28

Klozet Fanzin #08

Embed Size (px)

DESCRIPTION

organik beslenip,hijyenik klozetlerine bol tahıllı pisleyen gelişmiş ülke insanlarına ithafen

Citation preview

Saat kaç olursa olsunÜmit etmek için geç mi?Onu söyle,dedi kadın.Kollarım uzasın istiyorum dedi,Daha sıkı sarılmak için hayallerime.Pencerenin pervazında bırak pervasızlığını dedi.Ve cam gibi uzan yanımaAma kırılgan olmaGözlerin kapalıyken bile gör gerçekleriVe bilDevekuşu aslında kuşbeyinli değil.Nefes al.Düşüncelerin alnının süzgecinden geçerkenBir şarkı bırak avuçlarıma,Yumruğumu sıkmadıkça bitmesin.Özleyince ağlama,Çiçek aç.Bir yarasanın kanadına takılı geçse de ömrünGözyaşların balık hafızalı olsun.Bana bakma.Ben akvaryumda canlı kalan son balık gibiyim. Öyle şaşkın yaşadığıma Şaşkınlığım yalnızlığımdan az amaŞu konuya açıklık getirelim;Büyük balık küçük balığı yemez,Yanlışınız var.Sever,Öyle çok sever kiİçine alır.

...Mia .

3

4

Dokunuşlarında esrar gibi bir şey, en ufak parçama kadar beni uyuşturan bir şey var. Mut-lu bir karanlıkta dolanırken birden düşünceli bir gökyüzünde buluyorum kendimi. Yağmur bulutlarının arasından bana bakıyor filler ve çağırıyor düşlerine, düşüncelerine. Düşen dam-laların boşluktaki sesini takip ediyorum. Sesle gelen düşüncelerine daldıkça kayboluyorum. Sonra bir kez daha uyuşturucu bir dokunuş geliyor ve hatırlatıyor. Aslında yabancı değil bu dokunuşlar. Düşüncelerin bir olduğu o kalabalık boşluktayız. Toprağa düşen yağmur damla-ları gibi düşüncelerimiz. Geldiği yer aynı, hepsi birbirinden farklı. O kalabalık boşluğu dol-duruyoruz. Düşündükçe dokunuşlar dokundukça düşündürüyor, düşledikçe uyuşturuyor.

Son... Başlıyoruz, hiçkimse ne olduğunun farkında değil. Hepimiz gözleri bağlı durumda bekliyoruz ne yapacağımızı hiçbirimiz bilmiyoruz.

“Yedi mühürlü bir küpün içinde bin yıl hapis kaldıktan sonra mühürleri sökülüp dışarı salınan Hazreti Süleyman’ın ruhunu taşıyormuşum gibi bir duygu içindeyim.’’

Kuklalar önümüze yığılıyor, iplerin karmaşıklığı neler olup bitiğini sırlaştırıyor, karıncaların yürütüyorum tam sahnenin ortasından, kimseler farkında olmuyor derin bi’ rüya uyku hapları alınmış senelerdir …Nefesim tükenmiş koşmaktan. Biçareyim, ben buradayım demek bir anlam ifade etmiyor, rüyadaymışım hissi hiç bitmiyor. Var olmamışım sanki hiç, yok olmanın dayanılmaz ağırlığı var ... Küllere bakıyorum , göre-miyorum. Yanık kokuyor dünya. Kangrenleşmiş hayatlarının tütsüleşmiş gruplaşmalarının havası var etrafta, günahı boynunuza…

Neler olacağını herkes hayretler içinde bekliyor. Karıncalar kimsenin umurunda değil. Sahnedeler karın-calar bak, diyorum çığlık atarcasına. Kimseler sesimi duymak istemiyor, sağırlaşmış olabilir mi diye kendi kendime sorular soruyorum . Cevaplanmayan sorular, cevabını aramakla bile uğraşılmayanlar. Harflerin arasına sıkışıp kalmış, bir boşluktayım hissi mi acaba ? Boynumda bir acı hissediyorum, kendimden kopuş, parçalarım, iliklerim, lime lime oluşum …

Birden hiçkimsenin okumadığı bir paragraf olmak geliyor aklıma . Sıradanlaşıyorum … Haydi bana sor, virgüllerin kıymetini bilen bir adama rastlamıştım günün birinde. Acaba nerelerde? Sizler şu an ne bekledi-ğinizin bile farkında olmayan seçilmişler, kıymetsizler ordusu dolanıyor sokaklarınızda.

Seçilmişler demişken beklentilerim ve sizler ve ben şu an çok farklı yerlerdeyiz. Ruhumdaki fırtınalar acımaktan gebereceğiniz kadar… Fırtınalara acımak mı? Bana asla kimsenin acımasını istemeyecek kadar acıyla doluyum zaten… Nuh’un gemilerinden yaptığım koleksiyonlar limanıma taht kurmuş …

Kan dedim, yazar kafayı yedi, daha sayfanın başındayız ya da sizler neler olacağını beklerken bitirmek istiyorum ben. Cümlelerimle kurumlarınız adeta bir savaş içerisinde . Öpücükler sunuyorum onlara, bölük pörçük bir devrimin iç yüzünden sesleniyorum belki de siz seçilmişlere. Hem var hem yokmuş gibi aranızda-yım, görmüyorsunuz beni evinizin içinde, yanı başınızda, ellerinizde, dillerinizde, aklınızın ucuna gelmemiş kıyılarda, sokaklarınızda hiç olmamış yok oluşunuzda, kendinizi buluşunuzda…

Duvarı ortalamış bir resmin şeytanla bir olmuş hikayesi … Gözlerin bağlanmasının sebebi de belki de buy-du. Kimseler görmesin, kimseler bilmesin. Sizler -gözleriniz kapalıyken- en çok da nasıl okuyacaksınız merak ediyorum. Merakım kendim için değil. Sizlerin merakı yok olmayan bir merak. Dünyanın manyetikleşmiş gerçeği kadar gerçekçi bir merak, solmuş bir hayatın içinden geçen merak… Seçilmişler durgunlaşıyor… İzlemekle meşgul karıncalar, hafiften ses çıkarınca duyuluyor uzaktan sesleri …

Oyunun bir parçası olmak hoşunuza gidiyor mu diye sesleniyorum. Daha hiçbirinin adını bilmiyorum seçilmişlerin, onlarla uğraşmak tanışmak bile istemiyorum. Onların hikaye değil aslında gerçeğin bir parçası olmaları beni fazlaca zaman harcamaya sevk ediyor … Hem gerçek hem yalan, çatılaşmış iki arada kalmış bir kiremit ruhunu cezbettiriyorlar adeta …

5

- SON -

Devrik cümlelerle olmamak istediğim yerlerden olduğum yerlere taşınıyorum … Bir bütünü tamamlayan tüm parçaların birleşmesi için elimden geleni yapmıyorum. Parçalarda bütünün bir parçası, tüm bütünleri parçalamış, paramparça olmuş bir bütünün içinden var oluyorum . Son, çokça duymanız gereken tek kelime, hiçbiriniz hayalkırıklığı değilsiniz, ben dahil içinde kaybolduğunuz bi’ hayatınız yok … Duygularınızın esiri-siniz.. .Taşıdığınız yüklerle bir eşekten farkınız yok…

Ne okumakla meşgulsünüz? Yerinizde olsam hiçbir yazıyı okumadan yırtıp atardım … Yazının icadına gidi yorum. Bir an çizikler atıyorum oradan, bu zamana gelmiş geçmiş tüm her şeyden geçiyorum anlamsızlaşan bir yığın gözün önünde…

Dertleriniz zerre umurumda değil. Zaten dertleriniz de bu yazı değil, ölmekle meşgul olun diyorum içim-den, duymuyorsunuz, gözleriniz kapalı … İçimden yazmıyorum, okuyorsunuz. İçimden geçenleri yazsam dayanamazsınız… Susmam sizin ve kelimelerin iyiliğine .

Karıncalar… Hala neden orada olduğunu düşünmüyorsunuz. Karıncaların hikayede gerçekte ne işi var? Mısralar arasında sevişiyorlar, rahat bırakın onları …Kahramanımızın devreye girmesi gerekiyor … Ama kahramanımız ortalarda yok, çekip çıkarmaya çalışıyo-rum onu. Belki de alırken kendiliğinden alıkoyuyorum. Sabrınızı hayranlıkla bekliyorum , ne kadar taham-mül edeceğinizi…

Böyle devam ederse bir eziğin günlüğünden başka bir anlam ifade etmeyeceğini düşünüyorum. Yola çıkar-ken böyle anlaşmamıştık ama…

Gözleriniz açılmaya başladı. Bakıyorum ne istediğinizin farkına varıyorsunuz, peşimden gelmeniz gereke-cek, takip edin beni … Haydi durmayın … Bi’ kahramana ihtiyacınız olmasın. Ben olan bitenden sizi haber edeceğim. Güvenmiyor musunuz bana ?

O halde daha fazla okumaya devam etmeyin, bırakın burada... Ama eminim bana güvenecek bir yığın sizden seçilmişlere sahip olacağımdan isizler sokağımızın ucundan da geçemeyeceksiniz… Okumayan mı ? Sizleri yok edeceğiz, mısraların arasına gömüleceksiniz. Kazmaya başlayın mezarlarınızı … Hep birlikte gö-mülelim şehrin en rahat yerlerine. Mezarlıklardan dirilme vakti … Her son bir hikaye, bir son bir başlangıç… Her şey olacağına varır…

6

İbrahim ethem Yaşar

Gözlerinin nasırından;Sen baktıkça örtünmüşlüğümün altına, acıyor.

Dokunsan, silersin morartıları.O aydınlığı bunun için getirdim ben şehre.

Ama engelleyemedim kara parçalarını yalnızlaştırmayı.Herifler ve devamı için dağların yamaçlarına yaslanan denizler koydum.

Ağızlarını okyanuslara açıp, kana kana susasınlar diye konuşmaya, konuş-tukça derinleşmeye.

Bir de beklemeyi tattırdım, Doyumsuzluğun sabrına erişen kadınların, ağızlarından burunlarından ge-

tirsinler diye aşkı.Ama en çok kendilerini verdim onlara.

Nasır tuttu gözleri.Ellerinin üstüne kalkıp gökyüzünde yürümeyi denediler yetinemeyip.

Morarttılar bacaklarımızı, baka baka.Bir dokunsalar silinecekti karalarımız, yalnızlığımız.

Değişecekti yanaklarımızın iklimi.Ama çoğaldıkça yıldızlar, bir tutam daha nasır attı göz suyu.

Unuttu akmayı.

NaSiR

Pijamalı Lama

7

Rengarenk olan bilyelerimi,Geceleri oynadığım saklambaçları,

Dokuz taşlarımı,Çocuksu gülümsemelerimi,

Özledim...Özledim hayatin koşturmacasın da

Olmadan yaşamayı...Ve özledim çocukluğumu

Ve çocukluk arkadaşlarımı...Büyümek için harcadığım

Zamanın ne kadar boş olduğunu,Ve büyüyünce hep gülmek için bir sebep aramak gerektiğini anladım...

Ve simdi de küçülsem diyorum...Küçülüp eskiye dönsem...

Ve hiçbir daha büyümesem....

8

...

Ezgi Türkmen

Bir beşikte yaşadım yıllarca

Gözlerimin kestiği yerlerdi ilk, gök-maviBen sallandıkça tanıdım

Shakespeare’in bahçesiydi büyüdüğümGördüm en koyusunu yeşilin

Uyandım dev adımlarına fillerinKızaran gözleriyle uykusuz atlar sallardı beni

Sallandıkça ve büyüdükçe kadınları gördüm bahçedeEllerinde hep aynalar vardı

Ona bakanı değil, aşlarını yansıtan aynalarAynalarda en güzeli gördüm

Vahşi dereler gibi maviydi gözleri ben gördümSallandım, sallandım

Başımda uykusuz atlarYelelerine güneşi biriktiren atlarSonra hergün baktım o aynalara

Asıl toprağı saçlarında gördüm benSıcak sütler gibi bembeyaz teni ben orada gördüm

Sallandım sallandımSallandıkça dahasını istedim

Yüzü yetmedi dahasını istedimBaktığı yere bakmak istedim

Beşik kapatmıyordu artık gözlerimiFiller gürültü çıkarmıyordu

Beşiği terk ettimGözlerimdi uykusuz atlar

Baktığı yere bakmak istedimGözlerini aynasından alamayan kadınları terk ettim

Bakışını takip ettikçe çiğ güneşi gördümİlerledikçe kirlendi ayaklarım ilk defa balçıklarda

Aynı balçıkların suya götürdüğünü de gördümBen o suda sonsuzluğu gördüm

En temizleriydi, bir düş gibi el değmemişÇıktım ona tamamen bulanıp

Yoluma kuzgunlar eşlik ettiGök-mavide yankılar yaratan kargalar katıldı göğüme

Ben ilk defa korkusuzluğu gördümYolundu çünkü gittikleri yol

Ey bakışı en zengin manzarayı keşfeden!Gözlerimdi uykusuz atlar

Gökyüzümdü şimdi kuzgunlarBastığım toprak sana varamadan düşüne düşüp kalanlarla dolu

Onlar azaldıkça sallanıyorum, sallanıyorumYaklaşıyorum belki

Bir Düşün Dünü

Merve Gülgü

9

Ve değişmeyen gündemimiz kadın, dünyaya bir türlü sığdıramadığınız sabanla aldığınız güçle hep kaybetme-ye mahkum ettirdiğiniz o varlıklar, görünür oldukça rahatsız olduğunuz ve bu günlerde elinizi, dilinizi, sapkın fikirlerinizin bilinç üstüne yansımalarını bedenine yönelttiğiniz o insanlar. Üst üste yaptığınız açıklamalarınız-la kadını toplumsal gözünüzün sınırlarına hapsetme çabanızı gözümüze soktunuz, en iyisi yasaklayın, kadın da neymiş, yasaklayın ki gözünüze görünmeyelim ataerkil düzeninizde erkek erkeğe muhabbetlerinizle, cinsiyetçi küfürlerinizle dünya size kalsın biz de rahat edelim siz de rahat edin! Son günlerde muktedirler tarafından yapı-lan açıklamalarla kadının nasıl iktidar mekanizmasının denetimine hapsedilmeye çalışıldığına tanıklık ediyo-ruz… “Kızlı” “erkekli” diye başlayan cümlelerin asıl hedefinin kadın olduğu şüphe götürmez bir gerçek. Özellikle dün üst üste medyaya yansıyan haberler bu durumun artık çığırından çıktığının göstergesi, “Sayın” başbakanın “kadın kadındır, erkek erkek bunların eşit olması mümkün mü?” dediği gün aslında iktidarın kadına bakışı çok net ortaya çıkmıştı. Son günlerde yaşananlar sadece bunun yansıması, iktidar tahakkümünün ülkedeki diğer muktedirlerde açığa çıkması. Bakın neler söylediler: Kızlı Erkekli Aynı Merdiveni Kullanıyorlar! Trabzon Milli Eğitim İl Müdürü Tamer Kırbaç’ın “Erkek öğrenciler ile kız öğrenciler aynı merdivenleri kullanarak uyumaya gitmeleri iki yıldır beni rahatsız ediyor” diyerek açtı lafı burada aslında “erkek” yalnızca cinsiyetsiz bir figürdü, asıl hedef kadındı. Çünkü erkekler istediği merdivenden istediği gibi yürüyebilirdi ancak kadın ve erkeğin yan yana yürümesi sorundu. Zaten kadının o okulun merdivende bulunmasıydı asıl sorunun başlangıcı çünkü kadının sosyal yaşamda yeri yoktu bu düşüncedekiler için. Çünkü iktidarın artık tartışma götürmez bir şekilde kabul etmemiz gereken nihai hedefi kadını kapatmak, onu ailenin, devletin, iktidarın oynayıp biçimleyebile-ceği bir nesne haline getirmek, toplumun dışına itip, yalnızca kendi koyduğu kuralların hizmetine sunmak. Haremlik Selamlık Yemekhane! YURTKUR’a bağlı Kırklareli’ndeki devlet yurtlarında kız ve erkek öğrencilerin ortak sosyal alanlarını ayıran ve birbirlerini göremeyecekleri yeni bir düzenleme yapıldı. Her ne kadar YURT-KUR düzenlemeden haberimiz yok dese de bunun olmamış olabileceğine inanmak zor. Kadın ve erkeği ortak bir alanda buluşturmamayı hedefleyen bu uygulamanın da asıl amacının kadın olduğu ortada. Kadınının na-mus bekçiliğine soyunan bu iktidar zihniyetinin, genel ahlakının, kadını tüm sosyal ortamlardan uzaklaştırıp, kenara itmenin bir başka göstergesi. Aklınız almıyor değil mi? kadının ve erkeğin yan yana gelmesinin sorun olmasını, bana göre tek bir açıklaması var bastırılmış cinsellik. Nasıl bir algıları varsa “kadın” ve “erkek” diyince akıllarına gelen tek şey bu, ne diyelim Freud haklıymış ya başka söze gerek yok… Yataklı Vagonlardan Rahatsı-zım! “Gençlik Treni” projesinde kız-erkek ayrımı yaptıklarını anlatan Gençlik ve Spor Bakanı Suat Kılıç, “Ço-cuklar geceyi trende geçiriyor, yataklı tren olmasından dolayı. 200 kişilik, kompartımanlar arası geçişin müsait olduğu bir trende güvenliği sağlayamam” evet evet doğru anladınız sorun yine kadının ve erkeğin bir aradalığı ve üstelik bahsedilenler henüz çocuk yaşta... Bakanı asıl rahatsız edenin ne olduğunun üzerinde durmaya gerek yok! Kendisi buna gerekçe olarak güvenlik diyor, çünkü kadınlar ve erkekler ya da kızlar ve oğlanlar bir araya gelince çok ayıp şeyler oluyor, maazallah bir göz göze gelme, yanlışlıkla ele dokunma, hatta öpüşme falan olur-sa toplumsal ahlakımızın normları zarar görür, genel ahlakımız harap bitap düşer ve daha pek çok güvenliksiz durum yaratabilir, elbette “bakanımız” güvenliği sağlamak zorundadır. Daha çocukken kadını ve erkeği birbi-rine yasaklamalıdır. Çünkü kendisi kadının ahlak bekçiliğini iktidarının bakış açısından almıştır ve bu onun en asil görevidir. Bütün bu bahsettiklerim yalnızca bir gün içinde haberlere yansıyanlar, öncesinde kadına hem doğur deyip sonra da hamile iken sokağa çıkarsan terbiyesizsin denmesi de var, Ak Gençlik’ in kadın hamiley-ken dışarı çıkarsa cinsellik yaşadığı belli oluyor demişliği de.. Evet zaten kadınlar cinsellik falan yaşamaz, o da ne ayıp oysa binlerce yıl önce hani biz çok eskiden tanrıçayken Kibele vardı, bolluğun, bereketin, doğurganlı-ğın, cinselliğin simgesiydi… Ama o binlerce yıl önce de kaldı şimdi kadın erkekli kızlı kampa katılıp, hatta aynı denize bile giriyor, ayıp üstüne ayıp, günah üstüne günah işliyor, zaten yasak elmayı yiyip Adem’ i de baştan çıkaran, erkeği kötü yapan o, yahu düşündüm de gelin beni dinleyin yasaklayın gitsin, toplumun, huzura, gü-venliğe ve kadınsızlığa ihtiyacı var ne de olsa iktidarınızın denetimine hapsedemediğiniz kadın sizden değildir.

Kadın da Neymiş, Yasaklayın Gitsin!!!02.08.2013

Emek Erez

10

Külün külden başka dostu var mı?Yanmayan ne bilir ?

Rüzgarı, uçmayı, savrulmayı.Anca dikilir kaskatı,

belki biraz üşür belki düşer sürüklenir, canı acır

ama bilmez savrulmayı.Rüzgarı sırtına alıp yüzüne çarpan yağmuru,

Gökyüzüne değerken tırnaklarının asfaltı çizmesini.Hani o kara tahtaya değen tırnaklar vardır ya.

Bir de onun sesi Rüzgar durunca kesilir

Küt! Tak! Pat!Hayır.

Usulca süzülmek ve kimsenin düştüğünü bilmemesi.Orantısız sessizlik,Uyarıcı yalnızlık,

Değersizlik,Hiç.

Paha biçilemez bir materyal iken Usul usul hiç.Acılı, kokulu... Külü kül tanır, Külü kül bilir.

Tüm sesli ünsüzlerin arasındaAlev almış birini bekleriz.

Yeni dostlarAileye yeni fertler katılsın diye.

Acılar burada sona erer. Bir hiç doğmak için yok olur

Bir beden içinde.Hoş geldin ve hoşçakal kül…

“gabriel”

KÜL

13

Anna: ”-Ben bir kahve yapayım.”Nail:”-Yap bakalım,sonbaharı ihya edelim,hava da biraz serin,üşümüş ellerim.”Anna:”-Birazdan dönerim.”

Anna bir daha dönmedi,yapılan otopsi sonucu beyin kanaması geçirdiği ortaya çıktı.Her şey bir kaç dakika içinde gerçekleşmişti.Kahveyi beş dakikada yapması gerekirken sanırım bir on beş dakika kadar yokluğunu hissetmemeştim.Radyoda Chopin çalıyordu,müziğe dalmıştım.Hiç ses duymamıştım.Dar bir mutfağı vardı Anna’nın muhtemelen sırtı duvara kuğu gibi zerafetle sürünerek yere düşmüştü.Bu defa da şaşırtmamıştı beni.Her şeyi olduğu gibi kabullenen dostum anlamıştı sanırım ruhunun kısa bir zamanda bedenini terk edeceğini.Yüzünde,gözlerinde boşlukta asılı kalmış bir resim gibi gülümseyen bir ifade vardı.En yorgun zamanlarında bile yüzünde bu ifadeyi yakalardım,zaman zaman.Kumral,omuzlarına düşen dalgalı saçlarını çok severdim.Bir kaç gün ayrı kaldıktan sonra bir araya gelip sarıldığımızda,saçlarıyla severdim,kucaklardım Anna’yı… Anna’nın babası Amerikalı annesi Türk’tü.Ailesi hakkında çok az konuşurdu.Yaprak gibi Türkiye’de oradan oraya savrulmuştu.Elbette kendi isteğiyle.Çok okurdu,herhangi bir kafede,bir köşede kitap okurken,rahatsız etmeden insanları izlerken bulabilirdim onu.Bir kaç kez buluşmamızda da öyle oldu.Yüzünde gülümserken bile anlamını hiçbir zaman çözemediğim bir hüzün vardı.Gözleri kahveden bazen bala çalardı,derindi,koca bir dünya gözlerine sığardı kimi zaman,buğulanırdı.Bir gün adını sormuştum ona.

Anna: ” – Beni tanıdığın kadarıyla tarif et bakalım beni”,demişti.Ben de:”-Zarif,tatlı ve üzgün” demiştim.Anna:”- işte bunların toplamı benim adım.” demişti…Bir süre ne gülüşmüştük.

Anna’m zarif,tatlı,hüzünlü kadınım.Güzel,gizemini kimsenin çözemediği anlayışlı dostum.Bir parkta oturuyorduk bir gün.Ona kızdığım bir gündü.Günlerce telefonuma çıkmamıştı,meraklanmış-tım.Başka iyi bir arkadaş mı edinmişti yoksa bir sevgilisi oldu da haberim olmadan benden elini,eteğini mi çekmişti? Korkmuştum.Üç gün sürekli aklımda Anna,meraklandıkça kızmaya başlıyordum.Sorgular bakış-ta yanında ki bankta oturuyordum.Bir süre sustuk.Ben hangi cümleyle konuşmama başlamam gerektiğini düşünüyordum,daha önce hiç böyle bir şey yaşamamıştık.Kırmadan sorguya çekmemin bir yolunu bulmam gerekiyordu,Anna çok zekiydi,anlardı.Tam konuşmaya başlayacakken

”-Anna sen…”Anna:”- Nail şunlara bak ! ”

Kelimelerim boğazıma dizilmiş halde,gösterdiği yöne baktım.Salıncağın başında iki kız çocuğu şımararak salıncağa hangisi binsin diye tartışıyorlardı.Anna gülüyordu,Anna güldükçe çocuklar daha bir atışmaya baş-ladılar,Anna katıla katıla gülüyordu artık,hala kulağımda Anna’nın o günkü şen kahkahası.Kızgınlığımı,me-rakımı çoktan yediğimiz simidin kese kağıdına bırakmıştım.

Anna: ”- Tartışarak ne kadar zaman harcanıldığını kaç yaşlarında öğrenir acaba bu minikler,bir de ayrı ayrı yerlere uçacaklar kim bilir..”

Bir yandan konuşuyor bir yandan gülmeye devam ediyordu.

14

Anna:”- Nail biliyorum kızgınsın bana…”

Bir kaç saniye sustu…sonra:” – Nail ben bir salıncak değilim,benimle geçirdiğin zaman bir salıncak değil…”

Anna her zaman çok akıllıydı,hayata dair neleri çözmüştü de aklımı bile okuya biliyordu,nasıl bu kadar zeki olabiliyordu.”Anna,se…”

Anna:” – Nail,bazan salıncak sadece rüzgarda sallanır…”Oh bee.. sonunda baklayı dilinden düşürmüştü.Biraz yalnız kalmak istemişti,hepsi o kadar.Anna beni gene şaşırtmamıştı,gene zarif,gene tatlı kadınımdı.Sonra,

Anna: ” – Gel hadi!”

”-Ne oldu,ne yapacağız?” diye sordum.

Anna:” Gel,hadi.Kızların annelerinden izin alıp,çocuklarla oynayacağız.”

Kızların annelerinden nasıl bir sevimlilikle,samimiyetle izin alıp,minikleri salıncakta oynattığımız hala göz-lerimin önünde.Sanırım o an biz de ya altı ya yedi yaşındaydık,ama miniklerden gene de büyüktük,kural koy-mamız gerektiğini de biliyorduk…Anna kızlarla kuşlar gibi şakıyordu.Kızların anneleri oturdukları bankta bir yandan kızlarıyla oynamamızı izleyip bir yandan kendi aralarında sohbet edip gülüşüyorlardı.Yanlarından ayrıldığımızda iki küçük,çoktan arkadaş olmuşlardı.

Anneleri ”- Çocukları seviyorsunuz,sizlere de nasip olsun” deyince Anna’nın gözlerine gene o buğulu perde indi.Çok sonra anlayacaktım o an gözlerinin gizini,çocukları,hayatı nasıl sevdiğini…Anna’yla geçirdiğimiz her an aklımda.”- Unutmaktan seni korkuyorum Anna…”

Anna artık kendi salıncağında sallanıyor,kim sallıyor,bilmiyorum…Bu kadar erken bir yaşta hayata veda etmesi anlaşılır gibi değildi ama veda etti işte,kabullenmekten başka çarem yoktu.Dostum adını ve hatırladıkça anılarını,yüzündeki hüzünlü gülümsemesini bana miras bıraktı.Bir kaç yıl sonra evlendim.Eşim tanıştığımız gün daha,kaybettiğim Anna’la tanışmıştı.Evliliğimizin üçüncü yılında bir kızımız oldu.Kızımla Chopin dinliyoruz,kitaplar okuyoruz kızımıza.

” – Kızımızın gülümsemesi sana benziyor Anna..”

Anna bahçemizde sallanıyor şimdi;salıncakta…

NURSEL DİNLER16 EKİM 2013

çarşamba/kadıköy

15

Bak ellerimizde balıklar

Ve bi’ kadeh varsa kafamda.

Atarsan bir ok, kaç tane Havva elması vurabilirsin.

Kaç Adem olur cennetten kovulacak kadar şanssız.

Kaç tane Pan vardır Apollon’a yenilecek kadar şanssız

Ve Apollon ona ne demeli Daphne’yi kaybedecek kadar aptal.

Üzüm ezmesi rakıdan damıtma acılar içinde yüzerken Rum meyhaneleri.

Bırak artık elindeki balıkları ve mitolojik kahramanlarını.

Onları suya bırak, yağmurdan damıtma okyanusları aşarlarsa.

İşte o zaman bilemezsin ne olacağını. Taç giymeseydi Daphne Apollon aşık olmaz mıydı? Olurdu.

Maddeleşmeseydi Kudra, Alobar hala yaşar mıydı?

...Neria Lukachirinka

16

Tarihi gereksiz bir İstanbul gecesinde, belki de gecenin karalığında yapılabilecek en zevkli işi yapan iki insan-dan kadın olanı sordu erkeğe;

-Beni gerçekten seviyor musun?

Soruyu duyan adam hiç tereddüt etmeden genç kadınla birlikte olduğu anları gözden geçirmeye başladı. Aslında bu gereksiz soruyu hiç işitmemiş olsa belki de herkesin ondan beklediği gibi hiç düşünmeden yalan-lar kıvıracak ve bugün de gerçekleri duymama onuruna erişen bir insanoğlu bir dakika daha mutlu olacaktı.

-Diğerlerinden farklı bir yerin var. Onlar sadece başkalarıyla para için birlikte olanlardan. Senin ise kendini güzelleştiren duyguların var. Belki başka bir gezegende doğmuş olsaydık, sana melek diyebilirdim. Kafasında bu lafların ne anlama geldiğini yargılayan kadının yüzü ekşidi. Aslında onun istediği normal dü-zeylerde edilebilecek ve ardından adamın yüzüne öpücük kondurtabilecek kadar kuvvetli iltifatlardan sadece biri veya birkaçı idi.

-Ne yani, bana fahişe mi demek istedin, anlamadım?

-Kişisel olarak algılaman gereken bir hakaret değil bu. Sana değer verdiğim için kafamın derinliklerinde ya-tan düşüncelerin en net şekilde dışa vurumu bunlar.

Kız hala anlamlandıramıyordu yanında oturan adamın dünyanın diğer insanlarıyla olan problemini. Anla-yabilmek için sorularına devam etti.

-Sana göre bütün kadınlar fahişe mi?

-Tabi ki hayır, bu adice bir ayrımcılık olurdu. Bana göre bu dünyada var olan insan ırkının tamamı fahişe. Bir işe sahip olmak, aile kurmak, para kazanabilmek kadar sırtımıza yüklenen yapmacık, ama bir o kadar da içi-mizde yatan bir gerçek bu. Bu gerçeği görüp kabullenebilmek özellikle kendini değerli gören insanlar için pek kolay değil. Ben o tür insanlara daha çok ahlaklı orospu derim. Ve hayatım boyunca en az birkaçını öldürme-mek için sürekli kaçtım onlardan.

Adamın konuşması sırasında teni sarı ve zaman zaman morumsu bir kıvama bürünen kadının yüzü cevap verebilmek için kendini toplamalıydı. İki dakika önce evlilik teklifi almış ve hemen ardından yine aynı kişi tarafından terk edilmiş olmak kadar anlamsız geliyordu adamın kurduğu cümleler.

-Neden, nasıl, hangi hakla bütün insanlara fahişe diyebiliyorsun? Senden bu cümleleri duymuş olmayı hala kabullendiremiyorum kendime. Lütfen bütün bunların bir şaka olduğunu ve hiçbirinin kendi düşüncelerini yansıtmadığını söyle bana!

Adam, haklı olmanın burukluğu içindeydi bir kere daha. Biliyordu ki anlattıklarını ona öğretilen değerler çerçevesinde dinleyecek olan kadın bunları kaldıramayacak ve belki de yüzüne bir tokat patlatıp ona manyak olduğunu söyleyecekti.

-Bugün sevişmeden önce üzerinde olan kıyafetler çok güzeldi. Ama evde babanın, annenin, kardeşinin ya-

Fahişe Irkı

18

-nında onlarla oturduğunu sanmıyorum. İnsanlık ırkının barbarlığını temsil eden cinsin içinde yer alan bir erkek olarak benim söyleyebileceğim türdeşlerimin ergenlik çağından itibaren yaptığı davranışların teme-linde bir kadına sahip olabilme arzusu yattığıdır. Bazı erkekler, konuşmaları, bazıları güzel giyimi, bazıları giydiği kıyafetlerin marka değeri, bazılar ise sahip olduğu mantık veya işleri ile etkilemeyi hedefler kadınları.

Bu konuların herhangi birinde eksiğini olduğun veya fiziksel görünümünün yeteri kadar iyi olmadığını düşünenler ise ilk olarak kendini bir spor salonuna atacaktır.

Oturduğun apartmanı düşün. Her gün basamakları inip sokağa çıkmak istediğinde karşılaştığın ilk şey bir bahçe olur. Bu bahçenin işlevi çocuğunu oynatmak veya arabanı park etmektir genellikle. Bahçeyi aşınca bu konuda tereddüte yer yok ki, ucu bucağı olmayan yollarla karşılaşırsın. Bu yolları araban ile talan edip işine ulaşırsın ve işinde amacı para kazanmak olan insanlarla arkadaş olursun. Akşamları aylak aylak gezmek için bütün gün çalışmanın gereksiz olduğu ise çoğu insanın kavrayabileceği kadar basit bir denklemdir.

Aslında sahip olduğumuz tek gerçek tüm bu boşluk ve birşeyler yapmanın gereksizliği iken, insanların kaos yaratmasını istemeyen, “toplumda kabul görmüş büyükler” din, ahlak, aile gibi olguları yaratmıştır. İşte o günden itibaren en küçük birim, en minik devlet olarak bilinen aile öğretileri insanı dünyanın bugünkü yap-macıklığına itmiştir. Ve kullandığı yöntem de dünyanın bu hale gelmesindeki en etkili silah olan “Beyin yıka-ma”dır. İşte bu etkenler altında çiğnenen bireyin düşünceleri silinir ve artık geriye tek olgu kalır; aile kurmak! Yine en başa döndük değil mi? Sonra çocuğu olacak ve o çocuk karşı cinsi etkileyebilmek için kendisinin en iyi nasıl göründüğünü bulmaya çalışacak. Kendini beğendirecek, bununla tatmin olacak, toplum içinde ahlaki kurallar edinecek, sosyal statü elde edecek ve her gün evinin bahçesinden para kazanmak için uçsuz bucaksız yollara düşecek, para kazanacak ve geri ailesine getirecek ki onunda çocuklarının bir ailesi olsun.

İlk sorduğun soruya verdiğim cevap gibi, eğer başka bir zamanda, gezegende veya boyutta olsaydık, senden bahsederken iletişim organlarının bütün tekniklerini zorlayarak seni güldürmeyi becerebilirdim ancak böyle bir dünyada bu koltukta oturan iki fahişe arasında geçen bir konuşmada sana iltifatlar etmek sadece dünyada var olan en vahşi tür olan insana özgü bir yalan olur.

19

Anıl Ertem

-Neredesin?Gitmeyi seven ama gelişi güzel gidişindenŞu an karşımda duruyor olmalıydın, maviye boyanmış bir civciv tedir-ginliğindeElindeki tek dal papatyanın tüm yapraklarına dokunmanın tek yolunun onları bir fal ritüeline kurban etmek olmadığını haykırmalıydın cansız ruhlara.Sevişmenin devrim sayıldığı bir coğrafyadan gelmesen de her ruhun do-kunmakla beslendiğini söyleyecektin Birazdan.Ve ellerimiz seçici derdin.Ve bir günebakan gibi ellerimizSıcak bakışlara yönelirdi.Bu yüzden yağmur üşütmez her zaman bedenini.Kafanda ünlem işaretleri var değil mi gene?İnsancıklara baktıkça bölünerek çoğalan cinsten.

Gelişigüzel

MİA

21

Sonra bıraktı Tanrı elimi. Bomboş bir arazide belli zaman aralıklarıyla kaybolan güneşten başka kimse yoktu yanımda. Karanlıkta kalışım ürkütmüyordu. Tanrı karanlıktı, başıboş ve güneş gibiydi. Ağaçsız, yeşil-siz, çiçeksiz, hayvansız ve susuzdu arazi. Tohuma alışık değildi. Onun eğitilmeye benimse tohuma ihtiyacım vardı. Biraz tavuğa, birkaç kediye, tek köpeğe, kuşlara, balıklara, suya, insanlara, her şeye ihtiyacım vardı. Rüyalara… Ayaklarım büyüyüp bacaklarım uzadıkça küçülüyordu rüyalarım. Daha az konuşuyor, daha fazla oynuyordu benimle Tanrı. Bir gün her şeyin oyun olmadığını söyledim Tanrı’ya. Büyümüşsün Çeğrem dedi. Adımı öğrendim. Çeğrem.

Bana akıl ver Tanrı dedim. Verdim dedi Tanrı. Su ve tohum ve o zaman dedim. Güleceğim yoktu, ilahi Çeğ-rem dedi. Ödün vermedim ciddiyetimden, biraz güldü ve devam etti: Terliyorsun şimdi, üşüyeceksin, ıslana-caksın vaktiyle. Toprağı eş, iki kat altında göreceksin doğurganlığını, ek suyu, tohum verir sana, ıslandığında anlayacaksın ki boş değil Tanrı’nın dünyaya verdikleri, dedi. İlk kez korktum, yapmıştı yapacağını. Bekledim güneşi saatlerce, geldi ve itaat etti. Ellerimle başladım eşelemeye toprağı. Ben dokundukça yumuşadı, canım acıdı. Bilsem yanacak canım, kalkışır mıydım bunca zahmete? Kazdım güneşlerce. Terimle ıslandım. Köpür-düm, ağzımdan taştı öfke. Ama yılmadım. İlk kez susadım, bedenimin farkına vardım acıyınca kulunçlarım. Başımı kaldırdım, bir buluta Tanrı’yı sordum. Neden bilmem, güneşi arkasına alıp gürledi. Çanlar çalınmaya başlanınca, bulutlar omuz omuza verip hep bir ağızdan tükürmeye başladılar suratıma suratıma. Bilsem neye öfkelendiler, af dilerdim oracıkta. Durun dedim, benim, İlahi Çeğrem. Bağırdı baş bulut: İlahi misin haki-katen Çeğrem? Eğdim başımı yere, neydi İlahi Çeğrem? Fısıldadı Tanrı, ilahi olan kızdırandır bulutları, ilahi olan Çeğrem’dir. Böyle biline dedi. Cevap bekliyordu benden gök, kaldırdım başımı dimdik, tüm hiddetimle: He ya, ilahiyim ben, yoksa nasıl tüküreceksin yüzüme dedim baş buluta. Vurma tokmağını davulcu, affola efendim, var mı bir isteğiniz? dedi baş bulut. Gidin, rahat bırakın güneşi dedim. Size bir kuş sürüsü yollaya-yım İlahi Çeğrem, dedi baş bulut. Gittiler bilmediğim bir göğün mavisine.

Büyüdü sandı Çeğrem o an. Dünyalar kadar büyüdü sandı. Yüzüne üfledi incecik dal gibi bir meltem. Ağaç-ları büyüdü toprağın altındaki suyu menziline yerleştirip kuşlardan tohum isteyince. Kuşlar getirdi kedilerini, aslanlarını, fillerini, salyangozlarını. Dayanamadı Çeğrem, bir leyleğin dilinden düşmeyen denizleri arzuladı. Haykırdı: Tanrım, benim İlahi Çeğrem, bana birkaç balık ver yoksa martılarım açlıktan ölecekler. Tanrı üz-medi Çeğrem’i, yeni yaşının hatırına bir deniz verdi ona, büyüklü küçüklü sayısız balık ile birlikte. Gülümsedi Çeğrem ilk kez. Hep birlikte atıldılar denize, ferahladı filler, rahatladı aslanlar, korktu domuzlar. Ama sevdi Çeğrem tuzun tadını. Martıların damak tadını merak etti, neticede zürafaların yedikleri yavan geldiği için beğenmemişti. Atıldı yine denize, sarıldı balıklara, yıldız gibi kaydılar ellerinden Çeğrem’in. Sordu Tanrı’ya. Akıl verdim sana, başının çaresine bak, dedi Tanrı, kızmıştı. Fırtına başladı, şimşekler çaktı, koştu mağarası-na Çeğrem. Saklandı gazaptan, uyudu günlerce bir çift ayının arasında. Sonra daha fazla uyuyamayacağını, kendinin bir ayı olmadığını fark etti. Mağaradan usulca attı adımını ormana. Fırtınadan sonra epey ağaç kırılmıştı, çok ağladı Çeğrem. Bir kez daha baktı tuzun tadına, o an denizi merak etti, yola koyuldu, koşarak erişti bir kayanın dibine. Sivri sivri aşınmıştı çömez kayalıklar. Balıkların fırtınadan sağ çıkıp çıkmadığı-nı görmek isteyince atıldı yeniden denizlere. Hepsi sapasağlamdı, gülümsedi, burulmuştu. Çok acıkmıştı, kucakladı bir balığı, aldı başını gitti balık. Hiddetlendi ilk kez, kayaların sivrilen yerlerinden söküp gördüğü balığa sapladı, deniz kanlandı. Aldı balığı, korkunca kandan, yiyemedi. Tanımadığı renklerle konuşmaması öğütlenmişti cennette, hatırlayınca ürperdi. Şimşekler boşuna değildi muhtemelen, kendini suçlamaktan vazgeçti. Tanrı’yı Çeğrem kızdırmamıştı. Muhtemelen bir fare girmemesi gereken bir deliğe girip böceklerin yuvasını talan etmişti. Tanrı da haklı olarak böyle bir tepki vermişti. Oh dedi Çeğrem, öğrenmişti kaçmayı hatalarından. Başka fırtınaya bıraktı yüzleşmeyi.

Çeğrem

Pijamalı Lama

22

Bir mısranın güzeliğinde kucaklamak tüm sevgileri, Günün birinde tüm hikayeleri masallaştıracak kadar güzel.Sen gelmişsen gece,Akrep yelkovanını bulmuşsa Hele bir de matematiksel konum artık hiçbir anlam ifade etmiyorsa.Güneş ışığının ne zaman doğup ne zaman batacağı önem arz etmiyorsa emsalsiz bir şiirin ortasında.Kaçın kurası yaşın kaç? Daha nasıl bu kadar konuşabiliyorsam. Öteye yol aldığım rakamların sadece bakkaldan sana giden tüm sakızlar, gelen aramalar.Sevgilim bana esrar, Sonsuz acılı bi’ gökyüzü Adana mı bu?Gecenin bir vakti tüm şehirler biraz Angola. Angola demişken biraz biraz da Somali.Somali demişken Paris’e de ayıp etmedik mi, Venedik?Seni anlatmak ne zor iş be!Lafı ağzında geveleyip durmak, iki yakası bir araya gelmeyen yokuş tırmanmak.Ruhum çalkalanırken sabaha kalbinin tiktaklarında sosyopatikçe dünyayı hisetmek .Dönüp baktım mı kendine insan?Tüm şehirler biraz kıskanç. O şehirler kurutmasın beni. Ben de dahasında kaç sonbahar, Sen kaç İstanbul?Sana şiddetle yaprak olmaya meyilliyim.Sen bir ağaç olsaydın mesela. Ben yine isyana teşvik, Anarşist tavırlarınla Dünyanın sonunu getirme Getirme, gel.Noktalar noktalar gel ki bir çArşı bir pazar.Cuma ertesi günler ardına neler neler sakladım.Böyle konuştuğuma bakma.Sevgilim bana esrar.Kürdan kadar ihtiyaç .Hasretlik bir hüzün. Bir dünya sanki sonsuzluk.Kıyameti mi koparsak sonunu getirmeyelim dedik .Üflesen Sur’a,Şapkalı a. Benim İsrafil,Enleşelim istedik.Günün birinde tüm masalları hikayeleştirecek kadar güzel.Bi’ kahramana ihtiyacım yok, ihtiyacımız.Özlem...

...

24

Bir şehrin güzelliği...Bir kasabanın inceliği…

Haytalar …Tundraları anlamsızlaştırdıysa iklimimiz

Hele bir de çoktan kapadıysak musonlarımıza kendimizi,İklimlerden

Tanrı, çok klişe bir bardak eroin, vay.Kadeh dibi, kafeste balık.

Zaman ki sana hasta .Rabialardan kalma bi’ sinüzit.Sana derken çoklu tekil şahıs.

Kıskanmaya başladı, tüm şehirler kasaba.Ah bu beni öldüren tavırların.

Senden ötesinde. Ben aslında ne kadar da varım.

Varlıkla yokluğa nerden giriyoruz ki?Meali anlayan nesil.Eroin mi bi çift göz,

İmgelerde kaybolmak mı?Ya da dünya üzerinde.

Işıkları açık evler Son görülmeler.

Cuma ertesileri … Bugün günlerden ne, fark edilmeyen şeyler

İnsan unutunca kendini .Sevgilim bana esrar .

Hangi mısra arasından tutuştursak ki? Birkaç kitap bir kaç kalem,

Daktilo mu töbe haşa.Tanrı?

Kutsal kitaplar uzun konu?İşaretler sorular.

Gözlerimi kapamak istiyorum bir gece.Yine gece hep gece.

Karanlıkta bırakma beni .İzmaritle sevişmiş dudağımız,

Gözlerinle kurtar beni.Güneş doğarken

Tüm kıyılarından es geçmişken tüm abileri Ablalar…

En çok da gemi .Uzadıkça uzuyor kelimelerim.

Replikler var replikler, Sadece sana yazılıyor.

Mısrasını arayıp da bulmuş gibi kayboluşlarım.Güzelliğinde kucaklamak tüm sevgileri,

Ruhum çalkalanırken sabahaSeni keşfetmek.

Belki o zaman dünya Yeniden sevilmek için

Bana kokain. Bitmemiş kucaklanmış bir mısra.

Haydi durma üfle Sur’a, Bitmemiş kucaklanmış bir mısra…

İbrahim ethem Yaşar

25