84

KöklüDeğişim 75.Sayı

Embed Size (px)

DESCRIPTION

İslam Fikrine Dayalı Aylık Siyasi Dergi - Suskunluğun Kırılma Noktası - İslam ile Değişmek ve Değiştirmek İçin... Abone Olmak İçin... Ahmet Sivren Adına Posta Çeki Hesabı: 191 18 03 Ziraat Bankası Başkent Şb. 47475782-5002 TL Hesabı Ziraat Bankası Başkent Şb. TR930001001683-47475782-5001 TCZBTR2A Euro GMK Bulvarı 31/12 Kızılay/ ANKARA Tel: 0 312 229 77 91 Fax: 0 312 229 77 92 [email protected] - [email protected]

Citation preview

Page 1: KöklüDeğişim 75.Sayı
Page 2: KöklüDeğişim 75.Sayı
Page 3: KöklüDeğişim 75.Sayı

1 KÖKLÜDEĞİŞİM - Aralık 2010

KÖKLÜDEĞİŞİM

Kuruluş: 2004İslâmi Fikirlere Dayalı

Aylık Siyâsi DergiZilhicce 1431Aralık 2010

Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü

Ahmet Sivrenİdari İşler Müdürü

Hakkı ErenYayın Kurulu Başkanı

AbdulHamid YazıcıHaber Dairesi Müdürü

Hüseyin SivrenKapak&Grafik Tasarım

KöklüDeğişimYönetim Merkezi

G.M.K. Bulvarı No: 31/12Kızılay/ANKARA

İletişim&Abonelik&ReklamTel: (+90) 0 312 229 77 91

Faks: (+90) 0 312 229 77 [email protected]

Temsilciliklerİstanbul

Bülent KurşunTel: 0 536 638 67 68

Abonelik ve Hesap Numaları

بسم اهلل الرحمن الرحيمAralık Ayı Takdim

Yeni bir yılın kapısındayız. Rabbimiz, önümüzdeki seneleri Kendisinin razı olacağı biçimde geçirebilmeyi bizlere nasip etsin. Rabbimiz bizleri, müstakbel senede İslamî hükümlerle insanlar üzerine hükmedecek olan İslâm Devlet ile izzetlendirsin inşaAl-lah… Bu vesileyle İslâmî Ümmet’in Hicrî sene-i devriyesini tebrik ederek bu ayki Tak-dimimize başlıyoruz.

Müslümanların büyük bir heyecan ile iktidara taşıdıkları bir zihniyetin tavizkâr tu-tumunu kapağımıza taşıdık bu ay. Belli makamlar uğruna, -kutsal bile olsa- kıymet-lerinden taviz vermeyi başarı addeden “Kırmızı Halı’nın Tavizkâr Yolcuları”nı Hakkı Eren’in kaleminden okuyacaksınız.

Gündemimizin bir diğer konusu ise Ergenekoncu çeteleşmeler, darbe-sever komplo-cu subaylar, fişlemeler ve andıçların ardından önce casusluk sonra fuhuş operasyon-larıyla gündeme gelen TSK’nın zedelenen güvenilirliğini de Ahmet Sivren değerlen-diriyor… Yine askerlerin (erlerin), askerlikten ziyade hizmetçilik yaptığı hakikatinin tartışıldığı şu günlerde yazarımız Mahmud Oğuz, bu konunun bakılması gereken yönüne işaret etti “Mehmetçik Ne Zaman Asker Olacak?” diyerek. Müslümanların ha-yatını muallel, karmaşık bir hale sokmak isteyen Batılı zehirlerin en tehlikelisi belki de, İslam’da siyasetin olmadığı düşüncesidir. Yiğit Serdengeçti, Müslümanların siyasî merkezleri olması gereken camilerin ve Hac mekânı Kâbe’nin, bu mühim vazifeleri-ni icradan neden soyutlandırıldığını sorguluyor, makalesinde. Zorunlu eğitimin sü-resinin uzatılmasının, eğitim sisteminin içine düştüğü açmazdan çıkışına vesile ol(a)mayacağının altının çizildiği makale ve Cumhuriyet’in gerçek sahipleri ve kimi Müs-lümanlarca içselleştirilmeye çalışılmasıyla ortaya çıkan çakma Cumhuriyetçilerin trajik kıyaslamasının yapıldığı makale, ilgiyle okuyacağınızı umduğumuz diğer Gündem makalelerimizden.

Sömürgecilerin canavarlaşan tamahı, ilmî araştırmalarda da kendini gösteriyor; Bi-yoteknolojik çalışmalar, bu kana susamış zalimlerin elinde, en acımasız silaha dönü-şüyor, maalesef. “Biyolojik Silahlar ve Onu Kullanan Kirli Eller” ve “Kurtlar Sofrasındaki Sudan”ın içler acısı hali de Gündem sayfalarımız arasında.

Çocuklarımız üzerinde anne-babaları olarak bizlerden çok devletin hak iddia etmesi, bir sorgulamayı da beraberinde getiriyor muhakkak: “Çocukları Eğitmek Kimin Görevi”. Tûbâ Sivren’in bu sorgulamasını ve “Hesap Gününde Pişman Olmamak İçin” bir iç mu-hasebenin ertelenmeden bir an önce yapılmasını ve amellerin bu doğrultuda yeniden yapılandırılmasını salık veren Sümeyye Avcı makalesini ilgiyle okuyacaksınız.

Bu ay yeni bir bölümle karşınızdayız: “Yorumsuz”. Bu bölümde zaman zaman, kendi kendini anlattığı ve özellikle yorum yapmaya gerek görmediğimiz hadise, haber, yazı, vb.lerini sizlerle paylaşacağız. Kısacası, fazla söze ne hacet!

İktibas bölümünde; Beyt’ul-Makdis’ten Umm Sundus’un Yahudi varlığının Filis-tinli kardeşlerimize yaptığı zulmünü gözler önüne seren makalesiyle, Bülent Uğur Koca’nın “Fil Ashabı”ndan kıyasla günümüz müstekbirlerine karşı Müslümanların iz-zet potansiyeline içli bir çağrıyı yaptığı makalesini bulacaksınız.

Son zamanların çokça tartışılan, okurumuz Gamze Aslan’ın da, “Tesettür İslam’ın Şiarıdır” başlığıyla kaleme aldığı başörtüsü meselesini, Okuyucudan Gelen bölümünde bulabilirsiniz. Haberiniz Olsun ve Tefsir bölümleri de her ay olduğu gibi bu ay da siz-lerle buluşmayı bekliyorlar.

İslam ile değişmek ve değiştirmek için, suskunluğun kırılma noktası olmaya devam ediyoruz… Değişime hazır mısınız?

Not 1: Abonelik ücretlerinizi yan tarafta tabloda bulunan banka ve PTT hesap numaralarına yatırabilirsiniz. Lütfen hesaba para yatırırken, adınızı, soyadınızı ve hangi il/ülke’den yatırdığınızı görevliye yazdırınız.

Not 2: Dergimiz, Kapitalist Sömürü ideolojisinin fikirlerinden olan, “telif hakları” kavramını İslâm reddettiği için kabul etmemektedir. Dergimizde yer alan yazılarımız, yazarının ve dergimizin ismi belirtilerek iktibas edilebilir. Dergimize gönderilen yazılar, yayın esaslarımıza uygun olması ve yazıların güncelliğini koruması kaydıyla, yayın kurulumuzun onaylaması halinde yayınlanır. Gönderilen yazıların içeriği bozulmamak kaydıyla- üzerinde değişiklik ve kısmen kısaltma yapma hakkımız vardır.

YurtdışıYurtiçi6 Aylık6 Aylık 24 TL24 TL

Yıllık (12 Ay)Yıllık (12 Ay)48 EUO48 TLZiraat

Bankası Euro Hesabı Başkent Şb. TR93000100

1683-47475782-

5001 TCZBTR2A

PTT Posta Çeki: Ahmet Sivren

Adına 1911803Ziraat

Bankası TL Hesabı

Başkent Şb. 47475782-5002

Baskı 01.12.2010Rulo Ofset ve Matbaacılık

Adres: K.Karabekir Cd.No: 120/86 İskitler-Ankara

0 312 312 50 75

Yerel-SüreliISSN: 1304 - 8274

Page 4: KöklüDeğişim 75.Sayı

2Aralık 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

İ Ç İ N D E K İ L E R

“Kırmızı Halı”nın Tavizkâr Yolcuları.........Hakkı Eren.........3

GÜNDEM

TSK, “Güvenilir Bir Kurum” MuDediniz?.........................................................Ahmet Sivren.........8

Mehmetçik Ne Zaman Asker Olacak?...Mahmud Oğuz......13

Müslümana Siyaset YapmakNeden Yasak?..........................................Yiğit Serdengeçti......16Zorunlu Eğitim Süresini UzatmakÇözüm Değildir............................................Halime Aydın......23Rasulullah’ı Çok Seven Bir Subay;Fahrettin Paşa...................................................Yasin Yavuz......28

Hangi ‘Cumhuriyet’, Kimin‘Cumhuriyet’i?..............................................Asım Cingitaş......33

Biyolojik Silahlar ve Onu KullananKirli Eller.........................................................Cahit Toprak......36

Sudan Kurtlar Sofrasında...............................Talha Yaşar......41

Petrolün İnsan Hayatından Daha Değerli Sayıldığı,Garip Müslümanların Diyarı Irak (5)............İbrahim Er......45

İktisadî Düşüncelerin Bozuklukları veSahih Çözüm (7)...............................................Hakkı Eren.......51

Görmedin Mi RabbinFil Sahiplerine Ne Yaptı?.....................Bülent Uğur Koca......72

YORUMSUZ!...........................................KöklüDeğişim......58

OKUYUCUDAN GELEN

Çocukları Eğitmek Kimin Görevi................Tûbâ Sivren......55

TEFSİRBakara Suresi 283-284. Ayetler.....................Esad Mansur......76

İKTİBAS“İsrail” Filistin’deki Zulmünü veBaskısını Artırıyor........................................Umm Sundus......70

Tesettür İslâm’ın Şiarıdır.............................Gamze Aslan......74

HABERİNİZ OLSUN..............................KöklüDeğişim......65

Hesap Günü’nde PişmanOlmamak İçin...............................................Sümeyye Avcı......61

Page 5: KöklüDeğişim 75.Sayı

3 KÖKLÜDEĞİŞİM - Aralık 2010

Tavizler insanı her zaman yolundan saptırmış ve ideallerine ulaşmasına engel olmuştur. Bir taviz bir baş-

kasını getirirken, verilen hiçbir taviz yeterli görülmemiş ve hep daha fazlasının verilme-si gerekmiştir. İnsanın, uğrunda taviz ver-mesini gerektiren şey; onun için çok değer-li veya mutlaka vazgeçilmez olandır. Aksi takdirde insan değer vermediği bir şey için ideallerinden taviz vermeyecektir. Yani in-san bir kıyaslama yapar ve hangisinin daha değerli olduğunu belirleyerek ona doğru meyleder. İşte dünyayı Ahirete, zilleti izze-te ve haramı helale tercih edenler, kendileri için neyin daha değerli olduğunu göstermiş ve istikametlerini o yönde belirlemişlerdir.

İnsanın, tavizkar olabileceğini bilen ve sırat-ı müstakimden sapma olasılığını gö-ren Âlemlerin Rabbi Allah Azze ve Celle ise; insan ve hayata ilişkin kanunları kendisi be-lirlemiş ve bu konuda insana belirlediği ala-nın haricinde söz hakkı tanımamıştır. Hatta bu konuda Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’i bile bir insan olması hasebiyle kont-

rol altına almış, İslam Davası’nı taşırken kendisine sunulan tekliflere aldanmamasını ve İslam’dan taviz vermemesini istemiş ve Rasulü’nü şöyle uyarmıştır:

وأن احكم بينهم بمآ أنزل الله وال تتبع أهواءهم واحذرهم أن يفتنوك عن بعض ما أنزل الله إليك

“Aralarında Allah’ın indirdiğiyle hük-met. Onların hevalarına uyma. Allah’ın sana indirdiğinin bir kısmından seni sap-tırmalarından sakın.” (el-Maide 49)

İnsanların tavizkar tutumları ise hem di-ğer insanlar nezdinde hem de kendilerini yaratan Rableri katında hoş karşılanmamış-tır. İnandıkları şeylerden menfaatleri gereği taviz veren insanlar, çevrelerinde saygıde-ğer insanlar olarak görülmeyecekleri gibi, Rablerini de hoşnut edemeyecekler ve za-limlerden olacaklardır.

ن بعد ما جاءك من العلم إنك إذا لمن ولئن اتبعت أهواءهم مالمين الظ

“Andolsun ki; sana gelen bunca ilimden sonra şayet sen onların heveslerine uyacak

Hakkı EREN

Page 6: KöklüDeğişim 75.Sayı

4Aralık 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

olursan, o takdirde şüphesiz zalimlerden olursun.” (el-Bakara 145)

Batılı bir filozof olan Machiavelli’nin “Gaye vasıtayı meşru kılar” sözü, Kapita-lizmin, amaca ulaşmada her yolu mubah görmesiyle alakalıdır, İslam’ın değil! İslamî düşüncede yeri olmayan bu fikir gereği her türlü tavize açık duruma gelen Müslüman-lar, büyük bir yanılgının içerisindedirler ve bu yanılgı onları saygınlıklarını kaybetme-lerine sebep olmuştur. O yüzden geri adım atması istenen hep Müslümanlar olmuş ve taviz hep onlardan beklenmiştir. “Çalışmak da bir ibadettir”, “Sonra kaza edersin” , “İlim öğrenmek de farzdır” anla-yışı o kadar yer etmiştir ki, buna karşı durup taviz vermemek yadırganmış ve bu karşı duruşu sergileyen Müslümanlar da aşırıcılıkla suçlanmıştır.

Mevcut düzen içerisin-de Müslümanların; ekono-mik, siyasî, nüfuz ve mevki bakımından büyümeleri, aynı paralelde daha bü-yük tavizlerin verilmesiyle gerçekleşmiştir. Tavizlerle yozlaşanlar sonunda ta-nınmayacak bir hale gelmişlerdir. İşte bu türden bir tavizin anatomisini hep beraber inceleyelim…

Tarih; 3 Kasım 2002. Genel seçimlerde %34 oy oranıyla tek başına iktidar olan AKP, Müslümanların kendisine ümit bağladığı ve büyük bir inançla desteklediği bir parti ola-rak iktidara gelmiştir. Ama iktidar oldukları dönemde taviz tavizi doğurmuş ve artık sa-vundukları bir doğruları kalmamıştır. Kendi deyimleriyle “Değişerek gelişmişlerdir”. Prag-matist yaklaşımlarla insanların problemleri-ni çözmeye çalışmış ve yüzeysel çözümlerin

dışında köklü bir çözüm arayışına gireme-mişlerdir. ‘An’ı kurtarmanın derdinde anlık çözümler üreterek, sorunları iyiden iyiye de çözümsüz hale getirmişlerdir. Özellikle bir zamanlar kendi problemleri olan başör-tüsü meselesinde yola çıktıkları noktadan çok uzakta oldukları, bugün herkesçe gö-rülmüştür. Bu konuda en çarpıcı örnek, Gül çiftinin yaptıklarıdır. 1998’de Ankara Dil Tarih-Coğrafya Fakültesi Arap Dili ve Ede-biyatı bölümüne başörtülü fotoğraf verdiği için kayıt yaptıramayan Hayrunnisa Ha-nım, bu zulmü medyaya yansıtmak istemiş olacak ki, kayıt yaptırmaya dönemin Fazilet

Partisi Milletvekili olan ko-cası Abdullah Gül, avukatı ve noterle birlikte gitmiştir. Eşine bu konuda destek olmak için kayıt işlemle-rini yapmaya giden Ab-dullah Gül, karşılaştıkları engel karşısında, “Bugün Moskova’da yaşıyor olsaydık böyle bir engelle karşılaşmış olmazdık” diyerek tepkisini dile getirmiştir. Gül çifti, tepkisini sadece sözle dile getirmemiş; bu haksızlık karşısında dava açmış, an-cak ondan da sonuç alama-

mışlardır. Dava sonucu ‘olumsuz’ olunca Hayrunnisa Gül, bu sefer de 2002 yılında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne baş-vurmuştur. Ancak bu süreçte ülkede Hükü-met değişikliği olmuş ve eşi yeni Kabine’de önce Başbakan sonra ise Dışişleri Bakanı olarak görev almıştır. Açtığı bu davadan dolayı gittikçe büyüyen tartışmalar karşı-sında Hayrunnisa Gül, ilk tavizini vererek geri adım atmış ve AİHM’den davasını geri çekmiştir.

Daha sonrasında eşi, konumu gereği hep daha fazla göz önünde olan bir seyirde iler-

“Kırmızı Halı”nın Tavizkâr Yolcuları

Tarih; 3 Kasım 2002. Genel seçimlerde %34 oy oranıyla tek başına iktidar olan AKP, Müslümanların

kendisine ümit bağladığı ve büyük bir inançla

desteklediği bir parti olarak iktidara gelmiştir. Ama

iktidar oldukları dönemde taviz tavizi doğurmuş

ve artık savundukları bir doğruları kalmamıştır.

Page 7: KöklüDeğişim 75.Sayı

5 KÖKLÜDEĞİŞİM - Aralık 2010

lerken, ona düşen; protokollerden uzak dur-mak, ortalarda fazla görünmemek ve fazla dikkat çekmemeye özen göstermek olmuş-tur. Hayrunnisa Hanım bu özende ilerler-ken, eşi Abdullah Gül ise, Dışişleri Bakanı olduğu sırada eşi gibi AİHM’ne başvuru ya-pan Leyla Şahin davasında Türkiye’yi yani ‘türban yasağını’ savunmuştur. Sanırım Abdullah Gül’e göre burası halen ‘Moskova gibi’ değildir!

Üniversite kaydı yaptıramayan Hay-runnisa Hanım, 28 Ağustos 2007’de 11. Cumhurbaşkanı seçilen eşinin yanında köş-ke çıkmış ve “First Lady” olmuştur. Ancak Devlet’in en tepesinde bulunmasına karşın yine de resmî karşılama yapa-mamakta ve Cumhuriyet resepsiyonlarına katıla-mamaktadır. Çünkü ha-len başı örtülüdür. AKP açısından bu engeli aş-mak sekiz yıl sürmüş ve 2010 Referandumu’ndan sonra Çankaya, cesaret-lenmiştir. Bu cesaret, ür-kek adımlarla ilk kez kır-mızı halıda yürüyen “First Lady”nin ana haber bül-tenlerine çıkmasını sağlamıştır. Almanya Cumhurbaşkanı Christian Wulff’u karşıla-ma töreninde Hayrunnisa Gül, kırmızı halı-da yürümüş ve askerî karşılama töreninde hazır bulunmuştur. Ancak kırmızı halının bu yeni yolcusunun ve eşinin bütün uzlaşıcı tavizkâr tavrı, bir avuç laik-Kemalist’i mem-nun etmemiş ve büyük gayretleri -tavizleri- boşa gitmiştir. “Biz de sizden farklı değiliz, bu Sistem için tehlike değiliz, hatta koruyucularız” mesajını vermelerine rağmen yine de onları memnun edememiş ve verdikleri Cumhu-riyet Resepsiyonu’na icabet ettirememişler-

dir. Çünkü karşı taraf, onlar gibi taviz ver-mek istememektedir!

Bu gelişmelerin ardından geçtiğimiz günlerde Abdullah Gül ve eşi İngiltere’ye gitmiş ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, İngiltere’nin dünyaca ünlü düşünce ku-ruluşlarından Chatham House’un “Yılın Devlet Adamı Ödülü”ne layık görülmüştür. Ödülü bizzat Kraliçe II. Elizabeth’in elinden alan ve bu alanda “ikinci” lider olan Abdul-lah Gül şunları söylemiştir:

“Ödülü büyük bir onur ve alçakgönüllülük-le sevgili ülkem ve Türk halkı adına alıyorum.” İngilizlerin siyasetindeki en belirgin özellik-

lerden biri, kaybedecekle-rini anladıklarında anlaş-ma yoluna gitmeleri ve uzlaşmacı olmalarıdır. Bu konuda ödüle Abdullah Gül’ün layık görülmesi, Erdoğan’a nispetle daha uzlaşmacı olmasından do-layıdır. Zira İngiltere’nin Türkiye’de şu an en fazla ihtiyaç hissettiği şey bu-dur!

Bu arada şu tespiti ya-parak konumuza devam edelim: “Cumhuriyet”i sa-

vunan bir Cumhurbaşkanı’nın bir “Kraliçe”den ödül alması ve o’nun tahtının önünde bulunma-sı da bir başka çelişkidir.

Abdullah Gül bunlarla meşgul olurken eşi Hayrunnisa Gül ise, Londra’da katıldı-ğı bir toplantıda “ilkokula başörtüsüyle giden çocuklar hakkında ne düşünüyorsunuz?” diye sorulduğunda, “Bu konuda yaşanan bir ce-halet varsa biz bunu da ortadan kaldıracağız. İlkokul öğrencisinin kendi isteği ile başörtüsü takması gibi bir şey söz konusu olamaz. Bu ko-nuda karar verecek yaşa geldiğinde kararını ve-

“Kırmızı Halı”nın Tavizkâr Yolcuları

Page 8: KöklüDeğişim 75.Sayı

6Aralık 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

rir” diyerek kırmızı halının hakkını vermiştir. Bu de-meciyle yasakçı zihniyete destek veren Hayrunnisa Hanım’a, çok daha önce başka bir demecinde aynı tavrı sergileyenler için eşi Abdullah Gül, “Kimse de çıkıp yasaklarla övünmesin. Yasakları savunmak, yasak-larla övünmek kimseye şeref getirmez, kimseye de onur kazandırmaz.” demiştir. Türkiye’ye dönüşlerinde ise bir gazetecinin sorusuna binaen Abdullah Gül, “Bu konunun konuşul-masından artık bıktım” diye cevap vermiş ve üniversitelerde kaldırılmasını istediği yasa-ğın, kamuda, lisede ve ilköğretimde uygu-lanmasını ‘uzlaşma’ olarak nitelendirmiştir. Yani üniversitelerde türban yasağının kalk-ması için diğer alanlardan taviz vermiştir.

Fakat bu konuda bir yetkisi var mıdır? Mesela; Devlet personelinin Cuma namazı kılabilmesi için beş vakit namazdan da taviz verebilir mi? Haftada bir kereye mahsus ol-ması şartıyla içkiye onay verebilir mi? Yani kısacası bir menfaat elde etmek için dinin emirlerini değiştirebilir mi? Tabiî ki hayır ve hâşâ! Sorumluluk bilincine sahip bir yöneti-ci, milyonlarca Müslümanı ilgilendiren bir konuda dinin emirlerinden taviz vermez, verdirmez. Yıllardır başörtüsüne, kulların uyması gereken bir şer’î hüküm olarak değil de özgürlük olarak bakanlar, bu özgürlükle-rinden çok çabuk feragat edebilirler. Lakin meseleye ‘Allah’ın bir emri’ olarak bakan-lar, kulluk görevlerinden asla vazgeçme-yeceklerdir. Çünkü onları şer’î hükmü uy-gulamaya götüren imanları, aksi takdirde cezalandırılacaklarını bildirmiştir.

Bugün evlendiği zaman çocuk sahibi ola-bilecek yaşta olan ve yaklaşık olarak ilkokul 7. ve 8. sınıfa giden kızlarımız, bu konuda

T.C. yasalarına göre olma-sa da, Allah katında reşit olmuşlardır. Âlemlerin Rabbi olan Allah Azze ve Celle yarattığı kulları için akıl-baliğ oldukları yaşı, şer’î hükümler ile kayıtlı olma yaşı olarak belirle-miştir. Yani bugünkü eği-tim sisteminde ilkokul dö-

nemine denk gelen bu yaşlardaki kız çocuk-ları, Rablerinin buyruğuna boyun eğerek bu hükme uygun hareket etmek sorumluluğu taşımaktadırlar. Reşit olduklarından dolayı kulluk bilinci ile hareket etmeli ve şer’î hü-kümlere göre uygun bir yaşam sürmelidir-ler. Zira bu onlar için daha hayırlıdır.

يا بني آدم قد أنزلنا عليكم لباسا يواري سوءاتكم وريشا ولباس التقوى ذلك خير

“Ey Âdemoğulları! Size, hem çıplaklı-ğınızı örtesiniz diye, hem de bir görkem-güzellik nesnesi olarak giyim-kuşam bah-şettik; Ama Allah’a karşı sorumluluk bi-lincini (sağladığı) örtü daha hayırlıdır.”(el-

Araf 26)

Tek ilah olarak iman ettiğimiz Allahu Teâlâ’nın emrine göre hareket etme talebi-ni ve bir farzı eda etme girişimini “cehalet” olarak yorumlamak, Allah katında çok bü-yük bir cürümdür. Hatta cehaletin en bariz örneğidir. Esas cahil ise; yaratıcının iradesi-ne ve hâkimiyetine baş eğmeyen ve ondan taviz veren kimsedir. Cehalet; yani cahiliye, İslam öncesidir ve İslam ile cehalet sona er-miş, artık o karanlık dönem kapanmıştır.

لقوم حكما الله من أحسن ومن يبغون الجاهلية أفحكم يوقنون

“Yoksa onlar hâlâ cahiliye hükmünü mü arıyorlar? İman etmiş bir kavim için Allah’tan daha iyi hüküm koyan var mı-dır?” (el-Maide 50)

“Kırmızı Halı”nın Tavizkâr Yolcuları

Tek ilah olarak iman ettiğimiz Allahu Teâlâ’nın emrine

göre hareket etme talebini ve bir farzı eda etme girişimini

“cehalet” olarak yorumlamak, Allah katında çok büyük bir

cürümdür. Hatta cehaletin en bariz örneğidir.

Page 9: KöklüDeğişim 75.Sayı

7 KÖKLÜDEĞİŞİM - Aralık 2010

İslam ise ilimdir ve ilim, her Müslüman erkek ve kadına farz kılınmıştır. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e vahyolunan ve asla taviz vermemesi istenen husus budur. Rabbimiz bu konuda aşağıdaki ayet-i keri-mede “İslam” yerine “ilim” kelimesini kul-lanmış ve şöyle buyurmuştur:

ولن ترضى عنك اليهود وال النصارى حتى تتبع ملتهم قل إن هدى الله هو الهدى ولئن اتبعت أهواءهم بعد الذي جاءك من

العلم ما لك من الله من ولي وال نصير

“Sen onların, kendi dinlerine uymadık-ça ne Yahudiler, ne de Nasranîler senden razı olmazlar. “Asıl doğru yol, Allah’ın yo-ludur” de. Sana gelen ilimden sonra eğer onların arzularına uyarsan, andolsun ki, Allah’tan sana ne bir dost, ne de bir yar-dımcı olmaz.” (el-Bakara 120)

Eğer “First Lady”nin bu demecinde ca-hillikle suçladığı ebeveynler ise, bu da çok saçmadır. Zira bir anne ve babanın aslî gö-revi, çocuklarını korumak ve kollamaktır.

Müslüman bir anne-babanın aslî görevi ise; çocuklarına İslam Dini’ni öğretmek ve on-ları hiç kuşkusuz ki Cehennem ateşinden korumaktır.

الناس وقودها نارا وأهليكم أنفسكم قوا آمنوا الذين أيها يا أمرهم ما الله يعصون ال شداد غلظ ملئكة عليها والحجارة

ويفعلون ما يؤمرون

“Ey İman edenler! Kendinizi ve ailenizi yakıtı insan ve taş olan Cehennem ateşin-den koruyunuz…” (et-Tahrim 6)

Son olarak, kırmızı halının cazibesine kapılarak, uğrunda büyük mücadeleler ve-rilen böylesi hassas bir konuda gelişi güzel bir demeç veren ve halen de bu hatasından dönmeyen Hayrunnisa Hanımefendi’yi ma-zur görmüyoruz.

“Câhil, cehâletinden dolayı mâzur sayılsay-dı, cehâlet ilimden üstün olurdu.” (İmâm-ı Şâfiî)

“Kırmızı Halı”nın Tavizkâr Yolcuları

Page 10: KöklüDeğişim 75.Sayı

8Aralık 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

Bir zamanlar, yapılan anketlerde “en güvenilir kurum” sıralamasında bi-rinci çıkardı ve bununla gündeme

gelirdi TSK. Bugünse çok farklı konularla gündeme gelir oldu. Ergenekoncu yapı-lanmanın odağındaki isimler, emekli ya da muvazzaf TSK personeli idi. Atabeyler, Sau-na çeteleri gibi çetelerin ardında yine askerî personelin izine rastlandı. Müslüman halka, ülkeyi yöneten ve kendi düşünce sistemle-rine aykırı görünen hükümetlere karşı; Bal-yoz, Yakamoz, Ayışığı, Kafes, vb. darbe ve komplo planlarının planlayıcıları ve uygu-layıcıları da yine TSK personeli çıktı. An-dıçların, fişlemelerin kokusu, bu kurumdan yükselir oldu.

Tabii tüm bunlar, buzdağının görünen yüzü; mahremiyetine kimsenin -ülkeyi yö-netenlerin bile- dokunamadığı, gizli belge ve bilgilerine ulaşamadığı, “kozmik oda”sına bile bunca olayın ardından anca mahkeme kararı ve kendisinin ‘olur’uyla üstelik tek başına bir hâkimin sınırlı süreyle girilebildi-ği bir Kurum’da kim bilir daha başka hangi

kirli senaryolar yazılmış, hangi komplolar kurulmuş, hangi darbeler planlanmıştı. Üst-leneceği İslamî misyonla Ümmet’in gözbe-beği olacak bir Kurum, “Muhammed” SallAl-lahu Aleyhi ve Sellem’e nispetle “Mehmetçik” tanımlamasıyla anılan askerler, nasıl oldu da çetelerin, karanlık ilişkilerin ve çarpık yapılanmaların meskeni ve başrol oyuncu-su oldu!

Önceleri kınalar yakılarak, halaylarla, türkülerle, marşlarla, tekbirlerle askere gön-derilen evlatların yerini, bugünlerde, askere gitmemek için kasıtlı bir şekilde kilo alan, sahte çürük raporlarıyla çürüğe ayrılan, te-cil üstüne tecil yaptıran, dört gözle bedelli askerliğin çıkmasını bekleyen gençler aldı. “Vicdanî retçi”lik anlayışı günbegün kendi-ne taraftar bulur oldu. Artık anneler ve ba-balar çocuklarını, bir zamanların en güve-nilir kurumu olan TSK’ya emanet etmekten çekinir oldular. Nasıl çekinmesinler ki, kirli ve şaibeli bir savaşın ortasında heder olan çocuklarının haberi gelecek diye, ekranlara bakamadan izler oldular, haber bültenlerini.

Ahmet SİVREN

Page 11: KöklüDeğişim 75.Sayı

9 KÖKLÜDEĞİŞİM - Aralık 2010

Zira -güya- terörle mücadele ettiği belirtilen TSK’nın güzide(!) personelinin her yeni gün kirli bir ilişkisi “flaş haber” olarak yansıyor-du, yine aynı haber bültenlerine. Medyaya yansıyan daha nice haberler; ailelerin oğul-larını, askere göndermedeki çekincelerini, yiğit delikanlıların da askere gitmekten ne-den kaçındıklarını açıklamaya yeterlidir.

Dağlıca, Aktütün ve Heron skandalların-dan sonra şimdide en son “casusluk” hadise-siyle gündeme gelen TSK, daha bu haberin dumanı üstündeyken bir başka operasyonla adından söz ettirdi: “Fuhuş Çetesi Operasyo-nu”

Casusluk soruşturmasındaki iddialar bir hayli korkunç, korkunç olduğu kadar da üzücü:

“Soruşturma kapsamında 45’i muvazzaf top-lam 49 asker yer alıyor. Bugüne kadar ifade ve-ren 35 askerden 16’sı ‘devletin güvenliğine iliş-kin belgeleri yok etmek, tahrip etmek ve bunlar üzerinde sahtecilik yapmak’ “devletin güvenliği-ne ilişkin belgeleri temin etmek”, “gizli kalması gereken bilgileri siyasal ve askeri casusluk mak-sadıyla temin etmek”, “Şantaj amaçlı kurulan suç örgütüne üye olmak” suçlamalarıyla tutuk-landı.” (Ajanslar)

“İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tara-fından sürdürülen askerlere yönelik “şantaj ve askerî casusluk” soruşturması kapsamında 3’ü muvazzaf asker 7 şüpheli tutuklandı. Toplam tutuklu sayısı 16’ya yükseldi. Bu arada soruş-turma, Aselsan’da yaşanan sır ölümlere uzandı. Edinilen bilgilere göre, soruşturmayı yürüten Cumhuriyet Savcısı Fikret Seçen, intihar etti-ği öne sürülen Aselsan’daki dört mühendisin dosyasını istedi. İleri teknolojik askerî cihazla-rın millileştirilmesi üzerinde çalıştıkları sırada şüpheli bir şekilde ölen mühendislerin, Deniz Kuvvetleri merkezli casusluk çetesinin kurbanı olduğu iddia edilmişti. Geçtiğimiz günlerde 9

ilde gerçekleşen operasyonda, şüphelilerde çıkan notlarda Aselsan ve Savunma Sanayii’nde so-run çıkaran personelle ilgili gerekenin yapılması isteniyordu.” (Ajanslar)

Bu iddialar gerçekse -inşaAllah değildir-, Müslüman Türkiye halkının gizli askerî ve istihbarî bilgileri kim bilir hangi düşman is-tihbaratın elindedir. İhanet, belki de en bü-yük suçtur, öyle olmalıdır; özellikle askerî personel için. Bütün -tabii varsa- kutsallarını ayaklar altına alarak, “Allah’tan korkmadan, kuldan utanmadan” ne dinî, ne millî, bilinen tüm değerlere sırt dönerek yapılan böylesi bir ihanet, kabul edilmesi, es geçilmesi, gör-mezden gelinmesi mümkün olmayan bir hadisedir.

Bu son hadiselerle, TSK’nın terörle mü-cadelede yapılan zafiyetler, ihmaller ve iha-netler halkasına, şantaj ve casusluk da ek-lenmiştir. İşte tam burada, Gen.Kur.Bşk. Işık Koşaner’in 10 Kasım Mesajı’ndan bir bölü-mü paylaşmak anlamlı olacaktır. Zira Baş-kan, TSK’daki ‘üstün disiplin anlayışı’ndan bahsetmekte Ata’sına yazdığı ve TSK inter-net sitesinde yayınlanan anma mesajında:

“Ebedî Başkomutanımız Yüce Atatürk,

Türk Silahlı Kuvvetleri mensupları olarak vatan ve ulus sevgisi ile dolu yüreğimiz, dosta güven düşmana korku veren gücümüz ve üs-tün disiplin anlayışımızla görevimizin başında ve yüce ulusumuzun hizmetindeyiz. Sana olan sevgimiz, saygımız ve minnetimiz her geçen gün daha da artarak sonsuza kadar sürecektir.

Ruhun şad olsun. Huzur içinde yat.”

Bir devletin silahlı kuvvetlerinin aslî gö-revi; toprakları üzerinde yaşayan halkın, güvenliğini sağlamaktır. Ona gelecek her türlü saldırıyı bertaraf etmek, bu saldırının gelmemesi için caydırıcı bir mahiyette bu-lunmaktır. Lakin T.C. Silahlı Kuvvetleri -gö-

TSK, “Güvenilir Bir Kurum” Mu Dediniz?

Page 12: KöklüDeğişim 75.Sayı

10Aralık 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

rünen o ki-, kendi içindeki arızî unsurlardan dolayı bu caydırıcılık özelliğini ciddi manada zedelemiş görün-mektedir. TSK’nın benim-sediği ve koruyuculuğunu üstlendiği laik-Kemalist zihniyet O’nu, İslam’a ve İslamî olana karşı reaksi-yoner hale getirmiş bu-lunmaktadır. Bunun yan-sımasını YAŞ kararlarıyla “irticaî faaliyetlere karıştık-ları” iddiasıyla namaz kılan, oruç tutan, eşi tesettürlü olan, içki içmeyen, İslamî cemaat ve sohbetlere giden personelin Ordu’dan atılma-sında görmek mümkünken, TSK’nın aşağı-daki Savunma Politikası’nda da bu bakışın altı çizilmiştir:

“Bu kapsamda, Türkiye’nin güvenlik kaygı-ları temel olarak;

Terörizm, •

Uzun Menzilli Füzeler ve Kitle İmha Si-•lahlarının yayılması,

İrticaî Faaliyetler •

Bölgesel Çatışmalardan kaynaklanmakta-•dır” (www.tsk.tr/1_tsk_hakkinda/1_4_Savunma_Politikasi)

İslam’a karşı refleksleri daima zinde olan, kine varan tavırlarla İslamî olana geçit vermeyen TSK, personelinin yetiştirilmesin-de ve yeni askerlerin eğitilmesinde ahlaksız üslupların kullanılmasına aynı zindelikte görünmüyor. Zira İslam’ı dışlarsanız, ah-laksızlık, yardakçılık, onursuzluk, dolandı-rıcılık, sahtekârlık, riyakârlık, vs. alır başını gider. Askerî eğitim birliklerinde yaşanan-lar, acemi er’lik yapmış her Türkiye askeri-nin malumudur. Hayvanlara yapılmayacak muamelelerle karşılanırsınız önce… Saatler-ce arazide bekletilmeniz bir yana, ahırlara

doldurulan koyun sürüleri gibi itiş kakış, bağıran eği-tim çavuşlarının arasında askerî kıyafetlerinizi almak için bir oraya bir buraya sürüklenip durursunuz. Gecenin bir yarısı yatakha-nelere çıkarsınız ama yata-cak yer bulabilirseniz. Bu arada botlarınız çalınmasın -pardon “yer değiştirmesin”- diye botlarınızla yatarsınız. Bu hengâme 3-5 gün sürer. İşler belli bir düzene girdik-ten sonra eğitimler başlar; eğitimler de ayrı bir zulüm-

dür. Zira eğitim çavuşları -istisnalar kaideyi bozmaz- sizi insan yerine koymaz; sürekli bağırır-çağırır. Çünkü onlara -verilen zihni-yete- göre siz bir “mal”sınızdır. Evet, yanlış duymadınız “mal”. Hata yapan asker, eğitim alanlarındaki tüm manga komutanlarına tek tek gidip “ben bir mal’ım” tekmilini verir. Hatta herkes bilir şu uygulamayı ki, asker (acemi er) bir ağaca, duvara ya da Musta-fa Kemal’in büstüne gidip bilmem kaç defa kısa künye okuyup tekmil verir. Daha neler neler…

Bir de askerin -güya- sıkıntısını, stresini atması için “moral gecesi” ya da “sinema” adı altında “Aç! Aç!” seansları düzenlenir. Bu ahlaksızlığın mahiyeti hakkında araştırma yaparken şu röportaj çıktı karşıma; Ayşe Arman’ın Hürriyet’te Erdal Beşikçioğlu ile yaptığı röportaj:

“İsteyerek mi gittiniz?

- Tabii, tabii. İlk tercihimdi. Dört yıl orada son-ra da askerliğimi yaptım, Hakkari Yüksekova’da. Herkes gibi başvurumu yaptım, baktılar, “Sen tiyatrocu musun?” dediler, “Evet” dedim, “Güneydoğu’daki arkadaşların morale ihtiyacı var” dediler, beni oraya gönderdiler. Askerde

TSK, “Güvenilir Bir Kurum” Mu Dediniz?

Page 13: KöklüDeğişim 75.Sayı

11 KÖKLÜDEĞİŞİM - Aralık 2010

mesleğimle ilgili yaptığım tek organizasyon ‘aç aç’ düzenlemekti.

O nedir?

- Hani bilirsiniz, bir hanımefendi gelir, müzik eşliğinde dans eder, üzerindekileri tek tek çıkar-tır ya, odur. Tiyatrocuyum diye bana bu görevi uygun gördüler.

Amerikan filmlerinde striptiz yapıyorlar as-kerlere ama Hakkari Yüksekova’da hayal edemi-yorum...

- Zaten hayal edemeyeceğiniz o kadar çok şey oluyor ki orada! O yüzden çok zordu diyelim...

Aç aç yapanlar kimdi?

- Yemin ederim Uğur Dündar edasıyla sordunuz! Oradaki insanlar yaklaşık bir yıl kadın görmüyor. De-vamlı cephedeler. O yüzden bu tip gösterilerle moralleri-ni yükseltmeniz gerekiyor.

Nereden geliyordu o ka-dınlar?

- Bir yerden geliyor işte...

İlk defa duyuyorum da böyle bir şeyi, merak ettim. Siz bu striptizi bir koreografiyle mi yapıyordunuz? Müzikal gibi mi?

- Hayır canım ne alakası var! Bütün insanlar oraya otururlar ve kadın üzerindekileri çıkarma-ya başlar. Bu kadar basit. Ne seyirlik tarafı var ne zarafeti...

Ne kadar açılıp saçılıyorlar?

- O değişiyor. Erlere farklı, subaylara farklı.” (www.hurriyet.com.tr/yazarlar/15998787.asp?yazarid=12)

Biri de şöyle bir yorumda bulunmuş, bu haberin paylaşıldığı foruma: “Bakanlar Türk, baktıranlar Türk, oynatılıp açtırılan Türk kızı...

Bunu Rus, Rum yapsa silaha sarılır “namus günüdür” deyip ortalığı yakar dökeriz… Sütçü İmam’ın torunları böyle mi olmalıydı...” Evet ben de soruyorum şu soruyu: Peygamber Ocağı’nda bunlar yapılabilir mi?

İşte budur, bugünkü TSK’nın hali pürmelâli. Ümmet’in evlatlarına moral adı altında verilen bu rezillikler, laik zihniyetin bir yansıması değilse, neyin nesidir! Böyle-si bir zihniyetin inşa edeceği sistemde tabii ki, fuhuş çeteleri zuhur edecektir; tabii ki, İslamî hassasiyeti olanlar dışlanacak; tabii ki, içten içe çürüyen bir yapı er-geç bir yer-den patlak verecektir. En üst komuta kade-

mesine gelenler darbeci-likle, cami bombalamakla, vs. ile kirlenirlerken; en alt kademedeki erler ise ‘aç-aç’ gibi iğrençliklerle kirletiliyor maalesef.

Peki, nasıl güveneceğiz bu Ordu’ya? Bülent Arınç’ın tespit ettiği gibi; “Allah’a çok şükür ediyorum ki, Tür-kiye bunların zamanında bir savaşa falan girmemiş. Yok-sa bunların savaşacak halle-ri yok. Askerlikten başka her

şeyi yapmışlar.” (Ajanslar) Hal böyleyken, nasıl güveneceğiz bu TSK’ya… Güvenemeyece-ğiz galiba, tâ ki, halkına layık olduğu değeri verip, bu Ümmet’in hizmetinde olduğunu idrak edene kadar; İslamî şiarlara karşı aç-mış olduğu savaşı sonlandırana kadar ve laik anlayışından vazgeçip İslamî şiarlarla hemhal olana kadar…

Tüm bu menfur (çeteleşmeler, andıçlar, fişlemeler, ahlaksızlıklar, casusluklar, vs.) hadiselerin belki de iyi bir yönü vardır. Bu yön de; TSK’ya, bu olayların zuhurunun sa-iklerine derin bakışının, üzerinde yükseldiği te-melleri -ön yargılardan uzak- bir sorgulamaya

TSK, “Güvenilir Bir Kurum” Mu Dediniz?

Hal böyleyken, nasıl güveneceğiz bu TSK’ya… Güvenemeyeceğiz galiba, tâ ki, halkına layık olduğu değeri verip, bu Ümmet’in hizmetinde olduğunu idrak edene kadar; İslamî şiarlara karşı açmış olduğu savaşı sonlandırana kadar ve laik

anlayışından vazgeçip İslamî şiarlarla hemhal olana kadar…

Page 14: KöklüDeğişim 75.Sayı

12Aralık 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

tâbi tutmasının, tarihî misyonunu idrak ede-rek geçmişinden aldığı referanslarla bugününü ciddi şekilde muhasebe etmesinin yolunu aç-masıdır. Paşaların, keplerini önlerine alıp düşünme zamanıdır. Umulur ki artık TSK; Ergenekoncu çetelerin, darbe nöbeti geçiren histerik “darbe-der”lerin, halkına ve eratına tepeden bakan ekâbir subayların, içi boş laik söylemlerin, beşerî nizamın mecburî çözümsüzlüğünün istilasından kurtulur ve köklü İslamî geçmişine sahip çıkmayı ken-disine şiar edinir. Halkıyla etle-tırnak misali bütünleşip İslamî bir ordunun dillere destan şanlı şahlanışını, dost-düşman tüm âleme gösterir. Şanlı tarihimiz bu tür destanlarla doludur zira...

Bugünün komplocu, darbeci, şantajcı, ajan, hain subaylarının yanında, Osmanlı’nın

son demlerini yaşadığı dönemlerde bile -bı-rakın ihaneti- İslam’a olan sadakatinden, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e müt-hiş sevgisinden asla taviz vermeden, yokluk ve sıkıntı içerisinde bile memleketin kutsal beldesi Medine’yi savunan Fahrettin Paşa-lar, karanlık gecede yıldız gibi parlamak-tadır. Günümüz subaylarına bir nasihat ve hatırlatma olması temennisiyle Fahrettin Paşa’nın doyumsuz Rasulullah sevgisini ve İslamî bakışın bir subaydaki inkişafını der-gimizin diğer bir makalesinde sizlere sunu-yoruz. Bu bilinçle ne zaman kuşanırsa mev-cut ordu, işte o zaman bu seçkin Ümmet’in sıkı sıkı bağrına bastığı, kanından, canından saydığı gözünün nuru Ordusu olur, ve’s-Selam…

TSK, “Güvenilir Bir Kurum” Mu Dediniz?

Page 15: KöklüDeğişim 75.Sayı

13 KÖKLÜDEĞİŞİM - Aralık 2010

Nüfus büyüklüğü açısından dün-yada 16’ıncı sırada yer alan Türkiye’nin, 665 bin askerî per-

soneliyle dünyanın en büyük 10’uncu ordu-suna sahip olduğu bilinmektedir. Bununla birlikte Millî Savunma Bakanlığı’nın açıkla-malarına göre askerlik çağındaki yükümlü sayısının 14 milyon 306 bin 525 olduğu be-lirtilmiştir. Olası bir seferberlik durumunda ise 21 milyon asker silahlı olarak aktif ola-bilecek durumdadır. Ordu içerisinde kara-sal harekâtlar için piyade, zırhlı, mekanize, jandarma, komando ve özel harekât olmak üzere eğitimli ve profesyonel birlikler mev-cuttur. Hava ve Deniz Kuvvetleri olarak da dünyada kendini kanıtlamış bir güce sahip-tir. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bu güce sa-hip olmasında Müslüman halkının ve evlat-larının etkisi unutulmamalıdır. Zira bu hal-kın, orduyu, ‘peygamber ocağı’ olarak görme-si, evlatlarını askere kına yakarak, davullu zurnalı göndermesi ve ordunun güçlenmesi için ellerinden gelen yardımı ve desteği ver-mesi, TSK’nın gücünün gerçek sırrıdır. Bu

Ordu’da görev yapan askerler, Müslüman-ların evlatlarından başkası değildir.

Tarihinde, büyük fetihlerle şereflenmiş, çağ kapatıp çağ açmış bir güce sahip, tüm dünyadaki insanlara adaleti ve saadeti gö-türme hedefinde olan ve Allah’tan başka hiç kimseden korkmayarak dünyaya meydan okuyan bir Osmanlı İslam Ordusu ile yine onun mirasçısı olan Türk Silahlı Kuvveti’nin durumu maalesef ki taban tabana zıttır. TSK’nın, içeride Müslüman halkını koru-mayı ve dışarıdaki Müslümanların da yar-dımına koşarak onlara yapılan zulümleri bertaraf etmeyi kendine görev edinmesi ge-rekirken nelerle uğraştığı malumunuzdur.

Uzunca bir zamandır ordu ile alakalı olan gündem; askerlik süresi, tek tip asker-lik modeli ve paralı askerlik gibi konulardan ibaret durumdadır. Tabii bunlar, TSK’nın adının karıştığı diğer (Ergenekon, Balyoz, fişleme, casusluk, vb.) hadiselerin gölgesin-de kalmıştır. Hükümet’in askerlik süresi ve profesyonelleştirme adı altında orduyu kü-

Mahmud OĞUZ

Page 16: KöklüDeğişim 75.Sayı

14Aralık 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

çültme girişimleri es-nasında görüldü ki, or-dudaki er ve erbaşların önemli bir kısmı hiz-met alanlarında kulla-nılmakta ve birçoğu askerî eğitimden bile bîhaber halde bulun-maktadır. AKP, asker sayısını azaltmak için askerlik süresini kısalt-ma konusunda kararlı ama bununla birlikte Genelkurmay, tek tip askerlik önerisine de çok sıcak bakmıyor. Zira orduevleri ve sosyal tesislerde yaklaşık 70 bin Mehmetçik’in görev yaptığı düşünül-düğünde bu, Ordu’nun kendi subay ve ast-subaylarına hizmet verme noktasında sıkın-tılar oluşturacaktır. Yine Türkiye’nin kom-şuları ile yürüttüğü ‘sıfır sorun’ politikası ve terör olaylarının açılımlar sonucunda son bulacağı planları nedeniyle askerin sayısı-nın azaltılması gerektiğine dikkat çekiliyor. Uzun dönem askerlik uygulamasının 15 aydan 12 veya 9 aya indirilmesi, üniversite mezunları için 12 ay olan yedek subay as-kerlik uygulamasının kaldırılabileceği ve 6 aylık kısa dönem askerlik uygulamasının 5 aya indirilmesi düşünülüyor. AK Parti buna ilave olarak, kara ve deniz sınırında ‘sınır polisi’ ve terörle mücadelede ‘profesyonel birlikler’in kullanılması düzenlemeleriyle Ordu’nun ülke içine daha da hapsolmasını dolayısıyla kendisi için bir sıkıntı olmaktan çıkmasını hedeflemektedir.

Ordu içindeki asıl sorun veya gündem olması gereken konu, askerliğin süresi veya paralı mı-parasız mı olacağı değildir. Mese-le, askerin ne iş yaptığı, hangi amaç ve ide-aller uğurunda varlığını sürdürdüğüdür. Tabii burada kastettiğimiz üst kademeler (subay, astsubay) değil zira onların ne ile uğraştığı az-çok malumdur.

TESEV’in 2006-2008 Güvenlik Sektörü ve Demokratik Gözetim Raporu’na göre; Tür-kiye’de 43 orduevi, MSB’ye bağlı 41 bin 701 lojman ve 327 sos-yal tesis, Jandarma’ya ait 15 bin 209 lojman ve 75 sosyal tesis, Sa-hil Güvenlik’e bağlı 310 lojmanda, subay ve

ailelerinin çeşitli hizmetlerinde “zorunlu as-kerler” kullanılıyor. Aynı zamanda Bodrum, Antalya gibi turistik bölgelerde TSK’ya ait sosyal tesisler mevcuttur. Askere “en büyük asker bizim asker!” sloganlarıyla gönderdiği-miz erlerin halini bir düşünün ve onları bek-leyen hizmetle alakalı işleri… Kalplerinde iman ve cesaretle, düşmana meydan oku-mak amacıyla gönderdiğimiz askerlerimiz, garsonluk, bulaşıkçılık, ‘posta’lık ve özel makam şoförlüğü yapmaktadır. Türkiye’de binlerce askerin posta, kuaför, berber, temiz-lik görevlisi gibi isimler adı altında sadece ordudaki subaylara ve ailelerine hizmet verdiğini malumdur.Peki, kaç tane er, asker olmuştur? Mehmetçik ne silah kullanması-nı bilir ne de askerî terimleri… Mehmetçik mıntıka temizliği yapar, Komutan havadan geçse bile karayı temizler, çöp toplar, ağaç diker, boya yapar, her türlü hizmeti subay ve astsubaylara bedavadan verir. Bunların askerlikle alakası nedir? Başlara çuval ge-çirilirken, PKK’ya yardım edenler bilinir-ken, Mehmetçik Müslüman kardeşlerine yardımsız dururken, askerliğin tipi önemli değildir. Önemli olan, komuta kademesinin zihniyetinin ve erlerin eğitim siteminin de-ğiştirilmesidir.

Türkiye’nin askerî gücü; NATO üyesi ülkeler içerisinde ABD’den sonra sayısal olarak en büyük, eğitim, organizasyon ve

Mehmetçik Ne Zaman Asker Olacak?

Page 17: KöklüDeğişim 75.Sayı

15 KÖKLÜDEĞİŞİM - Aralık 2010

kurumlaşma açısından dünyanın gıpta ettiği bir konumdadır. TSK, 40-50 bin kişilik bir ko-lorduyu çok kısa bir ikaz süresi içerisinde müş-terek bir harekât için görevlendirebilmekte, ikmal ve idamesini, ateş desteğini sağlayabilmek-te, 6-7 taburluk bir gücü bir gecede ve bir seferde havadan hücum indirmesiyle uzak mesafedeki hedeflere kısa süre içerisinde indirebilmektedir. Deniz kuvvetlerinde, bir denizaltı refakatsiz olarak 14.500 deniz mili mesafeyi kat ederek gidip dönebilmektedir. Hava kuvvetleriyle ABD’den sonra en fazla F-16 savaş uçaklarına sahip, personel mev-cudu, disiplin, eğitim imkân ve yetenekleri ile hakiki mühimmatla eğitim yapma ola-nakları bakımından Avrupa’daki tek hava kuvvetidir. Hava filoları hiç inmeden orta Avrupa’da atışlı tatbikatlara iştirak edip yurda dönmekte, hatta Atlantik’i aşarak ABD’ne kadar gidip gelebilmektedir. Ha-vadan yakıt ikmal kabiliyetine sahip sayılı Hava Kuvvetlerinden biridir. Türk Silahlı Kuvvetleri, saymış olduğumuz tüm bu mu-azzam özelliklerine rağmen yerine çakılı durumda ve sınırları içerisine hapsolmuş bir durumda bekletilmektedir. Yıllardır sü-ren bir terör olayı ile mücadeleden başka bir fonksiyonu olmamakla birlikte, büyük he-deflere ve ideallere gözünü kapatmaktadır. Osmanlı İslam Devleti’nin ordusu ile kıyas-landığında TSK’nın bu gücü, idealleri, he-defleri ve planları zayıflık göstermektedir.

Askerliğini yapmış olan herkes şunun farkına varmıştır ki; nizamiyeden girdiği anda askerin anası-babası, her şeyi orası olur. Profesyonel bir askerî eğitim, inancı ve imanıyla bağını kurarak verildiğinde o

asker, dünyada hiçbir kuvvetin karşısında dur-duramayacağı bir güce kavuşacaktır. Komutan-larını, hem asker olarak, hem de İslamî şahsiyet-leri ile örnek aldığında, kendisini o siper eder, canla başla zafer ve şe-hadet için çarpışır. İşte

Osmanlı İslam Ordusunun gücünün sırrı ve yaptığı fetihlerin büyüklüğü, bu atmosfer-de gizlidir. Fakat ne yazıktır ki, günümüz asker ocağında, bundan çok uzak bir tablo göze çarpmaktadır. Yukarıda bahsettiğimiz gibi, askerlikten ziyade hizmet sektöründe faaliyet gösteren bir kurum haline gelinmiş durumdadır. Bununla birlikte komutan-lar ile erler arasındaki bağlarda müthiş bir kopukluk mevcuttur ki, bunu askere giden herkesten duymanız mümkündür.

Dünyaca önemli bir ülkede ve stratejik konumda her zaman askere ihtiyaç vardır. Bu Ordu bizim ordumuzdur ve güçlü olma-sı gerekir. İslamî duyguları hâlâ canlı olan bu Ümmet’in, cihad duygularıyla orduları-nı harekete geçireceği günler yakındır. Kal-binde iman zerresi bulunan herkes, İslamî atmosfer oluştuğunda birer aslan parçasına dönüşecek ve işte o zaman askerliği, Allah için, dini için ve zafer için canla başla ya-pacaktır. Böyle bir ordu ve böyle askerler, zulme uğramakta ve katledilmekte olan Müslüman kardeşlerinin yardım çağrıları-na derhal icabet edecek, dudakları yerine silahlarıyla konuşacak, Müslümanların gü-cünü ve korkusunu tekrar kâfirlerin kalbi-ne yerleştirecektir. Çok yakında, eskisi gibi “Allah... Allah…” nidalarıyla Müslümanları koruyacak ve kâfirlere karşı cihad edecek-tir…

Mehmetçik Ne Zaman Asker Olacak?

Dünyaca önemli bir ülkede ve stratejik konumda her zaman askere ihtiyaç vardır. Bu Ordu

bizim ordumuzdur ve güçlü olması gerekir. İslamî duyguları hâlâ

canlı olan bu Ümmet’in, cihad duygularıyla ordularını harekete

geçireceği günler yakındır.

Page 18: KöklüDeğişim 75.Sayı

16Aralık 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

Kur’an ve Sünnet, asırlar boyunca Müslümanların siyasî ve manevî aktivitelerine rehber, Rasulul-

lah SallAllahu Aleyhi ve Sellem ve Sahâbesi, kendilerinden sonra gelen Müslümanlara örnek ve İslâm, hayatlara yön veren temel bir perspektif olarak her zaman kendisine başvurulan tek esas olmuştur. Bu esas ışı-ğında Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sel-lem Allah’ın Rasulü olduğu gibi, ilk İslâmî Devlet’in kurucusu ve başkanı olma göre-vini de yüklenmiştir. O’nun ardından ge-len Râşid Halîfelerin döneminde ise tüm Müslümanlar tek bir ümmet olarak bütün-leşmiş, Din ve Devlet’in bütünleştiği bir toplum meydana gelerek, akide ile siyaset birbirinden ayrılmaz birer parça olmuştur. Bu sayede İslâm, Arap Yarımadası’ndan Kuzey Afrika’ya, Ortadoğu’dan Avrupa’ya ve Kafkasya’dan Asya’nın içlerine kadar yayılmıştır. Bu yayılma sürecinde İslâm bir din olduğu gibi, kapsamlı bir ideoloji olma özelliğini de bünyesinde bulundurmuştur.

Bu özelliği ile de Müslümanların pek çok devletine etki etmiş ve güdülen İslâmî siya-setle de kendi dönemini aydınlatan bir nur olmuştur.

Gerek Müslümanlar gerekse de İslâm Devleti’nin yöneticileri, her zaman İslâm’ın emin bekçileri olduğu gibi, her türlü işlerin-de de İslâm’ın siyasetini uygulayan basiretli siyasetçiler olmuşlardır. Dünyadaki siyasî atmosfer İslâm Devleti’nin varlığı ile düze-ne girmiş ve âlemde adalet zuhur etmiştir. Kâfirlerin sinsi ve hain çalışmalarıyla İslâmî siyasetin sütunu olan İslâm Devleti, hayat sahnesinde olması gereken yerde olmayın-ca, dünya, kâfirlerin Müslümanlara zulmet-tiği, fasıkların her yerde cirit attığı ve zalim-lerin efendiler olarak kabul edildiği bir hâle bürünmüştür. O günden beri de Müslüman-ların ferdî ve cemaatsel olarak siyasî çalış-malar yapmasına izin verilmemiştir. Düze-ne karşı olmamak, zalime zalim-kâfire kâfir dememek, yapılan zulme ses çıkarmamak ve yeniden İslâmî bir otorite tesis etmeye ça-

Yiğit SERDENGEÇTİ

Page 19: KöklüDeğişim 75.Sayı

17 KÖKLÜDEĞİŞİM - Aralık 2010

lışmamak kaydıyla -sözde- siyasî çalışmala-ra izin verilmiştir. Tüm insanlık, bu türden siyasî bir çalışmaya gebe olduğu halde, sö-mürgeciler ve yerli işbirlikçiler bunu engel-lemeye çalışmışlardır. Örneğin, Türkiye’de Komünist bir sistem hedeflediğini belirten partilerin kurulmasına ve seçimlere bile gir-mesine izin verilirken, ‘TBMM’de mündemiç olduğu’ söylenen Hilafet ile alakalı söylem-leri ve hedefleri olan partilere izin verilme-mektedir.

Müslümanlara siyaset yapmayı yasakla-yan örneklerden bir tanesi de, kısa bir süre önce Suudi Arabistan İçişleri Bakanı tara-fından hacıların, Hacc’da siyaset yapmamaları ko-nusunda uyarılmasıdır. Müslümanların başındaki mevcut yöneticiler, Müs-lümanların bir araya gele-rek, Ümmet’in geleceğine ilişkin meseleleri ve fikirle-ri tartışmalarından neden-se korkmaktadırlar. Kendi varlıklarının gayrimeşru olduğunu bildiklerinden dolayı, Müslümanları bu konuları tartışmaktan alı-koymak için yıllardır çırpınmaktadırlar. Hâlbuki Ümmet’in işlerini şer’î hüküm-lere göre gözetme ameliyesi olan siyaset, İslâm’ın ayrılmaz bir parçasıdır ve hepimiz tüm toplantılarda ve buluşmalarda İslâm’a sahip çıkmak ve İslâm Ümmeti’ne etki eden meseleleri tartışmakla mükellefizdir. Hac-cın başlamasının hemen öncesinde hacıla-rı, Hacc menasikleri sırasında herhangi bir protesto eylemine katılmama konusunda uyarma ihtiyacı hisseden Suudi Arabistan İçişleri Bakanı Prens Nâyif bin AbdulAziz şöyle demektedir:

“Bu ibadetin parçası olmayan herhangi bir

eyleme izin verilmemiştir… ve hiç kimsenin Hacca veya hacılara zarar vermesine izin verme-yeceğiz.”

Hacc, Müslümanların Rableri Allah Subhânehu ile olan bağlarını kuvvetlendir-dikleri muhteşem bir yolculuktur. Keza Hacc, dünyanın dört bir yanından tek bir ümmet olarak bir araya toplanan Müslü-manların, aralarındaki kardeşlik bağlarını kuvvetlendirdikleri mübarek bir buluşma-dır. Oysa bugün tam aksine hacılar, mensup oldukları ulus-devletlere göre gruplandırıl-maktadır. Daha da ötesi, Müslümanların Al-lah Subhânehu’nun buyurduğu gibi birbirle-

riyle kaynaşıp Ümmet’in meselelerini birlikte de-ğerlendirmelerine fırsat verilmemektedir:

يا أيها الناس إنا خلقناكم من ذكر وأنثى وجعلناكم شعوبا وقبائل لتعارفوا

“Ey insanlar! Muhak-kak Biz sizleri bir erkek ve bir dişiden yarattık, birbirinizi tanıyasınız di-ye sizleri halklar ve kabi-leler haline getirdik.” (el-

Hucurât 13)

Bütün bu yasaklamaların tersine Rasu-lullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem Hacc mev-simini değerlendirmiş ve İslâm Daveti’ni yüklenirken bu verimli dönemden fayda-lanmaya çalışmıştır. İşte böylesi bir çalışma, Saadet Asrı’ndan bizlere şu şekilde intikal etmiştir:

“Süveyd b. Sâmit, Mekke’ye Hacc için gel-mişti. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem bunu işitince onunla ilgilendi. Onu Allah’a ve İslâm’a davet etti. Fakat Süveyd ona şöyle dedi: “Belki sende olan şey bende olanın aynısıdır.” Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem ona dedi ki: “Sende olan nedir?” O dedi ki: “Lokman’ın

Müslümana Siyaset Yapmak Neden Yasak?

Hacc, Müslümanların Rableri Allah Subhânehu ile olan

bağlarını kuvvetlendirdikleri muhteşem bir yolculuktur. Keza Hacc, dünyanın dört

bir yanından tek bir ümmet olarak bir araya toplanan

Müslümanların, aralarındaki kardeşlik bağlarını

kuvvetlendirdikleri mübarek bir buluşmadır.

Page 20: KöklüDeğişim 75.Sayı

18Aralık 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

mecellesi (sahifesi) yani Lokman’ın hikmeti.” Bunun üzerine Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle dedi: “Bu, güzel bir sözdür. Fakat benim yanımda olan daha üstündür ki o, Allah’ın bana indirdiği Kur’an’dır. O, hidayet ve nurdur.” Rasulullah SallAlla-hu Aleyhi ve Sellem ona Kur’an’dan bir miktar okudu. Onu İslâm’a davet etti. O ise ondan uzak durmadı ve: “Bu söz güzeldir.” dedi, daha sonra da ondan ayrılıp gitti.” Yine başka bir olay da aynen şöyle gerçekleşmiştir:

“Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem Hacc mevsiminde kabilelere kendisini ve dava-sını tanıtırken Hazrec’den bir toplulukla karşılaştı ve onlara, “Siz kimsiniz?” dedi. Onlar dediler ki: “Hazrec’den bir topluluk.” Rasulullah SallAllahu Aley-hi ve Sellem onlara, “Yahu-di mevalisinden (Yahudi-lerle anlaşmalı olanlardan) mısınız?” dedi. Onlar da, “Evet.” dediler. Rasul Sal-lAllahu Aleyhi ve Sellem on-lara dedi ki: “Oturmaz mı-sınız? Size konuşayım.” Dediler ki: “Evet, oturu-ruz.” Böylece onlarla beraber oturdular. O da onları Allah’a davet etti. Onlara İslâm’ı anlattı ve Kur’an okudu. Bunun üzeri-ne birbirlerine şöyle dediler: “Ey kavmim, bilin ki vallahi bu, Yahudilerin vaad ederek bizi kor-kuttuğu Nebî’dir muhakkak. Dikkat edin sizden önce Yahudiler ona uymasınlar.” Böylece onlar Rasulullah’ın çağrısını kabul ettiler, onu tasdik ettiler. İslâm’dan kendilerine getirdiği hususları kabul ettiler.”

Rasulullah’ın Hacc’ı siyasî çalışmalarına vesile kıldığı ortadadır. Zira “Veda Haccı” da böylesi bir çalışmaya en güzel örnektir. Bu, Hacc’da siyasî çalışmaların Suudî Ailesi’nce

engellenmesinin yanlışlığını ortaya koy-maya yönelik örneklerdi. Lakin Ümmeti, İslâmî bir siyaset yapmaktan engelleme sa-dece Hacc’la sınırlı kalmamaktadır maale-sef. Müslümanlara bir araya gelmemeleri ve Ümmetin meselelerini tartışmamaları konu-sunda gözdağı verilmesi, yalnızca Hacc za-manına özgü bir durum olmamakla birlikte bu, İslâmî beldelerin her tarafında görülebi-len rutin bir uygulamadır. Müslümanların başındaki yöneticiler, Müslümanların bir araya gelerek Ümmet’in geleceğine ve içe-risinde bulunduğu duruma dair meseleleri

tartışmalarını, bu minval-de birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye etmelerini, emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-munker yapmalarını mütemadiyen engellemek istemektedirler. Bu da yet-mezmiş gibi bu tür engel-lemeler, çoğu kez büyük bir düşmanlık ve pervasız bir saldırganlıkla icra edil-mektedir. İşte bu uygula-malara birkaç örnek:

Filistin’de Kasım 2007’ •de, 36 yaşındaki Hişâm Baradâî, Mahmud Abbas

ve diğer Arap yöneticilerin katıldığı Annapolis Konferansı’ndaki hıyanete karşı düzenlenen ba-rışçıl bir gösteri sırasında Filistin polisinin ateş açması akabinde bir hastanede hayatını kaybetti. Hişâm Baradâî’nin Hizb-ut Tahrir üyesi olduğu ise daha sonra haber merkezlerine iletildi.

Geçen sene Temmuz ayında Dergimiz tara-•fından tertip edilen ve yasal tüm izinler alınmış-ken icra etmek istediğimiz konferansımız hiçbir gerekçe gösterilmeksizin iptal edildi. Konferansı tertip eden organizatörler, konuşmacılar ve der-gimizin yazarları ile birçok okurundan oluşan yaklaşık 200 kişi tutuklandı.

Müslümana Siyaset Yapmak Neden Yasak?

...Ümmeti, İslâmî bir siyaset yapmaktan engelleme sadece

Hacc’la sınırlı kalmamaktadır maalesef. Müslümanlara bir araya gelmemeleri ve

ümmetin meselelerini tartışmamaları konusunda gözdağı verilmesi, yalnızca

Hacc zamanına özgü bir durum olmamakla birlikte bu, İslâmî beldelerin her

tarafında görülebilen rutin bir uygulamadır.

Page 21: KöklüDeğişim 75.Sayı

19 KÖKLÜDEĞİŞİM - Aralık 2010

Eylül 2009’da Bangladeş’teki Müslüman-•lar, Cuma namazı akabinde Millî Mescid dışın-da Hilâfet’in yeniden kurulmasına ve birleşik bir Müslüman Ordu oluşturulmasına çağı-ran barışçıl bir yürüyüş düzenlediler. Binlerce Müslüman’ın katıldığı bu yürüyüş, polis tara-fından engellendi ve 30 Müslüman orada tutuk-landı.

İslâm, salt bir ibadetler toplamı olmaktan öte, yaşamın her alanını kuşatan kapsamlı bir hayat nizamıdır. İslâm, insanın Yaratıcısı ile olan alakasını şahsî yönle sınırlı tutmaz. Aksine, Allah’ın hidayetine muhtaç insa-noğlunun hayattaki tüm işlerini mükemmel bir şekilde düzene koyar ki bunların başlı-cası, “Ümmet’in işlerini şer’î hükümlere göre yürütmek” olan siyasî meselelerdir. Dolayı-sıyla dünya çapında kardeşlerimizin ve ba-cılarımızın meseleleriyle ilgilenmek Dinimi-zin bir parçası ve gereğidir. Allah Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyurmuştur:

والمؤمنون والمؤمنات بعضهم أولياء بعض يأمرون بالمعروف لة ويؤتون الزكاة ويطيعون الله وينهون عن المنكر ويقيمون الص

ورسوله أولئك سيرحمهم الله إن الله عزيز حكيم

“Mü’min erkekler ve Mü’mine kadın-lar birbirlerinin dostlarıdırlar. Öyle ki ma’rufu emrederler, münkerden nehye-derler, salâtı ikame ederler, zekâtı verirler, Allah’a ve Rasulü’ne itaat ederler. İşte on-lar, Allah’ın merhamet edeceği kimselerin ta kendileridir. Muhakkak Allah, azîzdir, hakîmdir.” (et-Tevbe 71)

Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem de şöyle buyurmuştur:

“Birbirlerini sevmede, birbirlerine mer-hamette ve birbirlerine şefkatte Mü’minlerin misali bir vücut gibi olmalarıdır. Vücuttan bir uzuv (herhangi bir rahatsızlık nedeniyle) şikayetlense, vücudun diğer uzuvları uyku-suzluk ve ateş ile (o acıya/ağrıya) ortak olur-lar.” (el-Buhârî ve Muslim rivayet ettiler)

Bu ayet ve hadis, Ümmetimiz için kaygı duymanın, derdiyle dertlenmenin ve mese-leleriyle ilgilenmenin Dinimizin bir parçası ve gereği olduğunu son derece net olarak bildirmektedir. Öyle ki kardeşlerimizin ve bacılarımızın, sevindiklerini ve başarılı ol-duklarını gördüğümüzde gönlümüz ferah-lar; zorluklarla boğuştuklarını ve acı çek-tiklerini gördüğümüzde ise bizi bir sıkıntı basar. Sonuçta gerek Mekke’de Hacc’da, ge-rekse camide namazda, Müslüman din kar-deşlerimizle buluştuğumuzda sorunlarımı-zı konuşmamız, meselelerimizi tartışmamız ve onlara çözümler göstermemizden daha doğal ne olabilir ki? Müslümanları içlerinde bulunduğu ve fasid durumdan kurtaracak fikirler ve görüşler açıklamamız neden ya-saklanır ki?

Oysaki Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem ve Sahabesi Rıdvânullahi Aleyhim Ecmain’in örnek hayatlarına baktığımız-da Müslümanların, gerek Hacc’da gerekse Hacc dışında bir araya toplanıp siyasetle aktif olarak ilgilendiklerini görürüz. Veda Haccı sırasında Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem Müslümanların işleriyle ilgili pek çok meseleyi tartışmıştır. Bunlar arasında; Müslüman’ın mülkü, faiz, erkeğin kadına karşı yükümlülükleri, tüm Müslümanların takvaları dışında birbirleriyle müsavi oldukları gibi ko-nular yok muydu?

Bugün yalnızca Cuma ve cemaat namaz-larının kılındığı yer olarak bilinen mescitler, o zaman siyasetin de dâhil olduğu tüm faa-liyetlerin merkeziydi. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem zamanında Ümmet’in işle-ri orada ele alınıyor, tartışılıyor ve çözüme bağlanıyordu. Meselâ; Zeyd, Ca’fer ve Ab-dullah ibnu Ravâha RadiyAllahu Anhum’un Mut’a Savaşı’nda şehid oldukları haberi, Rasulullah Aleyhi’s-Selam tarafından min-berde iken Müslümanlara veriliyordu.

Müslümana Siyaset Yapmak Neden Yasak?

Page 22: KöklüDeğişim 75.Sayı

20Aralık 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem ve-fat ettiğinde henüz defnedilmeden önce -ki defin işlemi şer’an acele edilmesi gereken iş-lerdendir- Sahabesi toplanıyor, tartışıyor ve tüm Müslümanların Halifesi olacak lideri belirlemeye çalışıyorlardı. Hararetli tartış-malar akabinde Ebu Bekir RadiyAllahu Anh Halife seçiliyor ve Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in defni, bu seçim işleminin tamamlanmasından sonra yapılıyordu.

Ebu Bekir RadiyAllahu Anh, kendi Hilâfeti sırasında Arap Yarımadası’ndaki kabileler İslâm Devleti’ne kafa tutup isyan edince, hemen Sahabe’yi mescide toplayıp Müslü-manların kâfirlere ve isyancılara karşı savaş açıp açmaması gerekti-ğini tartışıyordu. Ömer RadiyAllahu Anh Halife olduğunda, yaptıkları faaliyetleri ve bölgele-rindeki Müslümanların meselelerini tartışmak için, valiler ile Hacc sı-rasında buluşmayı alış-kanlık haline getiriyor-du.

Ama bugün, cami-lerde ve mescitlerde İslâmî siyasete dair bir şey söylediğimiz zaman, “camide bu işler konuşulmaz”, “burası siyaset yapılacak yer de-ğil” veya “camide dünya kelamı konuşmak ha-ramdır” diyenlerle karşılaşıyoruz. Hâlbuki Allah Azze ve Celle’nin evinde, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in makamı olan minberde, Müslümanların gözünün içerisi-ne baka baka “29 Ekim Hutbesi” okuyanlar da aynı kişiler. Hayâsızca ve rızık verenin Allah Subhanehu ve Teâlâ olduğuna inan-dıklarını söyledikleri halde, “demokrasinin ve cumhuriyetin ne kadar yüce ve İslâm’dan olduğunu” söyleyebiliyorlar. Halka bir şey indirmek istediği zaman devlet, hutbeleri

kullanabiliyor. O zaman bu siyaset yapmak ol-muyor mu? Neden camilerde İslâm’a dayalı siyaset yapmak yasaklanıyor? Cumhuriyet ve demokrasinin İslâm’dan olmadığını söy-lemek siyaset oluyor ve bunu yapanlar en-gelleniyorken, bunların İslâm’dan olduğunu söylemek neden siyaset olmuyor? Bu, ne akıl almaz bir çelişkidir böyle!

Yine Hacc’a dönelim… Suudi Arabistan yöneticilerini “Hacc’da siyaset yapmayın!” demeye iten faktör, acaba kâfir ABD ile yap-tıkları ve dünyanın şu ana kadarki en bü-yük silah alım ihalesi midir? 60 milyar $ tu-tarında olan bu anlaşmaya karşı gelebilecek olası bir tepkiyi engellemek için mi acaba,

Prens böyle bir izahatta bulunma gereği hisset-miştir? O halde şimdi biz de soruyoruz:

Bu kadar çok silah 1-kime karşı kullanılacak-tır?

Suudi yöneticiler 2-bugüne kadar hangi ge-rekçe ile ve kime karşı sila-ha başvurmuşlardır?

Yanı başlarında kâ-3-firler tarafından Irak’ta milyonlarca kardeşleri öldürülürken silahları olmadığı için mi kâfirlere ses çıkarmamışlardır?

Yoksa ekonomik anlamda sıkıntıda olan 4-kâfir ABD’yi bu açıdan rahatlatmak, bu dar bo-ğazdan kurtarmak için mi silah almışlardır?

Kâfir ABD’nin daha çok Müslüman öl-5-dürmesi için mi onların savunma sanayileri des-teklenmiştir?

Suudi yöneticiler gibi diğer İslâmî belde-lerdeki yöneticiler, bu türden haince ve caiz olmayan anlaşmalar ile Ümmet’in malını kâfirlere peşkeş çekmekte ve şu an sordu-ğumuz soruların benzerine cevap verme

Müslümana Siyaset Yapmak Neden Yasak?

Page 23: KöklüDeğişim 75.Sayı

21 KÖKLÜDEĞİŞİM - Aralık 2010

tenezzülünü göstermemektedirler. Ama unutmasınlar ki, bütün soruların cevabı bu dünyada er ya da geç alınacak ve Ahiret’te de muhakkak kendilerine sorulacaktır.

Müslümanlar, İslâm ile siyaseti birbirin-den ayrılmaz parçalar olarak gördükleri için bütün kutsal mekânlarda siyaset yapıyor-lardı. Hatta bu siyaset, yeri geldiği zaman kendi yöneticilerini muhasebe etmeyi dahi gerektiriyordu. İslâm tarihine baktığımızda, Ümmet’in -bizatihi Müslümanların Halife-si tarafından bile yapılmış olsa-, yanlışlara göz yummadığının örneklerini buluruz. Otoritede olanlar, kendilerini eleştiren o in-sanları hapsederek, zulme-derek yahut işkence ederek karşılık vermiyorlar, bilakis sorumluluklarının bilinciyle ve Allah Subhânehu’ya vere-cekleri hesabın endişesiyle yanlışlarını düzeltmede ace-le ediyorlardı. İşte bu konu-ya dair birkaç örnek:

Ömer RadiyAllahu Anh Halîfe olduğu zaman ken-disine biraz kumaş geldi ve onu herkese bir parça ve-rerek Müslümanlar arasında eşit biçimde paylaştırdı. Minbere çıktığı zaman kendi el-bisesinin iki parça olduğu görüldü. Bunun üzerine Salmân el-Fârisî RadiyAllahu Anh hemen ayağa kalkıp şöyle dedi: “Vallahi, seni dinlemeyeceğiz, çünkü sen tebaana karşı kendini tercih ettin.” O sırada Halife Ömer’in oğlu Abdullah RadiyAllahu Anh duruma açıklık getirip kendi payına düşen parçayı babası-na kendisinin verdiğini söyleyince, Salmân el-Fârisî RadiyAllahu Anh şöyle dedi: “İşte şimdi seni dinleriz.”

Bir başka hadise de o sırada Vali olan Muâviye ibnu Ebî Sufyân, bedeli savaşa

çıkan askerlere verilmek üzere bir adama harp ganimetlerinden olan gümüş bir kabı satmasını emretti. Bu haber Ubâde ibn-us Sâmit RadiyAllahu Anh’a ulaşınca ayağa kal-kıp şöyle dedi: “Ben Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’den birebir, eşite eşit olması hariç altının altınla, gümüşün gümüşle, buğ-dayın buğdayla, arpanın arpayla, hurmanın hurmayla, tuzun tuzla (ki bunlar, içinde faiz işleyen rebevî mallardır) satışını haram kıldığı-nı işittim. O halde her kim (bunların satışında) fazlalık yaparsa yahut fazlalık yapılmasını kabul ederse faiz işletmiş olur.” Bunun üzerine in-sanlar (önceden) fazladan aldıklarını geri

verdiler. Sonra bu haber Muâviye’ye ulaştı ve ayağa kalkıp bir hitapta bulundu. Dedi ki: “İnsanlara ne oluyor ki kendisini gördüğümüz ve dostluğuyla yaşadığımız halde Rasulullah (SallAllahu Aleyhi ve Sellem)’den, daha önce hiç işitmediğimiz böylesi bir âdeti rivayet ediyorlar.” Bunun üzerine Ubâde ibn-us Sâmit RadiyAllahu Anh ayağa kal-kıp yaptığı rivayeti tekrar-ladı ve sonra şöyle dedi:

“Muhakkak ki bizler, Muâviye’nin hoşuna git-meyecek olsa bile, Rasulullah (SallAllahu Aleyhi ve Sellem)’den kesinlikle işittiklerimizi rivayet ederiz. Gece karanlığında onun avucuna düşüp düşmeyeceğim umurumda değil!”

Ümmet, bugün başına bela olan sorun-larına çözümler aramaktadır. Müslümanlar artık başlarındaki samimiyetsiz ve ikiyüz-lü yöneticilerden bıkmıştır. Onlar ki, ülke-mizde olduğu gibi üniversitelerde ve diğer öğrenim kurumlarının yanı sıra kamusal alanda da başörtüsünü yasaklıyor, Mısır’da olduğu gibi nikabı (peçeyi) men ediyor ama hayâsız ve edepsiz kadınların konserleri-

Müslümana Siyaset Yapmak Neden Yasak?

Müslümanlar, İslâm ile siyaseti birbirinden

ayrılmaz parçalar olarak gördükleri için bütün

kutsal mekânlarda siyaset yapıyorlardı. Hatta bu

siyaset, yeri geldiği zaman kendi yöneticilerini

muhasebe etmeyi dahi gerektiriyordu.

Page 24: KöklüDeğişim 75.Sayı

22Aralık 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

ne ve resepsiyonlarına izin veriyorlardır. Her türlü sapkın ve gayri İslâmî düşünce, “özgürlükler” adına zemin bulurken, İslâmî esaslara dayalı siyaset yapmak, fikir beyan etmek, makale yazmak, örgütlenmek ya-saklanmaktadır. İşte endişe verici olan da budur. Mevcut yöneticiler, istihbarat ele-manları, emniyet mensupları ve de askerler, hep bu alanda faaliyet gösterenleri tehlikeli görürken, İslâm’a savaş açan kâfirler ve yer-li işbirlikçilerini görmezden gelerek koruma altına alıyorlar. Bu yöneticilerin ve yandaş-larının oturduğu o koltuklar, yakın bir za-manda hakiki sahiplerine dönecek ve bizler göreceğiz ki, bu muazzam Ümmet, önceden sahip olduğu izzetli konumuna yeniden kavuşacaktır. İnşaAllah yeniden Nübüvvet Minhâcı üzere seyreden, Allah Subhânehu’ya ve bu kerim Ümmet’e karşı sorumlulukları-nı hakkıyla yerine getiren yöneticileri tekrar göreceğiz.

Sayısız deliller gösteriyor ki İslâm, hakkı ve doğruyu araştırmaya yönelik tartışmala-rın önünü açmıştır ve ibadetler ile İslâm’ın diğer yönleri arasını ayırmamıştır. O halde bu hain yöneticilere karşı İslâm’a hakkıyla ve bütünüyle sahip çıkmak boynumuzun borcudur. Yalnızca Allah Subhânehu’nun emirlerine ve yasaklarına itaat ederek İslâm’a sapasağlam yönelmeli, Müslüman-ların Hacc’da, mescitlerde ve hatta aile top-lantılarındaki birlikteliklerini dahi İslâm Ümmeti’nin mevcut sorunlarını ve işlerini tartışma konusu haline getirmeliyiz.

Allah Subhânehu’dan başımızdaki mevcut yöneticileri bir an önce değiştir-mesini, yerine bu Ümmet’in işlerini Allah Subhânehu’nun razı olduğu şekilde yürü-tüp sorunlarını yine O’nun razı olduğu şe-kilde çözecek ihlâslı bir Halife’yi bir an önce ikame ettirmesini niyaz ediyoruz. Muhak-kak ki O, dua edenin dualarına icabet eden-dir. (Âmin)

ذا سألك عبادي عني فإني قريب أجيب دعوة الداعي إذا واإدعان

“Ve kullarım vaktinde Sana, Beni sual ettiğinde şüphesiz ben çok yakınım. Bana duâ ettiği vakit duâ edenin duâsına icâbet ederim.” (el-Bakara 186)

Müslümana Siyaset Yapmak Neden Yasak?

Page 25: KöklüDeğişim 75.Sayı

23 KÖKLÜDEĞİŞİM - Aralık 2010

Türkiye’de AKP eli ile çok şeyler de-ğişiyor ve işin acı tarafı bu değişik-likler, Müslümanların lehineymiş

gibi algılanıyor. Aslında 1923’den sonra yapılan tüm değişiklikler, aleyhte olmasına karşı lehte gibi gösterilmiştir. Cumhuriyet ile yönetilmeye başlandığından beri halk üzerinde egemen olan nizamlarda, kanun-larda ve sistemde devamlı olarak değişik-likler yapılmaktadır. Değişiklikten kastım, Müslümanları ileriye götürecek, kalkındı-racak yenilikler değildir elbette. Neyin doğ-ru ve neyin yanlış, neyin faydalı ve neyin zararlı olacağının bilinememesinin verdiği telaşla, sürekli kanunlar, kurallar, yaptırım-lar, nizamlar değiştirilmektedir.

Bunun sebebi, insanın kendi kabiliyetleri ile insan hayatı için hangi kuralların, han-gi yasaların, hangi nizamların refahı geti-receğini belirleyememesi ve bundan ötürü deneme yanılma metodunun uygulanması-dır. Aslında bu noktada ulaşılmak istenilen gaye, Ümmet için hayırlı olanı bulma gayesi

değil, menfî çıkarlara nasıl ulaşılacağı ve bu çıkarların ön planda olması gayesidir. Bu niyeti halktan gizlemek için özenle seçil-miş üsluplar kullanılmıştır daima. Özellikle her seçim döneminde, iktidar ve muhalefet partileri açısından aynı üslupların sergilen-diğine şahit oluruz. İktidardaki parti, bu-güne kadar yaptıkları icraatları sıralayan konuşmalar sergilerken, muhalefet partileri ise iktidara geldikleri takdirde yapacakla-rının vaatlerini verirler genellikle. İşte se-çim atmosferine girdiğimiz şu günlerde de, Hükümet’in popülist niyetlerle gerçekleştir-diği eylemlere daha sık şahitlik etmekteyiz. Seçimlere kadar da, halkın her kesimine hi-tap eden çıkışlara, açılımlara(!) şahit olma-mız muhtemeldir. Zira bizler bu senaryoya yabancı değiliz.

Tüm bu senaryolar, halk üzerinden elde edilecek menfaatler için yapılan değişiklik-ler ve açılımlar olacaktır. Müslüman kadına Allahu Teâlâ’nın bir emri ve Müslüman ka-dının onuru olan başörtüsü meselesi de bu

Halime AYDIN

Page 26: KöklüDeğişim 75.Sayı

24Aralık 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

süreçte, liderlerin ağızlarında bir seçim mal-zemesi haline gelmiştir. İnsanların evlerin-den Kur’an’ları toplattıran dünün CHP’si, bugün “türbanı biz serbest bırakacağız” çı-kışını yapmıştır. Hükümet ve muhalefet, Ümmet’in namusu üzerinden rant elde etme yarışına girmiştir. Başbakan Erdoğan’ın önce Müslüman hanımları umutlandırıp, sonra ise -yapabilecek gücü olduğu halde- bu sorunu seçimlerden sonra çözeceklerine dair yaptığı açıklama, yeri geldikçe bu ko-nuyu dile getirmesi, liderlerin rant peşinde olduklarının kanıtı olmuştur, anlayabilenler için. Bunu da anlayamayanlar için, Hayrun-nisa Gül’ün cehalet kokan, “ilkokulda başörtü-sü takmak cehalettir” açıklaması daha somut bir örnektir. Zira başörtüsünün Allah’ın bir emri olduğunu bilen bir şahıs, Allahu Teâlâ tarafından başörtüsü takmanın ölçüsünün yaş (buluğa girme yaşı) olduğunu, yoksa okuduğu okulun derecesine göre belirlen-mediğini de bilir. Yazık ki, başı örtülü bir hanım, Allah’ın emrettiği yaşta başörtüsü takmanın cehalet olduğunu dile getirmiştir. Ama seçimlere hazırlanan Başbakan, böy-le vahim bir açıklamaya katılmadığını dile getirmiştir doğal olarak. Çünkü Başbakan Erdoğan -gerçekte böyle düşünsün veya düşünmesin-, bu açıklamaya katıldığını dile getirecek kadar veya aynı yönde açık-lamalar yapıp da popülaritesini düşürecek kadar, plansız hareket etmemektedir.

Burada tekrar başa dönüp, sistem içeri-sinde sık sık yapılan değişikliklere bir ye-nisini daha eklemeye yönelik alınan karar-lara değinelim, inşaAllah. Eğitim, öğretim alanında yapılan başörtüsü tartışmalarının akabinde, 18. Millî Eğitim Şûrası toplanmış, Şûra’dan çıkan kararlar gündeme gelmiş ve çok tartışılmıştır. Bu kararların üzerinde durmak, ülke vakıası ile ne derece örtüştü-ğünü sorgulamak ve deneme tahtasına dön-müş eğitim sistemindeki sıkıntıları giderip,

gidermeyeceğini irdelemek gerekmektedir. Şûra’da çıkan kararlar kısaca şöyle:

Zorunlu eğitimin ortaöğretimi de kapsaya--cak şekilde düzenlenmesi,

Gelişim özellikleri bakımından farklı dü--zeylerdeki öğrencilerin bir arada bulunmasının ortaya çıkardığı pedagojik sorunların ortadan kaldırılması için ilköğretim okullarında 8 yıllık zorunlu eğitimin, öğrencilerin yaş ve gelişim özellikleri dikkate alınarak kademelendirilmesi,

Zorunlu eğitimin süresinin lise dâhil 13 -yıla çıkarılması,

Millî Güvenlik dersi müfredatının yenilen--mesi ve derse öğretmenlerin girmesi için yasal düzenleme yapılması,

Ortaöğretimde haftalık ders saatlerinin -azaltılması, teneffüs süresinin uzatılması ve sı-nıf geçme yerine ders geçme sistemi getirilerek okulu daha erken bitirmeye imkân sağlanması,

Kız öğrencilerin ortaöğretime devamlarına -ilişkin teşviklerin artırılması, yeni yatılı liseler açılması ve kız çocuklarının okula erişimi için pozitif ayrımcılık yapılması,

İlköğretimde resim ve müzik ders saatleri--nin yeni öğretim yöntem ve teknikleri dikkate alınarak ders dışı eğitim faaliyetlerinin artırıl-ması ve “Sanat İnsanı Yetiştirme Projesi” hazır-lanarak uygulamaya konulması vs…

İşte bu kararlar gündeme gelmiş ve en çok da zorunlu eğitimin süresi tartışılmıştır. Türkiye’deki eğitim sisteminin birçok prob-lemi beraberinde getirdiği bilinen ve tartı-şılan bir vakıadır. Bu nedenle sürekli yeni kararlar, düzenlemeler ve müfredatta bir takım değişiklikler yapılmaktadır. Eğitim sisteminin sağlıklı, vasıflı bir genç nesil ye-tiştiremediği, bir takım raporlarla, araştır-malarla sık sık dile getirilmektedir. Ortaya çıkan sonuçlar, eğitim sisteminin vahim bir durumda olduğunu, dahası bu durumun

Zorunlu Eğitimin Süresini Uzatmak Çözüm Değildir

Page 27: KöklüDeğişim 75.Sayı

25 KÖKLÜDEĞİŞİM - Aralık 2010

gitgide kötüleştiğini ortaya koymaktadır. O açıdan asıl sorun, eğitim sisteminin sekiz yıl mı, on yıl mı, on üç yıl mı olması değil, ferdi eğitmedeki metodun yanlışlığıdır. Demok-rasinin verdiği hürriyetler çerçevesinde, her türlü haramın meşru görüldüğü, insanların reklamlarla faize, dizilerle zinaya, alkole, uyuşturucuya teşvik edildiği bir sistem, eğitmek yerine sadece duyguları ve zihinle-ri köreltebilir ancak.

Laiklik esasına dayalı olarak düzenlenmiş eğitim sisteminde ezbercilik hâkim olmuş ve din, cihad, şahadet, hilafet, haram-helal ve Ahiret gibi kavramlar öcü görülmüştür. Seksen altı yılın sonunda çok vahim ve ka-ranlık bir tablo çıkmıştır karşımıza... Öyle ki bu tabloda, aşk cinayetlerinin olduğu, uyuşturucu gibi tehlikelerin ilkokul öğren-cilerini dahi sardığı, öğret-menlerin öğrencileri taciz ettiği, öğrencilerin öğret-menlerini tehdit ettiği ka-reler yer almaktadır. Vakı-anın gerçekleri ele alınmış olunsaydı sorunun, eğitim süresinin ne kadar olacağı meselesini aştığı çoktan görülebilirdi. Tam da bu noktada Eğitim-Bir-Sen Genel Baş-kanı Ahmet Karakaşlı’nın yaptığı açıklama yerini bulmaktadır:

“İlköğretim okullarındaki taciz ve tecavüzle-rin artması ve eğitimin kalitesinin bozulmasın-daki en büyük etken sekiz yıllık eğitimdeki kesin-tisizlik dayatmasıdır.”

Eğitimin zorunlu olması meselesi, başlı başına bir konudur aslında. Şu anki eğitim sisteminden memnun olmayan insanların, evlatlarının Kapitalizm’in ilkelerine göre yetişmiş; menfaatçi, İslam’dan uzak, hatta O’na düşman bireyler haline gelmemelerini

istemeleri çok doğal değil midir? Zaten bu sistem bugüne kadar dayatmalarla zorlama-larla ayakta kalabilmiştir. Oy verip şirk sis-temini desteklemek, zorunludur. Askere git-mek zorunludur. Eğitim, zorunludur. Siste-min putlaştırdığı kişi ve kavramları sevmek de zorunludur. Bu şekilde sıralarsak liste uzayıp gidecektir şüphesiz. Hâlbuki Sistem tarafından medeniyet olarak görülen ve tanı-tılan Batı ülkelerinde son zamanlarda şöy-le bir kavram gelişmiştir: “Homeschooling” veya diğer adıyla “homeeducation”. Türkçe anlamı ise kısaca, “ev okulu”dur. Şu anki ve-rilere göre ABD’de 1,5 milyon, İngiltere’de 80 bin kadar çocuk, okul dışında eğitim gö-

rüyor ve bu sayı git gide artıyor. Çünkü Batı’da, ai-lelerin çocuklarını İslamî esaslara göre yetiştirmesi gibi bir tehlike yok veya Müslüman ülkelerdeki ka-dar büyük değil. Türkiye halkı ise Müslüman olan, -ne kadar uzaklaşmış olsa-lar da- özlerinde İslam’ın olduğu bir ülkedir. Ço-cukların okullarda dinden nasıl uzaklaşacakları nok-

tasında bir eğitim almaması, ailelerine terk edilmesi, zihinlerini batıl fikirlerle doldur-mayıp Müslümanların kendi hallerine bı-rakılması büyük bir tehlikedir, Sistem için. Zira bu zamana kadar Müslümanların öz-lerine dönmemesi ve tefekkür etme güçleri-nin harekete geçmemesi için her türlü oyun planlanmış ve uygulanmıştır.

Cumhuriyet tarihinden önce de, 1824 yı-lında II. Mahmut döneminde çıkarılan bir fermanla, İstanbul’da; 1869 yılında çıkarılan “Maarif-i Umumiye Nizamiyesi” ile ilköğre-tim tüm ülkede zorunlu hale getirilmiştir. Ancak o dönem uygulanan eğitim sistemini

Zorunlu Eğitimin Süresini Uzatmak Çözüm Değildir

Laiklik esasına dayalı olarak düzenlenmiş eğitim sisteminde ezbercilik hâkim

olmuş ve din, cihad, şahadet, hilafet, haram-helal ve

Ahiret gibi kavramlar öcü görülmüştür. Seksen altı

yılın sonunda çok vahim ve karanlık bir tablo çıkmıştır

karşımıza...

Page 28: KöklüDeğişim 75.Sayı

26Aralık 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

incelediğimizde, zorunlu kılınan eğitim sisteminin, gençlerin kabiliyetleri-ne önem veren ve onları geliştiren, ezbercilikten uzak bir eğitim sistemi olduğunu görüyoruz. Ai-lelerin zorlama ile değil, gönül rızası ile evlatlarını teslim edecekleri bir eğitim sistemi uygulanmıştır. Osmanlı Hilafet Devleti’nde “Sübyan Mektebi” olarak adlandırılan ilköğretim kurumları, varlıklı kişiler ya da devlet tarafından kurulmuş ve giderlerini de vakıflar karşılamıştır. Ayrıca en önemli husus ise, bu eğitim müfredatı-nın temel dersinin Kur’an olmasıdır. Öğ-rencileri sahip oldukları İslamî değerlerden, güzelliklerden koparan bir eğitim sistemi değildir. Böyle bir sisteme, Türkiye’deki hangi Müslüman, evladını gönül rızası ile teslim etmez ki? Bu sistem Cumhuriyetle beraber, bugünkü sürece ulaştıracak bir yol almıştır. 1949’da düzenlenen 4. Millî Eğitim Şurası’nda, eğitim-öğretime ilişkin demok-ratik esasların gözden geçirilmesi ve 1981‘de düzenlenen 8. Millî Eğitim Şurası’nda Türk Millî Eğitim Sistemi’nin Atatürk İlkeleri doğrultusunda bütünleştirilmesini öngören bir model geliştirilmesi kararı alınmıştır. Yani temel kitap laiklik, temel ders ise Ata-türkçülük olmuştur.

Sekiz yıllık kesintisiz eğitim ise 55. Hü-kümet (Mesut Yılmaz Hükümeti) dönemin-de, 18 Ağustos 1997’de yapılan bir değişik-likle hayata geçmiştir. Şimdi de on üç yıla çıkarılmak istenmektedir. 28 Şubat sürecini takiben alınan sekiz yıllık kesintisiz eğitim kararı imam-hatip liselerinin orta kısım-larını kapatmak ve gençlerin imam-hatip liselerine geçişini engellemek maksadı ile tamamen ideolojik bir niyetle alınmıştı. Buna rağmen farklı gerekçeler ve vaatlerle

bu amaç örtbas edilmek istenmişti. Ama başta bu-günkü mevcut yöneticiler olmak üzere bu uygula-maya herkes karşı çıkmış ve Türkiye’nin dört bir yanında 5+3 yıllık eğitim sistemi protesto edilmişti.

Müslümanlar sokağa çıkmış ve gösteriler düzenlemişti. Nasıl bir tutarsızlıktır ki, o dö-nem buna karşı olanlar şimdi 5+3+5 formü-lünü gerçekleştirmek istemekte ve o zaman sokaklara dökülen Müslümanlar da, şimdi bu uygulamayı kendi partilileri(!) yapıyor diye sus-pus olmaktadırlar.

Hâlbuki zorunlu eğitim süresinin uza-masının hiçbir işe yaramayacağı ortadadır. Yarardan çok zarar getirecek ve diplomalı cahillerin çoğalmasına yol açacaktır. Çün-kü eğitimin zorunlu olması aynı zamanda, okul okumaya yatkın olmayan gençlerin, kabiliyetleri ekseninde meslek öğrenmele-rini engelleyecek veya geciktirecektir. Yine Türk Eğitim-Bir-Sen Genel Başkanı Ahmet Karakaşlı şu sözleriyle bunu dile getiriyor:

“Kesintisiz eğitim çıraklık eğitimine büyük bir darbe vurmuş, sanayici çırak bulamaz, usta-lar dükkânlarını devredecek kalfa arar hale gel-mişlerdir. Zanaatkârlık öldürülmüştür. Kur’an Kursları büyük darbe almış, hafızlık bitme nok-tasına gelmiştir. Beceri isteyen sanatlarda ba-şarılı olacak gençler çıraklık eğitimi yerine okul sıralarına oturtularak eğitimde öğrenme seviye-si düşürülmüş, devlet kaynaklarının verimsiz alanda heder edilmesine sebep olunmuştur.”

Bu açıklamalar, kayda değer ve gerçek-leri ifade eden açıklamalardır. Bu sonuçla-rı doğurmayacak, sağlıklı düşünebilen, her alanda başarılara imza atacak bir genç ne-sil yetiştirmek ise bu sistemin işi değildir. Acilen tatbik edilmesi elzem olan, Kur’an

Zorunlu Eğitimin Süresini Uzatmak Çözüm Değildir

Hâlbuki zorunlu eğitim süresinin uzamasının hiçbir işe yaramayacağı ortadadır. Yarardan çok zarar getirecek

ve diplomalı cahillerin çoğalmasına yol açacaktır.

Page 29: KöklüDeğişim 75.Sayı

27 KÖKLÜDEĞİŞİM - Aralık 2010

ve onu anlama temeli üzerine kurulu bir eğitim sistemidir. Bu uygulanamadıkça, bu vahim tablo değişmeyecektir. Her prob-lemin her sorunun çözümü gibi, eğitimin nasıl olacağı sorusunun da çözümü yine İslam’dadır. Fertleri doğru değerlerden uzaklaştırmadan, helal ve haramı ölçü alan, menfaatçilik gibi tehlikeli hastalıkları berta-raf eden bir sistem, ancak İslam’da vardır. Her alanda olduğu gibi eğitim alanında da aklın acizliği ortaya çıkmış, sorunlar beşer aklının çözümleriyle daha bir çetrefilli hale gelmiştir. Hazırlanan eğitim müfredatı bile hakkıyla verilememiş, adım başı dershane olmuştur. Üç yıl önce çıkarılan SBS’nin bu yıl kaldırılması kararı alınmış, üç yıl boyun-ca sınav stresi ile çalışan öğrencilerin emeği konu dahi edilmemiştir. Özellikle son birkaç yıl içinde yapılan değişiklikler, eğitim siste-mini iyice karmaşıklaştırmıştır. Son olarak Mehmet Göktaş’ın şu sözlerini dikkatinize sunuyorum:

“Yeryüzündeki bütün dikta rejimlerinin or-tak bir özelliği vardır; eğitimi bahane ederek ço-cukların üzerine çullanmak, hâkimiyetini ispat etmek ve sürdürmek. İnsanların üzerinde Rab-lığa kalkışan rejimler, kendilerine en ucuz, en zahmetsiz kul olarak çocukları seçerler. Okullar dolusu zavallı ve masum yavrular, firavunların nutuk çektiği meydanları dolduran ve onları uslu uslu dinleyen, güzergâhlarını hazır kıta dolduruveren beleş kalabalıklardır. Hesap sora-mayan, sorgulayamayan, kandırılması, mem-nun edilmesi çok kolaydır. Bugün Müslümanlar olarak şunu açık ve net bir şekilde bildiriyoruz ki, çocuklarımız bizimdir, asla devletin değildir. Hele hele asla rejimin değildir. Çocuklar annele-rinin babalarınındır! Vergilerimizle yaptığımız o okullara, maaşlarını verdiğimiz o öğretmenlere niçin gönderiyoruz çocuklarımızı biliyor musu-nuz? Kimi sevmelerini, kime tapmalarını öğret-meniz için göndermiyoruz. Çocuklarımızın kimi

seveceğine, kime tapacağına ancak ve ancak ba-baları anneleri olarak bizler karar veririz. Kimi kendilerine örnek almaları gerektiğine ancak ve ancak biz karar veririz. Belirli bir yaşa geldikle-rinde de kendileri karar verirler. Özellikle nasıl bir hayat tarzı yaşayacaklarına, nasıl giyinecek-lerine kesinlikle biz karar veririz. Daha sonra da büyüdüklerinde kendileri karar verir. Kızlarımı-zın hangi yaşta nasıl giyineceklerine bizler karar veririz. Kim ne karışır buna?

Hem siz kendi yaşam tarzınızı kızlarınıza akil baliğ olduktan sonra mı veriyorsunuz? Bale yapmayı, dans etmeyi, şarkı söylemeyi ve özel-likle sizin kimliğinize uygun giyinme tarzını ço-cuklarınıza akıl baliğ olunca mı veriyorsunuz? Akil baliğ oluncaya kadar size benzemek zorun-da mı kızlarımız, çocuklarımız?”

İslam’ın yeryüzüne bütünü ile tatbik edildiği günler gelene kadar Müslümanlar, evlatlarını Sistem’in tehlikelerinden koru-mak için çok çaba sarf etmeye devam ede-ceklerdir. Özellikle okul dönemleri bu ça-banın had safhaya ulaşacağı, bilinçli aileler için en zor dönemler olmaya devam edecek-tir. Bu tür yamalarla da sorunlar çözülecek değildir.

سول وأولي األمر وأطيعوا الر يا أيها الذين آمنوا أطيعوا للاهكنتم إن سول والر للاه إلى وه فرد شيء في تنازعتم فإن منكم

واليوم اآلخر ذلك خير وأحسن تأويال تؤمنون بالله

“Ey iman edenler; Allah’a itaat edin. Rasul’e ve sizden olan emir sahipleri-ne itaat edin. Eğer bir şeyde çekişirseniz; Allah’a ve Ahiret gününe inanmışsanız onun hallini Allah’a ve Rasulü’ne bırakın. Bu; hem hayırlı hem de netice itibariyle daha iyidir.” (en-Nisa 59)

Zorunlu Eğitimin Süresini Uzatmak Çözüm Değildir

Page 30: KöklüDeğişim 75.Sayı

28Aralık 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

Bu okuyacağınız hadise, son zaman-larda gerçekten görmeye hasret kaldığımız bir vakıayı anlatmakta-

dır. Özellikle İslam ile bağlarını koparmayı ‘çağdaşlık’, dine ve Müslümanlara düşman olmayı da ‘vazife’ olarak algılayan subayla-rın arasında yaşarken. O yüzden bu, tarihte eşine nadir rastlanan harika bir destandır. En yüksek insanî duyguların tasvir edildiği bir insanlık destanıdır. Tarih boyunca zihin-lerden asla silinmeyecek müthiş bir tablo ve en zor koşullara ve en ağır şartlara meydan okuyan askerî bir direniştir. Bu destanın kahramanı ise “Çöl Kaplanı” lakaplı, Osman-lı Ordusu Komutanı Tümgeneral “Fahrettin Paşa”dır.

1914’te Birinci Dünya Savaşı başladığın-da Osmanlı Ordusu’nda 4. Ordu’ya bağlı 12. Kolordu Komutanı olarak Musul’da bulu-nuyordu. Sonra Tümgeneral rütbesine yük-seldi. 1916 yılında ufukta Osmanlı Hilafet Devleti’ne karşı silahlı isyan hareketini kış-kırtan İngilizlerin başarı belirtilerinin görül-

düğü bir sırada, Medine-i Münevvera’yı sa-vunması için Hicaz’a çağrıldı. 31.05.1916’da Medine-i Münevvera’ya vardı… Medine’ye vardığından dolayı da çok mutluydu. Çün-kü o, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’i tarifi imkânsız bir sevgiyle seviyordu… Osmanlı tarihine geçen bir insanlık desta-nı tablosunu resmeden işte bu sevgi ve bu aşktır… Medine-i Münevvera’ya vardığı ilk günden oradan ayrılıncaya kadar… yani iki yıldan daha fazla bir süre boyunca ne Habibi’nin kabrini ziyaret etmeye, ne O’na münacatta bulunmaya, ne de bu sırada ağla-maya doyamamıştı. Allah’ın her günü saba-hı askerî üniformasını çıkarır, kefene benzer beyaz elbiselerini giyer, beyaz sarığını takar ardından bir bez alarak kabri ve çevresini temizler, gözyaşı döker ve kabri temizledi-ği kumaş parçası ıslanıncaya kadar ağlardı. İşte Fahrettin Paşa bunu, Allah’ın her günü sabahı yapar ve bunu yapmadığı tek bir gün dahi geçmezdi.

Hicaz’ın, isyancı Arap kabilelerin eli-

Yasin YAVUZ

Page 31: KöklüDeğişim 75.Sayı

29 KÖKLÜDEĞİŞİM - Aralık 2010

ne düşmesinin ardından Osmanlı Ordusu Hicaz’dan çekilmiş ve Fahrettin Paşa’nın elinde sayıları 15.000’i bulan Garnizon Bir-liği ile birkaç silahtan başka bir şey kalma-mıştı. Böylece Fahrettin Paşa çöllerden ve düşmanlardan oluşan bir okyanusun or-tasında tek başına kalmış ve kendisine en yakın Osmanlı Ordusu da 1300 km. uzak-lıkta idi. Tüm ikmal bağlantıları kesilmiş ve -İngiliz ajanı- Lavrens- ile hain Araplardan oluşan avenelerinin Hicaz demiryolunu bir-çok yerden dinamitlerle havaya uçurmaları ve telgraf direklerini imha etmeleri sonu-cunda daha da yalnızlaşmıştı. Böylece düş-man ordusunun sayısı Fah-rettin Paşa’nın askerlerinin sayısından kat be kat fazla olup Medine’ye saldıran ve kendisinden teslim olması-nı isteyen düşmanları tara-fından kuşatılmış bir halde dünyadan tecrit edilerek yapayalnız bırakılmıştı. An-cak o, her defasında onları gerisin geriye püskürttü.

Bu sırada Osmanlı Hi-lafet Devleti’nin işleri gün-den güne kötüye gidiyor ve orduları savaş cephelerinin çoğunda müt-tefik kuvvetlerinin karşısında geri çekili-yordu. Bundan dolayı Osmanlı Hükümeti, Medine-i Münevvera’yı boşaltma kararı aldı ve bu kararı Fahrettin Paşa’ya ulaştırdık-larında Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in aşığı, adeta kalbine bir hançerin saplandığı-nı hissetti. Bunun üzerine Enver Paşa’ya bir mektup gönderdi ve bu mektubun içerisin-de ona yalvararak şöyle diyordu:

“Neden Medine’yi boşaltıyoruz? Hicaz hat-tını dinamitlerle havaya uçurdukları için mi? Yoksa sadece bir alay ve bir topçu bataryası ile imdadıma yetişemediniz diye mi? Arap kabile-

leri ile anlaşabilmem için bana biraz mühlet ve-riniz.”

O kadar çok yalvarmıştı ki, sonunda En-ver Paşa, bu ısrar... dahası bu hazin yalva-rış karşısında razı olmuştu. Ancak Enver Paşa, ona hiçbir ikmal gönderememiş ve bu bölgedeki askerî durumlar gerçekten kötü-leşmişti. Böylece Osmanlı Ordusu, sayı, do-nanım ve tedarik olarak kendisinden daha üstün olan İngiliz kuvvetleriyle girdiği ‘Ka-nal’ ve ‘Filistin’ cephelerindeki savaşlarında hezimete uğradı.

Osmanlı Devleti, 1918 yılının onun-cu ayında Mondros Mü-tarekesi’ni imzaladı. Bu anlaşma gerçekten ağır bir teslimiyet anlaşması idi… Savaş sona erdi ve Osmanlı Hükümeti tarafından ken-disine Medine’den çekilme ve burasını müttefik kuv-vetlerine teslim etme emir-leri verildi. Ancak Fahret-tin Paşa, bunu reddetti ve erteledi. Evet, bu Osmanlı Komutanı, liderlerinin ve hükümetinin bu emirlerini uygulamayı reddetmişti.

Nitekim teslimiyet anlaşmasının 16 sayılı fıkrasında açıkça Hicaz, Yemen ve Irak’ta bulunan Osmanlı askerî birliklerinin en ya-kın müttefik komutanlığına teslim edilmesi-nin zorunluluğu belirtilmekteydi. İngilizler, Kızıldeniz’deki savaş gemisinden onunla telsiz bağlantısı kurarak savaşın sona erme-si ve teslimiyet anlaşmasının imzalanması-nın ardından teslim olması gerektiğini ha-ber vermelerine rağmen onun cevabı, bunu reddetmek olmuştu… Bunun üzerine Sad-razam Ahmet İzzet Paşa ağlayarak Fahret-tin Paşa’ya, anlaşma uyarınca Medine’nin teslim edilmesini emreden bir mektup yazdı

Rasulullah’ı Çok Seven Bir Subay; Fahrettin Paşa

...Osmanlı Hükümeti tarafından kendisine Medine’den çekilme ve burasını müttefik

kuvvetlerine teslim etme emirleri verildi. Ancak Fahrettin Paşa, bunu

reddetti ve erteledi. Evet, bu Osmanlı Komutanı,

liderlerinin ve hükümetinin bu emirlerini uygulamayı

reddetmişti.

Page 32: KöklüDeğişim 75.Sayı

30Aralık 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

ve yüzbaşı rütbesinde bir subay ile bu mek-tubu ona gönderdi. Ancak Fahrettin Paşa bu subayı hapsetti ve Sadrazam’a içerisinde şu ifadelerin geçtiği bir mektup gönderdi:

“Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in şehri hiçbir şehre benzemez. Bundan dolayı bu bağlamda Sadrazam’ın emirleri yeterli değildir. Bilakis kendisinin Halife’den bir emir alması ge-rekir.” Aslında o, bu ifadeleriyle çekilmeyi reddetmek için bir bahane arıyordu.

Derken anlaşmanın uygulanması ve Medine’nin kendilerine teslim edilmesi için Müttefikler tarafından Osmanlı Devleti’ne yapılan baskılar arttı. Bu durumda Osman-lı Hükümeti için boyun bükmekten başka bir şey görünmüyor-du. Zira buna karşı koyacak hiçbir güce sahip değildi. Böyle-ce Medine’nin teslim edilmesine ilişkin bizzat Halife tarafın-dan Fahrettin Paşa’ya bir emir yayınlandı ve Sultan’ın bu emri Adalet Bakanı Molla Haydar vasıtasıyla gönderildi… Hakeza Fahrettin Paşa’nın yü-züne tüm kapılar kapanmıştı… Zira bizzat Halife tarafından Medine’nin teslim edilme-sine ilişkin yayınlanan emir kendisine ulaş-mıştı… Peki Fahrettin Paşa, Sevgilisi Sal-lAllahu Aleyhi ve Sellem’in Medine’sini terk edip burasını düşmanlara mı teslim edecek-ti?! Kesinlikle hayır! Asla teslim etmeyecek, hatta bizzat Halife veya Sultan tarafından yayınlanmış olsa bile bu hususa ilişkin hiç-bir emrin uygulanmasını kabul etmeyecek-ti. Nitekim Adalet Bakanı’na içerisinde şu ifadelerin geçtiği bir cevap gönderdi:

“Artık Halife müttefiklerin elinde esir sayılır. Bu durumda kendisi Halife’nin emirlerini uygu-

lamayı ve teslim olmayı reddedebilir…” Ancak bu sırada Medine-i Münevvera’da yiyecek azalmaya başladığı gibi ilaçlar azalmış, gar-nizondaki askerlerin yanı sıra Medine’deki insanlar arasında hastalıklar baş göstermiş-ti. Zira onlar, dünyadan kopuk, kuşatılmış bir halde çöl okyanusunun içerisinde bir nokta gibi idiler.

Fahrettin Paşa, bu zor durum hakkında istişare yapmak için subaylarını topladı. Zira onların ne önereceklerini ve Medine’yi savunmaya devam etme hususundaki ıs-rarlarının boyutunu bilmek istiyordu. Öğle namazı sırasında Ravza-i Mutahhara’daki Kabr-i Şerif’te toplandılar. Herkes huşu içe-

risinde salahı eda et-tikten sonra Fahrettin Paşa, Osmanlı bayra-ğına bürünmüş bir halde sessiz bir çığlık ve serzeniş içerisin-de minbere çıkarak gözlerinden dökülen yaşların ağzından çıkan kelimelerden daha fazla olduğu bir hutbe okudu ve

subaylar da hıçkırıklara boğuluncaya kadar ağladı. Ardından da şöyle dedi:

“Asla teslim olmayacağız… Rasul SallAlla-hu Aleyhi ve Sellem’in Medine’sini ne İngilizle-re ne de müttefiklerine asla teslim etmeyeceğiz.”

Minberden indiğinde subaylar onu tek tek kucakladı. Onu kucakladıkları sırada hem subaylar hem de o hüngür hüngür ağ-lıyordu. İşte o an, tarih sayfalarına geçen ve tarih sayfalarında kalacak olan en parlak, en müthiş trajik bir anı olmuştur… Zira Fahrettin Paşa, Rasulullah SallAllahu Aley-hi ve Sellem’i duyguların tahrik olduğu ve gözyaşlarının sel olup akıp gittiği eşine az rastlanır bir sevgiyle seven, adam gibi bir

Rasulullah’ı Çok Seven Bir Subay; Fahrettin Paşa

Page 33: KöklüDeğişim 75.Sayı

31 KÖKLÜDEĞİŞİM - Aralık 2010

adamdı. Hatta Medine’nin yerli sakinlerin-den biri ona yaklaştı… ve onu kucaklayıp öperek şöyle dedi:

“Bundan böyle sen, Medinelisin ve sen Me-dine halkındansın, ey komutanların Efendisi!”

Ne var ki, göz önünde olan acı gerçek, göz ardı edilemez bir şekilde somut olarak ortada duruyordu ki, artık bu reddedişi sür-dürmek imkânsız bir hale gelmişti… Zira Osmanlı ordusu ve Medine halkı üzerindeki açlık ve hastalığın etkisi şiddetlenmiş, cep-hane azalmış ve Medine’yi savunmak için yeterli gelmemeye başlamış-tı. Medine’yi muhasara altı-na alan kuvvetler, Fahrettin Paşa’dan ümitlerini kesince sık sık onun subayları ile bağlantı kurmaya başladı-lar. Ortada ümitsiz bir du-rum vardı. Böylece berabe-rindeki subaylar, kendisi ile konuşarak ona garnizonun ve Medine halkının trajik durumunu açıkladılar. En sonunda Fahrettin Paşa, su-baylarının teslimat şartları ve bentleri üzerinde müza-kere etmelerini kabul etmek zorunda kaldı.

Anlaşma maddelerinin ilk maddesinde şöyle geçiyordu:

“Fahrettin Paşa, Haşimî Kuvve-i Seferiyesi Komutanı tarafından 24 saat misafir edilecek ve istirahat etmesi için büyük bir çadır hazırlana-caktır.” Medine’de adeta tam bir göç faali-yeti hazırlıkları yapılmaktaydı. Komutan Fahrettin Paşa’nın aracı hazırdı ve eşyaları araca taşındı. Subaylar onun çıkmasını bek-liyordu. Saatler geçmesine rağmen Fahrettin Paşa çıkmadı. Aksine Fahrettin Paşa, subay-larına kişisel eşyalarının araçtan alınmasını

ve Mescid-i Nebevi’ye bitişik olan küçük bir binaya taşınmasını emretti.

Fahrettin Paşa, bu mekânı kendisi için hazırlamıştı. Çünkü o, Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in kabrinden bir an bile uzaklaşmak istemiyordu. Bunun üzerine yanına giden vekili Necip Bek ve beraberin-deki diğer subaylar, onu bu binada basit bir yatağa uzanmış bir halde buldular. Buradan çıkmak istemiyordu ve onlara şöyle dedi:

“Siz gidin, ben burada kalacağım.” Vekili ve beraberindeki subaylar şaşkın bir halde

ne yapacaklarını bilmiyor-lardı… Aralarında istişare ettiler ve onu zorla çıkar-maya karar verdiler… Ya-tağına yaklaşarak etrafını kuşattılar. Bir yandan onu zorla kendisi için hazırlanan çadıra taşımaya çalışıyorlar, bir yandan da ağlıyorlar-dı… Çünkü onlar, komu-tanlarının Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem’i ne kadar çok sevdiğini ve Mescid-i Nebevî’den uzaklaşmamak için neden bu kadar çok ısrar ettiğini çok iyi biliyorlardı. Ancak onlar komutanlarını

bu şekilde orada yalnız başına bırakmak da istemiyorlardı.

İşte bu olay 10.01.1919 günü meyda-na gelmişti. Ertesi gün Osmanlı askerleri, Mescid-i Nebevî’nin önünde saf oluşturdu-lar… Her asker ağlamaklı bir halde Mescid-i Nebevî’ye girerek Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in kabrini ziyaret ediyor ve dua ede-rek geri çıkıyordu. Subaylar da aynısını ya-pıyordu. İşte bu hüzünlü veda anında sıcak gözyaşı dökmeyen hiçbir kimse kalmamıştı. Hatta Medine halkı ve Bedevî kuvvetleri bile bu manzara karşısında ağlamışlardı.

Rasulullah’ı Çok Seven Bir Subay; Fahrettin Paşa

Page 34: KöklüDeğişim 75.Sayı

32Aralık 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

Fahrettin Paşa, kendisi için hazırlanan çadıra geç-tiği sırada orada binlerce Bedevî kuvveti çadırın et-rafını çevirmiş ve bir efsane haline gelen bu kahramanı görmek için can atıyorlar-dı. Fahrettin Paşa görünür görünmez çöl, “Fahrettin Paşa… Fahrettin Paşa…” nidaları ile yankılandı. Orada Fah-rettin Paşa’nın kahramanlığından ve Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e olan sevgisin-den etkilenmeyen hiç bir kimse kalmamıştı.

13.01.1919 günü Bedevî kuvvetleri, anlaş-ma uyarınca Medine’ye girdi ve Mondros Mütarekesi anlaşmasının imzalanmasının üzerinden 72 gün geçtikten sonra Medine-i Münevvera’daki Osmanlı Garnizonluğu’nu teslim aldı. Ardından Suudî Ailesi, İngi-lizlerle koordinasyon içerisinde Mekke’yi, Medine’yi ve Necd ile Hicaz’ın tamamını teslim aldı. Böylece Arap hainlerinden olan batıl ehli, Osmanlı Hilafet Devleti’nin evlat-larından ve askerilerinden oluşan hak ehline karşı zafer elde etmişti… İşte o gün bugün-dür, Mekke ve Medine, Allah ve Rasulü’nü seven Allah’ın dinine nusret vererek bu şe-hirleri tekrar batıl ehlinin pençesinden kur-taracak Fahrettin Paşa gibi olan, adam gibi adamları beklemektedir.

Allah, bu subaya gani gani rahmet eyle-sin. İslâm Ümmeti, İslâm Dini’ni ve kendi-sini şu anda içerisinde bulunduğu bu elim vakıadan kurtaracak ve İslâm Dini’ni geç-mişteki izzetine kavuşturacak bu subay gibi Allah’ın ilk ‘ensar’larını beklemektedir. Al-lahu Teâlâ şöyle buyurmuştur:

في ءامنوا والذين رسلنا لننصر إنا الحياة الدنيا ويوم يقوم الشهاد

“Şüphesiz biz, Rasulle-rimize ve iman edenlere, hem dünya hayatında hem de şahitlerin kaim olacak-ları günde yardım ederiz.”

(el-Mu’min 51) O halde kabrinde diri olan Ra-sulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in biz-zat kabrinin yanı başında meydan gelen bu sahneyi tasavvur ediniz… Osmanlı İslâmî Hilafet Devleti’ne karşı Suudî Ailesi’nin İngiliz kâfirlerine nasıl arka çıktıklarını ta-savvur ediniz… Bunları tasavvur ediniz ki, İslâm Ümmeti’ni; İslâm Dini’nden daha çok dünya hayatına önem veren ve tahtlarını Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in maka-mı bile olsa tüm makamların üstünde tutan bu yöneticilerden bir an evvel kurtarınız… Allah’a, Rasulü’ne ve Mu’minlere ihanet eden bazı Arap kabilelerinden olan bedevî kuvvetleri, Suudî Ailesi, Şerif Hüseyin ve oğulları… İşte bunların hepsi, Allah düşma-nı İngilizlerin Osmanlı Hilafet Devleti’nin bağrına sapladığı birer hançerdirler.

Rasulullah’ı Çok Seven Bir Subay; Fahrettin Paşa

Çöl KaplanıFahreddin Paşa

(1868-1948)22 Kasım

Ölüm Yıldönümü

Page 35: KöklüDeğişim 75.Sayı

33 KÖKLÜDEĞİŞİM - Aralık 2010

Cumhuriyet’in kuruluş yıldönümü kutlamaları geride kaldı. Geçen yıllardaki kutlamalardan fark-

lı olarak çok başlı kutlama tabloları ortaya çıktı. Farklı fikir ve eğilimlerden çeşitli ta-rafların Cumhuriyet’e sahip çıkma yarışına girdiklerine şahit olundu. Her bir taraf, ken-di anlayışları etrafında bir Cumhuriyet port-resi çizmeye çalıştı ve Cumhuriyet’in gerçek sahiplerinin kendileri olduğunu savunmak-tan geri durmadı. Öyleyse soruyoruz; Hangi ‘Cumhuriyet’ ve kimin ‘Cumhuriyet’i?

Arkasında bir halk kitlesi olmadan, bah-şedilen bağımsızlığın bedeli olarak kurulan Cumhuriyet, hayatı boyunca taban problemi yaşadı. Sağlam bir zemine oturmadığı için de, daima kendisini tehdit altında hissetti ve kendi halkından korkarak iç düşmanlar üret-ti. Cumhuriyet’in elit tabakasının ve onların hayat anlayışının, halkla ve halkın inançları ile kan uyuşmazlığı daima var ola geldi. Te-oride halka dayalı olması gereken Cumhu-riyet, hiç bir zaman bu desteğe ulaşamadı. Konuyla alakalı olarak Fikret Başkaya yeni rejimi şöyle tarif eder:

“Cumhuriyet’ten söz edebilmemiz için orada ‘Cumhur’un iradesinin tecelli etmesi gerekir. Oysa 1923’te kurulan ve yeni olduğu söylenen Rejim bir darbeyle kurulmuştu. Darbeyle Cumhuriyet kurulur mu? Eğer 1923 sonrası için mutlaka bir isimlendirme gerekirse, bu bir ‘Padişahsız padişahlık’ dönemidir.”(www.

peyamaazadi.org)

İttihat ve Terakki’nin çocukları, Jakoben Batıcı tayfa, tek kültürlü (Batı kültürü), tek dilli (Necip Fazıl’ın ifadesiyle Yeni Kurbağa Dili), tek dinli (dinsizlik) bir toplum hedef-lemekteydi ve bu hedeflere ulaşmak için de toplumdaki İslamî unsurların ortadan kal-dırılmasına öncelik verildi. 5 Eylül 1930’da Fethi Okyar’ın Serbest Fırkası’nın İzmir Mitingi’nde çeşitli olaylar meydana geldi, ölenler ve yaralananlar oldu. İlgilenenler vakıanın detayını araştırabilirler. Fakat cum-hurun, Cumhuriyet’ten ne çektiğini anlamak için, olay hakkında Ahmet Ağaoğlu’nun şu ifadeleri manidardır:

“Hiçbir şeyden haberi olmayan bizler otelde idik ve alt kattaki salonda birçoklarıyla görüşü-

Asım CİNGİTAŞ

HANGİ ‘CUMHURİYET’,KİMİN ‘CUMHURİYET’İ?

Page 36: KöklüDeğişim 75.Sayı

34Aralık 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

yorduk. Birden bire otele büyük bir kalabalık hü-cum etti. Hepsi heyecan içinde idi. Kimi ağlıyor, kimi tehditler savuruyordu. Kalabalığın orta-sından ihtiyar bir adamcağız kucağında taşıdığı bir çocuğu birden bire Fethi Bey’in ayaklarına atarak, “İşte size bir kurban! Başkalarını da veri-riz… Yalnız sen bizi kurtar!” dedi ve ağlayarak kendisi de Fethi Bey’in ellerine sarıldı. Manzara müthiş, tüyler ürpertici idi. Kanlara boyanmış körpe, mektepli bir çocuk Fethi Bey’in ayakları dibinde son nefesini veriyordu. Babası da Fethi Bey’in ellerine sarılarak yakıcı bir lisanla daha başka evladını da kurban vermeye hazır olduğu-nu söylüyor, “Yalnız bizi kurtar!” diye yalvarı-yordu! Herkes başını aşağı eğmiş ezici bir sıkıntı içinde ne yapacağını bilmiyor! Fethi bey’in göz-leri yaşarmış, bazıları hüngür hüngür ağlıyor-lardı…” (www.haber7.com)

Fakat sadece İslamî kesim değil, rejimin laik yapısını benimseyen çevreler dahi bu baskıdan nasibini aldı. 1934-1937 yılları ara-sında, Dersim bölgesinde uygulanan zorun-lu iskân politikası (bölge halkının Batı illerine zorunlu nakli) ve resmî kayıtlara göre 8 bin insanın öldürülmesi, uygulanan zulmün büyüklüğünü sergilemekteydi.

Bir Özel Harp Dairesi tertibi olan, 6-7 Eylül 1955 olayları, İstanbul’daki gayri-müslimlere karşı girişilen bir tehcir hare-keti oldu. Reklamlara göre “Laiklik” tüm din mensuplarının haklarını garanti altına alacaktı. Fakat İslam Ümmeti’nin tarihin-de, hiçbir devirde benzeri yaşanmayan bir iç çatışma ortamı, bir cadı avı, devlet eliyle gerçekleştirildi.

Son 30 senedir de Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da yaşanan çatışma ve terör olay-ları 50 bin insanın canına mal oldu. Yüz bin-lerce insanın hayatının kararmasına sebep olan bu süreç, Kürtler ve Türkler arasına resmî ideolojinin ektiği düşmanlık tohum-ları değil midir?

Cumhuriyet’in, iç düşmanları ile mü-cadelesinin listesi uzun ve bu zulümlerin tarihi kütüphaneleri dolduracak kadar da çoktur. Yıllardır, Cumhuriyet’in düşman bellediği kesimlerin ise, bu sene halk ile Cumhuriyet’i buluşturma gayreti içine gir-meleri ne tuhaftır! Bakınız Zaman Gazetesi, Cumhuriyet kutlamalarını, Libya Arap Ce-mahiriyesi Resmî Gazetesi edasında nasıl takdim ediyor:

“Soğuk ve yağışlı havaya rağmen tüm yur-du 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı coşkusu sardı. Ülke genelindeki stadyumları dolduran vatan-daşlar, Cumhuriyet’in 87. yılını büyük bir gu-rurla andı. Birkaç ildeki kutlamalar yarına er-telenirken, Ankara Hipodrom’daki törene devlet erkânı tam kadro katıldı.” (www.zaman.com.tr)

İslamî camianın(!) Cumhuriyet’e sarılma-sı, Cumhuriyet’in asıl sahipleri tarafından benimsenmedi. Çünkü onlar Cumhuriyeti yalnız kendilerine mal etmişlerdi. Cumhur-başkanı Gül’ün, Cumhuriyet resepsiyonu-na başörtülü eşi ile gelmesi, Cumhuriyet’in kadim sahipleri ile çakma Cumhuriyetçiler arasında ayrışmaya sebep oldu. CHP ve Silahlı Kuvvetler, Gül’ün resepsiyonunu boykot ederek kendi programlarını düzen-lediler. O kadar ki, herhangi bir başörtülü görülmesi halinde, görünmeden kaçma ta-limatları bile yayınladılar. CHP ve TSK’nın boykot tavrından rahatsız olan Zaman Ga-zetesi Genel Yayın Müdürü Ekrem Duman-lı, şunları yazıyordu:

“Cumhuriyetimizin 87. yılı münasebetiy-le Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Çankaya Köşkü’nde resepsiyon veriyor. Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ortada yok. Niçin? “Başörtüsü ile ilgili değil...” diyor, CHP lideri Kemal Kılıçda-roğlu. Peki, neyle ilgili? Makul bir cevabı yok bu sualin. Güya parti üyelerini serbest bırakmışlar-mış. Ve tesadüfe(!) bakın ki, resepsiyonda CHP yönetim kadrosundan insan bulmak imkânsız.

Hangi ‘Cumhuriyet’, Kimin ‘Cumhuriyet’i?

Page 37: KöklüDeğişim 75.Sayı

35 KÖKLÜDEĞİŞİM - Aralık 2010

Askerler niçin katılmıyor peki? Türk Silahlı Kuvvetleri hiç kimsenin aile şirketi değil ki, dile-diği gibi hareket edip ‘la yüsel’ bir çerçeve çizsin kendine. Cumhurbaşkanı, TSK’nın başkomu-tanıdır. O koltuk, Mustafa Kemal Atatürk’ten kalma bir makamı temsil ediyor. Şu an görev yapan bütün komutanlar, Cumhurbaşkanı’nın emri altındadır. Habertürk Genel Yayın Yönet-meni Fatih Altaylı doğru söylüyor. Millî Gü-venlik Kurulu’nda, Yüksek Askerî Şûra’da vs. Cumhurbaşkanı’nın otoritesi altında vazife ya-pan komutanların Cumhuriyet’in 87. yılını kut-lama söz konusu olduğunda programa gelmeme hakları bulunmamakta. Resepsiyona katılmamak sadece Sayın Abdullah Gül’e saygısızlık değil; Cumhuriyet’in asıl sahibi ‘cumhur’a da saygı-sızlıktır. TSK gibi arkasında yüzlerce senelik ge-leneği olan bir kurumun böyle bir yanlış içinde olması asla kabul edilemez...” (www.zaman.com.tr)

Nasıl oldu da, Cumhuriyet Gazetesi, Atatürkçü Düşünce Derneği, Ergenekon, İşçi Partisi, CHP, Laik Silahlı Kuvvetler, vs. vs. ve İslamî cemaatler, hepsi de Cumhuri-yet etrafında kenetlenmişti. Bu kavram bu kadar farklı kesimler tarafından sahip çıkı-lacak derecede ihtilaflı mıydı? Yoksa birile-ri takiyye ya da tevriye mi yapıyordu. Belki farkında değillerdir, diye hüsnü zan ederek şöyle diyoruz: Ey Müslümanlar, kimlerle saf tutmaktasınız, kimin ideolojini savunmaktası-nız. İslam’ı hayattan dışlayanlar ile neyin ortak mücadelesini vermektesiniz, hangi sisteme sahip çıkmaktasınız. Allah’ın dinini alaya alanlar ve hayata dair emirlerinin inkar edildiği nizamlar ve onların sahipleri ile hangi ortak paydada bu-luşabilirsiniz. Rabbimizin şu emrini nasıl unu-tabilirsiniz:

وقد نزل عليكم في الكتاب أن إذا سمعتم آيات الله يكفر بها ويستهزأ بها فل تقعدوا معهم حتى يخوضوا في حديث غيره إنكم

ثلهم إن الله جامع المنافقين والكافرين في جهنم جميعا إذا م

“Oysa Allah size Kitapta (Kur’an’da) “Allah’ın ayetlerinin inkâr edildiğini ve

onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, başka bir söze geçmedikleri müddetçe, onlarla oturmayın, aksi halde siz de onlar gibi olursunuz” diye hüküm indirmiştir. Şüphesiz Allah, münafıkların ve kâfirlerin hepsini Cehennem’de toplayacaktır.” (en-

Nisa 140)

Takiyye yapmayan, “köprüyü geçene kadar...” demeyen, inandığını söyleyen, Hak ile Batılı birbirine karıştırmayan bir Müslüman’ı, yine aynı Cumhuriyetçi Za-man Gazetesi ise şu cümlelerle suçlamak-taydı:

“Cumhuriyet Bayramı’nın kutlandığı 29 Ekim 2010 tarihinde Güngören’de bir camide provokasyon girişiminde bulunan şahsın Hizb-ut Tahrir örgütü üyesi olduğu iddia edildi. Güngören’de bulunan Genç Osman Camii’nde cuma namazı sırasında imam Cumhuriyet ko-nulu hutbeyi okurken ayağa kalkan Ö.G. isimli bir şahıs “Sen cumhuriyet rejimi ile şeriat reji-mini nasıl aynı kefeye koyarsın?” diye bağırmış-tı. Olay üzerine imam bağıran şahsa aldırmadan hutbeye devam etti. Ö.G. cemaat tarafından cami dışına çıkarıldı ve polise haber verildi. Olay yerine gelen polis, yaptığı kısa bir araştırmadan sonra Ö.G.’yi gözaltına aldı. Emniyet’e götürü-len şahsın Terörle Mücadele Şubesi tarafından yasadışı Hizb-ut Tahrir Örgütü’ne üye olduğu şüphesiyle izlendiği anlaşıldı. (www.zaman.com.tr)

Bizde diyoruz ki; Müslüman, Allah’a teslim olandır. Laiklik’in, Cumhuriyet’in, Kapitalizm’in, Komünizm’in etrafında de-ğil, İslam’ın etrafında döner durur. Müslü-manlar kardeştir ve bu beşerî ideolojilerin değil, yalnızca İslam’ın etrafında birlik olur, kenetlenirler.

“Mü’minler, taşları birbirleriyle kenet-lenmiş bir duvar gibidirler.” (Hadis-i Şerif)

Hangi ‘Cumhuriyet’, Kimin ‘Cumhuriyet’i?

Page 38: KöklüDeğişim 75.Sayı

36Aralık 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

17. yüzyılda Avrupa devletlerinde ‘Rönesans’ denilen aydınlanma çağı ile beraber ulus devlet anlayışı hâkim

olmaya başladı. Bu fikirlerle hemhal olan devletler öncelikle komşuları olan başka devletlerle rekabete koyuldular ve bazen bu rekabet yeri geldiği zaman savaşa da dönüş-tü. Ardından özelde komşu devletler, genel-de tüm Avrupa üzerinde daha fazla güçlen-mek ve üstünlük kurmak için silah sanayisine ağırlık verdiler. Daha sonra dev gemiler inşa ederek zaman içinde “uzak diyarlar” diye ta-bir edilen Afrika’ya ve Uzak Doğu’da Hint Okyanusu’na kadar uzanarak, o bölgelerin yerel kaynaklarını sömürmeye başladılar. Özellikle denize kıyısı olan İspanya ve Fran-sa gibi savaşçı halklar Afrika’ya dadandılar. Mesela, İspanya hemen yanı başında bulu-nan Fas ve Tunus gibi halkı ezelden beri fa-kir olan topraklara asker çıkarırken, Fransa ise Cezayir’den başlayarak Afrika’nın en öte yanında bulunan Sudan’a kadar uzanan bir havzada at koşturuyordu. Komşu devletler-

le sınırı olmayan bir ada devleti olan İngilte-re ise, diğer devletlerden daha fazla geliş-kin olan deniz donanmasıyla birlikte daha uzak mesafeleri kat ederek Hind bölgesin-de sömürgeler oluşturuyordu. O zamanlar dünya sahnesinde etkili olmayan ABD ise, dönemin güçlü devletleriyle varlık sahne-sinde kavgaya tutuşmuş, dahası şimdilerde rakip kabul etmeyen tek devlet konumuna gelmiştir.

İşte bahsini ettiğimiz bu güçlü devletler, devletlerarası arenada varlıklarını koruya-bilmek için tarihten bugüne kadar zamanın en güçlü silahlarını birbirlerine karşı caydı-rıcı bir özellik olarak kullanmışlardır. Bun-ları askerî, nükleer, kimyasal ve biyolojik silahlar olarak sıralamak mümkündür. Bun-lardan en sık kullandıkları askerî ve nükleer silahlardır. Kimyasal ve biyolojik silahlara ge-lince; bunlar, vakıası gereği çok etkin ve ge-niş bir coğrafyadaki milyonlarca insanı bir anda etkileyecek düzeyde olmalarından do-

Cahit TOPRAK

Page 39: KöklüDeğişim 75.Sayı

37 KÖKLÜDEĞİŞİM - Aralık 2010

layı, kullanılmaları gizli ve daha düşük dü-zeydedir. Biz de konumuzu teşkil eden bu biyolojik silahların önce vakıasını, akabinde insan sağlığı üzerinde yarattığı fizyolojik ve psikolojik tahribat boyutunu ve daha sonra da devletlerarası arenadaki kullanım şeklini ve siyasete etki boyutunu irdeleceğiz.

Biyoloji biliminde “gen” diye bir kavram vardır. Gen ise; insan, bitki ya da hayvanla-rın yani canlı organizmaların yapısal özel-liklerinin yer aldığı bir nevi şifredir. Her bir şifre insana yahut diğer canlı varlıklara ait bir özelliği bünyesinde taşır. Mesela; anne ve babadan dünyaya bir çocuk doğduğun-da, hem annenin hem de babanın genetik yapılarına ait bazı karakter veya fizikî özelliklerin çocuğa geçtiği görü-lür. Anne ve baba sarışın ise, evlatta bu genetik olan fizikî özelliğe benzer olacaktır. Anne ve baba sinirli bir ka-raktere sahipse, çocuğunda doğal olarak sinirli bir ka-raktere sahip olma olasılığı yüksektir. İşte bahsini ettiğim bu durumlar, insandaki en kü-çük hücrelerde yer alan genlerle alakalıdır. Biyoloji biliminde bu genlerin keşfedilmesiyle beraber biyoteknoloji dalı geliştirildi. Biyoteknoloji, bu canlı organiz-maların genetik yapıları üzerinde yapılan deneylerle bir canlıda görülen -sözde- iyi karakter taşıyan bir genin, kötü karakteri bünyesinde taşıyan bir genle yer değiştiri-lebilme kabiliyetlerinin değerlendirildiği ve hayata geçirildiği merkezler konumun-dadır. Örneğin; bir koyun az süt veriyor-sa, sütü bol veren verimli bir koyunun süt verimini etkileyen genlerindeki şifreler la-boratuarda sütü az veren koyunun genetik özelliğindeki şifrelerle transfer edilerek o koyunun verimliliği artırılabilir. Hakeza, en

çok istifade ettiğimiz bir ürün olan buğday soğuğa az dayanıklıysa, soğuğa dayanıklı bir başka buğday türünün gen özelliklerinin kendisine aktarılmasıyla o bölgede buğday yetiştiriciliğine başlanabilir. Günümüzde çokça gündemde olan GDO’lu ürünler de bu yöntemle elde edilmektedir. Bir doma-tes fidesine ait verimli olmayan bir genin, daha verimli olan bir domates fidesine ait bir genle yer değiştirmesi sonucu, daha dol-gun görünümlü ve daha kısa sürede yetişen yeni bir tür domates üretilmesi bu şekilde olmaktadır.

İşte bu ileri teknoloji, kötü amaçlar için silaha da dönüştürülebilir. Eğer alınan gen,

hastalıklı bir hücreye aitse yani virüs-lü bir gen ise, siz bu geni sağlıklı

bir hücreye yerleştirirseniz ne olur?! Hastalık yayan bu vi-

rüsü çoğaltarak tüm insan-lığı tehdit etmiş olursunuz. Dahası onu bir silaha dö-nüştürmüş olursunuz.

Zaten biyolojik silah; Biyo-teknolojideki bu muazzam geliş-

melerin de etkisiyle, bakteri ve virüs dediğimiz çok küçük mikroorganizmala-

rın öldürücü etkisini kullanarak üretilen silah-lardır. Savaşta yahut barışta bu gücün insan üzerindeki öldürücü etkisi, diğer devletler için bir tehdit oluşturmaktadır. Bahsini et-tiğimiz bu hastalıklı bakteri ve virüsler, bir bölgeye salgılandığı zaman insandan insa-na bulaşabilen, çok çabuk etkili olabilen ve öldürücü etkisi kimyasal silahtan daha kısa sürede olan bir silahtır. Bu organizma, bü-yüklüğü 1 mikron yani 1 cm’nin milyonda 1’i kadar bir büyüklüğe sahiptir. Bu kadar küçük bir organizma olmasına rağmen etki-si çok büyüktür. Mesela, çok iyi tanıdığımız bir virüs olan şarbon virüsünden üretilmiş 50 kg’lık bir toz, 20 km’lik bir alanda 95.000 in-

Biyolojik Silahlar ve Onu Kullanan Kirli Eller

Page 40: KöklüDeğişim 75.Sayı

38Aralık 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

san üzerinde etkili olabilir. (Dünya Sağlık Örgütü)

Tabi bu bahsettiğim etki hastalık etkisi değil sadece ölüm etkisidir. Şarbon virüsünü ise yalnızca 140 °C’de kaynatarak öldürebilir-siniz. Dolayısıyla yok edilmesi de bir hayli güç olmaktadır. İnsan üzerindeki belirgin anlık etkileri ise sırasıyla halsizlik, isteksizlik, bitkinlik, mide bulantısı, baş dönmesi, kusma, şiddetli baş ağrısı, ateş yükselmesi, kanlı ishal, kusma ve en sonunda da ölümdür.

Vakıası ve insan üzerindeki etkisini bu meyanda inceledikten sonra devletlerarası arenadaki kullanım şeklini ve siyasete etki boyutunu inceleyebiliriz. Önce son yüzyıl-da (1914-2001) yapılan biyolojik saldırılara hızlıca bir bakalım:

1914: Fransız kuvvetlerince tahriş edici etkili “Etilbromoasetaf’ın ilk kullanımı.

1914: Hapşırtma ve öksürtme ajanı olan “o-dianizin klorosülfonat” maddesinin Alman kuvvetlerince ilk ve (şimdiye kadarki) tek kulla-nımı.

1914: Alman kuvvetlerince akciğer hasar et-kili klor gazının kullanımı. Bu olay, daha ölüm-cül etkili kimyasal silahların kullanımını hızlan-dırmış ve klor gazının kitle imha silahı olarak sınıflandırılmasına neden olmuştur.

1915: İlk defa Almanlar tarafından akciğer hasarına neden olan “fosgen” kimyasalının kul-lanılması; Birinci Dünya Savaşı boyunca so-lunarak ölümlere neden olan kimyasal ajanlar “fosgen” ve “fosgen/klor” karışımları idi.

1916: Kanı zehirleyici ve öldürü-cü etkiye sahip hidrojen siyanür (HCN) ve “Siyonojenklorür”ün ilk kez Fransızlar tara-fından kullanımı; HCN maddesini kısa bir süre sonra İngiltere ve Rusya’da kullanmıştır.

1917: Cilt ve deri yoluyla harabiyete neden olan kimyasal madde “Bis-2-kloroetil sülfit”in (sülfür mustard) ilk defa Alman kuvvetlerince

kullanılması; bu maddeler, hem akciğer hem de cilt ve deri harabiyetine neden olan ilk kullanı-lan kimyasal madde olması bakımından önem-lidir. Almanlar’dan sonra Fransız ve İngilizler de aynı kimyasalı kullanmışlardır. 0 zamanlar, askerler bu tür saldırılara karşı gaz maskesi kullanıyorlardı, fakat vücutları koruma altında olmadığı için oldukça fazla sayıda deri ve cilt ha-rabiyeti vakası ortaya çıkmıştır.

1918: Amerika’nın resmî olarak kimyasal si-lah yapımını başlatması.

1935: İtalyanlar’ın Etiyopya’da göz yaşartıcı gaz ve hardal gazı kullanması.

1937: Japonya bu tarihte savunma amaçlı bi-yolojik silahlar programını başlattı. Bu program kapsamında yapılan denemelerde 10 bine yakın suçlu, kobay olarak kullanıldı.

1939: Japonlar’ın Moğolistan sınırındaki Sovyet sularını tifo bakterisi ile kontamine etme-si; bazı kaynaklarda bu olay Japonlar tarafından biyolojik silahların ilk defa kullanıldığı olay ola-rak geçmektedir.

1940: Japonlar tarafından Çin ve Mançurya’ya veba mikrobu taşıyan pireler-le dolu pirinç ve buğday atılması; bu olay kitle imha silahı olarak kullanımın yanı sıra bitki ve toprak örtüsünün tahribatını da kapsayan ilk bi-yolojik silah saldırışıdır.

1942: Amerika’nın savunma amaçlı biyolojik silahlar programını başlatması.

1942: Nazilerin gaz odalarında toplu ölüm-ler için HCN (zyklonB) gazı kullanması.

1963-1967: Mısır’ın Yemen’e karşı fosgen ve hardal gazı içeren kimyasal silahları kullanma-sı.

1961-1970: ABD’nin birçok kimyasal silahı Vietnam’da kullanması.

1979: Sovyetler Birliği’ndeki Sverd-lousk şehrinde aniden şarbon vakasının ortaya çıkma-

Biyolojik Silahlar ve Onu Kullanan Kirli Eller

Page 41: KöklüDeğişim 75.Sayı

39 KÖKLÜDEĞİŞİM - Aralık 2010

sı; 1992 yılında dönemin Rusya Devlet Başkanı Boris Yeltsin, bu vakanın Sovyet Askerî Mikro-biyoloji Servisi’nden kaza sonucu şarbon sporla-rının salıverilmesiyle ortaya çıktığını söyledi.

1983-1988: Irak’ın İran’a karşı, tabun, sârin, HCN gibi kimyasal silahları kullanması.

1985-1991: Irak’ın savunma amaçlı biyolo-jik silah kapasitesini şarbon, Botulium toksinleri ve aflatoksinleri içerecek şekilde artırması.

1987-1988: Sülfür hardal ve sârin gazı kul-lanılarak Irak’ın Halep’te gerçekleştirdiği saldırı.

1990 ve sonrasında kimyasal ve biyolojik silahların askeri ve savunma amaçlı olarak kul-lanılmasının yerini farklı amaçlar doğrultusun-daki terörist kullanımlar al-mıştır.

1990-1995: Japonya’da Matsumato ve Tokyo’daki te-rörist saldırılarında butilinal toksinler, şarbon mikrobu ve sârin gazı kullanımı.

2001: ABD ve Avrupa’da şarbon mikrobu ile kontami-ne edilmiş isimsiz mektuplar gönderilmesi. (www.arkasokak.net

- Kaynak: Ege Üniversitesi Fen Fakültesi Biyokimya Bölümün-

den Doç.Dr. Erol Akyılmaz’ın ‘Bilimin ve Teknolojinin Karanlık

Yüzü: Kimyasal ve Biyolojik Silahlar’ başlıklı makalesi.)

II. Dünya Savaşı sırasında 1940-1945 ta-rihleri arasında Japon kuvvetleri yanlarında aldıkları 3 bine yakın bilim adamı ile Man-çurya şehrinde 5 kampta şarbon, veba, kolera, tüberküloz ve menenjit gibi çeşitli enfeksiyon hastalığı virüslerini yakaladıkları esirler üzerinde deneyip binlerce kişinin ölümü-ne sebep olmuşlardır. Çin 11 şehirde, yine bu salgın hastalık virüsleriyle kontamine edilmiş ve yaklaşık 10 bin insan hayatını kaybetmiştir. (J. Ammed Assoc, 1997) 1932-1945 tarihleri arasında Japonya, Çin’de biyolo-

jik silahlarla (ağırlıkla veba virüsüyle) top-lamda 260 bin kişi öldürdü. (NTV, 2001) Yine sömürgeciler tarafından Zaire ve Sudan’da salgılanan Ebola virüsü, 1970’li yılların son-larında yüzlerce insanı öldüren bir virüs olarak tarihe geçti.

Buna benzer feci vakıalardan dolayı olsa gerek ki, kendilerini dünyanın tek sahibi addeden ABD ve Avrupa devletleri, -söz-de- buna engel olmak için ve ülkelerin bunu kullanmalarına mani olmak için 1972 yılın-da Cenevre Sözleşmesi’ni imzaladılar. Ancak bu anlaşmada bile bundan tamamen vazge-çilmiyor, anlaşma gereği taraf olan ülkelerin temsilcilerinin söz konusu anlaşmanın uy-

gulanmasında doğan ak-saklıkları tartışıp, sorunla-ra çözüm yolları bulmaya çalışacağı, ülkelerin ken-dilerini savunacak ölçüde biyolojik silahlar üzerin-de çalışmalar yapmasına izin verileceği, ancak bu silahların başka ülkelere saldırmak üzere kullanıl-masının yasaklanacağı belirtiliyordu. (NTV, Cenev-

re, 11.11.2002) Ancak bu sözde anlaşmanın ne kadar kaypak olduğu anlaşmanın yapıldığı tarihten çok değil, 1 yıl sonra anlaşılıyordu. 1973 yılında 5 binden fazla ABD askerinin yaklaşık olarak 50 kimyasal ve biyolojik si-lah denemesinde görev yaptığı anlaşılıyor-du. Öyle ki böyle bir vakıanın gerçekleştiği-ni de 2003 yılında Pentagon Resmî Sözcülü-ğü açıklıyordu.

Günümüze yaklaşıldığında ise biyolojik silah üretiminin ne kadar revaçta olduğu, bir kısım devletlerin resmî demeçlerine yan-sıyabilecek kadar tehlikesinin idrak edildiği ve tehdit unsuru olarak telakki edildiği açı-ğa çıkmaktadır. Mesela, 2004 yılında Ame-

Biyolojik Silahlar ve Onu Kullanan Kirli Eller

1973 yılında 5 binden fazla ABD askerinin yaklaşık olarak 50 kimyasal ve

biyolojik silah denemesinde görev yaptığı anlaşılıyordu. Öyle ki böyle bir vakıanın

gerçekleştiğini de 2003 yılında Pentagon Resmî Sözcülüğü açıklıyordu.

Page 42: KöklüDeğişim 75.Sayı

40Aralık 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

rikan Merkezi Haber Alma Bürosu CIA’in kitle imha silahlarıyla ilgili son raporunda, ‘‘Suriye, yabancı kaynaklardan kimyasal silah-larla ilgili ekspertiz görüşü aldı. Şam’ın elinde sinir gazı sârin bulunuyor, ancak daha zehirli ve daha etkili sinir gazı üretmeye çalıştığı anlaşılı-yor. Suriye’nin biyolojik silah yeteneğini geliş-tirmeye devam ettiği de kuvvetle muhtemeldir’’ denilerek, Suriye üstü açık bir şekilde teh-dit ediliyordu. ABD’nin Latin Amerika’dan sorumlu Dışişleri Bakan Yardımcısı Roger Noriega “Biz Küba’nın en azından sınırlı, ge-liştirilme safhasında, saldırı amaçlı biyolojik silah araştırması yaptığına ve bu silahları ge-liştirme yönünde faaliyet gösterdiğine inanıyo-ruz” (03.10.2003, Hürriyet) şeklindeki demeciyle Küba’yı tehdit ediyordu. Böyle bir tehlike-nin farkına varan bu ülkeler zaman zaman aldıkları güvenlik önlemleriyle aslında düş-manlarının bu silahı kullanabilme olasılığını göz ardı etmediklerini göstermektedir. Me-sela, Körfez Savaşı sırasında 150 bin ABD askeri şarbon tehlikesine karşı aşılanmıştır. Üst düzey 8 bin asker ise, botulinum tokso-id aşısı olmuştur. Alman ordusu herhangi bir biyolojik silah saldırısına karşı 1 milyon dozluk çiçek aşısı ısmarlamıştır.

Tüm bu örnekler de gösteriyor ki, üreti-len bu hastalık virüslerinin varlığı kadar bu tehdidi ortadan kaldıracak biyolojik anti-korlara yani biyolojik savunma mekanizma-larına yahut güncel anlamda aşılara ihtiyaç vardır. Kim bilir belki de en son Haiti’deki kolera virüsü salgınının bu konumuzla yakın bir ilgisi vardır. Şöyle ki; o ülkeye yardım için ilaç satın almak isteyen ülkelere peşin parayla ilaç satan devletleri incelemek gere-kiyor. O satıcı ülkelerin ilaç şirketlerinin bi-yoteknoloji laboratuarlarında üretilen ilacın üretim yüzdelerine bakmak konumuzu ka-naatimce aydınlatacaktır. Yakın bir zaman-da Türkiye’de domuz gribi virüsü için satın

alınan aşının meblağı ve satın alınan ülke incelendiğinde durum vakıamız açısından netleşecektir.

İşte Kapitalizmin insanın nesline verdiği kıymet burada açığa çıkmaktadır. Bu kıy-met onu bir sömürge aracı haline getirmek-tir. Yeri geldiğinde menfaati gereği canına kastetmek, yeri geldiğinde 10 TL’lik bir ilaç için 10 bin insanın ölmesine dahi göz yuma-cak kadar canileşmek, şeklinde tezahür et-mektedir. Oysaki İslam ideolojisinin insana verdiği kıymet ise, onun Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın yarattığı mükerrem bir varlık ve yarattıklarının en şereflisi olmasıdır. Bunun için de sadece neslini değil, ırzını, aklını, insanî tüm kıymetlerini muhafaza etmesi-ni, ideolojisinin esasî kıymetleri olarak ad-deder. İşte bu İslam ideolojisini tatbik eden İslamî bir devlette doğal olarak biyotekno-loji laboratuarlarında üreteceği, geliştirece-ği her bir ürün sadece ve sadece insan için, insanın doğal yaşamı için gereksinim duya-cağı ürünlerin geliştirilmesi için olacaktır. Yoksa nesli ve ekini yok etmek için değil.

Biyolojik Silahlar ve Onu Kullanan Kirli Eller

Page 43: KöklüDeğişim 75.Sayı

41 KÖKLÜDEĞİŞİM - Aralık 2010

halkın zenginlikler içinde olmasına rağmen sefalet içinde bir hayat sürmesine sebep ol-maktadır. Sömürgecilerin, Ümmet’in kanı-na, canına, malına üşüşmelerinin şimdiki durağı olan Sudan, oldukça zorlu bir sü-recin içerisine girmiştir. Özellikle ABD’nin başı çektiği sömürgeci kâfir devletler, Sudan üzerinde kirli planlarını uygulamaya geçir-mişler ve gelinen aşamada Sudan’ın ikiye bölünmesi politikası üzerinde anlaşmaya varmış görünmektedirler.

Sudan’ı ikiye bölme düşüncelerinin al-tında yatan sebepler, gerek siyasî, gerek iktisadî, gerekse de askerî olsun, çok boyut-lu bir platformda değerlendirilmesi gereken bir konudur.

Uzun yıllar İngiltere’nin sömürgesi olan Sudan, yıllarca İngiltere’nin Afrika üzerin-de planlarını gerçekleştirdiği bir ‘Truva atı’ olmuştur. Stratejik konumundan dolayı bir-çok Afrika ülkesine açılan Sudan, kendisine sahip olan ülkelere siyasî, askerî, iktisadî ba-

Talha YAŞAR

2.506.000 kilometrekarelik yüzölçü-müyle Afrika’nın en büyük ülkesi olan Sudan, yaklaşık 40 milyon insa-

nı toprakları üzerinde barındırmaktadır. Bu 40 milyonluk nüfusun, % 95’i Müslümanlar-dan oluşturmaktadır. Bu oran bu kıtadaki en yoğun Müslüman nüfusu teşkil etmektedir.

Dokuz ülke ile komşu olan Sudan’ın, ku-zeyinde Mısır, kuzeydoğusunda Kızıldeniz, doğusunda Eritre ve Etiyopya, güneyinde Kenya, Uganda, Zaire, batısında ise Orta Afrika Cumhuriyeti ve Çad, kuzeybatısın-da ise Libya yer alır. Bütün Sudan’ı boydan boya kat eden dünyanın en uzun nehri olan Nil’in üzerinden geçiyor olması, yer altı kaynaklarının henüz tam olarak keşfedil-memiş bulunması, Sudan’ı jeopolitik ve jeo-stratejik açıdan oldukça önem arz eden bir ülke haline getirmektedir.

Bu önemi hasebiyle, sömürgeci kâfirlerin akbabalar gibi üzerine üşüşmesi, tüm sal-dırılan beldelerde olduğu gibi Sudan’da da

Page 44: KöklüDeğişim 75.Sayı

42Aralık 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

kımdan çok önemli üstünlükler sağlamıştır. İngiltere’nin sömürüsü olan Sudan, 1 Ocak 1956 yılında -sözde- bağımsızlığına kavuş-muş, fakat İngiltere kurnaz siyasetiyle, bu-rada uzun yıllar boyunca istikrarın oluşma-sını engelleyici siyasî hamleler yapmıştır. Nitekim 1980’lerden bu yana Sudan’da iç çatışmalar, sınır kavgaları hiç eksik olma-mıştır. 2000’li yıllara gelindiğinde yaklaşık 2 milyon insan yaşamını yitirirken, milyon-larca insan da mülteci durumuna düşmüş-tür.

İngiltere’nin II. Dünya Savaşı’ndan sonra lider-likten düşmesi sonucu yerine ABD’nin geçme-siyle birlikte dünyanın birçok yerinde olduğu gibi Sudan’da da bu de-ğişimin etkileri görülmüş ama kâfirlerin menfaat-lerini gerçekleştirme yeri olmaktan bir türlü kurtu-lamamıştır. ABD’nin özel-likle 90’lı yıllardan itiba-ren Ortadoğu’ya yönelik fiilî saldırıları sonucu Af-rika da bu saldırılardan nasibini almaya başlamış-tır. Kapitalizmi dünyaya yayma gayreti içinde olan ABD, dünyanın farklı bölgelerinde farklı doktrinler geliştir-miştir. Bu meyanda Asya Kıtası’nda Müslü-manların yoğun olarak yaşadığı ve zengin yer altı kaynaklarının bulunduğu coğraf-yada “Büyük Ortadoğu Projesi”, Afrika’da, “Büyük Afrika Boynuzu Projesi” geliştirilmiş ve adım adım uygulanmaya başlanmıştır. Bu projenin en önemli ayağını oluşturan Sudan’ın ikiye ayrılması yani Güney’in Kuzey’den ayrılması projesi, neredeyse ger-çekleştirilme safhasına gelmiştir. Yıllarca

Etiyopya, Kenya, Uganda, Zaire gibi ülkeler üzerinden Sudan’ı bölme planlarının hayata geçirilmesi için iç karışıklıklarla çatışma or-tamı oluşturularak ülke içinde kaos meyda-na getirilmek istenmiş, nihayetinde ekseri-yeti Müslüman olmayan Güney’in, merkezî yönetime bir başkaldırı niteliği kazanması sağlanarak, Kuzey’den bağımsız bir devlet olma düşüncesi olgunlaştırılmaya çalışıl-mıştır. Güney’in genelinin Hıristiyan olma-sı, dillerinin kuzeydekilerden farklı olması ve 2005 yılında imzalanan “Kapsamlı Ba-

rış Antlaşması (CPA)”yla siyasî olarak özerk hale gelen Güney Sudan için artık bağımsız bir devlet olma yolu açılmıştır.

Başta Güney’in ay-rılmasına hiçbir şekilde müsaade edilmeyeceğini açıklayan devlet yetkilile-ri, daha sonra Darfur’da meydana gelen iç karı-şıklıkların artması netice-sinde Millî Kongre Partisi (NCP) Başkanı Ömer el-Beşir, 2005 yılında -tabiri caizse- Darfur’a karşılık Güney Sudan’ın CPA ile özerk bir statüye kavuş-

masını sağlayan adımın atılmasını onay-lamıştır. ABD’nin daha önce Eritre’nin, Etiyopya’dan ayrılması için geliştirdiği senaryoların tümü, şuan Güney Sudan’ın, Sudan’dan ayrılmasını gerçekleştirmek için uygulamaya konulmuş bulunmaktadır. Eritre’nin ayrılması noktasında, ayrılıkçı gruplara her türlü askerî teçhizat sağlanmış, fitne ortamı oluşturularak başkaldırıların bir bağımsızlık, özgürlük hareketi olduğu lanse edilmeye çalışılmış, nihayetinde yüz binlerce insanın ölümüne, yaralanmasına

Sudan Kurtlar Sofrasında

Yıllarca Etiyopya, Kenya, Uganda, Zaire gibi ülkeler üzerinden Sudan’ı bölme

planlarının hayata geçirilmesi için iç karışıklıklarla çatışma

ortamı oluşturularak ülke içinde kaos meydana getirilmek

istenmiş, nihayetinde ekseriyeti Müslüman

olmayan Güney’in, merkezî yönetime bir başkaldırı

niteliği kazanması sağlanarak, Kuzey’den bağımsız bir devlet olma düşüncesi

olgunlaştırılmaya çalışılmıştır.

Page 45: KöklüDeğişim 75.Sayı

43 KÖKLÜDEĞİŞİM - Aralık 2010

ve mülteci durumuna düşmesine sebep olunmuştur. Dahası bu ayrılıkçı hareketler, siyasî bütünlüğün parçalanmasına sebep ol-muştur. Aynı senaryolar bugün Sudan üze-rinde oynanmaya başlanmıştır.

ABD’nin Afrika üzerindeki stratejinin ana hatları, özellikle Clinton’un, 23.03.1998 ve 02.04.1998 tarihleri arasında Gana’ya yaptığı ziyaret esnasında sarf ettiği şu söz-leri ile netleşmektedir:

“Amerikalıların yeni Afrika’yı haritalarına almalarının zamanı gelmiştir.” Bu söz, ABD için Afrika’nın kendileri açısından siyasî olarak ne kadar önemli olduğunu ortaya koyması bakımından oldukça anlamlıdır. Bu anlayışın deva-mında bunu hayata geçirmek için kriz odaklı merkezlere, 1 Ekim 2008 yılında gü-venlik eksenli bir ku-ruluş olan AFRİCOM kurduruldu. Ve bu kuruluş, kurulduğu günden itibaren kriz odaklı ülkelerde yüz binlerce askeri eğitti. Bu sürecin en önemli ayağı ise, -Güney Sudan’ın ayrılması için- o coğrafyada eğitilen binlerce asker oldu. ABD, AFRİCOM üzerinden kendisine mu-halif olan yerlere operasyonlar düzenleye-rek -Somali örneğinde olduğu gibi- buraları kendi mecrasına çekmeye çalışmıştır. Yine Güney Sudan da, özellikle ABD ve “İsra-il” şirketlerinin yoğun bir şekilde faaliyette bulunmaları, eğitim kurumlarına bu ülke-lerden yetişmiş kişilerin getirilmiş olması, nükleer tesis için “İsrail”e, buralardan uy-gun yerlerin verilmesi, Güney’in ayrılma-sı için nasıl bir çaba içerisinde olduklarını göstermektedir. Yine ABD’nin Darfur’daki

ayrılıkçı hareketleri desteklemesi, sadece Güney Sudan’ın ayrılmasının kendileri için yeterliği görülmediğinin bir göstergesidir.

Dışişleri Bakanı Clinton’ın, “Güney Su-dan için ayrılma, mutlaka olmalıdır.” Sözü, ABD’nin Sudan’ı bölme noktasındaki karar-lılığını ortaya koymak bakımından önemli-dir. 9 Ocak 2011’de fiilî ayrılmanın yaşana-cağı referandumu desteklemiş olmaları, re-ferandumun zamanında yapılması için her türlü devletlerarası siyasî baskıyı kurmaları, yine el altından bölgedeki ayrılıkçı hareket-lere her türlü iktisadî, askerî desteğin veril-miş olması, buradaki hareketlerin merkeze karşı cesaretlenmesini sağlayarak ayrılmayı

kaçınılmaz bir hale ge-tirmiştir. Kâfirler, bu bölgede Müslümanlar üzerine bu kadar pro-je geliştirip hayata ge-çirme noktasında geri durmazlarken idare-cileri, ne yapmakta-dır, acaba? Görünen o ki, ülkenin iktisadî, askerî, siyasî bütün-lüğünü bozacak bu gelişmelere idareciler

sadece seyirci kalmakla yetinmeyip bu bö-lünmenin onaylandığının işaretlerini de ver-mekteler. Sudan Devlet Başkanı el-Beşir’in, 2011 yılında yapılacak olan referanduma ilişkin olarak “Referandum, dünyanın sonu de-ğil” şeklindeki beyanatı, yine el-Beşir’in, “bir daha çatışma olmayacak” ifadesi, meselenin ölüm-kalım meselesi olmaktan çıkıp elde-kiyle yetinme mücadelesine dönüştüğünün bir göstergesidir. Şimdi ABD’nin Güney’in, Sudan’dan ayrılması için bu kadar ısrarcı olmasının altında yatan gerçek sebepleri irdelememiz gerekmektedir. Bu sebepleri şöyle sıralayabiliriz:

Sudan Kurtlar Sofrasında

Page 46: KöklüDeğişim 75.Sayı

44Aralık 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

1995 yılında ortaya koymuş olduğu ve Eti-•yopya, Somali, Eritre, Uganda, Kongo, Ruanda, Burundi ve Güney Sudan’ı kapsayan “Büyük Afrika Boynuzu Projesi”ni hayata geçirmek.

Büyük Afrika Boynuzu Projesi kapsamın-•da yer alan ülkeler ve çevresindeki ülkelerin bol miktarda olan altın, kobalt, uranyum, petrol gibi stratejik ve iktisadî yönden değer ifade eden yer altı kaynaklarını sömürmek.

Dünya’nın en uzun nehri olan ve Sudan, •Mısır için hayatî önem arz eden Nil Nehri’nin kontrolünü sağlayarak bunu siyasî, iktisadî bir güç olarak dayatmak. Nil Nehri’nin geçtiği bir-çok ülkede tarıma dayalı plantasyonlar kurarak buranın tarımından kendilerinin faydalanması-nı sağlamak.

Afrika’nın en büyük ülkesi olan Sudan’ın •tamamına sahip olunamıyorsa, buranın kendi inisiyatifine alınabilecek kadar olan yeri -Türki-ye büyüklüğü kadar olan bir yeri- ayırarak, 3/1 oranında küçülterek Güney’in ayrılmasını sağ-layıp Sudan’ı dar bir alana hapsetmek.

AFRİCOM gibi güvenlik eksenli kuruluş-•larla kendisine karşı oluşabilecek herhangi bir faaliyete anında müdahale etmek.

Afrika’nın en fazla Müslüman nüfusu-•na sahip olan Sudan’ı dar bir alana hapsederek İslam’ın diğer insanlara ulaşmasına engel ol-mak... Daha sonra ise Afrika’nın %17’sini oluş-turan Müslüman nüfusun, Hıristiyan nüfus içinde askerî, iktisadî, siyasî hamlelerle erimesini sağlamak...

Güney’in, Sudan’dan ayrılmasından son-•raki süreçte, Darfur ve benzerleri gibi yerlerde ayrılıkçı hareketleri tetikleyerek başka bölünme-leri gerçekleştirene kadar onları desteklemek.

Güney Sudan’ın ayrılmasını sağlayarak •Müslümanlar için jeopolitik ve jeo-stratejik öne-mi olan Sudan’ı bu özelliklerden mahrum bırak-mak.

Ortadoğuda, Müslümanların kalbine yerleş-•tirilen “İsrail” gibi bir yapıyı Afrika Kıtası’nda da Güney Sudan’da inşa etmek.

Bölge Müslümanlarının, kurulması yakın •olan İslam Devleti’yle bütünleşmelerini engel-leyerek kendi ömürlerini biraz daha uzatmaya çalışmak…

Kâfirler, bu oyunları oynarken tabii ki Müslümanların üzerine düşen sorumlulu-ğun bugün her zamankinden daha fazla ol-duğu unutulmamalıdır. Mesele, ne bugün; el-Beşir’in, ayrılmanın kuvvetle muhtemel olduğu 9 Ocak 2011’deki referanduma göz yumması kadar basit bir meseledir, ne de kâfirlerin tehditlerine aldırılacak kadar on-ları ciddiye alma meselesidir. Meselenin, ölüm-kalım meselesi haline getirilmesi gerek-mektedir. Ümmet yeni bir “İsrail” fitnesi gibi bir oluşumu kabullenmemelidir. Çün-kü Müslümanların, artık Büyük Ortadoğu projeleri, Büyük Afrika Boynuzu projeleri gibi Müslümanları sömüren oluşumları bozma-ları gerekmektedir. Irak’ta, Etiyopya’da, Filistin’de gerçekleşen fitnelerden ders ala-rak Güney Sudan’ın ayrılmasını kesinlikle kabul etmemeleri, var olan fitne yuvala-rını ise, güçlerini bir araya toplayarak ve kâfirlerin korktuğu İslam Devleti’ni yeni-den ikame ederek ortadan kaldırmaları ge-rekmektedir.

Bu da, yakındır inşaAllah!

Sudan Kurtlar Sofrasında

Page 47: KöklüDeğişim 75.Sayı

45 KÖKLÜDEĞİŞİM - Aralık 2010

Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yöneti-mi:

Bugün nasıl Sünnî ve Şiî İtti-fakları, işgal sonrası sömürgeci tarafından yeniden inşa(!) edilmeye başlanan Irak Devleti ve yeni Irak yönetimi için önemli unsurlar ise; Kuzey Irak Kürt Yönetimi de geçmişi ve bugünüyle o derece etkili ve dik-kat edilmesi gereken bir unsurdur. Son se-çimler itibariyle Kürdistan Koalisyonu’nun Irak Parlamentosu’nda elde etmiş olduğu sandalye sayısı, O’nun yeni oluşturulan Irak Devlet yapısının üç sacayağından biri olduğunu ortaya koymaktadır. O’nu farklı kılan ise; bu meselenin yalnızca Irak Devlet yapısı ve yeni Irak Yönetimi’ni ilgilendiren bir mesele olmasının dışında, başta Türkiye olmak üzere içerisinde Kürt azınlıkları ba-rındıran çok daha geniş bir bölgeye hitap eden bir mesele olmasıdır. Ayrıca temelle-ri I. Dünya Savaşı’ndan sonra atılmış olan bu mesele, Ortadoğu hâkimiyeti için istik-

rar ortamı oluşturma gayreti içerisinde olan ABD’nin öncelikli olarak ele alması gereken bir mesele konumundadır.

Büyük Ortadoğu Projesi’nin hayata geçi-rilmesi ve buna bağlı olarak da gerek Irak’ta ve gerekse diğer İslamî beldelerde gerçek-leştirilen ABD odaklı yeni düzenlemeler ele alındığında; Amerika’nın sömürü politika-larıyla İngiltere’nin sömürü politikaları ara-sındaki farka da ana hatlarıyla kısaca değin-mek gerekir. Son yüzyılın ikinci yarısından itibaren ABD tarafından değiştirilmeye baş-lanan İngiliz politikalarının temeli, bölgeler üzerinde kargaşa ve istikrarsızlığa dayalı bir düzen oluşturma esasına dayanan an-layış doğrultusunda atılmıştır. Bu anlayışa göre ulusal yapılar halinde bölünen toprak-lar üzerinde her an harekete geçirilebilecek etnik yapılarla, mezhepsel ve kültürel ayrı-lıklardan ibaret oluşumlar sürekli hazır bek-letilmektedir. Ayrıca bu yapıların bulundu-ğu ulusal sınırlar üzerinde otorite sahibi

İbrahim ERGeçen Sayıdan Devam...

Page 48: KöklüDeğişim 75.Sayı

46Aralık 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

olan baskıcı ve tebaasına karşı acımasızca davranan yönetimler de, bu oluşumlar kar-şısında “balyoz” görevini üstlenmektedir. İşte İngilizlerin, neredeyse bir asır boyuca İslam Beldeleri üzerindeki hegemonyasının devam etmesinde bu politika etkin olmuş-tur. Böylelikle; oluşturulan bu ulusal sınır-lar ve ortaya çıkarılan sunî yapılarla, sürek-li kargaşa ve çekişmelere maruz bırakılan Müslümanlar, asıl düşmanları olan Sömür-geci Kâfileri bırakıp birbirlerine düşmüş oldular. Diğer taraftan da dönemin dünya siyaset arenasındaki “birinci devlet”i olan İngiltere, bu yapılarla kendi varlığını garan-ti altına alma yoluna gitmiş ve bölgelerin kendi kontrolünden çıkma tehlikesi karşısında ortamı kolayca karıştırıp sonra da sert müdahalelerle yatıştı-rabileceği yapıları her za-man aktif halde tutmuştur. Mesela, Türkiye’deki İngi-liz destekli yapı, II. Dün-ya Savaşı sonrasına kadar yani, ABD’nin yeni sömürü politikası olan “Liberal” an-layışın etkili olmaya başla-yışına kadar; gerek İslamî hassasiyetlerinden dolayı ve gerekse Kürt kimliklerinden dolayı kendi toprakları üze-rinde ve kendi halkına karşı adeta demir bir yumruk olup çok büyük baskılar ve zulüm-ler uygulamıştır.

Bu politikalar daha çok, İngilizlerin mey-dana getirdikleri yeni devletlere ve onların sunî ulusal sınırları içerisindeki tebaalarına karşı uyguladıkları politikalardır. Onların sömürü politikalarının kontrol mekanizma-sını oluşturan bir diğer yapı şekli de; stra-tejik açıdan önemli gördükleri bölgelerde oluşturdukları ve kendileri açısından tam-pon görevi gören bölgelerdir. Bu bölgeler,

özellikle kontrolün kendi ellerinden gide-ceği tehlikesi oluştuğu anda harekete geçi-rilerek kargaşa ortamı oluşturmak suretiy-le müdahale zemininin zuhur ettirilmesini sağlamayı planladıkları bölgelerdir. Keşmir gibi, Bosna gibi, Filistin gibi bölgeler bu, anlatmaya çalıştığımız meseleye örnek teş-kil etmektedirler. İşte bugünkü Kuzey Irak Kürt Yönetimi’nin ortaya çıkmasının zemi-nini oluşturan hamleler de, o dönemlerde ve bu sinsi düşüncelerle gerçekleştirilmiştir.

Sınırların İngilizler tarafından şekillendi-rildiği I. Dünya Savaşı sonrası, İslam Belde-lerinde ortaya çıkan ulusal devletlerin ara-sında kalacak şekilde İngilizler tarafından

bir Kürt tampon bölgesi oluşturulmuştur. Bölgenin yerleşik halkı olup olduk-ça yoğun bir nüfuza sahip olmalarına karşın, kendile-rine ait bir devletlerinin ol-mamasının sebebi; Sömür-geci İngilizlerin Onlarla, Türkiye, İran, Irak ve Suriye gibi devletler arasında ge-rektiğinde bir “mesele” ha-line getirilmek üzere, kendi çıkarlarına hizmet edecek

ortamlar oluşturmayı planlamasındandır. Aslında bu mesele Ümmet’in bölünmüşlü-ğünün bir göstergesi ve sömürgecilerin bu konudaki başarılarının bir sonucu olarak ele alınabilir. Sonuçta İslam Ümmeti’nin belke-miği konumunda olan ve büyük fetihlerin gerçekleştirilip İslam’ın âleme yayılmasın-da öncü konumundaki Türk, Kürt ve Arap Müslümanların aralarının açılmasını ve birbirlerine yönelik husumetlerin oluşma-sını sağlamışlardır. Daha net bir ifadeyle, kardeşlerin arasını açarak İslam’ın gücünü kırmışlardır. Gerçi gelinen nokta itibariyle, bugünkü işbirlikçi yöneticiler tarafından uy-

Petrolün İnsan Hayatından Daha Değerli Sayıldığı... Irak... (5)

Sınırların İngilizler tarafından şekillendirildiği I. Dünya Savaşı sonrası, İslam Beldelerinde ortaya çıkan ulusal devletlerin arasında kalacak şekilde İngilizler tarafından bir

Kürt tampon bölgesi oluşturulmuştur.

Page 49: KöklüDeğişim 75.Sayı

47 KÖKLÜDEĞİŞİM - Aralık 2010

gulanmaya çalışılan yeni sömürgeci projeler dâhilinde kardeşlik söylemleri de artık birer slogan haline getirilmiştir. Sonuçta onların sloganları bir yana, bu Ümmet’i oluşturan bu üç güzide millet, bu Ümmet’i oluşturan diğer milletlerin mensupları gibi gerçekten kardeştirler.

لعلكم الله أخويكم واتقوا بين فأصلحوا إخوة المؤمنون إنما ترحمون

“Mü’minler ancak kardeştirler. Öyley-se kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin.” (el-Hucurat 10)

Dolayısıyla bu kar-deşlerin, asırlarca ol-duğu gibi yine, millî duygulardan arın-mış tek bir ümmet olarak İslam Hilafet Devleti’nin çatısı altın-da yaşamaları şer’î bir zorunluluktur. Yoksa dün sunî sınırlarla kar-deşlerin arasını ayıra-rak nifak tohumları sa-çıp, Türkiye’deki gibi, “Kürt” diye bir varlığı kabul etmeyerek asi-mile etmeye çalışanlarla, bugün “Kürt” var-lığını kabul edip çözülmesi gereken bir so-run olarak ortaya atarak “Kürt-Türk kardeş-tir” naraları atanlar arasında esas itibariyle hiçbir fark yoktur. Bu hususta diğer belde-lerdeki durum da Türkiye’dekinden farklı değildir. Sonuçta Irak Toprakları da, Arap, Kürt ve Türkmen Müslümanların barınağı durumundadır ve sömürgecilerin oluştur-dukları aynı fitne ateşi onlar üzerinde de mevcuttur.

Osmanlı Hilafet Devleti’nin yıkılmasının ardından Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin

kurulması ve ardından da Irak’ın nihaî sı-nırlarının belirginleştirilmesi ile oluşturulan yeni devlet yapıları, Kürt’lerin bölgedeki durumunu da netleştirmiştir. İşte bu süreç-ten sonra özellikle de Irak’ta birçok ayrılık-çı Kürt hareketi ortaya çıkmıştır. Bunların en önemlisi şüphesiz, bugünkü “Kuzey Irak Kürt Yönetimi” adı altında hayat bulan yapı-nın mimarı olan ve bu yönetimin lideri ko-numundaki Mesut Barzanî’nin de mensu-bu olduğu “Barzan” aşiretinin hareketidir. Şu an hali hazırda yeni Irak Devleti’nin üç parçasından biri olan bu hareketin temel-leri 1931 yılında Mustafa Barzanî’nin (Me-

sut Barzanî’nin babası) Irak Hükümeti’ne yönelik ilk isyanıyla atılmıştır. 1943 yılında gerçekleş-tirilen ikinci isyanın iki yıl sonra Bağdat yöne-timi tarafından bastı-rılmasının ardından Sovyetler Birliği’ne ge-çen Barzanî, AbdulKe-rim Kasım’ın 1958 yı-lında Irak Krallığı’nı yıktığı darbenin ar-dından yeniden Irak’a dönmüştür. Başlangıç-

ta Kürdistan Demokratik Partisi’nin lideri olarak yeni yönetimi destekliyor görüntüsü vermiş olsa da, daha sonraları ekonomik ve kültürel haklar konusunda verilen sözlerin yerine getirilmemesini gerekçe göstererek 1961 yılında Irak yönetimine karşı yeniden ayaklanmıştır. Bu ayaklanma neticesinde emrinde bulunan Peşmerge (öncü, savaşçı) denilen gerilla kuvvetiyle, Kuzey Irak’ın büyük bir bölümüne egemen olmuştur. Bu ayaklanma esnasında her ne kadar gelen hükümetlerin yaklaşımlarına göre zaman-zaman ateşkes anlaşmaları yapılmış ise de, genel olarak silahlı mücadele 1970 yılında

Petrolün İnsan Hayatından Daha Değerli Sayıldığı... Irak... (5)

Page 50: KöklüDeğişim 75.Sayı

48Aralık 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

yapılan anlaşmaya kadar devam etmiştir.

11 Mart 1970 tarihinde Mustafa Barzanî ile Saddam Hüseyin arasında yapılan bu an-laşmaya göre, Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yö-netimi özerk bir yapı olarak fiilen kurulmuş oldu. Bu anlaşma çerçevesinde, bölgedeki üç il ve yaklaşık otuz yedi bin metrekarelik bir alan Erbil’de kurulacak bir yerel par-lamento tarafından yönetilecektir. Ayrıca Irak Parlamentosu’nda beş Kürt bakan bu-lunacak ve başbakan vekili de Kürt olacak-tır. Kürtçe de ülkenin genelinde Arapçanın yanı sıra ikinci resmî dil olacaktır.

Şu an itibariyle Süley-maniye, Erbil ve Duhok illeri Kuzey Irak Kürt yönetimi bünyesinde bulunmaktadır. Bölge-sel Yönetim ise Diyala, Nineve ve Selahaddin kentlerinin bazı kazaları ile Kerkük’ün tamamını talep etmektedir. Burada önemli olan husus, daha önce yaşanan bütün sü-reçlerde olduğu gibi zengin petrol ve doğal-gaz yataklarının akıbeti hususudur. Bu nedenle Kerkük’ün statüsü şu ana kadar henüz netlik kazanamamıştır. Ancak burada şu anki vakıanın “Genişletil-miş Ortadoğu Projesi” çerçevesi kapsamında geliştiğini göz önünde bulundurduğumuz-da, özellikle Türkiye’deki “Demokratik Açı-lım” projesinin hayata geçirilebilmesinin, ABD’nin arzulamış olduğu bölge istikrarı açısından önemi ortaya çıkacaktır.

Amerika aslında I. Dünya Savaşı’ndan bu yana Kürtlere ait bir varlık oluşturmak için çabalamıştır. Nitekim savaşın ardın-

dan; Osmanlı İslam Devleti’nin parçalan-masıyla birlikte, yeni ulusal devletlerin oluşturulması neticesinde Kürt meselesi-nin patlak vermesi, dönemin ABD Başkanı Wilson’ı, Versay Konferansı’nda Kürtlere self-determinasyon (ulusların kendi geleceklerini

kendilerinin belirleme) hakkı verilmesi konusun-da çağrıda bulunmaya sevk etmiştir. Ancak o dönemde birinci devlet konumunda olan İngiltere, kendi politikalarına uygun düşme-diği için bu çağrıya kulak asmamıştır. Bu ge-lişmeden sonraki dönemlerde de Amerika, Kürtleri bölgede sürekli desteklemiş ve on-

ların içindeki bağımsızlık ateşini sürekli olarak kö-rüklemiştir. Özellikle de Saddam rejimine yönelik çok büyük bir muhalefet oluşturmayı başarmış ve bu mesele, İran-Irak Savaşı esnasında Irak’ın Kuzeyi’nin Merkezî Hükümet’in kontrolün-den çıkarak İran’la it-tifak yapmasına kadar gitmiştir. Saddam’ın buna tepkisi sert olmuş ve tarihte “Halepçe Katli-amı” olarak bilinen 1988 yılındaki katliam ger-çekleştirilerek, savaş ön-

cesi ve savaş sonrası dönemde Saddam’ın zulmünden kurtulmak isteyen on binlerce Kürt Mülteci Türkiye’ye sığınmak zorun-da kalmıştır. Saddam Hüseyin, kendisine yönelik bu muhalif durumu daha önceden fark etmiş ve 1974 yılında, 1970 yılında ya-pılan “Özerklik Anlaşması” nı bozarak Kürt Bakanları Meclis’ten çıkarmıştır.

Saddam rejiminin Kuveyt’i ilhak etme-siyle birlikte başlayan II. Körfez Savaşı’nın ardından, Nisan 1991 yılında ABD Irak’ta

Petrolün İnsan Hayatından Daha Değerli Sayıldığı... Irak... (5)

Amerika aslında I. Dünya Savaşı’ndan bu yana Kürtlere ait bir varlık oluşturmak için çabalamıştır. Nitekim savaşın

ardından; Osmanlı İslam Devleti’nin parçalanmasıyla

birlikte, yeni ulusal devletlerin oluşturulması neticesinde Kürt

meselesinin patlak vermesi, dönemin ABD Başkanı Wilson’ı, Versay Konferansı’nda Kürtlere

self-determinasyon hakkı verilmesi konusunda çağrıda

bulunmaya sevk etmiştir.

Page 51: KöklüDeğişim 75.Sayı

49 KÖKLÜDEĞİŞİM - Aralık 2010

ambargo koyma ve uçuşa yasak bölgeler tesis etme imkânını elde etmiş oldu. Böy-lece ilk kez ajanı olan AbdulKerim Kasım döneminde dillendirdiği üç parçadan oluşan federal bir Irak Devleti modelini de uygulama fırsatı bulmuş oldu. Bu plan çerçevesinde ise, Kuzeyde güçlü bir Kürt Yönetimi’nin oluşturulması kaçınılmaz bir durum hali-ni almaktadır. Bu sebeple Irak’ı parçalara ayırmak ve bir Kürt Devleti kurmanın fitilini yakmak üzere güvenli bölgeler ve uçuşa ka-palı hava sahaları oluşturmak için harekete geçti ve bunda da başarılı oldu. Ambargola-rın başladığı ve uçuşa yasak bölgelerin oluş-turulduğu o tarihten 2003 yılına kadar böl-gede bu konudaki altyapının oluşması sağlanmıştır ve bu sürecin ağır faturası da her zaman oldu-ğu gibi Müslüman-lara ödettirilmiştir.

ABD adına bu sürecin ilk adımı, ayrılıkçı Kürt hare-ketleri arasındaki husumetleri gider-mek için harekete geçilerek atılmıştır. Amerika bölgede uzlaş-ma politikası izleyerek, Onlar için bir Kürt Yönetim mekanizması inşa etmenin yolunu aramıştır. Bu uzlaşmanın öncelikle Mesut Barzanî liderliğindeki “Kürdistan Demokratik Partisi” (KDP) ile Celal Talabanî Liderliğin-deki “Kürdistan Yurtseverler Birliği” (KYP) arasında bölgeyi ikiye bölen husumete yö-nelik olması sorunun kısa yoldan çözümü-nü de sağlamıştır. Her ne kadar bu ayrılıkçı Kürt hareketleri temelde -İngiliz bağlantılı hareketler- olmuş olsalar da, Amerika tara-fından sürekli desteklenerek Kuzey Irak’ta güçlü bir yapı haline gelmişlerdir. ABD’nin

Kongre’den heyetler göndererek Kuzey Irak’taki gelişmelerin Türkiye’ye yansıma-ları hususunda Türkiye’yi ikna etmesinin ardından, bütün gayretini Kuzey Irak’ta parlamentonun oluşturulması, devletin or-ganlarının yapılandırılması ve seçim süre-cinin kontrol altında gerçekleştirilmesine harcamıştır. Bu gayretler de, Kuzey Irak’ta istikrarlı bir yönetimi ve ayrılıkçı guruplar arasındaki husumetin ortadan kaldırılması-nı beraberinde getirmiştir.

Amerika adına gerçekleşen bu olumlu gelişmeler, Kuzey Irak’ın savaşın mümkün olduğunca dışında tutulmasıyla ve özellikle de Saddam dönemindeki muhalefetleri se-

bebiyle kendilerine vaat edilen özerk yapının gerçekleşti-rilmesiyle ödüllen-dirilmiştir. Yıllar-dan bu yana maruz kaldıkları ikinci sı-nıf vatandaş mua-melesinin kırılması ve bölge barışının sağlanması açısın-dan da; bölgenin iki önemli Kürt li-

derinden biri Irak Devlet Başkanlığı’na getirilirken diğeri de Bölgesel Yönetimin Başkanlığı’nı almıştır. Bugün gelinen nok-tada Kuzey Irak Yönetimi, Irak Merkezî Hükümeti’nin oluşumunda en aktif rolü üstlenen gurup olarak dikkati çekmektedir ve bu konuda iki büyük ittifak arasında ara-bulucu rolünü üstlenmektedir.

Bütün bu gelişmelere rağmen bölgede kesin bir Amerikan hâkimiyetinden bah-sedebilmek için henüz çok erkendir. Geliş-melerin özellikle Türkiye ayağı, İngilizlerin girişimleriyle ciddi anlamda sekteye uğ-ratılmıştır. Daha halledilmesi gereken bir

Petrolün İnsan Hayatından Daha Değerli Sayıldığı... Irak... (5)

Page 52: KöklüDeğişim 75.Sayı

50Aralık 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

demokratik açılım süreci ile PKK varlığının tasfiyesi ve Kuzey Irak’ta kırılması gereken İngiliz yapılanmasının mevcudiyeti gibi so-runlar ABD’yi beklemektedir. Mesela; son oluşturulan Kuzey Irak Anayasası’na göre Kerkük’ün Bölgesel Yönetim’in sınırlarına dâhil edilmesi ve bir yıl içerisinde referan-duma gidilmesinin planlanması, Irak’ta pet-rol ve gelirlerini elde etme hususunda çok ciddi bir sıkıntı oluşmasını da beraberinde getirmektedir. Nitekim Bakanlık sözcüle-rinden P. J. Crowley, bir gazetecinin, Bölge-sel Yönetim’in kabul ettiği Anayasa’nın, Irak’ta petrol gelirinin paylaşımı konusunda nasıl bir sıkıntı yaratacağına ilişkin sorusunu “Irak içinde atılacak herhangi bir tek taraflı adımdan çok endişeliyiz” şeklinde cevaplamak suretiy-le konu hakkındaki endişelerini dile getir-miştir. Dolayısıyla bugün henüz Kuzey Irak Bölgesi, ABD projelerine tam destek vere-cek nitelikte değildir ve böyle bir durumda

Kerkük’ün geleceğine yönelik bir yapılan-ma, özellikle petrol ve doğalgaz kaynakla-rına hükmetme hususunda gelecekle ilgili ciddi bir sıkıntı meydana getirebilecektir. Bu durumu da, İngiltere’nin bölge kaynak-larından vazgeçmeye niyetli olmadığının ve her fırsatta ABD’yi köşeye sıkıştırmaya çalıştığının bir göstergesi olarak değerlendi-rebiliriz.

Sonuçta Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi’nin güçlü ve çekişmelerden uzak bir şekilde varlığını sürdürmesi yani bölgede istikrarlı bir sürecin oluşması Amerika’nın bölge üzerindeki projelerinin devamlılığı ve bölge üzerindeki hâkimiyetinin tesisi açısın-dan çok önemlidir. Bu durum aynı zaman-da bir Amerikan rüyası olan, bölünmüş Irak projesinin önemli bir adımının kısmen de olsa gerçekleştiğinin bir göstergesidir.

Devam Edecek…

Petrolün İnsan Hayatından Daha Değerli Sayıldığı... Irak... (5)

Page 53: KöklüDeğişim 75.Sayı

51 KÖKLÜDEĞİŞİM - Aralık 2010

Geçen sayımızda ara verdiğim yazı dizisine, bu sayımızda kaldığımız yerden devam ediyoruz. Marx’ın;

Değer Analizi, Artı Değer ve Birikim Analizi konusundaki görüşlerini daha önce açıkla-mıştık. Bu bölümde ise, Bölüşüm ve Kriz Te-orisi hakkındaki düşüncelerini izah ettikten sonra Marx’ın iktisadî düşüncesinin gene-line dair bir değerlendirme yapıp bu anali-tik kuramı kapatacak ve Neo Klasik iktisadî düşünceyi incelemeye başlayacağız. Fakat şunun bilinmesinde fayda var ki; anlaşılma-sı belki zor ve sıkıcı olabilecek bu konuları, herkes konu hakkında özet de olsa bir önbilgiye sahip olsun düşüncesiyle hazırlıyoruz. İnşa-Allah bu konuda faydalı olabiliyoruzdur.

Kriz Teorisi: Marks’a göre Kapitalizm’in üretim süre-

ci içerisinde yaşayacağı krizleri bütünüyle engellemek mümkün değildir. Teknoloji-nin sürekli gelişmesi, ekonominin büyü-meye endeksli olması ve kârın arttırılması gerekliliği, Kapitalizm’i periyodik krizlere

mahkûm edecektir. Bu büyüme ise, kriz ve tekrar büyüme süreci sonunda her defasın-da bir öncekinden daha ciddi bir krize yol açacaktır. Aynı zamanda bu süreçte Kapita-list burjuva sürekli zenginleşmeye çalışacak, işçiler de gittikçe fakirleşecektir. Çünkü artı değeri oluşturan artı emektir. Yani burjuva-nın daha çok kazanabilmesi, işçilerin daha çok çalışmasıyla mümkündür. Sonunda proletarya, üretim araçlarına el koyacak ve herkese eşit biçimde dağıtacaktır. Uzlaşmak ihtimali ise mümkün değildir. Çünkü Ka-pitalist sistemde bu uzlaşmanın sınıf fark-lılığını ortadan kaldırma şansı yoktur. Yine Marks’a göre, bu geçiş sürecinde iyi orga-nize olmuş devrimci bir gücün ortaya çıkıp idareyi ele alması gerekecektir.

Günümüzde ABD’de başlayan ve dev-letlerarası düzeyde finans krizi olarak bi-linen son ekonomik kriz, Kapitalizm’in bu bakış açısıyla yeniden sorgulanmasına yol açmıştır. Krizler Kapitalizm’in doğasının bir parçasıdır ve ister geçmişte olsun, isterse

Hakkı EREN

Geçen Sayıdan Devam...

Page 54: KöklüDeğişim 75.Sayı

52Aralık 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

günümüzde, bu krizler büyük tahribatla-ra yol açmıştır. Krize yol açan dinamikleri kavramak, Marks’ın Kapitalizm’e ilişkin analizlerinin ve devrimci olasılıklara ilişkin görüşlerinin merkezinde yer almaktadır. Marks’a göre, krizler, işçilerin önüne atılan kırıntıların bile güvence altında olmadığı, Kapitalist sistemin en asgarî koşullarının bile yürümediği bir ortam yaratmaktadır. Dolayısıyla devrimci bir dönüşümün ko-şulları Kapitalist krizlerin etkileriyle ortaya çıkmaktadır, ancak bu Kapitalizm’in aşılma-sı bakımından bir garanti olmaktan ziyade, bir olasılıktır.

Marx, bu konuda şöyle demektedir:

“Bu dönüşüm sürecinin tüm avantajlarını gasp eden ve tekelleştiren Kapitalist kodaman-ların sayılarının devamlı olarak azalmasıyla birlikte, ızdırap, baskı, kölelik, sefalet ve sömürü artar. Fakat bunun yanında Kapitalist üretim sürecinin işleyişinin bizzat kendisi tarafından teşkilatlandırılan, birleştirilen, disipline edilen ve sayısı daima artan bir sınıf olan işçi sınıfının isyanı da büyür. Kendisinden çıkmış, kendisiyle beraber ve kendisinin yönetimi altında gelişmiş olan sermaye tekeli, üretim tarzının pranga-sı halini alır. Üretim araçlarının temerküzü ve emeğin toplumsallaşımı, sonunda kendilerini çevreleyen Kapitalist kabukla bağdaşmaz bir hal alır. Bu kabuk paramparça olur. Kapitalist özel mülkiyetin suyu ısınır. Mala, mülke el koyanla-rın mal ve mülklerine el konur.” (Adam Smith, The

Wealth of Naitons, Edwin Cannan)

Bölüşüm Analizi:

Kapitalizm ile Sosyalizm arasında çıkan çatışmanın ya da burjuva ile proletarya arsındaki anlaşmazlığın en önemli nede-ni paylaşımdan/bölüşümden kaynaklan-maktadır. Marx da; Klasikçilere nazaran bölüşüm paylarının kategorilerini yeniden tanımlamıştır. Artık ayırım çizgisi, Kapita-

list toprak sahibi ve işçinin rollerini tefrik eden çizgi değildir. Marx’a göre iki katlı bir toplumsal sınıf yeterlidir ve sınıfları teknik işbölümü belirler. Bu yüzden işçi sınıfının nesnel konumu, ücret ve yaşam düzeylerin-den çok, oluşturulan değerlerin ve zengin-liklerin toplum içindeki dağılımına ve bölü-şümüne dayanır. Ona göre teknik işbölümü, üretici güçlerin gelişmesine bağlı olarak üre-tim sürecinin daha karmaşık ve kolektif bir niteliğe bürünmesinden doğar. Dolayısıyla bu, doğrudan üreticiler arasında üretimin gerçekleşmesine dönük bir iş bölümü yani sınıf içi farklılaşmadır. Bu bağlamda üret-ken emek (kol etkinliği) ile üretken olmayan emek (kafa etkinliği) arasındaki ayrım, fark-lı sınıf konumlarına değil, emek etkinliğinin farklı biçimlerine denk düşer. Eğer gelir dü-zeyi sorununa işçi sınıfının kendi içindeki farklılıklar bakımından değil de, esas olarak burjuvaziyle ayrımını belirlemek açısından yaklaşırsak, bu noktada vurgulanması gere-ken en önemli husus, bölüşüm ilişkilerinin aslında üretim ilişkilerinin bir sonucu ol-duğudur. Marx’ın belirttiği gibi, bölüşüm, ürünlerin bölüşümü olmazdan önce;

Üretim araçlarının bölüşümü,1)

Aynı ilişkinin bir sonucu olarak, toplum 2)üyelerinin farklı üretim çeşitlerini bölüşmesidir.

Böylece bireyler, belirli üretim ilişkile-ri çerçevesinde farklı sınıflara bölünür ve genel bölüşümden paylarına düşecek olan gelir dilimleri buna göre belirlenir. Gelir düzeyleri arasındaki farklılıklar, bir başka deyişle ürünlerin bölüşümü, bizzat üretim sürecinde içerilmiş olan ve üretimin yapısı-nı belirleyen bu bölüşümün sadece bir so-nucudur.

Marx’a göre, asgarî geçim ücretlerinin sürekliliğinin temel açıklaması, Kapitalist sistemin işleyişinden kaynaklanmaktadır.

İktisadî Düşüncelerin Bozuklukları ve Sahih Çözüm (7)

Page 55: KöklüDeğişim 75.Sayı

53 KÖKLÜDEĞİŞİM - Aralık 2010

Teknolojinin sebep olduğu işten çıkarımlar, bir işsizler yedek ordusu oluşturmuştur. Bu yedekler ordusunun varlığı, reel ücretlerin asgarî geçim düzeyinde seyretmeye meyil-li oluşunu açıklamaya yeterlidir. Ona göre Kapitalistlerin, çalışanlar arasında yüksek ücret isteyenleri atıp yerine işsizlerden biri-ni yerleştirmeleri mümkün olduğu sürece, fakirlerin koşullarında bir iyileşmenin ger-çekleşmesi beklenemez.

Değerlendirme:

Marksist iktisadî düşünceyi irdelemek sadece onun iktisadî düşüncelerinin irde-lenmesi olmadığı gibi, sadece bununla da yetinilmemelidir. Böylesi bir zaviyeden yapılan değerlendirmeler yanlış ve eksik olacaktır. Zira Marks’ın düşünceleri felsefî ve ideolojiktir. O, yeni bir ideolojinin –ki, Sosyalizm’dir- oluşmasında etken olan en önemli şahıslardan biridir. İktisadî düşün-celerinin ve diğer bütün felsefî düşüncele-rinin altında yatan neden ise Kapitalizm’in hataları, noksanları ve de vahşiliğidir. O’nu düşünmeye iten nedenler, yaşadığı coğraf-ya ve konjonktürdeki olumsuzluklardır ve böylece Marx, alternatif bir ideolojiye bu vesile ile yönelmiş ve kendince bir takım çö-zümlemeler çıkarmıştır.

Bilindiği üzere Sosyalizm, ‘maddecilik’ ku-ramı üzerine kuruludur. Marks, kendi görü-şünü “tarihsel materyalizm” ya da “diyalektik materyalizm” denen bir ideolojinin esasları üzerine kurmuştur. O’na göre her şey mad-denin tekâmülü neticesinde oluşmuş ve bu tekâmül her zaman olumlu yönde seyret-miştir. Sosyalizm’in bu düşüncesine göre, bir ‘yaratıcı’dan söz etmek mümkün değil-dir. Ancak maddenin evriminden bahsedi-lir. Bu konuda Marks şöyle der:

“Ortaya çıkan bütün değişikliklerin aslı maddedir.” Marks, toplumda yeni nizamın kurulmasının, devletin müdahalesi olmak-

sızın toplumda var olan gelişme kanununun gerektirdiği şartlar çerçevesinde ve iktisadî kanunların tesiri ile tamamlanacağını savu-nur. Marks’ın “Sosyal Gelişme Kuramı” diye isimlendirdiği şey, yaşadığı toplumda mut-lu olmayan ama sayıca çok olan proletarya-nın, hayatlarından memnun olan ve refah içerisinde yaşayan burjuvaya karşı üstün gelmesidir. Bu konuda KöklüDeğişim Ya-yıncılık tarafından yayınlanan ve “İslam’ın İktisadî Siyaseti” kitabında AbdurRahman el-Malikî şöyle der:

“Bu kanun, geçmişte yaşandığı gibi gelecekte de yaşanacaktır. Geçmişte bu mücadele, kölelerle hürler arasında, ardından derebeylerle halk ara-sında, sonra yine derebeylerle çiftçiler arasında vardı. Mücadele, her zaman sayıca çok ve hak-sızlığa uğrayan sınıfın, sayıca az ama haksızlık yapan sınıfa karşı üstünlüğü ile sona ermiştir. Ancak elde edilen bu zaferden sonra zafer elde eden mazlum sınıf, tutucu ve zalim sınıfa dönü-şüyordu. Fransız Devrimi’nden bu yana müca-dele, burjuva sınıfı ile işçi sınıfı arasında devam etti. Burjuva sınıfı, tutucu sınıfta olduğu gibi iktisadî projelerin lideri ve sermayenin sahibi oldu. Onun karşısında ise ikinci sınıf durmaktay-dı. İkinci sınıf, sayıca çok olmasına rağmen ser-mayeden hiçbir şeye sahip değildir. Dolayısıyla bu iki sınıfın çıkarları arasında çelişkiler vardır. İşte bu çelişkiler sebebiyle Kapitalist Nizam’ın yıkılıp yerine Sosyalist Nizam’ın kurulmasına yönelik sınıflar arası mücadele başladı.”

Sosyalistler halk arasında fiilî eşitlik kur-mak isterken, bunun gerçekleşmesini ferdî mülkiyeti yasaklamakta bulmuşlardır. Ay-rıca üretimin ve dağıtımın toplumsal vası-talarla düzenlenmesi gerektiğini de savun-muşlarıdır. Bu esas konularda bile ayrışma-lar söz konusu olmuş ve dört farklı şekilde Sosyalizm modeli oluşmuştur ki bunlar;

Ziraî (Toprak) Sosyalizmi1-

Sermaye Sosyalizmi2-

İktisadî Düşüncelerin Bozuklukları ve Sahih Çözüm (7)

Page 56: KöklüDeğişim 75.Sayı

54Aralık 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

Komünizm3-

Devlet Sosyalizmi’4- dir.

Komünizm’in ‘eşitlik’ anlayışı, ortak üre-tim ve ortak tüketim gibi çok basit bir ifadey-le anlatılabilir. Yani onların görüşüne göre eşitlik, her ferdin üretim vasıtalarından diğerleri gibi sahiplenip faydalanması ile mümkündür. Bu eşitliği sağlayabilmek için ise, kişilere ferdî mülkiyet hakkı tanınmaz. Fakat Komünistler “tanınmaz” deyince bu böyle olmamaktadır. Çünkü bu, insanın fıtratına aykırıdır. Mül-kiyet, insanda yaratılıştan gelen ve varlığın-da şüphe bulunmayan ‘beka içgüdüsü’nün tezahürlerinden biridir. Böylece mülkiyet, insanın fıtratının bir gereğidir ve içgüdüsel olmasından dolayı onu insandan söküp at-mak imkânsızdır. Yani Komünistlerin yap-tığı bu çözümleme insanın doğasıyla terstir. Mülkiyetin tamamının değil de -Sermaye ve Ziraat Sosyalizmi’nde olduğu gibi- sade-ce ‘toprak’ ve ‘sermaye’ olarak nitelendirilen eşyaların ferdî mülkiyetten sayılmaması da hatalıdır. Bu türden bir anlayış ise, insanın faaliyetlerini sınırlandırıp, çabalarını boşa çıkartır ve üretimi düşürür. Yani insan elde ettiğinde daha fazlasına ulaşamayacaksa, o noktada durur ve kendisini sabitler. Bu da onun verimliliğini düşüreceği gibi gerile-mesine bile sebep olur.

Marks’ın düşüncelerinden hatalı olan birçok konudan birisi de ‘değer analizi’dir. Hatırlanacağı üzere Marx; bir malın kıy-metinin yegâne belirleyicisinin emek oldu-ğunu dile getirmiştir. Hâlbuki bu konuda belirleyici tek unsur emek değildir. Malın üretiminde kullanılan hammadde, üretimde harcanan emek, malın alıcıya sağlayacağı fayda ve bu mala toplumda duyulan ihtiyaç miktarı da değerin belirlenmesinde esaslı olabilecek unsurlardandır.

Komünizm’in en bariz yanlışlığı, insanın yaratılışında olan ‘içgüdüleri’ yok sayma-sıdır. Yani insan fıtratına aykırı olması ki, bu yüzden çok fazla bir yaşam süremedi. Örneğin Sosyalizm, SSCB’de uygulandığı dönemde ceberut ve jakoben uygulamalar-la hayat bulmuştur. Sadece Lenin ve Stalin döneminde yaklaşık olarak 60 milyon insan, Sosyalist düzene aykırı davrandığı ve devri-me karşı olduğu gerekçesiyle katledilmiştir. O tarihteki bu sayı, aynı dönemdeki Türki-ye nüfusunun ise yaklaşık olarak 3 katıdır. Bu tarihî gerçek bile onun ne kadar insanî(!) olduğunun nişanesidir. Şu an günümüzde aktif olmayan ve geçerliliği kalmayan bu iktisadî düşünce kuramı üzerinde fazlaca durmamakla birlikte, akıllarda kalması açı-sından şu örneği vermek ve konuyu kapat-mak istiyorum:

Bugün Komünist Parti’nin hâkim oldu-ğu ve Komünizm’le yönetildiği iddia edi-len Çin’deki işçi sınıfının durumu hiç de Komünizm’in felsefî düşünceleriyle bağdaş-mamaktadır. Günümüz dünyasında dünya-nın her pazarını nerede ise istila eden Çin malları, Çin ekonomisinin güçlenmesine vesile olmuştur. Ama bu ekonomik büyü-me ve zenginlik, işçi sınıfının durumunda bir değişiklik meydana getirmemiştir. Hatta dünyada işçi ücretlerinin düşük olmasının tek nedeni ise Çin Devleti’dir. Orada işçilik ucuz olduğundan müteşebbisler ve sana-yiciler, üretimlerini o coğrafyada yapmayı karlı bulmakta ya da direkt olarak ithalata yönelmektedirler. Yani tek Komünist Dev-let olduğu söylenen Çin’deki bu uygulama, Marx’ın işçiler ile alakalı düşünceleriyle çe-lişmektedir. İşte Sosyalizm’in trajik ama bir o kadar da gerçek olan vakıası, SSCB ve Çin örnekleriyle de anlaşılmaktadır.

Devam Edecek…

İktisadî Düşüncelerin Bozuklukları ve Sahih Çözüm (7)

Page 57: KöklüDeğişim 75.Sayı

55 KÖKLÜDEĞİŞİM - Aralık 2010

Tarih boyunca insanlar, düzeni sağ-lamak için çeşitli şekillerde baskı-lar yapmıştır. Bu baskılar zaman

zaman aileden; anne, baba, dede, nine, vs. zaman zaman okullardan; öğretmen, mü-dür, müdür yardımcısı, vs. zaman zaman da devletten; kural ve yasalarla gelmiştir. En çok örneğini ailede gördüğümüz baskı-nın tezahürleri çeşit çeşittir.

Yıllardır televizyonlarda zengin kız ço-cuğu ile fakir erkek ya da zengin erkek ile fakir kızın evliliği konusunda ailelerin yap-tığı baskılar ve doğan kötü sonuçları izle-dik, hâlâ da günümüzde zenginlik-fakirlik ve hatta okumuşluk-okumamışlık konusun-da aileler çocuklarını çeşitli konularda bas-kıya mâruz bırakır. Okumak ve okumamak konusunda çocuklar, hem ailelerinin hem de sistemin baskısına maruz kalmaktadır-lar. Çocuklara kendi kültürünü aşılamak istediklerini söyleyerek içki yasağına karşı çıkan ve çocuklarına bu kültürü benimset-mek için çaba harcayan ailelere şahit değil miyiz? Ve yine her yıl kutlama zorunlulu-

ğu getirilerek millî bayramlar(!) konusunda çocuklarımız baskı altında değil mi? Örnek-lerini rahatlıkla çoğaltabileceğimiz vakıanın -baskıcılığın- en yakın örneğini ikna odaları ile yaşamadık mı?

Bir babanın kızına, tesettüre girmesi veya başını örtmesi konusunda tavsiyeler-de bulunmasını ve buna iknaa çalışmasını gericilik, yobazlık, çağ-dışılık, baskıcılık olarak yorumlayan Fatih Altaylı, kendi kızının Fenerbahçeli olmasını hazmedemeyerek sabahlara kadar kızına Galatasaraylılık bilin-cini aşılamaya çalışmasını neden baskıcılık olarak görmüyor, dersiniz? Bir Müslüman, kızına veya oğluna Allah’ın emirlerini ha-tırlatınca bu baskıcılık, gericilik olacak ama laik zihniyetli ebeveynler çocuklarına tam aksini yani Allah’a isyanı ya da bir hobisel faaliyeti (futbol takımı tutmak gibi) telkin ve tavsiye edince bu çağdaşlık, özgürlükçülük olacak. Bu nasıl bir hüküm vermektir, bu nasıl bir adalettir?!

Ailenin, kendi korktuklarından çocuğu-nu koruma çabası şeklinde değerlendirebile-

Tûbâ SİVREN

Page 58: KöklüDeğişim 75.Sayı

56Aralık 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

ceğimiz aile baskısı, doğrusuyla-yanlışıyla, kimi zaman iyi niyetle, kimi zaman kötü niyetle insanlık tarihinde hep var olmuştur. Kişi bu baskılara kimi zaman boyun eğmiş, kimi zaman da başkaldırmıştır.

Baskılar, bazen toplumsal olayları da tetiklemiş, ayaklanmalar, başkaldırılar ve hatta devrimlere varan tepkilerin sebepleri olmuştur. Fakat ekseriyetle sinikleşmeye, içselleştirmeye dönük bir tavrın da müseb-bibi olan baskılar, insan tarafından yine in-sana yapılmıştır, yapılmaktadır.

Yetiştiği toplumsal yapının kültürünün tamamını ya da birçoğunu benimser insan. Bu benimseme bazen bir etkileşim bazen de baskıyla gerçekleşir. Çocuğunu yetiştiren bir ebeveynin kendince doğru bulduğu ol-guyu çocuğuna öğretmesi ve onda bunun tezahürlerini görmek istemesi, ya da kork-tuğu şeyden çocuğunu korumak istemesi tabii bir durumdur. Burada üzerinde du-rulması gereken şey, baskının yapılıp yapıl-mamasından ziyade, baskısı yapılan şeyin hangi temeller üzerine oturduğudur. Yani yapılması ya da yapılmaması konusunda baskı, telkin ve tavsiye edilen şey; beşerî ak-lın ürünü olan -ideolojik ya da değil, fark et-mez- bir fikir, bir anlayış, bir âdet ya da bir ritüel midir, yoksa yüce Yaratıcı’nın, Allah Subhanehu’nun gönderdiği Şeriatı’nın bir emri, bir nehyi veya mubahı ya da mekruhu mudur? İşte meselenin nirengi noktası bu sorudur.

İslam, hayatın her yönünü kuşatan bir ideoloji olduğundan, çocuklarla ilgili ile-tişimde de sınırları ve gerekli olanı bildir-miştir. Bu sebeple Müslüman annenin ve babanın, evladına öğretmesi gerekenler, zorlaması gerekenler ve hatta gereğini yeri-ne getirmediği zaman tehdit ve cezalandır-maya tâbi tutacağı haller bildirilmiştir. Bu bildirilen ve yerine getirilmesi emredilen

hususların yüce Allah’tan geldiği ve O’nun, her şeyin ve herkesin sahibi olduğu, yarata-nın ve en güçlü olanın O Subhanehu ve Teâlâ olduğu bilinci, her şeyden önce ebeveyni ta-rafından verilmeli ki, çocuk teslimiyette sı-kıntılar yaşamasın. Bu bilinç yerleşmiş olur-sa küçük-büyük kişi, bu hükümlere teslim olmaktan geri durmaz.

İslam’ın her emri bir boyun büküş ister, her boyun büküş insanın geleceğine yatı-rımdır. Üstelik İslam’ın gerekli kıldığı bas-kılar, fıtrata uygun ve kalbi mutmain eden hususlar olduğundan teslimiyet kolay olur, huzur verir. Çünkü İslam, kendisine inana-na ve kendisine uyana hayat verir. Allahu Teâlâ şöyle buyurdu:

لما دعاكم إذا وللرسول لله استجيبوا آمنوا الذين أيها يا يحييكم واعلموا أن الله يحول بين المرء وقلبه وأنه إليه تحشرون

“Ey inananlar! Hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah ve Rasulü’ne uyun. Ve bilin ki, Allah kişi ile onun kal-bi arasına girer ve siz mutlaka onun huzu-runda toplanacaksınız.” (el-Enfal 24)

Bugün, “aileler çocuklarına tesettür konu-sunda baskı yapıyor” diye söyleyen ve bunun yaygarasını yapanlar, aslında bilerek veya bilmeyerek faklı bir baskının da uygulan-masını sağlıyorlar. Zira bunu dillendirmek de bir karşı baskıdır. Çocuklarının şer’î hü-kümlere tâbi bir şekilde yaşamasını isteyen ebeveynlere “baskıcı” diyenler, ilköğretime başörtüsü ile gitmek isteyen Ece Nur ve ar-kadaşları ile bunların aileleri hakkında ileri-geri konuşan bazı AKP bakan ve milletve-killerine ne diyecekler acaba. İşte onlardan bir kaçı ve konuya ilişkin çarpıcı sözleri:

Meclis İnsan Hakları Komisyonu Başka-nı Zafer Üskül: “Bu iş daha ileriye giderse, aile çocuğu baskı altına alırsa çocuk aileden alınır. Bu yetkiler devletin elindedir. Tabii bunlar aşa-ma aşama uygulanacak şeyler. İdare önce veliyi

Çocukları Eğitmek Kimin Görevi

Page 59: KöklüDeğişim 75.Sayı

57 KÖKLÜDEĞİŞİM - Aralık 2010

ikna etmeye çalışır. Şu anda yapılan bu. İkna ol-mazlarsa cezalar var. Çocuk aynı zamanda aile içinde baskı altındaysa ve öğrenim özgürlüğü engelleniyorsa devlet o çocuğu aileden alır ve öğrenim görmesini sağlar.”

AKP’li Burhan Kuzu: “İpe un seriyorlar. Kamusal alan, ilkokul nereden çıktı? Bizim böyle bir hedefimiz yok. Üniversitelerde fiilen başlayan bir süreç devam ediyor. Kamu kurumlarının, il-köğretim ve ortaöğretimin kılık kıyafet kuralları belli. Üniversitelerde sorun vardı. Birdenbire birileri tam bu süreçte ilkokula başörtülü çocuk gönderiyor. Bu provokasyondur. Ahmakça dav-ranışlardır. Kamusal alan ise hukukta olmayan bir tabir. Cezaevine girecek kadına ‘başındakini çıkar’ dersen, çıkarmazsa, ‘evine git’ mi denilcek.”

Hüseyin Çelik, “Provokasyon olarak nite-lendirebilir miyiz?” sorusuna, “Olabilir. Yani ben götürenin kim olduğunu, niyetini bilmiyo-rum. Ama tekrar söylüyorum, tam bu mesele-ler konuşulurken, böyle bir meselenin gündeme getirilmesi, hele hele muhalefetle bazı çevreler “şimdi yüksek öğretimde de bu halledilir ve ilko-kulda da, lisede de, şurada da, burada da bir daha olacak mı, olmayacak mı?” sorularının soruldu-ğu bir dönemde, yani onlara bir manada lojistik destek verebilecek böyle bir girişimin zamanla-masını ben anlamlı buluyorum.” şeklinde ce-vap verdi. (Ajanslar) Biri çocukları ailelerden al-makla tehdit ediyor, biri “ahmakça” diyor bir diğeri provokatörlükle itham ediyor. Bu baskı değil de nedir?

İşin ilginç yanı, Müslümanlardan başka herkes hayatları ve çocukları üzerinde söz hakkına sahipken, Müslümanların İslamî bir yaşam arzuları, irtica yaftasıyla sürekli baskı altında tutulmaya çalışılıyor. Sormak lazım; çocuklarına, içki içmenin, uyuşturucu kullanmanın, zina yapmanın, faiz yemenin çirkinliğinden, iğrençliğinden daha önemli-si haramlığından bahseden anne ve babalar, çocuklarına baskı yapmakla suçlanabilirler mi? Zira tüm bu sayılanlar Devlet’in serbest

bıraktığı, beşerî nizamlarca -tabiri caizse- mubah addedilen hususlardır. Bir babanın ya da annenin böylesi haramlardan çocuk-larını korumaya çalışmaları nasıl olur da baskıcılık olarak adlandırılabilir? Eğer bu, çocuklara baskı yapmaksa, çocukların eği-timinde gerçek söz sahibi kimdir o zaman; anne-baba mı, devlet ya da toplum mu?

Allah, babayı, çocuklar üzerinde veli kıl-dı. Onun -erkek veya kız olsun-, küçük ve mükellef olmayan büyük çocukları üzerin-de -velev ki, küçük çocuk, annesinin veya akrabalarının terbiyesinde olsa bile-, can ve malda velâyet hakkı vardır. Allahu Teâlâ, anneyi de çocuklar üzerinde terbiye edici kıldı. Araplar, kadın için “rabbu’l-beyt” yani “evin rabbi” tanımlamasında bulunurlar. Bu-radan hareketle çocukları üzerinde aslî hak sahibi, devletten, toplumdan ve hatta akra-balardan önce çocuğun anne-babasıdır.

İslam’da yapılan baskı, Allah istediği için yapılan, kendinizden güçlü, sonsuz bir gü-cün emirlerine, şer’î hükme teslim olmaktır. Zira o güç, sizin yaşama sebebinizdir. Allah Subhanehu’nun emirlerinde güzellik, ger-çeklik, adalet, kalkınma, vb. her türlü olum-lu halin olduğuna şahit olursunuz, dolayı-sıyla şer’î hükümleri yerine getirmek, baskı değil teslimiyettir. Sizin için sonu, sonsuz saadet olan bir teslimiyet…

Bir yanda Allah’ın emir ve nehiyleri, di-ğer yanda beşerî ideolojilerin batıl dayatma-ları… Bir yanda Allah’ın hükmüne binaen hayatını inşa etmek isteyen Mü’min kullar, diğer yanda heva ve heveslerini ilah edin-miş, ya da ilahlık taslayan beşerî ideolojile-rin değnekçiliğini yapan ahmak, fasık ve za-limler… Hangi hükme tâbi olunmalı öyley-se; Allah’ın hükmüne mi, beşerin hükmüne mi? Öyleyse kim eğitmeli bizim çocukları-mızı; Allah’a itaatkâr Mü’min ebeveynler mi yoksa heva ve hevesini ilah edinen zalim ve fasıklar mı?

Çocukları Eğitmek Kimin Görevi

Page 60: KöklüDeğişim 75.Sayı

58Aralık 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

Bazı olaylar vardır ki, onların anlaşılma-sı için herhangi bir yoruma veya izahata gerek yoktur. Tek başına ve yalın olarak görmek, duy-mak yeterlidir. Biz de bundan sonra belli sayıla-rımızda “Yorumsuz” adı altında bazı haberleri veya olayları sizlerle paylaşacak ve salt gerçeği gözler önüne sereceğiz. Müslümana aydın dü-şünmek yaraşır ama bu olaylar karşısında satıh düşünenler bile esası göreceklerdir diye düşü-nerek herhangi bir yorum yapma gereği hisset-miyoruz. Ve yorumu siz değerli okurlarımıza bırakıyoruz.

27 Ekim 2010 tarihinde yani Cumhuriyet kutlamalarının sadece iki gün öncesinde bir te-levizyon kanalının ana haber bülteninde göste-rilen haberleri “Yorumsuz”un ilk bölümünde sizlere yorumsuz olarak aktarıyoruz.

Sinop’ta Askerî Araca Saldırı: 2 Asker -Yaralı:

Sinop’ta teröristler jandarma aracına ateş açtı. İki asker yaralandı. Edinilen bil-giye göre, Gerze İlçesi’nde terör örgütü tarafından devriye gezen jandarma ekiple-rinin içinde bulunduğu araca silahlı saldırı düzenlendi. Ani saldırıda ilk belirlemelere göre 2 asker yaralandı. Kaçan teröristlerin yakalanması için bölgede geniş çaplı ope-rasyon başlatıldı.

Genelkurmay’da Fuhuş Operasyonu:-Askeriye’de fuhuş çetesi operasyonunun

detayları gün yüzüne çıkıyor. Aralarında general, albay, askerî okul öğrencilerinin bulunduğu 180 kişinin ‘mağdur’ sıfatıyla ifade verdiği soruşturma şantaj ve casusluk faaliyetlerine odaklandı. Çete mağdur as-kerlerin kimini fişlemiş, kiminin uygunsuz görüntülerini kayda almış. Birçok askerin özel hayatına ilişkin bilgilerin toplanarak şantaj yapıldığı da ileri sürülüyor. Çete li-deri olduğu iddiasıyla tutuklanan Deniz Al-bay İbrahim Sezer, Eylül ayında Deniz Harp Okulu’ndan emekli oldu.

Ahlak Polisinin Ahlaksızlığı:-Ahlak Büro Amirliği’nde görevli 4 po-

lis, alkollü halde müzikhol bastı, 12 kişiyi kaçırıp bir Azerî kadına tecavüz etti. “Polis dehşeti” iddiaya göre şöyle gelişti: İstanbul Avcılar’da bulunan ve aynı zamanda mü-zikhol olarak işletilen Anıklar Ocakbaşı’na, gece yarısı beyaz renkli sivil bir minibüsle İstanbul Ahlak Bürosu’nda görevli polis memurları M.K., E.G., S.D. ve A.K. geldi. Alkollü oldukları öne sürülen polis memur-ları “ışıkları açın kimlik kontrolü yapacağız” dedikten sonra müşteriler ile çalışanların kimliklerini topladı. Yine iddiaya göre bu

Page 61: KöklüDeğişim 75.Sayı

59 KÖKLÜDEĞİŞİM - Aralık 2010

arada işletme sahibinden rüşvet aldılar. Polis memurları, aralarında müşteriler ile yabancı uyruklu kadınların da olduğu 12 kişiyi minibüse bindirerek Çatalca’ya doğru yola çıktı. Daha sonra, polis memurlarından A.K.’nin, restoran-müzikholde çalışan Azerî uyruklu bir kadına tecavüz ettiği öne sürül-dü. Bu olayın ardından da, kadınlı erkekli grup serbest bırakıldı.

Ayrıca polis memurlarından, A.K.’nin üst aramasında ise sahte dolarlar bulundu-ğu polis tutanaklarına geçti. Polisler hakkın-da ‘cinsel istismar ve alıkoyma’ ve ‘sahte dolar bulundurmak’ suçlarından işlem yapıldı.

Yargıda Rüşvet Operasyonunda -Tutuklama:

Yüksek yargıda rüşvet verildiği iddiasıy-la yürütülen soruşturmada tutuklanan eski Yargıtay 12. Hukuk Dairesi Başkanı Musta-fa Oskay’ın, CNR fuarcılığın İstanbul Dün-ya Ticaret Merkezi’nden (İDTM) tahliyesine ilişkin davalarda Yargıtay 6. Hukuk Dairesi Başkanı Nazım Kaynak’ın da aralarında bu-lunduğu yüksek yargı mensuplarını 5 kez etkileme girişiminde bulunmakla suçlandı-ğı ortaya çıktı.

İTO Başkanı Murat Yalçıntaş, ifadesinde, serbest bırakılan Tüm Fuar Organizatörleri Derneği Yönetim Kurulu Başkan Yardımcı-sı Serkan Tığlıoğlu ve arkadaşlarının, “Sen bizim başkanımızsın. Bizim önümüze düş, bizi topla” dediklerini ve “Benim Tığlıoğlu’na “Ben rüşvet veremiyorum, siz rüşvet verin” demem mümkün değildir” ifadesini kullandı. İfadele-rin ardından Mahkeme, Murat Yalçıntaş’ın da aralarında bulunduğu Dünya Ticaret Merkezi Davası’nda 9 kişi hakkında tutuk-lama kararı çıkarttı.

Komutanlar Resepsiyona Katılmıyor:-Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün ev sa-

hipliğini yapacağı 29 Ekim Resepsiyonu’na

Komuta Kademesinin katılmayacağı bildiril-di. Aynı saatlerde Ankara’da Genelkurmay Başkanı Koşaner’in başkanlığında Merkez Orduevi’nde Ankara Garnizonu’ndaki su-bayların davetli olduğu bir resepsiyon yapı-lacağı bildirildi. Dolayısıyla asker köşkteki resepsiyona kesin olarak katılmayacak.

Telekulak İddiaları: Mesut Yılmaz -İfade Verdi:

Eski Başbakanlardan DP Rize Milletveki-li Mesut Yılmaz, “Devrimci Karargâh Örgü-tü” soruşturması kapsamında ifade verdi. Yılmaz, “mağdur” sıfatıyla verdiği ifadede, şikâyetçi olduğunu bildirdi. Yılmaz, “1993 veya 1994, tarih yok dinleme kaydında, ama tah-minim Ana Muhalefet Lideri olduğum dönemde, benimle yaptığı bir telefon konuşmasının dökü-münü bana okuttular. Yasa dışı kaydedilmiş.”

Deniz Feneri Yolsuzluk Belgeleri Sav--cıya Gidiyor:

CHP eski Merkez Yönetim Kuru-lu (MYK) Üyesi ve Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu’nun Danışmanı Ali Kılıç, Kılıçdaroğlu’nun talimatı üzerine, AKP’yi zora sokacak olan Deniz Feneri yolsuzluğu-na ilişkin Alman polisi ve savcısı tarafından hazırlanarak mahkemeye sunulan ve birer nüshasını da CHP’nin elde ettiği 14 klasör belgeyi soruşturmayı yürüten savcıya tes-lim edecek.

Kılıçdaroğlu, Erdoğan’a - “Zaten Omur-gasızsın!” Dedi:

CHP lideri, Başbakan’ın dokunulmaz-lık ve Cumhurbaşkanlığı seçimiyle ilgili sözlerini hatırlatarak “Sen zaten omurgasız birisin.” dedi. Kılıçdaroğlu, şöyle konuştu: “Şimdi buna kim sahip çıkacak? Hükümet değil mi? Siz Hükümetin Deniz Feneri davasına sahip çıktığına inanıyor musunuz? Sayın Başbakan’a sormak gerek, bu konuşmayı yapan bir Başbakan yoksulların yoksulluğu giderilsin diye alın te-

Yorumsuz (!)

Page 62: KöklüDeğişim 75.Sayı

60Aralık 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

rinden biriktirip Deniz Feneri’ne veren insanla-rın emekleri sömürülmedi mi? Onların yatacak yeri var mı?”

Başörtüsü Araç Olarak Kullanılacak:-Oktay Vural, başörtüsü sorununun çö-

zümünün 2011 sonrasına kaldığını söyleyen Başbakan Erdoğan’ın bölücülere açmak iste-diği kapı için başörtüsünü malzeme olarak kullanmayı amaçladığını öne sürdü. Vural, “Sayın Başbakan, PKK ve BDP’ye Anayasa ko-nusunda verdiği sözleri yerine getirmek için ba-şörtüsünü kullanmak istemektedir.” dedi.

Müslüm Gündüz Meydan Okudu: -Aczimendi Tarikatı Lideri Müslüm Gün-

düz, 14 yıl sonra ortaya çıktı, ilginç açıkla-malar yaptı: “Laikler bizi insan görmüyorsa biz de onları insan görmüyoruz. Fadime Şahin ile dini nikâhlıydım. Bu da laik Sistemi kesinlikle ilgilendirmez. Evimin basılması insan hakkı ih-lali.”

Kemalizm’in sonunun geldiğini öne sü-ren Gündüz, “Ben rejime karşıyım, Kemalist rejimin sonu gelmiştir. Ben o rejimi yıkmak isti-yorum... Rejim bizi yere vurdu. Ama biz de reji-mi yıktık.” diye konuştu.

BDP Siyasî Tutuklulara Af İstedi:-BDP Iğdır Milletvekili Pervin Buldan,

bütün siyasî tutuklular için af çıkarılması gerektiğini söyledi. Buldan, “İki taraflı bir ateşkes ilan edilmesi, Kürtçe’nin anayasal gü-vence altına alınması” konularının TBMM Genel Kurulu’nda görüşülmesinin faydalı olacağını ifade etti. Buldan, ayrıca, bütün siyasî tutuklular için af çıkarılması gerekti-ğini dile getirdi.

Netanyahu Türkleri Öldüren Koman--dolara Övgü Yağdırdı:

İşgalci yahudi varlığı “İsrail”in sözde Başbakanı Binyamin Netanyahu, 9 Türk’ün öldüğü Mavi Marmara baskınını düzenle-yen komandolarını ziyaret etti. Netanyahu

operasyonda yer alan askerlere, “Sizden iyisi yok. Sizleri selamlıyorum.” diye hitap etti.

Kanlı baskının ardından da askerleri zi-yaret eden “İsrail” Başbakanı, daha önce de Türkiye’yi suçlayan açıklamalarda bulun-muş, “İsrail”in yaptığı devlet terörünü sa-vunmuştu.

Cinayet, Yangın ve İntihar: -Kadıköy’de bir süre birlikte yaşadığı ka-

dını tabancayla öldürdükten sonra 180 bin TL’ye sattığı daireyi ateşe veren kişi, daha sonra intihar etti. Alınan bilgiye göre Abbas Aydın (57), iş yerini çalıştıran ve bir süre birlikte yaşadığı iddia edilen Ayten Alpte-kin (44) ile tartıştı. Tartışmanın büyümesi üzerine Aydın, Alptekin’i başından vurdu. Alptekin olay yerinde hayatını kaybetti.

Avustralya’dan Kurbanlık 78 Bin Kü--çükbaş Hayvan Alındı:

Avustralya’dan kurbanlık koyun alındı. Et ve Balık Kurumu, yaklaşan bayram ön-cesi ilk defa kurbanlık için Avustralya’dan 78 bin küçükbaş hayvan ithalatı yaptı. Türkiye’deki et fiyatlarını aşağı çekmek için uzun zamandan beri Angus ithali yapan EBK, ilk defa kurbanlık için küçükbaş hay-van ithali de yaptı.

Ağaoğlu’nun Garajının Değeri 11 Mil--yon Dolar:

Türkiye’nin ve dünyanın sayılı zenginleri arasında yer alan Ali Ağaoğlu, en son aldı-ğı Rolls Royce Ghost’la birlikte garajındaki otomobil sayısını 15’e, değerleri toplamı da 11.1 milyon liraya yükselmiş oldu.

Yeğen Katili, Cinayeti Anlattı:-Gaziantep’te 9 ay önce evlenmek istediği

kızı ablası reddedince intikam için 4 yaşın-daki yeğenini hunharca öldüren dayı cina-yeti anlattı. Yeğenini defalarca bıçaklayarak hunharca öldüren dayı Murat K. Mahkeme Heyeti’ne olay yerinde yaşananları anlattı.

Yorumsuz (!)

Page 63: KöklüDeğişim 75.Sayı

61 KÖKLÜDEĞİŞİM - Aralık 2010

İnsan dünya hayatında yaşadığı süre boyunca -az veya çok- sonunda bir takım pişmanlıklar duyacağı ameller

işler. Çünkü insan, beşer vasfını taşıdığı için hata yapması olağanüstü bir durum değil-dir. Her insanın yaşadığı pişmanlıklar farklı olabilir ama ne olursa olsun sonuç itibariyle insan mutlaka bir takım pişmanlıklar içeri-sinde olur. Fakat yaşadığı süre boyunca piş-manlıklarını giderebilme, yanlışlarını far-kedip, düzeltebilme imkânı vardır. Doğru gördüğü bir evlilik yapar, işlediği haramdan dolayı tevbe eder, kırılan kalbi tamir eder, vs. Pişmanlığından dolayı hissettiği rahat-sızlığı, acıyı ve üzüntüyü yok etme imkânı vardır. Lakin bir pişmanlık vardır ki, o insa-nın hayatının en önemli meselelerindendir ve onu ne kadar istese de, çaba gösterse de gideremez. O üzüntüyü, acıyı, rahatsızlığı asla gideremez. O, giderilemeyen pişmanlık nedir, ona değinelim…

Müslümanlar arasında hakkında hiç bir şekilde şüphe olmayan bir şey var ki,

o da; dünya hayatındaki var oluş sebebi-mizin sadece Rabbimize kulluk olmasıdır. “Müslüman’ım” diyen hiçbir kişi bu konuda ihtilafa düşmemiştir. Rabbimiz insanı, Ken-disine kulluk etmemiz için yaratmıştır ve her ferde ayrı bir ömür tanımıştır. Verilmiş olan bu zaman dolduğunda ecel gelir ve ki-şinin hayatı son bulur. İmtihanını başarıyla tamamlamış olsa da, olmasa da ecel geldi-ğinde verilen zamandan bir saniye ne kısal-tılacak, ne de uzatılacaktır.

Rabbimiz buyuruyor:

وال ساعة يستأخرون ال أجلهم جاء فإذا أجل ة أم ولكل يستقدمون

“Her Ümmet’in bir eceli vardır. O ecel geldiğinde, ne bir an erteleyebilirler, ne de öne alabilirler.” (el-Araf 34)

ر الله نفسا إذا جاء أجلها والله خبير بما تعملون ولن يؤخ

“Ve Allah, celi gelmiş bulunan hiçbir kimseyi kesinlikle ertelemez. Allah, yap-tıklarınızdan haberdardır.” (el-Munâfikûn 11)

Sümeyye AVCI

Page 64: KöklüDeğişim 75.Sayı

62Aralık 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

İnsanoğlu her ne kadar bunların bilincin-de olsa da yani imtihan edilmek için geldiği-ni ve bir gün mutlaka öleceğini biliyor olsa da, yapacağı birçok hayırlı işleri her zaman yarınlara ertelemektedir. O halde bu maka-leyi okuyan herkes şöyle bir tefekkür etsin. Nafile ibadetler, daha fazla araştırma, kitap okuma, namazlarımızı daha çok huşuyla kılma, İslam’ı hakkıyla tanımayan kişilere İslamî dersler verme, günlük Kur’an-ı Kerim okuma, vs. düşündüklerimizin, planladıkla-rımızın arasındadır. Veya İslam’ı öğrenme, namaza başlama, hicaba bürünme, kısacası Rabbimizin emirlerine bağlanıp nehyettik-lerinden uzaklaşma, vs. birçok insanın istediği ha-yırlı işler vardır. Ama ne yazık ki, birçok sebepten dolayı bunları erteliyoruz değil mi? Bu sebepler ge-nelde çocuk, akraba, mesken, ticaret, mal, mülk vb. oluyor.

Bakın Rabbimiz bu ko-nuda ne buyuruyor:

خوانكم قل إن كان آباؤكم وأبنآؤكم واإاقترفتموها وأموال وعشيرتكم وأزواجكم ومساكن كسادها تخشون وتجارة ورسوله الله ن م إليكم أحب ترضونها يهدي ال والله بأمره الله يأتي حتى فتربصوا سبيله في وجهاد القوم الفاسقين

“De ki: “Eğer babalarınızı, evlâtlarınızı, kardeşlerinizi, eşlerinizi, hısım akrabanı-zı, kazandığınız malları, bozulmasından korktuğunuz ticareti ve hoşunuza giden evleri, konakları Allah’tan, Rasulü’nden ve Allah yolunda cihad etmekten daha çok seviyorsanız Allah emrini gerçekleştirin-ceye, yapacağını yapıncaya kadar bekle-yiniz. Allah yoldan çıkmışlar güruhunu doğru yola iletmez.” (et-Tevbe 24)

Rabbimizin ayet-i kerimede buyurduğu

üzere, bu ve buna benzer durumlar, dünyevî meşgalelerdir. Ve aslında dünyevî meşgale-ler, hiç bir zaman bitmez. “Bitsin, başlayaca-ğım” dersiniz bir meşgale tam biter ama bu kez başka meşgaleler gündeme gelir.

“Evladım biraz büyüsün planlarımı yü-rürlüğe koyacağım” dersiniz ama bir anne-babanın gözünde evlat asla büyümez. Büyüyüp evlense, hatta çocuk sahibi olsa dahi anne-babanın gözünde o evlat halen küçüktür ve halen korunmaya ihtiyacı var-dır. “Biraz daha mal kazanayım” dersiniz ama mal kazanıldıkça insanoğlunun hırsı daha da artar, daha da kazanmak ister. “Şu ara-

lar eşimle aramda sorunlarım var” dersiniz ama var olan o sorunu çözdüğünüzde başka bir sorun oluşur. Eş-ler arasında tartışma veya sorunların olması insanî bir durumdur. Hiç bir aile sorunsuz, hatasız beraber-liğini sürdüremez. Çünkü melek değiliz.

Şimdi daha biz bunları (dünyevî meşgaleleri) dü-şünürken, bunlarla meşgul olurken, ölüm aklımızın

ucundan dahi geçmiyorken ölüm gelip kapı-mızı çalıyor. Düşünün, en acılı gününüzde, canınız çok acıdığında siz yardım istemese-niz dahi, sevdikleriniz gelip size nasihatler eder, elinizden tutar, acınızı bir nebze de olsa aza indirirler ama Azrail Aleyhi’s-Selam karşınızda durduğunda en güvendiğiniz insanlar, yakınlarınız dahi yanınızda olmu-yor. Yardım istediğiniz halde yardım etmi-yor. Sadece sen ve Azrail… İşte o an ecelin geldiği, ömrümüzün bittiği an... Düşünün; işte o an, ne yapılan tövbeler ne de hissedilen pişmanlıklar fayda verecektir bize. O an her şey bitmiş olacak; geriye dönüşü olmayan

Hesap Günü’nde Pişman Olmamak İçin...

O halde bu makaleyi okuyan herkes şöyle bir tefekkür etsin. Nafile ibadetler,

daha fazla araştırma, kitap okuma, namazlarımızı daha çok huşuyla kılma, İslam’ı hakkıyla tanımayan kişilere

İslamî dersler verme, günlük Kur’an-ı Kerim okuma, vs. düşündüklerimizin,

planladıklarımızın arasındadır...

Page 65: KöklüDeğişim 75.Sayı

63 KÖKLÜDEĞİŞİM - Aralık 2010

bir yola girmiş olacağız. Ve Rabbimizin huzuruna çıkacağız. Yaptıklarımız bir bir anlatılacak... yap-madıklarımızda... Yaşa-nılan büyük panik, korku ve pişmanlık göstergesi olan “ah” (“eyvah”) ifadesi belki de binlerce kez tek-rarlanacak. “Ah, keşke na-mazıma başlasaydım.”, “Ah, keşke nafile ibadetlerimi daha da arttırsaydım da Cehennem’de daha az ceza görseydim”, “Ah, keşke daha fazla infak verseydim de yaptığım bu hayır Cehennem’in ateşini benim için söndür-seydi”... Ahh, ahh, ahhh...

O gün yaşanılacak olan pişmanlığı Rab-bimiz şöyle bildiriyor:

مع اتخذت ليتني يا يقول يديه على الم الظ يعض ويوم الرسول سبيل يا ويلتى ليتني لم أتخذ فلنا خليل لقد أضلني عنيطان للنسان خذوال الذكر بعد إذ جاءني وكان الش

“O gün, zulmeden, ellerini (hınçla) ısı-rarak (şöyle) der: “Ah keşke, elçiyle birlik-te bir yol edinmiş olsaydım. Vah, yazıklar bana, ne olurdu da filanı dost edinmesey-dim. Çünkü o, gerçekten bana geldikten sonra beni zikirden (Kur’an’dan) saptırmış oldu.” Şeytan da insanı yapayalnız ve yar-dımsız bırakandır.” (el-Furkan 27-29)

Dünya hayatına geri dönüp Rabbimizi razı etmek için çok çalışmak isteyeceksiniz ama bu kabul edilmeyecek. Azrail Aleyhi’s-Selam’ın görülmesiyle her şey bitecek. Sizin için hayat sona erecek. Bir an da olsa ken-dinizi bu duruma koyun. Öldüğünüzü dü-şünün. Ne kadar acı değil mi? Hep pişman-lıklarla, huzursuzluklarla dolu... İşte bu, kul ne kadar istese de giderilemeyecek olan piş-manlıktır. Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

ولو ترى إذ وقفوا على النار فقالوا يا ليتنا نرد وال نكذب بآياتا كانوا يخفون من قبل ولو ربنا ونكون من المؤمنين بل بدا لهم م

نهم لكاذبون ردوا لعادوا لما نهوا عنه واإ

“Cehennem’in başın-da durdurulduklarında onların, “Ah, ne olaydı, dünyaya geri gönderilsek de bir daha Rabbimizin ayetlerini yalanlamasak ve Mü’minlerden olsak.” dediklerini keşke görsey-din! Hayır, sadece daha

önce içlerinde sakladıklarının akıbeti ön-lerinde belirdi (diye böyle hayıflanıyorlar). (Yoksa) eğer dünyaya geri gönderilseler yine sakındırıldıkları yola dönerler. Onlar gerçekten yalancıdırlar.” (el-En’am 27-28)

Ayet-i kerimenin de işaret ettiği gibi dünyada Allah’ın ayetlerini hiçe sayarak yaşayanlar, eğer kendilerine böyle bir fırsat (dünyaya geri göndelme) verildiği takdirde Allah’ın ayetlerini bir daha yalanlamaya-caklarını, tersine onlara inananlardan ola-caklarını iddia edecekler. Fakat bu temenni-leri gerçekleşmeyecek bir kuruntudan başka bir şey değildir!

Dünyada gaflet içinde, hiç ölmeyecek gibi yaşayan insan, Kıyamet’in dehşetli olayları başlayıp gökler yarılmaya, yıldızlar dökül-meye denizler kaynamaya ve kabirdekiler dışarı atılmaya başladığı zaman aklı ancak başına gelir ve o zaman sağlıklı düşünmeye başlayarak yaptıklarının mahiyetini anlar. Bakar ki, yapmaması gerekenleri yapmış, yapması gerekenleri ya hiç yapmamış ya da çok az yapmış. Dünyevî işlerden, kendisine fayda sağlayacak işlere pek sıra gelmemiş..

Bir Şair, ömrün ne kadar kısa olduğunu şu mısralarla anlatıyor:

“Ömür dediğin üç günlüktürDün geldi geçti, yarın ise meçhuldurO halde ömür dediğin bir günlüktürO da bugündür...”

Hesap Günü’nde Pişman Olmamak İçin...

Dünyada gaflet içinde, hiç ölmeyecek gibi yaşayan insan, Kıyamet’in dehşetli olayları başlayıp gökler yarılmaya,

yıldızlar dökülmeye denizler kaynamaya ve kabirdekiler dışarı atılmaya başladığı

zaman aklı ancak başına gelir

Page 66: KöklüDeğişim 75.Sayı

64Aralık 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

O halde yarın pişman olmamak için bugün önlemimizi almamız hepimiz için hayrlı olacaktır. Şu an yaşıyorsunuz, he-nüz Allah’ın huzuruna çıkmadınız, Azra-il Aleyhi’s-Selam da karşınıza çıkmadı. Bu Allah’ın rahmeti değil midir? Hayırlı amel sergilememiz ve Rabbimizi razı etmek uğ-runda çalışmamız için şu an, büyük bir fır-sat değil midir?

Yazın sıcağından, ateşin ısısından kaçan insanoğlu, neden Cehennem ateşinden ka-çınmak için çaba harcamaz? Satın aldığı evi-nin taksitini veya işyerinin kirasını yıllarca ödeyenler, niçin içinde ebedi yaşanacak Cennet köşklerinin yatırımını yapmayı hiç düşünmezler? Hediye verene hemen teşek-kür edip hatta karşılığını vermemeyi ayıp sayanlar, niye bütün sahip olduklarımızı veren Rabbimize nankörlük ederler? ...

Bu durumda, “yarın, ilerde yaparım” diye bir düşünceyi ve aldatmacayı zihnimiz-

den atalım. “Bugün, şuan” diyerek, ilerde “keşke”lere bırakmamak için zamanı hayır yolda şimdiden değerlendirelim. İlerde planladığımız bütün hayırlı işlerimizi bu-gün yapmaya başlayalım. Zira yarına vak-timiz olmayabilir. Akıl sahibi bir Müslüman bunu yakinen bilir. Çevremize şöyle bir bak-tığımızda, ecelin genç-yaşlı, hasta-sağlıklı, zengin-fakir ayırmadığını görebiliriz. Rab-bimizle olan rabıtamızı her daim koruyalım ve şer’î hükümleri yerine getirmede aceleci olalım.

ا قدمت لغد واتقوا يا أيها الذين آمنوا اتقوا الله ولتنظر نفس مالله إن الله خبير بما تعملون

“Ey iman edenler; Allah’tan korkun. Ve herkes, yarın için ne hazırladığına bir bak-sın. Allah’tan korkun, şüphesiz ki Allah; işlediklerinizden haberdardır.” (el-Haşr 18)

Hesap Günü’nde Pişman Olmamak İçin...

Page 67: KöklüDeğişim 75.Sayı

65 KÖKLÜDEĞİŞİM - Aralık 2010

FRANSA’DA CAMİ YÖNETİCİSİNE TEHDİT

Fransa’da cami yöneticisine gönderilen tehdit mektubunda, “Müslümanlar zaman varken topraklarımızı terk etsin” denildi.

Fransa’nın doğusundaki Strasbourg ken-tindeki Eyüp Sultan isimli caminin Türk yöneticisine iki tehdit mektubu gönderildi. Europe-1 radyo kanalı, kendilerini, “Avru-pa Özgürlük Hareketi” olarak tanıtan grubun gönderdiği tehdit mektuplarından birinden, “beyaz pudra” çıktığını duyurdu.

Polisin, tehdit mektupları ve gönderilen tozun içeriğiyle ilgili soruşturmayı sürdür-düğü bildirildi.

Caminin yöneticisi, kendilerine gelen mektubun birinde, Kur’an-ı Kerim’in bir kopyasından yakılmış bir sayfanın bulun-duğunu ve “Müslümanlar zaman varken top-raklarımızı terk etsin” şeklinde tehdit içeren bir mesajın yer aldığını belirtti.

AA - 13.10.2010

KD: Özelikle 11 Eylül hadisesinden sonra Batı’da Müslümanlara yönelik ciddi bir düş-manlık vaki olurken İslamofobi oluşmuştur. Av-rupa ülkelerinde ise son iktisadî krizden sonra

yabancı uyruklu vatandaşların kendi haklarını gasp ettiği ve ülkelerini terk etmeleri gerekti-ği düşüncesi hâsıl olmuştur. Tarih boyunca ve halen günümüzde de İslam ve Müslümanlara düşmanlık yapanlardan başka bir şey beklemek ise ahmaklıktır. Haberde geçen bu durum, aynı zamanda hoşgörü ve diyalog söylemlerinin ta-bansızlığının da bir göstergesidir.

* * *

ABD, S. ARABİSTAN’A 60 MİLYAR DOLARLIK SİLAH SATACAK

Amerikalı yetkililer, Suudi Arabistan’a, savaş uçakları ve helikopterleri dâhil 60 milyar dolarlık silah satma planlarını doğ-ruladı. Uzmanlara göre, ABD, tarihinin en büyük silah anlaşmasıyla İran’a karşı böl-gedeki müttefiklerini güçlendirmeyi hedef-liyor.

Amerikalı yetkililer, Suudi Arabistan’a, savaş uçak ve helikopterleri dâhil 60 milyar dolarlık silah satma planlarını doğruladı. Dışişleri Bakanlığı, anlaşmanın Kongre’ye gönderildiğini açıkladı. Kongre 30 gün için-de anlaşmaya itiraz edebilecek. Sonuçlandı-rıldığında bunun Amerikan tarihindeki en büyük silah anlaşması olacağı ve 75 bin kişi-ye istihdam olanağı yaratacağı belirtiliyor.

Page 68: KöklüDeğişim 75.Sayı

66Aralık 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

Dışişleri Bakanlığı yetkilisi Andrew Sha-piro, anlaşmanın “stratejik bölgesel perspek-tif açısından büyük önem taşıdığını” söyledi. Shapiro, “Bu anlaşma, bölgedeki ülkelere, Arap Körfezi ve Orta Doğu’daki başlıca ortak ve müt-tefiklerimizin güvenliklerini destekleme kararlı-lığımız konusunda güçlü bir mesaj gönderecek-tir” dedi. Uzmanlar, 80’den fazla F-15 savaş uçağıyla, onlarca Apache, Black Hawk ve Little Bird helikopteri satışı içeren anlaşma-nın Kongre’de önemli bir muhalefetle karşı-laşmasının beklenmediğine dikkat çekiyor. Silah satış planı geçen ay basına sızmıştı. Bu haberlerde, yetkililere dayandırılarak, füze sistemleri satışından da söz ediliyordu. Pen-tagon, ilk aşamada Suudi Arabistan’ın 30 milyar dolarlık savaş uçağı siparişi verece-ğini söylüyor. Silahların teslimatının 15-20 yıl alabileceği belirtiliyor.

Taraf - 21.10.2010

KD: Uşak yöneticiler, kâfir devletleri ayakta tutmak için ne kadar çok çaba sarf etmekte ve ne kadar çok para harcamaktadırlar. Muhtemelen Suudi yetkililer, bu silahları da Müslüman kar-deşlerini katleden kâfirlere karşı değil de, onlarla beraber bir başka Müslüman ülkeye karşı kulla-nacaklardır. Daha önce Irak’ta ve en son olarak da Yemen’de olduğu gibi…

* * *

CUMHURİYET TEPKİSİ CAMİDEN ATTIRDI!

İstanbul Güngören’deki Genç Osman Camii’nde Cumhuriyet Bayramı’na denk gelen Cuma namazı sırasında İmam’ın Cumhuriyet’e ilişkin verdiği hutbeye tepki gösteren bir vatandaş, cemaat tarafından dışarı atıldı. Olayın ardından cemaati sakin-leştirmeye çalışan İmam, namaza gelenlere “Cumhuriyet’e sahip çıkın, bizi bölmeye çalışı-yorlar” sözleriyle seslendi.

Hutbe sırasında Cumhuriyet’e ve Musta-fa Kemal’e övgüler yağdıran İmam’a tepki gösteren bir Müslüman yüksek sesle iti-raz ederek “Kur’an’da Cumhuriyetle ilgili bir ayet göstersene”, “Rasulullah’ın makamında ve Allah’ın evindesin hiç mi korkmuyorsun?” dedi. Daha sonra cami içerisinde İmam’a destek verenler olduğu gibi tepki gösteren vatandaşa da destek verenler oldu.

Kısa sürede tartışmaya dönüşen olay sonrası cemaatten bir grup hutbeye tepki gösteren vatandaşı camiden dışarı attı. Ce-maati sakinleştirmeye çalışan İmam’ın söz-leri ise akıllara durgunluk verdi: “Bunların dinle alakası yok! Bizi bölmeye çalışıyorlar” söz-leriyle cemaate seslenen İmam, camidekile-re “Cumhuriyet’e sahip çıkalım” mesajı verdi. Cuma’nın ardından cemaatten tekrar özür dileyen İmam, camidekileri provokasyonla-ra gelmemeleri konusunda uyardı. İmam’ın “Böyle kişileri tanıyorum. Birçok camiye gidip provokasyon yapıyorlar. Böyle Müslümanlık olmaz. Bunların yaptığını Hıristiyan yapmaz” dediği iddia edildi. Konuşmanın ardından cemaat olaysızca dağıldı.

İnternet Haber - 29.10.2010

KD: Bu haberden sonra bahsi geçen Müs-lüman kardeşimizin tutuklandığını öğrendik. “Düşüncelerinden ötürü kimse tutuklanamaz”

Haberiniz Olsun

Page 69: KöklüDeğişim 75.Sayı

67 KÖKLÜDEĞİŞİM - Aralık 2010

diyen sahtekâr yöneticileri ve kendisine nasihat eden bir Müslüman’ı tutuklatan cami İmamını Allah’a havale ediyor ve o Müslüman kardeşimi-zi Rabbimizin hayırla mükâfatlandırmasını dili-yoruz. Allah ondan razı olsun ve sabır versin.

* * *

VALİ’DEN CUMA MESAJI: “ATATÜRK GÜNEŞTİR”

Isparta Valisi Ali Haydar Öner, Cumhu-riyet Bayramı törenlerinde yaptığı konuş-mada laikliği ve Atatürk’ü anlattı, şunları söyledi: “Atatürk’ün büyüklüğünü anlayama-yanlar ne yazık ki hâlâ var. Bazı ülke mensupları Türkiye’ye geldiklerinde büyük Atatürk’ün kab-rini ziyaret etmezler. Bilmezler ki, Atatürk son nefesini verirken ‘Aleykümselâm’ demiştir. Son nefeste hangi durumda ‘Aleykümselâm’ denir, bunu aziz milletimizin bir kez daha değerlen-dirmesi takdirlere sunulur. Atatürk Türk milleti için bir güneştir, onu artık tartışmayalım.”

Isparta Valisi Ali Haydar Öner, Cumhu-riyet Bayramı kutlamasında yaptığı konuş-mada, “Bu ülkede İslam’ın en iyi şekilde yaşan-dığını” vurguladı ve laikliğin öneminden söz etti, bunun ‘dinsizlik’ olmadığı gibi ‘din düşmanlığı’ da olmadığını belirtti ve şunları söyledi:

“Cumhuriyet kurulduktan sonra köylerde Cuma namazı kılınmasına ilk Diyanet İşleri Başkanı Rıfat Börekçi’nin genelgesiyle imkân sağlanmıştır. Düşünebiliyor musunuz, aramız-da köy kökenli birçok yurttaş var. Şehre gelme-dikçe Cuma namazından mahrum kalıyorlardı. Cumaları hutbeler Arapça okunurken, Türkçe okunmaya başlandı. Bütün bunlar niçin ifade ediliyor? Atatürk’ün büyüklüğünü anlayama-yanlar ne yazık ki hâlâ var. Atatürk olmasaydı şanlı bayrağımız şanla dalgalanabilecek miydi? Millî Şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un büyük şi-iri “İstiklal Marşı” coşkuyla söylenebilecek miy-di? Peygamber efendimizin müjdelediği kutlu

komutan Fatih’in fethettiği İstanbul düşmandan arındırılabilecek miydi? Yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’in Türkçe okunup anlaşılabilmesi ne öl-çüde sağlanabilecekti?

Laik sistem, din ve vicdan özgürlüğünü te-minat altına alan bir sistemdir. Türkiye Cum-huriyeti Devleti, laik bir devlettir ama Hac orga-nizasyonunu en iyi yapan devlettir. İslam’ın en iyi şekilde yaşandığı devlettir. Büyük Atatürk’e kimiler “Deccal” diyor? Bu küfre girmez mi? Bu gıybet olmaz mı? Bu haksızlık, insafsızlık, vic-dansızlık, olmaz mı? Atatürk, Türk milleti için bir güneştir, onu artık tartışmayalım.”

DHA - 30.10.2010

KD: Tartışma ihtilaflı meselelerde gerçek-leşir. Isparta Valisi’nin bu konuda net olduğu gibi bizlerde netiz ve ortada tartışılacak bir konu görmüyoruz. Hele ki, bugüne kadar hiç duymadığımız “Aleykümselâm” örneğinden sonra!

* * *

HÜKÜMETİN SEVGİLİ KULU

Tarihin en büyük vergi affı, sık sık siyasî baskıdan yakınan Doğan Grubu’nun yüzü-nü güldürdü. Doğan’ın 6 milyarlık vergi ce-zası 650 milyon liraya indi.

Devlet Bakanı Ali Babacan tarafından açıklanan vergi borçlarına af düzenleme-sinden yararlanacak en önemli isimlerden

Haberiniz Olsun

Page 70: KöklüDeğişim 75.Sayı

68Aralık 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

birisi Doğan Grubu olacak. Paket bu haliyle yasalaşırsa, ihtilaflı vergi borçları paketten yararlanacak. Pakette, ihtilaflı dosyaların vergi ceza ve faizlerinin tamamen silinmesi ve anaparanın da yarısının affedilmesi ön-görüldü. Bu, başta Doğan Grubu ve Merkez Bankası Vakfı olmak üzere birçok büyük mükellefin borcunda büyük indirime yol açacak.

Maliye Bakanlığı’nın ilk olarak iki yıl önce Aydın Doğan’a 6 milyar liralık bir ver-gi cezası kestiği düşünülürse indirimin ne kadar büyük olacağı kendiliğinden ortaya çıkıyor. 6 milyar liralık vergi borcu uzlaşı sonucunda 2.5 milyar liraya gerilerken şim-di bu oran da vergi cezası affı kapsamında daha da aşağıya çekilmiş olacak. Böylece Aydın Doğan Maliye Bakanlığı’nın ilk başta kestiği 6 milyar liralık vergi cezası yerine sa-dece 650 milyon lira ödeyebilecek yani bor-cunun 10’da 1’ini ödeyecek.

Bilindiği gibi Aydın Doğan’ın hükümet ile uzlaşı arayışının yaklaşık dört ay önce başladığı, hatta Hürriyet Gazetesi eski Baş-yazarı Oktay Ekşi’nin bu pazarlıklar sonu-cundan gruptan uzaklaştırıldığı bile öne sü-rülmüştü. Çünkü Doğan’ın 2.5 milyar liralık vergi borcunu da ödeme zorluğuna girdiği, yeni bir artırım ile bu cezanın 4 milyar li-raya kadar yükselebileceği iddia edilmişti. Doğan’ın af çalışmaları ile ilgili bilgi edindi-ği bunun sonucunda Hükümet ile yeniden masaya oturduğu ifade edilmişti. İşte Ay-dın Doğan’ın Hükümet ile yapılan son pa-zarlıkların neticesinde Oktay Ekşi’yi Hürri-yet gazetesindeki görevinden istifa etmeye zorladığı söylenti olarak basın camiasında yankı bulmuştu. Oktay Ekşi’nin bu yöndeki sorulara, “Böyle bir şeyi düşünmek istemiyo-rum” şeklinde cevap verdiği görülmüştü.

Taraf - 16.11.2010

KD: Türkiye’nin en büyük medya grubuna ceza kesen ve bu süreçte tamamen yanına almayı ve içerisindeki aksisedaları susturmayı hedefle-yen AKP ile Aydın Doğan anlaşmış olacak ki, affedilmiştir. AKP iktidarı da küçük esnafa vergi yükü bindirirken kirli para sahiplerini destek-lemeye devam etmektedir. Halka çay kaşığı ile verilirken, Aydın Doğan’a ha bire kepçe sunul-maktadır.

* * *

ON BİNLER, ENDONEZYA ZİYARETİNDE OBAMA’YI PROTESTO

ETTİ!

Endonezya’nın Cakarta şehri civarın-da 15 bin Hizb-ut Tahrir (HT) mensu-bu 7 Kasım Pazar günü Başkanlık Sarayı önünde Obama’nın Endonezya ziyaretini protesto için toplandı. Protestocular dün-ya emperyalizminim sembolü olan ABD Büyükelçiliği’nin önünden Başkanlık Sarayı’na kadar uzun bir yürüyüşü başlattı. Yol boyunca, “Obama’yı istemiyoruz”, “Oba-ma burayı hemen terk et” sloganları atıldı. Obama’nın ziyaretinin temelinde dünya emper-yalizminin siyasetlerini Endonezya’ya dayat-mak olduğunu bildiren protestocular resmî rakamlara göre 20 bin civarındaydı.

Protesto eylemi, aynı zamanda dünya-daki diğer dost ve kardeş ülkelerdeki afet-lerden etkilenenler için de bir yardımlaşma

Haberiniz Olsun

Page 71: KöklüDeğişim 75.Sayı

69 KÖKLÜDEĞİŞİM - Aralık 2010

ve dayanışma formu olarak tasarlanmış. Bu nedenle, Obama’nın gelişini reddetmenin yanı sıra, bu eylem, aynı zamanda afet mağ-durları için bir fon olmuştur.

HT Sözcüsü İsmail Yusanto, eylemin dü-zenlenmesinin kendileri için bir yükümlülük ol-duğunu dile getirdi ve afet mağdurları için “Rabbimiz bizleri kötülüklerden korusun” du-asında bulunarak, bununla emperyalizmin de kötülüğünü kast etti.

Afetlere karşı ortak mücadele ve daya-nışma önemlidir ama her şeyden önce Müs-lümanların Endonezya’da emperyalizmin sağlamlaşmasına karşı durmaları ve protes-toları, daha büyük bir öneme sahiptir. Ka-tılımcılardan volkan patlaması ve tusunami felaketi kurbanları için para bağışlamak is-teyenlere para yardımı yapmak üzere tor-balar dağıtıldı. Olayın sonuna kadar 62 mil-yon rupiah (yaklaşık 7000 $)’dan fazla nakit para afet mağdurları için toplanmış oldu.

Endonezya’ya Obama’nın gelişinin Hizb-ut Tahrir tarafından protesto edilmesi, Endonezya’nın genelinde ve çeşitli illerde yapıldı. Bununla birlikte yine bu eylemler-de afetler sebebiyle mağdur olan Müslü-manlar için bir yardım fonu çerçevesinde yardımlar toplandı. Ayrıca Hizb-ut Tahrir, bazı afet bölgeleri için kardeşlerimizin acı-larını azaltmaları ve yardımcı olmaları için Hizb-ut Tahrir Afet Müdahale Ekibi’nin bir parçası olarak gönüllülerden oluşan bir gö-rev gücü gönderdi.

Ajanslar - 07.11.2010

KD: Müslümanları katleden kâfirlerin ve on-ların elebaşlarının gittikleri İslam Beldelerinde dostane bir şekilde karşılanmaları Müslüman-lara yakışmıyordu. Verilen bu tepkinin İslam Âlemi’nin diğer beldelerine de örnek olmasını ümit ediyoruz.

* * *

AKARYAKITTAN BÜTÇE’YE 138.4 MİLYAR AKACAK

Akaryakıt ve doğalgaz ürünlerinden alınan Özel Tüketim Vergisi (ÖTV) yoluy-la Bütçe’ye 5 yılda 138,4 milyar lira katkı sağlanacak. Bütçe’de 2010 yılında 30.7 mil-yar lira olarak öngörülen akaryakıt ve do-ğalgazdaki ÖTV gelirinin yıl sonunda 32.1 milyar liraya ulaşması bekleniyor. Devlet, petrol ve doğalgaz ürünlerinden alınan ÖTV ile 2011’de mahallî idare payları dâhil 34 milyar 621 milyon 497 bin lira gelir hedef-liyor. Bu tutar 2010 yılı ile kıyaslandığında yüzde 8 oranında bir artışa karşılık geliyor. Hazine, petrol ve doğalgaz ürünlerinden 2007 yılında 22.2 milyar lira, 2008 yılında 23.9 milyar lira, 2009 yılında 25.6 milyar lira ÖTV geliri elde etmişti.

Akaryakıt ve doğalgaz ürünlerinden alı-nan Özel Tüketim Vergisi (ÖTV) Hazine’yi ihya etti. Akaryakıt ürünlerinden alınan ÖTV, her ürün için litre, kilogram veya met-reküp başına maktu (sabit) bir tutar olarak uygulanıyor. İzlenen ekonomik program ile bütçe hedefleri ve gerçekleşmeleri de göz önünde bulundurularak, ülke ekonomisi-nin ihtiyaçları çerçevesinde vergi oran veya tutarlarında değişiklikler yapılıyor.

AA - 20.11.2010KD: Türkiye’nin petrol ürünlerinden aldığı

vergi bir kez daha bu vahim tabloyu gözler önü-ne sermiştir. Geçen ay İran’ın 2010 yılı petrol gelirinin 59 milyar dolar olduğunun açıklandığı bir zamanda Türkiye’nin 2011 yılı için 35 mil-yar dolar civarında sadece petrol ürünlerinden elde edeceği ÖTV tutarı herkesi hayrete düşür-müştür. Bu miktara birde KDV eklendiğinde, Türkiye’nin yıllık petrol ürünlerinden aldığı vergi miktarı yaklaşık 50 milyar dolar civarında olacaktır. Birçok Ortadoğu ülkesinin bile yıllık petrol geliri bu kadar değildir. Bu da bize gös-teriyor ki, Türkiye’nin petrol kuyusu kendi va-tandaşıdır!

Haberiniz Olsun

Page 72: KöklüDeğişim 75.Sayı

70Aralık 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

Umm SUNDUS

“İSRAİL” FİLİSTİN’DEKİ ZULMÜNÜ VE BASKISINI

ARTIRIYOR

ne bir otorite, ne de başka herhangi bir güç, o mübarek toprağın tek karışından vazgeçe-mez; buna hakkı ve haddi yoktur.

Yahudi varlığı büyüdükçe Müslümanla-rın toprakları gasp ediliyor, ağaçları tahrip ediliyor, zenginlikleri heder ediliyor. Müs-lümanlar, Yahudilerin ellerinden işkence-ler çekiyor, kontrol noktalarında saatlerce eziyet görüyor, evlatları küçük düşürülü-yor. Bütün bunlar yetmezmiş gibi, şimdi de hemen hemen tüm şehirlerde ve köylerde öteden beri süregelen bir âdet olan ezan ön-cesinde Kur’an okunması yasaklanıyor. Ya-hudi yerleşimciler, ezan öncesinde okunan Kur’an tilavetinin sesinden rahatsız olduk-larından şikâyet edince hemen yasaklan-dı ve Filistin Otoritesi bu iğrenç yasaklara itaat etmek zorunda kaldı ve efendilerini razı etmek için tüm camilerde ezan öncesin-de Kur’an okunması yasağını uygulamaya soktu.

Yahudi varlığının cüreti, doğal kaynak-larımızdan suya da el attı. Yahudi varlığının su erişim noktalarının sayısı 42’ye ulaştı. O

وعد جاء فإذا الرض اسكنوا إسرائيل لبني بعده من وقلنا الخرة جئنا بكم لفيفا

“Onun (Fir’avn’un ölümü) ardından İsrailoğulları’na dedik ki: ‘Yeryüzünde meskûn olun, tâ ki Âhiret vaadi geldiği za-man hepinizi topluluklar halinde bir araya getireceğiz.’” (el-İsrâ’ 104)

İşte bu ayet, Allah’ın Müslümanlara ken-di topraklarını vaat ettiğine delalet etmek-tedir.

Yahudi yerleşimlerinin inşası, güya don-durulduğu ilan edildikten sonra yeniden başladı. Gerçek şu ki bu yerleşimler, arttıkça Yahudi nüfusu da artmaktadır. Yerleşimle-rin inşası durdurulmadıkça sözde barış gö-rüşmelerine katılmayacağını söyleyen Filis-tin Otoritesi’nin -sözde- Başkanı Mahmud Abbas, inşaatların yeniden başlamasına göz yummak zorunda kaldı, aksi takdirde “dost-larını” gücendirmiş olacaktı. Öyle ki inşaat-lar yeniden başladığında oturup izlemekten başka bir şey yapamadı. Oysa Filistin ve Kudüs, İslâmî Ümmet’e aittir ve ne bir lider,

Beyt-ul Makdis/Filistin

Page 73: KöklüDeğişim 75.Sayı

71 KÖKLÜDEĞİŞİM - Aralık 2010

“İsrail” Filistin’deki Zulmünü ve Baskısını Artırıyor

kadar ki havuzlarını dolduruyorlar, çimen-lerini, bahçelerini ve mahsullerini doya doya suluyorlar. Oysa Filistin’de yaşayan Müslü-manlara su kuyuları açmaları yasaklanıyor, pınarlardan faydalanmaları engelleniyor. Filistin halkı suya ihtiyaç duyduklarından Yahudi varlığından kendi sularını satın al-maya mecbur bırakılıyor.

Müslümanlara ulaştırılan su kaynak-larının çoğu da Yahudi yerleşimciler tara-fından kirletiliyor veya zehir katılıyor. Bir köylü şöyle diyordu: “Gün ortasında gelip çocuk bezleri ve zehirli atıklar gibi pis madde-leri kaynak sularına atıyorlar. Biz gidip Yahudi yetkililere şikâyette bulunduğumuzda ‘ordunun bu hususta yapabileceği bir şey yok’ diye cevap veriyorlar.” Filistinli Müslümanların yıllık su tüketimi 93 milyon m3 iken Yahudi var-lığınınki 344 milyon m3. Bu da Yahudilerin çalıp Müslümanları mahrum ettikleri suyun ne boyutta olduğunu gösteriyor.

Artık bütün bunlar Müslümanların, Ümmet’in yegâne kurtuluşu olan Hilâfet’i kurmak için birlikte çalışmaya ne kadar muhtaç olduklarını göstermez mi? Müslü-manları, günübirlik karşılaşıp direnmeye çalıştıkları her tür zulümden, baskıdan ve işgalden kurtarabilecek yegâne güç Hilâfet değil midir? Müslümanları önceki izzet ve azametlerine kavuşturabilecek yegâne güç Hilâfet değil midir? Şüphe yok ki Allah’ın indirdikleriyle hükmeden İslâmî Devlet’in ihlâslı yöneticileri, bugün kendi halklarına bile göz göre göre yalan söyleyen ve arsızca onlardan yüz çeviren günümüz yöneticileri gibi olmayacaklardır. Görüyoruz ki, Müslü-manların acısı günden güne artmakta. “Ye-ter artık” diyoruz! Yeter artık! Artık Hilâfet’i yeniden kurmak için çalışmaya başlamalı-yız, çalışmalarımızı artırmalıyız.

Muhakkak ki Allah Subhânehu sabre-denleri, yeryüzünde istihlaf, dinlerini sapa-sağlam yerleştirmek, korkularından arınıp güvene kavuşmak, başarı ve zafere ulaş-makla müjdelemiştir.

الحات ليستخلفنهم في وعد الله الذين آمنوا منكم وعملوا الصنن لهم دينهم الذي قبلهم وليمك الرض كما استخلف الذين من ارتضى لهم وليبدلنهم من بعد خوفهم أمنا يعبدونني ال يشركون

ئك هم الفاسقون لك فأول بي شيئا ومن كفر بعد ذ

“Sizden iman edip ve salih ameller iş-leyenlere; kendilerinden öncekileri Halîfe kıldığı gibi Allah onları da yeryüzünde mutlaka Halîfe kılacağını, kendileri için razı olduğu dini (İslâm’ı) onlar için mutla-ka hâkim kılacağını, korkularından sonra onları(n bu hallerini) mutlaka güvenliğe çe-vireceğini vaat etti. Zira onlar Bana hiçbir şeyi şirk koşmazlar. Artık bundan sonra da her kim kâfirlik (nankörlük) ederse, işte onlar fâsıkların ta kendileridir.” (en-Nûr 55)

Kaynak: Islamic Revival Blog (www.islamicsystem.

blogspot.com)

Page 74: KöklüDeğişim 75.Sayı

72Aralık 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

ألم تر كيف فعل ربك بأصحاب الفيل

“Yoksa Sen Rabbinin; Fil Sahiplerine ne yaptığını görmedin mi?” (el-Fîl 1)

Rabbimiz bizi affetsin ve bize mağfiret etsin. Şüphesiz ki o affı ve mağfireti pek ge-niş olandır. O hayatı ve ölümü yaratandır. Hakkı ve batılı birbirinden ayırandır. Yarat-tığı her şey O’na muhtaçtır. O acizlerin ve mustaz’afların Rabbi, yol arayanların yol göstericisi, yolda yürüyenlerin kılavuzudur. O Allah’tır. O, yaratandır, O, yaşatandır. O, koruyan himaye edendir. O, Kendine tâbi olan kulları için ihlâsı ve hamd’i yazmıştır. O, samimiyeti ve fedakârlığı, teslimiyeti ve iyi niyeti yazmıştır. O, samimi kullarını se-ver ve onları güzel ahlâkla taçlandırır.

O, fedakâr kullarını sever ve onlara izze-ti yalnız Kendi yanında aramalarını öğütler. O’nun yanı, izzetin tek mekânıdır. O’nun hükmü, bütün hükümlerden üstündür. Gökler ve yer, güneş ve yıldızlar onun emri altındadır. O, yegâne güç sahibidir. Gök-ler ve yer, güneş ve ay, şimşekler ve fırtı-

nalar, ateş ve su, kuşlar, böcekler, ağaçlar ve hayvanlar hepsi O’nun emri altındadır; hepsi O’nun ordusudur. O’nun gökyüzünü kaplayan, yüreklere korku salan melekleri vardır. Onun ‘Fil Ordusu’nu darmadağın eden “ebabil” kuşları vardır. O’nun siccilden taşlar fırlatan ebabil kuşları vardır. O, tek güç sahibidir ve asla yenilmez. O’nu kimse yenemez. O’nun izni olmadan, O, “ol” de-meden hiçbir şey olmaz, olamaz. Ve Kendi düşmanlarına da mühlet veren O’dur. Ken-dine asi olanlara da yeryüzünde müddet tanıyan O’dur. Galip gelmek ancak O’nun izniyledir. Çünkü O, mutlak güç sahibidir ve dilediğine yardım eder.

Fakat Allah yeryüzündeki isyankârları, şeytana ve hevaya tâbi olanları, Allah’ı unu-tanları, dünyaya dalanları, Kendisine iman ettiği iddiasında bulunan kullarının eliyle cezalandırmayı murat etmiştir. Rabbimiz Allah düşmanlarını cezalandırma işini, yer-yüzünde bozgunculuk yapan, fitne çıkaran, kendi çıkarları için insanları birbirine düşü-ren, bölen, parçalayan ifsatçıları susturma

Bülent Uğur KOCA

Page 75: KöklüDeğişim 75.Sayı

73 KÖKLÜDEĞİŞİM - Aralık 2010

Az dahi olsalar belki de bir yıldırım, bir fır-tına düşmanlarını kahretmeye yetecektir.

Belki yeryüzünde Ensarullah olma iddia-sında olan kimse kalmasa Rabbim, hazır kıta bekleyen Ebabil kuşlarını tekrar gönderecek ve onlar Batı emperyalizminin jandarması Amerikan ordularını ve işgalci zalim “İsra-il” ordularını darmadağın edecekti. Fakat Rabbimiz Allah, tercihini yapmış ve iman edenlere bu sorumluluğu nasip etmiştir. Bu görevin mükâfatı ebedî Cennet’tir. Sonsuz saadettir. İzzettir. Şahadettir.

Rabbim, emanetini hakkıyla yükleneme-diğimiz için bizi affetsin, bizi bağışlasın…

Rabbim bizleri Allah’ın dininin yardım-cılarından kılsın…

Bizlere, tanklara karşı taşlarla yürüyen-lerin izzetini, onurunu, samimiyetini ve en önemlisi tevekkülünü nasip etsin…

İşgalcileri ilahlaştırmaktan, ifsatçıları otorite kabul etmekten bizleri korusun...

Rabbim, bizlere Allah’ın dininden zerre kadar taviz vermeden mücahede azmiyle yaşamayı, mücadeleyle yoğrulmayı ve şa-hadetle huzura kavuşmayı nasip etsin...

(Âmin)

görevini, canlarıyla, mallarıyla Allah yolun-da mücadele eden kullarına vermiştir. Allah vaat etmiştir: Allah’ı seven ve Allah’ın da onları sevdiği bir topluluk, Allah yolunda mücahede eden, cihad eden ve kınayıcıla-rının kınamasından korkmayan bir toplu-luk, mutlaka kazanacaktır. Onların görevi Kur’an’la sabit olmuştur. Onlar, fitne kalma-yıp din yalnız Allah’ın oluncaya kadar mücahe-de edeceklerdir. Bu gurup Hizbullah’dır. Bu gurup Ensarullah’dır. Bu gurup topyekûn Mü’minlerdir. Kalbinde ve hayatında iman iddiasını taşıyan kim varsa, Allah’a kulluk iddiasını taşıyan kim varsa, fitne kalmayıp din yalnız Allah’ın oluncaya kadar müca-hede etme görevinin birincil muhatabıdır. İman iddiasında bulunanlar var olduğu müddetçe, Rabbim bu sorumluluğu onların üzerine yıkmıştır ve onların eliyle bu vaadi-ni gerçekleştirecektir. Çünkü Rabbimiz vaa-dinden dönmeyendir.

Eğer iman edenler (yani bizler), hakkıy-la Allah yolunda mücahede etseler, dünya hayatının görünen yüzü için değil, yalnız Allah için mücadeleyi becerebilseler, bütün arzularını ve amellerini, Allah’ı razı etme doğrultusunda yönlendirseler, o zaman bel-ki -az dahi olsalar- Allah’ın emriyle bir say-ha, bir çığlık onların yardımına yetişecektir.

Görmedin Mi Rabbin Fil Sahiplerine Ne Yaptı?

Page 76: KöklüDeğişim 75.Sayı

74Aralık 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

Hilafet’in yıkılması ve Cumhuri-yet’in kurdurulmasından son-ra Batı, gayretlerini İslam

Ümmeti’nin fikrî ve kültürel yıkımı üze-rinde yoğunlaştırdı. Madden yenilen İslam Dünyası’nın tekrar ayağa kalkamaması için uyuşturucu fikir zerkine başlandı. Dinini, dilini, alfabesini, akidesini, hukukunu, tica-retini, yönetimini yeniden düzenleme çalış-masına girişildi. Atanmış sömürge valileri, efendilerin beklediğinden fazlasını yapma gayretindeydiler. Fakat yapılanlar, Batı’nın kötü bir taklidinden öte değildi.

Batı tarzı giyim, ilerlemenin ve kalkın-manın ön şartı olarak görülmeye başlan-dı. Anadolu insanının yerel kıyafetleriyle, Ankara’da Ulus ve Kızılay bölgelerine girme hakkı yoktu. Şapka giymek devrim kanunla-rı ile zorunlu hale getirildi. “Burnunu göster-mekten utanan” Müslüman kadın, okullarda, devlet dairelerinde, resmî törenlerde arz-ı endam ettirilmeye başlandı. İslamî tesettür yerine, Batı tarzı bir giyim anlayışı yerleş-tirilmeye çalışıldı. Bu noktada ibretamiz bir vakıa, 30’lu yıllardaki güzellik yarışmaları-dır. 1932’de, Rejim’in ismiyle müsemma ga-

zetenin organize ettiği güzellik yarışmasın-da Keriman Halis birinci olarak seçilir. Ve Avrupa’da düzenlenen güzellik yarışması-na Türkiye’nin adayı olarak gönderilir. Bu yarışma öncesinde jüri üyelerine yapılan şu konuşma, bu yarışmayla neyin kastedildiği-ni çok net ortaya koymaktadır: “Sayın jüri üyeleri, bugün Avrupa’nın zaferini kutluyoruz. Yüzyıllardır dünya üzerinde hâkimiyetini sür-düren Osmanlı İmparatorluğu artık bitmiştir. Onu Avrupa bitirmiştir. Bir zamanlar sokağı bile, pencere arkasından seyredebilen Müslü-man kadınların temsilcisi olan Türk güzeli Keri-man Halis, karşımıza mayo ile çıkıp kendini bize beğendirmeye çalışmıştır. Bu Türk kızını kendi zaferimizin tacı kabul edeceğiz ve onu “kraliçe” seçeceğiz. Bu sene güzellik kraliçesi seçmiyoruz. Bu sene İslam’ı ve Türkleri yenmenin zaferini kutluyoruz.”

Batı için “kadın” kavramı, İslam toplum-ları üzerindeki değerlendirmelerinde hâlâ belirleyici bir unsurdur. Batı’ya göre, top-lumun ne kadar İslamî veya ne kadar Batılı olduğunun göstergelerinden biri, o toplum-daki “kadın” anlayışının ne kadar İslamî veya ne kadar Batılı olduğudur.

Gamze ASLAN

Page 77: KöklüDeğişim 75.Sayı

75 KÖKLÜDEĞİŞİM - Aralık 2010

tür mü, okumak mı?”, “tesettür mü, çalışmak mı” ikileminde kalan Müslüman hanımların meseleyi maddî ve manevî “menfaat” bağla-mında değerlendirmesi öğütlendi hep. Ba-şörtüsünü çıkarmanın günahı terazinin bir kefesine, başı açık olarak yapılacak İslamî(!) çalışmanın sevabı terazinin diğer kefesi-ne konuldu. Tabii ki İslamî(!) çalışma ağır bastı. Allah için Allah’ın emrine isyan! Ne büyük aldatmaca… Başörtüsünü açıp oku-luna devam eden ve bundan dolayı muzda-rip olan genç kızların, başlarını açıp okul-larına devam etmelerinden ötürü, “mele-i âlâ”dakiler tarafından alkışlandıkları dahi ifade edildi, İslamî liderler ve çevreler tara-fından.

Bu tavır, Müslümanların “başörtüsü” kavramının öneminin yitirilmesine yol aç-mıştır. Artık şu anda “başörtüsü”, kolayca vazgeçilen bir ameldir. Okulda öğretmenin, üniversitede öğretim görevlisinin, işyerinde patronun, devlet dairesinde amirin emri, Allah’ın emrinin üstündedir. Ve neticede, yapılan kar-zarar hesabının küçük görülen zarar hanesi öyle büyüdü ki, bir nesil için Allah’ın tesettür emri sanki ilga oldu.

Bugün, üniversitelerdeki başörtüsü problemi yeniden gündemde... Fakat konu hâlâ Allah’ın emri olarak değil, özgürlükler babından ele alınıyor. Ve üniversitede ser-bestlik verilirken, ilköğretimde, lisede ve kamusal alanda yasaklama eğilimi devam ediyor. 28 Şubat tuğyanının dilinde “Allah’ı kamusal alana sokmayacağız” şeklinde ifade edilen laik anlayış, aynı şekilde devam edi-yor. Müslüman hanımlar için Allah’ın emri, her yerde, her zamanda geçerli olmalıdır. Allah düşmanları istemese de, Müslüman’a düşen görev, O’nun emrine tâbi olmaktır. Başörtüsüne sahip çıkan Müslüman kadın bilmelidir ki, bu haliyle Allah’ın önünde eğilmekte ve tüm tağutî sistemlere baş kal-dırmaktadır. Ne mutlu, bu başkaldırı bilinci ile bilinçlenenlere…

Batı’nın yerli uzantılarının İslam’a olan düşmanlıkları, İslam’ın şiarlarına odaklanır ve özellikle tesettürde belirginleşir. Rejimin kurulmasıyla başlayan, 28 Şubat ile ayyuka ulaşan başörtüsü ve tesettür düşmanlığı Müs-lümanların kalbinde kanayan bir yara olma-ya devam etmektedir. Yıllardır uygulanan zulüm sebebiyle on binlerce Müslüman ba-yanın okuması engellendi. Başörtüsüne sa-hip çıkanlar ise ikinci sınıf insan muamelesi gördüler.

Fransız askerlerinin işgal ettiği Maraş’ta başaramadığı tesettürsüzlüğü, daha sonra Batıcılar kendilerine gaye edindiler. Lakin Sütçü İmam’ın şahsında bayraklaşan teset-tür direnişi, sonraki Müslümanlar tarafın-dan aynı duyarlılık ile devam ettirilemedi. İçerden ve dışarıdan yapılan tüm baskılar ve tertipler sonucu, Müslüman kadınların başörtüsü hassasiyeti törpülendi. Maalesef Müslümanlar bu baskılar ve kültürel cere-yanlar karşısında dik durmayı bilemediler, “gassalin elindeki meyyit” gibi, küfrün elinde savruldular.

Azgın 28 Şubat zihniyetinin zinde oldu-ğu zamanlar, Müslümanların birçoğu ve onların önderlerinden ekseriyeti İslamî bir duruş sergileyemediler. Allah’ın Şeriatı’nın “birinci düşman” olarak belirlendiği bu dö-nemde, Müslümanlar kendilerine sahip çıkacak, onlara yol gösterecek dirayetli li-derlerin yokluğunu çok acı hissetti. Zira piyasada lider sıfatıyla dolaşanlar, tağutun her tuğyanı karşısında, bir emir eri tavrıy-la, el-pençe divan durarak, boyun büker bir halde teslimiyetlerini ifşa ediyorlardı. Küf-rün temsilcileri tesettüre saldırırken, onlar tesettürün “fürüat” olup olmadığını tartış-maktaydılar.

Okumak ve çalışmak uğruna başörtüsüz-lük, şeytanın sağdan yaklaşması gibi güzel gösterildi. Tesettür, bırakılmaması gereken “Allah’ın Emri” olarak değil, “kar-zarar” an-layışı çerçevesinde değerlendirildi. “Teset-

Tesettür İslâm’ın Şiarıdır

Page 78: KöklüDeğişim 75.Sayı

76Aralık 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

leri bulamazsanız” denmedi yalnızca; “kâtip bulamazsanız” dendi. Bunun sebebi ise; geçen ayette borçlanmada iki şahıs (erkek), bir şahıs (erkek) ve iki kadın olarak şahitle-rin tutulmasını açıklamıştı. Bu ayet şahitler konusunu önceden zikrettiği için burada tekrar zikretmemektedir. Ayrıca bu ayette; “…Şahitliği gizlemeyin, kim onu gizlerse günahkâr olur” denmektedir. Bunun ma-nası; yolculukta da şahitlik geçerlidir. Şahit ve kâtip bulunmadığı zamanda rehin yeter-lidir. Rehinse hemen orada teslim edilme-lidir. Çünkü rehin, şahitler ve kâtip yerini tutmaktadır. Eğer rehin sonra teslim edile-cekse borç alan kimse oyalayabilir veya bor-cunu inkâr edebilir. Veyahut da bir tarafın ölmesi ile hak kaybolabilir.

Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem ve-fat ettiği zaman, çelik zırhları otuz kile arpa karşılığında bir Yahudi de rehin idi. (Sahih-i

Buharî 1288 ve Kamil Mirasın açıklamaları, Muslim) Yani Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem vefat ettiğinde borcu karşılığı kalkanı Yahudi de rehin idi.

قبوضة فإن أمن ن كنتم على سفر ولم تجدوا كاتبا فرهان م واإبعضكم بعضا فليؤد الذي اؤتمن أمانته وليتق الله ربه وال تكتموا

هادة ومن يكتمها فإنه آثم قلبه والله بما تعملون عليم الش

“Eğer yolculukta iseniz bir kâtip de bulamazsanız, (borca karşılık) alınmış re-hinler yeterlidir. Eğer birbirinize güvenir-seniz, kendisine güvenilen kimse emane-tini ödesin. Allah’a takvalı olsun Şahitliği gizlemeyin, kim onu gizlerse, o mutlaka kalben günahkârdır. Allah, yapmakta ol-duklarınızı bilendir.” (el-Bakara 283)

Bundan önceki ayet (el-Bakara 282) “borçlan-ma ayeti” olarak adlandırılmıştır. Bu ayet de o ayeti tamamlamaktadır. Çünkü konusu borçlanma üzerinedir. İlk bakışta sanki iki-sinin tek ayet olduğu düşünülebilir.

Bu ayette yolculuk esnasında borçlanıl-dığında nasıl davranılacağı üzerinde durul-maktadır. Eğer yolculuk esnasında borçla-nılacak olursa, borcu yazacak katip ve şa-hitler bulamazsak, borç alacak kimse, borç verecek kimseye rehin verir. Burada; “şahit-

Esad MANSUR

بسم الله الرحمن الرحيم

Page 79: KöklüDeğişim 75.Sayı

77 KÖKLÜDEĞİŞİM - Aralık 2010

Bu hadisten şu da anla-şılır: Yolculukta bulunul-masa da borç karşılığında borç veren kimse rehin ala-bilir. Çünkü Rasulullah Sal-lAllahu Aleyhi ve Sellem yol-culuk dışında Yahudi’den borç almış ve kalkanını re-hin vermiştir. Fakat borçlu olan kimse borcunu ödeye-mezse veya ödeyemeden vefat ederse alacaklı, borç karşılında elinde bulundurduğu rehine sa-hip olamaz. Ancak rehin satılır veya piyasa-da rehinin kıymeti öğrenilir, sonra borç kar-şılığı ödenir veya borca denk geliyorsa borç bu şekilde kapatılmış olur. Daha az ise üstü tamamlanır. Rehinin değeri fazla ise fazlalık borçlu tarafa geri ödenir.

İki taraf birbirine güvenirse, emaneti alan emaneti, borç alan kimse de borcunu ödemeli. Borç, borçlu kişinin boynunda bir emanet olur. Allah’tan korkarak onu sahi-bine geri iade etmelidir. Zira Allahu Teâlâ emaneti yerine getirmeyeni cezalandıracak-tır. Bu sebeple Allah’tan korkarak emanet yerine ulaştırılmalıdır.

Yolculuk esnasında şahitler bulunup kâtip bulunmadığı takdirde veya yazacak bir şey olmadığında şahitler şahitliklerini iyice gözlemlesin ve de şahitliklerini hiçbir şekilde gizlemesinler. Olabilir ki şahitlik-leri yazılı olmadığı için şahitliklerini giz-leme yoluna gidebilirler. Bunun için Allah şahitleri Kendi azabı ile korkutuyor; “…Şahitliği gizlemeyin, kim onu gizlerse, o mutlaka kalben günahkârdır.” Zira Allahu Teâlâ yapmış olduğumuz her şeyi ve gizli olanı bilir. Kişi şahitliği ve emaneti gizlerse günahkâr olur ve bu nedenden dolayı da ce-zalandırılır. Bu durumda imanı ve takvayı tahrik etmek gerekir. Çünkü borçlu kimse

borcunu inkar ettiğinde veya şahitler inkara kalkış-tıklarında alacaklı kimse ne yapabilir ki?! Sadece Al-lahu Teâlâ onun yardımcısı olur. İslam Devleti’nde de kadılar (hâkimler) ilk önce davalıları Allah’tan kork-maya davet ederler.

Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem bir arsa üze-rinde ihtilaf eden şahısları

Cehennemle korkutmuştu. Onlara şöyle de-miştir: “Hayır, ben insanım, hasımlar bana gelince biri diğerinden daha güzel konuşur, onun lehine hüküm ver(ebil)irim. Böyle ya-pıp Müslüman hakkını yiyerek onun lehine hüküm verdiğim zaman ona Cehennem’den bir parça vermiş olurum. Öyleyse ya onu taşısın ya da onu bıraksın.” (Buharî, Muslim) Bu durumda davalılar davalarından feragat ettiler.

Bu nedenle Allahu Teâlâ’nın hükmü veya bu hükme göre benimsenen kanunu uygu-lamak için Allah’ın korkusunu tahrik etmek gerekir. Yoksa kâfir Batı sistemlerinde oldu-ğu gibi olur. Yani şahitler ve belgen yoksa hakkın heder olur. İslam’da ise şahitler, bel-ge bulunmasa dahi kendisinden hak istenen kimse, Allah’tan korkunca veya Allah’tan korkmaya davet edilince hemen hakkı sa-hibine iade eder. İşte İslam Nizamı’nın aza-meti bu şekilde tecelli eder.

ن تبدوا ما في أنفسكم ماوات وما في الرض واإ لله ما في السأو تخفوه يحاسبكم به الله فيغفر لمن يشاء ويعذب من يشاء والله

على كل شيء قدير “Göklerde ve yerde ne varsa Allah’ındır.

İçinizdekini açıklasanız da gizleseniz de, Allah, onunla sizi hesaba çeker! Sonra da dilediği kimseyi bağışlar, dilediği kimse-yi de azaba uğratır. Allah’ın her şeye gücü yeter.” (el-Bakara 284)

Bakara Suresi 283-284. Ayetler

İki taraf birbirine güvenirse, emaneti alan emaneti, borç

alan kimse de borcunu ödemeli. Borç, borçlu kişinin

boynunda bir emanet olur. Allah’tan korkarak onu sahibine geri iade

etmelidir. Zira Allahu Teâlâ emaneti yerine getirmeyeni

cezalandıracaktır.

Page 80: KöklüDeğişim 75.Sayı

78Aralık 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

Allahu Teâlâ bu ayette Kendisinin mülk sahibi olduğunu, gökler ve yeryüzü içinde ne varsa Kendi mülkü olduğunu bildiriyor. Birçok ayette bunu insanlara hatırlatıyor. Nitekim aynı konuyu birçok defa tekrar-lamanın manası hatırlatma ve te’kit etmek içindir. İnsan hep aklında bunu canlı tutsun ki; Allah’a boyun eğip O’na kulluk etsin ve şükretsin. Zira insana dünyanın güzellikleri tatlı gelip Rabbi olan Allah’ı unutup gaflete düşebilir. Nitekim insanların çoğu gaflette-dir. Bu nedenle “mülk Allah’ındır” hakika-tini devamlı insanlara hatırlatmak gerekir. Bu hakikat gereğince insanlar Allah’ın mül-künde ancak O’nun izniyle hareket etmeli, O’nun emri ve nehyine göre davranmalıdır. Onun için Allahu Teâlâ bu hakikati bildi-rirken ve hatırlatırken şöyle buyurdu: “…İçinizdekini açıklasanız da gizleseniz de, Allah, onunla sizi hesaba çeker!..” Başka bir ifade ile; “İçinizde bir şeyi gizleseniz de açıklasanız da onu bilip hesaba çekerim.” den-mektedir. Buna Allah kadirdir. Buradan hareketle insanlar hem “mülk Allah’ındır” hakikatinden dolayı, hem de “Allah’ın içle-rinde ne varsa onu bilip, hesaba çekeceğinden” dolayı Allah’tan korkmalı ve O’na boyun eğmeliler.

Şu var ki; insanın amelleri üç çeşittir:

Birincisi: Organların ameli. Eller, ayaklar, gözler, kulaklar ve insanın cinsî organlarının amelleridir. İnsan bu organlarla bir iş yapmaya kalktığında Allah’ın emri doğrultusunda yap-malıdır. Yoksa suç işlemiş olur ve bundan dolayı azap görür.

İkincisi: Dilin ameli. İnsanın konuşması-dır.

Üçüncüsü: Kalbî ameller. İman, kalbî amel-dir. Ancak Allah, insanın ne kadar imanlı oldu-ğunu bilir. Takvalılıkta kalbî ameldir. Sevgi, nef-ret, haset, kin beslemek de kalbî amellerdendir.

Allah’ı, Rasulü, İslam’ı, cihadı ve Allah’ın sair emirlerini sevmek farzdır. Haset etmek haram-dır. Eğer kişi diğer insanlara haset eder, mümin-lere karşı kin, kötü zan beslerse Allah onu hesaba çeker.

Bütün ibadetler ancak niyetle geçer-li olur. Daha doğrusu ibadetin ilk rüknü niyettir. Eğer ibadet yapmak için bir niyet yoksa veya niyet bozuksa, riyakârlık gibi bir niyet varsa o ibadet batıldır, kabul edil-mez. Allah insanı bu nedenle hesaba çeker ve azap verir.

İşte insan içindekini açıklasa da, gizlese de Allah onu bilir ve hesaba çeker.

Eğer insan kötü niyetinden vazgeçip, -pişmanlık duyup tövbe ederse Allah onu affeder.

İnsanın kalbinde nifak olup imanı sağ--lam değilse, fakat bundan vazgeçip sonra pişmanlık duyup tövbe ederse, imanını sağ-lamlaştırırsa, Allah onu affeder.

Haset ve kin besleme işlerinden vaz--geçip tövbe ederse Allah onu affeder. Fa-kat tövbe etmeden nifak üzerinde, bozuk niyetle ibadet yapmaya devam ederek bu hal üzere ölürse Allah onu affetmeyip aza-ba uğratır. Allahu Teâlâ her şeye kadirdir. Affedebilir de, azaba uğratabilir de. Hiçbir kimse O’nu engelleyemez ve de karşısın-da duramaz. Zira O, kuvvetli ve güçlüdür, mutlak kuvvete sahip olanın ta kendisidir. Diğer varlıkların gücü ve kuvveti nispî ve sınırlıdır. Devletlerin polis ve ordularının güçleri, kuvvetleri sınırlıdır. Hem de in-sanların içlerini bilemezler. Bundan dolayı insan polisten, ordudan, askerlerden değil, Allah’tan korkmalıdır. Böyle yaparsa takva-lı olur, kalbî amelleri sağlamlaştırmaya gay-ret gösterir, imanlı, takvalı ve tövbekâr bir vaziyet üzerinde ölmeye çalışır.

Bakara Suresi 283-284. Ayetler

Page 81: KöklüDeğişim 75.Sayı

79 KÖKLÜDEĞİŞİM - Aralık 2010

Ebu Hurayra RadiyAllahu Anh şöyle dedi:

“Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e el-Bakara 284 ayeti nazil olduğu zaman bu hüküm, sahabelere ağır geldi ve Rasulullah’a gelip dizleri üzerine oturarak şöyle dediler: “Ey Allah’ın Ra-sulü! Namaz, oruç, hac ve sadaka gibi gücümü-zün yeteceği amellerle sorumlu tutulduk. Şimdi Allah Celle Celaluhu bize bu ayeti indirdi. Fakat bu ayetin hükmü ağırdır ve biz bunu kaldıramı-yoruz.” Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sel-lem onlara, “Sizler daha önceki ehli kitabın dediği gibi; “İşittik ve isyan ettik” mi de-mek istiyorsunuz? Bilakis! “İşittik ve itaat ettik. Senin affını dileriz, dönüş sanadır” deyiniz.” dedi. Sahabeler bu ayeti okudukları ve bunu söy-lemeleri dillerine kolay geldiği zaman Allah Celle Celaluhu el-Bakara 285 ayetini indirdi. Ve daha sonra; “Allah, hiç kimseye gücü dışında bir şey yüklemez...” (el-Bakara

286) ayetini indirdi.” (Muslim,

Ahmed)

Şu var ki; eğer insanın kalbinde bir vesvese doğar ve kötü amel işlemek ister fakat işlemeden vazgeçip Allahu Teâlâ’dan mağfiret dilerse Allah onu affeder. İyilik yapmak ister fakat yapmadan vazgeçse dahi Allah ona sevap verir. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem bir kudsî hadiste şöyle buyurdu:

يقول اهلل إذا أراد عبدي أن يعمل سيئة فل تكتبوها عليه حتى ن تركها من أجلي فاكتبوها يعملها، فإن عملها فاكتبوها بمثلها، واإذا أراد أن يعمل حسنة فلم يفعلها فاكتبوها له حسنة، له حسنة، واإ

فإن عملها فاكتبوها له بعشر أمثالها إلى سبع مائه ضعف

“Allah (meleklerine) şöyle buyurur: “Ku-lum bir kötülük yapmak istediği zaman, yapıncaya kadar bunu onun aleyhine yaz-mayın. Eğer onu yaparsa onu misliyle ya-

zın. Eğer onu Benim için terk ederse, bunu onun lehine hasene olarak yazın. Bir iyilik yapmak isteyip de yapmazsa onun lehine hasene olarak yazın. Eğer onu yaparsa onun lehine on mislinden yedi yüz misline kadar (hasene olarak) yazın.” (Muttefekun ‘aleyh)

Yine Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sel-lem başka bir hadiste şöyle buyurdu:

“Allah Ümmetimin, içinden geçirdiği şeyleri, konuşup, onunla amel etmedikleri müddetçe bağışlamıştır.” (Buharî, Muslim, Ebu

Davud, Tirmizî, Neseî, İbni Mace)

Buna benzer birçok hadis rivayet edil-miştir.

İşte bu hadisler ayeti açıklamaktadır. Eğer insan içinden geçenleri konuş-maz ve yapmaz ise tövbe ettiği takdirde Allah onu affeder. Ancak içinden ge-çenleri yapmaya kalkışır veya yaparsa, günah işle-mekte ısrarcı olursa Allah onu hesaba çeker. Çünkü başka ayetlerde Allahu Teâlâ şöyle buyurdu:

والذين إذا فعلوا فاحشة أو ظلموا أنفسهم ذكروا الله فاستغفروا لذنوبهم ومن يغفر الذنوب إال الله ولم يصروا على ما فعلوا وهم

يعلمون “Ve onlar (muhsinler), bir çirkin iş yap-

tıklarında veya nefislerine zulmettiklerin-de Allah’ı zikredip günahları için mağfiret dilerler. Allah’tan başka günahları kim bağışlar? Ve Onlar, yaptıklarında bile bile ısrar etmezler.” (Âl-i İmran 135)

تحتها من تجري وجنات ربهم من غفرة م جزآؤهم أولئك النهار خالدين فيها ونعم أجر العاملين

“İşte böyle olanların mükafatı, Rable-ri tarafından bağışlanmak ve altlarından ırmaklar akan Cennetlerdir. Orada ebedi-

Bakara Suresi 283-284. Ayetler

Şu var ki; eğer insanın kalbinde bir vesvese doğar ve kötü amel işlemek ister fakat işlemeden vazgeçip

Allahu Teâlâ’dan mağfiret dilerse Allah onu affeder. İyilik yapmak ister fakat yapmadan vazgeçse dahi

Allah ona sevap verir.

Page 82: KöklüDeğişim 75.Sayı

80Aralık 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

dirler. Böyle çalışanların mükafatı ne gü-zeldir.” (Âl-i İmran 136)

Bundan dolayı insan günah işlemek üze-re ısrar etmemelidir. Kalbinden kötülük iş-lemek için vesvese geçerse hemen Allah’tan mağfiret dilesin ve vazgeçsin. Bu halde Al-lah onu affeder. Fakat kalbinden kötülük geçen kişi bunda ısrar ediyor, yapmak için fırsat kolluyorsa bu kişi günahkar olur.

Bazı alimler bu ayetin, …ال يكلف الله نفسا إال Allah, hiç kimseye gücünün üstü“ وسعها -de bir şey yüklemez…” (el-Bakara 286) ayeti ile nesh edildiğini söylerler. Bu görüşü tercih etmiyoruz. Bunlar insanın içinden geçen, insanın gücü dışında olduğu için bu görüşü ortaya attılar. Oysa bu iki durum arasında çelişki yoktur. Yukarıda açıkladığımız gibi; insan kötülük yapmadıkça veya kötülük iş-lemede ısrarcı olmadıkça ve bunun üzerine Allah’tan mağfiret dilediği takdirde Allahu Teâlâ onu affeder. Yapmak istediği o şey-den dolayı da onu sorumlu tutmaz. Vazgeç-me, af dileme ise insanın gücü dahilindedir, bunu yapmaya gücü yeter.

İbni Abbas bu ayetin mensuh olmadığı-nı söyledi. Mucahid, Dahak ve el-Hasan el-Basri gibi alimler de bu ayetin nesh edilme-diğini söylemişlerdir.

Tekrar konumuza dönüp kalbin amelini, kalpte geçen vesveseleri, ısrarlı kalmakla il-gili konuya dönüp buna bazı ayetlerle açık-lık getirmek istiyoruz. Allahu Teâlâ şöyle buyurdu:

دت قلوبكم ا تعم وليس عليكم جناح فيما أخطأتم به ولكن موكان الله غفورا رحيما …

“…(Bu konuda) bir hata yapmışsanız, size günah yoktur. Fakat kalplerinizin ka-sıtlı olarak yaptıkları böyle değildir. Al-lah, bağışlayan ve merhamet edendir.” (el-

Ahzab 5)

Buna göre insan bir kötülük işlemek için kalbinde kast bulunduruyorsa veya bu ko-nuda ısrarcı ise, o halde kaldığı müddetçe ona günah vardır. Yine Allahu Teâlâ şöyle buyurdu:

ولكن يؤاخذكم بما كسبت قلوبكم

“…fakat kalplerinizin kazandığı (bile bile yaptığınız) yeminlerden sorumlu tu-tar...” (el-Bakara 225)

İnsanın kalbinde kasıt varsa veya ısrar ederse hesaba çekilir. Başka bir ayette Alla-hu Teâlâ şöyle buyurdu:

إن يعلم الله في قلوبكم خيرا يؤتكم خيرا…

“…Allah kalbinizde bir iyilik bulursa, size sizden alınanın daha hayırlısını ve-rir…” (el-Enfal 70)

Bakara Suresi 283-284. Ayetler

Page 83: KöklüDeğişim 75.Sayı
Page 84: KöklüDeğişim 75.Sayı