16
K amu E mekçileri B ülteni Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber, ya hiçbirimiz! İki aylık bülten * Sayı 54 * Ocak - Şubat 2016 Kamu hizmetlerinin piyasalaştırılmasına ve iş güvencesinin kaldırılmasına izin verme

Kamu Emekçileri Bülteni 2016 Ocak Şubat

Embed Size (px)

DESCRIPTION

Sosyalist Kamu Emekçileri

Citation preview

Page 1: Kamu Emekçileri Bülteni 2016 Ocak Şubat

Kamu Emekçileri Bülteni

Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber, ya hiçbirimiz!

İki aylık bülten * Sayı 54 * Ocak - Şubat 2016

Kamu hizmetlerinin piyasalaştırılmasına ve

iş güvencesinin kaldırılmasına izin verme

Page 2: Kamu Emekçileri Bülteni 2016 Ocak Şubat

2 KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ

Kamu Personeli Danışma Kurulu (KPDK) toplantısı Ça-lışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Süleyman Soylu başkanlı-ğında 30 Kasım tarihinde gerçekleştirildi. Toplantıda Bakan Soylu’nun dile getirdikleri bir kez daha ‘kamuda reform’ adı altında kamu hizmetlerinin piyasalaştırılması ve çalışma yaşamının esnekleştirilmesine dönük yeni bir saldırı dalga-sının kapıda olduğunu ortaya koydu.

Yılın ilk aylarında Erdoğan Tüm Sanayici ve İş Adamları Derneği (TÜMSİAD) Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada patronlara seslenerek “İki şeyiniz vardır. İhbar tazminatını ödersiniz, kıdem tazminatını ödersiniz. Memnun değilseniz kapıya koyarsınız. Öyle mi? İlanihaye çalıştırmaya mecbur musunuz? Bu yeni anayasa ile birlikte memur işçi ayrımı-nı da ortadan kaldırmak lazım” diyerek kamuda yapılmak istenen düzenlemenin ana hedeflerini ortaya koymuştu. Davutoğlu ise 1 Kasım seçimleri öncesinde TRT’de katıldığı bir programda “Memurluk, emekliliğine kadar korunak al-tında, çalışmasa dahi devlet ödeme yapmak zorunda. Bu çalışma performansını etkilememeli. Devlet de şunu di-yebilmeli, çalışmıyorsun ya da yanlış çalışıyorsun.” sözleri ile kamu hizmetlerinin etkin olarak sunulamamasını kamu emekçilerinin ‘tembelliği!’ ile açıklama yolunu tutmuştu. KPDK toplantısında ise bu söylemler inceltilerek sunuldu ve ‘etkinlik, verimlilik’ gibi kavramlar arkasına gizlendi.

Önümüzdeki dönemde kamu hizmet alanına dönük kapsamlı bir saldırı dalgasının kapıda olduğu, bu saldırı dal-gasının ana ekseninin kamu hizmetlerinin piyasalaştırılma-sı ve buna eş güdümlü olarak da kamu emekçilerinin sınırlı iş güvencesinin ortadan kaldırılması olduğu biliniyor. Ne var ki, kamu emekçileri nezdinde, bu saldırı dalgası karşı-sında hâlihazırda ‘kırmızı çizgiler’ konulmaktan öteye her-hangi bir hazırlık bulunmuyor.

Cilalı ‘reform’ ve Memur- SenKamu kurumlarının özelleştirilmesine hız verecek, ku-

ralsız çalışmayı yaygınlaştıracak ve kamu emekçilerinin iş güvencesini daha da sınırlandıracak ‘reform’ların cilala-narak sunulacağından şüphe yok. Yıllık izinler, kadroların yeniden düzenlenmesi, kimi özlük haklarda göstermelik iyileştirmeler ile ‘paralel yapı’, ‘verimlilik’ vb. söylemler eş-liğinde hayata geçirilecek olan kapsamlı saldırıların meşru-laştırılmasında yandaş Memur- Sen’in de büyük bir çaba göstereceği açık. KPDK toplantısında, “iş güvencesi kırmızı çizgimiz” diyen Memur- Sen’in performans sistemine ve ‘rekabet’, ‘verimlilik’ vb. adlar altında kamu kurumlarının ‘işletme’ haline dönüştürülmesine, kamu-özel ortaklığı gibi uygulamalara hiçbir itirazı yok. Kısacası yeni saldırı dalga-sının hayata geçirilmesinde ve kamu emekçilerinin yeni düzenlemelerle ilgili manipüle edilmesinde sermaye işbir-likçisi Memur- Sen, misyonuna uygun davranacaktır. AKP eliyle beslenip büyütülen ve kamu emekçileri hareketinin ehlileştirilmesinde önemli bir rol üstlenen Memur- Sen’in başka bir yol tutturması da beklenemez.

Keskin söylemler saldırıları göğüslemeye yeter mi, ya da KESK nerede?

KPDK toplantısında KESK, AKP hükümetinin kamuya dö-

nük saldırı programına cepheden karşı durdu. Toplantıya KESK Eş Genel Başkanı Şaziye Köse katıldı ve hükümetin amaçlarını teşhir ettikten sonra “Biz KESK olarak, ‘reform’ adı altında gündeme getirilen bu saldırılara karşı geçmişte olduğu gibi bugün de kararlı bir şekilde mücadele etmeye, kamu alanını toptan tasfiye etmeyi hedefleyen her türlü gi-rişimin karşısında olmaya devam edeceğiz.” dedi.

KPDK toplantısının üzerinden neredeyse bir aylık za-man dilimi geçmiş olmasına karşın toplantıda keskin söy-levler çeken KESK, saldırı hazırlıklarına karşı hiçbir hazırlık ve çalışma başlatmış değil. Öyle ki, kamu emekçilerini yeni saldırı dalgasına karşı uyarmak ve aydınlatmak yönünde dahi atılmış herhangi bir adım bulunmuyor. Buradan akla KESK’in geçmiş dönemleri; saldırı yasaları meclise gelene kadar beklediği, yasa meclise geldikten sonra ise yapacak bir şeyinin kalmadığı dönemler geliyor. Uzun zamandır ge-rek saldırı yasalarına, gerekse de toplu sözleşme dönem-lerine dönük olarak KESK’in -refleks eylemler dışında- bir mücadele çizgisi bulunmuyor. Eğer kısa süre içerisinde KESK ve bağlı sendikalar, kapsamlı bir mücadele hattının örülmesine dönük hazırlıklar yapmazsa, yasa meclise gel-diğinde eylem çağrıları yapılsa bile bunun saldırıları göğüs-leme sonucunu doğurmayacağı açık. Kısacası KESK, bugün-den kurullarını toplamaz, bölge toplantıları örgütlemez, kamu emekçilerini aydınlatmaya dönük bir çaba içerisine girmez ve kapsamlı bir mücadele programı ortaya koymaz-sa saldırı yasalarını püskürtmek olanaklı olmayacaktır.

Çözüm: Taban dinamizmini açığa çıkarmakSendikaların toplantılarında hemen herkes KESK’i ve

sendikaları eleştiriyor. Birileri eleştirirken diğerleri ya eleş-tirileri sürdürüyor ya da eleştirilere onay veriyor. Denebilir ki, sendika şubelerinde yapılan toplantılarda KESK’i eleş-tirmeyen yok! Herhangi bir sendikal gruba üye olsun veya olmasın, tüm yönetici kademelerde bulunanlar ve işyeri temsilcileri koro halinde KESK’i ‘bir şey yapmamak’ ile suç-luyorlar. Sanki KESK ve bağlı sendikalar, bu eleştiricilerin dı-şında bir yapıymış gibi! Nasıl ki KESK’te uzun yıllardır ‘pro-testocu-refleks’ eylem tarzı hâkim hale gelmişse, gruplarda ve öncülerde de ‘eleştiricilik’ bir çizgi haline gelmiş bulunu-yor. Ne gariptir ki bu eleştiriciler, tersinden KESK’ten gelen çağrılara da pek kulak vermiyorlar. KESK’in çağrısını yaptığı son bölge toplantıları bu durumu ortaya sermeye yetiyor.

Eleştiricilikten de, KESK’in ‘protestocu’ çizgisinden de bir an evvel sıyrılmalıyız. Eleştiri elbette ki gerekli. Fakat eleştiri, ‘Ne yapılmalı?’ sorusuna yanıt üretmek ve yapıla-cak işler için kolları sıvamak için yapılıyorsa anlamlı. Saldırı yasaları karşısında işyerlerini harekete geçiren, taban dina-mizmini açığa çıkartan bir tutuma ihtiyaç var. Bugün eleş-tiricilikte başa güreşen sendikal grupların önüne koyması gereken tutum da budur. Eleştirinin samimiyetinin ölçüsü de budur. Aksi durumda, saldırı yasalarının göğüsleneme-mesinin sorumluluğunu KESK’le birlikte taşımak anlamına gelecektir.

Sosyalist Kamu Emekçileri

Kamu alanında yeni saldırılar ve görevler*

*Bu yazı 24.12.2015 tarihinde Kızıl Bayrak gazetesinin internet sitesinde yayınlanmıştır.

Page 3: Kamu Emekçileri Bülteni 2016 Ocak Şubat

3OCAK - ŞUBAT 2016

Türkiye’nin Rus savaş uçağını düşürmesi ulusla-rarası bir krize yol açtı. Türkiye NATO’yu, Rusya Bir-leşmiş Milletleri toplantıya çağırdı. Düşürülen savaş uçağı ile ilgili Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, ‘Milliyeti belli olmayan bir savaş uçağı düşürüldü.” diye açıklama yaptı. Açıklamayı öğretmenler günü dolayısıyla verilen yemekte bulunan “seçilmiş öğret-menler”, büyük bir coşkuyla alkışladı. Cumhurbaşkanı kopan alkış üzerine “Kardeşlerim mesele bir alkış me-selesi değil biz buna şahit olmak istemeyiz.” demek zorunda kaldı.

Bir devletin başka bir devletin uçağını düşür-mesi, savaşa davetiye çıkarmak demektir. Ne gariptir ki cumhuriyetin öğretmenleri, bu daveti büyük bir coşkuyla alkış-lıyorlar. “Neden? ve Na-sıl?” Soruları sorulmadan sadece söyleyene baka-rak çıkacak savaşa hemen taraf oluyorlar. Oysa öğ-retmenler, hem öğren-cilerinin hem de dünya çocuklarının geleceğini düşünen “kutsal insanlar” değiller mi? Savaşta en çok masum olan çocuklar öl-müyor mu? Aylan bebeğin yaşadıkları savaşın sonucu değil mi? Ülkeye gelen Suriyeli göçmenler ve onların içindeki göçmen çocuklar, tüm temel haklarından mahrum değil mi? Bunların içlerinden şanslı olanla-rı okullarımıza eğitim almak için geldiklerinde büyük sorunlarla karşı karşıya kalmıyorlar mı? Ayrımcılığa ve şiddete uğramıyorlar mı? Peki, ülkede yaşananlara ne demeli; binlerce kız çocuğu evlendirilirken, çocuk işçi cehennemine dönen ülkede çocuk işçi cinayetle-ri yaşanırken, bilimsel-laik eğitim rafa kaldırılmışken, sesini çıkarmayan sessiz ama taraflı eğitim orduları savaşa alkış tutuyorlar. Sorarız size, 11 yaşındaki öğ-rencisini rüyasında görüp evlenmek için babasından isteyen öğretmen konusunda ne yaptınız? On binler-ce kız çocuğu küçük yaşta evlendirilirken, taciz, te-cavüz ve şiddete maruz kalırken ne yaptınız? Çocuk yaşında eve ekmek götürmek için çalışan çocuk işçiler için ne yaptınız? 70-80 kişilik sınıflarda eğitim görmek zorunda kalan çocuklar için ne yaptınız? Eğitim emek-çilerinin hakları bir bir ellerinden alınırken ne yaptı-nız? Aslında cevap ortada, değil mi? Koskocaman bir hiç. Üstüne üstlük yaptıklarınızla yaşananlara çanak tuttunuz.

Savaş çığırtkanlığı; -bu devletin dilinden, “Yunanis-tan’ı üç günde alırız.”, “Kıbrıs’ı yirmi dört saatte ele

geçirdik.” sözleriyle, haritada yerini gösteremedikleri Kore’de “kahramanca savaştık.” söylemleriyle- devlet eliyle yürütülüyor. Devletin çarklarında iyi eğitim al-mış eğitim emekçileri de bu çarka hizmet etmekte ku-sur etmiyor. Yetiştirdikleri öğrenciler de hazır kıta sa-vaşın yolunu gözlüyor. Savaş uçağının düşürülmesinin ardından girdiğim ilk derste “Hocam savaş çıksa kim yener?”, “Biz Rusya’yı yeneriz.” gibi soru ve yorum-larla karşı karşıya kaldım. Bu devlet, devletin yetiştir-diği öğretmen ve onun yetiştirdiği öğrenciler, savaşın

sonuçlarından bağımsız savaşa hazır ve nazırlar. İktidar kirlenirken kirleti-yor. Küçük çocuklarımı-zın bilinçlerini kirleten bu devlet aygıtına ve eğitim sistemine karşı mücadele etmek en temel görevle-rimizden biri olmalıdır. Bu eğitim sistemi felsefesiyle, uygulamasıyla çürümüş-tür ve çürütmektedir. Çü-rümeyi önlemek bilimsel, laik, anadilinde, demok-ratik ve parasız eğitim için sistematik bir şekilde ör-gütlü mücadeleyi büyüt-mekle mümkün olacaktır.

Hani “Yurtta sulh, cihanda sulh!” vazgeçilmez ilke-mizdi. Savaş çığırtkanlığını alkışlamak da neyin nesi? Hak arayan bizler, greve çıktığımızda “Çocukların eğitim hakkını engelliyorsunuz.” diye karşımıza diki-lenler, alkış tutan bu öğretmenler değil mi? Çocukla-rın parasız, bilimsel, laik, anadilinde eğitim hakkı ve kamu emekçilerinin iş güvencesi de dâhil tüm bu ta-lepler için verdiğimiz mücadelede iktidarın kapıkulu askerleri gibi karşımıza çıkan, hak arayan emekçilere karşı her türlü yolla düşmanlık besleyen bu öğret-menler, savaş davetini alkışlıyorlar. Hiç şaşırmıyoruz. Çünkü kendini var edemeyen, kendisi için mücadele etmeyen, başkasına kul olmaya mahkûmdur.

Kendisini ayrıcalıklı sananlar unutmasın ki bu ülke sürprizlere gebedir. Bizler 90 yıllık cumhuriyet tari-hinde kendini ayrıcalıklı görenlerin “terör örgütü” suçlamasıyla yargılandığını ve yıllarca hapis yattığını gördük. Gün gelir devran döner, tüm ayrıcalıkların ortadan kalktığı kimsenin kimseden üstün olmadığı, kimsenin kimseye kul olmak zorunda kalmadığı gün-ler de gelir. Bizlere düşen ise, o günlerin gelmesini hızlandıracak pratiği ve çabayı azami düzeyde göster-mektir.

Bir Eğitim Emekçisi

BU EĞİTİMCİLERİN EĞİTİMİ ŞART!

Page 4: Kamu Emekçileri Bülteni 2016 Ocak Şubat

4 KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ

Hükümetin 657 sayılı yasada yapmak istediği de-ğişiklikler, en tepeden yapılan açıklamalarla ortaya kondu. Cumhurbaşkanı, memurların, “çalışıyorsa” tutulacağına “ihanet içindeyse” “bu zırhı” kullana-mayacağını söyleyip bunu “paralelle mücadele” ola-rak sunarken; başbakan da memurların “emekliliği-ne kadar korunak altında” olduğunu, “çalışmasa bile para aldıklarını” ve devletin memurlara “çalışmıyor-sun ya da yanlış çalışıyorsun.” deme hakkının olması gerektiğini ileri sürdü. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Süleyman Soylu ise, 13 yılda çalışma ve sos-yal güvenlik alanlarında büyük reformların hayata geçirildiğini belirttikten sonra “reform”, “verimlilik”, “rekabet” gibi piyasacı kavramlara da vurgu yap-tıktan sonra bu reformun “sadece iş güvencesine çıpalanmasının” “haksızlık” olduğunu söyledi. Ça-lışma bakanı benzer açıklamaları, Kamu Personeli Danışma Kurulu’nun (KPDK) Kasım ayı toplantısında bir kez daha dillendirip, kararlılık vurgusu yapar-ken, bu toplantıya katılan konfederasyonlar (KESK, KAMU-SEN, MEMUR-SEN) iş güvencesinin “kırmızı çizgileri” olduğunu söylediler.

Hükümet, 657 sayılı yasayla birlikte, kamu emek-çilerinin kalan son haklarını da ortadan kaldırmak için seferber olmuş bulunmaktadır. Bu, şüphesiz

sermayenin belirli bir ihtiyacının ürünü olarak orta-ya çıkmıştır ve uzun süredir uygulanagelen saldırı-ların en kapsamlılarından biridir. Saldırıların kökleri, bizzat Türkiye Cumhuriyeti’nin sınıf kimliğinde bu-lunmaktadır. Konunun kapsamını aşmakla birlikte ifade etmeliyiz ki; Türkiye Cumhuriyeti 1929 büyük bunalımına kadar kamusal hizmetlerin ve bugün devlete ait olan pek çok işletmenin yerli ve yaban-cı özel sermaye tarafından işletilmesi için her yolu denemiştir. Fakat “altyapı yetersizliği” nedeniyle bu mümkün olmayınca ve 1929 bunalımıyla da yaban-cı sermayenin böylesi bir yatırımı gerçekleştirmesi olanağı ortadan kalkınca devlet, bazı hizmet ve iş-letmelerin yapımını zorunlu olarak kendisi gerçek-leştirmiştir. “Devletçilik” adı verilen bu zorunlu poli-tikalar sonucunda devletin elinde son derece büyük, yaygın ve yüksek karlılık vadeden bir yığın işletme ve pazar alanı ortaya çıkmıştır. Devlet, kuruluşundan itibaren, bizzat satın alma yoluyla batıkları kurtara-rak, ortaklıklar yoluyla sermaye katkısı sağlayarak, kamu ihaleleri yoluyla büyük olanak ve kaynaklar yaratarak ve kendisine ait işletmelerde ürettiği mal ve hizmetleri sermayenin ihtiyaçlarına göre düzen-leyip onlara ucuz girdi sağlayarak, kısacası kamusal kaynakları seferber ederek, sermaye için, bir sınıf

PİYASACI ANLAYIŞA KARŞI İŞ GÜVENCEMİZİ SAVUNMAK İÇİN ÖRGÜTLÜ MÜCADELEYE

Page 5: Kamu Emekçileri Bülteni 2016 Ocak Şubat

5OCAK - ŞUBAT 2016

devletinin yapabileceğinin en mükemmelini yapma-ya çalışmıştır. Aynı zamanda bu sınıfsız (!) devletin, kuruluşundan itibaren ve hatta kurulmadan önce, sosyalistlere, komünistlere, ilericilere ve her türlü işçi hareketine karşı hoyratça saldırdığını da unut-mamak gerekir. Bu sınıfsız(!) devlet, sermayenin be-lirli bir güce eriştiği noktada yeni bir görevle karşı karşıya kalmıştır. Bu yeni görev; devlete ait, yüksek karlılık vadeden kuruluş ve hizmetleri doğrudan sermayenin hizmetine sunmaktır. Devlet, 24 Ocak 1980’de bu neo-liberal dönüşümü ifade eden bir program ortaya koyduysa da dönemin yoğun top-lumsal-sınıfsal mücadelesi ve Sovyetler Birliği’nin varlığı gibi nedenlerle bu programı gerçekleştirme fırsatı bulamamıştır. Toplumsal-sınıfsal muhalefetin 1980 askeri faşist darbesiyle ezilmesiyle ve 1990’la-rın başında Sovyetler Birliği’nin çökmesiyle iç ve dış koşullar saldırı politikalarının uygulanabilmesi için uygun hale gelmiş ve nihayetinde 1994 yılında uluslararası GATS anlaşması imzalanmıştır. GATS anlaşmasının mantığı basittir: Belirlenen 11 hizmet kolunun (telekom-posta, inşaat, eğitim, atık su işle-me, çevresel hizmetler, bankacılık hizmetleri, sosyal hizmetler-sağlık, turizm-seyahat, kültürel ve sportif hizmetler, ulaşım hizmetleri) piyasanın eline teslim edilmesi. Devlet, 1980’lerden itibaren kamu kuruluş ve hizmetlerine yönelik, “sırtımızdaki kambur”, “za-rar ediyorlar”, “uzun kuyruklar” vb. argümanlar ge-liştirmiş ve toplumu bu konuda manipüle etmiştir. Aynı yıllarda devlet, AKP’nin iktidara geldiği 2000’li yıllara kadar aydınların, sosyalistlerin, devrimcilerin ve ilericilerin üzerindeki terörü en yüksek düzeye vardırmış ve aynı zamanda her türlü emek hare-ketini baskılamayı da ihmal etmemiştir. Nihayetin-de AKP iktidara geldiğinde neo-liberal politikaların önündeki engeller büyük ölçüde ortadan kaldırıl-mıştır. İşte, AKP’nin son “13 yılda” gerçekleştirdiği bu “büyük reformlar” AKP’den önceki sermaye hü-kümetlerinin uyguladığı politikaların; sermaye dev-letinin, kuruluşundan itibaren içerdiği sınıf kimliği-nin, uluslararası ve yerli sermayeye duyduğu kutsal sadakatin; bu sadakatin gereği olarak emekçilere, devrimcilere, aydınlara ve sosyalistlere karşı yürüt-tüğü kesintisiz terörün dolayımsız bir sonucu olarak gerçekleşmiştir.

13 yıldır sermayeye hizmette kusur etmeyen AKP, yeni ve kapsamlı bir saldırı hazırlığı içine girmiş bulunmaktadır. Esneklik, verimlilik, güvencesizlik, müşteri odaklılık, bireysel performans gibi kavram-larla sunulan, piyasacı anlayışa dayalı bu saldırı pa-keti henüz netleşmese de, hedefte kamu emekçile-rinin tüm haklarının ortadan kaldırılması ve kamusal hizmetlerin tamamen piyasalaştırılması söz konusu-dur.

Saldırı politikaları neler getiriyor?Henüz ortada bir taslak olmasa da, 4-A, 4-B,

4-C gibi farklı statülerdeki tüm kamu emekçilerinin ‘kamu çalışanları’ adı altında toplanacağı ilan edil-

miş bulunmaktadır. Uzunca bir dönemdir ‘devlet memurluğu’ kavramının daraltılması sık sık günde-me getirilmekte, ‘devletin asli görevlerine dönmesi’ söylemi ile devlet memurluğunun asker, polis, hâ-kim ve savcılarla sınırlandırılması dile getirilmektey-di. Anlaşılacağı gibi önümüzdeki dönemde 4-A, 4-B, 4-C gibi farklı statülerde çalışanların ‘kamu çalışanı’ adı altında birleştirilmesi tam da bu amaçladır. Böy-lece devlet, asli görevinin güvenlik olduğunu ortaya koymakla kalmıyor, memurluk kapsamı dışına alınan (eğitim, sağlık, ulaşım, iletişim vb.) hizmetlerin ta-mamen özelleştirileceği ilan edilmiş oluyor. Dolayı-sıyla emekçiler, bu hizmetlerden yararlanmak için çok daha fazla ödenek ayırmak zorunda kalacaktır. Üstelik bu hizmetlerden ne kadar yararlanacağınız ve alacağınız hizmetin niteliği de yine yapacağınız ödemenin miktarına bağlı olacaktır. Memurluk kap-samı dışına alınan bu kategorilerde çalışan kamu emekçileri ise, tamamen güvencesizleştirilecek-tir. Sözleşmeli hale getirilerek güvencesizleştirilen kamu emekçilerinden, kölece çalışma koşullarını itiraz etmeksizin kabul etmesi istenecektir. Perfor-mans, verimlilik, müşteri memnuniyeti gibi piyasa-cı kavramların kıskacındaki kamu emekçisi, sürekli yükselen “verimlilik” beklentilerini karşılamak için mesleki ilkeleri dahi ayaklar altına alacaktır. Sözleş-meli istihdamla birlikte, kamu emekçileri, ekono-mik, sosyal ve özlük hak kayıplarıyla birlikte, sigorta, sağlık ve sosyal güvenlik kazanımlarında da ciddi ka-yıplar yaşayacaklardır.

Kamu emekçileri, “kısmi süreli çalışma”, “uzaktan çalışma” ve “ödünç memurluk” gibi esnek çalışma biçimleriyle çalıştırılabilecektir. Bir kamu emekçisi yaptığı iş dışında başka işlerde de görevlendirile-bilecek. Kamu emekçileri, tanımlanmış görevinin dışında başka görevlere verilebilecek ve kurumlar arasında “ödünç” alınıp verilebilecektir. Böylece, ça-lışma süresi ve yapılan iş, belirsiz bir hal alacaktır. Emekçi bir işten diğerine, sürekli koşturularak “en verimli şekilde “ kullanılmış olacaktır. Böylece kamu emekçisi, gerek zaman ve gerekse de iş yükü ve iş yoğunluğu olarak gittikçe artan oranda bir sömü-rüyle karşı karşıya kalacaktır. Esnek çalışma biçimleri aynı zamanda kamu emekçilerinin örgütlenme ola-naklarını da büyük ölçüde zayıflatacak ve bu durum, kölelik koşullarının daha da katmerli hale gelmesine yol açacaktır.

Maaşta “performans” uygulaması getirilecek ve bu performans, ücretlerde, atama ve yükselmelerde belirleyici olacak. Bu düzenlemeyle her şey “perfor-mans” çerçevesinde dönmeye başlayacak. Perfor-mans değerlendirmesiyle birlikte her şeyden önce emekçinin üzerindeki denetim, olağanüstü şekilde artacaktır. Yönetim kademelerinin yanısıra müşte-rilerin(!) de katılacağı bu değerlendirmede kamu emekçisinin her anı, hatta tutum ve davranışlarıyla kişisel özellikleri dahi denetim altında tutulacaktır. Emekçiler, ayrıca performans kriterlerini karşılamak

Page 6: Kamu Emekçileri Bülteni 2016 Ocak Şubat

6 KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ

için kendi aralarında yoğun bir rekabete girecektir. Her bir emekçi bireysel olarak değerlendirileceğin-den ve yüksek ücret alanların daha yüksek perfor-mans ortaya koyduğu düşünüldüğünden her bir emekçi diğerinin “rakibi” haline gelecektir.

Bu rekabet, kamu emekçilerini birbirleri ile karşı karşıya getirecek, çalışanlar arasında yeni bir hiye-rarşik ilişkilerin gelişmesine ve mevcut hiyerarşinin daha da katmerli hale gelmesine yol açacaktır. “Kali-te”, “müşteri memnuniyeti” ve “verimlilik” adı altın-da kamu emekçileri, yoğun bir şekilde baskı altına alınacak ve sürekli daha fazlasını yapmak zorunda kalacaklardır. Bu sistemde, en temel etik değerleri ve mesleki ilkeleri dahi ayaklar atına alarak, yöneti-min ve siyasi iktidarın bir dediğini iki etmeyen kamu emekçisinin “yüksek performans(!)” elde edeceğin-den kimsenin kuşkusu olmasın. Dolaysıyla itaatkâr-lık en önemli performans kriteri olacaktır.

Mevcut 657 sayılı Kanun’da “İdeolojik veya siyasi amaçlarla kurumların huzur, sükûn ve çalışma düze-nini bozmak, boykot, işgal, kamu hizmetlerinin yü-rütülmesini engellemek, işi yavaşlatma ve grev gibi eylemlere katılmak veya bu amaçlarla toplu olarak göreve gelmemek, bunları tahrik ve teşvik etmek veya yardımda bulunmak” devlet memurluğundan çıkarılma gerekçeleri içerisinde yer almaktadır. Ya-pılmak istenen düzenleme ile bu maddenin uygula-ma alanının genişletilmesi ile birlikte “performans düşüklüğü” gibi hükümler eklenerek memurun iş-ten çıkartılmasının kolaylaştırılması da olasılıklar arasında yer almaktadır. Böylece kölelik koşulları, en temel demokratik hakların ortadan kaldırılma-sıyla taçlandırılmış olacaktır. Sendikalar etkisizleşti-rilirken, grev, performans düşüklüğü vb. işten atılma gerekçesi sayılacaktır. İşyerinde usulsüzlüklere ve yandaşların çevirdiği dolaplara ses çıkarmak, karşı çıkmak “sükûn ve çalışma düzenini bozmak” kapsa-mında işten atılmanıza neden olabilir. Ayrıca işyerin-de ırkçı, ayrımcı ve cinsiyetçi saldırılara cevap ver-diğinizde de aynı kapsamda değerlendirilebilirsiniz.

Sendikaların tutumu:

İşbirlikçi Memur-Sen’den ve Kamu-Sen’den, sal-dırılara karşı herhangi bir direniş beklemek, bu deği-şikliklere karşı koyacağını düşünmek gerçekçi olmaz. Bu konfederasyonların, Kamu Personeli Danışma Kurulu(KPDK) toplantısında takındıkları “kırmızı çiz-gimiz” söylemi ise içi boş ve klişe bir ifadedir. Ger-çekte Memur-Sen, işbirlikçilikte zirve yapmıştır ve KPDK toplantısında yeni düzenlemelerde hükümete olumlu katkılar sunacağını söylemesi de bunun bir tezahürüdür. “Etkinlik”, “verimlilik” gibi kavram-lar eşliğinde kamu hizmetlerinin piyasalaştırılması amaçlanmaktadır ve buna karşı çıkmadan “iş güven-cemiz kırmızı çizgimizdir” demek bir aldatmacadan başka bir şey değildir. Kamu-Sen uzun dönemdir, bir zamanlar ellerinde tuttukları, kadrolaştıkları ve

böylece istedikleri gibi at oynattıkları bürokrasiyi ve yönetim kademelerini kaybetmenin halet-i ruhi-yesi içinde hareket etmektedir. Kamu-Sen’in bütün tepkileri bu zemindeki eleştirileriyle ilişkilidir. Fakat 1 Kasım seçimleri ile birlikte sermaye sınıfının bir bütün olarak AKP’nin politikalarında buluştuğu bir dönemde ırkçı-faşist Kamu Sen’in gelecek saldırıla-ra ‘söylemin’ ötesinde karşı durmasını beklememek gerekir. Bununla birlikte Kamu-Sen, kamu emekçi-leri harekete geçtiğinde taban basıncı nedeniyle zaman zaman harekete geçebilmektedir. Hatta bu basıncın büyük olması durumunda Memur-Sen bile göstermelik de olsa bazı eylemlilikler ortaya koya-bilmektedir. Dolaysıyla kamu emekçilerinin hâliha-zırdaki hareket ettirici öncü gücü, tüm yetersizliğine rağmen KESK’tir. Bununla birlikte KESK, süreci ör-gütlemekten son derece uzaktır. Her ne kadar bazı toplantılar yapılıyor, kararlar alınıyor ve bazı görüş-meler yapılıp tartışmalar yürütülüyorsa da bütün bu süreç, belirli bir plan ve programdan yoksundur. Çalışmalar dağınık, zayıf, cansız, ruhsuz ve merkezi bir örgütlenmeden uzaktır. İşyerleri süreçten haber-sizdir ve kamu emekçileri konu hakkında bilgi sahi-bi olmadığı gibi, olayın ciddiyetini de kavrayabilmiş değildir. Konfederasyon ise saldırıları kamu emekçi-lerinin gündemine sokacak, onları bu saldırılar ko-nusunda bilinçlendirebilecek ve hepsinden önemli-si, saldırılara karşı örgütleyebilecek bir irade ortaya koy(a)mamaktadır. Dolayısıyla süreci örgütlemesi için KESK üzerinde baskı yapması gereken öncülere, büyük görevler düşmektedir.

Kamu emekçilerinin saldırılara karşı cevabı grev olmalıdır. Öncü-ilerici kamu emekçileri topyekûn saldırılara karşı topyekûn direnişin örgütlenmesi için tüm olanaklarını seferber etmelidir. Bir müca-dele programı belirlenmeli, komiteler oluşturulma-lı, işyerleri saldırılar hakkında bilgilendirilmeli, bölge toplantıları ve işyeri toplantılarıyla kamu emekçileri mücadeleye hazırlanmalıdır.

Topyekûn saldırılara karşı topyekûn direniş!Sözleşme değil, iş güvencesi!

Performans değil, dayanışma!Eşit işe eşit ücret!

Herkese parasız, nitelikli kamusal hizmet!İnsanca yaşamaya yetecek ücret!

Sosyalist Kamu Emekçileri

Page 7: Kamu Emekçileri Bülteni 2016 Ocak Şubat

7OCAK - ŞUBAT 2016

Sermayenin AKP eliyle ortaya koyduğu piyasa-cı-rantçı sağlık sistemi, emekçilerin haklarını gasp etmeye devam ediyor. Sağlıkta özelleştirmenin önü-nü açan performans sistemi, hem sağlık hizmeti alan hem de sağlık hizmeti üretenleri mağdur ediyor. “Ne kadar çok hasta, o kadar çok para” yaklaşımıyla, has-tanelerde verilen hizmetin içi boşaltılırken, emekçi-ler de birbirlerine rakip kılınıyor. Yoğun iş yükü ile birlikte “döner sermaye ücreti” adıyla emekçilere bir ödül gibi sunulan ücretin eşitliksiz dağıtımı, gelir adaletsizliğini de beraberinde getiriyor. Bu adaletsiz uygulamalar karşısında hak talebinde bulunan sağ-lık emekçileri ise tehdit ve baskılarla sindirilmeye çalışılıyor.

Geçtiğimiz aylarda Bolu İzzet Baysal Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Hastanesi’nde çalışan ruh sağlığı ça-lışanları, bir süredir hastanelerinde devam etmekte olan gelir adaletsizliği ve performans sistemine ha-yır demek için 2 günlük iş bırakma kararı aldı. Hasta-ne idaresinin tehditleri altında gerçekleştirilen grev, haklarında birçok soruşturma açılan emekçiler açı-sından kısmen başarıyla sonuçlandı. Ücretlerde görünür bir şekilde artış ol-makla beraber devletin taşeronluğunu yaptığı Memur-Sen, başarıyı kendi lüt-fu gibi sunmayı eksik etmedi. Bu kaza-nım elbette ki emekçiler için oldukça önemlidir fakat performans sistemini yok etmeden hizmeti alan da üreten de mağdur edilmeye devam edecektir.

Ruh sağlığı çalışanlarının almış ol-duğu iş bırakma kararının ardından Bolu’da sağlık emekçilerine yönelik haksız uygulamalar katlanarak devam etmiştir. Hacettepe ve Cerrahpaşa gibi büyük hastanelerin de içinde bulun-duğu birçok üniversite hastanesi, bü-yük bir borç batağı içindedir. Yüksek meblağda borcu bulunan Abant İzzet

Baysal Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi de sözde tıp öğrencilerinin eğitimini desteklemek ve maddi açıdan desteklenmek gerekçeleri ile Sağlık Bakan-lığı ile birleştirilmiştir. Bu uygulama ile üniversite hastanelerinin özerkliği yok edilmeye çalışılmakta, bakanlık için “dikensiz gül bahçesi” yaratılmaya ça-lışılmaktadır.

Bolu’da yaşanan birleşmenin ardından birçok sağlık emekçisinin işyeri herhangi bir kriter uygulan-madan, keyfi gerekçelerle değiştirilmiştir. Bu birleş-me, emekçiler için sürgünden başka bir şey olma-mıştır. Hastanelerde birçoğu sendikalı olan yaklaşık 600 emekçi, gözden uzak sağlık merkezlerine itilerek mağdur edilmiştir. Bu süreçte Sağlık ve Sosyal Hiz-met Emekçileri Sendikası(SES) ve Türk Sağlık-Sen di-renişin başında ortak hareket etmiş ve emekçilerin yazılı bir emir olmadan işyerlerini terk etmemelerini söylemiş, hastane önünde birçok ortak basın açıkla-ması gerçekleştirmiştir. Fakat ilerleyen günlerde her iki sendika da birbirinden bağımsız hareket etmeye başlamıştır. Türk Sağlık-Sen, çözüm için AKP’nin mil-letvekilleriyle yapılan görüşmelerden medet umar-ken SES, Türk Sağlık-Sen’le ortak mücadele vermek-ten kaçınmış, mücadeleyi dava açma, dilekçe yazma boyutuna indirerek süreci pasifize etmiştir.

Bolu’da yaşananlar, emekçilere yönelik saldırıla-rın yalnızca küçük bir örneğidir. Bu koşullar altında çalışmaya zorlanan emekçilerin sadece birleşik-mi-litan bir mücadele ile saldırılara karşı koyabileceği apaçık ortadadır. Emekçiler ancak böyle bir müca-dele anlayışı ile kazanacaklardır.

Bolu’dan bir sağlık emekçisi

Bolu’da sağlık emekçilerine yönelik saldırılar

Page 8: Kamu Emekçileri Bülteni 2016 Ocak Şubat

8 KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ

Anadolu Adalet Sarayı bir işçi direnişine daha sah-ne oldu. Adliyenin çay ocakları, yemekhaneler ve ka-feteryalarında çalışan işçiler, taşeron köleliğini en ağır biçimde yaşıyorlar. Adliye’nin açıldığı günden bugüne ücret gaspları, ücretsiz izin dayatmaları, işçi kıyımları ve hak gasplarının ardı arkası kesilmedi. İlk direnişleri-ni ücret gaspları nedeniyle Eylül 2014’te yaşayan ve bu direnişi kazanan işçiler, her taşeron firma değişiminde aynı sorunları yaşamaya devam ettiler. 2 Mart 2015’te ise işçi kıyımları nedeniyle 5 işçi, beş gün süren direniş gerçekleştirmişti.

Son olarak Evrensel Gıda adlı taşeron firmaya bağlı olarak çalışan işçiler, iki ay boyunca ücretlerinin öden-memesi nedeniyle 4 Aralık tarihinde üretimi durdurup direnişe başladılar. Geçmiş direnişlerden edindikleri deneyimlerle bu kez, çok daha büyük bir birlik ile dav-randılar ve birkaç çay ocağı ve kafeterya dışında ne-redeyse tüm çay ve yemek hizmetlerini durdurdular. 130’u aşkın işçinin Adliye C Kapısı önünde başlattık-ları direnişi, Büro Emekçileri Sendikası(BES) yönetici ve üyeleri, YARSAV ve Yargıçlar Sendikası üyesi hâkim ve savcılar, Çağdaş Hukukçular Derneği(ÇHD) ve Kar-

tal Hukukçular Derneği(KHD) üyesi avukatlar, daha ilk günden sahiplenerek işçilerin yanında oldular.

Bu kez işçiler, daha güçlü ve daha örgütlüydü. Geç-mişi aşan kazanımlar elde edebilmenin de koşulları vardı. İlk kez, 28 gün gibi uzun bir direniş yaşadılar. Ne var ki, DİSK’e bağlı Dev Turizm-İş ve sendikayı getiren, kendisini Emek Partisi(EMEP) üyesi olarak işçilere tanı-tan bir avukatın dar kaygılarla ‘oldubitti’ müdahaleleri, direnişin kazanımlarını sınırlandıran, kayıplarını da bü-yüten sonuçlar üretti.

Direnişin kaderini belirleyen ve kayıplarını büyü-ten, işçilerle her gün gerçekleştirilen toplantılarda tartışılmadan ‘oldubitti’ tarzıyla atılan iki temel adım oldu. Bunlardan ilki, daha direnişin ikinci iş gününde, farklı düşünen ve direnişin özneleri içerisinde yer alan unsurların bulunmadığı bir atmosferde, işçilerin sen-dikaya üye yapılmaları oldu. “İşçilerin sendikaya üye yapılması neden yanlış olsun?” diye sorulabilir. Zaten Dev Turizm-İş de BES’liler ile direnişin ilerleyen gün-lerinde yaptıkları görüşmede “İşçiler istiyordu, biz de üye yaptık.” demiştir. Yanlış olan işçilerin sendikalaş-

Anadolu Adliyesinde İşçi Direnişi 1

Page 9: Kamu Emekçileri Bülteni 2016 Ocak Şubat

9OCAK - ŞUBAT 2016

ması değil, bunun işçilerin tablosu görülmeden ve za-mansız olarak yapılmasıydı. Kaldı ki, bu ülkede işçilerin sendikal haklarını kullanabilmesi ‘üye olmaya’ değil ‘örgütlü olmaya’ bağlıydı. İşçiler, ücret alacakları için direnişe başlamış, bu arada çalıştıkları taşeron firma-nın ihalesinin iptal edileceği ve yeni bir firmaya iha-le verileceği anlaşılmıştı. Bu durumda işçi, yeni firma tarafından işe alınırken ‘sendikan mı işin mi’ gibi bir tercihe zorlanacaktı. Üretimin dışında kalmış, direniş-te geçen günlerle birlikte üç ay ücret almamış, direni-şe çıkarken veya direniş içerisinde ‘sendika’ konusun-da tam bir bütünlük sağlayamamış bir işçi kitlesinin bu zorlu tercih karşısında, dirençli bir tutum gösterip gösteremeyeceği belirsizdi. Kaldı ki, bu adım görüntü ne olursa olsun işçinin sendikalaştırılması amacına değil, EMEP’li avukatın sendikayı da kendi emellerine alet ederek direniş üzerinde etkin olan unsurların et-kinliğini kırma amacına yönelmişti. Diğer özneler ise sendikalaşmayı; işçinin direnişinin kazanımının üzeri-ne ve işçi işbaşı yaptıktan sonra gündeme getirmenin daha doğru olduğunu düşünüyordu. Bu düşünceleri, bu adımı atanlar tarafından da biliniyordu. Tam da bu nedenle tüm öznelerin bulunduğu bir ortamda ve işçi-lerle yapılan toplantılarda sendikalaşmayı açıklıkla tar-tışmak yerine, başta BES’li özneler olmak üzere farklı düşünen öznelerin olmadığı durumlar, fırsat bilinerek işçilere çağrılar yapılıyordu. Dahası kimi işçiler, BES’e üye olduklarını sanıyor, kimileri de atılan adımın BES ve diğer unsurların ortak tutumu olduğunu sanıyordu.

Başta BES’liler ve ÇHD’liler olmak üzere diğer öz-neler, bu adımın bir sendikasızlaştırma adımına dönü-şeceğini görmelerine ve daha baştan sendikalaşmanın sağlıklı yolunu işçilerle tartışarak bu hamlenin önünü kesebilecek koşulları olmasına rağmen, işçinin karşı-sında fikir ayrılıklarını öne çıkarmanın direnişe zarar vereceği gibi bir düşünceyle müdahalesiz kaldılar. Ar-tık sendikalaşmanın ve direnişi en az kayıpla dahası kazanımla sonuçlandırabilmenin tek koşulu, 130 işçi-nin birliğini koruyabilmekti. Atılan adımın zamanlama yönünden yanlış olduğunu düşünen bu bileşenler, bu düşünceyle işçileri sendikalarına sahip çıkmaya çağırı-yordu.

Tüm bu yanlış adımlara rağmen yine de işçilerin birliğinin korunması sağlanabilir, başsavcılığın ve pat-ronun “sendikan mı işin mi” dayatması bu sayede aşı-labilirdi. Bunu sağlayacak en temel şey ise işçinin di-reniş içerisinde elde ettiği kazanımlarla örgütlülüğünü pekiştirmesiydi. Patrona ödenecek hakedişlerin işçile-re ödenmesi talebi kazanılmıştı (kişi başına 688,54 TL ödendi ve yeni firma ile başsavcılık arasında yapılan sözleşmeye ücret ödenmediğinde hakedişlerin patro-na ödenmeyeceği yönünde hüküm konuldu). Daha di-renişin ilk gününde mevcut taşeron firmanın ihalesinin

iptal edileceği ve firmanın ücret ödemeden kaçacağı anlaşılmıştı. BES’liler, ilk günden bunun işçi denetimi altında üretim yapmanın koşullarını olgunlaştıracağını görmüş, işçilerle yapılan tartışmalar sonunda “Ücret Denetleme Kurulu oluşturularak işçi denetiminde üre-tim yapılması ve günlük ciroların işçi ücretlerine yansı-tılması” taleplerden biri haline gelmişti. Bir hafta gibi kısa süre içerisinde bu talep, meşrulaştı ve başsavcılık dahi kendilerinin buna müdahale etmeyeceğini söyle-di. YARSAV ve Yargıçlar Sendikası üyesi hâkim ve sav-cılar, BES ve ÇHD temsilcileri işçilere kendi denetim-lerinde örgütlü olarak üretime geçilmesi gerektiğini söylüyor, işçilerde de böyle bir eğilim bulunuyordu. Fakat bu konu işçilerle tüm detaylarıyla tartışılıp ka-rarlaştırılamadan Dev Turizm-İş, “Dışarıdaki direniş za-yıflar, ücretini alan işçi direnişi de sendikayı da bırakır.” gibi düşüncelerle buna karşı çıktı. Bunun yerine hukuki adımları önerdiler. İşçi denetiminde üretimi savunan-lar ise işçinin zaten ücretleri için direnişe çıktıklarını, bunu örgütlü biçimde kazanmalarının ve üretim üze-rinde denetim kurmalarının örgütlülüğe olan inancı büyüteceğini, aksi durumda ise mali zorluklar yaşayan işçinin direnme kapasitesinin düşeceğini vb. dile getir-diler. Bu görüşmelerde “işçilerle vekâlet ilişkisine gi-rilmemesi” konusunda fikir birliğine varılmışken, yine bir ‘oldubitti’ hamlesi ile işçilerden Dev Turizm-İş avu-katı ve EMEP’li avukat, vekâlet aldılar (İşçiyi sendikaya üye olmaya yöneltmek avukatın, işçiden alınan vekâ-letlere bu avukatı ortak etmek de sendikanın karşılıklı paslaşması oluyordu!). Bu ‘oldubitti’ hamlesi, işçilerle yapılan toplantılarda alınan bir karara dayanmıyor ve bir kez daha BES ve ÇHD temsilcilerinin henüz direniş alanına gelmedikleri sabah saatlerinde işçiler yönlen-diriliyordu.

En nihayetinde yeni firma geldiğinde işçilerin önem-li bir bölümü zaman içinde direniş ile arasına mesafe koydu ve iş başvurusunda bulundu. Sonra kalan işçiler de alınan kararlarla iş başvurusunda bulundu ve sonuç olarak 32 işçi işe alınmadı. Dev Turizm-İş bu tablonun ardından son bir basın açıklaması ile direnişi bitirme yönelimindeydi. BES’liler ise işçilerdeki durumu göz-lemledikten sonra mesaj yoluyla tüm işçilere işe alın-mayan arkadaşlarına sahip çıkma çağrısı yaptı. Bunun sonucunda 23 işçi daha üretimi bırakıp direnişe katıldı. Direnişi tekrardan canlandıran ise bu oldu.

Son olarak tüm okurlarımızı Sınıf Sendikacılığı İni-siyatifi(SSİ)’nin ayrıntılı değerlendirmesini okumaya çağırırken, yazımızı bu değerlendirmeden kayıp ve ka-zanımların maddeler halinde özetlendiği şu alıntı ile bitirelim:

“Direnişin kazanım ve kayıplarını şöyle özetleyebi-liriz:

Page 10: Kamu Emekçileri Bülteni 2016 Ocak Şubat

10 KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ

1- İşçiler, ödenmeyen ücretleri için direnişe geç-mişlerdi. Hakedişlerin işçilere ödenmesi, direnişin ka-zanımlarından biri oldu. Her bir işçiye 688,54 TL öde-me yapıldı.

2- İşçiler, kendi denetimlerinde çay ocaklarını iş-leterek yaklaşık bir aylık ücretlerini daha alabilir, daha-sı bu, örgütlülüğü büyüten, sendikaya ve örgütlülüğe güveni artıran ve işçiler ile binlerce adliye çalışanını kaynaştıran bir tutum olurdu. Ne var ki, Dev Turizm-İş, “Ücretini alan işçinin direnişle bağı kopar. Dışarıda di-reniş zayıflar.” mantığı ile direnişe katılmayan örgütsüz işçilerin yapabildiği şeyi örgütlü olarak yapmayı red-dederek elde edilebilecek kazanımların sınırlanmasına ve kayıpların büyümesine yol açmıştır.

3- Derinişin en önemli kazanımı ise -Dev Tu-rizm-İş’in açıklamasında bu önemli kazanım anılma-mıştır- başsavcılık ile taşeron firma arasında imzalanan sözleşmeye “ücret ödenmediği durumda hakedişlerin patrona ödenmemesi” yönünde hüküm konulması ol-muştur.

4- İşçilerin üretimden koptuğu ve iş koşullarının belirsiz olduğu bir durumda zamansız yapılan sendika-laşma hamlesi, iş ve ücreti için direnişe çıkan işçilerin

önüne “sendika mı iş mi” gibi zorlu bir tercihi koymak anlamına gelmiş, işçilerin bütünlüğü korunamadığı öl-çüde bu ‘sendikasızlaştırma’ sonucunu doğurmuştur. İşçilerin önemli bir kısmı sendikadan istifa etmiş, di-renişi yarı yolda bırakıp işbaşı yapan üyeler ise sendi-kanın çağrılarına kulak tıkamıştır. Bunun sonucu sen-dikalaşmaya dönük bilincin kırılması, sendikalaşma sürecinin ertelenmesi ve işçiye ödetilen bedelin büyü-mesi olmuştur.

5- Dev Turizm-İş’in açıklamasında da geçen kıs-mi kazanımlardan bir diğeri, işten atılan işçilerden 15’i dışındakilerin işe başlatılması, işe alınmayanlara ise iş bulunması taahhüdünün alınması olmuştur. Oysa işçi-ler işten atıldıkları için değil ücret alamadıkları için di-renişe başlamışlar, yanlış ve zamansız müdahaleler bu yönüyle de ödenen bedeli büyütmüştür. İşe alınmayan işçilerle ilgili kısmi kazanım elde edilmesi ise Dev Tu-rizm-İş direnişi bitirme eğilimindeyken BES’in, işbaşı yapan işçilere, arkadaşlarına sahip çıkma yönünde yaptığı çağrı sonrasında 23 işçinin daha iş bırakması ve direnişin yeniden canlanması sayesinde olanaklı ol-muştur.”

Sosyalist Kamu Emekçileri

1BES İstanbul 3 Nolu Şube üyesi bir grup büro emekçisinin içerisinde yer aldığı Sınıf Sendikacılığı İnisiyatifi(SSİ) direnişin ardın-dan uzun bir değerlendirme yaptı. Okurlarımız uzunluğu nedeniyle yayınlayamadığımız ve bizim de görüşlerini paylaştığımız bu değerlendirmeye SSİ’nin facebook sayfasından ulaşabilirler: facebook.com/sinifinisiyatifi

2Direnişe destek amacıyla iş bırakan işçiler geri dönme hakkı kazanmış, işe alınmayan işçilerin ise yalnızca üçü işbaşı yapmak için başvuruda bulunmuştur. 20’den fazla işçi ‘kendisine yeni iş bulunması’ talebinde bulunurken, bir kısım işçi ise ne iş başvuru-su yapmış ne de iş talebinde bulunmuştur. Sonuç olarak gerek işe alınmamaları ve gerekse de patrona duydukları tepkilerinden

kaynaklı olarak işe girmemeleri nedeniyle direnişin en dirençli kesimleri büyük oranda üretimin dışında kaldı.

Page 11: Kamu Emekçileri Bülteni 2016 Ocak Şubat

11OCAK - ŞUBAT 2016

Aylan bebeğin cansız bedeni Ege Denizi’nde kı-yıya vurmuştu. Bu vahşeti milyonlarca insan gibi biz de medyadan öğrendik. Birkaç saatliğine üzül-dük, vicdanlarımızı sorguladık, belki biraz gözyaşı da döktük ve ardından O’nu ve mültecileştirilen binler-ce çocuğu hemen unutuverdik. Unutuverdik çünkü onun ardından binlerce çocuk açlıktan, yoksulluk-tan ve yanı başımızdaki kirli savaştan kaynaklı ya-şamını yitirdi. Aylan, Suriyeli bir Kürt çocuğuydu ve ölümüyle, emperyalistlerin çıkarları gereği yaşanan savaşın ne kadar acımasız olduğunu gözler önüne serdi. Bizler görmedik.

Aylan bebeğe toplum olarak üzüldük çünkü o bizim ülkemizde değil başka bir ülkede yaşayan bir Kürt çocuğuydu. Kendi Kürdümüze gelince işler de-ğişiyor. Uğur Kaymaz, on iki yaşında on üç kurşunla terörist diye öldürüldüğünde hiç üzülmedik, çünkü devlet ona “terörist” demişti ve O ne derse doğruy-du. Ceylan’ın bedeni bombalarla parçalandığında “ne işi vardı orada”, “bomba ile oynamasaydı” de-dik. Bedeninden geri kalanları eteğine toplayıp me-zara koyan annesine “çocuğuna zamanında sahip çıksaydı” diyebildik. Pozantı’da, ‘taş atan çocuklar’ davasından yargılanan çocuklara tecavüz edildiğin-de, “onlar zaten terörist olacaklardı” deyip tecavüz-cülere değil de olayı ifşa edenlere cezalar verdik. Sokağa çıkma yasaklarının uygulandığı Cizre’de 7 aylık hamile olan Güler Yamalak’ı karnından vurarak bir Kürt çocuğunun daha doğmadan öldürülmesini ekranlardan izledik. Gene Cizre’de üç aylık Miray be-beğin terörist diye öldürülmesini alkışladık. Onlar, bu ülkede yaşama şansı bulamayan Kürt çocukları, tıpkı abileri ve ablaları gibi Kürt halkının özgürlük mücadelesinde kahramanlaşıp ölümsüzleştiler. Biz-ler gördük ama sustuk. Hatta devletin birer neferi olduk.

Yaşama şansı bulan ancak kimliğinden kaynaklı acı çeken, acı çektirilen milyonlarca Kürt çocuğu ya-

şamını sürdürmeye çalışıyor. Peki, yaşadıkları acı-lar neden kaynaklı, bu acıların ortaya çıkmasında bizim payımız var mı? Annesi, babası, abisi, ablası, arkadaşı “terörist” diye öldürülmekte ve her gün öldürülme tehlikesiyle karşı karşıya. Anasının ak sütü gibi helal olan dilini konuşması yasak, ana-dilinde isim alması, eğitim görmesi yasaklanıyor. Yaşadığı topraklar, kirli savaşın, faili meçhul cina-yetlerin yaşandığı Kürdistan. Çocuklar son aylarda yaşanan kirli savaştan kaynaklı başka bir dilde de olsa eğitim hakkından(!) mahrum bırakılıyor. İleri-de yaşamını belirleyecek olan TEOG sınavına bile giremiyor. Sokağa çıkma yasaklarıyla burjuva hu-kuku bile ayaklar altına alınıyor. Okulları cephane-

liklere ve karargâhlara dönüştürerek, yoksunluklar-la ve yoksulluklarla büyümüş Kürt çocukları okulsuz bırakılıyor. Üç gün işe gelmeyen kamu emekçisini mazeretsiz işten atma tehdidi savrulurken maze-retsiz ve süresiz iş yerleri kapatılıyor. Eğitimde fırsat eşitliği yalanı ile kandırılan eşitsizliğin normalleştiği bir ülkede bu eşitsizliklerin ürünü olan açık öğretim ortaokulu ve lise sınavları bile onlara çok görülüyor. Bu sınavlara giren kişilerin çoğu ya erken yaşta işe gitmek ya da çocuk gelin olmak zorunda olduğunu bile bile. Kürt çocuğu olmak burjuva ikiyüzlülüğüne maruz kalmak için yeterli bu ülkede. Çocuk bayramı olan tek ülke olduğunu iddia eden bu ülkede son birkaç ayda kırktan fazla Kürt çocuğu sokak orta-sında katledildi. Konu onlar olunca her türlü hak ve hukuk ayaklar altına alınmakta. Çünkü onlar devlet için potansiyel suçlu ve yılanın başını küçükken ez-mek gerekir! Onların küçük bedenleri ve zihinleri ezilirken biz oradaydık ve sustuk!

Bir de bunların yanı sıra her gün tâbi olduğu asi-milasyon da cabası. Asimilasyonun en büyük silahı eğitim sistemi. Eğitim sisteminin parçası olan öğ-retmenler olarak asimilasyona göz yumduk, bizzat uygulayıcısı olduk.

Ben bir öğretmenim. Bir tarih öğretmeniyim. Ya-lan tarihin yalancı aktarıcılarından biriyim. İslam ta-rihi anlatıyorum; Alevileri, Hristiyanları, Ezidileri yok sayarak. Anlatıyorum Anadolu’nun nasıl Türkleştiril-diğini. Anlatıyorum; Anadolu’ya Orta Asya’dan gel-dik. Akınlar düzenledik, kılıçla aldık buraları. Anado-lu’nun Türkleştirilmesi - Müslümanlaştırılması bizim akınlarımız sayesinde oldu. Geldiğimizde kimlerin olduğu mühim değil, biz geldik ve artık buralar bi-zim. Konuyla ilgili sorular soruyorum, cevaplamak için yarışıyor çocuklar, Kürt çocukları da diğerleriyle birlikte bu yarışa katılıyor. Kitaptaki “Anadolu’nun Türkleştirilmesi” adlı okuma parçasını okutmak isti-

Yalan tarihin yalancı aktarıcıları

Page 12: Kamu Emekçileri Bülteni 2016 Ocak Şubat

12 KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ

yorum, okutmadığım çocuklar küsüyor, neden bize okutmuyorsun diye, küsenlerin içinde Kürt çocuk-ları da var. Anadolu’daki Kürtlerden, Ermenilerden, Alevilerden, başka milliyet ve inançlardan bahset-miyorum. Onların tarihlerinden, dillerinden bahset-

miyorum. Bahsetmiyorum, Dersim’den, Zilan’dan, Lice’den, Çorum’dan, Sivas’tan, Roboski’den, So-ma’dan, Suruç’tan, Ankara’dan, Ermeni kırımından. Anlatıyorum, Yavuz’u, Talat’ı, Sabiha’yı ve bilumum celladı. Anlatmıyorum onlara bu devlet neden ço-cuk öldürür. Neden bir halk acı çeker ve yok edilir. Bir halk on yıllardır nasıl direnir. Newroz nedir? De-mirci Kawa kimdir? Anlatmıyoruz onlara gerçekleri ve cellatlarının tarihlerini öğretiyoruz yıllardır. Ço-cukları, hem de silahsız bir şekilde ve rızayla Türk-

leştirip-Müslümanlaştırıyoruz. Ve her gün bir dev-let dersinde öldürüyoruz Kürt çocuklarını silahsız ve sinsice. İçim acıyor. Kendisinin yaşam alanını ele geçiren bir devletin tarihini onlara öğrettiğim için utanıyorum. Her dersin sonunda kendimden uzak-

laşıyor kendime yabancı hissediyorum kendimi. Öfkeleniyorum kendime, ama aslında sisteme, eğitimine ve tüm külliyatına. Öfkemi kuşanıyo-rum. Sonra “ben tek başıma ne yapabilirim, bir şey yapmak için örgütlü bir güç olmak gerekir” diye avutuyorum kendimi. Bu yüzden kendimi, yaşamları acı içinde olan Kürt çocuklarının yaşa-dıklarından kaynaklı suçlu hissediyorum. Bekliyo-rum, “Maveraünnehir nereye dökülür?” sorusunu sorduğumda, arka sıradan bir çocuğun “Solgun bir halk çocukları ayaklanmasının kalbinedir” tek ve doğru cevabını vermesini. Ve binlerce öğretmenin öfkeyi kuşanıp mücadele etmesini bekliyorum.

Dilim varmıyor söylemeye ama suçun çoğu bizim. Suçluyuz, onlar öldürülürken sustuğumuz için. Suçluyuz, haklı olan taleplerini destekleme-diğimiz için. Suçluyuz, anadilinde eğitim hakkını

savunmadığımız için. Suçluyuz, onları sistematik asimilasyona maruz bıraktığımız için. Suçluyuz, kir-li savaşa dur demediğimiz için. Suçluyuz halkların eşit, özgür, gönüllü birlikteliğini savunmadığımız için. Bugün Kürt halkının direnişine omuz vermek suçlarımızdan arınmak için tek seçeneğimiz. Arın-mak için direnişi bulunduğumuz alanlara taşımalı ve büyütmeliyiz.

Bir eğitim emekçisi

Page 13: Kamu Emekçileri Bülteni 2016 Ocak Şubat

13OCAK - ŞUBAT 2016

2000’li yılların başında tırmandırılan Ortadoğu geri-limi ve son olarak Suriye bataklığı ile savaşın fiilen içine sürüklenen Türkiye, emperyalizme uşaklıkta sınır tanı-mıyor.

Suriye’de patlak veren ve halen devam etmekte olan kirli savaşın yükü emekçilere ödetilmek isteniyor. Geç-tiğimiz Kasım ayında yapılan genel seçimlerle birlikte ezici bir çoğunlukla iktidara gelen AKP hükümeti, yeni döneme ilişkin hükümet programını açıkladı. Bütçe yatı-rımlarının silahlanma ve askeri saldırıların devam etmesi yönünde kullanılacağını ilan etti. Böylece işçi ve emekçi-lere savaş ve zulümden başka hiçbir şeyi reva görmeye-ceğini açıklamış oldu. AKP’nin, gerek ideolojik, gerekse de moral olarak tek parti iktidarı olabilme umuduyla dile getirdiği “asgari ücret” vaadi işçi ve emekçilerde büyük bir beklenti yaratmış, sermaye ile çeşitli pazarlıklar sonu-cunda eni sonu 1300 liralık asgari ücretin geçerli olacağı, burjuva basında bir bayram havasında sunulmuştur.

Ancak asgari ücret kararı daha duyurulur duyurulmaz ve henüz asgari ücretliler zamlı maaş almadan, devlet tarafından doğalgaz, elektrik, sigara, köprü ve yollar, zo-runlu trafik sigortası v.b. envai çeşit ihtiyaç maddesine zam yağdı. Muhalefetin zamlara karşı yükselttiği tepki ise zamların “istikrar ve ekonominin işlevinin korunması için” zorunlu olduğu söylemi ile yanıtlandı. Yani asgari ücret zammının işçi sınıfında yarattığı heyecan, zamların etkisiyle hızla sönümlenmeye başladı.

Doğaldır ki ekonomi ve istikrarın işlevinin korunma-sını sadece zamlarla savunmaya çalışanlar, savaş ekono-misinin de savunucusudurlar. Savaş ekonomileri tarihte sınıf savaşımlarının yükseldiği ve sömürücülerin iktidar-ları paylaşma, yeniden inşa etme süreçlerinde ustaca kullandıkları bir silahtır.

Savaş ekonomisi, sermaye birikiminin korunması ve emekçiler üzerinde katmerli sömürünün arttırılması için

oluşturulan baskı ekonomisidir. İşte bu savaş ekonomisi, Suriye’deki emperyalist savaşın yarattığı silah harcama-ları ve AKP iktidarının bu savaşta beslediği cihatçı çetele-re yaptığı yardımların faturalandırılmasının adıdır. Diğer taraftan ise gerici iktidar, bu savaşın yarattığı hoşnutsuz-luğu, yoksulluğun ve işsizliğin yarattığı tepkiyi, dinsel ve etnik kimlik üzerinden gölgelemeyi başarmıştır.

Savaşın toplumlar üzerinde yoksulluk, zulüm ve bas-kıdan başka bir şey getirmeyeceğini de bugün Kürdis-tan’da yaşanan kirli savaştan da görmek mümkündür. Kürt halkının kendi kaderini çizmeye ve geleceğini örme-ye başladığı bir dönemde, faşist iktidar çözüm masasının devrildiğini ilan ederek Kürt illerine toplar ve tanklarla saldırıya geçmiştir. Bu saldırısını ise “hendekler ve terö-rü destekleyenleri kökünden temizleyeceğiz” söylemiyle beslemektedir.

Bugün işçi ve emekçilerden; gerek Suriye’de yaratılan emperyalist savaşı, gerekse de “terörle mücadele ve is-tikrar” söylemiyle savaş ve saldırganlığı desteklemeleri istenmektedir. Kirli savaşın yarattığı ekonomik bilanço, yoksul halklara ödetilmek istenmektedir.

“İstikrar” sözü gerçekte yalnızca “sömürüde ve sö-mürücülerin iktidarında istikrar” anlamına gelmekte, işçiler, emekçiler ve halklar açısından ise katmerli sömü-rü ve zulümden başka bir anlamı bulunmamaktadır. İşte tüm bu düzeni ayakta tutan savaş ekonomisine, savaş düzeninin yarattığı yoksulluk ve zulme karşı, kendi sınıf-sal taleplerimizle ayağa kalkmalıyız. İnsanca yaşanacak bir düzen için mücadeleye girişmeliyiz. Savaşın yarattığı yükü kapitalistlere ödetmek için okulda, fabrikada, tar-lada ve sokakta kendi taleplerimizi haykırmalıyız. Bu sö-mürü düzenine karşı, emeğin düzenini kendi ellerimizle inşa edebilmek için mücadeleye atılmalıyız.

Bir eğitim emekçisi

Savaş ekonomisi emekçileri vuruyor

Page 14: Kamu Emekçileri Bülteni 2016 Ocak Şubat

14 KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ

Bulunduğumuz coğrafyada başta Suriye meselesi olmak üzere, Rusya krizi, mülteci sorunu, Kürt soru-nu, anayasa değişikliği, asgari ücret artış planları ve en son ortaya çıkan Irak krizi gibi iç ve dış gelişmeler ile birlikte iktisadi, sosyal ve siyasi çok yönlü kriz ko-şulları ve oldukça karmaşık bir süreç yaşanmaktadır. Derinleşen kriz koşullarında hükümetin saldırganlığı da gittikçe artmaktadır. Toplumun tüm emekçi ke-simlerine ve hatta düzen içi muhalefete uygulanan bu devlet terörü kendisini YÖK protestolarında da ortaya koymuştur. Bu bağlamda devletin kolluk güç-leri, emperyalist savaşa, saldırganlığa ve gelecek-sizliğe karşı 6 Kasım YÖK’ün kuruluş yıl dönümünde alanlara çıkan öncü-ilerici ve devrimci öğrencilere, Ankara, İstanbul ve İzmir gibi büyük kentlerde azgın-ca saldırmış ve gençliğin sesini boğmak istemiştir. 6 Kasım sonrası gerek Ankara’da Üniversitesi’nde ya-şanan faşist saldırılarda ve gerekse İstanbul Üniver-sitesi’ndeki İslamcı faşistlerin saldırılarında kolluk kuvvetleri özel bir rol oynamıştır. Bu saldırıları ger-çekleştiren grupların bir kısmı, üniversitelere “be-lirsiz bir şekilde” dışarıdan sokulmuşlar ve maske-lerle saldırıları gerçekleştirmişlerdir. İslamcı ve faşist grupların gerçekleştirdiği bu saldırılarla yaratılmak istenen “kamplaşmayı” bahane eden kolluk kuvvet-leri, kampüslerin içerisine adeta karargâh kurdular.

Faşist saldırılar ve İstanbul Üniversitesi örneği

Yukarıda bahsettiğimiz 6 Kasım YÖK protestola-rında ayağa kalkan İstanbul Üniversitesi öğrencile-rine polis azgınca saldırdı ve 50’ye yakın öğrenciyi gözaltına aldı. Daha sonraki günlerde ise üniversite içerisine yerleştirilmiş sivil polisler tarafından koru-nan İslamcı faşistler, afişler ve afişlerde kullanılan söylemleri bahane ederek saldırmaya başladılar ve öğrencilerin tok tutumu sayesinde geri püskürtüldü-ler. Ancak hem özel güvenlik ve polis işbirliğiyle üni-versiteye sokulan İslamcı faşistlerin saldırıları hem de polisin saldırıları günlük provokasyonlar eşliğin-de dersliklere ve amfilere kadar yayıldı. Kampüsler-de öğrenci avına çıkan, dersliklere izinsiz ve rastgele giren polis, derste bulunan akademisyenleri tehdit etmekte, daha da ileriye giderek “Hoca falan din-lemem sana soruşturma açtırırım” gibi ifadelerle, akademisyenleri de baskı altına almaya çalıştı.

İstanbul Üniversitesi’ndeki saldırıları işlemişken, geçtiğimiz yıl yapılan rektörlük seçimlerine de de-ğinmek gerekiyor. Üniversitelerde 4 yılda bir yapı-lan rektörlük seçimlerinde, muhalefetin adayı Raşit Tükel, AKP yandaşı Mahmut Ak’tan daha fazla oy

almasına rağmen seçilememiş, yandaş aday Mah-mut Ak, rektörlüğe getirilmişti. Bu süreçte üniver-site muhalefetini yan yana getirmeyi hedefleyen ve Eğitim-Sen’in de içerisinde bulunduğu, Demokratik Üniversite Girişimi adında bir platform kuruldu. Bu platformun kurulmasıyla öğrenciler, akademisyen-ler ve diğer üniversite bileşenleri çeşitli etkinlikler ekseninde yan yana geldiler. Bu platform, üniversi-tede yapmış olduğu panel, “öğrencime sahip çıkıyo-rum”, “benim rektörüm Raşit TÜKEL” vb. etkinlikler-le iyi bir atmosfer oluşmasını sağladı. Zaman zaman alternatif dersler işlendi, üniversitelerdeki sorunla-ra dair forumlar yapıldı, üniversitede anlamlı birlik-telikler kurulmaya başlandı. Demokratik Üniversite Girişimi’nin bütün bu çalışmaları sonucunda Raşit Tükel, yaklaşık 1200 akademisyenin oyuyla birinci aday olarak rektörlük sıralamasında yerini aldı. An-cak bu birliktelik seçim sonuçlarıyla birlikte sönüm-lenmeye başladı.

Tüm bu saldırılar karşısında ne yapmalıyız?

Üniversite bileşenlerini yan yana getirme ve or-tak mücadele yürütme hedefiyle ortaya çıkan De-mokratik Üniversite Girişimi şimdi çok daha zorlu görevlerle karşı karşıyadır. Girişim, öğrenci gençlik üzerinde oluşturulan baskıyı kırmak; üniversiteyi, karargâh haline getiren polis kuşatmasından kurtar-mak; geleceğimize sahip çıkıyoruz şiarı ile yeniden mücadele yol ve yöntemlerini tartışmak, üniversite-lerdeki faşist saldırılara karşı birliktelikleri güçlendir-mek ve büyütmek sorumluluğuyla karşı karşıyadır. Bizler üniversitelerde öğrenci gençlik ve üniversite-lerin bütün bileşenleri ile ortak mücadele edersek, polis baskınlarını, keyfi soruşturmaları ve işten at-maları püskürtebiliriz.

Sosyalist Kamu Emekçileri

Özgür bir üniversite için mücadeleye*

*Bu yazı 14.12.2015 tarihinde Kızıl Bayrak gazetesinin internet sitesinde yayınlanmıştır.

Sömürü ve Savaş Düzenine Karşı

Page 15: Kamu Emekçileri Bülteni 2016 Ocak Şubat

Sömürü ve Savaş Düzenine Karşı

DİRENMEK YAŞAMAKTIR

Page 16: Kamu Emekçileri Bülteni 2016 Ocak Şubat

Kamu Emekçileri Bülteni Sayı: 54 * Fiyatı: 25 Kr * OCAK 2016 * Sahibi ve S. Yazı İşleri Md.: Tayfun Altıntaş * Yayın Türü: Yerel süreli, siyasi, iki ayda bir, Türkçe * EKSEN Basım Yayın Ltd. Şti. * Meşrutiyet Mah. Kodaman Sk. No: 11/15 Şişli/İstanbul * Tel/Fax: 0 (212) 621 74 52 * Baskı: Özdemir Mat Davutpaşa Cad Güven Sanayi sit C Blok No: 242 Topkapı İstanbul * 577 54 92

e-mail: [email protected]

facebook: www.facebook.com/ske.kamu

Yayınlarımızı takip etmek için:

http://issuu.com/sosyalistkamuemekcileri

Yaklaşık iki yıldır faaliyette olan Kamu Emekçileri Forumu düzenli yaptığı toplantılarla çalışmalarına devam etmektedir. Kamu emekçilerine yönelik saldı-rıların değerlendirildiği ve saldırılara karşı mücadele olanaklarının tartışıldığı fo-rum, burada ürettiği politikalarla sendikalar üzerinde basınç oluşturmayı hedef-lemektedir. Forum, aynı zamanda kamu emekçileri için bir platform, bir taban inisiyatifi olma hedefine dönük çalışmalarını yürütmektedir. Tüm kamu emekçilerini foruma güç katmaya çağırıyoruz.