84

KöklüDeğişim 71.Sayı

Embed Size (px)

DESCRIPTION

İslam Fikrine Dayalı Aylık Siyasi Dergi - Suskunluğun Kırılma Noktası - İslam ile Değişmek ve Değiştirmek İçin...

Citation preview

Page 1: KöklüDeğişim 71.Sayı
Page 2: KöklüDeğişim 71.Sayı
Page 3: KöklüDeğişim 71.Sayı

1 KÖKLÜDEĞİŞİM - Ağustos 2010

KÖKLÜDEĞİŞİM

Kuruluş: 2004İslâmi Fikirlere Dayalı

Aylık Siyâsi DergiŞaban 1431

Ağustos 2010Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri

MüdürüAhmet Sivren

İdari İşler MüdürüHakkı Eren

Yayın Kurulu BaşkanıAbdulHamid Yazıcı

Haber Dairesi MüdürüHüseyin Sivren

Kapak&Grafik TasarımKöklüDeğişim

Yönetim MerkeziG.M.K. Bulvarı No: 31/12

Kızılay/ANKARAİletişim&Abonelik&Reklam

Tel: (+90) 0 312 229 77 91Faks: (+90) 0 312 229 77 92

[email protected]

Temsilciliklerİstanbul

Bülent KurşunTel: 0 536 638 67 68

Bursa0 532 627 35 89

[email protected] ve Hesap Numaları

بسم اهلل الرحمن الرحيمAğustos Ayı Takdim

Bu sayımızı okumaya başladığınız günlerde Ramazan-ı Şerif’e girmiş ya da girmek üzere olacağız. Bu vesile ile başta bütün Müslüman kardeşlerimiz olmak üzere siz değerli KöklüDeğişim okuyucularının Ramazan-ı Şeriflerini kutluyor, bu güzel ve bereketli ayın bütün İslam âlemine hayır getirmesini Yüce Rabbimiz-den niyaz ediyoruz. Bizleri Recep ve Şaban ayına ulaştıran Rabbimiz İnşaAllah Ramazan ayına ve akabinde gelecek olan Iyd-ul Fıtr’a da ulaştırsın diyoruz. Bu ayki içeriğimiz yine beğeneceğiniz ve merak ettiğiniz makalelerle dolu olmakla birlikte, İnşaAllah sizler açısından daha da verimli olur diye umut ediyoruz.

Sizlere bu ay sevindirici bir haber vererek başlamak istiyoruz. Daha önce der-gimizde yazdığı bir yazıdan dolayı hakkında soruşturma açılan ve bu kapsamda dört aylık hamile olmasına karşın haksız bir şekilde tutuklanarak cezaevine konu-lan yazarımız Çiğdem Albasan yapılan itirazlar sonucunda nihayet tahliye edildi. İnşaAllah Rabbimiz bu hayırlı bacımızı en güzel şekilde mükâfatlandırır.

Bu ay Gündem bölümümüze İdari İşler Müdürümüz Hakkı Eren ile birlikte Türkiye’den bazı gazetecilerin de katıldığı Hizb-ut Tahrir‘in Beyrut Konferansı ile başlayacak ve Müslümanların sorunlarının ele alındığı bu konferansa ait detayları güzel bir üslupla anlatmaya çalışacağız. Devamında ise referanduma kilitlenen ülke gündeminde ne yapacağını bilmeyen, referandum paketinin içeriği hakkında yeterli bilgiye sahip olmayan ve bu konuda nasıl hareket edeceğini kestiremeyen Müslümanlara yön verecek makaleler ile bu konuya açıklık getireceğiz. Müba-rek diye adlandırılan ve içerisinde bulunduğumuz bugünlerde defaatle kutlanan kutsal günlerin ve kutsal yerlerin nasıl belirleneceğine dair bir yazıyı da Miraç hadisesi ile birlikte ele alacağız. Ve yine petrolü Müslümanların kanı, gözyaşı ve hayatlarından daha değerli olarak görenlerin Irak üzerinde oynadıkları kirli oyuna açıklık getirecek ve Türkiye’deki terör meselesi ile Irak siyasetini ilişkilen-direcek olan bir yazı dizisine de bu aydan itibaren başlayacağız. Türkiye de var olan birçok enerji kaynağının durumunu ve nasıl kullanılamadığını da başka bir makale ile irdeleyeceğiz. Geçen aydan devam eden Çin siyasetine dair izahatı bu ay sonlandıracak ve yine iktisadi düşünceler ile alakalı yazı dizimize devam ede-ceğiz. Geçtiğimiz günlerde cezaevinde yakalandığı bir hastalık sonucu vefat eden bir Müslüman kardeşimiz üzerinden affetmekten dahi mahrum olanlara da hak kelamı ile sesleneceğiz.

Kısa-Yorum bölümünde ise; CHP’de Kılıçdaroğlu ile meydana gelen hareketlili-ğin nedenini, bu değişimin arka planını ve Saadet Partisi’nin en son gerçekleştir-diği olaylı kongresini kısa ama öz mefhumlarla değerlendireceğiz.

İktibas bölümünde bundan sonra her ay bir yazı yayınlamaya karar verdik. Bu ay sizleri zayıflatılan İslam Devleti Perspektifi adlı makale ile buluşturacağız.

Yine Okuyucudan Gelen ve Tefsir bölümleri ile de KöklüDeğişim’in bu sayısını tamamlayacağız.

KöklüDeğişim susukunluğun kırılma noktası olmaya devam ediyor…Not 1: Abonelik ücretlerinizi yan tarafta tabloda bulunan banka ve PTT hesap numaralarına yatırabilirsiniz.

Lütfen hesaba para yatırırken, adınızı, soyadınızı ve hangi il/ülke’den yatırdığınızı görevliye yazdırınız.Not 2: Dergimiz, Kapitalist Sömürü ideolojisinin fikirlerinden olan, “telif hakları” kavramını İslâm reddettiği

için kabul etmemektedir. Dergimizde yer alan yazılarımız, yazarının ve dergimizin ismi belirtilerek iktibas edilebilir. Dergimize gönderilen yazılar, yayın esaslarımıza uygun olması ve yazıların güncelliğini koruması kaydıyla, yayın kurulumuzun onaylaması halinde yayınlanır. Gönderilen yazıların içeriği bozulmamak kaydıyla- üzerinde değişiklik ve kısmen kısaltma yapma hakkımız vardır.

YurtdışıYurtiçi6 Aylık6 Aylık 24 TL24 TL

Yıllık (12 Ay)Yıllık (12 Ay)48 EUO48 TLZiraat

Bankası Euro Hesabı Başkent Şb. TR93000100

1683-47475782-

5001 TCZBTR2A

PTT Posta Çeki: Ahmet Sivren

Adına 1911803Ziraat

Bankası TL Hesabı

Başkent Şb. 4745782-5002

Baskı 01.08.2010Rulo Ofset ve Matbaacılık

Adres: K.Karabekir Cd.No: 120/86 İskitler-Ankara

0 312 312 50 75

Yerel-SüreliISSN: 1304 - 8274

Page 4: KöklüDeğişim 71.Sayı

2Ağustos 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

İ Ç İ N D E K İ L E R

Lübnan’daki Küresel Medya Konferansındanİzlenimler...........................................................Hakkı Eren.........3

GÜNDEM

Alışılagelmiş SenaryolarınReferandumu................................................Erkan Akkaya......10

Petrolün İnsan Hayatından Daha Değerli Sayıldığı,Garip Müslümanların Diyarı Irak….............İbrahim Er.......14

Türkiye’nin Enerji Potansiyeli veEnerjide Yaşanan Sorunlar.............................Talha Yaşar......20

Çin Siyaseti - Dünyada Onun Tesiri veOna Karşı Hareket Etmenin Keyfiyeti.......Esad Mansur......23

Seçmen Gerçekten Ne İstiyor?.................A. Celil Cengiz......29

İnsanlığın ve İslam Ümmeti’nin ÖnündeGelişme Ufku Olarak Miraç...................A. Sadık Altınel......33

Sömürge ve Müslümanlar ÜzerindenHesaplaşma......................................................Esma Sıddık......39

Affetmekten Dahi MahrumOlanlara....................................................Yiğit Serdengeçti......42

Anayasa DeğişikliğininDeğiştiremeyecekleri...................................Halime Aydın......45

Ramazan Ayının VerimindenFaydalanmak................................................Ekrem Muakkil....49

TEFSİR Bakara Suresi 262-266. Ayetler......Esad Mansur......76

O Ne Derse “O”.............................................Selman Suruç......57

Yahudilere Karşı Siyâsî Uyanıklık........Şeyh Ebu Yâsin......62

Zayıflatılan İslâm DevletiPerspektifi............................................Şükrü Hüseyinoğlu......59

İKTİBAS

İktisadi Düşüncelerin Bozuklukları veSahih Çözüm (5)..................................................Hakkı Eren....52

HABERİNİZ OLSUN..................................KöklüDeğişim......67

Tatilde(mi)yiz!.................................................Esma Sıddık......73

OKUYUCUDAN GELEN

KISA-YORUMLaik Jakobenlerin Son Hamlesi; Kılıçdaroğlu!.....................................................Murat Savaş......55

Page 5: KöklüDeğişim 71.Sayı

3 KÖKLÜDEĞİŞİM - Ağustos 2010

Temmuz ayının içerisinde Beyrut’ta düzenlenen Küresel Medya konfe-ransına Köklü Değişim Dergisi’ni

temsilen davet edildim. Ve diğer davetli olan gazeteciler ve başka medya mensupları ile birlikte 16 Temmuz da Lübnan’a hareket et-tim. Bu büyük organizasyonu Hizb-ut Tahrir düzenliyor ve konferans “Hizb-ut Tahrir’in Uluslararası ve Bölgesel Sıcak Meselelere İliş-kin Duruşu” adını taşıyordu. Konferansın düzenlenme tarihi oldukça manidardı. Zira konferansın düzenlendiği tarih Hilafet’in hicri olarak yıkılış yıldönümüne tekabül ediyordu. Daha önce de bildiğim kadarı ile Hizb-ut Tahrir, bu tarihin önemine binaen geçen senelerde yine bu tür büyük organi-zasyonlar yapmış ve tüm dikkatleri üzerine çekmişti. Geçen sene Endonezya da gerçek-leştirilen Alimler Konferansı ve yine daha ön-ceki senelerde gerçekleştirilen ve yüz binle-rin katıldığı konferans, yürüyüş ve mitingler yapmışlardı.

Konferansa gitmeden önce diğer katılım-cıları da öğrenmiş ve onlarla birlikte böyle bir

organizasyona katılacağımdan dolayı mem-nun olmuştum. Benimle beraber davetli olan diğer medya mensupları ise şunlardı. Vakit gazetesinin Ortadoğu uzmanı olan gazete-ci yazar Ahmet Varol, yine aynı gazeteden gazeteci yazar Mustafa Özcan, Timetürk ve Vuslat dergisi yazarlarından araştırmacı ya-zar Ali Öner, Haksöz dergisi yazarlarından olan ve Özgür Der adına bu konferansa ica-bet eden araştırmacı yazar Bülent Şahin Eş-değer, Olay TV’den gazeteci ve televizyoncu Cüneyt Önder, Doğru Haber gazetesinden yazar Feyzullah Zerey ve Mustazaf Der İs-tanbul Şube başkanı olan yazar Said Şahin idi. Ayrıca ilk başta yine Vakit gazetesinin dış haberler muhabiri olan Adem Özkese’nin de heyete Şam’dan gelerek Beyrut’ta katıla-cağı söylenmişti. Ama Lübnan’a gittiğimizde Adem Özkese’nin konferansa üç gün kala kolunun kırılması nedeniyle aramıza katıla-mayacağını söylendi.

16 Temmuz akşamı heyete dâhil olan kişi-lerin bir araya gelmesi ile birlikte İstanbul’dan Beyrut’a doğru hareket ettik. Beyrut havaa-

Hakkı EREN

Page 6: KöklüDeğişim 71.Sayı

4Ağustos 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

lanında gerçekleşen pasaport kontrolleri es-nasında daha önce Gazze’ye yardım götüren Gazze’ye Özgürlük Filosu gemilerinden Mavi Marmara da olan ve gasıp yahudi varlığı “İs-rail” tarafından gözaltına alınan Ahmet Varol ve Mustafa Özcan’ın işlemlerinde bir sorun oluştu. Lübnan devleti pasaportunda “İsra-il” damgası bulunan şahısların ülkelerine girmesini yasaklamış olduğundan bu gaze-tecilerin de gözaltılar sonucunda Türkiye’ye geri dönerken pasaportlarına vurulan çıkış mühürü sorun oluşturmuştu. Ama Ahmet Varol’un askerlere durumu izah etmesinin ardından büyük bir teveccüh ile işleri hemen gerçekleştirildi. Yani daha Lübnan’a girme-den önce “İsrail” düşmanı ve mağduru olmak bizlere bir dizi kolaylıklar sağla-mıştı. Bu durumun seyaha-timizin diğer bölümlerinde de işe yarayacağını o an için bilmiyorduk.

Bürokratik işlemlerin ar-dından havaalanının yolcu çıkışında ellerinde kelime-yi tevhid bayrakları olan ve değişik ülkelerden ge-len organizasyoncular tarafından karşılan-dık. Bu kişilerin hepsinin üzerinde Hizb-ut Tahrir logosu ve isimlerinin olduğu yaka kartları vardı. Bu sıcak karşılamadan sonra Trablus’un yüksek kesimlerinde bulunan ve coğrafi olarak çok güzel olan bir bölgeye gö-türülerek gece yarısı otellere yerleştirildik. Bizimle ilgilenmesi için görevlendirilen ki-şilerin içerisinde Türkçe konuşanlarında bu-lunması işlerimizi daha da kolaylaştırmıştı. Bu benim ve tüm heyetin üzerinde şahsımca olumlu bir etki oluşturmuştu. Bize konferan-sın pazar günü olacağı ve cumartesi günü ise Trablus’ta bir geziye katılacağımız söylendi.

Ertesi gün görevli arkadaşlar bizlere Trablus’un coğrafi güzelliklerini gezdirmek

için çaba harcarken, bizler ise bunun yerine tarihi ve sosyal içerikli mekânların gezdiril-mesini talep ettik. Bunun üzerine 2007 yılın-da Trablus’ta şiddetli çatışmaların yaşandı-ğı Nahr El-Bared mülteci kampına gitmek istedik. Fakat uzaktan harabeye döndüğü gözüken kampın etrafında bulunan Lübnan askerleri, bırakın bölgeye girmeyi fotoğraf bile çekmemize engel oldular. Daha sonra ise yine Trablus’ta bulunan ve Filistinli mülteci-lerin yerleştirildiği başka bir kampa gitmek için hareket ettik. Lübnan da toplam 12 adet Filistin mülteci kampının olduğunu öğren-dik. Kamp içerisine girdiğimizde uygun bir yerde durduk ama heyetten bazı kişilerin

vakıayı algılamadan he-men fotoğraf makinelerine sarılmaları sonucunda bir anda silahlı muhafızlar ta-rafından durdurulduk. Bi-ze kamp içerisinde resim çekmenin yasak olduğunu belirttiler ve kendilerince oluşturdukları güvenlik merkezine götürdüler. Bu-rada ellerinde kaleşnikoflar bulunan Filistinli mülteciler

vardı. Daha sonra ise bir sorumlu gelerek ne yaptığımızı, nereden geldiğimizi sordu. Ve kendilerinin kampın güvenliğini sağlamakla görevli olduklarını ve her türlü istihbarata engel olmaya çalıştıklarını söyleyerek bizle-ri kibarca kamptan kovdu. Filistin mülteci kampının vahim durumunu ve bu olayı gör-dükten sonra orada yaşamanın bile ne kadar zor olduğunu idrak ettim. Daha sonra dolaş-ma fırsatı bulduğum bazı kamplar ile alakalı değerlendirmelerimi inşaAllah yazımın son-raki bölümlerinde yapacağım.

Yaşamış olduğumuz bu heyecan dolu an-ların ve yorgunluğun ardından tekrar otele döndük ve dinlenmeye başladık. Bu arada heyette bulunan kişiler arasında gerçekten

Lübnan’daki Küresel Medya Konferansı’ndan İzlenimler

Bürokratik işlemlerin ardından havaalanının yolcu çıkışında ellerinde kelimeyi tevhid bayrakları olan ve değişik ülkelerden gelen

organizasyoncular tarafından karşılandık. Bu kişilerin

hepsinin üzerinde Hizb-ut Tahrir logosu ve isimlerinin olduğu yaka kartları vardı.

Page 7: KöklüDeğişim 71.Sayı

5 KÖKLÜDEĞİŞİM - Ağustos 2010

çok verimli olduğunu düşündüğüm fikri tar-tışmalar yapılıyor ve birbirimizi tanımaya çalışıyorduk. Ertesi gün gerçekleşecek olan konferans ile alakalı Lübnan hükümetinin yapmaya çalıştığı engellemeleri duyuyor ve aslında şaşırıyorduk. Görevli kişiler Lübnan iktidarının Nasranî olduğunu ve bu tür bir konferansın iptali için girişimlerde bulunul-duğunu söylüyorlardı.

Sabah otelden çıkıp Beyrut’ta konferansın yapıldığı Bristoll oteline geldiğimizde bunu daha da iyi anlamış olduk. Çünkü otelin et-rafın da ki tüm yollar trafiğe kapatılmış ve nerede ise her beş metrede bir silahlı asker konuşlandırılmıştı. Nerede ise yüzler-ce silahlı asker var-dı diyebilirim. Zira Lübnan da güvenliği askerler sağlıyordu. Bizlerde diğer bü-tün misafirler gibi askerlerin arasından geçerek otele ve kon-feransın yapılacağı salona girdik. Kapı-da altı yedi kişiden oluşan bir heyet ge-len herkesi karşılıyor ve bütün katılımcıla-ra görevliler tarafından yer gösteriliyordu. Konferans başlamadan önce canlı yayınlar ile Hizb-ut Tahrir’in değişik ülkelerden ge-len bazı temsilcileri ile röportajlar yapılıyor ve salona gelen kişiler hakkında bilgi verili-yordu.

İşte bu gelişmeler ile başlayan konferans Fâdi Abdullatif’in açılış konuşması ile başla-dı ve Abdullatif konuşmasında konferansın üç bölümden oluşacağını belirtti. Bu bölüm-ler ise şunlardı;

Birinci Bölüm: Saldırıya Uğrayan İslami Beldeler ve Sorunları

1. Arap Ülkelerindeki Müslümanların Sorun-ları (Filistin, Irak, Sudan)

2. Güney Asya’daki Müslümanların Sorunla-rı (Afganistan, Pakistan ve Keşmir)

3. Güneydoğu Asya’daki Müslümanların So-runları (Endonezya’daki Ayrılıkçı Hareketler)

4. Batı ve Orta Asya’daki Müslümanların So-runları (Türkiye, Kıbrıs, Kafkaslar, Doğu Türkis-tan)

İkinci Bölüm: Batıdaki Müslümanlara Yapı-lan Saldırılar

Üçüncü Bölüm: Müslümanları ve Gayrimüs-limleri İlgilendiren Uluslararası Genel Sorunlar

1.ABD’de Başlayıp Dünyaya Yayılan Eko-nomik Kriz

2.Küresel Nükleer Enerji Krizi ve Özel-likle İran’daki Barışçıl Nükleer Enerji

Fâdi Abdullatif’in bu konuşmasının ar-dından etkileyici bir sine vizyon gösteri-mi yapıldı. Ayrıca

katılımcıları bilgilendirmek adına konferan-sa yaklaşık olarak 19 ülkeden katılımın ger-çekleştirildiği ve bu ülkelerin Sudan, Ürdün, Yemen, Avustralya, Danimarka, Endonez-ya, İngiltere, Türkiye, Japonya, Rusya, Uk-rayna, Belçika, Hollanda, Suriye, Pakistan, Malezya ve Avusturya olduğu belirtildi. Ve yine konferansa katılımcı olmak isteyen fa-kat Lübnan hükümetinin vize vermemesi nedeniyle Afganistan, Pakistan, Bangladeş, Hindistan, Özbekistan, Tacikistan, Kazakis-tan ve Kırgızistan’dan medya mensuplarının gelemediği belirtildi.

Konferansın ilk bölümünde Filistin mese-lesine değinildi ve Hizb-ut Tahrir’in Avust-

Lübnan’daki Küresel Medya Konferansı’ndan İzlenimler

Page 8: KöklüDeğişim 71.Sayı

6Ağustos 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

ralya Medya Temsilcisi olan İsmail Vahvah bir konuşma yaptı. Oldukça etkili bir hatip olduğunu gördüğüm Vahvah; Filistin me-selesinin ümmetin meselesi olduğunu ve bu kutsal beldenin de ancak ümmetin bera-ber hareket etmesiyle kurtulacağını söyledi. İslam âleminde ki bütün yöneticilerin aynı şeyleri söylediğini fakat hepsinin de “İsrail” ile ilişkilerine devam ettiğini belirtti.

İkinci olarak ise Sudan’daki sorunları ele almak üzere kürsüye Hizb-ut Tahrir Sudan resmi sözcüsü olan Osman İbrahim geldi ve o da, Sudan’ın güney kesimlerinde meydana gelen sorunların Sudan’ın sahip olduğu zen-ginliklerden dolayı batılı devletlerin kışkırt-masıyla ve kendi hegomanya mücadeleleri nedeniyle meydana gelmektedir dedi. Daha sonra ise Hizb-ut Tahrir’in Irak Medya Tem-silcisi Ebu Zeyd’in konuşmasıyla birinci bö-lümün ilk kısmı tamamlandı.

İkinci bölüme geçmeden önce video bağ-lantıları ile Kudüs Rum Patrik yardımcısı el-Mederan Adaullah Hanna şunları söy-ledi: Daha önce bu topraklarda Müslümanlar

Hilafet ile hükmediyor ve bu yönetim şekli ada-leti, huzuru beraberinde getiriyordu. Bugün ise bu coğrafyada sadece Müslümanlar değil diğer din mensupları da huzursuzdur. Yine Mescid-i Aksa’nın hatibi de aynı yöntemle bir ko-nuşma yaptı ve Hilafet’in önemine değindi. Bu konuşma büyük bir teveccüh ile karşı-landı. Devamla Musa el-Mebkuri; Güney Sudan’daki el-Barza siyasi sorunlarını, Hizb ut Tahrir Pakistan’dan Saad Cağranifi; Af-ganistan ve Keşmir sorunlarını, Hizb-ut Tah-rir Endonezya’dan Abdulhakim ise; Açe ve Doğu Timor’da ki ayrılıkçı hareketlerden bahsetti. Diğer bölümlerde ise Japonya İs-lam Meclisi Başkanı Prof. Hasan Ka Nakata, Türkiye’den Haluk Özdoğan ve Hanefi Yağ-mur konuşmalar yaptı.

Türkiye’den konferansa katılan biz ba-sın mensupları adına da Mustafa Özcan ve Ahmet Varol söz aldılar ve onlarda görüş-lerini ve sorularını yönelttiler. Ahmet Varol konuşmasının başında Türkiye’de sonlanan Hilafet’in inşaAllah tekrar Türkiye de kuru-lacağını söyledi ve bu söylem salondakilerin

Lübnan’daki Küresel Medya Konferansı’ndan İzlenimler

Page 9: KöklüDeğişim 71.Sayı

7 KÖKLÜDEĞİŞİM - Ağustos 2010

tekbirleri ile karşılık buldu. Varol konuşma-sında Mavi Marmara gemisinde yaşadıkla-rından bahsetti ve bilgiler verdi. Son olarak da “davanız davamızdır” diyerek konuşma-sını bitirdi. Mustafa Özcan ise, konferansın hayırlara vesile olmasını dilediğini ve günü-müz şartlarında Hilafet’in nasıl olacağının düşünülmesini ve bu konuda İslami grup-larla istişareler yapılması gerektiğini belirtti. Özcan’ın bu sorusuna ise Irak Medya Tem-silcisi Ebu Zeyd; Hizb-ut Tahrir’e göre İslam Devletinin dünyada tek bir otorite olacağını ve İslam Devletinin demokrasi’den farklı bir sistem olduğunu, İslam Birliği veya ülkelerin birliğinin Hilafet ile aynı manada olmadığını izah etti.

Diğer konuşmacılarında sunumlarını yap-masının ardından Ahmet el Kasas, Osman Bahaş ve Fâdi Abdullatif’in kapanış konuş-masıyla konferans sona erdi.

İşte bu atmosferde sona eren konferans-ta soru sorma fırsatı bulamayan veya detay bilgi almak isteyen biz basın mensupları için, ertesi gün yine Bristoll otelinin başka bir salo-

nunda basın toplantısı düzenleneceği bildiril-di. Hizb-ut Tahrir’in dünyanın hemen hemen bütün kıtalarından gelen medya temsilcileri ve resmi sözcülerine soru sorma imkanı bu-lacağımız söylendi. Bu bilgi ile beraber tekrar kaldığımız otele geri döndük ve konferansa dair değerlendirmeler yapmaya, belli nokta-larda eleştiriler de bulunmaya ve bu eleşti-rilen hususları çözümlemeye çalıştık. Sabah saat 11.00 de başlayacak basın toplantısına giderken Hizb-ut Tahrir’in Trablus’ta bulu-nan Ofisine götürüldük. Bu arada bizimle beraber yine başka ülkelerden gelen basın mensupları ile tanışma imkânı bulduğumuz gibi yine bu farklı bölgelerden farklı düşün-ce yapısına sahip kişilerin devamlı fikri ve siyasi tartışmalar yaptıklarına şahit olduk. Mesela, BBC’nin Ürdün den gelen muhabi-ri ile Sudan heyeti arasında siyasi meseleler üzerinde cereyan eden tartışmayı heyetteki herkes unutmayacaktır diye düşünüyorum. Bu arada yolda belli noktalara uğramamız ve hesaba katmadığımız Beyrut trafiğinin azizliği neticesinde basın toplantısının an-

Lübnan’daki Küresel Medya Konferansı’ndan İzlenimler

Page 10: KöklüDeğişim 71.Sayı

8Ağustos 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

cak sonuna yetişebildik. Ve salonda bulunan kişilerle bire bir görüşmeler yapmaya başla-dık. Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Bürosu Müdürü Osman Bahaş ile Ali Öner, Ahmet Varol, Mustafa Özcan ve heyetteki diğer ka-tılımcılar özel görüşme imkânı buldular ve sorularını yönelttiler. Daha sonra hatıra fo-toğrafları çekinilerek toplantı sona erdi.

Bunun üzerine Beyrut’ta kalan beş - altı saati değerlendirme konusunda herkesin farklı planları olduğu için ayrıldık. Ben ve heyetteki bazı katılımcılar Müslümanların hafızasına kazınan ve unutmadıkları Sabra ve Şatilla katliamlarının yapıldığı kamplara gitmek istedik. Bu kamplarda gördüğümüz manzara gerçekten tahayyül bile edemeye-ceğimiz türdendi. Zira 2010 yılında yaşama-mıza rağmen yoksulluk, imkânların kısıtlı ol-ması ve insanların yaşadığı evlerin hali ger-çekten çok kötü durumda idi. Onları görünce Türkiye’de yaşayan Müslümanların ne kadar rahat ve elverişli ortamlarda bulunduklarını düşündüm. Fakat Türkiye ve diğer İslam bel-

deler ile aynı olan şey, toplumdaki insanların arsındaki sınıflaşma ve gelir uçurumuydu. Müslümanların yaşadığı bu yerleşim yerleri-nin hemen 3-4 kilometre yakınındaki hayat ise, belki bütün Avrupa’yı bile imrendirecek nitelikteydi. Bir yanda fakirliğin ulaştığı ve insan onuruna bile yakışmayacak sefalet, di-ğer yandan burjuvazinin ulaştığı en yüksek nokta birbirlerine çok uzak olmalarına rağ-men mesafe olarak çok yakın duruyordu.

Dikkatimi çeken bir diğer nokta ise bir-çok yerde gördüğüm Türk bayrakları idi. Özellikle “one minute” ve Gazze’ye Özgürlük Filosundan sonra Başbakan Erdoğan’ın gös-terdiği çıkış Lübnan da çok büyük bir sevgi oluşturmuş. Başbakan Erdoğan’ın resimleri-ni bütün yerleşim yerlerinde görmek müm-kün. Lübnan’lıların Türkiye’den geldiğimizi öğrendiklerinde söyledikleri üç isim; Başba-kan Erdoğan, Polat Alemdar ve Memati Baş. Yani Lübnan her hali ile siyasetinden, filmine kadar gözünü Türkiye’ye dikmiş durumda. Tabi ki orada yaşayan Müslümanlarda…!

Lübnan’daki Küresel Medya Konferansı’ndan İzlenimler

Page 11: KöklüDeğişim 71.Sayı

9 KÖKLÜDEĞİŞİM - Ağustos 2010

Ümmetin gözünü Türkiye’ye dikmesi ve kurtarıcı olarak Türkleri görmesi, elbette ki Osmanlı’dan kalan mirasın neticesidir. Ta-rihin son dönemlerinde Türkler tarafından muhafaza edilen bu garip Müslümanlar, inanın bugün de yine aynı şeyi arzuluyor-lar. İç savaşlar neticesinde oldukça yorulan Lübnan halkı artık mücadele etmekten bez-miş gibi duruyor. Nasranîlerin çoğunlukta olduğu bu ülkede kafalar oldukça karışmış bir halde. Dikkatimi çeken bir diğer husus, şehrin merkezlerindeki belli noktalarda as-kerler tarafından gün boyu yapılan kontrol-ler. Bizi gezdiren Said isimli kardeşimize bu durumu sorduğumuzda şu manidar cümleyi kullandı: “Lübnan ordusu kendi halkına kar-şı çok cesur ve acımasızdır. Fakat “İsrail” or-dusu Lübnan’a girdiğinde onlara çay ikram ediyorlar.”

Kanaatimce bu konferansın tüm heyet üzerinde bırakmış olduğu izlenim geçekten olumludur. Zira birçok farklı ülkeden bir araya gelen, farklı dilleri konuşan ve farklı

renkleri olan Müslümanlar tüm bu farklılık-larına rağmen ortak bir neticede birleşiyorlar ki, o da Hilafet’tir. Japonyalı profesörden tu-tunda, Afrikalı yerlilere varıncaya, dünyanın öbür ucu olan Avustralya’dan tutunda diğer ucu olan Britanya’ya kadar herkes aynı söy-lemlerde bulunuyor. Herkes İslam Âleminin içerisinde bulunduğu bu fasit vakıadan bir an önce kurtulmasını istiyor ve bunun nasıl gerçekleşeceğini biliyor. Rabbime hamdol-sun ki İslam ümmeti doğru yol üzerinde yürümekte ve kâfirlerin olağanca baskıları-na rağmen sırat-ı müstakimden sapmamak-tadır. İşte bizleri kurtuluşa götürecek olan unsur budur. İslam kardeşliğinin yanında fikri birlikteliklerin olması da, umudumuzu canlandırmakta ve güzel günlerin habercisi olmaktadır. Bu konferansı tertip eden ve ger-çekleşmesinde her türlü desteği olan Müslü-manlara, Rabbimizin bol miktarda ecir ver-mesi için dua ediyorum. Allah onlardan razı olsun İnşaAllah.

Lübnan’daki Küresel Medya Konferansı’ndan İzlenimler

Page 12: KöklüDeğişim 71.Sayı

10Ağustos 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

Bilindiği üzere Türkiye’deki demok-ratlarca kara gün olarak gösterilen ve 12 Eylül darbesinden sonra baskıcı

bir mantıkla ve kazuistik (aşırı ayrıntılı) bir şekilde hazırlanmış, liberallerin gözünde de-mokrasiyi katletmiş bir anayasa yürürlüğe girmişti. Bu anayasa ile hak ve özgürlükler oldukça sınırlandırılmış, Devlet Güvenlik Mahkemeleri kurulmuş ve darbeciler meş-rulaştırılmıştı. Yapısı itibariyle sıkıyönetim yasalarıyla dolu 82 anayasası, devletin beka-sını sağlamak adına güçlü ama toplumun ve bireylerin hakları için çok zayıf bir anayasa idi.

Yıllarca değiştirilmesi istenilen fakat kim-senin el süremediği bu yasaları gerek ka-muoyu gücü, gerekse de meclis çoğunluğu ile değiştirmeye çalışan AKP iktidarı önce ‘Sivil Anayasa’ gündemiyle çıkış yapmış fa-kat muhaliflerce kotarılmış ve engellenmişti. AKP ne zaman anayasa değişikliğinden bah-setse ülkede terör olayları artmakta ve bir türlü istenilen mesafe kat edilememekteydi. Bir yandan Amerika’nın kendi devlet yapısı-

nı oluşturmak istediği, diğer yandan Avrupa Birliği’nin tam üyelik için reformların gerçek-leştirilmesini istediği bir ortamda hükümet anayasayı büsbütün değil de, kısmi olarak değiştirmeye çalıştı. Zira bu değişiklikler ile AKP kendi varlığını sağlam temellere oturta-caktı. Böylece kritik sayılardaki oylamaların neticesinde her şeye rağmen hassas konum-daki yasalarla birlikte paket kabul edildi ve meclis kararı çıkmış oldu. Daha sonra ise Meclis kararının çıkmasına karşılık ana mu-halefet partisince Anayasa Mahkemesi’ne ip-tal davası açılmış ve anayasa değişikliğinin kaldırılması talep edilmişti.

Yine burada yıllardır üzerinde durduğu-muz Amerikan-İngiliz çatışması bir kez daha gerçekleşmiş oldu. Evet, Türkiye kısır bir döngüyle yönetilmeye(!) devam ediyor. Bu ‘Kısır Döngü’ Amerika tarafından Türkiye’ye enjekte edilmesi istenen demokrat, liberal ve ılımlı yasalara karşılık, ülkede köklü bir geç-mişi bulunan İngilizlerin laik, kemalist, ve katı siyasetlerine devam etmesi isteği üzeri-ne sürüp gidiyor. Ülkedeki kritik kurumlara

Erkan AKKAYA

Page 13: KöklüDeğişim 71.Sayı

11 KÖKLÜDEĞİŞİM - Ağustos 2010

pineklemiş bu İngiliz güdümlü taifenin bir uzantısı olarak Anayasa Mahkemesi de yine alışılagelmiş bir tavır ile anayasa paketinde kırpmalar yapmış ve saflarını bu anlamda sinsice korumaya çalışmıştır. Zira anayasa paketini büsbütün iptal etmeyerek hem içe-risindeki demokratları, hem yasama organ-larını, hem de Türk halkını memnun etmiş ve doğacak olumsuz tepkilerini bastırmıştır. Diğer yandan bazı küçük kırpmalarla hassas noktaları kendi lehlerine düzenlemiş ve laik, kemalist taifeye de cüzi payeler vermiştir.

Anayasa Mahkemesi bu şekilde karar alırken MHP ve CHP gibi partiler de refe-randumda ‘Hayır’ diyeceklerini açık bir şe-kilde beyan etmişlerdir. Onların ‘Hayır’ demesinin altında yatan temel etken kesinlikle anayasa pake-tinden memnuniyetsiz ol-maları değildir. Zira bu gün değişiklik adına her kesimden memnuniyet okunmaktadır. Onların bu değişime ‘Hayır’ demeleri Türkiye’deki bu klasikleş-miş ‘kısır döngü’nün ürü-nüdür. Referanduma gi-decek olan bu anayasa pa-keti oylaması aslında seçim öncesi bir denge yoklamasıdır. İktidar ve muhalefet partileri tabanlarını çalıştırarak çıkacak sonucu kendi lehlerine çevirme gayreti içerisinde olacak-lardır. Keza sandıkta ‘Evet’ oyu kullanacak seçmenlerin büyük bir kısma bu anayasa pa-ketinin içeriği konusunda çok fazla bilgiye sahip olmamakla beraber, sırf AKP’ye güven-dikleri için bu oyu kullanacaklardır. ‘Hayır’ oyu kullanacak seçmenler ise AKP’nin zaafa uğraması ve kendi siyasi partilerinin taleple-ri doğrultusunda hareket edeceklerdir.

Şimdi ideolojik bir fabrikasyon olan bu anayasa değişikliğine bakacak olursak, bazı

maddelerin önemini daha net kavramış ola-cağız. Şöyle ki; darbe anayasasında partile-rin mali denetiminin yapılması ve kapatma kararları tamamıyla Anayasa Mahkemesince (AYM) yürütülüyorken, yeni paketle parti-lerin mali denetimleri Sayıştay’a, kapatma kararı ise mecliste kurulacak bir komisyo-nun oylamasına bırakılacak. Bu maddedeki değişimle Anayasa Mahkemesi’nin tek el-den yönetimine sınırlama getirilmiş ve par-ti kapatmanın zorlaştırılması sağlanmıştır. Ayrıca bu maddenin devamında partilerin temelli kapatılabilmesi ve temelli kapatılan partilerin liderlerinin de milletvekilliklerinin sona ermesi gibi ‘antidemokratik’(!) fıkralar

yürürlükten kaldırılacak-tır. Yine 82 anayasasıyla Cumhurbaşkanı’nın tek başına alabileceği ve Yük-sek Askeri Şura (YAŞ) sonucunda çıkacak ka-rarlar yargı denetimi dı-şında iken, yeni taslak ile YAŞ’da çıkan asker ihraç etme gibi kararlara yargı yolu açılabilecektir. Bu ise ‘Kemalist Ordu’ içine ılım-lı ve demokrat askerlerin yerleşmesi veya oradan

uzaklaştırılmaması anlamı taşımaktadır.

Sadece Orduyla sınırlı kalmayacak anaya-sa taslağında hâkim ve savcılarında deneti-mi topluca Adalet Bakanlığı’na bırakılarak Adalet Müfettişleri eliyle düzenlenecektir. Yargıya kopmaz bağlarla bağlı ‘İngiliz’ gü-dümlü laik kurumlarda bu şekilde kontrol altına alınmak istenmektedir. Ama bunla sı-nırlı kalmayarak yeni taslak ile Askeri Mah-kemelere de yalnızca asker olan kişilere dava açabileceği sınırlaması getirilmesiyle de as-keri yargının içine dönmesi düşünülmüş-tür. Yine 11 olan Anayasa Mahkemesi üye sayısının yeni taslak ile 17 üyeye çıkarılması

Alışılagelmiş Senaryoların Referandumu

Sadece Orduyla sınırlı kal-mayacak anayasa taslağında hâkim ve savcılarında denetimi topluca Adalet Bakanlığı’na bırakılarak Adalet Müfettişleri eliyle düzenlenecektir. Yargıya kopmaz bağlarla bağlı ‘İngiliz’ güdümlü laik kurumlarda bu şekilde kontrol altına alınmak istenmektedir.

Page 14: KöklüDeğişim 71.Sayı

12Ağustos 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

düşünülmüş ve TBMM’ye 3, Cumhurbaşkanı’na da Yar-gıtay, Danıştay, Askeri Yar-gıtay, Askeri Yüksek İdare Mahkemesi, Sayıştay, YÖK ve Baro başkanlarının belir-leyeceği adaylardan 14 üye-yi seçme hakkı getirilmiştir. Ayrıca 65 yaşına kadar bilfiil görevinde olan üyelerin de görev süreleri 12 yıl ile sınır-landırılmıştır. Bu fıkradaki değişiklik büsbütün ulusalcı, laik kesimin atardamarını kesmek olarak düşünülebilir. Yine bir başka ulusalcı unsur HSYK’nın da 7 asıl 5 yedek olan üye sayısı yeni metinde 21 asıl 10 yedek şeklinde düzenlenmiş olup baş-kanlığı da yine Adalet Bakanlığınca yürütü-lecektir. Bu şekilde HSYK kararlarına da yeni metinle beraber yargı yolu açılabilecektir. Keza geçici 15. maddede belirtilen özetle 12 Eylül darbecilerine kapatılan yargı yolu da, bu maddenin kaldırılması sonrasında açılmış oldu. Fakat bugüne kadar olduğu gibi yine hiçbir darbecinin değil yargılanması, hakla-rında cezai işlem bile başlatılamayacaktır.

Buna benzer toplamda 23 madde değişik-liklerinin hiçbiri belli bir ihtiyaçtan, toplumun maddi manevi geri kalışına engel olmaktan dolayı yapılmış değişiklikler değildir. Hatta bu değiştirme hiçbir şekilde AKP’nin seçim-lerden önce verdiği vaatlere de dayanma-makta, uzaktan yakından Müslüman halkın istek ve arzuları ile uyuşmamaktadır. Zira ne İmam Hatip Liseleri’nin önünü kapamak için yapılan katsayı zulmü, ne kamusal alanda zalimane bir şekilde yasaklanan başörtüsü farzı, ne de muhlis İslam davetçilerine reva görülen tutuklama ve akıl almaz iftiralar bu anayasa değişikliğinde söz konusu dahi ya-pılmamıştır. Buradan bile anlaşılıyor ki, ge-nel seçimlere yaklaşılırken koalisyon endişe-si taşıyan AKP bu anayasa değişikliğini bir

an önce hayata indirgeyip özelde kendisini ve genelde ise ABD’yi razı etmek iste-mektedir. Eskiden beri ulu-salcı, laik, kemalist güruha tahakküm eden İngiltere’yi, Türkiye’deki derin yapı ve sinsi mecralardan alaşağı et-meyi düşünen ABD’nin bu anayasa metni ile demokra-tik, liberal ve ılımlı siyaseti daha da güçlenecektir. Zira

elden çıkarılması göze alınamayan Türkiye için nokta atışı yapmak bu minvalde hiçte kolay olmayacaktır. Burada üzüntü verici hadise bu iki müstekbir zümrenin referan-dum savaşına Müslüman halkın alet edile-cek olmasıdır.

Her ne kadar vakıanın seyri referandum için ‘evet’ kararı çıkacağını gösterse de bura-dan çıkacak kararın ne olursa olsun İslamî ol-mayacağı ve Müslümanları hiçbir şekilde tat-min etmeyeceği gerçeğiyle karşı karşıyayız.

Bizlerin tek ve şaşmaz perspektifi olan İslamî perspektiften bakacak olursak bu mesele adeta insanın kanun koyucu ve hü-kümran olmasını meşrulaştırmaktan öteye gitmeyecektir. Bir kısım zümrenin icat ettiği beşer mahsulü kanunların, bir diğer zümre tarafından feshedilip başkaca acziyet dolu kanunlarla değiştirilmesi bu kokuşmuş ve köhnemiş nizamların artık lağım çukuruna atılmasının vaktinin geldiğinin apaçık gös-tergesidir.

من الكتاب ومهيمنا عليه فاحكم بينهم بما أنزل الله وال تتبع ا جاءك من الحق أهواءهم عم

“Öyleyse aralarında Allah’ın indirdikle-riyle hükmet ve sana gelen haktan sapıp da onların hevalarına uyma.” (el-Maide 48)

Hilafet’in ilga edilmesiyle beraber İslam Nizamı’nın kâfirlerce ayaklar altına alındı-

Alışılagelmiş Senaryoların Referandumu

Her ne kadar vakıanın seyri referandum için

‘Evet’ kararı çıkacağını gösterse de buradan

çıkacak kararın ne olursa olsun İslamî olmayacağı ve Müslümanları hiçbir

şekilde tatmin etmeyeceği gerçeğiyle karşı karşıyayız.

Page 15: KöklüDeğişim 71.Sayı

13 KÖKLÜDEĞİŞİM - Ağustos 2010

ğı, ümmetin vahdetinin kukla yöneticilerce parçalanmaya başlandığı, Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın hükümlerinin batı hayranlarınca yok sayıldığı günden bugüne her daim Müs-lümanlar kul yapısı olan eksik, aciz, sınırlı ve değişken yasaların zulmü altında inlemekte-dir. Müslümanlara böylesi bir günde Allah’a isyan dolu anayasaları büsbütün ellerinin tersiyle itmelerinden başka çıkar yol yoktur. Bilinmelidir ki cahiliye yasalarına ‘evet’ veya ‘hayır’ demek ilahi yasalara meydan okumak demektir. Bundan önceki 82 anayasası ne ka-dar batıl ise bundan sonraki yasalarda ondan geri kalmayacak ölçüde batıl ve fasittir. Biz deriz ki; figüranlar olarak Müslüman halkı

gözüne kestiren bu küstahların yasalarını ve ABD-İngiltere çatışmasından doğan tağuti nizamların tamamının tarihin geri dönülmez çöplüğüne atılması kaçınılmazdır. Bu yüz-den referandum gibi bir isyana bulaşmamız hem şer’i olarak haram olmakla beraber, hem de siyasi olarak içine düşeceğimiz bir tuzak niteliği taşımaktadır.

أفحكم الجاهلية يبغون ومن أحسن من الله حكما لقوم يوقنون

“Onlar hâlâ cahiliye hükmünü mü arı-yorlar? Yakinen/katiyetle inanan bir top-lum için hükmü, Allah’tan daha güzel olan kimdir?” (el-Maide 50)

Alışılagelmiş Senaryoların Referandumu

Page 16: KöklüDeğişim 71.Sayı

14Ağustos 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

Bir taraftan zamanın su gibi akıp geç-mesi, diğer taraftan her gün yeni olay-lara sahne olan mevcut siyasi ortamın

etkisiyle sürekli olarak değişen kamuoyu ve sık sık oluşturulan suni gündemler sebebiy-le, birçok siyasi olayın üzeri çok kısa sürede küllenmektedir. Bununla birlikte o olaylarla ilgili kamuoyunda oluşan sıcak gündem yok olmakta, oluşan toplumsal tepkiler hafifle-mekte ve kabaran hislerin oluşturduğu hü-zün seli yerini sükûnete bırakmaktadır.

Coğrafi konumları ve sahip oldukları zen-ginlikler sebebiyle İslam Beldeleri; sömürgeci kâfirlerin öncelikli hedefleri haline gelmişler, içinde bulundukları hal (İslam Devleti’nin yıkılması) yüzünden onların kendileri üze-rine yaptıkları necis planlara engel olama-mışlar ve bu planların uygulama sahası ol-maktan da kurtulamamışlardır. Onun için İslam Beldeleri’nin maruz kaldığı taarruzlar gerçekten çok şiddetli olmuş, Müslümanla-rın çektikleri sıkıntılar ve yaşadıkları acılar tahammül sınırlarının çok üzerine çıkmıştır.

Sömürgeci kâfir devletlerin yapmış olduğu bu şiddetli taarruzlar o kadar sık meydana gelmekte ve yaşanan acılar o kadar şiddetli olmaktadır ki; içine düşülen zilletin, oluşan çıkmazların ve yaşanan şokların ardı arkası hiç kesilmemektedir. Her gün onlarca Müslü-man katledilmekte, onlarcası sakat kalmakta, birçoğu yurtlarından sürülmekte, kadınlar tecavüze uğramakta ve mallar yağmalanıp yok edilmektedir. Bütün bu yaşananlar ise, başta ABD ve onunla çekişen İngiltere ile di-ğer bazı Avrupa Devletleri’nin İslam toprak-larını hortumlayabilmeleri ve oralarda kalıcı yerler edinerek bu şekilde kendi bekalarını garanti altına alabilmeleri içindir.

ABD’nin, işgal ettiği topraklar ile kendi pis kültürlerinin ve hayata bakış açılarının bir ürünü olan “Demokrasi ve İnsan Hakla-rı” uğruna katlettiği milyonlarca Müslüman, Yahudi Varlığı’nın yıllardır Filistin’de yaptı-ğı katliamlar ve şu anda açlığa ve sefalete terk etmiş olduğu 1,5 milyon Müslüman’ın çek-tikleri, neredeyse her gün insanların topluca

İbrahim ER

Page 17: KöklüDeğişim 71.Sayı

15 KÖKLÜDEĞİŞİM - Ağustos 2010

bulunduğu mekânlarda patlayan bombalar, birbirine düşmüş İslami Guruplar, işbaşın-daki ajan yöneticilerin kendi halklarına reva gördüğü uygulamalar ve onların, Allah Sub-hanehu ve Teâlâ’nın dinini sahiplenerek, bu dini hayata yeniden hâkim kılma mücadelesi veren Müslümanlara yaptıklarının hepsi, sö-mürgeci kâfirlerin çıkarlarına yönelik planla-rın hayata geçirilmesiyle ilgilidir.

Ancak yaşanan bu olayların boyutları ne kadar büyük, halklar üzerindeki tesirleri de ne kadar güçlü olursa olsun, halklarda var olan yüzeysel bakış ve oluşturulan suni gün-demler olayların kısa sürede unutulmasına sebep olmaktadırlar. Daha geçen ay gündem Yahudi Varlığı’na ve O’nun yardım gemileri-ne yapmış olduğu saldırıya ve katlettiği yar-dım gönüllülerine odaklanmış iken, bu gün artık gündemde bu olayla ilgili bir tek kırıntı dahi kalmamıştır. Oysa bu olayın yankıları İslam Beldelerinde ve dünyada çok büyük olmuştur ve bu olayla ilgili ortada henüz hiç-bir çözüm yoktur. Geriye dönük yaşananları göz önüne getirdiğimizde, bütün olaylar ve ümmetin canını yakan bütün taarruzlar için durum aynıdır. Bu durum, ümmet üzerinde necis planlarını uygulayan sömürgecilerin kamuoyunu da kontrollerinde tuttuklarının, onu istedikleri gibi yönlendirdiklerinin bir göstergesidir. Böylelikle yaptıkları pis işlerin ve zulümlerin kamuoyundaki etkisi çabuk kırılsın ve bu zulümlerin oluşturduğu sar-sıntılar ümmeti harekete geçirecek boyutlara ulaşmasın.

Ancak yüzeysel bakış açısından kurtulmuş ve siyasi basirete sahip olan Müslümanların bu gelişmelere bakışları, onları tahlil etmeleri ve onlarla ilgili ortaya koymuş oldukları çö-zümler kamuoyundaki yönlendirmelerden çok farklıdır. Bu yüzden bakışlar yüzeysel bile olsa şu husus kesinlikle hatırdan çıka-rılmamalıdır: “İslam Beldelerinde gerçekleşen

siyasi olayların hiç birisi günü birlik ortaya çıkan olaylar değildirler. Bilakis, gerek yer altı ve yer üstü zenginlikleri ile coğrafi konumları açısından sömürgeci kâfirlerin iştahlarını kabartmaları ve gerekse İslami Hayatı yeniden başlatarak -ken-disiyle korunulan ve savaşılan- bir Halife etra-fında toplanarak sahip oldukları güçle Kapitalist istilaya son vermeleri tehlikesini önleyebilmeleri açısından, Kapitalistlerin bizzat senaryolarını ya-zıp uygulamaya koydukları olaylardır.” Bu yüz-den bu olayların zaman zaman kamuoyunun gündeminden uzaklaşması, o olayların sona erdiği veya güncelliğini yitirdiği anlamına gelmez. Aslında olayların muhatabı olan bölgelerde zulümler olanca hızıyla devam et-mekte, yaşanan sıkıntılarda ve çekilen acılar-da hiçbir değişiklik olmamaktadır. İşte biz de bu açıklamaların ışığında büyük acılara sah-ne olan Irak’ı ve O’nun üzerinde dönmekte olan Sömürgeci Kâfirlerin kirli oyunlarını en güncel haliyle hatırlamak ve hatırlatmak istedik. Böylece Irak’taki son seçimler, PKK olayı, Demokratik Açılım Projesi ve Kuzey Irak’taki Barzani faktörünün ne anlamlara geldiğini, adı geçen bu unsurların hangi kirli oyunların ve sinsi planların uzantısı ve prati-ği olduğunu net bir şekilde anlamış olalım:

Hz. Ömer zamanında fethedilerek (M.634-644) bir İslam toprağı haline getirilen Irak, insanlık tarihinin en eski medeniyetlerine ev sahipliği yapmış eski bir yerleşim bölgesidir. Asur, Babil, Ninova, Ora ve diğer nice me-deniyetler hep bu topraklardan geçmişler-dir. Müslümanlar tarafından fethedildikten sonra da diğer İslami fetihlerin başlangıç ve hareket noktası olmuştur. Basra, Bağdat, Kufe, Samarra ve Musul gibi İslam’ın en bü-yük şehirleri bu topraklarda kurulmuş ve bu şehirler ilim ve medeniyette asırlar boyunca dünyanın en önemli merkezleri olmuşlardır. Irak/Bağdat, Şam vilayetiyle birlikte İslam Devleti’nin o bölgedeki iki vilayetinden biri-

Petrolün İnsan Hayatından Daha Değerli Sayıldığı... Irak...

Page 18: KöklüDeğişim 71.Sayı

16Ağustos 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

sidir; bu yüzden bütün İslam Beldeleri gibi orası da Müslümanlar açısından çok önemli-dir, asla kendisinden vazgeçilemez ve kesin-likle kafirlerin eline bırakılarak onların insa-fına terk edilemez.

Irak, aynen Filistin, Keşmir, Afganistan ve diğerleri gibi “Hilafet’in İlgasının” bedelini en ağır ödeyen güzide beldelerimizden bir tanesidir. Arap Yarımadasının bir uzantısı olan bu topraklar, Fırat ve Dicle nehirleriyle bölünen, dünyanın en verimli, en cömert ve en büyük ovasını bünyesinde barındırmak-tadır. Irak, coğrafi konumu açısından da çok önemlidir. Körfezin başın-da yer alması, O’nu Avru-pa ile Hint Okyanusu ara-sındaki en önemli ulaşım yollarından birisi haline getirmektedir. Bu özelliği sebebiyle Irak, o dönem İngilizler açısından çok büyük bir öneme sahipti. Çünkü İngiliz sömürgecili-ğinin en önemli ayağı olan, “İngiliz Tacı’nın” (Crown Colony) yıldızı kabul edi-len Hindistan’ın başlıca ti-cari yolu konumundaydı. İngilizler açısından sahip olduğu bu önemin yanında bir de yirminci yüzyılın başlarında petrolün keşfedilmesiy-le birlikte bu güzide bölge dünya liderliğini elde etmenin önemli bir ayağı haline gelmiş-tir. Osmanlı İslam Devleti’nin yıkılmasının ardından parçalanarak korumasız hale geti-rilen bu topraklar, artık sömürgeci devletle-rin egemenlik kurma ve pay alma mücadele-lerine sahne olmaya başlamıştır.

İngiltere’nin Irak üzerinde oyunlara baş-ladığı dönem on dokuzuncu yüzyılın son çeyreğine tekabül eden zaman dilimidir. Bu dönem aynı zamanda petrolün keşfedilip

dünya üzerinde petrol araştırmalarının ya-pıldığı dönemdir. Onların bu konudaki asıl girişimleri ise I. Dünya Savaşı ve sonrasında-dır. Zaten bu dönemden 1926 yılına kadar bu mesele; henüz sınırları çizilmemiş ve isimleri konulmamış ama muhtemelen İngilizlerin planlarında yer alan Türkiye ve Irak dev-letleriyle İngiltere arasında çözüm bekleyen bir problem olarak devam edecektir. 1932 yılında Irak bağımsızlığını(!) kazanacak ve kısa da olsa sakin bir dönem geçirecek, an-cak II. Dünya Savaşı’nın hemen öncesinden itibaren bölge petrolleri üzerinde söz sahibi olmak isteyen başka ortakçılar devreye gir-

meye başlayacaklardır. Bu yüzden Irak, İngiltere’nin bu bölgedeki petrol rezer-vini keşfederek bu petrolü elde etmeye yönelik senar-yolarını uygulamaya koy-duğu tarihten, 2003 yılın-daki ABD işgaline, 21 Mart 2010 tarihinde yapılan son seçimlere ve o seçimlerden de günümüze kadar birçok musibetlere maruz kalmış-tır. Bu musibetler başlan-gıçta İngiltere’nin, daha sonra da ABD’nin, koru-masız kalmış bu toprakları

ganimet addedip onlar üzerindeki emelleri-ne ulaşma gayretleridir. Ancak bu sömürge-ci gayretler ilk dönemlerde hiç de istedikleri sonuçları vermemiş, İslam Devleti yıkılana kadar da ulaşmak istedikleri hiçbir hedefe ulaşamamışlardır.

On dokuzuncu yüzyılın son çeyreğindeki ilk hamlelerinde İngilizler, karşılarında İslam Devleti’ni bulmuşlardır. Devletin dirayetli ve siyasi basiret timsali Halifesi Sultan II. Abdül-hamid; devlet içindeki bütün problemlere ve batıda tahsil görüp batı kültürüyle ve onun hayat tarzıyla beyinleri sulanmış yobazların

Petrolün İnsan Hayatından Daha Değerli Sayıldığı... Irak...

Irak, aynen Filistin, Keşmir, Afganistan ve diğerleri

gibi “Hilafet’in İlgasının” bedelini en ağır ödeyen güzide beldelerimizden

bir tanesidir. Arap Yarımadasının bir uzantısı

olan bu topraklar, Fırat ve Dicle nehirleriyle

bölünen, dünyanın en verimli, en cömert ve en

büyük ovasını bünyesinde barındırmaktadır.

Page 19: KöklüDeğişim 71.Sayı

17 KÖKLÜDEĞİŞİM - Ağustos 2010

kışkırtmalarına ve tehdit-lerine rağmen İngilizle-rin hamlelerine yerinde hamlelerle karşılık vere-rek onları istediklerinden mahrum etmiştir. Abdül-hamid Han bizzat kendi cebinden (hazine-i hassa) para harcayarak o dönem bölgenin petrol harita-sını çıkarmaları için bir heyet tutmuştur. Nite-kim 22 Ekim 1901 tarihinde Alman Maden Mühendisi Paul Groskoph ve Habib Necip Efendi’nin başkanlığındaki araştırma birimi çalışmalarını Abdülhamid Han’a sunmuş-tur. Bu rapor doğrultusunda Abdülhamid Han, İngilizlerin Musul petrolleri üzerindeki oyunlarını bertaraf etmek için bu petrollerin bulunduğu bölgeyi satın alarak kendi şahsi malı haline getirmiştir, Musul petrollerinin tapusunu üzerine almıştır.

Birinci Dünya Savaşı’nın ardından İngil-tere ve Müttefiklerinin savaşı kazanıp Os-manlı İslam Devleti’nin mağlup olmasıyla, diğer İslam toprakları gibi Irak’ta İngilizle-rin pençesine düşmüş oldu. Irak’ı Osmanlı Devleti’nden koparmak için çabalayan İn-giltere de bu emeline ulaşmış oldu. Her ne kadar İngiliz ve Hint birliklerinden oluşan İngiliz güçleri savaşın ikinci yılında el-Kut’ta büyük bir yenilgiye uğramış olsalar da daha sonra durumu kurtararak hedeflerine ulaş-mışlardır. 1917 yılına gelindiğinde Musul dışında bu günkü Irak’ın tamamı İngilizlerin yönetimine girmiştir. Çok geçmeden 8 Ka-sım 1918 de Musul’da İngilizler tarafından ele geçirilmiş oldu. 25 Nisan 1920 tarihinde manda yönetimi başlamış, 23 Ağustos 1921 yılına gelindiğinde de yapılan referandum sonucu “Faysal” Irak’ın ilk kralı olmuştur. 29 Haziran 1921 yılında yapılan bu referan-dum, klasik İngiliz siyasetinin bir örneği ola-

rak dikkat çekmektedir. Çünkü; İngilizler bu re-ferandumu halka manda yönetiminden kurtulu-şun bir adımıymış gibi göstererek, bizzat halkın oylarıyla bir anlamda Hi-lafet’ten ayrılmanın ona-yını verdirmeyi başar-mışlardır. Bu arada Mu-sul meselesi, daha ziyade petrol kuyuları meselesi

de bu kuyuların değişik bir yoldan İngilizle-rin eline geçmesiyle farklı bir boyut kazan-mıştır. 10 Şubat 1918 yılında Abdülhamid Han’ın vefatıyla birlikte, avukatı tarafından bu kuyuların tapularının izinsiz olarak(!) İn-gilizlere satılmasıyla kuyular İngilizlerin eli-ne geçmiştir.

Bu arada Türkiye’de de işgalci güçlere karşı büyük bir direniş başlatılmış, oluşturu-lan Misak-ı Milli (Milli Yemin) çerçevesinde bağımsızlık mücadelesine dolayısı ile de bir “Kurtuluş Savaşı’na” girilmiştir. Buraya ka-dar her şey normalmiş gibi gözükse de aslın-da asıl tuhaflıklar bundan sonra başlamak-tadır. Çünkü Musul ve Kerkük Türkiye’de başlatılmış olan bu milli hareketin “Misak-ı Milli” sınırlarına dâhildir. Dolayısıyla bu “yemine” göre, bu sınırların içerisi vatan ka-bul edilmiş ve bu vatandan en son düşman kovuluncaya kadar gerekirse bütün canların feda edileceği üzerine and içilmiştir. Sonuç-ta “vatan kutsaldır” ve “ya istiklal ya ölüm” ilkesi doğrultusunda hareket edilmektedir. Fakat her nasılsa mesele birden bire “Misak-ı Milli” sınırlarından, Musul ve Kerkük pet-rollerinde Türkiye’nin payı meselesine dön-müştür. İngilizler olayı bu boyuta çekerek çok ciddi bir siyasi manevra yapmışlar ve meseleyi kendilerine has bir mesele haline getirmişlerdir. Böylelikle Musul-Kerkük do-layısıyla da petrol kuyuları tamamen kendi

Petrolün İnsan Hayatından Daha Değerli Sayıldığı... Irak...

Birinci Dünya Savaşı’nın ardından İngiltere ve

Müttefiklerinin savaşı kazanıp Osmanlı İslam Devleti’nin

mağlup olmasıyla, diğer İslam toprakları gibi Irak ta İngilizlerin

pençesine düşmüş oldu. Irak’ı Osmanlı Devleti’nden koparmak

için çabalayan İngiltere de bu emeline ulaşmış oldu.

Page 20: KöklüDeğişim 71.Sayı

18Ağustos 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

işgali altında bulunan, diğer galip devletlerin üzerinde herhangi bir hak iddia edemeyece-ği Irak tarafında bırakılmış oldu. Bu İngiltere açısından petrol kuyularına sahip olma ko-nusunda en az risk teşkil eden bir çözümdür. Türkiye’nin “Misak-ı Milli” sınırlarıyla ilgili hususa gelince; Bu konuda Özdemir Bey ko-mutasındaki birlikler bölgedeki aşiretlerin de desteğiyle “Derbent Muharebesinde” İn-gilizleri geri püskürtmeyi başarmış, bu olay bölge insanında güven duygusunu yeniden tesis etmiş ve düşmana karşı tekrar bir güç oluşturmalarını sağlamıştır. Süleymaniye, Kerkük ve Musul bölgesi halkı, bağlılıklarını bildirmek için, vergilerini Ankara’ya gönder-meye başlamışlardır. Bölgede Müslüman-lar lehine değişen denge İngilizleri, Sü-leymaniye’yi terk et-meye mecbur etmiş ve aşiretler şehre gi-rerek duruma hâkim olmuşlardır.

7 Eylül 1922’de Fevzi Paşa, Doğu ve el-Cezîre cepheleri ko-mutanlarına Musul’u geri almak için hareket emri vermiştir. Bunun için de aşiretler ve yerli halktan kuvvet teda-rik olunarak Özdemir Bey Müfrezesi takviye edilmiş ve İmâdiye-Süleymaniye hattı üze-rinden Musul-Kerkük’e taarruzla görevlen-dirilmiştir. Tam da bu sırada ve her nedense birden bire “Batı Anadolu ve Boğazlar bölgesin-de kuvvet bulundurulması ihtiyacı ortaya çıkmış ve hazırlanan bu kuvvetler batıya kaydırılmıştır”. Eğer tarihler bizi yanıltmıyorsa; 26 Ağustos 1922 yılında başlayan “Büyük Taarruz” 30 Ağustos 1922 günü Yunan birliklerinin ta-mamen bozguna uğratılmasıyla son bulmuş, en son 9 Eylül’de İzmir’in kurtarılmasıyla bu savaş tamamlanmıştır. Dolayısıyla bu olay,

planlanan Musul-Kerkük harekâtından önce-dir. Yine Batı Anadolu ve Boğazlar bölgesin-de önemli herhangi bir isyan veya ayaklanma hareketi olmadığına göre, tam da İngilizlerin Musul ve Kerkük’ten püskürtüleceği bir sı-rada bu batıya asker kaydırma ihtiyacı nere-den doğmuştur? Geriye bir ihtimal kalıyor; birliklerin Musul-Kerkük bölgesinden batıya kaydırılmaya başladığı tarih ve o günün ula-şım şartları göz önünde bulundurulduğun-da, bu hazırlıkların Saltanat’ın kaldırılması-na yönelik hazırlıklar olduğu göze çarpıyor. Çünkü 1 Kasım 1922 kaldırılan “Saltanat”, bazı tarihi kaynaklarda bahsedildiği üzere babadan oğula geçen padişahlık sisteminin

kaldırılması değildir. Tam tersi, kendileri-nin de ifade ettiği gibi; “Padişahlıkla Halifeli-ğin birbirinden ayrıl-ması” daha doğru bir ifadeyle “Halife’nin otoritesinin elinden alınmasıdır” ve Hila-fet makamının sembo-lik bir hale getirilme-sidir. Bu da ümmetin hoşuna gitmeyecek ve ümmeti karşı hare-

kete geçirebilecek bir durumdur. İşte tedbir-ler bunun içindir. Bu olayın ardından Halife VI. Mehmed Vahidettin İstanbul’dan ayrıl-mıştır. Musul-Kerkük meselesinin çözümü hususundaki bir başka tuhaf durum, her iki tarafın da yaklaşan Lozan Konferansı sebe-biyle meseleyi diplomatik yollardan çözmeyi daha münasip görmeleridir. Oysa o an içinde bulundukları durum itibarıyle bunu yalnızca İngilizlerin istemesi gerekirdi.

Böylece Musul-Kerkük meselesinin çözü-mü; “maskelerin düştüğü ve gerçek yüzle-rin ortaya çıktığı“ 24 Temmuz 1923 tarihin-deki Lozan Konferansı’na kalmıştır. Lozan

Petrolün İnsan Hayatından Daha Değerli Sayıldığı... Irak...

Page 21: KöklüDeğişim 71.Sayı

19 KÖKLÜDEĞİŞİM - Ağustos 2010

edilen zaferlerden sonra yeni bir devletin ku-rulması ve bu yeni devletin siyasi pazarlıkla-rın yapıldığı anlaşmalarda elde ettiği başarı-lar son dönemin tarihi kaynaklarında yerini almıştır. Ancak bu süreçle ilgili sorgulanan ve çelişkilerle dolu birçok husus mevcuttur. Sadece stratejik açıdan önemli olan husus-ların hiç birisinde başarı elde edememesi bu çelişkileri doğrulamaktadır. Boğazlar Mese-lesi, Kıbrıs Meselesi, bugün “Yunan Adala-rı” olarak bilinen adalar, sahip olduğu zen-ginlikleri ve yer altı kaynakları üzerindeki tasarrufu, kurulan devletin dışında Osmanlı Devleti’nden olanca zenginlikleri ve bereke-tiyle kalan milyonlarca kilometre karelik alan ve yazımızın da konusu olan Irak… Misak-ı Milli sınırları içerisinde olmasına rağmen sadece 25 yıl süreyle yıllık petrol gelirleri-nin %10’u karşılığında Musul ve Kerkük’ten vazgeçilmesi bile bu çelişkileri doğrulamak için yeterlidir. Üstelik İngilizleri o bölgeden çıkarabilecek şartlar mevcutken bunların ya-pılması meseleye başka bir izah şekli bırak-mamaktadır. Bu yüzden Türkiye’nin diğer stratejik meselelerde olduğu gibi Irak mese-lesinde de etkisiz eleman olması doğaldır.

Devam Edecek…

Petrolün İnsan Hayatından Daha Değerli Sayıldığı... Irak...

Konferansı’nda da meseleyle ilgili olarak ta-rafların görüşmelerinden (Türkiye-İngiltere) herhangi bir sonuç alınamadığından ve ta-raflar “Musul” konusunda anlaşamadıkları için (ki bu anlaşmazlık meseleyi tamamen iki tarafın özel meselesi haline getirmek ve di-ğer müttefikleri devre dışı bırakmak içindir), “Irak sınırının nihai şekli iki tarafın daha sonra gerçekleştirecekleri görüşmelerle belirlenecektir” şeklinde bir karar alınmıştır. Sonuç olarak da 5 Haziran 1926 tarihinde iki tarafın anlaşma-ları neticesinde Irak sınırının nihai şekli or-taya konulmuştur. Bu anlaşmanın 14. mad-desine göre; Türkiye’nin Musul’u Irak’a bı-rakması karşılığında, 25 yıl süreyle Irak pet-rollerinin yıllık gelirinden %10 pay alacaktır. Bu da yıllık 5.5 milyon sterlinlik bir miktara tekabül etmektedir. İşte bu konudaki nihai çözümün hikâyesi bu şekildedir. Bu çözümle birlikte Irak sınırı netleşmiş, Musul’un Irak’a bırakılmasıyla birlikte de İngilizler Irak pet-rollerinin tek sahibi olmuşlardır, ya da bir başka ifadeyle o zengin petrol yatakları onla-ra peşkeş çekilmiştir.

İşte I. Dünya Savaşı’nın öncesinde ve son-rasında Irak üzerinde oynanan oyunlar bu şekildedir. Şüphesiz ki dönemin I. Devleti konumunda oturan İngiltere bu gelişmelerin hiç birinden gafil değildir. Hatta bu gelişme-lerin tamamına yakınında bizzat onun par-mağı vardır. Osmanlı İslam Devleti’nin yıkıl-masından yeni kurulan devletlere, bu devlet-lerin sınırlarının belirlenmesinden sahip ol-dukları zenginliklerin taksimine kadar bütün gelişmelere öncülük etmiştir. Bu yüzden I. Dünya Savaşı’ndan sonraki “Irak Petrolleri” ve “Irak Sınırı” meselesinin diğer aktörü olan Türkiye aslında bu konunun etkisiz elemanı-dır. Onun girişimleri İngiltere’nin petrol ku-yularının “tek sahibi” olmasını sağlamıştır.

Türkiye’nin I. Dünya Savaşı sonrasında vermiş olduğu mücadele, cephelerde elde

Page 22: KöklüDeğişim 71.Sayı

20Ağustos 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

Geçen ayki yazımızda Türkiye’de madencilikle ilgili konuyu kaleme almıştım. Bu yazımda ise, madenci-

likten çok da bağımsız olmayan Türkiye’nin enerji varlığını, gerek Türkiye gerekse de dünyada enerji konusunda meydana gelen gelişmeleri kaleme almaya çalışacağım. İn-şallah.

Türkiye’de cumhuriyetten bu yana ciddi manada bir enerji politikasından bahsetme-miz mümkün değildir. Özellikle 1980’lerde liberalleşme politikalarıyla birlikte enerji kaynaklarının kısıtlı olduğu ve var olan enerji kaynaklarının tamamının devreye konulma-sı durumunda dahi enerji ihtiyacımızın kar-şılanmayacağı anlayışı hakimdi. Bilimsel-likten uzak olan bu anlayış, sadece var olan kaynakların kullanılmamasını ve üstlerinin örtülmesini isteyenlerin çıkarlarına hizmet etmektedir.

Halbuki enerji elde edilmesinde kullanı-labilecek kaynakların çeşitliliği ve bunlardan

elde edilebilecek enerji potansiyeline bak-tığımızda, enerji konusunda çok büyük bir nimetin var olduğu görülecektir. Fakat var olan bu kaynaklar özellikle heder edilmiş, izlenen politika ve hükümetlerin çıkardıkları yasalarla gizlenmeye çalışılmış ve diğer ko-nularda olduğu gibi halk yine yüzüne baka baka yalan söyleyen siyasiler tarafından kan-dırılmıştır. Var olan kaynaklara baktığımızda akarsulardan güneşe, güneşten kömüre, lin-yite, rüzgara, jeotermale, uranyum ve toryum gibi bir çok kaynağa sahip olan Türkiye’nin enerji konusunda %75 oranında dışarıya ba-ğımlı olması bu söylemimizi doğrulamakta ve izlenen bu politikaların kimlere hizmet ettiğini açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Çünkü cumhuriyetten bu yana Türkiye de petrol için açılan kuyu sayısı toplamda 3000 civarındadır. Bu sayı ise çok küçük ve de ser-meyesi çok daha kısıtlı olan ülkelerin bile yıl-lık olarak açtıkları kuyu sayısı kadardır.

Yine Türkiye de var olan 19 petrol şirketi-nin 16’sı yabancı devletlere aittir. Bu şirketler

Talha YAŞAR

Page 23: KöklüDeğişim 71.Sayı

21 KÖKLÜDEĞİŞİM - Ağustos 2010

yıllarca Türkiye de petrol ol-madığını ve var olan rezerv-lerin çok kısıtlı olduğunu be-yan etmişlerdir. Fakat yıllar sonra, aynen bir mikrobun uygun ortamı bulduktan sonra üreyip yayılması gibi, bu şirketlerde özellikle AKP hükümeti sayesinde kendile-ri için çıkarılan yasalarla uy-gun ortamı bulmuş ve şuan-da bir çok yerde petrol ara-maları yapmaya başlamışlar-dır. Tüm bunlarla birlikte bilimsel verilerle Türkiye’nin petrol yönünden zengin olduğu söylemleri de medyada dillendirilmektedir. Tabi bir çok Ortadoğu ülkesinde olduğu gibi buradaki kaynakları da yukarıda bahsettiği-miz mikroplar yiyecektir!!!

Yine Türkiye’nin farklı iklimlere ve fark-lı yeryüzü şekillerine sahip olması Allah’ın bir lütfudur. Ama bir çok akarsuyun olma-sı ve bu akarsular üzerinde mevcut kurulu olan barajların da yapılmasına rağmen bu barajlardan elde edilen hidroelektrik ener-jisinin dörtte biri kullanılmakta, dörtte üçü ise kullanılmamaktadır. Bu durumun bir benzeri de jeotermalde yaşanmaktadır. Tür-kiye jeotermal kaynak noktasında dünyada 7. sırada olmasına karşılık bu potansiyelini enerjiye dönüştürememektedir. Güneş ener-jisine baktığımızda da durum farklı değildir. Türkiye’nin özel ve matematiksel konumun-dan dolayı yıllık güneşlenme süresinin ol-dukça uzun olması ve bu kaynağın enerjiye dönüştürülmesi halinde muazzam bir enerji potansiyeli var edeceği üzeri örtünemeyecek bir gerçektir. Yine Türkiye, Linyit kaynak-ları açısından dünyanın sayılı potansiyeline sahip olmasına rağmen bu kaynağın sadece üçte birini kullanmakta, kalan üçte ikisi ise sebebi açıklanmayan bir halde bekletilmek-tedir.

Türkiye nükleer enerji-nin kaynağı olan toryum da 380,000 ton gibi ciddi bir re-zerve sahiptir. Uranyum kay-nağı olmasına rağmen yeterli arama çalışmaları yapılmadı-ğı için potansiyel olarak bir netlik oluşturulamamış fakat ön görülen potansiyel olarak ciddi bir rezerve sahip oldu-ğu düşünümektedir. Bunla-rın dışında enerjiye dönüş-türülebilecek olan rüzgar ve

biyomas gibi bir çok kaynağa sahip olmasına rağmen yine yukarıda zikrettiğimiz kaynak-lar hakkıyla kullanıldığı gibi bunlarda gereği gibi kullanılmamaktadır.

Halbuki tüm bu kaynaklar kullanılsa Türkiye’nin enerji konusunda hiçbir sorunu-nun kalmayacağı ortadadır. 87 yıldır izlenen bu manasız politikaların sayesinde bu kadar enerji kaynağına sahip olunmasına rağmen enerji sorunu hiçbir zaman çözülemeyen ko-nulardan olmuştur. Zira bu zihniyet olduğu sürece de çözülmeyecek bir mesele olmaya devam edecektir. Enerji bir ülke için hayati öneme sahiptir ve sanayiden hizmete, tarım-dan savunmaya kadar bir çok sektörün geliş-mesine olanak sağlamaktadır. Bunun için bu-gün bir çok kapitalist devlet enerji sömürüsü ve savaşları yapmaktadır. Bu sömürü kimi yerlerde askeri olarak yapılırken Türkiye gibi yerlerde ise siyasi olarak yapılmaktadır. Kapitalist devletlerin 2030’a kadar enerji alt yapısı için 16 trilyon dolar kaynak ayırmaları enerjinin devletler için ne kadar önemli oldu-ğunu bir kez daha ortaya koymaktadır.

Siyasi sömürünün yerleştiği Türkiye de enerji alanında yaşanan gelişmeleri birkaç örnekle somutlaştıralım:

1- Türkiye 400 milyar kwh hidroelektrik potansiyelinin sadece 100 milyar kwh kullan-

Türkiye’nin Enerji Potansiyeli ve Enerjide Yaşanan Sorunlar

87 yıldır izlenen bu manasız politikaların sayesinde bu kadar

enerji kaynağına sahip olunmasına rağmen enerji

sorunu hiçbir zaman çözülemeyen konulardan

olmuştur. Zira bu zihniyet olduğu sürece de çözülmeyecek bir mesele olmaya devam edecektir.

Page 24: KöklüDeğişim 71.Sayı

22Ağustos 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

makta ve yine Türkiye Avrupa da hidroelekt-rik potansiyeli olarak Rusya ve Norveç’ten sonra üçüncü sırada olmasına rağmen üre-tim bakımından ise son sıralardadır.

2- Jeotermal kaynak bakımından dünya-da 7. sırada, potansiyel olarak ise dünyanın %8’ine sahip olmasına rağmen bu kaynak kullanılmamaktadır. Halbuki bu kaynak kö-mürden 32, doğalgazdan 40 kat daha az ma-liyetle enerji üretilebilmekte ve bu kaynak hakkıyla kullanıldığında yıllık 30 milyar do-lar gelir getirebilecek düzeydedir.

3- Güneş enerjisi de çok büyük bir po-tansiyel arz etmektedir. Bugün Türkiye’nin ürettiği toplam enerjinin 10,000 katı kadar yıllık güneş enerjisi potansiyeli mevcuttur ve şuan Türkiye’nin yıllık güneş enerjisi üretimi %0.10 (binde on) civarındadır.

Hal böyle olmasına rağmen Türkiye %90’nını ithal ettiği petrolün bir kısmını enerji üretiminde kullanmakta, %52’sini ise karayolu taşıtlarının yakıtı olarak kullan-maktadır. Zira batılı kafirler enerjinin nerede kullanılması vede yatırımın nereye yapılma-sı gerektiğinin yolunu göstermişlerdir. Bu siyaset halkın maslahatlarını gözetmekten ziyade sömürgeci batının maslahatlarının gözetildiğinin su götürmez bir gerçeğidir. Çünkü petrol şirketlerinin kimin elinde ol-duğuna bakılması durumunda mesele daha da barizleşecektir. Doğalgazdan enerji üreti-mine baktığımızda doğalgazın tamamına ya-kınının ithal edilmesine rağmen bu kaynağın %70’i enerjide kullanılmaktadır ve bu ithal edilen kaynağın payı her sene artmaktadır. Nükleer enerji noktasında Türkiye bu kay-naklara sahip olmasına ve de bu kaynağın çok yüksek oranda enerji verimi sağlamasına rağmen bu enerjiden halen istifade edileme-miştir. Fransa enerjisinin %70 nükleer enerji-den karşılarken, Belçika enerjisinin %67’sini bu enerjiden sağlamaktadır.

Türkiye de 1980’den sonra hızlı bir şekil-de devam eden liberalleşme hamleleri her hükümet döneminde devem etmiş ve bir bayrak yarışı haline gelmiştir. AKP hüküme-tiyle birlikte özelleşmemiş hiçbir alan bıra-kılmamış, bundan enerji de nasibi almış ve çıkartılan 4628 sayılı elektrik piyasası yasası kamunun tamamen bu sektörden çekilme-sini öngörmüştür. Örnek alınan Avrupa da bile böylesi bir durum söz konusu değildir. Zira enerji noktasında esnek olan İngiltere ve Almanya %30-35 oranında özelleştirme sağ-larken, Fransa enerjide ancak %8 oranında özelleşmeyi sağlamıştır. Ama Türkiye de ise bu oran %100’e ulaşmış durumdadır.

Türkiye’nin enerji noktasında %75 oranın-da dışa bağımlı olması, kendisinde üretimi olmayan doğalgaz ve petrolle enerji üretmesi sonucunda yıllık 40 milyar dolar enerji ithal etmekte yani ihracatının %40 sadece enerjiye gitmektedir. Sadece yukarıda bahsettiğimiz güneş, akarsu, veya jeotermal enerjiden bi-risini dahi rantıbıl bir şekilde kullandığında enerjide hiçbir sorun kalmayacaktır. Fakat bu uşak yöneticiler hiçbir zaman kendi kay-naklarını halkın maslahatı için kullanmayıp, alırken de verirken de her zaman efendile-rinin menfaatlerini gözetirler ve halklarına dünyanın en zengin enerji kaynaklarına sa-hip olmalarına rağmen elektriği en pahalı şe-kilde satarak bu zulmü reva görürler.

Binaenaleyh bu kadar zengin kaynakların olduğu bir coğrafyada olmamıza rağmen ni-zamın batıl, yöneticilerin ise uşak olmasıyla birlikte bu kaynakları verimli bir şekilde kul-lanamıyoruz. Siyasi, iktisadi ve enerji açısın-dan da güçlü bir Türkiye olmak için bunlara engel olan bu faktörleri ortadan kaldırmam-mız gerekir. İşte o zaman güçlü bir Türkiye ve güçlü bir halk ortaya çıkacaktır. İnşaAl-lah.

Türkiye’nin Enerji Potansiyeli ve Enerjide Yaşanan Sorunlar

Page 25: KöklüDeğişim 71.Sayı

23 KÖKLÜDEĞİŞİM - Ağustos 2010

- 2. BÖLÜM -

Çin - Rus İlişkileri:

1991’de Sovyetler Birliği yıkılıp onun yerine geçmeye çalışan Rusya, kendisine ve nüfusuna yönelik Amerika’nın saldırı-ları karşısında durma mücadelesi verirken Çin’le ittifak kurmaya yöneldi. Çin bu yö-nelmeyi kabul etti. Çünkü kendisi de Ame-rika karşısında durmak için Rusya’ya muh-taçtı. Bu nedenle Rusya bir teklifte bulundu ve Çin de bunu kabul etti. Böylece 1996’da Şanghay antlaşması meydana geldi. İşte bu antlaşma Çin ve Rusya ile beraber Rusya’ya bağlı olan Kazakistan, Kırgızistan, Tacikis-tan ve 2001’de Özbekistan’ı kapsadı. Onla-rın ilan ettikleri gibi bunun hedefi Sovyetler Birliği’nin yıkılışından dolayı Avru-Asya bölgesinde meydana gelen boşluğu doldur-mak, başka bir ifadeyle bu bölgeye Amerikan nüfuzunun sızmasını engellemek, ayrılıkçı ve terörist hareketlerle savaşmaktı. 2001 se-nesinde, 11 Eylül’de ABD’de meydana gelen olaylardan sonra terörizmle savaşmakla ilgili

Amerika’nın oluşturduğu kamuoyu ve dev-letlerarası atmosferden etkilenerek veya bunu kullanarak bu son hedef üzerinde duruldu. Bunun manası ise İslamî cemaatlerle savaş-maktır. Bu şekilde o bölgede Amerika’ya karşı olduğu gibi İslamî cemaatlere de karşı olan ve İslam’ın dönüşünü engellemek iste-yen Rusya ve Çin müttefik oldu.

Rus haber ajansı Novesty’nin yayınladığı gibi 27.1.2009’da Rusya Dışişleri Bakanı Ser-gey Lavrov Moskova’da, Çin Dışişleri Baka-nıyla ortak basın toplantısında bu müttefik-liği şöyle açıkladı: “Rusya ve Çin kendilerini direk ilgilendiren milli maslahatlarda geçmişte birbirlerini destekledi, gelecekte de birbirleri-ni destekleyecektir.” Devamla şöyle de dedi: “Moskova ve Pekin Yardımlaşmak için Şanghay Örgütü’nü kuvvetlendirmek ve geliştirmek için kararlıdırlar.” Çin Dışişleri Bakanı da şunları açıkladı: “Yardımlaşmak için Şanghay Örgütü bu bölgede iktisadi emniyet dâhil olmak üzere emniyeti sağlamak için bir mekanizma sayılır.” Bu nedenle gözlemci olarak Hindistan, İran,

Esad MANSURGeçen Sayıdan Devam...

Page 26: KöklüDeğişim 71.Sayı

24Ağustos 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

Mangolya ve Pakistan’ı Şanghay Örgütüne getirdiler. Bu tür devletleri kendilerine çek-mek ve onlardan yardım alma amacıyla ha-reket etmeleri bir gelişme sayılır. Mangolya bu örgüte bağlanmamış olmasına rağmen kendisi Rusya’nın nüfuzu altında bulundu-ğu için Rusya ve Çin isteyince her an ilhak edilebilir. Fakat Rusya ve Çin için önemli olan diğer gözlemci devletleri kazanmaktır.

Bunun yanı sıra; Brezilya, Rusya, Hindis-tan ve Çin’den oluşan ‘BRIC’ kısaltılmasıyla bilinen ekonomik bir örgüt vardır. Bu örgüt-te siyasi alanda geliştirilmeye çalışılmakta-dır. Bu örgüt Haziran 2009’da Rusya’da bir toplantı düzenledi. Hindistan İngilizlere bağlı olmasına, Brezilya Amerika’nın yörün-gesinde yürümesine rağmen, Çin ise Rus-ya ile birlikte Brezilya ve Hindistan’ı kendi taraflarına almaya, onlarla güçlenmeye ve Amerikan egemenliği karşısında durmaya çalışmaktadır.

Çin - Avrupa İlişkisi:

Çin’in Avrupa’yla ilişkisine gelince; bu ilişki birinci derecede iktisadi esas üzeri-ne oturmaktadır. Şimdiye kadar diğer ko-nularda ciddi bir gelişme göstermemiştir. Avrupa’nın ticari ortaklarına göre Çin, ikinci derecede bulunur. Fakat Avrupa’ya ihracat edenler arasında Çin birinci derecede bulu-nur. Avrupa, Amerika gibi Çin’i etkilemek için Tibet ve onun rakibi Dalai Lama mesele-sini kullanmaya çalışır.

Çin’in Yeni Dönemi

1979’da Çin’in komünist siyaseti sona erdi. Özellikle 1976’da onun lideri Mao Zedongs ölüp 1978’da yerine Deng Xiao Ping geçince Çin yeni bir devreye girdi. Oysa Deng Xiao Ping, Mao’nun kültür devrimine karşı çıkıp açılıma ve reform yapmaya çağıranlardan olduğu için ev hapsindeydi. Mao öldükten sonra kendisine itibar verildi. Deng, Çin’in

siyasetini tüm olarak değiştirip açılım siya-setine yöneldi, iktisadı reformu gerçekleştir-di, pazarı açtı, dış yatırımlara müsaade etti, özel mülkiyetin sektörüne serbestlik verdi, devletin sektörünü daralttı ve toplu çiftlik-leri ilga edip ferdi mülkiyete dönüştürdü. Eylül 1982’de Çin Komünist Partisi Merkezi Komitesi, Deng’in reformlarını kabul edince Çin’in yeni resmi ve siyaseti bu oldu. Fakat Çin fiilen ve içerik olarak bir komünist dev-letin vasfından çıkıp, şeklen bir komünist devlet haline geldi. Bu süreçle birlikte artık Çin’in dış siyaseti komünist ideoloji ve dün-yada onu yaymak üzerine kurulu olmadı.

Çin’in Dâhili Siyasi Oluşumu

Bu oluşum Çin’in yönetimde Komünist Parti’nin egemenliğine dayanır. Çin anaya-sası Çin’de iktidar olabilecek tek partinin Çin Komünist Partisi olacağını açıkça söyler. Bu-nunla birlikte orada sekiz tane demokratik partinin siyasi faaliyet yapmasına müsaade edildi. Oysa bu partiler komünist devrimin-den de önce vardı. Fakat bu partiler Komü-nist Parti’nin liderliği altında çalışıp, onunla danışma ve yardımlaşma esası üzerine hare-ket edeceklerdi. Bunlar ise;

1. Komintang Partisi’nin Devrimci Komi-tesi

2. Çin Demokratik Rabıtanın Partisi

3. Vatanı Tesis Etmek için Çin Cemiyeti

4. Demokrasiyi Geliştirmek için Çin Ce-miyeti

5. İşçiler ve Çiftçiler için Çin Partisi

6. Tshi Kong Dang Partisi

7. Jeo San Cemiyeti

8. Tayvan’da Demokratik Yönetim Rabıta-sı’dır.

Bu partiler komünist devrim olmadan önce Çin’de demokratik, kapitalist bir cum-huriyeti tesis etmeye çalışıyordu. Fakat yö-

Çin Siyaseti, Dünyada Onun Tesiri ve Ona Karşı Hareket...

Page 27: KöklüDeğişim 71.Sayı

25 KÖKLÜDEĞİŞİM - Ağustos 2010

netime ulaşmak için Komünist Partiyi des-teklemişlerdir.

Çin’in Evrensel Büyük Devletinin İmkânları

Çin, evrensel büyük bir devlet olmak için imkânlara sahip olup, bütün alanlarda kendini geliştirmeye ve güçlendirmeye ça-lışmaktadır. En son gösterdiği gelişme ise uzay sanayiidir. Ancak Çin, evrensel büyük bir devlet olma fikrini kendi vücuduna yer-leştirecek ve bu ihsasa sahip olacak olan bir halka muhtaçtır. Zira tarihte evrensel büyük bir devlet olamamıştır. Çinlilerin en yüksek hedefi, bölgesel büyük bir devlet olup tica-rete önem vererek, diğer devletlerle barış ve anla-yış içinde geçinmektir.

Ama son dönemde Çin, evrensel büyük bir devlet olmaya yönelik ha-reketlerde bulunmakta-dır. Amerika ve Rusya’nın evrensel meselelerde ken-disinden yardım istemesi ve Çin’in kendileriyle be-raber dünyanın mevcut sorunlarına karışması bu manada bir eğilim göster-mesine sebep olmuştur. Fakat bu eğilim belli kıstaslara tabidir. Eğer bu yolda dünyanın birinci büyük devletinin çıkarlarını temin etmeye çalışırsa ve bu birinci devlet kendi-sine dünya siyasetinde rol verirse, evrensel büyük bir devlet olabilecektir. Fakat bu yol sağlam bir yol değildir. Zira birinci büyük devlet kendi kontrolü ve tesiri altında dün-ya sorunlarına karışmasında ona imkân verir ve her an o imkânı geri çekebilir. Özellikle birinci büyük devlet ona muhtaç olmadığı gibi dünya sorunlarını tek başına çözebilece-ğini hissedince onu kendi yanına almayacak ve dünya sorunlarına karışmasına müsaade

etmeyecektir. İşte Çin şimdi bu yanlış yolu izliyor. Oysa evrensel büyük bir devlet olma-nın doğru yolu ise; birinci büyük devleti faal bir şekilde tehdit etmek ve onu merkezinden kaydırmaya çalışmaktır. Ancak bu durumda Çin evrensel büyük bir devlet olabilir. Fakat bu tarihte tekerrür etmeyen bir gelişme sayı-lır ve belli bir süreçten sonra sona erer. Yani bir örnekle tamamen ikinci dünya savaşın-dan önce ve esnasında Japonya’nın olduğu hal gibidir.

Müstakbel Hilâfet Devleti’nin Çin’le İlişkisi Nasıl Olacaktır

Allah’ın izniyle Müslümanların bir Hilâfet Devleti olunca Çin’in va-kıası, halkının anlayışını, tarihini ve Çin siyasetinin durumunu anladığımız bu minvalde onunla muame-lede bulunarak olacaktır. Bu muamelenin bazı üs-luplarına şöyle değinebili-riz:

A. Ticari-İktisadi ve Malî İlişkiler: Çinlilerin ideolojilerini bir kenara bı-rakarak ve ondan vazgeçe-rek ekonomiye ve ticarete

dayandıklarını ve kapitalistler kadar kazanç elde etmeye önem verdiklerini görüyoruz. Bunun delilini ise şu şekilde izah edebili-riz: Çin; 20 senedir kendi ideolojisini ihmal edip sadece ismini ve şeklini devam ettir-meye çalıştı. Dış siyasette bu ideolojinin izi bile yoktur. Ancak, Kuzey Kore ve Vietnam gibi komünist devletlerle özel ilişki kurmaya çalıştığı görülür. Fakat bu devletlerle ilişkisi komünizm açısından olup kapitalizme karşı bir komünist blok teşkil etmekten ibaret de-ğildir. Bu ilişki sadece milliyetçi bir bakışa göre olup, bu bölgeye Çin egemenliğini sağ-lamaya yöneliktir. Kendi çıkarlarını temin

Çin Siyaseti, Dünyada Onun Tesiri ve Ona Karşı Hareket...

Çin, evrensel büyük bir devlet olmak için imkânlara sahip

olup, bütün alanlarda kendini geliştirmeye ve güçlendirmeye

çalışmaktadır. En son gösterdiği gelişme ise uzay sanayiidir. Ancak Çin, evrensel büyük bir devlet olma fikrini kendi

vücuduna yerleştirecek ve bu ihsasa sahip olacak olan bir halka muhtaçtır. Zira tarihte evrensel büyük bir devlet olamamıştır.

Page 28: KöklüDeğişim 71.Sayı

26Ağustos 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

etmek için komünizmi istismar etmektir. Çin kendi dış siyasetini; iktisat, yabancı kapitalist yatırımlar, ticaret ve kâr elde etmek üzerinde yoğunlaştırır ve ticari dengenin kendi lehine olması üzerinde ısrarlı olur. Ayrıca 2002’de Amerika’nın liderlik ettiği en büyük kapita-list örgüt olan Dünya Ticaret Örgütü’ne de üye olmuştur. İktisat siyasetine göre kapita-list bir devlet sayılır.

İşte bu bağlamda Çin’i anladığımızdan hareket ederek Hilâfet Devleti onunla ticari ilişkilerini kuvvetlendirmeye çalışır. Bu tica-ri ilişkiden hedefimiz ise Çin topraklarında ve halkı arasında İslam davetini yaymaktır. Orada İslam davetini yaymak uğrunda ticari dengenin bizim lehimize değil, Çin lehine ol-masını temin etmemiz bile sakıncalı değildir. Amerika da bu konuya dikkat ederek Çin’le ticaret yapmaya pek ehemmiyet vermiş, onunla ticaret yapma hususunda birinci dev-let muamelesini ilan etmiş ve ticari dengeyi Çin lehine getirmiştir. Amerika’nın bundan maksadı Çin’i etkileyip içine sızmak ve ko-münizmden uzaklaştırıp tam kapitalist bir devlet haline getirmektir. Aynı anda bunu Çin’i tehdit etmek için kendi elinde bir koz olarak da bulundurmaktadır. Özellikle ona ciddi oranda kârlar kazandırdıktan sonra Çin’in Amerika’ya isyanı pek çıkmamış ve böylece ona uyup müttefik olmuştur.

B. Diplomatik ve Siyasi İlişkiler: Dev-letlerarası hedeflerimizi gerçekleştirmek için onu yanımıza çekip bizimle beraber çalıştır-maya uğraşırız. Misal olarak; dünya da bir kasırga gibi meydana gelen son malî kriz es-nasında Çin, devletlerarası para birimi olarak altının kullanılması için söylemlerini zayıfta olsa bildirmişti. Ama Amerika bunu duyar duymaz infial olup kesin ve köklü bir şekilde reddetti. ABD şunu demek istiyordu: Bunun sırf bir öneri olarak ortaya atılmasını kabul edemeyiz ve buna tahammül dahi edeme-yiz. Çin ağzını kapatıp bir daha bundan söz

edemez bir hâle geldi. Nitekim hiç bir devlet Çin’le beraber olmadığı gibi, Çin kendi fikrini veya önerisini dünyaya kabul ettirmek için de evrensel bir hamle yürütmedi. Daha doğrusu karınca kadar bir adım dahi atamadı. Ameri-ka ile olan iktisadi, ticari ve malî ilişkilerine zarar geleceğinden korkup, Amerika’ya bu hususta boyun eğdi. Amerika’nın yıkılmak üzere olan şirketlerinin hisselerini, devlet hazinesinin hisse senetlerini ve Amerika’nın ekonomisini canlandırmak için dolar satın alarak onu desteklemeye devam etti. Ve böy-lece dünyadaki en yüksek dolar rezervlerine sahip oldu. Ama Çin bunların değerinin yok olacak paraların hükmünü almasından kork-maya başladı. Çin evrensel büyük bir devlet sıfatına sahip olsaydı bu konuda ABD’yi cid-di ve faal şekilde tehdit ederdi. ABD’yi dün-ya tahtından indirecek ve daha doğrusu onu yıkacak olan unsur budur. Bundan sonra ABD Afganistan’ın sarp dağlarında, Irak’ın çöllerinde, yüksek denizlerde veyahut Çin’e yakın Güney Doğu Asya’da var olan askerle-rine ekmek dahi veremez olurdu. Çünkü pa-rası olan dolar sadece kötü bir kâğıttır. Onun gerçek değeri kâğıtı ve boyası kadar bile de-ğildir. ABD bu kötü kağıt ve boya ile doların hem basım maliyetinin ucuz hem de takli-dinin kolay olmasını istedi. Çünkü ondan onlarca trilyon dolar basacak ve bazı devlet-lerce de onun basılmasına müsaade edecek-ti. ABD bazı devletlere para vermek istediği zaman onlara belli seri numaralarını vererek basılmasına müsaade eder. Bu şekilde basım maliyetinden de kurtulur. Buna haksızca ve zalimce ‘para’ adı verilir.

Oysa altın ve gümüş sistemine dönüş olunca bu paranın geleceği çöplüktür. Ta-mamen birinci dünya savaşında olduğu gibi Almanya ve diğer devletler parayı sırf kâğıt para olarak basınca insan bir ekmek almak için kâğıt parayla dolu bir beton arabası it-meye mecbur bırakılmıştı.

Çin Siyaseti, Dünyada Onun Tesiri ve Ona Karşı Hareket...

Page 29: KöklüDeğişim 71.Sayı

27 KÖKLÜDEĞİŞİM - Ağustos 2010

Dünya Rezerv Konseyi’nin son raporuna göre ABD’nin altın ihtiyatisi 8.133 ton al-tındır. 1971’te Nixon’un altından vazgeçme kararı çıkmadan önce doların değerine göre hesap yapılırsa bunların gerçek değeri 8.133 ton = 66,641 milyar dolardır. ABD ancak bu kadar dolar çıkartabilir ve daha fazla çıkart-sa karşılığında altın koymalıdır. Bu şekilde dünyanın servetlerini çalamaz ve insanların cehtlerini heder edemez. Şimdi onun borç-ları 13 trilyon dolardır. ABD bunları nasıl ödeyecektir?! Dünyada tedavül eden onlarca trilyon dolar vardır. Bunların karşılığını nasıl verecektir?! Dünya altın ve gümüş sistemine dö-nerse kesinlikle karşılığını veremeyecektir! Kendi iç piyasasındaki trilyonlar-ca doların karşılığını dahi veremez. Yine ABD, mali sorunu tedavi etmek için 2009 senesinde bir trilyon dolar basacağını ilan et-mişti. İşte bu iktisadi çık-maz ve Allah’ın izniyle ABD’nin düşüşü çok ya-kındır.

Çin’de birçok devlet gibi Amerika’yı ham maddeler, sanayi ürün-leri ve hizmetlerle destekliyor. Böylece az para karşılığında gece gündüz çalışıp ezilen kendi halkının yerine Amerikan halkını bes-leyip şişirtiyor ve müreffeh kılıyor. Dünyayı korkutmak için Amerikan askeri sanayisini finanse edip gücünü arttırıyor. Bu şekilde onun kibirliliğini ve mağrurluğunu azdırı-yor. Diğer devletler gibi bu mal ve hizmet-lerin karşılığında değersiz kötü kâğıt para, hisse senedi veya sadece banka hesabına bir rakam alıyor. Oysa diğer devletlerde olduğu gibi kendi halkı da bu sanayiye lazım olan ham maddeleri veya sanayi ürünleri çıkart-mak için gece gündüz çalışır ve ceht sarf eder.

Ve hiçbir zaman bunun karşılığı alamayarak açlıktan kıvranır. Bu devletler değersiz döviz olarak adlandırılan bu değersiz parayı elde edelim diye, halklarını mahrum edip malla-rını ve servetlerini ihraç etmektedir. Böyle-ce döviz rezervlerini artırıp yerel paralarını desteklemek veya diğer devlet ve mali mües-seselere karşı güveni artırmayı istemektedir! Oysa Çin ve benzer devletler kendi halkını müreffeh kılmak için çalışmalıdır. Kendi pa-rasını dolar gibi saydırıp dünya devletleri-ne kabul ettirmeye zorlamalıdır. Zira hepsi kâğıt olup aynı seviyededir. Ancak; parasını

altına dayandıracak ve her devletin parasını altına dayandırmak için onları zorlayacak, yoksa parala-rını para olarak kabul et-meyecektir.

C. Çin’in Dâhilini Te-sir Etmek İçin Kültürel İlişki: Bu ilişki İslam kül-türümüzü ve davetimizi yayabilmek şeklinde ol-malıdır. Zira Çin halkının çoğu Budizm’e inanıyor. Budizm ise sırf kehanetçi, ruhani bir inançtır. Ondan

hayat için bir nizam fışkırmaz. Bu nedenle; tesir etme özelliklerini taşımıyor ve İslam gibi hayatın bütün alanlarına yönelik bir ni-zam taşıyan siyasi ruhi bir akide değildir. Akla dayalı İslam akidesinin yayılması baş-layınca, akla dayalı olmayan ruhi inançlara sahip olanlar fikri çatışma sahasından çekilip kaçarlar, mabetlerinde ve zaviyelerinde sak-lanırlar. Çünkü kendi inançlarını aklen ispat-layamaz ve fikirlerini tartışamaz, kendi fikir ve inançlarına fikren saldıranlara karşı çıka-mazlar. Böylece meydan aydın fikre sahip olanlar için boş olur ve tamamen komşusu olan Hindistan yarım adasında olduğu gibi yüz milyonlarca insan Allah’a ve Rasulüne

Çin Siyaseti, Dünyada Onun Tesiri ve Ona Karşı Hareket...

...Çin halkının çoğu Budizm’e inanıyor. Budizm ise sırf keha-netçi, ruhani bir inançtır. Ondan hayat için bir nizam fışkırmaz. Bu nedenle; tesir etme özelliklerini ta-şımıyor ve İslam gibi hayatın bü-tün alanlarına yönelik bir nizam taşıyan siyasi ruhi bir akide değil-dir. Akla dayalı İslam akidesinin yayılması başlayınca, akla daya-lı olmayan ruhi inançlara sahip olanlar fikri çatışma sahasından çekilip kaçarlar...

Page 30: KöklüDeğişim 71.Sayı

28Ağustos 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

inanır. Bu nedenle; Hindistan, Pakistan ve Bangladeş’i kapsayan bu yarım adada yarım milyardan fazla Müslüman vardır. Çin’de Komünist partili sayısı resmi rakamına göre 70 milyon insana ulaşsa da Çin’de komünizm yaygın demek değildir. Zira bunlar toplum içerisinde birer fert olup, hiç bir toplum veya ümmet oluşturamazlar. Komünizm halkın akidesi olmamıştır. Komünist rejim Konfüç-yüs gibi felsefelerle savaştığı gibi İslam ve Müslümanlarla da savaşmıştır. Fakat deği-şim olduktan sonra bu felsefelerle savaşma-dığı gibi onları Çin kültürü olarak dünyaya takdim etmeye başlamıştır. Ama hayat niza-mı veya siyasi olarak sayılan İslam ve Müslü-manlarla savaşını hâla sürdürmektedir. İşte; komünistlerin sayısı komünizmin yayılma-sına hiç delalet etmez. Nitekim 260 milyon nüfuslu eski Sovyetler Birliğinde 15 milyon komünist parti mensubu vardı. İki devlette nüfus sayısının oranına göre eşittir. Sovyet-ler Birliği yıkılınca komünist parti de yıkıldı ve bu partinin mensuplarından pek az sayı kaldı. Hatta onun ve Sovyet Birliği’nin lider-leri bile ondan vazgeçti.

Bir ideolojik düşünce halk arasında tabii şekilde yayılmaz ve yalnız bir parti mensup-ları arasında kalırsa hiç bir zaman ümmetin ideolojisi veya akidesi olamaz. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem ve Sahabeleri Ra-diyAllahu Anh İslam davetinin bütün insan-lar arasında yayılmasına hırs gösteriyorlardı. Yoksa partilinin çoğalmasına özen göster-miyorlardı. İslam Devleti tarih boyunca ve son gününe kadar bu yolda yürüdü. Hatta İslam’a dayalı birçok partinin, kitlenin, fikrin ve mezhebi ekolün tesis edilmesine müsaade etti. Bu nedenle bu grupların her birisi kendi mezhebine ve reyine göre İslam’ı yaymada yarış gösterdiler. Böyle canlılık ve aktiflik meydana geldi. Komünist parti ise tamamen bunun tersidir ve hiç buna benzer değildir. Sovyetler Birliğinde ve Çin kültür devri-

minde olduğu gibi her hangi bir muhalefet eden çıkarsa onu ezer. Komünist devlet ve partiler kendi inanç ve fikirlerini diğerlerin tartışmasını kabul etmezler. Daha doğrusu kendi komünist inanç ve fikirlerini zorla ve baskıyla insanlara kabul ettirmeye çalışırlar. Diğer insanların tek yapacakları iş hiç bir şey konuşmadan komünistlerin yüce gördükleri azamet ve yüceliğe sahip ve ilham kaynağı olan liderlerine boyun eğmektir. Oysa İslam, diğer insanların Müslümanlarla tartışmala-rına, fikir ve inançları münakaşa etmelerine müsaade eder. Tamamen Rasulullah SallAl-lahu Aleyhi ve Sellem’in döneminde, Raşidî Halifelerin ve 13 asırdır İslam tarihi boyunca sair Halifelerin dönemlerinde hâsıl olduğu gibi. Böylece, halklar İslam’ın doğruluğu-nu, adaletini ve müsamahakârlığını gördük-ten sonra kanaat getirerek gönül rızasıyla İslam’a girerler. Allah’ın, Rasulü’ne indirdiği Kur’an-ı Kerim buna şöyle davet eder:

ادع إلى سبيل ربك بالحكمة والموعظة الحسنة وجادلهم بالتي هي أحسن

“Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et ve en güzel şekilde onlarla cedelleş-tartış.” (Nahl 125)

Hikmetin lügat manası isabetli fikirdir. İsabetli fikir Kur’an ve Sünnet’in olduğuna göre; bunları delil olarak gösterip bunlara dayalı fikirleri açıklayarak hikmetle Allah’ın yoluna davet edilmiş olur.

Yine Allahu Teâlâ şöyle buyurdu:يكفر فمن الغي من شد الر تبين قد ين الد في إكراه ال فقد استمسك بالعروة الوثقى ال انفصام اغوت ويؤمن بالله بالط

سميع عليم لها وللاه“Dinde zorlama yoktur (insanlar İslam’a

girmek için zorlanmazlar) doğrululuk belli ve sapıklık belli oldu. Kim tağut (Allah’ın dini ve şeriatı dışındaki her din ve her ka-nun)u red edip Allaha inanırsa kopmaz ve sağlam kulpa yapışmış olur. Allah işiten ve Âlim’dir.” (Bakara 256)

Çin Siyaseti, Dünyada Onun Tesiri ve Ona Karşı Hareket...

Page 31: KöklüDeğişim 71.Sayı

29 KÖKLÜDEĞİŞİM - Ağustos 2010

Anayasa değişikliğinin 12 Eylül’de re-feranduma sunulacağının konuşul-duğu bu günlerde yine yoğun ka-

muoyu araştırmaları hız kazanmıştır. Ayrıca seçim atmosferinin de canlı olması nedeni ile hummalı araştırmalar yapan bu kuruluşların sormuş olduğu sorular ve halkın bu sorulara vermiş olduğu cevaplar oldukça önemlidir. Özellikle siyasi partiler (demokratik) ve diğer siyasi çevrelerin sipariş verip büyük paralar ödediği bu araştırmalar, siyasete etki edenler için büyük menfaatler sağlamaktadır. Araş-tırmaların sonunda toplumun ne düşündü-ğünü öğrendikleri gibi topluma yeni bir yön vermenin nasıl olabileceğini de görmekte ve bu da işlerini kolaylaştırmaktadır.

Siyasi konular ile alakalı araştırma yapan bu kuruluşlar aslında yeni bir süreç ile alakalı bir yol haritasının belirlenmesine de yardım-cı oluyorlar. Başka bir ifade ile partiler, ya-zarlar, medya, zenginler, askerler gibi kurum ve kuruluşların yeni süreçteki davranışlarını

belirlemelerinde büyük pay sahibi oluyorlar. Diğer taraftan bu çalışmalar ışığında, toplu-ma yön vermek adına çalışan bu kadrolar, toplumun düşünceleri hakkında bilgi sahibi oldukları gibi, bir takım yönlendirici sorula-rın sorulmasını sağlayarak toplumun gerçek görüşünün yansımasına da engel oluyorlar.

İçinde bulunduğumuz günlerin öncesini kısaca hatırlayacak olursak, yıllardır iktidar-da olan AKP’nin verdiği vaatleri yerine getir-mediğini ve halkın beklentilerinin başka bir bahara tehir edildiğini müşahede ediyoruz. Bugün ise iktidar ve muhalefet partileri halkı adeta seçim havasına sürüklemişlerdir. Hal-kın beklentileri unutturularak referandum ve seçim gündeme taşınmıştır. Bunları göz önünde bulundurduğumuzda yapılan ka-muoyu çalışmalarının asıl amacının; halkın karşılanmayan ihtiyaçlarını tespit etmek de-ğil, partilerin ve siyasete etki eden diğer fak-törlerin istedikleri kamuoyunun oluşmasını sağlamaktır. Sonrasında ise uzun zamandır

A. Celil CENGİZ

Page 32: KöklüDeğişim 71.Sayı

30Ağustos 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

süre geldiği gibi demokratik partilerden umudunu yitiren halkı, yeni bir yöne doğ-ru sürükleyerek elinde kalan son umutlarını da gasp edip, bir önceki halinden daha kötü bir hale getirmektir. Aksi halde bu halk bir öncekinden daha iyi bir hale gelirse bilinen bir şey var ki, İslamî hükümlerin tamamının uygulandığı bir yaşam tarzı sürmek isteye-cektir. Bu da İslamî olmayan partilerin işine son vermek anlamına gelir. Ve bu son sadece bu partilerle kalmaz, bu parti ve iktidarları kendi menfaatleri çerçevesinde destekleyen, halka güzel bir şekilde pazarlayan, leş yiyen-lerinde sonu olur…

Türkiye’nin son yedi senesinde iktidarda olan, Cumhurbaşkanı’nı kendi kadrolarından çıkaran ve ikinci kez güvenoyu alarak iktida-ra gelen AKP hükümeti halkın beklentilerini yerine getirmediği gibi vaatleri de yerine ge-tirememiştir. Hatta halk bir öncekinden daha fazla sıkıntılara sürüklenmiş ama bu medya ve belli güçlerin desteği ile kapatılmıştır.

Bugün gelinen aşamada ise anayasa tartış-maları ve referandum ile gün yüzüne tekrar çıkan kamuoyu yoklamaları bir kez daha de-mokratik partilerin ve diğer siyasi çevrelerin hareketlenmesini sağlamıştır. Halkın gerçek-leri görmesinden endişe eden bu çevreler, halkı tekrar yönlendirmek için araştırmaları yorumlamaya başlamışlardır. Bu araştırma-lar sonucunda ortaya çıkan tablo dikkat çe-kicidir. Türkiye’nin terör ve işsizlik sorunu, arenada bulunan demokratik partiler tara-fından çözülebilir mi? sorusuna seçmenin önemli bir bölümü olan yüzde 43’ü “hayır çözemez“ cevabını vermiştir. Aynı araştır-maya katılan bu yüzde 43’lük kitle, yeni parti oluşumlarına ihtiyaç duyulduğu görüşünde de birleşmiştir.

Ortaya çıkan bu düşündürücü sonucu yorumlamaya başlayan bir kısım yazar, çi-zer, ve aydının değerlendirmelerine baktığı-

mızda; onlar bu araştırmaların sonucunun, halkın sorunlarının, görünen partiler tarafın-dan çözülemeyeceğini gösterdiğini, bununla beraber halkın başka çarelerinin de olma-dığını gerekçe göstermiştir. Bunun gerekçe olabileceğinin ön kabulü ile seçime kadar halkın nabzını en iyi kontrol edenin, iktidar olabileceğini söylemiş yani kim halkın nab-zına göre şerbet verirse onun iktidar olaca-ğını belirtmişlerdir. Aslında bu söylemlerle araştırmalardan istenilen en asgari neden de ortaya çıkmış oluyor. Fakat gerçekler ise çok farklıdır.

Bu tablo halkı yönlendirmek için hazır-lanan sorulardan oluşmaktadır. Mesela bu kamuoyu yoklamalarının yapıldığı sorula-rın içine ‘’başka bir yönetim tarzı ister misi-niz?” tarzından bir soru eklenseydi durum çok farklı olacaktır. Ak Parti iktidarının ilk yıllarında ve umutların yüksek olduğu bir zamanda bu soru halka sorulmuştu. Fakat bugünkünden farklı olarak yönlendirme yapılmadan ve açıkça sorulmuştu. Kapita-lizm (demokrasi), Kominizim, Hilâfet; bu üç yönetim nizamından hangisi ile yönetil-mek istersiniz denildiğinde verilen cevapla-rın içinde öne çıkan ‘Hilâfet’ idi. Bu soruları sorduğumuz insanlara ise dışarıdan baktı-ğınız zaman vereceği cevapların bu şekilde olacağını tahmin bile edemezdiniz. Özellikle büyük şehirlerde yapılan bu kamuoyu çalış-maları, halkın bütün unsurlarının görüşlerini almaya özen gösterilerek yapılmıştı. Kendile-rine soruların açıkça sorulduğu bu kesimler, tebessümlerini göstermiş ve bu tür soruların ilk defa sorulduğunu belirterek şaşkınlıkları-nı da gizlememişlerdi.

Bu tür siyasi ve sosyal anket yaptıran gerçek ve tüzel kişiler yaptıkları kamuoyu yoklamalarında bu türden sorular sorsalar-dı, gerçekten halkın ne istediğini görecek ve çözümü başka şeylerde aramayacaklardı.

Seçmen Gerçekten Ne İstiyor?

Page 33: KöklüDeğişim 71.Sayı

31 KÖKLÜDEĞİŞİM - Ağustos 2010

Ayrıca halkı yanlış yönlen-dirmeyerek doğru konuların tartışmaya açılmasına vesile olacaklardı. Dolayısıyla in-sanların arzu ettiği doğru oluşumların oluşmasına, köklü değişimi gerçekleşti-recek partilerin varlık saha-sına güçlü bir şekilde çıkma-sına olanak sağlamış, halkın sorunlarının çözümünde ise, büyük yardımlardan birini yapmış olacaklardı. Bu şekil-de halk da sorunlarının çözüleceğini düşüne-rek büyük bir enerji ve iştirak ile seçimlere katılacaktı. Bu yanlış yorumları yapanların halka açtığı yaranın büyüklüğünün ne kada-rının farkında oldukları ise ayrıca bir merak konusu…

Bu araştırmaları yorumlayanlar, halk bu partilerden herhangi birinin sorunlarını çö-zemeyeceğini ifade etmesine rağmen başka alternatifleri olmadığı, hangi parti halkın ih-tiyaçlarını dillendirirse onun iktidar olacağı-nı söyleyerek kafa karışıklığına yol açmış ve farklı sorular ile yorumların oluşmasına ne-den olmuşlardır. Çünkü bu güne kadar istek-leri gerçekleşmeyen halk çıkış yolu bulama-maktadır. Yâda bu imkân kendilerine sağlan-mamaktadır. 1921’den bu güne kadar birçok anayasa uygulamaya konulmuştur. Bu ana-yasaların temeli halk için halka rağmen felse-fesiyle hazırlanmış olup, uygulamaya geçir-diklerinde ise halkı ezmek zorunda kalmışlar-dır. Çünkü halk o günden bu güne kadar batı patentli anayasalara ayak uyduramamıştır. Halkı, bu anayasalara alıştırmak için İstiklal Mahkemeleri gibi çözümler düşünülmüştür. Zulmün her çeşidinin uygulamasına rağmen sorun çözülememiş, adeta yaşanmaz bir hale gelmiştir. Hâlbuki Müslümanlar kısa bir süre öncesine kadar milyarlarca nüfusa ve mil-yonlarca metrekareye sahip oldukları alan-

da farklı etnik grup ve farklı inanca sahip olan insanlarla yaşamalarına rağmen böyle bir sıkıntı ile karşılaşmamış-lardı. Aslında halk tekrar önüne getirilen bu anayasa taslağının öncekiler gibi so-runlarını çözmeyeceğini bi-liyor. Bu anayasaya çağıran partilere de güvenmediğinin ve Türkiye’nin esasi sorun-larını bu partilerin çözeme-yeceğinin belirtisini yüzde

43’lük bir kesim açıkça ifade etmiştir.

Dolayısıyla yukarıdaki yorumcuların yapmış oldukları fahiş tespitler ya bu halkı tanımamalarından ya da kötü niyetlerinin olmasından kaynaklanmaktadır. Özellikle halkı başka bir alternatifi olmadığı için, ken-dilerine sunulan anayasanın veya partilerin birini seçmek zorunda bırakmak gibi bir hava estirmeye çalışmaları, içinde partilerin olduğu siyasi çevrelere olan güvensizliğin de daha fazla pekişmesini sağlamaktadır.

Hâlbuki Müslümanların çoğunlukta ol-duğu göz önünde bulundurularak, İslam’a ait köklü bir anayasa, halka sunulmuş olsa buna canı gönülden evet diyeceklerdir. Çün-kü bu anayasanın kökleri halkın kökleri ile aynı olacağından uygulamada da zorluk çık-mayacaktır. Halkın, yıllardır denediği parti-lerden bıkıp; başka partiler oluşması düşün-cesinin karşılığı olarak, İslami esaslara göre kurulmuş bir partinin halkın önüne çıkma-sına engel olunmamış olsaydı bu halk onu isterdi. Aslında, yapılan anketler sonucunda malum yorumcuların söylediklerine dikkatle bakıldığında bu sorunları ancak ‘İslami bir parti çözer’ sonucu çıkıyor. Öyle ya, altını çizerek İslami bir parti olmadığını söyleyen AKP veya bunu söylemeye gerek olmayacak kadar İslami parti olmaktan uzak olan diğer

Seçmen Gerçekten Ne İstiyor?

Hâlbuki Müslüman’ların çoğunlukta olduğu göz

önünde bulundurularak, İslam’a ait köklü bir

anayasa, halka sunulmuş olsa buna canı gönülden evet diyeceklerdir. Çünkü

bu anayasanın kökleri halkın kökleri ile aynı

olacağından uygulamada da zorluk çıkmayacaktır.

Page 34: KöklüDeğişim 71.Sayı

32Ağustos 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

partiler bu halkın ihtiyaçlarına çözüm ürete-miyorlarsa bunu kim çözecek! Bu soruların cevabını bizden duymak size inandırıcı gel-miyorsa cesaretinizi toplayın ve bunu halka açıkça sorun, sordurun.

Bu halk sorunlarının bir kısmının çözü-leceğini umarak AKP’yi iktidarda yedi yıl tuttu. Sonrasında ise bugünki tabloda görül-düğü gibi, eline acıdan, zulümden, baskıdan başka hiçbir şey geçmedi; sekiz yıl sonunda ise hüsrana uğradı.

Bu halk bunu unutmayacaktır. Halkın bir kesimi bunu görüyor, hissediyor, diğer kesimi de yakında görecek ve hissedecektir. Daha düne kadar hayırlarla dolu bir tarih yazmış bu Müslüman halk en kısa zamanda içine düşmüş olduğu çukuru kazanları daha net görecektir. Halk içinmiş gibi gözüken bu çalışmaların sonu hüsran ile sonlanacaktır. Tıpkı Rabbimiz’in ayetinde buyurduğu gibi;

إن الذين كفروا ينفقون أموالهم ليصدوا عن سبيل الله فسينفقونها ثم تكون عليهم حسرة ثم يغلبون والذين كفروا إلى جهنم يحشرون

“Şüphesiz ki Allah yolundan alıkoymak için mallarını harcayanlar, onu yine harca-yacaklar, sonra bu kendilerine yürek acısı olacak, nihayet mağlup olacaklar. Küfürle-rinde ısrar edenler toplanıp cehenneme sü-rülecekler.” (Enfal 36)

Sonrasında ise Müslüman Türkiye halkı Rabbimizin Ali İmran Süresi 104 ayetinin mefhumunu üzerinde taşıyan asıl doğru par-tiyi iktidara taşıyacaktır:

ة يدعون إلى الخير ويأمرون بالمعروف وينهون نكم أم ولتكن معن المنكر وأولئك هم المفلحون

“Sizden, hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Âli İmran 104)

Bugün ise İslam’ı hayat sahasında gör-mek için çalışanlara bir imkân daha doğuyor. Yüzde 99’u Müslüman olan bir ülkede yüzde 43 gibi az gözüken oran, soruların ve yorum-cuların yönlendirmesiyle en aza indirilmeye çalışılıyor. Dikkat edilirse, bu oranın gerçek-leri yansıtmadığı görüleceği gibi, yapılan yo-rumlarda halkın gerçek görüşünü değil, yo-rumlayanların görüşünü yansıttığı hissedile-cektir. Bu yanlış yorumların, halk tarafından itibara alınmaması için, Müslümanların ka-naat önderlerine büyük iş düşüyor. Müslü-man halk kendi görüşlerini yansıtacak kana-at önderlerine bugün her zamankinden daha fazla ihtiyaç hissetmektedir. Halk kendini sahipsiz ve yalnız hissetmemeli duygularına tercüman olacak insanları yakinen görmeli. Bu halk kendilerini kötü bir hale getirenleri unutmayacağı gibi kendi yanında olanları da elbette unutmayacaktır.

Seçmen Gerçekten Ne İstiyor?

Page 35: KöklüDeğişim 71.Sayı

33 KÖKLÜDEĞİŞİM - Ağustos 2010

Bir miraç gecesini daha geride bıraktık. Bu ayki yazımızda Mirac’ın anlamı, önemi ve bize hatırlattıkları üzerinde

durmak istiyorum. Konuya girmeden önce önsöz mahiyetinde bazı değerlendirmeleri sizinle paylaşmak isterim.

İslam, hayatın, insanın, maddenin, evre-nin kısacası her şeyin ilahî açıdan yorumlan-masıdır. Dolayısıyla İslam, inananlarına ken-di perspektifinden hayata ve olaylara bak-malarını öğütler. Müslüman’ın kutsallarını Kur’ân-ı Kerim ve onun işaret ettiği diğer kaynaklar belirleyecektir. Bu açıdan bakıldı-ğında Müslümanların kutsal kabul etmeleri gereken mekân, zaman veya özel günler var mıdır bunu yine İslam şeriatı belirleyecektir.

Kur’ân-ı Kerim’de Mescid-i Haram ve Mescid-i Aksâ’ nın mübarek, Rabbimiz ka-tında çok özel bir yerinin olduğuna işaret eden ayetler vardır.

Örneğin, Mescid-i Haram için Kur’ân-ı Kerim’de Rabbimiz şöyle buyurur:

ة مباركا وهدى للعالمين إن أول بيت وضع للناس للذي ببك

“İnsanlar için (yeryüzünde) kuru-lan ilk beyt, Mekke’de bulunan müba-rek ve âlemler için hidayet kaynağı olan (Kâbe)’dir.” (Âli İmrân 96)

Miraç hadisesinin anlatıldığı ayeti kerime-de ise yüce Rabbimiz Mescid-i Aksâ’nın çev-resinin mübarek kılındığını bildirmektedir.

ن المسجد الحرام إلى المسجد سبحان الذي أسرى بعبده ليال ماألقصى الذي باركنا حوله لنريه من آياتنا

“Bir gece, kendisine ayetlerimizden bazı-larını göstermek için, kulunu (Muhammed’i) Mescid-i Haram’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah, her türlü eksiklikten münezzehtir…” (İsrâ 1)

Allah Rasulu SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in bazı hadisi şeriflerinde belli mekânların özel statüsünün/öneminin olduğuna ilişkin ifa-deler de mevcuttur. Örneğin;

“Namaz ve ibadet için, şu üç mescidin dışındaki bir mescide yolculuk yapılması doğru değildir: Mescid-i Haram, Mescid-i Rasûl (Medine’deki Mescid-i Nebevî), Mescid-i Aksâ.”

Ahmet Sadık ALTINEL

Page 36: KöklüDeğişim 71.Sayı

34Ağustos 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

İnsanlığın ve İslam Ümmeti’nin Önünde Gelişme Ufku...

Belirli mekânların kutsallığına işaret eden deliller olduğu gibi, bazı zaman dilimlerinin kutsallığına ve önemine işaret eden deliller de mevcuttur. Örneğin, Ramazan ayı ve Ka-dir Gecesi gibi.

شهر رمضان الذي أنزل فيه القرآن هدى للناس وبينات من الهدى والفرقان

“(O sayılı günler), insanlar için bir hida-yet rehberi, doğru yolun ve hak ile batılı birbirinden ayırmanın apaçık delilleri ola-rak Kur’an’ın kendisinde indirildiği Rama-zan ayıdır…” (Bakara 185)

إنا أنزلناه في ليلة القدر وما أدراك ما ليلة القدر ليلة القدر خير ن ألف شهر تنزل المالئكة والروح فيها بإذن ربهم من كل أمر م

سالم هي حتى مطلع الفجر

“Şüphesiz, biz onu (Kur’ân’ı) Kadir Gecesi’nde indirdik. Kadir Gecesi’nin ne olduğunu sen ne bileceksin! Kadir Gecesi bin aydan daha hayırlıdır. Melekler ve Ruh (Cebrail) o gecede, Rablerinin izniyle her türlü iş için iner de iner. O gece, tan yerinin ağarmasına kadar bir esenliktir.” (Kadir 1-5)

Bu konuda sözü fazla uzatacak değiliz. Ancak dikkatimizi çeken bir tavır olması ve bizler için örneklik teşkil edebileceği düşün-cesi ile hatırlatmakta fayda gördüğümüz bir olayı dikkatinize sunmak istiyoruz. Sözünü ettiğimiz olay Hz. Ömer RadiyAllahu Anh’ın Hacer-ul Esved ile ilgili olarak söyledikle-ridir. O şöyle söylemişti: “Biliyorum ki sen faydası ve zararı olmayan basit bir taşsın. Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in seni öptü-ğünü görmeseydim seni öpmezdim.”

Tam ilk Müslüman nesle yakışan bir tavır-dır bu. Müslüman olduktan sonra artık bütün değer ölçülerini Allah’tan alan Müslümanlar, her şeye hep Allah rızası ile değer vermeye başladılar. Çünkü bunu onlardan imanla-rı istiyordu. Şu gök kubbe altında olan her hangi bir olayın, her hangi bir olgunun ya da eşyanın kutsal olmasının bir tek yolu vardır.

Oda İlahî vahyin ona işaret etmesidir.

Hz. Ömer RadiyAllahu Anh için vahyin bir bölümünü oluşturan Hz. Nebi SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in davranışları değer dün-yasını tanzim eden önemli bir öğeydi. Onun içindir ki sahabeler kimi zaman Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e yaptığı davra-nışların vahiy mi yoksa kendi görüşleri mi olduğunu soruyorlardı. Eğer vahiy ise ona uyuyorlardı. Çünkü vahiy onların kişilikleri-ni inşa ediyordu. Bu itibarla vahiy dikkatler-den kaçarsa Müslüman kimlik ve kişiliklerini oluştururken gerekli olan formüllerden birisi eksik olmuş olacaktı. Şayet kişisel bir görüş ise daha uygun olduğunu düşündükleri gö-rüşlerini Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sel-lem ile paylaşıyorlardı.

Yukarıda ifade etmeye çalıştığımız çer-çevede nâsların işaret etmiş olduğu miraç hadisesi ve hadisenin gerçekleştiği gün Müslümanlar için önemlidir. Bu gün öne-mini ve anlamını içinde gerçekleşen böy-lesine mucizevî olaydan almaktadır. Tıpkı -Hz. Ömer RadiyAllahu Anh’ın da dediği gibi- Hacer’ul-Esved’in değerini ve önemi-ni vahyin ikinci kaynağı olan Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in onu öpmesin-den alması gibi. Aynı şekilde kadir gecesi de, içinde Kur’an’ın indirildiği gece olduğu için bin aydan daha hayırlı/değerli olmuştur. Bu girizgâhtan sonra konumuza dönebiliriz.

Miraç; insanlığın kurtuluşu için gönderi-len Muhammed Mustafa SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in yaptığı, mukaddes ve manevi bir yolculuktur.

Bilebildiğimiz kadarıyla insanlık tari-hi boyunca Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in dışında hiçbir beşer Rabb’imizle bizatihi mülaki olma lütfuna erememiştir. Bunun bir tek istisnası Rabb’imizin Kur’an-ı Azimuşşanı’ndaki beyanına göre Hz. Musa

Page 37: KöklüDeğişim 71.Sayı

35 KÖKLÜDEĞİŞİM - Ağustos 2010

İnsanlığın ve İslam Ümmeti’nin Önünde Gelişme Ufku...

Aleyhi’s Selam’dır. Kur’an-i nasslardan anla-dığımız kadarıyla Hz. Musa Aleyhi’s Selam Rabbimizi görmek istemiştir:

ا جاء موسى لميقاتنا وكلمه ربه قال رب أرني أنظر إليك ولمقال لن تراني ولكن انظر إلى الجبل فإن استقر مكانه فسوف تراني ا أفاق قال ا وخر موسى صعقا فلم ا تجلى ربه للجبل جعله دك فلم

سبحانك تبت إليك وأنا أول المؤمنين

“Musa, tayin ettiğimiz vakitte gelip Rabb’i onunla konuştuktan sonra: (Musa) Dedi ki: “Ey Rabbim! Kendini bana göster. Sana bakayım.” (Rabbimiz) “Sen beni göre-mezsin. Lakin şu dağa bak. Şayet dağ yerin-de durabilirse beni göre-bilirsin.” buyurdu. Rabbi dağa teveccüh ettiğinde onu yerle bir etti. (Bunun üzerine) Musa baygın yere düştü. Ayıldığında “Seni eksikliklerden tenzih ede-rim. Sana tevbe ettim ve ben sana inananların ilki-yim.” (Araf 143)

İşte bu Kur’an-i nass Hz. Musa Aleyhi’s Selam’ın Rabbimizle görüşme iste-ğinin olduğunu ancak bu-nun gerçekleşmediğini ifa-de eder. Hatta bu vakıadan dolayı Hz. Musa Aleyhi’s Selam’a Allah’ın konuştuğu Nebi anlamında “Musa Kelimul-lah” denmiştir.

Miraç hadisesinin önemi beşeriyet tarihi içinde ilk olması kadar gündeme geldiği tari-hi süreç ve konjektür açısından da son derece anlamlı ve manidar bir mucizedir. Şimdi bi-raz bu tarihi sürece göz atalım.

Miraç hadisesi yerin demir göğün bakır olduğu, Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem açısından çok zorlu günlerin yaşan-dığı bir dönemeçte gerçekleşmiştir.. Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem Mekke’de

üç yıl süren zorlu boykot günlerinde biricik eşi, dava arkadaşı Hz. Hatice’yi ve kendisini koruyup kollayan amcası Ebu Talib’i kaybet-mişti. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem Taif’te kabileleri İslam’a davet etmek istedi. Lakin heyhat onlarda Rasulullah’ı dışladılar. Taşlayarak şehirden uzaklaştırdılar. Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem sığınacak bir liman arıyordu. Rabbine şöyle yakardı:

“Allah’ım şu kuvvetsiz ve çaresiz halimi, in-sanlar nazarında hor ve hakir görülmemi sana arz ediyorum. Ey merhametlilerin en merhametlisi! Herkesin hor görüp de dalına bindiği biçarelerin

Rabbi sensin. Sen beni yüz-süz bir düşman eline düşür-meyecek kadar merhametlisin. Allah’ım! Senin gazabına uğramayayım da çektiklerim ne olursa olsun katlanırım. Allah’ım! Senin gazabına uğ-ramaktan, İlahî rızana uzak kalmaktan sana, senin o ka-ranlıkları aydınlatan, dünya ve ahiret işlerini yoluna ko-yan İlahî nuruna sığınırım.” diye arzu hal etti.

Mekke müşrik yöneti-minin bir daha Mekke’ye almama kararı aldıkları

Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem ancak Mut’im b. Adiy himayesi ile Mekke’ye gire-bilmişti.İşte Miraç olayı Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem ve müminler açısından böy-lesine zorlu bir süreçte meydana gelmiştir. Rabbimiz de sıkıntılardan bunalan elçisini bir gece ansızın yanına aldı. Allah Celle Celaluhu sanki adeta şöyle diyordu: “Ey Muhammed! Sana yeryüzünde yaşama imkânı vermiyor-lar mı? O zaman ben sana göklerin kapısını açarım”. Ona doğup büyüdüğü, atası İbra-him Aleyhi’s Selam’ın inşa ettiği, ilk olarak bir Rasulun yerleşime açtığı Mekke’de yaşama

Miraç hadisesi yerin demir göğün bakır olduğu, Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem açısından çok

zorlu günlerin yaşandığı bir dönemeçte gerçekleşmiştir..

Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem Mekke’de üç yıl süren zorlu boykot

günlerinde biricik eşi, dava arkadaşı Hz. Hatice’yi ve kendisini koruyup

kollayan amcası Ebu Talib’i kaybetmişti.

Page 38: KöklüDeğişim 71.Sayı

36Ağustos 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

İnsanlığın ve İslam Ümmeti’nin Önünde Gelişme Ufku...

fırsatı vermeyen Mekke müşrik yönetiminin seçkinlerine de şöyle diyordu: “İnsanlık tari-hi içinde benimle bizatihi görüşme fırsatını sizin dışladığınız Muhammed’e veriyorum. Siz bugün var yarın yoksunuz. Ama dünya durdukça, kıyamete kadar insanlık, Allah’ın katına kabul ettiği son Nebi Muhammed Sal-lAllahu Aleyhi ve Sellem’in izini sürecektir.”

Birçok İlahî sırrı, hikmet ve manayı bün-yesinde barındıran bu gece, İsra Suresi’nin ilk ayeti ile şöyle ifade edilmektedir:

إلى الحرام المسجد ن م ليال بعبده أسرى الذي سبحان ميع المسجد األقصى الذي باركنا حوله لنريه من آياتنا إنه هو الس

البصير

“Her türlü noksanlıktan münezzeh olan Allah, kulunu geceleyin Mescidi Haram’dan alıp kendisine bir takım ayetler gösterelim diye etrafını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya götürdü. Çünkü işiten ve gören O’dur.”

Allah Rasulu SallAllahu Aleyhi ve Sellem Miraçtan döndüğünde Mekkeli müşriklere, yaşadığı bu tarihi olayı anlattı. Miraç olayı flaş bir gelişme olarak Mekke’nin gündemi-ne oturdu. Ancak onlar Rasulullah’ı dikkate almadıkları gibi alay ettiler. Onu “yani sen şimdi bir gecede buradan mescidi aksaya Kudüs’e mi gittiğini söylüyorsun” şeklinde alaya aldı-lar. Hemen Ebu Bekir’e koştular. Bu sefer Rasulullah’ın çok gülünç duruma düştüğü-nü, insanların kendisine olan güvenini kay-bedeceğini düşünüyorlardı. Hz. Ebu Bekir’e senin arkadaşın neler söylüyor. İşittin mi? de-diler. Ne diyor dedi. Bir gece içinde Mescid-i Aksa’ya gidip geldiğini söylüyor. Hz. Ebu Bekir RadiyAllahu Anh, Yani bunu o mu söy-ledi? Evet, evet dediler. Hz. Ebu Bekir Radi-yAllahu Anh, “O söylediyse doğru söylemiştir” diyince çılgına döndüler.

Düşüncesini İlahî eksenli oluşturmayan Mekke’nin seçkinlerinin miraç olayı karşı-

sındaki şaşkınlıklarını, tutumlarını Kur’ân’ı Kerim gündemine alarak onlara şu şekilde cevap vermektedir:

وهو باألفق األعلى ثم دنا فتدلى فكان قاب قوسين أو أدنى فأوحى إلى عبده ما أوحى ما كذب الفؤاد ما رأى أفتمارونه على ما يرى ولقد رآه نزلة أخرى عند سدرة المنتهى عندها جنة المأوى درة ما يغشى ما زاغ البصر وما طغى لقد رأى من إذ يغشى الس

آيات ربه الكبرى

“O, en yüksek ufukta bulunuyorken (aslî sûretine girip) doğruldu. Ve sonra yaklaşa-rak yanına geldi. Aralarında iki yay mesa-fesi kalıncaya kadar, hatta daha da yakını-na. Böylece (Allah), vahyedilmesini uygun gördüğü her şeyi kuluna vahyetti. Kalp, (gözün) gördüğünü yalanlamadı. Peki siz, ne gördüğü konusunda O’nunla tartışma-ya mı giriyorsunuz? (Şimdi siz) gördüğü şey hakkında onunla tartışıyor musunuz? Andolsun ki, o, Cebrail’i bir başka inişte daha (aslî suretiyle) görmüştü. Sidratü’l-Muntehâ’nın yanında. Me’vâ cenneti onun (Sidra’nin) yanındadır. O zaman Sidra’yı kaplayan kaplamıştı. Göz (gördüğünden) şaşmadı ve (onu) aşmadı. And olsun, o, Rabbinin en büyük alametlerinden bir kıs-mını gördü.” (Necm 7-18)

Böylece Rabbimiz kendi risaletini omuz-layanlara düşmanlarını şaşkına çevirecek mucizelerini her an göstermeye muktedir ol-duğunu bir kez daha bu vesileyle ebediyete kadar duyurmuş oldu.

Miraç olayının en önemli sonuçlarından biri de, İslâm’ın temel esaslarından biri olan beş vakit namazın bu yolculuk sırasında farz kılınmasıdır.

Miraç, iki sevgilinin birbiri ile kavuşma, arus günüdür. Allah Rasulu SallAllahu Aley-hi ve Sellem o gün yaşadığı hazzı ve coşkuyu ümmetinin de yaşamasını istediği için “na-maz müminin Mirac’ıdır.” ve “kulun Allah’a en yakın olduğu an secde anıdır” buyurmuş-

Page 39: KöklüDeğişim 71.Sayı

37 KÖKLÜDEĞİŞİM - Ağustos 2010

İnsanlığın ve İslam Ümmeti’nin Önünde Gelişme Ufku...

tur. Bizlerinde benzer bir tecrübeyi, O’nunla sılayı namazla birlikte yaşamamız, ideal in-san olmamız, Rabbimizin beğenisini kazana-bileceğimiz insani olgunluğa erişmemiz ve müminler olarak kişisel gelişimimizi gerçek-leştirebilmemiz için namazı miraç hediyesi olarak ümmetine armağan etmiştir.

الة تنهى الة إن الص اتل ما أوحي إليك من الكتاب وأقم الصعن الفحشاء والمنكر ولذكر الله أكبر والله يعلم ما تصنعون

“(Ey Muhammed!) Kitaptan sana vahyo-lunanı oku, namazı da dosdoğru kıl. Çünkü namaz, insanı hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah’ın zikri ise en büyüktür. Al-lah, yaptıklarınızı bilmektedir.” (Ankebut 45)

Miraçtan alınması gere-ken en önemli derslerden biriside yükselme bilinci-dir. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem ümmetinin önüne yükselme ve ileri gitmeyi bir vizyon olarak belirlemiştir.“Namaz mü-minin mirac’ı” yani yüksel-me ve kalkınmasının ilham kaynağıdır. Yani mümin diğer düşünce sistemlerin-den farklı olarak Allah’sız ve Ahlaksız bir kalkınma modeli düşüne-mez. Namazda küçülebildiğimiz kadar kü-çülerek alnımızı sadece Allah’ın huzurunda yere koyup “Allah’u Ekber” diyerek vardığı-mız secde; bizleri Allah’a yaklaştırırken onun emaneti şu gezegende var olan canlı, cansız tüm varlıklara karşı sorumlu olduğumuz bi-lincini yüreğimizde inşa etmektedir. İslam ve istiklal şairi M. Akif Ersoy’un söylediği gibi “O rükû olmasa eğilmez başlar”. Evet, o namaz, o rükû, o secde nice sultanları, görkemli ko-naklarda yaşayan nice zenginleri, orduları, nice komutanları sıradan vatandaşlarla aynı safta hizaya getirmiştir. Alınlarını ve burun-larını yere sürterek Allah karşısında eşit ol-

dukları bilincini onlara kazandırmıştır.

İşte Hz. Ömer RadiyAllahu Anh, Müslü-man olmadan önce dehşetinden kimse yanı-na yanaşamazken Müslüman olduktan sonra çölde yaşayan sıradan bir kadın bile yakasına yapışıp hesap sorabiliyordu.

Bir dönem kızlarını diri diri toprağa gö-men, kadınlarına negatif ayrımcılık yapan, yoksul ve fakirlerini insan yerine koymayan, yarımadanın bütün nimetlerini sadece seçkin aristokrat sınıfının hizmetine sunan bir kül-türün yoğurduğu insanları; günde beş defa aynı safta bir araya getirerek onlara tarağın dişleri gibi eşit oldukları bilincini veren bir

ibadettir namaz.

Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in veda hutbesinde buyurduğu gibi; “İnsanlar! Hepiniz Âdemdensiniz. Âdem ise topraktandır.” Toprak, çe-şitli renk, tat ve şekillerde meyve ve sebzelerini bizle-re sunmaktadır. Toprağın üzerinde yaşayan bizler, kimimiz beyaz kimimiz si-yah, adeta gök kuşağının

insanı büyüleyen renkleri gibi değişik şekil-lerde yaratılmışız. Bu anlayış ve düşünceler-le insana bakan İslam medeniyeti egemen ol-duğu coğrafyalarda yüzlerce çeşit ırka, ren-ge, kültür ve inanca sahip insanları bir arada yaşatabilmiştir. Bizim medeniyetimizin inşa ettiği şehirlerde İstanbul’da bir başında cami diğer başında kilise olan, kilisenin, havra ya da cami ile sırt sırta olduğu sokaklar vardır. Ancak Müslümanların yüzyıllar içinde inşa ettikleri açık hava müzesini andıran, me-deniyet abidesi kentlerinin acımasızca yok edildiğine tanık olmaktayız. Meğer modern olmakla medeni olmak farklı şeylermiş.

Miraçtan çıkarmamız gereken en önemli bir diğer derste şudur: Miraçla, insanlığa

gönderdiği son elçisini huzura kabul eden Rabbimiz içimizden

birini, bizler gibi bir insanı, model olarak seçtiğini, katına

yükselterek onun seçkin, ayrıcalıklı bir insan olduğunu

bir kez daha insanlığa göstermek istemiştir.

Page 40: KöklüDeğişim 71.Sayı

38Ağustos 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

İnsanlığın ve İslam Ümmeti’nin Önünde Gelişme Ufku...

İslam’ın yetiştirdiği bilim adamları İbni Sinalar, Harezmîler, Mimar Sinanlar bilgile-rini hanlar, hamamlar, çeşmeler, insanların ücretsiz konakladıkları kervansaraylar, has-taneler vb. insanlığın kullanımı için ortak hizmet alanlarına dönüştürmüşlerdir. Ancak koskoca Afrika kıtasında modern tıbbın hari-kalar yarattığı bir çağda çok basit ve tedavisi mümkün hastalıklar nedeniyle yüz binlerce insanın ve çocuğun ölmesi çağımızın utancı olmaya devam edecektir.

Miraçtan çıkarmamız gereken en önem-li bir diğer derste şudur: Miraçla, insanlığa gönderdiği son elçisini huzura kabul eden Rabbimiz içimizden birini, bizler gibi bir insa-nı, model olarak seçtiğini, katına yükselterek onun seçkin, ayrıcalıklı bir insan olduğunu bir kez daha insanlığa göstermek istemiştir.

Onun getirdiği din asırlarca dil, din, ırk ve renk ayrımlarına rağmen hatta birbirine fiziki anlamda çok uzak kıtaların insanları-nı bile aynı kültürel atmosfer içinde huzurla yaşatabilmiştir. Zira onun getirdiği değerler insanlığın en temel haklarını güvence altına almıştır.

Miraç hadisesi ile ilgili olarak altı kalın ka-lın çizilmesi gereken bir başka önemli nokta da; kudret sahibi Rabbimizin insan aklının kesmeyeceği kadar ilerisini öngörebileceği gerçeğidir. Yani Rabbimiz, derme çatma ça-murdan yapılmış, geceleri ay ve yıldız, gün-düzleri güneş ve buluttan, birkaç hurma ağa-cından başka bir şey görmemiş, binek olarak at, deve vs. sınırlı birkaç binek ve besi hay-vanını bilen son derece ibtidai bir hayat ya-şayan yarım adanın insanlarına, istediğinde -ışık hızını ne kelime- ansızın kilometreler-ce mesafeyi katettirebileceğini göstermiştir. Dolayısıyla ey müşrik toplumu! Benim kud-retimin boyutlarını sizin hayal bile etmeniz mümkün değildir. Soğan cücüğü kadar aklı-nızla yasalar koymaya, hayatı İslam akidesi

ekseninde yeniden dizayn etmesi için görev-lendirdiğim elçimle mücadele etmeye kalkı-yorsunuz. Bu nasıl bir sefihliktir.

Dolayısı bizim de son sözümüz çağımızın sömürgeci kâfirlerine ve onlarla işbirlikçiliği yaparak İslam ümmetinin maddi ve manevi bütün kaynaklarını sömürmeye kendisini adamış hain yöneticilere olacaktır:

Ey çağın müstekbirleri ve hain yöneticileri!

Bir gece elçisini Mescidi Haram’dan alıp kendisine bir takım ayetler göstermek için Mescidi Aksa’ya götüren ve her türlü nok-sanlıktan münezzeh olan Rabbimizin kudre-tinden korkun.

Onun kudretini kavrayın… Ateş çukuru-nun kenarına, uygarlık krizinin eşiğine getir-diğiniz insanoğlunu, hele hele her şeye en iyi nizamı veren Rablerinin hayatlarını da tan-zim edecek en ideal nizamlar ve sistemleri gönderdiğine inanan İslam ümmetini ibtidai aklınızla, kokuşmuş ve çürümüş sistemleri-nizle yönetemeyeceğinizi anlayın. Zira bizler Miraç mucizesini var eden bir tek Allah’ın her şeye kadir olduğuna ve insanlık için en doğru ideal çözümleri mukaddes kitabında bizlere bildirdiğine inanıyoruz.

أال له الخلق واألمر تبارك الله رب العالمين

“Dikkat edin! Yaratma ve yönetme O’na aittir. Âlemlerin Rabbi olan Allah yücelerin yücesidir.” (Araf 54)

Page 41: KöklüDeğişim 71.Sayı

39 KÖKLÜDEĞİŞİM - Ağustos 2010

Siyasi arenadaki boşluktan faydala-nıp, kendini güçlü olarak vasıflandı-ran sömürgeci devletler, kendilerini

sömürgenin şahikasına ulaştıracak yeni bir düzen arayışındadırlar. Zira hali hazırda hâkim olan sömürgeci kapitalist sistem çök-mektedir. Zaten başarısızlıkla sonuçlanmaya da mahkûmdur. Şöyle ki; sömürgeci, kendi vatanı olmayan bir ülkeye gidip, oradaki zenginlikleri zorlabalıkla alarak, kendi ülke-sine getiren kişidir. İşgal ettiği ülkeleri ken-di ülkesinden bir parça olarak görmez. Aynı şekilde söz konusu ülkenin halkını da kendi halkı olarak görmez. Dolayısıyla gasp ettiği zenginlikleri hiçbir şekilde o toprakların fay-dasına sunmaz. Hatta şehirlerini yakar, yıkar ve yağmalar. Toprakları kimyasal bombalar ve atıklarla kirletir. Ardında kuru ve çorak, harap olmuş bir ülke bırakır.

İşgal ettiği ülkenin insanlarını kalkın-dırmaz. Bilakis, onları sefillik ve güçlünün zayıfı ezdiği bir düzen içerisinde yaşama-ya mahkûm eder. Zaman zaman bunlarla

da yetinmeyip, boyunlarına zincirleri takıp köleleştirir. Sömürgeciler, üzerlerine üşüş-tükleri ülkelerde istikrarı sağlayıp huzuru getirmek şöyle dursun, insanların evlerinde dahi güvende olmamalarına neden olmuş-lardır. Bu yüzden, halkları bu denli perişan-lığa sürükleyen, ezen ve kanlarını emen bir sistem, halklar tarafından bertaraf edilmeye ve tarihin karanlık sayfalarına gömülmeye mahkûmdur. İşte bu kaçınılmaz sonucu sö-mürgeci devletler görmüşlerdir. Şu anki yeni sömürü düzen kurma yönündeki faaliyetleri de bunun bir göstergesidir.

Ancak yeni düzenin kamuoyu desteği-ne ihtiyacı vardır. Kamuoyu desteğini elde edebilmek için sömürgeciler sinsi yollardan gitmekte, siyasi arenaya yeni kahramanlar(!) dâhil etmektedirler. Bu sözde kahramanlarla halklar kandırılmakta ve istedikleri, özledik-leri atmosferler oluşturulmaktadır.

Yeni düzen kurma girişimleri bazı devlet-leri pekte mutlu etmemektedir. Çünkü ken-dilerinden, yeni düzenin salahiyeti açısından

Esma SIDDIK

Page 42: KöklüDeğişim 71.Sayı

40Ağustos 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

göstermelik de olsa, bazı meselerde geri adım atmaları istenmektedir. Bu manada menfaat-ler çatışır ve hesaplaşmalar başlar...

Söz konusu sömürülecek bereketli toprak-lar İslam toprakları olunca da batılı devlet-lerin hesaplaşmaları Müslümanların üzerin-de ve İslami beldelerde gerçekleşmektedir. Mavi Marmara gemisinde “İsrail”in karde-şimiz Furkan’a sıktığı o kurşunların adresi esasında Furkan’ın pasaportuna yani aynı zamanda ABD’li oluşunadır. Bu örnek bah-settiğimiz hesaplaşmaların güncel örneklerinden sa-dece biridir. Bölgesel dev-letler ve ABD’ye, bunların yeni düzen kurma çalışma-larına sıkılmıştır o kurşun-lar. Bu menfaat çatışmasın-da kurban edilenlerin ise kâfirlerin gözünde hiçbir kıymeti yoktur. Öldürü-lenlerin, sadece saldırgan kâfirlerin değil, vatandaşı oldukları devletlerinin nez-dindede kıymetleri yoktur. Çünkü “İsrail”in yaptığı bu saldırı Türkiye Cumhuriyeti ve ABD’de dâhil olmak üzere diğer devletlerin bilgileri dâhilinde gerçekleşmiştir ve hiçbir devlet va-tandaşlarını korumak için herhangi bir çaba göstermemiştir. Her biri kendilerine biçilinen rolu oynamakta ve aç gözlerle pastadan ken-dilerine düşen payı beklemektedirler.

Planların yürürlüğe koyulmasına ısrarla karşı koyan “İsrail” hükümetinin ise tasfiye edilmesi gündemdedir. Önce, Gazze’ye uy-gulanan ablukanın kaldırılması hususunu görüşmek üzere, Obama ve Netanyahu bir araya gelmiş, ardından T.C, “İsrail”deki yö-netimin gitmesi gerektiğini düşündüğünü açıklamıştır. “İsrail” varlığının içerisinde de, esir “İsrail” askeri Şalit’in kurtarılmasıyla alakalı kamuoyu oluşturularak bunun va-

sıtasıyla hükümete baskılar yapılmaktadır. Yani “İsrail” varlığının hükümeti içeride ve dışarıda baskı altındadır.

Yeni düzenin getirdiği bazı durumlar-dan memnun olmayan devletlerden biride İran’dır. İran’ın Gazze’ye yardım gemisi gönderme girişimi, büyük ordusu ve kök-lü ülke tarihine rağmen bölgede kendisinin arkasında değil Türkiye Cumhuriyeti’nin liderliğinde Orta Doğu devletlerinin bir-leştirilmesi çalışmalarından rahatsız oldu-

ğunun dışa yansımasıdır. Yani İran için, korunması gereken Müslümanlar de-ğil, stratejik liderlik ve ülke menfaatleridir. Bu yardım gemisi gönderme meselesi, Gazze’ye yardım bahane-siyle Orta Doğu’da liderli-ği Türkiye’ye kaptırmama hamlesinden ibarettir. Bir yerlerden düğmeye basıl-mış, iç ve dış medyada psi-kolojik savaşın başlatılması sonucu İran’ın yardım ge-misi gönderme girişiminin

önü kesilmiştir. İran, gemileri göndermekten vazgeçmiştir.

Müslümanlar üzerinde yapılan hesaplaş-maların örnekleri bi hayli çoktur ve maale-sef ardı arkası kesilmemektedir. Kırgızistan-Özbekistan sınırındaki ABD ve Rusya çatış-ması, Afrika’da ki iç savaşlar, Filistin, Afga-nistan... diye devam etmektedir.

Kapitalizm doğmuş, bir kaç asırlık ömrü-nün içerisinde yükselişi yaşamış, gittiği yer-lere zulüm götürmüş ve şimdi de yok olmak üzeredir.

Elbette dünya sahnesindeki tek oyuncu kapitalizm değildir. Bu sahneye heybetli bir devin, silinmez izleri kazınmıştır. 1400 yıl önce Muhammed’ul Emin’e gelen tek bir

Sömürge ve Müslümanlar Üzerinden Hesaplaşma

...“İsrail”in yaptığı bu saldırı Türkiye Cumhuriyeti ve ABD’de dâhil olmak üzere

diğer devletlerin bilgileri dâhilinde gerçekleşmiştir ve hiçbir devlet vatandaşlarını korumak için herhangi bir çaba göstermemiştir. Her

biri kendilerine biçilinen rolu oynamakta ve aç gözlerle

pastadan kendilerine düşen payı beklemektedirler.

Page 43: KöklüDeğişim 71.Sayı

41 KÖKLÜDEĞİŞİM - Ağustos 2010

mesaj, tarihte yazılı kayıtları dahi olmayan bir millete bir insan ömrü kadar olan 90 yıl gibi kısa bir süre içerisinde İspanya sınırla-rına kadar ulaşan bir devlet kurmayı nasip etmiştir. Aynı mesaj göçebe bir kavme, asır-lar boyunca yeryüzünde Allah’ın Halifesi olmayı nasip etmiştir ve bu göçebe kavmin bağrından Konstantine’yi feth eden o “güzel komutan” çıkmıştır.

Bu 14 asırlık devasa devlet, yani Hilafet Devleti ve Halifeleri, fethettikleri toprakları kendi toprakları olarak benimsemiştir. Dola-yısıyla fethettiği toprakların zenginliklerini tekrar o bölge halkının hizmetine sunmuştur. Kapılarını İslam’a açtıkları şehirlere su kanal-ları, hastaneler, okullar, üniversiteler, hanlar, hamamlar, vs. inşa etmiştir. O toprakların halklarını kendi tebaasından bir parça olarak görmüştür. Onları korumuş, isteklerini din-lemiş, haksızlığa uğramalarına engel olmuş ve güvenlerini kazanmıştır.

Hilafet’in sömürmek için bir nedeni olma-mıştır. Çünkü Hilafet’in varlığının tek nedeni Allah Azze ve Celle’nin gönderdiği İslam me-sajını yeryüzüne hâkim kılmak ve Âlemlerin Rabbinin rızasını elde edebilmektir. Hedefte ne dünya ne de koltuk sevgisi vardır. Zira dünyanın Malik’i Allahu Teâlâ’dır.

Bugün bu sömürü düzeninden Müslü-manları ve tüm insanlığı kurtaracak olan

tek şey, İslam mesajının yeryüzüne tekrar hâkim kılınmasıdır. Ümmetin ihtiyacı olan, bu ideolojiyi bir Halife’nin eliyle, küfrün hâkimiyetinden ve etkisinden uzak bir şe-kilde uygulayacak olan bir Hilafet’tir. Üm-met bu ihanet dolu liderlere mecbur değil-dir. Ümmetin ihtiyacı olan şey Allah Azze ve Celle’ye karşı samimi ve kendilerine karşı da sadık bir liderdir. Rabbine verdiği söze ve te-baasından aldığı biata ihanet etmektense, öl-meyi yeğleyen bir liderdir. Hilafet ve Halife-ler sadece tarih sahnesinde bir oyuncu değil, Allahu Teâlâ’nın Müslümanlara müjdelediği vaadidir.الحات ليستخلفنهم في وعد الله الذين آمنوا منكم وعملوا الصالذي دينهم لهم نن وليمك قبلهم من الذين استخلف كما األرض ارتضى لهم وليبدلنهم من بعد خوفهم أمنا يعبدونني ال يشركون بي

شيئا ومن كفر بعد ذلك فأولئك هم الفاسقون“Allah, içinizden iman edip salih amel

işleyenlere, kendilerinden öncekileri Hali-fe kıldığı gibi onları da yeryüzünde kesin-likle Halife kılacağını, kendileri için seçip beğendiği dinlerini onlar için kesinlikle yerleşik kılıp sağlamlaştıracağını ve (yaşa-dıkları) korkularından sonra onları kesin-likle güvenliğe kavuşturacağını vâdetti. (Zira) onlar yalnızca Bana kulluk ederler ve hiçbir şeyi Bana ortak koşmazlar. Artık bundan sonra her kim de küfrederse, işte onlar fasıkların ta kendileridir.” (Nur 55)

Sömürge ve Müslümanlar Üzerinden Hesaplaşma

Page 44: KöklüDeğişim 71.Sayı

42Ağustos 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

Bir Müslüman’ın dünyevi olgulardan korkması gerçekten ciddi rahatsız-lıklardan birisidir. Eğer korkularını-

zı yenemezseniz, korktuğunuz şeyin kölesi olma yolundasınızdır. Artık hayatınızdaki her şeyi ona bağımlı hale getirir ve korktu-ğunuz şeyin bütün davranışlarınızı kontrol ettiğini düşünürsünüz. Sizi korkutan şey her ne ise onu kızdırmamak için elinizden gelen bütün çabayı gösterirsiniz. Birde korku, mu-hakkak bir maslahat dâhilindedir. Bu masla-hat ise, ya bir faydanın celp ve muhafazası şeklinde ya da bir zararın def’i şeklinde teza-hür eder. O yüzden insan bazen bir şeyi ka-zanamamaktan veya elde ettiği bir menfaati kaybetmekten dolayı korkar.

Bugüne kadar belli makam ve mevkileri elde etmek adına kendilerini gizleyen, gizle-mek üzere eğitilen, o makamları elde etmek için makyavelist düşüncelere sevk edilen yeni bürokratlarımız ve yöneticilerimiz, şim-

diler de ise o makam ve koltukları koruma adına yine aynı şeyleri yapıyorlar. O makam-ları elde edene kadar geçmişlerini, okullarını, sevdiklerini, düşüncelerini ve İslamî kimlik-lerini terk eden, saklayan veya yok sayan bu kesimden olan Müslümanlar, normal şartlar-da kullanmaları gereken inisiyatiflerini dahi deşifre olma korkusu ile Müslümanlardan yana kullanmıyorlar. Hâlbuki daha önce tek gayelerinin bu olduğu ve sırf Müslümanla-ra yardımcı olmak adına kendilerini tehlike-ye attıkları iddiasında bulunurlarken! Peki, o halde ne zaman geçecek bu tehlike diye soruyoruz? Daha neyi elde edinceye kadar bizden yana tavır alacaksınız diye de merak ediyoruz?

Bu giriş paragraflarını değinmek isteğim konuya ait bir bakış açısı vermesi düşünce-siyle kaleme aldım. Zira bu yazımda bahse-deceğim meselenin sadece bir haber gibi gö-rünmemesini ve buradaki örnekliğin sadece

Yiğit SERDENGEÇTİ

Page 45: KöklüDeğişim 71.Sayı

43 KÖKLÜDEĞİŞİM - Ağustos 2010

bu mesele üzerinde kalmamasını istiyorum. Bu bakış açısı ile siz değerli KöklüDeğişim okuyucularının birçok örneklik bulacağını biliyorum.

Daha önce Sincan 2 Nolu F Tipi cezaevin-de aynı dönemde kaldığım ve bağırsak kan-seri rahatsızlığını duyduğum Cahit Durmaz kardeşimin vefat haberini aldım. Rabbimden kendisinin bütün günahlarını affetmesini ve onu cennetine almasını, ailesine ve ar-kadaşlarına da sabr-ı cemil vermesini niyaz ediyorum. Tüm sevenlerinin başı sağ olsun. Eğriden doğru ve karadan da ak çıkmayaca-ğı gibi, fasid bir sistemden de adalet asla çık-mayacaktır. Böyle bir beklen-ti içerisinde olmakta abesle iştigaldir. Ve ayrıca bundan önce birçok vahim olaya şa-hitlik ettiğimiz gibi, İnşaAl-lah beklediğimiz güzel gün-ler gelir de bundan sonra bu türden başka vahim olaylara şahitlik etmeyiz.

Doğru Haber Gazetesi uzun bir süreden beri Cahit Durmaz’ın sağlık durumuna dikkat çekiyor ve hastalığı-nın ağırlığı karşısında bir an önce tahliye edilmesi yönün-de gündem yapıyordu. Fakat kimse bu sesi duymuyor ve önemsemiyordu. 8 ay önce Ankara Numune Hastanesi’nden 7 uzman doktorun ‘cezaevinde kalmasının hayati teh-likesi vardır’ raporu, vefatından önce 30 kilo-ya kadar düşmesi ve 21 gün önce çıkan Adli Tıp raporunun0 bir türlü ilgili makamlara ulaşmaması Cahit’in son günlerini sevdikleri ile beraber geçirmesine engel oldu. Ama so-nunda beklenen hadise gerçekleşti ve Cahit Durmaz tahliye oldu! O soğuk beton duvar-lardan daha da soğuk olan kararmış yürekle-re rağmen tahliye oldu! İnsaf ve insanlıktan

mahrum olan kalplere rağmen tahliye oldu! Hakkında müebbet cezası olsa da, Allah’ın emri gereği tahliye oldu! Bütün bürokrasiye ve mevcut hukuk sistemine rağmen tahliye oldu! Cahit Durmaz sağ olmasa bile yine de tahliye oldu! Ve bu öyle bir tahliye oldu ki, bir daha kimse ona yapmadığı suçları işken-ce ederek kabullendirmeyecek, artık hiçbir zaman adaletten uzak bir sorgulama ve yar-gılamaya katılmayacak, merhametten yok-sun bir muameleyle asla karşılaşmayacak..!

Bu, Cahit’in tahliyesi idi ve dosyası kapan-dı. Ama ya Cahit tahliye olurken mahkûm olanlar ne yapacak? Ellerinde yetki bulun-

duğu halde bunu insanlıktan ve İslam’dan yana kullan-mayanlar ne olacak? Onla-rın dosyası nasıl kapanacak? Korkulmaya en layık olan yüce Rabbimiz dururken, be-şerden ve beşeri sistemlerin cezasından korkanlar nasıl tahliye edilecek?

Oysa ilk defa Cahit affe-dilmeyecekti. Bundan önce birçok hükümlü nasıl affedil-di ise, ona da aynı prosedür uygulanacak ve o da diğer hükümlüler gibi aynı haktan

belki de daha haklı gerekçeler ile yararlana-caktı. Ama maalesef diğerleri için devreye giren inisiyatif bu sefer devreye girmedi. Çünkü Cahit İslamî bir cemaate mensuptu. Onun için kullanılacak yetkiler belli kesim-lerin tepkisine yol açabilirdi. Bu ise korku atmosferinde ve kendini gizlemek psikolojisi ile büyümüş kişiler için çok korkunç bir şey-di. Belki de çok basit olarak görülen bu me-selede pragmatik bir yaklaşımla risk almaya bile değmezdi. Çünkü Makyavel düşüncenin yanında pragmatik düşünce de çok iyi bili-nirdi. Bizim okumuş ağabeyler tarafından!

Affetmekten Dahi Mahrum Olanlara

Oysa ilk defa Cahit affedilmeyecekti. Bundan

önce birçok hükümlü nasıl affedildi ise, ona da aynı prosedür uygulanacak

ve oda diğer hükümlüler gibi aynı haktan belki

de daha haklı gerekçeler ile yararlanacaktı. Ama maalesef diğerleri için

devreye giren inisiyatif bu sefer devreye girmedi.

Page 46: KöklüDeğişim 71.Sayı

44Ağustos 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

Ama böyle bir atmos-ferde büyümeyen eski Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer af yetkisine en çok başvuran Cum-hurbaşkanı oldu. Nite-kim 7 yıllık görev süresi boyunca toplam 261 ki-şiyi affetti. Ve bu kişi-lerden 250’si DHKP/C, TİKB, TKP-ML/TİKKO, DEV-SOL ve PKK örgü-tü mensuplarıydı. Se-zer en çok DHKP/C’li mah-kûmları af etme yetkisinden yararlandır-dı. Yaklaşık olarak 100 DHKP/C üyesi bu aftan dolayı serbest bıra-kıldı. Hatta daha sonra hastalığı nedeniyle af edilen bu kişilerin polisle girdikleri çatışma-larda öldürüldükleri de görüldü. Daha eski Cumhurbaşkanlarına baktığımız zamanda Kenan Evren’in 27, Süleyman Demirel’in 100, Turgut Özal’ın 21 mahkûmu affettiğini görüyoruz. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ise göreve geldiği günden beri Erbakan’ın af-fıyla birlikte bugüne kadar 7 kez af yetkisine başvurmuş oldu. Gül, Erbakan’dan önce 2 mahkûmu affetmiş ve Güler Zere ile birlikte 3 kişiyi daha affetmişti.

Sözün bittiği yerde şunları son söz olarak söylemek istiyorum. Ilımlı siyasetten yana tavır alanlara, kâfirlerle hoşgörü kapsamın-da çalışmalar yapanlara ve Müslüman kar-deşlerine karşı merhametten, doğruluktan ve insaftan uzak kalanlara şu ayet ve hadis ile sesleniyoruz:

د رسول الله والذين معه أشداء على الكفار رحماء بينهم حم م

“Muhammed Allah’ın elçisidir. Berabe-rinde bulunanlar da kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler.” (Fetih 29)

İbn Abbas der ki: “Bunlar, müminlere karşı, babanın çocuğuna, efen-dinin kölesine davrandığı gibi davranırlar. Kâfirlere karşı sertlikleri ise, bir as-lanın avına karşı durumu gibidir.”

Ve korkuyu yalnız-ca Âlemlerin Rabbine mahsus kılmalarını ve o makam ve mevkilerin kendilerini kurtarmaya-cağını bildiren şu ayeti kerimeler ile seslenmek istiyorum:

إن وخافون تخافوهم فال أولياءه يخوف يطان الش ذلكم إنما ؤمنين كنتم م

“İşte bu şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Siz onlardan korkmayın, eğer mü’minler iseniz, Ben’den korkun.” (Âli İm-

ran 175)

اعة شيء عظيم يوم يا أيها الناس اتقوا ربكم إن زلزلة السا أرضعت وتضع كل ذات حمل ترونها تذهل كل مرضعة عمعذاب ولكن بسكارى هم وما سكارى الناس وترى حملها

شديد للا

“Ey insanlar! Rabbinizden korkun! Çün-kü Kıyâmet vaktinin depremi müthiş bir şeydir! Onu gördüğünüz gün, her emzikli kadın emzirdiği çocuğu unutur, her gebe kadın çocuğunu düşürür. İnsanları da sar-hoş bir halde görürsün. Oysa onlar sarhoş değillerdir, velâkin Allah’ın azabı çok deh-şetlidir!” (Hacc 1-2)

Burada göstermiş olduğumuz iyi niyeti anlamamakta ısrar eden ve hala ben bildi-ğim yolda giderim diyenlere de malum bir atasözümüz ile “Gölge etmeyin başka ihsan istemez” diyorum.

Selam ve dua ile…

Affetmekten Dahi Mahrum Olanlara

Page 47: KöklüDeğişim 71.Sayı

45 KÖKLÜDEĞİŞİM - Ağustos 2010

Demokratik nizamların sık sık dile getirdikleri bazı kavramlar vardır. Değişmek, gelişmek gibi… Güya

demokrasi, değişmeyi, özgürleşmeyi, ilerle-meyi hedeflemektedir. Oysa dünya çapında demokrasi ile yönetenler, ilerlemekten ziya-de hep geriye doğru bir gidişi sağlamışlar, olumlu bir değişim meydana getirememiş-lerdir. İnsanları, düşünce yapılarını ve dav-ranışlarını değiştirmişler, ancak bu değişim insanları başka insanların hükmü altında köleleştirmiştir. Başkalarını taklit eden, baş-kaları gibi yaşayan, başkalarına odaklanmış insanlar haline getirmiştir. İnsan fıtratına ay-kırı bir değişim sağlamıştır. Özel olarak da Müslümanları, kâfirler gibi yaşamaya özen-dirmişlerdir. Neticede de Rasulullah SallAl-lahu Aleyhi ve Sellem’in işaret ettiği şu vaziyet oluşmuştur:

Ebu Said RadiyAllahu Anh’dan Rasulullah Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu:

“Sizden öncekilerin yolunu karış karış, kulaç kulaç takip edeceksiniz. Hatta keler

deliğine girseler bile siz de oraya gireceksi-niz.” buyurdu. ‘Ey Allah’ın Rasulü, Yahudi ve Hıristiyanları mı diyorsun, dedik.’ ‘Ya kim ola-cak?’ buyurdu.”

Son günlerde de, anayasanın bazı ka-nunları üzerinde yapılacak değişiklik çalış-maları, gündemi yoğun bir şekilde meşgul etmektedir. 1982 anayasasını değiştirmek, daha özgürlükçü bir anayasa hazırlamak gibi söylemler altında yapılan çalışmalar tamam-lanmış, hükümet mecliste ki hiçbir partiden destek alamadan, yalnızca kendi zihniyeti ile bir değişiklik paketi hazırlamış, nihayetinde de referandum sürecine girilmiştir. Anayasa değişikliği paketinin götürüldüğü Anayasa Mahkemesi’nden bir iptal kararı çıkmadığı için de referandumla değişiklikler oylanacak-tır. Bu yüzden tüm siyasi partiler, 12 Eylül tarihinde ki referanduma odaklanmıştır. Bu süreçte, değişikliği istemeyen siyasi partiler ile hükümet ayrı kulvarlardan halka yönelik propagandalara, kampanyalara girişmişler-dir. İşte bu noktada, Erdoğan’ın kullandığı

Halime AYDIN

Page 48: KöklüDeğişim 71.Sayı

46Ağustos 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

üsluplara baktığımızda, usta bir oyuncu olduğu-na bir kez daha şahit ol-maktayız. Erdoğan’ın her zaman ki gibi rolünü çok iyi oynadığı, kimi zaman ağlamaklı, kimi zaman edebiyatın ön plana çıktı-ğı bir tiyatro izlemekteyiz adeta. Gerçekten de T.C Başbakanı, muhtaç oldu-ğu durumlarda, halka na-sıl ve ne şekilde yaklaşması gerektiğini çok iyi bilmektedir. Geçmişte olduğu gibi bugün de buna şahit olmaktayız. Bu değişikliğin arkasında, efendi-köle ilişkisinin icap ettir-dikleri ve menfaatler olmakla beraber, halka “darbe anayasasının karanlığından, demokrasi-nin aydınlığına, 12 Eylülle hesaplaşmak” gibi darbe karşıtı ve demokrasi yanlısı söylem-lerle yaklaşıldığını görmekteyiz. Hükümet, anayasanın değiştirmek istediği maddeler ile hedeflenenin İngiliz siyasetinin kalıntılarını da temizlemek ve Türkiye’yi bütün kurum-ları ile Amerika’ya teslim etmek olduğunu adeta haykırmakta iken; bunu örtbas etmek için yine demokrasi silahına sarılmıştır. Halk bu değişikliğe ‘evet’ derse şayet, yargının bağımsızlaşacağı, kişisel hürriyetler alanının genişleyeceği iddia edilmektedir. Asıl amaç-lananlar, bazı maddelerle süslenmiştir. Şöyle ki; HSYK tarafından meslekten ihraç edilen-lere ve Yüksek Askeri Şura kararı ile TSK’dan çıkarılanlara yargı yoluna başvurma imkânı verilmesi, 12 Eylül döneminin aktörlerinin yargılanmasını önleyen geçici 15. maddenin yürürlükten kaldırılması, şehit ailelerine, ga-zilere, kadınlara, çocuk ve özürlülere daha fazla hak tanınması, memurlara bir takım hakların verilmesi gibi maddeler insanlara cazip gelen, daha özgürlükçü bir anayasa imajı vermek ve asıl maksadı göz ardı etmek üzere pakette yerini almıştır. Hâlbuki pakette

önemli olan asıl maddeler, AKP için her zaman sorun teşkil eden HSYK ve Ana-yasa Mahkemesi’nin ya-pısının değiştirilmesidir. Bunların kabul edilmesi AKP için çok önemlidir.

Biz bu değişikliğin pra-tikte neleri değiştireme-yeceği üzerinde duralım inşallah.

Türkiye’de adaletsizliğin ne durumda ol-duğunu, gelir dağılımında, hukukta, sağlıkta ve eğitimde adaletin noksanlığını KöklüDe-ğişim ailesi olarak daha önce ki yazılarımız-da da defalarca belirtmiştik. Bu değişiklik de, adaletle hükmetmeyi, adaleti herkese ulaştır-mayı beraberinde getirmeyecektir. Adaletin Türkiye’de menfaatlere göre işlediğine dair, haktan-hukuktan sadece belli kesimlerin ya-rarlandığına dair birçok örnek verebiliriz. Örneğin; geçtiğimiz günlerde Yargıtay geçen yıl incelediği dosyalardan 14 bin 809’unun zaman aşımına uğradığını açıklamıştı. Bu dosyalar yaklaşık 50 bin sanığı içeriyor. En fazla zaman aşımına uğrayan dosyaların, ağırlıklı olarak kaçakçılık ve fikri hakların ih-lali davalarına ait olduğu da ifade edilmişti. Sonuç olarak, bu kadar insan adalet bekler-ken davaları, problemleri yok sayılmış oldu.

Değişiklik kabul edilirse şayet, darbecile-rin yargılanacağı ifade edilmektedir. Bu ola-bilir ancak, Müslümanların zenginliklerini, Müslümanların topraklarını kâfirlere peşkeş çekenlerin hesap vermesi sağlanmayacaktır. Özelleştirmelerle, bir takım projelerle Müs-lümanlara ait olan ne varsa, kâfirlere hibe edenler Müslümanlara hesap vermeyecektir. Müslümanların kendi kaynaklarını kulla-narak üretim yapmalarını, kâfirlere bağımlı yaşamayacakları bir düzeni oluşturamaya-caktır.

Anayasa Değişikliğinin Değiştiremeyecekleri

Hükümet, anayasanın değiştirmek istediği maddeler ile hedeflenenin İngiliz siyasetinin kalıntılarını da temizlemek ve Türkiye’yi bütün kurumları ile Amerika’ya teslim etmek olduğunu adeta haykırmakta

iken; bunu örtbas etmek için yine demokrasi silahına sarılmıştır.

Page 49: KöklüDeğişim 71.Sayı

47 KÖKLÜDEĞİŞİM - Ağustos 2010

Bu değişiklikle beraber söylenildiği gibi ifade hürriyeti de sağlanmayacaktır. Sağ-lanması da mümkün değildir. Bu hükümet veya bir başkası, bu ülkede İslam’ı yaşamak isteyen, Müslüman olması hasebi ile içinde yaşadığı topluma İslami fikirleri haykıran ve zulme karşı İslam’ın adaletini savunanlara asla göz yummayacaktır. Göz yummamakla beraber -bugün olduğu gibi- zindanlara at-maya da devam edecektir. Halkın karşısına çıkıp “Türkiye’de cezaevlerinde bulunan düşünce suçlusu yok” diyerek, gözümüzün içine baka baka yalan söylense de, İslam’a göre düşü-nenlere asla fırsat verilmeyecektir. Kimileri hükümetin şeriatçı olduğu gibi çok yüzeysel bir bakı-şa sahip olsa da İslam, bu sistem için büyük bir teh-likedir. Böyle bir durum-da da -ki bunun İslam’ın kabul edebileceği bir fikir olamayacağının yanı sıra- hiçbir zaman söylenildiği şekli ile ifade hürriyetinin sağlanamayacağı açıktır. Bu sistem ancak, İslam’ı irtica şeklinde tanıtanlara, İslamî değerlere hakaret edenlere, fikir hürriyetine sığınarak göz yumabilir. Anayasa değişse de bu durum değişmeyecektir.

Devletin korumak ve güvence altına al-makla yükümlü olduğu insani değerleri mevcut anayasa koruyamadığı gibi, kabul edilmesi istenen kanunlarda koruyama-yacaktır. Hangi zamanda, hangi topraklar üzerinde olursa olsun, insanların ortaya çı-kardıkları kanunlar, can ve mal güvenliği, namus kavramının korunması, muhtaçların gözetilmesi, eğitim, sağlık gibi haklardan herkesin yararlanması gibi beklentileri asla karşılayamayacaklardır. Bu beklentileri men-faat eksenli kurulan sistemler değil, ancak

Allah Celle Celaluhu’nun insanın sahip oldu-ğu değerleri koruması için insana sunduğu İslam Nizamı karşılayacaktır. Dolayısıyla ne kadar değişiklik yapılırsa yapılsın, istenildiği kadar özgürlük ve demokrasi söylemlerinin ardına saklanılsın, ne adalet yerini bulacak ne de mülkün temeli olacaktır.

Türkiye’de kapitalist nizam egemen oldu-ğu sürece değişemeyecek şeylerdir bunlar. Bu kısmi anayasa değişikliği ile değişen çok şey de olacaktır elbette. Başta ifade ettiğim gibi AKP kendi işine yarayacak, kendisine köstek olmayacak bir yargı oluşturacaktır. Daha geniş bir ifade ile Yargı ve Anayasa

Mahkemesi’nin katı üye-lerinin (laiklerin), ılımlı-larla değiştirilmesinin yo-lunu açacaktır. Türkiye’de AKP’nin gelişi ile bir üst/patron değişikliği zaten yapılmıştı. Bu kez bu de-ğişikliğin, Yargı’yı ve Anayasa Mahkemesi’ni de kapsayacak şekilde genişletilmesi istenmekte-dir. Yani durum, haksızlı-ğın hak ile adaletsizliğin adaletle değiştirilmesin-den, karanlıktan aydın-

lığa çıkmaktan çok uzak bir durumdur. Bu noktada hükümetin kullandığı üsluplara ad-lanılmamalıdır. Hilâfet’in yıkılması, İslamî hayata balta vurulması ile beraber, fikirle-riyle yaşayan bu halkı, duyguları ile amel et-meye alıştıran hükümetler, her zaman halkın duygularını istismar etmişlerdir. Bugün de aynı durum yaşanmaktadır. Demokratik dü-zenlerde hükümetler, kimi zaman Sünnilere, kimi zaman Alevilere, kimi zaman Kürtlere, daha da ötesi bugün olduğu gibi kimi zaman da sosyalistlere hitap edebilmektedirler. Türkiye’yi bugünü ile ele aldığımızda, Cum-huriyet tarihinde belki de ilk defa rollerin bu

Anayasa Değişikliğinin Değiştiremeyecekleri

Bu hükümet veya bir başkası, bu ülkede İslam’ı yaşamak isteyen, Müslüman olması hasebi ile içinde yaşadığı topluma İslami fikirleri

haykıranlara, zulme karşı İslam’ın adaletini savunanlara asla göz yummayacaktır. Göz yummamakla beraber -bugün

olduğu gibi- zindanlara atmaya da devam edecektir.

Page 50: KöklüDeğişim 71.Sayı

48Ağustos 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

kadar ustaca oynandığını söyleyebiliriz.

Tüm bunların dışında önemli olan ve Müslümanlar için hayati bir öneme sahip bir mesele vardır. Ki o mesele, referanduma katılmanın şeran haramlılığı meselesidir. Bir Müslüman Rabb’inin kanunları dururken, insanların kanunlarına icabet edemez. Bu ka-nunları onaylayamaz ve cahiliye hükmüne razı olamaz.

حكما لقوم يوقنون أفحكم الجاهلية يبغون ومن أحسن من للاه

“Onlar hâlâ cahiliye hükmünü mü arı-yorlar? Katiyetle inanan bir toplum için hükmü, Allah’tan daha güzel olan kimdir?” (Maide 50)

Darbe Anayasasının değiştirilmesi, saydı-ğım durumları velev ki düzeltse bile, Allah’a rağmen insanlar tarafından koyulan kanun-ları onaylamak haramdır. Bugüne kadar 1982 anayasası zaten defalarca kez değişikliğe uğ-ramış, birçok kanunu değiştirilmiştir. Bugün yapılacak bu değişiklik AKP’nin ve efendile-

rinin elini kuvvetlendirmekten başka bir şey getirmeyecektir. AKP’de zamanı geldiğinde, halkın üzerinde ki etkisini yitirdiğinde veya menfaatler gerektirdiğinde miadını doldu-racaktır. Önemli olan Amerika’nın dünya üzerinde oluşturduğu hâkimiyetin, Türkiye toprakları üzerinde de sağlamlaştırılmasıdır. Anayasa değişikliği için henüz ortaya bir pa-ket çıkarılmadan evvel, kamuoyu oluşturma çalışmaları sürerken Erdoğan’ın “bu anayasa bu millete dar geliyor” şeklinde ki sözlerini ha-tırlayalım. Bu millete dar gelmekten ziyade aykırı gelen mevcut anayasa değil, maddi-yata ve menfaate değer veren bu sistemdir. Bu açıdan hiçbir Müslüman, bu değişikliğin söylenildiği gibi aydınlığı beraberinde geti-receğini beklememelidir. Müslüman ümmet, İslam Nizamı’nın kaldırılması ile beraber ka-ranlığa gömülmüş, yeniden İslam Nizamı’nın tatbiki ile beraber aydınlığa ulaşacaktır.

Anayasa Değişikliğinin Değiştiremeyecekleri

Page 51: KöklüDeğişim 71.Sayı

49 KÖKLÜDEĞİŞİM - Ağustos 2010

Müslümanlar kerim ve mübarek Ra-mazan ayını karşılamaya ve misa-fir etmeye hazırlanırlarken gönül-

ler Allah sevgisiyle, O’nun rızasını, nusretini ve hamdını talep etmekle dolup taşar. Çünkü Ramazan ayı bizleri hayrı ve bereketi bol olan bir sezona ulaştırmaktadır. Ramazan ayı mü-barek ve kerim bir konuktur. Mübarek ve ke-rim bir konuğu ağırlamak ise oruç, kıyam-ul leyl, yemekten ve içmekten kesilmenin yanı sıra ona zikir, şükür, güzel ibadet, dua, birr, takva ve salih ameller ikram etmekle olur. Ramazan ayı Kur’an aydır, doğruyu yanlış-tan ayırt etme ayıdır, rahmet ayıdır, mağfiret ayıdır, ateşten kurtulma ayıdır, hasenatları ikiye katlama ayıdır, hatalara kefaret ayıdır, Müslümanların içerisinden geçtiği en hayırlı aydır.

Müslümanlar Ramazan ayını karşılamaya ve konuk etmeye hazırlandıkları şu günlerde açık ve görünür bir zafiyet ve zillet içerisin-

deler. Batılı kâfir devletler ile şu anda Müs-lümanlara tahakküm eden facir nizamlar onlara karşı savaşta ittifak etmiş durumda-dır. Sömürgeci kâfirler ile mevcut nizamların kılıcını çeken ve onların ekmeğini yiyen kötü saltanat âlimleri de bu hususta onlara yardım etmektedir. O âlimler ki en düşük olan ile en hayırlı olanı değiştirdiler. O âlimler ki, hakkı gizlemeyip açıklamak üzere Allah’ın kendi-lerinden aldığı misakı, Allah’tan korkmaz bu yöneticilerin kendilerinden aldığı misak ile değiştirdiler. Dolayısıyla Allahu Teâlâ’nın şu kavli onlara intibak etmektedir:

اشتروا بآيات الله ثمنا قليال فصدوا عن سبيله

“Allah’ın ayetlerine karşılık az bir değe-ri satın aldılar da (insanları) O’nun yolun-dan alıkoydular.” (et-Tevbe 9)

Müslümanlar Ramazan ayını karşılamaya ve konuk etmeye hazırlandıkları şu günler-de Allah Subhânehu’nun rızasına ve O’nun

Ekrem MUAKKİL

Page 52: KöklüDeğişim 71.Sayı

50Ağustos 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

nusretine olduğundan daha çok muhtaç bir durum içerisindeler. Allah’ın nusretine ise ancak O’nun dinine nusret verenler ve Ra-sul SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in basiret üzere Allah’a davet ederken tutunduğu doğru yolu tutunan müminler erişirler. Müslümanlar ise nusretin ancak ve sadece Allah’ın elinde ol-duğuna ve düşmanlarının maddi güçleri ve imkânları her ne olursa olsun Allah’ın emri-nin onlara galip gelip onların önüne geçeceği-ne kesin olarak itikat etmekteler… Dolayısıy-la nusret meselesi her şeyden önce Allah’ın rızası ile alakalıdır. Allah’ın rızası ise Allah’a itaat etmekle alakalıdır. Dolayısıyla Müslü-manlar, Ramazan ayını dosdoğru bir istiğfar ve samimi bir tövbe ile Allah’ın günahlarını bağışladığı bir aya çevirerek bu ayı fırsata dönüştürmelidirler. Nitekim Müslüman’ı bu ayda itaat ve istiğfar etmeye teşvik eden, Müslüman’a cennetin kapılarını açan, cehen-nemin kapılarını kapatan, ihsan ile tutulan orucun ve kıyam-ul leylin mükâfatının geç-miş günahların bağışlanacağını müjdeleyen hadisler gelmiştir. Keza bu ayda hayır has-letlerinden bir hasleti eda eden kimseyi baş-ka ayda bir farzı eda eden kimse gibi sayan ve bu ayda bir farzı eda eden kimseyi başka ayda yetmiş farzı eda eden kimse gibi sayan Allah’a yaklaşmaya teşvik eden hadisler gel-miştir.

Bu mübarek ayda her bir farz esnasında ceht ve gayret edilmesi gereken şeyler var-dır. Ki Onları şu şekilde belirleyebiliriz:

1- Dolayısıyla Müslümanlar özellikle de davet taşıyıcısı bu mübarek ayda daveti için gayret etmelidir. Zira Müslümanların nefisle-ri bu ayda daha berrak, Rabbine itaat etmeye daha yakın, hayatın eğlenceleri onlar üzerin-de daha az etkili ve imani atmosferler daha yoğun olur. Dolayısıyla gayretini ve aktifli-ğini ikiye katlamakla ecrini de yetmiş kere ikiye katlamış olacaktır. Dolayısıyla da davet

taşıyıcısı daveti taşırken aktifliğini ikiye kat-ladığında ecri de katlanarak artacaktır.

2- Müslümanlar özellikle de davet taşıyı-cısı bu ayda Allah’a mütekâmil bir şekilde itaat etmek için azmini bilemelidir. Rama-zan ayında oruç, kıyam-ul leyl, istiğfar ve dua ile meşgul olup bu meşguliyet sebebi ile diğer teklifleri terk etmemelidir. Zira davet taşıyıcısının marufu emretme ve münkerden nehyetme emrini terk etmesi ve daveti taşı-maktan geri kalması caiz değildir. Aksine bu ikisi her zaman ve her mekânda özellikle de Ramazan ayında yapılması talep edilen birer farzdır. Dolayısıyla Ramazan ayında iba-detle kaim olma hükmü kesinlikle Allah’ın başka bir hükmünü askıya almaz. Allah’ın yapılmasını talep ettiği herhangi bir hükmün askıya alınması O’nun öfkelenmesine sebep olur. Oysa Ramazan ayında Müslüman’dan özellikle de davet taşıyıcısından Allah’ın rı-zasını istemesi ve O’nu öfkelendirecek şey-lerden uzaklaşması talep edilmektedir.

3- Ramazan ayında mescitleri dolduran ve Ramazan ayı bittiğinde mescitlere gitme-yi terk eden Müslümanları tanımalı ve tespit etmelidir. Bunu ise tüm sene boyunca yapa-cağı faaliyetleri ve kuracağı temasları için bir malzeme, azık ve ambar olarak görmeli-dir. Zira bir Müslüman’ın sadece Ramazan ayında mescitlere gitmesi onun özellikle de Ramazan ayında davete icabet etmesini sağ-layacak hayra dair bir alamettir. Bu nedenle davet taşıyıcısının bu hayırlı alametin varlı-ğından faydalanarak onun gönlünü ve kalbi-ni Allah’ın onun üzerinde hakkı olan diğer emirleri ve nehiyleri daimi olarak ikame et-meye açmalıdır.

4- Kur’an’ı okumalı, ayetlerini tedebbür etmeli, Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in ve sahabe-i kiramın davetteki tutumlarını ha-tırlamalıdır. Keza bu Kur’an-il Azimin Allah Subhânehu’nun kendilerine olan şahitliği sa-

Ramazan Ayının Veriminden Faydalanmak

Page 53: KöklüDeğişim 71.Sayı

51 KÖKLÜDEĞİŞİM - Ağustos 2010

yesinde ilk Müslümanları nasıl bir hale getir-diğini anımsamalıdır.

ة أخرجت للناس كنتم خير أم

“Sizler insanlar için çıkartılmış en hayır-lı bir ümmetsiniz.” (Âli İmrân 110)

Kuran’ı okurken şu iki şekilde okuma-lıdır: Birincisi: Her harfi ile on hasenat elde etmek için -ki Ramazan ayında yapılan ame-lin ecri kat kat fazladır- Kuran’ı hatmetme-ye hırs gösterdiği ibadetsel bir okuma ile okumalıdır. İkincisi: Kuran’ın manalarına vakıf olmak, manalarını vakıasıyla ilişkilen-dirmek, kendisini gerçekleştirmeye adadığı hedef doğrultusunda daveti ve gidişatında bağlı kalacağı pratik bir bağlantı ile ayetleri-ne bağlanmak üzere tedebbürî bir okuma ile okumalıdır.

5- Amellerini gözden geçirmeli, istiğfa-rını ve tövbesini ibadet edilmeyi hak eden yaratıcısının azameti ile ilişkilendirerek iş-lediği tüm günahlarından dolayı Allah’tan affı mağfiret dilemeli ve samimi bir şekilde tövbe etmelidir ki bir daha kesinlikle isyan etmesin. Müslüman bir kimse günahın kü-çüklüğüne bakmamalıdır. Bilakis yaratıcının azametine bakmalıdır. Zira istiğfar ve tövbe nefisleri arındırır ve tezkiye eder. Nefislerin arındırılması ve tezkiye edilmesi ise nusret-ten önce gelir. Zira Allahu Teâlâ şöyle buyur-muştur:

واعف عنا واغفر لنا وارحمنآ أنت موالنا فانصرنا على القوم الكافرين

“Bizi affet! Bizi bağışla! Bize acı! Sen bizim Mevla’mızsın. Kâfirler topluluğuna karşı bize zafer ver!” (el-Bakara 286)

Ve şöyle buyurmuştur:

سرافنا في وما كان قولهم إال أن قالوا ربنا اغفر لنا ذنوبنا واإأمرنا وثبت أقدامنا وانصرنا على القوم الكافرين

“Onların sözü, şöyle demelerinden baş-kası değildi: “Rabbimiz, günahlarımıza ve işimizdeki taşkınlıklarımıza mağfiret et, ayaklarımızı sâbit kıl ve bize kâfirler toplu-luğuna karşı zafer ver!” (Âli İmrân 147)

6- Müslüman’ın duasının icabet edilme-sini sağlayan doğru yolun Allah’a iman ve emirlerine icabet etme olduğunu hatırlamalı-dır. İşte kabul edilmesi bakımından Rabbine icabet eden kimsenin duasının rolü burada ortaya çıkar. Şüphesiz Allah duayı sever ki duayı ibadetin özü kılmıştır. Zira kulun el-Kavî ve el-Kahhâr olan yaratıcı Allah’a bo-yun eğmesi, O’na boyun bükmesi ve muh-taç olması dua ile tecelli eder. Duanın kabul edilmesi ve duaya icabet edilmesinin şartı ise Allah Subhânehu’nun oruçla ilgili ayetin ortasında zikrettiği Ramazan ayında dua et-menin ehemmiyetine dair bir delalet olarak buyurduğu şu kavlinde ortaya çıkmaktadır:

ذا سألك عبادي عني فإني قريب أجيب دعوة الداع إذا دعان واإفليستجيبوا لي وليؤمنوا بي لعلهم يرشدون

“Kullarım sana, Beni sorduğunda (on-lara de ki:) Ben (onlara) çok yakınım. Bana dua ettiği vakit dua edenin duasına icabet ederim. O halde (kullarım da) Benim (dave-time) icabet etsinler ve Bana iman etsinler. Umulur ki irşad olurlar.” (el-Bakara 186)

Yüce Rabbimizden Ramazan ayını aley-himize değil lehimize şahit kılmasını, ibadet ve itaat etmekle geçirmemizi sağlamasını, İs-lami hayatı yeniden başlatmaya davet etme-de verimli kılmasını, okuyacağımız Kuran ayetlerinden kast edilen seçkin davranışları uygulamaya dökmemizi niaz ediyoruz. Bize katından göndereceği bir zafer ve nusret bekliyoruz. Şüphesiz O, dilediği şeye muk-tedirdir.

Ramazan Ayının Veriminden Faydalanmak

Page 54: KöklüDeğişim 71.Sayı

52Ağustos 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

tatsız bir hale bürünmüştür. Çalışma saatle-ri uzamıştır. Örneğin, 1840’lı yılların fabri-kalarında günde 14 saatlik çalışma oldukça sık rastlanan bir şeydir. Kamu vicdanının harekete geçirilmesinden sonra bile, günlük ve haftalık çalışma süresinde yapılan yasal kısıtlamalar sadece kadınlara ve çocuklara yöneliktir. O yıllarda İngiltere’de çıkarılan bu yasalara göre, yetişkin erkekler çok daha sonra düşünülecektir!

Bu koşulların yanında, ödenen ücretler de ancak asgari ihtiyaçları karşılayacak düzey-lerdedir. İşçilere göre hiç iş bulamamaktan-sa, bu ağır şartlar altında çalışmak yine de iyidir. Sanayicilik ilerledikçe ve büyüdükçe ücret karşılığı istihdam hususunda ki be-lirsizlik aynı paralel de artmıştır. Özellikle İngiltere’de toplumsal açıdan duyarlı insan-lar işlerin yolunda gitmediğini görmüş ve yaşadıkları dönemin bu iktisadi sorunları ile ilgilenmek için daha fazla bilgi edinmeye ça-lışmışlardır. Karl Marx’da bunlardan biridir.

2. MARXGİL İKTİSAT ve SOSYALİST SİSTEM

GİRİŞ:

Karl Marx ve John Stuart Mill aynı iktisadi ortamı gözlemlemişlerdir. Bu ortam ise sana-yiciliğin filizlenmekte olduğu bir dünyadır. Fabrikalar, Adam Smith’i hayrete düşürecek kadar çoğalmışlar, fakat bu etkileyici deği-şiklikler toplumun büyük bölümü için pek bir fayda sağlamamıştır. Sanayileşme belli kişileri zenginleştirse de, yeni işçi sınıfının üyeleri için kötü hayat koşullarının oluşma-sını sağlamıştır. Ve işçiler onlara layık görü-len kenar mahallelere sürülmüştür. Pek çok durumda en temel sağlık önlemleri bile şe-hirli işçi nüfusunun gerisinde kalmış ve tifo ile kolera gibi büyük salgınlar dehşet verici ölçüde sıklaşmıştır.

İşçi sınıfının iş dışındaki hayatlarını renk-lendirecek pek birşey bulunmadığı gibi, na-faka teminine ayırdıkları zamanları daha da

Hakkı EREN

Geçen Sayıdan Devam...

Page 55: KöklüDeğişim 71.Sayı

53 KÖKLÜDEĞİŞİM - Ağustos 2010

İngiltere’nin iktisadi manzarası gibi siyasi iklimi de 19. yy’ın ilk yarısı içinde dramatik bir değişiklik geçirmekteydi. 1832’de çıkan Reform Kanunuyla ortaya çıkan iş ve sanayi toplumu, toprak sahibi aristokratların siyasi üstünlüğüne son vermiş ve 1846’da Tahıl Ya-salarının iptaliyle siyasi gücünü ortaya koy-maya başlamıştır. Bu arada işçi sınıfının bü-yük bir bölümü halen oy kullanma hakkına sahip olmamasına karşılık, çekingen bir şe-kilde siyasi örgütlenmeyinin ilk canlılıklarını göstermeye başlamıştır.

Adam Smith’in ortaya koyduğu ve her-kese kazanç getireceğini ummuş olduğu bölüşüm sistemi maalesef işlememekte ve herkesi pe-rişan etmektedir. Bu işlev-sizliği gören ve klasik ya-salar paketini çözmüş olan Mill, gelir bölüşümünün insanlar tarafından yönlen-direbileceğini ileri sürmüş-tür. Mill’in klasik sisteme karşı bu muhalafeti, özel-likle işçi sınıfının mutlulu-ğunu arttırmak için yeni bir saha açmıştır. İşte Marx’da, Mill’den bu noktada ayrıl-mıştır. Marx’a göre Mill, “sığ uzlaşmacılığın en iyi temsilcisidir.” Mill’in iyileştirmeye ça-lıştığı iktisadi siyaset Marx’a göre, burjuva iktisadının iflas ilanıdır.

Marx’ın tarih ve toplumun doğası hakkın-daki varsayımları, onun iktisadını iktisadi düşünceler tarihindeki diğer modellerden kesin bir şekilde ayırmıştır. Marx’ın anali-tik sistemi, iktisadi olgular çevresinde inşa edilmiş olmasına karşın, hiçbir süretle genel olarak yorumlandığı gibi iktisadi konularla sınırlı değildir. Aksine bu analiz, içinde tüm olayların birbiriyle sıkı sıkıya ilişkili görün-dükleri şümullü bir toplum görüşü ortaya

koymuştur. Yani Marx, yeni bir ideoloji kap-samında ve çerçevesinde değerlendirmeler yapmaktadır. Diğer klasikçilerin kendi ik-tisadi teorilerine kaynak yaptığı kapitalizm düşüncesinden farklı olarak, kendi teorileri-ne Sosyalizm ideolojisinden bakmaktadır.

Marxgil yaklaşımının tarihsel çerçevesi-ne göre iktisadi hastalıkları tedaviye yöne-lik tedbirler yararsız olduğu kadar, onları düzeltmek için yapılan yapıcı reformlar da imkânsızdır. O yüzden esas olarak Marx, daha çok kendi iktisadi teorilerini konuşmak-tan ziyade, kapitalizmin yıkılmaya mahkûm olduğunu ortaya koyan tarihsel değişim ya-

salarını bulmak ve kapita-lizmin zararları hafifletme-ye yönelik aldığı tedbirlerin beyhudeliğini kanıtlamakla uğraşmaktaydı. İşte bu yüz-den Marx; yıkılışını kaçınıl-maz gördüğü kapitalizmin yerini alacak olan iktisadi sistemin sistematik bir ana-lizini yapmaya teşebbüs etmemiştir. Yani var olanı haklı gerekçeler ile ciddi anlamda eleştirmiş, ama yerine doğrusunu koyma

noktasında aynı ciddiyeti göstermemiştir. Marx ve teorilerini anlamak konusunda ha-yat hikâyesine bakmak konunun anlaşılması açısından kanımca daha etkili olacaktır. Bu sebeple şimdi biraz Marx’ı tanımaya çalışa-lım.

KARL MARX (1818- 1883)

Marx’ın meslek hayatı bir filozof ve âlimin inziva hayatı ile bir teşkilatçı propagandacı-nın hayatının harman edilmiş bir halidir di-yebiliriz. Bir yandan toplumun dinamiklerini araştıran bir araştırmacı olmakla birlikte, di-ğer yandan toplumsal değişimi hızlandırma-ya çalışan bir mücadeleci partizan olmuştur.

İktisadi Düşüncelerin Bozuklukları ve Sahih Çözüm (5)

...Marx; yıkılışını kaçı-nılmaz gördüğü Kapita-lizmin yerini alacak olan iktisadi sistemin sistema-tik bir analizini yapmaya teşebbüs etmemiştir. Yani var olanı haklı gerekçeler ile ciddi anlamda eleştir-miş, ama yerine doğrusu-nu koyma noktasında aynı ciddiyeti göstermemiştir.

Page 56: KöklüDeğişim 71.Sayı

54Ağustos 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

Ama bir siyasi teşkilatçı olan Marx’ın stili, diğer arkadaşlarına göre oldukça sadedir.

Nasranîliği seçerek Museviliği terk etmiş Renonyalı varlıklı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Marx, normal bir çocukluk ev-resi geçirmiştir. Hukuk tahsil etmek için üni-versiteye girmiş olmasına karşılık, 1830’larda da Berlin’deki Hegelyen felsefenin kendisini etkilemesiyle planlarını değiştirmiştir. Marx; bu amaçla felsefeci olarak üniversitede görev almayı arzulamıştır. Ancak Prusyalı Eğitim Bakanı’nın Hegelyen sol akım için getirdiği yasaklamayla birlikte bu hayali kısa bir süre sonra suya düşmüştür.

Babasının ölümünden sonra geçimini temin etmek için iş aramak zorunda kalan Marx, muhabirliliğe yönelerek Colonge’de devlet karşıtı yayın yapan bir dergide yazı yazmaya başlamıştır. Ayrıca bu iş sayesinde siyasi reformlar için kışkırtıcı ve etkileyici yazı yazma konusunda kendini geliştirmiş-tir. 1843 yılında ise, hükümetin bu dergiyi yasaklaması ile başka bir dergide çalışmak için Paris’e gitmiştir. Bunu takip eden iki yıl içinde de üzerinde çalıştığı düşüncelerin çer-çevesi netleşmeye başlamıştır. Paris’te iken iktisad teorisinin temel eserlerini hatmetmiş-tir. Kıta Avrupa’sı solunun önde gelen üye-lerinin birçoğu ile karşılaşmış ve Friedrich Engels’le dostluğu bu vesile ile başlamıştır.

Karl Marx ve Klasik Gelenek:

Marx’ın kaleme aldığı yazıların çoğu klasik iktisadi düşünceyi iğneleyen ve klasik yazar-ların analitik metotları ile birlikte ulaştıkları sonuçları da eleştiren yazılar olmuştur. Fakat tüm bu karşı duruşa rağmen klasik sistem-le olan ilişkisinde çelişkiler söz konusudur. Daha çok yeni bir model ortaya koymaktan-sa klasik sistemi eleştiren Marx, bazen bu ge-leneğin kategorilerini süslemiş, değiştirmiş ve onlara daha çok yeni anlamlar yükleyerek

aslında kendi sisteminin özünü klasik ikti-sadçılardan bir nevi miras olarak almıştır. O yüzden Marx’ın elinde tanıdık klasik sorular yeniden ortaya konmuş ve değer analizi, ge-lir paylaşımı gibi hususları kendi ideolojik düşüncesiyle irdelemiş ve farklı sonuçlara ulaşmıştır. Örneğin; Marx’ın tarihsel evreler görüşü (diyalektlik devirler) Malthus’un nü-fus yasasını yıkmıştır. Ona göre aşırı nüfusu kapitalizmin kendisi oluşturmuştur.

Marx, kapitalist üretim tarzı içerisinde birçok çelişkinin olduğunu savunmuştur. “Bu sistem bir yandan özel mülkiyet ilişkileri temeli üzerinde düzenlenmiş, diğer yandan üretimin süreçleri yapısı itibariyle işbirliği-ne dayalı toplumsal ilişkileri de içine almış-tır” demiştir. Marx’ın yaklaşımı o temelden farklı olmuştur. Klasik yazarların zihninde, ticari işlemlerin takas usulüyle gerçekleştiril-diği ve tasavvur edilebilir farazi bir durum vardı. Marx ise farazi vakıalardan çok özgül tarihi devirlerle ilgilenmiş ve tarihi değişmez yasalar tarafından yönetilen ardışık safhalar olarak görmüştür. Bu sebepten ötürü de kla-sik iktisadçıları affedilmez bir hata yapmakla suçlamıştır. Onların buluşlarının tarihi süre-cin iç dinamiklerini hesaba katmada başarı-sız kaldıklarını ileri sürmüştür. Üstelik klasik yazarlar, her tarih aşamasının kendine has ik-tisadi yasalar tarafından yönetildiğini de id-rak edememişlerdir. Dolayısıyla evrensel bir nüfus yasası söz konusu olamazdı. Ona göre her üretim tarzı, insanın üreme faaliyetleri de dâhil olmak üzere tüm beşeri davranışla-rı etkileyen biçimler olarak kendi toplumsal koşullarını oluştururdu.

Devam Edecek…

İktisadi Düşüncelerin Bozuklukları ve Sahih Çözüm (5)

Page 57: KöklüDeğişim 71.Sayı

55 KÖKLÜDEĞİŞİM - Ağustos 2010

LAİK JAKOBENLERİN SON HAMLESİ; KILIÇDAROĞLU!

Geçtiğimiz yıl siyasi partilerde bir ta-kım hareketlilikler olmuş ve neticede DP ve ANAP DP’nin altında birleşerek genel başkanlığa Hüsamettin Cindoruk getirilmiş, Mustafa Sarıgül Türkiye Değişim Hareketi (TDH)’ni, Rahşan Ecevit DSP’den istifa ede-rek DSHP’yi ve Abdullatif Şener’de Türkiye Partisi (TP)’yi kurmuştur. Dergimizin 58. sa-yısında “Siyasî Partilerdeki Hareketlilik ve Yeni Oluşumlar, AKP için Sonun Başlangıcı mı?” adlı yazımda bu hareketlilikleri ele al-mış ve bu hareketliliğin laik jakobenlerin AKP’ye alternatif üretme ve AKP’yi zayıflat-ma hamleleri olduğunu söylemiştim. Geç-tiğimiz Mayıs ayında CHP’de gerçekleşen bazı olaylar ve neticesinde genel başkanlığa Kemal Kılıçdaroğlu’nun getirilmesi ise yine jakoben laiklerin bir hamlesi olup, bunun izahı şu şekildedir: Bilindiği üzere CHP ta-banı kurulduğu günden beri laikler diye ta-nımlanan anti-Amerikancı ve daha çok Av-rupa aşığı, İngiliz modelini benimseyen bir yapıya sahiptir. Fakat eski genel başkan De-niz Baykal ve bazı yöneticilerinin izledikleri siyaset daha sonra değişime uğramış ve güce meylederek ABD istikametinde yol almıştır.

CHP her ne kadar AKP ile bir mücadelede içerisinde gözükse de, bu kasıtlı tasarlanmış bir yanıltmadan ibarettir. Bunu CHP’nin ver-diği destekle Siirt seçimlerinin iptal edilerek Erdoğan’ın milletvekili olmasından, AKP aleyhine ciddi bir muhalefet anlayışına gir-memesinden ve Başbakan Recep Erdoğan’ın geçmişteki bazı sözlerinden anlayabiliyoruz. Başbakan Erdoğan; “Biz muhalefetten (CHP) memnunuz”, “Allah CHP’yi başımızdan eksik et-mesin”, “Deniz Baykal gibi bir muhalefet başkanı zor bulunur” ve “CHP asla iktidar olamaz, on-lar muhalefette kalmaya razılar” gibi sözleriyle dile getirmiştir. Her ne kadar CHP’nin tabanı bunun farkında olmasa da partinin esas yö-neticileri bunun farkındaydı ve Deniz Baykal ve adamlarını CHP’den tasfiye etmek için sü-rekli mücadele ediyorlardı.

Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül’ün yapılan bir kongrede genel başkan adayı gösterilmesi, Baykal’a yakınlığı ile bilinen yönetici Mehmet Sevigen’in bir soruşturma-dan ötürü istifaya zorlanması buna örnektir. Ancak Deniz Baykal kalesi kolay kolay yıkı-lamamış ve süreç uzamıştır. Deniz Baykal ve adamlarını bu şekilde tasfiye etmeyi başara-mayan CHP’nin ve Türkiye’nin derin zevatı, bu kez sinsice bir çalışma ile CHP’yi Deniz

Page 58: KöklüDeğişim 71.Sayı

56Ağustos 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

Baykal’dan kurtarmıştır. Ni-tekim Kemal Kılıçdaroğlu Mayıs ayındaki kongreye bir oyun hazırlamaksızın direkt olarak aday gösterilse idi, herhalde sonu Musta-fa Sarıgül’den pekte farklı olmayacaktı ve 2011 seçim-lerinde CHP’ye giden oylar bir şekilde AKP’ye yaraya-caktı. Özetle, Deniz Baykal’ı istifa etmek zorunda bırakan görüntüleri ifşa edip Kemal Kılıçdaroğlu’nun yolunu açan-lar, Ergenekoncu zihniyete sahip olan laik Kemalist zevattır. Başbakan Erdoğan’ın De-niz Baykal’a hitaben “yaşananlardan bizi so-rumlu tutacağına bu kirli oyunu hazırlayanları, avukatlığını yaptığın Ergenekon’da ara” şeklin-de ki sözleri bu görüşü teyit etmektedir. Zira Erdoğan’ın bu yaşananlardan habersiz olma-sı elbette düşünülemez.

CHP’nin yeni genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun ve yönetime getirdiği yeni isimlerin CHP’yi istenilen istikamete soktu-ğunu kendileriyle aynı safta bulunan laik ke-malist güruhtan aldığı destekten de anlamak mümkündür. Zira Rahşan Ecevit gibi İngiliz siyasetini seven bir isim CHP kongresine ka-tılarak desteğini göstermiş ve hatta kurduğu yeni partisi DSHP’ yi CHP’ye ilhak etme sin-yallerini vermiştir. Hüsamettin Cindoruk’da dahil pek çok isim Kılıçdaroğlu’nu tebrik ederek memnuniyetini bildirmiştir. Anlaşı-lan odur ki dünya’nın pek çok yerinde de-vam eden ABD-İngiltere merkezli odakların çatışması siyasi partilerin içinde dahi yaşan-maktadır. Hatta en son ki Saadet Partisi’nin kongresinde de yaşananlar buna örnek veri-lebilir.

Kılıçdaroğlu her ne kadar bu laik kemalist güruhun yeni temsilcisi olsa da, üslup bakı-mından bugüne kadar benimsenenden farklı

hareket etmektedir. Halkla bütünleşmekte ve Erdoğan gibi halkın içerisinden gelen adam profiline sahip olmaya çalışmaktadır. Çünkü ilk yö-neticilerinden beri CHP’nin anlayışı halktan uzak duran ve halkını basit gören bir an-layıştır. Bu değişimle birlik-te bu güruh PKK ve “İsrail” üzerinden AKP’yi dolayı-

sıyla ABD’yi sıkıştırmaya devam edecektir. Kâfir ABD ise Türkiye’de ele geçirdiği kale-leri de kullanarak yalnız Türkiye’deki değil Ortadoğu, AFPAK ve Kafkaslar’daki nüfu-sunu artırmaya devam edecektir. Her ne ka-dar “İsrail” ve KKTC kısmen İngilizci zihni-yetli yöneticiler eline geçse de, ABD Türkiye üzeriden yenidünya siyasetini yürütmeye devam edecektir.

Müslümanların başına gelen yöneticiler ister İngilizci jakoben zihniyete, ister Ameri-kancı ılımlı zihniyete sahip olsun fark etmez. Müslümanlar bu iki durumda da kaybetme-ye mahkûmdurlar. Zira her iki zihniyette İslam’dan nefret etmekte ve İslam’ın hayata hâkim kılınmasını engellemek için ellerin-den geleni yapmışlar, yapmaktalar ve yapa-caklardır. Bu nedenle Müslümanların böyle zihniyete sahip demokratik partilerden doğu ile batı kadar uzak durmaları ve aynı ölçüde nefret etmeleri gerekir. Fakat siyasetten uzak durmamalı bilakis Allah Azze ve Celle’nin emri gereği İslam’ı yeryüzüne hâkim kılacak (demokratik olmayan) İslamî partiler kur-malı veya bu gaye uğruna kurulmuş, hak sözü söylemekten asla geri durmayan, köklü değişim için çalışan kitleler ile birlikte çalış-malıdırlar. Konuyla alakalı olarak Allah Celle Celaluhu’nun kesinlik ifade eden emri şu şe-kildedir:

بالمعروف ويأمرون الخير إلى يدعون ة أم نكم م ولتكن

Kısa - Yorum

CHP’nin yeni genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun

ve yönetime getirdiği yeni isimlerin CHP’yi istenilen

istikamete soktuğunu kendileriyle aynı safta bulunan laik kemalist

güruhtan aldığı destekten de anlamak mümkündür.

Page 59: KöklüDeğişim 71.Sayı

57 KÖKLÜDEĞİŞİM - Ağustos 2010

Kısa - Yorum

وينهون عن المنكر وأولئك هم المفلحون

“Hem sizden müteşekkil, önde giden hayra çağıran, iyiliği emredip, kötülüğü men eden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Âli İmran 104)

Allah, bizi bir an önce Ömer RadiyAllahu Anh gibi adaletli, Abdülhamit Han gibi zeki Halifelerle, Selahattin Eyyubi ve Fatih Sultan gibi şerefli ve izzetli komutanlarla buluştur-sun ve kâfir “İsrail” ve ABD’ye haddini bil-direlim.

Murat SAVAŞ

O NE DERSE “O”

Saadet Partisinin 11 Temmuz 2010 da gerçekleştirilen kurultayında Erbakan’ın yeşil listesi ile Numan Kurtulmuş’un beyaz listesi yüzünden tartışmalar yaşanmış ve üçüncü tur elemelerde yaklaşık 1200 delenin 310’unun oyunu alabilen Numan Kurtulmuş tekrardan genel başkan seçilmiştir. Tek aday-lı bir kongrede bu kadar düşük oy alan başka bir genel başkan yoktur herhalde!

Biz bu hususta kamuoyuna lanse edilen kurultayla alakalı detayları ele almakla bir-likte, ayrıca kamuoyu nezdinde manipüle edilmeye çalışılan detayları da gün yüzüne çıkarmaya çalışacağız. Bu noktada mesele-nin daha net bir şekilde anlaşılabilirliği açı-sından Saadet Partisi Genel Başkanı Numan Kurtulmuş’un kurultay öncesinde basına vermiş olduğu beyanatları ele alalım. Burada Kurtulmuş’un 30 Haziran 2010 tarihli Milli-yet Gazetesi yazarı Taha Akyol’a verdiği rö-portaj konumuza ışık tutacaktır.

“Bana Sayın Erbakan’ın hiç müdahalesi olma-dı ama partimiz üzerinde bir ‘Erbakan vesayeti’ olduğuna dair kamuoyunda bir algı var. Kongre-mizde bu algıyı kaldıracağız. Hem söylem, hem kadro olarak!”

Yine aynı Kurtulmuş 10 Temmuz 2010 tarihli Ülke TV’de yapmış olduğu söyleşide parti içerisinde hizipleşme mi var? sorusuna şöyle cevap vermekteydi;

“Bunlar medyaya yansımış olan gerçeği yan-sıtmayan görüşlerdir. 26 Ekim 2008 kongresinde 40 yıl bu bayrağı taşımış olan nesilden devraldık. Bize devrettiler. Bu bir bayrak yarışıdır. Bizim üzerimize düşen de, sizin de söylediğiniz gibi Sa-adet Partisi’ni bir iktidar alternatifi haline getir-mek. Çok şükür 26 Ekim’den bu yana da bu konu-da fevkalade ciddi mesafe aldık. Türkiye’de bizden sonraki nesillere bu bayrağı en yüksek noktada devretmektir. Bu çerçeveden baktığımızda bizim yeni dönemde kullandığımız yeni siyaset üslubu,

yeni yöntemlerimiz, yeni muhtevamız toplumun geniş kesimleri tarafından Saadet Partisi’ni ilgiy-le takip edilen bir parti haline getirmiştir. Çok net söylüyorum ki Saadet Partisi bugün son seçimde aldığı yüzde 5,5 oyun çok üstünde muameleye tabi tutulmaktadır. Siyaseti yeniden formatlama-ya gayret ediyoruz, bu anlamda söylediklerimizin, ortaya koyduğumuz dosya ve projelerin iktidar ve muhalefet partileri tarafından dikkate alındığını görüyoruz. Bu bizim için sevindiricidir.”

Bu söylemler bir zamanlar Erbakan’ın kalifiye elaman olarak yetiştirdiği ve siyasi açıdan çocukları hükmünde olan Recep Er-doğan ve Abdullah Gül’ün birlikte hizmet et-tiği kesimlerin muhalifine Erdoğan’ın ‘’Ben o gömleği çıkardım’’ sözünün delalet ettiği va-

Page 60: KöklüDeğişim 71.Sayı

58Ağustos 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

Kısa - Yorum

kıada da olduğu gibidir. Aynı şekilde Numan Kurtulmuş’unda ifadelerinin aynı minval üzere olduğunu ve kendisiyle birlikte parti-sinin de kabuk değiştirdiğini açık bir şekilde müşahede etmekteyiz. Yine bu hususta Şev-ket Kazan’ın kurultay sonrası ekranlara çı-kıp Kurtulmuş’u ihanetle suçlaması ve ertesi gün yine objektifler karşısında ağlayıp Milli Görüşün dağıldığı yönünde yorum yapması ve kendisinin seçimlere girmeyip kurulta-yın yeniden yapılması gerektiğini beyan etti. Kurultayda meydana çıkan bu tutum Saadet Partisinin toplum nazarında eleştirilmesi-ne yol açtı. Her nedense Erbakan’ın rahle-i tedrisatında yetişen öğrencileri daha sonra kendisi ile ters düşüyor. Bunda Erbakan’ın li-derlik hırsının ve tek adam oluşunun büyük önemi olsa gerek.

Siyasi hayatı boyunca Müslümanlara ver-diği sözleri tutamayan Erbakan’ın bu defa kendisine verilen sözleri tutmayanlara karşı sergilediği tavır hiç de hoş değildi. Bu tavır kendisini ve camiasını giderek yalnızlaştır-maktadır. Kendisiyle birlikte oğlu ve kızı da pes etmemiş ve yeniden kurultay yapılaca-ğını dile getirip Kurtulmuş’ vesayetine son vereceklerini belirtmişlerdir.

Şahsi liderliğinin olduğu, fikir yerine şa-hısların üzerine kaim olan ve sahih kitleleş-me metodundan yoksun olan siyasi hareket-ler asla bu tahakkümden kurtulamazlar. Ve bu türden bencil çıkarlar neticesinde binlerce Müslüman’ın emek ve para harcayarak des-teklediği çalışmalarla bir yere ulaşamazlar.

Selman SURUÇ

Page 61: KöklüDeğişim 71.Sayı

59 KÖKLÜDEĞİŞİM - Ağustos 2010

28 Şubat sürecinin bütün ağırlığıyla de-vam ettiği 2000 yılında Selam Gazetesi haber merkezi olarak ‘dinde reform ça-

balarıyla’ ilgili bir dosya hazırlamıştık. Gazze şehidlerimizden Cevdet Kılıçlar öncülüğün-de haber merkezi çalışanlarının ortak eme-ğiyle hazırlanan ve gazetede dört-beş sayı boyunca dizi halinde yayınlanan bu dosya için Kürşad Atalar, Yılmaz Çakır ve Fethi Kı-lınç gibi isimlerden de görüş almıştık.

Bu isimlerin yorumlarında öne çıkan vur-gu, 28 Şubat süreciyle yeniden alevlendirilen dinde reform çabalarıyla güdülen temel ga-yenin dinin iktidar talebinden vazgeçirilmesi hedefi olduğu yönündeydi.

Tarih boyunca Allah’ın dinine karşı çıkan ve iman edenlerle kavgaya tutuşan müstek-birlerin tutumları ele alındığında, bu kar-şı çıkışın temelinde geleneklerin muhafaza edilmesi güdüsünden ziyade egemenlik id-diasında ki ısrarın bulunduğu görülür.

Müstekbir güçler ve onların etrafında yer alan mele ve mütrefin Allah’ın dinine itiraz-

larının temelinde, dinin mesajlarının doğru-dan kendi iktidarlarını hedef alması ve kök-lü bir inkılâp çağrısıyla ortaya çıkması yat-maktadır. İşte müstekbirleri rahatsız eden ve uğrunda iman edenlerle amansız savaşlara tutuşmaya sevk eden husus, Allah’ın dininin bu devrimci niteliği olmuştur.

Nuh Aleyhi’s Selam’ın kavminin ona itira-zının temelinde de, Şuayb Aleyhi’s Selam’ın kavminin itirazının temelinde de, İbrahim Aleyhi’s Selam’ın kavminin itirazının teme-linde de, Musa Aleyhi’s Selam, İsa Aleyhi’s Selam’ın davetçi olarak gittikleri toplumla-rın itirazlarının temelinde de, Muhammed SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in ilk muhatapları olan Mekkelilerin itirazlarının temelinde de hep bu husus yer almıştır.

Ne diyordu Şuayb Aleyhi’s Selam’ın kavmi, kendilerini ölçü ve tartıda haksızlık yapmak-tan vazgeçmeye davet eden davetçilerine:

قالوا يا شعيب أصالتك تأمرك أن نترك ما يعبد آباؤنا أو أن نفعل في أموالنا ما نشاء إنك ألنت الحليم الرشيد

Şükrü HÜSEYİNOĞLU

Page 62: KöklüDeğişim 71.Sayı

60Ağustos 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

إن أتبع إال ما يوحى إلي إني أخاف إن عصيت ربي عذاب يوم عظيم

“Böyle iken, âyetlerimiz, kesin birer bel-ge olarak kendilerine okunduğu zaman, o bizimle karşılaşmayı ummayanlar, “Bun-dan başka bir Kur’ân getir veya bunu de-ğiştir.” dediler. De ki, “Onu kendiliğimden değiştiremem, benim için bu olacak bir şey değildir. Ben ancak bana vahyolunana uya-rım. Rabbime isyan edersem, şüphesiz bü-yük bir günün azabından korkarım.” (Yunus

15) ayet-i kerimesinde haber verildiği üzere Mekkeli müşrikler, Hz. Nebi’den dinde re-form talebinde bulunmuşlardı. İşte bu tale-

bin temelinde de egemen-liklerini muhafaza etme güdüsü yatmaktaydı.

Onlar Rasulullah SallAl-lahu Aleyhi ve Sellem’den, Kur’an’ı ya egemenlik ilişkilerini sorgulamayan ve iktidar talebinde bu-lunmayan bir forma ka-vuşturacak şekilde değiş-tirmesini ya da egemenlik ilişkilerine dokunmayacak yeni bir Kur’an getirmesi-ni talep etmekteydiler.

28 Şubat döneminde Cumhurbaşkanı olan Süleyman Demirel’in o dönemde dile getirdiği “Ahkâm ayetleri ye-rine pozitif hukuk ilkelerinin getirilmesi” talebi, cahiliye mantığının asırlarca nasıl da hiç de-ğişmediğini ve müstekbirlerin dinde reform talebinin özünde Allah’ın dinini iktidar tale-binden vazgeçirme gayesinin yattığını gös-termektedir.

İslam’ın iktidar talebinden vazgeçirilmesi yönünde çok kapsamlı çalışmaların yapıldı-ğı ve çeşitli projelerin gündeme getirildiği 28 Şubat süreci, dışarıdan bir müdahale olduğu

“Dediler ki: “Ey Şuayb! Atalarımızın tap-tığı şeyleri terk etmemizi ya da mallarımız konusunda dilediğimiz gibi davranmaktan vazgeçmemizi senin namazın mı emredi-yor? Oysa sen, gerçekte yumuşak huylu, aklı başında (reşid bir adam)sın.” (Hud 87)

Firavun da, kendisini âlemlerin Rabbi’ne tabi ve teslim olmaya davet eden Musa Aleyhi’s Selam’ın bu daveti karşısında toplu-muna: “Ey kavmim! Mısır mülkü ve altımdan akıp giden şu ırmaklar benim değil mi? Hala görmüyor musunuz? Yoksa ben, kendisi zayıf ve neredeyse söz anlatamayacak durumda bulunan şu adamdan daha hayırlı değil miyim?” diyerek hitap ederken (Zuhruf 43/51-

52), Hz. Musa’ya da şöyle demişti:

قال لئن اتخذت إلها غيري ألجعلنك من المسجونين

“(Firavun) dedi ki: “And olsun, benim dışım-da bir ilah edinecek olur-san seni mutlaka hapse atacağım.” (Şuara 29)

Mekke oligarşisinin Nebi Aleyhi’s Selam’a iti-razları da egemenlik id-diası temelinde belirmişti. Onlar “Lailahe” ve “İllal-lah” ifadeleriyle ortaya konan davetin doğ-rudan iktidar ilişkilerini hedef aldığını ve bu ifadelerle âlemlerin Rabbi’nden bağımsız bir egemenlik iddiasının reddolunduğunu anla-dıkları için, bu ifadelere karşı savaşlara tu-tuşmuştu. Yoksa Mekkeli müşriklerin Allah inancına sahibi oldukları ve onların ibadetle-rinin de neticede Allah’ı razı etmeye yönelik olduğu Kur’an’da birçok ayetle haber veril-mektedir:

ذا تتلى عليهم آياتنا بينات قال الذين ال يرجون لقاءنا ائت واإبقرآن غير هذا أو بدله قل ما يكون لي أن أبدله من تلقاء نفسي

Zayıflatılan İslam Devleti Perspektifi

28 Şubat döneminde Cumhurbaşkanı olan Süleyman

Demirel’in o dönemde dile getirdiği “Ahkâm ayetleri

yerine pozitif hukuk ilkelerinin getirilmesi” talebi, cahiliye mantığının asırlarca nasıl

da hiç değişmediğini ve müstekbirlerin dinde reform

talebinin özünde Allah’ın dinini iktidar talebinden

vazgeçirme gayesinin yattığını göstermektedir.

Page 63: KöklüDeğişim 71.Sayı

61 KÖKLÜDEĞİŞİM - Ağustos 2010

için bu açıdan Müslümanlar arasında faz-la etkili olamamıştır. Tevhid akidesi gereği Müslümanların sahip olması gereken İslam Devleti perspektifi, Müslümanların temel siyasî perspektifi olmayı sürdürmüştür.

Ne var ki 28 Şubat süreci sonrasında 2002 yılında Ak Parti’nin iktidara gelmesinden sonra Müslümanlar arasında bu konuda cid-di zaaflar ve kırılmalar yaşanmaya başlamış-tır. Ak Parti’nin AB ve demokratikleşme he-defleri çerçevesinde sürdürdüğü politikalar, giderek tevhidî perspektif sahibi Müslüman-lar üzerinde dahi etkili olmaya başlamış, bu süreçte sistem içi kazanımlara aşırı anlamlar yüklenir olmuştur. Müslümanlar her geçen yıl artan oranda sistemin makro işleyişiyle il-gili gelişmelerin doğrudan tarafı durumuna düşerek büyük oranda sistem içi bir dil kul-lanır olmuş ve neticede İslam Devleti pers-pektifi ciddi oranda zayıflamıştır.

Mesele öyle bir noktaya gelmiş durumda-dır ki, bugün İslam Devleti ifadesini kullan-dığınızda kimi Müslümanlarca adeta alaya alınmakta ve ertelemecilikle, hayatın dışında olmakla vs. itham edilmektesiniz.

Bu gidişat hiç iyi bir gidişat değildir. Ta-rih boyu müstekbirlerin dinde reform saptır-malarının temel hedefi olan, Allah’ın dinini iktidar talebinden vazgeçirme ve mevcut sistem içinde renklerden bir renk konumuna razı etme tehlikesi bugün ihtimal olmaktan çıkmış, bizzat müşahede edilir duruma gel-miştir.

Son söz: İzzeti Allah’ın yanında aramak-la mükellef olan Müslümanların kendilerini gözden geçirmesi ve izzeti Allah’ın yanında aramanın siyasî karşılığı olan İslam Devleti perspektifini yeniden canlandırması bugü-nün temel meselesidir.

Zayıflatılan İslam Devleti Perspektifi

Page 64: KöklüDeğişim 71.Sayı

62Ağustos 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

Allah Subhânehu’nun Bakara Sure-si’nde değindiği Yahudilerin habis tabiatları, tuzak dolu kindar siyâsî

işleri, fiyaskoyla kesik kalan girişimleri ve hastalıklı manevraları bağlamında, İslâm ve İslâm’ın taşınması bakımından yerel ve dev-letlerarası vâkıada uyanıklığa dair şer’î hük-mü kavramak için biraz durup düşünmek kaçınılmazdır.

Görünümün daha da netleşmesi için bu hususun Mekke’de nasıl cereyan ettiğine iyi-ce bakmak gerekir. Nitekim Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem ve Sahâbesi Rıdvânullahi Aley-him Ecmain o kâfir câhilî Mekke toplumun-da fikrî ve siyâsî olarak mücâdele ediyordu. Akabinde bu fikrî ve siyâsî mücâdeleyi ve keza Müslümanların İslâm’ı tatbik ettikle-ri, hadleri ikâme ettikleri, orduları harekete geçirdikleri ve İslâm’ı Dâvet ve Cihâd yo-luyla yaydıkları bir devlete sahip oldukları Medîne’de, genel olarak kâfirlere, özel ola-rak Yahudilere karşı yürüttükleri maddî mücâdele konusunu düşünmeye geçebiliriz.

Öncelikle Medîne’de İslâmî Devlet ku-rulmadan evvel Mekke’de İslâmî Dâvet’in taşındığı dönemde küfre ve ehline karşı yü-rütülen siyâsî ve fikrî mücâdelenin vakıasını gözler önüne sermekle başlayalım.

Mevcut şer’î delillerin ve cereyan eden vâkıaların istikrâ’ından aşağıdaki hususlar açığa çıkmaktadır:

Birincisi: Mekke’de Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e inen âyetler, İslâmî Akîde’yi beyân ediyordu ki bu kâfir câhilî toplum küf-rün karanlıklarından İslâm’ın aydınlığına çı-kabilsin. Kezâ o dönemde inen âyetler, Kü-für itikatlarının bozukluğunu, hurâfelerinin ve putlarının sefihliğini açıklıyor, fikrî olarak onlara karşı güçlü deliller sunuyordu. Do-layısıyla İslâmî Dâvet ile küfür ve ehli ara-sındaki çatışma akâidî ve fikrî bir çatışma olmasının yanı sıra küfrün elebaşlarının iç yüzünü açıklamaya, komplolarını ifşa etme-ye, İslâm’a ve Müslümanlara karşı kinlerini ve nefretlerini açığa çıkarmaya, keza insan-ları Allah’ın yolundan saptırma girişimlerini, İslâm’ı taşıyanlara yaptıkları işkenceleri ve onlara ettikleri eziyetleri ayıplamaya, son-ra Allah’a dâvetin karşısına dikilen, zulüm, karanlık ve şer saçan küfrün o elebaşlarının önünde durmaya yönelik siyâsî bir mücâdele de süregeliyordu.

Burada İslâmî Dâvet ile küfür ve ehli ara-sındaki akâidî ve fikrî çatışma konusundan ziyâde Kur’ân’ın, açığa vurdukları fesâdı ve içlerinde gizledikleri habisliği dile getiren,

Page 65: KöklüDeğişim 71.Sayı

63 KÖKLÜDEĞİŞİM - Ağustos 2010

İslâm’a ve Müslümanlara karşı komplola-rını, saptırmalarını ve tuzaklarını ifşa eden ayetlerde capcanlı bir vasıfla vasfettiği üzere küfrün elebaşlarına karşı siyâsî uyanıklık ko-nusu üzerinde duracağız:

İşte Ebu Leheb! Allah Subhânehu, onun 1. küfür üzere helâk olacağını, azabı geciktir-mede mallarının ona hiçbir fayda verme-yeceğini, bilakis Cehennem ateşinde ebedi olarak kalacağını, en çirkin davranışlarıyla, Rasulullah Salavâtullahi ve Selâmuhu Aleyh’in yoluna O’na eziyet etmek için dikenler atma-sıyla ona ortak olan karısının da onunla bir-likte olacağını beyan etmiştir.

İşte Velîd ibn-ul Muğîra! Yanına gittiği 2. vakit Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem ona Kur’ân okumuş, etkisinden âdeta çarpıl-mış, Ebu Cehl bunu haber alınca ona gidip “Ey amca, kavmine Muhammed hakkında öyle bir söz söyle ki O’nu inkâr ettiğini ve kerih gör-düğünü bilsinler.” Dedi ki: “Ne diyeyim? Val-lahi içinizde benden daha iyi şiir bilen bir adam yoktur. Vallahi O’nun söyledikleri bunun (şiir) gibi bir şeye benzemiyor. Vallahi O’nun sözün-de kesinlikle bir halâvet (tatlılık) ve üzerinde ke-sinlikle bir talâvet (ışıltı) vardır. Muhakkak ki O’nun (Kur’ân’ın) en yukarısında da kesinlikle bir aydınlık vardır, en aşağısında da kesinlikle bir parlaklık vardır. Muhakkak ki O kesinlikle en üs-tündür ve O’na asla üstün gelinemez. Muhakkak O, kesinlikle altında kalanları mahvedecektir.” Dedi ki: “Sen O’nun hakkında böyle konuştuk-ça kavmin asla senden razı olmayacak.” Dedi ki: “Bırak da beni (iyice) düşüneyim.” İyice düşün-dükten sonra şöyle dedi: “Bu, başkalarına tesir eden müessir bir sihirdir.”

İşte Ebu Cehl! Müslümanları korkutu-3. yor, onlara tehditler savuruyordu ve diyordu ki: “Muhammed sizin aranızda yüzünü toprağa buluyor mu?” Denildi ki: “Evet” Dedi ki: “Lât ve Uzza’ya yemin olsun ki O’nu öyle (secde) ya-parken görürsem, muhakkak boynunu tutup eğer, yüzünü toprağa bularım.” O Ebu Cehl, Allah’ın âyetleriyle alay ediyor, hurma ve yağ getirip

“Zıkkımlanın, Muhammed’in size vaad ettiği zakkum işte budur” diyordu.

İşte Ahnes ibnu Şerîk! Fesat ve ifsat 4. peşinde koşuyor, çokça yalan söylüyor, en hakir görüşleri savunuyordu. Bunun üzeri-ne Allahu Teâlâ onun tabiatının ve nesebinin bozukluğu hakkında son derece beliğ ve apa-çık sözlerle âyetlerini indirdi.

İşte Ukbe ibnu Ebî Muayyıt! Nebî 5. Sal-lAllahu Aleyhi ve Sellem’in meclisinde oturu-yor, Ubeyy ibnu Halef de onu oradan men ediyordu.

İşte bu âyetler ve diğer ilgili âyetler, İslâmî Dâvet karşısında dikilen müessir güç odakla-rına karşı siyâsî uyanıklığın ve entrikalarını, komplolarını, kin ve nefretlerini, kalleşlik ve sinsilik dolu azgın karakterlerini, İslâm’ın ve Müslümanların amansız düşmanı olan öteki küfür elebaşlarıyla irtibatlarını ifşa etmenin ehemmiyetini beyân etmektedir ki üzerinde ilerledikleri yol, İslâm Dâveti’ni taşıyanlar için aydınlanabilsin, güçleri yettiğince, el-lerinden geldiğince arkadan yapılabilecek kalleşliklerden sakınabilsinler, adımlarını bastıkları yerlerdeki dikenlerden korunabil-sinler, kuytuya düşmesinler, düşmanların kalelerini sarsabilsinler, savunma hatların-daki gedikleri, hatta zayıf noktalarını tespit edebilsinler, onları nereden ve nasıl vurabi-leceklerini kestirebilsinler.

İkincisi: Hicret’in gerçekleşip Devlet’in kurulmasıyla İslâm’ın hâkimiyet ve otori-tesi Medîne el-Münevvere’de tesis edildik-ten sonra İslâm düşmanlarına dönük bu siyâsî uyanıklık daha da arttı. Âyetler, hem İslâmî Akîde’nin, hem de küfür akâidlerinin beyânı hakkında inmeye devam ederken bu kez Mekke’deki Arap müşriklerine, Ehl-il Kitâb’ın, Yahudilerin ve Nasrânîlerin akâidini de ilâve etti. Kezâ saptırıcı, hak yol-dan uzaklaştırıcı fikirlerin fesâdı hakkında inmeye devam ederken bu kez müessir yerel ve devletlerarası kuvvetlerle siyâsî mücâdele hakkında inmeye başladı. Böylece o denli ge-

Yahudilere Karşı Siyâsî Uyanıklık

Page 66: KöklüDeğişim 71.Sayı

64Ağustos 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

niş çaplı güç sahiplerine Mekke’deki kâfirler ve Arap müşriklerinden başka münâfıklar, Yahudiler, Nasrânîler, Fârisîler ve Rumlar da eklenmiş oldu. Akabinde bütün bunlara İslâm’ı Dâvet ve Cihâd ile yaymak üzere, Al-lah yolunda Cihâd yoluyla yürütülen maddî çatışma da eklendi.

Fakat biz burada Yahudilere karşı siyâsî çatışma üzerinde yoğunlaşacağız. Çünkü on-lar, hem Medîne ve civar bölgelerinde İslâm Devleti’ne en yakın topluluklardandı, hem de İslâm’a ve Müslümanlara karşı entrikala-rında, komplolarında ve tuzaklarında en ha-bis, en iğrenç olanlardandı. Allahu Teâlâ on-ların ileri gelenlerinin karakterlerini ifşa et-miş, kinlerini ve tuzaklarını, onlarla, bilhassa siyâsî varlıklarıyla, yani onların Medîne’de İslâm Devleti’ne komşu devletleriyle karşı karşıya bulunulduğu sırada, muazzam bir ders olarak oldukça yeterli ve doyurucu bir biçimde beyân etmiştir:

Onların Allah ile olan alâkası;1. Allah Subhânehu’yu ve nimetlerini inkârdır. Nite-kim Mûsâ Aleyhi’s Selâm’ın Rabbi ile buluş-masına gitmesinin üzerinden çok geçmemiş-ken, O’nun ardından buzağıyı ilah edinmiş-ler, apaçık küfrü düşmüşlerdi. Mûsâ Aleyhi’s Selâm yanlarına dönüp Allah da tevbelerini kabul ettikten sonra, bu kez de Allah’ı çıplak gözle görünceye kadar îmân etmeyi reddet-mişler, böylece onları bir yıldırım yakalamış-tı. Sonra Allah yine tevbelerini kabul etmiş, üzerlerine men ve selva (bıldırcın eti ve kud-ret helvası) indirmiş olduğu halde bu nimet-leri de inkâr etmişler, kendilerini Allah’ın ce-zalandırmasına ve şiddetli azâbına uğratarak nefislerine zulmetmişlerdi.

Onların dinleri ile olan alâkası;2. tahrif ve nifâktır: Onlar Tevrât’ı bile bile tahrif etmiş-ler, Râsul SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in niteli-ğinin farkında oldukları halde değiştirmişler, emrolundukları hükümleri iyice belledikten sonra yüz çevirmişlerdir. Sonra îmânlarını ilan edeceklerine dair dil ucuyla verecek-

leri sözlerin kendilerine zarar vermeyeceği yorumunda bulunarak nifâka saplanmışlar, komplolarını ve küfürlerini gizleme gayreti içerisine girmişlerdir.

Onların Nebîleri ile olan alâkası;3. kalleş-lik, öldürme ve hasettir: Nebîleri, onları ar-zulamadıkları şeylerle sorumlu tuttuğunda, O’nu katletmişler, O’na karşı kibirlenmişler, O’na tâbi olmaya yanaşmamışlardır. Mu-hammed SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in, kendi kitaplarında belirtilmiş sıfatları ve vasıflarıy-la beklenen ve vaat edilen Nebî olduğundan kesinlikle emin oldukları halde, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’i kendi oğullarını tanıdıkları gibi tanıdıkları halde, el-Evs ve el-Hazrac kabilelerine karşı O’nunla muzaffer olacaklarını söyleyip durdukları halde, on-ları gönderilecek o Nebî ile korkutup O’nun tâbileri olacaklarını iddia ettikleri halde, o Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem kendilerine geldiğinde nasıl olur da sözde ataları olan İshâk Aleyhi’s Selâm’ın soyundan değil de İsmâîl Aleyhi’s Selâm’ın soyundan gelir diye kalpleri öfke, nefret ve hasetle dolmuş, doğ-ruluğunu ve haklılığını bile bile Rasul SallAl-lahu Aleyhi ve Sellem’e îmân etmemişlerdir.

Onların verdikleri sözler ve yaptıkları 4. sözleşmeler ile olan alâkası; bozmak ve yüz çe-virmektir. Her ne zaman Allah onlardan bir mîsâk (söz) almışsa, muhakkak bozmuşlar-dır. Allah onlardan Tevrât’ı uygulayacakla-rına dair bir mîsâk almış, fakat reddetmişler, bunun üzerine Allah onları, âdeta üzerlerine düşecek şekilde dağı üzerlerine yükselterek acıklı bir azapla korkutmuş, o vakit vazgeç-mişler, ama sonra yine dönüp yüz çevirmiş-lerdir. Zîra sözlerini bozmak ve sözlerini ye-rine getirmekten yüz çevirmek onların vaz-geçilmez saplantısıdır.

Onların Allah’ın emrini uygulamak ile olan 5. alâkası; çiğnemek, ayak sürümek, bahaneler üretmek, hilelere başvurmak ve tevillere kaç-maktır: Cumartesi günü (balık) avlanmaktan men edilmişler, ancak onlar avlanmadıkları

Yahudilere Karşı Siyâsî Uyanıklık

Page 67: KöklüDeğişim 71.Sayı

65 KÖKLÜDEĞİŞİM - Ağustos 2010

Cumartesi günü gelen balıkları yakalamak için önceden ağlar atıp kanallar kazmışlar, Pazar günü gidip balıkları toplamışlar, böy-lece bile bile Cumartesi günü fiilen avlanmış-lardır. “Allah Yahudilere lanet etsin. Allah onlara iç yağlarını haram kıldı da onlar onu işleyip sattılar ve parasını yediler.” (el-Buhârî

2071-2072; Muslim 2961) Kendilerine iç yağları tü-müyle haram kılındığı halde onlar, o yağları yemek için değil de, aydınlanmak için yakıt ve gemiler için cila olacak şekilde işleyerek kullanıma elverişli hale getirmişlerdir.

Sonra bir cana kıymışlar, ardından hepsi de kâtil olmadıklarını iddia etmişlerdir. Bu-nun üzerine Allah Subhânehu onlara bir inek boğazlamalarını emretmiş, o etin bir parçası öldürülen adama vurulmuş, böylece dirilip kendisini kimin öldürdüğünü söylemişti. Bu emir gelince, onu uygulanamaz hale getir-mek için soru üstüne soru sorarak, açıklama üstüne açıklama isteyerek ayak sürümüşler, bir noktadan sonra daha fazla açıklama iste-meye yol bulamayacak şekilde tıkanmışlar ve nihayet içlerindeki hastalık sonucu çok ağırlarına gitse de emri uygulamak zorunda kalmışlardır.

Onların kendileri dışındaki öteki insan-6. lar ile olan alâkası; başkaları hakkında helâl-haram ayırt etmeksizin fesat ve ifsat, bile bile onlara kötülük etmeye kendilerini haklı ve layık görmektir. Onlar nezdinde “ümmiler” Yahudi olmayanlardır, dolayısıyla onlara karşı davranışlarında kötülük etmekte bir beis görmezler.

Sonra onlar kendi dînlerine muhâlefet et-mede de herhangi bir sakınca görmezler, bil-hassa makam, otorite ve dünyevi iş gibi bir maslahat söz konusu olduğunda böyledir. Üstelik gerektiğinde Allah’ın âyetlerini az bir bedelle değiştirmekten, herhangi bir mal, menfaat, dünyevi kazanç karşılığında aykırı hüküm vermekten çekinmezler. Dolayısıyla onlar nezdinde sabit bir kıymet yoktur.

Öte yandan düşman oldukları kesimler arasında savaş çıkarmak için gerekirse bir-birleriyle savaşırlar, bu hususta içlerinde hiçbir sıkıntı hissetmezler. Zîra onlar nezdin-de gâye, her ne şekilde olursa olsun vâsıtayı meşru kılar. Nitekim bu özelliklerini, el-Evs ve el-Hazrac kabileleri arasında savaş kışkır-tıcılığı yaparken sergilemişlerdi. O zaman onlardan her bir grup farklı kabilelerle müt-tefik idi, kimi el-Evs ile kimi de el-Hazrac ile. Sonra her bir grup, iki kabilenin savaşarak birbirlerini zayıflatmaya devam etmelerini sağlamak için fitne ateşini sürekli körüklü-yor, bu sırada dindaşları olan Yahudileri de öldürebiliyorlardı. Fakat hegemonya kurma ve otorite kazanma gibi bir maslahat söz ko-nusu olduğu sürece onlar için bunda hiçbir sakınca yoktu. Hedefleri bu olduğu sürece birbirlerini katlederek dinlerine rahatlıkla muhâlefet edebiliyorlardı.

Müslümanları dînlerinden uzaklaştırmak için hadiseleri karıştırıyorlar, onları ayıplıyor-lar, ümitsizlik saçıyorlar, bâtıl fikirler, inanç-lar ve görüşler yayıyorlar, komplolar planlı-yorlardı. Kendi dillerinde sövmek ve yermek için kullanılan, ancak Arapça’da aynı harfler-le Müslümanların Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e hitap ederken “Bizi gözet, bize müh-let ver” anlamında kullandıkları (Râina) keli-mesini kullanmalarında olduğu gibi İslâm’ın ve Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in aley-hinde kullanmak üzere kelimelere kötü ma-nalar yüklüyorlar, sözleri eğip büküyorlardı. Bu kelimeyi acımasızca istismar ediyorlar, kötü anlamıyla sıkça kullanıyorlardı. Allahu Teâlâ bu kelimenin kullanımını yasaklayan âyeti indirinceye dek bu şekilde Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e hitap etmekten vazgeçmediler.

Sonra Mü’minlere tesir edip içlerindeki haset sonucu onlar İslâm’dan döndürmek arzusuyla, İslâm’a ve Müslümanlara tuzak kurmak girişimiyle önce îmân ediyorlar, aka-binde inkâr ediyorlardı.

Yahudilere Karşı Siyâsî Uyanıklık

Page 68: KöklüDeğişim 71.Sayı

66Ağustos 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

Başkalarını küçümserler, hakir görürler, oysa ne kuvvetleri, ne izzetleri, ne de zengin-lik yahut güvenlik yönünden huzurları var-dır. Şu iki durum hariç:

Allah’tan bir ipe (Allah’ın ipine) sa-a. rılmaları halinde; Nebîleri ile birlikte îmân edenler ki bunlar sona ermiştir.

İnsanlardan bir ipe (insanların ipine) b. sarılmaları halinde; başka devletler, güçler karşısında küçük düşüp tâbi olmalarıdır ki kâfir olup dînlerini tahrip ettiklerinden beri onlar bu hal üzeredirler. Aralarında hiçbir farklılık olmaksızın hepsi üzerinde açıkça gö-rülen hal budur. İslâm öncesinde, kuvvetleri bazen Rumlara, bazen Fârisîlere tâbi olmak-tan, sonra zayıflatmaya çalıştıkları el-Evs ve el-Hazrac arasında sık sık saf değiştirmekten kaynaklanıyordu. İslâm onların işini biti-rince, zillet, meskenet ve Allah’ın gazâbına uğramış halde kalanların siyâsî varlıklarını yok etti. Öyle ki İslâm Devleti’nin -Hilâfet Devleti’nin- yıkılmasından sonra 20. yüzyıl boyunca sömürgeci kâfir devletlere yanaşıp yapışıncaya kadar hiçbir siyâsî varlığa sahip olamadılar. Bugün dahi onlar, kuvvetleri ve servetleri ile onları himayelerine alan yer-yüzündeki bir yahut birkaç devlete boyun büküp itaat etmeye, onlara bağımlı kalmaya devam etmektedirler. Filistin topraklarını gaspetmiş işgâlci devletlerinin hali, gözler önünde durmakta, herhangi bir delile ihtiyaç duymamaktadır. Gerçek şu ki düşmanların en zayıfı, kendi özgül kuvvetinden, dayan-dığı başka bir kuvvetten, kendi imkânlarıyla sahip olduğu yeterli mâlî kaynaklardan mahrum olanıdır ve bugün Yahudiler bütün bunlardan mahrumdur, vâkıalar bunu kanıt-lamaktadır. Allah’ın izniyle işlerinin bitmesi çok yakındır, Hilâfet’in yeniden dönüşü ka-dar yakındır, sınırlar boyunca Cihâd’ın yeni-den başlatılması kadar yakındır.

Sözün özü şu ki gerek İslâmî Devlet’in ikâmesinden evvel Mekke’de küfrün elebaş-ları hakkında inenler olsun, gerekse İslâmî

Devlet’in ikâmesi akabinde Medîne’de Ya-hudiler hakkında inenler olsun, bu muazzam âyetleri inceden inceye dikkatlice düşünenler göreceklerdir ki, Allah Subhânehu onların vâkıalarını ve karakterlerini, genel çerçevey-le yetinmeden oldukça açıklayıcı vasıflarla beyân etmiş ve pek çok meselede tafsilâta girmiştir. Bütün bunlar Müslümanlara, bil-hassa yeryüzünde İslâmî hayatı yeniden baş-latmak için çalışarak İslâm’ı taşıyanlara, ge-rek fertler, gerek topluluklar, cemaatler, ge-rekse devletler düzeyinde olsun müessir güç odaklarına karşı siyâsî vâkıayı dakik olarak bilmenin son derece ehemmiyetli bir iş oldu-ğunu göstermiştir. Allah’ın Kitâbı ve Rasûlü Salavâtullahi ve Selâmuhu Aleyh’in Sünneti’nin gerektirdiği ve irşâd ettiği şekilde onlara kar-şı muamelelerde oldukça kritik olduğunu beyân etmek içindir ki, Müslüman etrafında cereyan eden her şeye karşı hikmet, basiret, ferâset ve kıvrak zekâ ile son derece uyanık olsun. Tuzağa ve gaflete düşmesin, ayağı kaymasın, aldatılmasın. Musibetler azmini, şevkini ve hevesini kırmasın. Felaketler onu sarsmasın, hep metin olsun ve zayıf anında yakalanmasın. Peşinden gelen sinsi adımla-rın sesinin, kendisine fırlatılan okun yönü-nün ve üzerine sallanan kılıcın şakırtısının farkında olmadığı halde arkadan vurulma-sın. Bilakis Müslümanların dertleriyle dert-lensin, düşmanın gediklerinden bir gediğin önünde yahut İslâm’ın gözetleme kulelerin-den bir kulenin (suğra) gerisinde sapasağlam durabilsin, tehlikede de güvenlikte de hep tetikte olabilsin, yalçın kayalar gibi hak üzere dimdik sabit kalabilsin.

Şeyh Ebu Yâsîn’in “et-Teysîr fî Usûl-it Tefsîr” isimli kıymetli eserinden alınmıştır.

Yahudilere Karşı Siyâsî Uyanıklık

Page 69: KöklüDeğişim 71.Sayı

67 KÖKLÜDEĞİŞİM - Ağustos 2010

TÜRK BASININDA ÇIKAN HABERLER

HİZB-UT TAHRİR’İN BEYRUT SEMPOZYUMU

Geçtiğimiz hafta sonu Hizb-ut Tahrir’in uluslararası bir sempozyumuna katılmak için iletilen bir davete icabetle Beyrut’taydım. İlk davette içeriğiyle ilgili fazla bilgi verilmeden medya mensuplarına yönelik bir uluslara-rası sempozyum olduğu söylenmişti. Oraya gidince medya mensuplarına, kendi teşkilat mensuplarına ve merak eden herkese gün-demdeki birtakım meselelerle ilgili mesajla-rını iletme amacıyla düzenlenen bir sempoz-yum olduğunu gördüm. Ama benim açım-dan maksat yine hâsıl oldu.

18 Temmuz 2010 Pazar günü düzenlenen sempozyumun ana başlığı “Sıcak Uluslarara-sı ve Bölgesel Sorunlara Hizb-ut Tahrir’in Ba-kışı” şeklindeydi. Katılım konusunda müşa-hade ettiklerimiz gerek Türkiye’den gerekse Türkiye dışından davet edilenlerin birçoğu-nun tereddütlü yaklaştığını gösteriyordu. Sa-nıyorum toplantıya davet edilip de başka bir engeli olmadığı halde sırf tereddütten dolayı katılmayan meslektaşlarımızın birçoğu aynı konuda örgütün ileri gelenlerinden biriyle

röportaj yapmak için epey çaba sarf edebi-lirler. Ayaklarına gelen fırsatı neden geri çe-virdiklerini anlamıyorum. Bizim için önemli olan belli bir taraftar kitlesine sahip bir ör-gütün gündemdeki sorunlarla ilgili görüşle-rini birinci ağızdan dinlemektir. Basın men-subu sıfatıyla böyle bir etkinliğe katılmam duyduklarımın altına imza atmam veya söz konusu meselelerde halka ne anlatmam ge-rektiği konusunda talimat almam anlamına gelmiyor. Tam aksine eleştiri ve tahlillerimin birinci ağızdan verilmiş bilgi ve mesajları na-zarı dikkate alması fırsatı sağlıyor…

21.07.2010 Vakit Gazetesi / Ahmet Varol

KENDİNİ İFADE ÇABASI

18 Temmuz Pazar, Hizb-ut Tahrir’in Beyrut’ta uluslararası konferansı düzenle-yeceği tarihti. Konferansın süresi bir gündü. Ama ertesi gün de bir basın toplantısı düzen-leneceği ifade edildi.

Kaldığımız otel epey uzak bir mesafede bulunduğundan sabahın erken saatlerinde kahvaltı ettikten sonra yola çıktık. Gece serin rüzgârların altında epey uzayan sohbetimiz sebebiyle geç yatmamızdan dolayı yarım ka-lan uykumuzun bir kısmını yolda ifa ettikten sonra henüz program başlamadan konferan-

Page 70: KöklüDeğişim 71.Sayı

68Ağustos 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

sın düzenleneceği Le Bristol Hotel’e geldik. İçeri girdiğimizde konferansın başlama saa-ti geldiği halde salonun henüz yarıya yakın bir kısmı boştu ve iştirakler devam ediyordu. Yani bu tür sosyal etkinliklerde “gecikme payı” İslâm âleminde artık bir gelenek halini almış. Ondan dolayı belirlenen saatte başla-yan programlar kuraldışı hareket etmiş olu-yor ve geç gelenlerin yetkilileri “biz gelme-den niye programı başlattınız?” diye hesaba çekme hakları oluyor.

Kur’an tilavetiyle programın açılışı yapıl-dığında konferans salonunu dolduracak bir kalabalık da oluşmuştu. Katılanlar arasında farklı siyasi akımlardan şahsiyetler gözüme çarptı. Hizbullah’ın ileri gelenlerinden ve kendisiyle Kudüs Müessesesi’nin çatısı altın-da sıkça buluştuğumuz Hasan Hudruc, Arap dünyasındaki sivil örgütlenmelerin ileri ge-len isimlerinden Maan Beşşur, Ürdün’ün eski Mühendisler Sendikası Genel Başkanı Leys Şebillat, Lübnan’daki Cemaati İslâmiye’nin bazı ileri gelenleri, Filistin direnişinin muh-telif kanatlarının temsilcileri mevcuttu. Ama yine de pek geniş yelpazeli bir katılımdan söz etme imkânı yoktu. Bu durum Lübnan’daki bazı siyasi akımların bu hareketin faaliyetle-rine mesafeli durmayı tercih ettiğini göste-riyordu. Teşkilat mensuplarına bu konuyu sorduğumda Lübnan yönetiminin Hizbu’t-Tahrir’e yasal bir siyasi parti olma hakkı vermesine rağmen yakın takibinin devam ettiğini ve bu yüzden mesafeli durulduğu-nu söylediler. Ama dışarıdan edinilen intiba, teşkilatın kendisinin diğer çevrelerle ilişki kurmada izlediği tutumun yani tepki ve suç-lamaların biraz ağır basmasının da bunda et-kili olduğunu gösteriyordu.

Örgütün bu şekilde basına ve halka açık bir konferans düzenlemekteki amacı tabii ki öncelikli olarak örgütsel mesajlarını sadece kendi tabanına değil geniş bir kitleye ulaş-tırmak için fırsat oluşturmaktı. Fakat bizim

gördüğümüz kadarıyla bunun kadar önem ve öncelik taşıyan bir amaç da gizli örgüt imajını silmekti. Kaynağı ve sebebi ne olursa olsun “gizli örgüt” imajı, açık mesaj amacına ters düşüyor. Ondan dolayı hâkim sistemle-ri ve onların meselelere yaklaşımdaki çizgi-lerini red ile “gizli örgüt” vasfının aynı şey olmadığını anlatmak için fırsat ve imkânlar oluşturmak istiyorlar. Bunun yanı sıra sistem nezdinde meşrulaşma ile toplum nazarında meşrulaşmayı birbirinden ayırdıklarını orta-ya koymaya çalışıyorlar.

Fakat bu teşkilatın söylemde izlediği me-todu ciddi bir şekilde gözden geçirmesinin zorunlu olduğunu düşünüyoruz. Söylemin iki yönü var. Biri ne olmadığını, diğeri ise ne olduğunu ifade etme. Fertlerin ve teşkilatla-rın çoğu ne olmadıklarını anlatırken başka-larının eksik ve yanlışlarından yararlanırlar. Ama bunu söylem merhalesinde ortaya koy-mak kolaydır. Eylem merhalesindekilerin yanlışlarına bakarken maruz kaldıkları ger-çeği de okumanın zorunluluğunu düşünmek ve eleştiriyle ithamı, mahkûm etmeyi birbi-rinden ayırmak gerekir. İyi niyete dayanan eleştirinin amacı ıslah ve hatanın düzeltil-mesinde kardeşine yardımcı olmak, itham ve mahkûm etmek ise onun üzerine çizgi çek-mektir. “Senin şu meseleyle ilgili politikan ABD çıkarlarına yarıyor” demekle onu “ABD ajanı” ilan etmek arasındaki fark gibi.

23.07.2010 Vakit Gazetesi / Ahmet Varol

KÜRESEL SORUNLAR BEYRUT’TA TARTIŞILDI

Dünyanın dört bir yanından Beyrut’a gelen pek çok isim İslâm dünyasının sorun-larını tartışıyor. Hizb-ut Tahrir örgütü tara-fından organize edilen konferans, Lübnan’ın başkenti Beyrut’ta düzenledi. Hizb-ut Tahrir Örgütü, Hilafet’in Hilafet’in kaldırılışının 89. Yıl dönümü vesilesiyle Lübnan’nın başken-ti Beyrut’ta 18 Temmuz “Hizb-ut Tahrir’in

Haberiniz Olsun

Page 71: KöklüDeğişim 71.Sayı

69 KÖKLÜDEĞİŞİM - Ağustos 2010

Uluslararası ve Bölgesel Sıcak Meselelere İlişkin Duruşu” başlığı altında uluslararası bir konferans düzenledi. Hizb-ut Tahrir bu konferansı üç bölüm olarak gerçekleşti. Sa-bah saat 9.00’da başlayan konferans aşağıda-ki kısım ve konulardan oluşuyor:

Birinci Kısım: İslami Beldelerde Saldırıya Uğrayan İslami Meseleler:

1.Arap ülkelerindeki Müslümanların me-seleleri (Filistin, Irak, Sudan “Güney’in Ay-rılması”)

2.Güney Asya’daki Müslümanların so-runları (Afganistan ve Pakistan “Keşmir”)

3.Güneydoğu Asya’daki Müslümanların sorunları (Endonezya’daki ayrılıkçı hareket-ler)

4.Batı ve Orta Asya’daki Müslümanla-rın sorunları ( Türkiye “Kıbrıs”, “Kafkaslar, Doğu Türkistan”)

İkinci Kısım: Batıdaki Müslümanlara Ya-pılan Saldırılar

Üçüncü Kısım: Müslümanları ve Gayri-müslimleri ilgilendiren uluslararası Genel Sorunlar:

1.ABD’de başlayıp dünyaya yayılan ulus-lar arası ekonomik kriz

2.Küresel nükleer enerji krizi ve özellikle İran’daki barışçıl nükleer enerji.

Açılış konuşmacısı Fâdi Abdullatif, İslam dünyasındaki sorunları kendi sorunları ola-rak kabul ettiklerini ve bu sorunların İslam hilafetinin kurulmasıyla çözülebileceğini belirtti. Abdullatif sözlerine devamla: “Hiz-but Tahrir; İslam hilafetinin diriltilmesi ve Allah’ın hükümlerinin uygulanması temel siyaseti olarak kabul etmektedir. Tüm sorun-lara İslam düşüncesi nazariyesinde değerlen-dirir ve sorunların çözümünde yine bu naza-riye içinde çözülebileceğine inanmaktadır.” şeklinde devam etti.

İlk oturumda Filistin sorunu tartışıldı. İlk konuşmayı İsmail Vahvah yaptı. Hizb-ut Tahrir’in Avustralya medya temsilcisi olan Vahvah konuşmasına kendisinin de Filistinli olduğunu belirterek başladı. Beytul makdis’in öneminden ve bir İslam beldesi olduğunu dillendireren Vahvah, Müslümanlar’ın an-cak birlik içinde hareket ederlerse Filistin’in kurtulabileceğini belirtti. Tüm sorunların Müslümanların bir liderlik çerçevesinde yoksun olduğundan kaynaklandığını belirt-tiği konuşmasında pek çok Müslüman ülke başkentinin İsrail’le ilişkisi olduğunu belirt-ti. Bu sorunun çözümü Hilafet’in dirilişi ve Müslümanların birlik içinde hareket ederler-se çözüleceğine inandığını belirtti.

Hizb-ut Tahrir’in Irak sözcüsü Ebu Zeyd ise Irak sorununu işlediği konuşmasında Irak’ın İslam tarihindeki ve günümüzdeki önemine değindi. Ebu Zeyd şöyle konuştu: “Batı emperyalizmin Irak üzerinde nasıl oy-nandığını görüyoruz. Irak’ın Kuveyt’i işgal etmesiyle Avrupa ve Amerika emperyaliz-mini Irak’ın merkezine taşımış oldu. Bu boz-guncular bugün Irak toprakları üzerinde kan kusmaktadırlar. Felluce, Necef ve diğer kent-lerde dökülen kanlar bilinmektedir. Mezhep-sel ayrılıklar kışkırtılmakta ve Müslümanları kendi aralarında çatışır duruma getirmiştir. Bugün bu ayrılıklar Müslümanların temel problemi olmuştur. Saddam döneminde Kürtler ve Şiiler ezilirken bugün Suniler Amerika’nın desteğiyle beraberce Sunniler ezilmektedir. Bundan kurtulmanın ana kay-nağı Amerika’nın ülkeden atılmasıyla müm-kündür.”

Japonya İslam Meclisi başkanı Prof. Ha-san Kunakata hilafetin gerekliliği üzerinde ayet ve hadisler ışığı altında vurgu yaptı. Türkiye Hizb-ut Tahrir Medya grup başkan yardımcısı Haluk Özdoğan Kıbrıs tarihinden başladığı konuşmasında AK Parti ve Kıbrıs

Haberiniz Olsun

Page 72: KöklüDeğişim 71.Sayı

70Ağustos 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

Mehmet Ali Talat’ın işbirliğinin temel ne-deninin ikisinin de Amerikancı olmaların-dan kaynaklandığını ileri sürdü. Özdoğan, “Kıbrıs’ın Rumlarla birleşmekle çözüm bula-mayacağını ve ancak KKTC’nin lağvedilerek doğru’dan Türkiye’ye bağlanması gerektiği-ni hatta Türkiye’nin tüm Kıbırıs’ı ele geçir-mesi gerektiğini ifade etti. Özdoğan, Kıbrıs sorununun Ada’nın Türkiye’ye bağlanma-sından sonra İslam hilafetinin kurulmasıyla nihayete ereceğini savundu.

Konferans’a Türkiye’den Özcan ve Varol dışında Köklü Değişim Dergisi, Vuslat Der-gisi, Mustazaf-Der ve Özgür-Der yetkilileri de katıldı.

TimeTürk

İSLÂM ÂLEMİNİN SORUNLARI BEYRUT’TA MASAYA YATIRILDI

Uluslararası ve bölgesel sorunlara Hizb-ut Tahrir’in bakışı” adlı konferans geçtiğimiz pazar günü Lübnan’ın başkenti Beyrut’a dü-zenlendi. Lübnan askeri güçlerinin yoğun gü-venlik önlemleri aldığı toplantı iki oturumda gerçekleştirildi. İlk oturumda İslam dünyası-nın sorunları ve Hizb-ut Tahrir’in çözümleri anlatılırken İslam dünyasının kanayan yarası Filistin’in sorunlarına değinildi. İsrail’i meş-ru görenlerin hıyanet işlediği, onlarla sulhun caiz olmadığı ve ashabı kiramdan bu yana kanlı bir mücadelenin yapıldığı ve tek çözüm yolunun bu olduğu vurgulandı.

HİLAFET KURULMALISudan, Pakistan, Afganistan, Keşmir, En-

donezya, Kıbrıs, Kafkaslar adına görüşleri-ni anlatan konuşmacılar bu ülkelerin tarihi geçmişinden başlamak üzere günümüzdeki sorunlarını ve çözüm yollarını dile getirdi. Hilafetin kaldırılmasıyla beraber işgal edilen İslam topraklarının ancak cihad yoluyla tek-rar geri alınacağına ve bunun yolunun da hi-

lafet devletinin kurulması gerektiği üzerinde ısrarla duruldu.

BAZI KATILIMCILAR ENGELLENDİGazetemiz yazarlarından Sait Şahin ve

Feyzullah Zerey’in de katıldığı toplantıya yazar Mustafa Özcan ve Ahmet Varol söz alarak görüş ve düşüncelerini aktardı. Suri-ye, Afganistan, Hindistan ve Endonezya’dan toplantıya katılmak isteyen katılımcılara en-gel olundu. Vize alamayan bu ülkelerin va-tandaşları geçen sene de Endonezya’da yapı-lan toplantıya katılamamışlardı.

Doğru Haber Gazetesi

YABANCI BASINDA ÇIKAN HABERLER

Hizb-ut Tahrir’in istediği Hilâfet’in Sünnî-Şiî ayrımı yapmayan İslâmî bir Hilâfet oldu-ğunu, ne Sünnî ne de Şiî Hilâfeti biçiminde ol-madığını, buna rağmen bilhassa Lübnan’daki Hristiyan güç odaklarının Hizb-ut Tahrir’in çalışmalarını sınırlandırmak için çaba sar-fettiğini, örneğin Hizb-ut Tahrir’in Beyrut’ta düzenlediği uluslararası konferans öncesinde Enerji ve Sular Bakanı Cibran Bâsîl’in, Lüb-nan devletini, anayasasını ve meşru varlığını tanımayan bir partiyi Bilgilendirme ve İhbar Yasası çerçevesinde nasıl değerlendirdiğine dair Hükümete bir soru önergesi sunduğu-nu, ancak Hükümetin, gizli çalışmadıkları sürece herhangi bir partinin faaliyetlerinin yasaklanamayacağı değerlendirmesiyle bu önergeye karşılık verdiğini yazdı.

Lübnan / El-Beled Gazetesi

Enerji ve Sular Bakanı Cibran Bâsîl’in yap-tığı açıklamada, Hizb-ut Tahrir’in böyle bir konferans düzenleyeceğini öğrendiğinde çok şaşırdığını dile getirdiğini, yapılan son Ba-

Haberiniz Olsun

Page 73: KöklüDeğişim 71.Sayı

71 KÖKLÜDEĞİŞİM - Ağustos 2010

kanlar Kurulu toplantısında bu partinin ya-yınları ve fikirleri hakkında bir dosya sundu-ğunu, söz konusu partinin faaliyetlerinin yol açabileceği muhtemel güvenlik endişelerini içeren raporların dikkate alınması gerektiği-ni ifade ettiğini, İçişleri Bakanı’nın ve bilaha-re Başbakan’ın olumlu karşılıklar verdiğini ve İçişleri Bakanı’nın konferansın toplanma-sına engel olunacağını, yani iptal edileceğini söylediğini, ancak konferansın yine de dü-zenlendiğini ve bakanın, medya aracılığıyla Başbakana ve İçişleri Bakanı’na son derece sert bir üslupla bunun ne anlama geldiğini, Bakanlar Kurulu’nda verilen sözlere ne oldu-ğunu sorduğunu yazdı.

Lübnan / El-İn’ikâd Gazetesi

Küresel İslâmî bir parti olan Hizb-ut Tahrir’in Beyrut’taki Bristol Hotel’de Lübnan dışından çok sayıda katılımcının hazır bu-lunduğu büyük bir konferans düzenlediğini, konferansta devletlerarası ve bölgesel sıcak meselelerin, bilhassa İslâmî Âlem ile ilgili Fi-listin, Irak, Kafkasya vesair konuların, ayrıca Batı’daki Müslümanların karşılaştığı sıkıntı-ların ele alındığını, konferansın sıkı güvenlik önlemleri içerisinde toplandığını, tertipten sorumlu yetkililerin resmi makamlara ver-dikleri sözleri harfiyen yerine getirdiklerini, konferansın sakin bir şekilde gerçekleştirildi-ğini yazdı.

Lübnan / el-Ahbâr Gazetesi

Hizb-ut Tahrir’in Beyrut’ta sıkı güven-lik önlemleri arasında düzenlediği ulusla-rarası konferansın önde gelen katılımcıları arasında Lübnan Hizbullahı’nın yetkilileri bulunduğunu, bazı katılımcıların yaşadıkla-rı sorunlar yüzünden gelemediklerini, kon-feransın toplandığı otelin askerler tarafın-dan güvenlik çemberi içine alındığını, fakat bunun parti yetkilileri tarafından daha önce

de benzer güvenlik önlemleriyle baskı altın-da tutulduklarından normal karşılandığını, konferansta İslâmî cemaatlerin heyetlerinin yanı sıra eski Lübnan Başbakanı Necib Mikâtî gibi önde gelen şahsiyetlerin temsilcilerinin hazır bulunduğunu, Hizbullah’ın mütte-fiki olan et-Tayyar-ul Vatanî el-Hurr (Hür Vatanî Hareket)’in Hizb-ut Tahrir’in yasak-lanması çağrılarında bulunmasına rağmen Hizbullah yetkililerinin konferansa katıldı-ğını, Hizbullah temsilcisi Şeyh AbdulMecid Ammâr’ın “Hizb-ut Tahrir’deki kardeşleri-mizi kısıtlamaya yönelik her tür yasaklama çağrılarını reddediyoruz, Hizbullah’ın bu konferansta hazır bulunması gayet doğaldır, bu bizim Hizb-ut Tahrir’in konferanslarına ilk katılışımız değildir, Hizbullah ile Hizb-ut Tahrir arasında ortak meseleler ve ortak kay-gılar vardır. İster Hilâfet konusunda, ister İran’ı eleştirmesi konusunda olsun, birtakım farklılıklar olsa da, genel anlamda Hizb-ut Tahrir’in programını bütünüyle tasvip edi-yoruz. Her iki parti de aynı hat üzerinde bu-luşmaktadır” şeklinde konuştuğunu, Hizb-ut Tahrir temsilcisi Ahmed el-Kasas’ın da özel-likle 2007’de Endonezya’da 100 binden faz-la insanın katıldığı Hilâfet Konferansı’ndan sonra Hizb-ut Tahrir aleyhinde başlatılan kampanyanın Amerikan büyükelçiliği kay-naklı olduğu, bazı odakların yoğun uğraşla-rına rağmen Hükümet içindeki bazı bakanla-rın, askeri kanadı olmayan ve hiçbir şekilde şiddeti tasvip etmeyen siyasi bir parti olan Hizb-ut Tahrir’in yasaklanmasına karşı çık-tığı şeklinde konuştuğunu, sayın el-Kasas’ın Hilâfet, Hizb-ut Tahrir ve bu konferans hak-kında pek çok soruya açıklayıcı yanıtlar ver-diğini, konferansın İslâmî topraklarda Müs-lümanların karşılaştığı acıları ve zulümleri anlatan bir sinevizyon gösterimiyle başladı-ğını, daha sonra sırasıyla konuşmacıların söz aldıklarını yazdı.

Lübnan / El-Livâ Gazetesi

Haberiniz Olsun

Page 74: KöklüDeğişim 71.Sayı

72Ağustos 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

“Hilâfet Şimdi!” sloganıyla Beyrut’ta konferans düzenleyen Hizb-ut Tahrir’in Lübnan’daki medya yetkilisi Ahmed el-Kasas’ın, partilerinin Lübnan’a özel olmadı-ğını, Lübnan’ın partinin çalışmalarını yürüt-tüğü, çeşitli aktivitelerini gerçekleştirdiği ve yayınlarını bastığı İslâmî beldelerden yalnız-ca biri olduğunu, Hilâfet’in şiddete başvurul-maksızın kurulacağını, partilerinin şiddete dayalı hiçbir yöntemi ve aracı kesinlikle tas-vip etmediğini, bu süreçte hiçbir ülkede fitne tohumları ekilmesini ve iç savaş çıkarılması-nı asla kabul etmeceğini söylediğini yazdı.

Bahreyn / el-Hayat Gazetesi

Hizb-ut Tahrir’in önceki gün Beyrut’ta “Hizb-ut Tahrir’in sıcak devletlerarası ve bölgesel meselelere ilişkin tutumu” başlığı ile düzenlediği konferansta, “Müslümanla-rın beldelerinde saldırıya uğrayan İslâmî me-seleler”, “Batı’da İslâm’a ve Müslümanlara saldırılan meseleler” ve “Müslümanlara ve ötekilere dokunan genel devletlerarası mese-leler” gibi konuların ele alındığını yazdı.

Ürdün / Er-Ra’y

Yemen, Lübnan ve Birleşik Arap Devlet-leri’nde serbestçe faaliyet gösteren Hizb-ut Tahrir’in değişik ülkelerden yaklaşık 500 kişinin katılımıyla Beyrut’un merkezinde-ki Bristol Hotel’de düzenlediği konferansta “işgalci haçlılara direniş” çağrısında bulu-nulduğunu, partinin Müslümanları fikir ve ikna yoluyla mevcut yönetimleri, çoğunlu-ğu Müslüman olan ülkeleri birleştirecek kü-resel bir İslâmî Hilâfet’e barışçıl bir şekilde dönüştürmeyi hedeflediğini, iki gün sürecek konferansın İslâmî Hilâfet’in Türkiye’de yı-kılmasının 89. yıldönümü münasebetiyle dü-zenlendiğini, Hizb-ut Tahrir’in Lübnan’daki Medya Bürosu Başkanı Ahmed el-Kasas’ın,

Hizb-ut Tahrir’in faaliyetlerini bitirmeye yönelik küresel çapta bir saldırı ve sindirme politikası sürdürülmesine rağmen hedefleri gerçekleşinceye dek çalışma programlarını değiştirmediklerini ve değiştirmeyeceklerini, dolayısıyla asla şiddete başvurmayacağını ve tasvip etmeyeceğini, Hizb-ut Tahrir’i bir terör örgütü ve üyelerini terörist gösterme çabala-rının beyhude olacağını söylediğini, 18 farklı dinî topluluğun birarada bulunduğu Lübnan gibi bir ülkede yetkililerin Müslümanlar ile Hristiyanlar arasında denge kurmak kaygı-sıyla hareket ettiklerini ve aralarında anlaş-mazlıklar çıktığını yazdı.

el-Kuds - Filistin / Earthtimes.org

Hizb-ut Tahrir tarafından Beyrut’ta dü-zenlenen konferansın İç Güvenlik Kuvvetleri tarafından sıkı bir kuşatma altına alındığını, normal güvenlik önlemlerine ek önlemler alındığını, Hizb-ut Tahrir’in Lübnan Medya Bürosu Başkanı Ahmed el-Kasas’ın “Tem-muz 2006’dan beri Lübnan’da karşılaştığımız en haşin kampanya budur, güvenlik birimleri bu konferansı bizi yasaklamak için bir fırsat olarak değerlendirdiler, fakat başarısızlığa uğradılar, bu baskıların sorumlusu olan gü-venlik birimleri, Amerikan büyükelçiliğin-den talimat alıyorlardı” şeklinde konuştuğu-nu, Hizb-ut Tahrir’in Merkezi Medya Bürosu Başkanı Osman Bahhâş’ın da İslâmî Hilâfet’i kurma metodunun Cihâdı içermediğini, ta-mamen barışçıl fikri-siyasi çalışmalara daya-lı olduğunu, İslâmî Hilâfet’in Müslümanlar için son derece doğal ve kaçınılmaz bir farz ve siyâsî gereklilik olduğunu, tüm Arap re-jimlerinin Batı yanlısı olduğunu, dolayısıyla muhasebe edilmeleri ve değiştirilmeleri ge-rektiğini söylediğini yazdı.

Lübnan / Daily Star

Haberiniz Olsun

Page 75: KöklüDeğişim 71.Sayı

73 KÖKLÜDEĞİŞİM - Ağustos 2010

Yaz geldi ve dünya genelinde tatil ha-vası oluştu. Güneş, sahil ve deniz üç-lüsünün büyüleyici tablosu, insanla-

rın düşlerini süslemeye başladı.

Tatil kelimesi tüm dünyada çok ilginç bir fenomen haline gelmiştir. Tatil günleri-nin başı ve sonunda oto yollarda uzun uzun kuyruklar oluşur, bazı şehirler dolar taşar. Medya, “Yaz geldi. Atın bütün sıkıntılarınızı, tüm sorumluluklarınızı evde bırakın ve eğlenin” gibi mesajlar verir. Özel tatil programları ya-yınlanır. Diskolarda, barlarda çılgınca eğle-nenlerin, sahillerde sere serpe yatanların gö-rüntüleri haber programlarında dahi, seyirci-lerle paylaşılır. İnsanlar, tatile ihtiyaçlarının olduğundan, tatil havasına girdiklerinden, kafa dinlemek istediklerinden bahsederler.

Batı’da mefhumlaşmış haliyle tatil, hayatın monotonlaşmış akışına ara vermek, omuzlara yüklenilen sorumluluklardan sıyrılıp, bir kaç gün için dahi olsa, eğlenmek anlamını taşır. İslam toprakları, batılılar veya onların zih-niyetinde olanlar tarafından yönetiliyor ve yönlendiriliyor olmasından dolayı Müslü-

manların genelindede tatil deyince akla, so-rumluluklardan ve bunların meydana getir-diği sıkıntılardan uzaklaşmak, gelmektedir.

Batı’nın içini bu manada doldurmuş oldu-ğu tatil mefhumu İslam’ın esasına aykırıdır. Zira insanoğlu dünya hayatı boyunca çok önemli bir emaneti yüklenmeyi kabul etmiş-tir. Allah Celle Celaluhu şöyle buyurmuştur:

ماوات واألرض والجبال فأبين أن إنا عرضنا األمانة على السيحملنها وأشفقن منها وحملها النسان إنه كان ظلوما جهوال

“Biz; emaneti, göklere, yere ve dağlara ar-zettik de onlar onu yük lenmek istemediler. Bundan endişeye düştüler, ama onu in san yüklendi. Çünkü o çok zalim ve çok cahildir.” (Ahzap 72)

Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in ayeti kerimeyle alakalı buyurmuş olduğu sözleri, emanetin neler içerdiğini izah etmek-tedir; Tirmizî el-Hâkim Ebu Abdillah şu riva-yeti kaydetmektedir: Bize İsmail b. Nasr an-lattı, o Salih b. Abdullah’tan, o Muhammed b. Yezid b. Cevher’den, o ed-Dahhak’tan, o İbn Abbas’dan rivayetle dedi ki:

Esma SIDDIK

Page 76: KöklüDeğişim 71.Sayı

74Ağustos 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöy-le buyurdu: “Yüce Allah, Âdem’e: Ey Âdem dedi. Şüphesiz ki Ben emaneti gök lere ve yere teklif ettim. Onlar buna güç yetiremediler. Sen içindeki muhte vası ile birlikte onu yük-lenir misin? Âdem: İçinde neler var ya Rab-bi? dedi. Yüce Allah şöyle buyurdu: Eğer sen bunu yüklenirsen, ecir alırsın. Buna ri ayet etmezsen, azab edilirsin. O da içindekiler-le birlikte onu yüklendi...” (Muhammed b. Nasr

el-Mervezi, Ta’zimu Kadri’s-Salat, I, 473-474; Deylemî, el-

Firdevs, III, 175.)

Buna binaen Cumhur’un görüşü, emane-tin, dinin bütün görevlerini, farzları kapsadı-ğı, şeklindedir. (Kurtubi)

Bu ilahi emanet insanın hayatının tamamını ihata etmektedir. Hatta öncesini ve sonrasınıda kapsayacak şekilde derin, geniş ve ince-dir. Müslümanın hayatının her aşamasında, gün be gün, büyük bir titizlikle emanetin gerekliliklerini yerine getir-mekle yükümlü kılınmıştır. Hayat yolculuğunda emane-ti biran dahi omuzlarından aşağı indirmemesi gerekmektedir. Allah Cel-le Celaluhu’ya verdiği sözün arkasında dur-malı, hakkını vermelidir, gevşememelidir.

Müslüman için emanetin getirdiği sorum-luluklardan uzaklaşmak, Allahu Teâlâ’ya kul-luğa ara vermek yani İslam’dan tatile çıkmak söz konusu değildir. Mesela Müslüman’ın: “Tatil aylarına girdik, emri bil maruf nehy anil münker ve İslam davasını taşıma farziyetini uygulamaya ara veriyorum, tatilden sonra devam ederim” deme hakkına sahip değildir. Hatta Allah Celle Celaluhu, bu hususla alakalı gönderdiği birçok ayetle bizleri uyarmakta-dır. Küçük veya büyük, yapılan her işin he-sabını soracağını bildirmiştir. Allah Celle Ce-

laluhu şöyle buyurmaktadır:

يا ويقولون فيه ا مم مشفقين المجرمين فترى الكتاب ووضع أحصاها إال كبيرة وال صغيرة يغادر ال الكتاب هذا مال ويلتنا

ووجدوا ما عملوا حاضرا وال يظلم ربك أحدا

“Amel defteri ortaya konunca, mücrim-lerin, onda yazılı olanlardan korktuklarını görürsün, ‘Vah bize, eyvah bize! Bu defter nasıl olmuş da küçük büyük hiçbirşey bı-rakmadan hepsini saymış!’ derler. İşledik-lerini hazır bulurlar. Rabbin hiç kimseye zulmetmez.” (Kehf 49)

Ayetlerden de anlaşıldığı gibi insanoğlu-nun her anı kayıt altındadır ve hesap günün-de: “Tatil deydim, o yüzden emirlerini uygu-

lamakta biraz gevşeklik gös-terdim, sorumluluklarımı evde bırakmıştım” gibi cüm-leler kabul görmeyecektir.

İnsanoğlunun yaratılışın-dan ötürü zihni ve bedeni yorulmaktadır. Bundan do-layı dinlenmeye ihtiyacı var-dır. Ve bu ihtiyacını İslam gözardı etmemiştir. Şeriata aykırı düşmeyecek şekilde bu ihtiyacını karşılamasına

cevaz vermiştir. Kur’an-ı Kerim, bedeni din-lendirmenin bazı şekillerini Müslümanlara göstermiştir:

سباتا نومكم Uykunuzu bir dinlenme“ وجعلنا yaptık” (Nebe 9)

جعل لكم من بيوتكم سكنا Allah, sizin evler“ وللاه -nizden sükûnet yerleri kıldı.” (Nahl 80)

İnsanın zihnini dinlendirebilmesi için Allah Celle Celaluhu yeryüzü ve üzerinde-kileri kullarının emrine sunmuştur. Allah Celle Celaluhu’nun Kur’an-ı Kerim’de insa-noğlunun gözlerini çevirmesi ve bunların vasıtasıyla tefekkür etmesini istediği kainat, dört mevsim ve bunların güzellikleri, deniz,

Tatilde(mi)yiz!

Ayetlerden de anlaşıldığı gibi insanoğlunun her anı kayıt altındadır ve hesap gününde: “Tatil

deydim, o yüzden emirlerini uygulamakta

biraz gevşeklik gösterdim, sorumluluklarımı evde

bırakmıştım” gibi cümleler kabul görmeyecektir.

Page 77: KöklüDeğişim 71.Sayı

75 KÖKLÜDEĞİŞİM - Ağustos 2010

ormanlar, vs insanoğlu için yaratılmıştır. Ve Allah Celle Celaluhu’nun izin verdiği şekilde Müslümanların bunlara yönelmesinde beis yoktur. Mesela şehrin gürültüsünden uzak, ormanda yapılan bir gezi, piknik, vs insanın zihnini deşarj etmesinde faydalı olacaktır. Hatta Allah Celle Celaluhu’nun yaratmış ol-duğu doğa ile doğrudan temas Müslüman‘ın mesela tefekkür etmesine, şükür etmesine ve çocuklarına Allah’ın gücünü göstermesine vesile olacaktır.

Dünya genelinde insanların bir çoğunda tatile çıkıp sorumluluklardan biran dahi olsa uzaklaşma arzusu, sadece Kapitalizmin halk-lara empoze ettiği yanlış mefhumlardan kay-naklanmamaktadır. Aynı zamanda, bu arzu, Kapitalizm sisteminin hayatı çekilmez hale getirmiş olduğundan kaynaklanmaktadır.

Kapitalizm sistemini uygulayan devletler görevlerini yerine getirmemekte, hatta ken-di görevlerini halklarına yüklemektedirler. Günlük binbir telaş ve kirli bilgi bombardı-manıyla insanların zihinleri gereğinden faz-la yorulmaktadır. Aynı zamanda bu sistem insanları ezmekte ve sömürmektedir. İnsan-ları yoran, bunaltan, boğan Kapitalizm siste-midir. İnsanlığın ihtiyacı olan ve arzuladığı şey, esasında tatil değil sükûneti ve istikrarı sağlayacak bir düzendir.

Bu yüzden yapılması gereken iş, sorum-lulukları terk edip İslam’dan tatile çıkmak değil, sükûneti ve istikrarı sağlayabilecek tek ideoloji olan İslam’ı yeryüzüne hakim kıla-bilmek için aralıksız çalışmaktır.

Tatilde(mi)yiz!

Page 78: KöklüDeğişim 71.Sayı

76Ağustos 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

الذين ينفقون أموالهم في سبيل الله ثم ال يتبعون ما أنفقوا منا وال أذى لهم أجرهم عند ربهم وال خوف عليهم وال هم يحزنون

“Mallarını Allah yolunda infak edip son-ra da verdiklerinin ardından başa kakma-yan ve eziyet etmeyenlerin, Rab’leri katın-da mükâfatları vardır. Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” (Bakara 262)

Bundan önceki ayette Allahu Teâlâ mal-larını Allah uğrunda harcayanları övüp mükâfatları gösterirken her kuruşu (verilen sadakayı) buğday tanesine benzetti. Bir buğ-day tanesinden bir başağı yetişir, her başakta da yüz başak tanesi yetişir. Allah uğrunda harcanan her kuruş yüz sevap getirir. Ayrıca Allahu Teâlâ istediği kimsenin bu sevapları-nı katlar. Bu katlama her insanın durumuna göre gerçekleşir. Eğer Müslüman’ın Allah uğrunda harcadığı paraya muhtaç olmasına rağmen harcarken niyeti daha sadık ise har-cadığının karşılığı yüzlerce defa katlanır.

Bunu pekiştirmek için ondan sonra gelen ve tefsir etmeye çalıştığımız ayette; malları-nı Allah uğrunda harcayıp sonra başa kak-

mayan ve eziyet etmeyenlere mükâfatın var olduğunu göstermiştir. Bunun manası; Müslüman’ın niyeti Allah için tam halis ve sadık olursa, başa kakmaya veya eziyet et-meye hiç yönelmiyorsa sevapları katlanır. Onlara korku yoktur ve de azaba çekilme-yeceklerdir. Çünkü başa kakarsa ve eziyet ederse hem mükâfat alamaz hem de sevap-ları katlanmadığı gibi yaptığı işin hiç sevabı yoktur. Onlara ancak korku vardır, azaba çekileceklerdir ve de üzüleceklerdir. Neden üzülecekler denirse; hem paralarını boşa har-cayıp kaybettikleri için, hem sevap kazanma-dıkları için, hem de başa kaktıkları ve eziyet ettikleri için azap göreceklerdir.

Müslüman sırf Allah için harcamalıdır. O zaman Rabbisinin yanında sevabı vardır, onun için korku yoktur, azaba çekilmeyecek-tir ve bu nedenle üzülmeyecektir. Eğer; “ben o kadar harcadım, ben Allah uğrunda harcadım” diyerek diğerlerine göstererek başa kakarsa, diğerlerini kendisine minnettar olduklarını göstermeye çalışıp eziyet etmiş olur. Nite-kim sadakalar, Allah uğrunda harcamalar ne

Esad MANSUR

BAKARA SURESİ 262-266. AYETLER

بسم الله الرحمن الرحيم

Page 79: KöklüDeğişim 71.Sayı

77 KÖKLÜDEĞİŞİM - Ağustos 2010

kadar gizli tutulursa Allah nezdinde o kadar makbul, kabul edilmiş olur. Çünkü Müslü-man sırf Allah için sadaka vermiş ve harca-ma yapmış olur.

Allah uğrunda harcama bir ibadettir. Allah’a ibadet edilirken hiç bir şekilde şirk koşulmaması gerekir. İbadette şirk ise; Allah için bir ibadet yapılırken başkalarına gösteriş amaçlıdır. Veya başka bir niyeti katmaktır. Oysa Allahu Teâlâ şöyle buyurmuştur:

فمن كان يرجو لقاء ربه فليعمل عمال صالحا وال يشرك بعبادة ربه أحدا

“…Kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, salih amel işlesin ve Rabbine kullukta hiç kimseyi O’na ortak koşmasın!” (Kehf 110)

Buna binaen Müslüman amel yaptığın-da sırf Allah için salih bir şekilde amel yap-sın. Sadaka verirken, namaz kılarken, cihad ederken, daveti yüklenirken nefsiyetini güç-lendirmek için mücadele etmeli ki niyeti sırf Allah için halis olsun.

يتبعهآ أذى والله غني عروف ومغفرة خير من صدقة قول م حليم

“Güzel söz söylemek ve mağfiret dile-mek, arkasından eziyet gelecek sadaka-dan daha hayırlıdır. Allah Ğaniyy’dir ve Halîm’dir.” (Bakara 263)

Başa kakmak ve gösteriş yapmak gibi ezi-yeti Allahu Teâlâ reddetti. Bu tür davranış-lar hayır işini bozar. Böylesi davranışlarda bulunmak Allah için değil insan kendisine şöhret sağlamak için veya herhangi bir men-faat temin etmeye yönelik olur. Ne yazık ki böyle yapmakla da Allah’a ibadet hususun-da şirk koşmuş olur. Allah ondan bu amelini kabul etmez. Bu nedenle Allahu Teâlâ diğer Müslümanlara dua etmek, onlara iyiliği gös-termek, incitici, kötü ve kaba söz söyleme-yip güzel söylemek, onları affedip Allah’tan onlara mağfiret dilemeyi arkasından eziyet

gelecek sadakadan daha hayırlıdır diyerek beyan etmiştir.

Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem bunu şu hadiste pekiştirerek şöyle buyurmuştur:

“Üç kişi vardır, cennete girmeyecektir: Anne babasının hukukuna riayet etmeyen kimse; içki düşkünü olan kimse; sadaka ver-diğinde başa kakan kimse.” (Nesâî)

Bunun manası; bunların günahları o ka-dar büyük ki sanki cennete giremeyecekler, çok azap çekeceklerdir.

Allahu Teâlâ zengindir, sadakaya muh-taç değildir. Sadakanın hayrı ancak sadık ve samimi niyete sahip olana döner. Allahu Teâlâ gökleri ve yeryüzünü yarattı, bunlar-da ne varsa hepsi O’nun mülküdür. İnsana rızkı veren de Allah’tır. Bu nedenle O muh-taç değildir. Allah sadece insanı imtihan edi-yor. İnsana rızık verdiği zaman ona diyor ki; sırf benim için sadaka ver, bu şekilde bana teşekkür etmiş olursun. İnsan bu şekilde ya-parsa imtihanı geçmiş, başarmış olur. Yoksa başaramayanlardan olup cehennemliklerden olur.

Allah hilm sahibidir. Bunun manası; he-men insana ceza vermiyor, tövbe etmesi için ona mühlet veriyor. Hilm sabrın en yüksek derecesidir. Allahu Teâlâ’nın sıfatlarından-dır. O kendisine karşı gelenlerin azgınlığını, kötülük yapanların kötülüğünü gördüğü hal-de onlardan intikam almakta acele etmiyor. Pişman olup tövbeleri etmeleri için fırsat ta-nıyor. Kendisine sığınanları boş çevirmiyor. Eğer tövbe etmeden bu hal üzere kalır ve bu hal üzere ölürse cehennemde azaba uğrar.

كالذي بالمن واألذى تبطلوا صدقاتكم ال آمنوا الذين أيها يا كمثل فمثله اآلخر واليوم بالله يؤمن وال الناس رئاء ماله ينفق صفوان عليه تراب فأصابه وابل فتركه صلدا ال يقدرون على شيء ا كسبوا والله ال يهدي القوم الكافرين مم

“Ey iman edenler, Allah’a ve ahiret gü-

Bakara Suresi 262-266. Ayetler

Page 80: KöklüDeğişim 71.Sayı

78Ağustos 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

nüne inanmadığı halde, insanlara gösteriş için malını harcayan adam gibi minnet ve eziyet ederek sadakalarınızı geçersiz kıl-mayın. Bunun durumu, üzerinde biraz top-rak bulunan bir kayaya benzer ki, şiddetli bir sağanak iner de onu kupkuru bırakır. Onlar, kazandıklarından bir şey elde ede-mezler. Allah kâfirleri hidayete erdirmez.” (Bakara 264)

Allahu Teâlâ, sadaka verilirken, Allah yolunda harcarken başa kakıp minnet ve eziyet etmeyi bu ayette kötüleyip yasaklı-ğını pekiştiriyor. Müminleri böylesi davra-nışlardan kesin şekilde nehyediyor. Böyle davranışta bulunanları Allah’a ve ahirete inanmayan, malını gösteriş için harcayanlara benzetmiş-tir. Bu benzetme pek ağırdır. Bunun manası; bu davranış, sadaka verirken ve Allah’ın uğrunda harcarken başa kak-mak, minnet ve eziyet etme-nin haram olmasından dolayı pek büyüktür. Çünkü göste-riş için malını harcayanların durumu kâfirlere benzetildi. Ayrıca böylesi bir davranış şuna benzetildi: Üzerinde biraz toprak bulunan kaya üzerine şiddetli bir sağanak iner fakat etki etmeyip onu kupkuru bırakır. Zira kâfirin sadakaları imana dayalı olmadığı için hiç sevabı yoktur. Aynen biraz toprak bulunan kayaya şiddetli bir sağanağın inip onu kupkuru bırakması gibidir. Kazandıkları yani verdikleri sadaka-ları boşa çıkıyor.

Kâfir insanlar kâfirlikleri üzerinde ısrarlı kaldıkları müddetçe Allah onları hidayete erdirmez. Fakat inanmayı düşünürlerse Al-lah onları imanı bulmaları için yardım eder ve muvaffak kılar.

İşte, “Allah kâfirleri hidayete erdirmez” ifadesinin manası budur. Oysa Allah insan-

ları zorla kâfirliğe sürüklemez, ancak O inan-malarını talep ediyor, iman etmeleri için on-ları zorlamıyor. Nitekim insan hidayet ve da-lalet kabiliyetine sahiptir. Allah bu kabiliyeti veya özelliği insanda yaratmış ve onu serbest bırakmıştır.

Allahu Teâlâ kâfirleri hidayete erdirmeye-ceğini, kâfirlerin kazandıkları amellerin boşa çıkacağını açıklarken buna minnet ve eziyet etmek üzere ısrarlı olanların sadakaları ve Allah uğrunda harcadıklarını da ekleyerek asla kabul etmeyeceğini bildirmektedir. On-lar boşuna harcıyorlar ve bu hal üzere olduk-ları müddetçe de hiç sevap kazanamayacak-lardır.

ابتغاء أموالهم ينفقون الذين ومثل ن أنفسهم كمثل جنة مرضات الله وتثبيتا مضعفين أكلها فآتت وابل أصابها بربوة فإن لم يصبها وابل فطل والله بما تعملون بصير

“Mallarını, Allah’ın hoş-nutluğunu kazanmak ve kendilerinde olan (imanı) sağlamlaştırmak için harca-yanların durumu ise, yük-

sekçe bir tepede bulunan, oraya sağanak yağmur isabet edince meyvelerini iki misli veren bir bahçeye benzer. Sağanak yağmur olmasa da orada bir çisinti vardır. Allah, yaptıklarınızı hakkıyla görendir.” (Bakara 265)

Bu ayette harcamak; sırf Allah’ın rıza-sı için, Allah’a tam inançla ve iman üzerine sebatlılık göstererek olması gerektiği vur-gulanıyor. Gösteriş içinse asla caiz değildir, kabul de edilmez. Daha doğrusu bu şekilde harcayan kimse günah işlemiş, boşuna pa-rasını harcamış olur. Nitekim sadaka, zekât vermek, Allah uğrunda harcamak birer iba-dettir. Yapılırken sırf Allah için olmalıdır. Burada Allah için niyet etmek temeldir. Sırf Allah’ın rızası için ve Allah uğrunda harca-

Bakara Suresi 262-266. Ayetler

Kâfir insanlar kâfirlikleri üzerinde ısrarlı kaldıkları

müddetçe Allah onları hidayete erdirmez. Fakat inanmayı düşünürlerse

Allah onları imanı bulmaları için yardım eder

ve muvaffak kılar.

Page 81: KöklüDeğişim 71.Sayı

79 KÖKLÜDEĞİŞİM - Ağustos 2010

yan müminlerin sevapları katlanır. Bu tepe üzerindeki bahçeye benzer. Zira tepe üzerin-deki ağaçlar daha verimli olur, güneş onlara daha çok yansır ve bol rüzgâr eser. Bu neden-le yağmur yağınca tepedeki toprak daha ve-rimli, meyvesi bol olur.

İşte, sırf Allah’ın rızası için yakîni kesin imanla verilen sadaka, Allah uğrunda yapı-lan cihad ve İslam daveti için yapılan har-camanın sevabı katlanır. Allahu Teâlâ bu şekilde harcayan kimseleri görüyor ve niyet-lerini biliyor. Müslüman Allah’ın kendisini gördüğünü ve niyetini bildiğini düşünerek hareket temelidir. Böyle olunca Müslüman sırf Allah’ın rızası için ve tam imanla işini yapar.

من تجري وأعناب نخيل من جنة له تكون أن أحدكم أيود ذرية وله الكبر وأصابه الثمرات كل من فيها له األنهار تحتها لكم الله يبين كذلك فاحترقت نار فيه إعصار فأصابها ضعفاء اآليات لعلكم تتفكرون

“Sizden biri arzu eder mi ki, hurma ve üzüm bağları bulunan ve içinden ırmaklar akan, ayrıca içinde meyvenin her çeşidi bu-lunan bir bahçesi olsun da, tam kendisine ihtiyarlık çöküp, küçük ve güçsüz çocukla-rının bulunduğu bir anda ateşli bir kasırga kopsun ve bahçesini kasıp kavursun? İşte Allah, ayetlerini, düşünesiniz diye böyle açıklıyor.” (Bakara 266)

İslam Hilâfet Devleti’nin ikinci Halifesi olan Hz. Ömer bir sefer sahabelere şunu sor-du: “Bu ayet kimin hakkında nazil oldu biliyor musunuz?” Dediler ki; “Allahüâlem/Allah daha iyi bilir.” Halife Ömer onlara kızıp şöyle dedi: “Biliyoruz veya bilmiyoruz deyin.” İbni Abbas; “Ey Emir-ul müminin! Bu ayet hakkında söyle-yeceğim vardır” dedi. Halife Ömer ona dedi ki; “Ey yeğenim! Onu söyle ve kendini küçük görme!” İbni Abbas dedi ki; “Bir amel hakkın-da misal olarak verildi.” Ömer dedi ki; “Hangi amele benzetildi?” İbni Abbas dedi ki; “Allah’a

itaat etmekle ilgili ameli yapan zengine benzer. Bu zengin Allah’a itaat ederek hayırlı işler yap-tı, bundan sonra Allah ona şeytanı gönderdi, bu adam aldanıp Allah’a isyan eden amelleri yapma-ya başladı. Bu şekilde bu zengin adam bütün yap-tığı itaatli amelleri batırıp haramla örtmüştür.” (Bu manada Buhari’den bu rivayet nakledilmiştir.)

Tirmizi ile Hâkim’in (Ebû Hureyre Radi-yAllahu Anh’dan) rivayet lerinde, Rasûl-i Ek-rem şöyle buyurmuştur:

“Kıyamet günü olduğu vakit Allahu Teâlâ (şekil, hareket, cihet ve mesafeden münezzeh oldu-ğu halde) hesaplarını görmek üzere kul larına tecelli eder. Kullarının tümü dizüstü çökmüş şaşkın ve peri şan vaziyettedir. İlk hesaba çağırdığı, Kur’an’ı ezberleyen hafızlar, Allah yolunda savaşıp ölenler ve zenginlerdir. Al-lahu Teâlâ okuyucuya:

“ Rasulüme indirdiğim Kitabı (Kur’an’ı) sana öğretmedim mi?” diye sorar. Okuyucu:

“Evet, öğrettin, ya Rab” der. Allahu Teâlâ:

“O halde bu öğrendiğin ile ne amel ettin?” diye sorar. Okuyucu:

“Gece gündüz senin rızan için okudum ve okuttum,” der. Allahu Teâlâ ona:

“Yalan söyledin, buyurur. Melekler de ona: “Yalan söyledin” derler. Allah:

“Belki bunları yaparken (Benim rızamı değil, halkın teveccü hünü arıyor ve) “falana ne okuyucudur?” denmesini istedin ve ha-kikaten de öyle dediler, buyurur. Zengin ge-tirir ve Allahu Teâlâ ken disine:

“Size, hiç kimseye muhtaç olmayacak şe-kilde, servet vermedim mi?” buyurur.

Zengin: “Evet, verdin, ya Rab,” der. Alla-hu Teâlâ:

“O halde sana verdiğim bu servet ile ne amel yaptın?” diye sorar. Zengin:

Bakara Suresi 262-266. Ayetler

Page 82: KöklüDeğişim 71.Sayı

80Ağustos 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

“(Senin rızan için) akrabamı görüp gözet-tim, fakir ve yoksul lara tasaddukda bulun-dum” der. Allahu Teâlâ:

“Yalan söyledin, buyurur. Melekler de:

“Yalan söyledin” derler. Allahu Teâlâ:

“Belki bundan yapmakla, “Falancı ne cö-merttir?” denmesini is tedin ve böyle de den-di, buyurur. Sonra Allah yolunda öldürülen ge tirilir, Allahu Teâlâ ona:

“Niçin öldürüldün?” diye sorar. Adam:

“Senin yolunda cihad ile emrolundum ve öldürülünceye kadar savaştım,” der. Allahu Teâlâ;

“Yalan söyledin,” buyurur. Melekler de;

“Yalan söyledin” derler. Sonra Allah:

“Belki “Falancı ne kahraman, ne cesur bir adamdır” denmesini istedin ve bu da dendi,” buyurur.

(Râvi Ebû Hureyre RadiyAllahu Anh diyor ki:) Sonra Rasûl-i Ek rem eli ile dizime vura-rak:

“Ey Ebû Hureyre, kıyamet günü yalın ate-şin ilk kaplayacağı bu üç sınıf insandır” bu-yurdu.”

Daha önceki ayetlerde Müslüman’ın salih amelini yaparken başa kakmak, minnet ve eziyet etmekle onu fesada uğrattığı açıklan-mıştır. Bundan sonrasında ise hayatı boyun-ca iyi amel yapan Müslüman’ın hayatının son döneminde kötülük yapmaya başlaması ile daha önce yaptığı bütün iyi amellerini yok etti bildirilmektedir.

Daha önceki ayette gösteriş için, minnet et-mek için harcayan Müslüman durumu önce iyi ameli yaptıktan sonra kötülük yapmaya başlayan kimsenin durumuna benzetiliyor.

İşte, Allahu Teâlâ misalleri verirken in-sanları düşündürerek kötülükten vazgeçirip iyilik yapmaya çağırıyor. Bu ayetteki misal

de insanın hali; hurma ağaçları, üzüm bağ-ları ve her tür meyveyle dolu olan, içinden nehir geçen bahçeye sahip olan kimsenin, yaşlandığında ateşli bir kasırganın gelip bu bahçeyi kasıp kavurarak elini boşa çıkarma-sına benzetildi. Bu yaşlı adamın zayıf zürri-yeti ve küçük çocukları vardır. Bahçesi yandı ve hiç mülkü ve malı kalmadı. Hem kendisi hem de çocukları aç ve perişan oldu.

İşte, Müslüman eğer belli döneme kadar salih amel yapıyor, Allah uğrunda harcı-yor, İslam için mücadele ediyor ve Allah’ın hâkimiyetini tesis etmek için çalışıyor, ondan sonra bütün bunlardan vazgeçip kendini dünyaya kaptırıyor, sırf malla mülkle meşgul oluyor, İslam davetini taşıyanların aleyhine çalışmaya başlıyor veya zalim yöneticilerin hükümetlerine katılıp küfür kanunları uy-gulamaya başlıyor veya kafir veyahut zalim rejimlerin lehine çalışmaya başlıyorsa ziyana uğrayanlardan olmuş olur. Maalesef geçmiş-te olduğu gibi bu asırda da böylesi insanlar mevcuttur. Bu nedenle Müslüman ölüm ge-linceye kadar hayır ve iyiliği yapmaya ve daveti yüklenmeye devam etmek için mü-cadele etmeye gayret sarfetmelidir. Kendini şeytan ve nefsin vesveselerinden korumak için mücadele etmelidir. Davada sebat etmiş diğer insanları bundan caydırmaya meylet-mesinler.

Nefisle mücadele etmenin manası; insan kendini haram işlemekten vazgeçirmek için mücadele ettiği gibi daveti yüklenmek ve za-limlere karşı çıkmak gibi farzları yerine getir-mek için de mücadele etmesi demektir.

Bakara Suresi 262-266. Ayetler

Page 83: KöklüDeğişim 71.Sayı
Page 84: KöklüDeğişim 71.Sayı