Kurtuluş Cephesi, Sayı: 149, Mart-Nisan 2016

Embed Size (px)

Citation preview

  • 8/18/2019 Kurtuluş Cephesi, Sayı: 149, Mart-Nisan 2016

    1/28

    Coup d’état

    Profesyonel Ordu

     ya da Paralı Askerler

    PKK’nin Çıkmazı

    Silahlı Eylem Biçimleri,Silahlanma, Teçhizat ve Devrimci Savaş

    Kızıldere ve On’lar

    Ömür KaramollaoğluMehmet Yıldırım

    Nihat KurbanSüleyman Aydemir

     Cemalettin Düvenci

    http://www.kurtuluscephesi.com YIL: 26 SAYI: 149 Mart-Nisan 2016

    KURTULUŞ CEPHESİAnti-Emperyalist ve Anti-Oligarşik Mücadelede

    Zafer Bizim Olacaktır!

  • 8/18/2019 Kurtuluş Cephesi, Sayı: 149, Mart-Nisan 2016

    2/28

    KURTULUŞ CEPHESİ Mart-Nisan 2016

    KURTULUŞ CEPHESİSORUMLU: Sezai Görür

     Yazışma Adresi:[email protected]

    http://www.kurtuluscephesi.com

    http://www.kurtuluscephesi.org

    http://www.kurtuluscephesi.net

    http://www.kurtuluscephesi.de

    Bu sayı İLKER Matbaası’nda basılmıştır. Baskı Tarihi:  8 Nisan 2016 

    COUP D’ÉTAT 

    PROFESYONEL ORDU YA DAPARALI ASKERLER

    PKK’NİNÇIKMAZI

    SİLAHLIEYLEM BİÇİMLERİ,SİLAHLANMA,TEÇHİZAT

     VE DEVRİMCİ SAVAŞ

    ÖMÜR KARAMOLLAOĞLUMEHMET YILDIRIMNİHAT KURBANSÜLEYMAN AYDEMİRCEMALETTİN DÜVENCİ

    KIZILDERE VE ON’LAR

    Son günlerde büyük bir ilgiye mazhar olan ABD kökenli “askeri darbe” söylentileri

    üzerine bir irdeleme.

    “Terörizmle mücadele” bağlamında ordu-nun profesyonelleştirilmesinin, yani paralıaskerlerden oluşan bir orduya dönüştürül-mesinin sonuçları üzerine bir değerlendir-

    me.

     Yaklaşık altı aydır süregiden “hendek sava-şı” ile “bahar”ın gelmesiyle hareketlenece-

    ği öngörülen “kırsal”dakilerin eşgüdümlühareketine yönelik beklentilerin ortaya

    çıkardığı ikilem üzerine bir değerlendirme.

    Devrimci savaşın başlangıcındakaçınılmaz olan ilkel silahlanma, teçhizat ve eğitim yetersizlikleri ile kırk yıl sonra

    ortaya çıkan ilkellik ve amatörlük üzerinebir irdeleme.

     Ve yanındakinin kanlı başıomzunadeğince,

    ona sıra gelincesayısını saydı...

    Söz istemez Yaşlı göz istemez

    Çelenk melenk lazım değilSusun

    Sıra Neferi Uyusun...

     3

    8

    11

    16

    24

    26

    (Bu siteler, Türkiye’de özel yetkili mahke-me kararlarıyla TİB tarafından erişime ka-patılmıştır.)

  • 8/18/2019 Kurtuluş Cephesi, Sayı: 149, Mart-Nisan 2016

    3/28

    Mart-Nisan 2016 KURTULUŞ CEPHESİ

    3

    Son günlerin en popüler ve en çok rağ-bet gören konusu, Recep Tayyip Erdoğan’ın“mutlak iktidarına” kimin, nasıl ve ne za-man son vereceği olmuştur.

    Kimileri açısından “Gezi Ruhu”yla, kimi-leri açısından “laiklik” üzerinden örgütlene-cek bir “kitle” hareketiyle “AKSaray rejimi-nin” sona erdirilebileceği söylenirken, kimi-leri de “AKsaray” ile Rus çarlığının “KışlıkSarayı” “analoji”si yaparak, “Rus devrimci-

    leri ... öncelikle işadamları derneğini değil,Kışlık Saray’ı topa tutmuş ve ele geçirmiş-tir. Türkiye’nin devrimcileri de, eğer AKP’denkurtuluşu bir sosyalizm mücadelesi biçimin-de kavrıyorlarsa, AKP rejiminin kalesi hali-ne getirilmiş Saray’ı hedef almak durumun-dadır.”1 diyerek “çıkış yolu”nu göstermekte-dir. (Bu akıl-erkan sahibi “stratejist”, KışlıkSarayı topa tutan Aurore zırhlısını “Türkiye’-nin devrimcileri”nin nereden bulacağına de-ğinmeyi unutmuş görünmektedir. AyrıcaEkim Devrimi’nde “işadamları derneği”nin

    ne işi olduğu da bir muammadır.)Recep Tayyip Erdoğan’a “muhalif”  tüm 

    kesimleri en fazla heyecanlandıran ise, Amerikan emperyalizmi “menşeli” bir aske-ri darbeyle (coup d’état), üstelik “çok uzakolmayan bir gelecekte” devrileceğine ilişkinhaberler olmuştur.

    “Haber” kaynağı, “ABD’nin iki eski Tür-kiye Büyükelçisi Morton Abramowitz ve EricEdelman”ın, Washington Post’a yazdıkları yazıda Recep Tayyip Erdoğan’a istifa çağrı-sında bulunduklarına ilişkin “haber-yorum”-lardır. (Gerçekte ise, bu iki eski büyükelçi,

    Coup d’état

    Washington Post’ta yayınlanan yazılarındabir dizi “olumsuzluk”tan söz ettikten sonra,“Erdoğan halen ülkesine parlak bir geleceksunmak istiyorsa, ya reformlar yapmalı yada istifa etmeli” demektedirler. Bunun Ame-rikan emperyalizmi tarafından “yeşil ışık” yakılacak bir “askeri darbe” sinyali olduğuise, sadece “yorum”dan ibarettir. Yine de ABD “menşeli” bu “haber” siyaset dünyası-nı hareketlendirmiştir. Oysa aynı ikili, ben-

    zer temalı bir makaleyi 23 Ocak 2014’te yi-ne Washington Post’ta yayınlamışlardır.) “Sol”un sanal günlük köşe yazarları da-

    hil olmak üzere, hemen herkes bu “haber”inüstüne atladı. Birbiri ardına “askeri darbe”senaryoları çizilmeye başlandı. “Herkes”inüzerinde “mutabakata” vardıkları nokta, ABD’nin (bunu Amerikan emperyalizmi ola-rak okuyun) Recep Tayyip Erdoğan’ı gözdençıkarmak üzere olduğuydu. Artık “askeridarbe”nin eli kulağındadır! Üç zamanda, bi-lemediniz beş zamanda “olacaktır”!

     Varılan bir başka “mutabakat” ise, zama-nı belli olmasa da, Recep Tayyip Erdoğan’ın“kesin gidici” olduğudur.

    Şimdi sorun ne zaman (yakın bir gele-cekte mi?) ve nasıl (askeri darbeyle mi?) ha-lini almıştır. Bu hal, doğal olarak “12 Eylülaskeri darbesi”nin öngünlerine dönülerekbulunmaya çalışılmaktadır. Bulunan da, Ke-nan Evren’in “koşulların olgunlaşmasınıbekledik” sözlerinde ifadesini bulan “kaosortamı”dır. Böylece Amerikan emperyaliz-minin Recep Tayyip Erdoğan’ı “götürmesi”mutlaklık düzeyine yükseltilirken, bunun ön-koşulu da, “kaos ortamının yaratılması” ola-rak olarak kabul görmüştür (“kaos planı”).1 Can Soyer, “Periyodizasyon” 3, 16 Mart 2016.

  • 8/18/2019 Kurtuluş Cephesi, Sayı: 149, Mart-Nisan 2016

    4/28

     4

    KURTULUŞ CEPHESİ Mart-Nisan 2016

    “Kaos planı”, IŞİD ya da PKK’nin “met-ropollerde” kitlesel katliama yol açan bom-balı eylemleri ile başlamaktadır. Bu “kaosplanı”na göre, birbiri ardına patlayan bom-

    balar, 12 Eylül öncesine ilişkin anlatılan“masallar”la kaynaştırılarak, bir “kaos” or-tamı oluşturur ve bu “kaos”tan çıkış olarakda askeri darbe “meşru” hale gelir. (“Muh-terem” bir “sol” yazar2, “kaos”un “derin si- yasi kriz ve kilitlenme, darbe, iç savaş, hat-ta dış müdahale (bu askeri olmak zorundadeğil) gibi versiyonları olan bir geçiş evresi-ne denk düştüğü”nü söylemektedir.)

    Kimi “medya” yazarları ise, “askeri dar-be olur mu?”, olursa “nasıl olur?” türünden yazılar döşenerek konunun üzerine atladı-lar. Bu sorular üzerinden yapılan “akıl yürüt-meler” “ Fethullahçı generallerin darbesi”nekadar uzandı. (Ve hemen ardından TSKiçindeki bilmem kaç yüz Fethullahçı gene-ralden, bu generallerin Ağustos ayındaki as-keri şurada tasfiye edileceklerinden sözeden yazılar ve “haberler” ortalığı kapla-dı.)

    Tüm bu “haber” trafiği içinde unutulantek şey coup d’état (hükümet darbesi) ol-muştur. (Burada belirtelim ki, “has” AKP’li

    Milli Eğitim Bakanı’nın birkaç ay önce OD-TÜ’de “Marx’ın Louis Bonaparte’ın 18 Bru-maire’ini okusunlar” sözlerine göndermeler yapılsa da, “has” AKP’linin sözleri “coup d’état”ya ilişkin değildir. Bakan’ın sözünü et-tiği “okuma”, Marks’ın şu sözleridir: “Hegel,bir yerde, şöyle bir gözlemde bulunur: bü-tün tarihsel büyük olaylar ve kişiler, hemenhemen iki kez yinelenir. Hegel eklemeyiunutmuş: birinci kez trajedi olarak, ikincikez komedi olarak.”)

    Coup d’état (hükümet darbesi), her za-

    man ve her durumda silahlı güçlere daya-nır. Ancak bu mutlak olarak “askeri darbe”olduğu anlamına gelmez.

    “Askeri darbe” de bir “coup d’état”dır,ama doğrudan doğruya devletin bir parça-sını oluşturan askeri güçler (ordu) tarafın-dan gerçekleştirilen bir darbedir.

    Napoléon Bonaparte’ın 18 Brumaire’i (9Kasım 1799) açık bir askeri darbe iken, ye-ğeni Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i (2 Aralık 1851) “parlamenter” bir darbe olmuş-tur. Bu darbenin en temel özelliği parlamen-

    to ile  yürütme gücünün (ki en tepesindecumhurbaşkanı sıfatıyla Louis Bonaparte vardır) kesin olarak birbirlerinden kopması-dır. Bu kopuşun hemen ardından yürütme

    gücü parlamentoyu fesh ederek darbeyi ta-mamlamıştır.

    Emperyalizme bağımlı ülkelerde, doğru-dan emperyalist ülkelerin denetimi altında-ki askeri güçlerle gerçekleştirilen darbeler(“coup d’état”) her zaman “askeri darbe”olmuştur. (Türkiye’deki askeri darbeler,Şili’deki Pinochet darbesi vb.)

    “Askeri darbeler” de kendi içlerinde ikiana bölüme ayrılır: Birincisi, “emir-komutazinciri içinde” gerçekleştirilen ve doğrudanemperyalist ülkelerin istemi ve onayı ile ya-pılan askeri darbeler; ikincisi “aşağıdan”,küçük rütbeli subaylar tarafından gerçekleş-tirilen askeri darbeler. (27 Mayıs 1960 dar-besi ve 27 Mayıs’tan farklı özelliklere sahipolsa da, Yunanistan’daki “Albaylar cuntası”bu tür darbelere örnek verilebilir.)

    Bu iki darbe türü, bazı istisnalar dışında3,her zaman emperyalizme bağımlı ülkeler-de gerçekleştirilmiştir. Emperyalizm, her za-man silahlı kuvvetleri (ordu) en üst düzey-de denetimde tuttuğu koşullarda gerçekle-

    şen “emir-komuta zinciri” içindeki darbeyitercih eder. Ancak bu denetimin sağlana-madığı koşullarda, “aşağıdan darbe” günde-me gelir.

    Burada, “parlamenter sistem” dışındakiher iktidar/hükümet değişikliklerinin “dar-be” (“coup d’état”) olarak tanımlandığının ve her “darbe”nin de belli bir askeri gücedayandığının altını çizmek gerekir. Yine de“darbe”nin niteliği ile “darbe”nin yapılışı ve yapanları birbirine karıştırılmamalıdır.

    Her darbe, askeri darbe, uygun bir za -

     manda  silahlı güçlerin harekete geçirilme-siyle gerçekleşir. Darbenin başarıya ulaşma-sının koşulları, her durumda “uygun za - man” ve “ elverişli zemin”le ilişkilidir. Uygunzaman ve zeminin, kendiliğinden oluşması

    2 Kemal Okuyan, “Ankara’da patlama ve kaos pla-nı”, 14 Mart 2016.

    3 Bazı “istisnalar” dedik. Buna örnek olarak 27Mayıs ile 3 Ekim 1968’de Peru’daki “sol cunta” verile-bilir. Her ikisi de  devrimci-milliyetçi subaylar tarafın-dan gerçekleştirilmiştir.

    Peru’daki “sol cunta”nın ilk yaptığı iş, Amerikanemperyalizminin resmen tanımadığı Küba ve Çin’iresmen tanımak ve bağlantısızlar bloğuna katılmak

    oldu. Ardından petrol şirketi ulusallaştırıldı, SovyetlerBirliği ile askeri anlaşmalar imzalandı ve Amerikanbankaları Chase Manhattan Bank ile ITT şubeleri ulu-sallaştırıldı.

  • 8/18/2019 Kurtuluş Cephesi, Sayı: 149, Mart-Nisan 2016

    5/28

    Mart-Nisan 2016 KURTULUŞ CEPHESİ

    5

     ya da “iradi müdahale” ile (günümüzün po-püler söylemiyle “üst akıl”) olgunlaştırılma-sı fazlaca önemli değildir. Darbelerin niteli-ğinden daha çok yapılış tarzına önem veren

    her yaklaşım, kendisini “darbeler önlenebi-lir mi?” sorusuyla sınırlar. Oysa Bonapar-tizm4 ya da (Gramscici) Sezarizm5, zaman ve zeminin kendiliğinden oluşmasının, yaninesnel koşulların ürünleridirler.

    Emperyalizme bağımlı ülkelerde, em-peryalizm tarafından mevcut düzenin yasal ve resmi askeri güçleri aracılığıyla siyasal ik-tidara el konulması durumu, yani bu tarz bir“darbe” (coup d’état), “ yönetimin askerileş - tirilmesi” olarak tanımlamak gerekir. Bu da,siyasal zorun askeri biçimde maddeleştiril-mesi ve görünür kılınması demektir. Bu du-rum da üç koşulda ortaya çıkar:

    a) Egemen sınıfların kendi  iç çelişkileri  yüzünden yönetemez hale gelmesi;

    b) Gelişen sınıfsal muhalefetlerin  mev-cut üretim ilişkilerini  tehdit eder bir nitelikalmaları,

    c) Doğrudan doğruya iktidara yönelik bir siyasal alternatifin ortaya çıkması.

    Bugün Türkiye’de bu üç koşulun hiçbi-rinin bulunmadığı çok açıktır. Ne egemen

    sınıflar içinde çelişkiler keskinleşmiş ve bunedenle ülke yönetilemez hale gelmiştir, nede “toplumsal muhalefet” “mevcut üretimilişkilerini tehdit eder” bir niteliğe sahiptir

     ve mevcut oligarşik yönetime karşı “doğru-dan doğruya iktidara yönelik bir siyasal al-ternatif” söz konusudur. Diğer ifadeyle, bu-gün AKP ve Recep Tayyip Erdoğan iktidarı-nın ülkeyi “yönetemez” hale gelmiş olma-sından söz edemeyiz.

    Burada, oligarşik yönetimin mevcut  bir iktidarının  ülkeyi  yönetemez hale gelmesi,mevcut yasalar ve kurumlar çerçevesindeoligarşik sistemi sürdüremez olması anla-mına gelir. Bu yüzden, bir yandan “mevcut yasal çerçeve”nin (köklü, yani gelişen siya-sal duruma yanıt verecek boyutta) değişti-rilmesi, diğer yandan bu değişime uygun ye-ni bir iktidarın ortaya çıkartılması durumu, yönetimin askerileştirilmesine yol açar. Birbakıma, oligarşik yönetimin, kendi “öz” ik-tidar gücüne (yönetim) karşı, bir başka gü-cü iktidara taşıyan bir “iç” darbe gerçekleş-tirmesidir.

    Bugün ABD kaynaklı “darbe” söylentile-rinin ve beklentilerinin bu durumla, yani yö-netimin askerileştirilmesiyle  hiçbir   ilişkisi

    bulunmamaktadır.12 Mart ve 12 Eylül askeri darbeleri, so-mut tarihsel koşullarda siyasal zorun aske-ri biçimde maddeleştirilmesinin ürünüdür.Burada askerileştirilen siyasal zor, doğrudandoğruya oligarşik sistemi korumaya ve kol-lamaya yöneliktir. Yani sistemin “bekası” so-runudur. Bu “beka” sorununu çözemeyensiyasal iktidar (ki burada “sivil iktidarlar” sözkonusudur) emir-komuta zinciri içinde yü-rütme gücünü askeri yönetime bırakır.

    Oysa ABD kaynaklı “darbe” söylemleri-

    nin, yürütme gücünün böylesi bir “beka” so-runu karşısında çaresiz kalmasıyla ilintisi yoktur. Herşey “tıkır tıkır” işlemektedir. Za-man zaman, hatta çoğu zaman mevcut yü-rütme gücü (AKP ve Recep Tayyip Erdoğaniktidarı) mevcut yasal çerçeveyi bir yana bı-raksa da, bu duruma karşı herhangi bir top-lumsal karşı çıkış ya da direniş mevcut de-ğildir.

    Elbette toplumsal karşı çıkış ya da dire-niş “potansiyel” olarak mevcuttur. RecepTayyip Erdoğan’ın mevcut yasal çerçeveyi

     ve mevcut hukuksal yapıyı zorlayan eylem-leri “potansiyel” olarak karşı tepkiyi kaçınıl-mazlaştırmaktadır. Ama yaşanılan Gezi Di-

    4 “Devlet, sınıf karşıtlıklarını frenleme gereksinme-sinden doğduğuna, ama aynı zamanda, bu sınıflarınçatışması ortasında doğduğuna göre, kural olarak engüçlü sınıfın, iktisadi bakımdan egemen olan, ve bu-nun sayesinde, siyasal bakımdan da egemen sınıf du-rumuna gelen ve böylece ezilen sınıfı boyunduruk al-tında tutmak ve sömürmek için yeni araçlar kazanansınıfın devletidir. İşte bundan ötürüdür ki, antik dev-let, her şeyden önce, köleleri boyunduruk altında tut-mak için, köle sahiplerinin devletiydi: tıpkı feodal dev-letin, serf ve angaryacı köylüleri boyunduruk altındatutmak için soyluların organı, ve modern temsili dev-letin [de] ücretli emeğin sermaye tarafından sömü-

    rülmesi aleti olması gibi. Bununla birlikte, istisnai ola-rak savaşım durumundaki sınıfların denge tutmayaçok yaklaştıkları öyle bazı dönemler olur ki, devlet gü-cü sözde aracı olarak, bir zaman için, bu sınıflara kar-şı belirli bir bağımsızlık [durumunu] korur. 17. ve 18. yüzyıl mutlak krallıkları soyluluk ile burjuvazi arasın-daki dengeyi böyle kurdu; birinci, ve özellikle ikinciFransız İmparatorluğu’nun proletaryaya karşı burjuva-ziyi, burjuvaziye karşı da proletaryayı kullanan Bona-partçılığı, bu sınıflar karşısındaki bağımsız durumunuböyle korudu. (Engels,  Ailenin, Özel Mülkiyetin ve

     Devletin Kökeni, s. 400-401.)5 “Sezarizm, içinde mücadelede bulunan güçle-

    rin yıkım halinde dengeye geldiği, mücadelenin de-

     vamı halinde sonuçta karşılıklı yok olmadan kaçına-mayacakları için iki tarafın da birbirleriyle dengeyegeldiği bir durumu dile getirdiği söylenebilir.” (Gram-si, Modern Prens, s: 102.)

  • 8/18/2019 Kurtuluş Cephesi, Sayı: 149, Mart-Nisan 2016

    6/28

     6

    KURTULUŞ CEPHESİ Mart-Nisan 2016

    reni-şi’nin bu “potansiyeli” kuvveden fiile çı-kartmış olması önemli bir belirti olmaklabirlikte, daha sonraki “sönümlenişiyle” oli-garşik sistem için önemli bir tehdit unsuru

    olmaktan kolayca çıkarılmıştır. (Gezi Dire-nişi’nde ve sürecinde oligarşiye karşı siya-sal bir alternatif zaten mevcut değildi.)

    Dün olduğu gibi, bugünün sorunu, Re-cep Tayyip Erdoğan’ın tüm iktidar gücünü, yani yasama, yargı ve yürütme gücünü  tek elde  toplamasıdır. Bu da, emperyalist-kapi-talizmin yürütme gücünü artan oranda güç- lendirme  eğiliminin ulaşabileceği son nok-tadır.

    Günümüzün gerçekliği, Recep Tayyip Er-doğan’ın şahsında  yürütme gücünün  mut-lak bir güç haline getirilmeye çalışılmasıdır.Böyle bir durum, işlerin çok daha kolay vehızlı biçimde yerine getirilmesine hizmetedeceği için, herhangi biçimde emperyaliz-min karşı çıkacağı bir durum değildir. Sontahlilde yürütme gücünün mutlak güç hali-ne dönüştürülmesi, bugüne kadar şu ya dabu oranda ve düzeyde süregiden “güçlerayrımı”nın (yasama, yürütme ve yargı gücü-nün ayrılması) sona erdirilmesidir. Bu du-rumdan en büyük zararı, küçük-burjuvazi-

    nin “laik ve ulusalcı” orta ve sol kanadı gö-recektir. Güçlü ve hatta mutlak bir yürütme,bu kesimlerin (kimilerince “orta sınıflar”) si- yasal yönetim üzerindeki etkisini ve gücü-nü kıracaktır.

    İşte bu nedenden dolayı, “Bu kesimler, yeni-sömürgeciliğin ürünü olan orta ve ha-fif sanayinin ‘elit personeli’ olarak belli birekonomik güce sahipken, bugün tüketimekonomisinin egemenliği ve ticaretin üstün-lüğü karşısında ‘elit personel’ olma özellik-lerini de yitirmişlerdir. Dolayısıyla siyasal yö-

    netimden dışlanmaya karşı direnebilecekgüce ve niceliğe sahip olmadıklarından, dış-lanmışlıklarını engelleyebilecek tek güç ola-rak orduyu görmektedirler.”6 ABD kaynaklı“askeri darbe” söylemlerine gösterilen “iti-bar”ın kökeni de burada yatmaktadır.

    Bugüne kadar mutlak olarak “güçler ay-rımı”ndan yana tutum alan ve “güçler ayrı-mı”na dayalı “nispi demokratik ortam”ınkendi siyasal ve sınıfsal varoluşunun zorun-lu bir parçası olarak gören “yeşil sermaye” ve onun siyasal sözcüleri (şeriatçılar), bu-

    gün iktidardadırlar. Bu iktidarlarını korumak ve sürekli hale getirmek için de, bugüne ka-dar kendi varlıklarının temel koşulu kabulettikleri “güçler ayrımı”nın ortadan kaldırıl-

    masına çalışmaktadırlar.7Böylece değişik sınıf ve tabakaların için-

    de yer aldığı ve kendi ölçeklerinde siyasal yönetimden pay aldıkları “güçler ayrımı” dö-nemi, yeniden ve bir kez daha yürütmeningüçlendirilmesi yönündeki hareketle sonaerdirilmeye çalışılırken, bundan zarar göre-cek ve bu nedenle buna karşı “direnebile-cek”  tek kesim  küçük-burjuvazinin orta vesol kesimleri olmaktadır. (Gezi Direnişi, baş-langıç olarak, bu kesimlerin öncülüğündeortaya çıkmıştır.)

    Emperyalizm açısından, özel olarak da Amerikan emperyalizmi açısından yürütme-nin güçlendirilmesi ve mutlak bir güç hali-ne getirilmesi kendi işlerinin çok daha ko-lay ve hızlı biçimde yürütülmesini sağlaya-cağı için “özel olarak” bir sakınca getirme-mekten öte, çıkarınadır. Siyasal anlamda“laik ve ulusalcı” kesimlerin siyasal yöne-timden dışlanması da, emperyalizmin Orta-doğu bölgesindeki çıkarlarının daha rahat ve daha hızlı gerçekleştirilmesine hizmet

    edecektir. Gerek “I. Körfez Savaşı”nda, ge-rek “1 Mart tezkeresi”nde açık biçimde gö-rüldüğü gibi, bu “orta sınıf”ların Türkiye’deki

    6  Kurtuluş Cephesi, “‘Kuvvetler Ayrılığı’, Anayasa ve Sınıf Mücadelesi”, Sayı: 99, Eylül-Ekim 2007.

    7 “Emperyalist-kapitalist üretim ilişkilerinin, ülke-nin iktisadi evrimi ile çatışma ve ‘uyum’ durumu, sı-nıfsal plana, oligarşinin başta proletarya olmak üze-re, emekçi yığınlarla çatışması, feodallerle ‘uyum’luçatışması, köylülükle ‘iktisadi uyum’ çerçevesinde‘uyum’u şeklinde yansır. Oligarşinin feodallerle veköylülükle olan uyumu, ülkedeki nispi demokratik or-tamın temelini oluşturur.

    Ülkedeki nispi demokratik ortam, feodallerin üst yapısal olarak varlıklarını sürdürmeleri için gerekli bir‘demokratik’ ortam olduğu gibi, köylülüğe de o ikti-sadi ‘uyum’ için gereklidir.

    Tarihi gelişim içinde bu nispi ‘demokratik’ orta-mın yaşatılmasında feodallerin varlıklarını üst yapıdadevam ettirme gerekçesi, emperyalist-kapitalist üre-tim ilişkilerinin feodal üretim ilişkisi ile çatışmasınınartması ve feodallerin tasfiyesi oranında ortadan kalk-maktadır. Ancak, bu durumdan dolayı, nispi demok-ratik ortamın kaldırılma durumlarında, tekelci burju- vazinin feodallere tavır alışını ‘tek başına’ ele almak,hele hele ‘uyum’ için buna başvurduğunu söylemek,son derece büyük hatadır... Bugün ülkemizde nispidemokratik ortamın yaşamasının temel nedeni, köy-lülüğün (ve ülkemizde tarihi bir etkinliği olan şehir

    küçük burjuvazisinin sosyal ve siyasal olarak) iktisa-di ‘uyum’ içinde siyasal olarak yedeklenmesindendir.”(İlker Akman,  Mevcut Durum ve Devrimci Taktiği - miz.)

  • 8/18/2019 Kurtuluş Cephesi, Sayı: 149, Mart-Nisan 2016

    7/28

    Mart-Nisan 2016 KURTULUŞ CEPHESİ

    7

    gücü emperyalizmin çıkarlarını baltalayabil-miştir. Bu nedenle de gücünün kırılması vehatta siyasal yönetimden tümüyle dışlanma-sı, uzun zamandır Amerikan emperyalizmi-

    nin hedeflerinden birisi olagelmiştir.Bu kesimlerin gücü v“temsili demokra-

    si” (“parlamenter sistem”) ve güçler ayrı-mından gelmektedir. Dolayısıyla siyasal güç-lerinin kırılması da bunların ortadan kaldı-rılmasıyla olanaklıdır. Recep Tayyip Erdo-ğan’ın “mutlak yürütme gücü” oluşturmaya ve yer yer bunu fiilen yapmaya yönelik ça-baları emperyalist sistem açısından istenen bir durumdur. Bugün Recep Tayyip Erdo-ğan’ın kişisel “karizması”na dayanılarak ya-pılacak bir “sistem değişikliği”, gelecektedoğrudan emperyalizmin “kendi has adam-ları” aracılığıyla kullanabileceği bir sistemiortaya çıkaracaktır. Olağan şartlarda ve hat-ta askeri darbe koşullarında bile kolaycagerçekleştirilemeyecek olan böylesi bir sis-tem değişikliğinin islamcılar aracılığıyla ger-çekleştirilmesi emperyalizmi hiç de rahat-sız etmemektedir.

    Bugün emperyalizmin Recep Tayyip Er-doğan’ın “mutlak güç” sahibi olmasındanduyduğu “kaygı”, sadece islami kökeni ve

    buna dayanan söylemidir. Cüneyt Zapsu’nunbir zamanlar açıkça ifade ettiği gibi, RecepTayyip Erdoğan “çukura” (“kanalizasyon”a)süpürülmeyip “kullanılacak” biri olduğu sü-rece, güçlü ve hatta mutlak bir yürütme em-peryalizmin kısa, orta ve uzun vadeli çıkar-larıyla örtüşmektedir. Suriye politikalarındagörüldüğü gibi, Recep Tayyip Erdoğan nekadar “mutlak güç” sahibi olursa olsun, herdurumda kolayca “tükürdüğünü yalayan”(emperyalizmin taleplerini yerine getiren)bir “profil” çizmektedir. Zaman zaman söy-

    lemsel olarak “çizmeyi” aştığı durumlardaise, “beyzbol sopası” gösterilerek, kolaycahizaya getirilmektedir.

    Bu açıdan, Amerikan emperyalizmininRecep Tayyip Erdoğan’ı “deliğe süpürme”yekarar verdiğini düşünmek gerçeklikten çok,niyetlerle ilgilidir.

    Hiç kimse Recep Tayyip Erdoğan’ın, Su-riye konusunda zik-zaklar çizse de, son tah-lilde emperyalizmin istediği doğrultuda ha-reket etmesinden rahatsızlık duyulduğunuiddia edemez. Aynı şekilde, PKK’ye yönelik

    “imha politikası”ndan da emperyalizmin

    “rahatsız” olduğuna ilişkin bir belirti demevcut değildir. Emperyalizmi, özel olarakda Amerikan emperyalizmini “rahatsız”eden tek şey, böylesine güçlü hale gelmiş

    bir Recep Tayyip Erdoğan’ın denetimden çı-kıp çıkmayacağıdır. Bu nedenle de, zamanzaman “balans ayarı” yapmak zorunda kal-maktadırlar. Bu “balans ayarı” da, her du-rumda “laik ve ulusalcı” kesimleri kendisi-ne yönelik bir tehdit unsuru olarak kullana-bileceklerinin gösterilmesiyle gerçekleştiril-mektedir.

    Herşeye rağmen, mutlak ve kesintisiz birsüreç söz konusu değildir. Olaylar hızla ge-lişebilmekte ve çıkarlar kolayca değişebil-mektedir. Sadece son yıllardaki Suriye olay-larına ve politikalarına bakıldığında bunlarıgörmek olanaklıdır. Dün “Esad gitmeli” di- yen emperyalizm, bugün “Esadlı geçiş sü-reci”nden söz edebilmektedir. IŞİD “feno-meni”, bir dönemki politikalarda “müttefik”olarak görülürken, bugün “düşman” duru-mundadır. Çok kullanılan ve bilinen söylem-le, emperyalizm “kadir-i mutlak” bir güç de-ğildir. Herşeyi önceden planlaması ve buplana göre herşeyi “dizayn” etmesi sözko-nusu değildir. Ancak şurası kesindir ki, bu-

    gün dünya çapında olaylara yön veren  be - lirleyici güç emperyalizmdir. Devrimci mü-cadelelerin şu ya da bu biçimde geri çekil-diği, “toplumsal muhalefet”in şu ya da bubiçimde pasifize edildiği günümüz koşulla-rında bu “belirleyici güç”, gelişen olaylarıkendi çıkarları doğrultusunda kullanabile-cek pek çok araca ve olanağa sahiptir.

    Hiç tartışmasız bu gücün kırılmasının tekkoşulu devrimci mücadeledir. Elbette dev-rimci mücadelenin geliştirilmesi ve yüksel-tilmesi yaşanılan süreci kökten değiştirecek-

    tir. Ancak hiç kimse hayal görmemelidir.Böyle bir gelişmenin ortaya çıkabilmesi içingidilmesi gereken çok yol, yapılması gere-ken çok iş vardır. Bunlar yapılmış ya da he-men yapılabilecekmiş gibi “teoriler” üret-mek, sadece bu yolda ilerlemek isteyenle-ri aldatmaktan başka bir sonuç vermez. Üs-telik bu “teori” sahiplerinin devrim kaçkın-lıkları, devrimci mücadeledeki engelleyici ve saptırıcı rolleri hiç olmamışçasına ciddi- ye almak, devrimci mücadelenin bir süredaha geri planda kalışını sağlamaktan baş-

    ka bir işe yaramayacaktır.

  • 8/18/2019 Kurtuluş Cephesi, Sayı: 149, Mart-Nisan 2016

    8/28

     8

    KURTULUŞ CEPHESİ Mart-Nisan 2016

    Profesyonel ordu, askerliğin meslek ha-line getirildiği ve sadece bu mesleği yapa-cakların görev aldığı bir ordu olarak tanım-lanır. Bu açıdan, profesyonel ordu, sözcü-ğün tam anlamıyla  paralı askerler den olu-şur.

    Bu paralı askerler, askerliği meslek, ya-ni bir para kazanma yeri olarak kabul etmiş ve askeri kışlalarda (gerektiğinde ailesiylebirlikte) yaşam süren tam zamanlı silahlı

    personeldir. Örneğin ABD ordusu, tümüyleprofesyonel askerlerden oluşan profesyonelbir ordudur. Savaşçı personelden büro per-soneline kadar herkes paralı asker olarakorduda görev yapar. Buna paralel olarak da, ABD ordusunun askere alım, asker eğitimi ve görevlendiriş tarzı biçimlendirilmiştir.Hollywood filmlerinin kafamıza kazıdığı gi-bi, bu paralı askerler “vatan, millet, bayrak”için değil, sadece kendileri için savaşırlar.Kendi emir-komuta zinciri dışında kimseyehesap vermek durumunda olmadıkları için

    de savaş alanında akla gelmedik katliamla-ra başvururlar.

    Türkiye’de “profesyonel ordu” tartışma-ları Sovyetler Birliği’nin dağıtılmasıyla birlik-te yoğunlaşmıştır. Özellikle “terörizme kar-şı mücadele”nin, zorunlu askerlik hizmetiiçin orduya katılmış ve çok az eğitime sahipaskerlerle yürütülmesinde “sorunlar” orta- ya çıktığı görüldüğünden, “profesyonel or-du” kurulması yönünde bir eğilim ortayaçıkmıştır. Ancak bu eğilim, kimi zaman“medya”da dile getirilmiş, kimi zaman“medya” üzerinden topluma kabul ettirilme- ye çalışılmıştır.

    Toplumun, PKK’ye yönelik savaşta zo-

    Profesyonel Ordu ya da Paralı Askerler 

    runlu askerlik hizmetiyle orduya katılanla-rın ölümleri karşısında tepki vermeye baş-lamasıyla birlikte (“hakkımı helal etmiyo-rum”), “profesyonel ordu” eğilimi gerçeklikhaline dönüşmüştür.

    Dünün Genelkurmay başkanı, “Ergene-kon operasyonları”nın “mağduru” İlker Baş-buğ bu “müjdeli” haberi 2007 yılında ver-miştir.

    Başbuğ’a göre, “terörle mücadelede za-

     yiat işin doğasında” (“fıtratında”) vardır. “Buzayiatı en aza nasıl indiririz?” sorusu üzerin-de yoğunlaşıldığını ve sonuçta “iç güvenlik”bağlamında “yeni bir konsept” geliştirdikle-rini açıklar. Bu “yeni konsept”:

    1- Yüzde 100’ü profesyonellerdenoluşan Özel Kuvvetler Komutanlığı.

    2- Jandarma özel harekât taburla-rı.

    3- 5’i Kara Kuvvetleri Komutan-lığı’na, 1’i Jandarma Genel Komutan-lığı’na bağlı komando tugayları.

    4- Sabit konuşlu ve alan kontrolüsağlayan iç güvenlik taburları.

    5- Destek unsurlarını içerir.Böylece 2008 yılından itibaren “profes-

     yonel ordu”ya geçilmeye başlanılmıştır. Ancak ortada bir “başka” sorun vardır.

    “Zorunlu askerlik sistemi”, aynı zamanda“ordu-millet” temelli milliyetçi ideolojininayrılmaz bir parçasıdır. Profesyonel ordu,herşeyden önce, mesleği askerlik olan vegeçimini buradan sağlayan silahlı unsurlar-dan oluşur. Bu da “ordu-millet”e dayananmilliyetçi ideolojinin zaafa uğraması demek-tir. Yani “kutsal peygamber ocağı” olarakdinsel bir ideolojiyi de barındıran “zorunlu

  • 8/18/2019 Kurtuluş Cephesi, Sayı: 149, Mart-Nisan 2016

    9/28

    Mart-Nisan 2016 KURTULUŞ CEPHESİ

    9

    askerlik sistemi”nin kaldırılması, ordununniteliğini ve toplumsal işlevini değiştirecek-tir. Profesyonel ordu, ideolojisiz bir ordu ola-rak, sadece parayla motive edilmiş silahlı

    unsurlardan oluşacağından tüm milliyetçi ve dinci ideolojik inancı sarsar.

    Bu durumdan çıkış olarak, sadece “te-rörizmle mücadele” (“iç güvenlik”) kapsa-mında ordunun profesyonelleştirilmesine gi-dilmiştir. Ama bu “çözüm”, “teröristler”insabit bir sayıda kalacağı varsayımına daya-nır. Gelişen ve güçlenen bir “terör” karşısın-da artan oranda profesyonel asker bulmak ve bunları eğitmek çok da pratik değildir.Doğal olarak eldeki (mevcut) ordu birimle-ri bu alanda görevlendirilmek zorundadır.Bu da “zorunlu askerlik sistemi”yle askeregiden “Mehmetçik”in sınırlı ve basit eğitim-le bir kez daha savaşa sokulması anlamınagelir. Bu da, bir kez daha “hakkımı helal et-miyorum” tepkisinin ortaya çıkmasına yolaçar.

    Bugün, TSK’nın “genelkurmay aklı” busorunu aşabilmiş değildir ve aşması da bek-lenemez. Ama her yönüyle dökülen ve ba-şarısızlığa mahkum bir paralı askerlik siste-mi kurulmuştur.

    İslamcılar (ve elbette AKP), ordunun ya-rım değil, tam olarak profesyonelleştirilme-sini savunmaktadırlar. Onlara göre, tam pro-fesyonel, yani paralı askerlerden oluşan birordu, bugüne kadar olduğu gibi siyasetemüdahale edemeyecektir. Parayı veren dü-düğü çalacaktır. Kendilerinin parayı kontrolaltında tuttuklarına inandıkları için de, dü-düğü kendilerinin çalacağını öngörmekte-dirler.

     Yine islamcıların (AKP), darbe üzerinedarbe yapan ve her zaman darbe yapmaya

    “muktedir” olan ordunun karşısına, yine pa-ralı elemanlardan oluşan “yerli ve milli” birpolis teşkilatı çıkarma çabası da aynı neden-lerle ortaya çıkmıştır.

     AKP ve Recep Tayyip Erdoğan ne kadar“yerli ve milli” polislerden söz ederse etsin,bugün polis özel harekat birimlerinden bir-biri ardına gelen istifalar sorunun sanıldığıkadar basit olmadığını göstermiştir.

    Öte yandan, ordunun tüm subay ve ast-subay kademeleri, askerliği meslek olarakseçmiş ve geçimini buradan temin eden pa-

    ralı askerlerden oluşur. Darbe yapanlar dahep bu paralı askerler olagelmiştir. Hiçbirzaman “parayı veren”, yani “devlet/hükü-

    met” düdüğü çalamamıştır.Paralı askerlere ilişkin olarak Machiavel-

    li Prens kitabında şunları yazar:“... bir prensin kendi devletini sa-

     vunmak için kullandığı silahlar, yakendine aittir ya ücretlidir, ya yardım-cıdır ya da karışıktır. Ücretli ve yar-dımcı askerler yararsız ve tehlikelidir;bir kişi, devletini bu askerlere daya-narak elde tutuyorsa, ne sağlam ko-numda ne de güvenlik içinde olacak-tır; çünkü onlar arasında birlik yok-tur, hırslı, disiplinsiz ve sadakatsizdir-ler; dostlarının önünde cesur, düş-manların önünde korkaktırlar; netanrıdan korkarlar, ne de insanlarabağlıdırlar; saldırı ne kadar geciktiri-lirse yıkım da o kadar ertelenir; barışzamanında onlar tarafından soyulaninsanlar, savaş zamanında düşmantarafından soyulur. Gerçek şu ki, sa- vaş alanında onları tutacak küçük birücretten başka bağları ve nedenleri yoktur ve bu ücrette sizin için ölme- yi istemeleri için yeterli değildir. Sa- vaş yapmadığınız sürece sizin aske-riniz olmaya hazırdırlar, ama savaş

    gelip çatınca, ya ayrılırlar ya da ka-çarlar. Bunu kanıtlamak çok zor de-ğildir, çünkü İtalya’nın mahvoluşun-da, değişik zamanlarda ücretli asker-lere umut bağlanmasından başkahiçbir neden olmamıştır. Önceleri ba-zıları cesur görünürlerse de, yabancı-lar geldiğinde ne oldukları ortaya çı-kar. Bu yüzden, Fransa Kralı Charlesİtalya’yı bir elinde tebeşirle ele geçi-rebilmiştir. ‘Bunun nedeni bizim gü-nahlarımızdır’ diyenler gerçeği söylü-

     yorlar, ama bu günahlar, onların dü-şündüğü günahlar değil, benim söy-lediğim günahlardır. Bu günahları iş-leyenler prensler olduğu için, cezası-nı da çeken prensler olmuştur.

    Bu silahların yersizliğini daha iyigöstermek istiyorum. Ücretli komu-tanlar, ya yetenekli kişilerdir ya dadeğildir. Yetenekliyseler, onlara güve-nemezsiniz, çünkü ya onların efendi-si olan size baskı yaparak ya da sizinniyetinizin tersine başkalarını ezerek

    kendilerini büyük yapmak isterler;eğer yeteneksizse, doğal olarak sizi yıkıma götürür.”

  • 8/18/2019 Kurtuluş Cephesi, Sayı: 149, Mart-Nisan 2016

    10/28

     10

    KURTULUŞ CEPHESİ Mart-Nisan 2016

     Yaklaşık 500 yıl önce yazılmış bu sözle-re rağmen, ABD’de olduğu gibi, paralı as-kerlere dayalı ordular varlıklarını sürdür-müştür. Bu durumdan güç alan profesyonel

    ordu yandaşları tezlerini savunmayı sürdür-müşlerdir.

    TSK, kesinkes ABD ordusu gibi mutlakbir profesyonel orduya geçmeyi düşünme-mektedir. Onların ideal profesyonel ordusu,Fransa’nın yüz yıldır sürdüregeldiği “lejyo-ner” sistemidir. Yani ordunun önemli bir bö-lümünü profesyonelleştirerek “özel görevgücü” haline getirmektir. Fransa’daki bu sis-temin ayırıcı özelliği ise, tümüyle “yabancı-lar”-dan oluşmasıdır. Pek çok sömürgeyesahip olan Fransa için kendi sömürgelerin-de yaşayanlar “yabancı” olarak kabul edil-diğinden, “lejyoner”ler de bu unsurlardanoluşturulur. Böyle bir durum Türkiye için ge-çerli olmadığından “lejyoner” sistemindenesinlenen uygulamalar da bir süre sonra ba-şarısızlığa uğramak durumundadır.

    Paralı askerlik sistemi, paralı askerlerinkendi emir-komuta zinciri dışında hiç kim-seye karşı sorumlu olmamalarıyla özdeştir.Bu nedenle paralı askerler akla gelemeye-cek vahşeti ve katliamı yapabilecek “tıynet-

    te” kişilerdir (ki Fransız lejyonerleri ile Bel-çikalı paraşütçülerin Afrika’da yaptıkları kat-liamlar ve işkenceler ortadadır). İstenilenböylesi vahşi ve katliamcı askerlerle “terö-rizmle savaş” yürütmektir.

    Bu açıdan, ordunun artan profesyonel-leştirilmesi, pratikte, artan vahşet ve katliamdemektir. Buradan da “anti-terör” politika-sının kökenine ulaşılır: Zorun, askeri zorun

    olabilecek en son sınırına kadar kullanılma-sı. Diğer ifadeyle, profesyonel birlikler ara-cılığıyla “topyekün” ve “mutlak” bir savaşsürdürülmesi “anti-terör” politikasının idea-

    lidir.Bunun devrimci mücadele üzerinde faz-

    laca bir etkisi yoktur. Çünkü devrimci mü-cadele, tarihin görüp görebileceği en büyük vahşetle, katliamla yok edilmeye çalışılmış-tır ve çalışılmaktadır. Bunların paralı asker-ler aracılığıyla ya da “zorunlu askerlik siste-mi” ile gerçekleştirilmesi fazlaca bir farkoluşturmaz. Hatta diyebiliriz ki, profesyonelordu, paralı askerlik, devrimci mücadeleningeçmişte karşı karşıya kaldığı kimi sorunla-rın kendiliğinden ortadan kalkmasına yolaçacaktır. Zorunlu askerlik sistemiyle aske-ri alınmış ve en fazla 20 ay askerlik yapacakolan bir silahlı unsurla savaşmak bir dizitoplumsal sonuçlar doğurabilmiştir. Profes- yonel ordu, bu toplumsal sonuçları ortadankaldıracaktır. Dolayısıyla da, eskiden oldu-ğu gibi “şehit haberleri”nin toplumdaki yan-sıları daha sınırlı ve “tepkiler” de daha ya-pay hale gelecektir.

    Profesyonel ordunun bu durumu karşı-sında, kaçınılmaz olarak, milliyetçi ve dinci

    ideoloji tarafından harekete geçirilmiş un-surların hareketi daha fazla önem kazana-caktır. Bu da, bir yandan savaşı daha kanlı ve kuralsız hale getirirken, diğer yandan içsavaşı kaçınılmaz hale getirecektir. Böyleceparayı verenin düdüğü çalamayacağı, zafer ve ölümden başka alternatifin olmadığı birsüreç ortaya çıkacaktır.

  • 8/18/2019 Kurtuluş Cephesi, Sayı: 149, Mart-Nisan 2016

    11/28

    Mart-Nisan 2016 KURTULUŞ CEPHESİ

    11

    PKK’nin Çıkmazı

    Bugün, “hendek savaşı” ile başlayan sü-reçte PKK bir kez daha çıkmaza girmiştir.PKK’nin içine girdiği çıkmazları anlayabil-mek için önce yakın tarihe bakmak gere-kir.

    PKK, pek çok sol örgütlenme gibi, 1975sonrasında yükselen devrimci mücadele sü-recinde ortaya çıkmıştır.

    PKK’nin ilk oluşum sürecinde yayınlanan“Manifesto” (“ Kürdistan Devriminin Yolu”),

    Kürdistan devriminin bir Milli DemokratikDevrim olduğunu ilan eder. Ancak MaoZedung’un formüle ettiği ve Çin Devrimi’yleözdeşleşen Milli Demokratik Devrim anlayı-şı, PKK açısından, anti-emperyalist ve anti-feodal bir devrim olarak tanımlanmaz. An-ti-emperyalizmin yerini “anti-sömürgecilik”alır. “Anti-sömürgecilik” “Kürdistan devri-mi”nin “milli” yönünü oluşturur.

    PKK’nin “Manifesto”sunda her ne kadarKürdistan devrimi ile Vietnam devrimi ara-sında paralellik kuruluyor olsa da, “bağım-

    sız ve demokratik Kürdistan”dan söz edili- yor olsa da, kendine özgü bir “milli”lik vekendine özgü bir “demokratik”lik söz konu-sudur.

    “PKK Manifestosu”nda Kürdistan devri-miyle kurulacak düzen şöyle tanımlanır:

    “... demokratik merkeziyetçilikgenel ilkesi altında, siyasi alanda de- mokratik halk cumhuriyeti biçimindesomutlaşan  halk demokrasisi, eko-nomik alanda, merkezi ve emredicibir devlet planlama  teşkilatının ön-derliğinde devletçilik, kooperatifçilik ve özel mülkiyete yer veren, ağır sa-nayi başta olmak üzere tarım, sana-

     yi, ticaret ve mali alanda bağımsız vetopyekün kalkınmaya dayanan birekonomik düzenin gerçekleşme-si...”

    Bunlar Mao’nun formüle ettiği “yeni de-mokrasi”nin içeriğinden derlenmiştir. AmaMao’nun “milli demokratik devrimi”nin an-ti-emperyalist hedefi, anti-sömürgecilikle yer değiştirdiğinden, yapılan derleme de,basit bir adaptasyondan başka bir şey değil-

    dir. (Ve bugün, herkesin bilebileceği gibi, busöylemlerin esamesi bile okunmamaktadır.Demokratik halk cumhuriyetinin yerini“ekolojik-demokratik toplum projesi” alalıçok zamanlar olmuştur.)

     Ancak burada bunları ele almayacağız. Asıl sorun, PKK’nin marksist-leninist litera-türden adapte ettiği “milli demokratik dev-rim” anlayışının, tümüyle Türkiye’deki sınıf-sal ve ulusal (anti-emperyalist) mücadele-den ayrı örgütlenmeyi ve ayrı mücadeleyiiçermesidir.

    Bu öyle bir “ayrı”lıktır ki, “ezen ulus”un(Türkiye) devrimcileri daha baştan dışlanır-lar:

    “... gerek ezen ulus “devrimcile-rinden” gerekse onlarla farklı nüans-lardan ama aynı telden çalan ezilenulus “devrimcilerinden” gelen, ulusalmesele konusundaki ‘bölgesel özerk-lik’, ‘federal birlik’, ‘dil ve kültürözerkliği’ biçimindeki çözüm yollarıgericidir ve günümüzde uluslarınkendi kaderlerini tayin hakkının biri-cik doğru yorum tarzı olan “bağımsızdevlet” tezine aykırıdır. Bağımsız dev-let, günün şartlarında tek doğru, doğ-

  • 8/18/2019 Kurtuluş Cephesi, Sayı: 149, Mart-Nisan 2016

    12/28

     12

    KURTULUŞ CEPHESİ Mart-Nisan 2016

    ru olduğu için de devrimci bir tezolup, diğer tezler ve çözüm yollarıdevlet sınırlarına dokunmadığı içinreformist, reformist olduğu için de

    gerici tezlerdir.”Böylece Türkiye devrimci hareketi bir

    çırpıda “reformist” ve “reformist olduğu içinde gerici” konumuna sokulur. Dolayısıylaböylesine “gerici” bir kesimle birlikte mü-cadele etmek zaten olanaksızdır!

    Özcesi, PKK, daha kuruluş anından iti-baren, Türkiye devrimci mücadelesinin dı - şında yer almayı seçmiş ve bu nedenle deayrı örgütlenmeye yönelmiştir. Bu nedenle,karşı karşıya kaldığı sorunlar, Türkiye dev-rim mücadelesi bütünselliği içinde değer-lendirilemez.

     Askeri terimlerle söylersek, PKK, savaşınbaşlangıcında ayrı örgütlenme  temelinde“yığınak” yapmıştır. Bu stratejik bir tercihtir ve yanlış yapılan bir yığınak, tüm stratejikmücadele boyunca etkisini sürdürür.

    PKK için, Kürdistan devrimi, “uzun süre-li ve çeşitli evrelerden geçecek olan bir halksavaşı” ile gerçekleşecektir. Bugün kenditerminolojilerinde “devrimci halk savaşı”adını verdikleri bu çizgi, yine Mao Zedung’un

    formüle ettiği ve uyguladığı halk savaşı çiz-gisidir. (Ancak PKK’nin ortaya çıktığı dö-nemde Çin’deki gelişmeler –ki Mao Zedungölmüştür–, “sosyal-emperyalizm” teorileri vb. karşısında halk savaşına ilişkin gönder-meler neredeyse tümüyle Vietnam devrimi-ne ilişkindir.)

    İster Çin, ister Vietnam örnek alınsın, herikisinde de (Amerikan emperyalizminin as-keri doktirininde “gayri nizami savaş” adı verilen) ortak nokta halk savaşıdır.

    Burada öncelikli olarak, halk savaşının

    ne olduğunu ve stratejik bir çizgi olarak na-sıl yürütüldüğünü açıklamak gerekir.

    Halk savaşı çizgisi, Giap’ın tanımıyla, “si-lahlı kuvvetleri, teçhizat ve teknik bakımdanhala zayıf olan fakat, maddi açıdan çok da-ha güçlü bulunan bir düşmana karşı çarpış-mak”, “maddi gücü moral güçle yenmek,güçlü olanı güçsüz olanla yenmek, modernolanı ilkel olanla yenmek, saldırgan emper- yalistlerin modern ordularını, halkın yurtse- verliği ve devrimi tam olarak gerçekleştir-mek azmiyle yenmek”tir.

    Böyle bir savaş, doğal ve kaçınılmaz ola-rak uzun süreli bir savaştır. Uzun süreli birsavaş ise, sağlam bir “arka cephe”, yani kur-

     tarılmış bölgeler  olmaksızın sürdürülemez.(Burada kurtarılmış bölgelerin önceli olarakgerilla üs bölgelerini ve gerilla üslerini elealmayacağız.)

    Kurtarılmış bölgeler, halk savaşının ilk ve yakın hedefidir. Bu bölgeler, askeri güçlerinörgütlendiği, eğitildiği alanlardır. Halk sava-şını yürütecek güçlerin “arka cephesi”dir.

    Bu yüzden, halk savaşının ilk stratejik so-runu, kurtarılmış bölgelerin nasıl ve hangikoşullarda yaratılacağı sorunudur.

    Mao Zedung’un ortaya koyduğu ve pra-tikte de gerçekleştirdiği kurtarılmış bölgele-rin kuruluşu, herşeyden önce, zayıfta olsabir halk ordusunu gerektirir. Ancak bu du-rum, “olağanüstü” bir başka durumla, yani“beyaz rejim içindeki parçalanmalar vesavaşlar”la birlikte kurtarılmış bölgelerin ya-ratılmasını ve yaşatılmasını sağlar.

    Mao’ya göre, Çin gibi yarı-sömürge birülkede, emperyalist güçler arasındaki bö-lünmeler, yarı-sömürgelerde değişik iktidarkliklerinin ortaya çıkmasına yol açar. Güçlübir merkezi otorite olmadığından, bu kliklerülkenin değişik yörelerinde iktidarı ellerin-de tutarlar. Kendi aralarında savaş olduğun-dan, birbirleriyle dayanışmaları söz konusu

    olamaz. “Düşmanımın düşmanı dostum-dur” siyaseti ile kendi yöresel iktidarlarınıkorumaya çalışırlar.

    İşte bu “beyaz rejim” içindeki parçalan-malar ve savaşlar, zayıf bir Kızıl Ordu’nunülkenin belli yörelerinde iktidarı ele geçir-mesini olanaklı kılar. Ama bu durum, Mao’-nun da ifade ettiği gibi, yarı-sömürge ülke-ler için geçerlidir. Halk savaşı çizgisi açısın-dan asıl olan, uzatılmış bir savaşı yürütmek,zayıf gücü geliştirmek için kurtarılmış böl-gelerin gerekli ve zorunlu olduğudur.

    Halk savaşının ikinci ayırıcı özelliği, ge-rilla savaşının halk savaşının ilk evresindetemel savaş biçimi olarak ortaya çıkmasıdır.Gerilla savaşı, giderek hareketli savaşa veoradan da mevzi savaşa dönüşür. Bu bağ-lamda, gerilla gücü, hareketli bölgesel güce ve daha sonra da düzenli orduya dönüşür.Bu üç savaş biçimi ve üç silahlı örgütlenmeolmaksızın halk savaşını yürütmek ve sür-dürmek olanaksızdır.

    Halk savaşı, tüm savaşlar gibi,  düşman güçlerini yenilgiye bozguna uğratma yı he-

    defler. Savaşta düşmanı yenilgiye uğratmak,Clausewitz’in tanımlamasıyla, düşmanın ira-desini kırmak ve kendi irademize tabi kıl-

  • 8/18/2019 Kurtuluş Cephesi, Sayı: 149, Mart-Nisan 2016

    13/28

    Mart-Nisan 2016 KURTULUŞ CEPHESİ

    13

    maktır.Halk savaşı, halk ordusunun zaman için-

    de güçlenmesi, kurtarılmış bölgelerin geniş-letilmesi ile halkın, özellikle kentlerdeki hal-

    kın mücadeleye fiilen katılmasıyla stratejiksaldırı aşamasına ulaşır. Kırsal bölgelerdekisilahlı güçler ile kentlerdeki halk ayaklan-ması birleştirilerek düşmana nihai darbe vu-rulur. Sonuçta, düşmanın siyasal iktidarmerkezi (en bilinen ifadesiyle başkent) halkgüçlerinin eline geçer.

    Söz konusu olan Kürdistan ise, buradahalk savaşının zaferi, “sömürgeci güçleri”,özel olarak onların askeri güçlerini (strate- jik düzeyde) yenilgiye uğratmakla mümkün-dür. Ancak o zaman “sömürgeci güçler”,Kürt halkının “iradesine” boyun eğerler. Bu-nun yolu da, düşman güçlerini “silahtanarındırmak”, yani silah kullanamaz, savaşısürdüremez hale getirmekle olanaklıdır.

     Ama bu savaş, bir ülkenin devlet sınırla - rı içinde, bir bölgesel silahlı güç ile ülkeninbütününde egemen olan bir başka (düş-man) silahlı güç arasında gerçekleşmekte-dir. Böyle bir savaşta, eğer yaratılabilinirsekurtarılmış bölgeler, Çin ve Vietnam sava-şında olduğu gibi, düşmanı zayıflatan bir un-

    sur değildir. Düşman güçleri, geniş bir coğ-rafyadan beslenen ve geniş bir nüfus tara-fından sağlanan olanaklara sahiptir. Modernaskeri donanıma sahip olmanın yanında,bölgede kendi siyasal kurumlarını oluştur-muştur. Çin ve Vietnam’daki gibi “sömürge-ci güç” dışsal bir olgu değildir.

    Böyle bir gücü yenilgiye uğratabilmek,savaş gücünü yok etmek, sonuç olarak yen-mek, ancak ülke çapında yürütülecek birhalk savaşıyla mümkündür. Bir diğer ifadey-le, bölgesel düzeyde formüle edilmiş olan

    halk savaşı, tüm coğrafyada, bu coğrafyanınbütünselliği içinde yürütülmediği sürece,bölgesel gücün askeri zafer kazanması (halk savaşıyla) olanaksızdır.

    Savaş alanı olan ülkenin dışında “eğitimkampları”, “üs bölgeleri” oluşturulmuş ol-ması, hiç kuşkusuz, PKK için bir avantajdır. Ama bu avantaj, savaşın kazanılmasına iliş-kin değil, sadece savaşın  sürdürülmesine ilişkin bir avantajdır. Hiçbir biçimde halk sa- vaşının asli unsuru olan kurtarılmış bölge-lerle özdeşleştirilemez.

    Burada fiilen 600 bin kişilik ve seferber-lik durumunda 2,5 milyona ulaşan bir sü-rekli ordu sözkonusudur. 50-55 milyonluk

    bir nüfusa sahiptir. Daha da önemlisi, bu as-keri güçler, bölgeye dışardan gelmiş işgalcibir güç değildirler. Onların “sömürgeci” ol-ması, tarihsel olarak bölgeyi “işgal” (ve el-

    bette “ilhak”) etmiş olmaları, herhangi birülkenin bir başka ülkeyi işgal ettiği koşullar-la aynı değildir.

    “Sömürgeci güç”, aynı zamanda devrim durumunun sürekli mevcut olduğu bir ülke-nin gücüdür. Kendi içinde parçalanması, an-cak bir devrim sürecinde, bir  iç savaş ko - şullarında ortaya çıkabilir. Bunun dinamik-leri de, bölgesel değil, ülke çapındadır. Es-ki feodal dönemlerle kıyaslanmayacak öl-çüde merkezi bir devlet aygıtı mevcuttur.Böylesi bir güce karşı, ancak ülkenin bütü - nünü esas alan bir halk savaşı ile zafer ka-zanılabilir.

    İşte PKK’nin “yığınak”ta yaptığı hata,böyle bir bütünsel ve birleşik mücadelenindışında kendisini örgütlemesidir. Doğal ola-rak böyle bir “yığınak”la böyle bir gücü ye-nilgiye uğratmak olanaklı olmadığından, de-ğişik “çareler” aramak zorunda kalmakta-dır.

    1990’ların ilk yıllarında halk savaşının“stratejik denge” aşamasında olduklarını

    ilan eden PKK, “yığınak”taki hatasının so-nucu askeri bir zafer kazanamayacağını gör-dükçe, emperyalist güçlerden destek alma- ya yönelmiştir. Böylece “Kürdistan devrimi”,“demokratik halk cumhuriyeti” gibi hedef-ler ve amaçlar tarih olmuştur.

    “Stratejik denge” aşamasının 25. yılındaPKK’nin bölgesel olarak tartışmasız bir as-keri-politik güç haline gelmesiyle birlikte,halk savaşı yolu zaman zaman anımsanma- ya başlamıştır. Amerikan emperyalizmininIrak işgaliyle ele geçen yeni silahlar ve em-

    peryalist ülkelerle kurulan ilişkiler, askeriolarak PKK’yi güçlendirmiş olması da buanımsamada etkin bir unsur olmaktadır. Ama “askeri savaş”ta zafer kazanmak, gö-ründüğü kadar kolay değildir.

    Bugün bölgesel düzeyde yürütülen “hen-dek savaşı”, PKK’nin söyleminde “devrimcihalk savaşı”nın yeni bir aşaması olarak gös-terilmektedir. Yani halk savaşının stratejiksaldırı aşamasında, halk ordusu ile halkınayaklanmasına dayanan bir zaferin öngünügibi tanımlanabilir.

    Bu öngünde, kırsal alanlardan gelen si-lahlı güçler, kentlerdeki silahlı ayaklanmaile birleşerek zafere doğru ilerler. Kentler,

  • 8/18/2019 Kurtuluş Cephesi, Sayı: 149, Mart-Nisan 2016

    14/28

     14

    KURTULUŞ CEPHESİ Mart-Nisan 2016

    bu güçlerin birleşik harekatı ile birbiri ardı-na ele geçirilir ve düşman tek tek kentler-den kovulur. Bugün, Türkiye “sol”unda esenrüzgarlar, söylemler, ne kadar üstü örtük

    olursa olsun, böyle bir gelişmenin üzerine yükselmektedir.

    İşte PKK’nin karşı karşıya olduğu çıkmazda buradadır.

    Bir taraftan 30 yıldır sürdürülen bir geril-la savaşı, öte yandan güçlü merkezi otorite- ye karşı askeri zaferin kazanılamaması ger-çeği vardır. PKK’nin (doğal olarak “önderli-ği”nin) 1995’teki ilk büyük dönüşümü ve ar-dından 2007 sonrasındaki ateş-kes dizileri,her açıdan askeri savaşta tek başlarına za-fer kazanamayacaklarının kabulü demektir.(Ve sadece AKP’nin seçim kazanmasınahizmet etmiştir.)

     Yıllar öncesinden bilinen ve hatta yer yerplanlanıp uygulamaya bile sokulan “devrim-ci” halk savaşının zafere ulaştırılamayacağı-nın görülmesi, PKK’deki dönüşümlerin te-melini oluşturur. Böyle bir önkabul karşısın-da, bir kez daha, “hendek savaşları”nın it-mesiyle geriye-dönüş, sonuç açısından faz-laca bir şeyi değiştirmeyecektir.

    Bu bilinirken ve biline biline “hendek sa-

     vaşları” sürecine girilmesi, kırsal alanlarda-ki gerilla gücünün ne yapacağı sorusunu or-taya çıkarmıştır.

    “Klasik” ya da kendi tanımlamalarıyla“devrimci” halk savaşı açısından bu soru-nun yanıtı, doğrudan stratejik karşı saldırıaşamasındadır. Kırsal alanlardaki gerilla gü-cü ile kent ayaklanmasının birleştirilmesiy-le gerçekleştirilecek olan bir stratejik karşısaldırıyla, düşmanın silahlı güçlerini “iki ateşarasına” alarak zafere doğru ilerlemeyi sağ-layacağı varsayılabilir. Ama bu sadece teo-

    rik bir varsayımdır. Kendi deneyimleri, böy-le bir topyekün saldırıyla birlikte tümüyle yok olabilme olasılığını da ortaya koymak-tadır.

    PKK’nin, “medyatik” söylemle “Kandil”inkarşı karşıya kaldığı çıkmaz, iki olasılığın(stratejik karşı saldırı ile savaşı tırmandır-mak ve başarıya ulaşılamazsa tümüyle yokolmak) arasına sıkışmaktan kaynaklanmak-tadır.

    “Bahar gelince” savaşın daha da şiddet-leneceğine ilişkin söylemler de, bu iki ola-

    sılıktan birincisine mutlak bir değer atfet-mekten kaynaklanmaktadır.

    Burada savaşta cüretin, atılganlığın rolü

    üzerine konuşmak elbette mümkündür. Cü-ret ve atılganlık, maddi gerçeklikten kopma-dığı sürece bir yere ve role sahiptir.

    Herşeyden önce “düşman” güçleri uzun

    süre savaşı sürdüremeyecek boyutta yıpra-tılmamıştır (yıpratma savaşı). Aynı ölçüde,düşman güçlerinin imhası (imha savaşı)olağan dönemlerin çok ötesinde değildir.PKK’nin silahlı güçleri, ne kadar disiplinliolurlarsa olsunlar, düzenli bir orduya dönü-şememişlerdir. Üstelik hareketli savaşı (ma-nevra savaşı) yürütecek örgütlülüğe ve de-neyime sahip değillerdir. Halen kırsal alan-larda bile küçük silahlı güçlerle hareket edil-mektedir. Güçlerin zaman ve mekan içinde yoğunlaştırılması söz konusu olmamıştır.

    Böylesi bir durumda, “devrimci” halk sa- vaşı “böyle gerektiriyor” diyerek savaşı tır-mandırmak, mevcut tüm güçlerle saldırıyageçmek, yukarda da belirttiğimiz gibi, tü-müyle yok edilme olasılığını da içinde taşı-maktadır. Ayrıca böyle bir askeri tırmanmakarşısında “T.C.”nin nasıl yanıt vereceği debilinemezler arasındadır. Devlet Bahçeli’ninson açıklamalarında söylediği gibi, kentler-de “taş üstünde taş, baş üstünde baş” bırak-mayacak bir askeri yanıt her zaman olası-

    dır.Stratejik düzeyde böyle bir askeri tırman-ma politikasının uygulanma olasılığı ne ka-dar zayıfsa, taktik planda buna benzer biraskeri politikanın uygulanma olasılığı o ka-dar mevcuttur. PKK, taktik planda, sankistratejik düzeyde gerçekleştiriliyormuş gö-rünümü altında, böylesi bir askeri harekâtagirişebilir. Bu taktik “saldırı”nın, sadece busaldırıyı gerçekleştiren güçlerin imhasındanöte bir etkide bulunmayacağı, yani stratejikgüçlerini etkilemeyeceği kabul edilirse, or-

    taya çıkacak durum bir “güç denemesi”ndenbaşka bir şey olmayacaktır. Ama stratejiden ve somut gerçeklikten kopuk bir “güç de-nemesi” pek çok dengelerin yer değiştirme-sine yol açabilir.

    Tüm bu olasılıklar ve varsayımlar “Kan-dil”in içine girdiği çıkmazın boyutlarını gös-termektedir.

    Elbette bu noktada, tek tek insanlara “sizolsanız ne yapardınız” diye soru sorarak“çıkmaz”dan çıkmak olanaklı değildir. Ce-mil Bayık’ın Times’a verdiği röportajda ifa-

    de ettiği gibi, “ halkımız  intikam  hisleriyledolu. Gerillalarımıza, onlara yapılanların in-tikamını almaları çağrısında bulunuyor”ken,

  • 8/18/2019 Kurtuluş Cephesi, Sayı: 149, Mart-Nisan 2016

    15/28

    Mart-Nisan 2016 KURTULUŞ CEPHESİ

    15

     yıllar boyunca “devrimci” halk savaşınınaşamalarından söz edilmişken ve savaşçılarbu yönde eğitilmişken, “başka bir seçenek”de ortada görünmemektedir.

    “Kandil” ya aşağıdan gelen baskıya bo- yun eğerek savaşı tırmandırma kararı ala-caktır, ya da aşağıdan gelen baskıyı “deği-şik araçlarla” nötralize ederek zaman ka-zanmaya çalışacaktır.

    Bugün PKK üst düzey yöneticilerinin“topyekün savaş”tan söz etmeleri, bu iki-lemde ikinci yolu tercih edecekleri yönün-de belirtiler olarak da kabul edilebilir.

    Her durumda, “yığınak”ta yaptıkları ha-ta, savaşın geldiği bu aşamada ortadan kal-dırılamayacaktır. Birkaç “sol” örgütü bir ma-sa çevresinde toplayarak oluşturulan “bir-lik” de bu “yığınak”ta yapılan hatayı ortadankaldıracak nitelikte değildir.

    Böyle bir çıkmazla, ikilemle karşı karşı- ya kalınacağı, “hendek savaşı”nın başlangı-cında görülmesi gereken bir durumdur.Eğer “hendek savaşı” bir kent ayaklanması-nın ifadesiyse, PKK yönetiminin, kendiliğin-den ya da örgütlü bir kent ayaklanması kar-

    şısında ne yapacağını da önceden saptama-sı gerekir. Olaylar geliştikten ve tek tek“hendek savaşı” alanları ağır tahribata uğ-radıktan sonra “şimdi ne yapmalı” sorusu-

    nu sormak, yeni savaşçılar için ne kadarolanaklıysa, eski yöneticiler için o kadar an-lamsızdır.

    Bu çıkmazlardan ve ikilemlerden çıkma-nın tek yolu, ülke bütününde bir halk sava-şı stratejisinin yürütülmesiyle olanaklıdır. Buda PKK söyleminde ifadesini bulan “devrim-ci” halk savaşından temelden farklı bir stra-tejik çizgidir.

    Tarihsel olarak PKK’yi böyle bir çıkmaz-dan çıkartacak bir başka olasılık daha var-dır. Bu da, “sömürge savaşları”ndan yorul-muş ve yıpranmış Portekiz ordusunun sol-cu askerlerle gerçekleştirdiği “karanfil dev-rimi” benzeri bir durumun ortaya çıkması-dır. (1974 yılında gerçekleştirilen “sol dar-be” sonucunda Portekiz Afrika’daki sömür-gelerini “barışçıl” biçimde terk etmiştir.)

    “Darbe” söylemlerinin gündemin ilk sı-rasına çıktığı bugünlerde bu olasılığı daanımsatmış olalım.

  • 8/18/2019 Kurtuluş Cephesi, Sayı: 149, Mart-Nisan 2016

    16/28

     16

    KURTULUŞ CEPHESİ Mart-Nisan 2016

    Belki de dünyanın en zor işi, yaşamını yitiren devrimcilere ilişkin bir yazı kalemealmak, dahası eleştirel bir yazı kaleme al-maktır.

    Bir tarafta, doğru ya da yanlış bir çizgidemücadele eden ve bu mücadele içinde ya-şamını yitiren devrimciler vardır. Hatta kimi-lerinin küçümseyici bir ifadeyle söyledikle-ri, “devrimci demokrat”lar yahut “devrimcimaceracılar”dır onlar. Öte yanda, izlenilen

     ya da öyle olduğu varsayılan ideolojik-poli-tik çizgiye değinmeksizin, onların eylemini yücelten ve geride kalanlara savaşma azmi yaratmayı hedefleyen “devrimciler ölmez”söylemleri vardır. Bunlara, toplumun dinselinancından türetilmiş olan “ölünün arkasın-dan konuşulmaz” anlayışını da ekleyebili-riz.

    Böyle olunca da, devrimci mücadelede yaşamını yitiren devrimcilerin “arkasından” yazmak, yukarda belirttiğimiz gibi, eleştirelbir yazı yazmak çok daha güçleşmektedir.

    Bütün bunlara, “ölünün arkasından ko-nuşulmaz”a dayanan ve bu sayede devrim-ci olan ile devrimci olmayan, devrimci mü-cadeleyi (doğru ya da yanlış bir çizgide ya-hut anlayışta) yürüten ile devrimci mücade-leyi terk edenler arasındaki ayrım çizgisininortadan kaldırılışını da eklemek gerekir.

    Örneğin Mihri Belli yaşamını yitirdiğinde,“arkasından” neredeyse “tek kötü söz” (da-ha doğrusu kendisinin yanlış anlayışına iliş-kin olumsuz tek bir söz) bile edilmeksizin“sonsuzluğa uğurlanması” Türkiye “sol”un-daki egemen bir tutumdur. Ya da devrimci-liği neden ve niçin terk ettiği bile bilinme- yen, eski dönemlerin “önemli” ve “sorum-

    Silahlı Eylem Biçimleri,Silahlanma, Teçhizat ve Devrimci Savaş

    lu” kişilerinin “arkasından” söylenenlere ba-kıldığında, “kenara çekilmesi”nde, “suskun-luğunda”, özetle devrimciliği bırakmasındanasıl bir keramet arandığını görmek olanak-lıdır.

    Hiç kuşkusuz, yaşamını yitiren devrimci-ler hakkında yazı yazmaktan kastettiğimiz,bu örnektekiler ve onların eşdeğerlerine iliş-kin değildir. Söz konusu olan zorluk, bellibir devrimci örgütlenme içinde yer alan ve

    bu örgütlenmenin çizgisi doğrultusunda ha-reket ederken yaşamını yitiren devrimcile-re ilişkindir. Oysa yapılan, tekil bireylerin de-ğil, bu bireylerin içinde yer aldıkları örgüt-lenmelerin çizgisinin ve eylem tarzının sor-gulanması, eleştirilmesidir.

    Hiçbir somut olaya ya da olguya atıf yap-maksızın salt örgütsel çizginin (ya da eylemtarzının) sorgulanması “zor” bir iş değildir. Ancak sorgulanan ya da eleştirilen örgütselçizginin somut sonuçları ortaya konulmadı-ğı sürece, sorgulama ya da eleştiri soyut kal-

    makta ve söz konusu olan çizginin mantık-sal sonuçları ortaya konulamamaktadır.

    Oysa belki aynı çevreler, çok kolaylıkla“halk sınıf”larında, “ Eylem Öğretiyor ” baş-lıkları altında pek çok somut eylemi ele alır-lar. Ama bu ele alış tarzı, “eylem”den ne öğ-renildiğinden daha çok, eylemi gerçekleşti-renlerin ne denli “başarılı” olduklarını orta- ya koymaktan ibarettir. Böyle olunca da, elealınan somut olay ya da olgu, kolayca kabulgörebilmektedir.

    Zor olan, “başarı”dan çok “başarısızlı-ğın”, olumlu “dersler”den daha çok “olum-suz” derslerin ortaya çıktığı somut olaylarailişkindir.

  • 8/18/2019 Kurtuluş Cephesi, Sayı: 149, Mart-Nisan 2016

    17/28

    Mart-Nisan 2016 KURTULUŞ CEPHESİ

    17

    Bir başka zorluk ise, aynı olayı (ya da ey-lemi) ele alan bir dizi oportünist ve pasifis-tin kötüleyici ve karalayıcı yaklaşımlarıdır.Doğal olarak, eleştirel bir yazı, böylesi bir

    oportünist ve pasifist yaklaşımla eşdeğerleş-tirilebilme tehlikesini içerir. Böyle bir tehli-ke karşısında da, oportünist ve pasifistlerleaynı “kefe”ye konulmaktan kaçınmak için,ister istemez böylesi zorlu bir işe hiç kalkış-mamak tercih edilir. Çünkü devrimci müca-delede yaşamını yitirenler, kendi yapısallığı ve örgütlülüğü içinde çok önemli bir değer-dirler ve bu değerlere yönelik bir eleştiri ka-çınılmaz olarak olumsuz bir içtepiye yolaçar.

     Ancak ele alınan olan olay ya da eylem, yanlış bir çizgiye ya da yanlış bir anlayışa sa-hip bir örgütlenmenin tipik bir eylemi, so-mut bir gerçekliği ise, bunun karşısında sus-kun kalmak yanlış bir çizginin onanmasın-dan başka bir anlama da gelmez.

    Uzun bir silahlı devrimci mücadele tari-hine  sahip bir ülkede, böylesine bir tarih yokmuşçasına, sanki tarihin ilk başlangıcın-da yer alıyormuşçasına gerçekleştirilen birsilahlı eylemin değerlendirilmesi başlı başı-na bir tarihsel sorundur.

    İNTİHAR EYLEMLERİ VE SİLAHLI DEVRİMCİMÜCADELEYE YANSILARI

    Son yıllardaki silahlı eylemlere baktığı-mızda, intihar eylemleri (ki bu eylemi ger-çekleştirenlerden yola çıkarak “canlı bom-ba eylemleri” de denilmektedir) neredeysebaşat bir yere sahiptir.

    1980’lerin sonlarında Lübnan’da ve da-ha sonra Filistin’de dinci-şeriatçı örgütlerinbaşlı başına bir eylem tarzı olarak gerçek-

    leştirdiği intihar eylemleri, Filistin mücade-lesinin neredeyse tek eylem biçimi olarakortaya çıkmıştır.

    Özellikle İslami Cihat ve daha sonra Ha-mas tarafından gerçekleştirilen “intihar ey-lemleri”nin Filistin halkınca büyük bir “sem-pati”yle karşılanması üzerine bu eylem bi-çimi giderek yaygınlaşmıştır. 2000’li yıllaragelinirken Hamas’ın gerçekleştirdiği “intihareylemleri”, bir yandan Filistin halkının gele-neksel örgütlerinden (El-Fetih, FHKC) ve on-ların mücadele çizgisinden uzaklaşmasına

     yol açarken, diğer yandan Hamas’ın başlıbaşına bir siyasal güç haline gelmesini sağ-lamıştır.

    Filistin hareketi içindeki bu dönüşüm,

    İsrail’e karşı pek fazla bir şey yapamayan,daha başka bir ifadeyle, İsrail’in saldırganlı-ğına gerekli yanıtı veremeyen örgütleri etki-sizleştirirken, aynı zamanda bu dönüşümü

    sağlayan “intihar eylemleri”nin yeni bir “mü-cadele biçimi” olarak ortaya çıkmasına yolaçmıştır.

    Filistinli islamcı örgütlerin “intihar eylem-leri” karşısında İsrail’in içine düştüğü “acz” ve arkasından Hamas’la “müzakere”ye baş-laması, bu “mücadele biçimi”nin etkili ol-duğu düşüncesini (özellikle Türkiye’de) yay-gınlaştırmıştır. Diğer yandan, Türkiye dev-rimcilerinin Filistin mücadelesine duyduk-ları geleneksel sempati bu “mücadelebiçimi”ne yönelik her türlü eleştirinin bir ya-na itilmesini getirmiştir.

    Bu eylemlerin en tipik özelliği, patlayıcımaddeleri kuşanmış bir ya da iki kişinin,kendilerince seçtikleri hedefe ulaştıklarındakendilerini patlatmalarıdır. Burada hedefinne olduğunun fazlaca bir önemi yoktur; he-def, “düşman” (ya da “kafir”) olarak görü-len herkestir.

    Bu tarzın diğer bir özelliği, eylemi ger-çekleştirenlerin herhangi bir eğitme, bilince vb. sahip olmasının gerekmemesidir. Eyle-

    mi gerçekleştirenlerin, belli bir biçimde öle-rek (şehitlik) başka bir dünyada (cennette) yaşayacaklarına inanması yeterlidir.

    Bu eylemler “düşman”ı sivil-asker, suç-lu-suçsuz vb. biçimde ayrıştırmaz. Hedef,“düşman” olarak belirlenen bütün bir top-luluktur. Filistin bağlamında söylersek, he-def “tüm yahudiler”dir, yahudinin, sadece yahudi olduğu için ölmeyi “hak ettiği” dü-şünülmektedir. Diğer yandan, bu eylemleraynı zamanda “intikam” eylemleridir. Böy-lece “düşman” (“kafir”) tarafından öldürü-

    lenlerin “intikamı” alınmış olmaktadır.Bu eylemlerin şu ya da bu oranda etkili

    olduğu, özellikle de “mağdur”lar tarafındanbüyük bir sempatiyle karşılandığı görüldük-çe, süreklilik göstermeye başlamıştır. Anka-ra’daki “TAK”ın üstlendiği 13 Mart saldırısın-da görüldüğü gibi, saldırı sonucunda yaşa-mını yitirenlerin sadece “karşı taraf”ta yaşı- yor olmaları yeterli görülebilmektedir.

     Aynı şekilde Filistin’de ortaya çıkan bueylem tarzı, giderek “yahudiler”den çıkaraktüm “kafir”ler dünyasını hedef alan eylem-

    lere dönüşmüştür. İstanbul’da turistlere yö-nelik IŞİD’in gerçekleştirdiği eylemler bu dö-nüşümün bir ürünü olduğu gibi, Fransa’da

  • 8/18/2019 Kurtuluş Cephesi, Sayı: 149, Mart-Nisan 2016

    18/28

     18

    KURTULUŞ CEPHESİ Mart-Nisan 2016

     yapılanlar da “kafirler dünyası”nın hedefolarak alındığının ifadesidir.

    “İntihar eylemcileri” (istenirse buna da-ha değişik isimler verilebilir, örneğin “feda

    eylemi” gibi) “hak” yolunda “kafir”e karşı yürütülen bir “cihat”ta öldükleri için “şehit”kabul edilir. İslam inancı içinde “şehit”lersorgusuz-sualsiz cennete giderler. Yanların-da ne kadar “kafir” götürürlerse, o kadar“onurlu” ve “başarılı” olarak kabul görürler.Bu eylem sonucunda ölenlerin kim olduk-larının hiçbir önemi yoktur. Onlar “karşıtaraf”tır, “düşman”dır, “kafir”dir.

    Bu açılardan ele alındığında, “intihar ey-lemleri”, doğrudan islamcılıktan üremiş veislamcılık tarafından üretilmiştir. Konununbu boyutu, doğrudan doğruya islamcılığa(radikal islamcılıkla bunu sınırlandırmanınfazlaca bir anlamı yoktur) bağlı bir durum-la karşı karşıya olunduğunu gösterir.

    “İman” sahibi, “inanmış” birinin böylebir eylemi “tam hedefinde” gerçekleştiripgerçekleştirmediğinin de önemi yoktur. Her-şeyden önce o kendisini “patlatmaya” ha-zırdır. Doğal olarak herhangi bir koruma yada güvenlik engeliyle karşılaştığında, bom-baları patlatarak “şahadetini” gerçekleştir-

    miş olur. Bu nedenle de “engellenebilir” bireylem tarzı değildir. Topyekün bir savaş (ci-hat) anlayışına dayandığı için de, eylem ala-nı tüm dünya olarak ortaya çıkar. Bu neden-le de belli bir alanda güvenlik önlemi alına-rak engellenemez.

    Öte yandan, bu eylemlerin gerçekleştiri-lebilinmesi için belli miktarda patlayıcı bu-lunması gerekir. Patlayıcı bulunduğu süre-ce, “şahadet”i önleyecek hiçbir şey yoktur.

    Şüphesiz islamcıların gerçekleştirdiği“intihar eylemleri”,  topyeküncü bir anlayış-

    la hedef gözetmeksizin gerçekleştirildiğin-den pek çok “sivil” insanın ölümüne yolaçar. Bu yönüyle de eylemin gerçekleştiğitoplumu “terörize” eder; toplumsal yaşamşu ya da bu oranda kesintiye uğrar. Bu du-rum, toplumsal/sınıfsal mücadelenin gelişi-minden korkan siyasal iktidarlar ve siyasalpartiler için “uygun” bir ortam yaratır. Ola-ğan devlet kurumlarıyla önlenemez ve en-gellenemez olan bu eylemler karşısında çı-kartılan “anti-terör yasaları”yla toplumlartam bir “cendereye” alınır. Demokratik hak

     ve özgürlükler kısıtlanır. Bizim gibi, demok-ratik hak ve özgürlüklerin olmadığı ülkeler-de ise, bu tür eylemler, devletin gerçekleş-

    tireceği her türlü baskının, saldırının ve kat-liamın meşrulaştırıcı bir unsuru olarak kul-lanılır.

    Sorun, sadece islami terör değildir. Bu

    tür eylem biçimlerinin silahlı mücadele bağ-lamında bir “biçim” olarak görülmesi ve ka-bul edilmesidir. Böyle olunca da, “islamcoğrafyası”nda faaliyet yürüten kimi örgüt-ler tarafından gerçekleştirilebilmektedir. Ör-neğin, PKK’nin bünyesi içinde “TAK” adıylaüstlenilen intihar eylemleri ya da DHKP-C’nin “feda eylemleri”, böyle bir önkabulünifadesidir.*

    Şimdi, Cemil Bayık’ın, Ankara’daki inti-har eyleminden dört gün önce yapıldığı söy-lenen ve 15 Mart’ta İngiliz Times gazetesin-de yayınlanan röportajını okuyalım:

    “Türkler , sokağa çıkma yasakları-nın uygulandığı Kürt kentlerindemümkün mertebe herşeyi yağmala- yıp yaktılar. Bu nedenle halkımız  in- tikam hisleriyle dolu. Gerillalarımıza,onlara yapılanların intikamını alma-ları çağrısında bulunuyor. Bu, halkmücadelesinde yeni bir dönemdir.Kısa bir süre öncesine dek Türk or-dusu ile savaş sadece dağlardaydı.

    Daha sonra kasabalara ve kentlerede taştı. Artık  her yerde olacak. Mü-cadelenin bu aşamasında, gerillaları-mıza yerine getirmeleri yönünde ve-rilecek her emir, meşru olacaktır.”

     Altını çizdiğimiz sözcükler, bir yanıyla“hendek savaşı” adı verilen, gerçeklikte isePKK’nin “çözüm süreci”nin sona ermesiylebirlikte “bir şeyler yapmak” zorunda kalma-sının ortaya çıkardığı durumu ifade etmek-tedir. Diğer yanıyla, yine PKK’nin “silahlı sa- vaş” sürecine bakış açısını ortaya koymak-

    tadır.Herşeyden önce, birbirlerine mutlak kar-

     şıtlık  içinde olan iki taraf söz konusudur:Türkler ve Kürtler. Bir taraf, yani “Türkler”,

    * DS, henüz DHKP-C olarak adını değiştirmediğizamanlarda şöyle bir anlayışı savunuyordu:

    “Toplu imhaya yönelik saldırılar, verdirilen ağır ka- yıplar, kışla ve karakol baskınları ve intihar eylemleridüşmanı derinden etkiler... düşman saflarına yönelikintihar eylemi sadece romanlarda yaşanmış/yaşana-cak şeyler değildir...” ( Mücadele, Sayı 24, 12 Aralık1992.) DHKC olarak bir “intihar eylemi”nden sonra ya-

     yınladıkları 302 Nolu açıklamada şunları söyler: “Fe-da eylemleri halkların bu zorbalık karşısında geliştir-diği bir ‘ölme’ biçimidir. Feda, halkların yaşama ve ya-şatma eylemidir.”

  • 8/18/2019 Kurtuluş Cephesi, Sayı: 149, Mart-Nisan 2016

    19/28

    Mart-Nisan 2016 KURTULUŞ CEPHESİ

    19

    “Kürt kentlerinde”, “yağmalama”, “yakma” ve katliam yapmaktadır. Diğer taraf, “Türk-ler”in “yağmalama, yakma ve katliamı”nın“kurbanları” ve “mağdurları” durumunda-

    dır. “Mağdur” oldukları anlamda da, “Türk-ler”in yaptıkları karşısında intikam duygula-rı ile “dolu”durlar. Bu intikam duygusu için-deki Kürtler, Cemil Bayık’ın sözcükleriyle,“gerillalarımız”dan “intikam” alınmasını ta-lep etmektedirler. Doğal olarak, böyle bir“talep” ne kadar haklı ve meşru ise, bu “ta-lebi” yerine getirenler de, bir o kadar haklı ve meşru kabul edilmektedir.

    Böyle olunca da, “Türkler”in “metropol-ler”inde hedef gözetmeksizin gerçekleştiri-len bir intihar eylemi ya da saldırı, kendihaklılığını ve meşruiyetini kendi “halkı” için-de bulmaktadır. İki “taraf” arasında mutlakbir karşıtlık olduğundan (antagonist bir kar-şıtlık), savaş, bunun üzerine inşa edilir.

    Bu “sonuç”, I. Yeniden Paylaşım Savaşı’n-da Alman generali ve “savaş kahramanı” Erich Ludendorff  tarafından 1935’de bir sa- vaş stratejisi haline dönüştürülen “topyekünsavaş” (“ totale krieg”) anlayışının yeni biruygulamasıdır. Bu da, sonuçta, Nazilerin as-keri savaşı topyekün savaşa dönüştürmele-

    rini getirmiştir. Artık sadece askerler ve as-keri hedefler söz konusu değildir. Savaşın,askeri savaşın hedefi, bir bütün olarak “düş-man”ın askeri ve sivil tüm insanlarıdır.

    Bu savaş anlayışı ve stratejisi, II. YenidenPaylaşım Savaşı’nda “düşman güçler”in(Nazilere ve Japonlara karşı İngiltere ve ABD’nin ana gövdesini oluşturduğu “mütte-fik güçler”) kentleri bombalamalarıyla so-nuçlanmıştır. Nazilerin Londra hava saldırı-ları, “müttefik güçler”in Alman kentlerine,özellikle Dresden’e yönelik hava saldırıları

    bu anlayışın bir ürünüdür. Bu saldırılarda as-ker-sivil ayrımı yapılmaksızın bütün kentbombalanmıştır.

    KISASA KISAS YA DA MİSİLLEME

    Bu bombalama eylemleri, bir yanıylakarşı tarafı, özel olarak karşı tarafın “sivil”halkını terörize etmeyi hedeflerken, diğer yanıyla “misilleme” eylemleridir. Örneğin,Dresden kentinin bombalanması NazilerinLondra saldırılarına karşı yapılmış bir misil-

    leme eylemi olmuştur. Misilleme, askeri savaşta, taraflardan bi-

    risinin “kural dışı” gerçekleştirdiği bir aske-

    ri eyleme karşı, aynı boyutta ve aynı nitelik-te yanıt vermektir. Misilleme, sözlük anla-mıyla, “yapılan bir kötülüğün karşılığını ay-nı biçimde vermek”, “kısasa kısas”, “kana

    kan, göze göz, dişe diş” demektir. Bu yönüy-le de, misilleme, askeri savaşın “mutlaksavaş”a yakınlaştığı yerdir.

     Mutlak savaş, Clausewitz’in formüle et-tiği bu kavrama göre, savaş, düşman güçle-rinin imha edilmesine yönelik bir eylemdir ve bu eylem, düşmanın tüm güçlerinin, sonsavaş gücüne kadar yok edilmesine yöne-lir. Clausewitz’in sözleriyle, “savaş bir şiddethareketidir ve bu şiddetin sınırı yoktur .”

    Misilleme harekatları ya da eylemleri,böylesi bir “sınırsız şiddet” karşısında, buşiddeti uygulayanları benzer sonuçlarla yüz- yüze bırakarak, bu “sınırsız şiddet” eylemin-den vazgeçirmeyi hedefler. Diğer ifadeyle,“sınırsız şiddet”  kullananlara karşı “misliy-le” karşılık vermek, yani “sınırsız şiddet” kullanmak misilleme anlayışının gerçekliği-dir.

     Ancak savaşın politik amacı ve savaşıngerçekliği, “mutlak savaş”ın yerini “gerçeksavaş”ın almasına yol açar. Dolayısıyla “sı-nırsız şiddet”, düşmanı son kişisine kadar

     yok etme hedefi, politik amaç tarafından sı-nırlandırılır. Böylece doğrudan askeri güçle-ri ve onların yardımcı unsurları dışında ka-lan kadınların, çocukların, savaş gücü olma- yan “siviller”in hedef alınmadığı “gerçek sa- vaş” ortaya çıkar.

     Ama savaşan güçlerin içinden çıktıklarıtoplumların gelenek ve görenekleri, örf veadetleri, inançları, savaşı yönetenlerin zih-ninde sürekli varlığını korur. Savaş, sadecedüşman güçlerine yönelik bir şiddet eylemiolmanın ötesinde, aynı zamanda kendi güç-

    lerinin iradesi, morali ve savaşkanlığı üzeri-ne yükselir. Bu irade, moral ve savaşkanlı-ğın pekiştirilmesi ve sürekli kılınması da,düşman güçlerinin imhası kadar etkin birunsur olarak ortaya çıkar. Savaşan taraflarınkin ve nefreti, Clausewitz’in kavramıyla,“düşmanlık duygusu ve düşmanlık niyeti”ninboyutu, savaşı “mutlak savaş”a doğru iter, yani “sınırsız şiddet” kullanımına yöneltir.Böylece savaşan tarafların hepsini kapsayankarşılıklı bir eylem ortaya çıkar.  Poli tikamaç, “sınırsız şiddet” kullanımının gerisi-

    ne çekilir ve yeniden göreve çağrılana ka-dar ortalıkta görünmez olur.

    Politik amacın ikincil hale geldiği, kan ve

  • 8/18/2019 Kurtuluş Cephesi, Sayı: 149, Mart-Nisan 2016

    20/28

     20

    KURTULUŞ CEPHESİ Mart-Nisan 2016

    şiddet ortamında görünmez olduğu böylesizamanlarda sınırsız güç kullanımı ortaya çı-kar. Bu güç, herhangi bir hedefle, amaçla ya da politik amaç tarafından belirlenen ku-

    rallarla sınırlandırılamaz. Her sınırsız ve ku-ralsız güç kullanımı, varolan düşmanlık duy-gusunu, nefreti ve kini daha da artırır. Böy-lece de mutlak savaşa, topyekün savaşadoğru hızla yol alınır. Savaşlarda ortaya çı-kan katliamların gerçekliği de burada ya-tar.

    Savaşla doğrudan ilişkisi olmayan, aske-ri gücün parçası ya da yardımcısı olarak fa-aliyet yürütmeyen insanlara, çocuklara, ka-dınlara, yaşlılara yönelik ve onların yaşam-larını yitirmelerine yol açan askeri eylemler,olağan savaş koşullarında “ savaş suçu” ola-rak kabul edilir. Doğal olarak bu askeri ey-leme katılanlar, bu eylemi yönetenler ve bueylem emrini verenler “ savaş suçlusu” ola-rak ilan edilir. Böyle olduğu için de, CemilBayık Times’e verdiği röportajda “Mücade-lenin bu aşamasında, gerillalarımıza yerinegetirmeleri yönünde verilecek her emir, meşru olacaktır.” sözleri, kendilerinin bir“savaş suçu” işlemediklerini (karşı tarafın,“Türkler”in askeri harekatı karşısında “meş-

    ru”) ve “savaş suçu” kabul edilecek bir as-keri eylem talimatı vermediklerini (“meşru”bir eylemin talimatı da “meşru” olur) vur-gulama gereği duymuştur. Çünkü “savaşsuçları”nda eylemi gerçekleştirenlerden da-ha çok bu eylem emrini verenler suçlu ka-bul edilir.

    Dünden bugüne fiili olarak “T.C.” (“Türk-ler”mi!?) ile PKK arasında bir savaş, askeribir savaş gündemdedir. Ancak bu savaş,uluslararası planda kabul edilmiş bir savaşdeğildir. Bu nedenle de uluslararası “hukuk”

    çerçevesinde “savaş suçu” olarak kabul edi-len bir durumdan söz edilemez. Ama iştetam bu nedenle de, ortadaki “savaşma du-rumu”, “meşru” bir devlet gücüne karşı“gayri nizami” bir savaş yürütülmesi olarakkabul edilir. Bu durumda da, ortaya çıkan“savaş suçu”, uluslararası savaş hukukunundeğil, “terörizm”in bizatihi kendisi olarakgörülür. Bu açıdan, PKK, “TAK” tarafındangerçekleştirilen eylemler nedeniyle “savaşsuçu” işlememiş, bunun yerine “terörist ey-lemler” gerçekleştirerek sivil halkın ölümü-

    ne yol açmıştır denilir.Savaşın politik amacını ikincil kılan “aşı-

    rı şiddet” eğilimi, yine politik amacın kendi-

    si tarafından sınırlandırılabilir. Doğal olarakpolitik amaç, devrim yapmak olduğu koşul-larda, “aşırı şiddet”, “sınırsız şiddet” deneti-me alınabilir.

    Devrimci savaşın kuralları da bu amaç-tan doğar. Hedefler ve düşmanlar net ola-rak tanımlanır. Bunun dışında kalan hedef-lere ve insanlara yönelik her hareket dışla-nır ve olumsuzlanır. Ama bu, devrimci sa- vaşın, “düşmanlık duygusu” ve “düşmanlıkniyeti” olmaksızın sürdürülebildiği anlamı-na gelmez. Devrimci savaş, aynı zamandabir sınıf savaşıdır. Bu nedenle de, sınıfsaldüşmanlık ve sınıf kini, devrimci savaşın daana unsurlarındandır. Ama bu düşmanlık vekin, karşı-sınıfın tüm  bireylerine yönelik birdüşmanlık ve kin değildir. Devrimci savaştaasıl güçlük de burada yatar. Bir tarafta sınıfdüşmanları vardır; onların topyekün altedil-mesi, iktidardan düşürülmesi ve yeni birtoplumun kurulması amaçlanır; diğer taraf-tan savaş gibi bir şiddet ortamında, karşı-sı-nıfın sınır tanımaz şiddeti karşısında sınıf ki-nini koruyabilmek gerekir. Sınıf düşmanla-rına karşı sınıf kinini, tüm sınıf düşmanları-na, onların tüm bireylerine yönelik bir inti-kam ve öç alma duygusundan arındırabil-

    mek devrimci savaşın en temel sorunların-dan birisidir. Bu da, etkin bir sınıf bilinciyleolanaklıdır.

    Hiç tartışmasız, savaşta öyle hedefler or-taya çıkar ki, bu hedeflere mutlak insan kay-bı vermeksizin ulaşmak olanaksızdır. Böy-lesi hedeflere yönelik askeri harekâtlar, buharekâta katılanların  mutlak kaybı ile so-nuçlanır. Ancak askeri tarihte böylesi aske-ri harekatlar “intihar eylemi” olarak kabuledilmezler. Bu yüzden, mutlak insan kaybı-na yol açacak olan bir askeri harekât savaş

    eyleminin bir parçasıdır.

    DONANIMDA İLKELLİK, EĞİTİMDE YETERSİZLİK

    Lenin, Ne Yapmalı? ’da mücadelenin ilkaşamasında doğal ve kaçınılmaz olarak or-taya çıkan “ilkellik/amatörlük” konusundaşöyle yazar:

    “Bu dönemde, tüm öğrenci genç-liğin dikkatini marksizme yönelttiğinibelirtmiştik. Elbette, bu öğrenciler,

    marksizmle sadece bir teori olarakdeğil, aynı zamanda “Ne yapmalı?”sorusunun yanıtı olarak, düşmana

  • 8/18/2019 Kurtuluş Cephesi, Sayı: 149, Mart-Nisan 2016

    21/28

    Mart-Nisan 2016 KURTULUŞ CEPHESİ

    21

    karşı savaşmak için bir çağrı olarakda ilgileniyorlardı. Ve bu yeni savaş-çılar, şaşılacak ölçüde ilkel donanım-la ve eğitimle savaşa girdiler. Çoğu

    durumda hemen hemen hiç dona-nımları yoktu ve kesinlikle eğitimesahip değillerdi. Onlar, sabanını bıra-kıp sadece sopalarla silahlanmış köy-lüler gibi savaşa girdiler.”

    Lenin, sosyalist devrim mücadelesinden,proleter mücadelesinden, özcesi sınıf mü-cadelesinden söz eder. Bu yönüyle Lenin’inbu saptaması politik mücadeleye ilişkin birsaptamadır. Ancak savaş, politikanın başkaaraçlarla (şiddet araçlarıyla) sürdürülmesiolduğundan, sınıf mücadelesinin er ya dageç bir savaşa, iç savaşa evrileceği gerçe-ğinden yola çıkıldığında, Lenin’in “ilkellik/ amatörlük” konusundaki söyledikleri aynızamanda savaş için de geçerlidir.

    Lenin, savaşın, mücadelenin başlangı-cında, “savaşçıların” ilkel donanımla ve ek-sik eğitimle işe başladıklarını yazar. Bu du-rumun “başlangıçta” ne denli doğal kabuledilirse edilsin, her durumda bunun aşılma-sı gerektiğini kesin bir dille vurgular.

    Devrimci savaşta, silahlı devrimci müca-

    delede, “başlangıçta”, donanımın (askeridonanım) ilkelliği ve eğitimin (hiç şüphesizaskeri eğitimin) yetersizliği kaçınılmaz birdurumdur. Latin-Amerika’daki gerilla hare-ketleri dışta bırakılırsa (ki bir bölümü doğ-rudan askeri isyanlara dayanır), ülkemizde-ki silahlı mücadele “sivil savaşçılar” tarafın-dan başlatılmıştır.

    Bu ilk savaşçıların, sözcüğün gerçek an-lamıyla, askeri bir eğitimleri mevcut değil-di. İçlerinden bazıları “Filistin”e giderek as-keri eğitim almış olmakla birlikte, bu eğiti-

    min niteliği sanılanın çok daha ötesinde ba-sitti. Dahası bu askeri eğitim, ne kadar ge-lişkin olursa olsun, hiçbir durumda şehir ge-rilla savaşını kapsamayan bir eğitimdi.

    İlk savaşçılar, bir yandan kendilerine as-keri malzeme bulmaya çalışırken, diğer yan-dan varolan askeri malzemelerle ilk eylem-lerini gerçekleştirmişlerdir.

    İlk eylemler, polis noktasına dinamit atıl-ması (ki ülkenin her yerinde ve hatta balık-çılarda bile bulunur) ve tabancayla kurşun-lanması biçiminde olmuştur. Ardından ka-

    mulaştırma eylemleri gelmiştir.Kamulaştırma eylemleri, genellikle beş

    kişilik ve tabancayla donatılmış bir eylem

    grubu tarafından gerçekleştirilmiştir. Her du-rumda eylemin hızla gerçekleştirilmesi sözkonusu olmuşsa da, olası bir müdahaleye,çatışmaya karşı bir koruma bulundurulmuş-

    tur.Giderek askeri malzemeler tabancanın

    ötesine geçmeye başlamıştır. İlk askeri mal-zeme, orduda görevli subaylar tarafındansağlanan el bombaları olmuştur. Ordununo dönemdeki geri donanımı doğal olarak ilksavaşçılar için bir avantaj olmakla birlikte,daha gelişkin donanım sağlamak açısındanbir dezavantaj olmuştur.

    Deyim yerindeyse, ilk savaşçılar, elde ta-banca ve birkaç MKE yapımı el bombası ilesavaşa girişmişlerdir. Bu savaşta, tutukluk yapan tabancalar ve patlamayan el bomba-ları tipik bir olgudur. Örneğin, 13 Şubat1972’de İstanbul/Levent’teki çatışmada UlaşBardakçı yoldaşın kullandığı el bombalarıpatlamamıştır.

    Kızıldere’de devrim savaşçılarının elle-rindeki malzemeler, daha sonraki yıllarla kı- yaslandığında alabildiğine “ilkel” olarak ka-bul edilebilir.

    Kızıldere’de, saplı savunma el bombala-rı, Amerikan savunma el bombaları, 10 adet

    tabanca, 3 adet Tomson, Mısır yapımı Port-Said ve İngiliz yapımı Sten makineli taban-ca kullanılmıştır. Bütün bu otomatik/maki-neli tabancalar II. Paylaşım Savaşı dönemi-ne ilişkin silahlardır.

    Bu silahların dışında, değişik zamanlar-da kullanılan, aynı döneme ilişkin Amerikan yapımı 100 metre menzilli 9 mm’lik M3 ma-kineli tabancalar da ilk donanımın içinde yer almıştır.

    Devrimci savaşın bu ilk aşamasında, bu-gün gerillanın olmaz-sa-olmaz si