Upload
others
View
3
Download
0
Embed Size (px)
Citation preview
KUR'AN'! ANLAMA YOLUNDA KURAMER KONFERANSLARI - I
KURAMER
İstı:nbuJ 29 Mayıs Üniversitesi Kur'an Araşurmalan Merkezi Yayınlan
KURAMER Yayınları: 19 İlmi Toplantılar Serisi: 6
KUR'AN'I ANLAMA YOLUNDA KURAMER KONFERANSLARI - 1
Editör Prof. Dr. Yusuf Şevki Yavuz
Yayına Hazırlayan
Ahmet Baydar
İmla ve Transkripsiyon Aliye Uzunlar
Yayın Koordinatörü M. Turan Çalışkan
Kapak ve Sayfa Tasarımı Fınkan Selçuk ErtargiD
Basını ve Cild: Pasifik Ofset Cihangir Mah. Güvercin Cad. No: 3/1 Baha İş Merkezi A Blok Kat: 2 34310 Haramldere/İSTANBUL Tel: +90 (212) 41217 77 Sertifika No: 12027
Birinci Basım: İstanbul, Haziran 2017 ISBN 978-605-9437-13-4
© Her hakkı mahfuzdın.
Yayıncuun izni olmadan hiçbir yolla çoğaltılamaz. Kaynak gösterilmek şartıyla iktibas edilebilir.
KURA.MER İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi Kur'an Araştınnalan MerkeZi Kısıklı Cad. Haluk luıksoy Sok. No:4 Kat: 2 34662 OskOdar/istanbul Tel: 0216 474 08 60 / 1910 www.kuramer.org
Prof. Dr. Mustafa Öztürk Çukurova Üniversitesi ilahiyat Fakültesi Tefsir Anabilim Dalı.
IZur'an' ı Anlamada Tarihselciliğin İmkan1 Sınır ve Sorunları
Muhterem hocalarım, hepinize saygılarımı, sevgilerimi ve selamlarımı arz ederim. KURAMER bünyesinde Saygıdeğer Ali Bardakoğlu hocamızın anlat
tığı ilmi faaliyetler içerisinde ben de yer alıyorum. Benim de Kur'an-Mushaf Tarihi Bilim Dalı bünyesinde yazacağım bir bölüm var. Bir de Ömer Faruk
Harman hocamızın çalışma grubunda iki ayrı konuyla ilgili metin yazma sorumluluğum var. Sayın hocamız bizi tarihsellik konusunda bir sunum için davet etti; bu yüzden kendisine çok teşekkür ediyorum. KURAMER'dek.i diğer
saygıdeğer hocalarımıza da hürmetlerimi arz ediyorum.
Bilindiği üzere Kur'an ve tarihsellik meselesiyle ilgili tartışmalar Türk.iye'de netameli olarak başladı ve maalesef sağduyulu, serinkanlı yaklaşımla tartışılma fırsatı oluşmadan sonlandı. . Ben pu sunumda meseleyi, "Kur'an'ı
anlamaya katkısı nedir? BiZe sunduğu· .imkanlar nedir? Sınırları nerede başlar nerede biter? Sorunları nelerdir?" gibi sorular etrafında ve bana tanınan bir-iki saatlik süre zarfında ortaya koyamaya çalışacağım.
Evvela, tarihsellik meselesiyle ilgili tartışmaların Türk.iye'de ne zaman başladığına dair kısa bir arka plan bilgisi vermenin fayda olacağını düşünüyorum. Çünkü bu tartışmalar salt akademik düzeyde kalmadı, çok boyutlu ve sorunlu
noktalara da taşındı. Bildiğim kadarıyla tartışmanın özellikle İlahiyat camia-
10 Marc 2015, KURAMER
ff
231
ff KURAMER Konferansları - 1 232
sının gündemine oturması 1990'lı yılların ortalarına rastlar. Ben o tarihlerde
Samsun Ondokuz Mayıs Üniversitesi'nde yüksek lisansa yeı]l başlamıştım veya
başlamak üzereydim. Sanırım, 1995-1996 yıllarıydı; Bursa'da Kur'an ve Tarih
sellik üierine bir sempozyum yapıldı ve bu sempozyumda sunulan bildiriler
sonradan basıldı. Bildiğim kadarıyla tarihsellik tartışması bu yıllarda ivme ka
zandı. Daha öncesinde ise muhtemelen 1993'te Trabzon'da Mehmet Bekaroğ
lu, Ali Bulaç, Yaşar Nuri Özrürk, Ömer Çelik, Hayri Kırbaşoğlu gibi isimlerin
de katıldığı İslam düşüncesi sempozyumu düzenlendi. Aslında o yıllar İslarp. ve
modernizm tartışmalarının hız ka,zandığı yıllardı. Tarihsellik tartışması da bu
zamana denk düştü ve o gün bugündür Kur'an ve tarihsellik meselesi ile İslam ve modernizm tartışması birbiriyle sürekli irtibatlandırıldı ve sonuçta tarihsel
liğin bilindik İslam modernizminin farklı bir isim altında sunumu olduğun·a
yönelik bir algı operasyonu yapıldı. Çoğu kimsenin bilinçsizce iştirakçi olduğu
bu operasyon beni öteden beri rahatsız etmektedir. Tarihsellik ve tarihselcilik
meselesinde odak sayılan ve her tartışmada ismine atıf yapılan Fazlur Rah
man bile muhtelif makalelerinde Seyyid Ahmed Han, Muhammed Abduh
gibi isimler bağlamında İslam modernisderini kimi zaman ilkesiz yenilikçiler
olarak eleştirir. Fazlur Rahman'ın bu konuda söyledikleri gerçekten dikkat
çekici ve önemüdir. Hal böyleyken, biz hfila "tarihselcilik eşittir modernizm"
klişesinden vazgeçmemekteyiz. Tarihselci yaklaşımı benimseyenler ile moder
nist çevreler arasındaki yaklaşım farkını konuşmam esnasında bir-iki ayet ve
meseleyle örneklendirebiliriz diye düşünüyorum.
Tarihsellik meselesinin arka plan hikayesinde Fecr yayınlarının 1994'te
başlamğı· Kur'an'ı Anlama konulu sempozyum faaliyetlerinin önemli bir yer
tuttuğu şüphesizdir. Yaklaşık aynı tarihlerde Ankara Üniversitesi İlahiyat Fa
kültesi ve Bilgi Vakfı çevresinde meselenin hararetle tartışılmaya başlandığı
da söylenebiür. Tarihsellik meselesinde ilk muharrik Fazlur Rahman olsa ge
rektir. Fazlur Rahman'ın Türkiye'ye girişi ve tanınma süreci "İslam" kitabıyla
gerçekleşmiştir. Bu kitabın Türkçe çevirisi, sanırım 1980'de, askeri darbenin
akabinde yayımlanmış ve fakat İlahiyat camiasında makbul karşılanm~ş, da
hası bir çırpıda yokluğa mahkum edercesine dışlanmıştır. Buna karşılık İlber
Ortaylı kitabı Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde okutmuştur. Okutma niyeti neydi
onu bilmiyorum; ama bizim hassasiyetlerimizi paylaşarak okuttuğu kanaatin
de değilim. Fazlur Rahman'~ talebesi olmasından dolayı kitaba ilgili duymuş
Prof. Dr. Mustafa Öırürk ff 233
olabilir. Recep Tayyip Erdoğan'ın belediye başkap.ı olduğu dönemde İstanbul
Büyükşehir Belediyesi'nce düzenlenen İslam ve Modernizm Fazlur Rahman Tecrübesi konulu sempozyumda İlber Ortaylı'nın Fazlur Rahman'la hoca-talebe hukukuna dair bir bildirisi var, merak edenler o bildiri metnini okuyabilir.
Tarihsellik m!!selesinin ilk tartışma platformlarından biri de Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'dir. Bu fakülte kurulduğu günden itibaren özellikle
muhafazakar-dindar çevrelerin ve Kemalist-laikçi rejimden darbe alınış, onların hışmına uğramış, onlar tarafından aşağılanmış ve yıpranmış kitlelerin hep olumsuz algılarına mevzu oldu. Neyse, bu bahsi geçelim. Tarihselcilik tartışmasına taraf olan arkadaşların ilk olarak Ankara'dan çıkması ile Ankara İlah.i
yat'ın kuruluş felsefesi arasında bağ kuruldu ve sonuçta tarihsellik söyleminin aslında bir proje olduğu iddiası savunuldu. Oysa, bu meseleyle ilgili olarak ilmi
ve akademik ölçütler dahilinde yazıp çizen arkadaşlarımızın hasbiliğine yıllarca çok yakından tanık olmuş biriyim; mesela şu an burada bulunan, KURAMER bünyesinde yer alan ve tarihselcilik konusunda en sıkı ve özgün metinlere imza
atan Ömer Özsoy hocaya refakat eden biri olarak diyorum ki bugüne kadar , tanıdığım tarihselcilerin hepsini dert sahibi ve müslüman yürekli insanlar ola
rak gördüm.
Evet, bana göre tarihselcilikle ilgili en sıkı metinleri Ömer Özsoy hoca yazdı; bu konuda dışarıdan yazıp çizenler de oldu; ama bilhassa tefsirci ol
mamaları sebebiyle Ömer hoca kadar sıkı metinler üretmeyi başaramadılar. Tarihselcilik meselesinde fikir babası veya ilham kaynağı Fazlur Rahman olabilir; fakat Ömer Özsoy hoca Türkiye insanının anlayabileceği ve "Tarihsellik konusu bu toprakların diliyle raruşılsa acaba nasıl tartışılırdı?" sorusuna cevap
olmak üzere en iyi metinleri yazan isimdir. Özsoy hocanın konuyla ilgili birkaç makalesi var; ama oldukça yoğun ve şerhe muhtaç bir fikir örgüsüne sahip. Ne var ki Hoca özellikle Türkiye'den ayrıldıktan sonra bu alanda yazmayı bıraktı.
Türkiye'de tarihsellik tartışmasının rafa kalkma tarihi, ilginçtir. 2000'li
yıllara tekabül eder. Fakat 1990'lı yılların ikinci yarısında tarihselcilik fikrini en hararetli savunan isimlerin aynı zamanda İsl3.rniyat ve Ankara Okulu çev
resinden olması, bunun yanında İs13.rniyat'ın söz konusu tarihlerde en parlak günlerini yaşaması hasebiyle bu son yıllarda retrospektif bir okuma yapılarak tarihselcilik maalesef 28 Şubatçılıkla irtibatlandırıldı.
ff KURAMER Konferansları - I 234
İşte o gün bugündür isimleri tarihselcilikle birlikte anılanlar bu yafta ve etiketten bir tilrlü yakasını kurtaramadı. Bendeniz tarihselcilik kervanına son- · radan dahil olan biriylın. Ama bu kervana dahil olmam, "Ankara'da İslirniyat diye bir dergi çeyresi var; çok da popüler. Üstelik arkadaşlar da çok seviffili ve sıcak simalar. Ben de bunlara iştirak edeyim" şeklinde bir hesap kitap· netice
sinde vuku bulmadı.
Arka planda belki çoğunuza basit gelecek bir hikaye var. Çocukluk ve ilk gençlik yıllarında gayet saf duygularla Kur'an okur veya Kur'an'ın muhtevasma dair birçok şey duyardım. Mesela, İmam-Hatip Lisesi'nde Tefsir dersi okur
~uk. Muhammed sfıresinde, "sütten, baldan ve lezzetli şaraptan ırmaklar var cennette" gibi ayetler okuyoruz; Vakıa, Rahman, İnsan, Nebe' sfuelerinde ise billur kadehler, zencefil katkılı içecekler, atlastan minderler, çadırlarda iskan edilmiş, tomurcuk göğüslü, saklı inci gibi huriler tarzında ilginç tasvirlere kulak kabartıyoruz. Ben bir imam-hatip öğrencisi olarak Kur'an-ı Kerim'in bize
haynm ve ebka, yani dünyadaki hayatla kıyaslandığında mutlak surette hayırlı, üstelik geçici değil, kalıcı diye tarif ve tavsif ettiği uhrevi alemin bütün bu
mükafatlarını anlamaya çalışıyorum. Ama aynı zamanda Giresun gibi gök-der.iz masmavi, yer serapa yemyeşil bir coğrafyada yaşıyorum. O bildiğiniz, hay
ranlıkla temaşa ettiğiniz Ayder muadili yaylalara da sık sık gidip geliyorum ve isrer istemez çocuk aklımla, "Cennet acaba söz konusu ayetlerde anlatılanlardan mı ibaret ... Bundan öte, bunun fevkinde bir şeyler olması lazım"; "İnsanoğlu o pek değerli uhrevi alemde sonsuza dek boş boş duracak ya da sırf yiyip
içip yan gelip yatmakla mı vakit harcayacak?" düşünüp dururdum.
Bu konuda tatmin edici bir izah arardım. O günkü aklım ve donanı
mım, "Acaba bütün bu tasvirler, meselü'l-cenneti diye başlayan ayette de ifade edildiği gibi, sözgeümi cinsinden birkaç örnektir, yani cennetin nasıl bir yer olduğuna dair zihninizde az çok bir fikir oluşsun kabilinden ifadelerdir?" diye
düşünmeye kafi gelmediği gibi, böyle bir düşünceyi zihnimden geçirmekten bile ürkerdim. Yıllar sonra İslami Araştırmalar Dergisi'nin "Kur'an'ın Anlaşıl
.masında Yöntem Sorunu" başlıklı bir özel sayısına muttali oldum. Bu sayıda Ömer Özsoy isimli bir akademisyenin "Kur'an Hitabının Tarihselliği ... " baş
lıklı bir makalesini gördüm. Makaleyi okuyunca yıllar yılı zihnimde dolaşıp duran ve adeta uçuşan fikirlerin son derece düzenli, disiplinli ve aynı zamanda çok ustalıklı bir dille formüle edildiğine şahit oldum ve sonunda, "Onca zaman
Prof. Dr. Mustafa Öztürk ff 235
düşündüğüm ama bir türlü ifade edemediğim şeyleri işte bu adam anlatmış" ·dedim. Kısacası, tarihselciler kervanına ben böyle iştirak ettiın; ben bir proje değilim; ama hiç şüpheniz olmasın ki tarihselliği projelendirdim.
Hayat çizgimde, "sahrada kutup ayısına rastlamak" türünden çok garip ı:ecelliler vardır ve pu tecellilerin hemen tamamı da teşe'üm ve tetayyur kabi
lindendir. "Blbaht olanın bağına bir katresi düşmez; barin yerine dürr ü güher yağsa semadan" mısralarında az çok ifadesini bulan talihimden dolayı islimiyaı:
. çevresiyle tanışmamdan kısa bir süre sonra, bu dergi çevresi de Kur'an'ın " ... l.<aryetin baviyetin 'ala 'urUşiha" diye tasvir ettiği qeldeyi anımsatır hale geldi .
. ,Şimdilerde ise dergiden geçtik, o dergiye katkı verenler arasındaki gönül bağı · da maalesef kopuverdi.
İslimiyat'ın kapısına kilit vurulduğu günden beri tarihselcilikten pek ha; ber alınamıyordu. Ta ki çok yakın bir geçmişte, belki bundan birkaç ay önce
rnrciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'ne konferans için davet edilen sıkı Ehl-i · Sünnet'çi bir akademisyen, "Mustafa Öztürk hocanın televizyon ekranlarında
düzenli olarak program yapması ve bu sayede kamuoyunda tanınır olması se- , bebiyle tarihsellik ve tarihselcilik meselesi yeniden gündeme geldi" mealinde
bir tespitte bulunduğundan haberdar oldum. Buna göre tarihsellik meselesinin şimdilerde yeniden tartışmaya açılmasına ben sebep oldum. Ama siz de takdir edersiniz ki bu ikinci tartışmanın fitilini ben ateşlemedim; bilakis televizyon vesilesiyle daha.görünür ve tanınır hale gelmemin bilindik çevrelerde yarattığı
rahatsızlık fitili ateşlemek gibi bir işlev gördü. Ne var ki tartışmanın bu ikinci faslı da ilk fasılda yaşandığı üzere iyi niyetle meseleyi anlama çabasına değil, şahsımı ve savunduğum fikriyatı bertaraf etme amacına maruf olması hasebiyle
mukadder sonuç daha şimdiden belli.
Biraz uzun tutmak durumunda kaldığım bu girizgahtan sonra sadede geı lirsek, burada karşımıza çıkan en temel mesele, "Tarihsellik nedir?" sorusuna ".verilecek cevaba müstenittir. Öncelikle tarihselliğin Kur'an'ı anlamada bir yön
' Tem, bir metodoloji olmadığını söylem.eliyim. Metodoloji, telaffuz edildiği ka' dar içi kolay doldurulabilir bir kelime ve kavram değildir. Kaldı ki Tefsir Usulü bile gelenekte, bilebildiğim kadarıyla ilk defa Molla Feoari (ö.834/1431) ve Kafiyeci (ö.879/1474) gibi alimlerce bahis mevzu edildiği on dördüncü asırdan
bugüne, "Tefsir hakikaten bir ilim dalı mıdır, tefsirin kendine özgü müstakil bir usulü var mıdır?" diye tartışılagelen önemli bir konudur ki bizim burada
ff KURAMER Konferansları - 1 236
henüz sistematize edip çerçevesini çizemediğimiz tarihsellik konusundaki fık
riyaamızın bir usul ve metodoloji olarak değerlendirilmesiajn yanlış olacağını, .
tarihsellikle ilgili olgun bir usul iddiamızın bulunmadığını en baştan belirte
lim.
Kanımca, tarihselliik ve tarihselcilik Kur'an'ı anlama ve yorumlama ko
nusunda geleneksel kabullerle pek bağdaşmayan bir yaklaşun tarzı, farklı bir
perspektiftir. Dahası, "Kur'an-ı Ker1m şöyle de okunamaz mı? Böyle de anlaşı
lamaz mı?" şeklinde bir tekliftir; ama bu tek.lifte birtakım muğlaklıklar, sürpriz
denebilecek sonuçlara açık ve henüz tanımlanamamış alanlar bulunduğu da bir
gerçektir. Fakat şu da başka bir gerçek ki söz konusu muğlaklıklar ve tanım
lanmamış alanlar tarihselci yaklaşımı benimseyenlerden ziyade, tarih-üstücü
okumayı tercih edenlerle ilgilidir. Kendi aduna söylersem, benim zihnimde ta
rihselciliğin çerçevesi hemen tamamıyla çizilmiş ve netleşmiştir. Ancak içinde
bulunduğumuz ortamın elverişsizliğinden dolayı, bu tartışmaya ilgili duyanla
rın şimdilik "leb" demeden "leblebi"yi anlamaları ümit edilmektedir.
Tarihselliğin nereye kadar uzandığı ya da uzanacağı meselesi ciddi bir
merak konusudur. Kur'an'ın tamamı mı yoksa bir kısmı mı tarihsel sayılma
lıdır? Bilindiği gibi bugüne kadar tarihsellik tartışmalarında konu büyük öl
çüde Kur'an ahkamı ekseninde ele alındı, dolayısıyla bütün tartışma sürekli
olarak ahkamın geçerliliği ya da geçersizliği meselesine sıkışıp kaldı. Benim
nazarunda Kur'an'ın tarihselliği ahkimla sınırlı değildir. Yeri gelmişken şunu
belirtmeliyim ki "Türkiye'de tarihselcilik diye anılan bir ekol var. Bu ekolün
müttefekun aleyh kabulleri var" ve ben de bu akşam işbu tarihselci ekolün
sözcüsü ve temsilcisi olarak burada konuşuyor değilim. Benim burada anlat
maya çalıştığım tarihsellik ve tarihselcilik kendi tarihselciliğimdir; dolayısıyla
benden başkasını veya belli bir grubu, ekolü, okulu temsil vasfını haiz değildir.
Bu sebeple, sunum sonundaki muhtemel eleştirilerinizi şahsıma yönelt
meniz gerektiğini hususen belirtmem gerekir. Bir başkasının tarihselcilikle
ilgili yaklaşımı ve argümanları kuşkusuz farklı olabilir; dahası, herkesin tarih
selciliği kendinedir. Ancak bu meselede şahsuna yöneltilen eleştirilere bakıyo
rum, çok kere söylemediklerimi söylemişim gibi bir durumla karşılaşıyorum.
Öyle ki birileri kalkıp hem kendi zihninde kurduğu tarihselciliğe dayalı bir
iddianame hazırlıyor, hem de kendi iddianamesinden hareketle beni yargılıyor.
Bw:ıdan sonra artık kendi görüşlerimden dolayı yargılanayım diye Kur'an ve
Prof. Dr. Mustafa Özcürk ff 237
tarihselcilikle ilgili müstakil bir kitap yazmakla meşgul olduğumu bu vesileyle
belirtmek istiyorum.
Kur'an'ın tarihselliği konusundaki alan belirlemesi usıll-i selise kavra
mıyla ifade edilebilir. Sanırım Yusuf Şevki Yavuz hocanın Türkiye Diyanet
Vakfı İslam Ansikl.opedisi'ne yazdığı maddede de belir.tildiği gibi usıll-i selise,
Mu'tezile kelamcılarının "usıll-i hamse"sine mukabil Ehl-i Sünnet kelamcıla
rının ürettikleri bir kavram olarak İslam dinindeki üç ana esası veya üç temel
konuyu içerir. Klasik kelam kitaplarındaki ana planı da oluşturan bu üç esas,
ilaruyyat, nübüvvat ve sem'iyyat ya da başka bir ~fadeyle ulUhiyyet, nübüvvet
ve meaddan müteşekkildir.
Tarihselcilik konusunun bu üç temel konuyla da ilgili olduğu fikrine kai
lim. Ahkam meselesi tarihselliğin sadece bir kısmından, hatta belki de ayrıntı·
denilebilecek bir cüz'ünden ibarettir. Kanımca, daha esaslı ve önemli olan ko
nular ilaruyyat ve nübüvvat bahisleridir. Kelam ve tefsir tarihine bakıldığında,
özellikle ilahi sıfatlarla ilgili ayetler ekseninde üretilen farklı görüş ve yorumlar
masaya yatırıldığında, Kur'an'ın belki de farklı tarihselliklerde farklı tarihselci .
yaklaşımlarla yorumlanan pek çok ayetinin ulılhiyet meselesiyle ilgili olduğu
görülür. Bu bakımdan, "Tarihsellik ve tarihselcilik İslam geleneğine ya da
müslüman kültürüne ait bir kavram ve bir yaklaşım tarzı değildir. Gerçekte
tarihselcilik, "17-19. yüzyıllarda Batı dünyasında tartışılan tarih felsefesi ba
hisleri, doğa bilimleri ve tin bilimlerine özgü anlama yöntemleri, hermenötik
meselelerinden ödünç alınan ve aynı zamanda Batılıların kendi kutsal metin
lerine uyguladıkları tarihsel eleştiri yönteminden esinlenilen ve Kur'an'ın hür
metini haleldar edecek bir yaklaşımla -hişa- yorumcunun Allah'a psikanaliz
uygulamasını tecviz eden heretik bir eğilim ve yönelimden ibarettir" şeklinde
ki bilindik eleştiri tarzının fiyakalı bir retorik; ideolojik ve romantik bir rurum
olduğunu özellikle belirtmek durumundayım.
Bütün bunlar bir yana, insanlık ve kültür tarihinde hemen hiçbir düşün
ce tarzı salt muayyen bir medeniyetin kendi bağında ve bahçesinde yetişmiş
organik bir ürün mesabesinde değildir. Mesela, bugün Halku'l-Kur'an me
selesinden bahis açsak, bunun dahi bütünüyle bize ait bir mesele olduğunu
söyleyemeyiz. Kaynaklara bakarsaruz, bu meselenin Hz. İsa ve logos nazariyesi
gibi meselelerle ilişkilendirildiğine rastlannız. Kur'an'ın kelam-1 kaillm olduğu
fikrinden yola çıkarsanız, Yahudi geleneğinde Tevrat'ın kainat yaraulınadan
ff KURAMER Konferansları - 1 238
önce mevcut olduğu, hatta Allah'a danışmanlık yaptığı gibi inanç ve iddialarla da karşılaşırsınız. Keza efa.H ibad yahut kader gibi çetin m;selelerle ilgili fikri· inceleme yapoğınızda; bu meselelerin de başka din ve kültürlere ait unsurlar
taşıdığına tan~ olursunuz.
Binaenaleyh, tarihsellik söyleminde özgünlük iddiasında buluninamakla birlikte bu söylemin özgün olmadığı yönündeki iddia ve itirazlara da kulak asmıyorum. Bu vesileyle belirtmek isterim ki bendeniz tarihsellik konu
sunda oryantalist kaynaklardan birtakım argümanlar devşirip bunları kçndi kaynaklarımın terminolojisine uyarlamak gibi bir yola hemen hiçbir şekilde başvurmadım. Belki birileri böyle yapıyordur, bilemem. Ben tarihsellik konusundaki fikirlerimi, görüşlerimi, tezlerimi hemen tamamıyla kendi kaynaklarımızdan tedarik ediyorum; İslam ilim geleneğinde tarihsellik söylemi:_
nin gerekçelerine dair yeterli malzeme bulunduğunu biliyorum. Sözgelimi, tarihselliğin fikri dayanakları bağlamında İslam kelam geleneğine başvurulduğunda, Halku'l-Kur'an anlayışının tarihsellikle ircibadandırılabileceği kanaatini taşıyorum.
İlk bakışta, Halku'l-Kur'an anlayışının tarihsellik meselesiyle ne ilgisi var, diye düşünülebilir. Ancak kelimi açıdan "Kur'an nedir? Allah'ın kelam sıfatı
neye tekabül etmektedir?" gibi sorular dolaylı da olsa tarihsellik meselesiyle alakalıdır. Zira bu mesele temelde Kur'an'ın mahiyetine ilişkin bir kabulle irtibatlıdır. Kur'an'ın kadim veya hadis kabul edilmesi her ne kadar kelam alanına girse de iki farklı kabulün manoksal sonuçları Kur'an'ın tarih-üstü
veya tarihsel bir hicap olarak algılanması noktasına uzanır. Kuşkusuz, Halku'l-Kur'an tartışmasının ortaya çıktığı sosyolojik bağlam farklıdır; dolayısıyla bu tartışmanın arka planında bugün tartıştığımız tarihsellik gibi bir mesele
bulunmamaktadır. Her ne kadar Montgomery Watt, şayet yanılmıyorsam, İslam Diişiincesinin Teşek.kiil Devri adlı eserinde bu tartışmayı ahkimın tarihselliğiyle irtibatlandırmaya çalışsa da tartışmanın ortaya çıktığı zaman ve zeminde tarihsellik gibi mevzu yoktur. Daha açıkçası, Kad.i Abdulcebbar (ö.415/1025)
· el-Mıığrılde Halku'l Kur'an fikrini temellendirmeye çalışırken bunu tarihsellik namına yapmıyor; o meseleyi, "teaddüd-i kudema problemiyle yüzleşmeyelim, tevhide halel getirmeyelim" düşüncesiyle kelimi bir düzlemde tartışıyor. Ama biz tarihsellik meselesini birçok noktada pratik hayata da dokunan bir sorun olarak ele almamız gerektiğj.tü savlıyoruz.
Prof. Dr. Mustafa Öıtürk ff 239
Şayet itikadi bir peşin kabul olarak, Kur'aı:ı kadim bir kelamdır. Allah
kainatı yaratmadan önce kendi kendine fıkretmiş ve fikirlerini Kur'an diye
isimlendirip Levh-i Mahfuı'a kaydetmiş, kainatı yarattıktan sonra belki milyarlarca yıl beklemiş ve miladi yedinci yüzyılın başlarında ezeli varlığa sahip'
kelamını Hı. Peysaınber' e inzal etmiş olduğu ileri sürülürse, bu takdirde ta
rihsellik meselesi başlamadan bitmiş demektir. Bana öyle geliyor ki tarihsellik
karşıtlığı zımnen de olsa böyle bir Kur'an tasavvurunu içermektedir.
Tarihsellik söylemi her ne kadar Halku'l-Kur'an anlayışına doğrudan atıf
ta bulup bu anlayıştan argüman tedariki yapmasa da, işin başında Kur'an'ın
mümkün bir tarihsel kesitte, yani belli bir tarihsellik içerisinde vücuda gelmiş
bir kelam olduğunu söylüyor ve tam bu noktada tarihsellik söylemiyle Hal
ku'l-Kur' an fikri ister istemez kesişiyor. Netice itibariyle, tarihselliği Muteıi
le'nin Halku'l-Kur'an nazariyesine bağlamanın anakronizm olduğunu bilmekle
beraber, tarihsellik söyleminin "Kur'an nedir?" sorusunu, "Mahluk ve muhdes
bir kelamdır" diye cevaplayacağını belirtmek istiyorum.
Klasik tefsir ve fıkıh usulüne müracaat edildiğinde, tarihsellik söyleminin ,
bu usulden de kendine sağlam dayanaklar bulacağı şüphesizdir. Lütfen, endi
şelenmeyin, bu siyakta "Ama artık kabak tadı verdi" diyeceğinizi düşündüğüm
Necmeddin er-Tılfl ve Şatıbi gibi isimler ya da maslahat ve makasıd gibi te
rimlerden bahis açmayacağım. Kaldı ki aramızda bu konuları hakkıyla anla
tacak büyük hocalarımız var. Tefsir ve fıkıh usulünde tarihsellikle çok yakın
dan ilişkili gördüğüm nesh kavramını tartışmaya açmak istiyorum. Kur'an'da
neshin vaki olduğu bedahet düzeyinde açıktır. Bakara 106 ve Nahl 101 gibi
ayetlerde geçen nesh ve tebdil gibi kelimeler terimsel anlamda neshle ilgili ol
masa da Kur'an'daki birçok ayet nüıfil döneminde neshin vaki olduğunu bütün
açıklığıyla göstermeye kafidir. Ulemamız Bakara 106. ayette geçen "mô. nensab"
lafzmdan harekede, tıpkı sillelere ad koyar gibi, bu olgusal gerçeği nesh diye
adlandırmışlar. Nitekim biz de böyle yapmıyor muyuz, sözgelimi "li yetefe~~a
hu fi'd-din" ayetini bilindik anlamda fıkıha hamlediyor ve fıkhı da şeriat ve
ictihad bağlamında teknik bir terim olarak kullanıyoruz. Kimbilir belki de
emeğimiz ve mesaimiz feyizli olsun diye Kur'an kavramlarını tercih ediyoruz.
Nesh olgusu bize şunu gösteriyor: Allah ilk muhatapların içinde bulun
dukları ahval ve şeraite ya da moda tabirle konjonktüre göre toplumsal düzen
ve pratik hayatla ilgili hükümlerini değiştiriyor veya kimi zaman yeni bir hü-
ff KURAMER Konferansları - I 240
kümle öncekini ilga ediyor yahut yürürlükteki bir hükmün en azından kap
samını daraltiyor ya da kayıtlıyor. Bunun böyle olduğu &ün gibi aşikarken, ·
ilginçtir, modern dönemde nesh konusuna karşı genel bir mesafeli duruş veya
kimi zaman da çok ölçüsüz ve pervasız bir karşı çıkış söz konusudur. Gelenek
sel ilınl miras ve kabullere karşı ölçüsüz ve gayr-i ilmi bir eleştiri dili gelenekçi
çevreler tarafından asla affedilmediği halde, neshe yönelik her türlü eleştiri
karşısında bu çevrelerin suskun kalması calib-i dikkattir.
Niçin suskun kalınıyor? Çünkü neshi kabul etmek ister istemez tarih
selcilere koz vermek, dolayısıyla Kur'an'ın evrenselliği iddiasını tartışılır hale
getirmek riski içeriyor; haliyle nesh kıyasıya eleştirilirken, gelenekçi çevreler
fetiş kabul ettikleri geleneğin adamakıllı hırpalanmasına göz yiımulabiliyor.
Aslında başka konularda çok göz yummuyorlar; ama burada yumuyorlar. Peki,
bu modern çağda ortaya çıkan nesh karşıtlığı hangi saiklere dayanıyor? Bildi
ğimiz kadarıyla, geçmiş asırlarda Mı'.itezill müfessir Ebıl Müslim el-İsfahani (ö.
322/934) neshe karşı çıkmış, bundan dolayı da nesh meselesini mevzu bahis
eden hemen her ilim, Yahudilerin günah keçisi gibi, Ebıl Müslim'e az çok do
kundurup laf sokmuştur. Oysa Ebıl Müslim el-İsfahan! dahi "Kur'an'da nesh
yoktur" demiyor. Aksine Tacüddln es-Sübklnin (ö.771/1370) dikkat çektiği
gibi, nesh yerine tahsis demeyi tercih ediyor, ancak neshe konu olan ayetlerle
ilgili izahları şu veya bu şekilde yine neshe karşılık geliyor. Bu konuda Fah
reddin er-Razinin (ö. 606/1210) Mejatl&u'l-gayb'ta Ebu Müslim'den aktardığı
görüşlere bakılabilir.
Nesh meselesiyle ilgili olarak Cassas'ın (ö.370/981) el-Fu.Sul'ünü veya Se
rahsl'nin (ö. 483/1090) USuI'ünü açıp baktığınızda, "Kur'an'da nesh yoktur"
diyen kişinin kale alınmayacağı, hatta böyle . bir görüşü dillendiren kimsenin
müslümanlıkla ilişkisinin sorgulanacağı anlamına gelen ifadelerle karşılaşılır.
Fakat ne tuhaftır ki bugün "Kur'an'da nesh vardır" diyen kişinin Kur'an'a ve
İslam'a sadakatinden şüphe duyulur hale gelinmiştir. Peki, bu son asırda niçin
bu denli baskın bir nesh alerjisi zuhur etmiştir?
Kanımca bunun sebebi şudur: 18. yüzyılın sonlarından itibaren İslam me
deniyetinin dünya üzerindeki en büyük siyasi gücü konumundaki Osmanlı
devleti hızlı biçimde çökme sürecine girmiş ve I. Dünya savaşını müteakiben
tarih sahnesinden çekilmiştir. Bu durum topyekıln İslam ümmeti için tam bir
izınihlaldir. Özellikle 20. yüzyılın başlarında İslam dünyasının Hindistan ve
Prof. Dr. Mustafa Öztürk ff 241
Mısır gibi farklı coğrafyalarındaki müslüman ilimler ve mütefekkirler, "Biz bu
hale nasıl düştük? Bu umumi taahhur krizinden nasıl çıkabiliriz?" gibi hayat!
sorulara cevap ararken, İbn Haldun'un (ö.732/1406) vakti zamanındaki uya
rısına rağmen hem inkıraz ve izmihlali, hem de parlak ikbal ve istikbali diri ve dini düşünce zemininde açıklamaya çalıştılar. Oysa mesele din veya dinin
şu veya bu şekilde anlaşılması ve yaşanması meselesi· değildi. Eğer "batıl din"
vesilesiyle çöküş, hak din vesilesiyle yükseliş söz konusu olsaydı, Japonya ve
Japonlar tıpkı Sodom ve Gomore'nin yere batması gibi, okyanusun derinlik
lerine batması lazımdı. Ama bakın, Japonya, Almanya gibi ülkeler II. Dünya
savaşında perişan oldukları halde bugün maddi gelişmişlik açısından göz ka
maştırıcı ülkeler olarak oracıkta duruyorlar.
Ne var ki son dönem İslam dünyasında illin ve fikir sahibi olarak tanın~ pek çok isim, içinde bulunulan kötü durumu din temelinde izaha koyulup,
"Biz dini yanlış anladık, yanlış uyguladık. Zira Kur'an'da hata bulunmadığına,
Hı. Peygamber'den yalan sadır olmadığına göre bizi bu vahim hale yanlış din
tasavvuru düşürdü" diye hükmettiler. Ardından yanlış din tasavvuru bağla
mında en büyük bedeli geleneğe, gelenekte de en büyük bedeli Sünnet ve '
hadise ödettiler. Öze dönüp safİslam'ı yeniden keşfetmek adına Kur'an dışında
hemen her şeyi tasfiye ettiler. En nihayet sarahaten veya zımnen dinin ve dini
ahkamın tek kaynağı Kur'an'dır, demeye getirdiler, hatta kimi çevreler bunu
açıkça dillendirdiler.
Hint alt k.ıtasında Ehl-i Kur'an ekolü umumi krizden çıkış yolu olarak
İslam'ı salt Kur'an'dan üretme anlayışını benimsedi; Mısır'da ıslah-tecdit söy
leminin güçlü temsilcisi Reşid Rıza'nın yakın çevresindeki bazı isimler de slo
gan tarzında, "el-İslamu hüve'l-~ur'anu vabdeh" başlıklı makaleler kaleme alıp aynı söylemi dillendirdi. Bu söylem Mehmed AkifErsoy gibi isimlerce kısmen
yumuşak bir dille bizim coğrafyamıza nakledildi. Akif, "Doğrudan doğruya Kur'an'dan alıp ilhamı, asrın idrakine söyletmeliyiz İslam'ı" dedi. Türkiye öze
linde konuşursak, 1980'li yıllarda sonradan "Mealcilik" diye anılan bir dini
düşünce hareketinin ürettiği söylemle "Kur'an İslam"ı denilebilecek bir din
anlayışı kendine taraftar buldu ve bu anlayış o günden bugüne farklı tonlarda
savunulmak suretiyle varlığını korudu ki halen de korumakta, üstelik kendine
hatırı sayılır bir taraftar kitlesi de bulmaktadır.
Hint alt kıtasındaki Ehl-i Kur'an ekolünden Mısır'daki tecditçi Neo-Se
lefiliğe, Türkiye'deki Mealcilik hareketinden geniş yelpazeli "Kur'an İslam'ı"
ff KURAMER Konferansları - I 242
söylemine kadar bütün bu ekoller ve söylemler, içinde bulunulan modern durumu terakki addetme noktasında müttefik olmaları qasebiyle modernist karakterlidir. Modernistlikten kastımız, şimdiki zamanı kıymete bindirmek ve modern dı.µıımun dayatmalarına çok kere rıza halinde boyun eğmektir. Bu
hal ve tavır bir bakıma gelenekle ilişkiyi en başından koparmanın ve· geçmişe dönüp bak.mamanın neticesidir. Din alanında kaynak olarak sadece Kur'an'ın kalması gibi, zaman, mekan ve hafıza olarak da en değerli görülen şey, şimdiki hal ve bu hale uygun şey olsa gerektir. Haliyle, siz kalkar "Kur'an'da nesh vardır" derseniz, dinin kaynağını Kı.µ-'an'dan ibaret sayan ve Kur'an'ı asrın idrakine
söyletmeye çalışan bu çevrelerin, elinden oyuncağı alınmış çocuk misali tepki vermelerine şahit olabilirsiniz. Çünkü bu çevreler, Kur'an metili hariç, dini alandaki her şeyi silip süpürerek tercerniz etmişken, siz kalkıp "Kur'an'da nesih vardır" demekle bu çevrelerin elindeki tek tutamağa göz dilaniş hasım gibi algılanabilirsiniz.
Bu noktada, nüzfil döneminden on beş asır sonra Kur'an'ı lafız-beyan ekseninde salt metin olarak okuma ve anlamaya çalışma durumunda kalmakla
vahyin nazil olduğu vasacca hazır bulunma, ilahi hicabın doğrudan muhatabı olma ve Rasulullah'ın pratik tecrübesine tanıklık ederek bizzat onun rehber
liğiyle yaşama imkanı arasında büyük bir fark bulunduğunu hatırlatmak lazımdır. Kur'an vahyine ilk ve doğrudan muhatap olan sahabe nesli için nesih, hayatın içinde kavranan ve yaşanan, "dünkü hüküm şöyleydi, bugün niye değişti?" tarzında bir istifhama konu olmadan gayet tabii karşılanan bir olguy
du. Çünkü Kur'an sahabe için kendi hayat tecrübelerinden bağımsız, referans metni olarak kullanılan bir metin değildi. Hatta Hz. Peygamber'den ayrı düşünülen bir şey de değildi. Rasfilullah gün gelir, "Arkadaşlar, bugün şunu yapmamız gerekiyor" der, başka bir gün gelir, "Şöyle davranmamız gerekiyor" diye
başka bir turum ve davranışı salık verirdi. Çünkü Rasfilullah ve sahabe Kur'an vahyinin tarih ve insanlıkla buluşma vesilesiydi. Dolayısıyla ilk müslüman neslin kendi varlık ve hayat tecrübeleri ile vahiy bir bakıma memzuc olduğundan
Kur'an vahyini anlamanın karakteri de epistemolojik değil, oncolojik idi.
Sahabenin sahip olduğu imkiııa sahip olma şansımız ve i.mkanınuzın bulunmadığı malum. Çünkü vahyin nazil olduğu dönem ile kendi tarihimiz arasında on beş asırlık bir uzak mesafe mevcut. Bu yüzden, Kur'an'a epistemolojik
açıdan yaklaşmamız ve onu zihinsel olarak anlamaya çalışmamız bir bakıma
Prof. Dr. Mustafa Öztürk ff 243
kaçınılmaz. "Ey müminler! Birtakım şeyler hakkında yerli yersiz soru sorup durmayın; zira sorduğunuz şeyler siz açıklandığı takdirde, canınız sıkılabilir" mealindeki bir ayetin doğrudan muhatabı olan sahabenin konumunda olmak
ile bu ayeti yazılı bir metin olarak okuyup anlamaya çalışan biri olmak arasın- '
daki farkı herhalde takdir edersiniz. Bu sebeple, vahyin nazil olduğu dönemle bugünkü tarih arasındaki uzun zaman mesafesini yok saymamız imkansız; zira Kur'an bugün elimizde yazılı bir metin olarak bulunuyor; haliyle onu anlama
işine lafızdan başlamak icap ediyor.
Tekrar nesih meselesine dönersek, kaynakla,rımız Hibetullah b. Selame (ö.410/1019) gibi bazı alimlerin Kur'an'daki yüzlerce ayeti mensUh kapsamında değerlendirdiğinden söz ediyor. Ebu Bekr İbnü'l-Arab1 (ö.543/1148) bazı mü
fessirler ise seyHyeti diye anılan ve Mekkeli müşriklere yönelik bir ültimatom niteliği taşıyan Tevbe suresi 5. ayetin affedici davranmayı, hoşgörülü olmayı,
güzel bir üslupla tebliğde bulunmayı, sabırlı olmayı salık veren yüz küsur ayeti nesh, yani ilga ettiğini söylüyor. Bu örnekler abartılı buluna~ilir; haliyle bizzat Kur'an'dan nesihle ilgili bir-iki örnek vermek daha faydalı olabilir.
Birinci örnek, Mücadile sılresindeki necva sadakasıyla ilgili iki ayet. Bu
surenin on ikinci ayetinde, müminlere, "Peygamber'le özel olarak görüşüp konuşmak istediğiniz zaman, önce fakirlere yardımda bulunun" deniyor. Bir
sonraki ayette ise, "Peygamber'le özel görüşme yapmadan önce fakir-fukaraya yardımda bulunmak çok zor geldi, değil mi?! İmkan sahibi olduğunuz halde bunu yapmamanıza rağmen Allah sizi cezalandırmak yerine bu yükümlülüğünüzü kaldırdı." mealinde ifadeler geçiyor. Tefsir kaynaklarımız, Hz. Ali'nin
necva sadakası ayetiyle ilgili olarak, "Allah'ın kitabında benden önce kimsenin amel etmediği, benden sonra da kimsenin amel etmeyeceği bir ayet vardır. O ayet necva sadakasıyla alakalıdır." dediği, kendisinin Hz. Peygamber'le özel
görüşmesi için kısa bir süre necva sadakası verdiğini, daha sonra bir sonraki ayetin necva sadakası ayetini nesh ettiği bilgini aktarırlar.
Haddi zatında neshin ne demek olduğu, dahası tarihsellik söylemiyle Hz
Ali'nin nesih dediği şey arasında mahiyet farklı bulunmadığı hususunda necva sadakası ayetlerinden başka bir örneğe ihtiyaç yoktur. Kaldı ki Allah konuyla ilgili ilk ayette, Hz. Peygamber'le özel olarak görüşme öncesinde sadaka ver
menin müminler için en hayırlı yahut ~n azından pek hayırlı ve son derece nezih bir davranış olduğunu bildirmesine rağmen, bir sonraki ayette müminler
ff KURAMER Konferansları - I 244
için en hayırlı ve en nezih davranışı salık vermekten vazgeçtiğini belirtmiştir. Necva sadakasıyla ilgili ayetlerdeki hükmün günümüzde ,nasıl uygulanacağı ·
veya bu hükümlerin şlındiki zamandaki reel karşılığının nasıl saptanacağı gibi kritik meselele~ bir kenara, Allah'ın müminler için "en hayırlı" ve "en .İıezih" diye nitelendirdiği bir hükmü durum bağlamı değiştiğinde pekala değiştirdiği, dolayısıyla "en" niteliği taşıyan hükümlerin dahi tarih-üstü olmak şöyle dursun, belki birkaç günlük bir süre içinde ilga edildiği müsellemdir. Zira necva
sadakasıyla ilgili ayetler bundan başka bir şeye işaret etmemektedir. Kaynaklarımız bu sadaka hükmünün on gün, hatta aynı gün içinde birkaç saat uygulandığı, sonra uygulamadan kaldırıldığını bildirmektedir.
Kur'an vahyi Hz. Peygamber ve müminlerin hayat tecrübeleri hakkında doğrudan doğruya konuştuğu için, ilk hicap çevresinde değişen durumlar ve
şartlar dahilinde farklı müdahalelerde bulunması ve kimi hükümlerin askıya alınıp kiminin kaldırılması gayet tabii olsa gerektir ki birçok sahabe de bu durumu nesih diye ifade etmiştir. Biz de bugün içinde bulunduğumuz şartlara göre önceden aldığımız bazı kararları gözden geçirir, farklı tutum ve davra
nışlar sergiler, hayat olaylarına intibakırnızı böyle gerçekleştiririz ve değişime ayak uydurma reflekslerini çelişki ve tutarsızlık olarak değerlendirmeyiz.
Fakat gelin görün ki Hz. Peygamber ve sahabenin pratik hayatının çok kısa bir evresinde baş gösteren güncel bir soruna müdahale olarak nazil olan ve
bir süre uygulanıp sonradan ikinci bir ayetle kaldırılan necva sadakasıyla ilgili her iki ayet de elimizde.iki Kur'an metninde mevcut. Bu durumda cevaplanması gereken soru şu: Biz bugün bu ayetlerdeki hükmü hangi zeminde uygulamakla mükellefiz ve uygulamanın keyfiyetini nasıl belirleyeceğiz? İkinci kritik s~ru da
şu: Konuyla ilgili ayetten hangisini uygulayacağız ya da her ikisini aynı anda uygulamaya mı çalışacağız? Oysa ayetlerden ilki müminlere bir hüküm vaz ediyor; ikincisi o hükmü ilga ediyor. Bu durumda ilkin necva sadakasını kim için ve ne maksatla vereceksek vereceğiz; sonra da ikinci ayet mucibince sadaka
işinden vazgeçecek, böylece ilgili ayetlerle amel etmiş mi olacağız? Bu ifadelerimle meseleyi karikatürize ettiğim düşünülebilir; ancak tarihsellik söylemini geçersiz ve değersiz bulanlardan biri çıkıp bu iki ayetin bugünkü sosyolojide neye atıfta bulunduğunu, daha başka bir ifadeyle, pratik hayatımızda ne işe
yarayacağını "ama"sız, "fakat"sız biçimde izah etmelidir.
Kur'an'dan necva sadakasına benzer daha birçok örnek vermek mümkün;
~cak bu tek örnek bile aklıselim ve sağduyulu bir şekilde düşünme niyetinde
Prof. Dr. Mustafa Öztürk ff 245
olanlar için meram ve maksadımızın anlaşılmasına kafidir. Sahabenin Kur'an
ahkruruyla ilişkisi, özellikle de Hı. Peygaınber'in vefatından sonra vahiysiz ve
nebisiz bir hayata intibak keyfiyeti de tarihsellik meselesinin anlaşılmasına dair
önemli veriler içerir. Örnek vermek gerekirse, sahabüer Peygamber efendimi-·
ıin vefatından SOfl!a Beni Saide saçaklığmda ciddi bir.meseleyi çözüme kavuş
turmak için bir araya gelip müslürnan topluma kimin önderlik edeceğini ka
rara bağlamak istediler. Peki, bu toplantıda, sahabeden herhangi birinin bütün
bir müslüman toplumu yakından ilgilendiren hilafet meselesiyle ilgiü olarak,
"Ben şu ayete istinaden Ebu Bekr'in veya Ali b. Ebi Talib'in halife olması
gerektiğini düşünüyorum" gibi bir argüman ileri sürdüğünü biliyor musunuz?
Doğrusu ben bilmiyorum. Mezhepler tarihindeki bilindik geüşmelere bağlı
olarak İmamiyye Şiası'nın hilafet ve imameti itikadl bir meseleye dönüştürüp
kelam kitaplarında birtakım ayetlerle bu konudaki iddialarına argümanlar dev
şirmesi, Ehl-i Sünnet kelamcılarının da buna misliyle mukabele etmesi burada
anlatmaya çalışağımız konu açısından bahs-i diğerdir.
İslam toplumuna liderlik edecek kişinin tayini gibi son derece hayati bir ,
meselede sahabe "Bu meselenin halli için Kur'an'a başvuralım" demek veya
böyle düşünmek yerine, yirmi üç yıl boyunca Kur'an ve Hı. Peygamber'in
rehberliğinde ihraz edebildikleri müslümaın kimlik, müslürnanca perspektif ve
aynı zamanda Cahiliye devrindeki gelenekten tevarüs ettikleri uygulamalar ve
alışkanlıklar çerçevesinde kendi akılları, fikirleri ve siyasi stratejileriyle mesele
yi bir sonuca bağlamayı tercih ettiler. İşte bu bağlamda, "Halife Kureyş'tendir"
şeklindeki meşhur söz de Kur'an'dan veya Sünnet'ten değil, ihtilaf sorununu
çözmek ve mümkün mertebe uzlaşma zemini oluşturmak maksadıyla siyasi ve
stratejik bir formül olarak sahabeden sadır oldu. Böylece, halifenin ensardan
değil de muhacirlere mensup bir Kureyşü olmasının o günkü Medine sosyo
lojisinde daha toparlayıcı ve uzlaştırıcı bir misyon üstleneceği düşünüldü ve
ortaya çıkan sonuç da bu düşünceyle örtüştü.
Hz. Ebu Bekr'den sonra Hz. Ömer'in, ardından Hz. Osman'ın, daha son
ra da Hı. Ali'nin birbirinden çok farklı usullerle halife olduğu malum. İkinci halife arama, üçüncü halife biraz şaibeli bir komisyon kararı, dördüncüsü ise
bir nevi darbe atmosferinde halife oldu. Peki, bu hengamede yediden yetmi
şe bütün toplumu alakadar eden hilafet meselesinde Kur'an nerede kaldı? O
tarihlerde henüz hayatta olan ilk müslüman nesil bu kadar önemli ve hayati
ff KURAMER Konferansları - I 246
meselede doğrudan Kur'an ahkirnına başvurmayı niçin akıl etmedi? Çünkü sahabe Kur'an vahyinin devler, hilafet gibi meseleleri re~ tek tanzim ermek
gibi bir amacının buhınmadığını, dolayısıyla bu tür meselelerde konuşmadı
ğını, onun nihai amacının devlet başkanlığından alt düzey memurlu~ kadar
tüm alanlarda ahlak ve adalet ölçüsünü esas almayı temel vazife bilen bir fert
ve toplum inşa etmekle ilgili olduğunu biliyordu.
Bunun içindir ki başta Hz. Ömer olmak üzere diğer birçok ·sahabl, Hz.
Peygamber henüz hayatta iken tatbik edilen ve kendisinden beklenen amaç
ve işlevin gerçekleştiği de görülen bir dizi Kur'an hükmünü kendisinin halife
olduğu dönemdeki tarihsel ve toplumsal şartlar çerçevesinde yeniden değer
lendirmek suretiyle askıya aldı ve söz konusu hükümleri içeren ayetlerin lafıi
mucibiyle pek bağdaşmayan uygulamalara imza attı. Tarihsellik tartışmaların
da sıkça gündeme gelen bu uygulamalarla ilgili olarak, "Hz. Ömer'in icraatları
sizin anlatağınıı minvalde değil?" şeklinde klişeleşmiş bir itiraz söz konusu
dur. Bu durumda sormak lazım, "Mademki Hz. Ömer'in bilindik uygulama
ları Kur'an ahlclmının en azından askıya almak değildir; peki o zaman nedir,
Allah aşkına?"
Bildiğiniz gibi, Tevbe suresinin 60. ayeti inneme's-sada~fitii diye başlıyor
ve zekatın sarf mahallerini tek tek sayıyor. Bunlar arasında müellefe-i kulub,
yani gerek şerlerinden emin olunması, gerek gönüllerinin İslam'a ısındırılması
arzu edilen kimseler zümresi de zikrediliyor. Hz. Peygamber'in söt konusu
arzu ve beklentiyle birçok kişiye maddi yardımda bulunduğu, Hz. Ebu Bekr'in
hilafetinin ilk dönemlerinde bu uygulamanın yürürlükte olduğu bilinmekte
dir. Ancak Hz. Ömer halife Ebu Bekir'in müellefe-i kulub babında.iki .kişiye yaptığı tahsisata İsl3.miyet'in yayılıp güçlendiği, müslümanların kuvvetlendiği, dolayısıyla artık kendilerine ihtiyaç kalmadığı, aksi halde toplum içerisinde
asalak bir sınıf oluşacağı gerekçesiyle karşı çıkmıştır. Onwi ·bu siyasi-·kararı
hem halife tarafından onaylanmış, hem de sahabe nezdinde süktıô kına ile
karşılanmıştır. Bütün bunlar olup biterken, "Ama Tevbe suresi 60: ayet du
rumsal, dönemsel, süreçsel, tarihsel değil, evrenseldir" şeklinde· bir itiraz sesi
duyulmamıştır. Çünkü sahabe, söz konusu ayetteki müellefe-i kulfıbla ilgili hükmün belli bir sosyolojik konjonktür içinde, belli bi.ı:-· pratik sonuç almak
için konulduğunu, bu sonucun Hz. Peygamber döneminde •alındığını ibtida:en
anlamış ve kavramış durumdaydı. Çünkü o günkü tarihsel ·vasatta· olan' biten-
Prof. Dr. Mustafa Özcürk ff 247
!ere bizzat tanıklardı. Ama onlar Hz. Ebu Bekr. dönemindeki sosyolojide de yer
aldıklarından, Hz. Ömer'in, "Evet, ayet müellefe-i kuluba zekat gelirinden pay
verin diyor; ama bu hüküm Hz. Peygamber devrinde ürettiği müspet sonucu.
bugünkü konjonktürde üretmiyor" şeklindeki içtihadının .dayanağını da gayet
iyi kavramışlar ve _bu içtihadı genel kabulle karşılamışlardı.
İmam Matüricü (ö.333/944), hicri dördüncü yüzyılın ilk yarısında Hz.
Ömer'in müellefe-i kulub'la ilgili kararını, "ictihad yoluyla nesh" diye adlan
dırmıştır ki bu adlandırma tarihsellik söylemiyle anlatılmak istenen bütün her
şeyi iki kelimeyle özetler mahiyettedir. Öte yandan nesih. meselesinde Serah
sinin Usı'll'üne açıp bakın, İmam Matüricü ile aynı tarihlerde yaşadığı bilinen
Şafii ilim İbn Süreye de, "Kur'an ve sünnet kıyasla nesholur mu?" sorusuna,
"Neden olmasın, pekfila olur?" diye cevap vermiş, bir başka Şafii alim Enmati
(ö. 538/1143) ise, "Kur'an ve sünnet benzer kıyasla değil de, asıllardan istihraç
edilmiş kıyasla nesholur" demiştir. Kıyas nedir? Şariinin beyan ve bildirimi
min mukabili olarak en genel anlamda rey demektir. Rey ise naslar bağlamında
beşeri çabayla sonuca ulaşmak veya sonuç çıkarmak manasında ictihat faali- ,
yetidir. Ulema da kıyas, yani ictihacla Kur'an hükmünün nesh edilebileceğini
söylemiştir; bu görüşe şaz diyebilirsinizi~Doğrudur, bu bir şaz görüştür; ancak
bu bağlamda böyle bir görüşten söz etmem;:birçok noktada tarihsellikle aynı
kapıya çıkan birtakım görüş ve düşünceleriri , gelenekre de mevcut olduğunu
hatırlatmak istememdir.
Sırası gelmişken arz etmek isterim ki; t'.Kü.ı:'ıaiı:-ı Kerim'in şu şu hükümleri
içinde bulunduğumuz olgusallıkta dayanağıpı: ve · tatbik alanını kısmen veya
tamamen kaybetmiştir" şeklinde dile gecirdi@:m ve bu yüzden bazı çevrelerce
tekfir edildiğim görüş ve düşünceler dei:kl'al>ik :tefsir kaynaklarımızda mevcut
tur. Mesela, Ebu Bekr İbnü'l-ArabininAbkamu'l-~ur'an'ını açıp Mümtehine
sfıresi 10. ayetin tefsirine baktığµıızda'.şu.llginç ifadeyle karşılaşıyorsunuz:
if--iı t,G;g Ll,t;. ~pı ~ı),~t;)ı ~~ ~ p_ ~I ~ ıiA ~~J
Bu ifade, "Allah'ın bu ayetteki hükmü, ümmetin icma ettiği üzere o za
mana, hassaten o zaman ve zeminde meydana gelen olaya mahsustur'' diyor.
Aynı ifadeyi İbnü'l-Arabiden iktibasla Kurrubinin tefsirinde de bulabilirsiniz.
Cassas'ın Af;lkamu'l-~ur'an'ın da ise bu görüşü de tazammun eden daha geniş
bir açıklamaya rastlayabilirsiniz:
ff KURAMER Konferansları - I 248
Bir diğer örnek, "Ey Müminler! Sahip olduğunuz köleler ve cariyeleriniz
ile henüz ergenlik çağına ulaşmamış aile fertleriniz günün şu üç vaktinde, sa-·
bah namazından önce; öğleyin soyunup dökündüğünüz zaman ve bir de yatsı namazından sol).fa yanınıza girmek için izin istesinler. Çünkü bu üç vakit sizin
için özel/mahrem zamaınlardır." mealinde ifadeler içeren Nfu sfı.resi 58: ayetteki
hükmün tatbik edilip edilmeyeceği hususunda "~d iehebe l:ıukmüha", yani "bu
ayetin hükmü gitti/bitti" diyen İbn Abbas'tan menkul ifadelerdir.
Bilhassa Al:ı1clmu'l-I,<.ur'an türü eserlerde geçen rivayete göre bir grup Iraklı müslüman İbn Abbas'a gelip, "Hane halkının mahremiyetinin açıkta veya
. korumasız olduğu üç vakitte izin isteyerek eve girilmesi gerektiği hükmünü
içeren ve fakat bu hükmü hiç kimse tarafından tatbik edilmeyen ayet hakkında
ne dersin?" diye sorunca İbn Abbas şu mealde bir cevap vermiştir: "Vaktiyİe müslümanların evlerinde kendilerini başlarından gizleyecek perdeler, örtüler
yoktu. Bundan dolayı kimi zaman ev sahibi eşiyle birlikteyken bir köle, cariye
içeri girebiliyor ve bu durum ciddi sıkıntıya yol açıyordu. İşte bu sebeple, Allah
üç vakicce köleler ve cariyeler ile çocukların izin isteyerek içeri girmelerini em
recci. Ama Allah zaman içerisinde müslümanlara mahremiyerlerini koruyacak
perde, örrü gibi maddi imkanlar nasip etti ve böylece söz konusu problem
kendiliğinden çözüldü. Bu yüzden ben de bugün ayetteki hükmü uygulayan
birini görmedim."
Bu tür özel örnekler üzerinden tarihsellik söylemi inşa ermek gibi bir hedef
gözetmediğimi, bilakis tarihselliğin türedi ve aynı zamanda heretik bir yaklaşım
tarzı olduğu iddiasının mesnetsiz olduğunu göstermek istediğimi belirtmeliyim.
Tarihsellik söyleminin bugün Kur'an'a karşı düpedüz bir tehdit ve saldırı gibi
algılanmasının genelde dünyanın farklı coğrafyalarında, özelde bu topraklarda
yaşayan müslümanların küresel siyasi 'konjonktürdeki zayıf ve güçsüz konumu
ve dolayısıyla küresel düzeyde yersizlik-yurtsuzlukla çok yakından ilişkili bir
özgüven kaybından kaynaklandığını düşünüyorum. Müslüman fakihlerin or
taçağlarda darulharb, darulislam, ehl-i zimme ve zimmllik gibi meseleleri hu
kuki açıdan tanımlama ve tatbik mevkiine koyma hususunda sergiledikleri öz
güveni dikkate aldığınızda, ne demek istediğimi kuşkusuz daha iyi anlarsınız.
Klasik fıkıh kitaplarında darulislam ve zimml gibi kavramların nasıl ele alınıp
tanımlandığına bakın; özellikle zimmilere ait sosyal ve siyasal yükümlülükler
j<apsamında, ata veya cins develere binmemek, binekleri süslememek, mo-
Prof. Dr. Mustafa Öztürk ff 249
del ve renk bakımından müslümanlardan farklı giyinmek, sakal bırakmamak,
mühürleri Arapça kazdırmamak, müslümanlann kullandığı lakap ve künyeleri
kullanmamak, gayri müslimlik göstergesi olarak kolye takmak, zünnar kuşan-.
mak, evlerini müslümanlara ait evlerden daha yüksek evler yapmamak gibi
kurallara bakın, g~çmişteki özgüvenimizle bugünkü özgüvensizliğimiz arasın
daki büyük farkı ve bu farkın bizi ne şekilde düşünmeye zorladığını daha iyi
kavrarsınız.
Günümüzde, sözgelimi Batı dünyasını darulislam, Batılıları ehl-i zimmet
olarak tanımlamak kimin haddine, isterseniz tanımlayın, kimin umurunda.
Oysa Kur'an, Ehl-i Kitab'ı müslümanlara cizye, yani baş vergisi ödemekle mü
kellef kılıyor, dolayısıyla Yahudiler ve Hıristiyanları bir çırpıda zimmi kılıyor.
Bazı hadisler Mec6sileri, bazı fakihler de Arap· müşrikler dışındaki tüm gayr-i
müslimleri zimmilik kapsamına dahil ediyor. Bütün bu ictihatlar ve uygula
malar bir tek ayete, Tevbe sillesi 29. ayete refere ediliyor. Bildiğiniz gibi, bu
ayet elimizdeki Kur'an metninde mevcut bulunuyor ve evrensellik. mucibince
tatbik edileceği zaman ve zemini bekliyor.
Hadi buyurun; tatbike koyulun. Biz bu ayetteki hükmün mensuh değil,
muhkem olduğunu, menatının asla kaybolmadığını söyleyip duralım ve ta
rihüstülükten dem vuralım, bu meyanda söylediklerimiz modern dünyanın
olgusallığında hiçbir sahici anlam ifade etmiyor. En fazla, bilindik icaz ede
biyatı gibi, hamaset ve ideoloji kokan boş ve kof bir retoriğe tekabül ediyor.
Haliyle, 'Kur'an'ın bu hükmü tarihsel değil, tarih-üstü ve evrenseldir" mot
tosuyla başlayıp ama ve fakat diye devam edilen ifadeler bu tartışmanın hiçbir
yerinde bulunmuyor, laf kalabalığından başka bir işlev de görmüyor. Kaldı ki tarihsellikten söz açıldığında, hop oturup hop kalan birçok müslüman, pratik
hayattaki siret itibariyle, "Allah ne buyurursa buyursun, biz bildiğimizi okur,
bildiğimiz gibi yaşarız" dercesine ve gayet konformist biçimde modern duruma
intibak ediyor.
Toplumsal düzen ve hukukla ilgili Kur'an ahkamının her zaman ve ze
minde uygulanmak için vaz edildiği, nüzw döneminde olduğu gibi bugün de
aynen tatbik edilmesi gerektiği fikrinde dürüst ve samimi olanlar, geçmiş ta
rihsel tecrübede en azından hadlerin uygulanması konusunda niçin isteksiz
davranıldığını sorgulamak, ayrıca bugün bu hükümlerin uygulanmamasının
derin rahatsızlığını duymak mecburiyetindedir. Ancak gözlemlediğim kada-
ff KURAMER Konferansları - I 250
rıyla evrensellik iddiasını sahiplenen çevrelerde böyle bir rahatsızlık emareleri pek göriilme~ekte, ~atta destek noktasında dini referanshµ-a atıfta bulunulan·
bir siyasi iktidarın Kur'an'.da büyük bir günah ve suç olduğu bildiri_lip kesin cezas; düzenlenen zina fiilini suç olmaktan çıkaran bir yasaya imza armasını sorgulama ihtiyacı bile hissedilmemektedir.
Gelinen bu noktada, "Kur'an ve tarihselciliğin alanı, sınırları nedir?" meselesine değinmek, Kur'an'ı tarihselci yaklaşımla okuma ve anlamaktan
kasumı belirrmek ve böyle bir yaklaşımın İslam ve müslümanlığını asale.cine ters düşüp düşmediği meselesini değerlendirmek suretiyle konuşmamı bitir-
. mek istiyorum. İlkin, tarihselliğin alan ve sınırlarını ulılhiyyet, nübüvvet ve mead olmak üzere Kur'an'ın üç temel konusunu da kapsadığını .ifade etmeliylın. Ullıhiyyet konusundan başlayalım. Kur'an'ın en remel konusu ulılhiyye~,
yani cevhid inancıdır. Bu inanç bizim değişmezimiz, sabit ilkemizdir. Nitekim Kur'an'ın en tavizsiz biçimde anlattığı konu tevhid ve bunun karşm olan şirktir. Tevhid bizim remel sabitemiz olduğu halde, bırakın Mutezile ile Ehli Sünnet
gibi birbirine muhalif mezhepler arasındaki anlayış farkını, başlangıçta Ehl-i Hadis veya Ehl-i Sünner-i Hassa diye bilinen, sonraki dönemlerde Eş'arilik ve Matüridilik diye iki ayrı kol olarak ekolleşen Ehl-i Sünnet bünyesinde dahi
sahih Allah rasavvurunun nasıl olması gerektiği hususunda ciddi görüş ve anlayış farkları bulunduğu müsellemdir. Allah'ın sıfatları gibi en remel ve sabit bir inanç alanında nasıl oluyor da Ahmed b. Hanbel ve Ebu Said ed-Dariml
gibi Ehl-i Sünnet-i Hassa ya da Selefiyye ilimleri, (~pı J_::; ~ff) gibi bazı ayetlere atıfla, "Allah'ın gökte bulunduğuna inanmak yerine O'nun her yerde hazır ve nazır olduğunu söyleyen ve böyle bir inancı dillendiren kimse zındıktır, Cehmidir, tövbeye davet edilir, tövbe ermediği takdirde öldürülür. Üstelik müslüman mezarlığına da defuedilmemelidir" diyebiliyor?
Hicri 3. asrın Ehl-i Sünnet inancında her yerde hazır ve nazır olan Allah
inancına reva görülen muamele bu! Peki, nasıl oluyor da o asırdaki zındık ya . da kafir inancı bugünkü Ehl-i Sünnet kelamında sahih Allah tasavvuru haline gelebiliyor? Evet, ben "men fi's-semfil" ayetini Fahreddin er-Razi ve diğer Sün
ni müfessirler gibi anlamayı tercih ediyorum. Yani sema, gök kelimesini yü
celik, kudret, saltanattan kinaye olarak tevil ermek istiyorum. Allah'ın gökte mekan tuttuğuna inanmak, sorunlu geliyor bana. Muhtemelen buradaki M
zirlın da böyle inanmayı ve ilgili ayeti böyle anlamayı tercih ediyor. Ama bizim
Prof. Dr. Mustafa Öztürk ff 251
bu inancımızı Ahmed b. Han bel' e arz etseniz, "Kardeşim, siz zındıksınız" derdi
bize. Çünkü kendisinin er-Red 'ale'l-Cehmiyye adlı eserinde, tam da bizim gibi bir Allah tasavvuruna sahip olanlara, "Cehmf' ve "Zındık" dediği kayıtlıdır. .
Peki, tevhid inancı sabit olduğu halde, Allah tasavvurunda bu denli ra
dikal değişiklikler . nasıl izah edilebilir? Bunun en makul izahı zarf ve mazruf ayırımı çerçevesinde yapılabilir. Mazruf sabit, zarf değişkendir. Bu bağlamda mazruf, Cenab-ı Hakk'ın tek gerçek mabud olarak varlığı, bütün mevcudatın rabbi, efendisi, seyyidi, maliki olması, bizim de O'na her daim hamd ve şükür
borcumuzun bulunmasıdır. İşte hiçbir zaman değişmeyip sabit kalan mazruf budur. Ancak Allah bu mazrufu, Kur'an'da Arabi bir zarfla ortaya koymuştur. Arabi zarftan maksat, Kur'an vahyinin nazil olduğu zaman ve zemindeki Arap toplumunun algı ve idrak dünyasıdır.
Allah kendine ait sıfatları bu tarihsel algının sınırları ve kalıpları içinde anlattı. Burada söz konusu olan sınır ve sınırlılık Allah'la değil, O'nun iletişim
kurduğu insan ve dille ilgili bir sınırlılıkru. Allah insanı hitabına muhatap kılmak isteyince tenezzül buyurdu; yani meramını ve mesajını Arap diliyle ve ,
Arapların idrak seviyesine indirgemek suretiyle ortaya koydu. Kendine özgü varlık dünyası içerisinde konuşsaydı mesajının bize ulaşma imkfuıı söz konusu olmayacaktı. Kur'an'daki nüzul, inzal, tenzil gibi kelimelerin ifade ettiği anlam
ilahi ve aşkın olan mesajın tarihsel düzlemle buluşması, beşeri idrak düzeyine indirgenerek içkinleşmesidir. Bu sebeple, Kur'an'daki dil mutlak, kadim bir dil değil, belli bii beşeri tecrübe ve geleneğin, belli bir tarihin, belli bir kültürün dilidir. Bu yüzden dil, Heidegger'in ifadesiyle, varlığın meskeni, Arap dili de
Arabi varlığın meskenidir. Biz dil deyince genellikle insanlar arasında iletişim imkanını sağlayan bir araçtan söz ediyoruz veya dil olgusunu bu denli basitleştirerek kavrıyoruz. Oysa biz bugün merhum Mehmed Akif'in Çanakkale sa
vaşıyla ilgili şiirini okuduğumuzda bu şiirde salt mısradan, kafiyeden, lafızdan, anlamdan çok daha derinlere inen, yüreğimize işleyen, hayalimizi süsleyen, acılarımızı depreştiren birçok şeyin varlığım hissediyoruz. "Bir hilal uğruna, ya rab, güneşler batıyor" mısramı okuduğumuzda, bu ifade bizi ecdaduruza,
bu topraklar için dökülen onca şehit kanına ya da milli ve manevi duyguların mecmuuna götürür. İşte dil batınl veçhesiyle de böyle sihirli, gizemli bir şeydir. Ama gelin görün ki biz Kur'an'daki Arabi dili ancak lafız-beyan ekseninde bir bilgi nesnesi olarak kavrıyoruz; bu dilin duygusal anlam boyutuna pek
muttali olamıyoruz.
.. KURAMER Konferansları - 1 252
Allah kendini Kur'an'da Arap dilinin hem tarihsel, hem kültürel, hem de duygusal çağrışımlarıyla birlikte anlatıyor. Mesela, kenı:lisine sık sık "Rab"
diyor; bizi de "abd" ve "ibad" diye niceliyor. Rab derken, bir yand~ seyyidlik ve malikliğini belirtiyor, bir yandan da Kureyşli müşriklerin deizmi anımsatan tanrı tasavvurlarını nefyediyor. Bilindiği gibi müşrik zihniyette, tarihe, topluma ve insanın ahlaki yaşantısına müdahil olmayan bir tanrı tasavvuru mevcut.
Müşriklerde Allah inancı var mı, var. Kainatı Allah yarata mı, evet, O yaram. "Peki, Allah'ın insana hayatında yeri ve etkisi var mı, yok! Bizim mukadderatımızı tayin eden varlık, Allah değil, dehr, yani felektir. İşte böyle bir tanrı
tasavvurunun insan ve toplum hayatında sahici bir karşılığı bulunmadığından, Allah, müşrik Arap coplumunun örfünde, geleneğinde ve gündelik hayatında çok önemli bir yer tutan kölelik kurumuna ait iki kelime seçiyor. Bunlardan ilki rab, yani efendi; diğeri abd, yani kul/köle.
Bu iki kelimeye metaforik bir anlam yükleyerek kendi kudretini, sal
tanatını, hakimiyetini ve dolayısıyla insanların hayatına müdahil olduğunu ifade ediyor. Daha ziyade geç dönem tefsir kitaplarına ve Kur'an lügatlarına
baktığınızda, rab kelimesinde terbiye, eğitme, yetiştirme anlamının ön plana çıktığı görülüyor. Oysa Fatiha suresinin tefsiri bağlamında Taberi'nin tefsirine bakın, "terbiye" değil, seyyidlik ve maliklik vurgulanıyor. Belli ki terbiye içeriği, "muslih" anlamından üretiliyor. "Seyyid" ve "Malik" kelimeleri ilahi
hükümranlık ve otoriteye karşılık geliyor. Allah'ın otoritesi, "Ben insanın hayatına girer, müdahale ederim" şeklinde karşılık bulur. İşte Allah tarih, toplum ve insanla sıcak ve diyalektik ilişki tarzını "rab" kelimesiyle anlatıyor. Rab
sıfatının mana ve mefhum itibariyle bir Rasulullah'a ve Müslümanlara, bir de müşriklere bakan boyutu vardır. Müşriklere bakan boyutu ikaz, ihtar, tehdit çağrışunlıdır. Sözgelimi (t.L, t.L. lıilı.J ~) <:~.J) ayetinde bu anlam boyutu baskındır. Buna karşılık {j.i lA.J ~j &~) lA) ayetinde, koruyup kollama, destek
olma, sahip çıkma vurgusu mevcuttur.
Görüldüğü gibi, Kur'an'da Allah'ı niteleyen kelimelerin özgün anlamlarında dahi çok belirgin bir tarihsellik, yerellik ve bağlamsallık söz konusudur.
Bu kelimelerin ilk hitap çevresindeki muhatapların zihin ve duygu dünyalarında yoğıın etki yarattığı kuşkusuzdur; dolayısıyla Kur'an'daki anlamın psikolojik boyutu da söz konusudur; ancak bu anlam boyutunun keşfi öncelikle nüzfil vasatındaki tarihselliğin · keşfedilmesine bağlıdır.
Prof. Dr. Mustafa Özcürk ff 253
Bu vesileyle belirtmem gerekir ki Kur'an meali çalışmamı tarihselci yaklaşımla telif ettim. Ayetleri meallendirirken klasik tefsirlerdeki rivayet malzeme
sinden, İbn İshak ve İbn Hişam gibi müelliflerin kaydettikleri siyer bilgisinden istifadeyle nüzw vasatında yaşanan hadiselere muttali olup oradaki insani tec
rübeyle mümkün ~errebe duygudaşlık kurmaya çalıştım. Bu sayede Kur'an'la daha sıcak bir ilişki kurduğumu, bu ilişkinin sadece zihinsel değil, aynı zamanda duygusal boyutlu olduğunu kavradım. Çünkü bu tarz bir anlamada Kur'an bir metinsel obje olmaktan çıkıp her birimizin hayatında karşılık bulan gerçek ve çarpıcı bir tecrübe olarak bize ayna tutar hale gelmektedir. Kur'an,
Hı. Peygamber ve ilk müslüman neslin tarihi tecrübesiyle iç içelik arz eden hikayesinden yalıtılmış tarzda, salt lafız-beyan ekseninde izaha muhtaç bir me
tin olarak algılandığında, her türlü ideolojik okumaya ve istismara açık olarak oracıkta duran bir metne dönüşüyor. Bu algıdan yola çıktığınızda, Kur'an'a ne kadar güzellik atfederseniz atfedin; sürekli olarak "Kur'an mübindir, mucizdir, şöyledir böyledir" derseniz deyin, ondan manevi bir lezzet almanız pek müm
kün olmuyor. Emin olun, abdest alıp rahleyi önünüze çekip teberrüken okuduğunuzda Kur'an'dan alacağınız manevi lezzet, onu sair metin olarak anlama
ve açıklama çabasından çok fazladır. Yoksa böyle tablet çözümler gibi tefsir faaliyetleriyle Kur'an'dan feyiz ve bereket hasıl olmuyor. Manevi lezzet, feyiz ve bereket için Hz. Peygamber'in yaşadığı tecrübe ile Kur'an mesajının birbiriyle
buluşrurulması! bu ikisinin birbirinden asla ayrışnrılmaması gerekiyor.
Ullı.hiyyet meselesine tekrar dönersek, bu konuda sabit ve değişmez nitelikli olan husus nedir sorusuna, "Allah'ın varlığı ve birliği inancı sabit" diye cevap verilebilir. Lakin gerek kelamı kaygılar ve tartışmalar, gerek felsefi mü
lah:ı.ıalar sebebiyle belli bir dönemdeki Allah tasavvuru başka bir dönemde problemli hfile gelebil.ir, bu durumda yeni bir tasavvur oluşturmak gerekir. Biz biliyoruz ki İmamü'l-Haremeyn Cüveynlden (ö.478/1085) itibaren haberi
sıfatlar konusuyla ilgili ayetlerin tevilinde bir bakıma Mutezile'nin yaklaşım ve yorum tarzı Ehl-i Sünnet geleneğinde de dikkate alırunış, hatta arş, istiva, yed, ityan, meci gibi haberi sıfat ayetleri Muteıili perspektife uygun biçimde
yorumlanmışar. Cüveyni ön plana çıkmış, İbn Teymiyye de özellikle Cüveyni üzerinde durmuştur. Ehl-i Hadis ve Selefiyye ekolü, ''. .... 4::s:ll_, •r _,ı..... .. ı_,:.... ~ı ~~ ~ Jl_;..Jı_, ~ı_, "'! .J'<-'jl_, ,J #." dedi ve meseleyi hallettiğini düşündü. Ama bir noktadan sonra görüldü ki "istiva malum, keyfiyeti meçhul" demekle prob-
ff KURAMER Konferansları - I 254
lem halledil~iyor. Aslında Selefiyye'nin arşa istiva konusundaki kilişesi, tabir
caizse topu raca arm?-1< gibidir. Zira istivanın ne demek .olduğunu biliyoruz, ama Allah nasıl istiva ediyor, onu bilmiyoruz; bu meseleyi sorup ~idat çıkar
mayın, demeken azından bana göre topu taca atmaktan farklı değil. Bu mese
leyi sormayın, deseniz dahi insan sormadan, düşünüp tartışamadan edemiyor,
sonuçta problem bir şekilde çözüm bekliyor ve az çok ikna edici bir şeyler
söylemek gerekiyor.
İşte tam bu noktada tevil kaçınılmaz olarak devreye giriyor. Tevil, Kur'an
vahyinin kendi tarihsel nüzfil ortamındaki mesajlarını başka t,arihsellikJer-
. de akrüelize etme, güncelleme ve aynı zamanda nüzfil döne~nde problem
oluşturmayan bir hususun başka bir dönemde problem oluşturmasını bertaraf
etme faaliyetidir. Bilindiği gibi İslam geleneğinde iki normatif ilimden biri
fıkıh, diğeri kelamdır. Fıkıh pratik hayatın ihtiyaçlarıyla ilgili teviller üretir
ken, kelam itikadi, fikri ve felsefi problemlerle ilgili teviller üretiyor. Tefsir ise bu iki normatif ilim dalına bir nevi tedarikçilik yapıyor, temelde tarihi bilgiye
dayaiı olarak işlenmeye hazır ham madde temin ediyor. Bir bakıma tefsirci un
deposu gibi, fıkıhçı undan simit, açma yapıyor, kelamcı da aynı undan daha
asli bir ihtiyaç olarak ekmek yapıp satıyor.
Aslında bugün tarihselciliğin netameli bir mesele olarak algılanması tef
sir, fıkıh, kelam gibi ilimler arasındaki hiyerarşinin ve alışveriş düzeninin neredeyse tamamen bozulması ve herkesin her işi yapması problemiyle alakalıdır.
Osmanlı'nın son dönemde Manslı.rizade Said, Seyyid Bey, Ziya Gökalp ve daha
birçok ismin fıkıh ve usul-i fıkıh çerçevesinde tartıştıkları konulara baktığı
nızda, bugünkü tarihsellik meselesinden çok daha muhataralı olduğunu anlar
sınız. Ama mesele fıkıh alanında tartışıldığından, "Kur'an elden gidiyor" gibi
bir vaveyla koparılmamıştır. Kanımca, İslami ilimJer arasındaki bu anarşinin
başlıca sorumlularından biri İslam modernizminin Kur'an merkezli İslam algısıdır. Kur'an İslam'ı denen şey, tabir caizse baş belasıdır.
Burada bir itirafta bulunayım. Tefsir akademisyenlerinin pek çoğu bu
gün itibariyle kendi faaliyet alanının sınırlarını, işinin nerede başlayıp nerede
bittiğini bilmemekte, haliyle sınırları belirsiz bir alanda her şeyden birazcık
bilen, ama hemen hiçbir meseleyi tam manasıyla bilmeyen bir tipoloji olarak
. temayüz ermektedir. Niçin böyle oluyor? Çünkü Kur'an'ı açıyor, sözgelimi
Prof. Dr. Mustafa Öztürk ~ 255
karşısına abdest ayetinde ercülekümlercülikü.m meselesi çıkıyor ve kendisini bu
meseleyi fikhl açıdan çözmekle mükellef hissediyor. Kehf slıresini açıyor, bu
defa Ashab-ı Kehf veya Zülkarneyn'in tarihi kimliğini araştırmaya yöneliyor-,
Nlır slıresini açıyor, başörtüsü ve kendiliğinden görünen ziynet meselesini
. hükme bağlamaya çalışıyor. Yetmiyor, arşa istivayı, miras taksimi ve ferilzi,
hasılı bütün her meseleyi çözmeyi kendine vazife ediniyor. Tefsir akademisye
ninin bu kadar geniş bir alana hakim olması mümkün mü? Elbette mümkün
değil; her şeyden önce bilgi ve donanım yeterli değil. Üstelik çalışma şevki ve
enerjisi de kafi değil.
İlahiyat fakültelerimize tefsir araştırma görevlisi olarak atanan gençlerin
birçoğu, bırakın Fıkıh Uswü okumayı Celaleyn hacminde bir klasik tefsir eseri
bile okumadan çıkıp gelmiş durumdadır. Bu kişi üç-dört sene boyunca dok-·
tora çalışması yapsa ne kazanır ki? Bu kısa sürede ne kadar bilgi ve donanım
sahibi olabilir ki? Belki çalıştığı konuya az çok hakimdir; lakin o konuyu dahi
yazdığı teze bakmaksızın anlatmaktan da çok kere acizdir.
Bu istitrattan sonra tefsirin mahiyeti meselesine dönersek, tefsir, Kur'an'ın
nazil olduğu vasata ait olan çe.kirdek ve tohum mesabesindeki asli ve tarihi
manayı arayıp bulmak ve ortaya koymakla ilgili bir ilmi faaliyettir. Tefsir bu
anlamı ortaya koyduktan sonraki iş, kelam ve fıkıh gibi normatif ilimlere ait
tir. Kısacası, tefsir gerek bilgi kaynakları, gerek amaçları itibariyle her şeyden
çok tarihle ilgilidir. Bilindiği üzere hayat geriye bakarak anlaşılır, ileriye ba
karak yaşanır. Tefsir geriye bakıp anlamaya, fıkıh ve kelam ise ileriye bakarak
yaşamaya dair ilimlerdir.
· Tefsirde bir diğer önemli husus, s!ret ve Sünnet'tir. Hemen belirtelim ki
tefair, s!ret ve Sünnet'ten ayrı bir kulvarda icra edilebilecek bir ilmi faaliyet
değildir. Bilakis tefsir ile siyer birbirinin refakatçisidir. Ama gelin görün ki
İslamı ilimlerin teşekkül sürecinden sonra, malum edille-i şer'iyye hiyerar
şisi oluştu; böyle bir hiyerarşi oluşması belki de zorunluydu. Niçin? Çünkü Hz. Peygamber ve ilk müslüman nesil tarih sahnesinden çekilmiş, ikinci nesil
müslümanlar Kur'an vahyiyle yazılı bir metin olarak karşılaşmış, Sünnet'i de
büyük ölçüde rivayetyani geçmişteki yaşanmışlığın hikayesi olarak devralmış
tır. Kur'an ve Sünnet müslümanlar için tartışmasız otorite olduğuna göre bu
iki otoriteye başvuru kaçınilmazdır.
ff KURAMER Konferansları - I 256
Kur'an iki kapak arasında yazılı bir metin, Sünnet de "hadis" mecmualarına dercedilmiş bir rivayet malzemesi haline geldikteq. sonra dilli kaynak hiyerarşisinde Kur'an-Sünnet bütünlüğünün ayrışmaya dönüşmesi ve· çok kere
birbiİ-inden bağımsız iki ayrı kaynak olarak telakki edilmesi bir bakıma kaçınılmaz olmuştur. Üstelik Sünnet, şemsiye kavram olmaktan çık.ip merffı,
mevk:Cıf, makru gibi kategorilere ayrılan hadis rivayetlerine indirgenecek düzeyde anlam ve alan daralmasına maruz kalmıştır. Oysa Sünnet, çok geniş an
lamlı olmanın yanında tarihsellik meselesiyle de yakından ilişkili bir kavramdır. Nitekim Fazlur Rahman da buna sık sık atıf yapmaktadır. Daha açıkçası, Sünnet, Hz. Peygamber'in tabir caizse ilahl vahiyle eşgüdüm halinde bilfiil icra edip ilk müslüman nesle yaşayarak gösterdiği, öğrettiği dini-ahlaki rehberliğin bütününü ifade eder. İlk müslümanlar Kur'an'da vazedilen İslami hükümler,
değerler ve öğretileri bizzat Hz. Peygamber'in tatbik ve temsiliyle öğrendikleri 23 senelik zaman dilimi içerisinde müslümanlıkla ilgili bir kimlik, kişilik ve genel zihniyet ve perspektif oluşturdular ve bütün bu kazanımları pratik hayata
taşıdılar. Kısacası, Hz. Peygamber'in rehberliğinde İslamiyet denilen dinamik bir gelenek, yaşayan sünnet tecrübesi ortaya koydular. Pratik hayatın seyrinde
bu dinamik gelenek ve Sünnet çok kere Kur'an vahyine takaddüm ediyor, Musa Carullah'ın Kitabii's-Siinne'sinde belirttiği gibi, vahiy genellikle Sünnet'i bilahare tescil ve teyit ediyordu.
Halbuki biz bugün malum edille-i şer'iyye hiyerarşisinden hareketle,
nüzfıl döneminde de Kur'an vahyinin ilk sırada ve pratik hayatın önünde yer aldığını düşünmekte, hatta belki de Hz. Peygamber ve sahabenin her adımı atmak için ayet beklediğini tasavvur etmekteyiz. Dahası, nüzfil dönemindeki tecrübeyi ve Kur'an-Sünnet ilişkisini, tabir caizse, ses ve görüntü kaydeden ci
hazlardaki "play-pause" butonlarına basar tarzda yaşanan bir hayat gibi telakki etmeye teşneyiz. Buna göre her safhada ayet beklenecek, derken ayet gelecek, ardından Hz. Peygamber ve sahabe harekete geçecek. .. Oysa ne o zamanki ne
de bugünkü tarihsel düzlemde hayat böyle yaşanmadı, yaşanmıyor. Kaldı ki her an talimat bekleyerek yaşama imkanı da bulunmuyor.
Nüzfıl dönemindeki tarihsellikte vahiy ile yaşayan Sünnet ve dinamik gelenek arasındaki diyalektik ilişkinin boyutlarına vukuf açısından Hz. Ömer'in muvafukatı son derece önemlidir. Bazı hadislerde "ilahl ilhama mazhar olan
. kimse" manasında "muhaddes" diye anılan Hz. Ömer'in muvafakatından çıkan
Prof. Dr. Mustafa Öıcürk ff 257
sonuç, bir müslümanın ilahi vahiydeki külü mana ve maksadı pekala anladığı,
yani Allah'ın Hz. Peygamber vasıtasıyla ilettiği mesajlarının insan, toplum,
tarih sahnesinde neyi amaçladığını kavradığı gerçeğidir. Muvafakatla ilgili ha- .
disler ve rivayetleri incelediğinizde, Hz. Ömer'in birçok kez Hz. Peygamber'le
fikir alış verişinde. bulunduğuna, birçok meselenin çözümünü vahye havale
etmeksizin, "Ey Allah'ın Raswü! Şu meseleyi şöyle halletsen veya şu konuda
şöyle bir tedbir alsak" gibi teklifler sunduğuna tanık olursunuz. Bu tekliflerle
ilgili olarak muhreliHyetler nazil olmuş ve Hz Ömer'i onaylamıştır. Diğer bazı
sahabilerin görüş ve tekliflerini onaylayan ayetler de nazil olmuştur.
Hz. Ömer'in halifelik döneminde tatbik mevkiine koyduğu müellef-i
kulub ve zekat payı, sevad arazisi ve ganimet meselesi, hırsızlık suçunun cezası,
üç talak meselesi, kitabi kadınlarla evlilik ruhsatının askıya alınması gibi bir
çok meşhur ictihadı işte bu muvafakat kavramında ifadesini bulan ilahi vahyin
külli maksadını kavrama bilincinin pratik hayattaki tezahürleridir. Bu durum
sadece Hz. Ömer için değil, diğer birçok sahabinin hayat tecrübesi için de ge
çerlidir. Bunun içindir ki İmamü'l-Haremeyn el-Cüveynt fıkıh usulüyle ilgili ,
el-Burhan adlı eserinde': "U. ...,~ ":JJ .ı.~ ":JIJ ~...11 ı.Şİ)l ,y- öJ.)L:. u. Jl:.Pİ ~ 01
J"'l#IJ ./ J...a:J~", yani sahabe, tabi un ve daha sonraki neslin rey ile amel üzerinde icma ettiklerini, onların fetva ve kazil hükümlerinin onda dokuzunun
ayet ve hadislerin açık anlamlarıyla ilgisinin bulunmayıp salt reye dayandığını
belirtmiştir. Bu çarpıcı ifade, sahabenin pratik hayatı tanzim ve meselelerin
çözümünde Rasulullah'ın rehberliğinde kazandıkları müslüman kimlik, kişilik ve dünyaya, eşyaya bakı_ş perspektifiyle yol aldıkları gerçeğini teyit etmektedir.
Kur'an'daki hükümler ve beyanlardan bir kısmının zarf, bir kısmının
mazruf niteliğinde olduğu, mana ve mesaj yönüyle bu iki kategori arasında
eşdeğerlilik bulunmadığı kuşkusuzdur. Bu husus, Kur'an'daki ayetler arasında
fazilet farkı var mı yok mu şeklindeki bir tartışma çerçevesinde İslam ule
masınca da vurgulaıimışrır. Hatırladığım kadarıyla Eş'ari kelamcısı Halimi,
İmam Gazzill, Kurrubl ve bilhassa İbn Teymiyye ayetler arasında fazilet farkı bulunduğunu savunmuştur. Gazzill Cevahiru'l-~ur'an adlı eserinde, "Şayet
benim bu görüşüme itibar etmiyor ve 'Ben mutlak otoriteden sadır olan görü-
[Bk. cl-Cuvcyni, Ebü'l-Mc'fili 'Abdulmclik b. 'Abdullah (ö.478/1086), el-Burhan fi 'USiı
li'l-F~ (nşr. Salal) b. Mul)amıned b. 'Aviı;la), I-II, Beynir 1418/1997. II, 15.]
ff KURAMER Konferansları - I 258
şü dik.kare alırım, diyorsan, o zaman Rasıllullah'ın hadislerine bakıver, diyor ve ardından ornek veriyor. Rasulullah, "İhlas süresi, Kur'an'ın üçte birine mu- · adildir" buyurmuştur." Bu demektir ki Mesed süresi mana ve mesaj açısından
İhlas süresiyle eşdeğer değildir. Aslında Kur'an'daki bazı ayetlerin ve sürelerin, sözgelimi, Fatiha, Yasin süreleri ve Ayetü'l-Kürsi gibi ayetlerin faziletli olduğunu kabul eden herkes, Kur'an ayetleri arasındaki fazilet farkını da zınınen kabullenmiş oluyor. Kaldı ki cenaze, taziye, mevlid gibi vesilelerle Kur'an'dan
bir bölüm okunduğunda da genellikle kısas, zina, hirabe, zıhar, ila, talak, iddet, miras gibi hukuki meseleler .veya müşriklerin şirk inançları ve ritüelleriyle ilgili ayetler değil, iman ve ahlak temalı ayet grupları tercih ediliyor. Vakti zamanında İmam Hatip lisesindeki tefsir derslerinde de Hucurat süresinin işlendiği malumdur. Çünkü bu sürede bahis konusu edilen hususlar, ağırlıklı
olarak, her birimizin hayat tecrübesinde karşımıza çıkan ve belki de herkesten önce kendi kendimizle hesaplaşmamız gerektiğini vurgulayan ahlak! faziletler ve rezilederle alakalıdır.
Kur'an'daki beyanların zarf-mazruf ya da tarihsel ve tarihüstü şeklin
deki kategorik ayrımı uhrevi filem meselesinde de söı konusudur. Örneğin, Kur'an'ın cennetle ilgili tasvirlerini ele alalım ve fakat bu konuyla ilgili ifade
lerimi, lütfen, karikarürize etmek şeklinde algılamayın. Bilindiği gibi özellikle Mekki süreler cennetle ilgili detaylı tasvirler içerir. Bu tasvirlerin hemen ta
mamı, dinlenme, istirahat, yeme içme ve tabir caizse yan gelip yatmak ve keyif çaanakla ilgilidir. Buna mukabil, Medeni süreler bu tür tasvirler içermemekte, çok kere cennet, "derelerin çağıldadığı yemyeşil bahçeler/cennetler" mealindeki klişeyle özetlenmektedir. Nüııll döneminin son sathalarında nazil olduğu bilinen Tevbe süresinin 72. ayetinde ise Adn cennetlerindeki güzel meskenler
den bahsedildikten sorua, ~f ~ı ~ 0ı_;...;:. ~.J ifadesiyle, Allah'ın hoşnutluğunu kazanmanın bütün her şeyin fevkinde, her şeyden değerli olduğu belirtiliyor. Mekki ve Medeni sürelerdeki cennet tasvirlerinin kemiyet ve keyfiyet açısın
dan farklılık arz etmesi, bir gelişmeye işaret ediyor. Bu gelişmenin bir yönü müslümanların içinde bulundukları maddi şartlarla, diğer bir yönü de manevi şartlar ya da hamlıktan olgunluğa doğru mesafe alınmasıyla ilgilidir. Kur'an kendi nüzfıl süreci içerisinde okunduğunda, bu durumu tespit etmemek müm
kün değildir. Ama gelin görün ki gelenekte ve günümüzde Kur'an aynı anda gökten zembille inmiş ve her bir ayeti birbiriyle eşdeğermiş gibi okunuyor. Bu
Prof. Dr. Mustafa Öztürk ff 259
tarz bir okuma çok kere zihin ve idrak körlüğüne sebebiyet veriyor.
Kur'an'ın cennetle ilgili beyanları tarihselci nazarla okunduğunda, zihinde
şu tür istifhamlar oluşuyor: (1) Mekl<l slırelerdeki detaylı tasvirler Medeni
slırelerde niçin yer alınıyor? Dinin en temel üç unsurundan birini oluşturan
mead konusundaki . ayetler niçin Mekke ve Medine dönemlerinde aynı dil,
üslup ve yoğunlukta bahis konusu edilmiyor? (2) Kur'an dünyevi hayatı büyük
ölçüde oyun, eğlence, lehviyyat diye tanımlanırken, üstelik sayısız insan ve
müslürnan Kur'an'ın oyun ve eğlenceden ibaret saydığı bu dünya düzleminde
ahlak, erdem, fazilet, adalet gibi değerler uğruna · mücadele verirken bütün
bu mücadelelerden hasıl olan sevabın, öbür alemde baş ağrıtmayan şaraplar,
kadehler, tahtlar, köşkler, vildanlar ve çadırlarda iskan edilmiş huriler şeklinde
tadat edilmesi ve dolayısıyla bu dünyadaki hayatla kıyaslanması gayr-i kabil
düzeyde kıymetli olduğu belirtilen uhrevi alemde ve hayatta sırf yiyip içip eğ
lenmeye endeksli bir mükafat vaat edilmesi tuhaf değil midir?
Bütün bu hususlar cehennemle ilgili tasvirler için de geçerlidir. Öncelikle
cehennem kelimesinin Yahudi gelenekteki ge-hinnom (hinnom vadisi) ve şeol
gibi kavramlarla ilgili olduğunu hanrlatmak gerekir. Kavram semitik geleneğe
ait olmakla birlikte, dari, zakkıım, ğıslfn, rıtı'isii~-şeyı1tfn gibi cehennemdeki
azap unsurların çoğu hususen Hicaz coğrafyasından seçilmiştir. Daha açıkçası,
"tf.-~ ~ '1:, ~ '1c:?0-; '1! fı;.1? ~,, ayetinde geçen t}ari' bitkisinin
ya.but zakkum ağacının' veyahut zürka'nın bizde semiyotik/sembolik bir kar
şılığı var mıdır? Yok. Peki, neden yok? Çünkü bütün bunlar Arap kültürüne
aittir. Ben "şeytan başı" dediğinizde ürken biri değilim. Çünkü şeytanın başı
na dair bir algun yok. Dolayısıyla korkum da yok. Nitekim bebek de yılandan
korkmaz, ama yılanın korkunç bir hayvan olduğunu öğrettiğinizde ve yılan
sokmasını tecrübe ettiğinde korkar. Ben dari' denen bitkiden de ürkmem;
çünkü bunun ne tür bitki olduğunu bilmem; şayet çölde deve gütseydim ve
devenin bu dikenli bitkiye hiç yanaşmadığını görseydim, o zaman cehennemde
neyle karşılaşacağımız hususunda fikir sahibi olurdum. Sonuç olarak, Kur'an'ın
Arap toplumunun zihniyet ve pratik hayat kodlarına atıfla tasvir ettiği cen
net ve cehennem gerçekten bu tasvirlerle özdeşmiş midir yoksa söz konusu
tasvirler ve temsiller üzerinden bir fikir vermeye mi yöneliktir? İşte zarf ve
mazruf ayrımı tam bu noktada tebarüz etmektedir. Tarihsel zarf, söz konusu
tasvirlerdir. Tarihüstü mazruf ise, "tahayyül gücünüzle mutlu olmanın azami
ff KURAMER Konferansları - 1 260
sınırlarını düşünün ve uhrevi alemde bu sınırların çok ötesinde bir mutluluğa mazhar olacağınızı b~n. Aynı şekilde, acı çekmenin, aza,p içinde µılemenin azami sınırlarını tahayyül edin ve uhrevi alemde kafirlerin haf~alaya sığmayacak düzeyde . ağır bir azaba mahkfun olacaklarını bilin" şeklinde formüle edilebilir. Buna göre Kur'an Ra'd süresinin 35. ayetindeki meselü'l-cennetilletl
vıt' ide'l-mütte~ün ifadesinden de anlaşılacağı gibi cennet ve cehennemi bütün boyutlarıyla tarihüsrü bir şekilde anlatıp tüketmiyor; sadece uhrevi alemdeki
mükafat ve azap hakkında bir fikir veriyor. Sözün özü, ahiret tarihüsrü bir gerçeklik, bunun tasvir şekli ise .tarihseldir.
Bu yüzdendir ki İmam Matüridi Fatır sll.resinin 33. ayeti.rideki "t+d~~ "'_r..j-~ ~Q.J ıjJ jJ _-; ~~ ~ .J~d ~" ifadesiyle ilgili olarak mealen şöyle diy?r: Bu ayette ziynet, süs, süslenme altın, inci ve ipek elbise gibi şeylerle ifade edil
miştir. Halbuki bu dünyevi hayatta altın, inci gibi süslerle süslenip ipek elbise giymek biz Türk erkekler için pek arzu edilen şeyler değildir. Fakat Arapların bu rür ziynetleri çok sevdiği bilinmektedir. Haliyle, cennet vaadi ve özendirme
onlar için bu şekilde formüle edilmiştir. Kur'an'daki cennet vaatleri arasında yer alan çadır, oda gibi şeyler de aynı kabildendir. Çünkü çadır bizim yaşam külrümüzde ancak yolculuk sırasında, zaruret halinde veya evin bulunmaması
ya da kalacak yer sıkıncısının olması gibi durumlarda kullanılan bir eşyadır. Evde kalına imkaru olduğunda yahut mesken bulunduğunda çadır gibi şeyler kullanılmaz. Ne var ki Araplar çadırda kalmayı sever ve hatta eve tercih eder.
İşte bu yüzden çadır da cennet vaatleri arasında zikredilmiştir.
İmam Matüridi bunları söylerken, cenne~ hafife almıyor; "Bu Arabın cennetidir, beni alakadar etmiyor" tarzında bir şey de söylemiyor. Bilakis, "Cennetle ilgili örneklerde ilk hitap çevresindeki Arap külrür kodları, dolayısıyla ilk muhatapların istekleri, özlemleri ve ihtiyaçları dikkate alınmış ve asıl mesele bu örnekler üzerinden anlatılmaya çalışılmış" demek istiyor. Bu düşünce Ra'd sfıresinin 35. ayetindeki mezelü'l-cennetilletl vu'ide'l-mutte~üne ...
ifadesi bağlamında Zecd.c ve Zemahşeri tarafından "..1.AL!.i ~ ~ '-:-'~ \) ":>l.:;1" diye formüle ediliyor. Buna göre Kur'an, insanoğlunun bilgi ve idrak sınırlarının ötesindeki gaybl bir alanı, nesneler dünyasında bilinen, görürıen şeylere benzetme yoluyla anlatıyor. Ne var ki biz Kur'an'ı baştan sona bir hukuk kodu gibi
okuyup anla.maya alışkın olduğumuzdan, örnek filan bilmeyiz. Haliyle, cen.nete ilişkin beyanlar tasvir, temsil, örnek filan değil, bizatihi cennetin ta ken-
Prof. Dr. Mustafa Özcürk ff 261
disidir. Başka bir ifadeyle, söz konusu beyanlar ilk hitap çevresindeki Arapları alakadar ettiği kadar tilin zamanlar ve insanları da alakadar etmektedir. Her ne kadar bazı tasvirler pek matah olmasa da, Kur'an'da zikredildiği için matah ol~
duğu savunulmalıdır. Sözgelimi, yeşillikler, ağaçlar söıgelimi Karadeniz insanı için bilindik ve ol!lğan şeylerdir. Bu durumda, "kökleri havada, dalları aşağıda ağaçlar" şeklinde fanteziler üreterek cennetteki ağaçlar sözüm ona herkes için
evrensel ve cazip hale getirilebilir.
Gelgelelim Kur'an ve fıkhl ahkimla ilgili tarihsellik meselesine, bu babda haram aylar ve savaş meselesinden söz ermek istiyorum. Bildiğiniz gibi Tevbe . ~ ,,. -: suresinin 36 ayetinde bu meseleyle ilgili olarak, "J 1~? 81 ~1 ~ .)_,.6..!J1~~01 ~ :;-11:; s-ı1:Jp1 JL;:. f Y.~1 ';'C:Ş" şeklinde bir :ifade ğ~çiyor. Bu ifadeye göre har~ aylarla ilgili hukuk, kainatın yaratıldığı günden itibaren mevcut olup kelimeniri tam manasıyla tarih-üstü bir nitelik arz ediyor. Daha açıkçası ayette mealen,
"Allah katında ayların sayısı, O'nun gökleri ve yeri yarattığı zaman belirlediği düzen gereği on ikidir. Bunlardan dördü, yani zilkade, zilhicce, muharrem ve receb savaşın yasak olduğu haram aylardır. İşte aylarla ilgili doğru kanun, doğru ,
takvim budur. Bu dört ay içinde savaşmak veya bu ayların yerini değiştirmeye kalkmak suretiyle günaha girip kendinize kötülük etmeyin." deniyor ... Ayrıca, Bakara sfıresi 194, 217, Mfilde sfıresi 2 ve Tevbe sfıresi 2-5. ayetlerde de haram
aylar ve savaş meselesinden söz ediliyor. Ancak ne hikmetse, fıkıh kitaplarımızda, sözgelimi Yusuf sfıresinin 72. ayetine konu olan maşrapa veya kupa meselesinden hareketle, "bir iş karşılığında ücret ve mükafat taahhüdünde bu
lunmak" anlamında cufile bahsine dahi müstakil fasıl açıldığı halde, benim bildiğim kadarıyla, "haram aylarla ilgili bir bölüm bulunmamaktadır. Oysa bu
mesele, Tevbe sfıresinin 36. ayetindeki beyana göre en kadim, en köklü ve tarih-üstü hükümle alakalıdır. Hal böyleyken, fakihlerin bu meseleye özel bir bölüm açmaması acaba nasıl anlaşılmalıdır? İkinci kritik soru, Hı. Peygamber
vefat ettikten sonra, Hz. Ebtı Bekr de dahil, haram ay hukuku dikkate alıruruş ve uygulanmış mıdır? Hanbeli fakih İbn Receb bu soruyu şöyle cevaplamıştır: Sahibiler Raswullah'ın vefatından sonraki dönemlerde kesintisiz olarak fetih
ve cihad faaliyetlerini sürdürmüşlerdir. Hiçbir sahabiden haram aylar sebebiyle savaşmaktan geri durduğuna dair herhangi bir bilgi nakledilmemiştir. Bu durum sahabenin haram ayalarda savaşmanın yasak olduğuna ilişkin hükmün
nesh edildiği konusunda hemfikir olduklarını gösterir.
ff KURAMER Konferansları - I 262
Nesih demek, "İlgili ayetin hükmü ilga ve iptal edildi" demektir. Peki,
özellikle Maide ve Tevbe slireleri nüzül döneminin en son saflarında, dahasi
haram aya hukukuna riayeti emreden Maide 2. ayet Veda Haccı sırasında na
zil olduğuna ve Hz. Peygamber veda haccı hutbesinde "Mallarınız, canlarınız,
ırzlarınız tıpkı şu gün gibi, şu ay (Haram ay) gibi kutsaldır, dokunulmazdır"
buyurmasına rağmen, ulema hangi cüretle bu ayetlerin mensuh olduğunu
söylemiş veya nasıl olup da Kur'an'daki ayetleri birbirine nesh ettirebilmiştir.
SeyHyeti diye bilinen Tevbe sliresi 5. ayet Malik! fakih ve müfessir Ebu Bekir
İbnü'l-Arabi'ye göre af, safu, tevelli ve sabırla ilgili yüz küsur ayeti tek başına
nesh, yani ilga ve iptal etmiştir. Tefsir ve fıkıh kitaplarımızda b_elki de en çok
geçen kelime nesh olduğu halde, siz hala hangi evrensellikten söz ediyorsun_uz
veya tarihsellik deyince bunun adresini niçin merhum Fazlur Rahman, Ömer
Özsoy ve Mustafa Öztürk gibi isimlerde arıyorsunuz? İslam tefsir ve fıkıh ge
leneği tabir caizse tarihselci kaynadığı halde, siz ne diye Gadamer ve Betti
muhabbetinde ısrar ediyorsunuz?
Haram ay meselesine dönersek, Tevbe sliresi 36. ayette bu aylarla ilgili
hukukun kainat yaratıldığı günden beri baki olduğu bildirilmekte, bir sonraki
ayecce ise ")Sjı <J,.-~:;~ !~ı ı;;!" ifadesiyle, müşriklerin haram aylara müdahalesi
katkısız küfür olarak nitelendirilmektedir. Peki, bu ayetlerin hal-i hazırdaki
menacı nedir? Sayın, tarih-üstücü müslümanlar, sizden bu soruya kafı-şafi bir
cevap beklenmektedir? Söz konusu ayetlerdeki hükümler daha ilk müslüman
nesilden itibaren fiilen ilga edilmiş ve buna da nesh denilmiştir. Oysa ben
bir tarihselci olarak, "Keşke, böyle olmasaydı" diyorum. Zira bu sayede en
azından müslümanlar arasında dört ay boyunca kan dökülmez, ins~arın ca
nına kıyılmazdı diye düşünüyorum ve bu düşüncemin de zarlirat-ı hamse diye
adlandırılan ve dinin en temel beş amacından birini oluşturan canı muhafaza
ilkesine bağlıyorum. Keşke insanlık Kur'an'ın kadinı Arap örfüne atıfla ibka
ettiği haram ay hukukunu dikkate alsa ve bu hukuk bugün de uygulansaydı,
diyorum. Bakın, tarihselci yaklaşım bir hükmün tarihselliğini Kur'an'ın on beş
asır önce nazil olmasıyla gerekçelendirmiyor; dolayısıyla, "Haram aylarla ilgili
hükümler iyi ki nesh edilmiş ve bugüne intikali engellenmiş" demiyor. Aksine
kökeni hangi tarihe, topluma ait olursa olsun, insanlık için fayda sağladığında,
o hükmün ibkasını arzu ~diyor.
Prof. Dr. Mustafa Özcürk ff
263
Kur'an'ı bu zaviyeden okuduğunuzda asıl mevzunun geçerlilik-geçersiz
lik meselesinden ziyade, neden, niçin mevzusu olduğunu anlarsınız. Yani asıl
mevzu ve mesele evvel emirde, Allah'uı ne zamatı ne söylediğini ve ne maksatla
söylediğini anlayıp kavramakla ilgilidir. Bu husus son derece önemlidir. Zira
Kur'an'ın kendi nü~fıl ortamında ne söylediğini ve niçin söylediğini bilmezsek,
bugüne ne söylemek istediği hakkında da doğru anlam ve doğru yorum üre
temez ve doğru istikamet belirleyemeyiz. Ayrıca Kur'an'la ilgili olarak ilk, asü
ve tarihi anlam arayışı gibi bir çabamız olmazsa, hal-i hazırda karşılaşağınuz
sayısız modern yorumdan hangisinin az çok ilmi ı:titelikli bir tevil, hangisinin
düpedüz tahrif olduğu hakkında bir kıstasımız da bulunmaz. Sözgelimi, bir
arkadaşımız, Nisa sfıresi 34. ayetteki "~ ;~ı.J" lafzına, "dikbaşlı karılarınızı
baba ocağına gönderin" gibi bir anlam takdir ettiğinde, böyle bir anlam tak
~ine nasıl karşı çıkabilirsiniz? Zira arkadaş, lügati açmış ve her ne kadar fi harf-i ceri olmasa da tf.arabe fiilinin "yolculuk seyahat" anlamında kullanıldığı
bilgisine ulaşmıştır. Keza elimizde, bir ilk ve asli anlam kıstası bulunmadığı
takdirde, ".;r-~ Q.J ~~ ;..51" ayetini laiklikle ilişkilendiren bir yoruma hangi ge- '
rekçeyle karşı çıkabilirsiniz?
Öbür taraftan, her sözün bir bağlamının bulunduğu ve özgün anlamını
bu bağlam içinde taşıdığı malumdur. Kimi zaman, bizi eleştiren çevreler hak
kında, "Efendim, filan kişi beni eleştirmiş; sözümün başını sonunu kırpmış ve
gerçekte söylemediğim şeyi bana söyletmiş" kabilinden serzenişlerle bulunu
ruz. Hal böyleyken, Kur'an yorumunda nüzQl vasatıyla özdeş olan metin dışı
bağlamı, ayetlerin sevk sebebini, Rasfılullah'ın tecrübesini dikkate almaksızın,
salt lafız-beyan ekseninde yorumlar yapıp hükümler kurmakta niçin sakınca
görmüyor, hatta evrensellik adına bu tür bir yorum tarzını tercih ediyoruz?
Tarihselci yaklaşım, özellikle anlam ve yorum meselesinde onaya çıkan
ilkesizlik ve hatta gayr-i ahlakilik gibi arızalara karşı da SOJ?- derece duyarlı
olmayı muciptir. Bununla birlikte tarihselci yaklaşım şu iddiayı da savunur:
Kur'an'daki fıkhl ahkam, hukuk kodu gibi okunmak ve tüm zamanların, tüm
insanların tüm tikel meselelerini çözüme kavuşturmak maksadıyla vaz edilmiş
değildir. Kaldı ki Kur'an'ın bize metin olarak intikalini Hı. Ömer'in hassasi
yetine borçlu olduğumuz müsellemdir. Şayet Kur'an mevsuk bir metin olarak
günümüze intikal etmeseydi, kuşkusuz bizi bir arada tutmaya da vesile olan
çok büyük bir değerden mahrum kalırdık. Ancak Sünnet, Kur'an'a göre daha
ff KURAMER Konferansları - I 264
belirleyici oin:ıuşrur. Çünkü biz İslam ve müslümanlığı nüzCıl döneminde orta
ya konulan ve o tarihten bu yana büyük bir mecrada akan dinamik ge~enek ve · yaşay3:11 sünnetten öğrendik. Tarihsel süreçte yaşayan sünnet nehrine birçok atık madde karıştığı şüphesizdir. Kur'an bu noktada bir nevi filtre ve arıtma işlevine sahiptir ve fakat İslam'ı yeniden üretme kaynağı değildir .. Ayrıca, Kur'an'ın .filtreleme işlevini görmesi için ilk ve asli anlamının bilinmesi gere
kir. Aksi halde, atık maddelerin veya çerçöp gibi fikirlerin bizatihi Kur'an'a refere edilmesi işten bile değildir.
Evet, "Kur'an ahkamı tüm zamanlarda lafii mucibiyle tatbik maksadıyla . vaz edilmemiştir" dedim. Fakat dikkat ederseniz, "Kur'an ahkamı bir kereli
ğine ve sadece o dönemde geçerliydi" demedim. Kur'an'daki bir fikhl h~ bugünkü sosyolojide de pekala uygulanabilir? Bununla birlikte, söz konusu hüküm günümüzde menatını kaybetmiş de olabilir? Çünkü hüküm, toplumsal
düzenle ilgilidir. Toplum ve sosyoloji son derece dinamik ve değişkendir. Bu açıdan bakıldığında, toplumsal düzenle ilgili hukukun he zaman ve her zeminde lafii mucibiyle uygulanabilir olup olmadığı şöyle dursun, İslam'ın en temel
sabiresi olan Allah inancı ve sıfatlarla ilgili ayetlerin dahi birkaç asır içinde ve üstelik aynı itikadl gelenek bünyesinde birbiriyle telif edilmesi mümkün olmayacak tarzda farklı yorumlar ve anlayışlara konu olduğu bilinmektedir.
Örnek vermek gerekirse, Selefiyye ya da Ehl-i Sünnet-i Hassa ekolüne mensup olan ve yanlış hatırlamıyorsam hicri 311 tarihinde vefat eden İbn
Huzeyme, "Hadis talebelerimin Cehmiyye'ye ilgi duymasından rahatsız oldum ve Ehl-i Bidat tarafından ayartılmasınlar diye oturdum, Allah'ın sıfatları ve sahih Allah tasavvuru hakkında Kitabu't-Tevbfd diye Allah'ın sıfatlarına dair
bir kitap yazdım" diyor. Bu kitap 750 küsur hadis içeriyor ve bu hadislerin bazılarında Allah'ın gülmesinden bile söz ediliyor.
Birkaç asır sonra Sünni-Eş'ari Fahreddin Razi geliyor ve Ştıra sfuesinin
11. ayetindeki"'..(/- !f~ ~,,ifadesi bağlamında, İbn Huzeyme'nin kalın ka
falılığından ve Kitabü't- Tevbld adlı eserinin aslında bir şirk kitabı olduğundan söz ediyor. İtikadi konularda bile durum buyken, nasıl oluyor da on beş asır
önceki Medine toplumunda yaşanan güncel sorunlar ve ihtiyaçlar hakkında nazil olan hükümlerin bugün de !afi! mucibiyle aynen tatbik edilebilirliğinden dem vuruluyor. Bu minvalde görüş bildirenleri i.lml ve ahlaki ilkelilik adına, söz konusu tatbikin nasıllığını göstermeye davet ediyorum. Gerçi bana, "Ah-
ProE Dr. Mustafa Öztürk ff 265
kam ayetlerinin bugünkü olgusallıkta nasıl tatbik edileceğini sen göster'' de denilebilir. Ancak burada öncelik, ateizm tartışmalarında ilkin, "Allah var
dır" diyenin ispatla mükellef olması gibi, tarihüstücü yaklaşımındır. Bendeniz prensip itibariyle, ahkam ayetlerinin tüm zamanlarda lafzen tatbik edilsin diye nazil olmadığı fikrine kailim.
Netice itibariyle, tarihsellik ve tarih-üstülük meselesindeki temel ayrışma noktası kanımca, "İslam bir durum mudur yoksa bir duruş mudur" meselesiyle
alakalıdır. Eğer İslam bir durumdur derseniz, nüzul dönemindeki durum bağlamında nazil olan tüm hükümleri bugünkü duruma da taşımak gerektiğini savunursunuz. Oysa İslam bir durum değil, belli bir durum içinde duruştur.
Durum değişken, duruş sabittir. Bu meseleyi Ehl-i K.itap'la ilişkilerden söz eden ayetler çerçevesinde anlatmak mümkün olabilir. Mekke dönem.inde nazil olan sureler ve ayetlerde, mesela En'am, 6/114, Ra'd, 13/36, Nah!, 16/43, En
biya, 2117, Kasas, 28/52-53, Ankebut, 29/47 ve Ahkaf, 46/10. ayetlerde Ehl-i K.itap'tan sitayişle söz ediliyor ve aynı zamanda referans mercii olarak gösteriliyor. Ancak Medine'ye hicretten sonra özellikle Yahudilerle ilişkiler gerginleşi
yor ve ilerleyen süreçte Yahudiler zümresi müslümanlar için en yaman hasım, Hıristiyanlar ise sıcak, sam.imi dost olarak nitelendiriliyor. En nihayet, Tev
be sillesinin 29. ayetinde Yahudi-Hıristiyan ayrımı yapmaksızın Ehl-i Kitap "Allahsız" olarak nitelendirilip zelil halde cizye vermeyi kabul edinceye değin kendileriyle sava_şılması emrediliyor.
Fıkıh ve tefsir kitaplarımızda, ilerlemeci tarih anlayışını hatırlatan nesih nazariyesini esas aldığımızda -ki klasik dönemlerde ulemanın kahir ekseriyeti bunu esas almıştır-Tevbe sillesinin 29. ayetindeki hüküm, Ehl-i K.itap'la ilgili ilişkileri düzenleyen diğer bütün ayetlerin mana ve mesajını ilga ettiği sonu
cuna ulaşırız. Ancak burada şöyle bir sorun ortaya çıkmaktadır: Tarih nüzul dönem.inin sona erdiği gün itibariyle donmadığına, dolayısıyla müslümanlar o gün bugündür sürekli olarak egemen konumda bulunmadığına göre cizye
ayeti çerçevesinde üretilen zimmi hukuku bugünkü dünya gerçekliğinde nasıl tatbik edilecektir? Klasik dönemdeki ulema genellikle güçlü bir müslüman devletin şemsiyesi altında yaşadığından, söz konusu ayetleri bu şekilde anlayıp
yorumlamış ve müslümanların gayr-i müslimlerle ilişkisini temelde savaş esasına bağlamış olabilir; peki ya bugün ... Klasik literatürdeki bu muhtevadan ve bilindik nesih nazariyesinden harekede bugünkü dünya gerçekliği içinde ayağı
ff KURAMER Konferansları - I 266
yere basan bir hukuk oluşturmanın imkanı var mıdır? Elbette yoktur. O hal
de, gelenek fetişizmi denilebilecek düzeydeki gelenekçi ve !!Vrenselci retorikte·
ısrarın filemi nedir?
Kur'an'ın cihad ve kıtalle ilgili hükümlerindeki değişkenlik dnı:ışla de
ğil, durumla, yani mazrufla değil, zarfla ilgilidir. Bu sebeple, Kur'an ahlclmı,
din-şeriat, diyanet-siyaset, değer-durum, mazruf-zarf diye kategorik tasnifle
ele alınıp değerlendirilmelidir. Din, diyanet, değer, mazruf diye ifade ettiği
miz husus, tüm peygamberlerin mesajlarında ortak olan mesajlardır. Bu me
sajlar ise bizi biz kılan, hal-i hazırdaki hayaamııın her anında yer bulan ve
_aynı zamanda hayaumızdan çıktığında müslümanlığımızın da kaybına yol açan
ilkeler, değerler, hasletlerdir. Zıbar, ila, mülaane gibi konularm, kölelik ve
cariyelikle ilgili uygulamaların yahut Hz. Peygamber'in Zeyneb'le izdivacının
veyahuc ev!Uik hususunda kendisine tanınan imtiyazların bu değerler ve ilkeler
kapsamına girmediği tartışma götürmez bir gerçektir.
Konuşm~ı sonlandırırken, Kur'an ve tarihsellik meselesinin bugüne de
ğin verimli, bereketli ve iyi niyetli bir tartışma konusu olarak sürdürülmedi
ğini; bunun üzerinden bilhassa İlahiyat alanında iktidar, nüfuz yahut mevzi
kazanma ve kendi kimliğini onarma veyahut da öbürünü dışlama, karalama
vesilesi olarak her zaman istismar tutkunlarınca kullanıldığını ve bu durum
dan çok büyük üzüntü duyduğumu, ancak tarihsellik hakkında müstakil bir
eser yazmak suretiyle bütün bu alanla ilgili görüşlerimi sunacağımı belirtmek
istiyorum.
Teşekkür ediyorum.