sonra ben size şunu da tavsiye ediyorum. Her okuduğunuz şiiri düzeltmeye kalkın. İsterse meşhur bir adamın şiiri olsun. Benim şiirim de olsun. Onu düzeltmeye çalışın. O tatbikat elinizi eğitecektir.” Ben bütün bunları anlatırken/konuşurken/okurken şair adayı gencin gözündeki ışık eksilmiyor tam aksine artıyorsa devam ederim, eksiliyorsa konu yavaş yavaş başka alanlara kayar. Bu, kibarca, senin şiir gibi vazgeçilmez, hiçbir şeyle paylaşılmaz bir hedefin yok sadece hevesin var, demektir. Sanat kendini adama işi, bir heves değil. Ben heves ağacının çoğu kez meyve vermeden kuruduğunu çok gör-düm. Heves kelimesini şiirde severim, hele bir de Necip Fazıl kullanmışsa; Gül büyütenlere mahsus hevesle Renk renk dertlerimi gözümde besle Yalnız, annem gibi, o ılık sesle İçimde dövünüp ağlama gurbet

Gelenekle gelecek arasında kurulan köprüden elimizi kolumuzu sallayarak geçebilir miyiz? Bu köprüden geçebilmek için hangi çığırlardan geçmemiz gerekir?

Elini kolunu sallayarak geçmek, “Bu iş kolay mı?” demek. Cevabım kesin ve net: Şiir-sanat dün-yanın en zor işi. Çünkü “ince” iş. Burada şöyle bir tezat da var; dünyanın en keyifli işi de. Annelik gibi. Çocuk doğururken yaşanan acının muadilini (benzerini) bulmak mümkün mü? Şiir onun başını okşamak sanki doğduktan sonra, sevgiyle, şefkatle, merhametle. Şiir yazanlar bilirler, bazen bir sözcük, bir imge sizi esir alır, yakanızı bırakmaz. Bu estetik hu-zursuzluğu, o kelimeyi, o imgeyi ancak bir şiirin kollarında avutarak teskin edebilirsiniz. Ben bu duygu-yu Yunus Emre’nin şiirlerini her okuyuşta yaşarım. “Benim bir karıncaya ulu nazarım vardır.” mısrası senelerce zihnimin içinde dolanıp durmuştur. Bu mısra içinizde öyle bir tohuma, sonra öyle bir ağaca dönüşüyor ki siz farkında olmadan bir gün dize dize şiir açıveriyor. Geçmiş, burada daha çok geleneği kastederek söylüyorum, içimize ekilmiş bir tohum gibidir. Onun açması bizim geçireceğimiz evrimlere, ağırlayacağımız mevsimlere bağlıdır.

Günümüzde geleneksel şiirin memelerinden emmeden modern şiir yazılabilir mi?

Elbette yazılabilir ama bittiği an matlaşır, donar. Yılgın bir gül olur dokununca. Bütün büyük şairler, Yahya Kemal’den tutun Nazım Hikmet’e Ahmet Haşim’den tutun Necip Fazıl’a, Sezai Kara-koç’tan tutun Cahit Zarifoğlu’na kadar önce ciddi anlamda gelenekten beslenme süreci yaşamışlardır. Fakat burada hassas bir nokta var. Şair bu üstünden geçilmiş -Yunus’un ifadesiyle “çiğnenmiş”- hazır şekil ve hayalleri iyice hazmettikten sonra, kendi şiirlerini yazabilir veya yazmalıdır. (“Arslan yediği hayvanlardan mürekkeptir.” der Valery, ama yediklerini arslan gibi sindirmek şartıyla, yoksa kedi de arslanın yediklerini yer hemen hemen.) Çayın şekerde erimesi, rüzgârın düz ovada kaybolması, dalga-ların sahilde yorulması gibi bir şey bu. Elbette doğallığı anlatmaya çabalıyorum. Etki, bir şekilde sizin öz sesinize dönüşmezse şiir kötü kopyalar halinde ortaya çıkar ki en bayağı şiir bu şiirdir bence. Taklit, doğuştan eski, köksüz ve çiçeksiz/baharsız.

Divan ve halk şiirini tanımadan günümüz”modern şiiri”ni yazarken karşılaştığımız engelleri nasıl aşmalıyız?

Sorunuzun cevabı değil ama soruyu duyar duymaz zihnimde şu cümle oluştu: Aşamazsanız şii-re talip olmayınız. Fuzuli’yi bilmeden, Karacaoğlan’a kulak vermeden, Nedim’den Seyrani’den, Yaşar Reyhani’den habersiz şiir olur mu Allah aşkına? Galip Dede’siz, Rasih’siz, Dadaloğlu’suz, Köroğlu’suz hayal (imge) olur mu? Olmaz. Şairler ne zaman yaşarlarsa yaşasınlar, nasıl bir dil kullanırlarsa kullan-sınlar ortak bir dünyanın dilini kullanırlar bence. Yunus boşuna, “Cümle şâir dost bahçesi bülbülü.” dememiş. Haşim de, bazı şiirleri anlamaya herkesin nefesi yetmez gibi bir şeyler söylüyor.

Page 154: HECE TAŞLARI - Turuz

06 He c e t a ş l a r ı 2 9 . s a y ı O n 5 t e m m u z 2 0 1 7

“Şiir Hakkında Bazı Mülahazalar”da. (Herkesin anlayabileceği şiir, yalnızca aşağı düzeydeki şairlerin işidir. Büyük şiirlerin kapıları, tunç kanatlı sağlam kent kapıları gibi, sımsıkı kapalıdır, her el o kanatları itemez ve o kapılar bazen asırlarca insanlara kapalı durur.) Anlamaktan kastım şiirin doğduğu sezgi ve çağrışım pınarına aynı yolla ulaşmak. Bu engeller içinde en kolayı dil engeli, sözlüğe bakmakla çözü-lür. Fakat günümüzde şiirden ve onun dünyasından öylesine uzaklaştık ki en kolay engel en zor engele dönüştü. Modern şiir var olmak ve geleceğe kalmak istiyorsa kökünü geçmişin/geleneğin bengisuyuyla beslemek zorunda, yoksa zamana direnemez. Son söz; böyle bir engeli kabul ettiğiniz zaman şiir biter.

Sözlü bir medeniyetin köşe taşlarını oluşturan şiir nasıl oldu da gönül ve ruh ikliminden uzakla-şarak içi boş kelime yığınlarıyla dolu sadece manası yazanın karnında saklı “şiir” şekline dönüştü?

Böyle bir evrimin kendisi değil rağbet görmesidir asıl problem. Üstünü örterek piyanosunu masa olarak kullanan birinin bu tercihinden Sergey Rachmaninov’a ne? Rachmaninov, bu müzik enstrümanını gerçek fonksiyonunda kullanmaya devam ediyor çünkü. Kötünün olması değil, rağbet bulmasıdır çağı-mızın sorunu. Yoksa bu kadar Çin pazarını nasıl izah ederdik? Ama şunu da unutmamalıyız ki öncesi olmakla birlikte özellikle 19. yüzyıldan sonra maddecilik ve pozitivist bilim anlayışı hayatın her alanını etkisi altına almaya başladı. Bu durum, ruhu öldürmekle kalmadı, ruha en çok ihtiyaç duyan sanat dallarını da dönüştürdü. Belki dünyanın böyle bir tecrübeyi yaşamaya ihtiyacı vardı diye düşünebilirsiniz. Bunu bir yere kadar anlarım. Fakat bedeli ağır oldu bu tec-rübenin. Tevfik Fikret’in, bilimin kara toprağı altına dönüştürme ihtimalini alkışlaması, toprağın bağrına kara saplı bir bıçak gibi saplandı anlayacağınız. Ya şiir özüne dönüp var olmaya devam edecek ya da göğe çekilecek, yani insansızlık âlemine. Somut şiir, formu önceleyen bir şiir tecrübesiydi geçti. Makineleşme sevdaları da artık rağbet bulmuyor. Bugün bazı gelişmiş/makineleşmiş ülkelerde şiirin kapısına kilit vurulmaya başlandıysa, bu sadece şiir için değil, insanlık için de tehlikedir. Şiirin yaşamadığı yerde insan da yaşayamaz. Aşk ölür, sevgi ölür, dil ölür, gönül ölür, hasret ölür, gurbet ölür, özlem ölür, vefa ölür… Bunlarsız nefes alıp verene nasıl insan deriz?

Şiir bize neyi anlatır?

Zerrâttan (zerreler) şümûsa (güneşler) kadar her güzel şey şiirdir, diyen Recaizâde Mahmut Ek-rem geldi aklıma. Bu cevap yeni bir soruyu doğurdu zihnimde, güzel nedir o halde? İçerikle şeklin uyumudur diyerek geçiştirmek kolay. Oysa konu kavram arkeolojisi yapmayı gerektirecek kadar derin. Devam edeyim, şiir mutlaka bir şey anlatmak zorunda değil, sezdirebilir de, çağrıştırabilir de. İma ile de geçebilir. Konulu şiirler de olabilir ama bu tür şiirler darası alınmamış kelimelerin baskısı altında ezil-memeli, yoksa ortaya şiirden çok manzume veya alelâde/kanıksanmış söz yığınları çıkar. Şiir, insanı anlatmalı elbette, içiyle ve dışıyla gören insanı. İki kanadıyla yani. Bedeninden ruhu-na inebilmeli, ruhundan ötelere gidebilmeli. Yoksa şiir mayası tutmaz kelimelerin. Kabarmayan ekmek gibi ne tadı olur ne tuzu. Eliot’tan şöyle bir cümle hatırlıyorum: “Bir millet, büyük yazarlar, özellikle büyük şairler yarat-maya devam etmezse, o milletin konuştuğu dil de, kültür de bozulur ve belki de daha güçlü bir dilin için-de eriyip gider.” Milletin dile eşitlendiği bu ifadeden sonra, dar çerçeve ve mülahazaların dışına çıkmak için ben size soruyorum; “Şiir neyi anlatmasın?”

Şiirde usta çırak ilişkisi var mıdır?

Yakup Kadri 1929 yılında Milliyet’te “İnkârdan müspet bir şey çıkmasının imkânı yoktur. Halbu-ki Namık Kemal’den bugünün en genç Türk şairine kadar, gelmiş geçmiş ne kadar müceddidimiz varsa, hepsi de işe kendilerinden evvelkileri inkâr ile başlamışlardır. Onun için hepsi piç kaldı. Edebiyatta babasız deha yoktur.” der. Babasız, yani ustasız bir eser düşünemiyorum ben de. Ama bir ömrü baba gölgesinde geçirenlere de acıyorum. (Burada ‘etkilenme endişesi’ akla geliyor.) Usta çırak ilişkisi ger-çek veya mecaz anlamda sanatın olmazsa olmazlarındandır. Şunu söylemeye çalışıyorum, şiir yazan bir ozan, bugüne kadar bu topraklarda (bütün dünyayı kastediyorum) yaşamış bütün şairlerin ortak diliyle bize sesleniyor demektir. Geçmişin sesiyle beslenmeyen şairin dili cılızdır, etkisizdir, basıktır anlayaca-ğınız. Eliot’tan himmetle özetleyelim konuyu: “Bir sanatçının gelişmesi demek, onun kendi şuurunun sınırları dışına taşabilmesi, kendisini geleneğin bir parçası haline getirebilmesi demektir.”

Page 155: HECE TAŞLARI - Turuz

07O n 5 t e m m u z 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 2 9 . s a y ı

Şair kendi üslubunu nasıl oluşturur?

Hamit, “Benim üslûbum yok, esâlîbim (üsluplarım) vardır.” der. Üslup oluşturmak, kendi sesine inmek, dünyanın en zor işidir. Milyonlarca ses içinde ayırt edici bir tınıya sahip olmak, yegâne-biricik olmak. Çok okumak gerekiyor bu mucizeyi başarmak için, okunanları içselleştirmek gerekiyor, ama daha sonra bunları, ikinci sorunuzun cevabındaki Dağlarca örneğinde olduğu gibi, unutmak gerekiyor. Şairin kendi sesine tutunması gerekiyor. Bir şair ömrü boyunca kendi sesini aramalıdır. Ahmet Haşim’in, Necip Fazıl’ın ilk şiirlerinden birini gördüğünde (“Yahu” redifli “Kitabe” şiiri olmalı) verdiği tepki bu bahsin en güzel ve zihin açıcı örneklerinden: Çocuk! bu sesi nerede buldun sen? Bazen doğuştan gelir bu ses bazen bütün dünyayı yutmaktan. Bazen de bir ömür boyu beyhude aranır.

Gelenekten habersiz geleceğe şiiri nasıl taşırız?

Şiir sesiyle vardır. Bundan şunu kastediyorum. Şair zamanıyla birlikte geleceğin dilini de sesini de doğru keşfetmeli veya bir başka ifadeyle doğru sezmeli. Yunus bugün varsa geleceğin dilini sezdiği için var, üstü, altı yüz sene kör topraklarla örtülü kalsa da. Bunca varlık var iken, Gitmez gönül darlığı, diyen insan elbette geleceğe kalacak. Herkes kendi geleceğini kendi hazır-lar. (Kanon meselesine girmek istemem burada.) Demek istediğim şu. İdeolojik veya sübjektif nedenler-le okullarda okutulan şairler ve şiirler benim gözümde balmumu insan heykelleri gibidirler. Dokunana kadar canlı zannedersiniz, ama dokununca büyü bozulur.

Modern şiir ya da günümüz şiiri deyince neyi anlıyoruz?

Her çağ kendi şiirini yaşar ve yazar. (Yirmi birinci yüzyılda on dokuzuncu yüzyılın şiirini yaz-maya çalışmak en basit ifadeyle şiir anakronizmidir.) Bütün gelenekler öyle veya böyle yaşıyor. Divan geleneği de, hece geleneği de, serbest ölçü de. Modern şiir biraz bunların içinde biraz dışındadır. Birey-sel, sorgulayan (protest), aykırı, yaralı, dili dönüştüren, soyut, imge yüklü, zaman zaman çok sesli ve çok şekilli bir şiirden bahsediyoruz. Yer yer ideolojilerden medet umduğu da oluyor bu şiirin. Ben modern şiiri de seviyorum ve bu sesin geleceğe kalmasını istiyorum. Kalır mı kalmaz mı, ke-hanette bulunmak beni aşar. Edebiyat dergilerinde şiir “başrol oyuncusu” olarak önyazıdan hemen sonra “cam kenarı”nda yer almasına rağmen neden şiir kitapları basılmıyor, basılsa da satmıyor. Şiir dergilerin ya da okurun “dolgu malzemesi”mi oldu? Bu konu okur sosyolojisi ile ilgili. Şiir kitaplarını en çok da diğer şairler alıyor. Çağ şiir değil roman çağı. İcâz değil imaj/dedikodu çağı başka bir ifadeyle. Olgun şiirin çok satması ve popülerleşmesi bence doğasına aykırıdır. O vakur olmak zorunda, gururlu olmak zorunda, içe dönük olmak zorunda, masum olmak zorunda, çünkü anavatanı Doğu. Şiirin az yazılmasını da, şiir kitaplarının az satılmasını da olumlu bir durum olarak görüyorum. Bu, şiir doğru yolda demek bana göre. Bırakın romanlar milyon satsın, romancılar yalı-köşk satın alsınlar, çok gör-mem. Şiir mahremiyeti kadar vardır.

Şiir kitaplarının da hikâye, deneme ve roman kitapları gibi çok okunması için özellikle Milli Eğitim Bakanlığının öncülüğünde edebiyat öğretmenlerinin öğrencilerine şiir ezberletmeleri ve şiir ki-tapları önermeleri şiiri ve şiir kitaplarına açılan kapıyı aralar mı?

Şiir evrenselden önce milli bir sanat mevzuudur. Roman daha evrensel bir tür gibi geliyor bana. Eliot der ki, “… düz yazının da, çevirilerde, yazıldığı dildeki anlamından bir şeyler yitirdiği bir gerçek-tir; fakat hepimiz, şiirle mukayese edildiği zaman dilimize çevrilmiş bir romanı okurken çok daha az şey kaybettiğimizi biliriz.” Tanpınar da buna yakın şeyler söyler. Şiir, dil ve kültürün mahfazası gibi. İyi de bir millet için bu kadar önemli olan bu türe, sorunuzdan hareketle soruyorum, iade-i itibar hangi yolla yapılmalı? Tabii böyle bir şeye ihtiyaç varsa. Yukarıdaki düşünceler aklıma yine Ahmet Haşim’i getirdi. Edebiyat öğretmenlerinin elinden kurtardığımız zaman şiir özgürlüğüne kavuşacak. Şiir dersi verip zihninde tek bir mısraya yer açmayan/açamayan insanlar, şiir mevzuuna hiç girmese daha iyi olmaz mı? Elbette istisnalar var. Ama durum maalesef genel anlamda bu minval üzre.

Page 156: HECE TAŞLARI - Turuz

08 He c e t a ş l a r ı 2 9 . s a y ı O n 5 t e m m u z 2 0 1 7

Şiire karşı ilgi uyandıramayan, seçkin mısraları, beyitleri, dörtlükleri bir yere bakma ihtiyacı hissetmeden öğrencilerine aktaramayan her kademedeki öğretmenlerin, sözüm ona öğreticilerin, sadece üç beş puan için çocuklara, gençlere şiir ezberletmeleri kadar riyakârca bir davranış düşünemiyorum. Şiirin buna ihtiyacı yok. Öğretmen şiirin nefes alıp verebileceği ortamı, atmosferi oluştursun yeter. Bu yapılabilirse şiir kendini var eder, hiç şüpheniz olmasın. (Burada küçük bir parantez açalım. Ezbere şiir bahsiyle ilgili olarak Refik Halit Karay’ın söy-lediklerini hatırladım. Sahi, öğrencilere değil de öğretmenlere şiir ezberletsek nasıl olur acaba? Refik Halit, Galatasaray Lisesinde kendilerine şiir ezberletmeye meraklı hocalarından bahseder bir yazısında. Ezberletilen şiirlerden biri Muallim Naci’nin “Kuzu” manzumesidir. Bu şiiri burada okuyan her talebe ezbere bilir. Şiir ezberletmenin bırakın şiiri sevdirmeyi öğrencileri şiirden soğuttuğunu anlıyoruz Ka-ray’ın söylediklerinden. Yazar haksız mı, ne dersiniz?) Şairler de para kazanmasın mı? Onların böyle şansları hiç olmayacak gibi görünüyor bana. Bakın Eliot ne diyor: “Eğer bir şair çok kısa bir zamanda büyük bir zümreye hitap edebiliyorsa, bu pek güven uyandıracak bir durum değildir.” Birçok romancıyı şiirle bir arada düşünemiyorum bile. (Bir şafak vakti palaları kuşanıp Ahmet abinin pamuk tarlasına girmeye gerek yok!) Şiirle aralarında kan uyuşmazlığı var gibi geliyor bana romancıların. Çünkü roman şiire göre ihlal edilmesi daha kolay bir tür haline geldi ve yakın geçmiş bunun örnekleriyle dolu. Romanın da Yahya Kemal’i, Sezai Karakoç’u, Ece Ayhan’ı olanlara saygım sonsuz, ama o kadar azlar ki. Yüzlerce şiir bilirim, hiç birini ezberlemedim. Bazılarını öyle çok sevdim ki onlar beni bir daha bırakmadılar. Sevgi hafıza demektir benim için.

Osmanlı Padişahlarının kahir ekseriyeti şiir ya da bir güzel sanatla ilgilendiğinden bir ince ruha sahiptiler. Bundan dolayı içinde yaşamış olduğumuz yüzyıldan önce yaşamış şairler şiirleriyle hâlâ yaşamaya devam ediyorlar. Bu hususta gerek devleti yönetenler gerekse şehir eminlerine reçete olacak düşünceleriniz nelerdir?

Edebiyat Yazıları’nda Sezai Karakoç, : “… yüreği şiirle eğitilmiş yöneticiler yüce ve soylu duy-guların atmosferine şiirle çıkarılmış yöneticiler, politikayı bir amaç saymazlar, moralin bir amacı olarak kullanırlar. Yurtlarını ve yurttaşlarını ay ışığındaki eşyanın suçsuz ve masum görünüşüne eş, şiirin eliyle güzelleşmiş bulurlar ve severler.” der. Şiiri toplumsal ve bireysel arınmanın aracı olarak görür. Bırakın şiir yazmayı, divanı olmayan padişah sayısı bile o kadar az ki. Devlet büyükleri gelene-ğin canlı birer parçası demektir bu. Mesela, Kanuni divan şiirinin en çok gazel yazan şairlerinden biri. Beni bir gözleri âhûya zebûn etti felek, diyen Yavuz şiirde de zirve. Fatih sadece İstanbul’u fethetmez kelimelerin dünyasına da el atar. Tanzimat’a kadar şiirle devlet yan yana yürüdü, fakat Tanzimat’tan sonra bir ayrışma yaşandı. Şairler yine devlet memuru olmaya devam ettiler ama bu sefer muhalif kanattaydılar. 1923’e kadar bu böyle devam etti, Cumhuriyet’ten sonra gizli bir el şairleri yine devletin kanatları altında bir araya topla-dı. Bir Cumhuriyet projesi (kanonu) olan Garip böyle bir toplanmanın neticesi olarak görülebilir. İkinci Yeni bu anlayışın çatlamaya başladığı süreci imler. 2000’lere kadar, zaman zaman şiiri seven devlet adamları hatta şair başbakanlar görsek de bun-ların sesinin halka inemediği bir vakıadır. (Şiir halka inmek zorunda mı, bu da ayrı bir tartışma konusu.) Ben şiir adına gelecekten umutluyum. Hatta zaman zaman kürsülerden ideoloji ayırt etmeksizin şiirler okunmasını sevimli buluyorum. Eliot da benden yana: “Eğitilmiş kişilerin çoğu, eserlerini okumamış bile olsalar kendi edebiyatlarının büyük isimleriyle gururlanırlar ve ülkelerinin diğer ayırıcı nitelikleri de onlarda aynı duyguları uyandı-rır. Hatta bazı yazarlar, ara sıra politik konuşmalarda adları geçecek kadar meşhur olurlar.” Modernizm İdeolojisi adlı kitabında, her ne kadar bunu romandan hareketle yapsa da, üçüncü dünya edebiyatlarını çok da içime sinmeyen bir eleştiriye tabi tutan Fredric Jameson’a cevap olması için son söz olarak diyorum ki, benim gibi, Doğu milletlerinin bütün kapıları bir şekilde şiire açılır.

Page 157: HECE TAŞLARI - Turuz

09O n 5 t e m m u z 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 2 9 . s a y ı

ADAM ADAMI ÜŞÜDÜR

Ferqane MEHDİYEVA Nəfəsim dəyir astaca Əriyən şamı üşüdür. O damdan bura gün düşmür O dam bu damı üşüdür.

Bitmir ki ömrün savaşı Sirr açmağa könlüm naşı Elə süzülür göz yaşı Əlimdə camı üşüdür.

Yer də yoxdu dərdi sərəm Özüm boyda səs-səmirəm Elə söz var yeyəmmirəm Ağzımda tamı üşüdür.

Yol uzana çıxıb gələm, Sondan sonrası var hələ Deyəsən təkcə deyiləm Deyəsən hamı üşüdür.

Biraz yağış, biraz qaram Əriyirəm qram-qram Soyuqdan elə qorxmuram Adam adamı üşüdür.

KADINLAR

Mehmet ÖZDEMİR Yıldırım oynaşsın yeryüzü çıplakRüzgâr eksin Ayşe yağmur çok ıslakSevda’ya söyleyin aşkı aklasınHüznü bohçasında Zeynep saklasınBeyler dem tutsun şen olsun BegümŞebnem de devşirsin kırık tebessümElma soyanlara dolaşsın siniZüleyha toplasın yerden derdini Öykü anlatayım Zehra sen de gelDumrul’un köprüsü kaçışa engelNeslişah dizinde devi uyutsunBetül’e haber ver kahraman tutsunMekâna yayılsın Elif’e yer açAdını saklasın içinde BoğaçRomana bulaşsın biraz kötülükZaman Neslihan’ın elinde köpük

Tüm aşklar yazılsın şaire payeKaçak şehirlere göçsün Piraye Leyla’ya yönelsin münzevi şairSöyle Muazzez’e kanasın şiirİçine gömerken hasreti SılaEn şirin komşumuz Fahriye ablaNigâr Çamlıbel’de atına binsinLavinya üşürse aşkı giyinsin

Oraklı güzeller Orcuk’a sürgünGülperi türküde yaşasın her günErciş’in düzünden kalksın turnalarSelvihan getirsin gurbete bahar Arzu gergefinde sevdayı örsünBalık rüyasında Aslı’yı görsünŞimdi gençler aşk elinde avareGeceyi Leyla’ya sorsan ne çare

Page 158: HECE TAŞLARI - Turuz

10 He c e t a ş l a r ı 2 9 . s a y ı O n 5 t e m m u z 2 0 1 7

ÇOCUKLUK HAYALLERİ

Ekrem KAFTAN

Ağlarım yâd ettikçe fakir çocukluğumuAnnem babam yanımda beni pek severlerdiUnuturdum açlıktan gelen burukluğumu“Evladım bir tas çorba bize yeter” derlerdi

Uzun kış geceleri soğuk yorgan altındaRuhumu ısıtırdı annemin masallarıHer rüyamda gezerdim tahta atın sırtındaBana güller sunardı taze bahar dalları

Her sabah ezanında ben yeniden doğardımSu dökerdi elime babacığım şefkatleNamaz kılar ardından güneşten nur sağardımBilmezdim çocukluğum bitecektir firkatle

Bir Aralık ayında gurbete düştü yolumAnladım ilk gecede sıcak yuva ne imişYalnızlıkla doldu hep bir anda sağım solumAnne baba sevgisi büyük hazine imiş

O gecede büyüdüm çocukluğum öldü âhToprağımla arama karlı dağlar gerildiPek yabancı ve soğuk adam gördü o sabahÖlen çocukluğuma hazin salâ verildi

Âh o sabahtan beri bir tanınmaz şairimArarım diyar diyar çocukluk mezarımıElemdir, ıstıraptır şiirdeki tek pîrimÖzlerim kaybettiğim çocukluk diyarımı

DÖNÜŞÜ YOK

Mehmet GÖZÜKARA

Aşk atına binen âşık dönmüyorMecnun olup çöle giden gelmediHavalanan gönül kuşu inmiyorLeyli-leyli küle giden gelmedi Bulamadı lokman hekim çaresinŞuleye benzetir gülün haresinTakvime bağlamaz vuslat süresinSeher vakti yele giden gelmedi Yanar gemileri batar limandaBir vardır bir yoktur insan zamandaTemizlik esastır mutlak imandaSunalaşıp göle giden gelmedi Yusuf’la ünlenir Kenan-ı kuyuÇeken kervancıdır billurdan suyuAçlık-kıtlık böler derin uykuyuCiğer pare yola giden gelmedi

Gariplerin kapısını yel açarErken kalkan önde gider yol açarÂşıkların mezarında gül açarGözükara’m güle giden gelmedi

Page 159: HECE TAŞLARI - Turuz

11O n 5 t e m m u z 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 2 9 . s a y ı

ŞİİR VE HAYAL

Mustafa ÖZÇELİK

Hemen her insanın hayatında kendini şair gibi hissettiği, hatta şiir denemeleri yaptığı dönemler vardır. Bu, genellikle çocukluk ve ilk gençlik çağıdır. Çocuklukta masal -o da bir şiirdir bana göre-, ilk gençlikte şiir, başat olarak hayatımıza girer. Biz hayatımızın bu en güzel çağlarında güzelliklerin ikliminden gelen eserlerle, renk ve kokularla tanışırız. Bu tanışmayla içimize dolan yepyeni heyecanlar dışımıza taşmanın bir yolunu ararlar. En uygun araç şiir olur. Bu iklimde bize hâkim olan, hayatımızı kuşatan ve ona yön veren, bakışımızı, sezişimizi şekil-lendiren daha çok duygularımızdır, en çok da hayallerimiz ve özlemlerimiz. Ne var ki, bu tür ilgiler içindeysek, “Hayalperest”, “romantik” gibi suçlamalara da hazır ve razı olmak gerekecek-tir. Buna rağmen biz, hayat denen şeyle tam manasıyla karşılaşıncaya kadar bu sıfatları baş tacı eder, onlardan yüksünmeyiz. Hayatının bir döneminde şiiriyeti olan şeylerle uğraşmak, duyarlı bir kişinin kendisine kabul ettirilmek istenen gerçeklere karşı ilk tepkisidir. İşte bu “çocuk” ve “genç”, olan tarafımızı sonraki yıllarımızda ne kadar çok içimizde taşıyabilirsek, hayat karşısında o kadar etkin oluruz. Çünkü hayallerimiz vardır ve onları gerçekleştirmek için sabırlı olmak durumundayızdır. Diren-me, bizim insan kalmamızda en etkili savunma sistemimizdir. Eğer, bunu bırakıp kalp şehrinden bir delik açtıracak olursak, mahremiyetimize girecek olanlara artık engel olamayız. Dünya sev-gisi, para, mal, mülk ve şan bütün cazibesiyle her gün önümüzde resmigeçit yapar. Bunlara ulaş-mak için bizden istenenler vardır. Bunları vermek demek, içimizdeki “çocuk” ve “genç” olan tarafı her gün öldürmek demektir. Ayrıca rüyalarımız vardır ki, onlar da hayatımızı renklendiren, ufkumuzu zenginleştiren imkânlarımızdır. Dünyanın önümüze diktiği ve aşılmaz gibi görünen duvarları, ancak rüyalarımızla aşabiliriz. Yine sevgilerimiz, nefretlerimiz vardır bu çağlarda. Seçimimiz hep güzellikten, iyilikten yanadır. Masalların cadıları, devleri, yeryüzündeki karşı-lıklarıyla bizi hemen tanıştırırlar ve onlara direnmenin sihirli sopaları hep elimizdedir. Ve sonu güzeldir bütün bunların. Bu, salt iyimserlik tavrı da değildir. Her sonu, iyi ve güzel yapmanın bir dersidir. Çocuklarımıza masal ve şiir öğretelim. Bu, onları, sonradan karşılaşacakları çağdaş mik-roplara karşı koruyacak en iyi ilaçtır. Onlara masallar, şiirler okuyalım dualarla birlikte. Uy-kunun denizine girerken yüzlerindeki son tebessüm, bu masal ve şiirlerle ilgili olsun. Elimizin sıcaklığını alınlarında hissederek uyusunlar ve rüyalar görsünler, hayaller kursunlar. Tehlikeli olan hayal kurmak değil, hayalperest olmaktır. Gerçeklerin şiirli yönünü bulmalarıdır esas olan. Bunun için de şiire, masala ihtiyaçları vardır. Onlar bizim her şeyimiz. Çocuk gönülleri rengâ-renk duygu bahçesine dönsün ki, o kokularla, o renklerle baksınlar dünyaya. Belki bizim çirkin-leştirdiğimiz dünyayı onlar hayal ve rüyalarıyla daha güzel hale getiriler. Ve onlarla birlikte biz de içimizdeki çocuğun sesine, içimizdeki gencin sesine hep kulak verelim. Çocukluk, duygula-rın tomurcuklanma, gençlik açma mevsimidir. O çağlarda onlar için şiirimiz, masalımız olmazsa gelecekleri bugünkünden de karanlık demektir. Evet, hayali ve rüyayı kutlu buluyorum. Çünkü mucizelere inanıyorum. Çocukluk ve rüya, gençlik ve hayal. Şiir, aslında hep bunlar demektir.

Page 160: HECE TAŞLARI - Turuz

12 He c e t a ş l a r ı 2 9 . s a y ı O n 5 t e m m u z 2 0 1 7

NİNNİLER NE SÖYLER Mustafa Ökkeş EVREN

Sana Tanrı armağanı Desem uyur musun yavrum Geleceğin kahramanı Desem uyur musun yavrum (Sezai Karakoç)

Görsel çağ dilimizi ve sözümüzü kuruttu, gözlerimizin ve kulaklarımız içine her an variller do-lusu görüntü ve gürültü boşaltıyor. Kalbimiz daralıyor, ruhumuz sıkışıyor, nefesimiz kesiliyor, damarla-rımız tıkalı, kanımız donuk, heyecanımız yok ve aşk bitmiş. Şiir dahi görüntüye meze yapılıyor artık. Çocuklara masal, hikâye, fıkra anlatılmıyor, ninniler söylenmeye söylenmeye unutuldu. Anneler çocuk-larına “nen çalmıyor”, yeni anneler “nen çalmak” ne demek bilmiyorlar. Çocuklarımız artık televizyon karşısında uyuyup, teknolojik aletlerin kucağında büyüyorlar. Ninniyle uyuyan duayla, büyüyen bir nes-lin ahfadıyım. Bu nedenle ninniler üzerine bir şeyler yazmanın boynumun borcu olduğunu düşünüyorum. Bir de annelere henüz konuş(a)mayan ama her denileni anlayan Tanrı armağanı bebeklerinin ruhuna nakşolan ninnilerin aslında neler söylediğini anlatmak istiyorum. Belki bu vesileyle yeni anneler çocuklarını, eski anneler de torunlarını yeniden ninniyle uyutup, duayla büyütmek isterler, kim bilir? Unutanlar için hatırlatayım, daha çok emzikli çocuklar uyutulurken genellikle anneler tarafından söylenen ninniler; kısa sözlerden oluşan manzumelerdir. Çoğunlukla bir dörtlükten ibaret olan ninniler, mâni biçimli türkülere benzerler. Anonim ninnilerin yanında, onlardan esinlenerek kaleme alınmış yaza-nı belli olan ninniler de vardır. Ninniler, çocuk sevgisini içtenlikle dile getiren sıcak, etkileyici şiirlerdir. Bebeklerin uyuması için söylenen ninnilerin, tüm annelerin ortak şarkısı olduğu söylenir. Mustafa Ruhi Şirin ninnilerin “Anne Edebiyatı” (1) olduğunu söyler. Dünyada en çok ninni söy-lenen yerler, masal diyarı olarak da bilinen Hindistan, Orta Asya ve ön Asya bölgeleridir. İngilizce nin-ni; “Lullaby”, Almanca “Wiegenlied” (beşik şarkısı) İspanyolca “nana”, Fransızca “nani”, İtalyanca “ninna”, Slavca’da “nina-nana” olarak karşılık bulurken, Irak ve Azeri Türkleri; “layla”, Başkurtlar “sengildek yırı”, Kazaklar “beşik yırı”, Kırgızlar “aldey aldey”, Özbekler “elle elle”, Tatarlar “bişik (bellü)cırı”, Türkmenler “hüvdi”, Uygurlarda “elley” derler ninniye. Ninninin çocukların sağlıklı uyu-masında ve büyümesinde önemli rolü vardır. Modern psikoloji, çocukların biteviye seslerle çok rahat bir şekilde uyuyabildiklerini, bu işlevi yerine getiren ninnilerin de bu sebepten çocuk psikolojisine çok olumlu katkılarının olduğunu ortaya koymuştur. Ninniler sayesinde bir annenin inancını, ruhî durumunu, içinde bulunduğu hayat şartlarını, sevgisini, çocuğu için beklentileri açık bir şekilde görebiliriz. Ninniler annenin bir bakıma kendisiyle hasbihâlidir. Türk insanında müzik ve şiir beşikte başlıyor desek yanlış olmaz. Annenin o güzel ve hazin sesinden nağmeler dinleyerek büyüyen bir çocuğun müziği, edebiyatı ve sanatı sevmemesi mümkün değildir. (2)

Ninniler Ne Söyler?

Sezai Karakoç “Ninni’’ isimli şiirinde çocuğun, Tanrı armağanı, geleceğin kahramanı olduğunu, yüzüne Kur’an’ nuru saçıldığını teyit ettikten sonra çocuğa ‘ninni desem uyur musun’ diye sorar. Sana Tanrı armağanı Desem uyur musun yavrum Geleceğin kahramanı Desem uyur musun yavrum

Gözün göğün siyahından Göğsün güneş kadehinden Yüzüne nur saçmış Kur’an Desem uyur musun yavrum(3)

Page 161: HECE TAŞLARI - Turuz

13O n 5 t e m m u z 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 2 9 . s a y ı

Öyle ya, İslam geleneğinde dünyaya gelen her ço-cuğun sağ kulağına ezan, sol kulağına kamet okun-duktan sonra ismi söylenir. Ezan ve kamet çocuğa yapılan ilk iman telkinidir. Çünkü ezanın mana ve muhtevasında tekbir, tevhit, nübüvvet ve namaz gibi dinin esasları bulunmaktadır. Ninnilerin ço-cuğun ruhundaki kalıcı etkisine inanan nice şairler bunu şiirlerinde ifade etmekten kaçınmamışlardır. Necip Fazıl Kısakürek de “Ninni’’ isimli şiirinde şöyle seslenir:

Melekler dolanır bu kuytu yerde Ey gün kadar güzel çocuğum, uyu Bir gün hasretiyle için titrer de Anarsın, bu derin tatlı uykuyu (4)

“Ninni Bebeğim Ninni” isimli kitapta “Bebeğe Ninni” isimli şiirde ninnilerin duayla eş değer olduğu vurgulanır.

Gece olur ay çıkar Gökyüzü ışıl ışıl Gül yüzlü güzel bebek Uyusun mışıl mışıl

Ninnilerle uyursun Dualarla büyürsün Rabb’im seni her daim Kötülükten korusun (5)

Annenin dilinden dökülen en içten, en zarif, en yalın kelimeler ahenkli bir sesin tınısıy-la musikiye dönüşür ve çocuğun ruhunu okşayan göksel bir ezgi şöleni olur ninniler. Ninniler çocuğun henüz yere değmeyen meleksi kanatlarına güç kuvvet verirler. Çünkü anne ninnilerle, Tanrı katından kendisine bir arma-ğan olarak verilen bebeğinin hem dünyaya gelme şaşkınlığını gidermek, hem de bebekle Allah ara-sındaki kuvvetli bağın kesilmemesi için dua ve temennilerde bulunur. Bunun ancak uyku halinde olabileceğine inanan anne, Allah’ın adını zikrede-rek, bebeğini Allaha havale eder.

Hu, hu, hu Allah Oğluma uykular ver Allah Oğlum uyusun maşallah Okumuş olsun inşallah, ninni (İstanbul Ninnisi ) (6)

Alperenlik; Allah yolunda cihat etme yiğit-liğidir. Allah ile dost olma makamıdır. Anne bunun bilincindedir. Bebeğinin ileride yiğit bir Allah dos-tu olmasını arzuladığı için, kelimeyi tevhidi dilinde bayraklaştırarak şu ninniyi mırıldanır.

Erenlerin kılıcı Arşa çıkar bir ucu Her dertlerin ilacı La ilahe illallah, ninni (İstanbul Ninnisi)

Tasavvuf; Kur’an ve sünnet çerçevesinde insan nefsini terbiye eden onu insanı kâmil dere-cesine çıkaran bir eğitim sisteminin genel adıdır. Tasavvuf geleneğindeki dervişlik Anadolu insanı-na Yunus Emre’den kalan bir mirastır. Çocuğunun derviş gönüllü, hak aşığı olmasını arzu eden anne bebeğini şu ninniyle uyutmaya çalışır.

Hu hu dervişler Hak yolunda durmuşlar Hak yolunda bir kuyu İçinde zemzem suyu Eğildim içmeye

Kanatlandım uçmaya Cennet kapısın açmaya Hu hu Allah hu Hu hu Mevla hu (Bünyan- Kayseri Ninnisi)

İslam’da caminin, cemaatin ve cuma na-mazının yeri oldukça önemlidir. Camiler Allah’ın evleridir. Mümin gönüller ancak camilerde hu-zur bulur. Camiler toplumsal barışın ve huzurun mekânlarıdır aynı zamanda. Anne cemiyet adamı olmanın, cemiyeti aydınlatmanın okuyup âlim ve bilgin olmaktan geçtiğini bilir ve şu ninnileri söy-ler bebeğine.(Bu ninnide ki sümbülün rastgele se-çilmediğine dikkat edelim. Sümbüller tıpkı kandil gibi aydınlık ve parlak renkli, kokusu keskin, etra-fa ışık saçan çiçeklerdir)

Dandini dandini dandilsin Camilerde kandilsin Bahçelerde sümbülsün Uyusun da yavrum büyüsün Yüzlerini güzel güller bürüsün (Bayburt Ninnisi)

Kırmızı gülün ağacı Okunan Cuma ezanı Benim yavrum dünya güzeli Uyu yavrum uyu, ninni (Konya Ninnisi)

Melekler aynı zamanda iyiliğin, güzelliğin, sadakatin sembolleri de olan hakiki varlıklardır. Allah’a ve meleklerine inanan insan, yaptığı her davranışın Allah tarafından görüldüğünü melek-ler tarafından kaydedildiğini bilir. Bununla yaptı-ğı hiçbir davranışın karşılıksız kalmayacağını da anlar. Bu sebepten kötü davranışlardan uzaklaşır, güzel davranışlara yönelmeye çalışır.

Page 162: HECE TAŞLARI - Turuz

14 He c e t a ş l a r ı 2 9 . s a y ı O n 5 t e m m u z 2 0 1 7

Bu inancı körpe yavrusunun kulağına ve ruhuna nakşetmek isteyen anne şu ninniyi söyler.

Ninni derim özüne Uyku gelsin gözüne Melekler himmet edin Benim körpe kızıma Uyusun yavrum ninni Büyüsün yavrum ninni (Kastamonu Ninnisi)

İslam kaynakları Hz. Peygamberin “Ben iki kurbanlığın oğluyum’’ buyurduğunu yazar… En değerli şeyleri Allah’a adamak ve O’na kurban etmek dinin vazgeçilmez şartlarındandır. Hz. İbrahim’in oğlu İsmail’i Allaha kurban etme-si, Hz. Meryem’in Allaha adanmış olması bunun somut örnekleridir. “Hani, İmran’ın karısı, ‘Rab-bim! Karnımdaki çocuğu sırf sana hizmet etmek üzere adadım. Benden kabul et, şüphesiz sen, hakkıyla işitensin, hakkıyla bilensin’ demişti.” (7) Şeklindeki ayetin ruhuna teslim olmuş bir anne ancak canından can, kanından kan olan yavrusu-nu gönül rahatlığıyla Allaha adayabilir. Bu bilinçle bebeğini şu ninniyle uyutmaya çalışır.

Al kundağa doladım Allah’ıma adadım Bir Mevla’dan diledim Ninni yavrum, ninni (Eskişehir Ninnisi)

Ninni deyip geçmemek lazım, ninniler öyle rastgele, laf olsun diye söylenmiş sözler değildir. Ninni söylemek utanılacak küçümsenecek bir şey değildir ve müminin kalbi o kadar geniştir ki bü-tün kâinatı sığdırır içine. Bu ruhu aşılamak isteyen anne bebeğini şu güzel ninniyle uyutur.

Ninni demek ar olmaz Mümin kalbi dar olmaz Açılan güller solmaz Uyusun yavrum, ninni (Çankırı Ninnisi) Hu, hu, hu Allah La ilahe illallah Uyusun da büyüsün Hu hu hu yavruma Ninni diyem büyüsün (Van Ninnisi)

Kur’an’da Kasas Suresi, 56.ayette şöyle buyrulur: ‘‘Gerçek şu ki sen sevdiğini hidayete er-diremezsin. Ancak Allah, dilediğini hidayete eriş-tirir. O hidayete erecek olanları daha iyi bilendir.” Bu apaçık hakikati bilen anne, canından çok sev-diği bebeği için Allah’ın El-Hâdî (kalplere hidayet yolunu gösteren, insanlara hidayet veren)

güzel ismine sığınarak onun hidayet üzere olması için dua ve temenni de bulunur. Bunu yaparken o naif, o içten, o merhametli diliyle şu ninniyi söyler.

Dandana oğlum dandırmalı Bal sularına bandırmalı Melekler yüzüne eğilsin Oğluma Allah’tan hidayet gelsin Nenni yavruma nenni (Burdur Ninnisi)

Görüldüğü üzere ninniler yalnızca bir yö-reye ait olmayıp, Anadolu’nun hemen her şehrinde aynı tat, aynı duygu ve aynı ruhla söylenen yüz-lerce örnekleri olan büyük bir dua ülkesidir. Her bir ninninin içinde Allaha, peygambere, meleğe, aileye, sevgiye, saygıya, iyiliğe, okumaya kısaca dinin öngördüğü temel dinamiklere dair mesajlar bulunmaktadır. Ninniler doğrudan beşikteki, emzikteki be-beği muhatap alan, onunla konuşan, onunla dertle-şen, onunla sevinci, acıyı paylaşan büyük bir hazi-nedir. Üzeri küllerle kaplanmış bu büyük hazineyi gün yüzüne çıkartacak ve yeniden çocukların di-mağlarına nakşedecek anneler aranıyor acilen…

Kaynakça:1-Çocuk Yüzlü Yazılar/ Sh.51 (Mustafa Ruhi Şirin)2-Yrd. Doç. Dr. Ali Kafkasyalı/ Atatürk Ünv. Yay. No: 9203-Gün Doğmadan/ Sh.621(Sezai Karakoç)4-Çile/ Sh.331(Necip Fazıl Kısakürek)5-Ninni Bebeğim Ninni/ Sh.105 (Serdar Akgün)6-Her Güne Bir Ninni/Haz.(M. Sabri Koz)7-Ali İmran suresi ayet 35

Page 163: HECE TAŞLARI - Turuz

15O n 5 t e m m u z 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 2 9 . s a y ı

Gün doğusundan evvel gün batısından sonraYokken şarkı ve şiir doğulmamışken Kayra;Senle çatlardı tohum senle açardı çiçekSana secde ederdi Afrodit, Zeus ve Râ.

Seninle başlamış Arzdaki hayat Seninle can bulmuş insan ve nebat Seni kuşanmışken bütün tabiat Ben senin akranın değilim ki aşk.

Tozunun ilk zerresi sineme değdiğindeGücüne boyun eğdim dilim ikrar derdindeBoyumu çoktan aştı ilk adımda sularınAdını okuyorum her kitapta her dinde.

Sensin dokunulmaz o en mukaddes Hayatı mesh eden İsevi nefes Her şeyi tüketen tükenmez heves Ben senin akranın değilim ki aşk.

Dağlar yürüdü bir gün ufuklar yere indiFırtınalar tükendi son kasırga da dindiSevenler sürgün şimdi sevilenden eser yokSevmek suç ise eğer o soylu suç senindi.

Sen ince hastalık; ömür hırsızı Uslanmaz hercai, sevgi arsızı Sen kalp çarpıntısı, sen müzmin sızı Ben senin akranın değilim ki aşk

Çağırsan da beni sen varlığın şuh sesiyleElinden kaçacağım bir aslan yelesiyleMevsimlerden yaz gibi, şirk söyleyen söz gibiSen istersen beni yak o şevkin halesiyle.

Yokluğun bırakır çar-naçar beni Ateşin kuşatır hep yakar beni Yolunda eyleme sen duçar beni Ben senin akranın değilim ki aşk.

En sihirli sözlerin en güçlü büyülerinSana yataklık eden gönül denen o yerin;Huzuruna varmışken, kapısında durmuşkenAdımı sildi elin kalem çekti gözlerin.

Adının ilk harfi Bezm-i elestti Kirpikle ant içti, gözle söz kesti Bir kez başlayınca estikçe esti Ben senin akranın değilim ki aşk.

Kays’ı Mecnûn eyleyip çöllere salan sendinBeşerin dilindeki en büyük yalan sendinÇaresiz kaldı ilim dermanın bulamadı;Devası bilinmeyen sebebi nalan sendin.

Seni anlatmanın derdiyle lisan Şiire ses verdi şarkıya makam Sana gelen yollar baştan sona gam Ben senin akranın değilim ki aşk.

Düşlerimi boyayıp bir pembe fırça ileYüreğimi kaplarsın zulümden sırça ileAraya dağlar koyup oyalarsın sen beniGözlerimi bağlarsın mehtapla-ayça ile.

El ele tutuşup hain hicranla Oyunlar edersin gönülle canla Üstüme yürürsün kılıç kakanla Ben senin akranın değilim ki aşk.

Senin adınla yandı ömür denen sermayemElde yok avuçta yok divanelik son payemKurtuluş yok ki senden; hava da sen suda sen;Her yanımda sen varsın, senin varlığın elem.

Bana mı saklarsın dert hevengini Başka kalpte ara sen de dengini Daha büyük elem var mı sen gibi Ben senin ekranın değilim ki aşk…

BEN SENİN AKRANIN DEĞİLİM Kİ AŞKYunus KARA

Page 164: HECE TAŞLARI - Turuz

16 He c e t a ş l a r ı 2 9 . s a y ı O n 5 t e m m u z 2 0 1 7

AŞK AĞUSU

Mustafa ERKENEKLİ

Gözümün içine nazar ederekBakışınla zehirleme gönlümü.Damardan başlayıp kalbe giderekAkışınla zehirleme gönlümü.

Yazısız kelamım, kalem önündeYıldızlar sönüyor hâlem önündeDumansız ateşim âlem önündeYakışınla zehirleme gönlümü.

Bakılmaz teknede endama, boyaDalgalıysa deniz, girilir koyaNazı kumaş yapıp hasreti oyaNakışınla zehirleme gönlümü.

“Eşi yok” sözünün sensin timsaliYüreğimdir yanardağın emsaliKar boran içinde şimşek misaliÇakışınla zehirleme gönlümü.

Firariydim, habersizce basıldımMansur gibi aşk tef’ine kasıldımHüküm ile zülüfüne asıldımTakışınla zehirleme gönlümü.

BİR NAZARCI BULUPNAZAR VERDİRSEM

Osman AKTAŞ

bir nazarcı bulup nazar verdirsemayrılık ortadan kalksa ne oluryüzü gülse yârin gözü parlasabana muhabbetle baksa ne olur

serv-i revan olup gelse karşımasanırım bağrıma saplanır kamabaşını yaslasa yahut da camaperde arkasından çıksa ne olur

geceyi gündüze bağlayan da aşkyâr olmazsa viran gönlümdeki köşkne toy ne eğlence ne de kalır meşkgözyaşım sel olup aksa ne olur

dünyayı boyasam aşkın renginekim düşmüş âlemde kendi kendinefelek ile girsem yârin cenginekargısın böğrüme soksa ne olur

fizahi dünyaya senle bakıyorgönlüm gözlerinden sana akıyordostlar yazım alnımdan mı okuyoryârla geleceğim yoksa ne olur

Page 165: HECE TAŞLARI - Turuz

17O n 5 t e m m u z 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 2 9 . s a y ı

GÖNÜL GAZELİ

Mustafa OĞUZ

Uzanıp gam dolu badeyi aldı gönülİçtikçe kendini hüzne saldı gönül

Savruldu baharın bütün yapraklarıDöküldü yapraklar benzin soldu gönül

Kururken yeryüzünün su kaynaklarıRahmet pınarı gözlerin doldu gönül

Mutluluk denizine ulaşamadınHayatın zehirli bir aş oldu gönül

Beka yurdundan da ayrı düştü ruhunKapın öteye açılır oldu gönül

Dehrin kekre tatları aldattı gittiMavera ağza çalınan baldı gönül

Uçup gitti her şey sonsuzluk yurdunaSevdiğin yitirip yalnız kaldı gönül

Soldu gönül, doldu gönül, oldu gönülEcel atı ansız geldi, öldü gönül

BİGANE YAR

Halit YILDIRIM

Baksaydın gözlerime sana neler söylerdiSükûtun mahzeninde ne kelamlar sır kaldıBilsen neler öğretti bana bu sevda derdiGönül aşk kafesinde, kanatlarım hür kaldı Gün oldu meramımı kal diliyle anlattımGün oldu meramımı hal diliyle anlattımGün oldu meramımı el diliyle anlattımFehminin karşısında bu gönlüm bizar kaldı Dünya kelamında yok söylediğim satırlarBu sözün muhatabı anlayışlı südurlarİnsan o ulvi demin bir anını hatırlarSoldu gül yaprakları, elde sade har kaldı Dağa taşa baksaydım anlardı hallerimiYıldızlara uzansam tutardı ellerimiMahlûkatın cümlesi çözerdi dillerimiPeşinde yorulduğum şimdi bana kâr kaldı Gözlerim konuşurken bende değil gözlerinNe anlamı kalır ki dinlenmeyen sözlerinSen esiri olmuşsun bu dünyalık hazlarınSabır bendim çatladı incecik bir zar kaldı Bu taştan yüreğinle sen arif olamazsınSükûtun lisanında kaç harf var bilemezsinBin yıl çölde dolaşsan kemali bulamazsınFaniyi gören gözün hakikate kör kaldı Bu lisan mı yetersiz ben mi acizim yoksaDağlar taşlar konuşsa, biri karşıma çıksaBeni her şey anlardı şu halime bir baksaAllah’ım sen şahitsin bir bigâne yar kaldı

Page 166: HECE TAŞLARI - Turuz

18 He c e t a ş l a r ı 2 9 . s a y ı O n 5 t e m m u z 2 0 1 7

İKİ ŞİİR

Hızır İrfan ÖNDER (Sukûtî)

KANMA!..

Herkese inanma, herkese kanma Bil ki köle gibi satarlar seni! Dünya doğrularla doludur sanma Miadın dolunca atarlar seni!

Sözleri bal gibi, gözleri ahû Elâlem zanneder, zikirleri Hû İnsanı edepten ederler yâhû Sonra facirlere katarlar seni!

Ey Sükûtî! Ömrün, sade bir broşür Hayatından bile alırlar öşür Düşlerin ıslanır, ellerin üşür Mazlumlar katında tutarlar seni!

İHTAR

Keder ırmağının barışçıl kuşu Girme sularıma vurabilirim! Hadi çek üstümden bakışlarını Senin de kalbini kırabilirim!

Yüreğime konuşlanır acılar Hiç dinmiyor sînemdeki sancılar Ölüyorum! Nerdesiniz hancılar Cânıma cânânı sürebilirim!

Yaraladın beni yaraladın yâr Tüm ümitlerimi paraladın yâr Hicran kapısını araladın yâr Ölmeden toprağa girebilirim!

YERLEŞİK HAYAT

Mehmet BAŞ

Kâğıttan evlerin ince hevesiGölgesiz kentlere siner nefesi Zincire vurulmuş dağlar nehirlerÇiğ düşmüş güllerin yok mu adresi

Yolcusuz yollarda kırılmış diziGüzellik çağının nerdedir iziYaralı ceylanlar terk etti biziAçılmaz mı ola göğün kafesi

Sararan ayvada ağlayan nardaYeryüzü içerde gökyüzü dardaYolunu kaybeden yem olur kurdaTavuklar elinde dünya kümesi

Delinir sinesi gülün delinir Yar yoluna giden elbet bilinirYanlışa düşenin adı silinir Konulur sahneye aşkın piyesi

Aşikâr sırların saklıdır yüzü Sükûtun bağrına nakşolur sözü Gecenin kalbinden içer gündüzü Süzülür raylardan hüzün ekspresi

Merdiven kurulur mavi göklere Yapraklar sarılır derin köklere Dökülür ırmaklar demir künklereYerleşik bir hayat sarar herkesi

Page 167: HECE TAŞLARI - Turuz

19O n 5 t e m m u z 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 2 9 . s a y ı

ZEVREVAN

Züleyha Özbay BİLGİÇ

Bulutun gölgesine ziyadır doğduğu anBahardır ayaz gönle iki çiçek zehrevan

Muştularla dökülen Furkan’ın baş tacıdırMühürlü dudakların yegâne ilacıdır

Mihrabın gölgesinden nur damlar çisil çisilGözyaşları nehirdir ve bir çiy kadar asil

Paslanmaya yüz tutmuş gönüller durulur muYağmurda ıslanmayan rahmete vurulur mu

Farzet ki, ulviyetin nefesinde dirildinHas bahçenin nadide güllerinden derildin…

Zehrevan ki, mahşerin şefkatli serinliğiRuhun çölünde gölge, bembeyaz gelinliği

Ayetin kutsiyeti dökülürse dilindenAçılır tüm kapılar ulviyet kandilinden

Rahmetiyle kuşatır o Halık-ı ZülcelâlMelekler istiğfarda mevsimlerden son melal

Gündüzler güze küskün aşka müptela geceSükûta çoğalıyor her zikir, hece hece

Sıratta can yoldaşı pırıl pırıl bir şûleGünahın kirli yüzü akar gider meçhûle

Zehrevan, cürmü örten istiğfar kadar serinAb-ı hayat dökülür sînesine seherin

Garipler sofrasına rahmet tecelli ederBir yoksulun gülüşü böyle kaç cennet eder

Çatlayan dudakların Kevser ile ıslanırNefis sürûra erer dil, huzura yaslanır

Yüreğinde güzide yakarışın kelamıKanat çırpar ukbadan bir güvercin selamı

İçli bir niyaz gibi parlar secde-i nişanBeşaretle karşılar seni Resul-i Zişan

Zehrevan gül busesi misk u amber kokuluZehrevan ismi azam ipek atlas dokulu

ERENLER

Fikret GÖRGÜN

Ne eylese, ne söylese şaşmaya İnsanoğlu çiğ süt emmiş erenler. Kiminde barınmaz âr, namus, hayâ Kimi olgun, kimi hammış erenler.

Yaşlının öğüdü masalmış genceAltını bilmeyen değişmiş tuncaHakikat sırrına ermeden önce Körpe kuzusunu gömmüş erenler.

Nefis karıştırır akla karayıGafil görmez sînedeki yarayıSevgiyle bezeli gönül sarayı Bir nadide, ince cammış erenler.

Sabreyleyen menziline erişmişAtı çalan İblis ile yarışmışİyi, kötü birbirine karışmışYaşanılan zorlu demmiş erenler.

Dünya malı uykuları kaçıranBoş hayaller yârdan, serden geçirenDeveyi apansız yardan uçuran Gördüğü bir parça yemmiş erenler.

Kimi sevgi ekip saygı görmemişKimi dikeninden gülü dermemişKimisine ölüm de ders vermemişGerçeğe gözünü yummuş erenler.

Fikret, ahkâm kesiyorsun habire! Haddini bilmemek girer kibireKendimize sormalıyız bir kereHakiki Müslüman kimmiş, erenler?

Page 168: HECE TAŞLARI - Turuz

20 He c e t a ş l a r ı 2 9 . s a y ı O n 5 t e m m u z 2 0 1 7

ŞAİRİM

Lütfi KILIÇ

Şairim, şiire nikâhlanmışımÇağlardan çağlara seslenirim ben.Ezelde ateş-i aşkta yanmışımAcıyla, elemle beslenirim ben.

Tarihe ışığım, millete nidaVarlığım vatana, bayrağa fedaBorcumu canımla eylerim edaİlimle, irfanla süslenirim ben.

Ruhumda heyecan, göğsümde imanBenim feryadımla can bulur cihanYüreğimde sevda, başımda dumanZamanlı zamansız sislenirim ben.

Farklı düşünürüm, farklı yaşarımFarkında olmadan kaynar, taşarımDağlara tırmanır, çöller aşarımHer zaman, her hâlde hislenirim ben.

Hoşgörü mülküne, barış eklerimHasret kervanına vuslat yüklerimSevgi harmanından hasat beklerimHayal yağmurunda ıslanırım ben.

Aşkımın esrarı sözüm sermayeLütfü’yüm kimseden istemem payeSırtımı dayamam ağaya, beyeSadece Allah’a yaslanırım ben.

DERMAN SENDE SAKLI

Kadir ALTUN

1.Yollar uzun, aklım karma karışık Mecnun olup rahat gezemiyorum.Mecnun çöle, çöl de Mecnun’a âşıkBu aşkın sırrını çözemiyorum.

Aşığı kınayan çok olur amaPişmemişin geçmez bir sözü hamaBoşuna müptela olmadım gamaDerman dertte saklı, bezemiyorum.

Yar yolları dikenlidir, yokuşturAşığa maşuktan ne gelse hoşturAşk şarabı içen gönül sarhoşturŞarap içtim, ayık gezemiyorum.

Akıl sınırlıdır gönül sınırsızGünlerim günlere devrolur karsızGönlüme dadandı bir usta hırsızDoğruyu yanlışı sezemiyorum.

2.Söz bitince başlar asıl söz demi Böyle sessiz durduğuma bakma sen.Sen bir okyanussun ben güçsüz gemiKıyılara vurduğuma bakma sen.

Bilinmezi sundu bilinmez bir elKalmadı arada ne sur, ne engelGönlümün sesini duymadan evvel Dilimdeki kördüğüme bakma sen.

Bilinmez âlemde yürüyorum benNe duyuyor, ne de görüyorum ben Bende olan seni arıyorum ben Sana “seni sorduğuma” bakma sen.

Gönül kelamında dile gerek yok Bülbülün derdi aşk, güle gerek yokBillahi bülbüle bile gerek yokCümleleri yorduğuma bakma sen.

Page 169: HECE TAŞLARI - Turuz

21O n 5 t e m m u z 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 2 9 . s a y ı

Sözlerimde burukluk; gözlerimde hafif nemHaberin yoktur ama biz ayrıldık bir tanem. Zaten birbirimizden ne zaman haberdardık? İki ayrı şehirde farklı yönlere vardık. Yine de olsun derdim, ne olacaksa olsunZıt kutuplar buluşup aynı noktayı bulsun! Ama artık iş başka, her şey senin lehineDoğru bildiğim her şey kalbimin aleyhine. Zamanında “unut” der baştan kesip atardınArtık gözün aydındır, seni benden kurtardın. “Bu iş olmaz” konulu bütün uyarılarınŞimdi ayyuka çıkmış realist yaraların. Evet; sen haklı çıktın ve bu iş olamadıSevgim göz mektebinden geçer not alamadı. Lakin artık mektep de muallim de emrimdeSıramı sana verdim, otur benim yerimde. Biraz da benden izle takındığın tutumuBu yönde kullanayım tüm kanaat notumu. Sanma ki kâinatta sevda duygusu bakiKalbe sıkan oldukça o da ölür illaki.

Bazen umursamazlık bazen de yersiz gururSevdayı kurşun değil, bu tür hasetler vurur. Sende sanat var deyip yazdığım şiirleriMaziye gömüyorum; artık oradır yeri. Sanat anlamak için muallim olmak yetmezAhenk yoksa bacada şiir dumanı tütmez. Yaz muallime hanım, yaz bunu bir kenaraSevenin alnı ak da sevmezin fikri kara! Park şahit, mehtap şahit, bank şahit bu durumaZirveleri isterken savruldum uçuruma. Hayallerim virane, düşlerim allak bullakİflah olacak mıyım, o da büyük muallak! Tek taraflı ahdime zor gelse de bu yorum,Tek taraflı feshedip noktayı koyuyorum. O park, o bank, o mehtap hâlâ bende duruyorVe bende tüm saatler ayrılığı vuruyor. Sözlerimde burukluk; gözlerimde hafif nemAllah’a emanet ol, biz ayrıldık bir tanem…

TEK TARAFLI AYRILIK

Muhammet Emin TÜRKYILMAZ

Page 170: HECE TAŞLARI - Turuz

22 He c e t a ş l a r ı 2 9 . s a y ı O n 5 t e m m u z 2 0 1 7

KARAKOÇ’A MEKTUP

Erol BOYUNDURUK (Giryani)

Yine kedilere sirke içirdikBalıklar kavağa çıktı Karakoç.Öküzlere kanat taktık uçurdukCamızlar kusura baktı Karakoç. Maymunlar tezgahta halı dokuyorÖrümcekler yılanları sokuyorÇakallar aslana meydan okuyorSincaplar ormanı yaktı Karakoç. Ensesi kalınlar geçti köşeyeKorkumuzdan kavak deriz meşeyeEyvallah ederiz bey’e paşa’yaDostlar sırtımıza çıktı Karakoç. Umut, kaf dağının ardında kaldıGoriller ramazan davulu çaldıBiberler şekerin yerini aldıTorbada ki tuzlar koktu Karakoç. Kediler üleşi aldı köpektenKaplanlara yal pişirdik kepektenKirpilerin dikenleri ipektenTavşanın tüyleri oktu Karakoç. Koyunlar kurtların bastı eviniPorsuttular yedi dağın deviniKargalar şahinin aldı avınıKartallar seyredi baktı Karakoç Aklımızda acabalar, belkilerHayal oldu hürriyetler, ülkülerTazıları kovaladı tilkilerDelikten deliğe tıktı Karakoç. Bir görsen samana kazığı çaktıkHayal dünyamızda merihe çıktıkSuları ıslattık alevi yaktıkBizim hünerimiz çoktu Karakoç. Güller el yakıyor bülbüller caniMehmedi dışladı maykılla coniEğer soruyorsan Erol GiryaniUsandı canından bıktı Karakoç.

DEMİŞLER HİCİV

Hacer ALİOĞLU (Yukuti)

Ortaya atmışlar bir çul parçasıOtur üzerine minder demişler.Üstünde görünce parlak libasıGiysisine göre önder demişler. Bir laf atar dolandır her yereSahip çıkmaz elinde ki değereKedi gibi göz koyduğu ciğereUzanamayınca mundar demişler. İster inanmayın ister inanınArasında vardır her camianınİçi dışı başka söyler adamınSözlerine göre dindar demişler. Haksızlığa karşı çıkarsa kişiÖnüne koyarlar gedikli taşıÜstüne tutarlar yaylım ateşiİtiraz edince de kindar demişler. Kendi söyler kendi işitir sesiÇatmayınca yarım kalır hevesiEtrafında örgütlemiş herkesiYakuti’yi geri gönder demişler.

Page 171: HECE TAŞLARI - Turuz

23O n 5 t e m m u z 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 2 9 . s a y ı

AYİNE-İ TEFEKKÜR

İbrahim SAĞIR

Meclis-i divanede akla itibar olmazBîedep kimselerin sohbetinde ar olmaz.

Tefekkür sahasında gezerken göreceksinÂmâlar Çarşısında aynaya nazar olmaz.

Fitne panayırında boşa huzur aramaRiya bedesteninde hiçbir zaman kâr olmaz.

Dosta giden yollarda emni eman kalmamışKapılıp da gaflete sanma ki zarar olmaz.

Gördüklerindir ancak gerçek ilmin kaynağıEğer yoksa bir nesne, var demekle var olmaz.

Yanılıp da gönlünü kaptırmayasın ziraMuhit-i sefahatin dilberinden yâr olmaz.

İnsanoğlu yaşlanıp piri fani olsa daNefes alıp verdikçe gönlü ihtiyar olmaz.

ÇATLAR ZAMAN

Halil GÜRKAN

Acımadan dem dem tokatlar zamanAkıtırım yaşımı gizli gizli içimeEmsalsiz gücünü ispatlar zamanSokar çıkarır beni biçimlerden biçimeHüznü beşe katlar zamanBir nar gibi çatlar zaman.

Uyup Hak emrine devran dönerkenGünlerim kaydedilir geçmişin sayfasınaAteş böcekleri bir bir sönerkenRam ederim kendimi mecnunlar tayfasınaCan yükünü sırtlar zamanBir nar gibi çatlar zaman.

Gittikçe yorulur dilimde gazelAnlamsız bir kavganın ortasındayım belliAzimle beklerken pusuda ecelPişmanlıklar zihnimi tutsak eder temelliBazen aşkı atlar zamanBir nar gibi çatlar zaman.

Saçıma sarhoşça düşüyorken karSabrımı çile yapıp sararım sabır ileBir kış gecesinde üşüyorken karCesurca buluşurum bekleyen kabir ileGamı gamla kutlar zamanBir nar gibi çatlar zaman.

Page 172: HECE TAŞLARI - Turuz

24 He c e t a ş l a r ı 2 9 . s a y ı O n 5 t e m m u z 2 0 1 7

GAZEL

Mehmet Fatih KÖKSAL

Sensedim* vallâhi de billâhi de ben sensedimŞöyle bir dünyâ gözüyle göremeden sensedim

Heşt* cennet, nüh* felekle yedi kat yer dinlesinHem hakîkat, hem hayâlen, hem mecâzen sensedim

Tûr’a bakmak isteyen olsun tecellî-âşinâNûr’a inzâl* eylemiş nûrum! Özümden sensedim

Âşık-ı bî-çâreyim, sen nerdesin, kimlerlesin?Gel biraz sîneme yaslan, orda eğlen, sensedim

Yedi tastan geçirip sunsa felek zehr-âbını*Leblerin tiryâk* olur ey yâr-i pür-fen, sensedim

Bahre doğru kıvrılan enhâra* benzer mâceramAklı yok pervâneyim* ben, şem’asın* sen, sensedim

Fâtih’i bilmez bunu gözsüz, gönülsüz okuyanSensedim vallâhi de billâhi de ben sensedim

*Sensedim: Seni özledim; *heşt: sekiz; *nüh: dokuz; *tiryâk: panzehir; *inzâl: indirme; *zehr-âb: zehirli su, zehir; *enhâr nehirler; *pervâne: kelebek; *şem’a: mum

Page 173: HECE TAŞLARI - Turuz

aylık şiir dergisi

On5ağustos2017

HECE TAŞLARI

elektronik haberleşme adresi [email protected]

30

Page 174: HECE TAŞLARI - Turuz

HECE TAŞLARI Aylık Şiir Dergisi Yayın Yönetmeni Tayyib Atmaca Kapak Fotoğrafı Yasin Mortaş Tasarım Adem Konan Yazışma Haydar Bey Mh. 32077 Sk. Armada 2 D 6 Onikişubat K.MARAŞ 0535 391 92 50 [email protected]

30. Sayı 15 Ağustos 2017 ISSN 2149-4509. (e-dergi)

İlhami BULUT/ Nazım PAYAM / Bestami YAZGAN / Talat ÜLKER / Ahmet Doğan İLBEY / Ahmet DOĞRU / Ali Kemal MUTLU / Köksal CENGİZ / Rabiba BARIŞ / Gülnar SEMA / Salih ÖZEL / Dr.Halil ATILGAN / Muhammet Emin TÜRKYIL-MAZ / Prof.Dr. Saim SAKAOĞLU / A.Muhlis ÖZHECE / Cevat AKKANAT / Yaşar

ÖZDEN / Sabahattin KARADAŞ / Tayyib ATMACA / Ahmet URFALI

HER YERDE YANGIN VAR

B U S AY I DA

Her yerde yangın var yangın var oğlum, bu ateş bize de sıçrayabilir, önce gön-lümüzün çatısı yanar, sonra aklımızın ucu tutuşur, avcumuzu açsak gökler sağılmaz, sesimizi salsak asuman yutar, gözümüze inen kara bulutlar, bizden bize şimşek çakar durmadan, ötelere boynu bükük bakarız, gördüğümüz görüntüden ürkeriz, ama yüreği-miz tir tir titremez, çektiğimiz efkar kâr kalır bize.

Her yerde zulüm var ölüm var oğlum, kağıt basar insan alır yahudi, türkistan’da, afrika’da, açe’de, insanın insana ettiklerini, anlatamam sana kelimelerle, küfür tek mil-lettir not al kenara, ne karunlar gördü yalancı dünya, elbet zulmedenler zillete uğrar, sa-bırla beslenen mazlumun ahı, gün gelir göklerde bir ordu olur, ya Allah bismillah Ahlahu ekber, nidasıyla başlar zafer şöleni.

Her yerde aç göz var tok göz var oğlum, bul karayı al parayı diyen var, devletin malına pusuya yatan, müslüman kılıklı haramiler var, merhametin avlusundan geçmez-ler, kapatırlar deniz sahillerini, onlar avlar gül yanaklı kızları, onlar yaşar çok yıldızlı yerlerde, fakir fukaradan haberi olmaz, kendine değmeyen yılandan korkmaz, beş vakit avcunu göğe açarlar, konmaz yüreğine rahmet kuşları.

Her yerde insan var adam yok oğlum, başımıza buzlar yağdı temmuzda, altımız-da toprak güm güm patlıyor, ha kaynadı kaynayacak denizler, bir nesli tarumar etti al-çaklar, bizden kalan külde bir medeniyet, meydana getirmek size düşecek, ikibin onyedi bir ağustosta, gönlümden dilime bunlar döküldü, sen benim yaşıma ulaştığında, birbi-rinden ayrılacak kemiğim, sancağı göndere sen çekeceksin.

Tayyib ATMACA

Page 175: HECE TAŞLARI - Turuz

03O n 5 a ğ u s t o s 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 3 0 . s a y ı

HÜTHÜT ÇIĞLIĞI İlhami BULUT Bulutlarla buluştum sakilere minnet yok Söz takati yetmez ki bu sırrı anlatmaya Ahd ü peyman eyledik aşktan özge ziynet yok Ne gelin ne de damat gerekmez bu sevdaya.

Bir hüthüt çığlığıdır, dudağımı kanatır Zarfsız bir mektup aldım yaktı beni ilk satır Mülhem bir soru düştü halen aklen malülüm Gönülden dökülen yaş buharlaşır semaya Tohumlar diken dolmuş gönlümde açsın gülüm Ben bu aşktan korkarım muhtaç etme Leyla’ya.

Yola revan olmuştur bizim topal karınca Göze aldı bu yolu Süleyman’a çatacak. Menzil toprak altında muradını alınca Mermerden beşiklerde haşereler yatacak.

Işıktan bir çiçek aç, göğsüne çok yakışır Kitabımı al da gel beni, aşkla tanıştır. Alev alsın dudağım, ilk sayfa ilk harfinde Bende mecal kalmadı göğsümde dönsün çarkı. Yalnız geldim dünyaya, bu yalnızlık gönlümde Figan sarmış dilimi bülbülden yoktur farkı.

Şah damarımdan yakın ilân-ı aşk eyledin Hüzünler şaha kalktı sen hâlâ görünmedin. Hangi sırrın bekçisi goncayı saran yaprak Bülbülü boşa yordun bana aman vermedin.

Bengisuya banmışım, mısralar nemli nemli Bu ıslak şiirlerin kalbinde uçuyorsun; Beraberlik kavliyle mutlaka bekle beni.

Bazı ayrılıklar var şair eyler insanı Dilimi kesseler de ben kesmem bu figanı.

Page 176: HECE TAŞLARI - Turuz

04 He c e t a ş l a r ı 3 0 . s a y ı O n 5 a ğ u s t o s 2 0 1 7

ŞİİR VE GELENEK ÜZERİNE KONUŞMALAR/dört

Nazım PAYAM

Konuşturan: Tayyib Atmaca

Önünüzde tarihi bir kapı var ve siz bu kapıyı elinizde avuç alanınızı aşan bir usta elinde düğülmüş bir açar ile sözün kapısını açtığınızda gelenek ve şiir üzerine döşediğiniz, ruh ve gönül işçiliği ile süsle-diğiniz şiir otağı nasıl meydana geldi?

Yılların birikimiyle. Ancak bu birikimin ilk sütunları heves, çevre etkisi, çevreyi etkileme, kendinizi keşfetme, esriklik ve yetidir. Şiir, şiir otağınızı kendiliğinden böyle kurduruyor. Bir de bakıyorsunuz ki bütün benliğinizle otağ içerisindesiniz.

Yanınıza genç bir şair adayı geldi, elinde üç beş tane şiiri var ve günümüz şairlerinin parmak izlerini taşıyan ya da taşımayan şiir eskizlerini size sunarak “ağabey bu şiirlerimi bir bakar mısınız, benden şair olur mu?” dedi. Bu şair adayının yol hazırlığı gönül çantasında neler olmalı?

Sabrı, uğraşı, samimiyeti olmalı; bu da yetmez doğuştan şairlik yetisi bulunmalı. Ve unvan almak için değil, şair olmak için çırpındığını hissetmeli, ettirmeli. Zaten bunlar bir iki seans sonrası belli olur. O zaman payımıza düşen neyse; ama dergimizde kendilerine yeni sayfa açarak ama eksikleri işaret ederek gereğini yaparız. Ötesi kendisine kalmış.

Evet, herkesin kendisini dışa vurduracak bir yetisi vardır, herkes mutlaka bir yerlerde görünmeyi ar-zular. Fakat olmayı/bulunmayı sağlayan asıl unsur yetiyle arzunun izdivacıdır. Arzusuz, yetisiz bir anlık iştahın izdivacına hizmet, kardan adam yapmaya benzer. O da güneşi görünce erir.

Gelenekle gelecek arasında kurulan köprüden elimizi kolumuzu sallayarak geçebilir miyiz? Bu köp-rüden geçebilmek için hangi çığırlardan geçmemiz gerekir?

Geçebilirsin lakin sana ait olmayan başka diyarlara gider, başka kişiliğe bürünür, değersizleşirsin. Henüz ne aradığını bilmeyen tedirgin sıkıntılı bir okur kitlesi edinmen de mümkün. Fakat bu, geriye boş-larla boşuna vakit geçirmekten başka bir şey bırakmaz. Ama köprüden geçmeni sağlayan mecburiyetin varsa donanımın da menzilin de olacaktır. Elbette bunlar da yetmeyebilir. O zaman evvelkilerin heybe-sine koyduklarını bilmek, güzergâhlarını sınamak, tecrübelerinden yararlanmak zorundasın. Lakinsiz, fakatsız sanat, belli evrelerden geçirtmeden olgunlaştırmaz sanatçıyı.

Günümüzde geleneksel şiirin memelerinden emmeden modern şiir yazılabilir mi?

Eskiyi bilmeden yeniyi üretemezsin. Seçeneksiz yeniyi üretmeye kalkmak, sanata ve topluma bir dayatmadır. Tahammül dediğimiz şey, dayatmadan nefret eder, dayatılan her neyse onunla inatlaşır. Ede-biyatçı okura huzuru, huzursuzluğu hissettirdiğiyle vermeli. Bunun da bir dayanağı olur. Ucu açık zıt-laşmayla kendimizi yormanın gereği yok. Artık herkes, geliştiren, değiştiren yeninin, gelenek üzerinden inşa edildiğini biliyor.

Divan ve halk şiirini tanımadan günümüz”modern şiiri”ni yazarken karşılaştığımız engelleri nasıl aşmalıyız?

Üslubunuzla aşarsınız.

Sözlü bir medeniyetin köşe taşlarını oluşturan şiir nasıl oldu da gönül ve ruh ikliminden uzaklaşarak içi boş kelime yığınlarıyla dolu sadece manası yazanın karnında saklı “şiir” şekline dönüştü?

Öncelikle şunu belirtmeliyiz: Bizi meşgul eden şiir, hakiki şiirdir. Göndermeleri tarih imgeleriyle, kişisel anılar bilinciyle bezelidir. Bezekli, hakiki şiirin de perdeli olması normaldir. Çok zaman onun asıl manasını şairi dahi bilmez. Hem şiir yazmak kadar şiir okumak da bir yeti ister. Bundandır ki gerçek okur seçicidir. Birikiminin ihtiyacıyla bakar şiire.

Page 177: HECE TAŞLARI - Turuz

05O n 5 a ğ u s t o s 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 3 0 . s a y ı

“Manası yazanın karnında saklı “şiir”e gelince: Şiir bir anlık fışkırma, bir anlık esriklik hâlidir.Esriklik hâli geçince bazen testi, sandık, şamdan, bazen renkler bazen de sesler yerini beğendirmeye-

bilir size. Bu ilk anın düzenindeki yetersizliği, eksikliği fark etmek şairine düşüyor. Kuşkusuz dağınıklık da bir tercihtir. Ancak dağınık şiirin de çağına bir şeyler söylemesi bir şeyler sezdirmesi gerekiyor. Hep-ten aymazlık olmaz. Eğer şairseniz sizden zuhur edeni öyle bırakamazsınız; bırakırsanız, otağınıza ışık sızmaz. Kapıyı, pencereyi ahenksiz sesler çıkaran kelime yığınıyla doldurur, karanlığın hercümercinde boğulur gidersiniz.

Velhasıl sanat, adanmışlık istiyor, uğraş istiyor.

Şiir bize neyi anlatır?

İnsan hâllerini.

Şiirde usta çırak ilişkisi var mıdır?

Vardır.

Şair kendi üslubunu nasıl oluşturur?

Değerlerin ve diğerlerinin ayrımına vararak.

Gelenekten habersiz geleceğe şiiri nasıl taşırız?

Taşıyamazsın.

Modern şiir ya da günümüz şiiri deyince neyi anlıyoruz?

Bana hitap edeni, bana kendisini sevdireni, beni ardından sürükleyeni.

Edebiyat dergilerinde şiir “başrol oyuncusu” olarak önyazıdan hemen sonra “cam kenarı”nda yer almasına rağmen neden şiir kitapları basılmıyor, basılsa da satmıyor. Şiir dergilerin ya da okurun “dol-gu malzemesi”mi oldu?

Hayır! Şiir, dergilerin dolgu malzemesi değil, bilakis hâlâ güvencesi, hâlâ geçerli aktörü. Edebiyat dergisi şairsiz, şiirsiz olur mu? Şair, edebiyat dergisinin atardamarı… Bizde edebiyata eğilim şiirle baş-lar, ilk adım şiirle atılır. Basılan şiir kitapların satılmayışına gelince; böyle bir geleneğimiz yok. Genel için söylüyorum; biz şiiri ya dergilerde okuruz ya da birilerinden dinleriz. Hoşlandığımız bu. Özelde ise şiir kitabına para veren bin kişiyi geçmez. Onlar da bir kısım öğrenci, akademisi ve şairler.

Şiir kitaplarının da hikâye, deneme ve roman kitapları gibi çok okunması için özellikle Milli Eğitim Bakanlığının öncülüğünde edebiyat öğretmenlerinin öğrencilerine şiir ezberletmeleri ve şiir kitapları önermeleri şiiri ve şiir kitaplarına açılan kapıyı aralar mı?

Aralar, ama merak ettiğim şu? Acaba edebiyat öğretmenleri edebî eser okuyor mu? Sanmıyorum. Okumayı sevmeyen ve hâlâ beş şıktan hangisinin doğru olduğunu düşünen bir kitle böylesi bir projeyi yürütemez.

Osmanlı Padişahlarının kahir ekseriyeti şiir ya da bir güzel sanatla ilgilendiğinden bir ince ruha sahiptiler. Bundan dolayı içinde yaşamış olduğumuz yüzyıldan önce yaşamış şairler şiirleriyle hâlâ ya-şamaya devam ediyorlar. Bu hususta gerek devleti yönetenler gerekse şehir eminlerine reçete olacak düşünceleriniz nelerdir?

İzzetpaşa Vakfının himayeleriyle Bizim Külliye Dergisini çıkarıyoruz. 18 yıl oldu. Bu 18 yıl zarfında Valimiz Sayın Kadir Koçdemir’in dışında yöneticilerden kimse kapımızı çalmadı. Milletvekillerimiz, Belediye Başkanlarımız ise belki adımızı bilebilir, ama şu ankiler de dâhil yerimizi, hanemizi bilmezler. Öyle bir tasa da yok. Sanata, edebiyata mesafeli, senin atmosferini paylaşma gereği duymayan şehir eminlerine reçete sunmak, onlardan bir derman ummak kişilik kaybından başka ne getirir.

Ha! Sanat / edebiyat dalkavukluk için yapılıyorsa varıp kapılarını çalalım, eşiklerini aşındıralım…

Page 178: HECE TAŞLARI - Turuz

06 He c e t a ş l a r ı 3 0 . s a y ı O n 5 a ğ u s t o s 2 0 1 7

YEPYENİ DESTANLAR YAZMA VAKTİDİR

Bestami YAZGAN

Hakk’ın dergâhında bir olmak içinMazlum insanlığa ser olmak içinHazreti Resûl’e yâr olmak içinDüşman oyununu bozma vaktidirYepyeni destanlar yazma vaktidir!

Batılın tuzağı, bendi yıkılsınŞu burçlara hak bayrağı dikilsinYürekler tutuşsun, yumruk sıkılsınNifak yılanını ezme vaktidirYepyeni destanlar yazma vaktidir!

Zulüm kafesinde bülbüller esirİslam diyarında has güller esirEllerde pranga, gönüller esirKüfrün mezarını kazma vaktidirYepyeni destanlar yazma vaktidir.

Bu dostluğu Hak nazardan saklasınHilal düşmanının ödü patlasınDostlar bayram etsin, eller çatlasınEl ele, kol kola gezme vaktidirYepyeni destanlar yazma vaktidir!

Has yürekler aynı safta derilsinMuhabbetin gül otağı kurulsunTüm cihana İslam mührü vurulsunŞanlı haritalar çizme vaktidirYepyeni destanlar yazma vaktidir!

MİM

Talat ÜLKER

Derviş sesli bülbüllerle her sabahDem çektim de yâre yaranamadım.Hüzünler gönlümü eyledi dergâhGam çektim de yâre yaranamadım. Yola güller saçtım gel sitemindenIslak düşler çaldım yar meltemindenGönül yarasına aşk şebnemindenEm çektim de yâre yaranamadım. Gün oldu yükseldim göğün katınaGün oldu gömüldüm arzın altınaSabrın ipi ile hayal atınaGem çektim de yâre yaranamadım. Yarına kızmadım, küsmedim düneYar diye başladım doğan her güneIşıktan kalemle siyah zülfüneSim çektim de yâre yaranamadım. Can yollara rehin, yıllara hibeDelindi yağız yer, çöktü gök kubbeAkıl göçük duvar, gönül harabeNem çektim de yâre yaranamadım. Bir yârin peşinde kırk yılı aşkınBir dem esrik gezdim bir dem de şaşkınAçtım kitabını okudum aşkınMim çektim de yâre yaranamadım.

Page 179: HECE TAŞLARI - Turuz

07O n 5 a ğ u s t o s 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 3 0 . s a y ı

“ÖMÜRLÜK YARA”Ahmet Doğan İLBEY

“Ömürlük Yara” nam şiir kitabını gecenin iki vakti arasında, kitabın şairiyle olan hâtıralarımın zih-nimde canlanışıyla ve hüzünle demlenen çay eşliğinde okudum. Ama nasıl okudum?

Şiirsever bir okuyucu veya şiir tahlil egosuna tutulmuş ağyar biri gibi okumadım. Kitaptaki şiirlerin şairin gönlünde nasıl demlendiğine, her bir şiirin şairin yüreğinin üstünden nasıl geçtiğine ve diline nasıl düştüğüne bazen aynel yakin, bazen ilmel yakin şâhitlik etmiş bir hüzünkâr dostu olarak okudum ve gönlümün turnalarıyla ona haber saldım:

Ey şair-i âzam’ım!

“Ömürlük Yara” yı kimler için yazdın?

Kimlerin yarasının şiirini yazıyor bu kitap?

A’raf’ta kalanların mı?

Yolda olanların mı?

Yaralarını ulvî hüzünlerle çoğaltan Bir Hüzünkâr’ın mı?

Kimdir bu kitap?

Bir toplumun, bir ferdin yarası mı?

Acınız mı, hüznünüz mü?

Uzak Batı gurbetlerinde dost firakından yanıp tutuşan yüreğinizdeki yaraların şiirleri mi?

“Ömürlük Yara” nın şairi, turnanın kanadına gönlünden damıttığı şu kelimeleri bağlayıp yollamış tez elden:

“…Ruh-ı eş’arımın mahzun cüzü. Yaranın ömürlük oluşu, âcizin ve dahi insan olmaklığın dünyadaki hâlidir. Evet yolda olanların ve dahi yoldaşların yarasıdır. Yaranın elbette uzak ve/veya yakın “Batı” bağı var; idraklarimiz Doğu âcizliklerimiz Batıdır nitekim. Her demin her saatin ve bütün zamanî tak-simatların içinde hürmet ve muhabbet olsun.”

“ÖmürlükYara”nınHâlTercümesi

Kitap, (İz Yayıncılık, İst. 2017) Balıkesir Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı öğretim üyesi, asıl vasfı şair olan Prof. Dr. Mehmet Narlı’nın 4. şiir kitabıdır. “Çiçekler Satılmasın”, “Ruhumun Evvel Yazıları”, “Dil Kapısı” yayınlanmış diğer şiir kitaplarıdır. “Orhan Kemal’in Romanları Üzerine Bir İnceleme”, “Şiir ve Mekân” (İnceleme), “Roman Sevdaları” (inceleme), “Roman Ne Anlatır” (inceleme), “Cum-huriyet Dönemi Türk Şiiri” (inceleme), “Edebiyat ve Delilik”, (inceleme), “Şiir Burcu”, “Öykü Burcu” “Çağdaş Tür Romanı” (inceleme- müşterek çalışma), “Şiir Çözümlemeleri” şairin akademik çalışmala-rının ürünü olan kitaplarından bazılarıdır.

“Ömürlük Yara” da şairin yeni şiirlerinin yanında “DilKapısı”kitabından bazı şiirler de yer al-makta... Şair kalbinin bir bildiği vardır herhalde. Kanaatimce kitaptaki şiirlerin mâna temposunu ve miligramını artırmak ve böylece okuyucuların “bu şiirlerin anlam dünyası böyle bitmemesi gerek” demesine meydan vermemek için ilâve edilmiş olabilir.

Velhâsıl, şiir de hâlâ gönle şifa vardır, diyenlere kitaptan tadımlık birkaç şiir takdim etmek istiyo-rum:

Page 180: HECE TAŞLARI - Turuz

08 He c e t a ş l a r ı 3 0 . s a y ı O n 5 a ğ u s t o s 2 0 1 7

“Ömürlük Yara”

“usta ve yenik olmaktansa / acemi bırak tanrım / yüzüm olsun / hiç olmazsa”

“Müncer”

“iki zamanı var dilimin / biri senin biri sana / yerdesin mademki sevgilinin yerindesin / benzemese de olur kaşın musanın kılıcına / misal seni benden çıkarsalar / ne kalır ki asacak zamanın sarkacına (…) iki gözü var başımın / biri seni görür diğeri bakar sana / sen bana sen diyorsun ben de bana sen diyorum…”

“Ara”

“düğme ile ilik arası / ev ile dünya arası / baş ile ayak arası / çekilir mesafe midir / memeyle bebek arası bilen varsa anne olsun / arzuyla dünya arası / yola düşen ne olsun…”

“Dil”

“Çölde uyumak diyeyim sen dilde uyanmak de / anla ki niçin bütün yenilmişler dile sarılır” (Not: şair, kanaatimce bu mısralarda fakire zarf atmış ve doğru söylemiş; yenilmiş biri olarak dile sarıldığım doğrudur.

“Hay/at”

“nasıl uyanmaksa / suyun kendini yıkması diyelim / kırılması camın / düşmesi tabağın yere/ mağara-ya güneşin vurması / kalemin yırtması kâğıdı / kemiğin çıkardığı ses büyürken / korkunun yüze çarpması diyelim”

“İntizar”

“o sesle gel / soruyla değil”

“Şehir”

“neyi olmalı şehrin / denizi değil dağı ovayı geç / olursa ortasından geçen / nehri olmalı bir de/ ha-tıra saklayan vefası”

“Dedimdedi”

“dedim: niçin başım eğik dilim pelte / dedi: kafası karışık olanın dili dolaşık olur/ dedim: yoloğlu hangisidir eloğlu hangi / dedi: birinin midesi büyür diğerinin kalbi”

Page 181: HECE TAŞLARI - Turuz

09O n 5 a ğ u s t o s 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 3 0 . s a y ı

SİNEM PARÇA PARÇA

Ali Kemal MUTLU Gün olur da sen de beni ararsın Sinem parça parça olur sevdiğim! Beni taştan,uçan kuştan sorarsın Sinem parça parça olur sevdiğim!

Peşine düşüp de yel oldum sana Aktı gözyaşlarım sel oldum sana Şimdi neyleyeyim el oldum sana Sinem parça parça olur sevdiğim!

Hani sen gündüzü güneşle aydın Gecesi yıldızlı bir odadaydın Camına attığım taşa mı doydunSinem parça parça olur sevdiğim!

Yıldızlar ki beni sana andırır Bu bitmez sevdaya gönül yandırır Kader beni bir çiçeğe kondurur Sinem parça parça olur sevdiğim!

Ne senden ses gelir ne ben susarım Elemini yüreğime basarım Bir kuru çınara buynum asarım Sinem parça parça olur sevdiğim!

DÜŞ YOLLARI

Ahmet DOĞRU

II. - yolcuya kısmet - “Nice çekeceksin deniz gamınıKurumuş dudağın balıklar gibiSevgili denizi sayıklar hâlâ”

Düşün düşürdüğü yollar sızılıMenzile varmadan durulmaz gönül Ne “otel kapısı” ne de “istasyon”Yok, seyyahlar için yolun taşrasıAkşamı sabahı aynı göze tutAynı adımlarla sav duraklarıNe dön geri bakın ne ufuklaraMuhafız alayı değil bakışın Ne de akın için öncü birliğiHayal kur yaldızlı göklere yakın.

Poyrazın kaydı var akşamüstünePeşini toplayan tuhaf esintiNe yana yönelsen bir yel önündeNe yana koştursan bulutlar kara Yağmurlar gökleri benzetir neyeBoş gözlerle bakmak kimlere çare Sorduğun sualler asılı daldaİyice karışmış sisli bakışınSağanağa döner ağlasan yolda.

Seyyahsın duanda ılık bir havaYolları kısmalı birazcık dahaBirazcık hüzünden zaman çalmalıGöğü çevirince kuru yapraklar Sarılık sağmalı mühründen güzünBir dirhem ışıkla yıldız olmalıYollarını ufka bağlayan gözün.

Bir yol haritası açlık susuzlukNe zaman iştahla zil çalsa vaktinPusulaya döner gözbebeklerinDerman olur dize su nakaratın.

Page 182: HECE TAŞLARI - Turuz

10 He c e t a ş l a r ı 3 0 . s a y ı O n 5 a ğ u s t o s 2 0 1 7

GEÇERİZ

Köksal CENGİZ (Niyazkâr) An içinde nice andan geçerizCanan için cism ü candan geçerizHer ademe belli sayı verilmişÖmür denen bir zamandan geçeriz.

Sırrımızı bilmeyenler anlamazHüdai’yle ne ummandan geçerizKul ahvali nice günah yüklenipNasuh bir tövbeyle, handan geçeriz.

Nefse mahkum kim suizan eyleseBaldan tatlı hüsnüzandan geçerizBize bahş edilen cüz-i iradeHırs yüzünden akl, izandan geçeriz.

İblis çoğu vesveseyle aldatırİsyan ile din-imandan geçerizBitmez şu dünyada ihtirasımızSon nefeste arzumandan geçeriz.

İnşaallah kolaydır kabir sualiCevap verir, imtihandan geçerizNe vakit tükenir berzah âlemiBir “Sur” ile biz bu yandan geçeriz.

Ötede “Mahşer”in meçhul dehşetiTakva ile zor “Mizan”dan geçerizŞefaat eyleye ol Şâh-ı ResulAna-ata, kız-kızandan geçeriz.

Rabb’im şu Kıtmir’e “kulum” de yeterNiyazkâr’ız tüm ünvandan geçeriz.

YAVRUM

Rabiba BARIŞ Uçsun kelebekler, açsın çiçeklerBayrağım yerlere inmesin yavrumMecâlsiz dedeler taze bebeklerBarut kokusundan sinmesin yavrum. Düşman, dişlisinin dönmesin çarkıGirmesin yurduma uçağı, tankıHür ezan sesiyle çınlasın yankıOmuza esaret binmesin yavrum. Elinde mektubu bir gelin ağlarTitreyen sesini tellere bağlarGözyaşı bir nehir sel olup çağlarDillerde dualar dinmesin yavrum. Özgür dolaşalım toprağımızdaGüneş endam etsin yaprağımızdaPınarlar çağlasın ayağımızdaİstiklâl güneşi sönmesin yavrum. Erat nöbet tutar elinde silahSeferde Mehmet’e yardımcı İlahHakk’a teslim olan bulacak felahCanlar yansın vatan yanmasın yavrum. Savaş dedikleri bir tür cehennemHer soluk alışın yanımda annemSeccade üstünde ak saçlı ninemUmutlar acıya dönmesin yavrum.

Page 183: HECE TAŞLARI - Turuz

11O n 5 a ğ u s t o s 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 3 0 . s a y ı

HAYAT OKULU

Salih ÖZEL

Dünyaya gelince başlar eğitimKimi velilidir kimi de yetimTa kabir’e kadar olur öğretimMezar çukuruna dalınca biter.

Tükenir dert keder biter nizalarKader gez, göz ile hedef hizalarDiplomayı en son ecel imzalarAzrail ruhunu alınca biter.

Öğrenmenin yoktur vakti zamanıBuna müsaittir her dem her anıMelekûl mevt gelip alınca canıO verilen vade dolunca biter.

Gençlik, ihtiyarlık bütün çağlardaBazı düz ovada bazı dağlardaEmek verip yeşerttiğin bağlardaCan denen o gülün solunca biter.

Evreni biter mi sandın tahsilinAllah kelamını söylesin dilinToplanıp ambara dolar mahsulünGeride sap saman kalınca biter.

İKİ ŞİİR

Gülnar SEMA

GÜNLERİN BİR GÜNÜ

Sən mənim ömrümə gələndən bəriMən sənin ömründən günündən keçdim.Sən mənim qarşıma çıxandan bəriGörmədin, mən sənin önündən keçdim.

Keçdim günah kimi ömründən səninKeçmə günahımdan, önə keçmə sən.Mən sənin günahın olmaqdan qaçdımQaçma günahımdan, önə qaçma sən.

Nəyimiz vardı ki, arxada qoyaqAyrılıq gələndə qabağa düşdükBiz necə bir ömrə sahib olmuşuqGünlərin bir günü özümüz çaşdıq.

AYRILIQ BORCU

Nə yaman uzanır ayrılıq dəmiAyrılıq necə də uzun ömürlüAyrılaq, ayrılıq ağ günə çıxsınBizim yanımızda üzü kömürlü.

Xəyal var, qurular qovuşmaq üçünXəyal var- ayrılıq xəyalı qurar.Son görüş deyilən adından bəlliO görüş olsa da, ürəkdən vurar.

Sən elə bilmə ki, Çin səddi çəkdinTək bircə hücumluq bürcün qalıbdı.Bir daha ömrümə gəlməmək üçünMənə bir ayrılıq borcun qalıbdı.

Page 184: HECE TAŞLARI - Turuz

12 He c e t a ş l a r ı 3 0 . s a y ı O n 5 a ğ u s t o s 2 0 1 7

TÜRKÜLERDE AHRAZ DİLE, BÜLBÜL GÜLE, ARI BALA GELİR

Dr. Halil ATILGAN

Türkülerimiz ekmek gibi su gibidir. Deniz olur dalgalanır, nehir olur şahlanır. Bazen karlı dağ olur geçit vermez. Kır çiçekleri gibi, yaban gülü gibi arı duru ve yalınkattır. Zalim felek, gurbet, ayrılık, gö-nül onunla dile gelir. Düşündürür, güldürür, ağlatır, oynatır. Sevindirir. O, gönlün aziz dostu, duygu ve düşüncenin aynasıdır. Bizi söyler, bizi çalar, bizi anlatır. Hepsi ayrı renkte ve biçimdedirler. Halkımızın yaşama mücadelesinin dile ve tele yansımasını sağlayan bir aynadır. Onun içindir ki Anadolu insanı düğününü, kara gününü, kınasını, yakınmasını, mizahını, taşlamasını, kahramanlığını, aşkını, gurbetini, hatta sevgilisine sitemini dahi turnanın kanadında dile getirmeye çalışmış. Onlar bize, biz onlara sevda-lanmışız. Geçit vermez dağları onlarla aşmış, ulaşamadığımız yerlere onlarla haber salmışız. Türküleri-miz arı misali her çiçekten bal almış, çiçekten çiçeğe konmuş, sevda bahçemizin gülleri olarak geçmişten günümüze varlığını korumuş. Onun için türküler yakılmış toprak üstüne, aşk üstüne, sevda üstüne. Her konu onlarla dile gelmiş. Keremin Aslı’sı, Karacaoğlan’ın yavuklusu onların sayesinde dal budak salmış. O kadar geniş bir alana yayılmış ki: Âşığın sevdası, Yörük kızının gaydası, Erciyes’in yaylası, bülbülün kanadının sarısı bile onlarla dile gelmiş.

Neleri barındırmamış ki bünyesinde: Karadeniz’in hamsisi, Sisdağı’nın dumanı, Kızılırmak, Aras ve Fırat türkülerle ününe ün katmış. Dertlilerin yoldaşı, âşıkların sırdaşı olmuş. Çobanın kavalı, obanın yaylaya göçü, tülü mayanın inleyişi, Gelin Ayşe’nin suya gidişi onlarla dile gelmiş, Toroslar’daki pınar, kayada kekliğin sekişi, bir sekiye çıkıp delicesine öten turaç türkülerimizin nağmeleriyle bize ulaşmış.

Âşık, turnalarla sevdiğine haber salmış. Kırım, Kerkük, Estergon, Eğri Kalesi, Yemen, Bağdat tür-külerle ününe ün katmış. Türküler derinliklerinde bizi anlatan kendimizi bulduğumuz ömür bohçasıdır. Dert bohçasıdır. Sevgi bohçasıdır. Duygular yumak yumaktır bu bohçada. Tortoptur. Herkes gönlündeki sevgiyi en içten duygularla dile getirir. Sevginin, aşkın anlatımı bir başkadır türkülerde. Kendisi bulut, sevgilisini yağmur yapar. Yağmurla bulutu da Maçka’da buluşturur. Trabzon Maçka’dan yüreğimize dolan: Divane âşık gibi / Dolaşırım yollarda dizesiyle başlayan türkünün bağlantısı:

Al şalım mavi şalım Dünyayı dolaşalım Sen yağmur ol ben bulut Maçka’da buluşalım diyerek sevgisini, kavil yerini böyle dile getirir. Dünyayı dolaşsa da

onun için en iyi buluşma yeri Maçka’dır. Senin için İstanbullarda kaldım: Arada sıra dağlar var. Pekiyi nasıl buluşacağız. Bu engelleri nasıl aşacağız. Kuş olsak bile zor. Ancak yağmuru ve bulutu Maçka’da buluşturalım. İstanbul’da iken ben bulut olup tüm engelleri aşacağım. Sen yağmur olup yere yağacaksın. Nerede buluşacağız. Maçka’da. Dünyayı dolaşsak ta illa ki Maçka…

Sevenlerin biri bulut, diğeri yağmur. Sevgi anlatımının da bir damlası. Bu nasıl bir anlatım, nasıl bir yakıştırma. Arı ve duru bir dille dizelere müthiş bir anlam yüklenmiş.

“A benim bahtı yârim Gönlümün tahtı yârim Yüzünde göz izi var Sana kim baktı yârim “ diyerek büyük bir ustalıkla, nezih bir kıskançlık sergiler. İşte bu

ifade ve anlatım zenginliği, türkülerimizdeki sanatın, estetiğin nedenli yüce olduğu hükmünü çıkarır karşımıza. Halkımız türkülerinde hem ağlar, hem de güler. Dertlilere deva, çaresizlere çare olur. Oynar, oynatır, zılgıt çeker. Oynatır oynatmasına amma: Karakaş altında göz oynamasın diyerek de tembih eder. Erzurum’dan repertuvara giren:

Güzeller bezenmiş toya giderler Sizlere emanet yar oynamasın Ben bilirim rica minnet ederler Yengüllük edip tez oynamasın

Page 185: HECE TAŞLARI - Turuz

13O n 5 a ğ u s t o s 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 3 0 . s a y ı

dizeleriyle başlayan türkümüzde sözler enfestir. Nezaketin tüm özellikleri sözlerle bütünleşmiştir. Ben bilirim düğüne gelenler sevdiğinin oynaması için rica minnet ederler. Elbette: Ölüye giden ağlar. Düğü-ne giden oynar. Onun için ben de “Sevdiğim oynamasın” demiyorum. Oynasın… Oynasın onamasına amma: Yengüllük edip tez oynamasın. Ağır oturaklı olsun. Naza çeksin kendisini. Tez oyuna çıkarsa hafif olduğu düşünülür. Onun için düğünde bile ağır olmalı. Oturaklı olmalı. Ben seni sevmişim sevgili yârim Sizlere gurbandır bu şirin canım Demirem (demiyorum) oynamasın oynasın hanım Karakaş altında göz oynamasın. dizeleriyle yine nefis bir anlatımı sergiler. Ben oynamasın de-miyorum. Oynasın oynamasına amma… Karakaş altında göz oynamasın diyerek işini sağlama alır.

Türkülerimizdeki hoşgörü, aşk ve sevgi nakış nakış işlenmiş. Ahrazın dile gelmesi, bülbülün güle gelmesi, arının bala gelmesi onların sayesinde gerçekleşmiş. Emrah, Yunus, Pir Sultan, Seyrani, Süm-mani, Karacaoğlan, Köroğlu türkülerle diyeceklerini demişler. Karacaoğlan: Türkülerle güzellerin, Da-daloğlu da padişahın fermanını yazmış. Her konu türkü bahçesinde yeşermiş, olgunlaşmış bize ulaşmış. Karadenizli hiç çekinmeden: Efkârlı günlerinde ramazanın gelmesini, kapının eşiğini, çocuğunun beşi-ğini, kayıkçının küreğini türkülerle anlatmış.

Zileli Sadık Doğanay’dan repertuvar kayıtlarına geçen: Bağlantısı: Mah yüzüne bir nikap çek /Ben yandım el yanmasın dizeleriyle biten türkü deki sözler sevgi ateşiyle yanmanın, kavrulmanın nefis bir ifadesi olarak kayıtlara geçtiği gibi imansız birinin imana gelmesi de enfes bir şekilde anlatılmıştır.

Gözlerin inkâra benzer ebrular keman olur* Yüzünü görse bir kâfir şüphesiz iman bulur

Her kaçan yüzüne baksam katlime ferman olur Mah yüzüne bir nikap çek ben yandım el yanmasın

Dörtlüğündeki deki Yüzünü görse bir kâfir şüphesiz iman bulur dizesiyle imansızların bile imana geleceği müthiş bir ifadedir. Yüzüne bakanın tebdili şaşar. Çarpılır. Din değişir. Müslüman olur. Onun için mah yüzüne bir örtü geçir beni yaktın başkaları yanmasın.

Merhum Haydar Aslan’ın okuduğu bir Çukurova bozlağı vardır. Burcu burcu toprak kokar. Toros Dağları kokar. Yavşan kokar. Kekik kokar. Çukurova kokar. Ovanın ipil ipil eden sarı sıcaklarını serer gözler önüne. Karşı yaylaya tırmanan katar katar göçler gelir aklınıza. Sevdiğinin üstüne kol kanat ger-menin en açık ifadesi vardır o sözlerde. Dulda olmak, gölge olmak karışmıştır birbirine.

Salını salına gelen sevdiğim Gel böyle salınma göz değer sana Alların üstüne yeşil giyinme Zalim düşmanlardan söz değer sana dizeleri ok olur saplanır yüreğinize. Anlatım sade ve ya-

lındır. Kır çiçekleri gibidir. Uyaklar arasındaki uyum, sevgiyi, sevişmeyi hatırlatır sizlere. Hani esen yelden, uçan kuştan kıskanırım diyen dizeler sanki bu sözlere nazire yapar.

Bozlağın her dörtlüğü ayrı bir güzellik arz eder. Sözle müzik arasındaki uyum tek vücuttur. Halkın duygusu bu dörtlüklerle, haykırışla arşı alaya ulaşır:

Salınıp gelende kimin yârisin Böyle sallandıkça dünya malımsın Yüceden yüceye Toros Dağısın Sabahın güneşi tez değer sana. dizeleri konuyla ilgili söz söyleyecek olanlara pes dedirttirecek

niteliktedir. Sevdiği yücelerden yüce. Toros dağları gibi. Erişilmez, ulaşılmaz. Onun için de sabahın gü-neşi sevdiğine tez ulaşır. Güneşin sevdiğinize tez ulaşmasını siz nasıl anlatırsınız.

Page 186: HECE TAŞLARI - Turuz

14 He c e t a ş l a r ı 3 0 . s a y ı O n 5 a ğ u s t o s 2 0 1 7

Hangi kitaba hangi dizelere sığdırabilirsiniz. Sabahın güneşinin tez değmesi, sevdiğinin Toros Dağ-ları kadar yüce olması ancak gönül dediğimiz izafi kavramla dile getirilir. İşte o da deli gönül dediğimiz kavramla müthiş bir şekilde dile getirilmiştir.

Böyle olduğu için de âşıklar türkü üstüne türkü yakmış. Bu türküler bir gün öldürür beni diyerek duygularını dile getirmiş. Türkülerin tüm özelliklerini, güzelliklerini ortaya koymaya çalışmışlar.

“Kadrin bilmeyenler alır eline Onun için eğri biter menevşe” dizeleriyle değer vermeyi, “Canım esirgemem billahi senden Götür sat pazara kölem var deyi” söyleyişiyle de sevgiye olan sadakati dile getirirler. Anadolu‘da “Gözüm seyiriyor” tabiri yaygındır. Sağ göz seyirimesi hayra, sol gözün seyirimesi şer-

re yorulur. Hayra yorulan göz seyirimesi: İyi bir haberin, gurbetten birinin geleceğine, ya da yolculuğa çıkılacağına işarettir. Tabi bu halkın değerlendirmesidir. Tıpta göz seyirimesi: Dışardan bakıldığında fark edilemeyen, ancak göz kıpırtısı ile insanı rahatsız eden, gözün çevresindeki kasların titremesiyle oluşan bir rahatsızlıktır. Genelde göz kapağında, gözün alt kısmında olur. Anadolu insanı bunları bilme-diği için kendine göre değerlendirir. Yârinin geleceğine yorar. O duygusunu da türkülerle dile getirir. Balıkesir yöresinden repertuvara giren:

Ayva çiçek açmış yaz mı gelecek Gönül bu sevdadan vaz mı geçecek Sağ gözüm seyiriyor yar mı gelecek dizeleriyle bizlere ulaşan türkü halkın kabul ettiği değer

yargılarının en güzel ifadesi olarak bize ulaşır. Türkülerde ayrılıkta çokça işlenen konulardandır. Seven konuşmaz. Derdini demez. Göğüs geçirir.

İç geçirir. Kimseye diyemediği ayrılık derdini türkülerle söyler. Kederini dizelere döker. Merhum Nida Tüfekçi marifetiyle repertuvara giren bir Yozgat sürmelisinde.

Sabahınan esen seher yeli mi Benim gönlüm divane mi deli mi Durup durup yâr göğsünü geçirir Yoksa bu gün ayrılığın günü mü diyerek nefis bir ifade kullanır. Ayrılık gününün geldiğini durup

durup göğüs geçirerek ifade eder. Bu nasıl bir anlatımdır. Nasıl bir ifadedir. Göğüs geçirme ile ayrılık günü nasıl bütünleştirilmiştir. İç çekerek. Derin derin nefes alıp alıp vererek. Göğüs geçirerek. Hiçbir şey söylemeden:

Durup durup yâr göğsünü geçirir Yoksa bu gün ayrılığın günü mü diyerek duygular dile ve tele dökülür. Onun için de bu toprağın türküleri gönlümüze ferman, yüreğimize derman olmuş. Onlar bize, biz on-

lara sevdalanmışız. Geçit vermez dağları onlarla aşmış, ulaşamadığımız yerlere onlarla haber salmışız. Arı misali her çiçekten bal alan, çiçekten çiçeğe konan türkülerimiz bulut olmuş göğe ağmış, yağmur olmuş yere yağmış. Sevgilileri Maçka’da buluşturmuş. Sonra da: Ahrazı dile, bülbülü güle, arıyı da bala getirmiş.

Dile, güle, bala gelen türküleri bilenlere ne mutlu.

Page 187: HECE TAŞLARI - Turuz

15O n 5 a ğ u s t o s 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 3 0 . s a y ı

Sözlerimde burukluk; gözlerimde hafif nemHaberin yoktur ama biz ayrıldık bir tanem. Zaten birbirimizden ne zaman haberdardık İki ayrı şehirde farklı yönlere vardık. Yine de olsun derdim, ne olacaksa olsunZıt kutuplar buluşup aynı noktayı bulsun! Ama artık iş başka, her şey senin lehineDoğru bildiğim her şey kalbimin aleyhine. Zamanında “unut” der baştan kesip atardınArtık gözün aydındır, seni benden kurtardın. “Bu iş olmaz” konulu bütün uyarılarınŞimdi ayyuka çıkmış realist yaraların. Evet; sen haklı çıktın ve bu iş olamadıSevgim göz mektebinden geçer not alamadı. Lakin artık mektep de muallim de emrimdeSıramı sana verdim, otur benim yerimde. Biraz da benden izle takındığın tutumuBu yönde kullanayım tüm kanaat notumu. Sanma ki kâinatta sevda duygusu bakiKalbe sıkan oldukça o da ölür illaki.

Bazen umursamazlık bazen de yersiz gururSevdayı kurşun değil, bu tür hasetler vurur. Sende sanat var deyip yazdığım şiirleriMaziye gömüyorum; artık oradır yeri. Sanat anlamak için muallim olmak yetmezAhenk yoksa bacada şiir dumanı tütmez. Yaz muallime hanım, yaz bunu bir kenaraSevenin alnı ak da sevmezin fikri kara! Park şahit, mehtap şahit, bank şahit bu durumaZirveleri isterken savruldum uçuruma. Hayallerim virane, düşlerim allak bullakİflah olacak mıyım, o da büyük muallak! Tek taraflı ahdime zor gelse de bu yorumTek taraflı feshedip noktayı koyuyorum. O park, o bank, o mehtap hâlâ bende duruyorVe bende tüm saatler ayrılığı vuruyor. Sözlerimde burukluk; gözlerimde hafif nemAllah’a emanet ol, biz ayrıldık bir tanem.

TEK TARAFLI AYRILIK

Muhammet Emin TÜRKYILMAZ

Page 188: HECE TAŞLARI - Turuz

16 He c e t a ş l a r ı 3 0 . s a y ı O n 5 a ğ u s t o s 2 0 1 7

ÂŞIK ŞİİRİNE MÜDAHALELER -3-ÖLMÜŞ ÂŞIKLARI DÖVÜŞTÜRMEYELİM!

Prof.Dr. Saim SAKAOĞLU

Zaman zaman söylemişimdir, yazmışımdır da… Okuduğumu, hatta ezberlediğimi hatırladığım ilk iki âşık şiiri Karaca Oğlan ve Sümmanî’ye ait birer koşma idi; daha doğrusu aitmiş. İlerleyen yıllarda bu alanda çalışmalarım yoğunlaşınca gördüm ki durum hiç de benim öğrendiğim gibi değilmiş. Meğer, Karaca Oğlan’ın şiirini bir yerlerde derleme yapılırken bir başka âşığın adına bağlayıvermişler ve böy-lece radyo repertuvarında öbür âşığın adına çalınıp söylenir olmuş. Durumun böyle olmadığını ortaya koyuncaya kadar epey uğraşmıştım.

Sümmanî’nin şiirine gelince… Onun durumu daha da karışıkmış. Meğer bu şiir de başka bir âşığa aitmiş de Sümmanî’nin adına bağlanıvermiş. Bu durumu da bir bildirimde ortaya koymaya çalışmıştım (Sakaoğlu 1987: 219-221 ve oradan Sakaoğlu 2014: 207-209). İşte bu maceralardan sonra âşık şiirlerine daima şüpheyle bakmaya çalıştım. Ancak gördüm ki bu karışmalarda sadece dikkatsizlik, cahillik, kasıt, vb. sebeplerin yanında hiç aklımıza gelmeyecek durumlar da varmış.

Önce aşağıdaki örneklere bir göz atalım. Beğendiğimiz bir fıkrayı kendi bölgemizin fıkra tipine bağlamayı çokça yapmışızdır. Sadece fıkraları mı, türkülere de bu yolla sahiplenmekten geri kalmamı-şızdır. Ya bunların tersi için ne diyeceğiz? Sabahattin Eyüboğlu - Yaşar Kemal [Göğçeli] ikilisinin ortak imzalarıyla yayımlanan Gökyüzü Mavi Kaldı’da okuduklarımız da bizi son derece şaşırtmaktadır. Orada aynen şöyle deniliyor:

“… o bölgenin irili ufaklı gelmiş geçmiş şairlerinin en güzel şiirlerini odak noktası olmuş köklü bü-yük şairine malediyor. Örneğin Çukurova’da şiirleri bilinip de yaşamı üstüne hiçbir şey bilinmeyen bir Kul Halil var. Ben çocukken birçok şiirleri Torosta Andırın, Göksun köylerinde bilinirdi. Bu iyi şairin bütün şiirleri Torostan ovaya inince hemen Karacaoğlan’a malediliyordu. Biraz, belki de bir çok olumlu değişikliğe uğrayarak.” (Eyüboğlu - [Göğçeli] 1978: 13-14 ve oradan Sakaoğlu 2012: 820).

“… Bir de gene 19. Yüzyılda yaşamış Çukurova’da bizim köyün yanındaki Hürüuşağı Köyünden olan bir Kul Abdurrahman vardı. Kul Abdurrahmanın şiirleri bizim yöremizde Kul Abdurrahman’ın olarak biliniyordu. Bizim yöremizden biraz uzaklaşınca, Kozana, Osmaniye’ye, Andırın’a gidince Kul Abdurrahmanın şiirleri hemen Karacaoğlanın oluyordu.” (Eyüboğlu - [Göğceli] 1978: 14 ve oradan Sakaoğlu 2012: 821).

Görüleceği üzere gariban şairlerin en güzel şiirleri onlara layık görülmüyor, hemen Karaca Oğlan’ın adına bağlanıveriyor. Acaba yazımızın başında verdiğimiz iki örnekteki Karaca Oğlan ve Sümmanî şiir-leri de böyle mi başkalarına bağlanmış veya başkalarından onlara mı bağlanmış ? Araştırılması gereken konu budur.

Bazı araştırıcılar için şu tür bir iddia ileri sürülür: Onlar, cönklerden veya kaynak kişilerden derle-dikleri şiirlerin diline dokunmakta, anlaşılması zor olan kelimeleri Türkçeleriyle değiştirmektedirler. Bu tür iddialar daha çok harf inkılabının gerçekleştirildiği yıllarda yapılmıştır. Hatta bu konuda bir yazar ve araştırıcımızın adı sıkça gündeme gelir. Doğrudur, kafiyeyi ve hece sayısı ile durak sistemini bozmamak kaydıyla bu tür değişikliklerin yapıldığını bu alanla ilgilenenlerin çoğu bilmektedir. Biz kişi adları verip ruhlarını üzmek istemedik.

Bir de paylaşılamayan şiirler vardır. Acaba bir şiirin ikiden fazla âşığa bağlanarak yayımlandığı söz konusu olmuş mudur? Üç sayısının az bile olduğu şiirlerin olduğunu da hatırlatmak isteriz. İşte size dört ünlü ad

Âşık Kerem - Âşık Sefer Ali (Azerbaycan) - Karaca Oğlan - Ercişli EmrahPertev Naili Boratav’a göre Âşık Kerem yaşadığı şüpheli bir hikâye kahramanı âşıktır. Boratav Ercişli

Emrah için de aynı görüştedir. Âşık Sefer Ali / Eli 18. yüzyılda Azerbaycan’da yaşamış olup âşıklar arasın-da “Üstad Âşık” olarak tanınır.

Page 189: HECE TAŞLARI - Turuz

17O n 5 a ğ u s t o s 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 3 0 . s a y ı

Karaca Oğlan’ı ise hepimiz biliyoruz. İşte bu dört âşığın adına kaydolan bir şiir, “-i yârdan ay-rılanın” redifli sekizli koşma Ergun’da (1934: 40) ve Sakaoğlu-Alptekin-Şimşek’te (1986: 17; 2000: 127-128) dörder dörtlük ve değişik Karaca Oğlan kitaplarında (Ergun, 1963: 272-273; Karaer, 1973: 274-275; Öztelli, 1978: 341-342) beşer dörtlükten oluşmaktadır.

Hey ağalar nice olur Hâli yârdan ayrılanın Varır bir engine düşer Yolu yârdan ayrılanın

Karanfiller tutmaz imiş Gül dikensiz bitmez imiş İşe güce yetmez imiş Eli yârdan ayrılanın

Şahinler göğe çekilir Turnalar yere dökülür On beş yaşında bükülür Beli yârdan ayrılanın

DertliKeremgelir derler Gelir burda kalır derler Söylemeden ölür derler Dili yârdan ayrılanın (Ergun, 1933: 40) ***** Ay ağalar bele m’olur Halı yardan ayrılanın Gayıdıb sarpa düşermiş Yolu yardan ayrılanın

Dağdan duman ötmez imiş Gül tikansız bitmez imiş İşe güce getmez imiş Eli yardan ayrılanın

Dağlardan duman çekilir Gedib ümmane tökülür On beş yaşından bükülür Beli yardan ayrılanın

Eli [Ali] deyir alır imiş Derdi cana salır imiş Söylemekten galır imiş Dili yardan ayrılanın (Sakaoğlu-Alpte-kin-Şimşek, 1986: 17; 2000: 127-128)

***** Erzurumlu Emrah - Karaca Oğlan

Karaca Oğlan ile Emrah kendi coğrafyalarında çok sevilen iki âşığımızdır. Bunun sonucu olarak şiirleri de karışmaktadır. Ancak dillerindeki fark-lılık uzmanlarca kolayca ayırt edilebilmektedir. Aşağıdaki şiir başta Köprülü (1940: 632-633 ve 1965: 760) olmak üzere çeşitli kaynaklarda beşer dörtlükten oluşmaktadır. Karaca oğlan ile ilgili bütün kaynaklar ise şiiri bu âşığımıza bağlamak-tadır. Ancak Karaca Oğlan’ı da inceleyen Köprülü sadece Emrah’a bağlamaktadır. Emrah üzerine ça-lışan Metin Karadağ eserinde bu şiire yer verme-miştir.

Nedense Erzurumlu Emrah ile yıldızı pek ba-rışmayan Cahit Öztelli ise bu konuda şöyle demek-tedir:

“Karacaoğlan’da iki dörtlük eksiktir. Emrah tarafından iki dörtlük ilâvesiyle kendine mal edil-miş veya Eflâtun Cem’e söyleyen [kaynak kişi] Ağa Dayı kendiliğinden iki dörtlük katmış (Bi-rinci baskıda vardır. [Yeni baskılarda da vardır.]). Dil bakımından Emrah bu kadar sade ve güzel şiir söyleyemez. Esasen Emrah’ın hiçbir semaisi yok-tur. Bilinenler hep başkasına ait olanlardır.” (1975: 75’den Sakaoğlu 2012: 176).

Öztelli bu oylumlu yazısını ertesi yıl, Sahte Şöhret Bir Ozan - Erzurumlu Emrah (1976) adıy-la kitap bütünlüğünde yayımlamıştır. Ancak bura-da âdeta Emrah başkalarının şiirlerini alıp kendi mahlası ile söylüyormuş gibi bir hava estirilmek istenmektedir. Oysa durum hiç de öyle değildir. Karaca Oğlan’ın şiirinin başkalarının adıyla der-lenmesinin yanında özellikle Çukurova’da başka âşıkların şiirlerinin Karaca Oğlan’a bağlandığı da unutulmamalıdır. Kısacası Emrah’ı sevenler başka âşıkların şiirlerini bilerek veya bilmeyerek âşıkla-rının adına bağlayıvermiştir.

Gönül gurbet ile çıkma Ya gelinir ya gelinmez Her dilbere meyil verme Ya sevilir ya sevilmez

Yüğrüktür bizim atımız Yârdan atlandı zâtımız Gurbet ilde kıymetimiz Ya bilinir ya bilinmez

Page 190: HECE TAŞLARI - Turuz

18 He c e t a ş l a r ı 3 0 . s a y ı O n 5 a ğ u s t o s 2 0 1 7

Bahçenizde nar ağacı Kimi tatlı kimi acı Gönlündeki derd ilâcı Ya bulunur ya bulunmaz

Deryâlarda olur bahrî Doldur da ver içem zehri Sunam gurbet ilin kahrı Ya çekilir ya çekilmez

Emrah der ki düştüm dile Bülbül figan eder güle Güzel sevmek bir sarp kal’e Ya alınır ya alınmaz (Köprülü, 1940: 632-633; 1965: 760) (3/3’teki Gönlündeki söyleyişi öbür kaynakla-rın tamamında Gönüldeki şeklindedir.)

***** Gel gönül gurbete gitme Ya gelinir ya gelinmez Her güzele meyil verme Ya sevilir ya sevilmez

Şâm-ı Şerif’tir zatımız Yörüktür bizim atımız Gurbet elde kıymatımız Ya bilinir ya bilinmez

Karac’Oğlan düşse yola Hızır yardım etse bile Yâr dediğin demir kale Ya alınır ya alınmaz (Sakaoğlu 2012: 659-659)

Örneklerden hareket ederek şunları söyleyebi-liriz. Âşıklar arasında başkalarının şiirlerine sahip çıkanlar elbette vardır ve var olacaktır. Koskoca bilim adamları meslektaşlarının, hatta öğrencile-rinin çalışmalarına tenezzül ettikten sonra âşıklar-da da bu durum kaçınılmaz olacaktır. Bu aşırma işi önceki dönemlerin âşıklarından alınanlardan yapılabileceği gibi kendi döneminin âşıklarından da yapılabilir. Ama bu tür işleri daha çok o âşığı sevenler bilerek veya bilmeyerek yapmaktadırlar. Özellikle aynı mahlası kullanan âşıklarla ilgili ça-lışma yapanların bu konuda aşırı derecede dikkat-li olmaları gerekmektedir. Başımıza gelenleri de unutmayarak şöyle demek istiyoruz. Günümüzde ne yaparsak yapalım ölmüş âşıklarımızı incitip on-ları kara toprağın altında dövüştürmeyelim.

KAYNAKLAR

Müjgân CUNBUR (hzl.), Karacaoğlan/ Şiir-ler, Ankara 1973.

Sadettin Nüzhet [ERGUN], Karaca Oğlan /HayatıveŞiirleri, İstanbul 1933.

Sadettin Nüzhet ERGUN, KaracaOğlan, İs-tanbul 1963.

Sabahattin EYÜBOĞLU - Yaşar Kemal [GÖĞ-ÇELİ], GökyüzüMaviKaldı /HalkEdebiyatın-danSeçmeler, İstanbul 1976.

Mustafa Necati KARAER (hzl.), Karacaoğlan /Hayatı-Sanatı-Şiirleri, Ankara [1973].

M. Fuat KÖPRÜLÜ, Karaca Oğlan / XVII.YüzyılSazşairi, İstanbul, 1940.

Fuat KÖPRÜLÜ, Türk Saz Şairleri / XIX. Asır Sazşâirleri- Erzurumlu Emrah-Âşık Dertli, Ankara 1965.

Cahit ÖZTELLİ, “Erzurumlu Emrah’a MalEdilenŞiirler”, FolklorAraştırmalarıKurumuYıllığı 1975, Ankara 1975, 44-80.

Cahit ÖZTELLİ, SahteŞöhretBirOzan/Er-zurumluEmrah, Ankara 1976.

Cahit ÖZTELLİ, KaracaOğlan/BütünŞiirle-ri, İstanbul 1978.

Saim SAKAOĞLU-Ali Berat ALPTEKİN-Es-ma ŞİMŞEK, AzerbaycanÂşıklarıveElŞairleri, İstanbul 1985.

Saim SAKAOĞLU, “Cönklerin Kültür Ta-rihimizdeki Yeri”. Fırat Havzası Yazma EserlerSempozyumu, 5 - 6 Mayıs 1986 Elazığ, Ankara 1987, 219-226.

Saim SAKAOĞLU-Ali Berat ALPTEKİN-Es-ma ŞİMŞEK, Azerbaycan Âşıkları ve Halk Şairleri Antolojisi I (16-18. Yüzyıllar), Ankara 2000.

Saim SAKAOĞLU, Âşık Edebiyatı Araştır-maları, Konya 2014, 207-211.

Page 191: HECE TAŞLARI - Turuz

19O n 5 a ğ u s t o s 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 3 0 . s a y ı

SUNA’YI TARİF

A.Muhlis ÖZHECE

İçgüdüsel bir yorumdur SunaGerçeğin gerisi, düşün önüdürSevdadan başka bir durumdur SunaSuna gayelerin başka yönüdür.

Suna boyutların küçülmesidirMaddenin manaya açılmasıdırYaşamsal bir zehrin içilmesidirDelinin ayıdır, günüdür Suna.

Suna iki başlı bir ifadedirSuna yalnızlığın öldüğü sedirSuna karışıktır, Suna sadedirSarhoş bir heykelin canıdır Suna.

Suna sarı saçlı bir çağrışımdırSuna zerrelerim, Suna dışımdırAnlamak ve bilmek benim işimdirSormayın; nerdedir, hanidir Suna?

Suna varlığımdır, Suna özümdürSuna bilmecedir, Suna çözümdürSade benim değil, Suna bizimdirBaşlayan her şeyin sonudur Suna.

Suna saçlarımın ak olmasıdırSuna milyonların tek olmasıdırSuretin asılda yok olmasıdırSöylenen her sözden yenidir Suna.

MANİLER

Cevat AKKANAT

Has köpeksin EleniAl eline geleniEvcil mevcil demedenBağla keyfe geleni

Bursa, 20 Mart 2017

Bu bir manidir yaniDeme sakın ne haniTav olma aman amanAl git derler ananı

Bursa, 20 Mart 2017

Gök kuşağı mor imişMor yanı da çürümüşKorku düştü içimeDevlet dersi zor imiş

Bursa, 21 Mart 2017

Page 192: HECE TAŞLARI - Turuz

20 He c e t a ş l a r ı 3 0 . s a y ı O n 5 a ğ u s t o s 2 0 1 7

KALABALIKLAR

Yaşar ÖZDEN

Dokunmayın bana yalnız kalayımİçimi çürüttü kalabalıklar.Karanlığa ışık olayım dedimMum gibi eritti kalabalıklar.

Bir yanım yıkıldı ören olmadıBir yanım çürüdü gören olmadıÇınardım yudum su veren olmadıKökümü kurttu kalabalıklar.

Şaşırdım dünyaya geldim geleliKimi deli dedi kimisi veliAltmış yıllık uzun engelli yoluAyaksız yürüttü kalabalıklar.

YaşarÖzden bozamadım oyunuHiçbir eğri düzeltmedi huyunuYara kavuştuğum düğün gününüMateme bürüttü kalabalıklar.

YALNIZLIK

Sabahattin KARADAŞ Dostum Yaşar ÖZDEN’eBırakmayın yalnız hiç beni benleÇürütür içimi yalnızlık benim.Dostlarım devadır yaralı gönleEritir gücümü yalnızlık benim.

Kalp sarayım yıkık ören olmadıBen bende mahkûmum gören olmadıCiğer büryan suyum veren olmadıKurutur kökümü yalnızlık benim.

Garip kaldım kendim bildim bileliÇıktığım yol engebeli hileliEktim biçtim harman ettim çileliBüyütür yükümü yalnızlık benim.

Gün görmedim otuz yıldır eşimdenHelâl lokma yedirdim her işimdenKıymet bilmez evlatların peşindenSürütür öykümü yalnızlık benim.

Hakkakul’um yenik düştüm hatamaBenim gibi gece gündüz yatamaDönüştürdü düğünümü matemeBürütür türkümü yalnızlık benim.

Page 193: HECE TAŞLARI - Turuz

21O n 5 a ğ u s t o s 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 3 0 . s a y ı

dOKUNAN ŞİİRLER-3- Tayyib ATMACA

Bir erkeğin ilk defa baba, bir kadının ilk defa anne heyecanı, doğumdan sonra yerine nasıl sevince bırakırsa bir şairin/şairenin de ilk kitabı ilk çocuğu gibidir. Çocuk doğana kadar anne ve babanın ne sıkıntılar yaşadığını yaşayanlar bilir. Ama çocuk doğup kucağa gelmeye, sevilmeye başladığında kimisi babasına, kimisi annesine, kimise de kan bağı bulunan bir akrabasına benzetir. Her ne kadar da çocuğun asıl zahmetini çeken anne ve babası olsa da “eşeğin kuyruğunu kesme, kimi uzun der, kimi kısa der” meseli gibi ilk kitabınız, ilk gözağrınız için elbette birileri birşeyler söyleyecekcektir.

Çocuğunuzun/kitabınızın ilerleyen zamanlarda nasıl bir çocuk/nasıl bir eser olacağını da zaman gös-terecektir.

Ecir Demirkıran, 1957 Siirt/Kurtalan doğumlu bir şair. VurgunYareğimilk gözağrısı 2016 yılında okur ile buluştu.

Bir şiir kitabının kapağı bir mektubun zarfı gibidir. Cep kitabından biraz daha büyük ciltli bir kitabın kapağını aralayarak okumaya başlıyorum:

Yokluğunda bana uyu diyorsun Seni yıldızlar mı çalıyor anne Sabaha kalmadan hep gidiyorsun Gündüzler aydınlık sevemem anne (s.31)

Yakalandım dün gece bir gönül hırsızına Bir utangaç haldeydi soramadım kendine Şöyle bakınca yerden yansıyorken yüzüne Gamdan ötü hüznünü diyemedim kendine... (s.38) Babasız yaşanır, yârsız yaşanır Sensiz yaşanmaz ki nerdesin anne Bir ömür geçse de hasretin kalır bu beden hep yarım, sen yoksun anne. (s.83)

Ahmet Yılmaz 1968 Malatya doğumlu. Osmaniye’de ikamet etmekte. Orada yaşadığım yıllarda şiire ilgi duyduğunu biliyordum ama gizliden gizliye şiirler yazdığını bilmiyordum. GönülSürgünüisimli şiir kitabıyla okur karşısına çıkan şairler arasına katıldı. Şiirlerinin tamamı hece ölçüsü ile yazılmış. Hecenin kendi kalıpları içerisinde yazdığı şiirlerde gayet başarılı diyebiliriz.

Kimi zaman hayal bazen güş gibi Titredim elinde yavru kuş gibi Yanarım aşkına kor eteş gibi Kölümde, odumda, mözümde yar var (s.117)

Nicedir bekledim gelirsin diye Ayları yıllara eklerim yoksun Çektiğim özlemi bilirsin diye Umuda sarılıp beklerim yoksun (s.103) Anne ve babanın duaları insanın üzerinde gizli bir şemsiye gibidir. Yaz sıcaklarında yakmaz, yağ-

murlu havalarda ıslatmaz. Annemiz ve babamız hayattayken pek bunun farkına varmayız ama onlar dünlalarını değiştirdiklerinde üzerindeki şemsiyenin bir rüzgara kapılıp uçtuğunu hissedersiniz. Yaz sı-caklarında yanmaya yağmurlu havalarda ıslanmaya başlarsınız.

Baba biraz da tespihin imamesi gibidir, o dünyadan ayrıldığı zaman tespihin diğer taneleri olan ço-cuklar dağılmaya başlarlar. İşte AhmetYılmaz da bir şiirinde tam da bu mevzu üzeriden yarası olanların yarasınını kanatmaya çalışıyor.

Page 194: HECE TAŞLARI - Turuz

22 He c e t a ş l a r ı 3 0 . s a y ı O n 5 a ğ u s t o s 2 0 1 7

Daima ederken derde haldaşlık Muhabbet tükendi bitti yoldaşlık Yokluğunda çabuk bitti gardaşlık Herkes bildiğini okuyor baba. (s.35)

Kahramanmaraş için “şiirin ve edebiyat şehri” derler. Her ne kadar da Cahit Zarifoğlu’nun Yedi Güzel Adam şiirinden hareketle (söz konusu bu Yedi Güzel Adam’larla ilgili çekilen dizi vesilesiyle) Kahramanmaraş bu ünvanla anılmaya başladı.

Kahramanmaraş şiirini besleyen asıl damar, tümüne Elbistan ovası diyebileceğimiz, Göksun, Afşin ve Elbistan’dır. Her ailede bir şair çıkmazsa en azından her kabileden mutlaka bir şair çıkar. Bu biraz da bir geleneğin devamı gibi. İşte o şairlerden birisi de TalanOlduHayallerşiir kitabıyla Mahir Başpı-nar’dır. Bu coğrafyanın şairleri (istisnalar hariç) şiir yazmak için belli bir eğitim almadıkları, şiir üzerine kafa yormadıkları gibi halk şiirini neredeyse kusursuz kullanmaları bakımından ilginçtir. Rüştünü henüz ispatlayamayan şair adayları bile halk şiirinin kurallarına riayet ederek şiir yazarlar.

Mahir Başpınar şiirlerini ağırlıklı olarak hecenin 11’li ölçüsüyle yazmış ama kitabın içinde 8’li ve 14’lü hece ile yazdığı şiirlere de var. Bu coğrafyada şiire erken yaşlarda başlayıp kırk-elli yaşında ancak kitaplarını yayımlayabiliyorlar.

Kitapta dikkatimizi çeken bir husus oldu. Kitabın girişinde on kişi kitap hakkında (güya kitabı taltif edecek) yazı yazmış. Bu tür yazılar kitaba ne tür katkı sağlar doğrusu bilemiyorum. Şairi ve başka-ları için gerekli gibi görünebilir ama, ben şiir okuyucusunun kitapla ilgili yazılan yazıları okuyarak şiirin kapısını aralamasını doğru bulmuyorum. Çünkü kitap ile ilgili yazı yazanlar şairin şiiri ile ilgili daha önce bir okuma yapmadan şairle ilgili çoğu zaman afaki sözler sarf etmek zorunda kalıyorlar.

Neyse zarfı sağa sola çevirip tekrar tekrar üzerini okumaya gerek yok. Biz şiire gelelim. Uykumda gözlerin gözüme değdi Gördüğüm rüyayı yor da öyle git Sırtıma yüklenen koskoca dağdı Ne olur halimi sor da öyle git. (s.32)Şiiri sözün sıkıştırılmış hali olarak düşünürsek şair söyleyeceğini ilk dizede söylemiş, diğer dizeler

ise ilk dizedeki derinliğin yerini doldurma dizeler almış. Aynı handikabı bir başka şiirinde daha görüyoruz.

Sevmiyorum karanlığı geceyi Çabuk yetiş ışığım ol ölmeden Aşk denilen o sihirli heceyi Fısıldayıp aşığım ol ölmeden (s.29) Başpınar’ın şiirleri kendi içinde ve mahalli kalıplar içerisinde kendine özgü bir yere sahip. Şair, şu

konuda da bir şiir yazayım, şunu da taltif edecek bir şiir yazayım diyerek şiir yazarsa o şiir hem ısmarla-ma bir şiir olur hem de şair yazdığı şiire duygusunu katamaz. Şiir, geldiği zaman önceden haberli misafir gibi gelmemeli.

Başpınar, halk şiir geleneğini iyi biliyor hatta aşıklık geleneği içerisinde sayılan “Dedim-Dedi” tü-ründen yazdığı bir şiiri de buraya almayı uygun bulduk:

Dedim: Karanlık gecede dolunay mısın? Huri misin melek misin sen nesin? Sığınıp kaldığım durgun koy musun? Huri misin melek misin sen nesin?

Dedi: Ay olsam da karınlıktır bir yüzüm Ben laleyim, menekşeyim sümbülüm. Güneşe dönüktür diğer bir yüzüm Ben laleyim, menekşeyim sümbülüm. (s.65)

Page 195: HECE TAŞLARI - Turuz

23O n 5 a ğ u s t o s 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 3 0 . s a y ı

Şairler biraz da yaşadıkları coğrafyada daha önce kendilerine öncü olmuş âşık/şairlerin izinden gi-derek kendi aşık/şair şahsiyetlerini oluştururlar. TanerKarataş namı değer Ozan Mizani de Kars âşıklık geleneğini iyi bilen bir (saz çalıp çalmadığını bilmiyorum) şair. Karataş’da ellisini geçen bir şair. Sa-ati Sevgiye Kurdum isimli ilk şiir kitabı ile okur karşısına çıkıyor. “Taner Karataş; Âşık Şenlik, Dede Kasım, Posoflu Müdami, Murat Çobanoğlu, Şeref Taşlıova gibi ozanların yetiştiği, Sümmani ve Âşık Elesker gibi halk ozanlarının da etkisinde olduğu Azerbaycan, Kars ve Doğu Anadolu sahasında yetişen değerli bir çağdaş ozandır.” (s.14)

Okumaya başladığım güzel şiirlerin altını mutlaka çizeriz. Çünkü çizdiğimiz yerde bize dokunan yüreğimizi yakan ya da gönendiren kelimeler vardır. İşte Mizani’nin çizik yiyen iki dizesi:

Hoca çok maya çaldı bulamadı yoğurdu Mülteci botla battı deniz çocuk doğurdu (s.85) Aynı şiirin divamı bir başka iki dizede de şair yüreğimizi kanatmaya devam ediyor. Deniz kabul etmedi dalga attı kenara İnsanlık suspus oldu suda balık bağırdı (s.85)

Tecnis âşıklık geleneğinde ustalık gerektiren bir şiir dalıdır. Azerbaycan Âşıklarının söylediği bu şiir dalı, şairin Karslı olması münasebeti ve aşıklık geleneğini iyi bildiğinden bir de Cigalı Tecnis dememiş. Âşıklar tecnisi ya usta malı olarak söylerler ya da irticalen o anda söyleyecekleri gibi bir âşıkla atışarak da söyleyebilirler. Mizani’nin düşünerek söylediği tecnisi okuyalım:

Ozanlığın değerini bilmeyen Sanat harikası derler bu dala Ben aşağım bu dala Bu bahçeye bu dala Emeksiz meyve vermez Al çapayı budala Usta çırak ilişkisi olmayan Senin gibi abes bakar bu dala (s.60) Şair güzel bir tecnis örneği sunmuş ama, yazdıktan sonra şiir demini almadan okura sunmuş.

Tarla çapa ile çapalanır meyve ise ya testereyle ya da bıçakla budanır. Ayrıca şair bir bir başka manaya gelecek bir başka budala kelimesini unutmuş olmalı.

Ozan Mizani’nin okumuş olduğumuz bir diğer kitabı da Deryadan Damlaya, bakalım hangi damla-dan deryaya götürecek altı çizili şiirlerle karşılaşacağız. Şairin duyguları daha çok kendi coğrafyasında beslenir. Aşık Şenlik de Kars ve yöresinin aşıklarını etkilediği gibi şairleri de etkilemiştir.

Keşke düşmeseydi Revan’a yolu Zalimler kastine sundular dolu Erkenden kırıldı budağı dalı Hekim saramadı yaranı Şenlik. (s.65)

Şair burada Aşık Şenlik’in Erivan’da bir toya davet edilir ve orada zehirlenerek öldürüldüğüne gön-dermede bulunuyor.

Ömrün hep kışla geçer yaza hasret kalırsın Bir edeya cilveye naza hasret kalırsın Yolların yokuş olur düze hasret kalırsın Kervan vuslata çatmaz duygu yoksa içinde (s.71)

Mizani gündüz güneş gece aya çekildim Ok vurdular sineme her gün yaya çekildim Çektim el ayağımı inzivaya çekildim Sevda denen bu yola çıkarsam kör olayım (s.110)

Ey Mizani mizan kurulana kadar aşk var olacak. Fuzuli ustamızın şöyle dediğini unuttun mu? Aşk imiş her ne var âlemde. İlm bir kıyl ü kâl imiş ancak.

Page 196: HECE TAŞLARI - Turuz

24 He c e t a ş l a r ı 3 0 . s a y ı O n 5 a ğ u s t o s 2 0 1 7

Sönüyor ruhumda yaktığın ocakGözlerin doluyor ellerin sıcakSen böyle gitmezdin yola bakarakAlnımdaki busen yâdigar olsun.

Dokuz dağın çiçeğisin gülünceHayat sensin anlamını bilinceDerinden ah çekip şevke gelinceO hülyalı ömrün nev-bahar olsun.

Öyle ince öyle masum bakışınYüreğime ılgıt ılgıt akışınSevgimizi işlediğin nakışınEzelden ebede payidar olsun.

Mecnun olan vazgeçer mi Leylâ’danBıkılmaz güzelim tatlı beladanCoşkun gönül usanır mı sevdadanÇekilen çileler âh ü zâr olsun.

Endamında bir çözülmez büyü varGüzellikler senin kaldığın diyarŞu kurak vadiler çorak sahralarAyağın değince lâlezâr olsun.

Selamın içine sitem yükleyenÖzlemin üstüne sabır ekleyenGittiğin yollardan seni bekleyenIssız dağ başında bir mezar olsun.

Aşkın olmaz bedel ile pahasıBitsin keder dinsin gönüller yarasıSevenlere kalsın büyük mirasıBu tertemiz sevgi iftihar olsun.

Güneşli sabahlar övgüler seninBen sana güvendim sen benden eminPınarın başında edilen yeminSözünden dönene intizar olsun.

Gönüller efkarlı yürekler yaslıSaadetle bitmez sevdanın faslıVuslata ermedi o güzel AslıBundan sonra aşka itibar olsun

Sensizlik kalbimde derin bir ırmakHasretin içimde asırlık tutsakVeriyorum işte canımı adakBari bir tel saçın bergüzâr olsun.

BERGÜZÂRAhmet URFALI

Page 197: HECE TAŞLARI - Turuz

aylık şiir dergisi

On5eylül2017

HECE TAŞLARI

elektronik haberleşme adresi [email protected]

31

Page 198: HECE TAŞLARI - Turuz

HECE TAŞLARI Aylık Şiir Dergisi Yayın Yönetmeni Tayyib Atmaca Kapak Fotoğrafı Yasin Mortaş Tasarım Adem Konan Yazışma Haydar Bey Mh. 32077 Sk. Armada 2 D 6 Onikişubat K.MARAŞ 0535 391 92 50 [email protected]

31. Sayı 15 Eylül ISSN 2149-4509. (e-dergi)

Ahmet EFE / Berat DEMİRCİ / Yasin MORTAŞ / Nuri PEKSÖZ / Birkan AKYÜZ / Mehmet KURTOĞLU / Nurullah ULUTAŞ / Elnur ASLANBEYLİ / Ömer Kaplan KOZANOĞLU / Fahri HOŞAB / Ali YAŞAR (DostAli) / Özcan GÜLÇİN / Vahdettin Oktay BEYAZLI /Seyit KILIÇ /Süleyman AYDEMİR / Savaş ÇAKIR / Mustafa Ökkeş EVREN / Hayrettin DURMUŞ / Fazlı BAYRAM / İsmail ÖZMEL / Harika UFUK /

Dr. Halil ATILGAN / Mehmet DURMAZ

EYLÜL

B U S AY I DA

Her eylül bir hüzün tireni gelir, her hatıra bir vagona zor sığar, uzaklarda el salla-yan mendiller, pencerede buğulanan özlemler, rayların altında kalan hayeller, boyunları bükük düşkırıkları, savrulup uçuşan gam yaprakları, gözünde bir gözün derinlikleri, dudağında bir türkünün yanığı, kafesinde çırpınırken can kuşun, efil efil eser bir sarı rüzgâr, gözünü yumarsın kaybolmaz hüzün.

Her eylül bir güzün sireni gelir, doğan kuyruk yavaş yavaş emekler, önce kuşlar havalanır dallardan, sonra üşümeye başlar kavaklar, yaşlı ağaçlarda bir sızı başlar, her doğan gün ile eksilir ömür, toprak yeni tohumları kucaklar, börtü böcek kışlağına yürür-ler, yüce dağlar beyaz düşe yatarlar, pencereler uzaklara açılmaz, vuslat yine prangaya vurulur, hasretten hasrete eklenir günler.

Her eylül bir gözün baranı gelir, ürüzgâr savurur hatıraları, defter arasında gül yaprakları, kokusunu başkasına aldırmaz, dişi kurdun rüyası’nı okuyan, sarı özek boz-kırında yedigey, olursun kendinden haberin olmaz, yarin kaşlarından bir yay yaparsın, koyarsın sadağa kirpiklerini, nereye atarsan bir kavis çizer, deler geçer yağmur bulutla-rını, içinden dışına sağanak başlar, ıslanırsın uslanmazsın bir türlü.

Her eylül bir sözün dereni gelir, sen yeter ki umudunu yitirme, gözünü gözüne değdirdiğinde, uçar bulutların dağlara doğru, ne için dışına bir yol gösterir, ne dışın içi-ne girip kaybolur, kanında dolaşır yılkı atları, ayakların sek sek oynar toprakta, hayat ağacında çiçekler açar, sözün polenleri peteğe dolar, aklın havalanır bir yere konmaz, üstündeki mavi gökten habersiz.

Tayyib ATMACA

Page 199: HECE TAŞLARI - Turuz

03O n 5 e y l ü l 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 3 1 . s a y ı

İbâdetin âdet olmuş be gâfilÂdet ise ibâdetten ne fayda?Âlemleri virân eder zulm ileBöyle şaha itaatten ne fayda?

Hakkı bilir amma yoldan şaşarsınDâim iblis arkasından koşarsınBehey şaşkın per-perişan yaşarsınÇalgı, oyun ve işretten ne fayda?

Sarı benzin gün yüzünü görmemişDîdârına hak ışığı vurmamış...Ahirinde sana fayda vermemişA dervişim, bu uzletten ne fayda?

Çobanlığı bilmez koyun güdersinAh kuzuyu kurtlara yem edersin...Bir menfaat karşılığı gidersinYapacağın ziyaretten ne fayda?

Hile için çıkma sakın pazaraŞöhret olup gelme asla nazaraYapayalnız gireceksin mezaraKavim-kardeş, aşiretten ne fayda?

Merhamet et delikanlım, merhametEtme sakın öz nefsine ihanet..Biraz, ilim, edep, irfan tahsil etÂmâ kılar, cehâletten ne fayda?

Yararın yok ne savaşta, barışta,Sona kaldın çıktığın her yarışta.Dedin: “Dostlar görsün alış-verişte!”Peki böyle ticaretten ne fayda?

Selâm versen kimse almaz selâmınEşi misin Barsisa’nın, Belâm’ınİpe sapa gelmez nice kelâmınEdildiği sohbetlerden ne fayda?

Öğrenmedin ne tatlıdır, ne acıAv değil mi bir avcının amacı?Tavşan aşmış bir baksana yamacıAh-tüh edip, nedâmetten ne fayda?

Cehâletle düştün İblis fendineDosta kıydın getirince pundunaKendin ettin ne ettiysen kendineOnu bunu şikâyetten ne fayda?

Mil çekip de gözlerini oydurdunGariplerin derisini soydurdunAslı yokken nice senet uydurdunYalan yanlış rivâyetten ne fayda?

Ortalığı birbirine katarsınSonra gidip hiç kaygısız yatarsınOrda burda çok taklalar atarsınBöylesi bir mahâretten ne fayda?

Temel taşın çamurdanmış, çürükmüş“Üzüm” dedin, verdiklerin korukmuşHiç helâli gözetmeden birikmişAslı haram şu servetten ne fayda?

Başta akıl, dahi sende yürek yok!Çadırında şöyle sağlam direk yokAhmed’im der, fazla söze gerek yokKara günde muhannetten ne fayda?

NE FAYDA

Ahmet EFE

Page 200: HECE TAŞLARI - Turuz

04 He c e t a ş l a r ı 3 1 . s a y ı O n 5 e y l ü l 2 0 1 7

ŞİİR VE GELENEK ÜZERİNE KONUŞMALAR/beş

Berat DEMİRCİ

Konuşturan: Tayyib Atmaca

Önünüzde tarihi bir kapı var ve siz bu kapıyı elinizde avuç alanınızı aşan bir usta elinde düğülmüş bir açar ile sözün kapısını açtığınızda gelenek ve şiir üzerine döşediğiniz, ruh ve gönül işçiliği ile süslediğiniz şiir otağı nasıl meydana geldi?

Üstad Sezai Karakoç, “Gelenek sanatkârın miracıdır!” demiş… Geleneği farklı tanımlayanlar çıkabi-lir, “yaşayan ve yaşatılan din”in, hayata açılan kanadıdır. Hayatımızın içinde ne varsa onun bir geleneği oluşmuştur. Gelenek, yanlışta ittifak etmez; bir tür icmâ gibidir. Ben iyi bir dinleyiciydim, söz ehlinin ağzına bakarak müslümanca bir hayatı dille nasıl seyrettiklerini dinledim. Dinlemeyi severim…

Dilimi dinleyerek öğrendim, okumak yolda yürürken illa ki, şarttır. Bir “haber” olarak gördüğümde, özge bir ıstılah duyduğumda, günlerce onunla yaşarım. Bu esnada “kendi efkârım”dan bir şeyler sadır olursa; altına korkarak imza atarım. Bir “Yağ satarım bal satarım/Ustam ölmüş ben satarım!” oyunudur sürer gider. Kendimden evvelkilere selam ve rahmet yolluyorum; umarım sonra gelenler de bize selam yollar, rahmetle anar.

Yanınıza genç bir şair adayı geldi, elinde üç beş tane şiiri var ve günümüz şairlerinin parmak izlerini taşıyan ya da taşımayan şiir eskizlerini size sunarak “ağabey bu şiirlerimi bir bakar mısınız, benden şair olur mu?” dedi. Bu şair adayının yol hazırlığı gönül çantasında neler olmalı?

Bir genç, ben bir şiir yazdım diyorsa, yazmıştır. Şiir yazanındır, yazanın taşıdığı dünyayı incitmemek için gayret gösteririm. Özgün dizelerinin altını çizer ve takdirlerimi iletirim o kadar. Gelecekte ne olaca-ğını bilemediğim için, yazmayı sürdürmesini, dilerse haberleşmeye açık olduğumu söylerim. Çok adam tanıdım, birkaç şiir yazar gibi oldu, sonra ticarete atıldı meselâ…

Şair adam doğuştan aristokrattır, kimseye eyvallahı olmaz ve ölene kadar kelimelerle beraber zengin bir hayat sürer. İtiraf edeyim, benden eleştirmen olmaz.

Şairlik bir hayat tarzıdır… Bunun hakkını verip veremediğimi bilmiyorum; belki göçtükten sonra bilinebilir. Okutmak için şiir yazmayı beceren ağzı kalabalık tiplerden uzak durmayı hep tercih ettim. Okutuyorlar…

Gelenekle gelecek arasında kurulan köprüden elimizi kolumuzu sallayarak geçebilir miyiz? Bu köprüden geçebilmek için hangi çığırlardan geçmemiz gerekir? Günümüzde geleneksel şiirin memelerinden emmeden modern şiir yazılabilir mi?

Modern Türk şairi diyeceksek, Şeyh Gâlib’tir derim. Modernite ile şöyle böyle yolu kesişmekle kal-mayıp, hem-dert olanların, yani Modern Türklerin şiiri dersek, şu an ki şiir vasatının altını çizerim. Kötü bir okuyucuyum. Bir dergiyi alıyorum. İlk şiirden itibaren şairlerin adını siliyorum ve mesnevi (!) okur gibi okuyorum. Kalem farkını hissedemiyorum. Denemek isteyen denesin…

Attila İlhan Frengistan edipleriyle şiirleşirken, onlara yeni Türk şiiri örnekleri takdim etmiş. Neyi okusa Frenkler “Aaa, bizde onun âlâsı var!” diyerek, kendi şiirlerinden örnekler vermişler. Nedim’den bir şiir okuyunca ise “Bak, bu bizde olmayan bir şey!” demişler.

Divan ve halk şiirini tanımadan günümüz”modern şiiri”ni yazarken karşılaştığımız engelleri nasıl aş-malıyız?

Divan şiiri ve halk şiiri ayırımı ancak sosyolojik kategorilere işaret edebilir. Böyle olmasına rağmen; nasıl köylülüğü ve şehirliliği ahlakî ve estetik kategoriler olarak değerlendirenler çoğunluktaysa, divan şiiri ile halk şiirini de öyle değerlendirenler çoğunlukta. Müslüman bir topluma Frenkçe bir nazardır…

Günümüz şiirine de, şairlerin işine de karışmam…Alaturkalarla, alafrangaların kesişim noktası baştan ayağa modernitedir. Sözlü bir medeniyetin köşe taşlarını oluşturan şiir nasıl oldu da gönül ve ruh ikliminden uzaklaşarak içi

boş kelime yığınlarıyla dolu sadece manası yazanın karnında saklı “şiir” şekline dönüştü? Karnı dediğiniz iç, yani “batın” tarafıdır. İç dünyası neyse şair onu sızdırır. Şiir daha çok irfandır.Halk şiiri ile divan şiirini birleştiren şey irfan; ayırt edici şey ise ilimdir.

Page 201: HECE TAŞLARI - Turuz

05O n 5 e y l ü l 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 3 1 . s a y ı

Eski şairler söz ve muaşeretin adamıdır. Halk ile ve cümle âlemlerle muaşeret halinde oldukları için, irfanî derinlikleri onlara gönlüne/diline, gönül diline mütenasip şiirler söyletmektedir. Eski şairler ilmî ve irfanî derinliğe sahip şahsiyetlerdir; şairlikleri onların mümeyyiz vasıflarıdır.

Bir de sevdiğim ve tercih ettiğim bir kelime olarak “kursak” diyeyim, karın değil… Sivas’a mahsus da olabilir, “Kursak kavurgasını ister!” diye bir sözümüz vardır. Kursağa göre kavurga yahut kavurgaya uygun kursak… Birbirimizle hangi ahlakî ve estetik ölçülerle muaşerette bulunuyorsak şiirimizi de ona göre değerlendirebiliriz. Muaşeret âleme beşer derisi giydirmektir. Divan edebiyatı bu ölçüler zaviyesin-den baktığımızda halka ne kadar yakınsa, modern şiir de o kadar uzaktır.

Şiir bize neyi anlatır?Bir şey anlatmak amacıyla şiir yazılmaz ama yine de bir şey anlatır. Şairin anlattığı şey, anlatamadığı

her ne ise onu “dile dökmek” çabasıdır. Şiirde usta çırak ilişkisi var mıdır?Teknik olarak evet… Usta çırak ilişkisi vardır ve halk şiirimizde bu çok açıktır, çünkü şifahîdir. Genç

âşık, ustasının önünde diz kırarak saz ve söz öğrenir, sonra kişiliğini bulduğunda ve bulursa özge bir ses olur. Kalem şairi ise ustaları okuyarak kendine yol bulur. Ustası/ustaları belki vardır ama dizinin değil, sözünün dibinde yetişir. Sonrasını getirebilirse şair olur, getiremezse nazire olur.

Şair kendi üslubunu nasıl oluşturur?Üslup evvelâ Allah vergisidir… Allah bazı insanları üslup sahibi olacak şartlarla yaratmıştır. Üslup

inşa edilen bir şey değildir; üslup üzerine şiir inşa edilebilir. Üslup, irfandan kişiye nasip olarak düşendir.Bence teknik öğrenilebilir ama üslup öğrenilemez. Kişinin kendine verilenden yola çıkarak yapılan

“iç yolculuk” ile kazanılır. Gelenekten habersiz geleceğe şiiri nasıl taşırız?“Dil, varlığın evidir!” demiş Martin Heidegger, İbrahim Delice kardeşime göre “Penceresidir!” de-

mek lazımmış. Doğru olabilir. “Gönül varlığın evidir, dil penceresidir!” diyerek, mezcedelim. Dilimize sahip çıkacağız, kelimelerimize… Dilden hareketle bir hayatı geleceğe doğru inşa edebilir, eşyayı yeni-den isimlendirebiliriz.

Modern şiir ya da günümüz şiiri deyince neyi anlıyoruz? Modernitenin hudutlarını çizdiği hayattan şikâyet… İçinde katma değer olarak kullanılan nostalji

veya ideolojik mesaj serpiştirilmiştir.Edebiyat dergilerinde şiir “başrol oyuncusu” olarak önyazıdan hemen sonra “cam kenarı”nda yer

almasına rağmen neden şiir kitapları basılmıyor, basılsa da satmıyor. Şiir dergilerin ya da okurun “dolgu malzemesi” mi oldu?

Okumanın değil, seyretmenin çağıdır. Şiir sahne sanatı gibileşiyor, dergilerin başında yer alması da biraz ondan. Esas oğlan rolü verilmesi, şiir dışı/edebiyat dışı kuvvetlerin giderek daha fazla hâkimiyet/iktidar alanına sahip olmasındandır. Metalaşma dersek ağır olur ama şiir bence ucuza kapatılmaya çalı-şılıyor.

Şiir kitaplarının da hikâye, deneme ve roman kitapları gibi çok okunması için özellikle Milli Eğitim Bakanlığının öncülüğünde edebiyat öğretmenlerinin öğrencilerine şiir ezberletmeleri ve şiir kitapları öner-meleri şiiri ve şiir kitaplarına açılan kapıyı aralar mı?

Himmete muhtaç bir dede, gayriye himmet ede… Bakalım ki bakan şiir okumuş mudur, anlar mı? Meselâ, kültür şurası, kültürsüzlüğün tavana vurduğunun tespiti olmuştur. Cısss...

Osmanlı Padişahlarının kahir ekseriyeti şiir ya da bir güzel sanatla ilgilendiğinden bir ince ruha sahip-tiler. Bundan dolayı içinde yaşamış olduğumuz yüzyıldan önce yaşamış şairler şiirleriyle hâlâ yaşamaya devam ediyorlar. Bu hususta gerek devleti yönetenler gerekse şehir eminlerine reçete olacak düşünceleriniz nelerdir?

Sultanlar ayrı bir iktidar tipinin lideridirler; ilim irfan sahibi olmakla mükelleftirler ve öyle yetişti-rilirler. Bugünün iktidarı, bürokratik bir ağ ve ağ içinde oligarşik örgütlenme ile yürütülen bir toplum mühendisliğidir. En fazla şiirin şehirde ve ülkede konumunun ne olduğunu tayin eder. Tayin ile ne şiir ne şair olur. Şiir özgür adamlara mahsustur.

Modern iktidar, bir düzen ve düzenleme iktidarıdır. Düzene uyanları siteye/sitelere yerleştirir, şiiri ise karekök arasına sığdırmak ayrı bir ustalık ister. Edebiyat adına iktidarla şair arasında katalizörlük de edebiyat dergilerine ve bu manada faaliyet gösteren teşekküllere biçilen işlevdir.

Page 202: HECE TAŞLARI - Turuz

06 He c e t a ş l a r ı 3 1 . s a y ı O n 5 e y l ü l 2 0 1 7

İKİZ MISRALAR

Yasin MORTAŞ

Kuşları Kanatsız Kudüs Risalesi(El Aksa’nın Gözyaşı)

a gözlerindeki köz izleri tarih yanığı mı Kudüs’üm sana dokunmayan ırmağa ve yağmurlara çok küskünüm

b ışığını emen geceye kandil yakarım ben Kudüs’üm şu kan çanağı gözlerime ah /Kabe sürmeleri sürdüm

denizler denizlere aksa seni boğdurmam ki Kudüs’üm ey gül yanakları El Aksa hasrete takılıyor gözüm

penceremde gün-yıl kırıldı vaktim kanadı can Kudüs’üm kandillerin yağsız mı kaldı içe çekildi tebessümüm

dokunsam kutsal yüreğine ateşler içinde Kudüs’üm diken saplanmış ciğerine ah /benim hüzünler sözlüğüm

bak/ mendilimde saklı sabah açarım ezanla Kudüs’üm göğsüme nasıl da battı ah ağıtlara sardığım gülüm

şu yağmurlar ve mescit gülü seni yağar -kokar Kudüs’üm kanıyor bak şafak bülbülü aşkla geliyoruz Kudüs’üm

c söz bir v-akittir kardeşlerim kapıda bekler Kudüslerim

16 ağustos 2017 -saat 02.33

Page 203: HECE TAŞLARI - Turuz

07O n 5 e y l ü l 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 3 1 . s a y ı

NEYE YARAR

Birkan AKYÜZ

Küllerin içinde güller aramaAşkla tutuşmayan köz neye yarar.Cilve sevgilide güzeldir amaÂşık usandıran naz neye yarar.

Tatlı tebessümü defterden silenKirpiği ıslatan, sineye dolan Çorbada olmayan, derde dert olanYaraya basılan tuz neye yarar.

Bazen zülfüyâra dokunmak gerekSeven kan kusmaya başlar giderekNağme tele küsmüş, zehir zemberekAşığı sevmeyen saz neye yarar.

Çare olamıyor merhemler derdeŞahlanmış yalanlar, hakikat yerdeKalpler mühürlenmiş, çekilmiş perdeGerçeği görmeyen göz neye yarar.

Hilkat sebebini, yaşar, bilmedenDile destan etmiş birini, nedenHerkes konuşuyor yüksek perdedenMevla’yı anmayan söz neye yarar.

SILA ÖZLEMİ

Nuri PEKSÖZ

Zemheride bir yolcuyum ey dağlar!Efkârlıyım, sızım kalmış orada.Gurbet olmuş büyüdüğüm o diyarGün yanığı yüzüm kalmış orada.

Hatırlarım beslediğim düşleriAkıtırım yüreğime yaşlarıÇoktan unutmuşum vefasız yâriTeli kırık sazım kalmış orada.

Gurbeti bilirim tarifsiz gamdırUmudum dağlarda garip çobandırTüten bir dumanım yüreğim kandırSavrulmuşum közüm kalmış orada.

Ekinde orakta tırpanda benimEsmer bir ekmeğim yanıktır tenimÇakırdikeniyim, can yakan canımÇözülmemiş kozum kalmış orada.

Yaşmağını çözmüş bir gelin suyaYakar yüreğini gördüğü rüyaHasrettir gurbetten gelen yolcuyaAdım adım izim kalmış orada.

Hayalimde beslediğim gam olurYıldızlara yakın bir akşam olurKağnı olur, saban olur, gem olurUkde olmuş arzum kalmış orada.

Ne çabuk yaylada bitti azığımSelim derelerde, dağlarda çığımBilemezsiniz oralarda çığlığımSolgun, silik yazım kalmış orada.

Yüklenmiş bir katar oldu hasretimBütün yürekleri yakan gurbetimYoksulum bitmeyen bir sefaletimTenim burda özüm kalmış orada.

Page 204: HECE TAŞLARI - Turuz

08 He c e t a ş l a r ı 3 1 . s a y ı O n 5 e y l ü l 2 0 1 7

GİBİSİN

Mehmet KURTOĞLU

Kifayetsiz kalır bütün sözcüklerYüreği kanatan şiir gibisin.

Denizi andıran engin gözünleİçime sığmayan nehir gibisin.

Biricik ideal, varlık sebebimGönlümün devrimi; fikir gibisin.

Korkum, kaygım, aşkım, bütün meselemBilinmeyen denklem cebir gibisin.

Öyle afetsin ki, aklımı çaldınGünahlara soyan münkir gibisin.

Serseri ruhumun huzur bulduğuKaçıp sığındığım şehir gibisin.

Sevdanla doludur bütün benliğim.Hep vecde geldiğim zikir gibisin.

Uğruna ölümü göze aldığım.Altın kâsedeki zehir gibisin.

YAĞMUR

Nurullah ULUTAŞ

bir yağmur çiseler, göklere neşter hüzünden arıtır, sema içini sokakta yakalar ansızın beni bir yağmur çiseler, perdeler titrer

pencere önünde bir gül ağlıyor biriken hüznünü boşaltmak için hasreti yağmurla yıkamak için o ıslak yollara dalıp ağlıyor

göz göze geldik, bir an onunla utanıp saklandı, sildi yüzünü içime nakşetti, nemli gözünü bir sigara aldık, yaktık onunla

her dem filizlendi o nemli gözler kalbimde kırmızı karanfil gibiyağmurda üşürsem ısıtır benibir hatıra oldu ağlayan gözler

Page 205: HECE TAŞLARI - Turuz

09O n 5 e y l ü l 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 3 1 . s a y ı

İKİ ŞİİR

Elnur ASLANBEYLİ

BOY- BOY

Öter gerib-gerib üçtelli durnamCar olar gözümün selleri boy-boyHiffeti bağrımın başında oynarEsdikce gürbetin yelleri boy-boy

O geder ağladım peymanam dolduSaraldı gül gibi irengim solduTerifli gözeller gelhagel olduBey tek bezediler yolları boy-boy

Ne yazdım üstünden gara çekdilerYohsulun ağzını vara çekdilerBeçere aşigi dara çekdilerKesildi dost deyen dilleri boy-boy

AĞLAR

Meğribden meşrige karvanım işlerHeyden düşen canım yol deyü ağlarGel gör de gefesden bahan aslanıSağ deyü iniller sol deyü ağlar

Bir sonam perikmiş göle de gelmezDolanar zalım baht bele de gelmezGeder erdemliyim ele de gelmezMiskin aşigi gör dil deyü ağlar

Derdi bize mehkum derman onunduEken o biçen o hırman onunduŞahlar şahı odu ferman onunduAğam bendesini gul deyü ağlar

ÇERÇİ

Ömer Kaplan KOZANOĞLU

Heybende neler var bir anlat heleYolları devirmiş ihtiyar çerçiNasır nasır babacan elleriyleYılları çevirmiş ihtiyar çerçi

Sabır yutkunursun sıkarsın dişiHayat bulur seni tanıyan kişiYa kim bilir seni yakan ateşiSessiz feryadını kim duyar çerçi

Bulunmaz heybende bir dirhem yalanSadık bir dost olur elinde yılanVeysel’e uzanan Yunus’tan kalanBir misyonu dünyaya yayar çerçi

Kâh kara kışta kâh sarı sıcaktaİzin vardır her köşe her bucaktaEllere dağıtıp kucak kucak taCüzdanına sevgiler koyar çerçi

Şafak ağarmadan çıkarsın yolaDünyayı verirsin bir iki pulaVar git güzel adam uğurlar olaMahrum kalmamalı tek diyar çerçi

Page 206: HECE TAŞLARI - Turuz

10 He c e t a ş l a r ı 3 1 . s a y ı O n 5 e y l ü l 2 0 1 7

SERÂPÂ AŞK

Fahri HOŞAB

Bir güzel ki yansıdığı gün güzelO Güzel’e adanmış bir dün güzelBir güzel ki misilsizdir cemâliO Güzel’e sevdalanmış can güzel.

Çiçek meftun, yaprak meftun, dal meftunGülnihâlde O’na açan gül meftunGüzelleri güzel kılan Güzel’eÂşıkların yürüdüğü yol meftun.

Mânâ mecnun, kelâm mecnun, dil mecnunKalem tutup O’nu yazan el mecnunO Güzeller Güzeli’nin aşkındanMecnunların dolaştığı çöl mecnun. Bir güzel ki O’na hayran göz güzelBir güzel ki O’nu anan söz güzelHer nazarı kalbe düşen kor ateşBir güzel ki O’na yanan öz güzel!

KİMDİR

Ali YAŞAR (DostAli)

Firdevs-i ala’ dan babam Adem’iBir zaman dünyaya sürdüren kimdir?Gerçi evvel hatırlarsak o demiEşyanın sırrına erdiren kimdir?

Her baharın ardı daim kış değilÂşık’ a malumdur, hayal düş değilBir kuru asayla olur iş değilMusa’ya denizi yardıran kimdir?

Elleri kolları bağlı garibanSürmeli gözleri dağlı garibanGariban Meryem’in oğlu garibanİsa’yı çarmıha gerdiren kimdir?

Ne ile baş geldi türlü zahmeteNe ile erişti Hakk’ı fehm’et-eİki cihan serveri canım Ahmed’eHaydar’a velayet verdiren kimdir?

Kırkları bir edip şu ArşullahaTutuşturan neydi o AşkullahaHünkâr Hac-ı Bektaş Kaddesallah’aPostunu meydana serdiren kimdir?

Varlık ile DostAli’nin arasıAlınır mı hiç’lik ile darasıNedir bu muhabbet nedir çırasıBana bu suali sorduran kimdir?

Page 207: HECE TAŞLARI - Turuz

11O n 5 e y l ü l 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 3 1 . s a y ı

BAKTIM ZAMAN PERDESİNE

Özcan GÜLÇİN

Baktım zaman perdesineÖmrüm elekten geçirdimHüznüm ile sevincimiBirbirine denk getirdim!

Sonra düşündüm bu günüKoyamadım hiçbir yere;Ne göklere ne yerlere!

Bir ışıktır yarınımaİçimde renk renk goncalar;Üstüme yağsın yağmurlar!

Ömrümün zemherisinde;İçimdeki aşk ateşiSarıp sarmalasın beni!

Âti, yüzüme gülecek;Perdelerimden süzülüpTek tek eşyama sinecek!

UTANSIN

Vahdettin Oktay BEYAZLI

Yârin rüzgârıyla eğlenir saçım, Naz ile bir bakış yârenim olsun.

Bırak geçsin zaman yine habersiz,Sabaha varmayan gece utansın.

Yıldızlar taç olsun pak saçlarına,Uyuyan gözlerin mahmur uyansın.

Gün nuruyla doğar sevgi bağına,Adını anmayan dilim lal olsun.

Varlığı şad eder, iki gözüm yâr;Gönlüme hicranı salan utansın.

Ayrılık gölgesi düştü mü cana,Hüzün baharında çiçeğim solsun.

Page 208: HECE TAŞLARI - Turuz

12 He c e t a ş l a r ı 3 1 . s a y ı O n 5 e y l ü l 2 0 1 7

SAF ŞİİRSeyit KILIÇ

Her şâirin kendi yeteneği ile beraber bilgi ve birikimine göre bir poetikası vardır. Şiirlerindeki konu-ları işleyişi de bu poetikasının bir ürünüdür. Kimi şâirlerin poetikaları bilinirken kimilerinin de poetika-ları bilinmez. Ancak vermiş olduğu eserlerden nasıl bir fikre sahip olduğu dakik bir inceleme ile yakinen müşahede edilebilir.

Saf şiir denildiği zaman hemen herkesin aklında bir temizlik, berraklık, arılık ve durulukla beraber katışıksız bir imge oluşarak bu konuda hayâli çağrışımlar yapar. Halis altın dediğimiz zaman altının saf olduğunu temiz olduğunu ve karışım bulunmadığını beyan etmeye çalışırız. Yoksa Valery’nin dediği gibi; “ahlâki açıdan bazı kimselere vermiş olduğumuz bir karakteristik yapı değildir.” Şiirdeki saflıktan gaye de aslında budur. Temiz ve öz şiir tanımını yapmaktır. O zaman şiirin saf olmayanı var mıdır? Mevhum-u muhalifine bakarsak vardır diyebiliriz. Çünkü bu konuda Dünya Edebiyatının ileri gelenleri kalem oy-natmış söz söylemişlerdir. O zaman olmayan bir şey üzerinde söz söylemek mümkün değildir.

Saf şiir konusunda ilk konuşan kimseler yine batılı edebiyatçılar olmuşlardır. Saf şiir anlayışı Paul Va-lery’nin şiirde dili her şeyin üstünde tutan görüşünden hareketle, Batı edebiyatında Paul Valery, Stephane Mallerme gibi kimselerin önderliğinde tartışılmış ve konuşulmuştur.

Valery bu konudaki görüşlerini şöyle izah eder: “Saf şiir, kısaca, dil ile bu dilin insanlar üzerinde yarattığı etki arasındaki o, biçimden biçime giren çeşitli ilişkiler üzerine yaptığımız öylesine önemli bir çalışmada bize yol gösteren ve genelde, şiir hakkındaki düşüncemizi belirlememize yarayan gözlemleri-mizin doğurduğu bir kurgudur.”

Görüldüğü gibi Valery saf şiiri dilin insanlar üzerindeki yaratmış olduğu etkiye bağlamaktadır. Ve bu etkin, hayâl penceremizde kurgulamış olduğumuz gözlemler neticesinde elde etmiş olduğumuz dü-şüncelerimizin bir yansımasıdır, diyebiliriz. Yine Valery saf şiir üzerine yazmış olduğu makalesine şöyle devam eder:

“Bütün bir yapıtın, duygusuz olarak adlandırdığım dilin öğelerinden oldukça farklı, oldukça ayırt edi-ci özelliklere sahip öğeler yardımıyla meydana getirilebilmesi, -bunun sonucunda, şiirselleştirilmiş olsun ya da olmasın, bir yapıt yardımıyla, bir yandan düşüncelerimiz, kafamızdaki imgelerimiz arasında, öte yandan anlatım yollarımız arasında eksiksiz bir karşılıklı ilişkiler dizgesinin, -yani özellikle, ruhumuzda bir coşku anının yaratılmasına uygun düşebilecek bir dizgenin var olduğu izleniminin verilebilmesi… İşte saf şiirin sorunu kabaca budur.”

Saf şiirin elde edilmesi duygusuz kelimelerle mümkün değildir. Saf şiir olabilmesi için bu dilin ruhu-muzdaki bir coşku ile ifade edilebilmesi ve ilhamla yazılması gerekmektedir.

Şiirin sorununun bu olduğunu bu şekilde izah etmeye çalışır. Bu söze katılmamak mümkün değildir. Valery’nin buradaki söylemiş olduğu sözler şiirin duygusuz kelimeler ile duygusuz bir şekilde ifade edil-mesinden kaçınılmasını gerekli kılmaktadır. Yoksa şiir saflığını kaybederek suni bir hüviyete bürünür. Şiirin sorunu olarak da işte bu duygudan yoksun yazılan duygusuzca şiirselleştirilmeye çalışılmasıdır.

Şiir duygu yoğunluğu anında estetik bir şekilde imgeler ile süslenmeli ve o şekilde ifade edilmelidir. Daha sonra bütün bu söylediklerini şu sözleriyle izah etmeye çalışır Valery:

“Saf şiir, kısaca, dil ile bu dilin insanlar üzerinde yarattığı etki arasındaki o, biçimden biçime giren çeşitli ilişkiler üzerine yaptığımız öylesine önemli bir çalışmada bize yol gösteren ve genelde, şiir hakkın-daki düşüncemizi belirlememize yarayan gözlemlerimizin doğurduğu bir kurgudur.”

Valery’nin saf şiir üzerindeki düşünceleri kısaca bu şekildedir. Türk edebiyatında “Saf Şiir” eğilimi Ahmet Haşim’in “Şiir Hakkında Bazı Mülahazalar” adlı makale-

siyle (Ayrıca bu makale, Türk edebiyatında ilk poetika örneği kabul edilir.) başlar. Bundan sonra da yaygınlaşarak Cumhuriyet döneminde önemli temsilciler bulur.

Page 209: HECE TAŞLARI - Turuz

13O n 5 e y l ü l 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 3 1 . s a y ı

Türkiye’de Cumhuriyet döneminde “sanat sanat içindir” deyip öz şiir anlayışını benimseyen ilk grup “Yedi Meşaleciler”dir. Şiirlerini Yedi Meşale adlı bir kitapta toplayan Muammer Lutfi, Sabri Esat Siyavuş-gil, Yaşar Nabi Nayır, Vasfi Mahir Kocatürk, Cevdet Kudret, Ziya Osman Saba ve Kenan Hulusi Kora-yadlı gençlerin oluşturduğu bir harekettir. Bunlar eserlerini Meşale adlı bir dergide yayınlıyor ve bunlara Ahmet Haşim de yazılar gönderiyordu. Bu grup artık Ayşe, Fatma edebiyatından bıktıklarını ilan ediyor ve ne olduğu çok da açık seçik belirtilmeyen ancak Servet-i Fünun ve Fecr-i Ati şiir anlayışlarına yakın duran ve bunların devamı olduğunu gösteren şiirler yazıyorlardı.

Daha sonra zamanımıza kadar pek çok şâir bu düşüncenin Türkiye’de temsilcileri olmasalar da ta-raftarı olmuşlardır. Ahmet Haşim’le beraber; Yahya Kemal Beyatlı, Ahmet Hamdi Tanpınar, Cahit Sıtkı Tarancı, Ahmet Muhip Dıranas, Behçet Necatigil, Asaf Halet Çelebi, Necip Fazıl Kısakürek, Özdemir Asaf, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Ziya Osman Saba’da saf şiiri benimseyen ve bu konuda eser veren sanatçıla-rımızdandırlar.

Bu konuda genel ağda bulunan bilgiler doğrultusunda saf şiirin genel özelliklerini şöylece sıralayabi-liriz.

1. Sanatın bir form sorunu olduğuna inanan bu şairler için önemli olan iyi ve güzel şiir yazmaktır. Bu anlayışla kendilerine özgü özel bir imge düzeni oluştururlar. Özgün ve yaratıcı olan bu imgeler, dilin mantığına uygun ve dilin anlam alanını genişletip dile yeni olanaklar sunacak bir yapıya sahiptir. Dilde saflaşma düşüncesi, kendini rahat şiir yazma şeklinde başat öğe olarak gösterir. Şiirsel söylemin zirvesine ulaşmak düşüncesiyle dilin yücelişi paralellik gösterir.

2. Şiirde her türlü ideolojik sapmanın dışında kalarak sadece okuyucuda estetik haz uyandıran şiir yazma eğilimi, bu şairleri her türlü mektepleşme eğiliminin dışında kalıp müstakil şahsiyetler olarak şiir yazmaya yöneltmiştir.

3. Şiiri soylu bir sanat olarak kabul eden bu şairlerde düşsel (hayali) ve bireysel yön ağır basar. İçsel ve bireyci bir yaklaşımla evrensel insan tecrübesini dile getirirler.

4. Saf şiir anlayışında estetik tavır ön plandadır. Bu anlayıştaki şairler didaktik bilgiden uzak durup; bir şey öğretmeyi değil, musikiyle ya da musikinin çağrıştırdığı, uyandırdığı imgelerle insanın estetik du-yarlılığını doyurmayı amaç edinirler. Kısacası bu şairler şiirde anlama fazla önem vermezler. Anlaşılmak için değil; duyulmak, hissedilmek için şiir yazarlar.

5. Şiirde biçim endişesi duyan bu şairlerde dize ve dil baş tacıdır. Disiplinli çalışarak mükemmele varan halis şiir yazma endişesi kendini hissettirir.

6. Gizemsellik, simgecilik, bireysellik, ruh, ölüm, masal, rüya, mit temalarının yoğunca işlendiği bu şiirler zekâ ve bilincin disipliniyle bütünleştirilerek yazılmıştır.

Page 210: HECE TAŞLARI - Turuz

14 He c e t a ş l a r ı 3 1 . s a y ı O n 5 e y l ü l 2 0 1 7

BAKIŞLARIN

Savaş ÇAKIR

Ruhuma dokununca gözlerinin esrarı Hissettim kelebekten narindi bakışların. Ömrümün vadolunmuş en mukaddes baharı Zambak kokusu kadar serindi bakışların.

Gönlüm gözlerinin muhabbetine kandı Yakamoz kadar güzel göründü bakışların. Seni peri kızının kraliçesi sandı Yusuf ’un yüzü kadar şirindi bakışların.

Adı her dakikamı hapsetti mahzenine Sonsuz bir kuyu gibi derindi bakışların. Yüreğim dokunmadan gönlünün mahremine Mahremin ihramına büründü bakışların.

GÖZLERİN

Süleyman AYDEMİR

Sen ki gökyüzünden düşen bir periBen de arkasından koşan deliyim.İçimde hapsolan düşünceleri Bugün gözlerine söylemeliyim.

Sağnak sağnak yağan bu yağmur nedir?Yağmur ki kupkuru damladan alev.Merhamet sadece gözlerindedirBeni incitmeden gözlerinle sev.

Gözlerin, bahardan kalma bir çiçekGözlerin, ruhumun çocukluğudur.Ne olur gözünü gözlerimden çekGözlerinde gurur, gözlerinde nur.

Page 211: HECE TAŞLARI - Turuz

15O n 5 e y l ü l 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 3 1 . s a y ı

ÇOCUK EDEBİYATINDA MİZAH VE NASREDDİN HOCA FIKRALARI

Mustafa Ökkeş EVREN

Toprağın rahminden yaratılan Hz. Âdem’in ete kemiğe büründürüldükten sonra ağladığına veya gül-düğüne dair bir bilgi yok elimizde. Fakat insanoğlunun ana rahminden ayrılıp dünyaya gözlerini açtığın-da ağladığına şahidiz, ağlamayanları da ağlattıklarına.

Ağlamak ve gülmek insani bir eylemdir. Bir duygu sonucu oluşur. Ağlamak acının, gülmek sevincin sonucudur. Bedensel ve ruhsal yönü vardır ikisini de. Hiçbir şeye gülmeyen yahut her şeye gülen insan var mıdır bilinmez ama varsa da toplum böyle insanları normal karşılamaz. Kendi kendine konuşup, gü-lenlere “deli/meczup” nazarıyla bakar. Lakin bebekler istisnadır bu durumdan. Kendi kendine konuşup, kendi kendine gülen bebekleri seyretmek doyumsuz bir zevk verir insana. Bebekleri konuşturup, güldü-renin melekler olduğuna inanılır. Kim bilir belki de “Muhakkak ki güldüren de ağlatan da O’dur” (3) ayeti böyle bir inancın doğmasına sebeptir.

Gülme eylemi ve biçimi, birinci derecede gülen kişiyle alakalıdır, gülünen şeyle değil. İnsana verilen irade aynı zamanda onu sorumlu kıldığından acı ve ıstırap içinde kıvranmasına sebep olmuştur. “İnsan o kadar acı çekti ki, gülmeyi icat etmek zorunda kaldı” diyen Nietzsche haksız da sayılmaz.

Gülmenin çeşitleri vardır. Güzel ve çirkin olanı vardır, faydalı ve zararlı olanı olduğu gibi. Kibirli gülüş vardır; alaycı, müstehzi gülüş deriz biz ona. Katıla katıla, kahkahayla gülmek ağzın kocaman açılmasına, küçük dil ile birlikte otuz iki dişin görülmesine sebep olur. Sesli ve gürültülüdür aynı zamanda, rahatsız eder çevreyi. Kahkaha kalb krizlerine, beyin kanamalarına ve felçlere yol açabilir. Bununla ilgili vakalar rapor edilmiştir. Karın bölgesinden ameliyat olanlar kahkaha atmamalıdırlar. Çünkü dikişleri yırtılabilir. Kaburgaları kırılmış insanların fazla gülmeleri de iyi değildir. Bu tip rahatsızlıkları olan insanların ya-nında kahkaha attıracak espriler yapılmamalıdır. Timsah gözyaşları ne kadar sahte ve yapmacıksa, sırtlan sırıtışı da o denli sahte ve tehlikelidir. Bir insanın kime, neye, niçin, nasıl, ne zaman, nerede ve ne şekilde güldüğü ait olduğu toplumun kültür kodlarının bir yansımasıdır. Devlet ve devletlû gülünemeyecekler sı-nıfından kabul edilir, gülünç durama düşseler dahi. Bu nedenle otoriteye gülmek bir başkaldırı anlamına gelir. Kaba asık suratlı, ciddi, ağır devlet babaya gülmek hem suç hem de günahtır. Fakat devletlû gülmek ister, gülüp eğlenmek ister, o nedenle kendisini güldürecek soytarıları vardır... Gülmek her zaman masum değildir. Düşene ve zorda kalana gülünmez. Her ne kadar “düşenin dostu olmaz” dense de, atalarımız “gülme komşuna gelir başına” diyerek düşene gülmeyi ayıplamışlardır. Gevrek gevrek gülmek, pis pis sırıtmak hoş karşılanmazken kıkır kıkır gülmek gülmeyeni de güldürür çoğu zaman. Bir de yüze gülmek vardır ikiyüzlülerin, yalakaların profesyonel gülüş teknikleri arasında.

Sadaka olan bir gülüş vardır; tebessüm deriz adına, içten gönülden bir gülüştür o. Yüze yansır, gözlere yansır, ışıl ışıl parlar. Mahcup bir gülüşün tadına doyulmaz. Bakmaya kıyamazsınız öyle bir gülüşe. An-cak naif bir hoşluk, zarif bir güzellik, ince bir mizah tebessümü doğurur. Tebessüm eden mütebessimdir. Tebessümün içte oluşturduğu derin etkinin dışa vurumu yalnızca dudaklarda hafif bir kıpırdanmaya yol açar. Mütebessim bir çehre ayın on dördü gibidir.

Mizah, latife, şaka, espri, komedi, komedyen, hiciv, taşlama, fıkra, alay, dalga, ironi, nükte, parodi, taklit, soytarı, palyaço, dalkavuk, komik… Birbirleriyle yakından ilgili bunca kelime gülme duygumuzu tahrik edip harekete geçirmek içindir. Mizahın ciddi bir iş olduğu ve asla şakaya gelmediği söylenir.

Gelelim esas konumuza. Türk edebiyatının edebî türlerinden biri de hiç şüphesiz fıkralardır. Sözlü gelenekten günümüze kadar gelen fıkralar, farklı bir mizah anlayışına ve birikimine işaret eder. Nasrettin Hoca başta olmak üzere Bekri Mustafa ve Bektaşi fıkraları halkın yaşama karşı alaycı ve öfkeli tutumunu dile getirir. Bir edebiyat terimi olarak fıkranın bir kaç ayrı tanımı olmakla beraber, yazımıza konu ettiği-miz kısa ve özlü anlatımı olan, nükteli, güldürücü, hikayecik, anekdot (1) olarak tanımlanan fıkradır.

Fıkra, kendine özgü kompozisyonu ile diğer edebiyat türlerinden ayrılır. Anlatım sırasında, kelime-lerin seçimi, tasvir biçimi, diyalog çatısı, konu seçimi ve hedef belirlemesi, ona küçük hacimli kompo-zisyonu içinde bu farklılığı kazandırır. Fıkra, bu özellikleri ile sadece sözlü anlatım, konuşma ve sohbet

Page 212: HECE TAŞLARI - Turuz

16 He c e t a ş l a r ı 3 1 . s a y ı O n 5 e y l ü l 2 0 1 7

durumlarında değil; aynı zamanda, yazılı anlatım, türleri arasında kendine yer bulan ve bu alanda kullanımının gerekliliğini kabul ettiren yeterliliğe sahiptir. Edebiyatın her iki anlatım geleneği içinde fıkra türünün kendine yer açmasının sebebi, bütün bu özellikleri ve yetenekleri kompozisyonunda koru-masından kaynaklanır. (2)

Fıkraların en belirgin özelliğinden biri nesir diliyle anlatılmış olmalarıdır. Öğüt verme ve öğretme, ders verme, kıssadan hisse temel özellikleridir. Fıkralar bir tür kısa öyküleri andırır. Yaşanmışlık ve hayat tecrübesinin aktarıldığı fıkralarda anlam zenginliği ve felsefi bir derinlik vardır. Kısa diyaloglardan olu-şan mekânı ve kişileri belli bir olayın anlatıldığı fıkraların olmazsa olmazı, pratik zekâ ile mizahın estetik hale gelmesidir. İşte tüm bu saydığımız özelliklerin tamamı ve daha fazlası halk bilgeliğinin piri Nasred-din Hoca’da toplanmıştır. Nasrettin Hoca, İncili Çavuş, Bektaşi, Temel ve Dursun (Karadeniz) fıkraları bu türün önemli örneklerindendir. Gerek biyografi açısından bir figür olarak, gerekse edebi bir tür olarak Nasreddin Hoca ve fıkraları en çok çocuk edebiyatı sınırları içinde yer alması gerektiğini düşünürüm. Çünkü Hoca ve çocuklar muhataplığın geniş anlamı içinde birbirlerine en çok yakışan ikilidir.

Çocuk edebiyatı alanında akademik çalışma yapanlar, nitelikli çocuk edebiyatı ürünlerinin temel va-sıfları içinde; herhangi bir edebi metnin çocuğu anlayan bir yanının olması gerektiği hususunda hem-fikirdirler. Çocuk ve çocukluk ayrı birer dünyadır, bu dünyanın ayrı bir dili vardır ve bu dil sayesinde çocuklarla konuşmak ve anlaşmak mümkündür. Nitelikli çocuk edebiyatı metinlerinin olmazsa olmaz-larından olan, yalınlık ve içtenlik Hoca’nın fıkralarında hem dil, hem içerik, hem de tiplemelerde ba-riz olarak görülür. Hoca’nın fıkralarının doğası gereği merak uyandırması, şaşırtması, düşündürmesi, güldürmesi tam da nitelikli çocuk edebiyatının özelliklerindendir. Fıkraların kolay okunması ve akılda kalıp kolay ezberlenmesinin yanı sıra pedagojik eğitim açısından iyinin, doğrunun, güzelin, bilginin ve hikmetin çocuğa verilmesi konusunda fıkraların gücü ve tesiri oldukça önemlidir.

Fıkraların nesir diliyle anlatılır olmasına rağmen, özellikle Nasrettin Hoca fıkraları şiir diliyle de an-latılmıştır. Hoca’nın fıkralarında doğrudan nasihat yoktur, parmak kişinin gözüne sokulmaz, emir veril-mez, güldürür, düşündürür, tebessüm ettirir, şaşırtır, merak uyandırır, hayatın içindendir, tatlıdır, doğal-dır, insan fıtratına uygundur, kıvrak bir zekâ ve incitmeyen bir dil vardır. Nasreddin Hoca fıkralarının her biri zevk verir, ufuk açar. Kullanılan dil yalın ve şiirsel, üslup latiftir. Az sözle çok şey anlatılır. Nasreddin Hoca’nın fıkralarında hikmet vardır, felsefe vardır, bilgi vardır. Her fıkranın bir kahramanı vardır, kahra-manları hayatın içinde ve oldukça yalın bir haldedir.

Nasreddin Hoca Fıkralarında Hikmetli Söyleyişin (mizah anlayışının) Kaynağı:

“Muhakkak ki güldüren de ağlatan da O’dur” (3) ayetinden de anlaşılacağı üzere gülme ve güldürme-nin fiili sonucu olan şaka yapmanın, dolayısıyla mizahın fıtri bir olgu olduğunu anlıyoruz. Allah gülmeyi insanın rahatlaması için yaratmıştır. Bu peygamberler için de geçerlidir. Neml Suresi’nde bir karıncanın Hz. Süleyman’ın ordusunun kendilerini çiğnememeleri için yuvalarına girmesi ile ilgili çağrısına tavrı, tebessüm ve dıhk (gülme) kelimeleri ile şöyle anlatılmaktadır: “Onun sözünden dolayı gülerek tebessüm etti.” Bu olayda büyük bir iktidar sahibi Hz. Süleyman ile küçük bir karınca aynı karededir. Böyle iki zıt varlığın bir araya gelmesi mizaha sebep olmaktadır. Nitekim nüktedan el-Cahiz de bu olayın mizahî ol-duğunu şöyle izah eder: “Bir çocuğun sözü, çok hoş bir fıkra, bir mecnun hakkında dinlenen bir fıkra gibi mizahî olaylar insanları güldürür. Aynı şekilde Hz. Süleyman, küçük karıncanın yaptığını gülünç bulma-sından dolayı gülmüştür.” (4)

Karınca ile ilgili Kanuni Sultan Süleyman ile Seyhülislâm Ebüssuud Efendi’nin arasında geçen şiirle fetva sormayı da unutmamak gerek. Olay şöyle olur: Kanuni Sultan Süleyman, Seyhülislâm Ebüssuud Efendi’den, Topkapı Sarayının bahçesindeki meyve ağaçlarına zarar veren karıncaların yok edilmesinin dinen caiz olup olmadığını manzum bir beyitle sorar:

“Dirahta ger ziyan etse karınca/Günah var mıdır ânı kırınca?” aynı zamanda şair olan Ebüssuud Efendi’nin de fetvası ise şöyle olur:

“Yarın Hakkın divanına varınca, /Süleyman’dan hakkın alır karınca...” der.İslam kültüründeki mizah anlayışının oluşumunda Hz. Peygamber’in (s.a.v) konumu önemlidir. Zira

o sözlü ve fiilî olarak şakalarını çocuk, genç, yetişkin ve ihtiyar herkese yapmıştır. O’nun torunları,

Page 213: HECE TAŞLARI - Turuz

17O n 5 e y l ü l 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 3 1 . s a y ı

Hz. Hasan ve Hüseyin’le ve çocukluğundan itibaren uzun yıllar yanında bulunan Enes’le şakalaştığını biliyoruz. Yine torunlarını sırtına bindirip, dört el üzerinde yürüyerek “Deveniz ne güzel deve, siz de ne iyi binicilersiniz” dediğini ve onları “Yaramaz, haylaz” diye çağırdığını hadis kitaplarından öğreniyoruz.

Hiç şüphe yoktur ki, Hz. Peygamberin(s.a.v) yaptığı şakalar yerli yerinde ve hikmetlidir. Asla lüzumsuz ve yersiz değildir. Daha çok gönül alıcı ve sevindirici şakalar yapmıştır. Çocuklarla,

hanımlarıyla, yaşlı ve kimsesiz kişilerle şakalaşması bu türdendir. Ebu Hüreyre (ra)’den aktarılan bir riva-yete göre, Ebu Hüreyre: “Ey Allah’ın Resulü! Sen bizimle şakalaşıyorsun olacak şey mi bu?” demesi üzerine

Hz. Peygamber: “Ben şakalaşırken bile ancak gerçekleri ve doğruları söylerim” şeklinde cevap vermesi bazen hakikatin (doğrunun) nükteli bir şekilde verildiğini, bazen de bir şaka ve nükteyle hakikatin söy-lendiğini anlıyoruz. Hz. Muhammed (sav)’in Enes bin Malik’e “iki kulaklı” diye takılması bunun en güzel örneğidir.

Nasrettin Hoca’nın yaşadığı çağ, doğduğu yer ve tarih, tahsil hayatı, evliliği, yaptığı işler, kişiliği ve vefatıyla ilgili birçok bilgiyi Nasrettin Hoca’yla ilgili kaynak eserlerden bulmamız mümkün. Hoca ile ilgili üzerinde hiçbir ihtilaf bulunmayan konulardan biri de, Nasrettin Hoca’nın din âlimi olmasıdır. “Bu çerçe-vede Hoca; imamlık, vaizlik, müezzinlik, cer hocalığı, kâtiplik, müderrislik, kadılık, mahkemelerde bilirkişi-lik yapmıştır.” (5) Hoca’nın şaka ve mizah anlayışının, Hz. Peygamberin yaptığı şaka ve mizah anlayışı ile örtüştüğünü, daha doğrusu Nasreddin Hoca fıkralarındaki mizah olarak sunduğu ahlaki değerlerin Hz. Peygamberin insanlığa sunduğu değerlerden ilham alarak fıkralaştığını söylemek yanlış olmasa gerektir. Nasreddin Hoca fıkralarında hikmetli söyleyiş, verdiği cevapların seviyeli ve zekice olması, şakalarında yalan olmaması, insanları aldatmaması, hakaret ve aşağılama gibi kötü örneklerin olmamasının nedeni; Hoca’nın öncelikle bir din âlimi olması ve bu dinin başöğretmeni konumunda olan Hz. Peygamberin şaka ölçüsünün ne olduğunu iyi bilmesidir. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki; Nasreddin Hoca, Hz. Pey-gamberin şaka yapma, nükteli söz söyleme sünnetini en iyi şekilde anlayan ve bunu günlük yaşamının her alanında uygulayan bir bilgedir.

Hz. Peygamberin Şakaları ve Nasreddin Hoca Fıkralarından Örnekler:

Hz. Peygamber (s.a.v) bir hadisinde şöyle buyurur: “Ben ancak sizin gibi bir insanım. Sizler benim yanıma gelip birbirinizi dava ediyorsunuz. Bir kısmınız haksız olduğu halde, delil getirmekte diğerinizden daha inandırıcı olabilir. Ben de dinlediğime göre onun lehine hükmederim. Böylece kimin lehine kardeşinin hakkını alıp hüküm vermişsem ona cehennemden bir parça ayırmış olurum.” (6) Her ne kadar bu hadis bir şaka ve mizah içermiyor olsa da, Nasrettin Hoca’nın yaptığı ince mizaha ilham kaynağı olduğunu rahat-lıkla söyleyebiliriz.

Şöyle ki: Aralarında anlaşmazlık çıkan iki komşusu sırayla Hoca’ya gelip dertlerini anlatırlar. Birinci kişinin anlatışı karşısında ikna olan Hoca bu kişiye: “Haklısın” der. Az sonra ikinci kişi gelir onu da dinleyen Hoca aynı şekilde ona da: “Haklısın” der. Hocayı gözleyen hanımı: “Hoca bu nasıl iş, ikisinden birisi haksız olmalı.” Hanımına seslenen Hoca: “Sen de haklısın hanım, sen de haklısın” der.

Peygamber Efendimiz(s.a.v.),Hz.Ebubekir (r.a.) ve bir kaç sahabe bir sofranın başına oturmuş hem sohbet edip hem zeytin yiyorlarmış... Hz.Ebubekir(r.a.) yediği zeytinin çekirdeklerini hep Peygamber Efendimiz(s.a.v.) in önüne koyuyormuş. Bu şekilde bir süre devam etmiş sohbet... Bir ara Hz. Ebubekir: “Ey Allah’ın resulü anam babam sana feda olsun, ne kadar çok acıkmışsınız böyle” demiş. Peygamber Efen-dimiz(s.a.v.) bakmış tüm zeytin çekirdekleri kendi önünde Hz.Ebubekir’in önünde hiç yok. “Ya Ebubekir anlaşılan o ki sen benden daha çok acıkmışsın,tüm zeytinleri çekirdeği ile birlikte yemişsin.” demiş. (Bu rivayetin Hz. Ali arasında geçtiğini söyleyen kaynaklarda var.)

Hoca bir gün vaaz vermek için kürsüye çıkar. Fakat olacak bu ya, aklına anlatacak hiçbir şey gelmez. Oturur, oturur, nihayet: “Ey cemaat size anlatacak hiçbir şey aklıma gelmiyor desem ne dersiniz?” Kür-sünün dibinde oturan oğlu hemen ayağa kalkıp: “İlâhi baba, hiçbir şey aklına gelmiyorsa, kürsüden aşağı inmekte mi aklına gelmiyor.” diye cevap verir.

Ensardan şakacı bir zat, yine bir gün yanındakileri güldürürken Resulullah (s.a.s.) elindeki çubuğu şaka yollu adamın böğrüne dürter. Bunun üzerine adam: “Ey Allah’ın Resulü: Canımı yaktınız, müsaade edin kısas yapayım!” der. Allah Resulü de: “Haydi yap!” buyurur. Adam: “Ama üzerinizde gömlek var,

Page 214: HECE TAŞLARI - Turuz

18 He c e t a ş l a r ı 3 1 . s a y ı O n 5 e y l ü l 2 0 1 7

benim üzerimde yoktu, kısasın tam olması için çıkarmalısınız!” diye karşılık verir. Adamın talebi üzeri-ne, Hz. Peygamber gömleğini kaldırıp böğrünü açar. Adam, Resulullah’ı kucaklayıp göğsünü öper: “Ben bunu arzu etmiştim ey Allah’ın Resulü!”

Bir gün dere kenarında oynayan çocuklar Nasreddin Hoca’yı görünce, Hoca’ya şaka yapmak isterler. Çocuklar ayaklarını birbirine dolaştırıp: “Hocam ayaklarımız karıştı, bulamıyoruz.” Derler. Hoca şöyle bir bakar eline bir sopa alır. Çocukların ayaklarına ufaktan dokunmaya başlar. Çocuklar hemen ayaklarını çekerler. Hoca: “ Gördünüz mü? Nasıl da buldunuz ayaklarınızı.”

Bir gün Hz. Peygamberin (s.a.v) yanına bir kişi gelir: “Kardeşimin karnında bir sertlik ve ağrı var” der. Hz. Peygamber de ona: “Bal şerbeti içir.” buyurur. Adam gittikten bir süre sonra tekrar gelir ve: “Bal şerbeti içirdim ama rahatsızlığı devam ediyor.” der. Bunun üzerine Hz. Peygamber (asm), yine bal şerbeti içmesini tavsiye eder. O kişi üçüncü kez gelir ve yine aynı cevabı alır. Dördüncü defa gelince Hz. Pey-gamber (asm): “Allah doğrudur. O Kuran-ı Kerim’de balda şifa olduğunu bildiriyor. Ama kardeşinin karnı yalancıdır. Git tekrar bal şerbeti içir.” der.

Bir sabah komşularından biri Hoca’ya: Hocam değirmene gidip geleceğim. Bugün eşeğini bana ödünç verir misin? Hoca kestirip atar: “Evde değil.” Tam o sırada ahırdaki eşek anırmaya başlar. Komşu: “ İşte bak eşek ahırdaymış. Yazıklar olsun Hoca, bir eşeği esirgedin benden.” Hoca: “ Yahu sen ne biçim adamsın? Aksakalımla benim sözüme inanmıyorsun da eşeğin sözüne mi inanıyorsun!” der.

Medineli Yahudilerden biri Hz. Peygamberin yanına gelir elinde bir parça ekmek vardır. Yahudi ek-meği göstererek Hz. Peygambere sorar: “Ey Muhammed! Bu benim rızkım mıdır?” Tuzak bir sorudur bu. Hz. Peygamber (sav) “Evet” derse, ekmeği yemeyecek; “Hayır” derse, bu defa yiyecek ve her iki durumda onu yalanlayıp, insanlar karşısında küçük düşürmeye çalışacak. Allah’ın Elçisi: “Eğer yersen rızkındır!” diyerek cevap verir. Rahipler, Hoca’ya dünyanın ortasının neresi olduğunu sorarlar. Hoca: “Eşeğimin ön ayağının bastığı yer!” diye cevaplar. Rahipler: “ söylediğinin doğru olduğunu nerden bileceğiz?” dediklerin-de, Hoca: “inanmıyorsanız ölçebilirsiniz!” diye cevap verir.

Abbas bin Mirdas isminde bir şair kendisine verilen ganimet malını az bularak Resulullaha (s.a.v)’ e hitaben sitemkâr bir şiir söyler. Hz. Peygamber onu yanına çağırtarak “senin dilini keseceğim!” der. Sonra yanında bulunan Hz. Bilal’e dönerek sessizce: “Ey Bilal haydi götür şunu dilini kes ve ona bir elbise ver!” Bilal Abbas’ın elinden tutup götürürken, Abbas feryadı basar: “ Ey Ensar! Ey muhacirler! Allah resulü di-limi kesecek!” Bilal çekiştirerek Abbas’ı götürmeye devam eder. Abbas sesini daha yükselterek bağırmaya başlar. Bilal bu kez: “ Sus Abbas sus! Resulullah sana bir elbise vererek seni susturmamı emretti!” der. Abbas sakinleşir. Elbiseyi alır ve susar. Resulullah böylece Abbas’ın dilini kesmiş olur.

Birgün Hoca’ya sorarlar: “Derede gusül abdesti alırken ne tarafa dönelim?” Hoca cevap verir: “Elbise-lerinizin olduğu tarafa!”

Bir yolculuk sırasında Enceşe isimli bir sahabe, develerin önünde, daha hızlı yürümeleri için şarkı söyleyerek tempo tutar. Şarkı hızlanır, tempo yükselir ve develerin sürati de artar. Develerin üzerinde bulunan hanımlar için endişelenen Hz. Peygamber (sav) Enceşe’ye seslenir:“Enceşe dikkat et! Billurlar kırılmasın!”

Komşusu Hoca’ya: “Hocam sizin evden dün gece bir gürültüdür koptu, hayırdır ne oldu? Hiç ne olsun, benim kürk merdivenden yuvarlandı da. Ama Hocam kürkten bu kadar çok ses çıkar mı? Çıkar tabi, içinde ben de olursam çıkar.”

Yaşlı bir kadın mescide, Resulullah (sav)’in yanına gelir ve:“Ey Allah’ın Elçisi! Benim için dua et de Allah beni cennetine koysun.” der. Allah Resulü: “Yaşlı kadınlar cennete giremez.”diye cevap verir. Kadın üzülür, ağlamaya başlar. Sonra Hz. Peygamber (sav)’in yüzünde bir tebessüm oluşur.“Üzülme, yani yaşlı değil bir genç kız olarak cennete gireceksin!” der.

Hoca’ya dostları sorarlar: “Yeni ay çıktığında, eski ayı ne yaparlar?” Hoca gülümseyerek cevap verir: “Bunu bilmeyecek ne var, kırpıp kırpıp yıldız yaparlar!”

Bir sahabe binmek için Hz. Peygamber’den bir deve ister. “Olur, seni bir dişi deve yavrusuna bindire-lim.” der. Sahabe şaşırarak itiraz eder. “İyi ama ey Allah’ın Elçisi, ben dişi deve yavrusunu ne yapayım? Bir işime yaramaz ki!” Allah Resulü: “Bütün develer bir dişi devenin yavrusu değil midir?” diye karşılık verir.

Birgün Hoca’ya cemaatinden biri sorar: “Hocam, Allah deyip duruyorsun. Bana söyler misin Allah nerede?” Hoca hiç tereddüt etmeden cevap verir:

Page 215: HECE TAŞLARI - Turuz

19O n 5 e y l ü l 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 3 1 . s a y ı

“O’nun olmadığı bir yer var mıdır ki yer tayinine lüzum görelim!”Süheyb isminde bir sahabe gözü ağrıdığı halde hurma yiyordu. Bunu gören Hz. Peygamber: “Gözün

ağrıdığı halde hurma mı yiyorsun?” diye sordu. Süheyb: “Ey Allah’ın Rasûlü, ben ancak ağrımayan tarafla yiyorum” diye cevap verir. Hz. Peygamber bu cevaba güler.

Bir komşusu Nasreddin Hoca’ya gelir ve göz ağrısından dolayı ona şikâyette bulunur: “Ah, Hocam ah! Ne yapmalıyım? Bana bir akıl ver!” Hoca cevap verir: “ Benim dişim ağrıyordu; çektirdim, kurtuldum; istersen sen de çektir, hemen kurtulursun!” Hanım sahabelerden biri Hz. Peygambere bir dileğini anlattığı sırada, Allah’ın Elçisi (sav) söz arasında sorar: “Sen şu gözünde ak olan kişinin eşisin, değil mi?” Hanım sahabe şaşırarak cevaplar: “Ey Allah’ın Elçisi! Benim kocamın gözünde ak yoktur.” Allah resulü gülümseye-rek: “Her insanın gözünde ak olur!” diyerek şaka yapar.

Hoca bir akşam su çekmek için kuyuya gider. Kuyunun kapağını açınca bir de ne görsün, kuyunun içinde koskoca ay. “Eyvah, ay kuyuya düşmüş hanım, koş çengeli getir, ay kuyuya düşmüş!” diye seslenir. Hanımı koşar, çengeli getirir. Hoca, çengeli kuyuya atar, sallar sallar tutturamaz. Nihayet çengel bir taşa takılır. Hoca kuvvetle çekerken çengel kopar, kendisi de sırt üstü yere düşer. Göğe bakar ki ay gökyüzün-de. “Oh, çok şükür, düştük ama Ay’ı da kuyudan çıkardık!” der.

Tebük seferi sırasında Hz. Peygamber’in (s.a.v) çadırına bir sahabe gelir. Başını küçük çadırın içine sokarak selam verir. Hz. Peygamber selamı alır ve: “içeri gir” der. Sahabe: “Bütün vücudumla mı gireyim?” diye sorar. Hz. Peygamber gülerek “Bütün vücudunla gir” diye karşılık verir.

Hoca, hurma yerken çekirdeklerini çıkarmıyormuş. Karısı: “Efendi, hurmayı, çekirdeğiyle mi yiyorsun” deyince “elbette ben hurmayı aldığım zaman hurmacı da hurmayı çekirdekleriyle tartmıştı” der.

Çöl halkından Zahir adında bir adam vardı. Zahir Hz. Peygamber’e (s.a.v) her gelişinde kendi ye-tiştirdiği ürünlerden hediyeler getirirdi. Şehirden çöle döneceği zaman da, Hz. Peygamber ihtiyacı olan şeylerle onun heybesini doldururdu. Gelen hediyelere bu şekilde karşılık verdikten sonra da şöyle buyu-rurdu: “Zahir bizim çölümüz, biz de onun şehriyiz.”

Bir gün pazarda çölden getirdiği malları satmaya çalıştığı bir sırada Hz. Peygamber sessizce yaklaşıp, Zahir’i arkasından kucaklar ve elleriyle gözlerini kapatır. Zahir göz ucuyla arkasındakinin Hz. Peygam-ber olduğunu anlayınca, sırtını Peygamber’in göğsüne iyice dayar. Zahir’in bu neşeli hareketinden hoş-lanan Hz. Peygamber yüksek sesle: “Bu köleyi satıyorum, var mı alan?” diye seslenir. Zahir, mahzun bir halde: “Ya Resulullah, benim gibi değersiz bir köleye kuruş veren olmaz.” deyince Hz. Peygamber: “Hayır, ya Zahir! Sen Allah katında çok değerlisin” diyerek ona iltifat eder.

Nasreddin Hoca pazarda dolaşırken renkli bir kuşun on iki altına satıldığını görür. Bu duruma şa-şıran Hoca yanındakilere sorar: “Bu kuş niçin bu kadar para ediyor?” “Bu papağandır, konuşur.” derler. Hoca hemen evine gider, hindisini koltuğunun altına alıp pazara getirir. “Hocam bu hindi kaç para?” diye sorarlar. Hoca: “On altın” der. Herkes şaşırarak: “Bir hindi on altın eder mi?” derler. Hoca: “Görmüyor mu-sunuz, papağanı on iki altına satıyorlar” etrafındakiler: “Hocam onun marifeti var, insan gibi konuşuyor. Senin hindi ne yapar ki?” Hoca: “O konuşuyorsa bu da düşünüyor!” der.

Nasrettin Hoca’nın meşhur fıkrasındaki “ya tutarsa” deyişindeki hikmete binaen dilimizi ve gönlü-müzü tatlandıracak olan latif ve nükteli sözlerin özellikle çocukların dilinde maya tutmasını temenni edip “ya tutarsa” diyerek noktalayalım yazımızı.

KAYNAKLAR(1) Mustafa USLU (Türk Dili ve Edebiyatı Terimleri Sözlüğü) (2) Dursun YILDIRIM(Fıkra, Türk dünyası el kitabı.) Ankara: TKA Enstitüsü.(3) NECM Suresi – Ayet: 43(4) Yusuf DOĞAN (Hz Peygamber ve Mizah. C. Ünv. İlahiyat Fakültesi DergisiCilt: VIII / 2, s.191-203Aralık-2004, Sivas)(5) Mustafa ÖZÇELİK (Nasreddin Hoca) Odunpazarı Belediyesi Y.Sh. 28)(6) Buhari, şehadet, 27; Müslim, akdiye,4

Not: Örnek olarak verilen (rivayet edilen)diğer hadisler: Yusuf Doğan’ın “Hz Peygamber ve Mizah” adlı makale-sinden,www.Sonpeygamber.info (Hz. Muhammed’in şaka ve latifeleri) resmi sitesinden, Bekir Sağlam’ın“Model İnsan Peygamber” kitabından alıntılanmıştır.

Page 216: HECE TAŞLARI - Turuz

20 He c e t a ş l a r ı 3 1 . s a y ı O n 5 e y l ü l 2 0 1 7

SEN GİDELİ CEYLAN AĞLAR DAĞLARDA Hayrettin DURMUŞ

-Türkiye’min şairi Dilaver Cebeci’ye-

Bir mavi türküdür dillerde adınKelkit vadisinde söylenir durur.Al bayrağa rüzgâr olur kanadınVatan senin şiirinle can bulur.

Hâlâ yarım bıraktığın sevdalarBiter mi gönülde hasret türküsü?Sen gideli ceylan ağlar, dağ ağlarSes vermez kederli mehterin kösü.

Sığındın en sağlam zırhın içineSevgin hiç bitmedi o görklü yâre.Haberciler saldın Çin’e, Maçin’eKitaplarda parlar durur Sitare.

Coşkun bir ırmaktı Seyyah-ı fakirKonuşan o değil, Dede Korkut’tu.Devletti, töreydi, kutsaldı fikirSılası gurbetti, gurbeti yurttu.

Dilin mızrak oldu, kalemin pusatŞiirin Türk İslam ülkü mukaddes.Yüreğinde şaha kalkar ılgar atGün gelir tükenir sayılı nefes.

Kandehar’da durdu yüce divanaDestanlar peşinde soylu ozandı.Fetih günü veda etti cihanaO sabah gök yandı yerler utandı .

GEL GİDELİM DOSTLAR BİZE GÜLMESİN

Fazlı BAYRAM

Yar gelende bağrımızda taş erirÇiçek böcek erik bize hoş gelirPınarları bu dağları o bilirGel gidelim dostlar bize gülmesin. Böyle bir gün cahil gene söz alırYerde gökte komaz bir tek o kalırsoftalığı kurnazlığı ar sanırGel gidelim dostlar bize gülmesin. Deli gönül gene buna inanırBile bile ele güne aldanırAptallardan simsarlardan usanırGel gidelim dostlar bize gülmesin.

Fazlı baba yaran yine baş tutarKazma kürek orta yerde pas tutarKalem kağıt senin ile yas tutarGel gidelim dostlar bize gülmesin.

Page 217: HECE TAŞLARI - Turuz

21O n 5 e y l ü l 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 3 1 . s a y ı

NE GÜZELSİN BOĞAZİÇİ

İsmail ÖZMEL

İnsan durak, yollar zamanMillet baki, cennet vatanSevda akar boğazlardan. Adım adım ayak ile Yudum yudum bardak ile Ne güzelsin Boğaziçi. Tarih deniz, insan balıkMartı rüzgâr, gönül kayıkKöpük sarhoş, dalga ayık. Selâm veren eller ile Sözü tatlı diller ile Ne güzelsin Boğaziçi. Gönüllerden dudaklaraKıyılardan uzaklaraMiras kaldı çocuklara. Çınardaki yaprak ile Çevrendeki toprak ile Ne güzelsin Boğaziçi. Boğaz rüzgâr, köprü kanatKız kulesi şahlanan at.İstanbul hâ, ruh ve sanat. Eyüp’teki toprak ile Yelkendeki bayrak ile Ne güzelsin Boğaziçi.

HAKKIMI HELAL ETTİM

Harika UFUK

En kötü günlerimde asla yanımda yoktunUzakta durdun ama hakkımı helâl ettim.Bazen iğneli fıçı, bazen zehirli oktunSırtımdan vurdun ama hakkımı helâl ettim.

El âlemle bir oldun, beni yalnız bıraktınBenden başka herkese sel gibi cömert aktınEsaret halkasını sanki boynuma taktınBoş hesap sordun ama hakkımı helâl ettim.

Sevda masallarıyla, yalanlarla avuttunVerdiğin pek çok sözü yuttun, beni uyuttunÖnümde diz çöktüğün günlerini unuttunKalbimi kırdın ama hakkımı helâl ettim.

Eskiden senin için sadece hayal, düştümİç yüzünü anladım, yazdan kışa dönüştümKanatlarımı kırdın, zirveden yere düştümDertle yoğurdun ama hakkımı helâl ettim.

Hayat; çalıyla dolu, karanlık, sarp bir yokuşHayallerim ölmeden tünedi hain baykuşSen akbaba olmuşsun, yüreğim çırpınan kuşPusular kurdun ama hakkımı helâl ettim.

Harika mutluluğu ömür boyu dilerdimKanlı gözyaşlarımı ellerimle silerdimBazı günler öfkeyle dişlerimi bilerdimÇok üzdün, yordun ama hakkımı helâl ettim.

Page 218: HECE TAŞLARI - Turuz

22 He c e t a ş l a r ı 3 1 . s a y ı O n 5 e y l ü l 2 0 1 7

ÜÇ ÜNLÜ TÜRKÜ VE AŞIK HÜSEYİN/bir

Dr. Halil ATILGANÂşık Hüseyin türküleri kadar ünlü olmayan

ozanlarımızdan biri… Onunla ilgili değişik za-manlarda derlemeler yapılmış. Derlemelerde ortak noktalar olmasına rağmen elde edilen bilgiler bire bir yapılmadığından kesin ve net değil. Çünkü ilgi-li çalışmaların biri hariç, diğerleri hep ölümünden sonra gerçekleşmiş. Bire bir kendisiyle görüşüp tespit yapan ilk ve tek kişi Adana Mıntıkası Maa-rif Eminliği himayesinde Memleket Çukurova’da adıyla çıkan on beş gün de bir yayınlanan dergide Berhayat Halk Şairlerinden Âşık Hüseyin başlığıy-la derlediklerini yazıya döken Hamdi Gökalp. Adı geçen dergide konuyla ilgili iki seri yazı yayınlamış. İlk yazıda H. Gök Alp. İkinci yazıda Hamdi Gökalp adını kullanmış. Derginin tarihi 01 Haziran 1930, sayı 15, sayfa 11. İkinci yazının sayısı 16, sayfa 12. Tarih 01. Temmuz 1930.

Hamdi Bey Âşık Hüseyin’le ilgili yazdığı ilk yazısında Âşık Hüseyin’i bizzat dinlediğini, 30 yaş-larında orta boylu, gürbüz kuvvetli bir halk şairi olduğunu, Maraş’ın Elbistan ilçesinin köylerinden birinde doğduğunu, babasının adının Yemliha ol-duğunu söylüyor. 1917 senesinde askerden kaçtı-ğı için idama mahkûm edildiğini. Kurşunlanmak üzere iken divanı harp reisi Tahsin Beye sazıyla sözüyle bir türkü söyledikten sonra kurtulduğunu anlatıyor. Tespitlerimize göre hadise şöyle.

Askerlik çağına kadar köyünde yaşamış olan Hüseyin askere giderken nişanlanır. Askere gittiği yer Gaziantep’tir. Hüseyin askerdeyken köyünden gelen mektupta nişanlısının başkasına verilece-ği haberi yazılıdır. Bunun üzerine Âşık Hüseyin askerden kaçarak köyüne gelir. Kimseye görün-meden nişanlısını alarak köyünden kaçar. Amacı Halep’e gitmek ve oraya yerleşmektir. Birliğinden kaçtığı öğrenilince takip başlar. Maalesef Hüseyin yakalanır. Nişanlısını elinden alırlar. Kendisine yardım eden üç arkadaşıyla birlikte divanı harbe verilir. Âşık Hüseyin ve arkadaşları Antep’te yargı-lanır. Mahkemenin kararı idamdır. İdam kararını uygulamak için darağacı kurulur. Gömlekler giydi-rilir. İlk önce Âşık Hüseyin’in asılması istenir. Âşık Hüseyin’e son sözü sorulur. Hüseyin ”Sazımı bana verin son sözümü söyleyeyim” der. Sazını alır eline ve vurur teline.

Akşam kaçtım sabahınan tutarlar Cezası olanı hapse atarlar Ben ölürsem nişanlımı satarlar Kıyma Tahsin Beyim n’olur canıma

Akşam kaçtım sabahleyin gördüler İdam kararına ne tez verdiler Gözüm bağlı bir ağaca sardılar Kıyma Tahsin Beyim n’olur canıma

Öldürme a beyim mecnun gezerim Sağ olsam sılaya mektup yazarım Antep ellerinde koyma mezarım Kıyma Tahsin Beyim n’olur canıma

Uydum şeytana da bilmeden kaçtım İstersen gel öldür bilmeden kaçtım Evladın öldürdüm kolana düştüm Kıyma Tahsin Beyim n’olur canıma

Şu yalan dünyada murat almadım El vurup da gonca gülün dermedim Nişanlım var daha düğün kurmadım Kıyma Tahsin Beyim n’olur canıma

Göstermez vatana şu yüksek dağlar Duyarsa nişanlım ah çeker ağlar Minnetçin olsunlar zabitan beyler Kıyma Tahsin Beyim n’olur canıma

Alayların içtimaya dizildi Kırk yerinden damarlarım kırıldı Okundu fermanım karar verildi Kıyma Tahsin Beyim n’olur canıma

Bir ataş düştü de yanıyor özüm Bağlanmış mendille görür mü gözüm Ölmesem de artık tutar mı dizim Kıyma Tahsin Beyim n’olur canıma

Babam yok ki yaralarım bağlaya Nişanlım görmez ki gönlüm eğleye Anam yok ki başucumda ağlaya Kıyma Tahsin Beyim n’olur canıma

Oturmuş kâtipler künyemi yoklar Sılada nişanlım yolumu bekler Bir kuş bunalırsa bir çalı saklar Kıyma Tahsin Beyim n’olur canıma

Âşık Hüseyin’im gezdim yoruldum Gözüm bağlı ben ağaca sarıldım Öldürdün efendim işte dirildim Kıyma Tahsin Beyim n’olur canıma

Page 219: HECE TAŞLARI - Turuz

23O n 5 e y l ü l 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 3 1 . s a y ı

Âşık Hüseyin son söz olarak bunları söyleyince cezayı veren Binbaşı Tahsin Bey her üçünü de af eder. Bu olaydan sonra Hüseyin sazı sözü dinlenir bir Âşık olur.

Âşık Hüseyin’in ailesi Malatya’dan Kahramanmaraş’ın Afşin ilçesinin Erçene köyüne gelip yerleşir. Babasının adı Yemliha, annesinin adı Fatma’dır. 1874 yılında doğan annesi Fatma 1914 yılında, 01. 07. 1859 tarihinde doğan babası da 05. 05. 1924 tarihinde vefat eder.

Araştırmacılar Âşık Hüseyin’in soyadının Tenecioğlu olduğu- nu söyleseler de değildir. Bizim tes-pitlerimize göre soyadı Tahtacı’dır. Doğum tarihi 01. 07. 1896. Ölüm tarihi 25. 02. 1945’tir1. Nüfusa kayıtlı olduğu il Kahramanmaraş, ilçesi Afşin. Köyü Erçene’dir. Âşık Hüseyin’in dedesinin adı Osman, (Yemliha’nın babası Osman ) ninesinin adı Hüsne. ( Yemlihanın annesi ) Yemliha’dan doğan Âşık Hü-seyin’in bir kız diğeri erkek iki kardeşi var. Erkek kardeşi Osman, kız kardeşi ise Melek. 01. 07. 1902 tarihinde doğan Osman. 15. 05. 1918, 01. 07. 1898 tarihinde doğan Melek Hanım da 1912 yılında vefat eder. İki kardeş de çok genç yaşta göçüp gider bu dünyadan.

Âşık Hüseyin iki evlilik yapar. İlk eşinin adı Meyse. Meyse’den Ali ve Hasan adında iki çocuğu olur. Çukurova’ya gittiğinde Meyse vefat eder. Meyse‘nin ölümünden sonra, Hatice adında bir bayanla evle-nir. Hatice’den Gülperi, Feride ve Fevzi adında üç çocuğu olur. 02. 02. 1945 tarihinde evlenen Gülperi Hanım evlendikten sonra Elbistan ilçesine, 01. 01. 1939 tarihinde doğan Feride Hanım 01. 01. 1956 tarihinde evlenerek Afşin’e gider. 2009 yılında da vefat eder.

Âşık Hüseyin’in 1914 yılında annesinin, 1924 yılında da babasının, daha önce de kardeşlerinin vefatı onu tek başına bırakır. Ana yok baba yok. Kısaca hiç kimse yok. Çareyi memleketten, doğup büyüdüğü topraklardan ayrılmakta bulur. Yeni bir dirlik düzen kurmak, ekonomik durumu düzeltmek amacıyla memleketi terk eder. Tespitlerimize göre Hüseyin’in ilk konalgası Kadirli’nin Köseli köyünde Kâmil Akçalı’ın çiftliğidir. Çiftlikte bahçıvan olarak çalışmaya başlar. Onun saz çalıp türkü söylemesi Kadirli çevresinde ünlenmesini, adının yavaş yavaş duyulmasına vesile olur. Ağıtçı ozan olarak bilinmesi ünlen-mesini daha da artırır. Yaktığı ağıtlar ününe ün katar. Adana, Kahramanmaraş, Gaziantep üçgeni içinde hayatını sürdüren Âşık Hüseyin, Kadirli, Osmaniye ve Düziçi ilçe düğünlerinin de aranan aşığı olarak adını duyurur.

Âşık Hüseyin her düğüne davet edilir. Çukurova da özellikle Kadirli, Andırın ve Düziçi bölgesinde düğün sahibi düğüne usta malı çalıp söyleyen Âşık davet ederdi. Bu gelenek az da olsa Düziçi ve yö-resinde hâlâ varlığını korumakta. Davet edilen Âşık düğünün hem tiyatrocusu, hem de sanatçısıdır. O türkülü hikâyeler anlatır. Hikâyedeki yaşanan hadiseyi canlandırır. Kendi türkülerini, hem de usta malı türküleri hikâyeleriyle birlikte anlatarak artistik kabiliyetini gösterir. Onu Maraş ve Çukurova yöresin-de tanımayan yoktur. Zenginlerin başmisafiridir. Hatta Düziçi ilçesinin Haruniye beldesin-de dahi onu herkes tanır. Ağaların eğlencelerinde, düğünlerinde başmisafirdir. Kısaca zaman, onun bahsettiğimiz bölgelerde ünlü bir âşık olarak hayatının devam etmesine vesile olur. Yörede ünlenmesi Kadirli ağaları-nın sofralarında da saz çalıp türkü söylemesini sağlar. Kadirli’den sonra Osmaniye’nin Burhanlı köyüne yerleşir. Kısaca Kadirli’nin Köseli köyünde başlayan hayat, Çukurova, Osmaniye, Düziçi, Andırın ve Gavurdağları’nda devam eder. Yaktığı her türkü Âşık Hüseyin’in ününe ün katar. Acem Kızına söylediği dörtlükler ise hayatının dönüm noktası olur.

Bilindiği gibi Acem Kızı türküsü zaman içinde çok ünlenir. Hani derler ya güzelin düşmanı çok olur. İşte Acem Kızı da öyle. Güzel bir türkü oluşu, dörtlüklerinin vurucu olması herkesin sahip çıkmasını sağlar. Neşet Ertaş’tan sonra Karslı Âşık Canani de türkünün kendisine ait olduğunu söyler. Sahiplenme çoğalınca ikilem başlar. Acaba gerçek sahibi kim? Bunun için detaylı bir araştırma şart. Biz bunu sağla-mak için kapsamlı bir çalışma yaptık. Zaman içinde türküyle ilgili tüm tespitlerimizi kayda geçtik.

Araştırmalarımız Neşet Ertaş ve Âşık Canani üzerine yoğunlaştı. Mehmet Gökalp’i kaynak göste-rerek türkü sözlerinin Karslı Âşık Canani’ye ait olduğunu söyledik. İçimizde bir uhde kalmasın diye de konunun peşini bırakmadık. Araştırma devam etti.

Sonuçta tespitlerimizi Acem Kızına Dörtlükleri Kim Dedi başlığıyla Erciyes Dergisinin 438. sayısı-nın birinci sayfasında yayınladık. (Haziran 2014) Konu Acem Kızı olunca 2014 yılında yayınladığımız tespitlerimizden birkaç bölüm alarak ilgililerin bilgilerine sumak istedik.

Page 220: HECE TAŞLARI - Turuz

24 He c e t a ş l a r ı 3 1 . s a y ı O n 5 e y l ü l 2 0 1 7

TERS ÖĞÜTMehmet DURMAZ

Hocam, nedir bu kaygı

Var mıdır hukuka saygı

İdeal, yavan bir duygu

Eyyamcılık, kral yemek

Bihamiyet olmak gerek

Güçlü isen sen yap, olur

“Kanun” hep zayıfa kalır

Her fırsat bir kere gelir

Soy devleti soğur yürek

Bihamiyet olmak gerek

İste hakkın olmayanı

İhtirasla besle canı

Budur insanlığın şanı

Para bayrak rüşvet direk

Bihamiyet olmak gerek

Namusluysan “hak” sefalet

Vurgunculuktur marifet

Bu mudur sosyal adalet

Köşe dönmek “kutsal” erek

Bihamiyet olmak gerek

Herkes özgür, soyar soyar

“Sürüler” yerine koyar

Açlar verir, toklar doyar

Az verdin mi cay-ı kürek

Bihamiyet olmak gerek

Dindara din hürriyeti

Doğu der can hürriyeti

Canmış “yaşam”ın diyeti

Zalim hür, mazluma köstek

Bihamiyet olmak gerek

Kan dökülür, gül koklarlar

Bir tek seçimde yoklarlar

Hem de karayı aklarlar

Bulamazsın gerçek bir renk

Bihamiyet olmak gerek

Okuyorlar, yazıyorlar

Değerleri bozuyorlar

Azdıkça da azıyorlar

Erdem öldü yoktur örnek

Bihamiyet olmak gerek

“Adalet” der, der, inleriz

Biz çalar, hep biz dinleriz

Lambadan çıkmış cinleriz

Yol arama, etme merak

Bihamiyet olmak gerek

İstisnalar kural oldu

Kart tilkiler kral oldu

Çakallarsa maral oldu

Aslan şimdi şaşkın ördek

Bihamiyet olmak gerek

Page 221: HECE TAŞLARI - Turuz

aylık şiir dergisi

On5ekim2017

HECE TAŞLARI

elektronik haberleşme adresi [email protected]

32

Page 222: HECE TAŞLARI - Turuz

HECE TAŞLARI Aylık Şiir Dergisi Yayın Yönetmeni Tayyib Atmaca Kapak Fotoğrafı Yasin Mortaş Tasarım Adem Konan Yazışma Haydar Bey Mh. 32077 Sk. Armada 2 D 6 Onikişubat K.MARAŞ 0535 391 92 50 [email protected]

32. Sayı 15 Ekim 2017 ISSN 2149-4509. (e-dergi)

Vuqar NEMET / Prof. Dr. Mehmet Fatih KÖKSAL / Ekrem KAFTAN /

Erdal NOYAN / Prof. Dr. Saim SAKAOĞLU / Doç. Dr. İrfan GÖRKAŞ /

Âşık MUHSİNOĞLU / Cahit CAN / Cevat AKKANAT / Ali Rıza ATASOY /

İlker GÜLBAHAR / Ali Rıza KAŞIKÇI / Tayyib ATMACA / Mehmet BAŞ

İNCELİR İNCİNİR KALBİ OLANLAR

B U S AY I DA

Damarı çatladı ademoğlunun, herkes birbirinin Kabil’i oldu, topraklar sulanır kardeş kanıyla, herkese yetecek bir dünya varken, ve gidecek başka bir vatan yokken, bir yerde bir zulüm borazanının, sesi kısılmadan bir başka yerde, çığlıklar yükselir duyan azalır, beş maymun olanı biteni görür, sırtını çevirir görmezden gelir, bir insan insanı odun yerine, nasıl tutuşturur aman Allah’ım!

Her nesil bir yara alır savaşta, ya canından bir parçası eksilir, ya ruhunda derin yaralar açar, acının gömleği üstüne olmaz, içine çekilir sesini açar, asumana avazını salamaz, gözlerini yumar uzağa bakar, uzaklardan kuşlar konar avcuna, kendi yağmu-ruyla yüzünü yıkar, efkar derecesi yerine gelir, besmele çekerek yola koyulur, incelir incinir kalbi olanlar, kalbi olmayanlar taş bile değil.

Karşı komşumuzun evi yanarken, perdesini çeker komşularımız, biz ne geldiyse batı’dan geldi, “kızıl sultan” oldu Abdulhamit Han, “Jön Türkler” içini oydu milletin, hicap libasını yırtıp attılar “Osmanlı kızının son hali” manşet, dünya güzelini bizden seçtiler, ondan sonra oldu bize olanlar, parselledi bu dünyayı gavurlar, demokrasi to-humları onlardan, biz ekeriz onlar toplar hasadı.

Tül perdeye döndü sözün kumaşı, herkes birbirine bezirgan oldu, gül alıp gül satan bitti pazarda, ayaklar altında erdemlerimiz, ustalar sazını asmış duvara, çıraklar edepten firar eylemiş, caddelerde kayıp güzelim Türkçe, şehremini “kentsel dönüşüm yapar”, yeni “rekraasyon” alanı açar, şehirler kentleşir bellekler yiter, kültürümüz pas-pas olur yerlerde, şairlerin sesi soluğu çıkmaz.

Tayyib ATMACA

Page 223: HECE TAŞLARI - Turuz

03O n 5 e k i m 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 3 2 . s a y ı

Bugün kəndimizdən bir ağac köçürOdunçu dayanıb, durub ər kimiO ağac gözünün yaşını içirZorla ərə gedən gəlinlər kimi. Bu bahar kəndimiz qış keçirəcək Bir palıd inadi doğranıb onunBu bahar yuvasız quşlar gələcək Üzünə ğəm tozu qonub kəndimin. O ömür payını bugün keçirkiBir ömrə biranlıq gərək olacaqOnda min bir qoşun evi uçurkiHardasa bir evə dirək olacaq. Bu ağac bəlkə bir çəliyə dönübBir quca əlindən yapışacaqdıBir soyuq ocaqda alışıb yanıbNə bilim üstündə nə bişəcəkdi.

Bəlkə bir daxmaya çevrildi sabah Bir insan ömrünü bitirmək üçünBəlkə bir tabuta çevrildi o, ah!...Bir insani yerdən götürmək üçün. Bugün kəndimizdən bir ağac köçürZorla ərə gedən o yazıq qız tək Neçə arzi quşu yuvasız qalıbNeçə quş bu kənddən üz döndərəcək. Bəlkə bax bu kağız həmən ağacdıÖzü o zülümə qol çəkir indi Bir cahıl əlində dili kəsildiBir şair əlində dil açır əyndi. Bir qələm olmağa bir çöpü yetərBu zülmü dəftərə köçürmək üçünYuvasız quşları o qatar qatar Arzi göylərinə uçurmaq üçün. Dünya kəndimizdən köçən ağacınÇiynində bir dünya ehtiyac köçürBugün dünyamızda sıxılır biran Bugün dünyamızdan bir ağac köçür!...

KÖYDEN GÖÇEN AĞAÇ

Vuqar NEMET

Page 224: HECE TAŞLARI - Turuz

04 He c e t a ş l a r ı 3 2 . s a y ı O n 5 e k i m 2 0 1 7

ŞİİR VE GENENEK ÜZERİNE KONUŞMALAR/altı

Prof. Dr. Mehmet Fatih KÖKSAL Konuşturan: Tayyib Atmaca

Önünüzde tarihi bir kapı var ve siz bu kapıyı elinizde avuç alanınızı aşan bir usta elinde düğülmüş bir açar ile sözün kapısını açtığınızda gelenek ve şiir üzerine döşediğiniz, ruh ve gönül işçiliği ile süslediğiniz şiir otağı nasıl meydana geldi?

Şiirle uğraşan -şair demiyorum- hamur gibidir. Ununun kalitesi, mayası önemli. Suyu var, tuzu var, yoğuranı, ustası var; o çok önemli. Fırın tavında mı, fırıncı mahir mi? Bunların hepsi bir araya gelirse şiirin hası, şairin ustası ortaya çıkar. Ne kadar eksik o kadar gedik. Dil ve edebiyat tahsil ettiğim için yaz-dıklarımla ilgili “kitabî bilginin imkânlarını kullandığım” şeklinde yorum yapanlar olur zaman zaman. Bunlarda haklılık payı yok değildir. Ama o “pay” ne kadardır, işte onu kestirmek kolay değil. İlk şiirlerimi lise yıllarında yazmışım. Adını benim koyduğum yeğenim Alper’e yazmışım. İlk dörtlüğü şöyle: “Nem-lenmesin o simsiyah gözlerin / Işıtsın yüzünü hoş tebessümler / Rüya ülkesinde tatlı sözlerin / Söylenir, o günü özle sen Alper...” Böyle devam ediyor. Tipik koşma tarzı. Ama galiba o yaşta ne koşmadan, ne hece vezninden haberim var. Şiirin tamamına bakıyorum, iki yerde vezin tutmuyor. Bu öğretilmedi bana ama yazmışım o yaşta. Gelenekten beslendiğim çok doğru. Hem halk hem divan şiiri geleneği şiirime bütünüyle yansır. Hatta yansıma değil; heceli pek çok şiirin yanı sıra galiba küçük bir divançe oluşturacak kadar da klasik şiir vadisinde yazdıklarım var. Ki bunların çoğu için yansıma veya tesirden ziyade belki eskinin izini taklit demek daha doğru olur.

Yanınıza genç bir şair adayı geldi, elinde üç beş tane şiiri var ve günümüz şairlerinin parmak izlerini taşıyan ya da taşımayan şiir eskizlerini size sunarak “ağabey bu şiirlerimi bir bakar mısınız, benden şair olur mu?” dedi. Bu şair adayının yol hazırlığı gönül çantasında neler olmalı?

Akademisyen oluşumdan dolayı olsa gerek zaman zaman bu tarz ziyaretler olur. “Genç bir şair adayı” dediniz ya... Neden bilmem daha ziyade orta yaşın da üstünde “şair adayları” geldi şimdiye kadar. Onlar da, zahirde görüşümü, bâtında takdirimi almak isterler. Hemen her şehirde benzerlerine rastlayacağınız müteşairlerle muhatap oldum daha çok. Hiç okumamışlar ama çok çok yazmışlar. Ama siz “faraza” diyor-sunuz; söyleyeyim. Önce ilham olacak. Başka bir deyişle “şair yaradılış”ı olmalı önce. Buna işin “vehbî” tarafı diyor eskiler. Yani Allah tarafından “hediye edilmiş” bir kabiliyet... Bir de “kesbî” tarafı var, yani sonradan, çalışmakla elde edilen hasıla. Yukarıda söylediğim “hamur” metaforu ile aynı bir nevi. Kişide Allah vergisi şiir yeteneği var, ama çalışmazsa bu cevher parlamaz. Cevher olmasa o da bir işe yaramaz; ortada cevher olmazsa hangi mücevherci neyi işlesin? Buradan şu çıkıyor: İkisi birden olmazsa ortaya şair de çıkmaz şiir de. Ne var ki ikisi eşit değil. Şair yaradılışı olmayan kimse bütün ömrünü şiire verse en sonunda yazacağı “manzume”, olacağı “nâzım”dır. O ilahi “hibe” olmadan olmaz. Şiir çalışması, eski ta-birle “tetebbu”, eski ve iyi şairleri çok çok okumakla olur. Çok okumak, çok yazmak. Yazdıklarını çizmek, yırtmak, yakmak... İyiyi yakalayana kadar.

Gelenekle gelecek arasında kurulan köprüden elimizi kolumuzu sallayarak geçebilir miyiz? Bu köprüden geçebilmek için hangi çığırlardan geçmemiz gerekir?

Bu köprünün tabii olanı; klasik, eski usul ve geleneksel olanı kurudu kuruyacak. Bu, “alaylı” usulüdür. Tayyip Bey, siz benden iyi tanırsınız. Elbistanlı Cansız Emmi vardı, hemşehriniz Ahmet Cansız Güllü... Allah rahmet eylesin. Aruzla şiirler yazardı. Ben çok merak ediyordum bunu nasıl başardığını. Her ne kadar aruzun basit bahirlerini kullanıyorsa da bu o kadar kolay değildi.

Hatırlar mısın bilmem, kendisine bunun sırrını sormuştum... “Hiç” demişti. “Kimseden öğrenme-dim. Bizim çocukluğumuzda, gençliğimizde herkes divan tarzı şiirler okur. Demek onlar aruzla imiş ki, kulağımda nağmeleri yer etmiş. Ben de o izi sürdüm geldim.” Tabii yaşadığı yöredeki yaygın tasavvuf biri-kiminden bahsetti ki bunlar biri birinin mütemmimidir. “Yaşayan şiir” olarak divan şiiri günümüzde söz konusu değil; benim gibi bazı akademisyenlerin eskiye öykünen kalem tecrübeleri dışında o vadi çoktan kurudu. Tekke şiiri hakeza...

Halk şiiri, özellikle âşık şiiri kısmen devam ediyorsa da son ustaların vefatından sonra o damar da çok kan kaybetti.

Page 225: HECE TAŞLARI - Turuz

05O n 5 e k i m 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 3 2 . s a y ı

Ama bu gelenekten günümüz şiirinde yararlanmaktan söz ediyorsunuz ki buna talip olan için iş çok zor değil. Büyük şairler, Yunus Emre, Nesîmî, Fuzûlî, Şeyh Galip ve benzerleri okunmalı diyeceğim ama bunun lafta kalacağını da biliyorum. Çünkü bunları anlayıp özümsemek günümüzde bu alanda yüksek tahsil yapanlar için bile mümkün değil. Ama hiç değilse anlamaya çalışmak için gayret sarf etmelidir. Daha yakın dönemdekileri, Millî Edebiyat şairlerini, hececileri okumalı.

Bütün bunları söylemek kolay tabii ama maalesef muazzam bir kültürel erozyon söz konusu. Bunda 1980 yılını kötü bir milat olarak tespit ediyorum ben. 12 Eylül 1980’den beri edebî ve kültürel alanda her şey daha kötüye evrildi...

Gündelik hayatlarını 200 kelimeyle idame ettiren, konuşmak yerine mesaj atma kolaylığını tercih eden; kelime yerine kısaltmalarla ve “emoji” dedikleri sembollerle anlaşan nesilden hangi şairi okumasını ve ne yazmasını bekleyelim? Tabii istisnaları hariç tutarak söylüyorum.

Günümüzde geleneksel şiirin memelerinden emmeden modern şiir yazılabilir mi?

Yazılabilir, niye yazılmasın? Nitekim yazılıyor da. Ama ortaya çıkanın ne olduğu tartışmalı olur.

Divan ve halk şiirini tanımadan günümüz “modern şiiri”ni yazarken karşılaştığımız engelleri nasıl aş-malıyız?

Divan şiiri ve halk şiiri, iki gelenek olarak yüzyıllardır birlikte süre gelmiştir. Bizim şiir geleneği-miz bu iki damar hayatta tutar. Bunları özümseyen “şair”in başarılı olmama ihtimali yoktur, diyebilirim. Bunları tanımadan şiir yazılır mı bilmiyorum. Yazan varsa ben onu yazana şair, yazdığına da şiir demem. Bu ülkenin hangi siyasi, sosyolojik veya etnik grubuna ait olursa olsun demem. Doğrusu şu da var: Sağcı, solcu, şu veya bu kökenden gelen, mezhep, meşrep farklı gibi farklılıklar olsa da bu topraklara ait ol-ması bile başlı başına bir değerdir bence. Bu toprakların kültürüyle bezenmiş, bu hamurla yoğrulan, bu memleketin deresinde çimen, yağmurunda ıslanan, çamuruna saplanan, düğününde oynayan, mezarın-da ağlayan, ağıtını, ninnisini, türküsünü dinleyen bir şairin gelenekten esasen -kendisi etkilenmediğini iddia etse bile- tabii olarak etkilendiğini düşünüyorum. Bu kalıtsal bir ruh gibidir. İster istemez geleneği genlerinde taşır. Ha, gelenek şiirini bilinçli olarak okursa yoluna çıkan engelleri çok daha kolay aşar; o da bir başka husus.

Sözlü bir medeniyetin köşe taşlarını oluşturan şiir nasıl oldu da gönül ve ruh ikliminden uzaklaşarak içi boş kelime yığınlarıyla dolu sadece manası yazanın karnında saklı “şiir” şekline dönüştü?

İşte bu sorunun cevabı da yukarıdaki yakınmalarımda gizli. Hemen hepsi eğitimini büyük Avrupa şehirlerinde gören Tanzimat sanatkârları büyük bir iddiayla yola çıktılar. Ne var ki şiir ve edebiyatın muhtevasını değiştirmeyi başarsalar da dil ve şekil meselesinde istedikleri yenilikleri tatbik edemediler. Yüzlerce yılın getirdiği birikim ha deyince atılacak gibi değildi. Hatta Tanzimat’tan çok sonra, artık mo-dern şiir dediğimiz şiir bile ilk safhalarında klasik şiirimizin büyük tesiri altındadır. Bizde geleneğin iki büyük vadisinden biri aruz, diğeri hece yoludur. Bu, aruz için neredeyse bin yıllık, hece için çok daha faz-la bir hamuledir. Türk insanının adeta genlerine işleyen bir şeydi bu. Medreseliler için şiir sadece “aruz”la yazılırdı.

Hece şairlerini “parmak hesabı” ile yazan “çöğür şairleri”; yazdıklarını da “kayabaşı terelellisi” diye küçümserlerdi. Nitekim tezkirelerde sadece divan şairlerinin yer alması bu yüzdendir. Halk şiiri tabii ki daha sade olmakla birlikte önemli oranda tasavvuf kültüründen ve hatta klasik şiirin -hem şekil hem muhteva yönünden- malzemesiyle beslendiği için onun da zengin bir söz varlığı vardı. Yani gelenek, şiirin sadece şekline değil, diline de olumlu manada tesir ediyor, şiirin dil dağarcığını zengin kılıyordu.

Divan şiirinin en yaygın geleneği olan “nazirecilik”, şairin kendisini geliştirme arzusunu her daim canlı tutuyor, aynı zamanda söz meydanında şairler arasındaki rekabeti sürekli körüklüyordu. Aynı şey halk şiiri için de geçerliydi. Anadolu’nun her yerinde oluşan kültür dairelerinde usta-çırak ilişkisi en canlı şekliyle asırlar boyu devam ede gelmiştir. Ne var ki bu köklerden kopuş; günümüzün kerameti kendinden menkul şairlerini ve adı bile konulmamış şiir âlemini doğurdu. Yalnız sorudaki şiir için sar edilen “sözlü medeniyetin köşe taşları” tabirini eksik buluyorum.

Şiirin sözlü kültürle başladığı kuşkusuz doğrudur. Ancak manzum söylenen mani, ağıt, manzum ata-sözü ve bilmeceler, lugazler gibi anonim türler dışında -ki sonradan onların da önemli bir kısmı yazılı kültür ürünlerine dönüşmüştür- bizim edebiyatımız, sonradan yazıya geçirilmiş olsa da yazılı bir mede-niyetin eseridir. Zaten yazı medeniyettir, medeniyet yazıdır.

Page 226: HECE TAŞLARI - Turuz

06 He c e t a ş l a r ı 3 2 . s a y ı O n 5 e k i m 2 0 1 7

Şiir bize neyi anlatır?

Şiir ruhtur; hayatın en rafine tarafıdır. Her şairin hikâyesi başkadır. Her şair başka şey anlatır; şiir de herkese başka şey anlatır. Aynı şair veya aynı şiirin de herkese anlattığı başka başkadır. Kimi Karac’oğ-lan’dan bir şeyler alır, kimi Nesîmî’den; kimine Fuzûlî’nin yanık ve derin beyitlerinde kendisini bulur, kimi Orhan Veli sadeliğinden hoşlanır. Kimine göre Âkif ’in mısraları şiirdir, kimine göre Nazım Hikmet en büyük şairdir. Bence bu, konunun bir yönü ve sübjektiviteyle malul olan tarafı. Ancak şu galiba ortak kanaat hükmündedir: Bir söze şiir denilebilmesi için onun insanın hem ruhuna hem fikrine hitap edebi-len estetize bir manzume olması elzemdir.

Şiirde usta çırak ilişkisi var mıdır?

Var mıdır demeyelim de, olmalı mıdır, diyelim. Çünkü olan da var, olmayan da. Elbette olursa gü-zeldir. Geleneksel şiirimiz bu gelenekle kendisini yaklaşık yedi yüz yıl yaşatmıştır. Demin değindiğim nazirecelik, divan şairleri için bir “şiir atölyesi” idi. Halk şairlerinin atışmaları, karşılamaları da kuşkusuz aynı geleneğin âşık tarzındaki uzantılarıdır. Usta-çırak ilişkisi için gelenek şart mıdır, derseniz, değildir derim. Bir “genç şair adayı” hiçbir geleneğe dayanmayan bir şairi kendisine üstad belleyip onu izleyebilir.

Şair kendi üslubunu nasıl oluşturur?

Üslûp kendiliğinden olan/oluşan bir şeydir. Gerçek şair nasıl “dur, oturup bir şiir yazayım” demezse -böyle olanlar varsa kusura bakmasınlar- ve ilham atının kişnemesini beklerse üslûp da zamanla ve geli-şimle ilgilidir ve eski tabirle tahteşşuur oluşur. Üslûp sahibi olmak da şairim diyen herkesin ulaşabileceği bir zenginlik değildir. Alanım olduğu için Klasik şiirimizden örnek vereyim. Yazma eser kütüphane-lerimiz yüzlerce divan şairinin divanları, divançeleri, mesnevileri ve sair manzum eserleriyle doludur. İşte ancak üslûp sahibi olanlar bir Şeyh Gâlib olmuş, Nevâyî olmuş, Necâtî, Fuzûlî, Nedîm, Bâkî, Nâbî, Sâbit vs. olmuş kendilerini asırlar üzerinden sıçratarak bugüne taşıyabilmişlerdir. Bugün -elbette konuya hâkim olmak kaydıyla- daha önce duymadığımız bir şiir için “bu Nesîmî’nindir, Fuzûlî’nindir, Nâbî’nin olmalı” gibi hükümlere varabiliyorsak bu, o şairlerin şahsî üslûplarının var oluşunun bir sonucudur. Tek-ke ve halk şiiri için de bu böyledir. Bir Karac’oğlan, bir Niyâzî-i Mısrî, bir Nesîmî, bir Yûnus Emre, bir Erzurumlu Emrah vb. üslûp sahibi sanatkârlardır. Herkesin görüşü farklı olabilir, buna saygı da duyarım ancak bana göre “üslûp sahibi olmak”la “iyi şair” olmak eşdeğerdir. Ancak burada bunu “gelenek şiirleri” özelinde söylediğimin altını çizmeliyim. Sadece Divan şiiri değil, tekke (tasavvuf) ve halk (âşık)şiirimiz de yüzyılların süzgecinden geçe geçe rafine olmuş ve zamanla kendi kuralları ve geleneklerini oluştur-muştur. Nazım şekilleri, vezin, nazım türleri, benzetmeler ve hayal dünyası gibi şiirin temelini oluşturan konularda belli kurallar çerçevesinde hareket etme zorunluluğu bulunan bu gelenek şiiri içinde, benzer-leri arasından sıçrayarak öne çıkmak ancak “şahsî üslûp” ortaya koyabilmekle mümkündü. Ancak böyle mecburiyetleri olmayan günümüz şiirinde elbette üslûp sahibi olmak için çağlara damga vuracak bir büyük şair olmak gerekmiyor. Ama başta söylediğimi tekrar edeyim, bir şairin üslûp oluşturmak için özel çabası, planı-programı olması gerektiğini düşünmüyorum.

Gelenekten habersiz geleceğe şiiri nasıl taşırız?

Esasen yukarıda müteaddit kereler dile getirmeye çalıştığım görüşlerim bu sorunun da cevabını kıs-men vermiş durumdadır. Belki klasik bir cümle olacak ama gelenekten kopuk şiir köksüz şiirdir. Köksüz bir ağacın yeşermesi, dal budak salması, çiçek açması, meyveye durması nasıl beklenemezse gelenekten bihaber şiirin de geleceğe taşıyabileceği bir şey yoktur.

Esasen bunu sosyal hayatımıza da benzetebiliriz. Geleneksel aile yapımızın paramparça olduğundan, örf ve âdetlerimizin unutulduğundan, bizi millet yapan manevi hasletlerimizin günden güne değersizleş-tirildiğinden, töre’nin bozulduğundan nasıl yakınıyorsak şiir için de aynı metaforu rahatlıkla kullanabi-liriz.

Gelenekten büsbütün kopuk şiir olmaz, yazılamaz demiyorum. Olabilir, pekalâ yazılabilir. Ancak or-tadaki “Türk şiiri” olur mu, bu tartışılır. Sadece Türk lisanıyla yazılmış olması, ona “Türk şiiri” dememize kifayet eder mi?

Yahya Kemal’in milliyetçi ve muhafazakârlar tarafından öteden beri tekrar edilen şu mısrası gerçekten bir rehber gibidir: Kökü mâzîde olan âtîyiz....

Page 227: HECE TAŞLARI - Turuz

07O n 5 e k i m 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 3 2 . s a y ı

Modern şiir ya da günümüz şiiri deyince neyi anlıyoruz?

Bu soru aslında bir bakıma bir önceki sorunun devamı gibi geldi. Kaldığım yerden devam edebilirim. Günümüz şiiri çok parçalı bir görünüm arz ediyor. Bu parçaları da daha ziyade siyasi kanaatler belirliyor ve şekillendiriyor. Bugün siyasette nasıl siyasi liderlere adeta “perestiş” derecesinde bağlılık, onun en hatalı bir sözü veya davranışını dahi kutsamak, hadi olmadı tevil yolunu seçmek gibi ne dinimizle ne töremizle bağdaşmayan “sapık” bir anlayış hâkimse şiir ve sanatın diğer şubelerinde de buna yakın bir kayırmacılık ve/veya umursamazlık söz konusu. Sarkaç bu iki uç arasında sallanıp durmakta. Ödülleri bu kanaatler belirler, dergilerdeki toplanmalar aynı mihver etrafında oluşur. Yayınevleri, dernekler ve saire de bu doğrultudadır. İşin teselli verici yanı ise günümüz siyasetindeki bu katı ve siyah-beyaz keskinliğin-deki tavrın şiirde o denli etkin olmayışıdır. Yine gelenek meselesi...

Geleneğin özümseyen, sizin tabirinizle “geleneğin memelerinden emen” şair birkaç adım öndedir. Behçet Necatigil, Attila İlhan, Sezai Karakoç, Turgut Uyar, Hilmi Yavuz ilk akla gelenler... Halk şiir ge-leneği için de aynı şey geçerli. Geleneği süzerek günümüze taşımış şair olarak Abdurrahim Karakoç bu sahanın en bariz örneğidir.

Edebiyat dergilerinde şiir “başrol oyuncusu” olarak önyazıdan hemen sonra “cam kenarı”nda yer alma-sına rağmen neden şiir kitapları basılmıyor, basılsa da satmıyor. Şiir dergilerin ya da okurun “dolgu malze-mesi” mi oldu?

Ben bu sorudaki tespite katılamıyorum. Şiir kitapları günümüzde çok hatta haddinden fazla basılıyor. Ancak şu var ki, baskı adedi kadar satıldığından, hele hele okunduğundan emin değilim. Tabii benim kastım alt alta birtakım cümleleri sıralayarak bunlarla ortaya çıkan şeyin şiir olduğunu zanneden müte-şairlerdir. Gerçek anlamda şiir kitabı elbette fazla basılmıyor. Şiir sevenler galiba şiir dergileri etrafında toplaşmayı tercih ediyor. Onlar da bir avuç zaten. Ve her avuç ayrı bir dergi çıkarıyor.

Şiir kitaplarının da hikâye, deneme ve roman kitapları gibi çok okunması için özellikle Milli Eğitim Bakanlığının öncülüğünde edebiyat öğretmenlerinin öğrencilerine şiir ezberletmeleri ve şiir kitapları öner-meleri şiiri ve şiir kitaplarına açılan kapıyı aralar mı?

Bu sorunuza verilecek cevap bir makale boyutunda uzun olabilirdi. Devletin yapabileceği o kadar şey var ki. Demin bahsettiğim Cansız Emmi’yi yetiştiren kültür-sanat vasatı günümüzde ortadan kalktı. Bu-nun yerini belki sahaflar, bazı kitapçı dükkânları ve yeni yeni görülmeye başlanan “kitap kafe”ler kısmen ve fakat çok farklı boyutta tutmakta. Bu sivil boyut. Devletin “şiir mektepleri” oluşturabilmek için o kadar imkân var ki. Bazı belediyeler kısmen bu işlevi üstlenmiş.

Şehirde şiirle uğraşanların toplandığı, sohbet ve okuma imkânlarının olduğu sıcak mekânları tahsis eden, kültür ve sanat evleri tesis eden belediyelere şükran borcumuz vardır. Ancak şahsen işin asıl sahi-bi olan Kültür Bakanlığının bu hususta çok gerilerde kaldığını ve sınıfta kaldığını düşünüyorum. Hatta daha ileri giderek, meslek icabı konunun göbeğinde olan biri olarak Kültür Bakanlığının planlı programlı bir kültür politikası olduğuna dair ciddi kuşkularım var. Milli Eğitim Bakanlığı da öyle. Hatta artı değer koymak yerine gitgide olumsuza evrilen bir seyir rahatlıkla görülüyor. Yaklaşık on yıldır önce Kültür Ba-kanlığı, sonra da Milli Eğitim Bakanlığı Anadolu şehirlerindeki kitap satış bürolarını kapattı. Bu olumsuz gelişme sadece şiir ve edebiyatın değil, o şehirlerdeki kültür ortamına da büyük darbe vurdu. Bu kuru-luşlar ticari müessese gibi kâr-zarar hesabı yapamaz, yapmamalıdır. Sadece o yörede yaşayan halkın bu eserlerle tanışmasının önüne geçilmedi, eser veren araştırmacı yazar ve şairlerin de ürünlerini yayınlaya-bilecekleri alanlar kısıtlanmış oldu. Son günlerde uygulamaya geçen bir kararla da Kültür Bakanlığının kütüphaneler için yayınevleri ve dergilerden kitap/dergi satın alma işlemini durdurduğunu üzüntüyle öğrenmiş olduk.

Devlet bu yanlışlardan âcilen dönmelidir. Her iki bakanlık şair ve yazarları özendirmek için çokça ödüller vermeli, ödül veren kurum ve kuruluşlara maddi manevi destek sağlamalıdır. Kitap basımı ve dağıtımında öncü ve yol gösterici olmalıdır. Keza şiir günleri, şiir akşamları gibi şiir platformları bakan-lıklarca bir program dâhilinde desteklenmelidir.

Şiir ezberle(t)me hususu derin bir yara. Bunları nasılsa hepsi ezbere biliyordur diye yıllarca Necip Fazıl’ın “Kaldırımlar” şiirini Osmanlıca derslerinin okuma saatlerinde okutmamıştım. Yıllar sonra bir derste sıra o şiire gelince “hadi bu seferlik okutayım” diye düşündüm ve netice benim için tam bir hayal kırıklığı oldu. Zira 50 kişilik sınıfta Kaldırımlar şiirini ezbere bilen bir tek kişi bile yokmuş. Bırakın ezbe-re bilmeyi, çoğu adını bile duymamış.

Page 228: HECE TAŞLARI - Turuz

08 He c e t a ş l a r ı 3 2 . s a y ı O n 5 e k i m 2 0 1 7

Düşünün ki bunlar Türkoloji talebeleri. Sadece onu değil, meğer Han Duvarları’nı da bilmiyorlar-mış... Ve herkesin bildiğini düşündüğüm diğer meşhur şiirler... Liseden böyle geliyorlar maalesef. Şimdi bunlar mezun olup öğretmen olunca öğrenciye nasıl şiir ezberleyin desinler? Ya öğrenci “hocam bir şiir de siz okuyun da biz dinleyelim” derse? Eğitim sistemimizin hâli bu. . Sistem bütünüyle kötü. Ortalama bir lise öğrencisine her dersten, o alanın lisans öğrencisinin ancak bilmesi gereken bilginin neredeyse tamamı müfredata yüklenmiş; ama elde avuçta bir şey yok. Sonuç, kocaman bir sıfır. Namık Kemal’i tanı-yacak bütün eserlerini bilecek, hatta eserlerin türlerini bilecek (N. Kemal sadece bir örnek, elbette bütün şair ve yazarları) bunun yanında türev ve integrali de bilecek; elementlerin periyodik cetvelini de ezber-leyecek; mitoz, mayoz ne kadar üreme tipi varsa bilecek, böceklerin sindirim sistemini de iyi öğrenecek; bütün fizik kanunlarını, formüllerini ezberine alacak; Selçuklu, Osmanlı ve Cumhuriyet tarihine kıldan ince nüansları fark edecek kadar hâkim olacak vs. vs. vs. Gariptir ki bu kadar donanımlı yetiştirdiğimiz[i sandığımız] öğrencilerin üniversiteye giriş sınavındaki durumu önümüzde utanç duvarı gibi duruyor... Eğitimci olmak hasebiyle haddi aştık galiba ama soru ister istemez buralara getiriyor insanı.

Osmanlı Padişahlarının kahir ekseriyeti şiir ya da bir güzel sanatla ilgilendiğinden bir ince ruha sahip-tiler. Bundan dolayı içinde yaşamış olduğumuz yüzyıldan önce yaşamış şairler şiirleriyle hâlâ yaşamaya devam ediyorlar. Bu hususta gerek devleti yönetenler gerekse şehir eminlerine reçete olacak düşünceleriniz nelerdir?

Acaba soruda murat edilen şu mudur? “Padişahlar şiir yazıyorlardı, şimdiki devlet adamları veya po-litikacılar neden yazmıyor?” Ama ardından “şehir eminleri” diyerek eskiye gönderme yaptığınız belediye başkanları da gelince soruyu tam anlamada zorlandım. Acaba “günümüz devlet adamları ve belediye başkanlarına şiiri yaşatmak ve güçlendirmek için neler düşer” olarak mı anlamalıyım? Öyle ise bunu bir önceki soruda uzun uzun cevaplandırdım. Ancak sorunuzun ilk kısmındaki “Osmanlı Padişahlarının kahir ekseriyeti şiir ya da bir güzel sanatla ilgilendiğinden bir ince ruha sahiptiler” hükmüyle ilgili birkaç söz söyleyebilirim.

Osmanlı padişahlarından kimlerin şiirle uğraştığına baktığımızda bunun tarihî-siyasî süreçle at başı gittiğini görürüz. II. Murad’a gelene kadar şiirle iştigal eden bir padişah bilinmiyor.

Ancak devletin, kurum ve kurallarıyla yerli yerine oturmaya başladığı bir dönemle başlıyor bu gele-nek. “Türk asrı” diye tabir ettiğimiz 16. asırda ise bütün padişahlar şiir yazmış. Hem de Türk edebiyatının en büyük birkaç divanından (yaygın olarak yanlış bilindiği gibi “en büyük divanı” değil) biri olan Divan-ı Muhibbî ortaya konmuş. Divan sahibi olduğu bilinen on Osmanlı padişahının ilki Avnî mahlasıyla şiirler yazan Fatih, sonuncusu ise III. Selim’dir (İlhâmî). III. Selîm’den sonra gerileme döneminden Cumhuri-yet’e uzanan çizgide de şiirle zaman zaman uğraşan padişahlar çıkmışsa da ya tek tük yazmışlar; yani şiir onlar için ciddi bir sanat meşgalesi olmamış ya da yazdıklarını özel defterlerinde muhafaza edip gün yü-züne çıkarmamışlardır. Bu manzara çok kayda değer veriler sunmaktadır. Demek devletin güçlü, dingin ve zengin olduğu dönenlerin yöneticileri şiir ve sanata zaman ayırabilmişler, bu konuyu ciddi bir uğraş olarak kabul etmişler ancak sıkıntılı süreçlerde yetişen padişahlar buna vakit ayıramamışlardır.

Burada konunun nirengi noktası, şiirle ve sanatla uğraşan padişahların aynı zamanda şiir ve sanatı himaye etmeleri meselesidir. Bugün telif yasalarıyla korunan sanatkârın hamileri padişahlar, şehzadeler, şiir ve sanat âşığı devlet adamları; şiir ve edebiyatın neşv ü nema bulduğu mekânlar ise saraylar, paşa veya ağa konaklarıydı. Esasen divan şiirindeki çözülme, zorunlu dönüşümler, devletin macerasından fark-lı düşünülemez. Tarih bize çöküş dönemi padişahlarının şiirle uğraştıklarını söylemediği gibi şairleri himaye ettiğini de söylemiyor. Hamisini yitiren Divan şiirinin 18. asır sonlarından itibaren güçlü şair yetiştirememesi boşuna değildir.

Son olarak konuyu günümüzle bağdaştıracak olursak; günümüz siyasetinde bırakın şiirle, sanatla, edebiyatla uğraşmayı, eski meclislerin nükteli dilinden çok uzak, kaba, hırçın bir üslûpsuzluk hâkimdir. Böyle bir anlayışla şiir ve sanatı buluşturmaya çalıştırmak beyhudedir; hatta şiir ve sanatın zarafet ve nezahatini rencide eder. Bunu şu parti, bu parti özelinde değil ne yazık ki mevcut siyasetin genel vaziyeti olarak tespit ediyoruz.

Bizce siyasetçilerin bu hususta halka verecek reçeteleri yoktur. Ancak kendilerine konunun doktoru olarak “resme, sinemaya tiyatroya, heykele” ama ille de “şiire” değer vermelerini; hiç değilse değer veren-lere değer vermelerini salık veririz.

Page 229: HECE TAŞLARI - Turuz

09O n 5 e k i m 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 3 2 . s a y ı

ÖLÜM

Ekrem KAFTAN

Bazen tek tek götürür bazen kervanla ölümEn güzeli muhakkak tam bir imanla ölüm.

Mezar geçiş yoludur mahşerin dehşetineUnutturur öleni elbet zamanla ölüm.

Bir karanlık ufuktur kimse gitmek istemezBuluşturur hayvanı, kâmil insanla ölüm.

Aşıklar göz gözeyken gelip bulsa bizi derBirbirine musavi elim hicranla ölüm.

Geride kalan ağlar gidenin hali meçhulAyırmaz ihtiyarı, taze fidanla ölüm.

Her taraftan yağar da vakti geleni bulurUğraşmaz son âna dek ömrü olanla ölüm.

Azrail de melektir lakin sevmez hiç bir kulYaklaşır hedefine bin bir ilanla ölüm.

Gece gündüz, yaz ve kış daima yollardadırNeden doymaz acaba sayısız canla ölüm.

Kıyamet kopar bir gün,ölür gökler ve yer deDirilir ahirette va’d-i Kur’an’la ölüm.

Her ölen genişletir mahşeri adım adımBilinir işte o dem şaşmaz mizanla ölüm

Ölümü çok hatırla ölmeden öl de KafiUnutmaki vuslattır Baki Rahman’la ölüm

BERCESTE DİZELER

Erdal NOYAN Az Çok

Yoktan sonra gelen az çokÇoktan sonra gelen az yok.

Bir Anahtar Yeter

Sevdiğim sen ol yanımdaBir anahtar yeter bize.

Acele

Benim sana acelemBulduğumdan beridir.

Hayatın Dikenleri

Olmasa da hayat bir gül bahçesiBulunur batacak birkaç dikeni.

Mutedil Dalgalı

Mutedil dalgalı bir günümdeyimBoş bir kayık salınıyor ruhumda.

Özet

Hüzündür özeti geçen ömrümünSen üzülme diye gizledim durdum.

Page 230: HECE TAŞLARI - Turuz

10 He c e t a ş l a r ı 3 2 . s a y ı O n 5 e k i m 2 0 1 7

ÂŞIK ŞİİRİNE MÜDAHALELER -4-ÂŞIK ŞİİRLERİNİ KİMLER KARIŞTIRIYOR?

Prof.Dr. Saim SAKAOĞLU

Zaman zaman okuyucularımın ilgisine sunduğum bir konu var, yeri gelmişken bir de burada kısaca hatırlatıvereyim. Kemal Demiray’ın ortaokul Türkçe kitabındaki iki âşık şiirini okuyalı neredeyse 67 yıl oluyor. Onlardan ilki Karaca Oğlan’ın,

Dinle sana bir nasihat edeyim Hatırdan gönülden geçici olmamısralarıyla başlayan koşması ile Sümmanî’nin,

Şu karşıki yüce dağlar Acep bizim dağlar m’olamısralarıyla başlayan semaisi idi. Aradan yıllar geçti, ben bir âşık edebiyatı araştırıcısı oldum ve gördüm ki bu şiirlerden ilki TRT reper-

tuvarında başka bir âşık adına derlenmiş türkü olarak okunuyor, ikincisi ise başka bir âşığa ait bir şiirmiş.Bu yanıltmaların sorumlusu kimler acaba? İlkinde Karaca Oğlan’dan kaynaklanan bir durum söz ko-

nusu değildir. Derlemeye giden dönemin radyo görevlisi kaynak şahsın verdiklerini derleyip üst makam-lara teslim etmiştir. Ancak o görevli konuyu çok yakından takip eden birisi olsaydı, aşığımızın bu pek ünlü şiirinin başkası adına kayda alırken ilgiliyi uyarırdı. Semaiye gelince, âşığımız böyle bir şiiri kendine mal edecek birisi değildir, güçlü bir âşıktır. Ama, aşağıda açıklayacağımız sebeplerden biriyle ilgili olarak karışıklık ortaya çıkmıştır.

Âşık şiirlerinin başına gelen bu karmaşanın sebeplerinelerdir?. Onlardan birkaç tanesini maddeler haminde sıralayıp kısaca açıklayalım.

1. Çok sevilen bir şiir ki bu türkü olarak da söyleniyor olabilir, söyleyenlerin keyfine göre başka bir âşığa, özellikle kendi sevdiği veya hemşerisi olan bir âşığın adına bağlanıverir. Bu, en çok görülen ve ah-lak dışı olarak kabul edebileceğimiz bir olaydır.

2. Hafızasındaki şiirlerin hangi âşıklara ait olduğunu unutan veya karıştıran kaynak kişiler de bu tür yanlışlığa düşebilir. Özellikle yaşı ilerlemiş kişiler âşık adlarını kolayda karıştırabilir.

3. Yaşanılan dönemin gereği dışarıya açılamayan âşıkların şiirlerini ele geçiren açıkgözler ufak tefek değişikliklerle şiiri kendi adına çalıp söylemeye başlayabilir

4. Özellikle şiirleri türkü olarak da okuyabilen kaynak şahıslar çok sevilen âşıkların şiirlerini kolaylık-la topluluğun beklediği âşığın adına bağlayıverir. Burada ünlü âşıklara bağlanan şiirler söz konusudur..

Bu sonuncu maddenin çok olumsuz bir örneğini hatırlatmak isteriz. 19. yüzyılın önde gelen âşıkla-rından Erzurumlu Emrah günümüzde de çok sevilen, şiirleri türkü formunda okunan, hatta sanatçılar tarafından dönemin teknik kolaylıklarından yola çıkılarak plak, kaset, CD türü araçlarla geniş kitlelere ulaştırılan bir âşığımızdır. . Onun şiirleri üzerine uzun bir yazı kaleme alan merhum Cahit Öztelli daha sonra o yazısının adını değiştirerek âşığımızı incitici bir dil kullanmıştır. İşte o iki ad:

“Erzurumlu Emrah’a Mal Edilen Şiirler”, Folklor Araştırmaları Kurumu Yıllığı 1975, Ankara 1975.Sahte Şöhret Bir Ozan: Erzurumlu Emrah, Ankara 1976.Yıllıktaki yazının adını asla yadırgamıyoruz, doğrudur. Çünkü pek çok şiir, tıpkı Karaca Oğlan’a bağ-

landığı gibi Emrah’a da bağlanarak söylenmekte ve yayımlanmaktadır. Ancak ayrı basım havası taşı-mayan ve kapak geçirilerek kitap şeklinde yayımlanan ikincisinin adı asla doğru değildir. Sanki Emrah başkalarının şiirlerini kendine mal ederek okumuş, yazıya geçirmiş gibi bir soğuk hava estirilmek isten-mektedir. Nitekim kendisi de bir Emrah kitabı sahibi olan Vehbi Cem Aşkun bir makale ile bu sevimsiz olayı kınamıştır:

“Erzurumlu Emrah Hiç Bir Zaman Sahte Şöhret Değildir”, Türk Folklor Araştırmaları, 16 (321), Nisan 1976, 7609-7610.

Page 231: HECE TAŞLARI - Turuz

11O n 5 e k i m 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 3 2 . s a y ı

Bu arada bu konularda sorumlu kişilerin kimler olabileceği konusu üzerinde durmamız gerekiyor. Çünkü bir cönkte Karaca Oğlan adına bağlı olarak kayıtlı olan şiir başka bir cönkte Âşık Emrah adına kayıtlı olarak görülmektedir. Bu durum karşısında araştırıcı veya yayıncı ne yapmalıdır? Bu tür ikiliği, hatta üçlü ve dörtlü durumları ortadan kaldırmak uzmanlık isteyen bir iştir. Aynı şiiri her iki âşığımıza bağlayamayacağınıza göre işin içine yayıncının yani yayına hazırlayanın uzmanlığı devreye girecektir.

Biz bu konuda âşık edebiyatı araştırıcılarına örnek olması için Karaca Oğlan’ın şiirlerinin bağlandığı âşıklarla ilgili bir değerlendirme yapmıştık. Orada gözümüze çarpan özellikleri Ercişli’nin de yer aldığı örneklerle şöyle gösterebiliriz:

1. Köroğlu-Karaca Oğlan-Ercişli Emrah: Köroğlu, hikâye kahramanı olanı değil, 17. yüzyılda yaşayan âşığımızdır. Bu üçlünün yaşadığı coğrafyayı göz önünde bulundurarak bazı ipuçları yakalamalıyız. Önce-likle kelime dünyaları ele alınmalıdır. Mesela Ercişli ile Karaca Oğlan’ın kelime dünyaları oldukça fark-lıdır. Kelime dünyaları onları ayırt etmemize yardımcı olabilir. Ayrıca, kendilerine ait olduğu konusunda kesin hükme ulaştığımız şiirlerin üslup özellikleri de bize yardımcı olabilir.

2. Âşık Kerem-Âşık Sefer Ali (Azerbaycan)-Karaca Oğlan-Ercişli Emrah: Aynı şiir değişik kaynaklarda bu dört âşığımızın adlarına bağlı olarak söylenmektedir. Emrah ile Ali’nin dilleri bir birlerini okşa-maktadır. Kerem’in dili ile Karaca Oğlan’ın ağız özelliklerinin farklı olduğunu biliyoruz. Acaba, bu şiir bu âşıklardan birine ait olup başkaları tarafından kelimelerle de oynanarak başka bir âşığı veya bölgeye bağlanmış olamaz mı?

3. Ercişli Emrah-Karaca Oğlan; Bu iki âşığımızı özellikle ele alıyoruz. Karaca Oğlan, W. Radloff ’un Proben dizisinde yer alan ünlü hikâyenin kahramanıdır. Aynı şiirin ilk dörtlüklerini vererek değişiklikle-rin nasıl ortaya çıktığını göstermek istiyoruz. Proben’deki dil oldukça farklıdır, bunun sebebi derlendiği Türk coğrafyasının dilinden kaynaklanmaktadır.

Çıhtım yücelere seyran eyledimYar ile gezdiğim yerler perişanGurbet elde bir ah çektim ağlaramBir men değil cümle alem perişan (Ercişli)

Endim höcrelerinsehireiledimYaremingezdüğü yerler perüşanFirak geldi ben ah çekip ağladımSalt ben değil cümle alem perüşan (Karaca Oğlan) (Sakaoğlu 2014: 165)

Söz Ercişli Emrah’tan açılmışken Azerbaycan Türkü genç bir meslektaşımızın çalışmasından devam edelim. Seyran Gayibov’un Hasta Kasım’ın Bir Naziresi Üzerine adlı makalesinden birkaç satırı alalım. O şöyle demektedir:

“Bilindiği gibi Emrah, edebiyat tarihimizde şairlik hakkı belli bir süre elinden alınmış güzide sanat-çılarımızdan biridir. Ercişli Emrah ilgili araştırmaların tamamında “şiirlerini uzun yıllar Erzurumlu Em-rah adına yayımlamıştır” ibaresiyle karşılaşılmaktadır. Bu yüzden Ercişli Emrah’ın edebî şahsiyeti belli bir süre sisli perde arkasında kalmıştır.” (Gayibov 2007: 48)

Bu görüş son derece yerindedir ve bizler de yıllardan beri aynı görüşü paylaşıyoruz. Ancak yazının devamındaki cümlede bir konu öne çıkarmaktadır:

“[Ercişli’nin] Gün yüzüne çıktığından itibaren de olumsuzluklar peşini bırakmamış, bazı şiirlerinin diğer şairlere, özellikle Karacaoğlan’a ait olduğu konusunda düşünceler ortaya atılmıştır.” (Gayibov 2007: 48)

Yazarımız bu konuda örnekler verirken bizim 2004 yılında yayımladığımız Karaca Oğlan adlı 1030 sayfalık kitabımızı görmemiş olmalıdır. Gerçi bizim başka bir kitabımız ile bir makalemizden yararlan-mışsa da örnek ad olarak ileri sürülen Karaca Oğlan ile ilgili görüşleri için bizim kitabımıza da bakabi-lirdi. Bunda, yazının basım için uzun süre beklemiş olacağı ihtimalini de göz önünde bulunduruyoruz.

Page 232: HECE TAŞLARI - Turuz

12 He c e t a ş l a r ı 3 2 . s a y ı O n 5 e k i m 2 0 1 7

Bakalım Gayibov neleri ileri sürüyor. Biz uzun cümleyi maddeleştirerek okuyucularımıza bir kolaylık sağlamak istiyoruz:

1. Meselâ Sakaoğlu’nun yayımladığı Ercişli Emrah (Sakaoğlu 1987: 112) eserindeki “Men de bu caha-na geldim geleli “ mısralı koşmasını Nejat Birdoğan(1974: 7151-7153) Karacaoğlan’a ait olarak gösterilir.

2. “Bu gün aziz gündür, derneğimiz var” mısraıyla başlayan koşması (Sakaoğlu 1987: 114) Behçet Dede tarafından Ahıskalı Emrah’a ait olarak gösterilir.

3. “Bir yiğidin yaman derdi” mısraıyla başlayan semaisi (Sakaoğlu 1987: 132) Ahıskalı Emrah’a ait olarak gösterilir.

4. Karaca Oğlan - Ermenekli Ali / İhrakîBilim dünyasında pek de tanınmayan bu âşığımızı merhum Doğan Atlay yıllar önce şöyle tanıtmıştı:“İhrakî’nin doğum ve ölüm tarihlerini bilemiyoruz. Seferberlikte 70-75 yaşlarında öldüğü söylenir.

Günümüzde Gündal soyadını taşıyan kalabalık bir ailenin atası olan İhrakî daha çok taşlama, hicviye ve destan türünde şiirler yazmıştır.” (Atlay, 1997: 45).

Yukarıda andığımız Karaca Oğlan adlı çalışmamızdan yola çıkarak birkaç cümle ile konuyu ilgileri-nize sunalım.

Kitabımızda, “...girmedim mi ben / ... dermedim mi ben” kafiyesiyle yer alan koşma için şunları söyleyebiliriz. Bu şiir Müjgân Cunbur’da (1973 ve 1985: 190), Cahit Öztelli’de (1978: 150-151), Karaer [(1973)]’de 198)ve bizde (2004: 527-528; 2012: 521) üçer dörtlükten oluşmaktadır. Atlay’da ise (1997: 47) altı dörtlüktür. İlk dört kaynaktaki dörtlükler, Atlay’da da ilk üç dörtlüğü oluşturmaktadır. Bu demektir ki Atlay’da altıncı dörtlükte yer alan mahlas da öbürlerinde üçüncü dörtlüğe kaydırılmıştır. Hemen aklı-mıza şu soru geliyor: Niçin Atlay’dan çok önce yayımlayanlar üçer dörtlükle yetinmişler?

Şiir, Kâmil Efendi adlı bir zatın kaçan nişanlısının üzerine onun ağzından söylendiği için, mahlas dörtlüğünde Kâmil adı geçmektedir. Atlay, bu şiir için şöyle demektedir: “Bu şiiri Cahit Öztelli Hoca bi-raz değiştirip Karacaoğlan adına kaydetmiş... Keza Müjgân Cunbur.” (Atlay, 1997: 46-47).

Elbette Atlay’ın, “...biraz değiştirilmesi” görüşüne katılamıyoruz; çünkü bu değişiklikleri kaynak kişi-lerde daha çok ve daha sık görüyoruz.

Hele hele şiirin altı dörtlüğe çıkarılması anlaşılır gibi değil. Bize göre burada Karaca Oğlan’ın bu şi-irini bilen bir âşık, İhrakî de olabilir, Karaca Oğlan’dan aldığı ilhamla âdeta nazire yazarcasına bir şiir yazmış ama duygularını frenleyemediği için de şiiri altı dörtlüğe kadar çıkarmıştır.

Yeri gelmişken bir konuyu da araya sıkıştırıverelim. Bazen olayın tam tersi bir durumla karşılaşıyo-ruz. Mesela âşığın uzun bir şiir ikiye bölünerek iki ayrı şiirmiş gibi yayımlanmaktadır.

Bukonuda Karaca Oğlan’ın bir şiirinin başına gelenler tarafımızdan bilim dünyasına sunulmuştu (Sa-kaoğlu 2004: 375-379 ve 2012 371-375).

Şiirlerin tamamını alamayacağımıza göre bir değişik yol bulmamız gerekecek. Karaca Oğlan’dan bi-rinci ve sonuncu dörtlüklerle İhrakî’den birinci, üçüncü, bir yer adı geçtiği için beşinci ve mahlas dört-lüklerini alacağız.

Bakalım şiirimizin başına neler gelmiş.

Sana derim sana hûbların şâhıSoyunup koynuna girmedim mi benKoynunda açılan domurcuk gülünSenin iznin ile dermedim mi ben…..Bu sâdık dostundan ne tez usandınHer münâfıkın sözüne inandınKaraca Oğlan da bilmez mi sandınGizli sırlarına ermedim mi ben (Sakaoğlu 2004: 527-528 ve 2012: 521)

Page 233: HECE TAŞLARI - Turuz

13O n 5 e k i m 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 3 2 . s a y ı

Ermenekli Ali/İhrakî

Kaçma benden kaçma sevgili yarimEvvela koynuna girmedim mi benKoynunda açılan gonca gülleriEl uzatıp bir bir dermedim mi ben…..Sevdiğim sen beni bilmez mi sandınVardın düşmanların sözüne kandınSevgili yarinden ne tez usandınHer bir yalanına ermedim mi ben…..İçirdin feleğin gamı zehriniGenç yaşımda çektim gurbet kahriniBana terk ettirdin sen Mut şehriniAşkın ile Anamur’a varmadım mı ben

Sevda ile ateş üstü yerimdirHerkeslereder’din Kâmil yarimdirSen bulmuşsun bana Mevla kerimdirSenden âlâsını bulmadım mi ben

(Atlay 1997: 47 ve oradan Sakaoğlu 2004: 182-183 ve 2012: 180)

Yazımızın başlığında hangi soruyu sormuştuk? Âşık Şiirini Kimler Karıştırıyor? Galiba her sınıftan insanımız bu bozma işinde el birliği ile çaba sarfetmektedir.

KAYNAKLAR

Nejat Birdoğan, “Kitaplar Arasında: Ercişli Emrah ile Selvihan Hikâyesi Üzerine”, Türk Folklor Araş-tırmaları, 15 (304), Kasım 1974, 7151-7153.

Seyran Gayibov,“Hasta Kasım’n Bir Naziresi Üzerine”, Modern Türklük Araştırmaları Dergisi, 4 (2), Haziran 2007, 47-53.

Saim Sakaoğlu, Ercişli Emrah, Ankara1987.Saim Sakaoğlu, Karaca Oğlan, Ankara 2004 ve 2012.www.ahiskali.com (Öztelli, Cunbur ve Karaerile ilgili kaynaklar hatırlatma için verilmiştir.)

Page 234: HECE TAŞLARI - Turuz

14 He c e t a ş l a r ı 3 2 . s a y ı O n 5 e k i m 2 0 1 7

CÂMÎ’DE ŞİİR AHLAKI Doç.Dr. İrfan GÖRKAŞ

Neden Câmî?

Son iki yıldır düşüncemin konularından birisini şiir-tefekkür ilişkisi oluşturmaktadır. O nedenle fır-sat buldukça, düşünürlerden hareketle şiir-düşünce ilişkisine dair yazılar yazmayı düşünmekteyim. Bu düşüncem sebebiyle bu yazı ortaya çıktı. Çünkü ahlak, düşüncenin, teknik terimle felsefenin, disiplinle-rinden birisidir. O nedenle yazım iki kısımdan oluşmaktadır. Birincisi ‘neden Molla Câmî’ sorusuna kısa bir cevap aramak, ikincisi Câmî’nin yedi mesnevîsinden birisi olan Salâman ve Absâl’dan hareketle onun ‘şiir ahlakını’ ortaya koymak.

Neden Molla Câmî, çünkü o Horasan’ın bir kasabası olan Câm’da 817/1414’te doğmuş, Semerkant ve Herat’ta yaşamış, 898/11492’de Herat’ta vefat etmiştir. Doğum ve ölüm tarihlerinden anlaşılacağı gibi 15.yüzyıl İslam düşünürüdür. Câm’da doğduğu için ve Şeyhülislam Ahmet Namık Câmî’ye (ö.h. 536) bil-gi bakımından bağlı olduğu için ‘Câmlı, Câm’a mensup’ anlamında Câmî olarak anılagelmiştir. Asıl adı Nurettin Abdurrahman’dır, Molla Câmî adıyla ünlenmiştir.

Neden Molla Câmî, çünkü Câmî bir İslam düşünürü olarak Osmanlı düşüncesini ve günümüz Türk düşüncesini etkileyebilmiş ender şahsiyetlerden birisidir. Onun etki gücü, sahip olduğu özelliklerden kaynaklanmaktadır. Sözgelimi o şair ve mutasavvıftır. Yedi romantik ve didaktik mesnevîden meyda-na gelen Heft Evrengi yazmış, tefsir, hadis, tasavvuf, hal tercümeleri, nahiv ve Arap dili üzerine eserler kaleme almış, Fatih Sultan Mehmet’in davetiyle Konya’ya kadar gelmiş, Fatih’in vefatıyla geri dönmüş, şiirlerinde Fatih’i methetmiş (Ziya Paşa, Harabat, Matbaa-i Amire, İstanbul 1292, c.II, s.225), oğlu II.Ba-yezid’le mektuplaşmıştır. Mektupları Münşeat-ı Feridun Bey’de kayıtlıdır (Abdülvehhab Tarzi, “Önsöz”, Cami Salâman ve Absâl, MEB, İstanbul 1968, s. IX). Hatta Osmanlıda Lami’î Çelebi gibi bir takipçisi yetişmiştir. Ziya Paşa ise Harabat’ın mukaddimesinde “Câmî, câmiu’l-fünundur/Destinde anın Sühan zebundur. Allâmedir ol edib-i mâhir/Her ilm-i hünerde bahse kâdir” diyerek devrinin ilimlerini (fünun) kendisinde cem eden kimse olarak anmaktadır. Dikkat edilirse Câmî, bizimle aynı kültür ve düşünce muhitinde yetişen ve yaşayan bir düşünürümüzdür.

Neden Molla Câmî sorusuna verilen bu kısa cevaplar yazımızda Câmî’yi seçmemiz için yeter sebepti. O halde biz yazımızın ikinci bölümüne, Câmî’nin şiir ahlakına geçebiliriz.

Şiir-Ahlak İlişkisi

Şiir nedir? Ahlak ne demektir? Şiir ve ahlak, her ikisi hem bir sebep hem bir sonuçtur. Sebep olmaları bakımından onlar aprioridirler, sonuç olmaları bakından aposterioridirler. Sebep olmaları bakımından doğuştan gelen bir yetenek, sonuç olmaları bakımından birer üründürler. O halde bu yetenek (kuvve) ve ürünlerin mahiyetini sormalıyız. Cevaba sözlüklerden başlayabiliriz.

Sebep (kuvve) olmaları bakımından Türk Dil Kurumu Sözlüğü şiiri şöyle tanımlamaktadır: “Düş gü-cüne, hayale, imgeye, gönle seslenen, anı, duygu, coşku uyandıran, etkileyen şey.” Dikkat edilirse sözlük iki şey söylemektedir. Birincisi okuyucu için şiir. İkincisi şair için şiir. Bir şiir okuyucusu için şiir, okuyu-cunun düş gücüne, hayale, imgeye, gönle seslenen şeydir. Bu şey okuyucuda anı, duygu, coşku uyandır-makta ve onu etkilemektedir. Bu anlam, gerçekte bir ürün olarak ortaya konulmuş şiirdir. Biraz sonra bu ürünün neliğinden söz edeceğiz. Ancak ürünü ortaya çıkaran şey, yani ürünün sebebi nedir? Şiir hangi şeyle ortaya çıkmakta ve okunur hale gelmektedir?

Ürünün sebebini sormak, sonucun sebebini aramak demektir. Sonuç olarak şiirin sebebi, Eflatun’dan bugüne muhayyile kuvvesi, diğer adıyla hayal gücü olarak ifade edilegelmektedir. Hayal gücü, sözgelimi muhayyile Farabi ve İbn Sina’da insanın doğuştan getirdiği iç (bâtın) güç/yetenek/lerinden birisidir. Türk Dil Kurumu Sözlüğü bu iç gücü, üç kavramla karşılamaktadır: “Şuur, ruh, bilinç.” Şuur ve bilincin aynı iki sözcük olduğu düşünülürse, sözlük biri şuur/bilinç, diğeri ruh olmak üzere iki kavram kullanmış olmak-tadır. İşte ürün olarak şiirin sebebi yahut ilkesi söz konusu şuur/bilinç olmaktadır.

Page 235: HECE TAŞLARI - Turuz

15O n 5 e k i m 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 3 2 . s a y ı

Ürün olarak şiiri aynı sözlük “Şiir, zengin sembollerle, ritimli sözlerle, seslerin uyumlu kullanımıyla ortaya çıkan, hece ve durak bakımından denk ve kendi başına bir bütün olan edebî anlatım biçimi, man-zume, nazım, koşuk” olarak tanımlamaktadır. Tanıma bakılırsa bir ürün olarak şiir, ‘biçim’den ibarettir. Eski adıyla ‘nazım’ veya ‘manzume’dir. Edebiyatla ilgisi bakımından söylemek gerekirse şiir ‘edebî anlatım biçimi’dir. Biçim, şiirin mahiyetine dair birinci özelliğidir. İkinci özelliği bu biçimi diğer biçimlerden ayıran ayrımlardır. Bir biçim olarak şiiri diğer biçimlerden ayıran şeyler, zengin semboller, söz ritimleri, seslerin uyumudur. Özetle şiir, ya kaynak/ilke/sebep veya biçim, edebî anlatım biçimi olmak üzere iki anlama gelmektedir. Kaynak olarak o, güçlü ve aktif bir şuur/bilinçtir. Biz bu güçlü-aktif bilince/ruha, şiirin öznesi yani şair diyoruz.

Bu güçlü bilinç, zengin sembolleri, ritimleri, seslerdeki uyumu bir tema üzerinde üretmekte, temayı biçimlendirmektedir. Nakkaşın yapıları veya tavanları nakışladığı, heykeltraşın mermeri heykelleştirdiği, ressamın tuvali resimlediği (uyum, simetri, …vb.) gibi. Nakştan, heykelden, resimden her biri sanatçıya (güçlü bilinç) ait bir biçimdir. Yapısız nakşın, mermersiz heykelin, tuvalsiz resmin varlığı mümkün olma-dığı gibi ‘tema’sız şiirin de varlığı söz konusu olmayacaktır. Aralarındaki fark, temanın da güçlü bilince ait olmasıdır. Demek istiyorum ki her ses, her ritim şiir değildir. Şiir bir biçimdir, ama temalı biçimdir. Biçimli şiirlerin birçok teması vardır. İşte şiirdeki temalardan birisi ahlaktır. Bu durumda ahlakın mahi-yetini sorabilir, aynı sözlüğe bakabiliriz.

Sözlük, ahlak karşılığı, yaradılış, huy, mizaç, yeti kavramlarını vermektedir. Eskiler bunlara cibilliyet tarzında da ifade edilen cibillet, fıtrat ve tabiatı ilave ederlerdi. Yine aynı sözlük ahlakı, “bir toplum içinde kişilerin uymak zorunda oldukları davranış biçimleri ve kuralları, davranış, töre, moral” olarak vermek-tedir. Dikkat edilirse birincisi apriori olan, ikincisi aposteriori olandır. Birincisi doğuştan gelen, ikincisi tecrübeyle veya eğitimle elde edilendir. Birinci anlamıyla o, biçimin öznesi güçlü bilinçtir, ikinci anlamıy-la ahlak da güçlü bilince ait olandır. İkinci anlamda o, ya bilgidir ya da davranıştır. İster bilgi olsun, ister davranış olsun, ahlak çoğul bir terimdir ve tekili, Türkçe huy’un Arapçası olan hulk’tur. Huy ise bilindiği gibi ya yapa yapa, tekrar ede ede veya eğitimle kalıcılaşan davranış, yani fiildir. Bu bakımdan huy/ahlak, sürekli/değişmeyen bir fiildir. Fakat bir huyun huy olabilmesi her zaman kolay olmamaktadır. Çünkü huyların kimisi iyi, kimisi kötüdür. İyi ve kötü huy, öncelikle sürekli yapılmayı/üretilmeyi gerektirmek-tedir. Sürekli üretilen bir ürün olarak şiir ve ahlak, ayrı ayrı var olduklarında çokluğu, bir araya geldik-lerinde birliği ifade ederler. Bu bakımdan şairler, bir ürün olarak şiirleri, bazen iç içelik (zâhir-bâtın), bazen parça-bütün (cüz-kül) ilişkisi olarak ifade ederler. Şiir biçimli ahlak birliktir ve içiçeliktir. İçiçelik ise anlatımlarda bazen cevher-araz, bazen kül-cüz ilişkisidir.

Câmî’nin Şiir Ahlakı

Câmî’nin bir ürün olarak şiir ahlakı iki cüzden oluşan bir bütündür. İki cüzden birincisi mesnevî (bi-çim), ikinci cüzü ise ahlaktır (tema). Birincisi zâhir ikincisi bâtın. Her ikisi birlikte güçlü bilincin ürünü. O nedenle Câmî’nin şiir ahlakını biz, onun yedi mesnevîsinden yedincisi ve en orijinali olan Salâman ve Absâl’dan hareketle ele alacağız. Mesnevînin temel kahramanı tabii ki Salâman’dır. O nedenle denilebilir ki Câmî’nin şiir ahlakı, aynı zamanda Salâman ahlakıdır.

Salâman’ın Şairliği

Salâman, mesnevînin hem isminde yer alan iki isimden hem de eseri temellendiren dört kahrama-nından birisidir. Salâman’ın doğumu, sıradan bir doğum olmayıp dinî terimle mucizevîdir. Câmî’ye göre o noksansız ve ayıpsız olarak meydana gelmiştir. Yöneticilik (Padişahlık) fidanından açan bir goncadır o, bilgi âleminden esen bir yeldir. Cevherdir o. Bu cevher yüzünden padişahlık tacı yücelik bulmuş, taht onun kutsallığı ile devlete ermiştir. Onun boyu posu her çeşit afetten salim olduğundan ona gökten Salâ-man adı inmiş/verilmiş, her ayıptan temiz ve arınmış buldukları için adı, ‘selamet’ kelimesinden türetil-miştir (Câmî, 1968, s.38, 408.beyit; Câmî, 1968, s.45, 46).

Salâman’ın ismini ve doğumunu böyle belirleyen Câmî, Salâman’ı güçlü bir bilinç sahibi, yani şair kişi olarak vasfetmektedir. Şu beyitler ona dairdir.

Page 236: HECE TAŞLARI - Turuz

16 He c e t a ş l a r ı 3 2 . s a y ı O n 5 e k i m 2 0 1 7

Söz söyleyiş kabiliyeti o kadar fazla idi ki, sözle bir kılı kırk yarar, daha kelimeyi işitmeden manayı anlardı (Câmî, 1968, s.45, 491.beyit). Söz kulağına varmadan, manası zekâ kubbesinde çınlar yankılanır-dı. Nazımda ne varsa, ne yoksa onun şairlik denizinde bir inciden ibaretti. Nesir diye ne varsa, ne yoksa yine onun zarafet bahçesinin bir meyvesi idi. Nazmının mertebesi Ülker yıldızı kadar yüksek, nesri Be-natü’n-naaş kadar itibarlı idi. Latif sözlerde lal dudakları hazırcevaptı. İnce nükteleri anlamakta su gibi berrak bir sezişi vardı. El yazısı, güzellerin yanaklarındaki ayva tüyleri gibi gönül aldatıcı idi. Hattatlar, o yazıya özeniyorlar ve âşıklar gibi sabırsız bir hale geliyorlardı. Misk âlemini eline alınca, levh ve kalem ona aferin derdi. Canı her hikmetten zevk duyup nasip almıştı. Hikmetli sözler, adeta ezberindeydi. Yu-nanlıların felsefesini öyle bilirdi ki, Yunanlılar bile onun için ‘Güzel söylüyor’ derlerdi (Câmî, 1968, s.46, 492-499.beyit).

Salâman’ın Doğal Ahlakı

Câmî, Salâman’ı, doğası bakımından güçlü bilinç/şair olarak tanımlasa da mesnevîde Salâman’ın ol-ması gerekeni elde etmesi kolay olmamaktadır. Çünkü Salâman’ın, insanlık yöneticisi olması gerekmek-tedir ama Salâman’ın karakterinde aktif hale gelen ilk yetenek ve davranışları doğal olarak bedeninin ihtiyaçlarına dairdir. Daha genel ifade etmek gerekirse insan doğası bakımından muhtaç bir varlık olarak doğar. Salâman da bir insan olarak bu yasaya bağlıdır, çocuktur ve yardıma/bakıma muhtaçtır. Onun ih-tiyacını karşılamak üzere âlem yöneticisi olan babası (Melik), ona bir bakıcı/dadı görevlendirir. Adı Ab-sâl’dır. Absâl öncelikle Salâman’ın beslenme ihtiyaçlarını karşılar. Kendi sütüyle besler. Salâman bebeklik-ten çıkıp büyüdükçe doğal olarak ihtiyaçları farklılaşır, yani farklı bedensel ihtiyaçları ortaya çıkar. Güzel bir kadın olan ve bu hakikati fark eden Absâl, Salâman’a âşık olur, Salâman’ı da kendisine âşık eder. Âşık ve maşuk uzun süre birlikte olurlar. Ancak babaları bu birliktelikten memnun değildir. Çünkü Salâman’ın bu doğal ahlakını kontrol edip gelişmesi/kemale ermesi gerekmektedir. Oysa edindiği alışkanlıklar ve sürdüğü davranışlar hep haz elde etmeye, bedensel yönünü geliştirmeye yönelik davranışlardır. Onun bir de aklı ve ruh yönü vardır. Oysa o, gündüzleri çevgandadır. Geceleri Absâl’ladır. Ya içki meclislerinde ya av peşindedir. O, ok atıcılığında, kiriş germede ustadır. Salâman’ın bu doğal yönünü Câmî şöyle anlatır:

Evet devlet kime yar olur, talih fidanından kim meyve yerse… Kirişi tek başına gerer, kiriş sesi her ta-raftan işitilirdi. Çeviklikle eline alır, ta kulağına kadar çekerdi. Bazen üç tüylü bir oku yaya koyup hedefe doğru atardı. Oku, şestinden kuvvetlice bir fırlattı mı, okun hedefi, ta tanyeri olurdu… av esnasında oku, ceylanı ayağından, kekliği göğsünden vururdu. Hiçbir canlı okundan kurtulamazdı (Câmî, 1968, s.49, 528-534.beyitler).

Klasik İslam felsefesinde beden eğitimi, devlet yöneticisi olacakların alması gereken ve ilk başarılı olması gereken eğitimdir. Ancak Salâman’ın alması gereken asıl eğitim erdem/ahlak eğitimidir. Ahlak bir alışkanlıktır. Her alışkanlık bir huydur, ama her huy iyi değildir. Dolayısıyla her huy erdem değildir. İslam ahlakında olması gereken huylara, ‘erdemler (fezail)’ denilmekte, kötü huylara reziletler (rezail) adı verilmektedir. Salâman’ın erdemleri öğrenmesi ve huy haline getirmesi gerekmektedir. Huy, ya yapa yapa ya da eğitimle elde edilmektedir. Salâman’ın erdemleri edinmesinde, Câmî daha çok ikinci şıkkı tercih etmektedir.

Yönetim-Felsefe/Hikmet İlişkisi ve Dört Siyasal Erdem

Anlaşıldığı gibi Câmî mesnevîde, yönetici adayı olarak Salâman’ın alması/edinmesi gereken ahlaka yer vermiştir. O, hikâyesine ‘adalet’ erdemini anlatarak başlar, felsefe-yönetim, yönetici-filozof kavram-larına işaret eder. Çünkü ahlak ve yönetim bilgisi (siyaset felsefesi), hikmetin cüzleridir ve Salâman bu ahlakî/siyasî erdemleri edinmelidir. Salâman Yunan ülkesinde yaşayan İskender gibi taç ve kudret sahibi bir padişahın oğludur ve adalet yöneticide olması gereken en üst erdemdir. Câmî eserinde felsefe/hik-met-yönetim ilişkisini şöyle anlatır: Yunan ülkesinde İskender gibi taç ve kudret sahibi bir padişah vardı. Devrinde öyle bir filozof yaşıyordu ki, ilim ve hikmetin temeli ondan kuvvetlendi. Bütün ilim adamları baştan başa onun talebesiydi.

Page 237: HECE TAŞLARI - Turuz

17O n 5 e k i m 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 3 2 . s a y ı

Hepsi onun etrafını halka gibi çevirmişlerdi. Padişah onun kadrini bildiği, ona hürmet ettiği için hal-vette ve sohbette onu kendisine dost/arkadaş edinmişti. Onun yönetimi/tedbiri olmadan hiçbir yere adım atmazdı. Onun telkini olmadan hiçbir işe girişmezdi.

Bütün cihanı elde etmek için bir hayli tedbirlere başvurdu. Nihayet âlemi Kaftan Kafa zaptetti (Câmî, 1968, s.26).

Câmî’ye göre halkın işlerini düzeltme yönetiminin iki ilkesi vardır: Adalet ve cömertlik. Bunlar salta-natın hem temeli hem sağlam olmasının ilkesidir. Bu iki ilkenin elde edilmesi ve yönetime uygulanması, padişahın/yöneticinin ya filozof olmasıyla ya bir filozofa arkadaşlık etmesiyle mümkündür. Çünkü doğ-ru yönetim, çıkarılacak/konulacak yasaların doğru olmasına bağlıdır. En önemlisi de yöneticinin adalet ile zulmü bilmesi, onları birbirinden ayırt edebilmesidir. Zira zulüm adaletin yerine geçmediği gibi ada-letin yaptığını da yapamaz. Neticede hem yönetim/saltanat hem din harap olur.

Câmî mesnevîsinin sonuna doğru bir başlık açar ve yönetimin/saltanatın şartlarını sayar. Ona göre yönetimin dört şartı vardır. Bu dört şart dört erdemdir. Oysa Salâman Absâl’dan ayrılmamakta, yani dört erdemi elde etmeye yanaşmamakta, şehevî ahlakı terk etmeyi, arzularını kontrol etmeyi, onları sınırlan-dırmayı istememektedir. Câmî bu olumsuzluk içerisinde, eleştirel bir tavırla Salâman’a olması gereken dört erdemi hatırlatır.

Padişahlığın dört şartı vardır: Hikmet, iffet, cesurluk ve cömertlik. Alçak nefis için cömert bir insanın bir kadının tesiri altında kalıp rezil olması hikmet değildir. Akıllı bir insanın eteğinin, ahlaksız bir sevgili ile buluşması iffet sayılmaz. Mertlikle hiç alakası olmayan bir kahpeye zebun olmak, ona esir düşmek cesurluk değildir. Eşeğin bile tenezzül ederek etrafında dönüp dolaşmadığı şeyden vazgeçmemeye asla cömertlik denilemez. Kendisinde bu dört huy bulunmayan kimse, asla mülk gelininden nasip almaz. Her dördünde eksiklik bulunan kimseye, padişah gönlünde yer vermez.

Câmî, “Hikmet sözünü bu konuda bitirdim, denmesi gereken ne varsa hepsini sayıp döktüm.” diyerek dört erdemle ilgili sözünü tamamlar.

Salâman’ın Riyazet Eğitimi

Salâman’ın hikmetin dört erdemini edinebilmesi için Eflatun’un Devlet’inde planladığı hakîm yöne-tici eğitimini tamamlaması gerekmektedir. Beden eğitimini/jimnastik başarıyla tamamlayan Salâman’ın riyazet eğitimine tabi tutulması gerekmektedir. Bunun için devreye padişah ve veziri hakîm girer. Bu hususta Salâman’ı uyarıp nasihat ederler. Fakat Salâman bu uyarılara kulak asmayıp Absâl’la birlikte sa-raydan kaçar, Hurrem adasında birlikte yaşamaya başlarlar. Çok geçmez âlem yöneticisi olan ve âlemde tasarrufta bulunabilen babası Padişah, ikisine müdahale eder ve Salâman hazza dayalı Absâl’la birlikteli-ğini adada sürdüremez. Bunun neticesi olarak her ikisi, yaktıkları güçlü ateşte yanmak için ateşe girerler. Absâl ölür. Salâman sağ kalır. Böylece Salâman riyazet eğitimini tamamlamış olur.

Câmî riyazet eğitimini anlatırken bir şair olarak riyazet kavramını, iki anlamı çağrıştıracak şekilde kullanır. İlki Eflatun’un planlayıp uyguladığı eğitimin ikinci devresi olan matematik (riyaziyat) eğitimi, ikincisi tasavvufun uyguladığı çile/arzularını/bedensel istekleri kontrol (riyazet) eğitimi. Her iki eğitimin Arapça’daki karşılığı anlaşılacağı gibi riyazet olmaktadır.

Salâman riyazet eğitimini Absâl’dan mahrum kalarak tamamlamıştır, ama o henüz Eflatun’un ve Fara-bi’nin idealize ettiği yönetici olacak durumda değildir. Başka bir ifadeyle Salâman henüz yönetici ahlakı-na sahip olamamıştır. Absâl firakından can yakan iniltisi göklere çıkmakta, ahı feleklere ulaşmakta, gam-dan/üzüntüden göğsünü tırmalamakta, bağrını taşlarla döğmekte, hasretle elinin sırtını ısırıp durmakta, bir türlü ifrattan kurtulamamaktadır. O hasretle ellerini dizlerine vura vura dizleri morarmıştı. Geceleri sevgilisinin hayaliyle konuşuyor, masallar anlatıyor, ölmeyi istiyordu. Babası Salâman’ın bu halinden ha-berdar olmuş, oğlunun derdine bir çare bulmakta çaresiz kalmış, kederinden içi yanmış, Salâman’ı öyle matem içinde görünce kalbinde yüzlerce gam ve keder açılmıştı. Neticede o, bilgin veziri Hakîmin fikrine başvurur. Hakîm Salâman’ın dediğini yapması durumunda sorununu çözeceğini, onu Absâl’a kavuşturup sevindireceğini söyler. Bu müjdeyi alan Salâman hakîmin emrine girer, hakîmin her dediğini yapmaya başlar.

Page 238: HECE TAŞLARI - Turuz

18 He c e t a ş l a r ı 3 2 . s a y ı O n 5 e k i m 2 0 1 7

Salâman’ın Hikmet Eğitimi ve Zühre’yle İttisali

Salâman’ın kemale erme/yetkin yönetici olma yolunda alacağı hikmet eğitiminin ilk devresi beden eğitimi, ikinci devresi riyazet, üçüncü devresi hikmetti. Câmî hikmet eğitimini şu beyitlerde ifade etmiş-tir.

Hakîm onun bu teslimiyetine hayran oldu. Onun ilim sahasında ilerlemesi için sihirler yarattı. Kade-hini, devlet badeleriyle doldurdu, damağına hikmet balları akıttı (Câmî, 1968, s.93, 999 ve 1000.beyit).

Salâman’ın hikmet eğitimi iki kısımdan oluşur. Birincisi ahlak, yani dört siyasal erdemi edinmesi, ikincisi ise ‘Güzel’ ideası ile bağ kurması. Eflatun’a göre ideayla bağ kurmak, ondan pay almak, İslam filo-zoflarına göre Faal Akıl’la ittisal etmek, kemale ermek, filozof olmak ve melikliğe hazırlanmak anlamına gelmektedir. Salâman’ın güzel ideası Zühre’dir. Zühreyle ittisal kemâlât demektir.

Zühre nedir? Yüksek olgunluklar (kemâlât)! Can bu kemâlâtı elde ederse, yücelir şeref kazanır. Zühre, aklı güzellikle nurlandırır. İnsanlık ülkesinin padişahı olur (Câmî, 1968, s.103, 115, 116.beyit).

Câmî Zühre’nin güzeller güzeli güzel ideası olduğunu şu beyitlerde ortaya koymaktadır: Zühre yıldızlar bezminde parlayan bir mumdur. Güzelliği karşısında bütün güzeller silinip kaybolur.

Güzelliğini gösterince güneşle ayı çıldırtır. Sazda sözde ondan mahiri yoktur… Feleğin kulağı hep onun çengindedir. Onun ahengiyle dönmeye koyulmuş, onun hicranıyla yeislere batmıştır (Câmî, 1968, s.94, 1009, 1010, 1011, 1012.beyit).

Salâman Zühre’yle ilgili sözleri işittikçe, Zühre’ye karşı kendisinde bir meyl hisseder, söz tekrarlan-dıkça meyli artar. Bunu fark eden Hakîm Zühre’nin tam güzelliğini göstermesi yönünde tesir eder. O da güzelliğini tamamen gösterir ve Salâman’ın ruhuna kadar işler. Neticede Absâl’ın sureti Salâman’ın zihninden silinir, Zühre’nin sevgisi gönlünde yer tutar. Böylece o Baki kalan güzelliği görür, onunla bağ kurar. Fani ile alakasını keser. Baki olanı, fani olana tercih eder. Yetkinlik/kemal yolculuğunu tamamlar. Artık Salâman, yetkindir, kâmil ve erdem sahibidir ve o Melik olmaya hazırdır.

Salâman ve Absâl’a Dair Son söz:

Câmî’nin mesnevîsinde yer alan Padişah, İslam inancının Cebrail’i, İslam filozoflarının Faal Aklı’dır ve o yeryüzünün yöneticidir. Hakîm ise Faal Akıl Cebrail’den Salâman’a gelen ‘feyz’dir. Salâman ve Absâl ise birincisi akıl/ruh, ikincisi onun bedenidir. Her ikisi birlikte bir insandır ve o filozof-yönetici olmak için kemal/yetkinleşme yolunda ilerlemektedir.

Salâman ve Absâl remizleri sadece Câmî’nin mesnevisinde yer almamaktadır. Câmî’nin iki öncülü vardır. Öncülleri İbn Tufeyl ve İbn Sina’dır. İbn Sina’da Salâman ve Absâl biri kral diğeri ordu komutanı olan iki kardeştir, İbn Tufeyl’de ise bir adada yaşayan iki arkadaştırlar.

Page 239: HECE TAŞLARI - Turuz

19O n 5 e k i m 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 3 2 . s a y ı

HABER VER

Âşık MUHSİNOĞLU

İki dünyanı al iki elineBiraz ordan biraz burdan haber ver.Fanilik değmesin sazın telineEzelî ebedî yârdan haber ver.

Bir elde bağlama bir elde kalemÖmür külfetinden çekme hiç elemNiçin yaratılmış binlerce âlemBiraz da bu büyük sırdan haber ver.

Dünya dediğin bir kesret âlemiDışımız büsbütün hayret âlemiSen kendi içinde seyret âlemiÇokluk içindeki Bir’den haber ver.

Hatırlatmak için zor zamanlarıHidayet, şefaat, nur umanlarıUyandırmak için göz yumanlarıMahşerde çalınan surdan haber ver.

Âşık Muhsinoğlu İsa’dan bahsetYılana dönüşen asadan bahsetKelimullah olan Musa’dan bahsetTecelli aynası Tur’dan haber ver.

BOŞA KALDI

Cahit CAN

Elden gelen öğün olmazDavran ki, iş başa kaldı.Gerçek uçtu bir kuş olupÜmitlerim düşe kaldı.

Dost dostuna çeker tetikHusumet var, sevgi yitikElleri baş tacı ettikÖz, hâneden dışa kaldı.

Yüzler gülmez, baca tütmezBed duygular para etmezDualarım Hakk’a yetmezAçılan el boşa kaldı.

Eyvah bağlar oldu talanNe çiçek var ne bahçıvanBaharını yaşamadanGönlüm şimdi kışa kaldı.

Zaman fitne, zaman arsızSevincimi çaldı hırsızDert çekmede yarışırızMeydan çilekeşe kaldı.

Page 240: HECE TAŞLARI - Turuz

20 He c e t a ş l a r ı 3 2 . s a y ı O n 5 e k i m 2 0 1 7

MANİLER

Cevat AKKANAT

-Elaziz türküleri dinlerken-

MANİ

Yara sızlarCan değil yara sızlarNe anlasın yarasızlarVicdansız yâresizler

MANİ

Merhem etYazıklanma merhem etNebi Allah aşkına Yok mu sende merhamet

MANİ

GamzedeyimGöz değil gamzedeyimKara bir ben yüzündeÇok şükür gamzedeyim

MANİ

ManisizTürkü olmaz manisizAhımı aldınız çünHür değilim mani siz

30 Temmuz 2017

KABRİSTAN

Ali Rıza ATASOY

Uğradım geçen gün bir kabristanaŞu dünya hâlinden pek bir farkı yok. Saraylar yapılmış nice sultanaÇoğunun “Kış günü evi barkı” yok.

Kimisi besbelli dalmış gafleteDurgun sular gibi sessizce akmış. Kimisi girerken sonsuz uzleteArdında koskoca bir ün bırakmış.

Kiminin böğrüne düşmüş elleriYolculuk başlamış bir bahar günü. Kiminin başında kavak yelleriKırk gece kırk gündüz sürmüş düğünü.

Kimi gözyaşını hâlâ silmemişYüreği kor alev nedamet dolu. Nicesi var kadir kıymet bilmemişO vefa semtinden geçmemiş yolu.

Gözleri arkada kalmış kimininŞu fâni aleme doymadan gitmiş.Kimisi albümde gençlik resmininAltına bir nokta koymadan gitmiş.

Kimisi dünyayı dize getirmişBir farkı kalmamış uzak yakının. Kimi ayrık otu diken bitirmişKabrinin üstünde Cahit Sıtkı’nın! ...

Page 241: HECE TAŞLARI - Turuz

21O n 5 e k i m 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 3 2 . s a y ı

YAKUP DERGAHINDA BAŞKÖŞE

İlker GÜLBAHAR

Bugün avuçlarımın içi kaşınıp dururBelli ki acılara, yine aşeriyorum.Gönül örgülerimde ipler aşınıp dururKördüğüme dönmeyi, sanki başarıyorum.

Çınlıyor içimde ses, bir türlü sığmaz sözeNe bugünüme küsüm ne dünümle barışık.Neme doymuş hislerim, biat etmiyor gözeBir yağmur bekliyorum sağanakla karışık.

Doluya koysam almaz, boşa koysam dolmuyorYazsam kopan tufanın haddi yok hesabı yok.Öyle bir kısır döngü, hiçbir hali bilmiyorYeter sayı imkânsız, sancının nisabı yok.

İflah olmak yazgıdır, böyle akarsa hayatYakuplar dergâhında, yerim en başköşedir.Belki hiç bitmeyecek, içimdeki hafriyatVurulan yangı mührü, tek bendeki döşedir.

Kabuk tutmaz yaraya, anbean değen neşterKanserli hücreleri, bir bir yayacak gibi…Sıfır kan değerleri, en iyi noter isterSırlı her günü tabip, an an sayacak gibi…

GÖZÜMDE TÜTER

Ali Rıza KAŞIKÇI

Büyüğün, küçüğün, örfü âdetiBildiği zamanlar gözümde tüter.Kalemin, yazının kör cehaletiSildiği zamanlar gözümde tüter. Bozkır ortasında şölenli toyluDevletli beylerin uruglu, boyluİlini, yurdunu şerefli soyluKıldığı zamanlar gözümde tüter. Ne dudakta vardı ne gözde boyaİnsana örtüydü edeple hâyâGaribin, yetimin hep doya doyaGüldüğü zamanlar gözümde tüter. Hatırla ceddinin sevgi çağınıKargalara kalan bülbül bağınıFerhad yiğitlerin sabır dağınıDeldiği zamanlar gözümde tutar. Pir Sultan Abdal’ın birlik sazınıKaracaoğlan’ın dirlik sazınıYiğit Köroğlu’nun erlik sazınıÇaldığı zamanlar gözümde tüter.

Page 242: HECE TAŞLARI - Turuz

22 He c e t a ş l a r ı 3 2 . s a y ı O n 5 e k i m 2 0 1 7

dOKUNAN ŞİİRLER-4-

Tayyib ATMACA

Her okur/yazarın -özellikse kiracı ya da memursa- evinin salonunda ya da çocuk odasında bulunan kitaplığı eşinin/çocuklarının mayınlı alanı gibidir. Ev taşırken kendisinin, temizlik yapılırken eşinin ve çocukların kakınçlamadan yapamadığı işler arasındadır.

Okur/yazara göre herşeyin “tengi terazi” olduğu kitaplık düzeni, evdeki hane halkları tarafından en dağınık odadır. Bazen kitaplığın tozu alınırken masanın üzerinde ya da kitaplığın ön raflarında rastgele duran kitaplar itina ile diğer kitapların arasınra yerleştirildiğinde araki okumak için gözönünde bulun-durduğun kitaba ulaşasın.

Bir kitabı okumadan kitaplığa yerleştirdiyseniz o kitabı zincire vurmuşsunuz demektir. Okumadan kitaplığa yerleştirdiğiniz kitaba ancak bir rastlantı sonucu ulaşabilirsiniz. Okuyup üzerinde durmaya çalışacağım bu şiir kitapları da kitaplığı tekrar düzenlerken keşfettiğim. Oysa okur yazar kitapları tasnif ederek raflara yerleştirir, aynı yazarın kitaplarını yan yana koyar aradığı kitabı da burada bulur. İşte Aşkın Yüzleri1 kitabı da yerinde olmaması gereken bir yerde çıkarak yeni kitaplar arasına girdi.

Erdal Noyan iyi bir hukukçu. onlarca hukuk kitabı var onun kadri kıymeti avukatlara kalsın. Edebiyat çevresinde her yerde görünmeyen az öz ve seçici davranan, her dergide yazmayan ancak

ünsiyet kurduğu bazı dergilerde görünüp yazmayı sürdüren bir şair/yazar. Şiir üzerine yazılarını Gülü Direnleriyle Sevmek, isimli kitapta toplamıştı. Mavi Muhacir şiir kitabın-

dan sonra Göç Vakitleri, Ansızın Sonrası, Öteki Osmanlı, deneme kitaplarını yayınlandı. Aşkın Yüzleri ise son kitabı. Bu kitapta bize dokunan şiirlerden bahsedeceğiz.

Aşk Hiçbiri, şiirinde aşkın kısa tarifini şöyle yapar şair.

Yalan mı, doğru mu veya karışımBaşı ya da sonu kum fırtınasıVar sayılan yokluğundaDevamlı serap......................Aşırı kalabalıkta yalnızYere kapanmak düz yoldahızlı nefes almak alamıyor sanarakNeler yapabildiğin, yapamadığın. (s.6)

Noyan’ın hukukçu olduğunu söylemiştik. Şiir biraz da yaşadığınız hayatın çığırlarından dünyaya açı-lan yollar gibididir. Bir kaç yıldır adını sıklıkla duyduğumuz şairin görev yaptığı zamanlarda yöre insa-nının maişetini kaçakçılıkla kazandığını ve bu kazancın acılarına bizzat şahit olur. Tıpkı yıllar önce Ülkü Tamer’in yazdığı Memik Oğlan ağıdını Lütfü Livaneli’nin sesinden dinleyen ve Memik Oğlan’ın hazin öyküsü yıllardır dillerde mırıldanıp durdukça kelimeler kanıtyor’sa yarayı. Yara sahiplerinin nesli tüke-ninceye kadar Memik Oğlanlar unutulmayacak. Erdal Noyan da tıpkı Ülkü Tamer gibi işte bu bu acıları şiiriyle gelecek nesillere aktararak şöyle resmeder:

Esendere’de dere, derede at ölüsüBir kaçakçı sınırı zorluyorKayalar kar suyunda bastırmış ateşiniHayat kendi rolünü oynuyorEsendere’de dere, derede at ölüsü...............................Pusular kuruluyor yolumuzaDeryalar türküsünü sevse de RubarişinDağlıca’dan getirilen gül solmuşAçmaya niyeti yok Verangöz lâlesininPusular kuruluyor yolumuzza (s.10)

1 Erdal Noyan, Aşkın Yüzleri, Roza Yayınları, İstanbul 2014.

Page 243: HECE TAŞLARI - Turuz

23O n 5 e k i m 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 3 2 . s a y ı

Erdal Noyan’ın şiirleri ilk okunuşta devrik dizelerden oluşan bir şiir imajı verse de şiiri yavaş yavaş kendi şiiriniz gibi dikkatli okumadıkça şiirin derinliğine vakıt olamazsınız. Şiirlerinde bir başka şairin parmak izlerine rastlayan dize ya da şiir kokusu bulumazsınız. Erdal Noyan’ın kendi uslubunu oluşturan bir şair olduğunu ancak şiirlerini okuduğunuzda fark edersiniz. Her ne kadar da kıyıda köşede kalmış bir şair gibi dursa da durduğu yeri bilen bir şairdir aynı zamanda.

Giderim ve yokluğum yaşatır beniBir ağrı yerleşir yüreğineBöler yalnızlığını isminKalır hatıra bizden kırıp döktüklerimizBizi de söyler türküler ..............................Giderim ve yokluğum yaşatır seniAğlayabilirsin ve bu yüzdenDağıldığının yerde bütünlenirsinSökersin beni gönlündenBizi hatırlamazsın bir daha. (s.18)

Bir Gidişe Şiir’ini nesirleştirelim bakalım nasıl bir anlatım ortaya çıkacak. Her gün batarken bir hüzün çöker insanın yüreğine -hele de insan biraz yaşlanmaya başladıysa- ne

var ne yok, sorusuna karşılık mecburin iyiyim cevabı gibi, seni sıkan bir hayat var ama mecburen bu ha-yatı yaşamak zorundasınız. Zamanı gelince hüzün de, şehir de o mekansız dilber de o şehirdeden geçip gidecektir ama şehirde rehin kalan bir yürek var. Siz deyin âşığın yüreği, ben deyim maşuğun.

Akşamüstüdür sende hüzünKaygan sevmelerin misafiriDar elbise seri sonuMecburen giyindiğin

Zamanı gelince gidersin sendeSayısız vehimle mühürlenir şehirO mekânsız dilbereRehin kalır yüreğin. (s.19)

Cep telefonlarımızda birinci ve ikinci derecede aramadıklarımızın yanı sıra bir sürü arkadaşımızın telefonu kayıtlıdır. Uzun yıllar aranmadığımız/aramadığımız dostları silmek aklımıza gelmez ama iki-de bir elimiz terefona gidip aramak istediğimiz halde arayamadığımız çok özel bir dostumuz olur. Her telefonu elimize aldığımızda o aklımıza düştüğü için telefonunu silip aramadan aklımızda tutmaktan başka bir şey yapamayız. Bu tür insanlar telefondan silinir ama gönlümüzden asla silinmez. Yüreğinden silmesini bilenlere aşk olsun.

Resimlerini sildim cep telefonumdanBiliyorum çocukçaydı ama rahatladımYüreğimden silmeyi bilmiyorum henüzBu yüzden yüreğimi silmeyi deniyorum bazen (s.24)

Erdal Noyan’ın bize dokunan şiirleri elbette bu kadar değil. Okurken altını çizdiklerim buraya aldık-larımdan daha fazla. Keşke bu kitabı ilk aldığım günlerde okusaydım.

Elime aldığım kitabı okumadan kitaplığa koymamayı geçte olsa öğrendim.Hece şiirini de bilen Erdal Noyan’ın iki dizesiyle şiirlerine selam duruyorum.

Gözlerime tedbiren kalbini göster önceSonra boya beyaza siyahımı görünce (s.31)

Page 244: HECE TAŞLARI - Turuz

24 He c e t a ş l a r ı 3 2 . s a y ı O n 5 e k i m 2 0 1 7

HABER SAL SEVDİĞİMMehmet BAŞ

Haber sal sevdiğim gelirim bir gün

Limanda gemiler yakılsın dursun.

Bilinmez olanı bilirim bir gün

Uzaktan uzağa bakılsın dursun.

Cihana gelenler gider sonunda

Vuslatlar gizlidir nice hicranda

Canlar devrilirken ulu meydanda

Hüznümüzün harcı karılsın dursun.

Gülerler halime yazı yabanda

Sorulur hesaplar ulu divanda

Var mı bizim gibi koca cihanda

Ayrılık alnıma yazılsın dursun.

Bilmezsin bu sevda nasıl oluşur

Dillerim susarsa kalbim konuşur

Yeryüzü köpürür gökle buluşur

Yoluma mezarlar kazılsın dursun.

Başımda dolaşır kara bulutlar

Gençliğin bağrında solar umutlar

Yıkılır saltanat yıkılır tahtlar

Herkes dünyasına sarılsın dursun.

Bedenler ruhlara yabancı olmuş

İnsanlık sofrası gam ile dolmuş

Ümit kuşlarımız tek tek vurulmuş

Bırak hatırımız kırılsın dursun.

Rahmana salâtlar kılınsın yârim

Saçların rüzgârda salınsın yârim

Yâd eller boş yere alınsın yârim

Boynuna inciler takılsın dursun.

Gamın otağında eririm gülüm

Sen bekle gecikmem gelirim gülüm

Uğruna bin defa ölürüm gülüm

Şol dağlar yerinden yarılsın dursun.

Haber sal sevdiğim habersiz koyma

Yolundan şaşarıp ellere uyma

Keder sofrasında gam ile doyma

Bırak muhannetler darılsın dursun.

Page 245: HECE TAŞLARI - Turuz

aylık şiir dergisi

On5kasım2017

HECE TAŞLARI

elektronik haberleşme adresi [email protected]

33

Page 246: HECE TAŞLARI - Turuz

HECE TAŞLARI Aylık Şiir Dergisi Yayın Yönetmeni Tayyib Atmaca Kapak Fotoğrafı Yasin Mortaş Tasarım Adem Konan Yazışma Haydar Bey Mh. 32077 Sk. Armada 2 D 6 Onikişubat K.MARAŞ 0535 391 92 50 [email protected]

33. Sayı 15 Kasım 2017 ISSN 2149-4509. (e-dergi)

Mehmet AVŞAR / Ali AKBAŞ / Mehmet AYCI / Tacettin ŞİMŞEK / Mustafa Ökkeş EVREN / Şükrü TÜRKMEN / Ahmet Doğan İLBEY / Dr. Halil ATILGAN / Fikret GÖRGÜN / Salih EROL / Süleyman PEKİN / Taner KARATAŞ / Mustafa ÖZÇELİK / İlhami BULUT / Yasin USTA / Mevlüt YAVUZ / Kadir KAHRAMAN / Ali Kemal MUTLU / Erol BOYUNDURUK / Köksal CENGİZ / Âşık Cemal DİVANİ / Erol KOCA

/ Hacer ALİOĞLU / Mehmet DURMAZ

İNSAN İÇİMİZE GERİ DÖNELİM

B U S AY I DA

Şehirler kent artık mahallemiz yok, çarşı pazar arasına sıkıştık, evler bir sitenin içinde oda, site kapıları kale kapısı, kime gideceksen kim gelecekse, evin bakanından vize almadan, ‘ben geldim gönlümü misafir eyle, içimi açacak güzel sözlerden, bir mu-habbet demle ruhumuz kansın, efkârımız yavaş yavaş dağılsın, dilimizi yaralayan söz-lerden, kurtulmaya geldim’ diyemezsiniz.

Biz karlı dağların arkasındayız, bu yüzden havamız çok fena kuru, suyumuz da serttir kentlere göre, içimiz ne ise dışımız öyle, ekmeğimiz yufka aşımız bulgur, biz hâlâ köylüyüz çoğumuz kentli, evimizden işimize giderken, karşıdan karşıya geçmek ister-ken, yaya şeridini tercih ederiz, öncelikli geçiş hakkı onların, üstümüze arabayı sürerler, küfür makamında korna çalarak.

Şehir sandığımız bir kentmiş meğer, medeniyet izlerini silmişler, burnunu havaya kaldırıp gezmek, ağızda cımbızla söz söküp almak, havanda su döğüp sohbet eylemek, ah’ların yanında vah’lar tüketmek, aldığıyla yediğiyle öğünmek, modasına ayak dire-yenlerin, bedeviler sınıfında bir sınıf, olduğunu anlamaya başladık, bu yüzden tenhada ürkek gezeriz, korkarız girmeye kalabalığa.

İnşallah gelmedik aşksız ölmeye, bir gün kanat çırpar nasip kuşumuz, belki ru-humuza ayna tutacak, içine çekecek bir şehir çıkar, gidip sombaharı orda yaşarız, henüz dağılmadan toparlanalım, kentler benzetmeden bizi kendine, insan içimize geri döne-lim, aşkın koyakları ıpıssız kaldı, özlemiştir kuşlar insan sesini, kolun iyileşsin dağa çıkalım, yolumuzu gözler güzçiğdemleri.

Tayyib ATMACA

Page 247: HECE TAŞLARI - Turuz

03O n 5 k a s ı m 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 3 3 . s a y ı

YETMEZ Mehmet AVŞAR

Dostum kara sevda öyle bir hal kiMıh gibi bağrına çaksan da yetmezYeter deseler de inanma bil kiKıyamete kadar çeksen de yetmez

Taht kursun içinde bu keder bu gamElemdir şaire en büyük ilhamGurbet elde yapayalnız her akşamGözlerinden rahmet döksen de yetmez

Dönme ha sılaya hep gurbette kalGeçmişi yâd eyle hayallere dalBu sevgi mukaddes bu sevgi kutsalUğrunda çürüyüp çöksen de yetmez

Kader bu yüzünü bir gün güldürürGün olur bağını çöle döndürürVuslat denilen şey aşkı öldürürHasretle gönlünü yaksan da yetmez

Bahçesinde elvan çeşit gül olsanYolunu beklerken sararıp solsanSabah akşam kapısında kul olsanDivan durup boyun büksen de yetmez

Nerde görsen hüzün taşar gözündenTa derinden bir ah kopar özünündenVelhasıl nazlı yârin yüzündenBaşını belaya soksan da yetmez

Page 248: HECE TAŞLARI - Turuz

04 He c e t a ş l a r ı 3 3 . s a y ı O n 5 k a s ı m 2 0 1 7

ŞİİR VE GELENEK

Ali AKBAŞ

Gelenek nedir? Çok bilinen, çok tekrarlanan ve artık bıkkınlık veren bir birikim mi, yoksa as-lında hiç bilmediğimiz, hiç nüfuz edemediğimiz, kapısını hiç açamadığımız bir hazîne dairesi mi?

Geleneğin çağrışımları o kadar geniş ki, geçmişten devraldığımız bütün âdetler, iyi veya kötü bütün alışkanlıklarımız; din, töre gibi sosyal kurumlar ve klasiklerimiz, tamamıyla gelenek başlığı altında değerlendirilebilir. Fakat biz burada konuyu, sanatı ve sanatçıyı ilgilendiren yönüyle yorum-layalım:

Gelenek, her yozlaşmaya olduğu kadar her yeniliğe karşı da direnen bir gümrük duvarıdır. Sosyal bünye, her yabancı nesneye karşı tabiî bir reaksiyon gösterir. Fakat bir sorgulamadan sonra kendine yarayanı alır, zararlı olanı reddeder. Yalnız müşkül budur ki, dehayla delilik, aynı iddiayla çıkarlar geleneğin karşısına… Çünkü bunlar birbirine çok yakın kavramlardır.

Sanatçılar, hep uçurumun kenarında oynayan densiz çocuklar gibidir. Zîra sıradan ve statik ka-falardan sanat doğmaz. Necip Fazıl’la ilgili bir yazımda “Büyük şairler, bazen şeytanla bahse girişen Faust gibi ideâl bir dünya özlemiyle aklın ve müeyyidelerin sınırlarını zorlayarak tehlikeli sınırlara düşerler. Zehirden ecza yaparken en keskin ağuyu önce kendileri tadar; nilüfer koparmak için ba-taklıklara dalar, şakayıklar dermek için çöllere düşerler. Sağ dönerlerse âlâ... Ama her zaman müm-kün olmaz bu. Çiçeklerin en alımlısı uçurumun kenarında açar ve zâlim sevgili, hep onu ister. Vusla-tın sırrı ise ona ulaşmadadır ve uçurumun dibi bu uğurda can vermiş bahtsız kahramanlarla dolu... Uyuz keçilerin oralarda işi ne?

Onlar, azla yetinmeyen, engin ihtirasları olan cerbezeli ruhlardır. Bu vâdînin de Nef ’î gibi, Nesîmî gibi, Pir Sultan gibi şehitleri vardır.” demiştim.

Görüldüğü gibi dehayla delilik arasında çok ince bir duvar var. Gelenekten şikâyet edenler o ka-dar çok ki… Dâhî mücedditler yanında kendi milletinin değerlerine yabancılaşmış, onun dinine, töresine, tarihine küfreden birileri de gelenekten şikâyetçi. İşte burada tenkit kurumu yetişir imdada. Tenkitçiler sanat alanında yolsuzluğa, kalpazanlığa göz açtırmayan zabıtalar gibidir. Sosyal bünye-mizdeki akyuvarlardır onlar.

Bizim gibi ihtiyar bir medeniyetin yorgun çocukları için gelenek, eskiciye satılacak bir Buhara halısı gibidir. Öyle ya, taaa ninesinin çeyizinden kalmıştır bu yer yer havı dökülmüş, rengi solmuş fersûde meta. Zaten yeni gelin de rahatsız olur onu gördükçe. Nihayet satıp yerine tavus kuşunun kuyruğu kadar renkli bir halıfıleks alırlar. Alırlar ve aldanırlar tabi. Ancak birkaç yıl sonra Lauvre Müzesi’nin Şark Eserleri Koleksiyonu’nda görünce anlarlar nasıl aldandıklarını. Ama iş işten geçmiş-tir artık.

Yalnız gelenek mi? Bütün klasik değerleri yük olur bu mirasyedilere. Alıcı buldukça ucuz pahalı demeden bütün servetlerini satarlar. İlerlememize engel oluyor vehmiyle kimliğini belirleyen her şeyden utanır olmuşlardır artık. “Leyla” olan ismini bir Amerikan dizisinde geçen “Suelin”le de-ğiştirenler var. Harf inkılâbından sonra “Artık bu kargacık burgacık yazıların gereği kalmadı” diye kırk vagon arşiv belgesini hurda kâğıt fiyatına Bulgarlara satmadılar mı? Şimdi de karşımıza tarihin labirentlerinden hortlayan “Ermeni Meselesi” gibi olaylar çıktıkça bir tek belge için servetler bağış-lıyoruz!..

Aslında bu sosyal değişme konusunda biz çok maymun iştahlı bir toplumuz Ama seçme gü-cümüz olmadığı için bir mirasyedi savrukluğuyla gerekliyi atar, gereksizi alırız. Bence gericiliğin, yobazlığın en âlâsı İngiltere’de yaşanıyor eğer bu yobazlıksa tabiî. Adamlar hâlâ meşrûtî krallıkla yönetiliyorlar, ölçü birimleri “fut, inç, yarda”, dünyanın bütün arabalarının direksiyonları sağda, onlarınki solda; herkes yolun sağından giderken, onlar solundan gidiyor… Gördüğünüz gibi bu konu da yoruma göre değişiyor. Neylersin, “bardağı hanım kırarsa kazâ, hizmetçi kırarsa ceza…”

Page 249: HECE TAŞLARI - Turuz

05O n 5 k a s ı m 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 3 3 . s a y ı

Ben fakültede öğrenciyken Süheylâ Altmışdört hanımın klasik müzik çalışmaları vardı. Mera-gî’den Üçüncü Selim’e, Dede Efendi’ye kadar klasik eserler öğretiyordu bir grup meraklı delikanlıya. Yolunu şaşırmış gibi bir Amerikalı kız da devam ediyordu bu koroya. Sosyetik kız arkadaşlarımız-dan biri, “Sizin çok sesli modern müziğiniz var; bu ilkel müziği niçin öğreniyorsunuz?” deyince “Daha sonra size öğretmek için!” demez mi? Bu tokat gibi sözü hiç unutamıyorum.

Ha, gelenek deyince her şeyiyle iyi midir, bütünüyle vazgeçilmez değerler midir, bir tabu mudur gelenek? Elbette hayır.

Zamanla eskiyen, geçerliliğini yitirmiş bir sürü kaide kural var. Onlar da bir müddet dirense bile kullanıştan düşecektir. Ama nelerin atılıp nelerin korunacağına kim karar verecek? Bunun için sağlam bir kamuoyu, halkıyla barışık aydınlar, sanatçılar ve tenkitçiler gerek.

Sosyoloji ilmi, maişet biçiminin muaşereti de belirleyeceğini söylüyor. Yani tarım toplumundan sanayi toplumuna geçmeden yapılacak bazı değişmeler boşlukta kalacaktır. Demokrasimizin de kör topal yürümesi hep bu yüzden değil mi? “Her şeyi ben bilirim “ diyen toplum mühendisliği sosyal bünyede onulmaz yaralar açıyor.

Sosyal barış zedeleniyor. Aydın hırçınlaştıkça halk inatla içe kapanıyor. Böylece kendiliğinden gerçekleşecek normal değişmeler bile gecikiyor.

Bilmem hatırlar mısınız; Küçük Prens, gezegenler arasında yolculuk ederken beşinci gezegende bir fenerciye rastlar. Zavallı adam, elindeki meşaleyle yüksek bir direğin tepesindeki feneri yakıp yakıp söndürmektedir. Hayretle seyrettikten sonra “Günaydın” der adama. Selamı alan adamın ko-nuşmaya bile vakti yoktur. Niçin böyle bir dakikalık aralarla yakıp yakıp söndürdüğünü sorar ona. “Yönetmelik böyle” der adam. “Yönetmelik böyle..

Önce geceyle gündüz uzundu. Benim de uyumaya ve dinlenmeye vaktim oluyordu. Ama zaman-la gezegenimin devri hızlandı. Geceyle gündüzün uzunlukları birer dakikaya düştü.” dedi. Adama bu anlamsız çabasından dolayı hem acıdı hem de görevine bağlılığından dolayı saygı duydu Küçük prens. Onlar konuşmaya başlayalı otuz dakika geçmiş yani gezegenin takvimiyle bir ay geçmişti. Yardımcı olmak kaygısıyla “Zaten bir dakika sonra sabah olacak; hiç yakmasan da olur” diyor. Fa-kat bu vazifeşinas adam “yönetmelik!..” diyor, başka bir şey demiyor. Çaresiz oradan ayrılan Küçük Prens, yeni serüvenlerle karşılaşmak üzere gezegenler arası yolculuğuna devam ediyor.

E, böyle yönetmelik, böyle gelenek mi olur? Batsın böyle gelenek! Bilirsiniz daha bu tür bilgece ve zarif anekdotlarla dolu kitap. Vallahi ermiş gibi adam şu Exupery. Bizde de bu tür ahmaklıklarla alay eden çok güzel fıkralar var ama daha fazla başınızı ağrıtmak istemiyorum. Hele bir Havuz Nö-beti var ki... Aziz Nesin’lik bir konu.

Sosyal hayatın her dalında olduğu gibi sanat alanı için de geçerli bu. Siz toptancı bir tavırla kla-siğinize ve geleneğe sırt çevirirseniz Nasrettin Hoca’nın kar helvası gibi “imgelem şiiri” çıkar karşı-nıza.

“Gel gönül bu yarayı sar sarabilir isen”

Page 250: HECE TAŞLARI - Turuz

06 He c e t a ş l a r ı 3 3 . s a y ı O n 5 k a s ı m 2 0 1 7

ŞİİR VE GENENEK ÜZERİNE KONUŞMALAR/yedi

Mehmet AYCI

Konuşturan: Tayyib Atmaca

Önünüzde tarihi bir kapı var ve siz bu kapıyı elinizde avuç alanınızı aşan bir usta elinde düğülmüş bir açar ile sözün kapısını açtığınızda gelenek ve şiir üzerine döşediğiniz, ruh ve gönül işçiliği ile süslediğiniz şiir otağı nasıl meydana geldi?

Orda bir kapı var da biz gidip onu açıyoruz değil. O kapı bir anahtar ve bizi açıyor demek daha doğ-ru olur. Zihinsel olarak, önümüzde bir kapı olduğunu düşünmek bir mesafeyi de beraberinde getiriyor. İşimiz dille olduğu için öyle bir mesafe de yok aslında. Yitik sandığı şey elindeyken o yitiği arayan dalgın durumuna düşüyoruz çoğu kez. Yitik sandığımız ne varsa dilimizde. Konuşuyoruz, yazıyoruz, okuyoruz. Mesele bir farkına varma meselesi. Siz onun farkına vardığınızda o da sizin farkınıza varıyor. Sonrası yap-tığınız işi ciddiye almak, sürdürmek, derinleştirmek. Yaptığınız iş ne olursa olsun. Konumuz şiir olduğu için…

Yanınıza genç bir şair adayı geldi, elinde üç beş tane şiiri var ve günümüz şairlerinin parmak izlerini taşıyan ya da taşımayan şiir eskizlerini size sunarak “ağabey bu şiirlerimi bir bakar mısınız, benden şair olur mu?” dedi. Bu şair adayının yol hazırlığı gönül çantasında neler olmalı?

Bu konuda hazırlıksızım ve iyi bir adres olmayabilirim. Her şairin deneyimi biricik çünkü… Şairi “özge” ve güçlü kılan bir şey varsa o biricikliği. Yoksa hiç birimiz parmak izinden müstağni değiliz. Ama bir genç “benden şair olur mu” diye bir kaygı taşıyorsa, doğası gereği ondan şair olması biraz zor. Kendini bilmediği kadar bilir de kişi.

Gelenekle gelecek arasında kurulan köprüden elimizi kolumuzu sallayarak geçebilir miyiz? Bu köprüden geçebilmek için hangi çığırlardan geçmemiz gerekir?

Gelecek gelen ekin yani geleneğin, gelmek üzere olan halkası zaten. Yaşadıkça, ilgimiz, sanatımız, sa-vımız ne olursa olsun o köprü üzerindeyiz. Köprü teşbihini somutlaştırmak için yapıyorsunuz. Konu şiir olunca dile bakışınız, dili idrakiniz belirliyor o köprü üzerindeki hâlinizi. Köprü benzetmesini bırakalım; yapay çünkü. Yol üzerinde olma uyanıklığı sizi taşır zaten. Yol köprüden ibaret değil çünkü. Yol aldıkça ayaklarınız ve uyaklarınız alışır.

Günümüzde geleneksel şiirin memelerinden emmeden modern şiir yazılabilir mi?

O meme pörsümüşse ne yapacağız. Süt vermiyorsa. Öyle düşünmüyorum da şöyle bir açmazla karşı karşıyayız. Bir defa dil hayatı içinde taşıyor. Hassasiyeti de. Bir dilin şiir toplamı zaman ve mekân kısıtı olmadan birbirini emziriyor zaten. Biz önceki yüzyılların şiirine bakarken kendimizi bugün hayattan so-yutlayıp, o döneme inerek bakamıyoruz. Bu beslenme iki uçlu. Eski yeniyi beslediği kadar yeni de eskiyi besliyor. Dilin şiir evreni böyle oluşuyor. Yoksa klişe olmak, klişede kalmak gibi bir tuzak bekler şairi. O tuzağa düştüğünüzde bütün tanımlamaları, tasnifleri bir kenara bırakalım, hayattan koparsınız. Kendini-ze bir tutukevi inşa edersiniz. Oysa şiir tutukevinden çok tutkuevine ihtiyaç duyar. İçinde doğduğumuz/içine doğduğumuz dil bir ölçüde bizi bahsettiğiniz o “meme”den emzirerek büyütüyor zaten. En deneysel olan şairimizde bile bir beslenme söz konusu. Bundan kaçış yok. Size ne kadar hayatı hatırlatıyor, ne ka-dar yeşil, duyarlığınızı ne kadar inceltiyor, ona bakalım, derim.

Divan ve halk şiirini tanımadan günümüz”modern şiiri”ni yazarken karşılaştığımız engelleri nasıl aş-malıyız?

Türk şiirinin böyle bir tasnife tabi tutulması bir kötülük… Akademi bu yapıyor, edebiyat eğitimi veren kim varsa bunu yapıyor. Doğru değil. Türk şiiri bir bütün çünkü… Şunu söyleyebiliriz. Şair işine saygısı gereği, önce kendi dilinin şiir birikiminden haberdar olmalıdır. Zihnimizden tasnifi kaldırmakla başlar-sak birinci ve en büyük engeli kaldırmış oluruz.

Sözlü bir medeniyetin köşe taşlarını oluşturan şiir nasıl oldu da gönül ve ruh ikliminden uzaklaşarak içi boş kelime yığınlarıyla dolu sadece manası yazanın karnında saklı “şiir” şekline dönüştü?

Page 251: HECE TAŞLARI - Turuz

07O n 5 k a s ı m 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 3 3 . s a y ı

Bu ‘yazıklanma” hali… Ben şiirimizi bugün dünyanın en güçlü, en devingen şiirlerinden biri olarak görüyorum. Kaygılı, meselesi olan bir şiirimiz var bugün. Dökülen dökülür, saçılan saçılır, bunlar olan ve olağan şeyler. Manası yazanın karnında bir Arap atasözü… Türklerin şiiri, anlamı şiirden kovmayı başat kaygı edinen şairimizde bile sarih.

Şiir bize neyi anlatır?

Önce “biz” zamirini tekilleştirmek lazım… Çünkü bana anlattığıyla, sana anlattığı, ona anlattığı ben-deki, sendeki, ondaki olana karşı değişir. İkincisi ben sen o, ne anlatmasını bekliyoruz bize şiirden. Bir şartlanmışlık öneriyor bu soru.

Şiirde usta çırak ilişkisi var mıdır?

Sadece bizim şiirimizde değil, dünyanın diğer dillerindeki şiirde de usta çırak ilişkisi vardı. Şimdi bu mümkün değil. Bunun iyi yanı olduğu kadar olumuz yanı da var. İyi yanı pek çok ustaya erişim, onların tedrisinden geçme imkânı sunuyor günümüz dünyası. Olumsuz yanı her çırağın kendisini usta görme-sine yol açan bir durumun yaygınlaşması. Cins şair ustasını da yolunu da bulur. O cinslik bunu sağlar çünkü.

Şair kendi üslubunu nasıl oluşturur?

Bu şairin hayat üslubundan bağımsız bir şey değil. Her insan biricik çünkü ne kadar sıradan görünür-se görünsün her deneyim de biricik.

Gelenekten habersiz geleceğe şiiri nasıl taşırız?

Bizim kaygılanmamıza gerek yok. Gelenek de gelecek de işini iyi yapıyor. Ne taşınması gerekirse, nasıl taşınması gerekirse kelimenin her iki anlamıyla taşıyor; yaşıyor ve yaşatıyor ayrıca…

Modern şiir ya da günümüz şiiri deyince neyi anlıyoruz?

Modern ya da günümüz şiirini… Şaka bir yana da bizim Yahya Kemal, Akif ve Haşim’le başlayan büyük ayıklamanın, arınmanın bugüne kadar nasıl bir mecra oluşturduğuna dikkatli bakmamız lazım.

Edebiyat dergilerinde şiir “başrol oyuncusu” olarak önyazıdan hemen sonra “cam kenarı”nda yer al-masına rağmen neden şiir kitapları basılmıyor, basılsa da satmıyor? Şiir, dergilerin ya da okurun “dolgu malzemesi”mi oldu?

Şair kendisinin/şiirinin cam kenarında oturma rüşvetiyle dolgu malzemesi mesabesine indirgenme-sine müsaade ediyorsa bize söz düşmez. Şiir kitaplarının basılmaması derginin veya yayınevinin kabahati değil, burada kendisini sorgulaması gereken şiir kitaplarının basılmasını talep edenler kimse onların ol-ması lazım. Yoksa bugün Yahya Kemal’den İsmet Özel’e, Haşim’den Sezai Bey’e şiir kitapları geçmiş çağ-larda olmadığı kadar basılıyor ve okunuyor.

Şiir kitaplarının da hikâye, deneme ve roman kitapları gibi çok okunması için özellikle Milli Eğitim Bakanlığının öncülüğünde edebiyat öğretmenlerinin öğrencilerine şiir ezberletmeleri ve şiir kitapları öner-meleri şiiri ve şiir kitaplarına açılan kapıyı aralar mı?

Hangi aile kendi çocuğuna kaç şairden şiir ezberletiyor? MEB sonra gelir.

Osmanlı Padişahlarının kahir ekseriyeti şiir ya da bir güzel sanatla ilgilendiğinden bir ince ruha sahip-tiler. Bundan dolayı içinde yaşamış olduğumuz yüzyıldan önce yaşamış şairler şiirleriyle hâlâ yaşamaya devam ediyorlar. Bu hususta gerek devleti yönetenler gerekse şehir eminlerine reçete olacak düşünceleriniz nelerdir?

Aynı şey diğer dünya ülkelerinin yöneticileri için de geçerli. O dönemde dünyanın başka Kayserleri, Kralları da şiirle veya sanatın başka şubeleriyle ilgileniyor, koruyor, sahip çıkıyordu. Bizim işimiz bu ol-mamalı.

Page 252: HECE TAŞLARI - Turuz

08 He c e t a ş l a r ı 3 3 . s a y ı O n 5 k a s ı m 2 0 1 7

şehir ve şair

Kır

kaygıların zavallı zincirlerini

İmdada çağır

imge misafirlerini

Mümkünse

Maraş’tan geçirirken yolunu

Hem şehri selamla

hem de şairlerini

hemşehri

Bahaettin Ağabey için

Kalbim peteğiydi sanki

sevda balının

Bir yaprağı olsaydım eğer

gül dalının

Bundan daha fazla

sevgi besler miydim

Hemşehrisi olsam

Karakoç kartalının

şair adamlar

Dondurma denen

bir deli meltemleri var

Âşıklarının derdine

merhemleri var

Bir künye yazılmış:

Karakoçlar şehri

Bir künyede

Cahitleri, Erdemleri var

şairler meclisi

Şair kesilir belki de

dağ taş burada

Herkes bana yoldaş

bana sırdaş burada

Mortaş, Konan, Aslan, Kara,

Kurt, Özdenören

Pakdil, Sarı, Şardağ,

Ali Akbaş burada

hem şiir hem fotoğraf

Yasin Mortaş için

Besbelli ki

hem Köroğlu hem Ayvazsın

Ben sonbaharım Maraş’ta

sen ilkyazsın

Öyleyse fotoğrafları

Yasin çeksin

En duygulu mısraları

Yasin yazsın

şairin kuşları

Bir soylu kaderdir bu da

bir kutlu nasip

Sevda ovasında

bir otağ kurdu gelip

Bir servi dalında

gizlenen atmacayı

Kondurdu gönül kubbeme

şair Tayyib

MARAŞ RUBAİLERİ 2

Tacettin ŞİMŞEK

Page 253: HECE TAŞLARI - Turuz

09O n 5 k a s ı m 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 3 3 . s a y ı

BEŞ VAKİT

Mustafa Ökkeş EVREN

Gecenin rahminde büyüyen bir cenin varMüjdeler tan vakti saba makamıyla kuşlar

Bir mızrak boyu gölgede şadırvan incileriGöğü tutan minarelerde kurtuluş davetleri

Hicazi makamla süzülür yeryüzüne güneşKalpleri onaran secdeler Tanrı katına eş

Telaş makamında dinlenir segâh… Gül sarı Güvercinlerin birbirlerine çarpar kanatları

Gece yürüyüşünde yıldızların gözlerinde fer Nevakâr müezzinler beş vakit: Allahü Ekber

VURULMUŞ GİBİ Şükrü TÜRKMEN

Öyle bir ömür ki ben de bilmedimHer anıma pusu kurulmuş gibi.Eller bayram etti bir kez gülmedimKıvrandım solumdan vurulmuş gibi.

Hasreti kovarken aklım yitirdimAh ile vah ile ömür bitirdimKavgam kendimleydi tuşa getirdimBaktığım aynalar kırılmış gibi.

Günlerim geçiyor murat almadanBoşa yaşanıyor ümit olmadanÖlünmüyor işte vade dolmadanAzrail de bana darılmış gibi.

Karanlıklar oldu dostum sırdaşımDerdimin dermanı akan gözyaşımVerseler dünyayı almam gardaşımSevda zehir ile karılmış gibi.

Yıllara rest çeken ulu çınardımBitmeyen özlemle korda yanardımBöyle olanları ben de kınardımŞimdi gönlüm biraz durulmuş gibi.

Page 254: HECE TAŞLARI - Turuz

10 He c e t a ş l a r ı 3 3 . s a y ı O n 5 k a s ı m 2 0 1 7

KİTAP VE DİL

Ahmet Doğan İLBEY

Dil, âciz derûnumda hâşâ bir mâbed gibidir yahut dinimizin mânalar âlemine götüren büyük bir vasıtadır. Dîvân şairi Taşlıcalı Yahya Bey şu mısralarını haddimiz değil ama fakir için yazmış sanki:

“Kitâbı şol ki okur dikkat eyler Kitâbun sâhibiyle sohbet eyler Kimi şemşîr-i âteşbâra benzer Kimisi revzen-i envâra benzer Eyi söz eskimez nitek-i altun Olur yevmen- feyevmâ kadri efzûn.”

Diyor ki şair: Kitabı dikkatle, Mânası içre okuyan kimse Kitabın sahibiyle sohbet eder Kimi ateş yağdıran kılıca benzer Kimisi ışık saçan pencereye benzer İyi söz eskimez altın gibidir Günler geçse de değeri çoktur.

Bu haslettendir ki bâzı kitaplar başucu kitaplarımdır. Yıllar geçer de kitaplıktaki yerlerine gir-mezler. Masada derde devâ ilaç gibi dururlar hep. Sessiz ve vakur, eski ve gelecek zaman bilgeleri gibidir. Dahası önünde diz çökülen nâzenin bir mâşuk gibidir fakir için.

Akşamdan sabaha, günden ertesi güne yürürken derdimi sorar, fikrimi ve kalbimi açarım bu kitaplara. Dilimin anahtarı onlardadır.

Dilimin gücü azaldı mı akşama kadar, geceden sabaha varmadan bu kitaplara gözümü sürer, yüzümü sürer, yüreğimi koyar, gönül ve fikir dilimi kavî kılmış olarak başlarım güne.

Gündüz maişet telâşında ve “nesneleşen dünyada” mecâlini kaybeden gönül ve fikir tâlimimi bu kitaplardan alır, azıklı çıkarım yola.

Bu kitapların alâmet-i farikası önce dil ve üslûbudur, sonra mevzu. Dil, mevzuu şefkatli bir ananın yavrusunu kucakladığı gibi her yanıyla kuşatıcı bir unsurdur.Dili medenîleştiren, gönlü olan bir insana dönüştüren bu kitaplar damarlarımda bir iksir gibi

dolaşır, dimağımı ve kalbimi şifa veren sayfalarına çekerek günlük hayatımı fikirli ve bediî kılar-lar.

Gençlik yıllarımda, âmâ üstadım Cemil Meriç’in “Bu Ülke”si az çarpmadı yüreğimi. Dile yaslamak istediğim gücümü sağlıyor, dile olan meftunluğumu vuslata erdiriyor, dile olan

açlığımı doyuruyordu. Türkçeye olan karasevdam üstüne muharrik bir güç olarak tesirini hâlâ kaybetmedi. Ne zaman aydınların zihniyet ve tavırlarında yabancılaşma görsem ve üniversite allâmele-

rinin düşmanca duruşlarına bir mâna veremezsem hemen o gece “Mağaradakiler” kitabındaki kendi ifadesiyle “İsrafil’in sûru gibi heybetli bir dil”den neşet eden “Hasbî Tefekkür” yazısını üç-beş defa hatmettikten sonra çıkarım fikir ringlerine.

Şekeri yükselmiş bir hasta nasıl ensülin vurulursa damarından; günlük hayatımda kitap ve yazıyla irtibat zayıflığı hissettiğim anda aynı kitabın “Son Yaprak” yazısını kana kana okur ve âdeta sarhoş olurum.

Page 255: HECE TAŞLARI - Turuz

11O n 5 k a s ı m 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 3 3 . s a y ı

Yunus kitabı çokça yazıldı. Fakat, Sezai Karakoç’un “Yunus Emre” kitabı nasıl da o âlemi, o ruhaniyeti, o mânevî iklimi nefes nefes, kare kare yüreğime ve düşüncelerime emdirmişti öyle.

Elbette mevzu diğerlerindeki gibi Yunus’tu. Fakat bu kitaptaki fark dildi, sanatkârane bir ba-kış ve üslûptu. Mâneviyatımı ve dost aşkını gönlümde diri tutan, hattâ bir vakit iflah olmaz diş ağrılarımın sızısını dahi unutturan Fethi Gemuhluoğlu’nun “Dosta Dair” kitabının gücü hiç ek-silmedi nezdimde.

Tarihî şahsiyetlerimiz gibi asırlar önce vücuda gelip mimarîsi, eşkâli ve kimlikleriyle bize mekân şuuru veren “Osmanlıyla yaşıt” şehirlerimizin sûret ve sîretlerini her dem taze yaşamak duygusu içime çöktüğünde Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Beş Şehir” kitabını birkaç gün yanımda taşırım.

Hazreti Peygamberimizle sahâbelerinin, câhiliyeyi “açıp gülzar yaptıkları” ve İslâm ahkâmını yürürlüğe soktukları Asr-ı Saadet’in mübarek vak’alarını gönlümden ve fikrimden taşra düşür-memek için, has üslûbun bânisi, dilimizin büyük tâcidarı Üstad Necip Fazıl’ın “Çöle İnen Nur” kitabını senede birkaç kez okurum.

Gıda gibi her an ihtiyaç duyduğum dostlara benzeyen ve iç evimi aydınlatan bu kitapların yanında, mevzuunda tek başına Himalaya Dağları gibi zirvede bir duruşu temsil eden yazılar da vardır.

Selâset, sarâhat, söyleyiş ve telaffuzda akıcılık gibi iyi yazının bütün özelliklerini ilmî, tasav-vufî ve fikrî mevzuların izahatına giydiren Ali Yurtgezen hocanın “Adam Olmak” ve “Hâlimiz Vaktimiz Yerinde mi?” yazılarını ve irfan dünyamızın el kitabı hüviyetini taşıyan “Evin Mahremi Olmak” kitabını okumadan yattığım vâkî değildir.

Batılılaşmaya kurban edilen muazzez medeniyetimizdeki ezanî vakitlere ayarlı hayatımızı, yâni ibnü’lvakt (vaktin oğlu) oluşumuzu yok eden modern zamanlardan ruhum daraldığında Ahmet Haşim’in “Müslüman Saati” yazısını kıraat ederek mâneviyatımı tazelerim.

Ecdadımızın, Kur’an-ı Kerim’e ve O’nu takip eden insan yazması kitaplara hürmetini hatırla-tan ve bir muamele, bir siyaset etme sırasında kitapta yeri var mı diyen tavrındaki ululuğu yâd etmek ihtiyacı duyduğumda Nevzat Kösoğlu’nun “Kitap Şuuru” yazısına müracaat ederim.

Hafızasını ve dilini kaybeden toplumun “diriliş” gücünün önemli bir ayağının dilimiz oldu-ğunu hatırlattıkları için Yunus’tan Fuzûlî’ye, Dede Korkut’tan bin yıllık türkülerimizin ana sütü gibi helâl Türkçe’sine uzanan silsilenin ve dilimizin kahramanları önünde ihtiramla eğiliyor ve selâm duruyorum.

Page 256: HECE TAŞLARI - Turuz

12 He c e t a ş l a r ı 3 3 . s a y ı O n 5 k a s ı m 2 0 1 7

GAYRI DAYANAMAM BEN BU HASRETE VE ÂŞIK HÜSEYİN /iki

Dr. Halil ATILGAN

Âşık Hüseyin’in ailesi Malatya’dan Kahramanmaraş’ın Afşin ilçesinin Erçene köyüne gelip yerleşir. Babası Yemliha, annesi Fatma. 1874 yılında doğan annesi 1914 yılında, 01. 07. 1859 tarihinde doğan babası da 05. 05. 1924 tarihinde vefat eder. Araştırmacılar Âşık Hüseyin’in soyadının Tenecioğlu oldu-ğunu söyleseler de değildir. Amcasının soyadı Tenecioğlu olduğundan Hüseyin’in de soyadının aynı ola-cağı düşünülmüş. Nasıl tespit edildiğini bilmiyoruz. Bizim tespitlerimize göre âşığın soyadı Tahtacı’dır. Doğum tarihi 01. 07. 1896. Ölüm tarihi 25. 02. 1945’tir. Nüfusa kayıtlı olduğu il Kahramanmaraş, ilçesi Afşin. Köyü Erçene’dir. Âşık Hüseyin’in dedesinin adı Osman, (Yemliha’nın babası Osman ) ninesinin adı Hüsne. (Yemlihanın annesi) Yemliha’dan doğan Âşık Hüseyin’in bir kız diğeri erkek iki kardeşi var. Erkek kardeşi Osman, kız kardeşi ise Melek. 01. 07. 1902 tarihinde doğan Osman. 15. 05. 1918, 01. 07. 1898 tarihinde doğan Melek Hanım da 1912 yılında vefat eder. İki kardeş de çok genç yaşta göçüp gider bu dünyadan.

1914 yılında annesini, 1924 yılında da babasını, daha önce de kardeşlerinin vefatı onu tek başına bırakır. Ana yok baba yok. Kısaca hiç kimse yok. Çareyi memleketten, doğup büyüdüğü topraklardan ayrılmakta bulur. Yeni bir düzen kurmak, ekonomik durumunu düzeltmek amacıyla memleketi terk eder. Tespitlerimize göre Hüseyin’in ilk konalgası Kadirli’nin Köseli köyünde Kâmil Akçalı’ın çiftliği. Çiftlikte bahçıvan olarak çalışmaya başlar. Onun saz çalıp türkü söylemesi Kadirli çevresinde ünlenmesini, adının yavaş yavaş duyulmasına vesile olur. Ağıtçı ozan olarak bilinmesi ünlenmesini daha da artırır. Yaktığı ağıtlar ününe ün, şanına şan katar. Adana, Kahramanmaraş, Gaziantep üçgeni içinde hayatını sürdüren Âşık Hüseyin, Kadirli, Osmaniye ve Düziçi ilçe düğünlerinin de aranan aşığı olur. Onu Maraş ve Çu-kurova yöresinde tanımayan yoktur. Zenginlerin, Kadirli ağaların eğlencelerinde o başmisafirdir.

Eskiden Kadirli’nin varlıklı insanları, eğlenmek için vilayetleri Adana’ya değil de, Adana’dan daha ha-reketli olan Ceyhan’a giderler. Ürünlerini orada satarlar, ihtiyaçlarını da temin ederlerdi. Ceyhan’a gider-ken Ceyhan nehrini “gemi” dedikleri ağaçtan yapılmış sal ile geçerler, Ceyhan’daki pavyonlarda eğlenir, han denilen üstü otel altı da atların ahırı olan büyük binalarda kalırlardı.

Kadirli ağaları yine bir gün Ceyhan’a gittiklerinde, Ceyhan Irmağı kenarında ki pavyonda bir tiyatu-ranın (şimdiki pavyonlardaki dans ve eğlencenin adı) olduğunu ve bu tiyaturada Acem Kızı adında dans eden bir bayanın çalıştığını öğrenirler. Kadirli ağaları başka bir günde yanlarına Âşık Hüseyin’i de alıp Ceyhan’a Acem Kızını seyretmeye giderler. Tiyatura başlar, Kadirli’liler şanonun ön tarafına hep birlikte otururlar. Sabırsızlıkla Acem Kızı beklenmeye başlanır. Derken o an gelir. Takdim edilen Acem Kızı şa-noya çıkar. Parmaklarındaki zillerle, hem şarkı söyler, hem de dans eder. Bu durumdan Kadirli ağaları ve Âşık Hüseyin çok etkilenir. Ağalar Âşık Hüseyin’in de Acem Kızına bir türkü söylemesi için faaliyete geçerler. Tiyatura, yani pavyon sahibinden izin alırlar. Durum Acem Kızına iletilir. O da razı olur. Razı olduktan sonra da âşığın karşısına geçer oturur. Hüseyin alır sazını eline vurur teline.

“Çırpınıp ta şanoya1 da çıkınca Eğlen şanoda da kal Acem Kızı.”Türküden sonra Acem Kızı dans etmeye başlar. Başlar ama Acem Kızının aşkı Âşık Hüseyin’in içine,

Âşık Hüseyin’in aşkı da Acem Kızının yüreğine kor gibi düşer. Gözlerde çakan şimşek ok olur yüreklere saplanır. Dizelerde yaşanan can alıcı güzellik yüreklere gömülür. Her ikisi de duygularını birbirine ifade

1 Şano eğlence yerindeki sahnenin adı. Çırpınıp da şanoya da çıkınca dizesiyle Acem Kızının zilleriyle çırpınarak sahneye çıkması ifade edilmektedir. Neşet Ertaş’a göre dizedeki “şano” ya da çıkınca sözcüğü şanovaya dönüşmüş. Çırpınıpta şanovaya çıkınca şekline dönüşmüş. Sözleri Âşık Canani’ye mal eden Mehmet Gökalp de Neşet Ertaş’ın aynı dizede kullandığı şanovaya sözcüğünü Şamova’ya dönüştürmüş. Dizede Çırpınıpta Şamova’ya çıkınca şeklinde söylenmiş. Mehmet Gökalp: “Şamovası Kars ili sınırları içinde bir ovanın adıdır” diyor. Biz bunu doğrulamak için Kars ilinin Selim ilçesinin Sipkor (Yamaçlı) köyü muhtarı Sn. Hayrettin Bay’ı aradık. Kars ili sınırları içinde böyle bir ovanın olmadığını söyledi. Ayrıca Karslı Âşık dostum Mürsel Sinan’ı arayarak Şamovası’nın araştırılmasını rica ettik. Sağ olsun Mürsel Sinan da sordu soruşturdu. Kars ili sınırları içinde böyle bir ovanın olmadığını söyledi.

Page 257: HECE TAŞLARI - Turuz

13O n 5 k a s ı m 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 3 3 . s a y ı

edemeden perde kapanır. Acem Kızıyla yoğun duygular yaşayan Âşık Hüseyin ağalarla birlikte Kadirli’ye geri döner.

Döner dönmesine ama Acem Kızı Ceyhan’da, Hüseyin Kadirli’de. Her gün hasret biraz daha çekilmez olur. Âşık Hüseyin, Acem Kızının aşkıyla yanar tutuşur. Gün be gün ateş olup yakan hasret Hüseyin’i alır götürür Ceyhan’a. Ver elini Ceyhan diyerek yollara düşer. Yayan yapıldık yollara düşen Hüseyin iki-üç gün sonra Ceyhan’a varır. Acem Kızını bulur. Konuşup anlaşırlar. Hasret giderirler. Acem Kızı Âşık Hü-seyin’i yanından ayırmaz. Günler haftalar böyle geçerken Adana’nın tanınmış ağalarının birinin oğlu da o sırada meşhur Acem Kızını duyar. Ceyhan’a gelir. Burada Acem Kızına âşık olur. Pavyon sahibine büyük paralar vererek Acem Kızını alır ve Adana’ya gidecekken Âşık Hüseyin’in haberi olur. Âşık, Acem Kızının olduğu yere koşar. Bu sırada ağanın oğluyla Acem Kızı arabayla binmiş hareket etmek üzeredir. Hüseyin durumu anlar, olduğu yere oturur. Sazını alır eline, vurur teline. Yaşlı gözleriyle Acem Kızının ardından:

Dayanamam gayrı ben bu hasreteYa beni de götür ya sen de gitmeAteşin aşkına yakma çıramıYa beni de götür ya sen de gitme.

Ahtı amanımız vardı seninleGönül mü eğledin yoksa benimleKavli kasem eylemiştik yeminleYa beni de götür ya sen de gitme.

Sen gidersen kendim berdar ederimBülbül gül dalına konmaz n’iderimElif kaddin büker keman ederimYa beni de götür ya sen de gitme.

Aşk-ı muhabbetle düştük dillereBu hasretlik beni salar çöllereBırakıp da gitme gurbet ellereYa beni de götür ya sen de gitme.

Yâr sineme vurdun kızgın dağlarıViran koydun mor sümbüllü bağlarıHüseyin’im geçiyor gençlik çağlarıYa beni de götür ya sen de gitme.

diyerek duygularını dile getirir. Beş dörtlük olarak söylenen türkünün son dörtlüğünde Hüseyin: Hü-seyin’im geçiyor gençlik çağları diyerek tapşırır. Türkü deki: Söz ve müzik müthiş bir uyum içinde olup sözler ise yaşanan hadiseyle adeta kucaklaşmaktadır. 1940-1945 yılları arasında söylendiğini tahmin et-tiğimiz türkü o günden bu güne dilden dile, telden tele anonimleşerek bize ulaşır. Üç dörtlük olarak bize ulaşan türkü Çorum Alaca’dan TRT repertuvar kayıtlarına geçer. Derleyen: TRT Müzik Dairesi Başkan-lığı THM Müdürlüğü. Kaynak: Ali Rıza Erdoğan. Repertuvar sıra no: 187’dir.

Bu türküyle ilgili Bayram Bilge Tokel; Gazi Üniversitesinin 1985 yılında düzenlediği Milli Kültür ve Gençlik Sempozyumunda sunduğu “Joyce Okurken Arabesk Dinlemek”2 adlı tebliğinde türkünün Çorum-lu Âşık Hüseyin’e ait olduğu bilgisini verir. İşte o bölüm.

(…) “Geçtiğimiz yıllarda dillerden düşmeyen Çorum dolaylarının güzel bir uzun havası vardı. Gayrı dayanamam ben bu hasrete. Türkü Çorum’dan Ali ihsan Erdoğan’dan TRT Müzik Dairesi Başkanlığı ta-rafından bozlak olarak derlenmiş.” Diyerek:

2 (…) “Geçtiğimiz yıllarda dillerden düşmeyen Çorum dolaylarının güzel bir uzun havası vardı. Gayrı dayanamam ben bu hasrete. Türkü Çorum’dan Ali ihsan Erdoğan’dan TRT Müzik Dairesi Başkanlığı tarafından bozlak olarak derlenmiş.”

Page 258: HECE TAŞLARI - Turuz

14 He c e t a ş l a r ı 3 3 . s a y ı O n 5 k a s ı m 2 0 1 7

Sen gidersen kendim berdar ederim Bülbül gül dalına konmaz niderimElif kaddin büker kemend ederimYa beni de götür ya sende gitme.

dörtlüğün yanlış okunduğunu kaddin sözünü bilmeyenlerin o sözcüğü kadrin olarak okuduklarını söylüyor kaddin ile kadrin arasındaki farkı belirtiyor. Bizi ilgilendiren sözün yanlış okunmasından ziya-de türkünün Çorumlu Âşık Hüseyin’e ait olduğunun söylenmesi. Şimdi bu konuyla ilgili tespitlerimizi sıralayalım.

Bizim beş dörtlük tespit ettiğimiz sözlerin üç dörtlüğü ile TRT repertuvarındaki sözler aynı. Hiçbir değişiklik yok. Çorum’a gelinceye kadar türkü iki dörtlük fire vermiş. Diğer sözler tüm özellikleriyle var-lığını korumuş. Korumuş korumasına ama: B. Bilge Tokel yukarıda kaynak olarak verdiğimiz yazısında daha önce de belirttiğimiz gibi türkünün Çorumlu Âşık Hüseyin’e ait olduğunu söylüyor. Hangi kaynağa dayanarak bu tespiti yapmış bilemiyoruz. Biz türkünün Çorumlu Âşık Hüseyin’e ait olup olmadığını araş-tırdık. Sonunda Çorum ve civarında iki Hüseyin çıktı karşımıza. 1. Kul Hüseyin3 diğeri Âşık Hüseyin. Ziya Gürel’in Halk Âşıklarından Ali’ler-Hüseyin’ler adlı kitabında Âşık Hüseyin’le ilgili tespit ettiğimiz bilgiler Bayram Bilge Tokel’in bahsettiği Çorumlu Âşık Hüseyin olamaz. Mümkün değil. Çünkü iki âşı-ğın yaşadığı zamanlar çok farklı. Adı geçen kaynaktan tespit ettiğimiz bilgiyi aynen aktarıyorum:

“Hüseyin’in bizdeki cönkünde: Sene bin yüz doksan yedi yazıldıZülum arttı dayanılmaz zoruna

başlıklı bir deyişi var. Bu hicri tarih şimdiki tarihe göre 1780 - 1781’li yıllara tekabül etmektedir. Buna göre Âşık Hüseyin’in XVIII. Yüzyılın sonlarına doğru hayatta olduğu belirtilmektedir”4

Bizim bahsettiğimiz Afşin’in Erçene köyünden olan Âşık Hüseyin’in doğduğu yıl 1896, ölümü 1945’tir. Arada oldukça farklı bir zaman dilimi var. Çorum’lu Kul Hüseyin de böyle. Adı geçen kaynakta Kul Hü-seyin ile ilgili de şöyle deniyor: “Hacı Bayram’ın damadı olan Eşrefoğlu’nun yaşamı 16. yüzyıldadır. Kul Hüseyin’de 16. yüzyılın ikinci yarısında yaşamıştır.”

O halde Bayram Bilge Tokel’in bahsettiği Çorumlu Hüseyin de, Kul Hüseyin de bahsettiğimiz tür-künün sahibi olamaz. Zira her iki Hüseyin’in yaşadığı zamanla Erçeneli Hüseyin’in yaşadığı zaman çok farklı. Arada önemli bir zaman farkı olmasına rağmen Kul Hüseyin’in, hem de Âşık Hüseyin’in5 şiirlerini tek tek inceledik. “Gayri dayanamam ben bu hasrete” dizesiyle başlayan bir şiire rastlamadık. Rastla-madığımız gibi adı geçen şiirin içeriğine yakın dörtlükler de bulamadık. Şiirlerini incelediğimiz her iki Hüseyin’in de Alevi olduğu, bu anlayışla şiirlerin yazıldığını tespit ettik.

Sonuçta: Çorum Alaca’dan TRT repertuvarına bozlak olarak giren türkünün Çorumlu Hüseyin’lere ait olmadığı kesinleşti. O halde tespit ettiğimiz: Gayrı dayanamam ben bu hasrete türküsü Erçeneli Âşık Hüseyin’e ait. Bu tespitin aksi ispat edilinceye kadar da geçerliliğini koruyacak diyor adı geçen türkünün Çorum varyantından da kısaca bahsetmek istiyorum. Hikâye şöyle:

“Hüseyin Emre ile bir hayat kadının acıklı öyküsüdür .6 Hüseyin, Çorum’un Alaca ilçesinde varlıklı bir ailenin oğludur. Nermin ile Çorum’da kırk gün kırk gece süren bir düğünle evlenmişlerdir. Fakat Hüseyin genelevdeki bir hayat kadınına sevdalıdır. Hüseyin bu sevdadan asla vazgeçmemektedir. Hüseyin’in ailesi-nin bu sevdadan haberi olur. Baskı ve şiddetle hayat kadınını Çorum’dan uzaklaştırırlar. Ve hayat kadını bu hasrete dayanamaz. Hüseyin’e bir şiir yazarak intihar eder. Ayrılık acısına dayanamayan Hüseyin kendini

3 Kul Hüseyin: Amasya ilinin Gümüşhacıköy ilçesinin Kiçi (Kaynak Kiçi yazıyor Keçiköyü olmalı) köyündendir. Şiirlerinde Kul Hüseyin olarak tapşırmış. 1210 (1795) yılında doğduğu 1295 (1879) yılında öldüğü bilinmektedir. Köydeki mezarı ziyaret yeri olarak kullanılmaktadır.4 Ziya Gürel, Halk Âşıklarından Ali’ler – Hüseyin’ler. S. 100, Yeniçağ Matbaası Ankara, Ağustos 1991.5 Halil Rifat Arıncı. Çorum ve Havalisi Şairleri 1898 – 1972. Ankara Üniversitesi Basımevi Ankara 1992.6 http://forum.vatansohbet.net/turkulerimizin-hikayesi/521-gayri-dayanamam-ben-bu-hasrete-turkusu-hikayesi.html

Page 259: HECE TAŞLARI - Turuz

15O n 5 k a s ı m 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 3 3 . s a y ı

alkole verir. Hapishaneye düşer. Görkemli, varlıklı hayat bir anda bitiverir. Çorum’dan Ankara’ya göç eder. Sonuçta öz oğlu tarafından öldürülür.”

Türkünün hikâyesi böyle… Hayat kadınının Hüseyin’e yazdığı şiir ise Âşık Hüseyin’in Acem Kızına “Ya beni de götür ya sen de gitme” diye arkasından yalvardığı dörtlükler. Şiiri kadın yazıyor, “Hüseyin’im geçiyor gençlik çağları” diyerek Hüseyin tapşırıyor. Çık işin içinden çıkabilirsen…

Hikâye Bedirhan Gökçe’nin türkülerle birlikte şiirler okuyarak sunduğu programa da konu olmuş. Kral TV’de7 yayınlanan program internette tarafımdan tespit edildi. Programa konuk olan Nihat Nike-rel:8 (Kurtlar Vadisindeki Seyfo Dayı) “Yaşanmış olan hikâyenin kahramanı benim dayımdır. Nermin yen-gemi alırken 40 gün kırk gece düğün yaptı. Düğüne bizzat bende katıldım” diyerek yukarıda naklettiğimiz hikâyeyi anlattı.

Ben programı dinleyince doğrusu hayret ettim. Bana peri masallarını hatırlattı. Çorum’un Alaca il-çesinde 40 gün kırk gece düğün yapılıyor. Bunu da programın konuğu Nihat Nikerel anlatıyor. Olayın kahramanı Hüseyin’in de dayısı olduğunu söyleyerek olayı tüm dinleyenlere naklediyor. Gerçekten de yakın zamanda böyle bir düğün gerçekleşmiş olsaydı, konuya ilgi duyan kişiler muhakkak duyardı. Zira günümüzde kırk gün kırk gece düğün yapmak her yiğidin harcı değil. Ayrıca önemli bir de haber.

Evet… Böyle bir programa tanık olduktan sonra türküyü TRT repertuvarına kazandıran kaynak ki-şiyi aradım. Kaynak Çorum’un Alaca ilçesinden Ali İhsan Erdoğan. Ankara’da Keçiören’de market çalış-tırıyor. Saz çalıp türkü söyleyen, bazı Çorum türkülerinin kaynak kişisi olarak kayıtlara geçen Alaca’dan Ankara’ya gelip yerleşen bir musiki sever. Kendisiyle yaptığım telefon görüşmesinde türküyü kimden, nerede, ne zaman ve nasıl öğrendiğini sordum. Ağabeyinden öğrendiğini, söz ve müziğin kime ait ol-duğunu bilmediğini, bu konuda bir fikir beyan edemeyeceğini ifade etti. Türküye çok kişinin sahip çık-tığını, fakat hiç birinin gerçek sahibi olmadığı konusunda bilgi verdi. Sonra Nihat Nikerel’in TV prog-ramını seyredip seyretmediğini sordum. Seyrettiğini söyledi. Nasıl buldun? Anlatılanlar doğru mudur? Dediğimde. O konuşur ken kahkahayla güldüğünü, çirkin bir senaryoya kuyruklu bir yalan ekleyerek uygulamaya konulduğunu üstüne basa basa söyledi. Türkünün asıl kaynağının kim olduğu konusunu cevapsız bıraktı. Gayrı dayanamam ben bu hasrete adlı türkünün Çorum’da uydurulan hikâyesine de asla inanmadığını ifade etti.

Sonuç ne olursa olsun Âşık Hüseyin’in adı geçen türküleri insanlık var oldukça yaşayacak, öne çıkan önemli eserler arasında yerini alan, söyleyenleri mest eden özelliklere sahip türküler olarak varlığını koruyacaktır. Kısaca Âşık Hüseyin: Acem Kızı / Gayrı dayanamam ben bu hasrete / Bilemedim kıymetini kadrini gibi güzel türküleri repertuvarımıza kazandıran adsız kahramanlardan biri. Bu çalışmada adsız kahraman âşık Hüseyin’in Gayrı dayanamam ben hasrete adlı türküsünü değerlendirerek hakkı hak sahi-bine teslim etmeye çalıştık. Bundan sonra sıra Bilemedim kıymetini kadrini / Hata benim günah benim suç benim adlı türküsüyle ilgili tespitlerimizi değerlendirecek hak sahibine hakkını teslim edeceğiz.

7 Kral TV İz Bırakanlar programı: https://www. youtube. com/watch?v=EL5eibuXoTQ.https:// www.youtube.com /watch. 8 Nihat Nikerel: 5 Şubat 1950 yılında Çorum’da doğdu. Babasının vefatından sonra, erken yaşlarda İstanbul’a gelen Nihat Nikerel, çeşitli işlerde çalıştıktan sonra, 1972-1976 yılları arasında uzun bir dünya seyahati yaptı. Daha sonra yurda dönen sanatçı, 1985 yılında senaryolaştırılabilecek öykü yazarak sinemaya adım attı. Çeşitli sinema ve dizi filmlerde rol almanın yanı sıra kitap yazdı. Nihat Nikerel, İstanbul Aydın Üniversitesi’nde İletişim Fakültesi Gaze-tecilik bölümü öğrencisi olup, aynı zamanda öğretim görevlisi olarak İletişim bölümünde ders verdi. 70’li yıllarda sinema ile oyunculuğa başlayan Nihat Nikerel, 100’e yakın sinema ve dizide rol aldı. Süper Baba, Aynalı Tahir, Sıcak Saatler, Köprü gibi dizilerde ki rolleri ile daha çok tanındı. 2003-2004 yılları arasında Osman Sınav’ın yönettiği, Kurtlar Vadisi dizisindeki Seyfo Dayı karakteri ile akıllara kazınan Nihat Nikerel, son olarak Deli Dumrul Kuşlar Âleminde filminde Zalim Baba karakterini canlandırdı. Nihat Nikerel, 26 Eylül 2009 tarihinde Beşiktaş’taki evinde kalp krizi sonucu vefat etti. Zincirlikuyu Mezarlığına defnedildi.

Page 260: HECE TAŞLARI - Turuz

16 He c e t a ş l a r ı 3 3 . s a y ı O n 5 k a s ı m 2 0 1 7

O KERVANDA

Fikret GÖRGÜN Hicaz yollarında ey kutlu yolcuO kervanda ben de olsam ne vardı.Hakk’ın misafiri, ey bahtlı yolcuO kervanda ben de olsam ne vardı.

Ayrılık ateşi yakar sînemiHasretle beklerim o kutlu demiKaynağında içer idim zemzemiO kervanda ben de olsam ne vardı.

Atmak için günah yüklü heybeyiGözyaşımla yîkar idim tövbeyiDoya doya seyrederdim Kâbe’yiO kervanda ben de olsam ne vardı.

Ravza’da gözyaşım dönerdi seleHasretimi dindirirdim Resûl’eYoluna kurbanım, babında köleO kervanda ben de olsam ne vardı.

Hazreti Mevlâ’ya ederek niyazCennet Bahçesi’nde kılardım namazUmutlara tututunurdum bembeyazO kervanda ben de olsam ne vardı.

Nur Dağı’na çıkar, huzur bulurdumSevr Dağı’nda kokusunu alırdımMümkün olsa ebedîyen kalırdımO kervanda ben de olsam ne vardı.

Arafat’ta ölür idim ölmedenBensizliğe bürünürdü bu bedenUhut’a da uğrar idim gelmedenO kervanda ben de olsam ne vardı.

Benliğimden sıyrılırdım Mina’daKaybolur giderdim kutlu manâdaBelki bir pay düşer idi bana daO kervanda ben de olsam ne vardı.

Nefs atından kurtulurdum say ileYücelirdim sabır denen yay ileArınırdım “eyvah!” ile, “vay!” ileO kervanda ben de olsam ne vardı.

Kucak açmış, bekler iken ol NebîAşka düştüm Veysel Karanî gibiDerdimin dermanı Sen’de ya Rabb’iO kervanda ben de olsam ne vardı.

YUNUS’A BİR NAZİRE

Salih EROL

Girdim Emirhan’ınaGâye Kitabevi’neBaktım bizim Yunus’aÇıkmış erik dalına.

Anda yemiş üzümüBostancı demiş ki ona:“Neden yersin kozumu?”Şaştım kaldım bu işe!Acep nedir hikmeti?

Çözmek için sırrınıVardı bâb-ı dergâhaSordu Şeyh-i MısriyaSöz büründü manâya.

Ol Bûsitân-ı Bursa’danGöründü İsmail Hakkı.Manâsına varmak içünŞerh-i Ebyât-ı Yunus’uKoyuverdi heybeme.

Nasip eden Allah’aŞükür edip dönerken“Dur bitmedi daha”!Diyen bir ses işittim.

Şer‘i meclisten ŞeyhiYunus’un sırlı sözüneVermiş manâ yüzünüGörmek için özünüTerkime onu da alıpDöndüm asr-ı hazıra.

Madde-perest bu çağdaNerde Taptuk dergâhı?Aşkın yitik bâbındaBuluversek Yunus’uErenlerin bağındaSalih olsun teselli!

Page 261: HECE TAŞLARI - Turuz

17O n 5 k a s ı m 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 3 3 . s a y ı

İLLEGAL YALNIZLIZ

Süleyman PEKİN

Yeşilin siyaha büründüğü demAşkın ağıdına ağlasın âlem.

Gecenin şöhreti uzar olmaktırHer diri ümide mezar olmaktır.

Güz bana mazimi hatırlatıyorBir kalpte üçyüzaltmış put yatıyor.

Ben yalnızlığın içinde arındımBen senin en utangaç bulvarındım.

Bakir ırmakların baltacısı benTaklamakanların voltacısı ben.

Çavlanların sıdk çağıltısı adınBöyle puslu ne masallar yaşadın.

Ey gönlün Hira ötüşlü kuşluğuEy sığınaksız yağmur sarhoşluğu.

Bir deprem ol bütün yasaları yıkEy yasadışı ve vahşi yalnızlık.

BUDALA (Cigalı Tecnis)

Taner KARATAŞ Ozanlığın değerini bilmeyenSanat harikası derler bu dalaBen aşığım bu dalaBu bahçeye bu dalaEmeksiz meyve vermezAl çapayı budalaUsta çırak ilişkisi olmayanSenin gibi abes bakar bu dala. Bir sözü zalime ferman yazdırırÖzü yazar özünden de yazdırırBen aşığım yazdırırHem yazar hem yazdırırNadana gam yüküdürArife dem yazdırırMert yiğitlik namert kemlik yazdırırKendisini rüsva eyler budala. Mizani söz söyle âlim dinlesinZalim duysun inim inim inlesinBen aşığım inlesinDerde düşsün inlesinBu dalı hakir görenBilen var mı sen nesinOzan çalsın cümle âlem dinlesinSanat nedir nerden bilsin budala.

Page 262: HECE TAŞLARI - Turuz

18 He c e t a ş l a r ı 3 3 . s a y ı O n 5 k a s ı m 2 0 1 7

ŞİİR VE MODERNİZM

Mustafa ÖZÇELİK

Modernizm, şiirsiz bir hayatın adıdır. Modernist değerler(!) fıtrata uygun olmayan, dolayısıyla insani olmayan değerlerdir. Bunlarla donatılan insandan kendisi lehine, toplum, tabiat ve hayat lehi-ne olumlu bir davranış beklemek mümkün değildir. Çünkü modernizmin çağrısı ve yönlendirmesi hep nefse ve dünyaya yönelik bir çağrı ve yönlendirmedir. Bu virüsü kapan bir insanın bütün fıtri, insani değer mekanizmaları tüm iyi ve güzel olan şeylere kapanır.

Yeryüzü onca zulüm, kötülük içindeyse, bunun bir sorumlusu olması gerekir. Zulmü Asya’nın, Afrika’nın ve dünyanın pek çok yerindeki mazlum insanların yapmadığını da görecek olursak, so-rumlu, kendini modernizmle tanımlayan anlayışlar, sistemler, kişiler ve devletler olurlar. Bunlar za-limliği bu çağda asli bir kimlik olarak giyinmiş durumdalar. Bu yüzde”n şiir kelimesiyle ifadelendir-diğimiz tüm insani olan şeylerin karşısındadırlar.

Modernizmin insana yönelik saldırısı o denli çok yönlüdür ki, bozgunculuğundan, tahripkârlı-ğından ne insan kurtarabilir kendini, ne tabiat. Kurutulan ağaçlarda, soldurulan çiçeklerde, kirletilen çevrede onun imzası vardır. Tabiatın tahribiyle insanın tahribi aynı şekilde sürdürülür. Saltanatları kan ve gözyaşıyla beslenir. Emeği sömürürler, inancı sömürürler.

Kalbimizin ve zihnimizin en derin kıvrımlarına kadar girmeyi başarırlar. Dünyanın karşısına öyle alımlı bir yüzle çıkarlar ki, işin iç yüzünü anlayana kadar iş işten geçmiş olur. Modernizmin en ustaca yürüttüğü bir politika da alternatif düşünceleri de kendisinin üretmesidir. Doğal olarak modernizme karşı çıkışlar, yine modernizmin kontrolünde gerçekleşir ve ona zarar verici boyutlara hiçbir zaman ulaşamaz.

Modernizmin büyüsüne yakalanmayarak kendisini insani olanın kavgasına adayanlar, bu yüzden karşı hareketleri modernizmin çekim alanının dışında yürütmek zorundalar. Modernizme, onun silahlarıyla karşı çıkılamaz. Hz. İbrahim’i, Hz. Musa’yı ve diğerlerini hatırlayalım. Mucizeleri, kera-metleri aklımıza getirelim. Onlarda o çağın zalimlerine karşı çıkmanın ebedi dersleri vardır. İşte şiir, verdiği hikmet bilgisi ve vahyi olan kaynağıyla bu çağda bize hem modernizmin büyüsüne karşı ko-ruyucu bir kalkan olur, hem de ona karşı sağlıklı mücadelelerin yollarını gösterir. Siz, modernizmin geliştirdiği sosyoloji ile toplumsal gerçeği anlayamazsınız. Onların psikolojisiyle bireyi anlayamazsı-nız. Bu mantıkla ne bilim, ne sanat islamileşmez ve insanileşemez. Sır, kendi hikmet ve bilgi kaynak-larımızdadır. Bu konularla ilgili kimin yanına gitsem, okuduğu kitaplara baksam, aynı yanlışa tanık oluyorum. Bunların masalarında Batı sosyolojisine, felsefesine, psikolojisine vb. ait kitaplar vardır.

Bu kitapların okunmasına bir itirazım yok. Ama o kitaplardan yine modernizme ait kurtuluş re-çeteleri çıkarabiliriz ancak. Bizim bilim, sanat, felsefe, psikoloji konusunda ortaya koyacağımız biri-kim, kendi kaynaklarımızdan beslenmek zorundadır öncelikle. Tekrar belirtiyorum, mucizelerin bu çağa söyleyecek sözleri vardır. Kur’an’dan uzaklaşan bir mantık, hangi bilgi donanımıyla donanırsa donansın, doğru olan çözümü bulamayacaktır.

Kur’an’dan ve onun anlaşılması için yazılan onca kitaptan gerekli metodolojiyi öğrenemeyen bir zihin, modernizmin kıskaçlarına çok kolay yakalanacaktır. Ona karşı çıkarken, bilmeden onun ya-nında yer alacaktır. Nitekim de öyle olmaktadır. Çağın büyülü kelimeleri artık bizim de kelimele-rimiz olmaya başlamıştır. Ama bu kelimelerin içini dolduran anlayış, Kur’anî anlayış değildir. Bu, düşülebilecek tehlikelerin en korkuncudur.

Şimdi kelimelerin sihrini yakalayalım. Söz kutsaldır. Böylece kutsal olana yaklaşalım. Şiiriyet içi-mize ve hayatımıza yeniden gelsin. Denizde Hz. Musa’yı, ateşte Hz. İbrahim’i yeniden yorumlayalım. İnanıyorum ki önümüzde yeni bir ufuk açılacaktır.

Page 263: HECE TAŞLARI - Turuz

19O n 5 k a s ı m 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 3 3 . s a y ı

GÖNÜL

İlhami BULUT

Son sevda türküsü kalmış aklımdaDolanır dilime nemlenir gönül.Benim bu hasretim bitmez dünyadaKendi efkârımla demlenir gönül.

Bazen huşu ile bir veli gibiRüyada yeşeren gül dalı gibiBazen de raporlu bir deli gibiKendi kendisine söylenir gönül.

Sol hizada başlar ince bir sancıHekim nafiledir yoktur ilacıHummalı bir nöbet amansız acıÇeker için için kıvranır gönül.

Ne ikrar ne de inkâr sözleriMeşhur inadı ve dudu dilleriYer çekimi gibi illa gözleriHercai gel-git’te bunalır gönül.

Üşümüş dudağın sıcak ıslığıAtar için için sessiz çığlığıHer akşam bezenir farklı kılığıKendi âleminde dolanır gönül.

Havar yârim havar anla halimdenBazen çekip gitmek geçer içimdenVefasız da olsa o yar elindenKefen de biçilse sarılır gönül.

SENİ ANLATIR

Yasin USTA Şiirlerim sanadır anla artık bakıp daHer kelamda sen varsın zahir seni anlatır.Fıtratından belalı gözlerinden akıp daKadehime mey olan zehir seni anlatır.

Zehir dolu kadehten ben bir kere içinceDağlarda kar eriyip, yine çiçek açıncaBana bir haller olur senin adın geçinceHecelerim süslenir, şiir seni anlatır.

Emir etsin vereyim ne istersen şahımaBir yanlışlık edersem bakmasın eyvahımaİlk nefeste eş olmuş senin ruhun ruhumaKâlû Belâ’dan beri ahir seni anlatır.

Kara kaşın benziyor al bayrakta hilaleMis saçarak gezersin, kıskanır seni laleSen düşürdün güzelim aşığını bu haleKaleminde aşk kokan şair seni anlatır.

Page 264: HECE TAŞLARI - Turuz

20 He c e t a ş l a r ı 3 3 . s a y ı O n 5 k a s ı m 2 0 1 7

ALIN YAZIM OL Mevlüt YAVUZ Kederlerin yaprak yaprak solduğuEylül’lü ekim’li güzüm ol benim.Gözlerimin sevinçlerle dolduğu Tebessümler saçan yüzüm ol benim.

Yeter artık çiçek çiçek gezdiğimŞiirleri kahırlarla yazdığım Yeter artık yeminleri bozduğumÖlünür dönülmez sözüm ol benim.

Varsın aşk denizi ölümler saçsın Rıhtıma yetişen son bir kulaçsınGözümden kalbime inen ilaçsın Hayata döndüren dozum ol benim.

Yalan bakışlarda sevgi ararken Çok çekilmez acıları çektim benŞimdi meçhullere adım atarken Peşimde vefalı izim ol benim.

Yeşil gözlerinle halden anlayanKucağımda ne söylersem dinleyenBazen güler gibi, bazen inleyenİçimi döktüğüm sazım ol benim.

Tekrar yandı işte ümid meş’alemYeniden ıslandı gönül şelalemAdını yazmaya bulunmaz kalemAlnıma yazılan yazım ol benim.

GERÇEK SUÇLULAR Kadir KAHRAMAN

Herkes birbirine atıyor suçuSuçlu kim, suçsuz kim gel çık içinden. Her suçun bir yere varıyor ucuDeliysen, akıllı ol çık içinden.

Hâkimi bağlayan küflü yasalarSuçluyu azdıran sanal tasalarMilleti bezdiren boş piyasalarHakikati; ara, bul çık içinden.

Ananın evlattan yana çok derdiBaba variyetin evlada verdiNamert mi pek çok, sormayın merdiMert isen, nâmerdi al çık içinden.

İdare olumsuz şarttan yakınırVatandaş perişan umar, bakınırÇözüm üretecek maske takınırRiyakârlık coşmuş sel, çık içinden.

Kimsenin yanına varılmaz artıkSöylenmez, dert neyse, sorulmaz artıkBulanmış her taraf durulmaz artıkRezalet diz boyu, dal çık içinden. Hakkını arama, bin bir engel varRüşvet ver, olmazsa diz çök de yalvarHayal dünyasına dalmış makamlarHerkes birbirine kel, çık içinden. Delik, deşik mustazafların bağrıKaybetmiş cemiyet bereket, uğruDoğru eğri olmuş; eğriyse doğruAdaletle, hukuk çöl, çık içinden.

Asgari bu hale odun taşımaKabuklu yarayı, azar kaşımaDert açma ne olur dertsiz başımaAra, bul uygun bir yol, çık içinden.

Page 265: HECE TAŞLARI - Turuz

21O n 5 k a s ı m 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 3 3 . s a y ı

GECE/HECE

Ali Kemal MUTLU

GECE

Tenhaların mehtabıdır yalnızlıkİner kara gecelerin boynuna.Yoklukların gergefinde bir kazıkBiner karar gecelerin boynuna.

Kederleri yıldızlara sığdırdımEyvah kara gecelerin boynuna.Bir âh ile bin gözyaşı yağdırdımGünah kara gecelerin boynuna.

14 HECE

Ömrün kovası delik, yıllar elbette damlarHer delikte bir sehpa ve sehpada idamlar...Onca sultan, saltanat nerede kaldı, hani?Bakmaya doyulmayan servirevan endamlar,Ahu gözlü kadınlar; dağ deviren adamlar...Ömrün kovası delik, yıllar elbette damlar

16 HECE

Kabullenmez bakışların şu ruhumun dikeniniBenim gemilerim asi, senin durgun denizindeDüzen bilmez rüzgârlarda yuvarlarlar yelkeniniRotalarım başkaldırır nizamsızlığın izindeKonmasın mı cesaretin ak alnına abideler,İsyan yoksa kural vardır ve her isyan istisnadırÖyle istisnalar var ki alt üst olur kaideler...

SOMA ŞEHİTLERİNE AĞIT Erol BOYUNDURUK

Bekledi insanlar ocak başındaTükendi umutlar bitti Soma’da Ağlaşır analar eli döşünde Toplandı baykuşlar öttü Soma’da Kimi cansız yatar kimi komada. Kadir Mevla’m bu dert hayli zor imişKoca dünya emekçiye dar imişKaderde madende ölmek var imiş Azrail kaşını çattı Soma’da Kimi dünden ölmüş kimi komada. Ecel şerbetini erken içtilerBu dünyadan toplu halde göçtülerSonsuz bir deryaya yelken açtılar Talih gemileri battı Soma’da Kimi Hakka teslim kimi komada. Ağladık çırpındık kendimiz yordukKanayan yarayı sabırla sardıkTam üçyüzbir canı toprağa verdik Gencecik bedenler yattı Soma’da Kimi zor kurtuldu kimi komada. Yakarım ağıdı size hüzünleAh çekerim yüreğimle özümleKendim Afşin’deyim gönlüm sizinle Kavruldu Giryani tüttü Soma’da Kimi baygın yatar kimi komada.

Page 266: HECE TAŞLARI - Turuz

22 He c e t a ş l a r ı 3 3 . s a y ı O n 5 k a s ı m 2 0 1 7

“GEL!” EMRİNİ DUYUNCA Köksal CENGİZ

Bir varmış bir yokmuş bu fani hayatBizlerden sonraya kimler kalacak.Eğer gücün varsa ecele dayatVadesi yeteni tek tek alacak. Gidene bulurlar türlü nedeniSebepten bilirler her bir gideniEmanet değil mi sırlı bedeniEskiyip yıpranıp yüzü solacak. Ne geliş bizdendi, ne gidiş bizdeYürürüz kaderin çizdiği izdeSonunda güç takat kesilir dizdeCan suyuna nice çer-çöp dolacak. Belli bir mühlettir dünya seyranıYolcuya özeldir ömür kervanıAn be an değişir kulun devranıAyrılık dalgası kanun çalacak. Kim bilir ne zaman nerede nasılBizi de bekliyor meçhul bir fasılHakk’ın rızasını kazansak asılUman Cennetini böyle bulacak. Ezeli ervahta yazılmış yazıÂşıklar hasretten kucaklar sazıOlmaz mı sevenin sevene nazıGönülde efkârdan sızı olacak. Akıl baştan uçar nefse uyuncaİblis kalbi çeler kendi huyuncaNiyazkâr’ım “Gel!” emrini duyunca“Sevgili”yle bir vuslata dalacak.

DÜNYA Âşık Cemal DİVANİ

Kimisine göre azap eğlemişKimisine göre ılımlı dünyaKimisi gam deryasını boylamışKimisine göre çalımlı dünya.

Kimisi kapsına gelmiş çalamazKimisi var kısmetini alamazKimisi evinde hasır bulamazKimisine halı kilimli dünya.

Kimisi boynunda taşır haç gibiKimisine kuvvet gibi güç gibiKimisine göre boş topaç gibiKimisine dilim dilimli dünya.

Kimisi nasipli edep hayadanKimisi ışığı almış ziyadanKimisine göre toprak kayadanKimisine oyun filimli dünya.

Kimisine ozan Cemâl DivaniKimisine yaren yârdir bir yanıKimisine göre fanidir faniKim ne derse desin ölümlü dünya.

Page 267: HECE TAŞLARI - Turuz

23O n 5 k a s ı m 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 3 3 . s a y ı

GEL DİYE DİYE Erol KOCA

Zalimsin sevdiğim duymadın beniTükendi nefesim gel diye diye.Görmezden gelemez seven seveniBöyle mi kalayım gel diye diye.

Ateş oldum alev oldum od oldumGülümsedin neşelendim şad oldumSevgiliydim canan idim yâd oldumBöyle mi yanayım gel diye diye.

Gözlerin gezdirir ummanı arşıSevdan ki gönlümün gıdası aşıÇok çabuk kaybettim ben bu savaşıBeyaz mendil saldım gel diye diye.

Ağlarım gözümün yaşlarında senBaktığım dağların başlarında senCebimde telefon tuşlarında senHer gün inliyorum gel diye diye.

Kar beyazı sabahlara uyansamKimse bilmez ben ateşinle yansamGelip bulacaksın diye inansamMahşerde beklerim gel diye diye.

RÜZGÂR’IM Hacer ALİOĞLU

Adın gibi kuvvetli olYeryüzüne es rüzgâr’ım.Meltem gibi şefkatli olDuyulmasın ses rüzgâr’ım.

Şah olsa eğleme minnetBir fidan dik olsun cennetYeşillensin göster gayretNe doğra ne kes rüzgâr’ım.

Helal kazan ekmek aşınDoğruluk olsun savaşınÖmür boyu uğramasınYüreğine yas rüzgâr’ım.

Gül olup aç her seherdeDerman olasın bir derdeHaksızlık gördüğün yerdeNe çekin ne sus rüzgâr’ım.

Yakuti’de ayrı yerinManası bir başka derinZeytin tanesi gözlerinAy yüzüne süs rüzgâr’ım.

Page 268: HECE TAŞLARI - Turuz

24 He c e t a ş l a r ı 3 3 . s a y ı O n 5 k a s ı m 2 0 1 7

LEYLA’DAN GEÇME FASLI

Mehmet DURMAZ

Neler gizli bir Leyla’nın özündeBundandır tutkuyla bakışım onaTohum topraktayken vurgun harmanaHer damlanın gözü bakar ummanaBundandır pürtelaş akışım ona

Akışın aksi var esmer yüzündeÇileyi demlerim kalbin közündeKabuğumu elim ile kırarımKülü geçer özlü közler ararımBundandır canımı yakışım ona

Gel sultanım, isyanlarım uslandıGel sultanım, yanan sular ıslandıGel sultanım dilim sana süslendi.

Dil ver bana tavlı sözler ararımKarşında duracak yüzler ararımGözleri kör eden gözler ararım

Canı bedel koydum verdiğin aşkaSermayem kalmadı kalbimden başka

Müflis bir tüccarım senin karşındaAşk alınır aşk satılır çarşındaSen benim dükkânımsın, mekânımsınMevsim mevsim yürüyen zamanımsın

Dönen sensin baharımda kışımdaMecnun olmuş bir kuş öter döşümde

Kays’ı Mecnun eden aşkıdır çölünKuşu nalan eden şavkıdır gülünSevdasız yüreğe ateş sığmazmışHer bağrın çölüne yağmur yağmazmış

Sustur dışımdaki bu hoyrat diliSürgünde sönmeden ömrüm kandiliVakit varken tutsun gönlüm menzili

Eğlenip kalamam ten gölgesindeGittiğin yollara bakar dururumGurbet diyarının her bölgesindeSabır taşı olup seni beklerimBeklemeye beklemeler eklerim

Şimdi beklemektir benim dermanımBoynumda asılı durur fermanım

Gelme Leyla gelme artsın kederimBu intizar benim sabit kaderimRuhumun yolcusu uzun yoldadırSensizken her gecem şeb-i yeldadır

Bin yıl da yaşasam kâr değil banaSenin için ölmek zor değil banaÇevirdin kalbimi kırık aynayaBir Leyla’yı böldüm ben bin Leyla’yaSen yoksan hiçbiri var değil banaBin Leyla’nın biri yâr değil banaKışlar kış, bahar bahar değil bana

Ah Leyla, seni bulurum bir günAh Leyla! “Ah” deyip ölürüm bir günSenin huzuruna gelirim bir gün

Page 269: HECE TAŞLARI - Turuz

aylık şiir dergisi

On5aralık2017

HECE TAŞLARI

elektronik haberleşme adresi [email protected]

34

Page 270: HECE TAŞLARI - Turuz

HECE TAŞLARI Aylık Şiir Dergisi Yayın Yönetmeni Tayyib Atmaca Kapak Fotoğrafı Yasin Mortaş Tasarım Adem Konan Yazışma Haydar Bey Mh. 32077 Sk. Armada 2 D 6 Onikişubat K.MARAŞ 0535 391 92 50 [email protected]

34. Sayı 15 Aralık 2017 ISSN 2149-4509. (e-dergi)

Sıtkı CANEY / Prof. Dr. Mehmet NARLI / Ahmet EFE / Ekrem KAFTAN /

Fahri HOŞAP / Afak ŞIHLI / Ahmet Süreyya DURNA /

Ramazan AVCI / Qeşem İSABEYLİ / Prof. Dr. Saim SAKAOĞLU /

Habil YAŞAR / Cahit CAN / Tayyib ATMACA

ELLİ BEŞ BASAMAK

B U S AY I DA

Bin dokuz yüz altmış iki yılında, topraktan dünyaya sürgüne çıktım, nerde körpe yaydım kenger kanattım, meşe diplerinde mantar topladım, hangi dağda kulağımı kapa-tıp, bir uzun havada sesimi açtım, soğukkuyularda yazın ve kışın, çorapsız nasırlı aşık-larımla, hangi pınarlardan yere diz kırıp, kana kana içip geçtim yazları, kışyarılarında diz boyu karda, ördekli çayında buzun üstünde, çok topaç çevirdim hasılı kelam.

Güllük gülistanlık sandım dünyayı, yıllar nasıl aktı ben nasıl baktım, kanıma kıvılcım ilk nerde düştü, bir ceylan gözümde nasıl su içti, elim ayağıma kaç kez dolaştı, can kuşum kafeste boynunu büktü, bühtan kuşlarından ürküp kaçarken, başıma olma-dık belalar açtım, gamdan gama seke seke yürüdüm, hasretlik nasıldı ayrılık nasıl, ben bülbül ölüsü zarfın içinde, söyle nasıl oldun sen gül kurusu.

Hayatı tanıdım kırkından sonra, bir o kadar daha hayal kurmadım, dallarımı önce kuşlar terketti, yavaş yavaş yapraklarım uçuyor, her hüzün sarının değişik tonu, demek ki insana güz böyle gelir, çekip koparırmış sevdiklerinden, anladım yol uzun hayatsa kısa, geride ne kaldı ötede ne var, şehir şehir gezdim gurbet bitmedi, sombahar kapıma geldi dayandı, artık efkâr soluyorum durmadan.

Elli beş basamak çıktım hayatı, hatıralar siyah beyaz albümde, sinamanın beyaz perdesi gibi, alt yazılarında elde var hüzün, bakarım görünmez yağmur kuşları, susa-rım yürürüm ben yane yane, beklerim boyasın aşk beni kane, hangi basamakta ayağım kayar, hangi yerde gök üstüme devrilir, dikişsiz beyaz bir damatlık ile, dört kişinin omuzunda bir tahtla, iki yana düşmüş kanatlarımla, geldiğim toprağa tekrar dönerim.

Tayyib ATMACA

Page 271: HECE TAŞLARI - Turuz

03O n 5 a r a l ı k 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 3 4 . s a y ı

AZİZE “Yerlilerin Şarkısı” II

Sıtkı CANEY

birşey yap azize şiirden olsunıslansın hep içim nehirden olsun

iyi sakla beni bahar geliyoriyi sakla beni çıldıracağımacı ilerliyor aşk ilerliyorruhumdan bir cennet kaldıracağım

birşey yap ve görün aşkla diz dizegöstersin dibini hayat denizianlat deliliği anlat azizeher yağmurda aynı yaranın izi

kimi rüyasında bir kelebeğeyağmurdan tabutlar yapıyor gibikimi yeraltından bakıyor göğeherkes aynı şeye tapıyor gibi

andolsun hayat da durur azizeçeker baharlardan elini tanrıkıyamet aşkı da vurur azizeunutur yağmuru çöl yangınları

ölümü ürperten birisi mi varbaharı coşturan böyle azizeduvarın ötesi yine bir duvarsonsuzluk gördün mü söyle azize

daraldı odalar sonra balkonlargökyüzü çalarız sinemalardao çocuk balonlar o istasyonlarherşey bir aşk için susar susar da

iyi sakla beni çıldıracağımacı ilerliyor aşk ilerliyorruhumdan bir cennet kaldıracağımiyi sakla beni bahar geliyor

Page 272: HECE TAŞLARI - Turuz

04 He c e t a ş l a r ı 3 4 . s a y ı O n 5 a r a l ı k 2 0 1 7

ŞİİR VE GENENEK ÜZERİNE KONUŞMALAR/sekiz

Prof. Dr. Mehmet NARLI Konuşturan: Tayyib Atmaca

Önünüzde tarihi bir kapı var ve siz bu kapıyı elinizde avuç alanınızı aşan bir usta elinde düğülmüş bir açar ile sözün kapısını açtığınızda gelenek ve şiir üzerine döşediğiniz, ruh ve gönül işçiliği ile süslediğiniz şiir otağı nasıl meydana geldi?

Nasıl meydana geldiğini tam olarak anlatabilmek mümkün değil galiba. Ama düğününde, sohbetin-de türkü söylenen, ölümünde ağıtlar okunan, atasözlerini bir telkin lambası olarak sürekli yanar vaziyette tutan, gizli gizli sevdalı olmayı adamlığın esası bilen bir cemiyette her ergenin, gencin şiirle temasa geç-mesi tabii değil mi? Hele bu ergenlerin gençlerin fiziki ve sosyal meziyetleri biraz da zayıfsa, şiir hem bir sığınak hem de kişiliğin ilanı olarak açılır. Açılınca sofrada kim varsa ona öykünme vardır. Bana açılan sofrada önce türküler vardı, Mahsuni Şerif, Neşet Ertaş … aşk şairi dedikleri Ümit Yaşar Oğuzcan falan. Sonra şair dediğin milletini sever, milleti ile dertlenir dediler ve Abdurrrahim Karakoç’u gösterdiler. Bu safha ergenin kıymet arama safhasının ilk basamağıdır. Sonra okuma dediğimiz süreç başlar, Necip Fazıl, Arif Nihat Asya kapısından girilir. Sonra seçme, zevk alma, hayranlık, derin ve örtülü öykünme başlar; gizli gizli dilini arar insan. Ahmet Haşim, Nazım Hikmet, Attila İlhan, Dranas, Sezai Karakoç, Behçet Necatigil, İsmet Özel gelir.

Yanınıza genç bir şair adayı geldi, elinde üç beş tane şiiri var ve günümüz şairlerinin parmak izlerini taşıyan ya da taşımayan şiir eskizlerini size sunarak “ağabey bu şiirlerimi bir bakar mısınız, benden şair olur mu?” dedi. Bu şair adayının yol hazırlığı gönül çantasında neler olmalı?

Gönül çantasında aşk, merhamet, hassasiyet olmalı. El çantasında ise şiir, şiir, şiir…

Gelenekle gelecek arasında kurulan köprüden elimizi kolumuzu sallayarak geçebilir miyiz? Bu köprüden geçebilmek için hangi çığırlardan geçmemiz gerekir?

Gelenek ve gelecek arasındaki köprü biziz, yani bir bakıma biz kendimizde yürürüz. Gayet tabiî ki ayağımızın biri geride bir ileridedir. İkisinden birini yok saymak askıda kalmak demektir; ikisinden biri-ne tutsak olmak da askıda kalmak demektir. Gelenek dil ve idrak olarak içine doğduğumuz birikimdir. Bütün mecazları ondan öğreniriz; bütün biçimleri onda görürüz. Ama o, kendi dilini, kendi biçimlerini dayatmaz bize, ister ki dilimizi kendi ırmaklarında (şiirinde, türküsünde, deyiminde atasözünde, meca-zında) yıkayalım, ister ki onun elbiselerinin (gazellerini, kasidelerini, semailerini, koşmalarını) boyları-nı, renklerini görelim; görelim de kendi elbisemizin bize nasıl yakışacağını bulalım.

Günümüzde geleneksel şiirin memelerinden emmeden modern şiir yazılabilir mi? “Gülle başlayalım atalara uyarak” der Sezai Karakoç, bu davet, biz de bu mazmunlarla yazalım de-

mek değildir; kendi hikâyemize davettir; kendi hikâyemiz gelenektir. Kendi hikâyemiz mirası nasıl dev-ralacımızı, nasıl sürdüreceğimizi de gösterir. Gelenekle esaslı bir temas şiirimizi geriden gelen bugüne ve geleceğe uzanan bir ufuk çizgisi haline getirir. Modern şiir bu teması kurmadan dilin imkânlarının, ihtimallerinin genişliğini göremediği gibi kendi anlamını da tanımlayamaz.

Bir kere bütün metinler, dilin imkânlarının, ihtimaller alanının ne kadar geniş olduğunu bize göste-rirler. Ama aynı zamanda her metin, kendi anlamını tanımlamak için bize ihtiyaç duyar.

Takip ettiğim şiirin olumlu tarafı da var, olumsuz tarafı da. Olumlu olan öncelikle şu: Şiirin özgür-lükçü yapısının algılandığı bir dönem yaşıyoruz. Yani dilin aslında öyle ideolojik düzenin içinde bir şey ifade etmeyeceğini sadece şu kurama bağlı bir şekilde bir düzenek olmadığını, şiirin kendisinin çok öz-gürlükçü bir yapı olduğunu fark ettik. Bir diğer olumlu gelişme de şu: Sanki modern hayatın çözülüşünü anlamakta ve anlatmakta hepimiz eşitlendik ve sanki şiirsel öznelerimiz daha naifleştiler. Bir ölçüde “kelimelerle kavga etmiyoruz” artık; kendimizden yola çıkıyoruz. Şiirimiz, kelimelerin, kavramların hatta üslupların siyasal olarak paylaşıldığı dünyadan çok çekti.

Muhayyilenizin kültürel ve siyasal bağlamı fark ediliyor diyorsan buna hem katılırım hem de böyle

Page 273: HECE TAŞLARI - Turuz

05O n 5 a r a l ı k 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 3 4 . s a y ı

bir gerçeklik varsa sevinirim. Şiirdeki yaşantı elbette mesajla, bilgiyle hatta olgularla bire bir örtüşen bir yaşantı değildir. Yani bu bağlamda imgeler uçları kapanmış bir ileti sunmazlar. Fakat imgelerin, simgele-rin bütün mecazların bir kültürel, siyasal ideolojik temelleri de vardır; bilincimiz, kişisel yaşantılarımız ve duyarlık biçimlerimiz bu temellerle içine sinerler. Başka bir deyişle, yaşantı ve duyarlığımızın içinde, üretim ve hareket yeteneği kazanmış olan bilinç, dilde farklı bir kök salarak imgeye dönüşür. Şiirsel imge, dilde farklı bir kök salan bilincin, eleştirel akıl tarafından somutlanamayan görüntüleridir. İmgenin in-sanda kök salması, aslında dilde kök salan bilincin çocuğudur. Bilinç, elbette kültürel, siyasal, konvansi-yonel anlamlılıklarla biçimlenmiştir. Bu bağlamda belki belirtiniz anlamda Dil Kapısı’ndaki şiirler, insanı kendi bilinç köklerine çağırmaktadır. Bunu, belki de sizin “konvansiyonel dil düzeyi” dediğiniz söylem yapmaktadır. Tanpınar, Yahya Kemal, Nazım Hikmet, Behçet Necagil, Sezai Karakoç gibi şairlerde de simgesel ve imgesel düzen, bilgi kuramından kopmuş değildir. Oysa Ahmet Oktay’ın dediği gibi bazı şairler, örneğin İlhan Berk, şiirinde herkese uzaktır. Yakın olduğu, dahası yaşadığı tek şey yazdığıdır.

Divan şiirinden, halk şiirine, halk şiirinden günümüz “modern şiiri”ne geçerken karşılaştığımız engelleri nasıl aşmalıyız?

Engelin ne ve nerede olduğunu iyi tespit etmekle işe başlamalıyız. Eski şiirin eski şeyler anlattığı-nı düşünüyorsanız; eski harfleri ve kelimeleri bilmediğiniz için o şiiri anlamadığınızı düşünüyorsanız; eski mazmunların birer tane karşılıkları olduğunu düşünüyorsanız; eski şiirin bugünden farkının vezin ve kafiye olduğunu kabul ediyorsanız engel bizatihi sizsiniz. Bunların böyle olduğunu lise ve üniversite müfredatlarında hocalar söylüyorlarsa engel onlardır. Divan şiirimiz de halk şiirimiz de bütün biçimsel kalıplarına rağmen çok geniş ve derin bir mecaz kabiliyetine sahip. Her ikisi de kelimelerle kavga etmez; her kelimeyi severek ve okşayarak bazen de ağlayarak, sitem ederek yerleştirir şiirine.

Hayatı Sözlü bir medeniyetin köşe taşlarını oluşturan şiir nasıl oldu da gönül ve ruh ikliminden uzakla-şarak içi boş kelime yığınlarıyla dolu sadece manası yazanın karnında saklı “şiir” şekline dönüştü?

Doğruluğuna hemen katılmanın epey riskli olduğu bir hüküm bu. Klasik şiirimizin medeniyetimizin köşe taşları olduğu konusunda elbette aynı fikirdeyim. Modern şiirdeki idrak etme biçiminin değişti-ğinin de farkındayım. Ama bugün bütünüyle şiir “içi boş” kelimeler yığını haline geldi mi? Evet yeni şiirimizde örtükleşmenin, bilinç kırılmalarından doğan sarsaklığın ve kayganlığın belirgin bir şekilde arttığını söyleyebiliriz. İçi boşaltılmış, her şeyden söz eden ama gerçekte hiçbir şey söylemeyen şiirlerin çokluğu ile karşı karşıya olduğumuz da doğru. Yanan, ezilen coğrafyalardan, insanlardan söz etmeyi kü-çümsenecek bir gerçeklik olarak gören şairler de türedi. Ama bunlar aslında şiirimizin önemli ağırlığının bu olmadığını söylememizi engelleyemez. Yani Cahit Zarifoğlu’nun dile getirdiği sıkıntıyı da unutmaya-lım. Diyordu ya: “acaba zor anlaşılır şiirler mi var; yoksa zor anlayan şiir okuyucuları mı?” Şair ile okur arasındaki boşluğun tek sorumlusu şair mi yani? Şairi, inandıkları değerleri en bayağı seviyede savunan politik bir figür; yaşanılanları en hıçkırıksı haliyle anlatan bir simsar olarak görenlerin de kabahati yok mu? Ama son zamanlarda şairi ve şiiri kendinden açılan ve kendine sarılan bir makaraya dönüştürenler de var kuşkusuz.

Şiir bize neyi anlatır?Soruyu “şiir bize ne öğretebilir” şeklinde anlıyor ve şöyle cevaplıyorum: Şiir, aşağılanmışlığın doğur-

duğu nefret diline karşı, izan ve idraki öğretebilir. Kendi küçüklüğünün intikamını, kendi insanlarını aşa-ğılayarak zehirli bir tatminle uyuşmaya devam edenlere karşı, bu insanların türkülerinin, hikâyelerinin, menkıbelerinin içimizi nasıl dirilteceğini öğretebilir. Şiir, küresel sömürgecilerin, onların işbirlikçisi olan yalancı ve hain ve zihin yönlendiricin davullarını delmemiz gerektiğini öğretebilir.

Şiirde usta çırak ilişkisi var mıdır?Klasik zamanlardaki gibi ustanın yanında dura dura dil talimi yapmak sadedinde olmasa da bugün

de dilini, muhayyilesini, biçimlerini Türk şiirinde kanal açan şairlere öykünerek ortaya çıkaranlar vardır.

Şair kendi üslubunu nasıl oluşturur?Behçet Necatigil, şiirin oluş sürecini içeren ama daha çok şairin üslubunun nasıl oluştuğunu işaret

eden üç burçtan söz eder: Gurbet burcu, hasret burcu, hikmet burcu. Çok genel bir çıkarımla gurbet bur-

Page 274: HECE TAŞLARI - Turuz

06 He c e t a ş l a r ı 3 4 . s a y ı O n 5 a r a l ı k 2 0 1 7

cu, kişinin yalnızlığını, diğerlerinden farklılığını, kendini dile dökerek başkalarına sunacağını yaşamaya ve şiirler yazmaya başladığı aşamadır. Hasret burcu, artık şiir yazdığı ama kendi şiirinin diğer şiirlerden farkının ne olduğunu düşünmeye başladığı, kendi dilini, söyleyişini kendi buluşlarını aradığı aşamadır. Hikmet burcu şairin kendi üslubunu bulduğu aşamadır. Modern dönem üslubu edebiyatın en ayırıcı vasfı olarak belirlerdi. Modern dönem üslubu edebiyatın en ayırıcı ve orijinal boyutu olarak tanımladı. Olumsuz bulduğum gelişmeler de var tabi. Okuya geldiğim şiir genel olarak ikinci yeninin dil yatağından doğuyor; dille yataktaş olmayı çok hedonist düzeyde yaşayan bir tarafı var. Dilin şehvetine, büyüsüne kısaca ayartıcılığına fazlaca “kapılan” bir hali var şiirin. Bu hali biraz abartılı buluyorum. Başka bir ge-lişmenin de tekin olmayabileceğini de düşünüyorum. Şiirde çok sesliliği hatta çok yapılılığı kavramış bir kuşak var kuşkusuz. Çok çarpıcı dizeler kuruluyor. Bütün sınırları aşan kuralları aşan özgür yapılı şiir formları çıkıyor. Bu da güzel bir şey ama ilginç bir şey oluyor: Sanki savrulan imgeler bir yerlerden ema-net alınıyormuş gibi geliyor bana. Yani kimi şairlerin kendileri ile dilleri arasında bir “boşluk” var gibi. Bu boşluk hazır imgesel formlarla dolduruluyor. Ortak dil içinde dili kendi tekliğince kullanmak bakı-mından doğruydu da bu tanımlama ama şair olmak için tek ölçü orijinal bir üslup sahibi olmak değildir. Gelenek içinde var ola gelen üsluplara eklemeler, renklendirmeler de yapılabilir.

Gelenekten habersiz geleceğe şiiri nasıl taşırız?Taşınmaz ki nasılını konuşalım. Geleneğin ne olduğunu doğru ve yeterli kavrayamamak buna benzer

tartışmalara sebep oluyor. Bir kere gelenek dediğimiz şeyin esasını üç şey oluşturur: Dil, İnsan ve bilgi (bilgi dediğim şey bilinen ve duyulan her şeyi içeriyor). Yani hangi zamanlarda olursa olsun şiir yazmaya başlayan kişi bir dilin, insanlar kümesinin ve hazır bulunuşluk dediğimiz bir bilgi alanının içine doğar. Dili, hayalleri, bilme süreçleri, biçim ve içerik olarak içine doğduğu bu varlık alanından etkilenir. Şair bir taraftan varlıkla kendini kurmaya çalışırken bir taraftan da bu varlığa söyleyiş biçimi, hayaller ve fark edişler olarak eklemlerde bulunur. Gelecekteki şiir dediğimiz şey bu ikisinin varlığıyla buluşan şiirdir. Donup duran veya kaybolana gelenek denmez, süregelene denilir; dolaysısıyla gelenek geleceğin başla-dığı yerdir.

Modern ya da günümüz şiiri deyince neyi anlıyoruz?Evvelemirde şunu söyleyelim: Modernlik bir Avrupai durumdur ve esası aklı ve doğayı insanın geliş-

mesi (bu gelişmenin ne olduğu gerçeklik arayışı olarak tanımlanmış ama birkaç yüzyıldır gerçekliğin ne olduğuna dair tartışmalar bitmemiştir) uğrunda sonu gelmez ilişkilere sokmaya ve bu ilişkilerden insanı güçlendiren sonuçlara ulaşmaya dayanır. Bu yüzden de sürekli bozmak, parçalamak, yapmak ve yeniden bozmak zorunda kalmıştır. Bu bozma-yapma-parçalama bilimlerde olduğu gibi sanatlarda da olmuştur. Modern insan ne ise modern şiir de odur. Şöyle de diyebiliriz: Klasik insanla modern insan arasında ne gibi farklıklar varsa klasik şiir ile modern şiir arasında da o farklıklar var. Bütünlüklü bilgi, bütünlüklü insan fikrinden parçalı bilgi ve parçalı insana geçiş. Cemaat yapısından bireye geçen insanın değişmeyen ses ölçülerini kullanması, ortak kültürün manalarını sabitlediği remizleri ve hayalleri kullanması müm-kün olamaz. Hadi biz de geleneğin remizlerinden ama modern aklın hükümleyici niteliğinden faydalanıp bir hüküm verelim: Hayatı kesret olanın mazmunu vahdet olamaz.

Günümüz şiirinin olumu tarafları var: Şiirin özgürlükçü yapısının algılandığı bir dönem yaşıyoruz. Modern hayatın çözülüşünü anlamakta ve anlatmakta hepimiz eşitlendik; bir ölçüde “kelimelerle kavga etmiyoruz” artık; kendimizden yola çıkıyoruz. Şiirimiz, kelimelerin, kavramların hatta üslupların siyasal olarak paylaşıldığı dünyadan çok çekti. Olumsuz tarafları da var: İkinci yeninin açtığı dil yatağında çok hedonist düzeyde bir taklit var. Dilin şehvetine, büyüsüne kısaca ayartıcılığına fazlaca “kapılan” bir hali var şiirin. Sanki savrulan imgeler bir yerlerden emanet alınıyormuş gibi geliyor bana. Yani kimi şairlerin kendileri ile dileri arasında bir “boşluk” var gibi.

Edebiyat dergilerinde şiir “başrol oyuncusu” olarak önyazıdan hemen sonra “cam kenarı”nda yer al-

masına rağmen neden şiir kitapları basılmıyor, basılsa da satmıyor. Şiir dergilerin ya da okurun “dolgu malzemesi”mi oldu?

“başrol oyuncusu”, “cam kenarı”, “dolgu malzemesi”… Bazı manaları işaret eden ne kadar keskin ifa-deler bunlar! Ben de size uyayım. Ama birazcık fark katayım.

Şiir edebiyatın başrol oyuncusundan ziyade edebiyatın esas metnidir. Bu metin kendisi oyundaysa şi-

Page 275: HECE TAŞLARI - Turuz

07O n 5 a r a l ı k 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 3 4 . s a y ı

irdir; bu metne olaylar katılırsa hikâyedir; canlandırma katılırsa tiyatrodur. Senin istiarenle devam eder-sek, insanların çoğu oyuncularla, yönetmenlerle, olaylarla ilgilenir, esas metinle ilgilenen az olur. Böyle olmasa neredeyse bütün insanlar edebiyatla şiir üzerinden temasa geçerler mi?

Hemen hemen her romancı, her hikâyeci hatta başka sanatlardaki her sanatkâr “aslında şiirler baş-ladım” der mi? Yani edebiyatın “cam kenarı” her zaman şiirindir; seçkin ve yerleşik bir konumdur bu. Şiirin “dolgu malzemesi” gibi algılanması yine şiirin tabiatından gelir. İyisi zor bulunur, ama onsuz da yapılamaz, bazen kötüsüyle idare edilir.

Şiir kitaplarının da hikâye, deneme ve roman kitapları gibi çok okunması için özellikle Milli Eğitim Bakanlığının öncülüğünde edebiyat öğretmenlerinin öğrencilerine şiir ezberletmeleri ve şiir kitapları öner-meleri şiiri ve şiir kitaplarına açılan kapıyı aralar mı?

Pratik bir sonuca ulaşmak için dediklerin etkili olabilir. Bu dediklerin yapılmalıdır da. Ama şuna da dikkat edelim: Sence hikâye deneme ve romanları çok okunması (ki gerçekten öyle mi) özellikle bakan-lığın ve öğretmenlerin öğrencilere ezberletmeleri kitap tavsiye etmeleriyle mi oluyor? Bence problemin temeli “dil yokluğu”na dayanıyor. Dilin kapısını bırak eşiğinde bile değiliz. İnsanın varlıklarla tanışıklığı dille başlar; adlandırarak var oluruz ve adlandırdığımız şey ile tanışık oluruz. Dilin kapısı dediğim şey, dilin o var edici, davet edici, ayartıcı, hatta belki örtücü gücüne kısaca bütün varlık alanına okuru davet etmektir; okurla işaretleşmektir.

Dilin yatağında doğuyoruz hepimiz ve dünyada durdukça da bu yataktan çıkamıyoruz. Dünya bir adlandırmalar alanı: Adlandırma “ilk işaret”ten doğar: Ev, anne, baba, arkadaş, masa, sıra… Ama ne ya-zık ki dille olan bu “ilk işaretsel bağımızı” bozan yapılar bizi kendi yatağımıza garip kılıyor. Mesela buna örgün eğitimi katalım: Dille bağımızı koparan; dilin yatağında olmamızı değil dilin kapısından girme-mizi bile engelleyen bir eğitim sürecimiz var. Topyekûn “hem okuyup hem yazma sürecinin başlamasına ihtiyacımız var.

Osmanlı Padişahlarının kahir ekseriyeti şiir ya da bir güzel sanatla ilgilendiğinden bir ince ruha sahip-tiler. Bundan dolayı içinde yaşamış olduğumuz yüzyıldan önce yaşamış şairler şiirleriyle hâlâ yaşamaya devam ediyorlar. Bu hususta gerek devleti yönetenler gerekse şehir eminlerine reçete olacak düşünceleriniz nelerdir?

Şiir ile eski devlet ve onun yöneticileri arasında kesin ilişkiler kuruyor, onların şiirle iştigal ettikle-rine ve bu yüzden çok duyarlı olduklarını söylüyor ve şimdikiler de nasıl öyle olurlar diyorsunuz. Peki, yönetilenler nerde? Tespitinizin zımnında “yönetilenlere öyleydi” hükmünü çıkaralım. O zaman soru şu, yönetilenler öyle olduğu için mi yönetenler öyleydi yoksa yönetenler öyle olduğu için mi yöneltilenler öyleydi? Bana göre her iki hüküm de sakıttır. Diyelim ki yönetilenler şiire, sanata düşkün ama yönetenler değil veya yönetenler şiire sanata düşkün ama yönetilenler değil. Her ki durumda da ikisi arasında büyük boşluklar vardır ve bu boşluklarda büyük kopuşlar boy verir. Tespitinizin arka planında “devlet ve yöneti-cileri şiire/sanata düşkün olurlarsa millet de düşkün olur” gibi bir mana da gizli ki beni asıl o endişelendi-riyor. Çünkü yakın geçmişte şiire düşkün olduğunu söyleyen her bayramda tuhaf şiirler okutturan, şiiri Otuzbeş Yaş ve Anlatamıyorum şiirlerine, Behçet Kemal ve Ceyhun Atıf gibi şairlere; roman ve hikâyeyi de Reşat Nuri’ye kilitleyen bir eğitim anlayışımız oldu. Tabi ki örgün eğitimin kişilerdeki etkisini göz ardı etmiyorum. Ama dili ve idraki yetersiz eğiticiler, dili ve idraki yetersiz eğitilenleri nasıl değiştirecek?

Geliniz meseleyi tahterevallinin bir tarafıyla ilişkilendirmekten vazgeçelim. Bilincimiz, yaşantımız ve duyarlığımız bütünüyle tarihsel ve kültürel hafıza olan dilden ayrı (kopuk) değildir. Öyleyse hep birlikte masalla, hikâyeyle, şiirler, türküyle, sohbetle, ilimle dilimizi kuralım. Dilimizi kurmak için bunlarla te-masa geçelim.

Page 276: HECE TAŞLARI - Turuz

08 He c e t a ş l a r ı 3 4 . s a y ı O n 5 a r a l ı k 2 0 1 7

BİR GARİP KUL Ahmet EFE

Şu dünyayı üç talakla Boşa gitsin, boşa gitsin.Ki iblisin tuzakları Boşa gitsin, boşa gitsin.

Dışı cazip, içi bomboşHaram yiyip olma sarhoşSen helâlin peşinden koşBırak kuzgun leşe gitsin.

Hiç gerek yok şu telaşaZalimlere olma maşaSelamın dağ ile taşaDahi kurda kuşa gitsin.

Hem zahir u hem batında Şirke düşme hayatındaYaptığın iş Hak katında Hoşa gitsin, hoşa gitsin.

Nankör âdem fikreylemezNimetlere şükreylemezMadem hakkı zikreylemezKo zehirli aşa gitsin.

Merhem olmaz yarasındaIşık yoktur çırasındaMilyarların arasında Yapayalnız yaşa gitsin.

Bırak şöhret ile şanıDosta kurban eyle canıŞu gönlünün küheylanı Yüce dağdan aşa gitsin.

Lütfeylesin Cenâb-ı HakCennet olsun en son durakİş bu yolda usta, çırakHepsi koşa koşa gitsin.

Hakkın divanına durupHem babına yüzün sürüpAhmed’im sen bunda garip Bir kul gibi yaşa gitsin.

BOĞAZİÇİ’NDE MEHTAP Ekrem KAFTAN

Anlat ey Boğaziçi mehtâb sefâlarınıKaç âşık sularında vecd ile Hakk’a döndüVuslatsız gecelerin bitmez cefâlarınıKalblerinde mehtâbın doyulmaz nûru söndü

Kaç kere devr eyledi âlemleri sularınMehtabı sende bulup nurda yıkanmak içinNelerdi bu anlarda ey Boğaz arzularınHiç secdeye vardın mı Allâh’ı anmak için

Saplanırdı kürekler sulara hançer gibiSaadetin hududsuz neş’esini yaşarkenParlardı Boğaziçi belki o Kevser gibiMehtaba kanmak için gözyaşları taşarken

Aksederdi sulara mehtab ile beraberYalılara gizlenmiş güzellerin nurlarıAşıklar kayıklarda beklerlerdi bir haberAşamazdı hiç biri o edebden surları

Vakit seher olmadan açardı taze güllerMehtabın sırlarından rayihalar toplardıİnsafa geldi sanıp yanılırdı bülbüllerVuslat vaktidir diye yürekleri hoplardı

Yakamozlar üstünde hâlâ güzeller gezer Ruhları mehtab gibi nur saçmaz hiç birininSularda mazideki meşhur gazeller gezer Yâd edip ahengini bir Nedim şiirinin

Ben de mehtaba çıkıp bir sevgili ararımAsırlar öncesinde ölmesi unutulmuşMehtabı bu hasretle sinem içre sararımSanırım bu güzellik yalnız bana tutulmuş

Ne çifte kayık kaldı, ne şarkı okur güzelYalnızlığın şarkısı mehtabın dilindedirSilindi gönüllerden sanki ebed ve ezelSevda suda görülen serabın dilindedir

Page 277: HECE TAŞLARI - Turuz

09O n 5 a r a l ı k 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 3 4 . s a y ı

GEÇ GÖZÜMÜN YAŞINDAN Afak ŞIHLI

Derdim, duman hasretinse yel olmuşYüreğimi koparalı yıl olmuşAramızda taşkın olmuş, sel olmuşMümkün ise, geç gözümün yaşından!

Kırmak olmaz bir ümidi, bir andıHer bir bela boynumuza dolandıBu ne zulüm! Ölüm bile yalandıKatilimsin, iç gözümün yaşından!

Gün bulutta, göy yosundur, aşk bağıGözlerimden akar keder ırmağıDaha yürek kaldıramaz bu dağıGözlerini aç gözümün yaşından!

Efkârımı desem sabır taşınaBiçare taş, çatlayacak boşunaEl âlemi toplayacak başınaKaçabilsen, kaç gözümün yaşından!

ŞEHİTLER

Fahri HOŞAP Şehitlerimizi uğurlarken…

Başlar üzerinde aziz şehitlerBir ulvi vedada Hakk’a şahitlerGöğe kanatlanmış değme yiğitlerYükselir tekbirler, Allahu Ekber!

Kimisi Şerife, kimisi MehmetOnlara nasipmiş kutlu şehadetNe büyük paye bu! Bu ne saadet!Artık vatanları ebedî cennet.

Kimi bir goncaydı, açmadan solduKimisi tazecik bir yavukluyduKimisi sılaya hasret doluyduHepsi hak davanın şehidi oldu.

Her milletten çıkmaz böyle neferlerVatana adanmış kahraman erlerHakk’ın fedaisi bu cengâverlerNe büyük lütuf bu, Allahu Ekber!

Şehit kanlarıyla sulanan toprakSeni vatan kılan sır budur ancakYüreğinde söker her nurlu şafakSenden rüzgâr alır şanlı al bayrak.

Minnet ey şehitler, size bin minnetKalbini taht yaptı size bu milletBu nasıl bir makam! Nasıl akıbet!Sürsün devranınız ta ebed müddet.

Sizdiniz vahşetin belini kıranZulmün karşısına durup haykıranHakk’a imanıyla zulmeti yaranŞefkat kanadıyla mazlumu saran.

Sizin izinizde nice gazanferKız kızan demeden hepsi seferberHer biri civanmert, birer cengâverCihat meydanında şahlanıp kükrer!

Dileyin, Mevlâ’dan lütuf dileyinTürlü tecelliyi seyran eyleyinHazret-i Resûl’e selâm söyleyinDavana nice can fedadır, deyin!

Page 278: HECE TAŞLARI - Turuz

10 He c e t a ş l a r ı 3 4 . s a y ı O n 5 a r a l ı k 2 0 1 7

KARDEŞLİK TÜRKÜSÜ

Ahmet Süreyya DURNA

Barış güvercinleri kanat çırpsın havadaİnsanlar birbirine zeytin dalı uzatsınMutluluk belirtisi görülsün her yuvadaGülmeyi unutanlar hayata neşe katsın;Umutlar filiz versinÇorak yerler yeşersin“Yediveren” kök salsınKardeşlik baki kalsın.

Huzur ile açılsın dükkânlar darabalarKaynaşsın kucaklaşsın aşiretler obalarAğlamasın analar, üzülmesin babalarÇocuklar geceleri kaygısız rahat yatsın;Taklar kurulsun hem deBaştanbaşa ülkemdeBayram davulu çalsınKardeşlik baki kalsın.

Devâsa zorlukların üstesinden gelelimBaşarı bir toplumun “yüz akı”dır bilelimKendi yörüngemizde sevelim sevilelimGönül bezirgânları tebessümle gül satsın;Aradaki ünsiyetİyi huy, iyi niyetHâle hâle çoğalsınKardeşlik baki kalsın.

Duyarlı yüreklerin toplu vurduğu andaDostluk köprüleriyle engeller aşılandaÇare bekleyenlere derhal ulaşılandaHerkes düşkün birine omuz verip el atsın;Hâl hatır sormak içinMenzile varmak içinTüm kervanlar yol alsınKardeşlik baki kalsın.

Edirne’den Kars’a dek, yöresiyle yanıylaDoğu, batı fark etmez; İzmir’iyle Van’ıylaSinop’tan, Antalya’ya; Konya, Karaman’ıylaYurdum, birlikteliğin tulum hazzını tatsın;Mecnunca mest olanlarSevdaya tutulanlar“Deryayı aşk”a dalsınKardeşlik baki kalsın.

Tasada ve kıvançta bu ülke bizim elbetAyrışır mı vücuttan, örtüşen kemikle etEl-âlem anlasın ki kavil kararımız netAyrılık gayrılıklar yerin dibine batsın;Görünmez kazalardanMeş’um arızalardanMilli bünye sağalsınKardeşlik baki kalsın.

Anadolu kucağı tarihteki yerimizIslatmış toprakları kanımızla terimizSöylensin armoniyle ortak türkülerimizBağrı yanık ozanlar biraz da keyif çatsın;Fırat mahzun akmasınDicle bendin yıkmasın“Vuslat”ta karar kılsınKardeşlik baki kalsın.

Page 279: HECE TAŞLARI - Turuz

11O n 5 a r a l ı k 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 3 4 . s a y ı

ÖZGÜL AĞIRLIĞI AŞK OLAN ŞAİR: BAHAETTİN KARAKOÇ

Ramazan AVCI

Denilebilir ki günümüz Türk şiirine üç Karakoç damga vurmaktadır: Sezai Karakoç, Abdurrahim Karakoç ve Bahaettin Karakoç. Şiir vadisinin üç ayrı kulvarında yürüyen bu üç şairimiz, inanıyoruz ki yalnızca 21.yüzyıla değil, Türkçe var oldukça bütün zamanlara damgasını vurmaya devam edecektir.

Üç şairimizden Bahaettin Karakoç, 1970 sonrası Türk şiirine eserleri, üslubu, şiir anlayışı, kişiliği ve şiiri ayağa kaldırma ülküsüyle yaptığı icraatlarıyla damgasını vurmuş üstat bir şairdir. Derin iç ve dış göz-lem gücü sayesinde şiirlerinde zengin bir tema çeşitliliği görülen Karakoç en fazla aşka yer vermiştir. Bu yazımızda Bahaettin Karakoç’un, şiirlerinde aşkı ele alış tarzı ve aşka bakışını inceleyeceğiz.

“Soğur bir çam külekte sütAşk yaylası gökcül derinYüreğim bir salkımsöğütDallardan sarkar gözlerin

Bir dem ateş, bir dem kirazAşk yaşanır, anlatılmaz.” (Karakoç, 1973:50)

diyen Bahaettin Karakoç, “Aşk yaşanır, anlatılmaz.” dese de aşkı ve aşkını anlatmak için olağanüstü bir gayret göstermiştir şiirlerinde. O, yüzlerce aşk temalı şiir yazmış olmasına rağmen “Henüz son sözümü söyleyemedim.” (Turhan, 2009:11) demekte, bu konudaki nihai şiirini henüz yazmadığını düşünmektedir. Zira o âşık olarak doğmuş ve hâlâ aşkından esrik gezmektedir.

“Aşktır hayatımın özgül ağırlığı,” “Aşk ile pişmişlerin kapısında aşınmayan eşik benim.” “Beni boğarsa sevgisizlik boğarSevgi ışık ışık diriltir” “Aşk bir kurşun gibi gezer kanımda,”“Aşk uğruna esrik gezenŞol duraksız âşık benim”“Aşk yoksa dünyamızda dünya da yalanBen anamdan âşık doğdum. Yüreğim talan”

diyen Karakoç’un şiirlerinin temelini aşk oluşturur. Ahmet Tufan Şentürk, Bahaettin Karakoç’un şiirlerindeki aşk zenginliğini farklı bir nedene bağlıyor

ve şu ifadeleri kullanıyor: “Aşk ve sevda üstüne kurulmuş evrenin düzeni. Öyle ayarlamış, öyle programla-mış ulu yaradan. Tasavvuf felsefesine göre Allah kendi güzelliğini seyretmek için var etmiş bu kâinatı (ev-reni). Ne var ki, her yaratılmışa eşit olarak bölüştürmemiş güzellikleri, iyilikleri, erdemi, aşkı, sevgiyi. Kim bilir aşk, sevgi dağıtılırken sanatçılara, özellikle de şairlere biraz iltimas etmiş anlaşılan. Bu sevgi bölüş-türme işinde Bahattin Karakoç’un payına biraz daha fazlaca düşmüş gibi geliyor bana.” (Avcı, 2012:169)

Nasıl ki Yunus Emre için “Aşksız gönül misali taşa benzer”se Karakoç için de aynı şey geçerlidir.

“Aşkın darasını düşsem özümdenKuru ömrüm bir avuç kül görünür”( Karakoç, 2006:50)

O, aşkın kutsal kitabını yazma dileğindedir.

“Yürü Karakoç diyorum, uz uzAşkın kutsal kitabını sen yaz gönlünceBir gün bir köşede açar okuruz” (Karakoç, 1975:22)

Şair, bu kitabı yazmıştır ki biz aşkın ne olduğunu onun mısralarından okumaktayız:

Page 280: HECE TAŞLARI - Turuz

12 He c e t a ş l a r ı 3 4 . s a y ı O n 5 a r a l ı k 2 0 1 7

AŞKAndolsun bütün örtülere,Andolsun bütün örtünenlere ki, Kar altında terleyerek uyanmaktır aşk.

Yanmış iki cesedin kına gibi külleri arasından Fışkın sürerce dirilip yeniden yanmaktır aşk.

Cümle ağaç kapıları, cümle demir kapıları aşıp, Bir gönül kapısına dayanmaktır aşk.

Sevgilinin otağını gökkuşağına boyayıp gece-gündüz, Hüznün safran sarısıyla boyanmaktır aşk.

Yaratmaktır ya da sevgilinin toprağından yaratılmak, Her nefes alıp verişte yaşamaktır aşk.

İsmailî bir gönülle teslim olmaktır bıçağa, Birini kandırmak değil, bilerek kanmaktır aşk.

Diline arılar konar, koynunda karıncalar gezer, Sevgilinin ölçeğiyle her zaman sınanmaktır aşk.

İsrafil’in Sur’unu ruhunda duymaktır aşk, Suyu suyla yumak gibi aşka inanmaktır aşk. (Karakoç, 1993:58)

Bu şiirde de görüldüğü üzere Bahaettin Karakoç aşkı aklın ve iradenin sınırları dışında açıklıyor. Aşk imkânsıza talip olmak, sevgiliden gelen her cefaya isteyerek, bilerek, inanarak tahammül etmek, İsmailce razı olmaktır.

Karakoç, şiir ve aşk arasında sıkı bir ilginin olduğunu, güçlü şiirlerin ancak güçlü aşklardan doğabi-leceğini dile getiriyor.

Kerem ile Aslı, Emrah ile Selvihan, Ferhat ile Şirin, Tahir ile Zühre hikâyelerini dinleyerek, halk kül-türünden beslenerek yetişen, bu hikâyelerde yaşanan saf ve samimi beşerî aşkları ve Yunus Emre’nin yaşadığı İlahî aşkı kendine rehber eyleyen Karakoç:

“Aşk kazanında pişmeyen, sarhoş olup da düşmeyenKibirle ayak sürüyen âşıka hayret ederim.”

mısralarıyla ideal âşığı anlatır. Onun aşk kitabında sevgiliden gelen cefaya isyan etmek yazmaz. Bu ki-tapta âşığın maşuktan gelen her cefaya katlanabilmesi, her ne pahasına olursa olsun “ah!” bile dememesi gerektiği ifade edilir:

“Zaman küheylan atını üstüme sürerDüşerim kalkarım sınanırımNe zaman ağzımdan bir ah çıksaBütün âşıklarca kınanırım.”(Karakoç, 1995:21)

Bahaettin Karakoç, beşerî aşk yaşanmadan ilahî aşka geçilemeyeceğini, beşerî aşkın bir köprü oldu-ğunu vurgular:

“Bir hemzemin geçittir aşk-ı mecazî O geçitten çok geçtim, biliyorum”

Bahaettin Karakoç’un şiirlerinde aşkın bütün hallerini görmek mümkündür. Yüreğe sevda ateşinin düştüğü an aşkın ilk halidir ve bu hâl âşığın dünyasını değiştirir:

Seni gördüm, cemre düştü içimeSandım yerde-gökte ihtilal oldu

Page 281: HECE TAŞLARI - Turuz

13O n 5 a r a l ı k 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 3 4 . s a y ı

Değişti ezgiler, değişti havamSeninle yediğim soğan bal oldu

Nere gitsem gümbür gümbür yüreğimNere baksam mavi, yeşil, al oldu (Karakoç, 1993:151)

Şairin hayatını bir anda değiştiren ve şiirde “sen” zamiriyle ifade edilen kişi kimdir? Ne gibi özellikleri vardır? Bahaettin Karakoç, sevgilinin fizikî portresini çizmez, sevgili fizikî görüntüsüyle hiçbir zaman ön plana çıkmaz. Tabiat ögelerinin de yardımıyla sevgili imajı oluşturur; duygularıyla sevgiliyi güzelleştirir. Ortaya “Evrensel bir güldesteye çizilen bir minyatür” çıkar.

Sevgili “kadife çiçeğidir”, “orkide”dir, şairin yazgısında “kutsal bir nakış”tır, “takvim, künye, güldeste”-dir, gönül bahçesinde “bir gül ağacı”dır, “evcil güvercin”dir, “saksıda çiçek”tir, “tüm evrene şifa”dır, yürek-teki “en nazlı yara izi”dir,“dolunay”dır, “yitik bahçelerin muhabbet kuşu”dur. Sevgilinin gözleri “ekvatorda iki orman”dır, “bir gökkuşağı”dır, “deniz”dir;

Sarışın saçları “bir şebboy tarlası”dır, “bir akıncı sancağıdır rüzgârlı tepelerde”, “orman”dır; sesi “yağ-murlarla gelen ıpıslak bir tay”dır, “bir yanağı şeftali bahçesi, bir yanağı kiraz”dır, gülüşü “güneş”tir, sükûtu “buluta girmiş bir ay”dır, “ince parmakları zambak edalı”dır,

yüzü “çok kıvamlı gül reçeli”dir, “gelincik tarlası”dır; bir gülücüğü “bin arı iğnesi”dir, ağzı “gümüş savatlı bir bal tası”dır, kuşça ayakları “dört dörtlük bir nota”dır, selvi boyu “bir ışık sömeği”dir, elleri “bahar koku-suna uçan bir çift kumru”dur. (Avcı, 2012:64)

Onun şiirleri, sevgiliyi değil sevgili kavramını anlatması bakımından Divan şiiriyle büyük benzerlik gösterir. “Sevgiliye Gazel” adlı şiir, bu benzerliği örneklemektedir:

Meyhaneden çıkmış gibi esriklikten yan yan gelirGözleriyle görmeyene ne söylesem yalan gelir.

Ne bastığı yeri bilir, ne baktığı yeri görürBir güldür ki hasbahçede, kokusunu alan gelir.

Humar humar bakışları şavkıyınca ötelerdenEn yağmurlu kokusuyla can-evime mihman gelir.

On parmağı on karanfil kirpikleriyse tığ gibiBadısabayla öpüşür, yanaklarına kan gelir.

Çaldıran’dan ve Mısır’dan şanlı zaferlerle dönenSanki kır-at üstünde Yavuz Sultan Selim Han gelir .… (Karakoç, 2006:58)Karakoç’un şiirinin en önemli özelliği duygu, düşünce hayal ve zevkte yerli ve millî oluşudur. Bu

özelliği imgelerine de yansımıştır. O, benzetme ve imgelerinde kimi şairlerde görüldüğü gibi Arap, İran ya da Yunan menkıbe, telmih veya mitolojilerine sığınmaz. Bunun yerine “Elif ” adlı şiirde olduğu gibi, Anadolu kültürünün zevk, hayal ve birikimlerinden yararlanır.

…………..Hiç resim çektirmemiş, aynası sular olmuş İnce parmakları karınca, gözleri kuş Şaklar çıplak bir atın sağrısında kamçı kamçı Bağcıkları sık bağlanmış örgülü saçı Rüzgâr Elif ’ten deli, Elif rüzgârdan inat Sanırsın pervazlanmış ışıktan bir kanat Ovalar kadar geniştir her kulacı (Karakoç, 1986:71)

Bahaettin Karakoç’un, yayımlanan şiirlerinde sevgili olarak kullandığı iki isimden biri Leyla, diğeri Elif ismidir. Leyla divan şiirimizin, Elif halk şiirimizin ideal güzelini sembolize eder. İşte Bahaettin Ka-rakoç’un şiiri ve aşk anlayışı Leyla ile Elif ’in terkibinden oluşmaktadır, denilebilir. Elif, Anadolu’da sıkça rastlanan kız isimlerinden biridir. Tabii bu ismin İslâm’da da özel anlamlar taşımasının, Anadolu insanı-nın bu kelimeye karşı muhabbet duymasında büyük etkisi vardır. (Avcı, 2012:64)

Page 282: HECE TAŞLARI - Turuz

14 He c e t a ş l a r ı 3 4 . s a y ı O n 5 a r a l ı k 2 0 1 7

Elif ’in uğru nakışlı Yavru balaban bakışlı Yayla çiçeği kokuşlu Kokar Elif Elif diye

dörtlüğünde olduğu gibi Karacaoğlan’ın şiirlerinde de zarafetin ve güzelliğin simgesi olarak Elif ismi-ne rastlanır.

Bahaettin Karakoç’un Elif adlı şiirinde Elif, ismiyle müsemma, doğayla bütünleşmiş, uzaktan ve de-rinden sevilen ve aynı zamanda bir medeniyeti temsil eden varlıktır. Fizikî olarak tay ve ceylan gibi zindedir. Dupduru kar suyu gibidir. Hiç resim çektirmemiş, aynası sular olmuştur. İnce parmakları ka-rıncaya, gözleri kuşa benzemektedir. Saçları örgülüdür. Elif mağrurdur, eğilmeden yürür. Sevgisi hastır. “Elif, elmadaki renk, kurbandaki kan” mısralarından Elif ’in yanaklarının kırmızı, parmaklarının kınalı olduğunu anlıyoruz.

Son bentte ise şairin Elif ’e duyduğu aşk dile getiriliyor. Elif ’i tabii ortamından alıp şehrin suni orta-mına götüren öfkeli bir deve benzeyen trenin geçeceği aç tünellere kapak olacak, ardından yanık türküler yakacak kadar Elif ’i sevmektedir.

Karakoç’un şiirlerinde aşkın bir başka hâli beklemektir, özlemdir. Onun şiirlerindeki sevgili soyludur, içlidir. Karakter olarak Leyla’dır, Aslı’dır, Şirin’dir, Elif ’tir. Sevilmeye ve sonsuza kadar beklemeye değerdir.

Şair, maşuğu çağrıştıran bir işaretin, onu hatırlatan bir durumun, varlığın, olayın âşık üzerinde oluş-turduğu heyecanı dile getirir.

Yollara bakarken dalar giderim Bir karaltı görsem, seni sanırım. Sesin ne ki, seni ayak sesinden Fermandaki mühür gibi tanırım.…Kim kapıya vursa dışardan tık-tık, Öldürseler ben yerimde duramam... Bir kez de sen, sen olarak gel artık, Ölüm döşeğinde kanatlanırım. (Karakoç, 1993:104)

Karakoç, beklemeyle ilgili zamanı da tabiat ögeleriyle ifade eder:

Üzümler yetince gelirim dedin-Ya da yüreğimdi böyle sen olan-Güneşi emerek yetti üzümlerBağlara bıçaklar girdi gelmedin (Karakoç, 1991:132)

Ay şafağa yakın bir mum gibi erimedenDağlar çivilendikleri yerde çürümedenBebekler hayta hayta yürümedenGeleceğim diyorum, geleceğim sanaNe olur kesin bir takvim sorma bana- Ihlamurlar çiçek açtığı zaman(Karakoç, 2001:10) O, sevgiliyi beklemenin verdiği heyecandan sonsuz bir haz duymaktadır:

“Sesini duyunca derin bir ‘oh’ çektimSevgilim az sonra bana geliyor….Ne zaman kapıdan girecek bilememGittikçe ateşim çok yükseliyor” (Karakoç, 1995:66)

“Duvarların nabzı yüksek atıyorBirazdan sevgilim buraya gelecek”

Beklenen sevgili geciktikçe heyecan yerini endişeye bırakıyor:

Page 283: HECE TAŞLARI - Turuz

15O n 5 a r a l ı k 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 3 4 . s a y ı

“Bir engel mi çıktı neden gecikti?Ay’ı parçalayan kara bulut bu…

Nereye takıldı, niçin takıldı?İçine girdiğim soğuk tabut bu.”

Fakat sevgili mutlaka gelecektir. Şair umudunu yitirmiyor. Hatta sevgilinin gecikmesini hüsn-i talille izah ediyor:

“Umarım bunların hiç biri değilSevgilim naz eder, güzel umut bu” (Karakoç, 1995:68)

Karakoç, sevgiliye kavuşmanın heyecanını yaşamakla birlikte gerçekte tıpkı Mecnun gibi vuslatı iste-mez. Çünkü vuslat oyunun sonudur. Kendi ifadesiyle “Vuslat bir tadımlık, hasret bitimsiz”dir. Bu yaklaşı-mıyla da Karakoç Divan şiirinin geleneksel aşk anlayışıyla benzerlik gösterir.

“Biri sorsa bana, hasret mi vuslat mı?Ben yüzümü hasretten yana dönerimÖmrüm boyu anam bilmiş eminmişimÖmrüm boyu dostum bilmiş sevinmişimVuslatsa bir sondur, oyunun sonu” (Karakoç, 1991: 48)

Ona göre vuslat, düşlerin ölümüdür, oysa hep diri kalmak için yanmak gerekir:“En korktuğum şey vuslattı – ki düşlerin ölümüdür-Hep diri kalmak için yandım ve yanarım.” (Karakoç, 1983:90)Karakoç’u tıpkı kavuşmanın hazzı gibi bu aşktan dolayı çektiği ıstıraplar da mutlu eder. …………Senin bir gülücüğün bin arı iğnesidir, Batırıp acıtırsın, sözde sınarsın beni.

Senden şikâyet etmek kadere isyan olur, Bıçak senin elinde, keser yonarsın beni.……………….(Karakoç, 1993: 155)O, sevgiliden gelecek her türlü cefaya katlanmaya razıdır.

Koy zulüm senden gelsinSeninle zulüm güzel

İstersen gir kanımaElinde ölüm güzel (Karakoç, 1986:112)

Karakoç’un şiirlerindeki aşkın son hâli ilahî aşka yöneldiği andır. Bu hâldeki en büyük değişiklik, vuslatın arzu edilmesidir.

Ey sevgili, vuslat şerbeti içirBen sarhoş olmaktan hoşlanıyorumHer zaman aşkınla öter bu turaçKaderin bıçkısı çok kütük biçtiEn kaynar sularda haşlanıyorum (Karakoç, 1997:32)

Denilebilir ki Karakoç’un 1962-1986 yılları arasında yayınlanan Mevsimler Ve Ötesi, Seyran, Sevgi Turnaları, Ay Şafağı Çok Çiçek, Kar Sesi, Zaman Bir Beyaz Türküdür, İlk Yazda ve Bir Çift Beyaz Kartal adlı şiirlerinde yer alan aşk temalı şiirleri insana duyulan aşkı dile getirmektedir. Şair Menzil adlı eserin-den itibaren tabir-i caizse İlahî aşka yönelir. Ancak bu yöneliş ani bir manevra ile olmamıştır. Uzaklara Türkü ve Güneşe Uçmak İstiyorum adlı eserler, bu geçişin köprüsünü oluşturur. Köprünün karşı yakası Beyaz Dilekçe’dir. Eserlerin isimleri bile “Mutlak Güzel”i arayan kelimelerden oluşur: Menzil, Uzaklara Türkü, Güneşe Uçmak İstiyorum, Beyaz Dilekçe, Güneşten Öte, Leyl ü Nehar Aşk. Nihayet Aşk Mektupları

Page 284: HECE TAŞLARI - Turuz

16 He c e t a ş l a r ı 3 4 . s a y ı O n 5 a r a l ı k 2 0 1 7

adlı eserde Mutlak Sevgiliye adeta serenat özelliği taşıyan lirik aşk şiirleri yer alır. Ihlamurlar Çiçek Aç-tığı Zaman’da mecazî ve İlahî sevgiliye kavuşmanın mühlet ve zamanının sorgulanması, Sürgün Vezirin Aşk Neşideleri’nde Gerçek Sevgiliden uzak düşmenin ıstırabı ve kavuşma arzusu, Ben Senin Yusuf ’un Olmuşum’da mecazi güzelliklere sırtını, aydınlığa yüzünü dönmüş bir âşığın özlemi, Gündemde Yine Aşk Var’da bir kelebeğin, yani şairin ilahî aşkı terennümü görülür. (Avcı, 2012:66)

Karakoç’un ilahi aşkı konu edinen şiirlerinde girift bir anlam vardır. Tıpkı Fuzulî’nin şiirlerinde ol-duğu gibi bir görünen anlam, bir de derinlemesine düşünüldüğü zaman ortaya çıkan ikinci bir anlam bulunmaktadır. Dolayısıyla herkes kendine yansıyanı görmektedir. Şiir de bu değil midir zaten? İlk anlam beşerî, ikinci anlam ilahi aşkı çağrıştıran bu şiirlerde şair doğrudan Allah ismini kullanmıyor. Tasavvufu modern şartlar içinde yorumlayarak bir sevgili imajı oluşturuyor. Bu sevgili imajı ilk bakışta beşeri izle-nimini uyandırmaktadır. Tasavvufa âşina olan okurlar şiirdeki aşkın gizemini daha çabuk çözebilmekte-dirler:

Hiç bir yerimde haram kan lekesi yok Seni buldum kör korkuyu yitirdim Âşık oldum ve uykuyu yitirdim Bu aşkın yüreğimden çıkası yok Çıkarsa ölürüm, ötesi yok…..Açıldım enginlere açılacağım kadarBir rahmettir yağan yağmur ile karAdınla taçlanır dil ve dudaklarCan çıkmadan bu aşkın çıkası yokÇıkarsa ölürüm, ötesi yok (Karakoç, 1999:79)

Bu şiirdeki sevgili kimdir sorusuna herhalde şöyle cevap vermek gerekir: Okuyucunun zihninde can-landırdığı sevgili.

Netice olarak Bahaettin Karakoç, bir aşk şairidir, aşkını kendine mahsus imgelerle terennüm eden samimi bir âşıktır. Sevgiliyle arasında bir mesafe vardır, bu bakımdan şiirlerinde temas ve sevgiliye karşı cinsel bir arzu yoktur. Garip şiiriyle başlayan geleneğe ait tüm değerleri yıkma ve aşkın küçümsenerek bir sokak hovardalığına indirgenmesine karşın Bahaettin Karakoç şiirlerinde aşkı asilleştirerek gerçek değerine ulaştırmış, ona tesettür kazandırmıştır.

O, uzaktan bakarak, uzak kalarak, günün aydınlanmasını bekleyen bir mum gibi kendini yakarak, ayrılık acısını çekerek ve kavuşmanın mutluluğunu hayal ederek sevmektedir. Aşkı “mutluluğa eşit bir çile” olarak görmektedir.

KAYNAKÇA

AVCI, Ramazan (2012). Türk Şiirinin Beyaz Kartalı Bahaettin Karakoç, AnkaraKARAKOÇ, Bahaettin (1973). Seyran, Hareket Yayınları, İstanbul KARAKOÇ, Bahaettin (1975). Sevgi Turnaları, Türk Edebiyatı Yayınları, İstanbul KARAKOÇ, Bahaettin (1983). Ay Şafağı Çok Çiçek, Ocak Yayınları, İstanbulKARAKOÇ, Bahaettin (1986). Bir Çift Beyaz Kartal, Dolunay Yayınları, Ankara KARAKOÇ, Bahaettin (1991). Uzaklara Türkü, Kültür Bakanlığı Yayınları, AnkaraKARAKOÇ, Bahaettin (1993). Güneşe Uçmak İstiyorum, Ecdad Yayınları, AnkaraKARAKOÇ, Bahaettin (1995). Güneşten Öte, Ocak Yayınları, AnkaraKARAKOÇ, Bahaettin (1997). Leyl ü Nehar Aşk, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, AnkaraKARAKOÇ, Bahaettin (1998). Beyaz Dilekçe, Beyan Yayınları, İstanbulKARAKOÇ, Bahaettin (1999). Aşk Mektupları, Dolunay Yayınları, AnkaraKARAKOÇ, Bahaettin (2001). Ihlamurlar Çiçek Açtığı Zaman, Sıla Yayınları, İstanbulKARAKOÇ, Bahaettin (2004). Sürgün Vezirin Aşk Neşideleri, Dolunay Yayınları, AnkaraKARAKOÇ, Bahaettin (2006). Ben Senin Yusuf ’un Olmuşum, Dolunay Yayınları, AnkaraKARAKOÇ, Bahaettin (2008). Gündemde Yine Aşk Var, Nobel Kitabevi, AdanaTURHAN, Ayşe (2009), Bahaettin Karakoç’un Eserlerinin Kelime Grupları Açısından İncelenmesi, Fırat

Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Lisans Tezi, Elazığ

Page 285: HECE TAŞLARI - Turuz

17O n 5 a r a l ı k 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 3 4 . s a y ı

Bin yol gider bir yere Bir gider bine doğru. Her kesin yönü birdir Her kes bir yöne doğru.

Baktım, içimde çoktumÇıktım çölüme, yoktumDünenden beri baktımSabahki güne doğru.

Ara, gez, gör nerdeyimGizlinde, aşkardayımSen nerdesin, ordayamGelme, sen bana doğru.

Astarlar yüze çıktı Yüzler taşa direndi Kederler dize çıxdı Yol yokuşa direndi.

Hiç bilmedim ki, niyeÖmrüm kaldı şimdiyeDaha bıçak kemiğe Balta başa direndi.

Gözden yitti son gemi Kaldı deryaca gami Geldi ayrılık demiGözüm yaşa direndi.

Bahtına gün doğmadı Endi guruba ömrüm Bende mensiz yaşadıBenim geribe ömrüm.

Gönlünü taşa verdi Sevdi gömgöy otlarıHatıralar yeriydi Yüreğimin çatları.

Gözü neler görmediNeler çekmedi başıDost dediği yağıydı Düşmanıydı kardeşi.

Of… ömrüm, yazık ömrümGedrini kimse bilmezBu öyle bir ömür kiGittiyse, bir de gelmez. Allah, bu ne sitemdiMeni özüme gaytar Kısmetimden kaçmışımAlın yazıma gaytar.

Sırrımı kuştan çıkartAğaçtan, taştan çıkartBu karlı kıştan çıkartGüllü yazıma gaytar.

Beni bu benden koparRuhu bedenden koparGörsen lazımım, aparGörsen lazımım, gaytar. Şirin, acı dostlarım, Sağ olun, ben de gittim. Ömrü-günü toplayıp, Dan sökülende gittim.

Sizi çok sevdim, bilin, Öldüm, sevinin-gülün. Bazen yığılın gelin Dalımca kende, gittim.

Ta sözden mest olamam, Sözle nefes alamam. Ta size dost olamam, Allaha bende gittim.

Dünya yaman soğuktuİstiler, ay istiler. Başım üsten külekler Estiler, ay, estiler.

Yordu meni o ki, var, Boş-bekara kaygılar.Temiz hisler, duygular Küsdüler , ay, küsdüler.

Ha dedim, yürek, korunÇiçeksin, çiçek, korunİndi de korun-korun Tütsüle, ay, tütsüle.

Darıkmışım seninçünAy temiz, ak yüreğimNerdesin, ay menekşeNergis, zambak yüreğim.

Kimdi sene taş atanKimden geldi hoş hatanAşkı kanına geltan Göksü dağ dağ yüreğim.

Yeter ağlama, kiri Dedim mi, sevme şiiriAy bir zaman dipdiriAy sappasağ yüreğim.

Şimdi yan-yakıl bileŞimdi çok sıkıl bileMert Şahine GönüleNamert, alçak yüreğim.

ŞAHİN’E Qeşem İSABEYLİ

Page 286: HECE TAŞLARI - Turuz

18 He c e t a ş l a r ı 3 4 . s a y ı O n 5 a r a l ı k 2 0 1 7

ÂŞIK ŞİİRİNE MÜDAHALELER -5-ÂŞIK HALİL KARABULUT İLE ÂŞIK ABDÜLVAHAP KOCAMAN’IN

BİR SAVAŞ DESTANI

Prof.Dr. Saim SAKAOĞLU

Âşık edebiyatının kaderidir; âşıklar arasında şiirler alınır, karıştırılır, değiştirilir, ters yüz edilir, vb. Hele hele zamanında yazıya aktarılmamış, hafızası kuvvetli kişilerce âdeta koruma altına alınmış (!) şi-irler günümüze gelinceye kadar kim bilir kaç kişinin zevkine ve hafıza gücüne kapılıp şekilden şekle girivermiştir.

Bu tür olayların kurbanı olan şiirler arasında farklı sebeplerle başkalarının adını taşıyarak yayımlanan şiirler de vardır. Kapalı bir çevrenin içinde bir yıldız gibi parlayan bir âşık eğer içine kapanık, dış dünya ile yeteri kadar ilgilenemiyorsa onun şiirleri elbette kendilerine yeni sahipler bulacaktır. Hatta öyle ki bazı âşıklar şiirleri gezici olan, ilden ile, köyden göye gezip duran âşıklara bile verebilir. Yeter ki kendi şiirini başka bir âşık okuyup geniş çevrelere yayabilsin.

Ancak bu şiir sahibinin bilgisiyle olan gelişmenin sonucunu iyi gözlemek gerekir. Verilen şiir hangi amaçla verilmiştir ve alan kişi bunu hangi şartlarda kullanmıştır?

Aşağıdaki destan, önceleri Karabulut adına bağlı olarak dar bir çevrede bilinirken daha sonraki yıl-larda Kocaman’ın adına bağlı olarak bazı önemli değişiklik ve çıkarmalarla daha geniş çevrelerde bilirin, çalınır ve söylenir olmuştur.

Merhum Halil Karabulut 1926 yılında, o dönemde Adana’ya bağlı olan Kadirli ilçesinin (günümüzde Osmaniye ilimize bağlıdır) Mehmetli köyünde doğmuş, 16 Ağustos 2010 tarihinde Adana’da vefat etmiş, köyünde toprağa verilmiştir.

Kurtuluş Harbi Destanı adlı şiiri ilk defa, Ahmet Gebenli tarafından hazırlanan Çanak adlı antolojide (Kadirli 1972, 70-71) yer almıştır. Şiir daha sonra Çağrı (Konya) dergisinde (183, Nisan 1973, 16), Saim Sakaoğlu ile Turgut Günay’ın hazırladıkları Halk Şiirinde Atatürk (Erzurum 1974, 41-42) adlı antolojide de yer almıştır.

Merhum Abdülvahap Kocaman, 1934 yılında, o dönemde Adana’ya bağlı olan Kadirli ilçesinin (gü-nümüzde Osmaniye ilimize bağlıdır) Koçlu (Avlak) köyünde doğmuş, 14 Ağustos 2004 tarihinde köyün-de vefat etmiş, orada toprağa verilmiştir.

Destanı, Abdülvahap Kocaman adına bağlı olarak görebildiğimiz ilk kaynak, Tahir Kutsi Makal’ın hazırladığı Âşıklar Şöleni (İstanbul, 1977, 77-78) adlı antolojidir. Şiir burada Vura Vura Kurtardık adıyla verilmiştir. Ancak internet sayfalarında bu şiir, Nasıl Kurtardık ve Vatan Destanı adlarıyla da verilmekte-dir.

HALİL KARABULUT / KURTULUŞ HARBİ DESTANI (13 dörtlük)ABDÜLVAHAP KOCAMAN / VURA VURA KURTARDIK (9 dörtlük)

Karabulut’un şiiri satır başından, Kocaman’ın şiiri ise içeriden başlatılmıştır. Karabulut’un dörtlükleri sıra ile verilirken Kocaman’ınkiler ilgili dörtlüklerin altında yer almıştır. İki şiir arasındaki benzerlik ba-zen yüzde yüze yaklaşırken bu oran bazı dörtlüklerde bir mısraa kadar inebilmektedir.

Aşağıda önce Karabulut’un, sonra da Kocaman’ın destanları verilecek, daha sonra da Karabulut’un destanı esas alınarak iki destan arasındaki benzerlikler dörtlük dörtlük gösterilecektir. Ancak Karabu-lut’taki bazı dörtlüklerin Kocaman’da olmamasının yanında Kocaman’daki bazı dörtlükler de Karabu-lut’ta yoktur.

HALİL KARABULUT / KURTULUŞ HARBİ DESTANI

1. İstiklal Harbi’nde biz bu vatanı Kara günler göre göre kurtardık. Etten kale olduk her cihetinde Göğsümüzü gere gere kurtardık.

2. Padişah yürüyüp düşmanla bile, Kolumuzu bağlamıştı Sevr ile, Hürriyet âşığı bizler azmile O bağları kıra kıra kurtardık.

Page 287: HECE TAŞLARI - Turuz

19O n 5 a r a l ı k 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 3 4 . s a y ı

3. Korumakçün sarayını, postunu, Tasdik etti kasıtçının kastını, Dinlemedik biz o düşman dostunu, Başımızı ıra ıra kurtardık.

4. Muhtelif devletler etti ittifak, Anadolu taksim olurken nahak, Bu dâvada yardımcımız oldu Hak, Zaferlere ere ere kurtardık.

5. Zaruret içinde düşmüştük sefil, Düşman toplanmağa vermedi mehil Bir yandan ordumuz, bir yandan sivil, Başı başa vere vere kurtardık.

6. Genç, ihtiyar bütün koştu hizmete, Kimi asker oldu, kimisi çete, Yedi düvel ile yedi cephede Kanlı cenge gire gire kurtardık.

7. Türk kadını kucağında bebekle, Erzak çekti unutulmaz emekle, Kara barut ile, dolma tüfekle Topa karşı dura dura kurtardık.

8. Cihan ile açılmıştı aramız, Bize bizden başka yoktu çaremiz, Doktorsuz, ilaçsız kendi yaramız Gömlek yırtıp sara sara kurtardık.

9. Millet fakir; para yoktu, pul yoktu, Vatan harap, vesait yok, yol yoktu, Herkes düşman, bir tutacak dal yoktu, Kara bahtı yara yara kurtardık.

10. Urfa, Antep, Maraş, Adanalarda, İzmir, Eskişehir, Karahisar’da, Otuz Ağustos’ta Dumlupınar’da Başlarına vura vura kurtardık.

11. Gürleyince Atatürk’ün zavuru, (azar) Değişti düşmanın hali, tavırı, Ankara’yı hedef alan gâvuru, Akdeniz’e süre süre kurtardık.12. Aydınlandı gökler o kara sisten, Temizlendi yerler mikroptan, pisten, Tutup yakasını Trikopis’ten Hesap kitap sora sora kurtardık.

13. Türk milleti bugüne dek cihanda, Görmemiştir ne esaret, ne manda, Der Halil’im, hainlerin vatanda, Defterini düre düre kurtardık. (Çağrı 1972, Çanak 1973, Halk Şiirinde Atatürk,

41-42), Senin Aşkınla, 44-46)

ABDÜLVAHAP KOCAMAN KOCAMAN / VURA VURA KURTARDIK1. İstiklâl Harbi’nde biz bu vatanı Başı başa vere vere kurtardık. İnanmazsan git konuştur atanı, Kara günler göre göre kurtardık.

2. Unuttun mu emeğini atanın? Deden yok mu, senin şehit yatanın? Bütün çevresini nurlu vatanın, Cesetten ağ öre öre kurtardık.

3. Türk kadını koştu kazma kürekle, Mermi çekti kucağında bebekle, Kara barut ile, dolma tüfekle, Topa karşı dura dura kurtardık.

4. Devletlerle açılmıştı aramız, Dövüşmekten başka yoktu çaremiz, İlaçsız, doktorsuz kendi yaramız, Gömlek yırtıp sara sara kurtardık.

5. Pes demedik devletlerin birine, Nöbet tuttuk subayından erine, Top, tüfek, mermi ve süngü yerine, Değnek ile vura vura kurtardık.

6. Sırrımızı yad ellere açmadık, Candan geçtik, yurdumuzdan geçmedik, Kurşundan, süngüden dönüp kaçmadık, Göğsümüzü gere gere kurtardık.

7. Yedi iklim dört köşede, her yanda, Kim duymamış Türk’ü ulu cihanda, Kars’ta, Erzurum’da, Bitlis’te, Van’da, Yüz bin şehit vere vere kurtardık.8. Mehmetçik çarığı çekti sılada, Kaldı düşmanların başı belâda, Sakarya, İnönü, Dumlupınar’da Üçer, beşer kıra kıra kurtardık.

9. Kocaman, Türklerin aslı nereli? Fatih, Yavuz, Alparslanlar sıralı, Hedefiniz Akdeniz’dir ileri!... Domuzları süre süre kurtardık.(Âşıklar Şöleni, İstanbul, 1977, 77-78)

KARABULUT’UN ESAS ALINDIĞI ORTAK ŞİİR1. İstiklal Harbi’nde biz bu vatanı Kara günler göre göre kurtardık. Etten kale olduk her cihetinde Göğsümüzü gere gere kurtardık.

1. İstiklâl Harbi’nde biz bu vatanı Başı başa vere vere kurtardık. İnanmazsan git konuştur atanı, Kara günler göre göre kurtardık.

Page 288: HECE TAŞLARI - Turuz

20 He c e t a ş l a r ı 3 4 . s a y ı O n 5 a r a l ı k 2 0 1 7

2. Padişah yürüyüp düşmanla bile, Kolumuzu bağlamıştı Sevr ile, Hürriyet âşığı bizler azmile O bağları kıra kıra kurtardık.

8. Mehmetçik çarığı çekti sılada Kaldı düşmanların başı belâda Sakarya, İnönü, Dumlupınar’da Üçer, beşer kıra kıra kurtardık.

3. Korumakçün sarayını, postunu, Tasdik etti kasıtçının kastını, Dinlemedik biz o düşman dostunu, Başımızı ıra ıra kurtardık.

4. Muhtelif devletler etti ittifak, Anadolu taksim olurken nahak, Bu dâvada yardımcımız oldu Hak, Zaferlere ere ere kurtardık.

5. Zaruret içinde düşmüştük sefil, Düşman toplanmağa vermedi mehil Bir yandan ordumuz, bir yandan sivil, Başı başa vere vere kurtardık.

6. Genç, ihtiyar bütün koştu hizmete, Kimi asker oldu, kimisi çete, Yedi düvel ile yedi cephede Kanlı cenge gire gire kurtardık.

7. Türk kadını kucağında bebekle, Erzak çekti unutulmaz emekle, Kara barut ile, dolma tüfekle Topa karşı dura dura kurtardık.

3. Türk kadını koştu kazma kürekle, Mermi çekti kucağında bebekle, Kara barut ile, dolma tüfekle, Topa karşı dura dura kurtardık.

8. Cihan ile açılmıştı aramız, Bize bizden başka yoktu çaremiz, Doktorsuz, ilaçsız kendi yaramız Gömlek yırtıp sara sara kurtardık.

4. Devletlerle açılmıştı aramız, Dövüşmekten başka yoktu çaremiz, İlaçsız, doktorsuz kendi yaramız, Gömlek yırtıp sara sara kurtardık.

9. Millet fakir; para yoktu, pul yoktu, Vatan harap, vesait yok, yol yoktu, Herkes düşman, bir tutacak dal yoktu, Kara bahtı yara yara kurtardık.

10. Urfa, Antep, Maraş, Adanalarda, İzmir, Eskişehir, Karahisar’da, Otuz Ağustos’ta Dumlupınar’da Başlarına vura vura kurtardık.

5. Pes demedik devletlerin birine, Nöbet tuttuk subayından erine, Top, tüfek, mermi ve süngü yerine Değnek ile vura vura kurtardık

11. Gürleyince Atatürk’ün zavuru, Değişti düşmanın hali, tavırı, Ankara’yı hedef alan gâvuru, Akdeniz’e süre süre kurtardık.

9. Kocaman, Türklerin aslı nereli? Fatih, Yavuz, Alparslanlar sıralı, Hedefiniz Akdeniz’dir, ileri!... Domuzları süre süre kurtardık.

12. Aydınlandı gökler o kara sisten, Temizlendi yerler mikroptan, pisten, Tutup yakasını Trikopis’ten Hesap kitap sora sora kurtardık.

13. Türk milleti bugüne dek cihanda, Görmemiştir ne esaret, ne manda, Der Halil’im, hainlerin vatanda, Defterini düre düre kurtardık. Destanların dörtlükleri arasında şöyle bir çap-

razlama yapabiliriz: 1-1, 2-8, 7-3, 8-4, 10-5, 11-9,

SONUÇ: Kocaman, Karabulut’un bu şiirini çok sevmiş-

tir, konu olarak da kendisine çok yakın hissetmiş-tir. Belki de bu konuda Karabulut’la da görüşerek şöyle bir istekte bulunmuş olabilir:

“Halil Ağabey, ben bu şiirini çok sevdim, onun-la ilgili bir şiir de ben yazmak isterim. Ne dersin?”

Galiba sesiz çağlayanımız Karabulut da, ‘Hayır’ diyememiştir. Her iki âşığı da yakından tanıyan bi-risi olarak böyle bir konuşmanın gerçekleştirildiği-ni tahmin ediyorum.

Page 289: HECE TAŞLARI - Turuz

21O n 5 a r a l ı k 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 3 4 . s a y ı

TÖRE BOZULDU Cahit CAN İyi itibarsız, bozuldu töre,Kötüyü her zaman kollar dururuz.Büyüğe, “Sus!..” dedik, pustu köşede,Mecliste küçüğü diller dururuz.

Fakir kapısını açan olmuyor,Nedense günahtan kaçan olmuyor,Helâlin yanından geçen olmuyor,Hep haram olanı eller dururuz.

Menfaatsiz bir iş bizleri sarmaz,Vatan için kimse canını vermez,Lafta başkasını gözümüz görmez,Dört bir yana pala sallar dururuz.

Özde savaş, sözde kalıyor barışBekleme, gel sen de oyuna karışRüşvette, hilede başladı yarışHep birbirimizi sollar dururuz.

Büyüğe değil, paraya saygımız,Kavgamız tükenmez, dosta dargınız.Eften püften dertler ortak kaygımız,Millî mevzuları küller dururuz.

XƏBƏR AL

Habil YAŞAR

Sorursan ömrümdən nələrim gedibNələrim olub ki, nələrim gedə. Mənim bu taleyim qara yazılmışÇətin ki, zülmətim işığa dönə.

Mən kədər şairi, qəm şairiyəmDərdləri özümə həmdərd bilmişəm.Nə zaman sevinib, gülümsəsəmdəMən dərd yaşamışam, dərd düşünmüşəm.

Soruşma dərdimi, soruşma dostumSən bu dərdlərimi bilən deyilsən.Mənim dərdlərimdə səadətimdirSən bu səadətdən gülən deyilsən.

Heç kəsə, heç zaman arzulamaramHeç kəsin sevinci dərddən olmasın.Bu dərdin sevinci ağırdır ancaqOlan mənə olsun, sizdən olmasın.

Mən sizə danışdım mən kiməm, nəyəmMənim kimliyimi məndən xəbər al.Mən bu yer üzündə bir divanəyəmNələr çəkdiyimi qəmdən xəbər al.

Page 290: HECE TAŞLARI - Turuz

22 He c e t a ş l a r ı 3 4 . s a y ı O n 5 a r a l ı k 2 0 1 7

dOKUNAN ŞİİRLER-5- Tayyib ATMACA

Bir geleneğin gelenek olabilmesi için en az üç kuşağın kültürel birikimlerini gelecek kuşaklara aktar-malarıyla mümkün olur. Bu geleneğin izini sürenler sürekli kendini yenileyerek geçmişteki birikimleri-nin üzerine yenilerini koyarak gelecek kuşaklara bu birikimi miras olarak bırakırlar.

Korkut Ata’dan günümüze âşıkların, türkü yakanların, türkü çığıranların ellerinde olmazsa olmazı -kopuzun atası- saz olmadan âşığın eli kolu bağlanır, dilinde dökülenler telin-tezenenin arasında süzüle-rek ruhumuzu gönendiremezler.

Günümüzde “modası geçmiş şiir” olarak kabul ettirilmeye çalışılan hece şiiri biz istesekte istemesekte bir türkünün, sözü, özlü anlatmanın arasından geleneğin o “horozlu ayna”sının şavkını gönlümüze yan-sıtır. Yaşadığımız zaman diliminde her ne kadar da hece şiiri yazanlar serbest şiire, serbest şiir yazanlar hece şiirine bön bön bakıp dursalar da geçmişte yakılmış ve dumanı bir türlü eksilmeyen bir türküde mutlaka birleşirler. İşte bu birliktelikte geçmiş ve gelecek arasına kurulan gelenek köprüsüdür. Bir köprü-nün ayakları ne kadar sağlamsa o kadar ömürlü bir köprü olur.

Bizden önceki kuşakların sazın tınısı eşliğinde iki âşığın karşılıklı atışması/deyişmesi her ne kadar da günümüzde bu geleneğin son ustaları tarafından icra edilmeye çalışılsa da hece şiiri yazanlar da âşıklık geleneğinden aldıkları ilhamla uzaktan uzağa da olsa birbirleriyle atışarak/deyişerek bu geleneği sür-dürme gayreti içinde olmuşlardır. Yazımıza konu olan Mehmet Gözükara ve İsmail Kutlu Özalp’ın Sazsız Atışma’1sı da bu alanda bizden sonraki kuşaklar için geleneğin önemli köprüleri arasında yer alacaktır.

Söz konusu kitabın 52. sayfasına kadar olan bölümü tabiri caizse bir akord olarak geçer. Belki bil-meyenler için (kitap ile ilgili düşünceler ve gelenek üzerine konuşmalar) önemli olabilir ama bizim için kitabın önemi 53. sayfadan başlıyor. Mehmet Gözükara rakibini meydana şöyle buyur eder:

Atışma dediğin alevdir közdürMuhabbet kurulu bir yaya benzerSözü mecrasının içinde yüzdürBu meydan dalgalı deryaya benzer (s.53)

Gözükara atışmanın iki yanı keskin bir kılıç gibi keskin olduğunu, sözü yerinde ve uslubu dairesinde söyleyerek rakibini de nasıl atışacaklarına dair üstü kapalı ama içi açık sözlerle meydana davet eder. İs-mail Kutlu Özalp ise aynı uslupla rakibine şöyle cevap verir:

Sözler ki ateşten közden örülürBir güneşe benzer bir aya benzerMuhabbet dediğin özden örülürÇağlar, çağlaması deryaya benzer (s.53)

Her iki şair/aşık Elbistanlı’dır. Gözükara, Elbistan’da Özalp ise İstanbul’da teknolojinin imkanlarından faydalanarak atışmayı sürdürürler.

Gözükara : Ne kitabı vardır ne de mektebi İnsan fıtratında taşır edebi Gözükara yerde koymaz talebi Seyircisiz meydan tenhaya benzer

Kutlu Ozan: Kutlu söz açınca laleden gülden Görünür yâr yüzü perdeden tülden Muhabbet var ise can u gönülden Her bir yer cennet-i a’laya benzer. (s.55)

Gözükara her ne kadar da teknolojinin imkanlarını kullanıp karşılıklı yazışarak atıştıklarını unuta-rak rakibini meydana davet eder ama rakibi de dil ve gönül kıvraklığı ile önemli olanın gönül meydanı olduğunu, bu meydanda söz güreşinin seyircilerinin gönül ehli insanlar olduğunu uslubu dairesinde söylemeye çalışır.

1 Gözükara, Mehmet, Kutlu, İsmail Özalp, -İki Yürek Bir Ses Oldu-Sazsız Atışma, Sage Yayıncılık, Ankara 2017.

Page 291: HECE TAŞLARI - Turuz

23O n 5 a r a l ı k 2 0 1 7 He c e t a ş l a r ı 3 4 . s a y ı

Hani kayıklı motorsikletler vardır, direksiyo-nu ne kadar iyi kavrasanız da direksiyon kayık-tan tarafa dönmemek için zayıf anınınızı bekler. Hani başta gelenekten bahsetmiştik. Alın sizi yıl-lar önceye götüren ve rahmetli Abdurrahim Ka-rakoç’un;

“Aziz dostum, av zamanı geldi mi..Kekliklerin ötmesinden ne haber?Mız Durdu’nun oğlu asker oldu mu..Mezo’ların Fatma’sından ne haber?”

Hasan’a Mektuplar’ından ilhamla neredeyse aynı duygularla şair/âşıklar birbirlerinden “hava-dis” alırlar.

Kutlu Ozan: Aziz dostum el girmeden arayaTer zamanda bana ordan haber verLokman gibi çare olsun yarayaHem kolaydan hem de zordan haber ver.

Gözükara:Çare güdük çıktı dert salkım saçakNerden başlayayım nerden vereyimBir dost bulamadım derdim açacakYüreğimi yakan kordan vereyim. (s.75)

Şair/âşıklar “zurnada peşrev olam ne çıkarsa bahtına” şeklinde atışmazlar. Her ikisi de âşıklık geleneğini bilir ve bu geleneğin zor icra edilen Du-dakdeğmez -atışmada b,p,m,v harfleri geçmeyen kelimeleri kullanarak- (lebdeğmez) dalında atış-mayı sürdürürler:

Gözükara:Yanan gönüllerin erir kandiliOndan aydınlıktır yüzü aşığınAşikâr halini zikreder diliSeyreder Leyla’yı gözü aşığın.

Kutlu Ozan:Yanan yürek, yakan aşkın ateşiİçinde yer tutar közü aşığınYa Şirin ya Zühre sayılır eşiErir erdiğine özü aşığın. (s.91)

Gözükara:Kokularken çiçekleri gülleriKan içinde kalır kanar elleriTezeneyle sarhoş olur telleriİnler Gözükara sazı aşığın

Kutlu Ozan:Gâhi Leyla diye çölde gezinirGâhi seyyah olur elde gezinirDerdi anlayana telde gezinirKutlu’ca tanınır gizi aşığın. (s.93)

Gözükara ve Kutlu daha önce Elbistan’da ken-kendilerinden önceki kuşakta, Ahmet Çıtak, Ka-mil, Bozkurt, Hayati Vasfi Taşyürek ve Abdurrahim Karakoç’un başlatmış oldukları atışma geleneği,-Mehmet Gözükara tarafından “-Söz Kuşandı Şa-irler- Kılıçtan Keskin” kitabı ile sürdürdüklerinden her ikisi de talimli şair/âşıktır. “Yalanlama” başlıklı atışmayla aslında doğruyu tersinden söylerler:

Kutlu Ozan:Gölgelerden bir gökdelen kurarakSon katını tutup sattım herkeseDüş atımla düş dışında durarakYalandan gerçeği attım herkese.

Gözükara:Altı pişmiş ekmek, yetmiş kavunuYiyen fare çalım satarak gittiOn çuval bulguru yüz silme unuÇalınca silahı atarak gitti (s.118)

Aklınıza birden bire şu türkü geldi değil mi?“Manda yuva yapmış söğüt dalınaYavrusunu sinek kaptı gördün mü?”Gözükara burada aynı zamanda bir de “Altı piş-

miş ekmek, yetmiş kavunu” yiyebilir misin? şeklin-de çaktırmadan bir de bilmece üretmiş.

Her iki şair (sazsız âşık) geleneğin geleceğe kal-ması için bütün hünerlerini sergileyerek aşık tarzı şiirin geleceğe aktarılması adına önemli bir çalışma ortaya koymuşlar. Yılar önce Mehmet Aycı’nın hece şiirinin imkanlarından ustaca faydalandığı ve Kıra-ğı Şiir dergisinde yayınladığımız Dil Tutulması şiiri de bu geleneğin yaşatıldığının bir kanıtı olsa gerek.

ya-ya-yarim se-se-senin yüzündena-a-abdal o-o-olsam yeridirça-ça-çağla ye-ye-yeşil gözündenşi-şi-şifa bu-bu-bulsam yeridir2

Sözü sazsız atışan Kutlu ve Özalp’ın Kekeme atışmaları ile sonlandırmadan geleneğin yaşatılma-sı açısından önemli bir iş yaptıklarını salık verelim.

Kutlu Ozan:Ö-ö-ömür bi-bi- bir kuş misali Ge- ge- gelip gi-gi- gider unutma.Ve-ve- vefa yok ya-ya- yâr, visaliÇa-ça- çalıp gi-gi- gider unutma.

Gözükara:Ca-ca- canın bir ku-ku- kuş misaliKa-ka- kalkar gi-gi- gider unutmaGö-gö- görülen dü-dü- düş misaliÇı-çı- çıkar gi-gi- gider unutma. (s.154)

2 Aycı Mehmet, Dil Tutulması, Kırağı, 14. Sayı. s.11, 1995.

Page 292: HECE TAŞLARI - Turuz

24 He c e t a ş l a r ı 3 4 . s a y ı O n 5 a r a l ı k 2 0 1 7

I.Hüzünler katmerleşir yâdıma sen düşendeHasretin küllerini hatıralar eşende...O mukaddes öfkenle gerilmiş yay gibisinHasretin göklerinde bir dolunay gibisinGözyaşına karışır yüreğimde sızılarAlınyazına benzer, alnımdaki yazılarHoyratların dilinde her dem tutarsın yasıEy acılar diyarı, Irak’ın Kosova’sı!...Gözlerin ferisin sen, vicdanlarda miyarsınTürk’ün kızıl elması, sen ne güzel diyarsın

Türk’ün namususun sen, bin yıllık vatanımızGöğüs kafesimizde “Hakk” diye atanımızOsmanlı zamanında ne günler görmüştün senUlu çınar altında sefalar sürmüştün senEy ümmetin yetimi, özlersin o günleri!...Düşlerin aynasından gözlersin o günleriOsmanlıya aittir toprağının tapusuYüreğine açılır muhabbetin kapısıHasretin siyahına gözümüzü boyarsınEmsalini bulmak zor, sen ne güzel diyarsın

II.Bağrına basarsın sen Türkmen’in balasınıNasıl özlemez insan yurdunu, sılasınıSen yanımızda olsan tuza ekmek banarızUzağına düşmüşüz, hasret içre yanarızAyırt etmek zor seni, sislere karışmışsınDünkü düşmanlarınla ne çabuk barışmışsınŞimdi yorgun düşmüşsün, Bizans oyunlarındanEksik olmaz yılanlar, sıcak koyunlarındanGönül göklerimizden yıldız gibi kayarsınMecnûnlara Leylâ’sın, sen ne güzel diyarsın

Düşmana kan kusturur gök yeleli atlarınDünyayı çepeçevre kuşatır kanatlarınİt izine karışmış ihtişamlı izlerinBugün dünden daha çok aşikârdır gizlerinKor düşmüş yüreğine, cayır cayır yanarsınYüz yıllık yarasın sen, bugün hâlâ kanarsınBitmedi asırlardır İngiliz’in oyunuKurt diye gösteriyor palazlanmış koyunuDüşmanın boğazına hançerini dayarsınZemheride güneşsin, sen ne güzel diyarsın

III.Gözü nemli civanlar, hoyratlarımız yastaHaçlı ruhu ölümü sunuyor altın tastaÖldürmek peşindeler şifa bulmaz hastayıBölüşmek istiyorlar sofrandaki pastayıKuşatmıştır her yeri kan ve barut kokusuUyumak ihanettir, bitsin bu kış uykusuBülbülün harimine dadanmıştır baykuşlarÇökmüş damlarımıza kurşundan ağır kışlar Som altın misalisin, sen yirmi dört ayarsınZifiri gecede ay, sen ne güzel diyarsın

Şahadete erişti kılıç tutan erlerinDüşman çizmeleriyle işgal oldu yerlerinBu kokuşmuş zamanda kurt koyuna maskaraCellat doktor olursa iyileşmez bu yaraMillet kaç kere gördü bu çirkin oyunlarıYüzsüz palikaryanın devrilsin boyunlarıÖfkeler yalın kılıç, hava kurşundan ağırVicdanlar tuz buz olmuş; göz görmez, kulak sağırMâzinin sofrasında tıka basa doyarsınSeni anlatmak müşkül, sen ne güzel diyarsın

IV.Hilâl’in tepesine zalim kondurmuş Haç’ıİşgalciyi ülkende eylemişler baş tacıSöyleyin kimler sildi kırmızı çizgileriHoyratlar taşıyamaz o yanık ezgileriGökler seni bekliyor, ey kanadı kırık kuş!...Kararlı yürüyünce düze dönüşür yokuşBöyle bulanık akmaz, sular bir gün durulurEmperyalist zalime elbet hesap sorulurSen ki attığın taşı gediğine koyarsınBiriciksin dünyada, sen ne güzel diyarsın

Hele bir yakına gel, oy benim can kardaşım!...Sen yad elde kaldıkça dinmez gözümde yaşım Bu topraklar ceddimin, ecnebiye hak değilKökün Oğuz Boyu’dur, bizlere Irak değil Yürekleri yandırır hoyratlar ve ağıtlarKalemin hasretinden tutuşur ak kağıtlarBoşa sevinir düşman, Türkmen’de er tükenmezMübarek alınlardan akar da ter tükenmezBelki bizi de kadim bir kardaşın sayarsınŞehrengizler güzeli, sen ne güzel diyarsın

KERKÜK MESNEVİSİ

M. Nihat MALKOÇ

Page 293: HECE TAŞLARI - Turuz

aylık şiir dergisi

On5ocak2018

HECE TAŞLARI

elektronik haberleşme adresi [email protected]

35

Page 294: HECE TAŞLARI - Turuz

HECE TAŞLARI Aylık Şiir Dergisi Yayın Yönetmeni Tayyib Atmaca Kapak Çalışması Garipkafkaslı Tasarım Adem Konan Yazışma Haydar Bey Mh. 32077 Sk. Armada 2 D 6 Onikişubat K.MARAŞ 0535 391 92 50 [email protected]

35. Sayı 15 Ocak 2018 ISSN 2149-4509. (e-dergi)

Cumali Ünaldı HASANNEBİOĞLU / Mehmet KURTOĞLU / Prof.Dr. Mehmet Fatih KÖKSAL / Mustafa SADE / Durmuş BEYAZIT / Nurettin BÜYÜKBAŞ / Hızır İrfan ÖNDER (SÜKÛTÎ) /Nurullah ULUTAŞ / Mehmet ÖZDEMİR / Dr. Halil ATILGAN / Faig BALABEYLİ / Ümit Bayram YALÇIN / İlker GÜLBAHAR / Birkan AKYÜZ / Elmeddin METLEB / Halil SUNKUR / Selahaddin KARADAŞ / Mustafa KURBAN

OĞLU / Mehmet GÖZÜKARA / İsmail Kutlu ÖZALP / Yasin MORTAŞ

ÜÇ GÜL YAPRAĞI

B U S AY I DA

Bir akşam kendinle baş başa verip, hatıralar albümüne bakarak, uzakları pence-rene getirip, yağmur yüklü bulutlara el edip, tutuşan içini söndürmek için, telefonu bir kenara bırakıp, içinden taze bir besmele çekip, elini kâğıda kaleme götür, içinden geçen-ler geçsin içimden, içimden göçenler konsun avcuna, kalem hışırdatsın beyaz kâğıdı, bir zarf dudağına buse kondursun.

Varsın yıllar akıp gitsin su gibi, nerede kaldıysan orada başla, ne demek istedin diyemediğin, dilinin altında yutamadığın, dudağına gelip sese gelmeyen, onca kelimeler öksüz kalmasın, aradan kaç bahar geçerse geçsin, sırtını kendine güzelce yasla, günde-minden çıkart dargınlıkları, günyüzüne çıksın yetik sözlerin, bugünün derdini yarına katma, yarın senden benden eser bırakmaz.

Aha geldik geçiyoruz dünyadan, hangi şehre göçsek orda yalnızız, sesimizi sesi-mize katmadan, içimizi içimize dökmeden, hasret ekip gam biçeriz yıllardır, gözümüzü yumup nereye baksak, uzaklar bir türlü yakına gelmez, hasretten hasrete yollar uzanır, yağmur yüklü bulutlarla gezeriz, gönlümüz ıslanır içimiz üşür, dağlar sesimizi koynun-da saklar, denizler köpürür düşlerimizde.

Sesin uçar gider turnalar gibi, gözde kaybolanlar sözde kaybolmaz, kalemin ağ-zından düşen kelime, sesini yitirmez kâğıt kaldıkça, beş günlük dünyayı üç beş satı-ra, sığdıracak kadar gönlünü konuş, canım sıkıldıkça açar okurum, okudukça hatıralar canlanır, saçlarımda eser kavak yelleri, eski bir bakkal bul bir zarf alıver, istersen üstüne hiç bir şey yazma, bırak arasına üç gül yaprağı.

Tayyib ATMACA

Page 295: HECE TAŞLARI - Turuz

03O n 5 o c a k 2 0 1 8 He c e t a ş l a r ı 3 5 . s a y ı

NE SORULUR NE SORULMAZ* Cumali Ünaldı HASANNEBİOĞLU

-Dileği, yüreğimde çarpan muhterem İbrahim Aslan Garipkafkaslı’ya-

Bir çıkıldı mı meydanaOk, yay ve pusat sorulmaz.Kan karışır toz dumana;Mahmuzlanan at sorulmaz.

Ötüken’de kışlar kışı,Çin Seddin’de gelir aşı,Almıla’nın güzel kaşı,Ceylân gibi, hat sorulmaz.

Uzanır Kafkas’a yollar;Acun ağlar, Hakan ağlar,Türk’e fethedilen diyar,Aşığa Bağdat sorulmaz.

Geçince ordu yel gibiKızıl kan akar sel gibiTürkistan durur el gibiBüyüyen Kürşad sorulmaz.

“Hayda bre!.. Vurun bre!..”Oklar çıka kargı gire,Yamtar ölür güle güleBörü’ye hayat sorulmaz.

Ne yarında ne de dünde...Kafkasya bizim bu gün de!Kurulan ulu düğündeBaş için fiyat sorulmaz.

Meydana gelince zamanBaş verilir alınır şan.Kılıçlarda kuruyan kanVe alınan tad sorulmaz.

Olunca meydanda takasŞehitlik içilir tas tas.Türk’e alınacak KafkasAşığa Bağdat sorulmaz...

*Ötüken 11. sayı Kasım 1968 (şair bu şiiri 18 yaşında yazdı)

Page 296: HECE TAŞLARI - Turuz

04 He c e t a ş l a r ı 3 5 . s a y ı O n 5 o c a k 2 0 1 8

ŞİİR VE GENENEK ÜZERİNE KONUŞMALAR/dokuz

Mehmet KURTOĞLU

Konuşturan: Tayyib Atmaca

Önünüzde tarihi bir kapı var ve siz bu kapıyı elinizde avuç alanınızı aşan bir usta elinde düğülmüş bir açar ile sözün kapısını açtığınızda gelenek ve şiir üzerine döşediğiniz, ruh ve gönül işçiliği ile süslediğiniz şiir otağı nasıl meydana geldi?

Geleneğin güçlü olduğu bir evde doğdum, geleneğe dayanan bir eğitimden geçtim ve modernizme direnen bir şehirde geçti çocukluk ve gençliğim. Daha açık ifadeyle gelenek ve modernitenin iç içe oldu-ğu bir dünyada büyüdüm. Divan edebiyatının gazel formunu okuldan önce sıra gecelerinde, Yunus’un ilahilerini babamla birlikte gittiğim Kadir-i Tekkeleri’nde, Karacaoğlan şiirlerini türkülerde dinlemiştim. Türküler, gazeller, masallarla geçen geceler ve henüz televizyonun girmediği bir dünya… Bugün dahi he-nüz tam olarak modernleşememiş Urfa’da, şairler halen gazel yazmakta, müzisyenler gazel okumaktadır. Ruh dünyamı şekillendiren bu geleneksel dünyada elbette beyitler halinde ve hece tarzında şiirler yaz-maktan başka çarem yoktu. Biliyorsunuz, şiiri aşk besler, sevda besler, trajedi besler.. Katı geleneklerin, töre cinayetlerinin ve kadının kutsal olduğu Urfa’da insan ister istemez şiir gibi sembolik bir dile sığınır. Sevmenin ayıp görüldüğü, aşikâr olan aşkların cinayetle sonuçlandığı bu coğrafya insanın kendini ifade edebileceği tek dil şiirdir. Ruh ve gönül dünyamızın iniltileri şiir olarak döküldü dilimizden. Ve kendimi-zi bir anda şiirin içinde bulduk…

Yanınıza genç bir şair adayı geldi, elinde üç beş tane şiiri var ve günümüz şairlerinin parmak izlerini taşıyan ya da taşımayan şiir eskizlerini size sunarak “ağabey bu şiirlerimi bir bakar mısınız, benden şair olur mu?” dedi. Bu şair adayının yol hazırlığı gönül çantasında neler olmalı?

Bir gencin şiir eskizleri ondaki şairlik istidadını gösterir. Bir kaç şiirden onu kaleme alanın bu alan-daki kabiliyetini anlamak mümkündür. Şahsen güçlü şiir damarı olan gençleri her zaman yönlendir-miş, teşvik etmişimdir. Onun şiire devam etmesinin yanında, divan edebiyatını, halk edebiyatını çok iyi özümsemesini, ünlü şairlerin şiirlerini bol bol okumasını tavsiye ederim. Ayrıca şiir yazmak kadar şiir üzerine okumayı ve düşünmeyi salık veririm. Çünkü üzerine düşünülmeyen bir şiir, büyük şiir olamaz. Yol açıcı büyük şairlerimizin tümü şiir üzerine düşünmüş, şiir üzerine poetikalar kaleme almışlardır. Bu bağlamda onlara Aristoteles’in “Poetika”, Mayakovski’nin “Şiir nasıl yazılır?”, Rilke’nin “Genç Bir şaire mektuplar”, Goethe’nin “Şiir ve Hakikat”, Tolstoy’un “Sanat nedir?” ve Haşim, Necip Fazıl gibi şairlerimi-zin şiir üzerine yazdıklarını okumalarını tavsiye ederim. Çünkü genç bir şairin yol azığında bu kitaplar, gönül çantasında aşk olmalıdır… Aşk olmazsa şiir de olmaz…

Gelenekle gelecek arasında kurulan köprüden elimizi kolumuzu sallayarak geçebilir miyiz? Bu köprüden geçebilmek için hangi çığırlardan geçmemiz gerekir?

Biz yaşı kırkı geçmiş olanlar gelenekle modernizm arasında kalmış, hatta daha vahimi sıkışmış bir durumdadır. Genç kuşaklar ise tamamen modern bir dünyada gözlerini açtıklarından dolayı bizim yaşa-dığımız sıkıntıyı yaşamadılar. Onlar kendilerini modern bir dünyada, dijital bir çağda buldular. Gençlerin dijital dünyasının negatifi yok, tamamen pozitif bir dünya. Oysa bizim dünyamız siyah-beyaz renklerden oluşan negatif ve pozitif bir dünya. Bu dünyadan dijital dünyaya geçerken elimizi kolumuzu sallaya-mazdık. Bu geçişin sancılarını yaşadık. Bizim dünyamız tekdüze bir dünya değildi ve biz bu dünyadan aldığımız ilhamla söyledik şiirlerimizi. Aslında bizim kuşağımız gelenekle modernite arasında köprü bir kuşaktır. Biz bizden öncekilerle bizden sonrakiler arasında köprüyüz. Köprünün görevi birilerini bir yerden bir yere taşımak. Biz bu bağlamda geleneği modernizme taşıyan kuşağız. Hem geleneği hem mo-dernizmi yaşayan şanslı kuşağız…

Günümüzde geleneksel şiirin memelerinden emmeden modern şiir yazılabilir mi?Şahsen gelenekten beslenmeyen birinin modern şiir yazacağına inanmıyorum. Bir şair ne denli ge-

leneği özümsemişse o denli güçlü modern serbest şiir yazar. Attila İlhan, Turgut Uyar, Behçet Necatigil

Page 297: HECE TAŞLARI - Turuz

05O n 5 o c a k 2 0 1 8 He c e t a ş l a r ı 3 5 . s a y ı

gibi büyük şairler geleneği özümsemiş şairlerdir. Attila İlhan’ın divan edebiyatı kültürü oldukça güçlüdür. Geleneği modern serbest şiir içinde gizlemiştir.

Bir defa şiirdeki sesi, ritmi, ahengi yakalayabilmek için güçlü bir divan ve halk edebiyatı kültüründen beslenmek gerekir. Arif Nihat Asya’nın “Bayrak” şiirine bakınız. Serbest şiir olduğu halde güçlü bir ritmi, ahengi ve sesi vardır. Serbest şiirdir, okurken sanki hece şiiri okuyormuşsunuz gibi hissedersiniz. Arif Nihat bu gücü geleneksel şiirden almıştır. Bugünkü genç şairlerin, hatta kendi kuşağımı katarak söyleye-yim gelenekten beslenmeyen şairlerin geleceğe tek bir mısraı dahi kalmayacaktır. Yazılan serbest şiirlere bakıyorum kaba ve yavan geliyor. Ses yok, ahenk yok, ritim yok, daha önemlisi melâl yok! İlginç sözleri bir araya getirmeyi, aforizmal cümleler kullanmayı serbest şiir sanıyorlar ve ben yazdım oldu diyorlar. Bana göre geleneksel şiirden beslenmeyen tek mısra yarına kalmayacaktır.

Divan ve halk şiirini tanımadan günümüz “modern şiiri”ni yazarken karşılaştığımız engelleri nasıl aş-malıyız?

Biliyorsunuz dil canlı bir organizmadır her an değişiyor. Bugünün gençleri Necip Fazıl’ı, Tanpınar’ı Yahya Kemal’i anlamak için sözlük kullanıyor. Söz konusu Divan edebiyatı olunca bu daha da çetrefil bir hal alıyor. Kültürel arka planında divan edebiyatı ve halk edebiyatı olanlar için modern şiire geçmede bir sıkıntı yoktur. Örneğin ben divan edebiyatının sözlü olarak çok güçlü bir şekilde yaşandığı Urfa’da do-ğup büyüdüğüm ve ayrıca Arapça bildiğim için geleneksel edebiyattan modern edebiyatı geçişte pek bir sıkıntı yaşamadım. Çünkü Osmanlıca sözlü olarak kültürel arka planımda zaten vardı. Gençlere gelince bunlar için gerçekten gelenekten modernizme geçmek büyük bir sıkıntı. Bir defa yabancı dillerin bom-bardımanı altında bir hayat yaşıyorlar. Bu yüzden kendi kültür ve dilimizle aralarında müthiş bir uçurum var. Cumhuriyetin ilk yıllarında yayınlanan eserleri sadeleştiriyoruz. Ne acı değil mi? Bunlar birer engel. Dil ve kültür problemini halledenler böyle bir engelle karşılaşmıyorlar. Ancak modern şiirden başla-yanlarda sıkıntı oluşuyor. Çünkü günümüz gençlerinin modern şiiri değil, geleneksel şiiri anlamakta zorlanıyorlar. İngiltere’de Shakespeare yazıldığı dönemin diliyle yayınlanıyor ve her İngiliz vatandaşı onu orijinal dilinden okuyarak orta eğitimini bitiriyor. Bizde Fuzuli’yi, Nâbi’yi, Nedim’i, Ziya Paşa’yı yazıldığı dönemin diliyle okutmalıyız çocuklarımıza. Ancak o zaman köklü bir kültür ve güçlü bir modern şiir dili oluşturabiliriz…

Sözlü bir medeniyetin köşe taşlarını oluşturan şiir nasıl oldu da gönül ve ruh ikliminden uzaklaşarak içi boş kelime yığınlarıyla dolu sadece manası yazanın karnında saklı “şiir” şekline dönüştü?

Biraz önce yukarıda belirttiğim gibi “ben yazdım oldu” mantığıyla ortalıkta şair diye dolaşan zevatlar bulunmaktadır. Şiir trajik olandan, melalden, aşk ve acıdan beslenir. Meşhur bir söz vardır; “dert insanı söyletir” diye. Şiir yazan aynı zamanda dertleşen insandır. Halk muhayyilesinde şair demek âşık demek-tir. Âşık demek Fuzuli’nin o meşhur “Ya Rab belay-ı aşk ile kıl aşina beni/ itme bu aşk belasından cüda beni” dizesinde olduğu gibi belasıyla hemhal olan kişidir. Mecnun yani delidir, meczuptur… Aslında bu-radaki meczupluk delilik değil, aşkınlıktır, bir hal olayıdır. İlham dediğimiz şey, şairin fizik âlemden me-tafizik âleme geçmesidir. Trans yani aşkınlıktır. O aşkınlık içinde fiziki dünyadan soyutlanarak metafizik dünyada hissettiklerini şiire döker. Böylesine bir hal olayı, aşkınlık yaşamayan insandan şiir sudur etmez. Sizin de belirttiğiniz gibi yüreğinden, gönlünden değil, karnından konuşur. Karnından konuşan insanın yazdıkları da şiir olmaz. Ben kafama göre şiir yazarım, istediğim imgeyi, imajı, sembolü kullanırım ve bunun manası yalnızca bende saklıdır diyemez şair. Şiiri okuyan herkes orada geçen imgeden, imajdan, sembolden kendine göre bir şeyler çıkarabilmelidir. Kimsenin anlamadığı bir şiir, şiir değil hezeyandır. Tıpkı fırçayı tuvale gelişi güzel vurarak soyut sanat icra ettiğini söyleyen ressamlara benzerler. Okuyanın anlamadığı veya hiçbir şey hissetmediği bir şiir olamaz. Ne yazık ki günümüzde içi boş, ne söylediği an-laşılmayan yüzlerce şiir yayınlanıyor dergilerde. Ve bunların okuyucu nezdinde bir karşılığı yok. Dar bir çevre içinde okunup konuşuluyor o kadar…

Şiir bize neyi anlatır? Şiir insanı anlatır. Şiir Varoluş sancısıdır. Şiir aşktır, acıdır, yer yer de tebessümdür. Hiçbir zaman

kahkaha atmaz şiir. Şiir insana insanı, insanın ruhunun derinliklerini, dile getiremediği hislerini anlatır. Şiirin evrensel olmasının nedeni insanı muhatap almasıdır. Yunus’un Mevlana’nın, Fuzuli’nin şiirinin kalıcılığı yaratılışı yani insanı anlatmasıdır. “Bir ben var benden içerü” diyen Yunus’un yaşadığı dönemde

Page 298: HECE TAŞLARI - Turuz

06 He c e t a ş l a r ı 3 5 . s a y ı O n 5 o c a k 2 0 1 8

birçok şair vardı. Ama onlardan geriye yalnızca Yunus kaldı. Çünkü Yunus, insanı, varoluşu, yaratılışı dile getirmiştir. İnsanlık yaşadıkça Yunus yaşayacaktır, şiirleri hep söylenecektir…

Şiirde usta çırak ilişkisi var mıdır?Şiirde usta çırak ilişkisine inanlar vardır, ben onlara saygı duyuyorum ama kendim usta çırak ilişkisi-

ne inanmıyorum. Çünkü şiir tamamen bireysel bir sanattır. Usta çırak ilişkisini şiir nasıl yazılır bağlamın-da belli bir eğitim noktasında ele alıyorsanız diyeceğim yoktur. Edebiyat fakültesinde binlerce öğrenci yetiştiren, bir şairden daha çok şiir üzerine bilgiye sahiptir ama şiir yazamaz. Şiir yazabilmek için doğuş-tan şair olmak gerekir. Burada bir noktanın altını çizmek istiyorum. Bir genç şair usta bir şairin şiirlerini okuyarak ve ona özenerek şiir yazabilir. Hatta yazdıkları divan edebiyatındaki nazirelere de benzeyebilir. Fakat belli bir noktadan sonra kendi sesini kendi konusunu kendi şiirin yazmak zorundadır. Her genç şair bir veya birkaç usta şairin etkisinde kalabilir. Ama onu aşmadığı, kendi sesini yakalamadığı müd-detçe şair olamaz. Eğer bu tür okumaları usta çırak bağlamında değerlendiriyorsanız bir şey diyemem. Çünkü ben usta-çırak ilişkisine değil, genç şairin arayışına inanıyorum. Genç şair güçlü şairleri okur, bazılarının etkisinde kalır ama belli bir müddet sonra kaynağından çıkan su gibi kendi yatağını bulur. Şiir dilini, sesini oluşturur…

Şair kendi üslubunu nasıl oluşturur?Bir yazarı yazar eden üslubu olduğu gibi, bir şairi şair yapan şey de üslubudur. Örneğin Mehmet

Akif ’in, Yahya Kemal’in, Necip Fazıl’ın, Sezai Karakoç’un, İsmet Özel’in şiirlerini altında imzaları ol-masa dahi tanıyoruz. Çünkü kendilerini mahsus bir şiir dili, bir şiir sesi var. Hatta onların etkisinde bir şiir karşımıza çıktığında hemen bu şiirde Sezai Karakoç’un sesi, şu şiirde Yahya Kemal etkisi var diyoruz. Niçin? Üslup sahipleri olduğu için. Üslup sahibi olmayan bir şair vasat şairdir, geleceğe kalmaz. Bir şai-rin üslubunu oluşturması zaman içerisinde kendiliğinden oluşur. Bir şair beslendiği kaynakları ne denli içselleştirir ve ne denli onların etkisinden kurtulursa o denli özgün olur. Kendine has bir dil geliştirir.

Gelenekten habersiz geleceğe şiiri nasıl taşırız?Kâinatta Allah hariç hiç varlık öncesiz ve sonrasız değildir. Her varlık mutlaka bir yerlerden beslenir.

Ne ağaç köksüz, ne dal yapraksız olabilir. Gelenekten beslenmeyen şiir, köksüzdür, piçtir! Kendinden öncekileri okumadan şiir yazılamayacağı gibi, gelenekten beslenmeyen şiir de yazılamaz. Bu kimi şairde çok güçlü kiminde çok zayıf olabilir. Ama her halükarda şairin beslendiği bir meme vardır. Gelenekten kastımız binlerce yıllık şiir birikimi ise, bu birikim bugün bizi modern şiire götürmüştür. Türki devlet-lere şiir şölenine gittiğimizde, oradaki şairlerin büyük çoğunluğunun halen hamasi şiirler okuduğunu, konu olarak da vatan, millet, Sakarya edebiyatını aşamadıkları gördüm. Edebiyatları bizim cumhuriyetin ilk yıllarındaki milli ve hamasi edebiyatımıza benziyor. Biz gazeli zirveye ulaştırdık, halk edebiyatından beslenen büyük şairler çıkardık ancak bir iki şair hariç 1950’lerden sonra gerçek anlamda modern serbest şiirler yazabildik. Bu bir süreç işi. Belki I. ve II. Yeni şiiri içinde geleneği bulmak zordur ama unutulma-malıdır ki, I. Ve II. Yeni binlerce yıllık şiir tecrübemizin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Geleneği bazen farkında olmayarak modern şiire taşımız. Bazen Turgut Uyar, Behçet Necatiğil ve Attila İlhan gibi bilinçli olarak… Attila İlhan’ın şiirlerine bakarsanız geleneğin modern şiire nasıl taşındığını görürsünüz.

Modern şiir ya da günümüz şiiri deyince neyi anlıyoruz? Modern şiiri serbest ölçüde yazılmış şiir olarak görenler var. Oysa modern şiir yalnızca serbest ölçüy-

le tanımlanamaz. Örneğin Necip Fazıl’ın şiiri hece ölçüsüyle yazılmış modern şiirdir. Onun şiirin mo-dern yapan şiire soktuğu konulardır. İlk defa şiirde metafizik ürpertiyi, cinleri, hafakanları, bunalımları, yabancılaşmayı dile getirmiştir. Bütün bunlar modernleşme ile insanın karşı karşıya kaldığı sorunlardır. Bunu üstat şiirine taşımıştır. Necip Fazıl’ın şiiri modern şiir olduğu gibi Nazım Hikmet’in şiiri de modern şiirdir. O da hem serbest tarzı hem de ideolojiyi öne çıkararak şiirini oluşturmuştur. Dolayısıyla modern şiir bana göre daha çok işlediği konuyla modern şiirdir. Ölçülü veya ölçüsüz olması önemli değildir.

Edebiyat dergilerinde şiir “başrol oyuncusu” olarak önyazıdan hemen sonra “cam kenarı”nda yer al-masına rağmen neden şiir kitapları basılmıyor, basılsa da satmıyor. Şiir dergilerin ya da okurun “dolgu malzemesi”mi oldu?

Page 299: HECE TAŞLARI - Turuz

07O n 5 o c a k 2 0 1 8 He c e t a ş l a r ı 3 5 . s a y ı

Şiirin seyrini dünyanın gidişatından ayrı düşünemeyiz. Dünya yukarıda belirttiğim gibi dijital ve sa-nal bir çağa doğru gidiyor. Tarihi çağlara ayırdığımız gibi sanatı da çağlara ayırmak mümkündür. Sanatı çağlara ayırdığımızda şiir antik dönemlerden beri vardır ve öyle sanıyorum ki, sanatların en eskisidir. Zira bütün kutsal kitapların dili şiirseldir. Ortaçağ roman ve resim çağıdır. Henüz elektriğin olmadığı, insanların vakit öldürmek için meşgale aradığı bir dönemde roman ev kadınları başta olmak üzere en popüler sanattır. Bu dönemde bin beş yüz iki bin sahifelik romanlar yazılmıştır. Sonrasında tiyatroyu gö-rüyoruz. Tiyatro sinemanın icadına kadar en güçlü sanat dalıdır. Bugün tiyatro ilk dönemindeki popüla-ritesini yitirmiştir. Dar bir çevrede devam etmektedir. Sinema 20. Yüzyılın en güçlü en popüler sanatıdır. Tiyatroyu, romanı, resmi bitirmiştir. 21.yüzyıl internet çağı. Yani sanal bir çağ. Bu çağda insanlar yüz yüze görüşmüyor. Sanal ortamda birbirilerini takip ediyorlar. Böylesine bir dünyada şiirin yeri yoktur. Şiir kadının mahrem, aşkın kutsal sayıldığı dönemlerde karşılık bulmuştur. Kadının kolay olduğu, aşkın cinselliğe indirgendiği bir dünyada şiirin yeri olamaz. Çünkü şiirin dili gönülden kopup geldiği için ilahi bir dildir. Modern dünya kutsala savaş açtığından şiirin varlığını sürdürecek alan kalmamıştır. Dergiler-de yayınlanan şiirlere gelince onlar da dar bir çerçevede karşılık buluyor o kadar… Şiir kitapları basılmı-yor çünkü alıcısı yok. Şiir yalnızca dergilerde dolgu malzemesi değil, siyasilerin propagandalarında da doldu malzemesi olarak kullanılıyor.

Şiir kitaplarının da hikâye, deneme ve roman kitapları gibi çok okunması için özellikle Milli Eğitim Bakanlığının öncülüğünde edebiyat öğretmenlerinin öğrencilerine şiir ezberletmeleri ve şiir kitapları öner-meleri şiiri ve şiir kitaplarına açılan kapıyı aralar mı?

Taşıma su ile değirmen dönmez derler. Devlet eliyle şiir teşvik edilmez. Cemal Süreya’nın “şiir anaya-saya aykırıdır” diye bir sözü vardır. Şiir iktidarla uyuşmaz. Doğu ve batı klasiklerini milli eğitim mecburi kıldı, öğretmenler başta olmak üzere öğrenciler roman özetlerinden okuma yaptılar. Çocuklarda okuma ve edebiyat zevki oluşturmanın yolu öğretmenlerin okuma zevkinden, edebiyat sevgisinden geçiyor. Öğ-retmenlerin okumadığı, bir yerde öğrencilerin okuması beklenemez. Şiir ezberleyerek kaç kişi şair olmuş veya şiiri sevmiştir. Şiirin dili kutsaldır, gönülden çıkar gönüllere ulaşır. Şiir ezberletmek şiir kitaplarına kapı aralamaz…

Osmanlı Padişahlarının kahir ekseriyeti şiir ya da bir güzel sanatla ilgilendiğinden bir ince ruha sahip-tiler. Bundan dolayı içinde yaşamış olduğumuz yüzyıldan önce yaşamış şairler şiirleriyle hâlâ yaşamaya devam ediyorlar. Bu hususta gerek devleti yönetenler gerekse şehir eminlerine reçete olacak düşünceleriniz nelerdir?

İlginçtir Osmanlı padişahları iyi bir savaşçı olmalarına rağmen çok iyi şairdirler. Ömürleri at sırtında geçen, savaş meydanlarında kılıç parçalayan padişahlarımız arkalarında birer koca divan bırakmışlar ama bir savaş kitabı bırakmamışlardır. Bir ellerinde kılıç bir ellerinde kalem olan bu padişahlar bize ka-lemin kılıçtan daha keskin olduğunu söylemek istemişlerdir.

Şiir söyleyen padişahların gönül gözleri açık, sezgileri güçlü ve dilleri kucaklayıcıdır. Bu yüzden im-paratorluk kurmuşlardır. Bugün dahi iyi bir siyasetçi veya liderin iyi bir hatip olması gerekir. İyi hatip olmanın yolu da dili iyi kullanmaktan geçer. Sözcüklerle oynayamayan bir insan ne iyi bir şair olabilir ne de iyi bir hatip.

Devlet adamları, şehreminler sanat ve felsefeye ne denli önem verirlerse şehirleri ve ülkeleri o denli iyi yönetirler. Sanatsız ve felsefesiz iktidar olunmaz. Yavuz Sultan Selim Mısır’ı fethettiğinde, oradaki en iyi mimarları, mühendisleri, yazarları, sanatçıları, din adamlarını zorla başkent İstanbul’a getirmiştir. Getirdiği bu beyin göçüyle imparatorluğun en muhteşem yüzyılını oluşturmuştur.

Bugünkü medeniyet sancımızın nedeni bir futbolcunun bir müzisyenin desteklendiği kadar bir yazar ve sanatçının desteklenmesi gerekir ki, sanat ve düşüncede atılım yapabilelim.

Page 300: HECE TAŞLARI - Turuz

08 He c e t a ş l a r ı 3 5 . s a y ı O n 5 o c a k 2 0 1 8

O’NUN DOĞUMU On ikisiydi ayın Salı günüGitti kişioğlunun* kara dünü* Geldi doğdu anda* bir parlak güneş Benzemez kimse ona yoktur bir eş Bu gecede doğdu Tanrı elçisiBu gecede geldi acun* ölçüsü Bu gece indi yere yüz bin melekBu gece yüklendi kişi çok şelek* Âmine Hatun dedi ki ol geceOdamın damı açıldı gizlice Üç yeşil sancak göründü bir araÜçünü de diktiler ayrı yere Sançdılar* bir doğuya, bir batıyaOl biri* de Kabe’deki çatıya İki hatun kişi geldi odamaAnsızın olanlara kaldım taña* Dediler “Ey Âmine muştu* sana!” “Bilemedim muştuyu eydin* bana” Dediler kim: “Ey ne kutlu anasınEn büyük yalvaca* ana olasın” “Öyle bir yalvaca anasın ki senGelmemiş böyle bir elçi Tanrı’dan” Biri Meryem idi biri Âsiyeİşitince bilemedi, ne diye

Âmine kan ter içinde kaldı uş*İstedi bir kap ile su geldi kuş Kardan ak buzdan soğuk bir su idi“Dahı* tatlıymış şekerden bu” dedi İndi gökten ansızın bir kuş, uluSağ kanadıyla sığadı omzunu Uçtu gitti geldiği gibi göğeUş Muhammed doğdu olok* Mekke’ye Yahtu* doğdu odaya oğul değilGöremedi Âmine nerde oğul Bir koku geldi odaya öyle bilYeryüzü böyle koku kokmuş* değil Âmine Hatun koçunca* yavrusunAlamadan dahı yavru kokusun Eşi yok, benzeri yok kim söyleyeOl Muhammed döndü yüzün kıbleye Başını koydu yere durdu birazSonra açıp ellerin etti niyâz Ne bileydi şol sözü kim söyleyeYeni doğmuş anasından bir bebe Dedi ol bir keleci* kim şaşılırOl nasıl bir dil imiş kim şeşilir* Dedi: “Tanrı’m ümmetimi isterim”“Ben sana bundan daha yeğ ne derim?”

MEVLÜT*

Prof.Dr. Mehmet Fatih KÖKSAL

Page 301: HECE TAŞLARI - Turuz

09O n 5 o c a k 2 0 1 8 He c e t a ş l a r ı 3 5 . s a y ı

Baktı anası kesilmiş göbeğiSünnet etmişler, yıkanmış bebeği Anasından emmedi bir emdi oYoksula yol, kimsesize emdi* o Ol gece çekildi suyu Save’ninSöndü ateşleri Ateşkede’nin Kabe’de putlar kiçisi*, ulusuUn ufak oldu, yıkıldı kamusu* Tâk-ı Kisrâ ol gece baş aşağı Oldu yıkıldı tepesi, kuşağı Çok sağular sağdılar* ağladılarBütün albızlar* yürek dağladılar Ne güzel bir gecedir hey ol geceŞol karanu* göklere yıldız saça Ey Muhammed gitmedin ki bir yereDoğduğun dün güneş indi her yere Ol güneş oldukda bize kılavuzEğri yavuz* yollara sapmayavuz* Anlayan senin ile yoldaşlanırAnlamayan seni kuru söz sanır Hak Çalap ayırmasın bizden seniSeni bilenler bulur Tanrı’sını (MFK, 02.01.2015 Mevlid gecesi)

* Bu şiir klasik gelenek çerçevesinde yazıl-mış bir mevliddir. Süleyman Çelebi’nin Mev-lid’iyle aynı vezinde ve aynı nazım şekliyledir. Sadece “doğum” bölümünün bulunduğu 35 beyitlik bu manzumemi sabırla sonuna kadar okumanızı dilerim. Bu şiirin bir özelliği de Mekke, Kabe, Muhammed… gibi özel adlar dı-şında –birkaç istisna ile- bütünüyle Türkçe ke-limelerden oluşmasıdır. Yani Hz. Peygamber’in doğumunu anlatan bu şiirde Arapça Farsça kökenli kelimelere elden geldiğince yer verme-dim. Şiir içinde Türkçe olduğu hâlde bugün kullanımdan düşen kelimeler de var. Bunların yanına * işareti koydum ve şiir sonunda “Kıla-vuz” adı altında anlamlarını verdim.

Kılavuz:

Kişioğlu: insanoğlu; dün: gece; anda: o za-man; acun: dünya; şelek: yük; ol: o; sançmak: dikmek; taña kalmak: şaşırmak; ol biri: o biri, öbürü; muştu: müjde; eydin: söyleyin; kim: ki; yalvaç / yalavaç: peygamber; uş: işte; dahı: daha; olok: o zaman; yahtu: ışık, nur; kokmak: koklamak; koçmak: sarılmak, kucaklamak; keleci: söz, şeşilmek: çözülmek; kiçi: küçük; kamu: bütün, hep; sağu sağmak: ağıt söyle-mek; albız: şeytan; em: ilaç, deva; şol: şu, o; karanu: karanlık; oldukda: olduğunda; yavuz: kötü, fena; sapmayavuz: sapmayız.

Page 302: HECE TAŞLARI - Turuz

10 He c e t a ş l a r ı 3 5 . s a y ı O n 5 o c a k 2 0 1 8

(...) Durmuş BEYAZIT

Taştım katı hâldeHâlde insan yarımdır

Deseler maddeni eritNoksanlık maddemdedir

Çok çizgi çeker beniSınırlarım sendedir

Dağıt ölçümü vur yarımTüm uzak yakındadır

Taş taşı dese bir dağ Üstümde bir gökyüzü var

Varlığım yokluğa teşneGidip dönmemek düşüdür

GAZEL-İ MUSANNÂ Mustafa SADE

GAZEL - 1

Ey güzel; feryâd-ı âh sarmış gönül dünyâmı gör Zikrimin üstâdı âh, gel bitmeyen encâmı gör.

Defterim kir, hayrı sildin, hüsn-ü âmel kalmamışÂh yazar berbâd-ı kibrin neylemiş ukbâmı gör.

Kan döker hem gözlerim, hem can cehennem yurdudurOlmadım âbâdı bir gün âh gelip hülyâmı gör.

Düştü arştan, arza dön bak, gördüğüm tüm düşlerimÂh dilin imdâdı sendin şimdi sen gel gâmı gör.

Zehr içirdin bâdeden sen, âb-ı kevser sanmışım Bitti ömrün tâdı âh yâr ettiğin ikrâmı gör.

GAZEL - 2

Gör, gönül dünyâmı sarmış ey güzel feryâd-ı âh Bitmeyen encâmı gel gör zikrimin üstâdı âh.

Hüsn-ü âmel, hayrı sildin; kalmamış, kir defterimNeylemiş ukbâmı kibrin gör yazar berbâd-ı âh.

Hem cehennem yurdudur can hem döker kan gözlerim Gör gelip hülyâmı bir gün olmadım âbâdı, âh.

Gördüğüm tüm düşlerim, bak düştü arştan arza, dönGâmı sendin, sen dilin; gel şimdi gör imdâdı âh.

Âb-ı kevser sanmışım, sen zehr içirdin bâdedenEttiğin ikrâmı gör yâr, bitti ömrün tâdı âh.

Fâ‘ilâtün / Fâ‘ilâtün / Fâ‘ilâtün / Fâ‘ilün— • — — / — • — — / — • — — / — • —

Page 303: HECE TAŞLARI - Turuz

11O n 5 o c a k 2 0 1 8 He c e t a ş l a r ı 3 5 . s a y ı

GÜL Nurettin BÜYÜKBAŞ

o gül ki, kırmızı mı pembe mi tarif etgülü sevmekmiş meğer, bendeki marifet

ne olursa olsun muteber değildir renkgülü güzel koklamaktır, ondaki ahenk

dikenli bir gülü sevmişim ne zordurbendeki iç çekiş, sormaz mısın ne kordur

gül her dem bana nasılda çok naz eylerdiberiki tarafta, gününü gün eylerdi

o nazını alıp da çalsın bir yerinegülün hakkı konulmaktır zaten yerine

sabah hem akşamımı bu güle vermişimben hayatı böyle görür böyle bilmişim

BENİM Hızır İrfan ÖNDER (SÜKÛTÎ)

Çekmediğim acı kaldı mı bilmemAcıya kanmayan bu yürek benim!..Akar gözyaşlarım sel olur silmemGözleri korlaşan bu şafak benim!.. Her bayramda hüznüm niçin coşuyorNev-baharda dertler neden taşıyorZaman, mutluluğu niçin boşuyorBoynu bükük duran bu başak benim!.. Her şeyi yapmayı alırlar gözeYalanlar karışır artık her sözeYalancı baharı sunarlar bizeAçar-açmaz solan bu çiçek benim!.. Zalimler azıttı aman vermiyorGözleri kör olmuş zulmü görmüyorHâfızam almıyor, aklım ermiyorFeryat-figan eden bu çocuk benim!.. Geçecektir elbet geçecek edvârGün gelir yıkılır aşılmaz duvarHer güçlükten sonra bir kolaylık varUmudu doyuran bu azık benim!.. Sükûtî’yim, yaktı canımı gurbetİnletiyor beni gördüğüm zillet!Kardeş olunmadan olunmaz millet!Hasreti harlayan bu firak benim!..

Page 304: HECE TAŞLARI - Turuz

12 He c e t a ş l a r ı 3 5 . s a y ı O n 5 o c a k 2 0 1 8

GÜL Nurullah ULUTAŞ

kesik kesik başlarken gözümüzdeki sancı umutsuz bir akşamın karanlığıydı yollar kıvrılan yılan gibi yarıyorken dağlarıbir uzağa uzanan hançer gibiydi yollar…

güz yaprağı üstüne akmış türkü gözlerin karanfiller siler mi yağmurdan masalları bazen en dik yamaca yol açardı ellerin ölümcül bir aşk ile boğardı beni yollar…

mutluluk tabloları çizilmiş levhalarda imkânsız, söylenemez bir aşk yarası gizli bir dağ türküsü kadar, içli, aziz, sevgili koskoca bir dağ kadar, ağır sırtımda yollar..

acılar ırmağında büyüdük biz ikimiz mutluluk iksirini içmedik hiçbirimiz kaç gece beklemiştik umut yüklü yıllarıyıllara acıları ekleyip, sundu yollar…

ÇOCUKTA HERCAİ GÜLÜŞLER SAKLI

Mehmet ÖZDEMİR

Bir çocuk ağlarsa anne çaresizİnsanlık taş keser olmaz oralıHançere su verir göğün öfkesiSema parçalanır bulut yaralı

Bir çocuk severse kırmızı açarKaranlık bereli şehre itiraz.Göğün fısıltısı kulağa küpeYoksulluk rüyası dalında kiraz.

Bir çocuk üşürse kıştan soyunurÜrkek yüreğine giydirir yazıİkindi suları mavi bir zamanEritir buzları ruhun alazı

Bir çocuk sorarsa zulüm nereliTürkistanlı derim ya da IraklıSomurtsa yüzünün diğer yarısıÇocukta hercai gülüşler saklı

Page 305: HECE TAŞLARI - Turuz

13O n 5 o c a k 2 0 1 8 He c e t a ş l a r ı 3 5 . s a y ı

BİLEMEDİM KIYMETİNİ KADRİNİ VE ÂŞIK HÜSEYİN /üç

Dr. Halil ATILGAN

Daha önce kaleme aldığımız Üç Ünlü Türkü ve Âşık Hüseyin ile Gayrı Dayanamam Ben Bu Hasrete adlı türkülerin Erçeneli Âşık Hüseyin’e ait olduğunu, Acem Kızına bağlı olarak Gayrı dayanamam ben bu hasrete adlı türkünün yakılış hikâyesini önce yayınladığımız yazılarda anlatmıştık. Bu yazımızda da Âşık Hüseyin’in Acem Kızı’nın arkasından söylediği: Bilemedim kıymetini kadrini / Hata benim günah benim suç benim dizeleriyle başlayan türküyle ilgili tespitlerimizi değerlendireceğiz. Ancak bu değerlendirmeye geçmeden önce türkünün hangi şartlarda yakıldığını kısaca özetlemek istiyorum.

Adana’nın Ceyhan ilçesinde bir pavyonda başlayan Âşık Hüseyin ile Acem Kızı arasındaki gönül bağı imkânsızlıklar nedeniyle bir türlü mutlu sona ulaşmaz. Engeller artarak devam eder. Günlerden bir gün Acem Kızı’nın Ceyhan’dan Adana’ya gitmesi ise engellere bir engel daha katar.

Acem Kızının Adana’ya gittiğini öğrenen Hüseyin yollara düşer. Az gider uz gider. Yayan yapıldak varır Adana’ya. Fakat ne acı ki Acem Kızı’nın olduğu yere bir türlü yaklaşamaz. Ona ulaşmak için uzun zaman Adana kahvelerinde saz çalıp türkü söyler. Sonunda bir fırsatını bulur Acem Kızı’na ulaşır. Acem Kızı, Âşık Hüseyin’den kendisini kaçırmasını ister. Hüseyin kaçırsa ki nereye götürecek, hem fakir, üstelik evli. Onun için oyalamaya başlar. O sırada Maraş beylerinden biri Adana’ya gelir, Acem Kızı’nın güzel-liğini, şanını, şöhretini duyar. Çalıştığı tiyaturaya1 gider. Acem Kızı ile tanışır, onu pavyon hayatından kurtarıp hanım yapacağını söyler. Acem Kızı da o hayattan bıktığı için Maraş beyinin teklifini kabul eder. Âşık Hüseyin’den de artık ümidini kesmiştir. Maraş beyi tiyatura sahibine bolca para verip Acem Kızı’nı götürür. Âşık Hüseyin tiyaturaya gelir ki ne görsün, Acem Kızı gitmiş. Bunun üzerine alır sazı eline vurur teline: Bilemedim kıymetini kadrini / Hata benim günah benim suç benim dizesiyle başlayan türküsünü irticalen dört kıta olarak söyler. Fakat boşuna… Artık tavşan yamaca çoktan geçmiştir.

Acem Kızı Maraşlı beyle birlikte gider, ev hanımı olur, çoluk çocuğa karışır. Daha sonra Acem Kı-zı’nın çocuklarından biri Maraşlı hemşehrileri tarafından devletin önemli bir makamına getirilir. Âşık Hüseyin de bu hasrete dayanamaz, karısının ve çocuklarının yanına döner. Çevreden utandığı için ka-rısını ve çocuklarını alır, evini yükletir, Afşin’in Erçene köyüne, elinin, aşiretinin içine döner. Erçeneli Hüseyin memleketine göçtükten sonra 1945 yılında da vefat eder.

İşte: Bilemedim kıymetini kadrini / Hata benim günah benim suç benim türküsünün yakılma hikâyesi böyle. Neşet Ertaş’ın bozlak formunda okuduğu, ünlendirdiği bu türkünün, piyasada, MESAM da söz ve müziği Neşet Ertaş adına kayıtlı. Piyasadaki sözleri beş dörtlük, son iki dörtlükte içerikler aynı. Garip mahlasıyla tapşırması da son dörtlükte. O dörtlük şöyle:

“Sana karşı benim bir sözüm yokturHaklısın sevdiğim kararın haktırGarib’m derdimin dermanı yokturHata benim günah benim suç benim”

Bilindiği gibi Neşet Ertaş şiirlerinde “Garip” mahlasıyla tapşırır. Yukarıdaki dörtlüğün üçüncü dize-sinde bu uygulamayı yerine getirmiş. Şiire de imzasını atmış. Bu açıklamadan sonra Neşet Ertaş ve Âşık Hüseyin adına kayıtlı sözlere bakalım.

Neşet Ertaş adına kayıtlı sözler: Âşık Hüseyin adına kayıtlı sözler: 1 1Bilemedim kıymetini kadrini Bilemedim kıymetini kadrini Hata benim günah benim suç benim Hata benim günah benim suç benim Elim ile içtim derdin zehrini Eliminen içtim aşkın zehrini Hata benim günah benim suç benim Hata benim günah benim suç benim

1. O dönemde pavyon –bar– saz gibi eğlence yerlerinin genel adı.

Page 306: HECE TAŞLARI - Turuz

14 He c e t a ş l a r ı 3 5 . s a y ı O n 5 o c a k 2 0 1 8

2 2Bir günden bir güne sormadım seni Körümüş gözlerim görmedim önü Körümüş gözlerim görmedim seni Boşuna yormuşum eyvah ben beni Boşa Mecnun eylemişim ben beni Bilirim göremem bir daha seni Hata benim günah benim suç benim Hata benim günah benim suç benim 3 3Bilirim suçluyum kendi özümden Kader aramıza çekti bir perde Gel desen gelirdim senin izinden Yoksulluk düşürdü çaresiz derde Her ne çekti isen benim yüzümden Affetmem kendimi ulu mahşerde Hata benim günah benim suç benim Hata benim günah benim suç benim 4 4Bilirim sevdiğim kusurun yoktur Hüseyin’i yandırdın yâr ataşlara Sana karşı benim hayalim çoktur Daha sürme çekme kalem kaşlara Haklısın sevdiğim kararın haktır Vursam da başımı taştan taşlara Hata benim günah benim suç benim Hata benim günah benim suç benim 5 Sana karşı benim bir sözüm yoktur Haklısın sevdiğim kararın haktır Garip’in derdinin dermanı yoktur Hata benim günah benim suç benim

Yukarıda karşılıklı olarak verdiğimiz sözler incelendiğinde: Neşet Ertaş adına kayıtlı sözlerin ilk dört-lüğü ile Âşık Hüseyin adına kayıtlı ilk dörtlüğün sözleri aynı. Bire bir örtüşüyor. Neşet adına kayıtlı söz-lerin 4. ve 5. dörtlüğü daha önce de söylediğimiz gibi içerik olarak aynı2 . Farklı olan 3. ve 4. dörtlükler. Neşet Ertaş okuduğu türkünün ikinci dörtlüğünün ilk dizesinde: Bir günden bir güne sormadım seni, Âşık Hüseyin aynı dizede: Körümüş gözlerim görmedim önü. İkinci dize de, Neşet Ertaş: Körümüş gözle-rim görmedim seni, Âşık Hüseyin: Boşuna yormuşum eyvah ben beni. Neşet Ertaş 3. dizede: Boşa Mecnun eylemişim ben beni, Âşık Hüseyin: Bilirim göremem bir daha seni dedikten sonra Hata benim günah suç benim döner ayaklı dize ile dörtlük tamamlanıyor.

Neşet Ertaş ile Âşık Hüseyin’e ait yukarıda verdiğimiz ikinci dörtlüğün dizeleri birbiriyle karşılaştı-rılırsa Neşet Ertaş ustalıkla sözlerin bire bir örtüşmesini engellemek için güzel bir ustalık göstermiş. Kü-çük değişiklikler yaparak temayı muhafaza etmiş, ikinci dörtlüğün Âşık Hüseyin’in dörtlüğünden farklı olması için olanca gayret göstermesine rağmen istenilen ölçüde başarılı olamamıştır. Zira ikinci dörtlük-lerdeki dizeler incelendiğinde dizeler arasında olağan üstü bir farklığın olmadığı görülecektir. Türkünün Âşık Hüseyin tarafından Acem Kızı’nın arkasından söylendiği düşünülürse Neşet Ertaş’ın birinci ve ikin-ci dörtlüklerindeki bu benzeyişler oldukça dikkat çekici…

Biz bu benzeyişten hareketle farklılıkları ortaya koymak için tespit ettiğimiz sözlerin tamamını kar-şılıklı olarak yukarıda kayda geçtik. İncelenirse dörtlükler arasındaki fark açıkça görülecektir. Mesele dörtlükler arasındaki fark, Âşık Hüseyin ile Neşet Ertaş tapşırması değil. Sözlerin kime ait olduğudur. Bizim iz sürerek tespitlerimize göre; sözler Erçeneli Âşık Hüseyin’in Acem Kızı’nın arkasından söylediği dörtlüklerdir.

Daha önce bahsettiğimiz gibi Acem Kızı’nın arkasından önce Gayrı dayanamam ben hasrete sonra da: Bilemedim kıymetini kadrini / Hata benim günah benim suç benim türküsünü söyler. Adı geçen her iki türkünün sözlerinin genel bir değerlendirilmesi yapılırsa sözlerin birbirini müthiş bir şekilde tamamla-dığı görülür. Yani türkülerin yakılış hadisesinin birbiriyle ilintili olduğu hemen hissedilir.

Daha önceki yazımızda anlattığımız3 Acem Kızı hikâyesindeki dramatik olay göz önüne getirilirse, sözlerin yaşanan hadiseyle doğru orantılı ve müthiş bir bütünleşme içinde olduğu çok açıktır.

Her kim bu hadiseyi yaşamış olsa Acem Kızı’nın arkasından böyle olmasa da buna yakın dörtlüklerle duygularını dile getirir.2 Neşet Ertaş adına kayıtlı sözlerin 4. ve 5. dörtlüğü içerik olarak aynı. Fakat Neşet Ertaş her nedense beşinci dörtlükte tapşırmış. Niye? Nedenini düşünmek gerek.3 Halil Atılgan, Üç Ünlü Türkü ve Âşık Hüseyin.

Page 307: HECE TAŞLARI - Turuz

15O n 5 o c a k 2 0 1 8 He c e t a ş l a r ı 3 5 . s a y ı

Sonuç: Türkü: TRT repertuvarına girmemiş. MESAM (Müzik Eserleri Sahipleri Meslek Birliği) ka-yıtlarında uzun hava Hata benim adıyla Neşet Ertaş adına kayıtlı. Son dörtlükte Garip mahlasıyla tapşı-rarak sözlere de sahip çıkıyor. Tıpkı Acem Kızı’nın sözlerine sahip çıkıp Avrupa kurban olsun karakaşına diye başlayan dörtlüğü bara gelen bayana söylediği gibi4 bunu da Leyla’ya söylemiş oluyor.

Acem Kızı hikâyesinin 1935 -1945 yılları arasında yaşandığını, türkünün de o yıllarda söylendiği bilinmektedir. Diğer türkülerin ortaya çıkışı da Acem Kızı’yla ilgilidir. Acem Kızı olmasaydı; Gayri daya-namam ben bu hasrete / Bilemedim kıymetini kadrini adlı türküler söylenmeyecekti. Türkünün söylendiği dönemle Neşet Ertaş’ın yaşadığı zaman arasında önemli bir fark var. Türkü 1935–1945 yılları arasında söylendiyse: Neşet Ertaş’ın doğduğu yılı düşünmek gerek. Ertaş’ın doğduğu yıl 1938. Kısaca türkü söylen-diğinde Neşet Ertaş sabi sübyan. Akıl baliğ bile değil. Pekiyi: O zaman bu türküyü Neşet Ertaş ne zaman, nerede, nasıl söyledi.

Daha önce: Bilemedim kıymetini kadrini / Hata benim günah benim suç benim türküsüyle ilgili dü-şüncelerimizi söylemiş, Âşık Hüseyin’in Acem Kızı’nın arkasından söylediği türkülerden biri olduğunu ifade etmiştik. Araştırmalarımız sonucunda Neşet Ertaş’ın adı geçen türküyü hangi şartlarda söylediği-nin hikâyesine ulaştık. Uydurulan hikâye ile türkünün Neşet Ertaş’a nasıl mal edildiğine de şahit olduk. Hikâye Dilek Üğüden5 tarafından kaleme alınmış. Şimdi kaynaklarda konuyla ilgili tespitlerimize baka-lım. Hikâye şöyle: “Neşet Ertaş, Leyla’ya gönül verir. Babası buna şiddetle karşı çıkar. Ve oğluna ‘evladım’ redifli türküsünü söyler6 :

Temiz ruhlu saf kalplisin şöhretsinHakkın vardır evlenmeye evladımMevlâ’m sana yapanları kahretsinAslı bozuk alma dedim evladım

Dokunsalar nazif tene kir gelirBizden önce ceddimize ar gelirKöle olmak şanımıza zor gelirAslı bozuk alma dedim evladım

Babasının Leyla’ya ‘aslı bozuk’ demesi, Neşet Ertaş’ı inanılmaz yaralar. O da babasına ‘ana’ ile cevap verir:

Ulu arıyorsan analar uluSevmişiz biz onu olmuşuz kuluAnalar insandır biz insanoğluAslı bozuk deme gel şu insana

Aşkı kimden aldın sevgiyi kimdenAslı bozuk deme gel şu insanaSoracak olursan eğer ki bendenAslı bozuk deme gel şu insana

Yazımızı felek yazdı Mevlâ’dan değilSenin dediklerin evladan değilHer hata suç bende Leylâ’dan değilAslı bozuk deme gel şu insana

Muharrem Ertaş oğlunun bu ‘ulu ana’ göndermesine boyun eğer ve şöyle der:

4 Halil Atılgan Acem Kızına Dörtlükleri Kim Dedi. Erciyes Dergisi S. 438, s. 1, Haziran 2014. 5 Kaynak http://listelist.com/neset-ertas-turkusunun-hikâyesi.6 http://listelist.com/neset-ertas-turkusunun-hikâyesi

Page 308: HECE TAŞLARI - Turuz

16 He c e t a ş l a r ı 3 5 . s a y ı O n 5 o c a k 2 0 1 8

Küsmedim Neşet’im kahrettim sanaBaban değil miydim sormadın banaOlan olmuş yavrum ne deyim sanaSen aklını yitirmişin evladım

Neşet Ertaş babasının isteksizliğine rağmen Leyla ile evlenir. Ancak bir süre sonra ayrılırlar. Bu iki bü-yük sanatçı (aynı zamanda da baba-oğul) arasındaki şiirsel atışma, bu ayrılıktan sonra da sürer. Neşet, Leyla’ya hatanın kendisinde olduğunu, nedamet duyduğunu söyler: Arkasından o ünlü türküyü havalan-dırır. Bilemedim kıymetini kadrini / Hata benim günah benim suç benim / Eliminen içtim derdin zehrini / Hata benim günah benim suç benim diyerek türküyle nedamet duygularını anlatır.”

İşte: Hata benim günah benim suç benim türküsünün ortaya çıkmasına sebep budur. Neşet Ertaş’ın Leyla ile arasındaki yaşanan olaya hikâye yamanmıştır.

Neşet Ertaş’la Leyla arasındaki hikâye doğrudur. Babası Muharrem Ertaş, Leyla ile evlenmesine karşı çıkar. Aslı bozuk evladım alma diyerek duygusunu türküyle dile getirir. Sonuçta Muharrem Usta’nın attığı taş yerini bulmaz. Neşet, Leyla ile evlenir. Bu hadise baba ile oğlun arasını açar. Uzun müddet ko-nuşmazlar.

Acem Kızı’yla Âşık Hüseyin’in, Neşet Ertaş’la Leyla’nın yaşadıkları olay birbiriyle aynı. Fakat türkü-nün Âşık Hüseyin’in tarafından çok önce söylendiği bir gerçek. Bu gerçek düşünülürse türküyü Neşet Er-taş’ın söylemediği ortaya çıkar. Kısaca türkü Âşık Hüseyin tarafından söylenmiş. Neşet, Garip tapşırma-sıyla türküye sahip çıkmış. Tespitimize göre türkünün sözlerinde bazı değişikler yaparak kendisine mal etmiş. Yaşadığı Leyla hadisesiyle sözlerin bütünleşmesini düşünmüş. Nitekim düşüncesinde de başarılı olmuştur. Zira sözler yaşanan hadiseyle çok ilintilidir. Uzun lafın kısası Neşet Ertaş Erçeneli Hüseyin’in Acem Kızı’nın arkasından söylediği Bilemedim kıymetini kadrini / Hata benim günah benim suç benim dizeleriyle başlayan sözleri yaşadığı hadiseyle özdeşleştirerek haksız yere türküye sahip çıkmıştır.

Bilindiği gibi o yıllarda eser sahiplerine gösterilen hassasiyet yok denecek kadar azdı. Ali’nin külahının Veli’ye, Veli’nin külahının Ali’ye giydirildiği dönem. Telif

hakları yasası yok. Sanatçılar yaptığı eserlere sahip çıkamıyor. Bir kör dövüşü anlayışı ile sanatçı kısa zamanda adını halka duyurmaya çalışıyor. İşte onlardan biri de Neşet Ertaş. O: Köprüden geçti gelin / Mühür gözlüm seni elden / Seher vakti çaldım yârin kapısını / Zahidim / Ne güzel yaratmış seni yaradan plâklarıyla sesini dalga dalga Anadolu’ya duyurdu. Ankara Radyosunda Yunus Karaca7 vasıtasıyla Emin Aldemir ile tanışması Ankara Radyosunda mahalli sanatçı sıfatıyla bantlar yapmasını sağladı. Yaptığı bantlar ününe ün kattı. Aranan sanatçılar arasında yerini aldı. Ünlü olması okuduğu eserlerin bazılarının sözlerine de sahip çıkmasına vesile oldu. Seher vakti çaldım yârin kapısını. Söz Sivas’ın Şarkışla ilçesinin Kılıççı köyünden Âşık Agâhi’ye. Çırpınıp da şan ovaya çıkınca. Kahramanmaraş’ın Elbistan ilçesinin Erçene köyünden Âşık Hüseyin’e.8 Kova kova indirdiler yazıya - Âşık Kerem’e / Ahu gözlerini sevdiğim dilber – Karacaoğlan’a / Zahide ise Kırşehir’in Çiçekdağı ilçesinin Ortahacıahmetli köyünden Arap Mus-tafa’ya ait olmasına rağmen Neşet Ertaş sahiplendi. Yani Neşet Ertaş bu tür sahiplenmelerde şaibeli. Böyle olduğu düşünüldüğünde bu türküye de sahip çıkmıştır diyor, söze son noktayı koyuyorum.

Sonuç ne olursa olsun Âşık Hüseyin’in adı geçen türküleri insanlık var oldukça yaşayacak, öne çıkan önemli eserler arasında yerini alan, söyleyenleri mest eden özelliklere sahip türküler olarak varlığını koruyacaktır. Kısaca Âşık Hüseyin: Acem Kızı / Gayrı dayanamam ben bu hasrete / Bilemedim kıymetini kadrini gibi güzel türküleri repertuvarımıza kazandıran adsız kahramanlardan biri. Bu çalışmayla adsız kahraman Âşık Hüseyin’in Bilemedim kıymetini kadrini / Hata benim günah benim suç benim adlı tür-küsünü değerlendirerek hakkı hak sahibine teslim etmeye çalıştık. Bu tespitimizin aksi ispat edilinceye kadar adı geçen türkünün sahibi Âşık Hüseyin’dir. Zira şimdiye kadar adı hiç duyulmayan Âşık Hüseyin önce söylediğimiz gibi gerçekten isimsiz bir kahraman. Kimsesiz oluşu, kabuğunu kıramayışı, hayat şart-ları adının geniş halk kitlelerine duyulmasını engellemiş. Söylediği Acem Kızı türküsünün çok ünlenme-sine rağmen Âşık Hüseyin adının ilk defa duyulması büyük bir talihsizlik… Bizim tespitlerimizden sonra inşallah bu talihsizlik zinciri kırılır. Âşık Hüseyin, adı geçen türküleriyle varlığını korur, biz de böylece haklının hakkını hak sahibine teslim etmiş oluruz. 7 Yunus Karaca o yıllarda Ankara Radyosunda bağlama sanatçısı olarak görev yapıyor.8 İrfan Can, Çukurova’dan Dünyaya Kadirli. Mart 2006, S. 19. s. 64.

Page 309: HECE TAŞLARI - Turuz

17O n 5 o c a k 2 0 1 8 He c e t a ş l a r ı 3 5 . s a y ı

İKİ ŞİİR Faig BALABEYLİ

BAĞIŞLA BENİ…Uzak bir adada tek kalsan eğerBaşının üstünde uçsa martılarEtrafı yosunlu çopur bir kayaYorgun vücudunun olsa dayağıGözlerin dikilip çok uzaklaraYüzen bir geminin fikrini etseKendini, yüzünü sürüp kumlaraSenden uzaklara hayalin gitseSesine ses veren bulunmayıncaBaşının üstünde uçan martılarUçup uzaklardan geri dönmese

Bağışla suları tuzlu denizeKaya gövdesinde akşama kadar Yatan yarasaya bağışla beniDenizin yüzüne kız saçı gibiDağılan yosuna bağışla beniSeni gözlerimden ırak koymayanYakına, uzağa bağışla beni…

Hece şiirinin mısrası gibiSana peşi sıra gelen dalgalarAyağın altından kum tanesiniKendiyle alıp ta giden dalgalarYakana sığınan hafif yel gibiYenide geriye gelirse, de senNe için geriye dönmürsün pekiİçimin, çölümün kini ne varsaYıkamak isterim, sık gözleriniIslat gözyaşınla - yağışla beni.

BİR KİMSE BİLMEDİGeldim uzak bir seferdenGeldim, bir kimse bilmediYüreğimdeki ağrıyaGüldüm, bir kimse bilmedi.

Bağrım başı param parçaDe kimde var ağrı buncaGözlerimi yaş oluncaSildim, bir kimse bilmedi.

Gözü siyah bulak üsteDe sözünü varak üste.Ondan ötrü ayak üsteÖldüm, bir kimse bilmedi....

İKİ ŞİİR Ümit Bayram YALÇIN

ŞEYH GALİP

Kalpteki her ateşten onun haberi vardıHer zerresi aşk olan dergâhta yeri vardıGözlerinden akarken gönlün rahmet pınarıYağmuru sustururdu, gözyaşının suları

Bir ikindi rengiyle inci sözler düzerdiAşkın deryalarını boydan boya yüzerdiGönlündeki ateşle sevdayı anlatırdıTalip olan ruhlara incelik damlatırdı

Şiir iklimlerinde baharları saklıydıAşka bigâne olan buraya yasaklıydıHer zerresi aşk olan dergâhtan bade içtiHâsılı bu cihandan bir de Şeyh Galip geçti

YUNUS EMRE

Bir rüya ahenginde tebessümleri vardıBütün her şeye ağyar, Sade Rabb’ine yardıYaradılanı Yaradan’ı için severdiGönül Kabetullah’tır, sakın yıkmayın derdi

Dergâhı kalbindeki aşk ile ısıtırdıDilindeki her kelam Allah’ı anlatırdıHep kuşlarla konuşur, güllerle söyleşirdiBağlarda bostanlarda bülbülle eğleşirdi

Şeyhinin meclisinde erenlerden olmuştuŞiir bahçesine gül derenlerden olmuştuBallar balını bulup kovanı yağma ettiBir garip Yunus idi, gül bahçesine gitti

Page 310: HECE TAŞLARI - Turuz

18 He c e t a ş l a r ı 3 5 . s a y ı O n 5 o c a k 2 0 1 8

GÖZLERİN

Birkan AKYÜZ

Bir çift siyah inci samanyolundaUfkuma dağılan duman gözlerinGonca bir gül gibi açmış dalındaDuruşu derdime derman gözlerin

Öptüm, okşadım da naza sığmadıİçimde tutuşan köze sığmadıKelama nakşettim söze sığmadıYazılan en uzun roman gözlerin

Sevda çekenlerin dinmeyen yaşıÇaresiz dertlerin ilacı, aşıDara düşenlerin yol arkadaşıBelki Hızır belki Lokman gözlerin

İlahi kadehle olmuş idim mestVahdet şarabına ikrarımız jestBela zamanında Rabbime elestEttiğimiz ahdü peyman gözlerin

Sarrafın elinde narin bir mihenkYaralı kalplerde süveydaya denkGönül tellerinde yorulan ahenkİnleyen bir nota, keman gözlerin

Mecnunlar adını andığı zamanDillerde bir nida: el aman amanAşka darağacı, cellâda urganKatlime yazılmış ferman gözlerin

GÜLBAHAR İlker GÜLBAHAR

Ağır sıklet sevdada her yıl birinci benimYedi yirmi dört hasret taşıyorum GülbaharKalbinin devrimine tutsak düştü bedenimSen sürgülü hücrede yaşıyorum Gülbahar

Sesini duymadığım andan rengi sökmüşsünCanımın ortasına aşk kurşunu sıkmışsınSensizlik kuyusuna tonlarca buz dökmüşsünKan revan içindeyim, üşüyorum Gülbahar

“Artık seni düşünmek yetmiyor bil” deyince“Yüz fotoğrafın bir sen etmiyor gel” deyince“Sevene külfet olmaz dikenli yol” deyinceHer doğan günle sana koşuyorum Gülbahar

Görünce gözlerini gönlüm huzur buluyorCanımın taş duvarı savunmasız kalıyorGör işte sen deyişin bak nasıl hırpalıyorUmarsızca omzuna düşüyorum Gülbahar

Yediveren yangını vuslatın adı bileYerle yeksan edildi yüreğin kodu bileKırk dört yılın dermansız kalmış kanadı ileGeçilmez dağlarını aşıyorum Gülbahar

Zannetme ki bilerek açıyorum arayıZaman alacak belki, aşkın kervansarayıBirlikte kazdığımız her bir derin yarayıİyileşmesin diye kaşıyorum Gülbahar

Sağlam kökler üstünde bu sancının ağacıMeyvesiyle düşecek hissemize her acıYakalamaksa amaç aşk gövdeli miracıAteşinde harlanıp pişiyorum Gülbahar

Page 311: HECE TAŞLARI - Turuz

19O n 5 o c a k 2 0 1 8 He c e t a ş l a r ı 3 5 . s a y ı

BURASI VATANDI Elmeddin METLEB

Bura vatandı, oğlum, Bura yad ocak değil! Burda insan hayatı Oyun-oyuncak değil.

Bura vatandı, oğlum, Kan ocağı değil ki! Burda insan şeytanın Oyuncağı değil ki.

Burda hemvatanlarınSene dayaktı, oğlum. Burda şah kanun değil, Kanunlar haktı, oğlum...

Bunlar yalanmış, babam, neden aldattın beni? Çocuk düşüncelerim köklendi yalan üste! Büyüyüp memleketi paramparçadı gördüm, Sahtekarlar kurduğu yüz sahta plan üste!

Mutlu imiş dünyaya öyle ölü doğulan, Sanırdım ki, dünyada ne var, azattı, hürdü. Ele inandırdı ki, nenem beni masalla, Masalların sonunda üç elma bekliyordum.

Büyüyüp yalanları seçe bildim doğrudan, Düzü düz görenlerin yeri mehbesti , bildim! Hırsızlık helal imiş oğrulara oğrudan, Rehbere yaltaklanan hürmetli kesdi, bildim!...

Yalan dedin, neyinse, nelerinse hatrına, Gelecek talehimin hatrına yalan dedin! Ama sevinirem ki, yaltaqlık öğretmedin, Ama sevinirem ki, korkaqlık öğretmedin!…

Fikrim yoktu neyiseBerli-bezekli deyim. Senin dedikleriniBen de deyim yavrumaBir azca farklı deyim;

Bura Vatandi, oğlum, Bura yad ocak değil. Öyle bilme taleyinOyun-oyuncak değil.

Bura Vatandi, oğlum, Başıbelalı vatan! Her kederden haberdar, Her derdden hali vatan!

Burda düz deyenlereYer azdı, benim oğlum!Burda derin gördüyünDayazdı , benim oğlum!

Burda açıla bilmirMüemmalar, ve sırlar. Hasta ayak yerineSağlam ayak kesirler.

Bura vatandı, oğlum, Her bucakta bir tele. Şere plan qurmağaHer gün-yeni marhele!

Burda şerden havayı Nese yoktu, gül balam! Yalandı iyileriDersem yoktu, gül balam.

Düz danış, düzü danış, Dilinden assalar da! Seni mutlu olmağaDaim yubatsalar da!

Öğreş ikiüzlülükÇoğalan memlekete! Yahşısından yamanı Çok olan memlekete!

Ağacı öz içindenYeyen kurda da öğreş! Öz gözünün yaşındaBatan yurda da öğreş!

Öğreş, benim azizim, Öğreş her çetinliye! Sonra bana deme ki, Bana demedin niye?!

Page 312: HECE TAŞLARI - Turuz

20 He c e t a ş l a r ı 3 5 . s a y ı O n 5 o c a k 2 0 1 8

NÂBÎ’NİN HAYATI VE İLMÎ KİŞİLİĞİ

Halil SUNKUR

Hikemî şiirin divan edebiyatındaki en önemli temsilcisi olarak kabul edilen Nâbi’nin doğumunu kaynaklar, Şanlıurfa’da 1642 yılında gerçekleştiğini kabul etmektedir. Gerçek adının “Yusuf ” oldu-ğunu, ancak bunula birlikte daha çok “Nâbî” mahlasıyla tanınıp temayüz ettiği aktarılmaktadır. Ta-rihi kaynaklar onun ilmi yönden yüksek mertebelere ulaşmış, Gaffarzâde veya Karakapıcılar ailesine mensup olduğunu belirtmektedir. Aynı şekilde, Nâbî de Hayriyye’sinin baş tarafında oğluna, ataları-nın ilim sayesinde yüksek mertebelere ulaştıklarını ve nesebinin ünlü olduğunu belirtmektedir.

Çocukluk ve gençlik yıllarını Şanlıurfa’da geçirmiştir. Hayatının bu devrelerinde iyi bir tahsil al-dığı belirtilmektedir. Arapça ve Farsçayı da iyi bir derecede bildiği anlaşılmaktadır. Bir rivayete göre gençken intisap ettiği Şeyh Yakup adındaki, şeyhinin teşvikiyle veya Şanlıurfa’da arzuhalcilikle uğ-raştığı esnada bir mutasarrıfın dikkatini çektiği ve bu şekilde onun İstanbul’a gitmesi için onu teşvik ettiği rivayet edilmektedir.

İstanbul’a ilk gittiği esnada aradığını bulamadığı, ancak daha sonra, Sultan IV. Mehmed’in musâ-hibi Damad Mustafa Paşa ile tanıştığı ve onun ölümüne kadar (1098/1687) süren bu dostluk sayesin-de oldukça rahat bir hayata kavuştuğu öğrenilmektedir. Musahibin ikinci vezirlik payesine erişmesi neticesinde Nâbî’yi de kâtibi olarak tayin ettiği bu durum neticesinde Nâbî’nin de dönemin şairlerin-den biri olan Nâilî gibi tanınmaya ve şiirlerinin başta ilim çevreleri olmak üzere hassaten zamanın şuarâsı tarafından takdir edilmeye başladığı anlaşılmaktadır. IV. Mehmed’in yakın çevresine girdiği bu dönemde Musâhib Mustafa Paşa’nın maiyetinde Lehistan seferine katıldı ve Kamaniçe’nin fethi üzerine iki tarih düşürdü. Bunlardan biri kale kapısına da işlenmiştir. Padişahın Edirne’de bulunduğu 1086 (1675) yılında şehzadeler için düzenlenen ihtişamlı sünnet düğününe katılan Nâbî on beş gün devam eden bu şenlikleri Sûrnâme’sinde âdeta bir belge niteliğinde anlatır.

Kaynaklar onun, daha sonra hac farizesini eda etmek için (1678-79) padişahtan izin aldığı ve bu durum neticesinde zamanın Mısır Valisi Abdurrahman Abdi Paşa’ya bu konuda bir de ferman yaz-dığı, olumlu netice alması neticesinde, himaye ettiklerinden biri olup sonradan sadrazamlığa kadar yükselen Râmi Mehmed’yi de yanına alarak Urfa yoluyla Medîne-i Münevvere’ye varınca Nâbî’nin, “Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı Hudâ’dır bu” mısraıyla başlayan ünlü na’t-gazelini bu esnada kaleme aldığı kabul edilmektedir. Şairin bu hac yolculuğu esnasında Tuhfetü’l-Haremeyn adlı bir eser kaleme aldığı ve İstanbul’a dönüşüyle birlikte Mustafa Paşa’nın Kethüdalığına yükseltildiği be-lirtilmektedir.

Nâbî’nin daha sonra kendi arzusuyla kethüdalıktan ayrıldığı, bu görevinden ayrıldıktan sonra, “dostun vefasızlığı” mahiyetinde, çevresine sitemle dolu olan “Kasîde-i Azliyye”yi yazdığı belirtil-mektedir. Mustafa paşa Kaptan-ı Deryalıkla saraydan uzaklaştırıldığında da, Nabî onunla birlikte giderek, 1687 yılında ölümüne kadar onunla birlikte Boğazhisar’da (Seddülbahir) kaldığı belirtil-mektedir. Mustafa Paşa’nın vefatından sonra Halep’e yerleşmiştir. Halep’te evlenip devletin kendisine sağladığı maaşla tahsis edilen mâlikânede rahat bir hayat yaşadığı belirtilmektedir.

Kaynaklar Oğullarından, Ebülhayr Mehmed Çelebi ve Mehmed Emin’in Halep’te dünyaya geldi-ğini belirttikten sonra, tahta oturan padişah II. Mustafa ve (1703), III. Ahmed’e birer cülûs kasidesi kaleme alıp yolladığı belirtmektedir. Halep’te ikamet ettiği esnada, orada bulunan devlet erkânına ve yörenin önde gelen Hacı Ali Paşa, Amcazâde Hüseyin Paşa, Daltaban Mustafa Paşa gibi şahsiyetlere çeşitli kesideler yazdığı ve bu dönemde oğullarından Ebulhayr’a yazdığı ifade edilen “Hayriye”sini yazdığı belirtilmektedir.

Çorlulu Ali Paşa sadârete getirilmesiyle birlikte Nâbî’nin mâlikânesi elinden alınmış ve aylığı kesilmişse de bu durumun uzun sürmediği, bununla birlikte şâirin, “Bâğ-ı dehrin hem hazânın hem bahârın görmüşüz” mısraı ile başlayan gazelini de bu günlerde yazdığı söylenmektedir.

Page 313: HECE TAŞLARI - Turuz

21O n 5 o c a k 2 0 1 8 He c e t a ş l a r ı 3 5 . s a y ı

Halep valisi Baltacı Mehmed Paşa ikinci defa sadrazamlığa getirilince tekrar İstanbul’a gitmiş, giderken de yanında Nâbî’yi de götürmüştür. Bu vesileyle Nâbî’nin yazdığı methiye İstanbul’da ilim çevrelerince bihayli kabul görmüştür. Nâbî, bu son İstanbul devresinde özellikle şiir ve kültür çev-relerince zamanın şeyhü’ş-şuarâsı olarak kabul edilmiş, büyük bir takdir ve hayranlık görmüştür. Nitekim Sâbit ve Seyyid Vehbî gibi çağın önemli şairleri Nâbî’nin İstanbul’a gelişini memnuniyetle karşılamışlardır.

Nâbî’nin devrinin önde gelen şairleri olan Seyyid Vehbî, Nedîm ve Mustafa Sâmi Bey isimlerle olan muşâereleri bu dönemde meydana geldiği belirtilmektedir. Onun 1712 senesinin baharında hastalandığı ve bunun neticesinde farsça bir tarih kitabesi yazdığı ve yazdığı bu kitabenin onun ölüm tarihine delâlet ettiği gerekçesiyle, bu durum şairin bazı çevrelerce ermiş olabileceği kanaatini uyan-dırmasına sebep olmuştur.

Şâir 13 Nisan 1712 tarihinde hayata gözlerini yumdu. Üsküdar’da Karacaahmet Mezarlığı’nda Miskinler Tekkesi sofasına defnedildi. “Zelîhâ-yı cihandan çekti dâmen Yûsuf-ı Nâbî” ve “Gitti Nâbî Efendi cennete dek” mısraları onun ölümüne düşürülmüş tarihlerdendir.

Kaynaklar, onun zeki, tatlı dilli, hoş sohbet, kadirşinas, güzel konuşan ve şiire kazandırdığı hikemî üslupla kendisinden sıkça söz ettirmeyi başarmış bir şiir ustası kabul etmektedir. Divan edebiyatının sırf ağdalı ve sanat için sanatın etkisinden sıyrılarak, anlamı ön planda tutan, manzumelerinde hem düşünen hem düşünmeye sevkeden ifadelere sahip bulunduğundan Türk şiirindeki hikemî tarzın en mühim temsilcisi olarak kabul edilmiştir. Şiirlerinde sosyal meselelere parmak bastığı ve bu sorunla-ra birtakım çözüm önerileri sunduğu yapılan incelemeler neticesinde tespit edilmiştir. Ayrıca şairin musikiyle hemhal olduğu bu itibarla da rehâvi makamında bir gazel bestelediği ifade dilmektedir. Nâbî’nin şiire kazandırmış olduğu hikemi tarzdaki üslup neticesinde daha sonra şiir çevrelerinde Nâbî Okulu diye adlandırılan hikemi şiir okulunun doğmasına zemin hazırlamıştır.

Eserleri:A-) Manzum eserleri.1. Divan2. Dîvânçe3. Hayriyye4. Tercüme-i Hadîs-i Erbaîn5. Hayrâbâd

B-) Mensur Eserler1. Tuhfetü’l-Haremeyn2. Münşeât3. Fetihnâme-i Kamaniçe4. Zeyl-i Siyer-i Veysî

Page 314: HECE TAŞLARI - Turuz

22 He c e t a ş l a r ı 3 5 . s a y ı O n 5 o c a k 2 0 1 8

ÇAKMA ÂŞIKLAR Sabahattin KARADAŞ

Haberiniz var mı gerçek âşıklarÇakmalar, sazını pula sattılarHelâl mirasına haram doğrayıpİkbâl çorbasına, kula sattılar.

Reyhânî görseydi haliniz sizinİcâzet vermezdi yok size izinTellerin koparır her iki sazınDerdi ki, Divan’ı çula sattılar.

Nerde kete, çörek girişti bunlarTerekte kıyma var erişti bunlarMenfaat uğruna yarıştı bunlarBazen sağa, bazen sola sattılarSolu sağa, sağı sola sattılar.

Rağbet etmiyorlar hakkı yazanaMethiye düzerler zalim düzeneEğri koyup doğru tartan mizânaDarayı saklayıp hile sattılar

Ne yavuz, ne sağlam çürüktür bunlarFitne ateşine körüktür bunlarYağtaşır Yolu’nda yürüktür bunlarVicdanı bir parmak bala sattılar

Tezgâhta sermaye bile kalmadıYalanız koyacak file kalmadıMilletin çektiği çile kalmadıMâzîyi, âtîyi hâl’e sattılarAhlâkı nesepsiz döle sattılar

Ey Hakkakul, olup bitene bakma!Ezilse de mazlum ciğerin yakma!Dostum Özden der ki; “Kafayı Takma”Temiz nehri, kirli göle sattılar

YENİK DÜŞTÜM Mustafa KURBANOĞLU

Elli yılı devreyledim zamana yenik düştümFırsatlarım elden kaçtı imkâna yenik düştümGünümüzde kâr edenler hep zulüm edenlermişBir kez zalim olamadım vicdana yenik düştüm

Çok uğraştım denk olmadı ayağım başım benimAnlamadım dünya için nedir telaşım benimBir yılda dört mevsim olur bitmedi kışım benimYüreğimde kasırga var tufana yenik düştüm

Kurbanoğlu bulduğumu olmayanla bölüştümŞükür dedim sabır ettim her zorluğa alıştımBu âlem de tek rakibim nefsim ile yarıştım Her fırsatta pes ettirdi ben bana yenik düştüm

Page 315: HECE TAŞLARI - Turuz

23O n 5 o c a k 2 0 1 8 He c e t a ş l a r ı 3 5 . s a y ı

VAR-OLUR (ATIŞMA)

Mehmet GÖZÜKARA-İsmail Kutlu ÖZALP

Gözükara:Bu meydanda çok atıştımİçinde mercanda vardıEğri doğruyu tartıştımBardakla fincanda vardı

Kutlu:Bu meydan aşkın meydanıİncisi mercanı olur.Dost olup dostunu tanıİkinin bir canı olur.

Gözükara:Coşa gelir yürekleriSıralanır dilekleriTurşu kurdum kelekleriZayıfla şişmanda vardı

Kutlu:Bulup her sözde uyarıTurşuya verdim ayarıLahanası ve hıyarıBirde patlıcanı olur.

Gözükara:Kılıç kınından çıkmalıYiğit küffarı yıkmalıAteş yakanı yakmalıAt ile meydanda vardı

Kutlu:Yay gerilir ok atılırAç oturur tok atılırSöz ya az ya çok atılırYanılsa pişmanı olur.

Gözükara:Göz ucuyla bakıyorsunBülbül gibi şakıyorsunSöz okunu sıkıyorsunSen gibi düşmanda vardı

Kutlu:Kaç mana var bir bakıştaPişiren pişer yakıştaSonu gelmez bu akıştaDostu hem düşmanı olur.

Gözükara:Işık yayar hikmetli sözDıştan içe köprüdür gözAşk burcunda damladır özİlahi fermanda vardı

Kutlu:Kişinin dıştadır özüBaktığını görür gözüEhl-i hikmetin her sözüBir derdin dermanı olur.

Gözükara:Bahar geldi gül açıldıBülbül öttü dil açıldıYol bağlandı yol açıldıBezirgân kervanda vardı

Kutlu:Bülbül bağrı kan içindeDevir döner an içindeCanlar vardır can içindeDönenin hüsranı olur.

Gözükara:Çok âşık düşmüştür buraEn son sensin bahtı karaBayram eder GözükaraKutluca kurbanda vardır

Kutlu:Budur aşkın bilmecesiFiraktır vuslat gecesiBayram gele, gör nicesiKutlu’nun kurbanı olur.

Page 316: HECE TAŞLARI - Turuz

24 He c e t a ş l a r ı 3 5 . s a y ı O n 5 o c a k 2 0 1 8

SESSİZLİĞİ YIRTILAN GÜNLERE DERKENAR

Yasin MORTAŞ -ikiz mısralar-

1.

güne kin süzen güruh kim mi söylerim her gün ağlarsınız

şehre cüruf döken şer kim mi hatırlatırım ağlarsınız

2.

od içeni söyleyeyim mi maskesine maske takanlar

kav kaynar suyu dökeyim mi haşlansın utanmaz suratlar

3.

şehit hıçkırığı annem mi ah/ öz yanar/ gözden taşarmış

tene sığmayan kemiğim mi ruha çivi gibi batarmış

4.

yâr/ kalemi yakan elim mi yazamadım şol acılardan

yağmursuz akan sellerim mi yoruldum susuz çağlamaktan

5.

şah atımı dehleyeyim mi nalları çıngılar sıçratsın

garp /dizğinini çekeyim mi çocuklar başını çıkartsın

6.

anne ins dersen geleyim mi uzasın yağmurlar ukbaya

ıslı günleri sereyim mi kurusun/ toplasın komşu da

7.

yırtılan gün sessizliği mi vakti yamayın dedim size

acıyla sürmeli yârim mi çağ kömürleşti dedim size

Rabb’im/buz tutan yürekler mi lütfet/ çözülsün merhamete

Page 317: HECE TAŞLARI - Turuz

aylık şiir dergisi

On5şubat2018

HECE TAŞLARI

elektronik haberleşme adresi [email protected]

36

Page 318: HECE TAŞLARI - Turuz

HECE TAŞLARI Aylık Şiir Dergisi Yayın Yönetmeni Tayyib Atmaca Kapak Fotoğrafı Yasin Mortaş Tasarım Adem Konan Yazışma Haydar Bey Mh. 32077 Sk. Armada 2 D 6 Onikişubat K.MARAŞ 0535 391 92 50 [email protected]

36. Sayı 15 Şubat 2018 ISSN 2149-4509. (e-dergi)

Ali Kemal MUTLU / Cumali Ünaldı HASANNEBİOĞLU / Ahmet EFE / Ferqane MEHDİYEVA / Ali Rıza KAŞIKÇI / Ahmet DOĞRU /

Mehmet Atilla MARAŞ / Metin MERT / Kadir ALTUN / Erol KOCA / Lütfü KILIÇ / Mehmet PEKTAŞ / Qeşem İSABEYLİ / Köksal CENGİZ (Niyazkâr) /

Rukiyye AYDIN / Fatih KANDEMİR / Özcan GÜLÇİN / Tayyib ATMACA / Ahmet YALÇINKAYA

KURU GÜRÜLTÜ

B U S AY I DA

Herkes kendi mağrasına çekilmiş, çıkmaya korkuyor insan içine, otobüste tramvayda vapurda, yanımıza bir başkası otursa, elimize telefonu alırız, uzaktaki sanal dostlarımızla, koyu bir sohbete kapı açarız, ağzımız kıpırdar sesimiz çıkmaz, yanımızda karşımızda kim varsa, varlığından habersize yatarız, kendi kendimize gülücük atıp, ara sıra kikir kikir güleriz, nasıl olsa bir dışardan bakan yok, bedeviyim bedevisin bedevi.

Toprağa basmayız göğe bakmayız, lakin yıldızlarla yatıp kalkarız, her gecemiz bir diziye ipotek, her günümüz bir yarına borçlanır, hastalığımızı sosyal medyada, paylaşırız dostlar tık-lasın diye, kendi sözlerimiz görsellerimiz, kes kopyala yapıştır ve devam et, önce bir besmele bir de salavat, arkasında bayrak zinciri yapıp, yattığımız yerden söz roketini, atarız düştüğü yere bakmayız, konuşuruz başkasının ağzıyla.

İnsan arazimiz çoraklaştıkça, soframızda çoğalıyor kuş sütü, nefis terazimiz doğru tart-mıyor, içi boşalıyor vicdanımızın, bazen kellesini koltuğa alıp, bir yiğit çıkıyor meydan inliyor, kanımızda bir kıpırtı oluyor, hem alın hem gönül teri dökmeden, ezan susmaz bayrak inmez diyerek, kuru gürültüden öte geçmeyiz, ismet abi bir el salla ordaysan, toparlandık gitmiyoruz tamam da, herkes kese attırıyor hamamda.

Çizdiğim bu tablo çok mu karamsar, dam başında yetişir mi pırasa, gece uyur gündüz uçar yarasa, balıklar da çıkar mıydı terasa, ilhama gerek yok hasretin var ya, kim kimle dolaşır kim kime parya, işlene işlene söz demir oldu, sûkutsa bakıra döndü dönecek, aklımızla ara-mızda sınır yok, bu lale devrinin edebiyatı, suya ve sabuna dokunmaz deyip, bol soslu imgesel cümleciklerle, yemlenmez aç kalır ilham kuşları.

Tayyib ATMACA

Page 319: HECE TAŞLARI - Turuz

03O n 5 ş u b a t 2 0 1 8 He c e t a ş l a r ı 3 6 . s a y ı

AKAR GAZELİ Ali Kemal MUTLU

Leblerinden meygedem hep âb akar şarâb akarGözlerinden dem be dem ey hâb akar serâb akar

Saçların zencîr- i leylâ kaşların râh-ı gurbetKirpiğin yıldız misâli ay yüzünden tâb akar

Süt müdür ten-i vücudun koy bebek görsün heleGamzelerin mâha dönse gerdanın mehtâb akar

Öyle bir zevk ehlisin ki süs yaraşır mı sanaZiynetin zaten o siman nakkaşa hicâb akar

Gel seninle göz göze hem diz dize meşk edelimSeyredenler hoşnut olsun manzarı sevâb akar

Sanadır bundan teveccüh aklımız mest her zamanGönlümüz var nasbımız yok vaslımız harâb akar

Âhu gözlüm âhım oldun koyverip gittin medetÇünkü ardın sıra dilden neyleyem azâb akar

Baktığın andan beridir şarkımız tüm âfitâbGarbımızdan düştün arşım sankidir şahâb akar

Kov Ali’m gitsin giden dert ehl-i aşktansa KemâlUğra bak Mecnun gibi sahrâya bir cevâb akar

( Fâ’ ilâtün/ Fâ’ ilâtün/ Fâ’ ilâtün/ Fâ’ ilün )

Page 320: HECE TAŞLARI - Turuz

04 He c e t a ş l a r ı 3 6 . s a y ı O n 5 ş u b a t 2 0 1 8

ŞİİR ÜZERİNE KONUŞMALAR -12-ARDAHAN ÜNİVERSİTESİ KONUŞMASI*

Cumali Ünaldı HASANNEBİOĞLU

GİRİŞ:Neden bileşkelerine ayıracağız “şiir”i ve “aşk”ı? Bir bilimsel makale gibi, analiz ve sentezini yapabilmek için mi?Üzerinde ne kadar çok düşünürsek düşünelim, “şiir” ve “aşk” gibi iki kavramı, bileşenlerine ayırmak

mümkün görünmüyor. Kaldı ki, hangisi diğerinin öncülü veya kim kimin ardılı, onu da bilmek mümkün değil. Bunun gibi,

nasıl ki aşkı ve şiiri parçalamak mümkün değildir; o halde “bütün aşklar” ve “bütün şiirler”i de aynı bi-çimde ortak paranteze almak hayli zor.

Neden? Aşk da şiir gibi, hem sonsuza kadar tek, biricik ve bireysel; hem de ortak paydaya gelebilir nitelikte

değil.

1. ŞİİRİN HAYAT HİKÂYESİ:Şiirin “başköşede/ köşebaşı/ köşetaşı” olduğu “bizim coğrafyamız”da ve “bizim zamanlarımız”da; şii-

rin ve aşkın bütün evreleri, yüzyıldan yıllara hep birlikte süzülerek gelmektedir.Nasıl mı?Kendi kişisel şiir tarihimden yola çıkarak, bizim şiir tarihimizi kavramak gibi bir kolaylığa başvu-

ralım, isterseniz. Şiire alan açmamızın, aşkın da yerini kendiliğinden belirleyeceğinin bilincinde olarak söylemeliyiz:

Şiir aşktır, aşk şiirdir…12-13 yaşımda ilgi duydum şiire, ‘60’lı yılların başında kendiliğinden ve ortasında belki biraz daha

bilinçli ama çok daha istekli olarak... Bir şiir çırağı ve iyi bir şiir okuyucusu olarak her zaman korudum bu dikkati. O günün şartlarında,

seçkinci olmam mümkün değildi, ama ben, bulabildiğim tüm şiirleri, yine de seçerek okudum. 14 yaşımda, lisede öğrenciydim. Yunus ve Fuzûlî okuyarak başladım. Hem de ne okuma… Ali Nihat

Tarlan’ın Fuzûlî divanını, sıra arkadaşımın (İlk Kıbrıs çıkartmasında şehid oldu tank astgm. Feyzullah Taşkınsoy. Girne’de yatıyor. Mezarının başında dua ederken, o zaman çok küçük olan kızım, hüznümün yoğunluğuna bakarak, “Baba, bu senin baban mıydı?” dedi), edebiyat öğretmeni olan yengesinden gizlice alıp, bana getirmesiyle ve kısa sürede geri götürme mecburiyetinden dolayı, çok kısa zamanda bir deftere yazmak ve bütün divanı ezberlemek zorunda kalarak okudum. İyi ki, böyle bir mecburiyetten dolayı, o büyük ustayı hem erken, hem de çok okudum ve iyi ki, bir şiir çırağı olarak, Fuzûlî divanını, ezberleme kastı olmaksızın kendiliğimden ezberledim. Sonra, sürekli okuduğum, geniş bir yelpazeyi kapsayan çe-şitlilikte ve artık şiirlerimi de yayınlayan aylık edebiyat dergilerinde, hem günümüz şiirinin içinde bu-lundum, hem de geriye doğru, edebiyatımızın temel taşlarını okuyup anlama, bu yolu açmak için anahtar kelimelere sahip olma imkânını buldum 16 yaşından itibaren.

Üniversiteyi Erzurum’da okudum, ‘60’lı yılların sonuna doğru...Bunun bana neler sağladığını, şimdi daha iyi anlıyorum. Posoflu Müdamî’den, Çıldırlı Âşık Şenlik’e, Yusufelili Huzurî’den, Narmanlı Sümmanî’ye, Ardanuçlu

âşık Efkârî’ye, Erzurumlu İbrahim Hakkı’dan Alvarlı Efe’ye kadar yakın geçmişte yaşamış bu bölgedeki şair/âşıkların şiirlerinden; belki herkesten biraz daha derin, biraz daha çok ve biraz daha önce haberdar oldum. Bu da, şiirimin altyapısındaki bu topraklara olan aidiyetin, çok erken bir zamanda önemli bir kısmının, çok sağlam bir biçimde oluşmasını sağladı.

Yüzyüze görüştüklerim, dinlediklerim de oldu. Lisedeyken, Davut Sularî’yi, Mahzunî’yi dinledim, konuştum, Malatya’da. Erzurum’da, Üniversite’de,

bizim öğrencilik dönemimizde hizmetli olan Behçet Mahirî gibi bir ustayı, Reyhanî’yi tanıdım.Bu işin bir yanı.

Page 321: HECE TAŞLARI - Turuz

05O n 5 ş u b a t 2 0 1 8 He c e t a ş l a r ı 3 6 . s a y ı

Diğer taraftan, lisans öğrenimimde tarım tahsili yapıyor olmama rağmen, Erzurum’da üniversite, tarım öğrenimi açısından olduğu gibi, edebiyat açısından tam bir hazineydi ve ben bu hazinenin tam göbeğine düşmüştüm. Üstad diyebileceğimiz hocalar dönemine yetiştim, ayrıca, daha sonraları üstad sa-yılanların da asistanlık veya doktora dönemlerini gördüm. Bunların hepsi ile de konuştuk, tanıştık, belki tartıştık; kendi şahsımda, edebiyat üzerine ciddi bir yapılanmanın temelini oluşturduk.

Kimler mi?Mehmet Kaplan henüz ayrılmıştı Erzurum’dan. Orhan Okay’dan, Kaya Bilgegil’e, Ahmet Bican Ercelasun’dan, Saim Sakaoğlu’na, Harun Tolasa’ya ka-

dar nice isimler Erzurum’daydı...Orhan Türkdoğan, Afşar Timuçin, İonna Kuçuradi gibi her kesimin nitelikli ve saygın hocaları da o

günlerde Erzurum’daydı.Mustafa Kutlu, Nevzat Şeker, Şükrü Şamdan, Bekir Soysal, Ahmet Ali Garipkafkaslı ve daha birçok

değerli arkadaşım da öğrenciliğimin yol dostlarıydı…Halk edebiyatı, ya da divan edebiyatı, eski Türk edebiyatı, yeni Türk edebiyatı ayırt etmeksizin; Türk

dili ve edebiyatının en girift meselelerini konuşma imkanı, anlama şansı, analiz/sentez bilimselliği edin-meye çalıştık.

Bu arada Ali Nihat Tarlan’dan, Arnold Toynbee’ye kadar çeşitli disiplinlerde, önemli ve farklı düşünce-leri olan birçok bilim adamını da, konferanslar yoluyla dinleme ve tanıma imkânı bulduk.

Koskoca bir divan edebiyatını ve bu toprakların hikmetini yansıtan halk edebiyatını, böylesine güçlü kaynaklardan -öğrenmek demeyeceğim, özümsemek daha uygun- özümsemek, bence, hayatı boyunca kendini şiirin ve Türkçe’nin çırağı sayan bir adam için çok önemlidir; eşi bulunmaz bir şans ve imkândır.

Geleneğe dayalı şiir tezimi, bir Batılı’ya, ama gelenekçi bir Batılı’ya, T.S. Eliot’a ait bir ‘düşünce küme’si ile bitirmek istiyorum:

+ Hiçbir ozanın, hiçbir sanatçının tek başına hiçbir anlamı yoktur. Onun anlamı, değerlendirilmesi, ölmüş ozan ve sanatçılarla olan bağının değerlendirilmesidir.

+ Tarih duygusu, geçmişin geçmişliğinden başka, şimdiliğinin de kavranmasını gerektirir.+ Şimdi ile geçmiş arasındaki ayrım, bilinçli şimdinin, geçmişin kendi kendisinden olamayacağı kadar,

geçmişten haberli olmasıdır.

2. BİZİM ŞİİR İMPARATORLUĞUMUZ/ GELENEĞİMİZ:Bütün bunları şunun için anlatıyorum: İster yerel, ister ulusal, isterse evrensel ölçütleri uygulayın; en iyiler, mutlaka, geçmişteki en iyilerin

üzerine bina edilir. Ya da nice yaşlanırsa yaşlansın, bin yıllık zeytinlerin taze şıvgınları, yeni cığaları da, o bin yılın kalite-

sini, değerini aynı güzellikte ortaya koymaktadır; bin yıllık gövde üzerinde de olsa.Bununla neyi söylemek istiyorum? Şunu: İsterseniz yukarıda bir kısmının adını andığım bu yörenin âşıklarının en iyilerini baz olarak alın.

Annenizin ninnilerinden ne kadar çok şeyin tadını bulacaksınız dimağınızdaki o saklı, o gizli hazinede. Ya da Fuzûlî’den Kadı Burhaneddin’e, Necati Bey’den Ali Şir Nevaî’ye, Şeyhülislam Yahya’dan Şeyh

Galib’e kadar tamamının adını anmaya kalksak, çok zaman gerekecek bu şiir cevahirlerinin yüreğinize üflediği seslerin, hayatınızın toplamı içerisinde dorukları oluşturduğunu fark edeceksiniz, yine aynı söz ve ses hazinelerinde.

Emrem Yunus’u, Niyazî-i Mısrî’yi, Pir Sultan Abdal’ı, Köroğlu’nu, Dadaloğlu’nu; Türkçeyi o altın kalıp-lara döküp, kelimeyi ve sözü ince ince işleyen ustaların, ses hünkârlığını fermanlayan şiirlere, türkülere geçerken, yüreğinizde bir yerlerin sızısını hep hissedeceksiniz.

Ben, aşk ile ilişkilendireceğim şiirden, sadece bunu anlıyorum. Yani, bu dilde söylenmiş sözlerin en dorukdakilerini…

Şiirden, ancak bunu anlamalıyız.Zamanımız şiirini de, dünyaya, Türkçe bir nefes olarak ancak bu kalitede, bu kıvamda söylemeli,

duyurmalıyız.Küçücük bir şey eklememe izin verin. Geçmişte, bu ülkenin yönetileni de, yöneteni de şiir ile hemhâl

Page 322: HECE TAŞLARI - Turuz

06 He c e t a ş l a r ı 3 6 . s a y ı O n 5 ş u b a t 2 0 1 8

olmuştur. Nasıl ki, ahalinin, her sınıfından şairler varsa, yönetenlerin de; padişahtan ulema ve ümeraya, askerden yargı adamına kadar her sınıftan, “her dem taze” şairler vardır.

Şair padişahlar, şair vezirler, şiirle ilân edilen savaşlar, şiirin kapı açtığı barışlar… Ya da gündelik ha-yatın bir parçası olarak inceldikçe incelen söz uygarlığı… Halkta da karşılığı olan bu söz medeniyetinin, ustalığının ve inceliğinin hayatın her alanında kendini ortaya koyuşu…

Bu nedenle bu dilin, yani Türkçenin şiiri, bu zamana kadar, kendi çağdaşlarına, mesela başka kültür-lerin teneke şiirlerine oranla, altın şiirlerdir, cevahir şiirlerdir…

Sadece divan edebiyatı değil, sadece halk edebiyatı değil; devletlerarası mektuplardan, en ücra köy-deki çocuk ninnisine kadar her şey, halkın, yılların etkisiyle artık gelenekselleşmiş DNA’larına uyarak, soylu bir yol çizer kendine.

Öyle bir şiir medeniyeti ki; eşkiyası da iyi şair, ona karşı savaşan paşası da… Birbiriyle savaşan iki padişah, bu medeniyetin iki iyi şairi; Yavuz Sultan Selim de iyi şair, Şah İsmail

(Hatayî) de iyi şair.Şair padişah Hüseyin Baykara’ya vezirlik yapan şair Ali Şir Nevaî, ne güzel ifade etmiş, “Hiç ordum

olmadığı halde, sadece divanımı göndererek ülkeler fethettim” diyerek.Şiirin büyük gücü budur.Ben, şiir derken, sadece bunu kastediyorum.

3. KIRILMA NOKTASI, GEÇMİŞTEN KOPUK VE GELECEKSİZ:Günümüze dönelim, ama ihtiyatla, ama endişeyle, ama –belki de – hayıflanarak…Şiirin aşkla ilişkisi nedir, ya da nasıl olmalıdır?Hepimizin çok iyi bildiği bir şeyi tekrar edeyim: Bizim toplumumuzda, günümüzde, insanımızın

yüzde yüzü, hayatının belli bir döneminde, şu veya bu şekilde mutlaka şairdir. Bu şiiri de, kendine göre yaşadığı, hayatının nirengi noktası olarak vasfeylediği, kendi gerçeği içinde ulaşılmaz ve büyük diye dü-şündüğü aşka, o büyük travmaya borçludur.

Kendini âşık, bunun uzantısı olarak da şair zanneder. Ayrıntılarından hiç haberdar olmadığı şiir me-deniyetini hiç bilmeksizin, ne yazık ki, söylediklerini, yazdıklarını şiir zannetmektedir. Öyle olunca da, bütün hayatı boyunca şiirle münasebeti, o küçük travma müddetince, bir anlık, yok denecek kadar ve kendincedir.

Derinliksiz ve yüzeyseldir…Öyle olmasaydı, bunca şairi olduğu söylenen bir ülkede, şiirin değeri bu kadar olur muydu?Basılan şiir kitaplarının satışından, şiir programlarının dinleyici sayısına kadar sayısal konumuna

bakarak diyebiliriz bunu…Yazılı/sesli/ görüntülü medyada şiirin yersizliğine bakarak da diyebiliriz… Var olanların yüzeyselliği-

ni dillendirerek de diyebiliriz…Belki hiçbirisi de değil, belki hepsi.Tarihi geçmişine bakarak, bugün, şiire toplumun yoğunlaşması, ne yazık ki, azdan da azdır.Bunu nereden anlıyoruz? Tekrar tekrar, altını çizerek, kayda geçirmeliyiz ki, şiirin derdi bu ülkede

şunlardır;Şiir kitaplarının çok az okunmasından değil sadece, “yazılı/ sesli/ görüntülü” medyada da şiire ve-

rilen değersiz konumun, çok açık bir biçimde orta yerde durmasından da anlıyoruz bu çok acı veren durumu…

Bu konunun sadece medyadaki konumu değil üzücü olan. Türkiye’de gelmiş geçmiş tüm hükümet programlarının kültür ile münasebetinin soyutluğu ve soğukluğu, özel olarak şiire, genel olarak sanata olan ilgisizliği, ölçülü mesafesi, üzücüdür.

Bu toplumun içerisinden oluşan üniversiteler ve STK’lar için de aynı şeyler söylenebilir.Bir şiir kitabının 1000 bastığı ve bunun da bin yılda ancak satıldığı ironisiyle bir Türkiye’yi konuşu-

yoruz. Olayın tek sorumlusunu Kültür Bakanlığı olarak görmek, haksızlık olur. Üniversiteler, basın yayın organları, şu veya bu, hiç kimsenin bu seviyeyi tek başına belirleme gücü yoktur.

Kültür politikalarını halk belirliyor. Neyi, ne kadar istiyorsa, onu, o kadar buluyor.

Page 323: HECE TAŞLARI - Turuz

07O n 5 ş u b a t 2 0 1 8 He c e t a ş l a r ı 3 6 . s a y ı

Adını saydığım kurumların, belki de bu çıtanın yükseltilmesinde, geniş halk kitleleri üzerinde, öncü bir fonksiyonu olmalı.

Halkın taleplerinin, siyaset kurumundan beklediklerinin, daha çok süzülmesi, incelmesi, değerli kı-lınması gereklidir. Bunu da sözünü ettiğim kurumların parça parça, bir kısmını yapmaya güçleri vardır. O kısım, taleplerdeki seviyenin yükseltilmesiyle sınırlıdır ancak. Bu ülkede şiirin nasıl zengin, değerli ve yüce bir yeri olduğunu, tarihi geçmişine bakarak anlayacak ve anlatacak kurumları olmalı bu ülkenin.

Bu ülke insanı, kendi tarihini ve kendi söz cevherini, gurur duyduğu bir imparatorluk gibi kavramalı.Herkes anlamalı ve herkese anlatmalı ki, bu coğrafyada, geçmişte söylenen şiir, hem mûtenadır, hem

de müstesnâ…Yine bu ülkede yaşayanlar bilmeli ki, şiir, en üstten en alta kadar, toplumun her kesiminde hem çok

yaygın, hem çok kaliteli, hem de dili en iyi biçimde kullanmanın harikulâde örnekleri idi, geçmişte.Bizlere düşen; -bu ülkede, kendine sorumluluk düştüğünü hisseden herkes- herhangi bir şiirin iyi

veya kötü olduğunu fark etmelidir. Değersiz olana hayat hakkı tanımamalıdır. Onlar, ancak, şeker kâğıt-larında kendilerine yer bulabilmelidir.

İyi şiiri, değerli bulmalı, sevgi ve saygı göstermeli, fanuslar içinde muhafaza etmeliyiz.Osmanlı okçularının rekor kırdıktan sonra, menzil taşı dikmeleri gibi, şiirin menzilini de bir adım

ileri sürmekle görevli olduğumuzu varsaymalıyız.Şiir, bizden, hepimizden, yüreğini titreştirdiği herkesten, aşkla bunu beklemektedir.

3. BELÂ-YI AŞK İLE ÂŞİNA OLAN İÇİN:Aşktan özel olarak söz etmiyorum.Aşk kişiseldir.Genele teşmil edersek, onun göründüğü ilk mekân, şiirdir. Size şiirden bahsedince, aşktan da söz et-

miş olduğumu düşünüyorum. Ben de, sizin çoğunuzun düşündüğü gibi, şiirin büyük bir kısmını aşktan ibaret görüyorum. O yüzden, yaklaşık 50 yıldır yazdıklarımın, şimdiye kadar sekiz şiir kitabımı birleştir-diğim toplu şiirlerimin adı: Andolsun Aşka!

Evet, Andolsun Aşka diyorum! Şiir ancak bunu söyleyebilir. Şiir ancak aşkı toylayarak kendini göste-rir, ortaya çıkar; boy boylar, soy soylar.

Peki, aşk nedir? Aşk odur ki, olağan olanı, olağanüstüne dönüştürür. Aşk ve şiir, o simyadır ki, insan-ların çok değersiz buldukları en basit metalleri, insanoğlunun varolduğu günden bugüne kadar en çok değer verdiği 24 ayar altın yapar ve farkındalığını ortaya koyar. Güneşin doğuşu ve batışı anlarındaki o ölümcül görüntü, bir yanıyla aşk, diğer yanıyla da şiirdir zaten; görebilene, anlayabilene.

Şiir, herkesin kullandığı kelimelere, hiç kimsenin bilmediği, rastlamadığı, tahmin etmediği anlamlar yükleyerek, neredeyse yeni kelimeler icat etmektir.

Belki tek kelimeyle, kitapların anlatamadığı, sayfalara sığmayan bir dolu sözü söylenilmektir.Şiir maddenin özü, dünyanın cevheri, tözüdür.

4. SONLAMA:Şu gökkubbe altında her şey konuşuldu, her şey söylendi.Aşk ve şiir için de bu yargı kısmen doğru.Ama aşk ve şiirin önü açık. Bundan sonra onunla ilgili o kadar çok şey söylenecek ki; bu güne kadar

söylenenlere dönüp bakacak bizden sonra gelecek olanlar ve niye bu kadar az şey söylendiğine hayıflana-caklar, şu kadar binlerce yıllık süreçte, şu 2017 yılına kadar olan tarih diliminde.

Sizi şu zaman parçasında, dünyanın Türkiye’sinde ve bu ülkenin Ardahan’ında, şiir ve aşk gibi in-sanlığın süsü olan iki kavram etrafında yoğunlaşmış olarak görüyorum, bu nedenle de gerçekten saygı duyuyorum.

Bu duygularla selâmlıyorum sizleri. Sizleri bu topraklarda, şiire muhatap olmaya lâyık, az sayıdaki insanların önemli bir parçası olarak

değerlendiriyor ve bu değerli topluluğunuza saygılarımı, muhabbetlerimi arz ediyorum efendim.

* Ardahan Üniversitesi Hoca Ahmet Yesevi Konferans Salonu 20 Ekim 2017

Page 324: HECE TAŞLARI - Turuz

08 He c e t a ş l a r ı 3 6 . s a y ı O n 5 ş u b a t 2 0 1 8

DÜNYADA OLANIN NƏYİ DÜZDÜ Kİ Ferqane MEHDİYEVA

Baxar üzümüzə dirənən divarAğlayaq o ki, var gülək o ki, var.Hər kəsin dünyadan umacağı varAlandan gedirik belədən belə…

Ömür bəxtimizə düşən sətirdiKimi qazanmışdı kimi itirdiTanrı yolumuzda çiçək bitirdiSolandan gedirik belədən belə.

Nədir bölünəsi bölə bilmirikBəlkə bizlik deyil, bölə bilmirikNeyləyək ölənlə ölə bilmirikQalanla gedirik belədən belə.

Bir sözdü deyirəm, bu da sözdü kiBu söz ömrümüzü elə üzdü kiDünyada olanın nəyi düzdü kiYalandan gedirik belədən belə.

YA NE VERDİ O YÂR BANA Ahmet EFE

Boydan aştı gayrı derdimGam libası uyar bana...Ben o yâre canım verdim,Ya ne verdi o yâr bana?

Bir hışm ile baktı geçti,Tac u tahtı yıktı geçti,Harmanımı yaktı geçti,El misali kıyar bana...

Dert gönülde sultan olduYâd u ağyâr handan olduBir karanlık zindan olduGezdiğim her diyar bana

Nasıl bulam ben yârınıYasak etmiş gülzârını...Göstermiyor dîdârınıO vefâsız nigâr bana...

Page 325: HECE TAŞLARI - Turuz

09O n 5 ş u b a t 2 0 1 8 He c e t a ş l a r ı 3 6 . s a y ı

GÜZELLER ŞAHI Ahmet DOĞRU

Meramını izhar etme âlemeGönül, senin yurdun değil, ahu dur.Heva kalmaz muhabbettir arzumuzTalep dilin gökler yakan ahıdır.

Zaman açar pahasını gündüzün Keremini ikrar eder doğan günGönül için nefes almak ne mümkünSaniyeler anın seyrangâhıdır.

Baş eğenler huzurunda af içinBoyun büker el bağlarlar saf içinCümle vehmi kalp katından def içinKopardığı kıyametler vahıdır.

Pervaneyiz şulesini yâr bildikVuslatın nur, hicranını nâr bildikAyrılmayız kamu dünya dâr bildikTecellisi gönlün güzergâhıdır.

“Aşk-ı ekber” varsa hudut Mevla’dırMedet deme gönül ateş evladırÂşık için daim adın Leyla’dırSen güzelsin O güzeller şahıdır.

HİCRAN MEKTUBU Ali Rıza KAŞIKÇI

Gözyaşı düşünce silindi yazıDamla damla doldu hicran mektubu.Namert bu gözlerim, ıslattı sözüElsiz, kolsuz kaldı hicran mektubu.

Adresi unuttum, yüzün aklımdaYitirdim bak fikrim de yok aklım daKimselerden gizlim de yok saklım daBeni benden çaldı hicran mektubu.

Geceler karanlık seher mi kaldıİnci mercan bitti güher mi kaldıKışlara saplandım bahar mı kaldıÇiçek çiçek soldu hicran mektubu.

Kelamlar çıldırdı, kalem tutuştuSanma ki yazmakla gönlüm yatıştıPostacı geç kaldı, ecel yetiştiNamazımı kıldı hicran mektubu.

Anlattım yazıyla çektiğim derdiSatırlar kınadı, heceler yerdiZarfa koydum canı murada erdiŞimdi kitap oldu hicran mektubu.

Rıza’sız uçulmaz, bilmez ki cananUçmak peşinde mi aşkınla yananCümle vefasıza ibrettir yazanKıblesize yoldu hicran mektubu.

Page 326: HECE TAŞLARI - Turuz

10 He c e t a ş l a r ı 3 6 . s a y ı O n 5 ş u b a t 2 0 1 8

ŞİİR VE GENENEK ÜZERİNE KONUŞMALAR/on

Mehmet Atilla MARAŞ

Konuşturan: Tayyib Atmaca

Önünüzde tarihi bir kapı var ve siz bu kapıyı elinizde avuç alanınızı aşan bir usta elinde düğülmüş bir açar ile sözün kapısını açtığınızda gelenek ve şiir üzerine döşediğiniz, ruh ve gönül işçiliği ile süslediğiniz şiir otağı nasıl meydana geldi?

Elli yıldır üzerinde çalıştığım şiir otağımı artık tamamlamış gibiyim. 1966’da başlayıp 2016 da ta-mamlanan şiir otağımın yedi adet sarsılmaz kolonu var. Bunlar benim, yedi ila on yılda bir yayınladığım şiir kitaplarımın sayısıdır. Aynı zamanda benim çocuklarımın sayısını da çağrıştırır. Bu otağ, iki yüz elli şiir ile örülmüştür. Bunu elli yıla böldüğümüzde her yıla beş şiir düşer. Demek oluyor ki çok verimli bir şair değilim. Ya da titiz bir şairim diye de yorumlanabilir.

Şiir, bir ceht ve çaba işidir. İlham ile ilişkisi varsa da esas olan emektir. Şiirin yüzde doksanı emek ve ustalıktır. Okuya okuya, düşüne düşüne ve yaza yaza geçirdiğimiz uykusuz geceler, saatler, sabahlamalar, bir yoğun emek ve göz nuru olsa gerek. Şiir yazmaya harcanmış bütün bir mesaiye ve zamana rağmen; şa-irde, ruhsal bir şiir kumaşı, bir istidat ve yetenek yoksa bu çaba, boşuna bir çaba olur. Bu işe tahsis edilmiş ve heder edilmiş bir ömrün sonunda; tanınmamak, bilinmemek gibi bir tehlikesi de vardır bu işin. Zaten işin tabiatında para, pul olmayan ve asla karın doyurmayan böyle zahmeti bol bir işe soyunmak, her baba yiğidin kârı ve harcı değildir. Bunun için biraz deli olmak gerekir. Gönlü ve ruhu doyuran böyle bir işten zevk alıyorsanız, manevi bir haz duyuyorsanız emelinize kavuşmuş olursunuz. Gerisi bir uzun hikâyedir. Çünkü bu çaba, bir aşk işidir. İşin içinde aşk varsa, her şey var. Ne demiş şair Fuzuli:

Bende mecnundan füsun âşıklık istidadı var Âşık-ı sadık menem mecnunun ancak adı var Yanınıza genç bir şair adayı geldi, elinde üç beş tane şiiri var ve günümüz şairlerinin parmak izlerini

taşıyan ya da taşımayan şiir eskizlerini size sunarak “ağabey bu şiirlerimi bir bakar mısınız, benden şair olur mu?” dedi. Bu şair adayının yol hazırlığı gönül çantasında neler olmalı?

Elinde şiir eskizlerini içeren defteriyle bize gelen genç bir şair adayına neler söyleyebiliriz? Bütün bir ömrünü şiir sanatına vermiş bir şair olarak ona deriz ki: “Evladım, öncelikle çok okumalısın. Her şeyin yolu, bir bilgi birikiminden geçer. Kendini yetiştirmelisin, bilgi ile donanmalısın. Sonra, şiir okumalarına başlamalısın. Nerden diye sorarsan, Fuzuli babadan derim. Şiir sanatının vaz geçilmez başat teması olan Aşk’ı ondan öğrenmelisin. Ne diyor Fuzuli baba:

Aşk imiş her ne var âlemde İlim bir kıyl ü kal imiş ancakDivan şiirimizin belli başlı ustalarının divanlarını tetkik etmelisin, o ustaların özgün, bilinen meşhur

olmuş, tanınmış şiirlerinden seçmeler yaparak bir kısmını hafızana almalısın. Bu ustalardan bir kısmını şöyle sıralayabilirim -ki hemen hepsi aruz ölçüsüyle yazmışlardır- Fuzuli, Baki, Nabi, Nefi, Nedim ve Şeyh Galip Dede. İkinci aşama olarak halk şiirimizin yani hece şiirimizin ustalarını tanımalı ve oku-malısın Bunlardan da birkaç örnek isim vereyim sana; Yunus Emre, Emrah, Pir Sultan Abdal, Köroğlu, Dadaloğlu…

Cumhuriyet dönemine gelince; Burada Yahya Kemal ve Ahmet Haşim’le işe başlamalısın. Sonra Ne-cip Fazıl, Nazım Hikmetle devam edip Cahit Sıtkı, Ahmet Kutsi, Ahmet Muhiple tanışmalısın. Serbest şiirin ilk temsilcisi Orhan Veli ve arkadaşlarını tanımalısın. Bunların başlattıkları şiir akımına birinci yeni diyorlar. Buna tepki olarak doğan ikinci yeni şiir akımı şairlerinden özellikle Sezai Karakoç’u ve Ce-mal Sürayayı okumalısın. Sonra Ahmet Arif, Hilmi Yavuz, İsmet Özel ve Cahit Zarifoğlu… Sana tavsiye edeceğim şairlerin bir kısmı bunlar.

Bu şairler nasıl yazmışlar, şiir anlayışları nedir, bunları okuyup öğrenmelisin. Şiir sanatına ilişkin yazılmış poetik kitapları arayıp, bulup okumalısın. O kitaplar sana çok yardımcı olacaktır. Bütün bir şiir sanatına ait bilgilerin dışında destek bilgilere de ihtiyacın olacaktır. Bunun için önce İnsanı ve kendini tanımalısın. İnsan psikolojisini bilmelisin. Genel bir felsefe ve mantık bilgisi, yön, yöntem bilgisi sana bu çalışmalarında yardımcı olacaktır. Ve bütün bunların üstünde; hangi dille yazıyorsan o dilin bütün inceliklerini çok iyi kavramalısın. Yazdığın ve konuştuğun dili çok iyi bilmelisin. Bunun için sözlük, lügat çalışması yapmalısın. Bütün bu saydıklarım şiir yazmaya başlaman için gerekli olan bilgilerdir.

Page 327: HECE TAŞLARI - Turuz

11O n 5 ş u b a t 2 0 1 8 He c e t a ş l a r ı 3 6 . s a y ı

Bütün bunların üstünde; elbette şiir sanatına karşı bir kabiliyetin, bir istidadın ve bir yeteneğin olması gerekir. Bu işe karşı bir istek ve arzu yoksa bu iş olmaz, taşıma suyla değirmen dönmez. Boşun şair ola-cağım diye heveslenmemelisin. Edebiyatın başka dallarında, güzel sanatın başka dallarında da kendini denemelisin. Baktın ki olmuyor yazmayı bırakmalı ve fakat okumayı bırakmamalısın. İyi bir okuyucu olmak ta her zaman bir yazar olmak kadar önemlidir. Bir genç hevesliye tavsiyelerim bunlardır efendim.

Gelenekle gelecek arasında kurulan köprüden elimizi kolumuzu sallayarak geçebilir miyiz? Bu köprüden geçebilmek için hangi çığırlardan geçmemiz gerekir?

Çok hızlı bir çağda yaşıyoruz. Kitle iletişim araçlarının çoğalması, bize bilgiye ulaşımın ve erişimin kolaylaşmasını sağladı. Bu kolaylık, aynı zamanda büyük bir tehlikenin de ayak seslerine işaret ediyor. Toplum hayatı, sürekli bir değişim ve dönüşüm içindedir. İnsanlık tarihi boyunca da bu böyle olmuştur. Değişen eşya ve sosyal olaylar karşısında birer edebiyat ürünü olan roman, hikâye ve şiir deneme vs. gibi yazı türleri de bu değişime ayak uydurmak zorunda kalacaktır.

Gelenekle gelecek arasında kuşkusuz bir köprü var. Bu köprünün üstünde biz şairler de varız. Bu de-mektir ki sorumluluğumuz çok büyük. Geleneksel olanı, geleceğe taşıyacak olan bizleriz. Divan ve hece geleneğinden serbest tarza kadar uzanan bir şiiri, içinde bulunduğumuz çağın tanıkları olarak geleceğe taşımak sorumluluğu ve bilinci içinde olmalıyız.

Türk şiirinde, Tanzimat’tan beri süre gelen yenilik arayışları, günümüze kadar devam edegelmiştir. Bu arayışlar devam edecek gibi duruyor. Çünkü denenmemişi denemek, söylenmemişi söylemek bir yenlik-tir. Siyasetten edebiyata kadar herkes bir yeniliğe doğru koşup duruyor. Çünkü “Yeni”, sihirli, efsunlu bir kelimedir. Her kesimden her insanı cezbediyor, adeta çarpıyor.

Günümüzde geleneksel şiirin memelerinden emmeden modern şiir yazılabilir mi?

Bence yazılamaz, yazılmamalıdır da. Yeni ile eski arasında bir kopukluk olsun istemem. Çünkü her yeni olan, üstünden zaman geçince, tabiri caizse zaman aşımına uğrayıp eskiyince ne oluyor? Gelenek zincirine bir halka olup takılıyor. Geçmişte kalmış şiirimize, tarihi unutmadan onun üstüne yeni bir şiiri bina edebilir, eklenebilir. Edilenler kalıcı, edilmeyenler kaybolup gidiyor.

Divan ve halk şiirini tanımadan günümüz “modern şiiri”ni yazarken karşılaştığımız engelleri nasıl aş-

malıyız?

Bir defa bu engeller nedir? Bir ölçü sorunumu, yani aruz, hece ve serbest ölçü sorunumu bu engeller? Sanırım özde ve içerikte bir sorun ve bir engelle karşılaşmamız mümkün değildir. Şekil şartlarında, ölçü ve uyak gibi bir takım zorluklarla karşılaşılabilir. Bir de tabi dil sorunu var. Bugünün şairi, ne ağdalı bir dille ne de Öztürk’çe gibi uydurulmuş bir dille değil ve fakat şu anda yaşayan bir Türkçe ile yazması, farklı düzlemlerde ele alındığında, modern yani çağdaş olanla kadim olan arasında bir farklılık olmayacaktır. Farklılaşma; eşya ve sosyal olaylar arasında yaşanacaktır. Bence hepsi budur.

Sözlü bir medeniyetin köşe taşlarını oluşturan şiir nasıl oldu da gönül ve ruh ikliminden uzaklaşarak içi

boş kelime yığınlarıyla dolu sadece manası yazanın karnında saklı “şiir” şekline dönüştü?

Bu durum, tamamen insanımızın maddeler dünyasına olan rağbetinin artmasından meydana gel-mektedir. Ruh ve mana iklimi, insan hayatından yavaş yavaş çekilirken yerine madde ve maddecilik inan-cı gelip insanın gönlüne ve kalbine taht kurdu. Bu hal, insanımızın zaman içindeki tercihine kalmış bir durumdu.

Şiir ikilimi, insanın ruh ve gönül dünyası ile ilgili bir keyfiyettir. İnsan, kendisinin varlık sebebi olan yaratıcıdan uzaklaşınca iklim değişiyor, manevi iklim maddi iklime dönüşüyor.

İnsan ölümden kaçıyor, yaratıcıdan kaçıyor, ahiretten kaçıyor, geçici olan bu dünyayı esas ve ebedi imiş gibi algılıyor. İşte insanın bu yanlış yanılgısı ve sanısı, onu rabbinden uzaklaştırdığı gibi şiir ikli-minden ve şiir coğrafyasından da uzaklaştırıyor. Ruh dünyamızın fakirliği, şiirin mısralarına da sinmiş gözüküyor. Kafa karışıklığı, yazıya ve şiire kadar intikal edebiliyor demek ki.

Şiir bize neyi anlatır?Şiir, güzel sanatların bir dalı, edebiyatın bir şubesidir. Şiir, güzelliğin nefes alışıdır. Şiir, güzeli arama

cehdi ve çabasıdır. Şiir, bir işaret, bir ima, bir çığlık, belki deruni ve lahuti bir sestir. Şiir; sonsuz bir deniz, umman-ı bi-sahildir. Şair olmak Allah’ın bir lütfudur. Şiir, hiç kimsenin söyleyemediğini, bir üst dille

Page 328: HECE TAŞLARI - Turuz

12 He c e t a ş l a r ı 3 6 . s a y ı O n 5 ş u b a t 2 0 1 8

söyleyebilmek maharetidir. Ve nihayet o, hayatımızın bir bahanesidir. Bir şiir metninde; üslup, mimari ve musiki üç önemli esastır. Bir şiirin şiir olabilmesi için; onda ses, ahenk ve ölçü gibi bir takım kuralların boy göstermesi lazımdır. Şairin ustalığı, bunu gerçekleştirebilir. Bunun için bir şiir metninde; kelimelerin biri biriyle raks etmesi, dans etmesi gerekir.

Bu açıdan bakıldığında, bir şiir metnine giren kelimeler şanslı kelimelerdir. Ve şair, şiirine alacağı kelimeleri titizlikle seçme hassasiyetinde olmalıdır. Şiirin teması ve konusu, insan ve onun yapıp ettikle-ridir. İnsanın dünyadaki konumu, hayalleri, rüyaları, idealleri, düşünceleri, algıları eşya ve sosyal olayları yorumlayış biçimleri vs. gibi her birisi bir şiirin konusu olabilir.

Şiir sanatının sahibi, bizden başkası değildir. Biz insanlar şairlerin yazdıkları şiir metinlerini hep oku-yup dururuz. Peki, şiir kimi okur? Beni, seni, onu okur. İşin temelinde ben ve O vardır. Yani yaratıcı… Usta şair Necip Fazıl soruyor:

Ben kimim ve bu hal neyin nesi?Söyleyin aynalar ben kimim? Şiirde usta çırak ilişkisi var mıdır?

Şiir sanatı, güzel sanatlardan bir sanat olup bu sanatın mutlaka büyük ustaları vardır Eseri, müessir yaratır. Müessir burada usta şairlerdir. Bu sanatın çilesini çekmiş, emek harcamış bu işin ustaları. Us-tanın olduğu yerde elbette bu işin müptedileri yani çırakları da olacaktır. Ustanın eserine bakarak onu inceleyen çıraklar olduğu gibi bir ustanın dizinin dibinde yüz yüze, rahlenin karşısında diz kırıp şiir dersi almak ta vardır. Geçmiş edebiyatımızda usta-çırak ilişkisi vardı. Bu gün için şiir mektepleri yok belki ama bazı yazar kuruluşları yazarlık dersleri, şiir atölyeleri ihdas ediyorlar. Bu gibi kuruluşlarda şiir dersleri veren şairlere rastlıyoruz. Benim 1999, 2000 yıllarında Türkiye Yazarlar Birliği Başkanı olduğum dönemde, Türkiye Yazarlar Birliğinde iki yıl, dört sezon süren şiir okulum vardı. Mesela tarihte ilk şiir okulu, Miladın başlarında Sicilya adasında Şair Safo tarafından kurulmuştur.

Şair kendi üslubunu nasıl oluşturur?

Üslup ’un sözlük anlamı; tarz, oluş anlatım tarzı, söyleyiş biçimidir. Bir şairin üslubu, kendine ait olan ve asla taklit edilemeyen şiirlerindeki söyleyiş biçimidir. Ya da biçemi…

Üslup; bir şiir metninde izlenen yol, biçem ve usulüdür. Üslup, usule aittir, esasa değil. Ancak bir me-tinde esası yansıtan şey, muhtevayı yansıtan şey üsluptur.

Şiirde bir öz ve bir de biçim vardır. Üslup şirin biçimi değil, biçemidir. Ama üslup, şiirde biçime ait bir olgudur. Bir şairin, bir yazarın kendi eserinde kullandığı ve ya oluşturduğu dilin içinde o şairin veya yaza-rın üslubunu bulabiliriz. Üslup, sanatkârın kendine aidiyetini vurgulayan önemli bir özelliktir. Şair bunu nasıl oluşturur? Şöyle: Bu iş, yıllara mal olan bir keyfiyettir. Çok çaba ve emek ister. Özgün olma adına verilen say ve gayretler sonucu şair kendi sesine ve üslubuna kavuşur. Kendi özgün üslubunu yakalar. Üslup, sahibinin kendi sesidir, soluğudur. Üslubunu kurmuş olan şairler, yarına kalacak olan şairlerdir diyebiliriz.

Gelenekten habersiz geleceğe şiiri nasıl taşırız?

Gelenekten habersiz olan bir şiiri geleceğe taşımamız oldukça zor görünüyor. Geçmiş, şimdi ve gele-cek zaman birebirini takip eden bir akıştır. Bu zaman akışı içinde bir halkanın, bir ilk halkanın olmaması asla kabul edilemez.

Modern şiir ya da günümüz şiiri deyince neyi anlıyoruz?

Günümüz şiiri deyince bugünün şartlarında ve bugünün şiir anlayışında yazılan şiirler geliyor aklımı-za. Bu günün şairleri, daha çok serbest tarzı benimsemiş gibi görünüyor. Ancak günümüz Türk şiirinde bir tıkanma var. Bunu rahat bir şekilde gözleyebiliyoruz.

Çok hızlı bir çağda yaşıyoruz. Her şey, modernitenin etkisi altında gelişiyor. Haberleşme ağının, kitle haberleşme araçlarının çoğalması, internetten bilgiye rahat bir şekilde ulaşmamızı sağlıyor. Bu büyük bir kolaylık belki fakat ama büyük bir tehlikenin gelmekte olduğunu da bize işaret ediyor. Her şey elekt-ronik ortama aktarılıyor. Ve giderek kitabın, derginin hükmü kalkıyor. Sen bile Hece Taşları dergisini elektronik ortamda yayınlıyorsun. O halde yapılacak iş, tekniğe ve gelişen teknolojiye bigâne kalmamak olacaktır. Çünkü çağ bir başka yöne doğru kayıyor.

Edebiyat dergilerinde şiir “başrol oyuncusu” olarak önyazıdan hemen sonra “cam kenarı”nda yer al-

Page 329: HECE TAŞLARI - Turuz

13O n 5 ş u b a t 2 0 1 8 He c e t a ş l a r ı 3 6 . s a y ı

masına rağmen neden şiir kitapları basılmıyor, basılsa da satmıyor. Şiir dergilerin ya da okurun “dolgu malzemesi”mi oldu?

Yo olaya öyle bakmayalım. Şiir öteden beri, ben kendimi şair olarak bildim bileli -elli yılda onlarca edebiyat dergisi takip etmişim- her zaman şiir ön saftadır. Bu onun dolgu maddesi olduğu anlamına gel-mez. Bilakis Hikâye ve denemeden daha çok ona değer verildiğinin bir işaretidir. Yayınevleri her zaman bir işe ticari kaygılarla bakar. Bu açıdan şiir kitabına para yatırmaz. Eskiden de yayınevleri şiir kitaplarını az basardı. Şimdi de şiir kitabı bassalar bile bu yayınevi için bir fedakârlıktır. O da topu topu bin adet basar. Bu durum yadırganacak bir şey değildir. Demek ki şiirin has okuyucusu azdır. Bu da üzülecek bir şey değil, sevinilecek bir şeydir. İyi ve has şiir, hiçbir zaman dolgu malzemesi olmadı.

Şiir kitaplarının da hikâye, deneme ve roman kitapları gibi çok okunması için özellikle Milli Eğitim Bakanlığının öncülüğünde edebiyat öğretmenlerinin öğrencilerine şiir ezberletmeleri ve şiir kitapları öner-meleri şiiri ve şiir kitaplarına açılan kapıyı aralar mı?

Kuşkusuz faydası dokunur. Bizde her şey emir komuta zinciri içinde yürür. Asker milletiz ya. Bir tarihte, bundan on yıl önce MEB müsteşarı bir genelge yayınladı ve dedi ki: Mayıs ayının son haftasında bütün orta dereceleri okullarda şiirler okunacak, şiir geceleri tertip edilecek. O yıl ve ondan sonra birkaç yıl okullar harıl harıl bu tür gecelerin tertiplenmesi için çaba ve emek sarf ederek hazırlandılar. Sonraları bu iş de tavsadı. Bu işler emir komuta zinciriyle olmaz, Bu şiir işi, sivil bir alanın işidir. Özgürce olacak. Devletin müdahalesi ile olmuyor. İşin başında ve sonunda şiir sanatının öğretilmesi ve sevdirilmesi ge-rekir. Mesela bir acı haber vereyim. Benim Balıkesir Dursunbey’de 1993 yılında ihdas ettiğim ve 20 yıl kesintisiz süren “Su Çıktı Şiir Akşamları “ 2014 yılında, ilçeye yeni seçilen belediye başkanı tarafından iptal edildi ve üç yıldır yapılmıyor. Bu belediye başkanını protesto eden bir aklı başında adam çıkmadı. Bir şair, bir yazar, bir gazeteci çıkmadı. Üstelik bu adam, iktidardaki partinin Belediye Başkanı E ne ya-parsın burası Türkiye nitekim…

Osmanlı Padişahlarının kahir ekseriyeti şiir ya da bir güzel sanatla ilgilendiğinden bir ince ruha sahip-tiler. Bundan dolayı içinde yaşamış olduğumuz yüzyıldan önce yaşamış şairler şiirleriyle hâlâ yaşamaya devam ediyorlar. Bu hususta gerek devleti yönetenler gerekse şehir eminlerine reçete olacak düşünceleriniz nelerdir?

Evet, geçmişimizin bize bıraktığı edebiyat ve şiir mirası, büyük bir kültür ve medeniyetin sonucuydu. Büyük uygarlıkların, evrensel çapta büyük sanat eserleri ve büyük sanatkârları olur. Bu bağlamda geçmi-şimizle övünebiliriz. Ancak bu gün işler öyle değil. Şiir sanatına ilişkin herhangi bir eğitimi verilmiyor ve şiir sanatı sevdirilmiyor. Edebiyat, sanat öğreten muallimlerin kendileri önce bu işi sevmeleri gerekir.

Devlet katından söz ederken, merkezi otoritenin böyle bir aklı yok. Yani siyasetin sanata bakan bir yüzü ve bir sanat aklı yok maalesef. Parti programlarını inceleyin bu dediğimi daha iyi anlarsınız. Kültür bakanlığı, turizme indirgenmiş bir ülkede yaşıyoruz. (Kültür Bakanlığı, Bakanlar Kurulu sıralamasında da en sonda yer almaktadır. Bunu, Resmi Gazeteyi incelerseniz görürsünüz.) O takdirde iş yerel yönetim-lere düşüyor, şehreminlerine düşüyor, E Yukarıda örneğini verdim İşte. Adam, bırak yeni yeni şiir akşamı ihdas etmeyi düşünsün, mevcut ve geleneksel hale gelmiş bir geceyi, bir sanat etkinliğini iptal ediyor ve hiçbir cenahtan en ufak bir tepki gelmiyor. Şu geldiğimiz hale bakın. Şu sorumsuzluğa bakın, Şu cahil cesaretine bakın! Ve iktidar olduğunu söyleyen adamın iktidarsızlığına bakar mısınız?

Şehirlerimiz, eski şehirler olmaktan çıktı. Yeşile karşı düşmanlık var sanki. Beton ve demir uygarlığı-na doğru gidiyoruz. Yapılaşmalarda en ufak bir estetik kaygı yok. Bu estetik kaygısızlık ve sorumsuzluğu, ülkenin meclisine yapılan(TBMM) yeni yapılarda daha rahat görmek mümkün. Şehirlerdeki devasa (Me-sela Ankara’nın göbeğinde, Çukurambar’da yeşil sahası olmayan, yeterli otoparkı olmayan, kırk beş katlı beton yığını var. O binaya bir baksınlar!) ucube yapılara bir bakınız Allah aşkına. Pıtrak gibi yükseliyorlar ve buna bir dur diyen irade yok. Üstelik bu, İslami hassasiyeti olduğunu söyleyen bir iktidar zamanında yapılıyor. Çok acı bir durum ve çok acı bir hal. Eh, Dost acı söylermiş.

Ruh gidince geriye ölü cesetler kalır. Ruhsuz, sanatsız, duyarsız insan kalabalıklarıyla estetik bir orta-ma, bir çevreye, bir şehre, bir kitaba ve bir nesle asla ulaşılamaz.

Din elden gitmiyor, laiklik elden gitmiyor. Ve fakat gençlik, hızlı bir şekilde elden gidiyor. Ruhsal ve kültürel erozyon oldukça hızlı yayılıyor. Şu andaki gençlik, sanata meyilli bir gençlik değil. Edebiyata meyilli bir gençlik değil. Okumayan, düşünmeyen, yazmayan, konuşamayan, kekeme, bir stadyum genç-liği var karşımızda. Bu, adeta robotlaştırılmış, mankurtlaştırılmış, slogancı bir gençlikle karşı karşıyayız. Siyasal İktidarların ülkeyi getirdiği somut gerçek maalesef budur. Allah sonumuzu hayr eyleye. Vesselam.

Page 330: HECE TAŞLARI - Turuz

14 He c e t a ş l a r ı 3 6 . s a y ı O n 5 ş u b a t 2 0 1 8

MEVSİMLER Metin MERT Epik Bahar

Bakma ufkun kül köpüklü rengineArdından güneşler doğdu doğacak.Atların soluğu düştü engineIşık karanlığı boğdu boğacak.

Lirik Yaz

Ey gönül, yan, bencileyin kenardaDerdini aşikâr eyleme, züldür.Açma bîganeye, kor seni zordaHâl-i melâlin velîcâna bildir.

Pastoral Güz

Mevsim döndü de bahçe harâb olduBülbüller gamzede gül türâb oldu.Dest-i rûzigârda perîşan evrâkGeceler serâb, günler serâb oldu. Didaktik Kış

Ah be hayat, sahi sandım yüzünüÖmür kırk gün kırk gece masalıymış.Döndüm döndüm bulamadım düzünüÂl ü emval, hepsi dünya malıymış.

SÖZ DEMİ Kadir ALTUN

Söz bitince başlar asıl söz demi Böyle sessiz durduğuma bakma sen.Sen okyanus bense güçlü bir gemiKıyılara vurduğuma bakma sen. Bilinmezi sundu bilinmez bir elKalmadı arada ne sur, ne engelGönlümün sesini duymadan evvel Dilimdeki kördüğüme bakma sen. Bilinmez âlemde yürüyorum benNe duyuyor, ne de görüyorum ben Bende olan seni arıyorum ben Sana “seni sorduğuma” bakma sen. Gönül kelam eder, dile gerek yokBülbülün derdi aşk, güle gerek yokBillahi bülbüle bile gerek yokCümleleri yorduğuma bakma sen.

Page 331: HECE TAŞLARI - Turuz

15O n 5 ş u b a t 2 0 1 8 He c e t a ş l a r ı 3 6 . s a y ı

TÜRK’ÜM BEN

Erol KOCA

Tanı beni ey dünya nizam kuran Türk’üm benŞu dünyayı döndüren yorulmayan çarkım benPeygamberin övdüğü necip, temiz ırkım benYedi düvele sürgün baş kaldıran Türk’üm ben

İlim irfan öğrettim kuş olup kanatlandımYürümeği bilmeden kılıç tuttum atlandımCenk meydanı dar geldi kundakta pusatlandımNice devletler kurup çağ kapatan Türk’üm ben

Denizleri göl yaptım ummanları aştım benYesevi ocağında Yunuslarla piştim benMevsimler bahar iken zemheriydim kıştım benDamarlardan fışkıran deli volkan Türk’üm ben

Altaylardan kopunca ırmak gibi çağladımOba kurdum ovada atlarımı eğledimKımız içtim yay gerdim bir de türkü söyledimŞelaleden menzile, sakin akan Türk’üm ben

Boy boy ele al beni her biri ayrı cevherMerhamet timsaliyim düşmanım aman dilerDüşmanlığımı değil alem dostluğum isterMazluma muhacire kanat açan Türk’üm ben

Ben Türk’üm arkadaş övünmek hakkım benim En son dinin mensubu müminim Müslüman’ım Etten kemikten oldum Adem’im var bir canımAllah için din için serden geçen Türk’üm ben

Tarihi kurcalarsan her yerde Türk mührü varİbret için duruyor Çin Seddi denen duvarKimler baş eğmedi ki şimdi kim eder inkarAvrupa’nın ufkunu ve çağ açan Türk’üm ben

Uyan ey genç arkadaş bu cevher senin özünAkıl kudret cesaret dünya yeniden görsünÇatmasın çehresini ay yıldızım hep gülsünŞehitlik şerbetini zevkle içen Türk’üm ben.

HOŞUMA GİDER Lütfü KILIÇ

Sevinçten, hiddetten heyecanlananKalbimin atışı hoşuma gider.Gecenin koynundan güne canlananKuşların ötüşü hoşuma gider.

Sevda ateşinin ocağı sineKulak kesilmez mı gönül sesineMuhabbete giden dedeyi nineNaz ile itişi hoşuma gider.

Damlası rahmettir alın terininÖlçüsü, sınırı yoktur ferininSavaşta, barışta Türk Askeri’ninTüfeği tutuşu hoşuma gider.

Acımasız hayat içimde acıAyak baştan, baş ayaktan davacıYıkılan hayale umut ilacıBulupta satışı hoşuma gider.

Sarf edilen emek, harcanan çabaAlınmaz nazara, girmez hesabaHileyi, kusuru görünce babaKaşını çatışı hoşuma gider.

Sonunu getiren sorunlarımınVarlığına varis yarınlarımınŞekerden lezzetli torunlarımınCana can katışı hoşuma gider.

İrfan belli olur işin başındaRenkler zevke döner, yansır ışındaHayranlık duyurma çırpınışındaRessamın rötuşu hoşuma gider.

Gurbete düşse de gönül derdindenÂşık, ayak kesmez ata yurdundanBaharın ilkinde karın ardındanÇiğdemin bitişi hoşuma gider.

Lütfü’yü ukbaya doğru götürenMahşeri, mizanı akla getirenÖmrümü tüketen, günü bitirenGüneşin batışı hoşuma gider.

Page 332: HECE TAŞLARI - Turuz

16 He c e t a ş l a r ı 3 6 . s a y ı O n 5 ş u b a t 2 0 1 8

TÜRK EDEBİYATINA MAHSUS BİR NAZIM ŞEKLİ: TUYUĞ Mehmet PEKTAŞ

Sözlük anlamıyla “şarkı söyleme, övme, kapalı, gizli ve cinaslı, imâlı söz” anlamına gelen tuyuğ (toyık, toyuk), yalnız Türk edebiyatında görülen dört mısralık bir nazım şeklinin adıdır. Köprülü bu nazım şekli hakkında, “Tuyug şekli, klâsik şiirimizdeki hususî nazım şekillerinden biri ve muhtelif bakımlardan belki de en mühimidir.” der (Köprülü, 2004: 181). Birkaç istisna dışında aruzun yalnız “fâ’ilâtün fâ’ilâtün fâ’ilün” kalıbıyla yazılan tuyuğların kafiye düzeni, mâni ve rubâîde olduğu gibi aaxa şeklinde veya kıtalarda oldu-ğu gibi xaxa şeklindedir. Şairler tuyuğ yazarken kafiyeleri cinaslı kelimelerden seçmeye özen gösterirler, mâni ve rubâîde olduğu gibi son mısrada önemli bir fikir, hikmetli bir söz söylemeye çalışırlar. Buna karşılık cinassız tuyuğlar da yazılmıştır.

Tuyuğun bir nazım şekli olarak ortaya çıkışında Türk nazmının en eski formu olan mâninin çok bü-yük tesiri vardır. Türklerin Farslarla yakınlaşmasına bağlı olarak mâni nazım şekli, İran halk edebiyatının aruzla yazılıp bestelenen “fehleviyat” isimli rubâîlerinden etkilenmiştir. Tuyuğların cinaslı kafiyeyle ve 11 heceli “fâ’ilâtün fâ’ilâtün fâ’ilün” vezniyle yazılması mânilerin bu şiir formu üzerindeki en belirgin izle-ridir. Gibb, mâni ve rubâî tesirinden hareketle tuyug için “melez bir tür” ifadesini kullanır (Gibb, 1999: 73). Daha çok Azeri ve Çağatay edebiyatlarında görülen tuyuğ, Anadolu sahasında da bir dönem kulla-nılmıştır. Azeri sahasında Kadı Burhaneddin ve Seyyid Nesîmî, Çağatay sahasında Nevâî ve Bâbür Şah, Anadolu sahasında Ahmed Paşa ve İvazpaşazâde Atâî tuyuğ yazan belli başlı şairlerdir. XVI. yüzyıldan sonra tuyuğ yerini rubâîye bırakır. Nitekim Sehî Bey, tezkiresinde, kendi şiirinin bülbül sesi gibi güzel olduğunu, diğer şairlere ait şiirlerin bunlarla kıyaslandığında tuyuğ gibi kaldığını söyler:

Bülbül sadâsı gibi şi’r-i Sehî güzeldür Eş’âr-ı gayriler hep aña göre tuyugdur (Sehî Beg, 2017: 33).

Kadı Burhaneddin, aşağıdaki tuyuğda “kanı” kelimesinin iki farklı anlamından yararlanır. Hayat sıvı-sı anlamındaki “kan” kelimesinin –i eki almış hali aynı zamanda “hani”nin arkaik şeklidir. Şair, ilk mısra-da “kanı” kelimesini “hani, nerede” anlamında kullanır. Âşıklık iddiasında olanın gözünde kan olmalıdır. İkinci mısrada şair, gözünde “kan hani?” diye sorar. Âşıklar, sevgili için kendilerini tehlikeye atarlarken, şair onun yoluna canını koyar:

Dünyâda gerçek ‘âşık kanı kanı ‘âşık isen gözüñüñ kanı kanı Her ‘âşık ma’şûk içün baş oynarsa Ben ‘âşıkuñ yoluna cânı cânı (Kadı Burhaneddin)

Âşık, sevgiliye karşı koşulsuz bir aşk beslerken hiçbir zaman duygularına karşılık bulamaz. Âşığın onca fedakârlığına karşılık sevgili onu azarlar, aşağılar. Âşık, sevgilinin kendisine çektirdikleri karşısında tahammül etmek zorundadır. Bilir ki yâre kavuşmak az az, yavaş yavaş olur:

Dilberüñ işi ‘itâb u nâz olur Çeşm-i câdû gamzesi gammâz olur İy göñül sabr it tahammül kıl aña Yâra irişmek işi az az olur (Kadı Burhaneddin)

Aşağıdaki tuyuğda şair “e” ve “m” sesleri ile güçlü bir ahenk sağlar. Şairin servi gibi boyu aşk derdin-den iki büklüm, gözleri ise sürekli nemlidir. Aşkı için sürekli zehir içen âşığın yediği ise gamdır:

Serv kaddüm yoluna ham durur ham Gözlerüm ‘ışkuñ içün nem durur dem Zehr içerem ‘ışkuñ içün dembedem Yimegüm ol ortada gam durur gam (Kadı Burhaneddin)

Sevgilinin yoluna canını veren canbaz yani, canını hiçe sayan, canını tehlikeye atandır. Aşk eri, maşu-

Page 333: HECE TAŞLARI - Turuz

17O n 5 ş u b a t 2 0 1 8 He c e t a ş l a r ı 3 6 . s a y ı

kunun her zaman en yakınındadır. Gelenekte, Aşk derdinin gizli tutulması makbuldür. Âşık, duygularını ulu orta ifade etmez, içten içe yanar durur. Âşık her ne kadar sırrını kimselere söylemese de gözünden akan yaşlar ve derdinden sapsarı kesilen yüzü onu ele verir, gammazlar:

Yoluna cânın viren cânbâz imiş ‘Işk eri ma’şukına dem-sâz imiş Gizleyem dir idi ‘âşık râzını Göz yaşı yüz sarusı gammâz imiş (Kadı Burhaneddin)

Divanında 315 tuyuğ bulunan Nesîmî’nin tuyuğları cinassızdır. Nesîmî, tuyuğlarının bir kısmını âşı-kane bir eda ile yazarken bir kısmında Hurufilik tesiri altındadır. “Gözlerüñ” redifli tuyuğda şair, sevgi-linin gözlerini avcıya benzetir. Bu avcı sihir ile canları avlar. İkinci mısrada gözler ahir zaman fitnesidir. Sevgili, bakışlarıyla fitne çıkarır, âşıklar arasında kıyamet koparır. Üçüncü mısrada gözlerin amansız ol-duğunu söyleyen şair, son mısrada dil kelimesini hem konuşma organı ve hem de gönül anlamında kul-lanır. Gözlerin dile gelmez olduğunu söyleyen şair, onları anlatmanın güçlüğünü dile getirir ve gözlerin gönül alıcı olduğunu ifade eder:

Sihr ile sayyâd-ı cândur gözlerüñ Fitne-i âhır zemândur gözlerüñ Bileler kim bî-emândur gözlerüñ Dile gelmez dil-sitândur gözlerüñ (Nesîmî)

“Kirpigüñ” redifli aşağıdaki tuyuğda, kirpik âşığın canına kasteden hançere benzetilir. Kirpikler âşığın gönül ülkesini fetheder. Aynı zamanda kan dökücü olan kirpik, siyah rengi ve acımasızlığıyla kâfire benzetilir. Kirpik bu yönüyle âlemi baştanbaşa zapt eder:

Tîz ider cânuma hançer kirpigüñ Kıldı dil mülkin müsahhar kirpügüñ Hükm ile hûn-rîz ü kâfir kirpügüñ Âlemi tutdı ser-â-ser kirpügüñ (Nesîmî)

Nesîmî yüz için Hakk’ın kelamı ifadesini kullanır. Harfler ve sayılar arasında çeşitli ilgililer kuran Hu-rufilikte, insan yüzünün Tanrı’nın tecelli yeri olduğuna inanılır. İkinci mısrada yüz, cennet; son mısrada ise cennet bağının erguvanıdır. Üçüncü mısrada yüz için “âyet-i seb’a’l-mesânî” ifadesi kullanılır. “Seb’a” yedi, “mesânî” ise ikişer, ikilenmiş anlamındadır. Bu terkiple Fatihâ Sûresi kastedilir. Hurufilere göre, Fatihâ Sûresi’ndeki yedi âyete karşılık insan yüzünde dört kirpik, iki kaş ve bir saç olmak üzere yedi hat vardır. Fatiha Sûresi, Kur’ân‘ın özüdür. Bu sebeple, Hurufilerce insan yüzünde âyetlerin göründüğü kabul edilir:

Hak te’âlânuñ kelâmıdur yüzü Cennetüñ Dârü’s-selâmıdur yüzüñ Âyet-i Seb’a’l-mesânîdür yüzüñ Bâg-ı cennet ergavânıdur yüzüñ (Nesîmî)

Hurufiler, on dört harften teşekkül eden huruf-ı mukattayı insan yüzündeki hatlarla ilişkilendire-rek açıklarlar. Buna göre suret, tâ hâ ile yâ sîn; iki kaş, tâ sîn; yüz tûr; diş, ve’t-tîn suresine benzetilir:

Sûretüñ Tâ Hâ ile Yâ Sîn imiş İki kaşuñ sûre-i tâsîn imiş Tûr imiş yüzüñ dişüñ ve’t-tîn imiş Hak didi ‘ârif seni ol hüsn imiş (Nesîmî)

Atâyî, âşığın gönlünün aşkın avaresi olduğunu söyler. Sevgilinin bakışları birer ok olup gönle saplanır ve âşığı yaralar. Bu yaraların herhangi bir ilaçla tedavisi mümkün değildir. Bu derdin dermanı yine derdi verende yani sevgilidedir. Âşık, gönlündeki yaranın dermanının sevgilinin lal taşı gibi kırmızı dudakları olduğunu ifade eder. Tuyuğunda cinas yapmayan Atâyî, “âre” sesleriyle zengin kafiye kullanır:

Page 334: HECE TAŞLARI - Turuz

18 He c e t a ş l a r ı 3 6 . s a y ı O n 5 ş u b a t 2 0 1 8

Gönlüm oldu aşkınuñ âvâresi Gamzenüñ gitmez gönülden yâresi Derdime çok istedüm dermân velî Yoğ imiş la’linden özge çâresi (Atâyî)

Atâyî, bir diğer tuyuğunda sevgilinin yanaklarını güle benzetir. Sevgilinin sümbül saçları rengi ve kokusu itibariyle sanki reyhandır. Âşık, canı tenden çıksa bile gam çekmez. Çünkü, o artık canı yerine cananını yani sevgilisini koymuştur:

Dil-berin haddi gül-i handân durur Şol mutarra sünbülü reyhân durur Cân eğer tenden revân olsa ne gam Ehl-i aşkuñ cânı çün cânan durur (Atâyî)

Fatih’in veziri Ahmed Paşa aşağıdaki tuyuğda “al” kelimesinin farklı anlamlarından yararlanır. Şiir-de “al”, hem kırmızı, hem bir şeyi elle veya başka bir araçla tutarak bulunduğu yerden ayırmak, hem de Farsça hile (âl) anlamındadır. Şair, sevgiliye yanağı al, giydiği al diyerek seslenir. İkinci mısrada ala gözlü sevgiliden can almak için âl yani hile etmemesini ister. Üçüncü mısrada âl (hile) ile sevgiliden bir buse aldığını söyler. Son mısrada ise şair, sevgiliye verdiği buseden dolayı pişmanlık duyuyorsa onu geri alma-sını teklif eder. Gelenekte âşık sevgiliye hiçbir zaman kavuşamaz. Şiirde ise şair sevgiliden buse aldığı id-diasındadır. Burada Fuzûlî’nin “Aldanma ki şair sözü elbette yalandır” mısraı akla gelir. Ahmed Paşa’nın dörtlüğü tam bir mâni edasındadır:

Ey yanagı al ü vey giydigi al Ala gözlüm etme cân almaga âl Âl ile bûsen aldum dostum Ger peşimân olduñ ise yine al (Ahmed Paşa)

Aşağıdaki tuyuğda Ahmed Paşa, “gül” kelimesinin farklı anlamlarından yararlanır. Birinci, üçüncü ve dördüncü mısrada gül, çiçek anlamında, ikinci mısrada gülmek anlamındadır. Şair, son mısrada hikmet yüklü atasözü mesabesinde bir söz söyler:

Dost bâgından belâlı bülbüle bir gül yeter Gözlerüm kan aglasın tek yüzüme bir gül yeter Gerçi söz bâgında çok nev-rûz olur güller biter Bir gülistândan nişân vermege bir kaç gül yeter (Ahmed Paşa)

KAYNAKÇA:Ali Nihat Tarlan, Ahmet Paşa Divanı, Akçağ, Ankara 1992.Cem Dilçin, Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, TDK Yay., Ankara 1999.E. J. Wilkinson Gibb, Osmanlı Şiir Tarihi, A History of Ottoman Poetry I-II, Tercüme: Ali Çavuşoğlu, Akçağ

Yay., Ankara 1999.Fatih Usluer, Hurufilik, İlk Elden Kaynaklarla Doğuşundan İtibaren, Kabalcı Yay., İstanbul 2009.Fuat Köprülü, “Tuyug”, Edebiyat Araştırmaları 2, Akçağ Yay., Ankara 2004, ss. 181-209.Haluk İpekten, Eski Türk Edebiyatı Nazım Şekilleri ve Aruz, Dergâh Yay., İstanbul 2002.Hüseyin Ayan, Nesîmî, Hayatı, Edebî Kişiliği, Eserleri ve Türkçe Divanının Tenkitli Metni I-II, TDK Yay., Ankara

2002Muharrem Ergin, Kadı Burhaneddin Divanı, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yay., İstanbul 1980.Recai Kızıltunç, “Türk Edebiyatında Tuyug ve Bazı Problemleri” A.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi,

Sayı: 37, ss. 107-126.Sehî Beg, Heşt Bihişt, Haz. Haluk İpekten vd., Ankara 2017 http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/TR,191370/sehi-

beg-hest-bihist.html

Page 335: HECE TAŞLARI - Turuz

19O n 5 ş u b a t 2 0 1 8 He c e t a ş l a r ı 3 6 . s a y ı

ÇOCUK ŞİİRLERİ Qeşem İSABEYLİ

AĞAÇLAR

Kesdi yel, yağdı qar– Üşüyecek ağaclar.

BAHAR

Evimizin damında kar kalmadı; Yağdı gitti boz bulutlar, kalmadı. Birce günde göle döndü gölekler, Beşçe günde dize çıktı çöl-çimen.

EKMEK – BEREKET

Babamla tezden avluya düştük, Yere bir elce ekmek düşmüştü. O boyda kişi çöküp diz üste, Götürdü, öptü, koydu göz üste!

ÜÇ KİŞİ...

Babam tekdi, Atam tekdi, Tekem men; Tek – Allahdı, Tek – Dünyadı, Tek – Veten.

TORAĞAYLAR

El götürmez yoldan-izden,Kar da bassa yeri dizden;Nağme deyer şirin-şirin,Saya salmazYaydı, qışdı, torağaylar.Yolda taşdı,Gökde kuşdu torağaylar.

AĞLAYA GÜLE Köksal CENGİZ (Niyazkâr)

Dünya durağında müthiş bir hızlaÖmürler geçiyor ağlaya güleNe eksik yazılı ne de bir fazlaÖmürler geçiyor ağlaya güle

Sen de eğlenirsin sayılı vakitHer nefeste biter eldeki nakitBozulmaz Mevla’yla yaptığın akitÖmürler geçiyor ağlaya güle

Söz maksadı tartsın dildeki yaydaKalpleri kırmaktan kim gördü faydaNice cevher saklı bir asil soydaÖmürler geçiyor ağlaya güle

Ömür dediğin şey oyun eğlenceNiceleri gitti ecel gelinceDudaktaki arzum “Allah” son heceÖmürler geçiyor ağlaya güle

Madem bu hayatın her şeyi yalanKör şeytan ruhunu etmesin talanNe mutlu hakkınca Hakk’a kul olanÖmürler geçiyor ağlaya güle

Bazen hazan vurur bazen yaz ederGönül ancak sevdiğine naz ederÖlüm gelir gül tenini toz ederÖmürler geçiyor ağlaya güle

Page 336: HECE TAŞLARI - Turuz

20 He c e t a ş l a r ı 3 6 . s a y ı O n 5 ş u b a t 2 0 1 8

HÜZÜN SENFONİSİ

Rukiyye AYDIN

Tek sen misin ey gönül kirişleri kırılan?Bir nihavent sesinde can evinden vurulanNiçin yüce dağları söküyorsun yerindenGökyüzüyle söyleşip sızlıyorsun derindenÂleme bir bak hele, gözlerini çevir deDiline vâkıf olup yüzünü bir “çevir” de!

Yıllar yılı işte ben, bu ses ile uyandımGüftesiz bir bestenin sevdasına boyandım

Şarkılara sor önce, besteleri süzerekRitmiyle hem-hâl olup deryasında yüzerekSormadan dönme sakın, sesi kime ulaşır?Nihavent benim ile söyle neden uğraşır?Hicaza dalma sakın yanarsın ciğerindenHüzzam alıp götürür, olursun diğerindenÂlemlerin sırrına ritmiyle eşlik ederHer âşığın dilinde mâşukunu zikreder

Yıllar yılı işte ben, bu ses ile uyandımGüftesiz bir bestenin sevdasına boyandım

Güneşe sor ey gönül; kendini neden yakar?Âlemi aydınlatır, sinesinden lav akarDeste deste sunarken ışığı dünyamızaFersah fersah yücelir kurulur hülyamızaÂşıklar bekler onu, gecenin göğü beklerDert ile tükenmişler, tanyeriyle emeklerBıçak gibi keskindir bakışı gözümüzeSımsıcak bir sevdayla sokulur özümüzeSanırsın ki ey gönül; habercisi yarınınOysa yanar özün de, özlemiyle yâr’inin

Yıllar yılı işte ben, bu ses ile uyandımGüneşsiz bir ateşin sevdasına boyandım

Geceye sor ey gönül; neden göğü karadır?Âşıkları dert küpü, sineleri yaradırKaç âşığın sırrına, yıldızı şahit olurHer dua her niyazı, göklerde ahit olurYıllar yılı işte ben, bu ses ile uyandımSabahsız bir gecenin sevdasına boyandım

Yıllar yılı işte ben, bu ses ile uyandımSabahsız bir gecenin sevdasına boyandım

Toprağa sor ey gönül; bağrı neden yaralı?Sinesini ezelden, Âdemoğlu saralıDinle bir bak ne diyor sanki ana yüreğiDinler iken yavaşça, yavaşça sal küreğiSırtındaki vebali ezel kadar uzaktırHavva’nın adımları onun için tuzaktırSu ile karılınca Âdem çıktı meydana İnsanoğlu yerleşti toprak dediğin hanaKirletilmesin diye, adımlara yalvardıSen bağrına vurdukça sarardıkça sarardıAldı sonra koynuna yüce ÂdemoğlunuSarıp örttü üstünü, nice Âdemoğlunu

Yıllar yılı işte ben, bu ses ile uyandımTopraksız bir mezarın sevdasına boyandım

Page 337: HECE TAŞLARI - Turuz

21O n 5 ş u b a t 2 0 1 8 He c e t a ş l a r ı 3 6 . s a y ı

CANINI YAKMA Fatih KANDEMİR

Dile gelmeyen aşktır bizde olan mu’teberAşkını ikrâr için dilin canını yakmaAşkın son şarkısını söylemiş sana kaderAşkı saz etmek için telin canını yakma

Sevdiğin yâr köyünden silinse de izlerinSükût etmek yüzünden bir sır olsa sözlerinKalbinin acısından bulut olsa gözlerinHüzün yağmuru olup selin canını yakma

Bozulsa istikrârın sen olsan bir kararsızGörüp bilsen çektiğin tüm çileler yararsızYine sen aşk işinden çıkmak için zararsızŞerre bel bağlayıp da belin canını yakma

Aşkta mevsim hep bahar demişler ne yalan şeyZaten ilkbahar diye ağlıyor ya hep bu neyDeseler bilmeyenler söylesene derdin neySen de bir ney olup da dalın canını yakma

Herkesin aşk yarası kendi içerisinde Bazısının yarası görünür derisindeBelli sen bu yaranın acı kederisin deFâş edip de derdini kulun canını yakma

Sen âşıksın ama aşk senden uzağa düşmüşSenin gibi çok âşık böyle tuzağa düşmüşSenin gönül fidanın kuru bir bağa düşmüşSen de düşüp de çöle çölün canını yakma

Bu ozan son sözünde bir ihtar daha versinDua etsin ki Allah ona yâr daha versinSonunda ne çare ki âh u zâr daha versinKemahlı bülbül olup gülün canını yakma

İKİ ŞİİR

Özcan GÜLÇİN

İNSAN VE SERVİ

Serviler göğe doğru başlarını kaldırmışNice renkli hayatlar burada noktalanmış

Şehrin tenha köşesi hem de uzakça bir yerNe kadar istemesek son durağımız o yer

Bu zarafet bu endam söyle hiç sevilmez mi?Güzelliğinin sırrı nedir hiç bilinmez mi!..

Bekle ey güzel servi gölgene geleceğim!Köklerine sarılıp dalında güleceğim

Çürüyecek bedenim sana hayat verecekSana bakan hangi göz sende beni görecek?!.

Sana öyle yakından hayran hayran bakmalıHem başlangıç hem bitiş sende daha anlamlı!

ARAYIŞ

Hâl-i pürmelâlimi soyunup kıyılardaYaksam gemilerimi açılsam ummanlara!

Özgürlük rüzgârına açıversem bağrımıEfkârımı bıraksam o masmavi sulara!

Alıp götürsün sular içimdeki kirleriAlıp götürsün beni yepyeni dünyalara!

Kavganın, hırsın, kinin olmadığı yer olsunİnsanlar özlem duysun anbean sevdalara!

Page 338: HECE TAŞLARI - Turuz

22 He c e t a ş l a r ı 3 6 . s a y ı O n 5 ş u b a t 2 0 1 8

dOKUNAN ŞİİRLER-6- Tayyib ATMACA

Ya edebiyatımızın “esas oğlan”ı olduğundan ya da biraz şiirle iştigal ettiğimizden olsak gerek ki her ay gelen onlarca dergi arasında öncelikle şiirleri okumaya başlarım. Öyle şiirlerle karşılaşırım beni alır götürür, öyle şiirlere rastlarım kafamı vuracak yer ararım. Şiiri biraz tanımama rağmen anlayamadığım, anlamlandıramadığım, şiirdir ya da değildir diye bir kategoriye koyamadığım ne kadar şiir yayınlanıyor-sa o kadar şiir adına kaygılanıyorum.

Şiire ne kadar değer veriyoruz, şiir bizim için nedir, masanın başına oturup bilgisayarın karşısına geçtiğimizde ya da elimize bir kağıt kalem aldığımızda birden bire şiir yazıyorsak, ya şiiri bilmiyoruz ya da yazdıklarımızı şiir diye okuyucuya “yersen de bu yemezsen de bu” diye üzerine üç beş imge ekeleyerek servis yapıyoruz. Divan şiirini, halk şiirini bilmeden “modern şiir” yaftası yapıştırıp -bu tür şiirlerden başkasını kuştan saymayan- dergilerin sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Onar da yayınlıyorlarsa içten içe biraz “köylü”lük “yafta”sıyla anılıyorlardır.

İlkokul ikinci sınıfa giden oğlum bir akşam “baba ben çok şanslı bir öğrenciyim çünkü sen şairsin öğretmenimiz bizi bugün bir astostik şiir ödevi verdi, yardımcı ol da bu ödevi yapalım” dedi. Öğretme-ne bak hizaya gel. Günümüz mordern şiirini yazdıklarını sanan şairlerin bile çoğunun nasıl yazıldığını bilmedikleri “akrostiş” şiiri, ilkokul ikinci sınıf öğrencileri ödev olarak yazacaklar. Neyse uzun yazının kısası öğretmenin vermiş olduğu Bayrak konulu akrostiş şiirin nasıl yasıldığını anlattım, oğlum şiiri yaz-dı, kağıdın kenarına da bir kare çizip içini bayrağın rengine boyayıp ay yıldızı da yerine koydu. Bu şiir ne kadar şiir olduysa iyi bir şiir okuru olmadan şiir talimi yaparak şiirin köklerine inmeden yazılan şiirler de o kadar şiir oluyor.

Gelelim bize dokunan şiirlere. Sıtkı Caney, Layya şiir kitabından bu güne hem hecenin izini süren hem de serbest şiir yazan gelenekten haberi olan, geleceğe şiiri kalacak şairler arasında olma azmiyle yaz-mayı sürdürüyor. Türk Dilinde Köroğlu’yla Kırk Rüya başlıklı şiirine serbest şiir olarak başlasa da araya hecenin klasik 11’li ölçüsünü serpiştirerek, şiirin ana damarının hece şiiri olduğunu çaktırmadan işliyor. İşte o şiirden bizi çarpan bir bölüm:

Yiğit yarasını kendi deşermişAklına gönlünde mezar eşermişİçin için yanar aşkla pişermişAşk ki tek hakikat, aşk ki tek rüya Köroğlu ‘her yanın aşka ver’ demiş ‘sırtın verme beli bükük dünyaya’1

Ahmet Doğru “cemâziyelevvelini” bildiğim bir şair. Şiire başladığında hece şiiri talimleri yapıyordu. Üniversitede okumaya başladığı yıllarda ne dediğini ne yazdığını kendisinin de bilmediği “modern” şiir-ler yazdı. Ahmet Doğru’nun bu şiirlerininin kendi duygu dünyasıyla örtüşmediğini imalı şekilde söyle-meye çalıştıkça benden uzaklaşmaya başladı. Sabırla, Ahmet Doğru’nun kendi duygu mecrasına çekile-ceği zamanları bekledim. Demek ki beklemem boşuna değilmiş. İşte Ahmet Doğru’nun kendisi olduğu bir şiirden bize dokunan dizeleri:

Ecel gözler can kuşunu, siper bulmak mümkün değilDünya bizi bırakmadan, biz dünyayı bırakalım2

Şiirin geleneksel şiir mi değil mi olduğuna bakmam, bir şiir insanın ruhuna ne kadar dokunuyorsa o kadar şiirdir. Divan şiirine “geçmişte yazılmış bürokrat” şiiri, hece şiirine de “modası geçmiş” şiir olarak bakmam. Bugün her iki şiir türüne de “eski şiir” günümüz şiirine de “modern” şiir diyenler varsın desin. Şair kendini nasıl ifade ederse etsin, şiiri nasıl yazarsa yazsın ama lütfen şiir yazsın.

Bünyamin Doğruer de edebiyat dergilerinde son yıllarda sık sık görünmese de yaklaşık otuz yıldır kendine özgü islami kaygılarını diri tutarak yazan ender şairlerden birisidir. Şiirlerinde ümmet bilinci temasını işlemekten geri durmadı. (Bu yazı arasında Yolcu’yu arıyor telefon numarasını istiyorum. Koca-eli Anadolu İmam Hatip Lisesinde öğretmenliğine devan ettiğini öğreniyorum.) İşte o şiirlerinden bize dokunan bir bölümü:

1 Sıtkı Caney, Türk Dili, s.30, Sayı 783, 20172Ahmet Doğru, Bizim Külliye, s.76 Sayı 74, 2017-18

Page 339: HECE TAŞLARI - Turuz

23O n 5 ş u b a t 2 0 1 8 He c e t a ş l a r ı 3 6 . s a y ı

Bu masal dünyadaYaşamak dediğinGül renkli sayfalar arasındaBelki de dalgaların arasında bir izYa da hüzün kelebekleri içindeKerbela çiçeği3

Adem Konan “yedi dergide sekiz şiiri yayınlanan” bir şair değildir. Geleneksel şiirimizi iyi bilen bir şair. Temür Melik Dedekurt mahlasıyla hece şiirleride yazmışlığı, Gündönümü, Şardağı, Kanat, A’râf, Uzun Sokak, Son Duvar, Kurgan gibi dergilerinin yayınlanmasında alınteri dökmüşlüğü vardır. Irmağın Yaka-rışı isimli bir kitabı var ona da yıllardır ulaşmaya çalışıyorum.

Adem Konan şiir üzerine kafa yoran, şiir üzerine dost meclislerinde konuşan, ama konuştuklarını yazıya dökmeyen, bu güne kadar -bildiğim kadarıyla- bir söyleşisi yayınlanmayan ara sıra dergilerde gö-rünen az yazan çok okuyan aynı zamanda şiirlerimi eleştiren fikirlerinden faydalandığım ve fikirlerinden başkalarının da faydalanması gerekliliğine inandığım bir şair.

Şiir talimine çıkan genç ya da şiire geç başlayanların mutlaka dinlemesi fikirlerinden istifade etmesi ve gösterdiği yolda yürünülesi bir usta şairdir. Adem Konan bu bilgi birikimini kendisiyle götürürse hem kendi adına yazık etmiş olur hem de Türk şiiri adına diye düşünüyorum.

Netekim Adem Konan tepeden tırnağa şair, birikimlerinin kapalı olduğu o kapıyı açacak bir anahtar mutlaka vardır. Bize de o kapının ne zaman açılacağını beklemek düşecek anlaşılan.

Uzun sözün kısası, Adem Konan’ın bize dokunan tümtüs bir şiiri ile sözü şiire bırakalım:

Ağaçlar ağaç gibidirTaşlar taşNe zaman bakarsan suya, su gibidirGökyüzü gökyüzü gibiGönenirsin

Uzaklar bildiğin uzakYakınlar bildiğin yakın...İnsan da öyle sanırsınDuruşuna, bakışına sözlerineİnanırsın

Kuşları da bilirsin, el sallasan uçarBöcekleri de dünyadan habersizHele çiçekler ki yürür kendi yolundaSeni hiç yanıltmazlar, neyse oSevginle sınanırsın

Dünya kurulalı beriBenzemese de birbirine renkleri, şekilleriHer şey kendisi gibiİnsan da öyle sanırsınOmuzlarsın, gülümsersinYaslanırsın

Olup biteni dünyada, her bir şeyiDokunarak, dinleyerek, hissederek anlarsınOysa ne kadar tuhaf insanı insan zannetmekOl görüp kavrayamazsınYanılırsın4

3 Bünyamin Doğruer, Yolcu Dergisi, s.29, Sayı 86, 20174 Adem Konan, Kurgan, Edebiyat Kültür Dergisi, s.113, 38. Sayı, 2017

Page 340: HECE TAŞLARI - Turuz

24 He c e t a ş l a r ı 3 6 . s a y ı O n 5 ş u b a t 2 0 1 8

UZAKTAKİ ŞAİRE Ahmet YALÇINKAYA

Seninle bil ki aynı çığlığı işitmiştikAynı özgür sularda sakladım saf yüzünü.Düşlerden acı süzdük masallara eriştikTüm dillere taşırım başımda her sözünü.

Buğulu gözlerinden düşen ziyaya doymamGözlerin ki ateşi yetimlerin aynası.Aklıma ağır saçın, olsun yerlere koymamYer değil gökler çeker şehitler için yası.

Toprağa düşen çocuk bakışı sarsar seniAlnında zaman aşan yürekleri taşırsın.Her kurşun alır gider biraz güzelliğiniSöz güzeli olur da seslere karışırsın.

Fanilik gerçeğimiz, bel bağlama şanınaYeter adını bilsem, gölgeni tutsam senin.Ey şiir prensesi katıl gül kervanına!Kaybı olmaz sonsuzluk iklimine gidenin.

Page 341: HECE TAŞLARI - Turuz

25O n 5 ş u b a t 2 0 1 8 He c e t a ş l a r ı 3 6 . s a y ı

HECE TAŞLARI 3. YIL FİHRİSTİ 15 MART 2017-15 ŞUBAT 2018

AKBAŞ, Ali / 33/4 Şiir ve GelenekAKKANAT, Cevat / 30/19 Maniler, 32/20 ManilerAKSOY, Rafet / 25/16 BülbülAKTAŞ, Osman / 26/7 Tanırlı Aşık Yener, 29/16 Bir Nazarcı Bulup Nazar VerdirsemAKYÜZ, Birkan / 31/7 Neye Yarar, 35/18 GözlerinALİOĞLU, Hacer (Yakutî) / 29/22 Demişler Hiciv, 33/23 Rüzgâr’ımALTUN, Kadir / 29/20 Derman Sende Saklı, 36/14 Söz DemiANIK, Esat / 25/21 Kaç SeneASLANBEYLİ, Elnur / 31/9 Boy-Boy; AğlarÂşık Cemal Divani / 26/11 Kime Ne Bundan, 33/22 DünyaÂşık Muhsinoğlu / 28/15 Ne Ki, 32/19 Haber VerATASOY, Ali Rıza / 28/7 Yağmur Yağıyor Sen Gidiyorsun, 32/20 KabristanATILGAN, Halil / 30/12 Türkülerde Ahraz Dile, Bülbül Güle, Arı Bala Gelir, 31/22 Üç Ünlü Türkü

ve Âşık Hüseyin/bir, 33/12 Gayrı Dayanamam Ben Bu Hasrete ve Âşık Hüseyin/iki, 35/13 Bilemedim Kıymetini Kadrini ve Âşık Hüseyin/üç

ATMACA, Tayyib / 25/2 Bahar Sancısı, 25/21 Nevruziye, 26/2 Kapının Dili, 26/21 dOkunan Şiirler -1-, 27/2 Yarası Var İnsanın, 28/2 Park Alanı, 28/21 dOkunan Şiirler -2-, 29/2 Boş Mezar, 30/2 Her Yerde Yangın Var, 30/21 dOkunan Şiirler -3-, 31/2 Eylül, 32/2 İncelir İncinir Kalbi Olanlar, 32/22 dOkunan Şiirler -4-, 33/2 İnsan İçimize Geri Dönelim, 34/2 Elli Beş Basamak, 34/22 dOkunan Şiirler -5-, 35/2 Üç Gül Yaprağı, 36/2 Eylül, 36/2 Kuru Gürültü 36/22 dOkunan Şiirler -6-

AVCI, Ramazan / 34/11 Özgül Ağırlığı Aşk Olan Şair: Bahaettin KarakoçAVŞAR, Mehmet / 27/3 Yeter, 33/3 YetmezAYCI, Mehmet / 25/3 Eşikten, 33/6 Şiir ve Gelenek Üzerine Konuşmalar/yediAYDEMİR, Süleyman / 31/14 GözlerinAYDIN, Rukiyye / 36/20 Hüzün SenfonisiAYDINOĞLU, Kənan / 26/17 Yunus ƏmrəBALABEYLİ, Faig / 35/17 Bağışla Beni…; Bir Kimse BilmediBARIŞ, Rabia / 30/10 YavrumBAŞ, Mehmet / 26/18 İz mi Var, 29/18 Yerleşik Hayat, 32/24 Haber Sal SevdiğimBAYRAM, Fazlı / 31/20 Gel Gidelim Dostlar Bize GülmesinBAZ, İbrahim / 26/16 YangınBEDİR, Emrullah / 26/19 Özlüyorum; Benim Suçum Günahım NeBERBERCAN, Mehmet Turgut / 28/15 Bir AdaBEYAZIT, Durmuş / 35/10 (…)BEYAZLI, Vahdettin Oktay / 31/11 UtansınBİLGİÇ, Züleyha Özbay / 29/19 ZevrevanBOYUNDURUK, Erol (Giryani) / 25/20 Geldim Sana, 29/22 Karakoç’a Mektup, 33/21 Soma Şe-

hitlerine AğıtBULUT, İlhami / 30/3 Hüthüt Çığlığı, 33/19 GönülBÜYÜKBAŞ, Nurettin / 27/24 Zaman ve Mekân, 35/11 Gül

Page 342: HECE TAŞLARI - Turuz

26 He c e t a ş l a r ı 3 6 . s a y ı O n 5 ş u b a t 2 0 1 8

CAN, Cahit / 25/17 Yollar; Annem, 28/10 Benim, 32/19 Boşa Kaldı, 34/21 Töre BozulduCANEY, Sıtkı / 34/3 Azize “Yerlilerin Şarkısı” IICENGİZ, Köksal (Niyazkâr) / 28/20 Ağlayan Yüreğim Gözlerim Değil, 30/10 Geçeriz, 33/22

“Gel!” Emrini Duyunca, 36/19 Ağlaya GüleCESUR, Hasan Hüseyin / 27/15 Acz; Aşk ve KelebekÇAKIR, Savaş / 31/14 BakışlarınDARA, Osman Bölükbaşı / 25/20 Bozkırın Tezenesi; Neşet ErtaşDAYANÇ, Muharrem / 29/4 Şiir ve Gelenek Üzerine Konuşmalar/üçDEMİRCİ, Berat / 31/4 Şiir ve Gelenek Üzerine Konuşmalar/beşDEMİRKIRAN, Ecir / 26/15 Bunca Yıldan Ne Kaldı; Bir Yanım CehennemDOĞRU, Ahmet / 26/19 Akıl Kayması, 30/9 Düş Yolları, 36/9 Güzeller ŞahıDÖVRAN, Rahilə / 26/20 Oxşa MəniDURMAN, Nurettin / 26/3 Gazel, 28/4 Şiir ve Gelenek Üzerine Konuşmalar/ikiDURMAZ, Mehmet / 31/24 Ters Öğüt, 33/24 Leyla’dan Geçme FaslıDURMUŞ, Hayrettin / 31/20 Sen Gideli Ceylan Ağlar DağlardaDURNA, Ahmet Süreyya / 34/10 Kardeşlik TürküsüEFE Ahmet / 31/3 Ne Fayda, 34/8 Bir Garip Kul, 36/8 Ya Ne Verdi O Yâr BanaEKER, Tahir / 28/18 Hüzün Değmiş GözlerineEKİCİ, Mehmet / 25/6 Püryan Et BeniELİTAŞ, Hikmet / 26/10 Mevlâm Dilerse; Mevlâna DergahındaERKENEKLİ, Mustafa / 29/16 Aşk AğusuERDOĞAN, Kenan / 27/19 Açar; GelEROL, Salih / 33/16 Yunus’a Bir NazireEVREN, Mustafa Ökkeş / 29/12 Ninniler Ne Söyler, 31/15 Çocuk Edebiyatında Mizah ve Nasred-

din Hoca Fıkraları, 33/9 Beş VakitGERMANOĞLU, Osman / 25/7 Kerküklü Gencin Ağrısı; İnsan OlanınGÖNÜL, Şahine / 34/17 Bin Yol Gider Bir Yere Bir Gider Bine DoğruGÖRGÜN, Fikret / 29/19 Erenler, 33/16 O KervandaGÖRKAŞ, İrfan / 25/18 Platon Düşüncesinde “Şiir-i İlhamî”, 32/14 Câmî’de Şiir AhlakıGÖZÜKARA, Mehmet / 29/10 Dönüşü Yok, 35/23 Var-Olur (Atışma)GÜLBAHAR, İlker / 32/21 Yakup Dergahında Başköşe, 35/18 GülbaharGÜLÇİN, Özcan / 31/11 Baktım Zaman Perdesine, 36/21 İnsan ve Servi; ArayışGÜRKAN, Halil / 29/23 Çatlar ZamanHASANNEBİOĞLU, Cumali Ünaldı / 25/4 Şiir Üzerine Konuşmalar -10- Türkiye Yazarlar Birliği

Konuşması, 27/4 Şiir Üzerine Konuşmalar -11- Osmanlı Padişah Şiirlerinin İnsanî Altyapısı, 35/3 Ne Sorulur Ne Sorulmaz, 36/4 Şiir Üzerine Konuşmalar -12- Ardahan Üniversitesi Konuşması

HOŞAB, Fahri / 25/9 Tahassür, 31/10 Serâpâ Aşk, 34/9 ŞehitlerIŞIK, Mustafa / 25/7 HaykırışİLBEY, Ahmet Doğan / 28/19 Dil Şehrinde Yaşamak, 30/7 “Ömürlük Yara”, 33/10 Kitap ve DilİSABEYLİ, Qeşem / 36/19 Ağaçlar; Bahar; Ekmek-Bereket; Üç Kişi…; TorağaylarİZZƏTİ, Səvavət (Əndəlib) / 26/15 GəzirəmKAFTAN, Ekrem / 29/10 Çocukluk Hayalleri, 32/9 Ölüm, 34/8 Boğaziçi’nde MehtapKAHRAMAN, Kadir / 28/20 Bu Hamal Başka Hamal, 33/20 Gerçek Suçlular

Page 343: HECE TAŞLARI - Turuz

27O n 5 ş u b a t 2 0 1 8 He c e t a ş l a r ı 3 6 . s a y ı

KAHRAMAN, Nuri / 27/21 Maniler Bize Ne SöylerKALENDER, Haşim / 28/10 Gözdür Gönlün KapısıKANDEMİR, Fatih / 36/21 Canını YakmaKARA, Yunus / 29/15 Ben Senin Akranın Değilim Ki AşkKARADAŞ, Sebahattin / 30/20 Yalnızlık, 35/22 Çakma ÂşıklarKARAMIZRAK, Seyfettin / 29/3 SessizceKARATAŞ, Taner / 26/11 Baş Tacı (Tecnis), 33/17 Budala (Cigalı Tecnis)KAŞIKÇI, Ali Rıza / 32/21 Gözümde Tüter, 36/9 Hicran MektubuKAYA, Hüseyin / 28/24 Sessiz RüyaKILIÇ, Lütfi / 29/20 Şairim, 36/15 Hoşuma GiderKILIÇ, Seyit / 25/22 Çeyrek Kâfiye Var Mıdır?, 28/11 Bende/Cinas, 31/12 Saf ŞiirKOCA, Erol / 26/20 Vatan Sağ Olsun, 33/23 Gel Diye Diye, 36/15 Türk’üm BenKOCAGA, Durani / 25/16 Yazık SanaKOZANOĞLU, Ömer Kaplan / 31/9 ÇerçiKÖKSAL, M. Fatih / 29/24 Gazel, 32/4 Şiir ve Gelenek Üzerine Konuşmalar/altı, 35/8 MevlütKURBANOĞLU, Mustafa / 35/22 Yenik DüştümKURTOĞLU, Mehmet / 27/19 Değil, 31/8 Gibisin, 35/4 Şiir ve Gelenek Üzerine Konuşmalar/dokuzKÜRÇAYLI, Əliağa / 28/3 Gecələr Ay Olmaq İstəyirəm MənMALKOÇ, M. Nihat / 26/12 Bayrak Şairi: Arif Nihat Asya, 34/24 Kerkük MesnevisiMARAŞ, Mehmet Atilla / 36/10 Şiir ve Gelenek Üzerine Konuşmalar/onMEHDİYEVA, Ferqane / 29/9 Adam Adamı Üşüdür, 36/8 Dünyada Olanın Nəyi Düzdü KiMERT, Metin / 36/14 MevsimlerMETLEB, Elmeddin / 35/19 Burası VatandıMORTAŞ, Yasin / 25/24 Çelikleşmiş Uzlet Risalesi, 31/6 Kuşları Kanatsız Kudüs Risalesi (El Ak-

sa’nın Gözyaşı), 35/24 Sessizliği Yırtılan Günlere DerkenarMUTLU, Ali Kemal / 26/17 Emmi, 30/9 Sinem Parça Parça, 33/21 Gece/Hece, 36/3 Akar GazeliNEMET, Vuqar / 32/3 Köyden Göçen AğaçNARLI, Mehmet / 34/4 Şiir ve Gelenek Üzerine Konuşmalar/sekizNOYAN, Erdal / 32/9 Berceste DizelerOĞUZ, Mustafa / 29/17 Gönül GazeliÖNDER, Hızır İrfan (Sükûtî) / 29/18 Kanma!.., İhtar, 35/11 BenimÖZALP, İsmail Kutlu / 35/23 Var-Olur (Atışma)ÖZÇELİK, Mustafa / 28/9 Şairin Sesi, 29/11 Şiir ve Hayal, 33/18 Şiir ve ModernizmÖZDEMİR, Mehmet / 29/9 Kadınlar, 35/12 Çocukta Hercai Gülüşler SaklıÖZDEN, Yaşar / 30/20 KalabalıklarÖZEL, Salih / 30/11 Hayat OkuluÖZHECE, A. Muhlis / 30/19 Suna’yı TarifÖZMEL, İsmail / 31/21 Ne Güzelsin BoğaziçiPAYAM, Nazım / 30/4 Şiir ve Gelenek Üzerine Konuşmalar/dörtPEKİN, Süleyman / 27/23 Notasız Melodi, 33/17 İllegal YalnızlıkPEKSÖZ, Nuri / 26/10 Ansızın, 31/7 Sıla Özlemi

Page 344: HECE TAŞLARI - Turuz

28 He c e t a ş l a r ı 3 6 . s a y ı O n 5 ş u b a t 2 0 1 8

PEKTAŞ, Mehmet / 25/11 Osmanlı Hanedanında Bir Hanım Şair: Adile Sultan ve Hece Ölçüsüyle Yazdığı Şiirler, 36/16 Türk Edebiyatına Mahsus Bir Nazım Şekli: Tuyuğ

RAYMAN, Mehmet / 28/7 DahaSADE, Mustafa / 35/10 Gazel-i MusannâSAĞIR, İbrahim / 25/10 Gazel, 29/23 Ayine-i TefekkürSAKAOĞLU, Saim / 26/4 Âşık Şiirine Müdahaleler -1- Âşık Şiirini Türküleştirenlerin Şiire Mü-

dahale Hakkı Olamaz!, 28/16 Âşık Şiirine Müdahaleler -2- Karaca Oğlan’ın Elif Şiirinden İki Kelime: Diye-Deyi, Abdal-Hayran, 30/16 Âşık Şiirine Müdahaleler -3- Ölmüş Âşıkları Dövüştürmeyelim!, 32/10 Âşık Şiirine Müdahaleler -4- Âşık Şiirlerini Kimler Karıştırıyor?, 34/18 Âşık Şiirine Müdahaleler -5- Âşık Halil Karabulut ile Âşık Abdülvahap Kocaman’ın Bir Savaş Destanı

SEFA, Majid Teymourifar / 25/9 AğaçSEMA, Gülnar / 30/11 Günlerin Bir Günü; Ayrılıq BorcuSERİN, Musa / 25/10 Sen VarsınSEZGİN, Ahmet / 28/8 Aşk Medeniyetine HasretSUBAŞI, Muhsin İlyas / 27/16 Şiir ve Gelenek Üzerine Konuşmalar/bir, 28/12 “Kaldırımlar” Şai-

rinden Alacağımız DersSUNKUR, Halil / 35/20 Nâbî’nin Hayatı ve İlmî KişiliğiŞAHAN, Eyüp / 28/18 Beraber GidelimŞAŞMA, İbrahim / 27/20 Fâtıma-i BeyitlerŞIHLI, Afak / 34/9 Geç Gözümün YaşındanŞİMŞEK, Tacettin / 26/24 Maraş Rubaileri -1-, 33/8 Maraş Rubaileri 2TAŞ, Gülden / 25/17 Savaşın Çocukları TÜRKMEN, Şükrü / 28/8 Kurban Olduğum; Dosta Selamımdır, 33/9 Vurulmuş GibiTÜRKYILMAZ, Muhammet Emin / 29/21 Tek Taraflı Ayrılık, 30/15 Tek Taraflı AyrılıkUFUK, Harika / 31/21 Hakkımı Helal EttimULUTAŞ, Nurullah / 25/6 Son Nağme; Öykü, 27/15 Hicran Buğusu, 31/8 Yağmur, 35/12 YollarURFALI, Ahmet / 25/8 Şiirdir Damlada Deryayı Görmek, 30/24 BergüzârUSTA, Yasin / 27/23 Şair Beslenmesi, 33/19 Seni AnlatırÜLKER, Talat / 25/5 Aşk Peşrevi, 30/6 MimYALÇIN, Ümit Bayram / 35/17 Şeyh Galip; Yunus EmreYALÇINKAYA, Ahmet / 36/24 Uzaktaki ŞaireYAŞAR, Ali (Dost Ali) / 31/10 KimdirYAŞAR, Habil / 34/21 Həbər AlYAŞAR, Mehmet / 27/22 Mâh-ı RamazanYAVUZ, Mevlüt / 33/20 Alın Yazım OlYAZGAN, Bestami / 28/11 Canlar Can Evinden Yaralı Şimdi, 30/6 Yepyeni Destanlar Yazma Vak-

tidirYILDIRIM, Halit / 29/17 Bigane Yar